DOĞRU SÖZE İNAN,
BÖLÜCÜYE ALDANMA
ÖNSÖZ
(Doğru söze inan, bölücüye aldanma) kitâbını yazmağa, Besmele okuyarak başlıyoruz. Allahü teâlâ, dünyâda bütün insanlara acıyor. Fâideli şeyleri herkese gönderiyor. Âhıretde, Cehenneme gitmesi gereken mü’minlerden, dilediğini, ihsân ederek afv edecek, Cennete kavuşduracakdır. Her canlıyı yaratan, her vârı, her an varlıkda durduran, hepsini korku ve dehşetden koruyan yalnız Odur. Böyle bir Allahın şerefli ismine sığınarak, bu kitâbı yazmağa başlıyoruz.
Allahü teâlâya hamd olsun!Onun çok sevdiği peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin temiz Ehl-i beytine ve âdil, sâdık Eshâbının herbirine hayrlı düâlar olsun!
Bin dokuzyüzellidokuz senesinde Erzincanda öğretmen idim. Erkek lisesinde konferans dinledik. Dinleyici öğretmenler birkaç yüz kişi idi. Önce, Erzincan me’ârif müdürü, sonra, konferans sâhibinin asistanı konuşdu. Üçüncü olarak konferans sâhibi olan, Sağlık Bakanlığı Sosyal Hizmetler Akademisi öğretmenlerinden psikoloji doktoru sayın Mithat Enç konuşdu. Uzun boylu, gür sesli idi. Çok te’sîrli konuşuyordu. Zekâ üzerinde birkaç gün konuşdu. Son günü, zekâ ölçüsünü, test usûlünü anlatdı. Avrupalı, Amerikalı psikologların kitâblarından yeni bilgiler verdi. Zekâ ölçmenin târîhçesini söylerken, özet olarak dedi ki, (Zekâ ölçmek, test usûlünü kullanmak, ilk olarak Osmânlılarda başladı. Amerikan literatürlerinde okuduğuma göre, Osmânlı orduları Viyanaya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korkdu. İslâmiyyet Avrupaya yayılıyor, hıristiyanlık yok oluyor diye şaşkına döndüler. Osmânlı akınlarını durdurmak için çâre aradılar. Çok uğraşdılar. Bir gece yarısı, İstanbuldaki İngiliz sefiri şifre yolladı. Avrupaya müjde vermek için sabâhı bekliyemedi:Buldum, buldum, Osmânlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunları durdurma çâresini buldum, diyor ve şöyle anlatıyordu: Osmânlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletden , hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, sarâydaki (Enderûn) denilen mekteblerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı müslimân olarak yetişdiriliyorlar. Osmânlı ordularını zaferden zafere ulaşdıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyâset ve idâre adamları, hep böyle yetişdirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmânlı akınlarını durdurmak için, bu Enderûn mekteblerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, müslimânları ilmde, fende geri bırakmak lâzımdır).
Mithat Beyin bu sözleri ve Osmânlı târîhindeki acı ve yürekler yakıcı olaylar gösteriyor ki, İngiliz sefîrinin bu teklîfi çok doğru görülerek, Avrupada İskoç ve Pâris mason locaları harıl harıl çalışmağa başladılar. Müslimânları aldatmak, medreselerden, mekteblerden ilmli, fenli din adamları ve idâreciler yetişdirilmesini önlemek için plânlar hâzırlandı. Câhil bırakılan gençler, Avrupada dinsiz yapıldı. Zevk ve sefâhete alışdırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek anavatana gönderilen fen adamı şeklindeki sinsi düşmânlara, (Fen yobazı) denir. Böyle diplomalı yobazlar, masonların çok kurnâz ve milyonlar harc ederek çevirdikleri dolapları ile, Osmânlı devletinde iş başlarına getirildi. Meselâ mason olan Mustafâ Reşid Pâşa, Fuad Pâşa ve benzerleri, medreselerden fen derslerini kaldırdılar. Mithat Pâşa, Tal'at Pâşa din derslerini de azaltdılar. Fâtih Sultan Muhammed Hân zemânında medreselerde okutulan din ve fen bilgileri pek yüksek idi. Tanzimatdan sonra ve hele ittihâdcılar zemânında çok aşağı oldu. İslâm düşmânları, pek sinsi, iki yüzlü davranarak başarı sağladılar. Hele Mithat Pâşa, kıyasıya saldırmağa, çok acı plânları ile islâmı ve Kur'ânı yok etmeğe hâzırlanmışdı. Sultan İkinci Abdülhamid hânın kuvvetli îmânı ve keskin zekâsı, müslimânlara ve islâmiyyete saplanmak istenen bu zehrli hançere karşı çelik bir kalkan gibi dikilmeseydi, düşmanların imhâ plânları, müslimânları ezecekdi. Türkiye Târîhinde bu yazımızın çeşidli vesîkaları vardır.
Din düşmânları, islâmiyyeti ve müslimânları yok etmeğe çalışıyorlar. Komünistler, her dürlü propaganda yolları ile, iğrenç yalan ve iftirâlar söyliyerek, çok vahşi ve barbarca işkenceler yaparak saldırıyorlar. Bu alçak saldırılarını müslimânlar görüyor, anlıyor, onlara aldanmıyorlar. Masonlar ise, sinsi, tatlı sözle, güler yüzle ve para yardımı yaparak, okşayarak, İslâma saldırıyorlar. Dinli, dinsiz, herkes kardeşdir. Dine lüzûm yokdur diyorlar. Din kardeşliğini yok edip, yerine mason kardeşliği koymağa çalışıyorlar. İslâmiyyetin en korkunç, en zararlı düşmanı, müslimân görünüp, din adamı şekline girip, İslâmiyyeti içden sinsice yıkmağa çalışanlardır. Bu din yobazları, Arabistânda ve Hindistânda türediler. Dinde reform yapacağız, İslâmiyyeti hurâfelerden, bozuk şeylerden kurtaracağız, Kur’ânın emrlerini meydâna çıkaracağız gibi, dostca sözlerle, yazılarla, içerden yıkıyorlar. Bölücülük yapıyor, kardeşi kardeşe düşman ediyorlar. Hâlbuki islâm dini, birleşmeği, sevişmeği, yardımlaşmağı emr etmekdedir. Her müslimânın birbirlerine, hattâ gayrı müslim vatandaşlara, yurdumuza gelen yabancı iş adamlarına, turistlere iyilik etmesi, herkesi sıkıntıdan kurtarması lâzımdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İnsanların en iyisi, insanlara fâideli olandır) ve (Üzerinde kul borcu olan, bunu ödemedikce, Cennete girmeyecekdir) ve (Sizi idâre edenler, habeşli köle olsa bile, isyân etmeyiniz!) buyurdu. Her müslimânın, yurdumuzda da, kâfir memleketlerinde de, herkesin hakkını gözetmesi, kimseye kötülük yapmaması, kimseyi incitmemesi, kanûnlara uyması, devlet adamlarına itâ’at etmesi lâzımdır. Bunun için de, islâm bilgilerini, islâmın güzel ahlâkını, gençlere öğretmeliyiz. Temiz gençler dinde câhil bırakılırsa, yalancı kahramanlara, iki yüzlü dostlara inanarak dinleri ve ahlâkları bozulur. Sonsuz felâketlere, uçurumlara sürüklenirler.
İslâmiyyete saldırmak, bütün dünyâya, bütün insanlara sûikast yapmakdır. İnsan haklarını, insan hürriyyetlerini ayaklar altına almakdır. İnsanların se’âdetini felâkete çevirmeğe uğraşmakdır. Bu fâci’a, bu kötülük de, gözü dönmüş, taş yürekli bir avuç zümrenin zevkı, keyfi ve eğlencesi için işleniyor. Allahü teâlâ , insanları bu uğursuz ve pek acı belâdan kurtarsın!Âmîn. Yalnız lâf ile ve yazı ile yapılan düâlar kabûl olmaz. Hem düâ etmek, hem de sebebe yapışmak, çalışmak lâzımdır. Müslimânların, dinlerine, se’âdetlerine saldıran açık ve sinsi düşmanları tanımaları, bunların yalanlarına aldanmamaları lâzımdır.
Müslimânların başına çöken acı felâketi görerek kalbimiz sızlıyor. Temiz gençleri bu yıkıcı, ezici saldırıya karşı uyandırmak ve korunmalarını sağlıyabilmek için çok ufak bile olsa, bir hizmetde bulunmağı büyük bir vazîfe ve ebedî se’âdete kavuşmaklığımız için biricik vesîle biliyoruz. Bunun için, dinde reform yapmak lâzım olduğunu savunan yabancı birkaç din câhilinin sinsice yapdıkları saldırıları yazmağa ve bunlara birer birer cevâb vererek hakkı, doğruyu meydâna çıkarmağa kalkışdık. Böylece, islâm da’vâsı gütdüklerini bildiren sapık bir zümreyi gençlere tanıtmak istedik. Kitâbımıza, kendi kısa görüşümüzle birşey yazmadık. Cevâbları (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâblarından topladık. Sonuna da, büyük âlim, müslimânların yüce önderi, İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretlerinin (Mektûbât) kitâbından mektûb ekledik.
Allahü teâlâ, hepimizi, dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşdursun! Kendimize ve başkalarına kötülük yapmakdan korusun! Âmîn.
______________________
İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Mektûbât) kitâbının 1.ci cild, 275.ci mektûbunda buyuruyor ki:
Sizin bu ni’mete kavuşmanız, islâmiyyet bilgilerini öğretmekle ve fıkh hükmlerini yaymakla olmuşdur. Oralara cehâlet yerleşmişdi ve bid’atler yayılmışdı. Allahü teâlâ, sevdiklerinin sevgisini size ihsân etdi. İslâmiyyeti yaymağa sizi vesîle eyledi. Öyle ise, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olan din bilgilerini öğretmeğe ve fıkh ahkâmını yaymağa elinizden geldiği kadar çalışınız. Bu ikisi bütün se’âdetlerin başı, yükselmenin vâsıtası ve kurtuluşun sebebidir. Çok uğraşınız! Din adamı olarak ortaya çıkınız! Oradakilere emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu gösteriniz! Müzzemmil sûresinin ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Rabbinin rızâsına kavuşmak istiyen için, bu elbette bir nasîhatdir) buyuruldu.
______________________
TENBÎH: Bugün, müslimân denilen üç büyük islâm fırkası vardır. Şî’îliği yehûdîler kurdu. Vehhâbîliği ingilizler kurdurdu. Ehl-i sünneti türkler korumakdadır. Misyonerler, hıristiyanlığı yaymağa, yehûdîler, Talmûtu yaymağa, İstanbuldaki Hakîkat Kitâbevi, islâmiyyeti yaymağa, masonlar ise, bütün dinleri yok etmeğe çalışıyorlar. Aklı, ilmi ve insâfı olan, bunlardan doğrusunu iz’ân, idrâk eder, anlar. Bunun yayılmasına yardım ederek, bütün insanların dünyâda ve âhıretde se’âdete kavuşmalarına sebeb olur. İnsanlara bundan dahâ kıymetli ve dahâ fâideli bir hizmet olamaz. Bugün hıristiyanların ve yehûdîlerin ellerindeki Tevrât ve İncîl denilen din kitâblarının, insanlar tarafından yazılmış olduklarını kendi adamları da söyliyor. Kur’ân-ı kerîm ise, Allahü teâlâ tarafından gönderildiği gibi tertemizdir. Bütün papazların ve hahamların, Hakîkat kitâbevinin neşr etdiği kitâbları dikkat ile ve insâf ile okuyup anlamağa çalışmaları lâzımdır.
DOĞRU SÖZE İNAN BÖLÜCÜYE ALDANMA
[Dinde reformculara aldanma!]
Bu kitâbda, yurd dışındaki birkaç dinde reformcunun islâmiyyete karşı yazdıkları bozuk düşünceleri, madde madde sıralanmış, her birine gerekli cevâblar verilmişdir. Böylece, altmışbeş madde meydâna gelmişdir. Reform, islâh etmek demekdir. Ya’nî bozulmuş bir şeyi eski, doğru hâline getirmek, düzeltmek demekdir. (Dinde reformcu), dîni yenileyici, tâzeleyici demek olmakdadır. Fekat bugün, islâmiyyeti değişdirmeğe, içerden yıkmağa çalışan bölücüler, kendilerine (Dinde reformcu) diyorlar. Bunun için, dinde üç dürlü reformcu vardır. Bunların herbiri, kitâbımızın sonunda, kırkikinci maddede geniş anlatılmışdır. Bu kelimeyi islâm dîni için kullanmanın yanlış ve yersiz olduğu, orada açıkca görülecekdir. Reformcu Mûsâ Beykiyef, gençleri kolay aldatabilmek için, kendini din adamı gösteriyor, diyor ki:
1 — (Zemânımıza göre, dînimizde de yenilikler yapılmalıdır. Dinde bulunmıyan birçok şeyler, hurâfeler, sonradan islâmiyyete karışmışdır. Bunları temizlemek, dînimizi ilk zemânındaki doğru, temiz hâline getirmek lâzımdır.)
Cevâb: Müslimânlarda, birkaç yüz seneden beri bir duraklama, hattâ gerileme olduğu meydândadır. Bu gerilemeyi görerek, islâmiyyetin bozulduğunu söylemek, çok haksız ve pek yanlışdır. Geri kalmanın sebebi, müslimânların dîne sarılmamaları, dînin emrlerini yerine getirmekde gevşek davranmalarıdır. İslâm dînine, başka dinlerde olduğu gibi, hurâfeler karışmamışdır. Câhillerin yanlış inanışları ve konuşmaları olabilir. Fekat bunlar, islâmın temel kitâblarında bildirilenleri değişdirmez. Bu kitâblar, Resûlullahın sözlerini ve Eshâb-ı kirâmdan gelen haberleri bildirmekdedirler. Hepsi, en salâhiyyetli, yüksek âlimler tarafından yazılmışlardır. Bütün islâm âlimlerince sözbirliği ile beğenilmişdir. Asrlar boyunca, hiçbirinde hiçbir değişiklik olmamışdır. Câhillerin sözlerinin ve kitâblarının ve dergilerinin hatâlı olması, islâmiyyetin temel kitâblarına kusûr ve leke kondurmağa sebeb olamaz.
Bu temel kitâbları her asrın modasına, gidişine göre değişdirmeğe kalkışmak, her zemân için yeni bir din yapmak demek olur. Böyle değişiklikleri, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere dayanarak, bunlara uydurarak yapmağa kalkışmak, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bilmemenin, islâmiyyeti anlamamanın bir alâmetidir. İslâmın emrlerinin, yasaklarının zemâna göre değişeceğini sanmak, islâm dîninin hakîkatine inanmamak olur. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Mü’minler ma’rûf olan şeyleri emr eder) buyuruldu. Kur’ân-ı kerîme, islâmiyyete saygısızca saldıran aşırı reformculardan Ziyâ Gökalp ve benzerleri, bu âyet-i kerîmedeki ma’rûf kelimesine, örf, âdet diyerek, islâmiyyeti âdete, modaya göre değişdirmeğe, böylece mason üstâdlarının gözüne girip sandalya, koltuk kapmağa kalkışdılar. Dünyâlık ele geçirmek için dinlerini satdılar. Ziyâ Gökalp, bu hizmetine karşılık, ittihadcıların genel merkez a’zâlığına getirildi. Bunun dediği gibi, islâmiyyet âdetlere yer verseydi, dahâ kuruluşunda câhil arabların kötü âdetlerini yasak etmez, o zemânın en kıymetli âdeti olan ve Kâ’benin içine kadar girmiş bulunan putperestliği hoş görürdü. Âyet-i kerîmedeki (Ma’rûf) kelimesi, (islâmiyyetin kabûl etdiği iyilikler) demekdir.
İslâm dîni ilm üzerine kurulmuşdur. Her bakımdan, selîm olan akllara uygundur. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan şeylerde, akla ve ilme uygun yeni emrler çıkarmak, ya’nî kıyâs ve ictihâd yapmak islâmiyyetin ana kaynaklarından biri olur ise de, bunu yapabilmek için, herşeyden önce müslimân olmak ve lüzûmlu bilgilere mâlik olmak lâzımdır. Dinde reform istiyenler, temel kitâblara dokunmayıp, yalnız câhil halk arasına yerleşmiş olan hurâfeleri yok etmeği düşünüyorlarsa, buna birşey denemez. İslâmiyyete hizmet etmiş olurlar. Fekat, böyle iyi düşündüklerine inanabilmemiz için, önce hakîkî ve samîmî müslimân olduklarını isbât etmeleri gerekir. Müslimân olmıyan bir kimsenin, müslimân görünerek, kendi silâhımızla bize hücûm etmeğe kalkışması, büyük bir haksızlık, pek ayıp ve çok küçüklük olur. (Dinde reform) istiyenlerin, müslimân görünmeleri ve yalnız müslimânım demeleri değil, müslimân olduklarını isbât etmeleri lâzımdır. Bir müslimânın ölüm korkusu olmadıkça dinsiz görünmesi câiz değildir. Buna karşılık, dinsizlik demek, iki yüzlülük, yalancılık demek midir ki, işlerine geldiği zemân müslimân görünüyorlar. Evet, müslimânım diyen bir kimseyi sorguya, hesâba çekmek câiz değildir. Onu din kardeşi bilmek lâzımdır. Fekat, onun dînimizle oynamaması da lâzımdır. Onun, dînimizin temel bilgilerine dil uzatdığını, bunlar üzerinde dedikodu yapdığını görürsek, bunu sorguya, hesâba çekmek, hâlini incelemek, yalnız câiz değil, hepimize lâzım olur. Biz, reformcuları dînimize, mezhebimize uymak için zorlamıyoruz. Yalnız müslimân olup olmadıklarını açıkça söylemelerini ve işlerinin sözlerine uygun olmasını istiyoruz. Çünki, islâmiyyetin belli ve değişmez kanûnları vardır. Müslimân olanların bu kanûnlara uygun olarak konuşması lâzımdır. Müslimân olduğunu söyliyen ba’zı kimseler, müslimânlığın temel bilgilerini hiçe sayarak, hattâ bunlarla alay ederek, dinden çıkdıklarını suç saymıyorlar da, dinden çıkdıklarının kendilerine söylenmesine kızıyorlar. Dîne saldırılacak, fekat dîne saldırıyorsun, kâfir oluyorsun denilmiyecek, dîne saldırmak serbest olacak. Dîne saldıranlara birşey söylenilmeyecek. Kendilerine cevâb verenlere, haksız olduklarını ortaya koyanlara yobaz, gerici gibi, komünistlerin uydurduğu sözlerle sataşıyorlar. Kendileri gibi dîne saldıranlara ilerici, aydın diyorlar. Doğrusu, kendileri yobazdırlar. Din adamı şekline bürünenleri, (din yobazı), fen adamı olarak saldıranları da (Fen yobazı)dır.
İslâmın ana bilgilerini, temel kitâblarını değişdirmeğe, zemâna uydurmağa kalkışmak, islâmiyyeti değişdirmek, bozmak olur. Müslimân demek, bu ana bilgilere inanan, saygı gösteren, bunları bozmağa kalkışmamağa söz veren kimse demekdir. Demokrasi, hürriyyet ve lâyıklık demek de, verilen sözde durmamak, inandığından vaz geçmek demek değildir. İslâmiyyet, zimmîlerin, ya’nî gayri müslim vatandaşların zor ile müslimân yapılmasını emr etmiyor. Bundan dahâ büyük demokrasi olur mu?
Sinsi düşmanlarımızdan bir kısmı olan (Fen yobazları), Avrupanın, Amerikanın bütün âdetlerini, modalarını, ahlâksız, sömürücü, ezici hareketlerini almağa, gençler arasına yaymağa çalışıyorlar. Bu arada, dînimizi üstü örtülecek bir kabâhat imiş gibi hiç ağızlarına almıyorlar. Yâhud, altında ezilecek bir yük gibi, ağır ve korkunç görüyorlar. Ba’zıları da, sağlam bir varlık ve birlik elde etmek için, din lâzımdır. Fekat dîni zemâna uydurmalı, islâmiyyeti hurâfelerden temizlemeli diyorlar. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin temel kitâblarında hiçbir hurâfe yokdur. Din câhilleri arasında hurâfeler bulunur. Bunları temizlemek için de, (Ehl-i sünnet) kitâblarını yaymak, gençlere bunları öğretmek lâzımdır. Bu yobazların dinde istedikleri reformlar, dînin temel bilgilerine dokunduğu zemân, bunları hem âyetle, hadîsle çürütmeliyiz, hem de (Müslimânların dîninde, kendi malınız gibi değişiklik yapmağa hakkınız yokdur) demeliyiz. Din yobazları, büyük islâm âlimlerini lekeliyerek, kendilerini onların yerine geçirmek istiyorlar. İslâmiyyetin temel bilgilerini toplamış, dünyâya yaymış olan islâm âlimlerini ve topladıkları islâm ilmlerini ayaklar altına alıyorlar. (Reformcu) maskesi altında ortaya çıkan, Kazanlı Moskof Mûsâ Cârullah Beykiyef adındaki din yobazı Osmânlılar zemânında yazdığı kitâbında bakınız ne diyor:
(Allahın, Peygamberi vâsıtasıyla gönderdiği islâmiyyet, ilm üzerine kurulmuş idi. İnsan hayâtını düzeltiyor, sosyal nizâm kuruyordu. Medenî hareketleri birer birer bildiriyordu. Adâlete ve menfe’ate dayanan bir iş hayâtı kuruyordu. Böyle iş hayâtı islâmiyyetin kuvvetini artdırdı. Kıt’alara yayıldı. Sonraları Îrândaki zevk, eğlence, sefâhet, müslimânlar arasına yayıldı. Bundan sonra, dahâ büyük bir fitne ortaya çıkdı. Yalnız düşünce ve teorilere dayanan Yunan felsefesi terceme olundu. İş ve madde üzerinde çalışmak durdu. İslâmiyyet yalnız teorik, vehm ve hayâle dayanan bir hâl aldı. Müslimânların saf îmânı (İlm-i kelâm) denilen dedikodularla karmakarışık oldu. Böylece sosyal, ekonomik ve medenî çalışmalar durdu. Câmi’lerde, medreselerde, evlerde ve heryerde boş, fâidesiz teorilerle, düşüncelerle vakt geçirildi. Müsbet ilmleri kötüleyen kelâm kitâbları her tarafa yayıldı. Fâidesiz düşüncelere, lüzûmsuz yazılara (İslâmiyyet) adı verildi. Gazâlînin (Tehâfüt) kitâbında ve İbnürrüşd gibi feylesofun buna olan cevâbında kıymetli bir söz, fâideli bir fikr var mı? Geometri ve astronomi âlimi olan Nasîreddîn-i Tûsînin kitâblarında ve bu kitâbları öven veyâ kötüleyen binlerle kişinin eserlerinde bulunan hezeyanları bugün kim dile alır, kim yazar? Eş’arî mezhebi imâmlarının, Allahın sıfatları, fi’lleri ve insanın irâdesi diye yazdıkları sayısız kitâblarında ve şî’îlerle sünnîler arasındaki edebsizce çekişmelerde müslimânlık denecek birşey bulunabilir mi? Teftâzânînin kitâbları ve bunların bütün dünyâya yayılmış şerhleri, hâşiyeleri ve fıkh, kelâm, mantık, usûl, tefsîr, nahv, sarf, hikmet kitâblarında akldan, fikrden, müslimânlıkdan birşey var mı?)
Mûsâ ismindeki Moskof Beykiyefin bu yalan yazıları, bizdeki dinde reformcu yobazlar tarafından tekrar yazılmış ve her fırsatda alkışlanmış ve bu yalancı kâfire (İslâmiyyetin Lütheri) denilmişdir. Bunun iftirâlarına dokuzuncu maddede cevâb vereceğiz.
Dinde reformcuların, diplomalı yobazların maskeli sözlerinden biri de: (İnsanları iyiliğe, birliğe götürmek için en kuvvetli, en fâideli kuvvet dindir. Dinsiz bir millet yaşayamaz) diyorlar. Fekat sözlerinden, yazılarından sızan parolalı kelimelerden, dîne inanmadıkları anlaşılmakdadır. Meselâ (Şarklılar çok zekî olur. Altıbin seneden beri, insanların rûhlarını ve ma’neviyyâtını idâre eden kudsî eller, hep orta Asyada yükseldi. Tapınmak ihtiyâcında olan beşeriyyete şarkın keskin zekâları ma’bûdlar yaratdı ve yâdigâr bırakdı. Şarkdaki zekâlar, madde üzerinde çalışmak imkânını bulmayınca, hayâlleri çok geniş ve parlak oldu. Bunun için, şi’r, felsefe, ilm-i nücûm, ilm-i rûh, simyâ, sihr, mu’cize, kerâmet gibi şeyler, doğuda başladı ve dünyâya yayıldı. Bununla berâber, güzel huylar, iyi düşünceler, ma’nevî oldukları için, bunları kuvvetlendirecek, din gibi fâideli birşey yokdur. İnsan, dinsiz yaşıyamaz) diyorlar.
Görülüyor ki, dinde reformcular, islâmiyyetin Allah tarafından, Peygamber vâsıtasıyla bildirilmiş bir din olduğuna inanmadıkları hâlde, güzel ahlâkın, iyi geçinmenin ve dünyâ işlerinde yükselmenin başarılması için, din lâzımdır diyorlar. Kısaca dîne, dünyâ için inanmalıdır diyorlar. Dînin aslı olmamakla berâber, iyi huylu olmak, sosyal fâideler sağlamak için, dîne inanmak îcâb eder diyorlar. Bu inanmak, yalancıkdan olduğu hâlde, fâidesi çok olmak için, doğru imiş gibi inanılacakdır. (Yalancıkdan olsa da, inanmak lâzımdır) demeleri, Avrupalıların ve Amerikalıların, dinlerine çok saygılı olduklarını gördükleri için olsa gerekdir.
Her ne olursa olsun, islâm düşmanları da, dînin lâzım olduğunu söylemeğe mecbûr kalmakdadır. Çünki, insanları câzibesi ile bağlayan ve işlerini düzenlemeğe mecbûr eden bir kuvvet kudsîleşmedikçe ve kudsîliği yayılmadıkça za’îf kalır.
İyi huyları ilm yolu ile de yerleşdirmek istiyenler vardır. İlm, ahlâkı bir fazîlet olarak göstermekdedir. Fekat, bu bir teori şeklinden ileri gidemez. (Kurtuluş ancak doğrulukdadır) hadîs-i şerîfindeki kuvvet derecesine ulaşamaz. Bu kadar lüzûmlu, bu kadar fâideli olduğunu söyledikleri dînin aslı yokdur denilebilir mi? Bir şeye inanılmadığı hâlde, inanmış gibi hareket etmek olur mu? Bunların sözü, doğru ile yalanın eşid olacağını kabûl etmek gibi mantıksızdır.
İnsanları vecde getirici, insanın varlığına ve ahlâkına bu kadar çok hâkim bir şeyin aslı olmaması, insanlar tarafından yapılmış olması nasıl kabûl edilebilir? İnsanlar mı dîne tâbi’ olacak? Yoksa dîni insanlar mı yapacak? İnsanların kendi yapdıkları şeylere tapınmaları, sapıklıkdır. Bu sapıklık islâmiyyetden evvel putlara, ya’nî heykellere tapmış olanlarda vardı ve onların aşağı ve aklsız olduklarını gösteriyordu.
Reformcu diyor ki, (Son asrlarda insanları birbirine kuvvetle ve emniyyetle bağlamak için bulunan altın zincir, ya’nî milliyyet fikri, birgün gelip de, kopacak olan kaba zincirin yerini tutacakdır. Eğer din kardeşliği yerine milliyyet, vatan düşünceleri yerleşseydi, gençlik mevcûd olabilirdi.)
Dinde reformcunun dîne inanması doğru olsaydı, dîni, milliyyet ile ve terbiye etmek ile karşılaşdırmazdı. Millî birlik için (işlenmiş altın zincir) sözüne karşılık, din kardeşliği için (kaba zincir) diyemezdi. Reformcuların sözlerinden anlaşılıyor ki, din, câhil halkın ahlâkını düzeltecekdir. Bunlar yalancıkdan değil, doğru olarak inandırılacaklardır. Milleti, koyun sürüsü gibi kendilerine bağlamak için, dîne yer vereceklerdir. Onları inandıracaklar, fekat kendileri inanmıyacaklardır. Dîni her gün yeni bir kalıba sokabilecekler. Bunlara göre, milletin ahlâkı din ile düzelecek ve dinsiz olan ilericiler iyi huylu olamıyacaklardır. Reformcular, yoksa kendilerinin iyi huylu olmasına lüzûm görmüyorlar mı?
2 — Reformcu, (Hazret-i Peygamber dikta rejimi ve sultânlığı red ediyordu. Fekat müslimânlık, böyle bir rejimin kurulmasına elverişli idi. Öyle de oldu) diyor.
Reformcu, bu sözünde çok yanılmakdadır. Avrupadaki krallıkların anayasaları, kralları mukaddes ve sorguya çekilmez tanıdıkları hâlde, islâmiyyet (Hepiniz bir çobansınız. Hepiniz, idâre etdiğiniz kimseler için sorumlusunuz) hadîs-i şerîfi ile, pâdişâhları herhangi bir vatandaş gibi tutmakda, diktaya, saltanata yer vermemekdedir. İslâmiyyet kanûnu ilâhîdir. Pâdişâhlar da, islâmiyyete uymağa ve bunu yürütmeğe bir vatandaş gibi mecbûrdur. Saltanat sürmeğe, zulm yapmağa sapan başkanlar, islâmiyyetden ayrılmış, kuvvetlerini kötü yolda kullanmış kimselerdir. Harbde alınan ganîmet kumaşları, gâzîlere taksîm edildiği gün, sırtında başkalarındakinden dahâ büyük kumaş bulunduğu için (Oğlumun kumaşından eklediğim için dahâ çok oldu) diyen Ömer-ül Fârûk “radıyallahü anh” ile halîfe olduğu gün, zevcelerini toplıyarak, (Büyük bir yük altına girdim. Sizinle görüşmeğe belki vakt bulamam. İsterseniz mehr paranızı ve nafakanızı alarak gidebilirsiniz) diyen Ömer bin Abdül’azîz hazretleri, islâm pâdişâhlarının tam nümûnesidir. Böylelerin az olması, islâmiyyete bir leke süremez.
3 — Reformcu diyor ki, (Zemân-ı se’âdetden az bir zemân sonra, dîn-i islâm, sırmalı koltuklara ulaşdıracak yolları açmak için, iki tarafında insan ölüsünden yığınlar yapacak, keskin bir silâh oldu. Hazret-i Alînin halîfelik için yapdığı muhârebelerde, karşı tarafdakilerin mızrak ucunda Allahın mukaddes kitâbı olan Kur’ân, harbde hiyle olarak kullanıldı. Hak olan Kur’ân, bâtıl olan saltanat da’vâlarını kazanmak için âlet edildi).
Cevâb: O muhârebeler saltanat için değildi. İslâmiyyetin emrlerinin yerine getirilmesi içindi. Reformcunun dediği gibi, saltanat savaşını kazanmak için, Kur’ân-ı kerîm âlet edilmedi. O muhârebelerde, her iki tarafın birbirine karşı her yapdığı şey, hakkı meydâna çıkarmak, islâmiyyete uymak içindi. O muhârebede dîn-i islâm, yaldızlı, sırmalı koltuklara ulaşdıran yolları açmak için, insan yığınları yapacak bir silâh olmamış, böyle silâha karşı koyan bir kalkan olmuşdur.
[Hazret-i Alîye karşı harb edenler, günâha girmedi. Günâh demek, Allahü teâlâya karşı suç işlemek, ya’nî islâmiyyete uymamak demekdir. Onlar, hazret-i Alîyi “radıyallahü anhüm” halîfe seçmemişlerdi. Onu halîfe tanımadıkları için kılınca sarıldılar. Halîfe seçmiş olsalardı, halîfeye karşı gelmeleri günâh olurdu. Evet, onu halîfe seçmemekde, dînî sebeb göstermiş olmakla berâber, yanılmış idiler. Fekat bu yanılmaları ictihâd hatâsı idi. İslâmiyyete uymak için idi].
Süâl: İslâmiyyet, insanları se’âdete kavuşdurmak, huzûr sağlamak için değil midir? İslâmiyyete sarılmak, kan dökülmesine sebeb olur mu?
Cevâb: Onlar, islâmiyyete uymak istediler. Fekat, islâmiyyete uymakda yanıldılar. Kan dökülmesine, islâmiyyete uymaları sebeb olmadı. İslâmiyyete uyarken yanılmaları sebeb oldu. Bunun gibi, Uhud gazâsında, Resûlullahın bir geçidi tutmak için koyduğu kırk sahâbîden çoğu şehîd olmuşdu. Bunların ölümüne, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” emrine uymaları değil, bu emri yaparken bir kısmının yanılmaları sebeb olmuşdu. İslâmiyyete uymak, hiçbir zemân, hiçkimseye zarar vermez, fâide verir. İslâmiyyete uymamak veyâ uyarken yanılmak, insana zarar verir.
Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” harb açdığı müslimânlar, islâmiyyete uymak istemişlerdi. Fekat, islâmiyyetin o işi yapmakda gösterdiği yolu seçerken yanıldılar. Allahü teâlânın sevdiği, seçdiği insanlar oldukları için, bu hatâları suç olmaz. İctihâd hatâsı, günâh değil, sevâb olur. O seçilmişlerin, sevilmişlerin hatâları, sonra gelen müslimânların, iyilerin ibâdetlerinden dahâ kıymetli, dahâ sevâbdır. (İyilerin, doğru, iyi işleri, seçilmişlerin yanılması gibidir) buyuruldu. Ya’nî, onların yanlış işleri, bunların doğru işlerinden dahâ fâideli, dahâ kıymetlidir. Bunun içindir ki, o muhârebelerde her iki tarafda ölenler şehîd oldu. Sevâb kazandı.
Siyâsî menfe’at sağlamak ve dünyâlığa kavuşmak için yazılmış olan bozuk târîh kitâblarını ve Îrândaki babaların uydurduğu acıklı hikâyeleri okuyan gençler, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğünü anlıyamıyor, yanlış düşüncelere saplanıyorlar. Bugünkü medeniyyetin beşiği olan, madde ve ma’nâ üzerinde çalışmağı emr eden islâm dîninin güzelliğini öğrenmek için şahlanan temiz gençlere, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini anlatmak için, (Hak SözünVesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâbları yayınlanmışdır. Bu kitâblarda, Eshâb-ı kirâmın hayâtlarını, islâmiyyete hizmetlerini ve birbirleri ile sevişdiklerini, en kıymetli kaynaklardan topladığımız sağlam vesîkalarla açıkladık. Burada da birkaç satır bilgi vermeği uygun görüyoruz.
Büyük islâm âlimi, Evliyânın baş tâcı, zemânının kutbu, kayyûm-i rabbânî (Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî) Serhendî “rahmetullahi aleyh” hazretleri, (Mektûbât) kitâbının birinci cildi, yirmiikinci mektûbunda buyuruyor ki:
Yavrum! Kıyâmet yaklaşdı. Zulmetler, kalbleri karartan şeyler çoğaldı. Herkes, bu karanlık akıntılara sürüklenmekdedir. Böyle bir zemânda, bir sünneti ortaya çıkaracak ve bir bid’ati yok edecek bir kahraman lâzımdır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetlerinin nûrları ile ışıklanmadıkça doğru yola kavuşulamaz. O yüce Peygamberin izinde bulunmadıkça, felâketlerden kurtulmağa uğraşmak boşunadır. Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymadıkça, tesavvuf yolunda ilerlemek ve Allahü teâlâyı sevmek se’âdetleri ele geçemez. Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Bana uyanları Allah sever!) buyuruldu. Allahü teâlâ, Habîbine böyle demesini emr buyurmakdadır. Se’âdete kavuşmak istiyen kimse, bütün âdetlerini, ibâdetlerini ve alış-verişlerini Onun gibi yapmağa çalışmalıdır. Bu dünyâda, bir kimsenin sevdiğine benzemeğe çalışanlar, bu kimseye sevimli ve güzel görünürler. Bu kimse, onları da çok sever, beğenir. Bunun gibi, sevgiliyi sevenler, her zemân sevilir. Sevgilinin düşmanları, sevenin de düşmanları olur. Bundan dolayı, görünen ve görünmiyen bütün iyilikler, bütün üstünlükler, ancak o yüce Peygamberi sevmekle ele geçebilir “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”. Yükselebilmenin, ilerlemenin ölçüsü, bu sevgidir. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberini, insanların en güzeli, en iyisi, en sevimlisi olarak yaratdı. Her iyiliği, her güzelliği, her üstünlüğü Onda topladı. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Ona âşık idiler. Hepsinin kalbi, Onun sevgisi ile yanıyordu. Onun ay yüzünü, nûr saçan cemâlini görmeleri, lezzetlerin en tatlısı idi. Onun sevgisi uğruna canlarını, mallarını fedâ etdiler. Onu canlarından, mallarından, kısaca, her sevilenden dahâ çok sevdiler. Onu aşırı sevdikleri için, Onu sevenlerle sevişdiler. Bunun için birbirlerini de çok sevdiler. Onun üstünlüğünü anlıyamayıp, Onun güzelliğini göremeyip, Onu sevmek se’âdetine kavuşamıyanlara düşman oldular. Çünki, tâ’atlerin, iyiliklerin başı, dostları sevmek ve düşmanları sevmemekdir. Allahı seviyorum diyenlerin, Eshâb-ı kirâm gibi olmaları lâzımdır. Seven bir kimse, sevdiğinin sevdiklerini de sever. Sevdiğinin düşmanlarına düşman olur. Bu sevmek ve düşmanlık, bu kimsenin elinde değildir. Kendiliğinden hâsıl olur. Bu kimse, sevmesinde ve düşmanlığında deli gibidir. Bunun içindir ki, (Bir kimseye deli denilmedikçe, bu kimsenin îmânı tam olmaz!) buyuruldu. Kendisinde bu delilik bulunmıyanlar, sevmekden mahrûmdurlar. Düşmanlık etmeyince, dostluk olmaz! Seviyorum diyebilmek için, sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lâzımdır. Sözümüz yanlış anlaşılmasın! Eshâb-ı kirâma düşmanlık etmek bunun içinmiş sanılmasın!
Ba’zı kimseler, hazret-i Alîyi sevmiş olabilmek için, Eshâb-ı kirâmın en üstünlerine düşmanlık etmek lâzımdır diyorlar. Bu sözleri ve anlayışları çok yanlışdır. Çünki, sevmek için, sevgilinin düşmanlarına düşman olmak lâzımdır. Dostlarına düşmanlık lâzım değildir. Allahü teâlâ Feth sûresinde (Eshâb-ı kirâmın birbirlerine rahîm olduklarını), sevişdiklerini bildiriyor. Rahîm, pekçok ve devâmlı acımak, sevişmek demekdir. Bu âyet-i kerîme, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” pekçok sevişdiklerini haber vermekdedir. Rahîm kelimesi, arabî gramerinde (sıfat-ı müşebbehe)dir. Sıfat-ı müşebbehe, devâmlı, sürekli olmayı bildirir. Bunun için, Eshâb-ı kirâmın pekçok sevişmelerinin devâmlı, sürekli olduğu anlaşılmakdadır. Merhamete, sevişmeğe sığmayan, çekememek, kin beslemek, hased etmek ve düşmanlık gibi kötülüklerin, Eshâb-ı kirâm arasında bulunamıyacağını, bu âyet-i kerîme bildirmekdedir. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin ümmetime karşı en merhametlisi, Ebû Bekrdir) buyuruldu. Ümmetin en merhametlisi olan kimsede, bu ümmetden herhangi birine karşı kin ve düşmanlık bulunabilir mi?
Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, yalnız benim için ne yapdın dedi. Yâ Rabbî! Senin için nemâz kıldım, oruc tutdum, zekât verdim ve zikr yapdım cevâbını verince, kıldığın nemâzlar, seni Cennete kavuşduracak yoldur, kulluk vazîfendir. Orucların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekâtlar, kıyâmet günü, sana gölgelik olur. Zikrlerin de, o günün karanlığında, sana ışık olur. Benim için ne yapdın buyurdu. Yâ Rabbî! Senin için olan şeyi bana bildir deyince, Allahü teâlâ, yâ Mûsâ, sevdiklerimi sevdin mi ve düşmanlarıma düşmanlık etdin mi buyurdu. Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ için olan en kıymetli şeyin, Hubb-i fillah ve Buğd-ı fillah olduğunu anladı). Yirmiikinci mektûbun tercemesi temâm oldu.
Sıffîn muhârebesinde, hazret-i Mu’âviyenin mızraklar üzerine Kur’ân-ı kerîmleri takdırdığı, böylece müslimânların kanlarının dökülmesine son verdiği doğrudur. Sıffîn muharebesinde, hicretin otuzyedinci senesi birinci ayı olan Muharremin sonuna kadar, savaş durdurulmuşdu. İki tarafdan elçiler gidip geldi. Anlaşmağa uğraşıldı. Muharrem ayı bitince, hazret-i Alî, zemânın bitdiğini, isyândan vazgeçilmediğini bildirdi. İlk önce, hazret-i Alî tarafından Eşter, askerleri ile ortaya çıkdı. Şâmlılar bunun karşısına çıkdılar. Bu Eşter, deve savaşını da kızışdıran fesadcılardandı. (Kısas-ı Enbiyâ)da diyor ki, (Deve harbinde, hazret-i Alînin yanında yirmi bin, karşı tarafda otuz bin kişi vardı. İki taraf anlaşmak üzere iken, hazret-i Osmânı “radıyallahü teâlâ anh” şehîd edenlerden, Abdüllah bin Sebe’ ve Mâlik Eşter gibi başlıcaları gece toplanıp, savaşa başlamak için plân hâzırladılar. Hemen, karşı tarafa saldırdılar. Hazret-i Âişenin yanındakiler baskına uğrayınca şaşırdı. Eşter ve arkadaşları, hazret-i Alîye gelerek, karşı taraf bize saldırdı. Onlara karşı koyduk dediler). Görülüyor ki, her iki savaşı kızışdıran, anlaşmaları bozan, Abdüllah bin Sebe’ yehûdîsi ve arkadaşları idi. Sıffînde, hazret-i Alî “radıyallahü anh”, Şâmlılar üzerine bütün askeri ile saldırdı. Birkaç gün çok kan döküldü. Hazret-i Alî, oniki bin kişi seçerek, tekrar hücûm eyledi. Bayrağını taşıyan Hâşim de, Allahı seven benimle gelsin diyerek saldırıyordu. Çok kanlı muhârebe oldu. Cum’a gecesi sabâha kadar savaşıldı. Ölmeyenler de yaralı veyâ çok yorgundu. Cum’a günü Eşter yine hücûm etdi. Hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anhümâ”, kendilerinden kırkbeş bin, karşıdakilerden yirmibeşbin müslimânın ölmüş olduklarını anlayınca, kardeş kanı dökülmesini önlemek için, çâre aradılar. Amr ibni Âs hazretleri, müslimânların kardeş olduklarını anlatmak için Kur’ân-ı kerîmi gösterelim dedi. Hazret-i Mu’âviye, Mushafların mızraklara takılmasını emr eyledi. Sizi Allahın kitâbına çağırıyoruz diye bağırdılar. Askerler Kur’ân-ı kerîmi görünce, savaşı bırakdı. Hazret-i Alî de Eşteri geri çağırdı. Zorla savaşdan geri getirildi. Anlaşmaya karar verildi. Yüzon gün süren kanlı savaşlar, böylece sona erdi. Mushafların mızraklara takılması, binlerce müslimân kanı dökülmesini önledi. Müslimânlar arasına sokulmuş olan büyük fitne ateşi söndürülmüş oldu.
4 — Reformcuya göre, (Saltanat muhârebeleri, mezheblerin ayrılmasına ve islâmiyyetin parçalanmasına sebeb olmuş!)
Cevâb: İslâmiyyetde mezheblerin ayrılmasını saltanat kavgalarına bağlamak, mezheblerin ne olduğunu bilmeyen câhillerin sözüdür. Dîni siyâsete karışdırmakdır. Mezheblerin ayrılması, islâmiyyetin insanlara verdiği fikr hürriyyetinden doğmuşdur. Mezheblerin ayrılmasında bir sultâna, bir hükümdâra yaranmak düşüncesi var ise, o yüce makâm, elbette ulûhiyyet makâmıdır.
5 — (Kur’ânın mahlûk olup olmaması üzerindeki çekişmeler, islâmiyyetin temelini baltalamışdır) diyor.
Cevâb: Reformcu, mezheblerin siyâsetle karışdırılmasına bir de misâl veriyor. Me’mûn halîfe, Kur’âna mahlûk demiyen âlimleri sıkışdırmışdı. Fekat, bu işkenceleri siyâsî düşünce ile değildi. Âlimleri siyâsî düşünce ile ezmeği düşünse idi, bunu yapmak için dahâ birçok sebebler bulabilirdi. Me’mûn, işkencelerini siyâsî düşünce ile yapdı dersek, din siyâsete karışdırılmış olmayıp, dinsizlik siyâsete karışdırılmış demek dahâ doğru olur. Reformcu, dinsizliğin kabâhatini dîne yükletmeğe kalkışıyor.
6 — (Seneler geçdikçe, Kur’ân ve hadîsler, din adamlarından ziyâde, hükümdâr olmak isteyenlerin elinde, sihrbazların oyunları gibi şekl değişdiriyordu. Düşmanı kılıçla, kuvvetle mağlûb edemeyince, Kur’ânı istediği gibi tefsîr ediyorlar, işlerine yarıyacak hadîsler uyduruyorlardı) diyor.
Cevâb: Reformcu, Mûsâ Beykiyef hiç bilmediği ilm kollarına dil uzatıyor. Tefsîr kitâblarının en kıymetli sahîfelerini lekelemeğe kalkışıyor. O kitâbları yazanların ictihâd buyurdukları yerler üzerinde, münâzara ve edeb kanûnlarına uygun münâkaşa etmeğe herkesin hakkı vardır. Fekat, Kur’ân-ı kerîmin belâgatinden haberi olmıyan bir reformcunun, Zimâhşerînin tefsîrine dil uzatması kadar yersiz ve gülünç bir şey olamaz.
7 — (Yalan yere hadîsler uydurulmuşdur. Mevdû’ hadîslerin çokluğu meydândadır) diyor.
Cevâb: Akla, tecribeye değil de, yalnız nakle ve rivâyete dayanan hadîs ilmine dil uzatmak kadar haksız bir iş olamaz. Acabâ, böyle söyleyen reformcu, kaç hadîs bilmekdedir? Senedleriyle birlikde bir hadîs-i şerîfi okuyabilir mi? Mevdû’ hadîs diye bir şey işitmiş. İslâmın büyük âlimleri, hadîs ilminde binlerce kitâb yazdıkları gibi, sahîh hadîsler arasından mevdû’larını bulup çıkarmayı öğreten kitâblar da yazmışlardır. Eğer onlar bu kitâbları yazmasalardı, reformcunun mevdû’ hadîs isminden bile haberi olmayacakdı. Hadîs âlimleri, Resûlullahın söylediği açıkça belli olmayan bir söze, ne kadar iyi ve fâideli olsa da, hadîs denilmesini çok sıkı yasak etmişlerdir. Evet, hadîs uydurmak gibi pek tehlükeli bir yalancılığa kalkışan kimseler olmuşdur. Fekat, islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, yorulmadan, yılmadan çalışarak böyle sözleri aramışlar, bulmuşlar, kitâblardan çıkarmışlardır. İslâm âlimlerinin öyle sürekli çalışmaları olmasaydı, bu din câhili reformcular acabâ bir dâne mevdû’ hadîs ayırabilirler mi idi? Yüzbinlerce hadîs-i şerîfleri bütün râvîleriyle birlikde tanımak ve her birinin doğruluğunu dartmak gibi çok ince ve pek güç çalışmaları islâm âlimleri başarmışdır. Reformcu ise, hadîs uyduranlarla, uydurma hadîsleri yakalayıp atanları birbirine karışdırmakda, hepsine birden atıp tutmakla, zihnleri bulandırmakda, hadîs-i şerîflere olan i’timâdı, güveni sarsmağa çalışmakdadır. Hadîs uyduranların zararı, reformcuların yaygaralarının zararı kadar büyük olmadı. Hadîs uydurmanın fenâlıklarını ileri sürerek, Osmânlıların çökmesini buna bağlamak, böylece Osmânlıların çökmesine islâmiyyet sebeb oldu demek kadar haksız bir iftirâ düşünülemez.
8 —(Buhârî hazretleri, hadîslerin doğruluğunu anlamak için, birçok seneler Asya ve Afrikada islâm memleketlerini dolaşmışdı. Geceleri on, onbeş def’a yatağından kalkarak hâtırına gelen hadîsleri râvîleri ile birlikde kayd ederdi. Söylendiğine göre, üçyüzbin hadîs ezberlemiş. Bunlardan ikiyüzbin adedi sahîh değil imiş. Topladığı altıyüzbin hadîsden, yedi, sekiz bin adedinin doğru olduğunu anlamış. Bu hâl, din bilgilerinin nasıl karmakarışık olduğunu göstermekdedir. Buhârînin çalışma şekline bakarak, seçdiği hadîslerin bile şübheli olduğunu Avrupa âlimlerinden birkaçı söylemekdedir. Başka hadîs kitâblarının nasıl olacağını artık düşünmelidir) diyor.
Cevâb: Altıyüzbinden başlayarak, sahîh hadîslerin sayısını yedibine ve hattâ sıfıra doğru indirmek düşüncesini, bu reformcu garblılardan aldığını sıkılmadan söylemekdedir. Hadîs-i şerîfler üzerindeki bilgilerini garblılardan alacağına, bu ilmin sâhiblerinden, mütehassıslarından alsaydı, herhâlde böyle konuşmazdı. Sonsuz bir denize benzeyen hadîs ilmi islâmiyyetin bir mu’cizesidir. Bu büyük deniz, islâm düşmanlarının atdığı birkaç taşla bulanmaz. İslâmiyyetin hak ve şanlı bir din olduğunu gösteren sayısız şâhidlerden hiçbiri olmasaydı, (İlm-i hadîs) âlimlerinin, aklları şaşırtacak çalışmaları, vesîka olarak yeterdi. Hadîs âlimlerinin kitâbları o kadar çokdur ki, yalnız fihristlerini bildiren yazılar kütübhâneleri doldurmakdadır. Bu âlimlerin sayısı, binleri aşan bir ordudur. Allahü teâlânın yardımına kavuşmuş bir ihlâs ve ihtisâs ordusudur. Bu gayretin ulvî sebebini, maddî menfe’atler, geçici ve iğrenç zevkler peşinde koşan reformcuların akl ve idrâki anlayamaz. Hadîslerin ve râvîlerinin incelenmesi o kadar ince ve o kadar çok bilgilere dayanmakdadır ki, yalnız bu iş için, (Usûl-i hadîs) denilen ayrı bir ilm meydâna çıkmışdır. Bir hadîs-i şerîfin kitâba yazılabilmesi için, aklına, hâfızasının kuvvetine, doğruluğuna ve iffetine temâmen güvenilecek bir zâtdan işitilmesi, onun da yine böyle olan bir başkasından, böylece Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” kadar hep güvenilen sağlam kimselerden işitilmesi şartdı. Her hadîsin üstüne bu râvîlerin ismleri ayrı ayrı yazılır. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” büyüklüklerini, yüksekliklerini anlıyamıyan İbni Teymiyye, Abduh ve Mevdûdî ve benzerleri ile, islâmiyyeti anlıyamıyan câhil (dinde reformcular), böyle sağlam hadîs kitâblarını târîh kitâbları gibi mi sanıyorlar? Hadîs âlimleri, kendilerinden sonra hadîs-i şerîfleri gagalayacak olan ilericilerin, dinde reformcuların türeyeceklerini sanki kerâmet gibi bilmişler, hadîs-i şerîfleri haber veren Eshâb-ı kirâmın hepsinin ve Tâbi’înin çoğunun hâl tercemelerini uzun uzun yazmışlardır. Bunlardan (Üsüdülgâbe) ve (El-istî’âb) ve (El-isâbe) ve benzerleri gibi büyük kitâblar, bütün dünyâ kütübhânelerinde yer almakdadır. Her sözü ezberlenmek için can fedâ edercesine çalışılan ve zâtının ve hayâtının kıymeti ve ehemmiyyeti, kendisine yakın olanlara da sirâyet ederek hepsinin hâl tercemelerinin, üstünlüklerinin, bütün incelikleriyle kitâblara geçmesine sebeb olan, yeryüzünde (Muhammed) aleyhisselâmdan başka bir zât dahâ gösterilebilir mi?
Dinde reformcular, şan ve şereflerin semâsında parlayan bu iftihar yıldızını, utanmadan, sıkılmadan, ilmden uzak sözlerle, münâkaşa kanalizasyonlarının yayıldığı kirli topraklarına gömmek istiyorlar.
9 — Mûsâ Beykiyef, (Şahsî ihtirâslar ve siyâsî çatışmalarla dahâ başlangıçda kaynakları bulanmış olan din, sonraları Abbâsîler zemânında oyuncağa çevrilmiş iken, Osmânlı devleti kuruldu) diyor.
Cevâb: Zevallı Osmânlılar ne fenâ zemâna rastlamışlar! Dînin kaynakları o kadar bulanmış ise, bugün dinde reformlar hangi temel üzerinde yapılacak? Hadîs-i şerîflerin hemen hepsini şübhe altına alıyorlar. Reformcular Kur’ân-ı kerîm için acabâ ne diyecekler? O menbâ’ da bulanık mı? Yukarıda, ahlâkı düzeltmek için din lâzımdır dediklerini bildirmişdik. Menbâ’ları bulanmış ve oyuncağa çevrilmiş olan din mi bunu yapacak? Sözleri birbirini tutmuyor. Koca reformcu moskof Mûsâ Beykiyef de, kelâm, fıkh bilgilerine çatıyordu. İslâm âlimlerinin işi gücü bırakarak, Yunan felsefesi ile uğraşdıklarını yeriyordu. O zemân Yunan felsefesi Arabcaya terceme edilince, bir yenilik, ilericilik olarak islâm memleketlerine yayılmışdı. Çok kimsenin akllarını, bilgilerini bulandırmışdı. Kelâm âlimleri, zemânlarında ehemmiyyet kazanan o yeni fikrleri birer birer inceliyerek cevâblandırdılar. Böylece, Ehl-i sünnet i’tikâdını sarsılmakdan korudular. Bugün de, ilmin, fennin, yeni buluşların, islâm inançlarına bağlılığı bulunan yerlerini incelemek, cevâblandırmak, din adamlarımızın şerefli bir vazîfesidir. Dinde reformcular, bugün bu ihtiyâcı anlıyorlar, istiyorlar da, eski âlimleri, zemânlarındaki vazîfeyi yapdıkları için, niçin lekelemeğe kalkışıyorlar? Demek ki, bir ilme, bir temele dayanmadan, körü körüne, islâm âlimlerini küçültmek çabasındadırlar. Bugün, din bilgileri, yeni buluşlara, bilişlere uydurulmuyor. Büyük bir suç oluyor diyorlar. Eski âlimler, dîni, zemânlarının felsefesi ile, yeni buluşları ile karışdırmışlar. O da suç diyorlar. Görülüyor ki, din adamlarının her yapdıkları, reformculara göre suç olmakdadır.
10 — Mûsâ Cârullah, (İslâmiyyetin temiz inanışları, İlm-i kelâm denilen akıntılarla kirletildi, bozuldu) diyor.
Cevâb: Koca reformcu moskof Beykiyefin kitâbından alınan bu sözler, din câhilliğinin açık bir etiketidir. İlm-i kelâmın islâmiyyete nasıl ışık tutduğunu, nasıl hizmet etdiğini, o ilmin içine girerek inceleyenler anlayabilir. Koskoca bir ilme karşı böyle derme çatma sözlerle saldırmanın hiçbir kıymeti olamaz. Fen yobazları, ilm-i kelâma, hep nazariyyeler, tecribesiz düşünceler diyerek saldırmakdadır. Bunlar bilmiyor ki, din bilgileri nakl yolu ile, önce gelenlerden haber almakla öğrenilir. Tecribe, fen bilgilerinde olur. Fen bilgileri tecribe ile öğrenilir. Her iki ilmin insandaki yeri beyindir. Beyin ise, yalnız düşünür, hesâb eder. İşitdiğinin, yapdığının doğru olup olmadığını anlar. Tecribeyi yapan, insanın beyni değil, organlarıdır. Bu reformcu, bildiği şeyleri, elleri ile mi biliyor, yâhud ayakları ile mi anlıyor?
11 — Reformcu Mûsâ Cârullah diyor ki, (Fıkh kitâbları yazılırken ibâdetlerde, azâbı ve sevâbı esâs tutmuşlar. Böylece islâmiyyeti sosyal bir din olmakdan mahrûm bırakmışlar. Bunun şu günâhı var diyecek yerde ve Cehennem ateşinin şiddetini anlatacakları yerde, islâmiyyetin ahlâk ve cem’ıyyet üzerindeki fâidelerini anlatsalardı ve sevâb ve azâb yerine, akl ve zekâyı iknâa çalışsalardı, islâmiyyeti sosyal bir din olmakdan mahrûm etmezlerdi. Allahın hikmetini temâmen insan kafası anlayamaz. Buna inanıyoruz. Lâkin emrlerin ve yasakların hepsi böyle değildir. Çoğunun sebebi, akl ile anlaşılabilir. Âlimler anlamadıkları yerleri, (Allah bilir) deyip geçmişlerdir.)
Cevâb: İslâmiyyet, semâvî bir dindir. Her semâvî dinde olduğu gibi, islâm bilgileri de ikiye ayrılmışdır: Din bilgileri ve fen bilgileri. Fen bilgileri de, islâm bilgisidir. İslâm âlimi olmak için, zemânının fen bilgilerini de, gücü yetdiği kadar öğrenmek lâzımdır. Fen bilgileri, zemânla değişir, ilerler. Din bilgileri, hiç değişmez. Bu bilgiler, inanılacak şeyler, emrler ve yasaklardır. Bunlar, Allahü teâlâ tarafından bildirilmişdir. Bu emrlerin ve yasakların hepsine (Dîn-i İslâm) denir. İslâmiyyete uymağa, ibâdet etmek denir. Müslimânlar, Allahü teâlâ emr etdiği için, vazîfeleri olduğu için ibâdet eder. İslâmiyyetin emrlerinde ve yasaklarında, kulların dünyâları ve âhıretleri için nice fâideler bulunmakla berâber, ibâdet ederken, Allahü teâlânın emri olduğunu, kulluk vazîfesi olduğunu niyyet etmek, düşünmek lâzımdır. Böyle düşünmeden yapılan iş, ibâdet olmaz. Din ile ilişiği olmayan bayağı bir iş olur. Meselâ, nemâz kılan adam, Allahü teâlânın emrini yerine getirmeği ve kulluk vazîfesini yapmağı niyyet etmeyip, nemâzın bir jimnastik, beden terbiyesi olduğunu düşünerek kılarsa, nemâzı sahîh olmaz. İbâdet yapmış olmaz. Spor yapmış olur.
Oruc tutanın da, yalnız mi’deyi dinlendirmeği, perhîz yapmağı düşünmesi, orucun sahîh ve makbûl olmamasına sebeb olur. Muhârebe eden, canını tehlükeye koyan bir müslimân da, Allahın dînini kuvvetlendirmek, islâmiyyeti yeryüzüne yaymak ve islâm düşmanlarını kırmak için değil de, şân ve şeref, mal ve rütbe için dövüşürse, ibâdet yapmış olmaz. Cihâd sevâbı kazanmaz. Ölürse şehîd olmaz. Bedenine zarar verdiği için alkollü içkileri bırakan adam serhoşluk günâhından kurtulamaz. Frengi, belsoğukluğu ve aidis gibi korkunç hastalıklara yakalanmamak için, zinâdan, genel evlere gitmekden sakınan kimse de, islâmiyyetde, afîf, temiz sayılmaz.
İslâmiyyetde ibâdet yapmak için, niyyetin büyük önemi vardır. Yapılan her işin islâmiyyete uygun olup olmadığı, niyyet ile anlaşılır. Allahü teâlâ, Cehennemden kurtulmağı ve Cennete girmeği vazîfe olarak bildirmeseydi, yalnız Cenneti, Cehennemi düşünerek yapılan ibâdetler de makbûl olmazdı. Tesavvuf büyükleri, Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, ibâdet yaparken bunları düşünmezler. Yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünürler. Fekat her müslimânın âhıret menfe’atlerini düşünmesi, kâfi görülmüşdür. İbâdetleri âdetden ayırmak için, dünyâ menfe’atlerini düşünmemek şart olmuşdur. Allah için ve âhıret menfe’ati için yapılan şeyler, ibâdet olmuşdur. Dünyâ menfe’ati için yapılan şeyler, âdet sayılmışdır.
İslâmiyyetde niyyet o kadar mühimdir ki, islâmiyyetin emr etdiği bir şey, dünyâ menfe’ati için yapılınca sahîh ve makbûl olmuyor. Dünyâ işi sayılıyor. Herhangi bir dünyâ işi de, âhıret menfe’ati için yapılınca, ibâdet hâlini alıyor. Mü’min, zevcesinin ağzına götürdüğü lokmada bile sevâb kazanıyor. Bu hadîs-i şerîfi göz önüne alarak, düşüncesini temizleyen ve niyyetini düzelten bir kimse, yimekde, içmekde ve her dürlü dünyâ işlerinde âhıret fâidesini gözeterek, sevâb kazanmak fırsatını elden kaçırmaz. İnsanlar bütün işlerinde, hattâ ibâdetlerinde, dünyâ menfe’ati, maddî kazanç aramağa alışdırılırsa, menfe’atperestlik, egoistlik hâsıl olur. Hâlbuki islâmiyyet, nefslerin böyle kötü isteklerini yatışdırmağı, maddîcilikden fedâkârlık etmeği, menfe’ati hakîr görmeği, ahlâkın ve rûhun temizlenmesini, yükselmesini istemekdedir.
İslâmiyyete uymanın, ibâdet etmenin, dünyâ menfe’atleri üzerine kurulmayacağı, akl sâhibleri için pek meydânda olan bir hakîkatdir. Böyle olduğunu aşağıdaki âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler de, ayrıca göstermekdedir: Şûrâ sûresinin yirminci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Âhıreti kazanmak için çalışanların kazançlarını artdırırız. Dünyâ menfe’ati için çalışanlara da, ondan veririz. Fekat, âhıretde bunların eline birşey geçmiyecekdir) buyuruldu.
İsrâ sûresinin onsekizinci ve ondokuzuncu âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Menfe’atleri ve lezzetleri çabuk geçen, tükenen dünyâyı isteyenlerden, dilediğimize, istediğimizi veririz. Âhıret menfe’atleri için çalışan mü’minlerin mükâfâtları boldur) buyuruldu.
Hûd sûresinin onaltıncı âyetinde meâlen, (Dünyâda yaşamağı ve eğlenmeği isteyenlerin çalışmalarının karşılığını bol bol veririz. Birşeyi esirgemeyiz. Bunlara âhıretde yalnız Cehennem ateşi verilecekdir. Emekleri âhıretde boşa gider. Yalnız dünyâ için yapdıkları işlerine, âhıretde bir karşılık hâsıl olmaz) buyuruldu.
Bir hadîs-i şerîfde: (Allahü teâlâdan başkası için her kim ne işledi ise, karşılığını ondan istesin, denilecekdir) buyuruldu.
Başka bir hadîs-i şerîfde: (Allahü teâlâ, âhıret için yapılan iyiliklere dünyâda da mükâfât verir. Fekat, yalnız dünyâ için yapılan işlere âhıretde hiç mükâfât vermez) buyuruldu.
Buhâriy-yi şerîf kitâbında, birinci olarak yazılan (Her iyilik, niyyetine göre değerlendirilir) hadîs-i şerîfi pek meşhûrdur.
Ahkâm-ı islâmiyyenin âhıretdeki fâideleriyle birlikde dünyâdaki fâidelerini, sosyal iyiliklerini de düşünmek yasak değildir. Hattâ, bu fâideleri, zemânın yeni bilgileri ile açıklayarak anlatmak, din adamlarının vazîfesidir. Fekat, bu işin yeri, reformcunun zan etdiği gibi, fıkh ve usûl-i fıkh kitâbları değildir. Çünki fıkh ilmi, müslimânlara dînî vazîfelerini öğretir. Usûl-i fıkh da, bu vazîfelerin dört ana kaynakdan nasıl çıkarıldığını gösterir. Ahkâm-ı islâmiyye üzerine yürütülecek sosyal düşüncelerin ise müslimânlardan ziyâde, din düşmanlarına karşı bir müdâfe’a silâhı ve yarış vâsıtası olarak hâzırlanması lâzımdır. Ahkâm-ı islâmiyyenin, dünyâda olan fâidelerini ve iyiliklerini müslimânların da bilmesi pek fâidelidir. Ancak, müslimânların yalnız (bilmek)de kalması lâzım olup, ibâdetleri dünyâ fâideleri üzerine binâ etmek derecesine gelmemelidir. Böyle olursa, ibâdetler bozulur. İslâmiyyetin istediği vazîfelerde dünyâ için ne kadar fâide bulunursa bulunsun, bunları yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için ve âhıretde, azâbdan kurtulmak için yapmak lâzımdır. Böyle niyyet olunca, dünyâ fâidelerinin ayrıca düşünülmesi de, zarar vermez.
İbâdetlerde âhıret fâidelerini bırakarak, yalnız sosyal iyilikler aramak ve bu araşdırmayı esâs tutmak, dîne inanmamak hastalığının alâmetlerindendir. Dikkat edilirse, dinde reformcuların sözleri, yazıları arasında hep o gizli hastalığın belirtileri görülür. Yoksa, az bir din bilgisi olan, hattâ yalnız aklı ve zekâsı ile düşünen herkes, niyyetin ehemmiyyetini elbette anlar. Reformcuların, akla ve mantıka da uymayan böyle sözleri, âhıret hayâtına inanmadıklarını düşündürmekdedir. Ahkâm-ı islâmiyyenin dünyâdaki fâideleri, iyilikleri pek mühim ve meydânda olmakla berâber, Cennet ve Cehenneme inananlar, dünyâ menfe’atlerini hâtırlarına bile getirmezler. Âhıretdeki sayısız ve sonsuz se’âdetler ve çok acı ve nihâyetsiz felâketler karşısında dünyânın gelip geçici zevk ve acılarının hiç değeri yokdur. Müslimânlara istikbâlin ehemmiyyetini anlatmak derdi ile yürekleri yanan reformcular, âhıret denilen o en ehemmiyyetli istikbâle inansalardı, din âlimleri tarafından müslimânların dünyâsına verilen ehemmiyyet kadar olsun, kendileri de müslimânların âhıretine ehemmiyyet verir, yanık sesleri ve gözü yaşlı kalemleri ile biraz da âhıret se’âdeti için feryâd ederlerdi. Ahkâm-ı islâmiyye, sosyal fâideler üzerine kurulursa, bu ahkâmın zemânla değişmesine, bozulmasına yol açar.
12 — Reformcu, mezheblerin yalnız dört dâne olmasını kabûl etmiyor. (Müslimânlar dört mezheb içinde sıkışıp kalırsa, terakkîye, ilerlemeğe imkân olamaz. Aklı, önce din esâretinden kurtarmalıdır. Akl, Allahın verdiği sınırsız bir ni’metdir. Dört mezhebin dışına çıkmalı, aklı hürriyyete kavuşdurmalı) diyor. Reformculardan Celâl Nûri de (Târîh-i tedenniyât) kitâbında, (İctihad kapısı kapanmışdır diyorlar. Bu olamaz. Osmânlılar yanlış, fenâ kanûnlara bağlı kaldılar. Dünyânın öbür ucunda hayât şartları değişdi. Osmânlılar bunlara uymadı. Geri kaldı) diyor.
Cevâb: Evet, yaşamak şartları değişdi. Fen ve san’at ilerledi. Fekat, yanlış, fenâ kanûnlar diye taş atdıkları ahkâm-ı islâmiyye, onları hangi buluşlardan men’ etdi? Yol yapmayın, tren işletmeyin, gemi yapmayın, mâdenlerinizi yer altında bırakın, yâhud bunların işletme hakkını komünistlere, kapitalistlere satın, kâfirlerle ticâret yapmayın, makine, teknik, tayyâre, elektrik ve radyo gâvur îcâdıdır. Bunları sakın öğrenmeyin. Para kazanmayın, futbol maçlarında birbirinizi öldürün mü dedi? Hâşâ, islâmiyyet ahlâka, fazîlete verdiği önem kadar, san’atda, teknikde de çalışmağı ve kâfirlerin bulduklarını da araşdırmağı, öğrenmeği önemle emr etmekdedir. Bunu, ilerdeki sahîfelerde dahâ geniş açıklayacağız.
13 — Koca reformcu Mûsâ Cârullah, (Osmânlılara önceleri uygun gelen islâm kanûnları son zemânlarda, kâfî gelmedi, yetersiz oldu. Çünki, Osmânlı devleti kurulurken, arab bedevîleri gibi idi. Sonra Avrupaya yayılarak, sosyal hayât değişdi. Kanûnlar ise, donmuş olarak kaldı) diyor.
Cevâb: İslâmiyyetin, çadırda yaşayan bedevîlere ve onlar gibi olanlara göre bir din olduğunu, medenî milletler için reforma muhtâc bulunduğunu söyliyen reformcuların, islâmiyyete nasıl bir gözle bakdıkları meydândadır. Bunlar, bir yandan (dîne hurâfeler karışmış, ilk hâline çevirmek lâzım) derler. Bir yandan da, (dînin ilk hâli arab çöllerinde çadırda yaşayanlar içindir) demekden çekinmezler.
14— Reformcu, (İslâm dîni, tek bir adam tarafından ortaya konulmuşdur) diyor.
Cevâb: Reformcu Mûsâ Cârullahın bu sözü, dînin Allah tarafından gönderildiğine inanmadığını göstermekdedir. Vaktîle, Hollandalı Dozy [1820-1884] de böyle söylemişdi. Dozy ve bundan duyduğunu söyleyen bizdeki reformcu, islâmiyyeti, İngiliz parlamentosundaki birkaç yüz meb’ûsun kabûl etdiği livâta kanûnu gibi, bozuk düşüncelerin ham meyvası gibi sanmakdadır. İnsanların yapacağı kanûn, elbette dayanıksız olur. Bir zemân sonra, yine yapanlar tarafından değişdirilmekdedirler.
15 — (Dinde hakîkat tanınan herşeyin, her zemân hakîkat olarak, kabûl edileceğini, bir an düşünsek bile...) diyor.
Cevâb: Dinde reformcular, dînin, sözünde durmıyan adam gibi, bir hâlden bir hâle dönmesini mi istiyorlar. Hergün, başka bir şekl alacak dînin, Allah tarafından gönderilmesine ne lüzûm var? Bunu herkes yapabilir. İşlerine gelmeyince değişdirilecek bir din! İşte reformcular, böyle din istiyorlar.
16 — (Nass olan yerde, ictihâd yapılamaz ve açıkça bildirilen emrler, başka ma’nâya çevrilemez, sözleri, islâmiyyetin iki temel kanûnudur. Bunun için islâm âlimleri, bankadaki fâizlere, harâm demişlerdir. Hâlbuki fâiz, sermâyenin gıdâsıdır. Sermâye, alışverişin, ya’nî ticâretin dinamosudur) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, fâizi sanki medh etmekdedir. Avrupada, Amerikada kapital sâhiblerinin, alnı terlemeden, oturduğu yerde para kazanmasına imrenmekdedir. Hâlbuki, kapitalistlerin bu sömürücülüğü, komünistliği doğurmuşdur. İslâmiyyet, fâizi harâm ve zekât vermeği emr ederek, sermâye sâhiblerinin, işçileri ve çiftçileri sömürmesini önlemiş, komünistliğe giden yolları tıkamışdır. İslâmiyyetin her dürlü fâizi kesinlikle yasak etmesini terakkîye engel gibi göstermek, modası geçmiş bir şikâyeti tâzelemek kadar ma’nâsızdır.
17 —(Fahr-i kâinat efendimiz, pek güzel olarak buyuruyor ki, (Akl ile nakl çatışırsa, akla uymalıdır). Dînin ihtiyâca göre değişdirilebileceği buradan anlaşılmakdadır) diyor.
Cevâb: Evet, aklın erdiği, gösterdiği bir hakîkat, hiç değişmez. Bunun için, aklın gösterdiği delîl ile, naklin değişdirilebileceğini, islâm âlimleri bildirmekdedir. Fekat, naklin bildirdiğini değişdirmeğe sebeb olacak delîli ortaya koymak, mantık ilminden haberi olmayan bu reformcunun aklı ile olamayacağı da meydândadır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm bilgilerini ikiye ayırdı: (İlm-i ebdân) ve (ilm-i edyân). Ya’nî, madde, fen bilgileri ve din bilgileri. Din bilgileri, yalnız nakl ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şerîflerdir.
His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. Bu sınırların dışında olan bilgiler his organlarımız ile anlaşılamaz veyâ yanlış anlaşılır. Bundan başka, insanların his etme kuvvetleri çok yerde hayvanlardan dahâ za’îfdir. His organlarımız ile anlıyamadığımız şeyleri, akl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akl bulamaz ve anlıyamaz. Akl, erişemediği şeyleri anlamağa kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatları, Cennetde ve Cehennemde olan şeyler, ibâdetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akl bunlara eremez. Bu bilgilerde akl ile nakl çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
Kur’ân-ı kerîmde dört şey bildirilmekdedir: Îmân, Ahkâm, Kısas ve Ahbâr. İnanılması lâzım olan bilgilerde hiç değişiklik olamaz. Her Peygamberin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, her ümmetin inanışı hep birdir. İnanışları arasında hiç ayrılık yokdur. İkincisi olan ahkâm, Allahü teâlânın emrleri ve yasaklarıdır. Yapılması ve sakınılması emr edilen ahkâmda değişiklik olabilir. Fekat, bu değişikliği yalnız Allahü teâlâ yapmış ve Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile değişdirmişdir. Kısas demek, geçmiş insanların, ümmetlerin hâllerini, yaşayışlarını anlatmak demekdir. Ahbâr ise, geçmişde olmuş ve gelecekde olacak şeyler demekdir. Meselâ, canlıların su ile yaşadığı, kıyâmet alâmetleri, Cennetde akar suların bulunduğu haber verilmişdir. Kısas ve haberlerde değişiklik olmaz. Din bilgileri arasında birbirleri ile çatışır gibi olanları görülürse, bunlar yine akla uydurulmaz. Birbirlerine uydurulmağa çalışılır. Bunlar arasında, birkaç dürlü anlaşılabilen bir bilgiyi, açıkca bildirilmiş olan başka bilgi ile çatışmayacak şeklde anlamalıdır. Burada akla düşen vazîfe, böyle bilgileri, açıkca anlaşılabilene uygun anlamakdır.
İslâm ilmlerinin ikincisi olan fen bilgilerine gelince: Bunlar, his organları ile ve bu organlara yardımcı âletlerle gözetliyerek, inceliyerek ve hesâb ederek ve deneyerek anlaşılan bilgilerdir. Bunların hepsi akl ile, zekâ ile yapılır. Hepsinde aklın bulduğuna güvenilir. Nakl ile fen bilgisinde çatışma olduğu zemân, akla uyulur. Ya’nî nakl, akla uygun olarak açıklanır. Reformcunun işitmiş olduğu hadîs-i şerîf, işte bunu beyân buyurmakdadır. Fekat fen adamı görünerek, fen ile değil de hislerle, ihtirâslarla konuşan fen taklîdcisi, din ve ahlâk düşmanı yalancılara inanmamalıdır. İslâm âlimleri, akla çok kıymet verdikleri hâlde, bunlardan Şeyh-i ekber hazretleri, (Fütûhât) kitâbında nakli akldan üstün tutuyor. Reformcuların ustası olan ve akla hürriyyet vermeli diye bar bar bağıran moskof Mûsâ Beykiyef, islâm âlimlerine karşı ağzına geleni söylerken, Şeyh-i ekbere, yine yüksek bir yer vermekdedir.
18 — (İslâm kanûnlarının değişmez, donmuş olduğunu gösteren misâllerden biri de, evkâf teşkilâtıdır. (Şart-ı vâkıf, nass-ı şâri’ gibidir) [ya’nî, vâkıf tarafından konulan şartlar, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerdeki emrler gibidir] sözü, fıkh kitâblarının temel bilgilerinden biridir) diyor.
Cevâb: Vakf edilen mallar ve mülkler, vakf eden kimselerin hayâtda iken mallarıdır. Bütün dünyâ anayasaları, herkese kendi malını istediği gibi kullanmak hakkını tanıdığına göre, vakf edilen malları, vakf eden kimsenin istediği şartlara göre kullanmak lâzım geldiğine kimsenin dil uzatmağa hakkı yokdur.
19 — (Evkâfın bu kadar çok olmasının sebebi, dindârlıkdan, iyilikden ziyâde, yağmacıların topladıkları serveti, bir başkası yağma etmesin diye, binâların yüzde doksandokuzunu kendilerine ve evlâdlarına garanti ederek, geri kalan yüzde biri ile bir câmi’, bir medrese veyâ bir tekkeye sadaka vermişlerdir) diyor.
Cevâb: Vakf bilgilerini, böyle câhilce sözlerle değil, birer birer incelemekle konuşmak lâzımdır. Şu kadar söyliyelim ki, vakfların şimdiye kadar değişmeden kalması, çok iyi olmuş. Bu sâyede, devlet bütçesinin yarısına yakın bir değer taşıyan mallar, mülkler, millete kalmış. Eğer hükûmetlerin, evkâf mallarına el uzatmasına set çeken vakf kâidesi olmasaydı, bu büyük servetin yerinde şimdi belki yeller eserdi.
20 — (Müslimânlar arasında birçok parazit insanlar yaşıyor. İnsanın çalışmasından başka birşeyi olmadığı bildirildiği hâlde, medreseler, imâretler, tekkeler, fâidesinden ziyâde zararı olan milyonlarca tenbel kimse ile doluyor) diyor.
Cevâb: İnsanın çalışmasından başka bir kazancı olmadığını bildiren, Vennecmi sûresindeki âyet-i kerîmedir. Dinde reformcular, bu âyet-i kerîmeyi çok söylerler. Fekat ma’nâsını az anlarlar. Bu âyet-i kerîmeden önce ve sonra olan âyet-i kerîmeleri bilenler, bunun âhiret kazancı için olduğunu kolayca anlarlar. Bundan başka, dünyâda insanlar, çalışmadıkları şeylerden de istifâde edebilirler. Mîrâs, bunun açık bir misâlidir. Bu âyet-i kerîme, âhiretde bir insanın başkasının suçundan zarar görmiyeceği gibi, istifâdesinin de, yalnız kendi kazandığı olacağını bildiriyor. Her müslimânın, âhiretine zarar vermemek şartı ile, dünyâyı kazanmağa çalışması da lâzımdır. Böyle çalışmak ibâdetdir, dînî vazîfedir. Bu vazîfeyi bildirmek için, yukarıdaki âyet-i kerîmeye yanlış ma’nâ vermenin yeri yokdur.
Reformcunun mekteb talebelerini zararlı bir parazit olarak göstermesi ve fakîrlere, kimsesizlere yardım için yapılan imârethâneleri, hayr yerleri olarak değil de, zararlı yer olarak göstermesi, şaşılacak şeydir. Medreselerin, imâretlerin, ya’nî aş evlerinin me’ârife, kültüre ve insanlığa fâideli olduğuna şübhe yokdur. Fakîrler için hastahâne de yapdırmamalı mı?
21 — (Hıristiyanlık da, sâbit idi. Değişmemesi için çalışdılar. Sonra, bir hıristiyan reformcunun isyânı, her tarafa yayıldı. Sâbit, değişmez olan kâideler yıkıldı) diyor.
Cevâb: İlâhî dinler hep sâbit idi. Din denilen şey sâbit olur. İnsanlar tarafından değişdirilirse, yenisine din denmez, dinsizlik denir. Şimdiki hıristiyanlık dîni böyledir. Îsâ aleyhisselâmın Allah tarafından getirdiği din, Bolüs [Paulus] tarafından bozularak, dinsizlik hâline getirildi.
22 — (Beyâzlarla siyâh ırklar karışabilir. Bundan hâsıl olan melezler, medeniyyet kuramazlar. O ırklardaki rûh, ya’nî ortak duyguları yıkılır. Güstav Löbon’un ortaya koyduğu bu teori, Osmânlılarda görülmekdedir. Osmânlıların devşirme usûlü ile ve câriyelerle ırkına karışan kanlarla rûhları bozuldu. Zekâları artdı ise de, ahlâkları kötüleşdi) diyor.
Cevâb: Güstav Löbon, (Karışan ırklardan sayısı az olanlar, birkaç nesilden sonra, kanları değişerek yok olurlar) diyor. Osmânlılarda çoğunluk hep Türklerde olduğu için, türklük yok olmamışdır, artmış ve kuvvetlenmişdir. Avrupa milletlerinde demokrasi, sınırsız denecek kadar ilerlediğinden, ırklar büsbütün karışmış bir hâldedir. Bu karışıklıkları, gerilemelerine sebeb oldu mu? Amerikada belli bir ırk yokdur. Çeşidli ırkların karışmasından meydâna gelmişdir. Hâlbuki, teknikde en ileride bulunuyor. Müslimân olmakla da şereflenselerdi, ahlâkları da düzelirdi. Eski islâm medeniyyeti yeniden dünyâya ışık salardı. Irkların karışması, târîh boyunca çoğalmakda iken, medeniyyet azalmıyor. Reformcunun söylediğine göre, ırkların en az karışdığı ilk çağlardaki insanların dahâ medenî olması lâzım gelirdi. Hâlbuki, ilk insanların medenî olmadığını, kendi târîh kitâbları yazmakdadır. O hâlde Güstav Löbon’un teorisi doğru değildir.
Osmânlıların felâketini hâzırlayan ahlâksızlığın, çöküntünün sebebi olarak ırkların karışmasını göstermek, çok çürük ve pek gülünç bir davranışdır. Çöküntünün, ahlâksızlığın biricik hakîkî sebebi, okumuşlarda dinsizlik, okumamışlarda ise bilgisizlikdir. Dinsizliğin ahlâkı kötüleşdirmesi, bilgisizlik ile olan kötüleşmekden katkat fazladır. Bunun içindir ki, okumuş dinsizler, dahâ kötü, dahâ aşağıdır. O hâlde, cem’iyyetlerin yaşıyabilmesi için dinli bir ilm ve buna dayanan, bir terbiye metodu lâzımdır. Osmânlıların çökmesini önlemek için, eski dertleri olan cehâletden kurtarmak isteyenler, dahâ tehlükeli olan dinsizlik belâsına sürükleyerek, Osmânlı medeniyyetini büsbütün yok etdiler.
23 — (Osmânlı pâdişâhlarının kuvvetini halîfelik de artdırdıkdan sonra, sultânlar, milletin gözünde yarım ma’bûd gibi oldular. Onların bir işâreti ile, servet, haysiyyet, şeref, hattâ can dahî yok edilirdi. Bu dikta işkencesi, Allahın Cehennemlerinden ziyâde korku verirdi) diyor.
Cevâb: İslâm dîni (İslâmiyyetin yasak etdiği emrlere itâ’at olunmaz. Bunlara karşı da gelinmez) maddesini anayasaların başına koymuşdur. İslâm milletlerinin başında bulunanlar, ister pâdişâh, ister halîfe veyâ başka ism taşısınlar, her istediğini yapdırmak derecesine çıkamazlar. Hiçbir vakt, yarı ma’bûd olamazlar. Pâdişâhlar arasında böyle aşırı davrananlar aslâ görülmedi. Çok merhametli olanları, afv edicileri oldu. Çöküntü, zulmden değil, merhametden doğdu. Bu hâlleri, dinden değil, dîni dinlememelerinden olmuşdur. İslâmiyyetin, devlet reîslerini de içine koyduğu şartlar, sınırlar, islâm milletlerinin hepsi tarafından her zemân bilinmekde idi. İslâmiyyet, islâmiyyete uymayan, kanûnsuz hareket eden devlet başkanlarının keyfî emrlerini tanımamağı, dahâ Avrupalılar (İnsan hakları beyânnâmesi)ni yazmadan çok evvel, müslimânlara yalnız bir hak değil, bir vazîfe olarak da vermişdir.
24 — Reformcu diyor ki, (Dînin kendisi değil, fekat müslimânlardaki din anlayışı ve dîne dayanan dikta idâresi, kökünü yine dinden alan âile terbiyesi, ferdi, sosyal hayâtda başarısız bir hâle düşürmüşdür.)
Cevâb: (Vur abalıya) ata sözünü hâtırlatacak şeklde, her kabâhati dîne yükletmek ve dînin kendisi değil de, din anlayışı gibi kaçamak kelimeler arkasında maskelenmek, dinde reformcuların başlıca prensibidir. Dînin, dikta idâresini değil, adâleti emr etdiği, güneş gibi meydândadır. Bu hakîkati reformcunun inkâr etmesi, kör olanın güneşi inkâr etmesi gibidir. Bu inkâra ilm değil, maskaralık denir.
25 — (Kazâ ve kader bilgisi karşısında boynu bükük, elinde birşey olmadığına inanan müslimânlar, asrlarca korku altında yaşayarak, orta çağlarda, Avrupada kırbaç altında titreyen esîrler gibi, mutî’, zelîl, yaltakçı ve yalancı oldular. Osmânlıları fenâlığın bu derecelerine kadar sürükleyen sebeb, dindeki kazâ, kader, tevekkül, kanâat etmek ve müslimân olmak için, yalnız kalble inanıp bunu kısaca söyleyivermek husûsları imiş. Kazâ ve kader ile tevekkül, müslimânların azm ve irâdesini yok etmiş, çalışmalarına, varlıklarına güveni kaldırarak, işkencelere ve her dürlü aşağılığa katlanmak derecelerine düşürmüş. Aza kanâat etmek, milleti tenbel yapmış. Îmânın bu kadar basît olması da, müslimân olmak için, medenî ve ahlâkî meziyyetlerden hiçbirinin lâzım olmadığı ve her kötülükle îmânın birleşebileceği fikrini doğurmuş, hem tenbelliğe, hem de ahlâksızlığa yol açmışdır) diyorlar.
Bunların herbirini aşağıdaki maddede açık ve geniş anlatacağız.
26 — (Mü’min; hayrın da, şerrin de, cenâb-ı Hak tarafından ezelde takdîr edildiğine inanır. Biz kuluz. Kulun elinden birşey gelmez. Herşeyi yapan Allahdır. Kul, kaderi değişdiremez. Meselâ, rızk ezelde ayrılmışdır. Ne yapsak, bunu değişdiremeyiz. Ortada bir tehlüke var. Allah isterse, bu tehlüke bize dokunur, istemezse dokunmaz. Mü’min için Allaha tevekkülden başka çâre yokdur) diyor. Böylece islâmiyyetin temel inançlarını sarsmak istiyor.
Cevâb: Bu inanışların hepsi doğrudur. Tevekkülü ve kazâ ve kaderi yanlış anlayan câhiller gibi, reformcu da, bunları anlayamamış, dahâ doğrusu, kazâ ve kader bilgisini bozmağa çalışmakdadır. Şu kadar var ki, müslimânlar yanlış anlasa da, beğeniyorlar. Reformcu ise, beğenmemekdedir. Müslimânlar, böyle inandığı için tenbel oluyor denirse, ibâdetlerinde de tenbel olmaları lâzım gelir. Çünki, insanın elinden hiçbirşey gelmediğine inandığı için tenbel olan kimse, dünyâ işinde tenbel olduğu gibi, âhıret vazîfelerinde de tenbel olur. Müslimânlık insanın dünyâ işlerinde elini, kolunu, ihtiyârını ve irâdesini bağlı tutuyorsa, âhıret işlerinde de bağlı tutar. Böyle inanan kimselerin nemâzlarına, oruclarına varıncaya kadar bütün ibâdetlerinde tenbellik etdiklerine de reformcular inanıyor mu? İnanıyorlarsa, niçin biraz da bu tenbellikden şikâyet etmiyorlar? Bu tenbelliği ağızlarına, kalemlerine almamaları, müslimânların âhıret işlerinde, kazâ ve kadere inanmadıkları için mi, yoksa reformcuların o tarafa ehemmiyyet vermedikleri için midir? Hepimiz biliyoruz ki şimdiki müslimânlar, dînî vazîfeleri yapmakda da, tenbel olmuşlardır. Bu tenbellikleri de, dîni sevdikleri için olmaz ya! Müslimânlarda dîne bağlılık kuvvetli olsa idi, dînî vazîfelerinde, ibâdetlerinde gevşek davranmazlardı. Bu tenbellik müslimânlara nereden gelmiş? İyi incelenirse, canımızın kıymetli ve istirâhatın tatlı görünmesinden, ya’nî nefse uymakdan ileri geldiği anlaşılır. Câhillik de, buna eklenmiş. Cennetdeki kıymetli hayâtlara ve devâmlı istirâhatlara kavuşmak için, çalışmak ve fedâkârlık lâzım olduğunu anlamağa da cehâletimiz mâni’ olmuş. O hâlde, dîn-i islâmın yüksek ve kıymetli hakîkatlerini, bu tenbelliğe sebeb göstermek, çok haksız ve yersiz bir iftirâ olur. Hele tabasbus, riyâkârlık, yaltakçılık ve yalancılık gibi kötülükleri kazâ ve kadere yükletmek, çok çirkin bir iftirâdır. Bu kötülükler, menfe’atden, ya’nî dîni bırakıp, dünyâya sarılmakdan, dînin ahlâk kâidelerinden sıyrılmakdan ileri gelmekdedir. Kısaca, ahlâksızlıkların başı, dinsizlik ve câhillikdir. Allaha tevekkül eden ve kadere inanan kimse, yaltakçılığa ve yalancılığa tenezzül etmiyeceği gibi, kaderde olmıyan menfe’atlerin bu yollardan elde edilemiyeceğine de, inanır. Fâidenin ve zararın Allahdan geleceğine inanan kimse, kullara boyun eğer mi? Kimseye yaltakçılık yapar mı? Hâlbuki kazâ ve kadere inanmayıp, yalnız sebeblere yapışanlar ve bunların gayr-i meşrû’ ve kötü olanlarına da sarılanlar, o derekelere inerler. (Müslimânları ahlâksızlaşdıran şey, tevekkül ve kadere îmân değilse de, bunları yanlış anlamak değil midir?) süâli de yersizdir. Fenâlıklar, ahlâksızlıklar, tevekküle ve kadere îmânın herhangibir şeklde anlaşılmasından hâsıl olamaz. Çünki, kazâ ve kadere îmân ve bu kötülükler birbirinin zıddıdır. Aralarında hiçbir bağlılık yokdur. Tevekkül ve kader bilgilerinin yanlış anlaşılması bile, bu kötülüklere sebeb olmaz. Bu fenâlıkları, ahlâksızlıkları, tevekkülün ve kadere îmânın yokluğunda aramak lâzım iken, bunlar arasında herhangi bir yoldan bağlılık arayan ağızlara ve kalemlere yazıklar olsun! Müslimânların hastalıklarını böyle tersine mi teşhis ediyorlar? Kötü isteklere kavuşmak isteyen yaltakcıların, yalancıların tevekkülünden, kadere îmânından şikâyet etmemeli, onlara tevekkül ve kadere îmân tavsıye etmelidir. Bakınız Fahr-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz hadîs-i şerîfde ne buyuruyor:
(Allahdan korkun da, istediğiniz şeylere kavuşmak için, iyi sebeblere yapışın. Kötü sebeblere yanaşmayın! Kudretinde ve irâdesinde bulunduğum Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiçbir kimse, ezelde ayrılmış olan rızkını temâm almadıkça, dünyâdan âhırete gitmez.)
İslâm düşmânlarının ağızlarında sakız gibi çiğnedikleri sözlerden biri de: (Âlimler, milleti para kazanmağa teşvîk etmiyorlar. Dünyânın fânîliğini söyliyerek, müslimânları yaşamakdan soğutuyorlar) demeleridir. Hâlbuki, din âlimlerinin vazîfesi, müslimânlara, anadan doğar doğmaz meme aradıkları gibi, sevk-i tabî’î, içgüdüleri ile bilecekleri, anlayacakları ihtiyâçlarını, menfe’atlerini, kısacası tabî’î vazîfelerini öğretmek değildir. Para kazan, aç kalma, karnını doyur, lokmayı ağzına koy, yorulunca dinlen... gibi nasîhatları insanlara değil, hayvanlara bile bildirmeğe lüzûm yokdur. Din âlimlerinin vazîfesi dünyâ menfe’atlerini elde ederken, âhıreti unutmamak, hak ve adâleti gözetmek, nefse uymamak ve çalışırken, Allaha güvenmek, gevşeklik yapmamak, böylece kendi kuvvetine ma’nevî bir kuvvet de eklemek gibi fâideli ve ışıklı yolları insanlara göstermekdir.
Süâl: Müslimânlar kazâ ve kaderi ve tevekkülü yanlış anlayarak tenbel olmuşlar, sonra ahlâkları da bozulmuş. Böylece fenâlıklara sürüklenmişler değil mi?
Cevâb: Bu söz doğru olabilir. Müslimânlarda yaltakcılık ve yalancılık gibi hâllerin hâsıl olması, kazâ ve kaderi ve tevekkülü büsbütün unutmalarına sebeb olur. Artık bunların yanlış anlayışlarını düzeltmek değil de, bunlara yeniden inandırmak lâzım olur. Böyle yapmayıp da, kader ve tevekkül kötülenirse, bunlardan büsbütün soğutulmuş olurlar. Kazâ ve kaderi ve tevekkülü kötülememeli, tenbellerin fenâ hareketlerini kötülemelidir.
Tevekkül, müslimânlarda bir za’f değil, bir kuvvetdir. Müslimânlar, dînimiz emr etdiği için tevekkül ediyor. Tevekkülü emr eden islâmiyyet, tenbelliği men’ etmekdedir. (Allah yolunda, ya’nî doğru yolda mücâhede ediniz!) ve (Yükü en büyük olan insan, mü’mindir ki, hem dünyâsını, hem de âhiretini düşünmekde ve ikisi için de çalışmakdadır.) meâlindeki âyet-i kerîmeler ve (Allahü teâlâ aczi, gevşekliği ma’zur görmez. Aklını ve zekânı kullanmalısın! İşin ehemmiyyeti seni mağlûb edecek gibi olsa bile, Allahın yardımı bana yeter diyerek çalışmağa devâm etmelisin!) hadîs-i şerîfi buna şâhiddir. (Deveni bağla ve cenâb-ı Hakka tevekkül et!) hadîs-i şerîfi, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak lâzım olduğunu açıkça bildiriyor. Ya’nî, tevekkül, Allahdan yardım bekliyerek, güçlükleri yenmek demekdir. Yoksa masonların dediği gibi, güçlükleri terk etmek değildir. İslâm âlimleri islâmiyyetin bu emrlerini, her asrda, her memleketde söylemişler ve kitâblarında yazmışlardır.
Tevekkül, iş yapmayıp tenbel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur. (Bir işe başladığın zemân, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) meâlindeki âyet-i kerîme, bu sözümüzü isbât etmekdedir. Bu âyet-i kerîme, tevekkül ile berâber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan azm de lâzım olduğunu gösteriyor. Demek ki, her müslimân çalışacak, azm edecek, sonra da Allahü teâlâya güvenecekdir.
Dinde reformcular, insan nefsine güvenmelidir, diyor. Müslimânlar ise, insan yalnız Allaha güvenmelidir diyor. İslâm düşmanları, tevekküle inanmadıklarından, tevekkülden alınan kuvvet ve cesâretin yerini boş bırakmamak için, nefse güvenmek kelimesi ile bu ihtiyâcı karşılamak zorunda kalıyorlar. Görülüyor ki, tevekkül, müslimânlar için lüzûmsuz birşey değildir. Tevekkül edilecek, güvenilecek birşey lâzımdır.
27 — (Müslimânlar, rızkın ezelde ayrıldığına inanır. Kerîm olan Allahın onu geçindireceğini düşünür. Yolun neresinde kırılıp dağılacağı bilinmeyen eski bir araba gibi, herhangi bir tesâdüfün ona göstereceği ma’işet yolunda sürüklenir. Kazancını çalışarak artırabileceğini düşünmez. Fazla çalışmağa lüzûm görmez. Tenbel, mütevekkil oturmasında dînin te’sîri böyledir.
İrâde sâhibi hür bir insan, nefsinin bir kuvveti olduğuna, nefsinin yapmağa kâdir olduğuna inanır. Bu i’timâd-ı nefs, insana hayât için mücâdele kuvveti verir. Mücâdele etdikçe, maksadına mâni’ olan zorluklar çoğaldıkça, sarsılan gururunun artan ateşi ile dahâ fazla çarpışmak arzû ve kuvvetini kendinde duyar. Çünki, sonunda kazanacağından emîndir. İşte bu emniyyet, bu îmân karşısında hiçbir şey dayanamaz. Yaşamak istiyorsak, kendimizde itimâd-ı nefs hâsıl edelim) diyor.
Cevâb: Birinci cihan harbinde böyle ateşli i’timâd-ı nefs derslerini pek fazla aldık. Başımızı ne büyük belâlara çarpdığımızı gördük. Nefse güvenmek böyle deli gibi saldırmalara da sebeb oluyor. Birinci cihan harbinde nefse güvenmek yerine, Allaha tevekkül hâkim olsa idi, o hareketlerden, ma’kûl ve meşrû olan ince noktalardan hiçbiri ihmâl edilmezdi. Çünki, Allaha tevekkül etmek için, ahkâm-ı ilâhiyyeye uymak lâzımdır. Bu da, bütün ince noktalara ehemmiyyet verdirir. İslâmiyyet, hem çalışmağı, hem de tevekkülü birlikde emr etmekdedir. Tenbel oturup da, tevekkül ediyoruz diyenler, bu iki vazîfeden birini yapmıyan kusûrlu ve dînin beğenmediği kimselerdir. Çünki, islâmiyyetin iki emrinden birincisini yapıyor, ikincisini yapmıyorlar. Bunları kötüleyen reformcular da, birinci vazîfeyi bırakıp, ikincisini istemekle, kötüledikleri kimseler gibi ayblı, kusûrlu oluyorlar. Hattâ bunların hatâsı, çalışmayanların hatâsından dahâ büyük oluyor. Çünki, biz insanlar, elimizden geldiği kadar çalışdıkdan sonra, Allaha tevekkül ederek, işimizin karşılığını Allahdan beklemek ihtiyâcında bulunduğumuz gibi, çalışırken reformcuların bildirdiği nefs kuvvetini alırken bile nefsimize o kuvveti veren Allahı unutmayarak asl tükenmez ve yenilmez kuvvetin Allahı unutmamakda olduğunu düşünerek, ondan yardım beklemek üzere ikinci bir tevekküle muhtâcız. (Allah size yardım ederse, kimse size gâlib gelemez. Size yardım etmezse, kimse yardım edemez. O hâlde, mü’minler Allaha tevekkül etsinler!) ve (Sevgili Peygamberim! Onlara de ki, Allahü teâlâ dilemedikce, kendime hiçbir fâide ve zarar getirmeğe kâdir değilim) meâlindeki âyet-i kerîmeler ve dahâ nice benzerleri var iken, tevekkülü kaldırarak i’timâd-i nefs diye birşey aramak, dîne yardım etdiklerini söyliyen reformculara yakışır mı? Bunlar, biz tevekkülün yanlış anlaşılmasına karşı, bunu istiyoruz da, diyemezler. Çünki, i’timâd-i nefs, ya’nî kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan birşeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeğe yol açar. İ’timâd-i nefs, mantık ilmine de uygun değildir. Çünki, güvenilecek birşey bulamamak demekdir. Bir güvenen bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe, güvenmek sözünün ma’nâsı kalmaz. Mantık ilminde (Devr-i bâtıl) ya’nî bozuk devr anlatılırken, (Bir şeyin kendine muhtâc olması lâzım gelir) denilmekdedir. Edebiyyâtda i’timâd-i nefs üzerinde çok durulur. Fekat, başka insanların yardımına güvenmek gibi bir düşünceye karşı olarak kıymetlendirilir. Bunu aşarak, Allahü teâlâya güvenmeği sarsdığı zemân, kötü ve zararlı olur. İ’timâd-ı nefsin, bu çıplak ma’nâsı ile akl ve mantık karşısındaki ma’nâsızlıkdan başka bir değeri olmadığı gibi, insanda bulunmayan büyük bir kuvveti elde etmeğe de yaramaz. Çünki, herkesin nefsi vardır. Herkesin nefsine i’timâdı insanların birbirinden farklı, üstün olmasına sebeb olmaz. Başkasının yumruğunu yimeyen, kendi yumruğunu batman taşı sanır, atasözü meşhûrdur. Birbiri ile çarpışacak kuvvetler için, sebeblere elden geldiği kadar yapışdıkdan sonra, i’timâd-i nefs yerine Allaha tevekkül ederek, Onun yardımını aramak ise, öyle değildir. İki taraf da Allaha tevekkül edince, eşid olurlar ise de, haklı olduğunu bilen taraf, karşısındakinin tevekkülden istifâde edemiyeceğine inanır. İ’timâd-i nefs olunca, böyle inanmasına bir sebeb yokdur. Bir kimse, Allah bana yardım eder, çünki, ben haklıyım derse, yakışır. Fekat, nefsim bana yardım eder, çünki ben haklıyım diyemez. Çünki, haksız olan egoistin nefsi, dahâ çok istemekde, dahâ azgın saldırmakdadır. Tevekkülün, kendini haksız bilen tarafın işine yarar bir kuvvet olamaması da bir kusûr değildir. İ’timâd-i nefs gibi, kötü maksadlarla kullanmağa elverişli olmadığını gösterir.
Tevekkülde, başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allaha sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, i’timâd-i nefsden beklenilen kuvvetden katkat fazla kuvvet hâsıl olmakdadır. Dinde reformcuların tevekkülü kötülemeleri, bunu anlayamadıkları için olsa gerekdir. Çünki, tevekkül eden kimse, Allaha güvenip de, kendisi boş oturacak değildir. İ’timâd-i nefs sâhibi de, kendine güvenerek boş oturmayacağı gibi, ikisi de çalışacak, başkasına güvenmeyecekdir. Şu kadar var ki, kendine güvenen adam, kimsesizdir. Tevekkül eden müslimânın, kendi çalışmasından başka, Allahı vardır. Bu tükenmez kaynakdan kuvvet almakdadır. Tevekkül eden müslimân, hem bütün kuvveti ile çalışmakdadır; hem de, kazancını kendinden bilmek gibi hodbinliğe, egoistliğe düşmemekdedir.
İ’timâd-i nefs, kimsenin yardımına güvenmiyerek, fazla kuvvetle çalışmak olduğuna göre, tevekkül etmek de, böyle çok çalışmağı, akla ve mantığa uygun şekle sokuyor ve bir tevâzû’la süslüyor. İ’timâd-i nefsden beklenileni, dahâ edebli ve dahâ kıymetli olarak te’mîn ediyor. Hülâsa, tevekkül, çalışmayıp, boş oturup, herşeyin kendi ayağına gelmesini beklemek değildir. Tevekkül, çalışıp, başarıya kavuşmak için, Allahü teâlâdan yardım istemekdir.
28 — (Yüksek hakîkatların birçok hurâfeler içinde yok olmasına, müslimânların kanâ’atkârlığı, tevekkülü ve teslîmiyyeti sebeb olmuşdu. Kanâ’atin tükenmez bir hazîne olduğunu bildiren hadîs öyle anlaşılmış ki, çalışmak lâzım olduğuna bile inanılmıyor) diyor.
Cevâb: Müslimânları, kanâ’at etdikleri için tenbel oldular diye lekelemek, çok haksız bir iftirâdır. Kanâ’at, çalışmayıp tesâdüfen önüne çıkanı kullanmak, başka birşey aramamak demek değildir. Kanâ’at, bileğin emeği, alın teri karşılığı kazanılana râzı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demekdir. Başkasının dahâ çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, onun gibi çok çalışmak demekdir. Kanâ’at demek, ihtiyâcından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, islâmiyyetin emr etdiği hayrlı yerlere vermek, fakîrlere, kimsesizlere, hastalara, cihâd edenlere yardım etmek demekdir. Kanâ’at, böylece iyi ahlâkın kaynağı olduğu gibi, insana mahrûmiyyetler içinde kaldığı zemân se’âdet te’mîn eden sarsılmaz bir kal’a gibidir. Şâir diyor ki:
Ey zemân! İnsanlara hücûm ederken, beni de herkes gibi sanarak üzerime gelme! Bileğimi bükemezsin! Karşında beni yalnız sanma! Arkamda kanâ’at gibi yenilmez bir ordu vardır.
29 — (İslâmiyyetde mezhebler türedi. Îmânda bile ikiye ayrıldılar. Eshâb-ı kirâmın izinde gidenlere ehl-i sünnet denildi. Bu yoldan ayrılanlara, ehl-i bid’at denildi. Ehl-i bid’at de, yedi kısma ayrıldı. Şimdiki müslimânlar, bu bid’at fırkalarından cebriyye yolunu tutmuşlardır. Ehl-i sünnet olduğunu söyleyenler, insanın elinden birşey gelmez. Herşeyi Allah yaratır. Takdîr ne yolda ise, insan da onu yapar diyorlar. Bunlara göre insan, her bakımdan âcizdir) diyor.
Cevâb: Reformcu, (Ehl-i sünnet) mezhebi ile Cebriyye fırkasını birbirine karışdırıyor. Evet insan, kudret-i ilâhiyye karşısında her bakımdan âcizdir. Fekat, müslimânlar kendilerini âciz, başkalarını kuvvetli bilseydi, o zemân reformcunun birşey söylemeye hakkı olurdu.
30 — (Çocukların zihnindeki anlama ve inceleme hâssasını ve bunları sormasını Osmânlı âilesinde kahhâr ve câhil cevâblarla körletmeyen, öldürmeyen yok gibidir. İnsanların sonsuz bir acz içinde olduğuna, herşeyin Allah tarafından yapıldığına, mezârların Allah ile kulları arasında bir vâsıta, bir şefâ’atçı olduğuna, devlet reîsinin hâkim-i mutlak bulunduğuna inanan ve cinler, periler, vampirler ile dolu rü’yâlar içinde boğulan kara câhiller, çocuklarının (niçin?)lerine her zemân: Allah yapıyor. Allah böyle takdîr etmiş, çok sorma, sus, günâhdır, küfrdür cevâbını verirler. Din âlimleri de, millete ibâdetlerin ahlâkî, ictimâ’î fâidelerini anlatmazlar. Yâhud anlatamazlar. Ana-babanın çocuk üzerindeki ezici davranışları, âlimlerin islâmiyyeti böyle yanlış anlamalarından ve anlatmalarından olmuşdur. Din, ahlâk, âdetler ve nâmûs üzerinde çocuğun düşünmesi, sorması yasakdır. Böylece çocuklarda tevekkül ve teslîmiyyet, irâdenin çökmesi, kararsızlık ve bunların netîcesinde, seciyyesizlik ve şahsiyyetsizlik hâsıl olmakdadır. Bunların hepsi ise, mağlûb olmak için ve kötü huyların yerleşmesi için elverişli sebeblerdir) diyor.
Cevâb: Dinde reformcunun yazdığı fenâlıkların hepsi dönüp dolaşıp dîne ve dînin dahâ ziyâde kazâ ve kader bilgisine ve din bilgilerinde süâl sorulamıyacağına yükletilmekdedir.
Mezârların Allahü teâlâ ile insanlar arasında bir vâsıta olması fikrini ileri sürerek, islâmiyyeti ve din âlimlerini suçlamak hiç doğru değildir. İslâm âlimlerinin hepsi, bu fikri red etmekdedir. Ehl-i sünnet âlimleri, müslimânları Allahdan başka kimseye tapınmakdan söz birliği ile men’ etmişlerdir. Allahü teâlâ ile kulları arasında ölülerin hattâ dirilerin vâsıta olması, müslimânlıkda değil, hıristiyanlıkda vardır. Papasların para karşılığında her günâhı afv edeceklerine inanıyorlar. [İslâmiyyetde hiçbir âlim, hiçbir velî, hiçbir Peygamber kimsenin günâhını afv edemez. Her müslimân günâhlarının afv edilmesi için, Allahü teâlâya kendisi düâ eder, yalvarır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarının düâlarını kabûl edeceğini bildirdi. Bunun için, müslimânlar, Allahü teâlânın sevdiği kullarının dirilerine ve ölülerine yalvararak kendileri için düâ etmelerini isterler.] Bunu müslimânlara yükleyip seciyyesizlik diyorlar da, hıristiyanlarda bulunduğu hâlde, Avrupalılara neden seciyyesiz demiyorlar? Son zemânlarda ilerici âilelerde alafranga yetişdirilen çocuklarda, o beğenilmeyen din terbiyesi olmadığı hâlde seciyyesizlikleri, ahlâksızlıkları gazete sütunlarını doldurmakdadır. Çocukları hoş tutmak ve sıkıntıya düşürmemek, onları tenbelliğe alışdırmak yolundaki âdetlerimizin zararını da islâmiyyete yüklemek çok insâfsızlıkdır. Çünki, islâmiyyetde baba, âkıl ve bâliğ olan çocuğunu beslemeğe mecbûr değildir. Onun çalışıp kazanması lâzımdır. Bunun için, her baba, çocuğuna ilm, edeb öğretdiği gibi, san’at öğretmeğe de mecbûrdur.
İnsanların yapdığı işlerde, irâdelerinin te’sîrini bildirmek bakımından, başlıca üç yol vardır: (Mu’tezile) fırkası, (Cebriyye) fırkası, (Ehl-i Sünnet) fırkası.
Mu’tezile mezhebine göre, Allahü teâlâ insanlara kudret ve irâde vermişdir. İnsanlar bütün işlerini kendileri yaratır. (Kul, fi’linin hâlıkıdır) derler. Kolun titremesi, kalbin atması kendiliğinden oluyor. Fekat kolu kaldırmağı, ayağın yürümesini insan yaratıyor dediler. İnsan, istekli işlerini kendi yaratmasaydı, Allahü teâlânın iyiliklere mükâfât, kötülüklere azâb yapması adâletsizlik olurdu, dediler. Böyle inanışlarına vesîka olarak, (Allahü teâlâ insanlara zulm etmez. İnsanlar kendilerine zulm ediyorlar) ve (Yapdıklarının cezâsıdır) meâlindeki âyet-i kerîmeleri öne sürüyorlar.
Cebriyye fırkasında olanlar ise diyor ki, (Bütün olacak şeyleri kalem ezelde yazdı ve sonradan değişdirilmemesi için mürekkebi de kurudu. Herşey ezelde takdîr olunmuşdur. Allahü teâlânın ilminde olanlar ve ezelde takdîr etdiği herşey, öylece hâsıl olacakdır. Bunu kimse değişdiremez dediler. Ra’d sûresi onsekizinci âyetinde, (Allah herşeyin hâlıkıdır) buyuruldu. İnsanı yaratan, insana kudret ve irâde veren ve insanın bütün işlerini yaratan odur) dediler.
Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci cildi seksenüçüncü mektûbunda buyuruyor ki: Cebriyye fırkasından olanlar, insanda irâde ve ihtiyâr, ya’nî seçmek ve dilemek yokdur dediler. İnsan her işini yapmakda mecbûrdur. İnsan, rüzgârla sallanan ağaca benzer. İnsan bir işi yapdı demek doğru değildir. Her işini Hak teâlâ yapar dediler. Bu sözleri küfrdür. Böyle inanan, kâfir olur. Bunlara göre, insanın iyi işlerine sevâb verilir. Kötü işlerine azâb yapılmaz. Kâfirler ve günâh işleyenler ma’zûrdur. Suçlu sayılmazlar ve cezâ görmezler. Çünki bu kötülükleri, onlar yapmıyor, Allah yapıyor. İnsanlara zorla yapdırıyor diyorlar. Bu sözleri de küfrdür. Sâffât sûresinin yirmidördüncü âyetinde meâlen, (Onlar inanışlarından ve yapdıklarından sorulacaklardır) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, Cebriyye fırkasında olanlara, yetmiş Peygamberin la’net etdiği bildirilmişdir. Bu sözlerin yanlış olduğunu aklı olan herkes kolayca anlar. Elin titremesi ile, eli istekle kaldırmak başka olduğu meydândadır. Elin titremesi, insanın dilemesi ile değildir. Eli yukarı kaldırmak ise, insanın istemesi ve dilemesi iledir. Cebriyye fırkasının yanlış yolda olduğu, âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşılmakdadır. Ahkâf sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (Yapmış oldukları iyiliklerin karşılığını görürler) buyuruldu. Kehf sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen, (İstiyen inanır, istiyen inanmaz. Biz, zâlimler [ya’nî inanmayanlar] için ateş hâzırladık) buyuruldu. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ onlara zulm etmedi. Onlar [küfr ederek ve günâh işliyerek] kendilerine zulm etdiler) buyuruldu. İnsanlarda ihtiyâr etmek, seçmek kuvveti bulunmasaydı, Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede, (Onlar, kendilerine zulm eyledi) demezdi. Çok kimseler Cebriyye fırkasına uyarak, insanlar dilediğini yapamaz, diyor. Günâh işlemeğe mecbûr olduklarını, zorla günâh işlediklerini söylüyorlar. Kendilerini özrlü, suçsuz gösteriyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, emrleri ve yasakları yapabilecek kadar insanlara ihtiyâr ve kuvvet vermişdir. Kalbin atması ile insanın yürümesi elbette başka başka hareketdir. Kalbin atması insanın elinde değildir. Fekat insan, isterse yürür, istemezse yürümez. Allahü teâlâ, kerîm olduğu, merhameti çok olduğu için, güçleri yetişmeyen şeyleri insanlara emr etmemişdir. Yapabilecekleri şeyleri istemişdir. Bekara sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kullarına, yapabilecekleri şeyleri emr etmişdir) buyuruldu. Cebriyye fırkasına çok şaşılır ki, kendilerini dinlemiyenlere, kendilerine sıkıntı verenlere güceniyorlar, onlara karşı koyuyorlar. Çocuklarını terbiye etmek, yetişdirmek için dövüyorlar. Yabancı erkekleri kendi kadınlarına, kızlarına yaklaşdırmıyorlar. Böyle yapanların canını yakıyorlar. Bunlar ma’zûrdur, mecbûrdurlar diyerek göz yummuyorlar. Fekat, âhiret işlerine gelince, bizim elimizde birşey yokdur, herşeyi Allah yapıyor diyerek, islâmiyyetin yasak etdiği kötülükleri sıkılmadan yapıyorlar. Emrleri, ibâdetleri yapmakdan kaçıyorlar.
İnsanlarda dilemek, istemek yokdur derken, her diledikleri kötülüğü yapıyorlar. Tûr sûresinin yedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın azâb yapacağı gün elbette gelecekdir. Onu kimse önleyemez) buyuruldu. Bir deliyi kendi evlerinde görseler veyâ bir günâh işlediğini görseler, aklı yokdur, ihtiyârı yokdur diyerek ses çıkarmazlar. Fekat aklı başında olan kimseler suç işleyince, cezâsını verirler. Demek ki buna, ihtiyârı olduğu için, isteyerek yapdığı için, cezâ veriyorlar. Cebriyye fırkası, insanlarda ihtiyâr yokdur dediği için ve Mu’tezile fırkası ise kazâ ve kadere inanmadıkları için, doğru yoldan sapdılar. Bid’at ehli oldular. Dalâlete düşdüler. İkisinin arasında kalan doğru yolu bulmak, (Ehl-i sünnet) âlimlerine nasîb oldu. İşitdiğimize göre, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, imâm-ı Ca’fer Sâdık “radıyallahü anhümâ”dan sordu ki, Ey Resûlullahın torunu! Allahü teâlâ, işleri kulların arzûlarına bırakmış mıdır? Cevâbında buyurdu ki, Allahü teâlâ, Rab olmak, yaratıcı olmak sıfatını kullarına bırakmaz. İmâm-ı a’zam yine sordu: İşleri kullarına zorla mı yapdırır? Cevâbında zorla yapdırmaz. Kulların arzûlarına da bırakmaz. İkisi arasıdır dedi. En’âm sûresi yüzkırksekizinci âyetinde meâlen, (Müşrikler diyeceklerdir ki, eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız müşrik olmazdık, kendiliğimizden birşeyi harâm etmezdik) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, kâfirler ve müşrikler, Allah bizim küfr ve şirk yapmamızı dilemiş diyorlar. Allahü teâlâ, onların bu sözlerini, behânelerini kabûl etmeyecekdir. Böyle sözleri, câhil ve ahmak olduklarını göstermekdedir.
Süâl: Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiğine göre, hayr ve şer, herşey Allahü teâlânın takdîri ve dilemesi iledir. Buna göre, kâfirlerin küfrü de, Hak teâlânın dilemesi ile olmuyor mu? Bunların özrleri, haklı değil mi? Bu sözleri niçin kabûl edilmiyor?
Cevâb: Kâfirler, bu kötü hâle zorla düşmüş olduklarını, ma’zûr olduklarını söylemiyorlar. Bunlar, küfrü ve günâhları suç bilmiyorlar. Bunların kötülüğünü kabûl etmiyorlar. Allahü teâlâ, dilediği herşeyi sever, beğenir, eğer sevmeseydi dilemezdi, diyorlar. Bizim şirkimizi, küfrümüzü ve yapdıklarımızı kendisi dilemekde ve yapdırmakdadır. Onun için hepsini beğenir, sever. Bunları yapanlara azâb etmez diyorlar. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin sonunda meâlen, (Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, dahâ önce gelmiş olanlar da, Peygamberlerine inanmadılar. Bunun için azâbımızı tatdılar. Onlara söyle ki, yanınızda kitâb ve sened gibi sağlam bilginiz varsa, onu bize gösteriniz. Fekat siz, uyduruyor, yalan söylüyorsunuz) buyuruldu. Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde ve bütün Peygamberlerinin kitâblarında küfrün çirkin olduğunu ve hiç beğenmediğini bildiriyor. Kâfirlerin mel’ûn olduğunu ve rahmetine kavuşamayacaklarını ve sonsuz azâb çekeceklerini haber veriyor. Bu sözlerinin câhillik olduğunu bildiriyor. Çünki, bir şeyi yapmak istemek, o şeyi sevmek olduğunu göstermeyebilir. Küfrü ve günâhları elbette Allahü teâlâ dilemekdedir. Çünki, Onun dilemediği bir şeyi kimse yapamaz. Bunları dilemekde ise de, râzı değildir, beğenmez. Böyle olduğunu, Kur’ân-ı kerîm açıkça bildirmekdedir. Kâfirlerin bu sözleri, Cebriyye fırkasının inanışına uygundur. İhtiyârları, ya’nî seçip yapma hakları olmadığını söylemişlerdir. Allahü teâlâ da, bu sözlerini reddetmiş, yüzlerine çarpmışdır. Çünki, böyle inanmanın yanlış olduğu yukarıda bildirildi.
Kâfirlerin bu sözleri, belki de alay etmek içindir. İnançlarını bildirmek için değildir. Çünki kendi işlerini kötü bilmiyorlar. İyi birşey yapdıklarına inanıyorlar. Bu işleri, Hak teâlâ beğeniyor, seviyor diyorlar.
Süâl: İnsanların her işi, Hak teâlânın dilemesi ile olmakdadır. Hayr ve şer ezelde takdîr edilmiş, yazılmışdır. Böyle olunca, insanın ihtiyârı, seçme hakkı kalır mı? Herkesin, ezelde takdîr edilmiş olan iyi ve kötü şeyleri yapması lâzım gelmez mi?
Cevâb: Ezeldeki, ya’nî sonsuz öncelerdeki takdîr, (Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacakdır) şeklindedir. Görülüyor ki, ezeldeki takdîr, insanda ihtiyâr, ya’nî seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyârın bulunduğunu göstermekdedir. Ezeldeki takdîr, insanlarda ihtiyâr bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yaratdıklarında, yapdıklarında ihtiyârsız olması, mecbûr olması lâzım gelirdi. Çünki, Allahü teâlâ da, herşeyi, ezeldeki takdîre uygun olarak yaratmakdadır. Allahü teâlâ muhtârdır. Diler, seçer, dilediğini ve seçdiğini yaratır. Seksenüçüncü mektûbun tercemesi burada temâm oldu.
Ehl-i sünnet mezhebi, mu’tezile ile cebriyye arasındadır. Ehl-i sünnete göre, insan kendi işlerinin hâlıkı olmadığı gibi, bu işleri yapmağa mecbûr da değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözlerini biraz açıklıyalım: Dîn-i islâmda ve semâvî olan bütün dinlerde herşey, her iş Allahü teâlânın takdîri ile, irâdesi ile hâsıl oluyor. Fekat, insan bir işin ezelde nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni’ değildir. İnsanlar, kazâ ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yapdıkdan sonra düşünmelidir. Hadîd sûresinin yirmiikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Dünyâda olacak herşey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmişdir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayâtda kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuşduğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni’metlerden mağrûr olmayasınız. Allahü teâlâ kibrlileri, egoistleri sevmez) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir kimse, hiçbir zemân ye’se, ümmidsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere inanmak, insanın çalışmasına mâni’ olmaz. Çalışmasını kamçılar. (Çalışınız! Herkes, kendisi için takdîr edilmiş olan şeylere sürüklenir) hadîs-i şerîfi de, insanın çalışmasının; kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini, çalışmak ile kazâ ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmekdedir. Bir adamın iyilik için çalışması, bu adam için ezelde iyilik takdîr edilmiş olduğunu göstermekdedir. Çünki herkes, kendisi için ezelde takdîr edilmiş olan işleri yapmağa sürüklenir.
Kazâ ve kadere inanmak ve bütün hayrları ve şerleri cenâb-ı Hakdan bilmek, müslimânlar için nasıl bir vazîfe ise, hayrlı işleri yapmak ve şer olan, fenâ olan işlerden kaçınmak için çalışmak da, vazîfedir. Allahü teâlânın, bir şeyin nasıl olacağını, olmadan evvel bilmesi ve o bilgisine göre takdîr ve irâde buyurması, insanlara cebr etmek olmaz. Çünki, kulların irâde ve ihtiyârlarını nasıl kullanacağını da ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdîr etmesi, kulların arzûlarına, irâdelerine zıd değildir. Cenâb-ı Hakkın ezelde bilmesi, işlerin olmasına veyâ olmamasına bir te’sîr yapmıyor. (İlm, ma’lûma tâbi’dir) sözü de, ilmin işlere te’sîr etmeyeceğini anlatmak için söylenmişdir.
Bir insan, iyi veyâ kötü bir iş yapar. Allahü teâlâ, ezelde ya’nî çok önceden, o işin yapılacağını bilmiş ve bildiğine göre takdîr eylemişdir. Allahü teâlânın takdîri yerini bulacakdır ve bu takdîre sebeb olan ilmi de yanlış çıkmayacakdır. Görülüyor ki, insan bu işi yapmakda mecbûr olmuş değildir. Allahü teâlâ, bu kimsenin o işi kendi irâdesi ile, arzûsu ile yapacağını ezelde bilmişdir. Kulun ihtiyârı, ya’nî irâdesi, ezeldeki kazâ ve kaderin sebebi olmakdadır. Bundan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, o işin yapılacağını ezelde bildiği ve öylece takdîr etdiği için, insan o işi yapmağı irâde edecek değildir. İnsanın irâdesini, o işi yapmağa kullandığı için, ya’nî o işi yapmak isteyeceğini Allahü teâlâ ezelde bildiği için takdîr eylemişdir.
İnsanın bir işi yapmasına ilk sebeb, onun kendi irâde ve ihtiyârıdır. Kulun kendi arzûsu ile yapdığı bir işi, Allahü teâlâ ezelde takdîr etmiş ise de, o insanın irâdesi ve ihtiyârı da, ezelî ve belki takdîrden önce ilm-i ilâhîdedir. Böyle olduğu için, ezeldeki takdîr, kulun irâde ve ihtiyârına yardım etmiş olur. Kul kendi kendine birşey yapamıyacağı, herşeyi Allahü teâlânın yaratması lâzım geleceği için, kulun bir işe olan irâdesini Cenâb-ı Hak, kendi takdîri ile yapdırmakdadır. İşte Ehl-i sünnet, burada mu’tezileden ve onların yolunda olan şi’îlerden ayrılmakdadır. Onlar (Cenâb-ı Hak, insanları yaratır ve kendilerine kudret ve irâde verir, ötesine karışmaz) diyorlar. Ehl-i sünnet ise, (Cenâb-ı Hak, sizin ve vücûde getirdiğiniz işlerinizin hâlıkıdır) meâlindeki âyet-i kerîmeye uygun olarak, kulların her hareketi, her işi, Cenâb-ı Hakkın halk ve îcâd etmesi ile ve kuvvet vermesi ile, yapdırması ile hâsıl oluyor, diyor. Cenâb-ı Hakkın yaratması, insan irâde ve ihtiyârını kullandıkdan sonra oluyor. İşin irâde-i cüz’iyye ve kesb denilen bu kısmı insana âid olup, bunu Allahü teâlâ halk ve îcâd etmez. Çünki bu, bir varlık değildir. Halk ve îcâd, hâricde var olan şeylerde olur.
İlm-i ilâhînin, kulların ilmine benzemeyip, hep doğru çıkması lâzımdır. İlm-i ilâhînin hep doğru çıkması, Cebriyyeyi ve reformcuları şaşırtmış, ilm-i ilâhînin, kulların işlerine hâkim ve müessir olduğunu sanmışlardır. İlm-i ilâhînin hiç şaşmaması, ilmlikden çıkarak cebre dönmesine sebeb olmaz. Talebesinin imtihânında kazanamıyacağını önceden bilen mu’allimin bu bilgisi, imtihânını veremiyen talebesi için, bir cebr ve zulm olamaz. Allahü teâlâ, ileride olacak herşeyi ezelde biliyor. Herşeyin bu bilgiye uygun olarak olması, insanın irâde ve ihtiyârının yok olduğunu göstermez. Çünki, Allahü teâlâ kendi yaratacaklarını da, ezelde biliyordu. Elbette bu bilgisine uygun yaratacakdır. Bu bilgisine elbette uygun yaratması, onun irâde ve ihtiyârının yok olduğunu göstermiyeceği gibi, insanların irâde ve ihtiyârını inkâr etmek de doğru olmaz.
İnsan birşey yapacağı zemân, önce bunu ihtiyâr eder, seçer, irâde eder, ister. Sonra yapar. Bundan dolayı, kullar, iş yapmakda mecbûr değildir. İster yapar. İstemezse yapmaz.
İnsanın bir işi yapmak istemesi için, önce bu işi görerek, işiterek, düşünerek hâtırlaması, kalbine gelmesi lâzımdır. İnsan, kalbine gelen birşeyi ister veyâ istemez. Meselâ, ben bir şeyi fâideli bulurum, yapmak isterim. Siz de lüzûmsuz görür, yapmak istemezsiniz. İşlerinde hür olduğunu söylediğiniz insanların iş yapmağı önceden kalbine getiren, fâideli, lüzûmlu olup olmadığını bildiren kimdir? Bendeki düşünce, sizde niçin hâsıl olmaz? Hâsıl oldu ise, size niçin lüzûmlu görülmez? İşte bu çeşidli sebebler, insanın elinde değildir. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçı (İnsanlar irâdeli işlerinde hür iseler de, irâde ve ihtiyârlarında hür değil, mecbûrdur) demişlerdir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, (İstediğimi yaparım) diyen bir adama, (istediğini isteyebilir misin?) demişdir. Kur’ân-ı kerîmde Dehr sûresindeki âyet-i kerîmeye, Ebül-Hasen-i Eş’arî hazretleri, (Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini istersiniz!) ma’nâsını vermişdir. Kazâ ve kader bilgisi üzerinde (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının, ikinci kısm, dördüncü ve 47, 48, 49 ve 50. ci maddelerinde geniş bilgi vardır. Lütfen oradan okuyunuz!
Kasas sûresinin altmışsekizinci âyetinde meâlen, (Rabbin, kendi istediğini yaratır. Yalnız O ihtiyâr eder, seçer. Onların irâde ve ihtiyârları yokdur) ve Enfâl sûresi yirmidördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Muhakkak biliniz ki, Allahü teâlâ, insan ile kalbi arasına girer) ve Kasas sûresinin ellialtıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen sevdiğini doğru yola getiremezsin. Allahü teâlâ dilediğini doğru yola götürür) ve En’âm sûresinin yüzonbirinci âyetinde meâlen, (Biz onlara gökden melekleri indirsek ve karşılarında ölüleri konuşdursak ve her istediklerini onlara versek, biz dilemedikçe yine îmân etmezler) ve bu sûrenin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kime hidâyet etmek isterse, onun göğsünü islâmiyyet için genişletir. Dalâletde bırakmak istediğinin göğsünü de, o derece dar ve sıkı bulundurur ki, oraya hakîkatin girebilmesi, sâhibinin göke çıkması gibi mümkin değildir) ve Hûd sûresinin otuzdördüncü âyetinde meâlen, (Ben size nasîhat etmek istesem bile, Cenâb-ı Hak dalâletde kalmanızı dilemiş ise, size fâidesi olmaz) buyuruldu. Kazâ ve kadere inanmayan mu’tezile fırkası ile bunların izinde gidenler, bu âyet-i kerîmeler karşısında şaşırıp kalmakdadırlar.
Hadîs-i şerîfde, Mûsâ aleyhisselâm ile Âdem aleyhisselâmın kazâ ve kader üzerindeki konuşmaları uzun bildirilmişdir. Bu hadîs-i şerîf, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının, ikinci kısm, ellinci maddesinde geniş yazılıdır.
İnsan irâdesinin de, cebre doğru sürüklendiğini gösteren bu vesîkalar yanında, insanı işlerinde sorumlu tutacak bir hürriyyete mâlik olduğu da meydândadır. Dünyânın her yerindeki mahkemeler, hattâ her insanın vicdânı, bir can yakanın, bir zâlimin afv edilmesini istemez. Cebriyye mezhebinde olan koyu bir müteassıb bile, kendisine haksız saldıran bir adama kızmakda, hattâ ona karşılık yapmakda kendini haklı bulur. Şâirin biri diyor ki: (Kazâ ve kaderin işkencelerine bile râzı olduğunu söyleyen cebriyye fırkasındaki birinin ensesine bir tokat vur! Ne yapıyorsun diyecek olursa, kazâ ve kader böyle imiş de! Bakalım sana hak verir mi?)
Dünyâdaki bütün adâlet kanûnları ve ahlâk prensibleri, Kur’ân-ı kerîmden alınmışdır. Meselâ Zilzâl sûresinin yedinci ve sekizinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Zerre kadar iyilik yapan, onun mükâfâtına, zerre kadar kötülük yapan da, onun karşılığına kavuşur) buyuruldu. Bu da, adâlet-i ilâhiyyesini tasdîk etmekde ve kuvvetlendirmekdedir.
En’âm sûresinin yüzkırksekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâya başkalarını ortak edenler, Allah istese idi, biz müşrik olmazdık dedikleri zemân, onlara, hüccet-i bâliğa Allahındır. Allahü teâlâ istese idi, hepinize hidâyet ederdi, diye cevâb ver!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, müşriklerin (Allah istese idi, biz müşrik olmazdık) sözlerini red etmiyor. Onların bu sözlerindeki bozukluk, yanlışlık, (Allah dilediği için suçlu olduklarını) bildiklerinde değildir. Bu sözü Peygamberleri susdurmak için ve kendilerini suçlu olmakdan kurtarmak için söylemelerindedir. Çünki, Allah istese idi müşrik olmazdık sözleri doğrudur. Nitekim, bu âyet-i kerîmede, meâlen (Allahü teâlâ istese idi, hepinizi doğru yola götürürdü) buyuruldu. En’âm sûresindeki yüzyedinci âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ istese idi, onlar müşrik olmazlardı) buyuruldu. Müşriklerin bu sözleri doğru ise de, bu sözü Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” susdurmak için söylemeleri çirkin olmakda ve azarlanmakdadırlar. Çünki Allahü teâlânın, emr etdiği şeylerin hepsini irâde etmiş olması lâzım olmadığı gibi, yasak etdiği şeylerin hepsini irâde etmemiş olması da lâzım gelmez. Ya’nî Allahü teâlâ, dünyâda olacak herşeyi ezelde irâde etmişdir. Bunların içinde, kendinin yasak etdiği, râzı olmadığı şeyler de vardır. İrâde etmek, ya’nî istemek başkadır, râzı olmak, beğenmek başkadır. Bu ikisini birbiri ile karışdırmamalıdır. Görülüyor ki, Allahü teâlâ, bir işin yapılmasını irâde etdiği hâlde, insanların o işi yapmasını yasak etmiş olabilir.
(Beled) sûresinin sekizinci âyeti ve (Veşşemsi) sûresinin sekizinci âyeti de, Allahü teâlânın insanlara maddî ve ma’nevî kuvvet verdiğini ve iyi ve fenâ yolları ayırdığını ve mes’ûliyyetin insana âid olacağını açıkça anlatmakdadır.
Görülüyor ki, insan bir bakımdan fâil-i muhtârdır. Her işinden dünyâda da, âhiretde de mes’ûldür. Fekat, insanın ihtiyârını ve irâdesini kendi hâline bırakmıyan bir irâde-i külliyye vardır. İnsan, kendisinin kâdir veyâ âciz olduğuna karar verememekdedir. Bu soruyu çözmek çok güçdür. Dünyâda eşi bulunmaz bir bilmecedir dense yeridir.
Yukarıda geçen, (Siz yalnız Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz) meâlindeki âyet-i kerîmeye, Ebû Mensûr Mâtürîdî hazretleri şöyle ma’nâ vermekdedir: (Allahü teâlânın irâdesi, sizin irâdenizle berâberdir. Siz irâde edince, Allahü teâlânın irâdesini hâzır bulursunuz). Eş’arî mezhebine göre, âyet-i kerîme, Allahü teâlânın irâdesini bizim irâdemizle birleşdirmiyor. Bizim irâdemizi Allahü teâlânın irâdesine bağlıyor. İnsanlardan, iyi şeyleri irâde etmeleri isteniyor. Böyle irâdelerinin, irâde-i ilâhiyyeden kuvvet alabileceğini söyliyor. Kulun her işi gibi, irâdesi de, cenâb-ı Hakkın izn vermesine muhtâcdır, diyor. Bir âyet-i kerîmenin meâl-i şerîfinin (Onlar için irâde ve ihtiyâr yokdur) olduğunu yukarıda bildirmişdik. Kureyş kâfirleri, (Şu Kur’ân, Mekkenin veyâ Medînenin ileri gelenlerinden birine indirilseydi) diyorlardı. Bu âyet-i kerîme, insanlarda, kimin Peygamber olacağını seçmek irâdesinin bulunmadığını bildirmekdedir. (Allahü teâlâ, insan ile kalbi arasına girer) meâlindeki âyet-i kerîme de, Beydâvî tefsîrinde bildirildiği gibi, Allahü teâlânın, kalblerdeki en gizli şeyleri gördüğünü, bildiğini anlatmak için gönderilmişdir.
Âdem aleyhisselâm ile Mûsâ aleyhisselâmın konuşmalarını ve Âdem aleyhisselâmın kazandığını bildiren hadîs-i şerîfe gelince: Ehl-i sünnet âlimlerine göre “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Âdem aleyhisselâmın beğenilmeyen işinde, kesb, kazâ ve kader ve tevbe bir araya toplandı. Tevbe ile kesb birleşince, iki zıd elektrik yükü gibi, birbirlerini yok etdiler. Ortada yalnız kader kaldı. Kazâ ve kader için de, kimseye birşey denilemiyeceğini bildiriyorlar. Âdem aleyhisselâmın yapdığı işin kendine olan tarafı tevbe ile düzeldikden sonra, evlâdına olan tarafı, ya’nî insanların yeryüzünde yaşamalarına sebeb olması, insanlar için bir kader-i ilâhîdir.
Yukarıda geçen âyet-i kerîmelerde işlerin yalnız Allahın irâdesi ile olacağının bildirilmesi de, kaderin kazâ hâlini aldığı hâller içindir. İnsanlar, kendi irâdeleri ile kaderdeki işleri yapmağa başlar. Allahü teâlâ da bunları irâde etdikden sonra, iş kazâ hâlini alır. Ya’nî meydâna gelir. İşte kaderdeki işler, kazâ hâline gelince, insanların irâdesi artık bunu değişdiremez. Se’âdet veyâ felâket geri dönemez. (Yasîn) sûresinin, (Onların önlerine ve arkalarına sed çekdik. Gözlerini perdeledik. Artık görmezler) meâlindeki âyet-i kerîmesi ile Bekara sûresinin baş tarafındaki (Allahü teâlâ onların kalblerini mührledi. Kulaklarını ve gözlerini perdeledi) meâlindeki âyet-i kerîme, bu hâli haber vermekdedir. Bu âyet-i kerîmeler, ayrıca gösteriyor ki, kendilerini herhangi bir sûretle, Allahü teâlâya sevdirenler himâye edilir ve dahâ çok hidâyete kavuşdurulur. Gadab-ı ilâhîye sebeb olanlar da, kötü işlerinde terk edilirler. Pek nâzik ve ince işler, bu sevgiye veyâ gadaba sebeb olabilir. Bunun için, insanın Allahına karşı çok uyanık olması lâzımdır. Kaderde bulunan işler, kazâ hâline gelmeden önce, insan dış etkilerin baskıları altında kalsa bile, irâde ve ihtiyârı elindedir.
İnsanlar irâde sâhibidir. Düşüncelerinde ve hareketlerinde hürdür. Fekat, düşünceleri ve işleri, bir sebebe bağlıdır. Bu sebebler insanı hür olmakdan çıkarmaz. Çünki, bu sebebler olmadan da, irâde sâhibidirler ve sebebsiz olarak da irâde eder ve yaparlar. Sebebler varken, insan istemezse, iş çok zemân olmaz. Sebeblerin bulunması, işin yapılmasını îcâb etdirseydi, Allahü teâlânın da irâde ve ihtiyârı bozulurdu. İnsan bir işi yapıp yapmamağı irâde etmeden önce, zihninde düşünür, tartışır. Hangi taraf ağır gelirse, onu irâde eder. Bir satıcı ençok para veren müşteriye satar. Bu müşteri, malı satıcıdan cebren alamaz. Satıcı çok para veren adama satmağa mecbûr gibidir. Biri çıkıp da, az para verene satamazsın diyerek kızdırırsa başka düşünceler ve yeni tartışmalarla, buna satmağa da mecbûr olabilir.
Allahü teâlâ, gönderdiği dinler ile, insanlara iyi ve kötü işleri ve bunlara karşılık olan ni’metlerini ve azâblarını bildirerek, kulların irâdelerine sebebler hâzırlamakla berâber insanların zihnlerinde, onları iyi ve kötü yollara sevk edebilen ve birbiri ile tartışmakda, çekişmekde bulunan sebebler, düşünceler de yaratmışdır. Allahü teâlânın bildirdiği ve zihnde yaratdığı sebeblerin çatışmasından, iyilik tarafı ağır basarsa, insan iyi tarafı irâde eder. Meselâ bir me’mûr, iyi çalışmasını îcâb etdiren kanûn ve nizâmları bilirken, kanûna uymazsa, meselâ rüşvet alırsa, vicdânında kanûnun yasağına karşı ağır basan bir sebeb, bu yolsuzluğu yapmağa onu zorlamışdır. Yapılmayacak bir işi, dayanamamış, yapmışdır. Para teklîf edilmesi ve Allahü teâlânın zihnde yaratdığı para sevgisi, rüşvet almak irâde ve ihtiyârına mecbûr etmiş ise de, kanûn bunu iyi karşılamaz.
Hükûmet kanûnları gibi, din ve ahlâk kanûnlarını koyarak, onlara uymağı sıkı emr eden Allahü teâlânın, öte yandan hep kötülük isteyen nefs-i emmâreyi insanlarda yaratması, hükûmetin me’mûru tecribe için el altından rüşvet göndermesine, me’mûrun da, yaman bir imtihân geçirmekde olduğunu anlayarak dikkatli ve uyanık olması îcâb etmesine benzer.
Aklları yoran, fikrleri yıpratan bu ince bilgileri, din âlimleri, müslimânların başına belâ etmemişdir. Âlimler incelemişler ve binlerle kitâb yazmışlardır. Dinde reformcuların, çocukların sormalarına, incelemelerine hak verip de, din âlimlerinin incelemelerini ve yazmalarını kötülemelerine şaşılır.
Tabî’iyyecilerden bir kısmı ve komünistler, herşeyi tabi’at yapıyor dedikleri hâlde, bu gizli kuvveti anlıyamıyorlar. Herşeyin gizli bir kuvvet altında yapıldığına inanmak, müslimânlar için, niçin bir suç olsun?
Kazâ ve kader bilgisinde, şeyh-i ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, başka bir yol tutmuşdur. Bağdâd Müftîsi Şihâbüddîn Mahmûd Âlûsî de, bu yolda yürümüşdür. Bunlara göre, hayr ve şerri irâde etmek, insanın bir özelliğidir. Bu özellikleri, Allahü teâlâ yaratmaz. Meselâ: Allahü teâlâ, elmayı elma yapmadı, yalnız onu yaratdı derler. Son söz olarak deriz ki, Ehl-i sünnet âlimlerine göre, (İnsan birşeyi irâde edince, Allahü teâlâ da irâde ederse, o şeyi yaratır. İnsanın her işi, bu iki irâde ile hâsıl olmakdadır. Birinci irâdeye göre, insan mes’ûldür. Fekat işler ikinci irâde ile meydâna gelmekdedir.)
Dinde reformcuların dediği gibi, islâm âlimlerinin kazâ ve kader üzerinde çok kitâb yazmaları, vehmler, hayâller ve hurâfelerle uğraşmak değildir. İlm üzerine dayanan incelemelerdir. Cinlerin, perilerin, vampirlerin hayâllerini karışdırmışlar demeleri de, islâm âlimlerine karşı büyük bir iftirâ ve saygısızlıkdır. Kadınlarda, câhillerde, çocuklarda çok bulunan bu hayâllerin ve efsânelerin geldiği yer, islâm âlimlerinin kitâbları değil, Avrupadan, Amerikadan gelen hayâllerle, cinâyetlerle doldurulmuş olan romanlar ve filmler ve yehûdî ve hıristiyanların bozuk inançları olsa gerekdir.
Evet, cin vardır. Buna inanmak lâzımdır. Fekat, vehmleri, hayâlleri cin sanmak yanlışdır.
Müslimânların kazâ ve kadere inanmasını, çalışmağa, ilerlemeğe mâni’ gibi göstermeğe kimsenin hakkı yokdur. Bu iftirâlar, komünistlerden ve masonlardan sızıp gelmekdedir. Kazâ ve kadere îmân, çalışmakda gevşeklik göstermeği veyâ egoist olmağı önler. İnsanların anlayışları, bilgileri ve güçleri dışında kalan hâdiseleri, tesâdüfün şu’ûrsuz irâdesine bırakmakdan ise insan kendi irâdesinin çarkını, atomdan güneşe kadar herşeyi kaplayan düzgün bir makinanın hareketlerine bağlarsa, ya’nî tedbîrini takdîre uydurmağa çalışırsa, işlerinin dahâ başarılı olacağı meydândadır. Cebriyye mezhebinde olanları susdurmak için onlara deriz ki: Tehlükeli bir yerde düşmanın hücûm edeceği haber alınsa, siz de buna inansanız, (takdîr ne ise, onu yaparlar. Başka birşey yapamazlar. Allahın takdîr etdiğine çâre bulunmaz) diyerek, râhat oturur musunuz? Yoksa karşı koymağa veyâ tehlükesiz bir yere gitmeğe hâzırlanır mısınız? Böylece, insanlarda tehlükeden kurtulmak ve ihtiyâclarını elde etmek için, çalışmak hissinin, yaratılışda bulunduğu, Cebriyye tarafından da bildirilir. İnsanın ufak tefek işlerde kadere inanıp da, böyle tehlükeli veyâ muhtâc olduğu zemânlarda inanmaz olması da düşünülemez.
Müslimânların geri kalmasını, cehâletde, gafletde ve tenbellikde aramalıdır. Cehâletin nerden ve nasıl geldiğini de dahâ önceki sahîfelerde bildirmişdik. Kazâ ve kader gibi yüksek bilgileri, kabâhatin içine karışdırarak, müslimânların îmânlarını bozmağa çalışmamalıdır.
31 — (Avrupa kıt’ası küçük ve çok kalabalık ve toprağı fakîr olduğundan Avrupalılar yaşayabilmek için, tabi’atla çarpışmağa, fen ve san’atda ilerlemeğe mecbûr oldu. Muhtâç olan Avrupalıların birbiri ile döğüşmesi de, buna sebeb oldu. Afrikada sıcak havalar insanları gevşetdi. Ekvator ormanlarındaki bol ve çeşidli meyvalar tenbelliğe sebeb oldu. Asyada, Afrikanın kızgın çölleri ve Avrupanın buzlu dağları olmadığı için, Asyalılar râhat yaşadılar. Hayâtı kazanmak için kolay çalışdılar. Asya kıt’ası medeniyyetin beşiği oldu. Demek ki, şarklı bir millet de çalışabilir, yükselebilir. Osmânlıların geri kalmasını, şarklı olmasında, iklimde aramamalıdır. Dinde, kazâ ve kader anlayışında aramalıdır) diyor.
Cevâb: Osmânlıların kazâ ve kaderi yanlış anladıklarını, insanların kendilerine kıymet vermeyip, hâdiselere teslîm olduklarını bir an için kabûl etsek bile, çöküntüyü meydâna getiren sebebler başkadır. Bunu kısaca açıklıyalım:
Müslimânların hâdiselere teslîm olmasını hoş görmeyen ilericiler, gözlerini açar açmaz, milletin bu hâlinden istifâde ederek, onları aldatmağa, mevkı’ ve menfe’at kapışmağa koyuldular. Onlar memleketin yükselmesi için çalışsalardı, itâ’ate ve teslîmiyyete alışmış diyerek kötüledikleri bu millet, onlara da teslîm olur, yükselmekde güçlük çekilmezdi. Görülüyor ki, kabâhat milletde değil, milleti doğru yola sürüklemiyen, koltuk sâhibi ilericilerdedir.
Milletin uyanması elbette lâzımdır. Fekat, koca millet, hep birden uyanamaz ya. Önce uyananlar, iyi yolda çalışmadılar. Yalnız kendilerini düşündüler. Kötülüklere âlet oldular. Geri kalanlar uyanmadan, biz kendi keyfimize, kendi kazancımıza bakalım dediler. Bizden sonra ne olursa olsun, yeter ki, post elden gitmesin diyerek sandalyelerini, koltuklarını sağlamlaşdırmak için, milletin gözünün kapalı kalmasına çalışdılar. Milletin uyanmasına, yükselmesine mâni’ bir iken iki oldu. Halk, gaflet uykusundan uyanmağa mı, yoksa açıkgözlerin uyutmasından kurtulmağa mı çalışacağını şaşırdı. Osmânlıların “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çökmesine, eskiden kalma uyuyanlar değil, yeni türeyen yobazlar, dinde reformcular sebeb oldu.
32 — (Dinde reform yapmalıyız. Önce îmândan başlamalıyız. Îmân, yalnız kalb ile inanıp, dil ile söylemek olmaz. Din, iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini ayırıyor. İyilik îmânın şartı, fenâlık îmânsızlığın sebebi olmalıdır. Farzların çeşidli şartları olduğu gibi, îmânın da adâlet, istikâmet, hubb-ı vatan, şeref, nâmûs gibi şartları olmalıdır. Âmentünün altı şartı islâmiyyet olamaz. Mükemmel bir sosyal din olan islâmiyyet, bu yüzden sefâlete sebeb oluyor. Îmânın, mü’mine bir kıymet verecek sûretde düzeltilmesi lâzımdır) diyor.
Cevâb: Îmân yalnız inanmak mıdır? Yoksa, reformcunun yukarıda söylediği gibi, îmânın güzel işlerle birlikde olması şart mıdır? İslâm âlimleri, asrlarca önce bunu incelemişler, bu yüzden fırkalara ayrılmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerine göre “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” îmân, yalnız kalb ile inanmakdır. Dil ile söyleyemezse, afv olur. Mu’tezile ve hele hâricî denilen fırkalar, amelsiz îmân olmaz. Büyük günâh işleyen îmândan çıkar, dediler. Fekat, bu fırkaların ayrılması, hep Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladıkları bilgilere dayanmakdadır. Dinde reformcular ise, din bilgilerinden hiç haberleri olmadan, kendi noksan aklları ve bozuk düşünceleri ile, îmânı değişdirmeğe kalkışıyorlar. Çok haklı görünen ve pek gizli tehlüke taşıyan bir fikri, gençlere aşılamağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın dînine hem inanan, hem de uyan bir müslimân ile, yalnız inanıp da, islâmiyyete uymayan müslimânı karşılaşdırıyor gibi görünerek, islâmiyyete uymağı korumakdan ziyâde, i’tikâdı kıymetden düşürmeğe, açıkcası, müslimânların îmânlarını bozmağa çalışıyorlar. Nitekim koca reformcu moskof Kazanlı Mûsâ Beykiyef de, (Rahmet-i ilâhiyye burhanları) adındaki kitâbında, (Dünyâda ilerlemiş olan kâfirlerin yanında geri kalan müslimânlara mü’min denilmiyeceği ve her din, her i’tikâd hak olduğu için, bir müşrikin, bir kâfirin kötü bilinemiyeceği) yazılıdır. Böyle yazıların, müslimânlara mahsûs olan îmânı kıymetden düşürmek için hâzırlandığı meydândadır. Mûsâ Beykiyef, dünyâdaki müslimânlara, dinde reform fikrini aşılamağa çalışmakdadır.
İslâm memleketlerindeki dinde reformcular kurnaz davranarak, müslimân görünüyorlar. Dîni kuvvetlendirmek, yükseltmek istediklerini söyliyorlar. Sözlerine, yazılarına dikkat edilince, dînin insan tarafından yapıldığını, islâmiyyeti Muhammed aleyhisselâmın ortaya çıkardığını, Allah tarafından gönderilmiş bir din olmadığını kabûl etdikleri görülmekdedir.
Dinde reformcuların yukarıdaki, (iyi işleri îmâna katmalı) sözü, islâm âlimleri arasında eskiden beri tartışılan bir bilgiyi meydâna çıkarmak olmayıp, iyi iş yapmağı îmândan üstün tutmak, dahâ doğrusu dînin temeli olan îmânı ve ibâdetleri atarak, yalnız iyi işleri, güzel bildikleri ahlâkı, son asrın terbiye metodları ile karışdırarak, buna islâmiyyet ismini vermek demekdir. Bu da, dîne yalnız dünyâ için inanmakdır.
Dinde reformcular, yalnız ahlâkı ve dünyâ düzenini düşünüyorlar. Kitâbımızın başında açıkladığımız gibi, (dînin aslı, esâsı yok ise de, ahlâkı düzelten fâideli bir kuvvet olduğu için, yalancıkdan inanmak ve milleti de, aslı varmış gibi inandırmak iyi olur) diyorlar. Amelin, îmânın şartı olmasını istiyorlar. Fekat, bu arzûlarına akl ile ve nakl ile hiçbir delîl, hiçbir sened gösteremiyorlar. Yalnız, (amelsiz îmân neye yarar? Kelâm âlimleri, ameli îmâna katmamakla, mükemmel bir sosyal din olan islâmiyyeti, nazarî, teorik bir din hâline düşürmüşler) gibi ilm ile ve akl ile ilgisi olmayan, yalnız hissi okşayan ve câhillerin anlamasına uygun olan şeyler söylüyorlar. İslâm âlimlerine düşmanlıkları ateşinin, akl gözleri üzerine yığdığı dumanlar arasında, bu sözleri sayıklıyorlar. Kelâm âlimlerinin kitâblarından haberleri olmadığı için, müslimân adını taşıyanlarda gördükleri ahlâk bozukluğuna çâre olarak islâmiyyete saldırıyorlar. Bunların ne kadar haksız ve ne derece ahlâksız olduklarını gün ışığına çıkarmak için, islâm âlimlerinin ve tercîhan Ehl-i sünnet (kelâm ilmi) mütehassıslarının sözlerini kısaca bildirmeyi uygun görüyoruz:
Ehl-i sünnet mezhebine göre, büyük günâh işliyenin îmânı gitmez. Ya’nî kâfir olmaz. Günâh işleyen müslimâna (fâsık) denir. İ’tikâdı, ya’ni îmânı sağlam olan fâsıklar, âhıretde Cehennem azâbını yâ görür veyâ görmez. Görür ise, sonra mağfirete kavuşarak, Cehennemden çıkar. Müslimânlığın temeli, Allahü teâlânın birliğine ve Allahın peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği belli olan ahkâmın, ya’nî emrlerin ve yasakların hepsini Allah tarafından getirmiş olduğuna inanmakdır. Ya’nî emrleri yapmak ve yasak edilenleri yapmamak îmânın şartı değil ise de, yapmak ve yapmamak lâzım olduğuna inanmak îmânın şartıdır. Böyle îmânı olmayan, ya’nî müslimân olmayan kimseye (kâfir) denir. Kâfirler, ne kadar iyi iş ve insanlara fâideli buluşlar yapsa da, âhıretde azâbdan kurtulamaz. İbâdetler ve bütün iyi işler kıymetli ise de, bunları yapmak, îmânın yanında ikinci derecede kalır. Îmân temeldir. İyi işleri yapmak, fürû’âtdır, ya’nî ikinci derecededir. Îmânın ve îmân ile birlikde olan işlerin dünyâda da, âhıretde de, fâideleri vardır. İnsanı se’âdete ulaşdırırlar. Îmânsız olan iyi işler insanı dünyâda se’âdete kavuşdurabilir. Âhıretde fâidesi olamaz. Dinde reformcular, âhırete inanmadıkları için olacak ki, yalnız iyi işleri yapmağı düşünüyorlar. Yalnız dünyâ huzûrunu, se’âdetini düşündükleri için, ameli, ya’nî iyi işleri yapmağı i’tikâdın üstünde görüyorlar. İttihadcılar zemânında çıkarılan (Kavm-ı Cedîd) adındaki kitâbda, îmânı ve ameli olan hakîkî müslimânlara (Kavm-ı Atîk) ya’nî eski kafalılar, gericiler diyor. Bunlarla alay ederek, îmânı olan bir adam, ne kadar fenâlık yapsa, kıyâmetde kurtulur. Îmânı olmayan kimse, dünyânın her iyiliğini yapsa, fâidesini görmez derler diyor. Nûr sûresi otuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Kâfirlerin dünyâda yapdıkları iyi işleri, [insanlara fâideli keşfleri], çölün ilerisinde görünen serâba benzer. Susuz kalan adam onu uzakdan su sanır. Fekat, yanına varınca, umduğunu bulamaz. Kâfirler de, kıyâmet günü, dünyâda yapdıkları iyilikleri serâb gibi yapan, ya’nî yok eden Allahı bulur ve hesâbını Ona verir) ve İbrâhîm sûresi onsekizinci âyetinde meâlen, (Allaha îmân etmeyenlerin yapdıkları fâideli işler, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küller gibidir. Âhiretde o işlerin hiçbir fâidesini bulamazlar) ve Furkan sûresi yirmiüçüncü âyetinde meâlen, (Kıyâmet günü onların iyi işlerini, bizim için yapmadıklarından kimler için yapdılar ise, onlara doğru saçılan ince toz hâline getiririz) ve Kehf sûresi yüzüçüncü ve sonraki âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Emekleri en ziyâde boşa gidenleri haber verelim mi? Onlar dünyâda güzel iş yapdıklarını sanır. Hâlbuki boşuna uğraşan kimselerdir. Onlar, Rablerinin âyetlerine ve kıyâmetde Onun huzûruna çıkacaklarına inanmadılar. Biz de onların iyiliklerini yok ederiz. İyilikleri ile kötülüklerini ölçmeyiz) buyurulmakdadır. Bu âyet-i kerîmeler, Ehl-i sünnet i’tikâdının doğru olduğunu göstermekdedir.
Kâfirlerin dünyâda yapdıkları iyiliklerin yok olacağını bildiren âyet-i kerîmeler, bu iyiliklerin onlara sevâb ve fâide vermeyeceğini gösteriyor ise de, ba’zı âlimlerimize göre, Bekara sûresindeki seksenaltıncı ve Âl-i İmrân sûresindeki (Onların azâbı hafîfletilmeyecekdir) meâlinde olan seksensekizinci âyet-i kerîme gösterilince, zemân bakımından hafîfletilmeyecek, sonsuz azâb göreceklerdir demişlerdir. Bu âlimler, Enbiyâ sûresinde, kırkyedinci âyet-i kerîme olan, (Kıyâmet günü adâlet ölçüsünü ortaya koyarız. Kimseye bir zulm yapılmaz. Hardal dânesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur) meâlindeki ve (Zerre mikdârı iyilik yapan onun karşılığını bulur) meâlindeki âyet-i kerîmelere dayanmakdadırlar. Bundan başka, çok cömerd olan Hâtem-i Tâînin ve Peygamberimizin dünyâya geldiğini müjdeleyen câriyesi Süveybeyi sevincinden âzâd eden Ebû Lehebin azâblarının hafîfleyeceğini bildiren hadîs-i şerîfler vardır. Fahr-i âlemi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” çok seven Ebû Tâlibin azâbının hafîfleyeceğini bildiren hadîs-i şerîf ise, pek meşhûrdur. Dâr-ül-islâmda bulunan kâfirlerin, islâmiyyetin muâmelât kısmına uymaları lâzımdır. İslâmiyyete uymak da, sevâb kazandırır ve azâbı azaltır. Kâfirlere âhiretde sevâb ve mükâfât olmayacağı için, azâblarının azalacağı düşünülür. Bundan başka îmâna gelen bir kimse, îmâna gelmeden önce yapdığı iyiliklerin karşılığına kavuşur. Buhârîde ve Müslim-i şerîfde bildirildiğine göre, Hâkim bin Hazâm, îmâna gelince, evvelce yapmış olduğu iyilikleri sormuşdu. Buna karşılık olan hadîs-i şerîfde, (Evvelce yapmış olduğun hayrlı ve fâideli işlerin makbûl olmak üzere müslimân oldun) buyurulmuşdur. Îmâna gelen kimsenin evvelce yapdığı bütün günâhları afv olur. Çünki, bir müslimân, Allah korusun, îmândan çıkar, mürted olursa, yapmış olduğu bütün iyilikleri yok olacağı gibi, yeni îmâna gelen bir kimsenin evvelki günâhları afv olur.
[Bir kâfir îmâna gelince, bütün günâhları afv olup, tertemiz olacağı için, ona saygı ve sevgi göstererek, gönlünü kazanarak düâsını almağa çalışmalıdır.]
Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler îmânın kalbde olduğunu, ya’nî îmânın kalb ile tasdîk demek olduğunu göstermekdedir.
(Îmân edenler ve sâlih, iyi amel işleyenler) meâlindeki âyet-i kerîme ve (Mü’min olarak sâlih amel işleyenler) meâlindeki âyet-i kerîme, îmân ile amelin başka başka olduklarını göstermekdedir. Eğer amel, îmânın parçası olsa idi, âyet-i kerîmede ayrıca bildirilmezdi. Birşey başka şeye atf edilince, ikisinin başka başka oldukları anlaşılır. (Hucurât) sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen, (Mü’minlerden iki fırka birbiri ile döğüşürlerse, aralarını bulunuz!) buyuruldu. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerîmede, birbiri ile harb etmek gibi, günâh işliyenlere mü’min demekdedir. Bundan sonraki (Mü’minler, elbette kardeşdir. Kardeşlerinizin arasını bulunuz) meâlindeki âyet-i kerîme, bunların mü’min olduklarını bildirmekdedir. (Nisâ) sûresi kırkyedinci ve yüzonbeşinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Allahü teâlâ, şirki elbette afv etmez. Dilediği kimselerin, şirkden ya’nî îmânsızlıkdan başka günâhlarını afv eder) buyuruluyor. Bir hadîs-i şerîfde, (Cebrâîl aleyhisselâm bana geldi. Şöyle müjdeledi ki, Allahü teâlâya hiçbir şeyi şirk etmeden, ya’nî kâfir olmadan ölen bir kimse, zinâ etmiş ise de, hırsızlık etmiş ise de, sonunda gideceği yer Cennetdir) buyuruldu.
Yukarıdaki âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, îmân ile amelin başka başka olduklarını göstermekdedir. Amelin îmânın parçası olduğunu söyleyen mu’tezile fırkası ile hâricîler vesîka olarak meâl-i şerîfi, (Bir kimse kâfir olursa, Allahü teâlâya bir zararı olmaz. Çünki, Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtâç değildir) olan (Âl-i İmrân) sûresinin doksanyedinci âyetini ve meâl-i şerîfi, (Allahü teâlâ size îmânı sevdirdi, onu kalbinize yerleşdirdi ve size küfrü, füsûku ve isyânı çirkin gösterdi) olan (Hucurât) sûresinin yedinci âyetini sened gösteriyorlar. Âl-i İmrân sûresindeki doksanyedinci âyetden anlaşılan ma’nâyı, hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” şu sözü de kuvvetlendirmekdedir: (İsterim ki, dışarıya me’mûrlar, müfettişler göndereyim. Malı olup da, hac etmeyenleri bulup, cizye verdireyim. Çünki onlar, müslimân değildirler) diyorlar. Hâlbuki, âyet-i kerîmedeki ve hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” sözündeki küfr kelimesi, haccı inkâr etmek demekdir. Son âyetde, îmân ile fısk birbirine karşı tutulmuş ise de, îmânın fısk ile zıd olduğu anlaşılmaz. Çünki, güzellik ve çirkinlik bakımından birbirinden ayrılan nice şeyler vardır ki, bir yerde toplanabilirler. Yine bu sûrede, (Îmân etdikden sonra, fısk, ne fenâ ismdir) meâlindeki âyet-i kerîme, îmân ile fıskın yerlerini çok açık bildirmişdir. Fıskın mü’minlere yakışmaz bir sıfat olduğunu anlatmışdır. Fâsıkın îmânlı olduğunu anlatmışdır. Fâsıkın îmânı olduğu buradan da anlaşılmakdadır. Çünki, asl fenâlık ve yolsuzluk, îmân ile fıskın biraraya gelmesindedir. Kâfirdeki fısk, o kadar fenâ olmaz.
Allahü teâlânın var olduğunu ve bir olduğunu ve Peygamberi ile bildirdiği ahkâmı tasdîk eden bir mü’min, bu ahkâma uymakda kusûr ederse, elbette üzülür. Allahı ve Peygamberi tanımayan ve yapdığı iyilikleri, Allahın emri olduğu için değil de, başka sebeble yapan bir kimse, Allaha kul olmağı bile kabûl etmiyor. Bu ikisine karşı Allahü teâlânın mu’âmelesi, elbette bir olmaz. Bir adamın iki evlâdı olsa, birisi okumaz, yazmaz, çalışmaz, kimseye fâidesi olmaz. Fekat, babasının yanında edebli durur. Kabâhatlerini düşünerek mahcûb olur. Babası, bu çocuğun kahrını çeker. İkinci çocuğu çalışkan, gözü açık, herkesin işine yarar. Fekat, birgün babasına karşı gelerek: Sen kim oluyorsun? Seni tanımıyorum, gibi ağır şeyler söyler. O anda her iyiliği yok olur. Bunu kovar, sonra yalvarıp afv dilemekden başka çâresi olmaz. İşte, fâsık olan mü’min ile kâfir, bu çocuklara benzer.
Müslimânlığa inanan ve seven bir adamı, kusûrlarından dolayı müslimânlıkdan çıkarmak doğru değildir. Îmân, müslimânlık esâslarını kabûl etmek ve bütün ahkâmına uymakda kusûr etse bile, saygı göstermek olduğundan, müslimânlığın temelidir. Amel îmândan bir parça olsaydı, her günâh işleyen, kâfir olurdu. Dünyâda müslimân kalmazdı. Hadîs-i şerîflerde ba’zı iyilikler îmâna, ba’zı kötülükler küfre bağlı olarak bildirilmiş ise de, böyle buyurulması, bu iyilik ve kötülüklerin şiddetini, derecesinin çokluğunu bildirmek içindir. Başka âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin yardımı ile, bunların, îmândan veyâ küfrden parça olmadıkları anlaşılmakdadır. (Hayâ îmândan bir şu’bedir), (Temizlik îmânın yarısıdır), (Îmân nemâzdır), (Mü’min, insanların emîn olduğu kimsedir), (Mü’min, mü’min iken zinâ etmez), (Mü’minde her huy, her tabî’at bulunabilir. Yalnız hâinlik ve yalancılık bulunmaz) hadîs-i şerîfleri böyledir. Bu hadîs-i şerîfler, hayâ, tahâret, nemâz, emânet, iffet, doğruluk gibi iyiliklerin olmaması ve yalan, hâinlik ve zinâ gibi kötülüklerin bulunması îmânın olmaması gibidir diyerek, bunların ehemmiyyetlerini bildirmekdedir. Ba’zı amellere îmân kadar kıymet verilmekle, bunların ehemmiyyetleri bildirilmişdir. Dinde reformcular, buna karşılık olarak, Peygamberlerin îmâna dâhil etdiği şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin îmândan ayırmağa ne hakları olabilir derlerse, (Mü’min olarak ölen kimse, zinâ etmiş ve hırsızlık etmiş ise de, sonunda Cennete girer) hadîs-i şerîfi, bunlara cevâb vermekdedir. (Ankebût) sûresinin ikinci âyet-i kerîmesinde, (İnsanların, îmân etdik demekle bırakılmayarak, din yolunda karşılaşacakları sıkıntılara katlanmalarına göre, îmân etdik sözlerinin doğru veyâ yalan olduğu anlaşılacağı) meâl-i şerîfi ile bildirilmekdedir. Bu âyet-i kerîmede, sıkıntılara dayanmanın çok mühim olduğu anlatılmakdadır.
(Ahzâb) sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile birlikde cihâda gidenlere mâni’ olan ve gösteriş olmak için, arasıra katıldıkları muhârebelerde, Resûlullaha ve Eshâb-ı kirâma yardım etmiyen, harbin tehlükeli anlarında ölü gibi hareketsiz durup, ganîmet paylaşılırken dilleri kılıçlarından keskin ve süngülerinden uzun olan ve hayrlı işlerden kaçınan kimselerin mü’min olmadıklarını bildiriyor. Hakîkî ve sağlam îmân sâhiblerinin böyle olmayacakları, böyle yapanların hiçbir ibâdetinin ve fâideli işlerinin kabûl olmıyacağı açıklanıyor. Tâbi’înin büyüklerinden olan Hasen-i Basrî hazretlerinin meşhûr bir sözü vardır: İçinde yılan bulunduğu bilinen bir deliğe insan elini sokmaz. Eğer sokarsa, içinde yılan bulunduğuna inanmamış demekdir. Bunun gibi, Allahü teâlâya ve Cehenneme inanan bir kimsenin, islâmiyyetin yasak etdiği şeyleri yapmaması lâzımdır. Günâh işliyenler, Allah kerîmdir, afv etmesini sever. Ona güveniyoruz da yapıyoruz derlerse, bu söz, delikdeki yılanın sokmamasını düşünerek elini koymağa benzer.
Günâhlar nefse tatlı gelmekdedir. Mü’min, nefsine aldanarak günâh işliyebilir. Fekat, günâh işlerken, aklı ve îmânı onu üzmekdedir. İnsan, aklı ile îmân eder. Nefse tatlı geldiği için de, günâha sürüklenir. Bundan dolayı, îmân ile isyânın başka başka olduğu anlaşılır. Yılanın deliğine el uzatmak, nefse tatlı gelseydi veyâ bu iş nefse tatlı gelen bir şeye sebeb olsaydı, meselâ, elini uzatırsan, sana şu kadar para var denilse idi, o zemân nefse uyar, elini belki uzatırdı.
İşdeki, ameldeki bozukluk, insanı dinden çıkarmaz. Günâh işlemek, kalbdeki îmânı bozarsa, meselâ günâh olduğuna inanmıyarak yaparsa, o zemân küfr olur. Zünnâr denilen papaz kuşağını bağlamak ve puta tapınmak gibi kâfirlere mahsûs olan ve küfr alâmeti sayılan iş, kalbdeki îmânı gideren ve inkârı gösteren alâmet kabûl edilmişdir. Reformcular, bir müslimân, birşeyi kullanmakla neden kâfir olsun diyor. El, ayak, baş ile yapılan bir iş, kalbdeki îmânı nasıl götürür diyorlar. Evet, bu işlerin kendileri küfr değildir. Fekat, kalbdeki îmânın bozuk olduğunu haber veren birer alâmetdirler. Kur’ân-ı kerîmi pis yerlere atmak ve islâmiyyetin emr ve yasaklarından biri ile alay eden söz, yazı, karikatür, temsil ve filmler yapmak ise, kendileri küfr olan işlerdir.
Amelin ya’nî işlerin îmâna şart olmasını isteyen dinde reformculara dikkat edilirse, aralarında nemâz kılanı, oruc tutanı, içki içmiyeni, domuz eti yimeyeni yok gibidir. Kendi düşüncelerine göre, kendilerine müslimân denilebilmesi için, bu kötülükleri yapmamaları lâzımdır. Bu hâlleri, teklîflerinin samîmî olmadığını ve iyi işler yapmak değil, îmânı yıkmak istediklerini göstermekdedir. İyi işleri îmâna şart koşarsak, Peygamberlerden başka, bütün kötülük yapanların müslimân olmamaları lâzım gelir. Yer yüzünde kimseye müslimân denemez olur. Bu reformcular seçdikleri birkaç güzel huyun îmâna şart olmasını istiyorlar. Çünki, bunlara göre, dîni insanlar yapmakdadır. Onun içindir ki, istedikleri işleri, iyi olarak seçmekdedirler. Dikkat edilirse, bunlar zinâ etmek, içki içmek, zekât vermemek, nemâz kılmamak gibi kötülükleri kötülük kabûl etmiyorlar ki, bunları yapmamağı, îmânın şartı bilsinler. İslâmiyyet, birçok kötülüklere dünyâda da cezâ vermekde ve iyiliklere teşvîk etmekdedir. Zâten, âlimlerin zâlimlere ve her müslimânın birbirine, mümkin olduğu kadar, (emr-i ma’rûf) ve (nehy-i münker) yapması ya’nî nasîhat etmesi farzdır. İslâmiyyet iyi işlerin yapılmasını ve kötü şeylerden sakınılmasını böyle sağlamış iken bunu kâfî görmiyerek, dahâ doğrusu, bunların hiçbirini yapmıyarak, diledikleri ba’zı işleri îmânın şartı saymakdan ve böylelikle birçok müslimâna kâfir demeğe kalkışmakdan gâye ne olabilir?
Zünnâr bağlamak ve puta tapınmak gibi işleri islâmiyyet küfr alâmeti saymışdır. Bir insan, başka bir dîne mahsûs olan bir işi yapmakla, o dîne girmiş olması lâzım gelmezse bile, o dîne mahsûs şeyin kendinde görünmesini kabûl etmiş olur. Böylece, kalbindeki îmânın sarsılmış olduğu düşünülebilir. İmâm-ı a’zam ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (İslâmiyyete hangi yol ile girilirse yine o yol ile çıkılabilir) buyurmuşdur. Buradaki yol, kalbin inanması demekdir. Ya’nî, kalbe îmân girince, müslimân olur. Kalbden îmân gidince, müslimânlıkdan çıkar buyurmakdadır.
Müslimânım diyen kimsenin, kâfirlere mahsûs şeyleri zarûret olmadan yapmaması ve kullanmaması, kâfir zan olunmakdan çekinmesi lâzımdır. Müslimânlar, müslimânlığa mahsûs şeyleri yapmakla, alay olunmasını düşünmemeli. Hurmet duyulacağını düşünmeli ve bu hareketinden şeref duymalıdır. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiği şeyleri kalbdeki îmânla bunun ne alâkası var diyerek hafîf görmek câiz değildir. Çünki, kalbden bütün a’zaya yol vardır. İslâmiyyetin emr etdiği işler, iyidir. Yasak etdiği işler, kötüdür. İnsanlar, bugün bunu anlamasalar da, doğrusu budur. İslâmiyyetin yasak etdiği şeyler yapılınca, kalb kararır, katılaşır. Büyük günâhlar çok yapılırsa, îmân gidebilir.
İslâmiyyetin emr etdiği vazîfeleri yerine getirmek lâzım olduğu gibi, her birinin vazîfe olduğuna inanmak da ayrıca lâzımdır. Böyle inanan bir müslimân, bu vazîfeleri elbette seve seve yapacakdır.
Kalb ile inanmak, müslimânlığın temeli olduğu gibi, amellerin de en üstünü budur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine işlerin en üstünü hangisidir diye soruldukda, (Allaha ve Resûlüne inanmakdır) buyurdukdan sonra, âmentüyü okumuşdur. Bu hadîs-i şerîf Buhârîde yazılıdır.
İslâmiyyetde îmânın esâs olması, amellerin, ibâdetlerin ehemmiyyetini azaltmaz. Çünki, amellerin yapılmasına sebeb, îmândır. Sebebin kuvvetli olması, netîceyi emniyyet altına alır. Îmânı kuvvetli olan bir müslimân, amellere dahâ çok ehemmiyyet verir. Müslimânların her amele, her vazîfeye de ayrı ayrı îmân etmesi lâzım olduğu için, günâh işleyenler, îmânlarının sarsılacağını, hattâ gideceğini düşünerek titrerler. Hattâ bir günâhı işlemeyen kimse bile, o günâha ehemmiyyet vermese, ne olurmuş dese, kâfir olur. Ba’zı işleri îmâna katmak isteyen dinde reformcular, amellerin ehemmiyyetini acabâ bu kadar anlayabilmişler midir? Yalnız kalb ile inanmakla müslimânlık olmıyacağını, amellere, işlere bakmak lâzım olduğunu söyleyenler, bu amellerin Allah için ve âhireti kazanmak için değil de, dünyâ için ve dünyâ se’âdeti için olmasını düşünüyorlar.
Dînin emrlerini, yasaklarını kabûl et, îmân eyle de, bunları ister yap, ister yapma, artık bundan râhat birşey olamaz demeleri de yanlışdır. Çünki, bu emr ve yasaklara ehemmiyyet vermeyen kâfir olur.
Îmân, kalbin inanması demekdir. Bunun hâsıl olması için, önce ilm lâzımdır. İlm ile amel başka başka şeydir. Amel, ilme pek lâzım ise de, ikisi aynı şey olamaz. Fransızların (Bon penser et bien dire ne sert rien sans bien faire) atasözleri de, ilm ile ameli birbirinden ayırmakdadır. Ya’nî, iyi düşünmek, iyi söylemek, iyi iş yapmadıkça, birşeye yaramaz demişlerdir. Fekat, dînimiz, bu atasözüne karşı olarak iyilik yapmaksızın iyi düşünmek, ya’nî, yalnız îmân fâide verir demekdedir.
Buraya kadar yazılanlardan anlaşılıyor ki, Allahü teâlâya inanarak değil ve Onun emri olduğu için değil de, başka sebeble yapılan iyi işler, ya’nî îmânsız olan ameller, kıymetsizdir. Amelsiz olan îmân ise, kıymetli ve fâidelidir. Müslimânlar, âhiretde azâb çekmek ihtimâlinden kurtulmak için, islâmiyyetin ahkâmını yerine getirirler. Hele, dünyâda se’âdete kavuşmaları, bu ahkâmı yapmakla olur. Amel, îmânın şartı değilse de, îmânın kemâlinin şartıdır. Îmân bir bakımdan, ilmdir. Dünyâda her terakkî ve se’âdet, ilmden bekleniyor da, âhiretde kuvvetli ilme dayanan îmân sebebi ile insanın se’âdete kavuşmasına niçin şaşılıyor? Bu kadar kıymetli olan îmânı ehemmiyyetsiz zannetmemelidir. Bunu, kazandıracağı ebedî mükâfâtın büyüklüğüne karşı küçümseyenler, ele geçirmekle şereflenmemiş olan zevallılardır.
Zemânımız insanları, dünyâ menfe’atlerini ele geçirmek için, çok ince düşünüyor ve çalışıyor, didiniyorlar da, sonsuz bir se’âdet ve felâket karşısında bulunduklarına inanmağa ehemmiyyet vermiyorlar. Bunu hiç düşünmüyorlar. Allahü teâlâ insanlara akl verdi. Buna karşılık, onlara fâideli vazîfeler yükletdi. Bunları bildirmek için, Peygamberler gönderdi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. İnsan dünyâdaki hayât mücâdelesini ve yaşama kanûnlarını bilmezse, yâhud bilip de onlara göre çalışmaz ise, zararını gördüğü gibi, bu kanûnları koyan Allahın dahâ çok bir ehemmiyyetle emr etdiği din ve âhıret kanûnlarını bilmemek, bilse de, bunlara uymamak da, elbette zararlı olur. Sefîl ve sıkıntıda yaşayanları niçin yaratdı. Onların ne kabâhati vardır demek yersiz olduğu ve onlara bir fâide vermediği gibi, (Âhıretde azâb çekdireceği insanları neye yaratdı?) demenin de, fâidesi yokdur. Dünyâya gelmesi ve ölmesi kendi elinde olmayan insanın, Allahın dünyâ ve âhiretdeki kanûnlarına dil uzatmağa ne hakkı vardır? Ancak, bu kanûnlara uymakla se’âdete kavuşabilir.
Komünistlerin, masonların yalanlarına, iftirâlarına aldanmış olan birkaç câhil, (Din ne imiş? Cenneti, Cehennemi kim görmüş, böyle lâflar, ilk insanların, yobazların masallarıdır, uydurma şeylerdir) diyorlar. Bunlar, fen bilgilerini ve islâm târîhini, vicdanlı öğretmenlerden okuyup anlasalardı ve fendeki ilerlemelerin, yeni buluşların, islâm inanışlarını kuvvetlendirdiğini, isbât etdiğini görselerdi islâmiyyete sımsıkı sarılırlardı. Yâhud, hiç olmazsa, ona karşı saygılı, edebli olurlardı. Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, doğru yazılmış kitâblardan öğrenselerdi, Onun aklına, güzel huylarına, başarılarına âşık olurlardı. Yüzbinlerle insanın, Ona candan bağlandıklarını, Ona karşı edeblerini, itâ’atlarını, aşırı sevgilerini ve mallarını, canlarını Onun için fedâ etdiklerini gösteren vak’a ve olaylar, dünyâ târîhlerinin binlerce sahîfelerini doldurmakdadır. Bütün iyiliklerin kaynağı, bütün güzel huyların üstâdı olan böyle bir zâtın, Allahın Peygamberi olduğu, güneş gibi meydândadır. Tek başına işe başlayıp, aklı ile, sabrı ile ve keskin görüşü ve cesâreti ile yer yüzünün iki büyük devletini yere serecek kahraman, fedâkâr bir milleti, yirmiüç sene içinde meydâna getirmesi ve öldükden sonra da, kıyâmete kadar bütün insanları huzûra, se’âdete, medeniyyete kavuşduracak değişmez bir kitâb bırakması, akl ve insâf sâhiblerinin îmân etmesi için yetişir. Başka bir mu’cize ve şâhid aramağa lüzûm yokdur. Bu yüce Peygamberin sözlerine inanmamak târîhi ve olayları inkâr etmek olur. Böyle bir zâtı bilip de inanmıyan, nefsinin, şehvetinin esîridir. Yâhud iyilikleri, çalışmağı, yükselmeği, sevişmeği, sosyal adâleti istemiyen ve kendinin ve bütün insanların se’âdetini düşünmeyen sapık bir kimsedir. Yâhud da, fenden, târîhden haberi olmayan bir kara câhildir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel hayâtını ve islâm dîninin emrlerindeki ve yasaklarındaki incelikleri ve fâideleri öğrenen her akl ve insaf sâhibinin, her düşünebilen insanın Ona hemen inanması, Ona âşık olması, seve seve müslimân olması, insanlık îcâbıdır. Evet Ebû Leheb ile Ebû Cehl, Onu görüp de ve Bizans İmperatoru Heraklius ile Îrân şâhı Perviz, mektûbunu okuyup da inanmadılar. Ona inanmamaları, câhil veyâ ahmak veyâhud bozuk rûhlu, kötü kalbli ve inâdcı olduklarının alâmetidir.
33 — Reformcu diyor ki, (Hıristiyan âlemi katoliklerin zâlim ateş gibi yakan, kan kusduran işkencesi altında inlerken, pek geride idi. Dînin bütün esrârını, kiliselerin karanlık meydânlarına benzeyen varlıklarında gizlenmiş gibi görünen ve anlaşılmaz bir lisanın kelimelerini sihrli bir tavr ile terennüm eden papazların önünde hıristiyanlar diz çökerdi. Kilise kaldırımlarını öper, hazret-i Îsâ ile kendi aralarında haberci sandıkları bu ma’bûdcukların ayaklarına kapanırlardı. Hocalar da Kur’ânı okurken, her ırkdan mü’minler bu anlayamadıkları şeyi sihrlenmiş gibi dinliyor. Hıristiyanlar içinde bir reformcu çıkdı. İncîli terceme etdi. İncîl anlaşılınca, Allahın vekîli gibi görünen papazlar küçülmeğe başladı. İslâmiyyetin Lütheri şimdi Asyada çıkdı. Bu reformcu Kazanlı Mûsâ Beykiyef, Kur’ânı türkçeye terceme ediyor. Bu haber müslimânların fikr ve vicdânının esâretden kurtulacağına bir müjdedir. Tâ, dördüncü halîfe zemânında siyâsete karışdırılan dînin dört mezheb imâmı tarafından ortaya konulan ahkâmı da şübhelidir.
Hak ve hakîkat nasıl parçalanabilir? Bir işin nasıl yapılacağını dört mezheb imâmı, başka başka bildiriyor. Bunların dördü de, nasıl doğru olabilir? Dört imâmın zekâlarının, ileride gelecek bütün insanların zekâlarının da yetişemiyeceği üstünlüklere ulaşmış olduklarını akl kabûl etmez. Yalnız onların çıkardığı ahkâm doğrudur. Başka dürlü hükmler çıkarmak, doğru değildir demek, insan aklını zincire vurmak olur.
İnsanların ihtiyâcı, zemâna göre değişmekdedir. Kur’ân-ı kerîmde işâret buyurulduğu gibi, (Her günün bir hâli vardır.) Dört imâmın eskiden çıkardıkları donmuş hükmleri, her gün değişen ihtiyâçlara ölçü olarak kabûl etmek, Kur’ân-ı kerîme uymamak olur. İslâmiyyeti kuran, bunların olacağını bildiği için, ahkâmın zemânla değişeceğini bildirmişdir. Değişen ve yenileşen ihtiyâçları, uygunsuz hükmlerle ölçmek, islâmiyyete uygun değildir. Dört imâmın ictihâdı, din demek değildir. Bu âlim ve fâdıl adamlar, Kur’ândan ve hadîslerden dînin ahkâmını çıkardıkları gibi, müctehid olmak derecesine yükselen her mü’minin de bu iki kaynakdan yeni hükmler çıkarması, niçin mümkin olmasın?) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, evvelâ Kur’ân-ı kerîmin tercemesini ele alıyor. Bugün müslimânım diyenlerin çoğu Kur’ân-ı kerîmin şimdiye kadar terceme edilmemesinden, din bilgilerinin gizli kalmış olduğundan şikâyet etmekdedir. Kur’ân-ı kerîmin başka dillere çevrilmesini islâm âlimleri yasak etmiş gibi konuşuyorlar. Bu şikâyetleri temâmen yanlışdır. Evet, islâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîmi başka dillere terceme etmeğe kalkışmamışdır. Çünki, Allah kelâmının, kendi lisânındaki beyân, belâgat ve mükemmeliyyet bozulmaksızın, terceme edilmesini göze alamamışlardır. Terceme ne kadar başarılı olursa olsun, Allah kelâmının i’câzına varılabilmesi imkânsız görülmüşdür. Kur’ân-ı kerîm, diğer semâvî kitâblarda bulunmayan bir i’câza mâlikdir. Arabistânda belâgat yarışları yapıldığı bir zemânda nâzil olmuş, hepsini geride bırakmışdır. Böyle bir kitâbın tercemesinin de, böyle olması lâzımdır. Bu ise, mümkin değildir. İnsan gücünün üstünde bir belâgati olan Kur’ân-ı kerîme lâyık bir terceme yapabilmek için, insan gücünün üstünde bir kuvvet lâzımdır. Bu iş, bir iktidâr problemi, ya’nî Kur’ân-ı kerîmin üstünlüğünü korumak mes’elesidir. Kur’ân-ı kerîmin belâgat ve i’câz zevkini tatmak isteyenlerin arab edebiyyâtını ve tefsîr, usûl-i fıkh gibi dahâ nice islâm ilmlerini öğrenerek, Kur’ân-ı kerîmin huzûruna çıkmaları lâzımdır. Kur’ân-ı kerîmin ayaklarına gelmesini beklememelidirler.
Kur’ân-ı kerîmin türkçe tefsîrini yazmakla türkçe tercemesini yapmak, başka başka şeylerdir. Tercemesi tefsîrinden dahâ güçdür. Şimdiye kadar, türkçe tefsîri ve tercemesi yazılmamış da değildir. Yazılmış, fekat ehli tarafından beğenilmemişdir. Bu reformcular, bu işin ilk olarak moskof reformcusu tarafından yapılmağa başlandığını sanmakla aldanıyorlar. Bunların dediği gibi, müslimânların fikrleri, vicdanları bir terceme ile esâretden kurtulacak ise, dahâ evvelki tercemelerle kurtulmuş olmaları lâzım gelirdi. Hem de, vaktîle (Mevâkib) gibi ve (Tıbyân) gibi türkçe tefsîrleri yapmış olanlar, şimdi tercemeye kalkışan ahlâk ve din bilgilerinde kara câhil olanlar gibi değillerdi. Yirmi ana ilmde ve çok sayıdaki âlet bilgilerinde söz sâhibi olan salâhiyyetli, kıymetli kimseler idi. Müslimânlar bunları okuyup, istifâde ediyorlardı. O türkçe tefsîrleri beğenmeyen dinde reformcuların istediği, yoksa başka dürlü, ya’nî kendi görüşlerine uygun bir terceme mi olacak? Arabcanın dahâ gramerini bilmeyen câhillerin yapacağı bir terceme, bütün müslimânlara, Kur’ân-ı kerîm olarak kabûl etdirilecek, dinde reformcular, Kur’ân-ı kerîmin türkçe herhangi bir tercemesine Kur’ân diyecekler. Türklerin nemâzlarını işte bu türk Kur’ânı ile kıldıracaklar. Müslimânlığa sığmayan, asl tehlükeli şey, Kur’ân-ı kerîmi türkçeye terceme etmek değil, belki her hangi bir tercemenin, nemâzda Kur’ân yerine okunmasına kalkışmakdır. Kur’ân-ı kerîmdeki kelâm-ı ilâhî, belâgat ve i’câzın zirvesinde bulunan o arabî kelimelerin ve cümlelerin içindedir. Bu kelimeler ve cümleler, kul yapısı değildir. Hepsi Allahü teâlâ tarafından konulmuş, dizilmişdir. Herbiri, başka başka ma’nâlar taşımakdadır. Bu ma’nâlardan hangisinin murâd-ı ilâhî olduğu kesdirilemez. Başka başka ma’nâlara göre yapılan başka başka tercemelerden herhangi birisine Kur’ân-ı kerîm denilemez.
Başka başka ictihâdlara göre, din imâmları tarafından Kur’ân-ı kerîmdeki âyetlere, başka başka ma’nâlar verilerek her birinden birer hükm çıkarılmış ve mezhebler, o hükmlerden meydâna gelmiş ise de, Kur’ân-ı kerîmdeki topluluk, birlik hep muhâfaza edilmişdir. Her mezhebin çıkardığı hükme göre Kur’ân tercemesi yapılacak olursa, meselâ Hanefîlerin nemâzlarında okuyacağı Kur’ân ile, Şâfi’îlerin nemâzlarında okuyacağı Kur’ân başka olurdu. Böylece, müslimânların her fırkasının ve her mezhebin başka başka kitâbı bulunurdu. İslâm dîni de, hıristiyanlık gibi, karma karışık olurdu. Dinde reformcular, yoksa islâmiyyeti bu hâle sokmak için mi, terceme edilmeli diye direniyorlar? Müslimânların kitâbındaki birliği korumak ve kitâbullahı herhangi ufak bir şübheden uzaklaşdırmak için islâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîmi Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” geldiği gibi muhâfaza buyurmuşlardır. Hattâ, Abdüllah ibni Abbâs gibi ve Abdüllah ibni Mes’ûd gibi ve hazret-i Alî gibi Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ayrı ayrı bildirdikleri Kur’ân-ı kerîmlerin, Eshâb-ı kirâmın çoğunun sözbirliği ile bildirdikleri, bugün elimizde bulunan Kur’ân-ı kerîmden pek az ayrılıkları bulunduğu için, bunlara (Kırâet-i şâzze) denilmişdir. Bunlar, fıkh âlimleri için bir sened oldukları ve Kur’ân-ı kerîmin tefsîri için kullanıldıkları hâlde bile, nemâzda okunmaları câiz görülmemişdir. Şunun bunun yapdığı ve bugün beğenilen, yarın beğenilmeyecek olan, türkçe hattâ arabca tercemelerin, Kur’ân-ı kerîm yerine nemâzlarda okunması nasıl câiz olabilir? Hiç bir islâm âlimi, buna câiz dememişdir. Nemâzda Kur’ân-ı kerîmin fârisî olarak okunabileceği, imâm-ı a’zam ebû Hanîfeden rivâyet edilmiş ise de, İmâm-ı a’zamın bu ictihâddan geri döndüğü, Nûh bin Meryem tarafından bildirilmiş ve usûl âlimleri fârisî okumağı bile kabûl etmemişlerdir.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlamadan okunmasına bile sevâb verileceği bildirilmişdir. Bu da, müslimânlığın anayasası demek olan bu kitâb-ı mübînin değişdirilmekden korunması içindir. Görülüyor ki, Kur’ân-ı kerîmin türkçe tefsîri veyâ tercemesi yazılabilir ve yazılmışdır. İslâm âlimleri, bunu yasak etmemişlerdir. Fekat bunlar, Kur’ân-ı kerîmin belâgatini taşıyamazlar. Murâd-ı ilâhîyi bildiremezler. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını ve ma’nâlarındaki incelikleri anlamak isteyen ve belâgatinin zevkini tatmak dileyen müslimânlar, bu kitâb-i mübîni kendi lisânı ile okumalı ve ma’nâsını ve zevkini bundan almak için lâzım gelen bilgileri öğrenmekden üşenmemelidirler. Şekspirin, Victor Hugonun ve Mahmûd Bâkî efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” şi’rlerindeki incelikleri anlamak ve bundan zevk almak için, İngilizceyi, Fransızcayı ve Arabçayı, edebiyyâtı ile birlikde öğrenmek lâzım olduğu gibi, Allah kelâmının belâgatini ve inceliklerini anlıyabilmek için gerekli ilmleri öğrenmeğe emek vermeden, bunları anlamağa kalkışmak çok yanlışdır. Cebrâîl “aleyhisselâm” adındaki meleğin, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” indirdiği bu kelimelerden ve sözlerden başka, Arabca da olsa, okunan şeyler Kur’ân-ı kerîm okumak olmaz. Meselâ, cünüb iken, Kur’ân-ı kerîm okumak harâmdır, büyük günâhdır. Fekat, onları okumak, harâm olmaz.
Dinde reformcular diyor ki, (İnsanın nemâzda okuduğunu, Rabbinden istediğini bilmesi lâzımdır.) Böyle sözler, ibâdetlerin ne demek olduğunu anlamamış olmağı gösterir. Çünki, nemâzı, insanın kendisi tertîb etmemişdir. Nemâzın ve bütün ibâdetlerin nasıl yapılacağını, yaparken neler okunacağını Allahü teâlâ Peygamberine bildirmişdir. Peygamber “aleyhisselâm” da, bunları, öğrendiği gibi Eshâbına bildirmiş ve kendi de yapmışdır. Farzları, vâcibleri ve harâmları, Peygamber “aleyhisselâm” bile değişdirmemişdir ve değişdiremez. Din imâmlarımız bunların hepsini Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” görerek ve işiterek anlamışlar ve kitâblarına yazmışlardır. Bu derin âlimler bildiriyor ki, nemâzda okunacak Kur’ânın, Allah kelâmı olması lâzımdır. Vazîfe, ancak böylece yapılmış olur. Nemâz içinde okuduğunun ma’nâsını anlamak isteyenler, biraz çalışarak, bunların ma’nâsını da, önceden kolayca öğrenebilirler. Dünyâ kazançları için yıllarca çalışılıyor, nice bilgiler, çeşidli diller öğreniliyor da, bunun için neden çalışılmasın? Nemâz dışında, müslimânlar, kendi dilleri ile de, düâ edebilirler. Nemâzda okudukları âyetlerin ma’nâlarını da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından öğrenebilirler. İslâm düşmanlarının, dinde reformcuların kitâblarından öğrenmeğe kalkışanlar, yanlış, bozuk, çirkin şey öğrenmiş olurlar. Emekleri boşa gider.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâlarını ve din bilgilerini doğru olarak öğrenmek ve öğretmek için ve nemâzı kolay ve zevkle kılmak için, bütün dünyâdaki müslimânlar, arabcayı din lisânı olarak kullanmakdadırlar. Erkeklerin beş vakt nemâzı câmi’de cemâ’at ile kılması lâzımdır. Herkes kendi dili ile kılarsa, çeşidli milletlerde bulunan, başka diller konuşan müslimânlar, birlikde nemâz kılamazlardı. Hutbelerin terceme edilmesinde de, bu mahzûr vardır. Her kavm hutbeyi kendi dili ile okumağa kalkarsa, Türk, Çerkez, Laz, Kürd, Arnavud, Alman, Hindli gibi müslimânların Cum’a ve bayram nemâzlarında, ayrı ayrı câmi’lere ayrılmaları ve müslimânların parçalanması tehlükesi hâsıl olur.
Bu reformcular, islâmiyyeti değişdirmek, bozmak için mezheb imâmlarımızın ictihâdlarını çürütmeğe kalkışıyor. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” zemânında islâmiyyetin bozulmuş olduğunu, akllı bir dostun değil, câhil, iftirâcı bir düşmanın bile söylemesi, hattâ düşünmesi haklı olamaz. Binüçyüz sene evvel bozulmuş olan bir dînin bugün doğru bir şeklini bulmak nasıl mümkün olur? Bu reformcuların, dîni düzeltmek, doğru ictihâdları yapmak için çalışmaları boş yere olur. Mezheb imâmlarının ellerine, dînin temel bilgileri doğru olarak geçmedi ise, şimdiki dinde reformculara, o bilgilerin adı ve nişânı bile kalmamış olur. Bunlar, bu sözlerin maskesi altında, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkararak değil de, kendi noksan aklları ve kısa görüşleri ile bularak, keyflerine göre uydurarak, ictihâd yapmak çabasındadırlar. Hak ve hakîkat parçalanamaz diyerek, dört mezhebden hangisi doğru olur diye mezheblere leke sürmeğe kalkışıyor. Öte yandan da, ictihâd serbest olmalıdır. İlericiler de ictihâd yapmalıdır diyerek, hakkı paramparça etmeği savunuyorlar. Herbiri kendi anladığını, düşündüğünü beğenip, başkalarının ictihâdını kötüleyerek, ictihâd kapısını açmağa çalışırken, kapatdıklarının farkına varamıyorlar. Derme çatma sözlerini bir tarafa bırakarak deriz ki, ictihâd etmek hakkını ve salâhiyyetini, islâmiyyet dört kişiye bırakmamışdır. Eshâb-ı kirâmın herbiri de ictihâd etdi. Onlardan sonra gelen âlimler arasında ictihâd makâmına yükselenler çok oldu. Fekat, onların ictihâd etdikleri sözleri, kitâbları bugün elimizde bulunmadığı için, mezhebleri unutuldu. Yalnız dört mezhebin kitâbları meydânda kaldı. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri ve tercemesi işi gibi, ictihâd da, bir ihtisâs ve iktidâr işidir. Küfrü ve şirki bile ayıramayan bu reformcuların, bu ihtisâsa ve iktidâra mâlik olmadıkları da meydândadır.
34 — Reformcu devâm ederek diyor ki, (Dinlerin, sosyal düzenlerin, kısaca ilâhî ve beşerî bütün kanûnların içinde ortak olan bir şey var: korku. İslâmiyyet, yalnız sosyal menfe’atleri yapmak ve sosyal kötülükleri yasaklamak şekline sokulabilir. Fıkh âlimlerinin görüşleri böyle olsaydı, bugün en güzel kanûn, islâmiyyet olurdu. Fekat fıkh âlimleri, bütün işleri Cehennemin azâbına ve Cennetin ni’metlerine bağladıkları için, islâmiyyeti sosyal bir nizâmdan mahrûm bırakdılar. Müslimânlar, Allahın büyüklüğünü ve tabi’atdaki incelikleri araşdırıp anlayarak, Allahı sevecekleri yerde, Onun Cehenneminden korkarlar ve zâlimlerin eline düşüreceğinden korkarlar. Çocuklar babalarından, kadınlar kocalarından korkarlar. Müslimânlarda olan bu korku, sosyal hayâtın düzenlenmesini, ateşden bir zincirle bağlamakdadır. Korkunun hâsıl etdiği kuvvetden doğan yapma, sahte ve geçici bir toplulukdan ise, akl ve zekâ ile bağlanarak, sevişerek, kalbden doğan bir sevinç ile birleşenlerin topluluğu, elbette dahâ iyi, dahâ samîmî ve devâmlıdır. İnsanlar Allahını, Peygamberlerini, dînini, hükûmetini, nefsini, âilesini ve milletini korku ile değil, Allah, Peygamber, din, hükûmet, âile ve millet olduğu için sevmelidir) diyor.
Cevâb: Reformcu, Allah korkusu ile hükûmet, ana baba korkularını tek bir açıdan görmekle, din işlerinde siyâsî ve içtimâ’î alanda bir kalemde reform yapmağa kalkışmakdadır. Dikta, zulm üzerine kurulan toplulukları, islâmiyyet de red etmekdedir. (Sadakaların en kıymetlisi, zâlim hükûmet adamları yanında söylenen doğru sözdür) ve (Ümmetim, zâlime zâlim demekden çekinecek bir hâle gelirse, Allahü teâlâ onlara yardım etmez) gibi hadîs-i şerîfler, bunu göstermekdedir. O hâlde zâlim hükûmetlerin sebeb olduğu sosyal hastalıkları, dîn-i islâma yükletmeğe çalışmak, açık bir haksızlıkdır. Dîn-i islâm, zâlimlerin sahte ve geçici kuvvetlerine dayanan korkuları her zemân red etmişdir. Reformcu, korkunun çeşidli sebeblerini birbiri ile karışdırmakdadır. Allah korkusunun sebebi, bu sahte ve geçici kuvvetlere hiç benzemez ve buna bağlı olan zincir hiç kopmaz. Kuvvet çoğaldıkça hak ile birleşir. Bunun içindir ki, muhârebelerin, ihtilâllerin netîcesi, yalnız gâlib taraf için bir hak sağlamakdadır. Eğer muhârebe edenlerden dahâ kuvvetli başka bir devlet hakem olursa, gâlibin hakkını, sınırlayabilir. Görülüyor ki, kuvvet çok olduğu zemân da, sınırlanabilir ve hakdan ayrılabilir. Üstünde hiçbir kuvvet bulunmıyan, bütün kuvvetlerin kaynağı olan Allahü teâlânın kuvveti, hak ve hakîkatin de kaynağıdır. Bunun içindir ki, Allahü teâlânın kuvvetinden korkmak ve titremek de, onu sevmek gibi ulvî ve rûhîdir.
Bu dünyâda büyükleri sevmek ve saymak, şeref ve kıymeti sarsıcı bir sebeb görülmediği hâlde, bunlardan korkmak, küçüklük sayılmakdadır. Hâlbuki islâmiyyetde yükselmiş olanlar, Allahü teâlâya karşı küçülmeği en büyük şeref bilirler. İşte bu fark, korkunun kıymetli olduğu ince bir noktadır. İnsan ne kadar olgunlaşsa, rûhânî olsa, maddelikden kurtulamıyacağı için, maddî ihtiyâclarla ve maddî tehlükelerle yine ilgilenir. Bunun için, korku ile olan bağlılık en sağlam ve en kıymetli olur. Reformcu, bu bağlılığın sağlam olmadığını söylüyor. Çünki, korku ile bağlanan şahsın fırsat bulunca değişdiğini görmekdedir. Hâlbuki insan, gizli ve açıkdaki bütün işlerini gören ve bilen ve hiç aldanmayan Allahü teâlâya karşı bir ân fırsat bulamaz. Hadîs-i şerîfde, (Suheyb-i Rûmî ne iyi bir kuldur. Allahdan korkmasaydı da, yine hiç günâh işlemezdi) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, birleşmeyi te’mîn etmekde korkunun kuvvetli bir sebeb olduğunu göstermekdedir. Reformcuların, Allah korkusu ile Allah sevgisini başka başka bilmeleri ve ikincisini beğenip, birincisine karşı olmaları, din bilgilerine ve dîn-i islâmın temel vesîkalarına câhil olduklarındandır.
(Fâtır) sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (İlmi çok olanların, Allah korkusu çok olur) ve Rahmân sûresi kırkaltıncı âyetinde meâlen, (Rabbinin büyüklüğünden korkan kimseye iki Cennet vardır) ve (Enfâl) sûresinin ikinci ve (Hâc) sûresinin otuzbeşinci âyetlerinde meâlen, (Mü’minler onlardır ki, Allahın ismi söylendiği zemân, kalblerine korku düşer) ve (Nûr) sûresi elliikinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Resûlüne itâ’at edenler ve Allahdan korkan ve sakınanlar, kıyâmetde kurtulanlar onlardır) buyuruldu. Bunlar, insanları Allah korkusuna teşvîk etmekdedir. Bu âyet-i kerîmelerden hiç haberi olmıyanların, dinde reform yapacağız diyerek, müslimânlara Allah korkusunu yerleşdiren din âlimlerine dil uzatmağa ne kadar hakları olacağını artık anlamalıdır. İnsanlara Allah korkusunu yerleşdirmek kötü birşey ise, bunu (hâşâ) Kur’ân-ı kerîme yüklemek lâzım gelir. Kur’ân-ı kerîmin hemen her sahîfesi, (Ey îmân edenler, Allahdan korkunuz!) meâlindeki emri ile, müslimânları Allah korkusuna çağırmakdadır. Hucurât sûresi, onüçüncü âyetinde meâlen, (Allah katında en kıymetliniz, Ondan çok korkup sakınanınızdır) buyuruldu. Âyet-i kerîmelerde bildirilen ittikâ, korkmak demekdir. İnsanlardan Allah korkusunu kaldırarak, Allahü teâlâyı yalnız ihsân sâhibi sanmak ve kulların derdlerine, sıkıntılarına devâ olacak, şefkat ve himâye hâlinde düşünmek, reformculara Avrupa hıristiyanlarını taklîd etmekden gelmekdedir. Çünki, hıristiyanlar, böyle inanırlar. Allahü teâlâyı, yalnız rahîm, kerîm bilerek sevip de, kahrından, azâbından korkmamak, Onu, kanûnlarını yürütmeğe gücü yetmeyen bir hükûmet gibi za’îf, yâhud çocukların yalnız arzûlarını yaparak, onları şımartan ana, baba gibi beceriksiz tanımak olur. Tesavvuf yolunda ilerliyenler, Allahü teâlânın celâl sıfatında iken, rahmet-i ilâhiyyeyi ve Allah sevgisini düşünemezler. Bunları cemâl sıfatı kapladığı zemân, Cehennem azâbını, Allah korkusunu unutuyorlar. Tesavvuf serhoşluğu denilen bu hâllerinde, muhabbeti veyâ korkuyu hafîf gören şeyler söylüyorlar. Ayılınca, bu sözlerine pişmân oluyorlar, tevbe ediyorlar.
(Sâffât) sûresi, altmışbirinci âyetinde meâlen, (Çalışanlar, işte bu gibi se’âdetler için çalışsınlar) ve (Mütaffifîn) sûresi, yirmialtıncı âyetinde meâlen, (Birbiri ile müsâbaka edenler, bunun için yarışsınlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeler, Cennet ni’metleri için seve seve çalışmağı emr buyurmakdadır.
Reformculardan Ahmed Midhat efendi de, (Nizâ-ı ilm ve din), ya’nî ilm ve dînin çekişmesi ismindeki kitâbında, îmânın şartı olan kıyâmetde dirilmek bilgisini gözden düşürmeğe çalışırken, Cennetin yiyeceklerini, içeceklerini, hûrîlerini, aç gözlülüğü ve maddeciliği okşayan birer hîle saymakdadır. Hâlbuki, kendisi ilm ile dîni ayırarak hîle yapmakdadır. İslâm dîni, ilmin tâ kendisidir. Bu ikisini birbirinden ayırmak islâm düşmanlığına alâmetdir. Dünyâda bu zevklerin peşinde koşan ve din âlimlerini, dînî vazîfelerin, bu dünyâ zevkleri için yapılması lâzım olacağını bildirmedikleri için kötüleyen ve insanların, her şeyden dahâ câzib, dahâ tatlı olan bu dünyâ zevklerine kavuşmak için ibâdete sarılacaklarını söyleyen dinde reformcuların, bu zevklerin Cennetde bulunmasına karşı koymaları, islâmiyyete leke sürmek istediklerini açıkça göstermekdedir. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, müslimânları Cennet ni’metlerine kavuşmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için ibâdete sarılmalarına çalışmalarını taşlayan böyle sözler çok görülmüşdür. Bir hurûfî babası da:
Cenneti andıkça zâhid, ekl-ü şürbün lezzetin söyler.
demişdi. Böyle sözler, (Vâkı’a) sûresinin onsekizinci âyet-i kerîmesine taş atmakdadır. Cennet ni’metlerini ve Cehennem azâblarını hafîf görenlerden bir kısmı da, bunların, Allah sevgisi yanında hiç kıymetleri yokdur, diyorlar. Hâlbuki, bunlar için ibâdet etmek, Allah sevgisi olmadığını göstermez. Allahın sevdikleri Cennetdedir ve Allahü teâlâ, Cennetdekilerden râzıdır. Evet, se’âdetlerin ve lezzetlerin en büyüğü, Allahın rızâsına kavuşmakdır. Fekat, Allahü teâlânın, övdüğü ve ona kavuşmak için çalışınız dediği Cennet ni’metleri ile alay etmek de, insanı Allah rızâsına kavuşdurmaz. Dinde reformcular, ibâdetleri âhıretde azâbdan kurtulmak ve sevâblara, ya’nî iyiliklere kavuşmak için değil de, dünyânın düzeni ve huzûru için yapılmasını istediklerinden, Allah rızâsını düşünmedikleri anlaşılmakdadır.
Allah sevgisi ve Allah aşkı, islâmiyyetin en yüksek tanıdığı bir bilgidir. Fekat, dünyâya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün se’âdetlerin başı olan Allah korkusunu küçük ve lüzûmsuz görmek, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir. İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, (Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim) buyuruyor. Bu hadîs-i şerîf ve yine bu maddenin başında yazılı olan (Suheyb) “radıyallahü teâlâ anh” hadîsi, Allah korkusunun lâzım olduğunu göstermekdedirler. Allahdan korkmak, bir zâlimden korkmak gibi sanılmasın! Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Âşıkların sevgililerine karşı yazdıkları şi’rlerde, böyle korku içinde olduklarını bildiren beytleri az değildir. Sevgilisini, kendinden pek yüksek bilen bir âşık, kendini o sevgiye lâyık görmiyerek, hislerini böyle korku ile anlatmakdadır.
Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları se’âdet ve huzûra kavuşduran iki kanad gibidir. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyuruyor ki: (Bir kimse, Allahdan korkarsa, herşey ondan korkar. Bir kimse Allahdan korkmazsa, herşeyden korkar olur.) Bir hadîs-i şerîfde, (Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur) buyurdu. Allahdan korkan bir kimse, Onun emrlerini yapmağa, yasaklarından sakınmağa titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabr eder. Yapdığı kusûrlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, nâmûsuna göz dikmez. Çalışırken, alış veriş ederken, kimsenin hakkını yimez. Herkese iyilik eder. Şübheli şeylerden kaçınır. Makâm sâhiblerine, zâlimlere tabasbus etmez, yaltaklanmaz. İlm ve ahlâk sâhiblerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Müsâfirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekişdirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hattâ fâidesiz birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömerd olur. Mâlı ve mevkı’i herkese iyilik etmek için ister. Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her ân gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Kadınlarının, kızlarının avret mahalleri açık sokağa çıkmasına müsâade etmez. Kimsenin avret mahalline bakmaz. Onun emrlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. İşte, Allahdan korkanlar milletine, memleketine fâideli olur. [Bütün bu yazılanlardan anlaşılıyor ki, Allah korkusu, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşamamak düşüncesidir.]
35 — Reformcu devâm ederek diyor ki, (Osmânlı hükûmeti, din esâsları üzerine kurulduğu için, medrese tahsîli ile işe başladı. Bugün medreselerde arabça, sarf, nahv, mantık, fıkh, bedî’, beyân, me’ânî gibi ilmler okunuyor. Bunları, arabça olan din kitâblarını doğru okuyarak anlamak için okutuyorlar. İctihâd kapısı kapandı diyorlar. Medresede okuyanların çoğu bu ilmlerin ilk basamağında kalmışdır. Yüz hocadan bir dânesi doğru okuyup yazmasını bilmez. Hayâtları medresede geçen hocaların çoğu yazıp okumağı, sâhilsiz bir deniz gibi geçemezler. Bunların ma’nâsı ise, kutublar gibi, onlara mechûl kalır. Tenbel, câhil ve müte’assıbdırlar. Te’assubları, bildikleri şeyleri savunmak için olsaydı neyse. Lâkin bilmedikleri bir şeyi korumak için te’assub yapıyorlar. Bundan da maksadları, müslimânları sömürmek, râhat yaşamakdır. Bu hocalar, fikren ve ahlâken câhil oldukları hâlde, din âlimi kılığındadırlar. Bunların içinde hakîkî âlimler de yok değildir. Onlara hürmet etmek borcumuzdur. Şimdi medreselerde islâmiyyetden birşey kalmadı. Din, edeb ve Kur’ân öğretmek için yapılmış olan minberlerin, müslimânları aldatmakdan başka vazîfeleri kalmadı) diyor.
Cevâb: Kazanlı koca moskof reformcu Beykiyef bu sözleri söylediği zemân, dünyânın hangi yerinde müslimânlık kalmış ise, onun beğenmediği medreselerde kalmış idi. Şimdi ise, programlarının başında dîni kökünden yok etmek yazılı bulunan komünist Rusyada, bu koca reformcunun gözüne batan o medreselerden, o câmi’lerden hiç biri kalmadı. Dinde reformcular şunu da bilmelidir ki, her bakımdan gerici dedikleri din adamları halkı soymakda da, onlardan geridedirler. Hayâtları kanâat üzere geçdiğinden, halkdan istifâdeleri azdır. Buna karşılık da onlara az bile olsa, hizmet etmekden geri kalmazlar. Birinci cihan harbinin, dört sene içinde, köylerde cenâze yıkayacak hoca bırakmadığı görülünce, câhil dedikleri hocaların bile lüzûmsuz ve fâidesiz olmadığı anlaşıldı. Sultân Vahîdeddîn hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında İstanbuldaki medreselere, liselerde okunan derslerden birçoğu konulduğu hâlde, ihtiyâcı eskisi kadar da karşılayacak din adamı yetişmediği görülmüşdü. Vaktîle Molla Fenârîler, Molla Hüsrevler, Ebûssu’ûdlar, İbni Kemâller, Gelenbevîler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yetişdirmiş olan bu ilm yuvalarını çökdüren sebebleri, çeşidli kitâblarımızda bildirdik. Masonlar, medreseleri parasız, ilmsiz bırakmakla kalmayıp, (talebeler) ismi yerine (softalar) adını yaymışlardı. Bu kadar bozgunculuk, bu kadar bakımsızlık içinde medreselerden yine din düşmanlarını azçok susduracak ilm adamı yetişmesi şaşılacak şeydir. Bunu da mesleğin yüksekliğindeki feyz ve berekete bağlamak lâzım gelir. Medreselerden yetişen din adamları, resmî dillerle kendilerine yapılan hakârete dayanamıyarak, haysiyyet ve şereflerini korumak için, başka iş sahâlarına sarılmışlardır. Bir kısmı da, hakâretlere aldırmamış, dînî ve millî an’anelerine sarılarak bir nefs mücâhedesi içinde yaşamışlardır. Müşterisiz kalan mal hâline getirilen ve ilmden, fenden mahrûm bırakılan medreseleri temâmlıyanların ilm adamı olamıyacağı meydândadır. Fekat, bu çöküntünün başka ve dahâ kuvvetli bir sebebi vardır ki, dinde reformcular bunu görememiş ve dillerine dolamamışlardır. Bu sebeb, emr-i ma’rûf, nehy-i münker vazîfesini herkesden çok yapması gereken hocaların, medreseleri o hâle sokan zâlimler, dinde reformcular karşısında susmaları, hattâ onlara uymalarıdır. Ba’zan dahâ ileri giderek, memleketde dinsizliği, din hâline getiren soysuzlara yardım etmeleridir. Hak ile bâtılı yanılmaz bir dikkat ile ayıran parmakların mukaddes ellere âid olması ve haksızlığa karşı koyan mücâhidlerin önünde din adamları var iken, din adamlarının son zemânlardaki hâli fecî’ bir şekle girmişdir. Nikâhlanacak kız ile erkeğin aynı tabakada olmaları lâzım geldiğini bildirirken, medrese talebesini pâdişâh kızı ile bir üstünlükde tutan ve zâlimlerin yardımcılarını ve dinde reformcuları her çeşid insandan aşağı gören din adamlarının dindârlıkdaki bu günkü aşağılıkları, ilmdeki aşağılıklarından katkat dahâ fenâdır. 20 Hazîran 1928 târîhli Vakt gazetesi şu haberi vermişdi:
(Dînimizde yeni hayâta, ilerlemeğe uygun olarak, yapılacak yenilikleri, İstanbul ilâhiyyât fakültesi profesörleri rapor hâlinde hâzırlamışlardır). İttihâdcı denilen zındıklardan, Köprülü Fuâd, İzmirli İsmâ’îl Hakkı, Şerâfeddîn Yaltkaya, Mehmed Alî Aynî gibi dinde reformcuların imzâlarını taşıyan bu rapor şöyle idi:
Din de, diğer sosyal teşekküller gibi, hayâtın akıntısına uymalıdır. Din, eski şekllere bağlı kalamaz. Türk demokrasisinde, din de, muhtâc olduğu inkişâfı göstermelidir. Câmi’lerimiz kâbil-i iskân hâle getirilmeli, sıralar, elbise askıları konmalı, içeriye ayakkabı ile girilmelidir. İbâdet lisânı türkçe olmalı, âyetler, hutbeler türkçe okunmalıdır. Câmi’lere müzik âletleri koymalıdır. Hutbeleri imâmlar değil din filozofları söylemelidir. Kur’ân-ı kerîmi, kelâm ilmi ile ve tesavvuf ile değil, felsefe ile incelemelidir. Türkiyenin siyâset-i aliyyesini alâkadar eden ve bütün islâm memleketleri için yaratıcı bir te’sîr yapacak olan bu raporun kabûlünü dileriz. [Dinde reformcuların hâzırladığı bu rapor, dinsizliği mi, yoksa dindârlığı mı övüyor? Bunu okuyucularımızın takdîrlerine bırakıyoruz.]
36 — Dinde reformcu: (Evlerinde din bilgisi alan, birçok şeylere inanmış olan çocuklar, mektebe gidince matematik, tabî’at, fen dersleri okuyor. Eskiden görmeden inanmış olduğu şeylerle, lisede görerek, düşünerek edindiği bilgiler, çocuğun kafasında birbiri ile çarpışmağa başlıyor. Önce edinmiş olduğu inanç ve ahlâkı bozuluyor. Yeni bilgileri ile de, yeni bir inanç ve ahlâk kuramıyor. Sağlam ve ilme dayanan yeni bir inanç ve ahlâk sâhibi olmuş bir genç göremedim) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, liselerde okuyup diploma alan gençlerde din bilgisi, din ahlâkı kalmağı gibi, bunlarda dîne bağlı olmayan, sırf düşünce ve sosyal bilgilerin de bulunmadığını söylemek istiyor. Lise dersleri, fen, tabî’at ve astronomi bilgileri, baba ocağından edinilmiş olan îmânı sarsmaz, yok etmez. Onu kuvvetlendirir. Îmânın şu’ûrlu olması ve kuvvetlenmesi için ve râhat yaşamak için ve kâfirlerin saldırılarına karşı koyabilmek için, en yeni fen bilgilerini öğrenmeği, islâm dîni emr etmekdedir.
37 — Reformcu devâm ederek diyor ki, (Göklerin üst üste tavanlardan yapıldığını işiten çocuk sonsuz bir boşluk olduğunu ve yer küresinin bir mandanın boynuzu üstünde durduğunu işiten talebe, bunun düz olmayıp, boşlukda döndüğünü ve yer küremizin meydâna gelişini, jeolojik dersleri, hayâtın nasıl başladığını, ışığı, elektriği öğrenince, kafası karışıyor. Liselerin ders programlarını yapanlar, tecrübî bilgilerle, ya’nî fen dersleri ile din bilgilerini birleşdirmeği düşünmemişler. Astronomi bilgileri, Allahın büyüklüğünü din kitâblarının bildirdiğinden dahâ güzel anlatır. Fen ve biolojinin din ile ayrılığı olabilir mi? Mekteblerde din hissi gevşedikçe, ahlâk, âdetler, millî bağlar yavaş yavaş çözülüyor. Bu hâl, yeni bir ahlâkın ve îmânın yerleşmesi için kolaylık olduğu kadar, bunu yerleşdirecek bir önder bulunmadığına göre, ahlâksız ve her te’sîre âlet olması da kolaylaşıyor. Bir mekteblinin yarım yamalak bilgisi ile, bir mektebsizin dînî ve ahlâkî bilgilerini ve inanışlarını karşılaşdıralım. Mekteblide fikr ilerleyişi pek yavaşdır ve kıymetli bağları çözülmüşdür. Mektebsiz ise, câhil olmakla berâber, bu bağları oldukça sağlamdır. Bunlar için canını vermeğe hâzırdır.
Gevşemiş olan din bağları yerine, gençlikde ilm üzerine kurulan terbiye, vatan, millet fikri yerleşirse, gençlik yaşayabilir. Fekat, böyle olamıyor. Şaşkın bir hâlde, memleketinin ahlâkını, âdetlerini beğenmiyor. Garba imreniyor. Fekat, o ahlâkı da alamıyor. Onun Avrupalılardan öğrendiği şey, taklîdcilikden ileri gidemiyor) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu, burada hakîkatleri sezmiş ve oldukça insâflı görülüyor. Fekat, dikkat edilirse, liselerde öğretilen ilmlerin, îmânı ve ahlâkı bozduğunu söylemekdedir. Bu pek yanlışdır. İlm az da olsa, çok da olsa, zararlı değil, fâidelidir. Zararlı olan şey, câhillikleri, kötülükleri ilm zan ederek kafaya yerleşdirmekdir ve câhilleri, ahlâksızları, ilm, fen öğretmek için, gençlerin başına geçirmekdir. Gençlerin ana yuvasından aldıkları din bilgilerini, güzel huylarını bozan, ilm ve fen bilgileri değil, bu bilgileri sunmak için gençlerin karşısına çıkan dinsiz ve bilgisiz öğretmenidir. Böyle kifâyetsiz ve îmânsız bir öğretmen, gençlere fen bilgisini, deneyle anlaşılan hakîkatleri anlatırken, kendi dinsizliğini, ahlâksızlığını, yalan ve iftirâsını da araya sokuşduruyor. Körpe dimağlar, bu yalanları, ilmden ve fenden ayıramıyor. Bunları da, doğru sanarak aldanıyor. Bu, din, îmân, nâmûs hırsızlarının tuzağına düşen temiz çocuklara, islâm düşmanlarının gazeteleri, mecmu’âları, romanları okutularak ahlâkları bozuluyor ve îmânları sarsılıyor. Bugün komünist memleketlerde, ve ingiliz programlarının tatbik edildiği islâm memleketlerinde gençler böyle aldatılmakda, dinleri, îmânları çalınmakdadır.
Bu reformcunun da, baba ocağından temiz bir islâm terbiyesi aldığı, sonra mektebde islâm düşmanı, seciyyesiz bir mason öğretmenin pençesine düşerek zehrlenmiş, aldatılmış olduğu, yazılarından anlaşılmakdadır. Göklerin üst üste tavanlardan yapıldığını işitince, bir apartman gibi, katkat olduklarını sanmış. Kendi bozuk anlayışını, islâmiyyete yüklemekde, bu yoldan da saldırmakdadır. Hâlbuki islâmiyyet onların sonsuz dedikleri ve herbiri birer güneş olan milyonlarca yıldızla dolu bu boşluğun, henüz birinci semâ olduğunu bildiriyor. Bu sonsuz zan etdikleri birinci gök, ikinci gök yanında okyanus yanındaki bir damla su gibi kalmakdadır. Yedi gökden herbiri de, bir öncekinden hep böyle büyükdürler. Fen adamları, islâmın bu bilgisine karşı gelmek şöyle dursun, hayran kalmakdadır. Zevallı reformcu, yer küresini ahırda gördüğü öküzlerden birinin boynuzu üstünde sanıyor. Kâmûsda, Sevr kelimesinde yazılı, öküz şeklinde dizilmiş yıldız kümelerinden haberi olsaydı, Allahın Resûlüne böyle dil uzatamazdı. Bu hadîs-i şerîf söylendiği senelerde, o burcun, güneşden, yer küremize uzatıldığı düşünülen bir doğrunun uzantısı üzerinde bulunduğu, bugün hesâb edilmekdedir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek kılıncını uzatıp, (Rabbim, benim rızkımı, kılıncımın ucunda yaratdı) buyurdu. Ya’nî kâfirlerle cihâd ederim. Alınan ganîmet malından, payıma düşenle geçinirim buyurdu. Orada bulunanlardan bir köylü, benim dünyâlığım nerededir? dedikde, (Dünyân, öküzün boynuzu üzerindedir) buyurdu. Ya’nî öküzünle tarlanı sürer, rızkını kazanırsın, dedi. Dünyâ kelimesi ismdir. Bu kelimeden türeyen masdarlardan biri, İdnâ kelimesidir. Bu masdarın, geçinmek demek olduğu Kâmûsda yazılı. O zemân, sapanın ipini öküzün boynuzlarına bağlarlardı. Boynuzu işe yaradığı için, böyle buyurdu. Köylünün çalışıp, tarlasını sürmesini işâret eyledi. Bu hadîs-i şerîfin başka çeşidli ma’nâları da olabilir! Kısa görüşümüze, sınırlı bilgimize göre tasarlıyarak, inanmamak, hattâ şübhe etmek felâketine düşmemeliyiz!
Dinde reformcular, hemen bütün yazılarında ferdleri birleşdirmek ve kalkındırmak için, din bağı yerine milliyyet bağının getirilmesini istemekdedirler. Hâlbuki (millet) kelimesinin ilk ma’nâsı (din) demekdir. Sonradan kavm, ya’nî aynı topraklar üzerinde doğan ve yaşayan insanlara denilmişdir.
Din ve milliyyet kelimelerini geniş olarak açıklayalım:
(Dîn-i İslâm) ya’nî (İslâmiyyet), Allahü teâlânın var olduğuna ve bir olduğuna ve Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsine inanmak demekdir.
Allah her şeyi var eden ve kendi varlığının başlangıcı ve sonu, sınırı bulunmayan ve nasıl olduğu akl ile anlaşılamayan, yalnız ulûhiyyet ve hâlıkiyyet için lüzûmlu sıfatları bilinen bir varlıkdır. Kendi kendine hep vardır ve bir dânedir. Ondan başka hiçbir şey kendi kendine hep mevcûd olamaz. Herşeyi var eden ve varlıkda durduran yalnız Odur.
Kendi kendine vardır demek, kendi kendine var olmuşdur demek değildir. Çünki, böyle söylemekle, sonradan var olduğu anlaşılır. Hâlbuki, Onun dâimâ varlığı lâzımdır. Hiçbir zemân yok değil idi. Kendi kendine var olmak demek, varlığı hiçbirşeye muhtâç olmamak demekdir. Bütün varlıkların var olması için, Onun dâimâ var olması lâzımdır. Herşeyi var etmesi ve böyle düzgün hâlde durdurması için lâzım olan kemâl sıfatları vardır. Noksanlık, ayb ve kusûr Onda olamaz.
Bütün varlıkları var eden bir varlık bulunmasa, yâ herşey kendi kendine var olur, yâhud hiçbirşeyin var olmaması lâzım gelir. Herşeyin kendi kendine var olması, akla uygun birşey değildir. Çünki, birşeyin kendi kendine var olması, kendinden evvel kendisinin hep var olmasını îcâb eder. Kendinin hep var olması, ya’nî (vâcib-ül vücûd) olması îcâb eder. Böyle olsaydı, yok iken sonradan var, yâhud var iken sonradan yok olmazdı. Hâlbuki, her şey yok iken sonradan var oluyor ve tekrar yok oluyor. Bundan da, hiçbir mahlûkun vâcib-ül vücûd olmadığı anlaşılır. Zâten kendi kendine var olmak, aklın kolayca anlıyabileceği birşey değildir. Vâcib-ül vücûd bir olmak lâzımdır. Kendinden başka, bütün varlıkları yokdan var eden bir varlık lâzımdır. Mahlûkların var olması için bir vâcib-ül vücûdun varlığı lâzım olmasaydı, hiçbirşeyin varlığını kabûl edemezdik.
Her varlığın kendi kendine var olması, fenne o kadar uzak birşeydir ki, tabî’atcılar bile (tabî’at şöyle yapmışdır, tabî’at kuvvetleri yapmışdır) diyorlar. Böylece varlıkların kendiliklerinden olmayıp, bir yapıcısı bulunduğunu, farkında olmadan açıklamış oluyorlar. Fekat, o yapıcıya lâyık olan ismleri ve sıfatları vermekden çekiniyorlar. Bilgisiz ve irâdesiz bir tabî’ate bağlanıyorlar. Fizik, kimyâ olaylarından hiç birinin kendiliğinden olduğunu görmüyoruz. Harekete geçen veyâ hareketini değişdiren, yâhud hareketde iken duran bir cisme elbette bir kuvvet etki etmişdir diyoruz. Bütün bu varlıkların bu nizâm, bu düzen ile kendiliğinden oluverdiğini sanmak, fizik ve kimyâ kanûnlarını inkâr etmek olur. Atomdan Arşa kadar bütün varlıkları yokdan var eden, ilm, irâde ve kuvvet sâhibi bir yaratana inanmayıp da, bu varlıkları, fizik ve kimyâ kanûnlarına uymayan bir tesâdüf zan etmek kadar câhillik olamaz.
Bu varlıkları yokdan var eden bir yaratıcının bulunmadığını, herşeyin kendiliğinden meydâna geldiğini söylemek, akla uygun değildir. Çünki, yok iken var olmak bir işdir. Fizik ve kimyâ kanûnlarına göre, her iş, bu işi yapan bir kuvveti haber vermekdedir. Demek ki, dahâ önce, bir kuvvet kaynağının bulunması, fen bilgilerine göre, elbette lâzımdır. Her mevcûdü var eden, önce başka bir varlık bulunmaz ise, birbirini yaratmak, ezelden ebede kadar sonsuz olarak zincirleme devâm etmesi lâzım gelir. Böyle olsaydı, hiçbirşey var olamazdı. Çünki:
Bir başlangıcı olmayan ve hepsi birbirinden meydâna gelen varlıklar, yokluk demekdir. Bu, bir misâl ile açıklanabilir: Benim elimde, sizden ödünç aldığım bir lira var. Siz de, onu bir arkadaşınızdan ödünç almışsınız. O da, bir başkasından almış. İşte bu ödünç verme sırası, dünyâdaki bütün insanları dolaşsa bile, bir başlangıcı olmazsa, ya’nî ödünç olarak değil de, başka sûretle mâlik olan bir kimseden başlamadıkça, elimde mevcûd olduğunu söylediğim lira, yokdur. Ya’nî bu para, kimsenin elinde değildir. Çünki, birinin elinde olduğunu düşünürsek, bunun, bir başkasından alınması lâzımdır. O başkasında da yokdur ki, buna verebilsin. İlk önce veren biri yokdur ki, elden ele dolaşabilsin. İlk önce, biri, başkasından almadan ödünç verseydi, bu lira şimdi, birinin elinde bulunurdu. Liranın var olması, sonsuzdan değil, ilk önce birinden verildiğini göstermekdedir. İşte bunun gibi, her varlık, var olmak için başkasına muhtâç olarak, varlığı başkasına muhtâç olmayan bir varlığa ulaşmamak üzere, bu ihtiyâç zinciri, sonsuzdan başladığı düşünülürse, hiçbirşey var olamaz. Çünki, herhangi bir varlığın var olması, başkasına, onun var olması da, dahâ başkasına, böylece sonsuz olarak hep başkasına muhtâç oldukça, hiçbirşey için varlık düşünülemez. Var olarak gördüğümüz herşey, yok olmak lâzım gelir. Çünki, kendinden evvel başka bir şeyin var olmasına muhtâcdır. Hâlbuki o şey de, var değildir. Çünki o da, kendinden evvel dahâ başkasının var olmasına muhtâcdır. Üçüncü şey de böyle, dördüncü, beşinci... hep böyle. Bu bilgi, İhlâs sûresindeki, (Allah vardır ve birdir) âyetini isbât etmekdedir.
Âdem aleyhisselâmın varlığı da, yukarıda bildirilen düşünce ile kolayca anlaşılır. Âdem aleyhisselâm olmayıp da, insanların babaları sonsuz olsaydı, yer yüzünde hiç insan bulunmazdı. Çünki, baba sayısı sonsuz demek, ilk baba yok demekdir. İlk baba olmayınca, bunun çocukları da, ya’nî insanlar da, yok demekdir. İnsanlar var olduğundan, ilk babanın da var olması lâzım olur.
Âhırete inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi çok mühimdir. Âhıret olmazsa, dünyâda mükâfatlandırılmıyan iyilikler ve cezâsı çekilmeyen fenâlıklar, haksızlıklar, karşılıklarını göremiyecekdir. Bu hâl, en ince san’atları, en ince düzenleri bulunan, bu gördüğümüz âlem için çok büyük bir kusûr olur. En küçük bir hükûmetin, hattâ herhangi bir topluluğun bir adâlet mahkemesi bulunuyor da, kâinat dediğimiz şu muazzam âlemin bir mahkeme-i adâleti bulunmaz mı? İnsanların hakkını vermek için âhırete ihtiyâç o kadar mühimdir ki, Avrupanın fikr adamları fen yolu ile Allahü teâlânın varlığını anlayamadıkları hâlde, ahlâk ve adâlet üzerinde düşünerek, bu varlığı söz birliği ile kabûl etmekdedirler. Ahlâk üzerinde düşünerek, Allahü teâlânın varlığını anlamak demek, dâimâ aldanabilen ve ma’nevî mes’ûliyyetleri kontrol edemeyen ve herkesdeki kuvveti başka başka olan (Vicdân)ın, ahlâkı korumağa kâdir olamaması ve dünyâda herşey çok düzgün, çok güzel yaratılmış iken, fazîletlerin değerlendirilmemesi ve nice kötülüklerin yayılmış ve muhterem olması görüldüğünden, bu yolsuzlukların âhıretde ödenmesine ihtiyâc bulunması demekdir.
Avrupalıların fen yolu ile Allahın varlığını anlamamalarına çok şaşılır. Çünki, atomdan Arşa kadar, canlı cansız her varlıkdaki düzgünlüğü ve birbirine aklları şaşırtan kanûnlarla bağlılıklarını meydâna çıkaran fen bilgileri, Allahü teâlânın varlığını açıkca göstermekdedir. Dünyâdaki haksızlıkların ödenmesi için âhıret adında bir âlemin lâzım olduğu anlaşılarak, buradan da, bunların bir yaratıcısı bulunacağı düşünüldüğü gibi, varlıkların düzgün, ince yapılarına ve birbirleri ile olan hesâblı bağlantılarına, olaylarına, kanûnlarına bakarak, bunları yaratana inanmak dahâ kolay olur. Ya’nî insanların ahlâkında görülen noksanlık ve aşağılıklardan âhiretin ve dolayısıyla bir yaratanın varlığı anlaşılıp da, bunlardaki güzellikleri ve düzgünlükleri görerek, bunların bir yaratıcısı olacağını anlamamak, şaşılacak bir şeydir. Bu hâl, insanların muhtâç oldukları zemân, Hakkı tanımaları, muhtâc olmadıkları zemân, Hakkı tanımamaları ve küfrân-ı ni’mete kalkışmaları gibi, kötü yaratılışlı olduklarını gösterir.
Bu varlıkları yokdan var edenin bir olması lâzımdır. Birden ziyâde olsa, herhangi bir işi yapıp, yapmamakda uyuşamayınca, ikisinin de istediği birlikde olamaz. İkisinin istediği de olmazsa, ikisinin de gücü yetmediğini gösterir. Birinin dediği olursa, ikincisinin gücü yetmediğini gösterir. Âciz, zevallı olan, yaratıcı olamaz. İkisinin istediği birbirine benzerse, yine âciz oldukları anlaşılır. Çünki, birbiri ile uyuşmağa mecbûr kalmış oluyorlar.
İslâmiyyetin meydâna çıkdığı Arabistân yarımadasında , putlara, heykellere tapılıyordu. Fikrler, çok tanrının varlığına saplanmış idi. Dîn-i islâm bunun için, şirkin kötülüğü üzerinde çok durmuşdur ve bunun için, müslimân olmak, (Kelime-i tevhîd) ile başlamışdır. İnsanlar yaratılışda din hissine mâlikdir. Bunun için, Allaha inanmayan kimse, rûh hastası, psikopat demekdir. Böyle kusûrlu insanlar, büyük ma’nevî bir destekden mahrûm olup, pek acınacak bir hâldedirler. Avrupa fikr adamlarından birinin (Dindârlık büyük bir se’âdetdir. Fekat ben bu se’âdete kavuşamadım) dediği gibi, bizdeki dinde reformculardan Tevfîk Fikret de, (Târîh-i Kadîm) adını verdiği manzûm bir eserinde, müslimânlık ile ve îmân sâhibi olmakla alay etdiği hâlde, şâ’irlik rûhundan fışkıran ve önü alınamayan şu şi’rinde îmânlı olmak ihtiyâcını da bildirmişdir:
Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki, benzer gurbet-i kabre,
İnanmak! İşte âğûş-i rûhânî, o gurbetde.
Varlığı lâzım olan var edicinin bir olduğu, şöyle de gösterilebilir. Birkaç dâne olsa, bunların toplamı vâcib-ül vücûd olamaz. Çünki, bir toplum var olmak için, her parçasının var olmasına muhtâcdır. Varlığı lâzım olan, hiçbirşeye muhtâc olmaz. O hâlde, hiçbir toplum vâcib-ül vücûd olamaz. Varlığı lâzım olan parçaların toplumu, vâcib olamadığı gibi, mümkin de olamaz. Çünki, varlığı mümkin olan şey, kendi kendine mevcûd olamaz. Bir var edici ister. Bu var ediciyi o toplulukdan başka düşünmek, kendilerinin vâcib olmalarına uygun olmaz. Bu toplumun içinde aramak da, birşeyin kendi kendisini var etmesi olur ki, bu da olamaz. Meselâ iki vâcibin toplamı bir vâcib olsa, ya’nî varlığı lâzım olsa, bu vâcib, iki parçasına muhtâç olduğundan, mümkin olması îcâb eder. Hâlbuki, bunu vâcib kabûl etmişdik. İkisinin toplamı mümkin olsa, bu mümkinin bulunmaması lâzım gelir. Burada mümkin demek, birşey var olsa da olur, yok olsa da olur demekdir.
Vâcib-ül vücûdün, ya’nî varlığı lâzım olan şeyin, bir dâneden fazla olamayacağını gösteren bu son düşünce, tabî’iyyecilerin sözünü kökünden yıkmakdadır. Tabî’iyyeciler herşeyin kendi kendine var olduğunu, ya’nî hepsinin vâcib-ül vücûd olduğunu söyliyorlar. Hâlbuki, yukardaki açıklamaya göre, herşeyin kendi kendine mevcûd, ya’nî vâcib-ül vücûd olması şöyle dursun, bir mahlûkun bile vâcib-ül vücûd olması mümkin değildir.
Şimdiye kadar, Avrupayı taklîd eden ilericilerin yapdıkları dinsizlik propagandası, Allahü teâlâya inanmamak şeklinde idi. Meselâ, (İş, Allahın varlığındadır. Allah varsa, bütün din bilgilerine hemen inanırım) diyenler çokdu. Fekat, son zemânlarda fende atılan yeni adımlar ve hele atom üzerindeki ve radyoaktivite ve madde ile enerji üzerindeki incelemeler karşısında, Allahü teâlânın varlığını inkâr edemedikleri için, Peygamberlere dil uzatmağa başladılar “aleyhimüssalâtü vesselâm”. Herkes hürdür. İbâdet serbestdir. Herkes Allahına dilediği gibi ibâdet eder. Allah ile kul arasında akldan başka bir aracı olamaz dediler. Hâlbuki âhirete inanan bir kimsenin, Peygamberlere de inanması lâzım gelir. Âhiretdeki ni’metlerin ve azâbların bilgisini akla bırakmak, büyük bir adâletsizlik olur. Hele câhil halk, bunu hiç düşünemez. İslâmiyyet, Peygamberlerin hepsine inanılmasını emr etmekdedir. Yehûdîler ve hıristiyanlar, bütün insanların Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâma inanmıyorlar. O yüce Peygambere dil uzatıyorlar. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği islâmiyyet ise, Mûsâ aleyhisselâm ile Îsâ aleyhisselâma inanmayanları, bunları küçültecek bir şey söyleyenleri, müslimânlıkdan tard etmekdedir. Bir pâdişâh, bir memlekete bir vâlî gönderip, o memleketi idâre etdikden sonra, bu vâlîyi değişdirerek yeni bir vâlî gönderdiği zemân, ba’zı kimseler, biz eski vâlînin sözünden çıkmayız, yeni vâlînin getirdiği emrleri dinlemeyiz deseler nasıl olur? Birinci vâlî pâdişâhın me’mûru da, sonra gelenler me’mûru değil mi? İşte bunun gibi, yehûdîlere sorarız:
Allahü teâlânın, Mûsâ “aleyhisselâm” peygamberi olur da, Îsâ ve Muhammed “aleyhimesselâm” peygamberleri olmaz mı? Yehûdîler bu iki Peygambere inanmıyor. Hıristiyanlar, yehûdîlerin bu yanlış inanışlarını görüp, onlara kızarken, kendileri de, hazret-i Muhammed aleyhisselâma karşı bu yanlışlığı, bu iftirâyı yapmak gafletine düşmüşlerdir. Bu yanlış inançlar, ilmî bir inceleme netîcesi olmayıp, hep eskiye bağlanıp kalmak ve yeniyi, yeni geldiği için kabûl etmemekden başka bir şey değildir. Ya’nî gericilikdir. Îsâ aleyhisselâm babasız dünyâya geldi. Hazret-i Meryem, oğlunu Kudüsden Mısra götürdü. Oniki sene Mısrda kaldılar. Sonra, tekrar Kudüse gelip (Nâsıra) denilen köyde yerleşdiler. Otuz yaşında Peygamber oldu. Üç sene sonra, yehûdîler bunu öldürmek istediler. Allahü teâlâ, onu diri olarak göke kaldırdı. Ona benzeyen (Yudâ Şem’ûn) adında bir münâfık çarmıha gerildi. Babasız olduğu için, hıristiyanlar buna Allahın oğlu deyip tapınıyorlar. Babasız dünyâya gelmek, kişiyi insanlıkdan çıkarıp, ilâh yapsaydı, hem anasız, hem babasız yaratılan Âdem aleyhisselâma dahâ çok tapınmaları lâzım gelirdi. Hıristiyanların, hak olan dinlerini bozarak, ne kadar mantıksız bir hâle sokmuş oldukları, buradan da anlaşılmakdadır. Yehûdîler, Îsâ aleyhisselâma yalnız inanmamakla kalmıyorlar. Babasız yaratıldığı için, ona kötü çocuk diyorlar. Müslimânlar ise, adâlet yolunu tutarak, her iki gürûhun gösterdikleri taşkınlıkdan kurtulmuşlar, ona Allahın kulu ve Peygamberi demişlerdir. Avrupalılar bugün ilmde, fende çok ilerde ise de, vaktiyle eski Peygambere bağlanıp kalarak, en büyük yenilikden, ilerlemekden, mahrûm kalmışlardır. Şimdi de, bu gericilikden kurtulamamışlardır. Gericilik ile kalmıyarak, yeni dîni kabûl etmedikden başka, eskisini de değişdirmişler, bozmuşlardır. Hazret-i Îsâ, göke çıkarıldıkdan kırk sene sonra, Romalılar Kudüsü alıp, yağma ve harâb etdiler. Yehûdîleri öldürdüler. Bir kısmını esîr aldılar. Kudüsde yehûdî kalmadı. Îsâ aleyhisselâmın oniki havârîsi, başka yerlere dağıldı. Gökden inmiş olan (İncîl) gayb oldu. Sonradan, İncîl diye bozuk kitâblar yazıldı. Bunlardan dördü her tarafa yayıldı. (Barnabas) İncîlinin hemen hepsi doğru idi. Fekat bozuk İncîllere aldanmış olanlar, Barnabas İncîlini yok etdiler. Bu İncîlden bir dâne, sonradan bulunarak, yirminci asrda Londrada ve Pâkistânda ingilizce olarak basılmışdır. Îsevî dîni, Îsâ “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” görse tanımıyacak bir hâle getirildi. Böylece hıristiyanlık meydâna geldi. Bu gericilik, son asra kadar durmadı. Nihâyet birçoğu dinsiz oldular.
Mûsâ aleyhisselâmın ve Îsâ aleyhisselâmın Peygamberlikleri mu’cizelerle belli olduğu gibi, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliği de, öylece mu’cizelerle meydândadır. Mûsâ aleyhisselâm zemânında sihr, Îsâ aleyhisselâm zemânında doktorluk, Muhammed aleyhisselâm zemânında şi’r, fesâhat ve belâgat ya’nî güzel ve dartılı konuşmak san’atları çok ilerlemişdi. Allahü teâlâ da; bu Peygamberlerine ümmetlerinin kıymet verdiği şeylerde mu’cizeler ihsân eyledi. Muhammed aleyhisselâmın da, Îsâ aleyhisselâm gibi, ölüyü diriltdiği ve Fir’avn ile adamlarının Mûsâ aleyhisselâma sihrbâz dedikleri gibi, Kureyş kâfirlerinin de Muhammed aleyhisselâma sihrbâz dedikleri kitâblarda açık ve uzun yazılıdır.
Muhammed aleyhisselâm ümmî idi. Ya’nî, mektebe gitmedi. Okuyup yazmadı. Hiçbir insandan ders almadı. Ümmî olduğu hâlde, târîh, fen, ahlâk, siyâset ve sosyal bilgilerle dolu bir kitâb ortaya koydu. Yalnız o kitâba uyarak dünyâya adâlet yaymış olan hükümdârların yetişmesine sebeb oldu. Kur’ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğüdür. Hattâ, bütün Peygamberlerin mu’cizelerinin en büyüğüdür. Bu en büyük mu’cize, yalnız Muhammed aleyhisselâma verilmişdir. Dinde reformcular, Muhammed aleyhisselâmın dahâ çocuk iken, Şâm yolculuğunda bir papasla birkaç dakîka konuşduğu zemân, bütün bu bilgileri, o papasdan öğrendiğini söylerken, utanmaları, sıkılmaları lâzım gelir. Bu kadar çürük, bu kadar gülünç bir iftirâ olamaz. Kâ’be dıvarında yıllarca asılı duran ve sâhiblerini birer dâhi, birer kahraman derecesine yükselten ve binlerce şi’r arasından seçilmiş bulunan fesâhat ve belâgat şâheseri yazıların birer paçavra gibi sökülüp indirilmesine ve yazarlarının başlarının eğilmesine sebeb olan âyet-i kerîmeler, o papasla birkaç dakîkalık konuşmanın netîcesi olamaz! Bugün Kur’ân-ı kerîmin belâgatini yeniden anlamağa kalkışmağa, hiç lüzûm yokdur. O ilâhî kitâb, arabcanın en yüksek zemânında, en salâhiyyetli mütehassıslara, üstünlüğünü imzâlatmışdır. Arab edebiyyâtının mütehassısları olanlardan, Muhammed aleyhisselâmın zemânında yetişenler arasında, Kur’ân-ı kerîmin belâgatindeki ilâhî üstünlüğü görüp de inanmayan yok gibidir.
Zemânında en kıymetli hüner sayılan bir san’atda, üstünlüğünü herkese kabûl etdiren böyle bir şerefi ve kemâli, kendine mal etmeyerek, kimsenin bilmediği bir Allahdan geldiğini söylemesi ve bu şeref ve üstünlükle, kendini değil de, o meçhûl zâtı tanıtdırmağa çalışması, insanlık arzûları ile birleşemiyen ve şöhret, menfe’at düşkünlerinin işine gelmeyen şaşılacak bir şeydir. Hükûmet lezzetini, ilm ve ma’rifet lezzetinden üstün tutanlar, ilmin ve ma’rifetin kıymetini anlıyamıyanlardır. Bir şâ’ir, san’atının en yüksek derecesinde olduğunu gösteren bir dânecik şi’rini, devlet başkanlığı ile değişmez. Değişen olsa bile, maddî menfe’at için değişir. Muhammed aleyhisselâm, kendisinin devlet başkanı olmadığını söylemiş, devlet ve saltanat yerine herkes gibi orta halli yaşamışdır. Ölümünde âilesine birşey bırakmıyan ve göz bebeği gibi sevdiği kızı hazret-i Fâtıma “radıyallahü anhâ”, küçük bir şey istediğinde, (Biz Peygamberler, mîrâs bırakmayız. Bizden kalanlar sadaka olur) buyuran bir zâtın, hükûmet ve saltanat peşinde olacağını düşünmek için insanın beyni sulanmış, vicdânı kararmış olmalıdır. (Bu sözleri kendiliğimden söylemiyorum. Allahın emrlerini bildiriyorum. Ben de sizin gibi bir kulum) diyerek ortaya çıkan o yüce Peygamberin, hâşâ bir yalancı olması ihtimâli o kadar uzak ve o kadar bozukdur ki, bunu Avrupa ve Amerika fikr adamları söz birliği ile kabûl etmek mecbûriyyetinde kalmışdır. Meydâna koyduğu din ile kazandığı yüksek mevkı’i, keskin zekâsı ve kuvvetli görüşü ve yaman aklı ile başardığını söylemek zorunda kalmışlardır. Komünistler de, o yüce Peygambere bir çamur atamıyacaklarını anlayarak, sar’aya benzer bir hastalığın te’sîri ile kendisine melek geldiğini zan ederek bu başarıları elde etmişdir diyorlar. O akl, zekâ ve siyâset ve başarıları anladıkları ve söyledikleri hâlde, hastalık îcâbı, zan ile konuşdu demeleri ise, inkâr hastalığının kendi akllarını örterek yapdıkları bir saçmalama olduğu meydândadır. Çünki, bu sözlerinin bir kısmı, diğerinin yalan olduğunu göstermekdedir. Ya’nî komünistler, kendi sözleri ile kendilerini mağlûb etmekdedir.
Edebiyyâtcılar, bir şi’ri hangi şâ’irin yazmış olduğunu, imzâsına bakmadan, onun düşünme ve yazma san’atından anlamakdadırlar. Edebiyyât mütehassısları, Kur’ân-ı kerîm ile, Resûlullahın kendi sözü olan hadîs-i şerîfleri inceliyerek, ikisinin birbirine benzemediğini anlamışlardır. Birbirine hiç benzemiyen iki dürlü üslûba ve yazı san’atına aynı adamın sâhib olması edebiyyât târîhinde görülmüş birşey değildir. Çünki, olacak birşey değildir. Bir insanın, birbirine benzemiyen iki dürlü yüzü olması gibidir.
Kur’ân-ı kerîmin, hadîs-i şerîflerden ve başka ilâhî kitâblardan bir ayrılığı ve üstünlüğü de şudur ki, bu kitâb-ı mecîd (ya’nî Kur’ân-ı kerîm) bugüne kadar semâdan indiği gibi, değişmemiş olarak kalmışdır. Harfleri ve noktaları bile değişmemişdir demek yetişmiyor. Çünki Kur’ân-ı kerîmdeki kelimelerin çeşidli okunuşundan başka, bu kelimelerin uzun, kısa, açık, kapalı, kalın, ince gibi okunmaları da, Resûlullahın bildirdiği ve okuduğu gibi kalmışdır. (İlm-i kırâet) denilen ve pekçok kitâbı olan büyük bir ilme ve islâm âlimlerinin bu yoldaki çalışmalarına ve hizmetlerine bakıp da şaşmamak elde değildir. Kur’ândan olup da çıkarılmış veyâhud Kur’ândan olmayıp da sonradan katılmış tek bir kelime yokdur. Çünki, islâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîme dokunulmaması, ufak bir şübhenin bile ona yaklaşamaması için, çok sağlam bir esâs koymuşlardır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmin her asrda söz birliği ile gelmesi şartdır. Eshâb-ı kirâmdan bugüne kadar, her asrda, yalan üzerinde söz birliği yapacakları düşünülemiyen yüz binlerce hâfızlar vâsıtası ile bizlere gelmişdir. Sanki bir an durmayan coşkun bir nehr gibi ebediyyete doğru akıp gitmekdedir. Bugün islâm düşmanlarının yeryüzünü kapladığı bir zemânda bile, elhamdülillah, dünyânın her tarafında, Allah kitâbının her kelimesi, her noktası birbirine benzemekdedir. Bu kitâb-ı mübînin (ya’nî Kur’ân-ı kerîmin) ne kadar çok sağlam olduğu şundan da anlaşılır ki, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ba’zıları bildirdiği hâlde, tevâtür, ya’nî söz birliği hâlini almayan okuma şeklleri, ne kadar kuvvetli olsa bile, Kur’ândan olmak için kâfî görülmemişdir. Meselâ, yemîn keffâretini bildiren (üç gün oruc) âyet-i kerîmesini, Abdüllah ibni Mes’ûd “radıyallahü teâlâ anh”, (üç gün arka arkaya oruc) olarak bildirmiş ve bunu fıkh âlimleri vesîka bilerek, keffâret orucunun üç gün (mütetâbi’ât) olarak, ya’nî ard arda tutulması lâzım olmuşdur. Fekat Abdüllah ibni Mes’ûd hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, çok güvenilir ve çok sağlam bir zât olmakla berâber, sözünde yalnız kaldığı için (Mütetâbi’ât) kelimesi Kur’ân-ı kerîme girememişdir. İhtiyât olunarak bu kelimenin ma’nâsı alınmış ve yine ihtiyât olunarak Kur’ân-ı kerîme sokulmamışdır. Bunlara (Kırâet-i şâzze) denir.
Resûlullahın kendi sözlerine (Hadîs-i şerîf) denir. Hadîs-i şerîfleri de öğrenmek ve muhâfaza etmek için, şaşılacak bir dikkatle çalışılmışdır. Fahr-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü, huzûrunda bulunan Eshâb tarafından ezberlenmiş ve işitmeyenlere ve sonra gelenlere söylenmişdir. Böylece, sonsuz bir denize benzeyen (İlm-i hadîs) meydâna gelmişdir. Kur’ân-ı kerîmin eşsiz bir mu’cize olduğu meydânda olmakla berâber, Mûsânın ve Îsânın “aleyhimesselâm” karışık ve karanlık târîhlere dayanarak Peygamber olduklarına inanıyorlar da, bütün hayâtı ve sözleri inceden inceye meydânda olan ve her hâli Peygamberliğine şâhid olan Muhammed “aleyhisselâm” niçin Peygamber olmasın? Yehûdîlerle hıristiyanların bu inkârlarına ve inâdlarına hem şaşılır, hem de teessüf olunur.
Milliyyet, insanın çalışması ile ve dilemesi ile elde edebileceği bir meziyyet değildir. Milliyyet, aynı vatanda, aynı toprakda doğup yetişenlerin, din, örf, âdet ve menfe’at birliğidir. Çalışmadan, doğuşda ele geçen bir ni’metdir. Bu ni’mete kavuşduran, Allahü teâlâya şükr etmek lâzımdır. Şükr etmek de, ni’metin devâm etmesi için ve kendisinden dahâ çok istifâde edilmesi için çalışmakla olur. İslâm dîni, Türk milliyetçiliğinin ayrılmaz parçasıdır ve bu milliyetçiliğin devâmı için ve kendisinden çok fâidelenmek için çalışmağı, sevişmeği, başka dinden olan vatandaşlara da, aynı hakları sağlamağı, adâletden, sosyal haklardan müsâvî olarak istifâde edilmesini emr etmekdedir. Bu emrlerin ve yukarıda yazılı millî vazîfelerin yapıldığı yerde yaşıyanların milliyyetcilikleri ile iftihâr etmeleri, bu ni’meti kendilerine bırakan ecdâdlarına, gâzîlerine, şehîdlerine, hayrlı düâ etmeleri lâzımdır. Bu birliklerinin, se’âdetlerinin sembolü olan istiklâl marşlarını ve bayraklarını sevmeli ve saymalıdırlar. Kendilerini idâre eden, se’âdetleri için çalışan devletlerine, kanûnlarına itâat etmeli, vergilerini seve seve ödemelidirler. Böyle sevişenlerin, başka dinlerden, mezheblerden olanlara dokunmamaları, onlara kötülük yapmamaları, milliyyetçilik için bir kusûr değil, bir meziyyet olur ve bağlı olduğumuz islâm dîninin, hak din olduğunu ve yüce Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın âlemlere rahmet olduğunu gösterir. Milliyyetçilik kelimesini, teknikde ilerlemiş ba’zı memleketlerde meselâ doğu Avrupada, Rusyada, hükûmeti ele geçiren bir zümrenin, milleti sömürmek için söyledikleri gibi, rûhsuz, modası geçmiş bir söz sanmamalıdır. Milleti sömürenlerin buna inanması ve bağlanması, dinsizlerin ahlâka bağlanması kadardır. İnsan, tatlı bir hayât geçirebilmek için, milleti arasında bulunmağa muhtaçdır. İnsanlar, varlıklarını, haklarını ve ihtiyâçlarını koruyabilmek için, toplu olarak yaşamak zorundadır. Medeniyyet de bu demekdir. Bu topluluk ise kendi milletidir. İnsanların yalnız başına elde edemiyecekleri hakları korumak için toplu yaşamaları lâzımdır dedik. Bu toplulukda, karşılıklı yardım ve fedâkârlık lâzımdır. İnsanın, din hürriyyeti tanıyan milliyyet uğrunda mı, yoksa dinsiz olan milleti uğrunda mı dahâ fedâkâr olacağını inceliyelim:
Dinsiz bir milliyyetçi şöyle düşünebilir: Millet için ölmek hissi, müşterek olmalıdır. Bir kısmının ölmesi, bir kısmının kalması haksızlık sayılmalıdır. Millet menfe’ati kendi menfe’atim için lâzımdır. Kendimi o yolda fedâ edersem, aslı, maksadı, sebeb için fedâ etmiş olurum. Ben herşeyden önce, kendimi düşünürüm. Başkası için fedâ olmam. Fedâkârlık, nâm ve şöhret almak için ise, geçici bir şöhret ve şeref için yok olmağı kim ister? Milyonlarca bir ordu içinde milleti için can veren askerlerin, hangi dağda, hangi derede kaldığını kimse bilmediği gibi, ismleri de dinsiz olan milletin kalbinden silinip gitmişdir. Bu adamlar, canları ile berâber mallarını da fedâ etmişler. Dahâ doğrusu, bunlar şâyân-ı takdîr olmakdan ziyâde, kendileri hesâbına, acınacak bir hâldedirler. Millet için yapdığım fedâkârlık bilinmez de, çekemiyenler sebeb olarak, bir de suçlu görülürsem, hâlim neye varır?
Dinsiz bir milliyyetçilikde, bir fedâkârlık kuvveti elde edebilmek için fikre ve mantığa dayanan sebebler yokdur. Şu’ûrsuz hislere dayanan fedâkârlık da karşılığını alamaz. Hele milleti idâre etmekde olan ilericiler, sömürücüler, onlar için canlarını hiç fedâ etmezler. Komünist memleketlerde böyle oldu. İkinci cihan harbinde görüldüğü gibi, cebhede döğüşüp şeref kazananlar, geri dönünce, hükûmeti ele geçirmesinler diye, kurşuna dizildiler. Millete gelince, onlar da, hiçbiri için cân fedâ edecek bir fikr sâhibi değildirler. Avrupalıları tapınırcasına taklîde özenen, onlardaki her fikri, her işi tam hakîkat, tam se’âdet sanan dinde reformculardaki milliyyet hissi ve hevesi de, yine taklîd iledir. Evet, insanlar, aklları ve düşünceleri ile buldukları iş, meslek ve mezheb bağlarına, ya’nî dinsiz bir milliyyete, ırkçılıkdan ziyâde sarılmışlardır. Milliyyetçiliği kendi menfe’atleri ve iş başına geçmeleri için, âlet ve maske yapan siyâset canbâzları bir tarafa bırakılırsa, geri kalanın milliyyetçiliği, işitmekle ve taklîd ile hâsıl olmakdadır. Din adamlarının da, bu taklîdciliğe karışdıkları görülmekdedir.
Hucurât sûresi onüçüncü âyet-i kerîmesi, hepsi bir anadan ve bir babadan hâsıl olan insanların, ancak Allahü teâlâdan korkularına göre derecelere ayrılacağını ve islâmiyyetde kavmiyyetcilik olmıyacağını bildirmekdedir. Müslimânların milletlere ayrılmaları için bu âyet-i kerîmeyi ileri sürenler görülüyor. İslâmiyyetin, birbirlerinden ayrı milliyyetçiliklere bölünmeğe karşı olmadığını, hepsine saygı göstermek lâzım olduğunu söylemek istiyorlar. Hâlbuki, müslimânlar, ayrı ayrı milliyyetlere bölünürse, birbirleri ile çarpışmak tehlükesi başlar.
(Kıyâmet günü Cenâb-ı Hak buyurur ki: Ey insanlar! Ben bir neseb, soy seçdim. Siz başka bir neseb seçdiniz. Ben, Allahdan kim fazla korkarsa, dahâ kıymetliniz odur, dedim. Siz ise, falan filânın oğludur. Bunun için, filân falandan dahâ üstündür demekden vazgeçmediniz. İşte bugün ben, nesebimi yükseltiyor ve sizin nesebinizi aşağı alıyorum. Biliniz ki, benim sevdiklerim, benden korkanlardır) hadîs-i şerîfi, müslimânların nasıl olacağını açıkça göstermekdedir.
Fıkh kitâbları, nikâhlanacak erkek ile kadının birbirine uygun derecede olmalarını bildirirken, kavmleri ve milliyyeti de ölçüye katmakdadır. Bunları okuyanlar, kavmiyyetin islâmiyyetde mühim olduğunu zan edebilir. Hâlbuki, nikâhda, erkekle kadın arasında, doğru ve yanlış her dürlü berâberlik düşünülür. İki tarafın rızâları ile yapılan nikâhın, kavmiyyet ve milliyyet ayrılığından dolayı bozulmasına izn verilseydi, o zemân böyle zan etmek haklı olabilirdi. Bugün bütün dünyâda, her millet, insanları kendi tarafına çekip dururken, bizim de, kendi milliyyetimizi düşünmemiz lâzımdır. Bunu yapmakla din hürriyyeti bulunmıyan milliyyete bir kıymet verilmiş olmaz. Çünki, bu milliyyet fikri, ilmî bir temele değil, hisse dayanıyor. (Medeniyyet-i islâmiyye târîhi) kitâbını yazan Curci Zeydan, milliyyet fikrinin, islâmiyyetin başlangıcında mevcûd olduğunu, hattâ hazret-i Ömerin siyâsetinin bu fikre dayandığını yazıyor. Arabistân yarım adasında müşrik bırakmamak için olan çalışmalarını da, buna delîl gösteriyor. Hâlbuki, bu çalışmalar, din birliği üzerine kurulmuş olan, millî birlik içindi.
Hıristiyanlık dîninde, akla uygun bir esâs kalmamış, hurâfeler, karmakarışık bir merâsim hâlini almışdır. Bundan başka, aynı dinde, hattâ aynı mezhebde bulunan hıristiyanlar, başka başka hükûmetlerin idâresinde yaşamakdadır. Avrupa hükûmetleri, bunun için, başka bir bağ aramışlardır. Böylece, Avrupada, din birliği ölmüş, milliyyet hissi doğmuşdur. İslâmiyyet, ticâret, sanâyi ve sosyal nizâmı da kurduğundan, milliyyet düşüncesini de içine almakdadır. Müslimânlar arasında ayrı milliyyetler kurmağa ihtiyâc kalmamışdır. Bunun içindir ki, bütün ilmihâl kitâblarında, (Din ve millet, ikisi birdir) denilmekdedir. Hattâ, Avrupalıların islâm dînine karşı olan kuşkuları, bu dînin hemen her hükmünde ayrıca bir milliyyet hissi de bulunduğundan ileri geliyor denilse yeridir. Eğer müslimânlar, bölünmeseler, islâmiyyetin, milliyyeti temsîl etmesinden istifâde ederek, yeryüzündeki sağlamlaşmamış birçok milliyyetlere galebe çalmanın yolunu bulurlar.
İslâmiyyetin milliyyeti temsîl etmesinde, lisân birliği de akla gelir ise de, beş vakt nemâzda okunan ezânların ve Kur’ânların bütün islâm memleketlerinde arabî olması, bu berâberliği de te’mîn etmekdedir. Bunun içindir ki, islâm düşmanları, bir milleti islâmiyyetden ayırmak, din birliğini yok etmek için, o milletin dilini, gramerini, alfabesini değişdirmeğe saldırmakdadırlar. Bir milletin dînine, îmânına vurulacak en büyük darbe de, bu yoldan gelmekdedir. Nitekim, Sicilya ve İspanya müslimânları böylece hıristiyan yapılmışdır. Ruslar da, Türkistândaki müslimânların dinlerini ve îmânlarını yok etmek için bu keskin silâhla saldırmakdadırlar. Zindanları, elektrik fırınları, Sibirya sürgünleri ve topdan imhâ fâciaları, bu keskin silâh kadar te’sîr edememişdir. Celâl Nûri beğ (İttihâd-ı İslâm) adındaki kitâbında müslimânlar için arabcayı, müşterek lisân olarak tavsiye etmekdedir. Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” de, bunun için çalışmışdı. Bunu te’mîn etmek içindir ki, târîh boyunca bütün islâm memleketlerinde din kitâbları arabî olarak yazılmışdı. Arabî, bütün islâm memleketlerinde bir din lisânı olmuşdur. Cennetde de, herkesin arabî konuşacağını, hadîs-i şerîfler haber vermekdedir. Böyle düşünmek, her müslimân milleti arablaşdırmağı istemek zan edilmemelidir. Dünyâ devletleri arasında İngilizce ortak bir dil hâlini almakdadır. Buna hiçbir devlet, karşı koymuyor. Bugün ilm ve fen sâhibi bir adamın, bir, hattâ birkaç yabancı dil öğrenmesi zarûret hâlini almışdır. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur) buyurulmakdadır. Bunun içindir ki, gençlerimizin arabî öğrendikleri gibi, Avrupa dillerinden de öğrenmeleri lâzım ve fâidelidir ve sevâb kazandıran çok işlere sebeb olabilir. Avrupalıların asrlardan beri bize yabancı gözü ile bakmalarını, milliyyet hissinden ziyâde, islâm dînini bilmemelerinde aramak doğrudur.
Bir hadîs-i şerîfde, (İçinizdeki fenâları yola getirmeğe çalışmazsanız, ya’nî emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmazsanız, cenâb-ı Hak, başınıza öyle belâlar verir ki, bu belâlardan kurtulabilmek için, artık iyilerinizin Allaha yalvarması da fâide vermez) buyurulmuşdur. Âl-i İmrân sûresi, yüzonuncu âyet-i kerîmesi, müslimânların (Emr-i ma’ruf) ve (Nehy-i münker) yapmasını emr etmekdedir. Yavuz Sultân Selîm hân, memleketde bulunan gayr-i müslimlere karşı, yâ müslimân olun veyâ sizi kılınçdan geçiririm diyeceği zemân, din âlimleri bunun doğru olmadığını söylediler, ya’nî nehy-i münker yapdılar. Sultân da, bu işden vazgeçdi. Bu hâli yanlış gören sivri akllılar bulunabilir. Hâlbuki, hak ve adâlet yolunda olmayan dînî hislerin, hakîkî bir müslimânlık olamıyacağını anlıyan din âlimlerine boyun eğen o şerefli pâdişâhın bu hareketi övülmeğe lâyıkdır. Dînî fikrler ve hislerle millî fikr ve hislerin farkı böyle ince noktalarda kendini gösterir. Dinsiz olanların millî düşünceleri hak ve adâletden ayrılabildiği hâlde, dînî düşünceler ayrılamaz. Çünki, hak ve adâlet gibi fazîletler islâm dîninin sınırları içindedir.
Burada islâmiyyetin insanlara verdiği adâlet duygusunun necâbetini ve nezâhetini gösteren bir vesîkayı bildirmek uygun olur. Birinci cihân harbi muhârebelerinden sonra, İstanbulda suçlu ermenileri sürmek ve öldürmek için muhâkemeler kurulmuşdu. Oradaki muhâkemelerin birinde, (Buğazlayan) müftîsinin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, elini îmânlı göğsüne koyarak ve göz yaşları ile ak sakalını ıslatarak, o yerlerde me’mûrların ermenilere işkence yapdığına şehâdet etdiği, gazetelerde okunmuşdur. Avrupalılar, eskiden Türklerin müte’assıb denilen kısmının, gayr-i müslimler için tehlükeli olduklarını sanarak hakîkî müslimânlara düşman oluyorlardı. Sırası gelmişken şunu da bildirelim ki, bugünkü ilericiler, Allahın emrini yerine getiren, ya’nî farzları yapmağa ve harâmlardan sakınmağa çalışan müslimânlara, meselâ, nemâz kılanlara, sokağa çıkarken âilesinin, kızının örtülü olmasına dikkat edenlere, içki içmiyenlere müte’assıb diyorlar. Hâlbuki te’assub, inâdcılık etmek, kendi mezhebine, fikrine körü körüne bağlanıp, başkalarının buna uymıyan doğru sözünü kabûl etmemek demekdir. Haksız birşeyi inâd ile savunan bir kimseye müte’assıb denir. Te’assub, dîn-i islâmın beğenmediği kötü bir huydur.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize islâmiyyet nedir diye soruldukda, (Müslimânlık, Allahü teâlânın emrlerini büyük bilmek ve Allahü teâlânın mahlûklarına acımakdır) buyurdu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hadîs-i şerîfde gösterdiği ışıklı yolda ilerliyen insanlar, hangi kavm, hangi millet, hangi dinden olursa olsun, Allahın kullarının haklarına dokunmanın, âhiretde büyük suç olacağını bilirler. Bu insanlardan kimseye zarar gelmiyeceğini yukarıdaki vesîka açıkça göstermekdedir. İslâmiyyetde şahsların ve cem’iyyetin menfe’atlerine çalışılmakla berâber, müslimânların gâyesi, bu menfe’atlerden dahâ üstün ve ilâhî bir şeydir. Menfe’ati düşünmek, tabî’î ve lâzım ise de, bunu her gâyenin üstünde görmek ayb, kusûr ve fenâ bir egoistlik olduğu gibi, dinden ayrı olan milliyyet hissini herşeyin üstünde görmekle de, bu egoistlikden kurtulamaz. Böyle olan milliyyet hissi ile hareket eden adam, kendinin de o milletin içinde olduğunu düşünmüş, bunun için az çok egoistce hareket etmişdir. Müslimânları harekete getiren maksad ise dahâ temiz ve dahâ necîbdir. Herşeyin üstünde olarak, din için, ya’nî Allah için çalışan her müslimân, büyük bir aşk ve fedâkârlıkla hareket eder. Milletinin yükselmesi dahâ kolay ve sağlam olur. Başka milletlere de zararı dokunmaz. Müslimân, her adımını Allah için atan, her hesâbını Allah için yürüten bir insan demekdir. Böyle bir insanın ne kendine, ne de hiçbir kimseye zararı olamaz. Hâlbuki, dîni ve Allahı bırakıp da, dinden ayrı olan milliyyeti düşünenler, hiç olmazsa, başka milletlere karşı, hakka ve adâlete bağlı davranmayabilirler. Din sâhibi olmak, Fransızların, (Chacun pour soi et Dieu pour tous) ata sözünde olduğu gibi herkes için fâideli olmakdır.
(Âl-i İmrân) sûresi, altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Allahın kitâbına inanıyoruz diyen yehûdî ve hıristiyanlar! Aramızda ayrılık olmıyan söze, ya’nî îmâna geliniz!) buyuruldu. İşte insanlık karşısında, dîne hürriyyet veren ile din hürriyyeti tanımıyan milliyyetciliğin farkı!
38 — Dinde reformcu diyor ki; (İslâmiyyetdeki âile hayâtında erkek tam hâkim, kadın da tam mahkûmdur. Anadolu köylerinde erkeğinden çok çalışan, erkeği gibi çift süren kadınlar da vardır. Erkek dışarda, kadın ev içinde çalışır. Gezmeğe ve eğlenmeğe vaktleri kalmaz. Maddî ve ma’nevî ihtiyâçları da azdır. Fakîrlik ve baskı altında ezilen erkekler, intikâmlarını kadınlardan alır gibi, onlara işkence ederler. Kadın isyândan ziyâde itâ’at gösterir. Erkeğin düşüncesi, onu kadına karşı haklı, şefkatli davrandıracak kadar değildir. Kadının zekâsı ve düşüncesi de, bu meşakkatlere niçin katlandığının sebeblerini ve kurtuluş yolunu arayacak kadar değildir. Onun için, kadını boşamak pek hâtıra gelmez. Avrupalılara imrenen ve onlara benzemeğe çalışan büyük şehrlerde, boşanmak dahâ çokdur. Bunlar, islâm âdetlerini, şahsiyyetlerini, rûhlarını ve âilenin kıymetini kaybetmekdedirler. Paraya ve hayvanlar gibi, şehvânî arzûlara ve modaya uymak sebebleri ile, kadın da, çalışmak zorundadır. Bu ilerici denilen insanların dinleri, milliyyetleri, fikrleri, hisleri birbirine benzemez. Hele Avrupada, Amerikada okuyup gelen kızların ma’nevî değerleri dahâ çok bozulmuşdur. Bir hıristiyan kadın gibi yaşayış yolundadırlar. Bütün yapdıkları samîmî değil, taklîd iledir) diyor.
Cevâb: Dinde reformcu Mûsâ Beykiyefin görüşü ve yazısı burada insâflı olmuşdur. Öyle kadınları işitiyoruz ki, hıristiyan kadınlarının papas karşısında günâh çıkarmalarına bile imreniyorlar. Avrupalıları, Amerikalıları taklîd etmekden alınan delicesine bir zevkle dînimizin temeline dokunan şu müdhiş misâle bakınız! İslâmiyyetde, insanın Allahına yalvarmak ve günâhını afv etdirmek için günâhları önce bir insanın afv etmesine ihtiyâç yokdur. Yalnız, zulm, işkence yapılmış, hakkı çiğnenmiş olanların, zâlimleri afv etmeleri lâzımdır. İslâmiyyetde, gizli işlenmiş olan günâhları bir kula afv etdirmek şöyle dursun, günâhını başkasına bildirmek bile câiz değildir. Günâhı işlemek suç olduğu gibi, bunu başkasına söylemek de suçdur. Dînimizdeki nezâkete, nezâhete bakınız! İnsanın izzetini, şerefini korumakdaki islâmiyyetin şu inceliğine hayrân olmak yakışırken, hıristiyanlığın, bilhâssa kadınların nâmûsunu, şerefini ayaklar altına alan (günâh çıkarma) rezâletine imrenmek için, insanın, ilericilere kazılmış olan dalâlet çukurlarına düşmesi lâzım gelir.
İslâmiyyetde kadın ev içinde ve dışında çalışmak, para kazanmak mecbûriyyetinde değildir. Evli ise erkeği, evli değilse babası, babası da yoksa, en yakın akrabâsı çalışıp onun her ihtiyâcını karşılamağa mecbûrdur. Kendisine bakacak hiç kimsesi bulunmıyan kadına, devletin (Beyt-ül-mâl) denen hazînesi bakmağa me’mûrdur. İslâmiyyetde geçim yükü erkek ve kadın arasında paylaşdırılmamışdır. Bir erkek, zevcesini tarlada, fabrikada veyâ herhangi bir yerde çalışmağa zorlayamaz. Eğer kadın isterse ve erkek de izn verirse, kadın kadınlar için iş bulunan yerlerde, erkekler arasına karışmadan çalışabilir. Fekat, kadının kazancı kendisinindir. Kocası ondan cebrle hiçbir şey alamaz. Onu kendi ihtiyâçlarını dahî satın almasına zorlıyamaz. Ev işlerini yapmağa da zorlıyamaz. Kadın ev işini kocasına bir hediyye, bir lutf olarak yapar. Bunlar, müslimân hanımların sâhib oldukları birer fazîletdir. Onlardaki şerefli bir sıfatdır. İslâmiyyetin kadınlara böyle haklar tanıması ve onları erkek elinde bir köle veyâ oyuncak olmakdan koruması, Allahü teâlânın kadınlara büyük kıymet verdiğini gösterir.
İslâm kitâbları kadının erkeğe ve erkeğin kadına ve çocuklarına ve anasına, babasına ve hattâ komşusuna ve hattâ gayrı müslim vatandaşlara karşı olan güzel vazîfelerini, haklarını uzun bildirmekdedir. Hadîs-i şerîfde, (Îmânı en olgun olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfde, (En iyiniz, evinizde, kadınlarınıza karşı en iyi olanınızdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Size iyi huyların hepsini bildirmek için gönderildim) buyuruldu. Âile hayâtını düzenliyen ve erkekle kadının vazîfelerini ayıran ve çalışmalarını teşvîk eden nice hadîs-i şerîfler, din kitâblarında sayılamıyacak kadar çokdur. Din câhillerinin, bu hadîs-i şerîflere uymıyan yanlış ve bozuk hareketleri, islâmiyyet için kusûr ve leke olamaz. Bu hakîkatler karşısında, ilerici denilen kimselerin yazılarının ne kadar yanlış ve haksız oldukları meydândadır.
39 — (İlerici, taklîdci hanım kız, hıristiyan kızı gibi, çıplak gezmek istiyor. İstediği erkekle flört [arkadaşlık] yapmak istiyor. İstediği zemân, istediği yere gitmek istiyor. Dînini, ahlâkını ve âdetlerini parçaladığının farkında bile değildir. Örtülü müslimân hanımlarına nefretle, alay ederek bakıyor. Hattâ, bunlara söğüyor. Bir erkek, köprü başında, çarşıda, eğlence yerinde, komşudaki toplantıda, vapurda, mektebde rastgele bir kızla tanışıyor, anlaşıyor ve evleniyor. Fekat böyle olan evlenmenin yarın için müdhiş bir ahlâk düşüklüğünü hâzırladığından haberleri yokdur.
Dünyânın her köşesinde kadının nâmûsu, başka dürlü anlaşılır. İslâmiyyetde kadının nâmûsu, tesettürle başlar. Müslimân kadının, akrabâsından hangi erkeğe görüneceğini ve kimlere görünmiyeceğini, din açıkça bildirmişdir. Kadın bunlara uydukça nâmûsludur. Bu nâmûs gevşediği dakîkada, ahlâk bozukluğu başlar. Şimdi evli erkekler, çıplak kadınları ile sokağa çıkıyorlar. Zevc ve zevce, ayrı ayrı zevklerini başkalarında arıyorlar. Erkekler içki yerlerine, kumarhânelere, umûmhânelere gidiyorlar. Her ahlâksızlığı yapmakdan çekinmiyorlar. Kadınlardaki ahlâk bozukluğuna kocaları sebeb oluyor. Bir üniversitelinin bir fâhişe ile evlendiğini gördüm. Kafasında kirli hâtıralar yerleşdirmiş olan bir kadın, afîf bir zevce olamaz. Tanıdığım evli bir adam, karısı ile birlikde âile toplantılarına gidiyor. Karısı bir baba ile, bu adam da, genç bir ana ile sevişdi. Bir gün dördünü bir arada gördüm. Başka ilerici birisi, yine ilerici bir kadınla evlendi. Eşini arkadaşlarına çırılçıplak çıkarıyordu. Erkek evde yok iken, kadın, erkek misâfirleri kabûl ediyordu. Nihâyet, bunlardan birini sevdi. Zevcinden ayrıldı ve yuva yıkıldı. Fekat bir ay sonra, bir başkasını da sevdi.
Mekteb bir terbiye yeri, bir fazîlet ocağı iken, üzülerek söyliyeyim ki, en terbiyeli çocuklar bile, burada ahlâklarını gayb ediyorlar. Çocuk mektebde çirkin sözler, kötü huylar öğreniyor. Çocuklar mektebde ve sokakda öğrendikleri çirkin şeyleri, âile ocağına kadar yayıyorlar. Evdekilerin dînî, ahlâkî hareketlerini beğenmediklerini söylemekden çekinmiyorlar.
Hanımlarımızın mûsikîye, çalgıya tutulmaları da, bir âfet hâlini almışdır. Mûsikînin rûhda yapacağı heyecan yerine, harîs, tenbel ve hayâllerindeki zevklerin mahrûmiyyeti ile, içi yanan serhoş kimselerin nağmeleri dinlenir, bunlar yalnız raksetmek, dansetmek ve kucaklaşmak gibi en aşağı hayvânî hisleri okşar. Radyoda ve televizyonda dinlenilen şarkılara da dikkat ediniz. Hep birbirini kucaklamak arzûsu ile çırpınan şehvetli kimselerin niyâzları, mâceralarıdır. Evlerden gelen radyo seslerinde bu ma’nâlar analiz edilirse, âilelerde din, ahlâk, âr ve hicâb perdelerinin sıyrılmakda olduğu görülür. Caz takımı başlayınca rûhların bağlı olduğu gizli, sihrli bir telle, bütün varlıklar kımıldanır. Başları ile, elleri ile ve vücûdlarının her parçası ile birbirine aşk i’lân ederler. Ba’zan, sekiz-on, hattâ onbeş erkeğin bir kadın peşine takılmasını, ilkbehârlarda böyle grup hâlinde dişilerini ta’kib edip sıkışdıran, kedilere ve köpeklere benzetirim. Erkek, yabancı bir kadına karşı irtikâb etdiği nâmûssuzluğun, başka bir erkek tarafından kendi vâlide, hemşîre veyâ refîkasına karşı yapılacağını düşünebilirken, yine bunu yapması, nâmûs duygusunun onda yokluğundan değil de, nedendir, sorarım? Köylerde din ve ahlâk duygusu devâm etdiği için, fuhş ve sefâhet azdır) diyor.
Cevâb: Dinde reformcunun yukarıdaki uzun yazılarında, kadınlar hakkında dikkate değer ve ibret verici hakîkatler bulunmakla berâber, bu karışık sorunun çözülmesi için, belli başlı bir prensib ortaya koymamışdır. Bu sosyal hastalıklar, insâflı bir kalemle, görüldükleri gibi yazılmışdır. Avrupa kadınlarını İstanbuldaki müslimân denilen kadınlardan üstün tutarak, açık saçık gezmelerinin oralarda kötü olmadığını bildiriyor. İstanbul gençlerinin de, onlar gibi yetişmesini istediği anlaşılıyor. Köylü kadınlarımızın fazla nâmûslu olmalarına da, ilmî esâslara dayanmadığı için, çabuk bozulabilir diyor. İstanbuldaki, ilmli, ilerici kadınlar arasındaki, kendi zemânındaki, ahlâk düşkünlüğünü, kendisi acı acı anlatdığına göre, kadınları fenâlıkdan korumak için, hangi bilgilerin öğretilmesini istediği anlaşılmıyor.
Nâmûsun ve iffetin pek kıymetli ve pek övünülecek güzel bir sıfat olduğunu âlim ve câhil herkes bilir. Fekat, çok kimse, bu bilgisine uygun hareket etmez. Dinde reformcunun, köylerdeki nâmûsun fazla olduğu hâlde, nâmûs fikrinin za’îf olduğunu bildirmesi, doğru bir düşünce değildir. Bilgisiz ve şu’ûrsuz olarak yerleşen âdetler ve akîdeler, mukaddes an’aneler hâline geldikden sonra, akla ve bilgiye dayanan düşüncelerden ve teorilerden dahâ kuvvetli olur. Allah korkusunun ve din ve ahlâk gibi kuvvetli temellere dayanan nâmûs ve iffet duygusunun, ilmî esâslardan mahrûm olduğunu kabûl etmek de, büyük bir haksızlıkdır.
40 — (Kadınların nâmûsunu korumak için haremlikle, selâmlığı ayırmak veyâ aralarına ipek perdeler koymak, çok dayanıksız bir tedbîrdir. Müslimân memleketlerinde, kadınları, renkli ve ipekli kumaşları altında, keskin hayâllerimizle birer Venüs düşünerek, bu hârik-ul’âde heykellerin san’atinden ma’nâlar çıkarır ve bunlarla kalbimizin boşluklarını doldururuz. Garbın psikologları arasında, şarkın güneşli ve çiçekli ufukları kadar, tesettüründeki hayâlî zevklerine imrenenler çokdur.
Tesettürün, kadın güzelliğini artdırdığı muhakkakdır. Bunun sebebi şudur ki, yakından herşeyin inceliklerini, derinliklerini görürken, uzaklık bu incelikleri ve derinlikleri bize süslü gösterir. Gözlerimiz yakından görmeğe alışdığı şeyleri, uzakdan açıkça görmediği zemân, güzel zan etdiğimiz şeylerin güzelliğini hayâlimiz temâmlar. Bugün, bizim olan ve hiç kıymet vermediğimiz şeyler, elimizden çıkdığı zemân, kıymetli olur. İşte birşey ile aramıza uzaklık, perdeler girince, o şeye olan arzûmuz derecesinde hislerimiz ve te’essürlerimiz canlanır. Sokakda kapalı bir kadınla karşılaşınca, hayâlimiz uyanır. Çarşafın altında, hayâlimizdekini var sanırız. Sosyal hayâtımızı düzeltmek için kadına da lâyık olduğu yeri vermeliyiz. İslâmiyyet, kadının örtünmesini emr etmiş. Fekat, nasıl örtüneceğini bildirmemişdir. Kadının örtünmesinden, ya’nî tesettürden maksad, neslin temiz, iffetli, fuhuş ve kötülükden korunması ise, bunu başka dürlü de elde edebiliriz. Bunun için, Allahü teâlânın insanlara ihsân etdiği aklı ve zekâyı terbiye ederek, nefse hâkim olmalıyız. Böylece nefsi, hayvânî arzûları peşinde koşacak yerde, iyilik isteyecek şeklde temizlemeli ve düzeltmeliyiz. Yüksek bilgili ve terbiye görmüş ve aklı ve düşüncesi iyi işliyen bir kadın, nâmûsu koruyan ma’nevî kuvveti dinde bulmasa bile, kendi aklı ve düşüncesi ile elde edebilir. Sonra, küçük yaşdan erkekle berâber bulunmağa alışınca, büyük yaşda da, zararı olmaz. İffetin, nâmûsun ne olduğunu anlayacak kadar akla ve düşünceye mâlik olan bir kızın, istediği gibi açık gezmesi, istediği yerlere gitmesi, hiç zararlı olmaz. Fekat, bu değişikliği zemânla yapmak lâzımdır. Müslimân kadınlarına, haydi çarşaflarınızı atınız ve istediğiniz gibi hareket ediniz diyemeyiz. Kurnaz hareket etmeliyiz. Meşrûtiyyeti iyi yerleşdiremediğimizi gördük. Netîce çok acı oldu. Kadın, yaratılışındaki zevkini okşamak için, şimdilik zarîf ve şık giyinsin. Sonra, yavaş yavaş açılması, sıra ile gelir. Hükûmet, şimdilik kadının elbisesine düzen versin. Güzel olmakla beraber, şehveti tahrîk edici yerleri örtsün, çarşaf ve peçe yerine, bir baş örtüsü ile mantoyu kabûl etsin. Sonra iş yavaş yavaş gelişir. Bundan başka, kadınların hava almaları, zevk ve hayâtı duymaları hakkıdır. Meselâ, lokantalarda yemek yimek, gezmek, sinemaları, tiyatroları görmek hakkı olsun. Fekat bunları yapmadan önce, erkeklerin saldırmalarını bir kanûnla yasak etmelidir) diyor.
Cevâb: Dinde reformcuların sözlerine dikkat edilirse, masonların asrlarca evvel hâzırladıkları ve her devrdeki adamlarına söyletdikleri plânlar, programlar olduğu hemen göze çarpar. Bunlar, ittihâdcılar zemânındaki dinde reformcular ağzından ve kalemlerinden de i’lân edilmişdi. Mason Mustafâ Reşîd Pâşayı iş başına getirince, söyletdiler. İngiliz câsûsları, harb malzemesi ve para yardımı ile câhil ittihâdcıları iş başına getirince, bir yandan dinde reformculara söyletdiler. Bir yandan da, yeni mason kanûnları çıkartdılar. İslâmiyyete saldırmağa başladılar. Câhil ittihâdcılar dedik. Çünki, ahmakça harbler açarak, yüzbinlerce müslimân kanının dökülmesine sebeb olan ve zindanlarda ve darağaçlarında sayısız ma’sûmların canına kıyan ittihâdcıların çoğu din câhili idi. Fekat, müslimânlar dinlerini iyi öğrenir ve gençlere öğretirlerse, islâm düşmanlarının bütün plânları, kendi başlarına yıkılacakdır. Allahü teâlâ, İsrâ sûresi, seksenbirinci âyetinde, (İslâmiyyet gelince, şirk, küfr dayanamaz, gider) buyurdu. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, müslimânlar, akla ve islâmiyyete ve devletin kanûnlarına uyarak çalışırsa, kâfirler birşey yapamaz. İslâmiyyete saldıranlar yıkılıp gidecekdir.
Bu reformcu, maksadlı yazılarını gençlere aşılayabilmek için, birçok mühim ve acı hakîkatleri yazmakdan da çekinmemişdir. Evet, bunlar, bir satır zehrli yazı ile milleti aldatabilmek için, şekerli, kaymaklı, bir kitâb dolusu doğru yazı yazmakdan çekinmezler. Müslimânları aldatma plânlarından biri de, zehrlerini şeker kaplıyarak müslimânlara draje gibi yutdurmalarıdır.
İslâm kadınlarının örtünmesi, bunların nâmûslarını korumak için olduğu gibi, bu örtüler, kadınla erkeği birbirinden ayıran ma’nevî sınırlar demekdir. Bu örtülerin sâyesinde, bir erkek, kendi evindeki kadınlardan birine karşı bile, sokakda resmî ve saygılı davranır. Bu örtüler, erkekle kadın arasına konulan hayâ perdeleridir. Örtünen kadının bir erkek hayâlinde dahâ güzel canlandırılması, kadının şerefini azaltmaz, yükseltir.
Kadında bedî’î güzellikden ziyâde, onda ictimâ’î fâide aramak, ona ictimâ’î hayâtda yer vermek lâzımdır demesi de, doğru değildir. Çünki, kadın, o ictimâ’î yerinde de, süslenmekden ayrılmıyor.
Hayvânî hislere aldanmamak için, nefsi terbiye etmek lâzımdır. Fekat, bu işi, yalnız nefse hâkim olmağa bırakarak, tesettürden vaz geçmek, hiç doğru olamaz. Çünki, tahsîl ve terbiye gören insanlar arasında nefslerine hâkim olamıyanların çok bulunduğu, gazetelerde bile sıksık görülmekdedir. (Nefse hâkim olmak) söylemesi kolay, yapması güç olan bir şeydir. Yûsüf aleyhisselâm gibi büyük bir Peygamberin bile, (Benim nefsim kötü şeyler istemez demiyorum) buyurduğu, Yûsüf sûresinde bildirilmekdedir. Artık başkalarına ne demek düşer? Nefse hâkim olmak ve bunun mikdârı herkes için değişir. İnsan bunu kendi bile anlayamaz. Hele iffet ve nâmûs dersini dinden değil de, yalnız aklından alan kimseye göre, nâmûsun kıymeti, nâmûslu tanınmak düşüncesinden ileri gitmez. Nâmûsun kıymeti ne kadar bilinirse bilinsin ve akl ve düşünce ne kadar yerinde olursa olsun, insanın yaratılışında bulunan ve herkesi aldatabilen nefs karşısında, akl başarısız kalabilir. Bunun için, dahâ başlangıçda, nefsi kımıldatmamak ve onu tahrîk eden yolları kapamak lâzımdır. Kadının örtünmesi, bu yolları en kesdirme ve en kolay olarak kapayan bir çâredir.
Kızların oğlanlarla bir arada yetişmesinin ve bu alışkanlığın, ileride iffet ve nâmûslarını korumağa yarıyacağını düşünmek de doğru değildir. Gençlerin karışık hayâta alışmaları, bunun kötü netîcelerini de gâyet tabî’î görmek tehlükesine sebeb olur. Kadınların erkekler arasında açılması, kadın-erkek arasındaki yaklaşma duygusunu gösteren tabî’î bir hâldir. Bunu red eden yalancı ve gâfil sözlere, değil bir müslimân, hiçbir erkek inanmaz. Kadınların kollarını, omuzlarını, gerdanlarını, baldırlarını erkeklere açdığı, plâjlarda, birlikde eğlendikleri yerlerde, erkekler onlara bakmaz mı olmuşdur? Kadınlar kollarının, gerdanlarının, baldırlarının açılmasına alışıldığını görünce, göğüslerini, sırtlarını, omuzlarını da açmağa, mini etek kullanmağa başladılar. Sonunun neye varacağı anlaşılamayan bu açılmalar, kadınlara mahsûs bir ihtiyâcı göstermekdedir. Demek ki, kadınlar, açılmalarına alışınca, dahâ çok açılmakdadırlar. Eski açıklıkları gayr-i tabî’î görülmekdedir. Kadınlarda açılmanın böyle yayılması, örtünmek sıkıntısından kurtulmak, havalanmak gibi öne sürülen sebeblerden başka maksadlarla yapıldığını göstermekdedir. İster birdenbire olsun, ister yavaş yavaş olsun, bu açıklıklar, ahlâk bozukluğuna doğru atılmış adımlardır. Hattâ, erkekleri yabancı kadınlarla zevklenmenin kıyısından köşesinden istifâdelendiren bu açıklıkların, kendileri de tam sefâhetdir. Kadınların yabancı erkeklere açılmasını ve sosyete hayâtı yaşamalarının fuhşa, ahlâksızlığa, ev bark yıkmağa, âile fâci’a ve ölümlerine yol açdığını gösteren misâller çokdur.
İslâmiyyet, kadınla, kızla konuşmayınız, eğlenmeyiniz, papaslar gibi kadınsız yaşayınız demiyor. İslâmiyyet, komşunun karısını, kızını başdan çıkarmayınız, onların hayâ perdelerini parçalamayınız, âile yuvalarını yıkmayınız, istediğiniz kızı alınız, onunla, evinizde serbestçe, râhatça istediğiniz gibi eğleniniz diyor. Karınızı, kızınızı, yabancı erkeklerin arasına sokup, onların edeblerini, hayâlarını ve istikbâllerini bozmayınız! Kendinizin ve başkalarının âile yuvalarını yıkacak taşkınlıklardan sakınınız diyor. Bir kızı mes’ûd etmek için çalışın, kazanın ve genç iken, erken evlenin diyor.
Kadınların yabancı erkekle dans etmeleri ve balolarda, karıkocaların açıkca yer değişdirmeleri, kadınları hayâtda, kolaylığa ve çalışmağa getirmekde olmayıp, âile yuvalarını yıkdığı acı acı görülmekdedir. Kadın-erkek münâsebetlerinin yalnız karı-koca arasında kalmasını istemeyip de karışık ve sınırsız bir temâs vücûde getirmek için yapılan balolar, islâmiyyetdeki nikâh cem’iyyetlerinin yerini almağa başladı. Şu kadar fark var ki, müslimânların nikâhı, belli bir kadınla belli bir erkeğin bir araya geleceğini i’lân etmekde, sosyetenin balosu ise, evli veyâ bekâr birçok kadınla birçok erkeğin gelişi güzel yaklaşacaklarını i’lân etmekdedir. İslâmiyyetde yalnız nikâh ile birleşmek câizdir.
Kadınlara, sosyete hayâtında olduğu gibi, başka erkeklerle de düşüp kalkmak serbestliği verilirse, âilesi erkeklerinin kıskanmasına ve vicdân azâbı çekmesine sebeb olmakla berâber, erkeklerin de, sayısız yabancı kadınlardan zevk almasına yol açacakdır. Bunu kim bilmez, kim anlamaz? İbtidâ’î ve gerici denilen kimseler de, bu zevkı, bu lezzeti pek iyi bildikleri hâlde, öte yandaki vicdân azâbı, kendilerini frenlemekde, durdurmakdadır. Nefslerinin, isteklerine ve lezzetlerine dayanamıyan, irâdesi gevşek kimseler, medeniyyetin terakkîsi, ilericilik gibi yalan ismlerle, vicdânların bu frenini koparmış, kendilerine pek tatlı ve yaldızlı bir sosyete hayâtı kurmuşlardır. Nefslerinin zevkleri peşinde koşanlar, bu hayâtı hızla yaymakdadırlar. Bu hayâta ilericilik diyenler olduğu gibi, tabî’ate uymak şeklinde değerlendirenler de vardır. Hâlbuki islâmiyyet tabî’ate en uygun yaşayış yolunu göstermekdedir. İslâmiyyet, en tabî’î bir din olmakla berâber, insan tabî’atinin fazîletden ayrıldığı yerlerde, o da tabî’atden ayrılır. Fazîlet tarafını tutar. Medenî haklar denilsin, tabî’ate dönülsün, nasıl övülürse övülsün, bu akıntının en açık sebebi ve sürükleyen kuvveti, şehvet ve zevkdir. Sosyete adamları, karşılıklı zevklerini düşünmeyip, kadınlara hak ve hürriyyet vermek niyyetinde olsalardı, kadınların karşılıklı değişdirilmesini isteyemezlerdi. Bunun içindir ki feministler, birisinin karısından, kızından istifâde edemiyeceğini anlayınca kendi kadınlarının, kızlarının, onunla görüşmesine değil, görünmesine de yanaşmazlar. İyi anlaşılıyor ki, balo ve gece kulüplerinde, kadınlarını, kızlarını başka erkeklere peşkeş çekenler, kendi zevkleri için veyâ mal, mevkı’ elde etmek için, kadınlarını fedâ eden kimselerdir. Kadınlara hak tanınmasını, onlara hürriyyet verilmesini, kadınlardan dahâ çok isteyen erkeklere dikkat edilirse, bunlar, sokaklara taşan ve salonlarda kaynaşan kokulu, yumuşak kadın dalgaları arasına dalmağı ve başkalarının kadınlarından kolaylıkla zevk almağı arayan kimselerdir. Bu zevâllılar, başka erkeklerin de, kendi kadınlarına, kızlarına ve kızkardeşlerine böyle serbestçe saldıracaklarını düşünmezler. Yâhud o zevklerle, lezzetlerle kendilerinden geçerek, bu can sıkıcı zararı unuturlar, veyâhud zevklerine, şehvetlerine karşı, onları fedâ etmekden de çekinmezler.
Sosyete hayâtında kazancı çok ve zararı az olanlar, yakınları arasında yüzüne bakılabilecek genç kadın bulunmayan erkeklerdir. İşte erkeklerin, kadınlara hürriyyet verilmesini istemeleri sebeblerinin başında, böyle aldatıcı ve egoist sebebler bulunmakdadır. Bu konuda biraz aşırı yazdığımızı söyliyenler bulunacakdır. Fekat, işin doğrusu budur. Çünki, müslimân memleketinde yetişen kadınlara bu fikr, erkeklerin ilmde ve fende ilerlediklerine imrenmek yolu ile gelmemişdir. İlmde ve teknikde yüksek bir yeri olan afîf erkeklerin kadınlarında, böyle bir hürriyyet arzûsu görülmemişdir. Eğer erkekler, eğlence ve sefâhat hayâtına dökülmeselerdi, kadınlardan da, böyle hürriyyet isteyen görülmeyecekdi. Kadınların avukatlığını yapan erkekler de bulunmayacakdı.
Kadınlara böyle bir hürriyyet verilmesini isteyen erkekler, (Gayr-i meşrû’ bir şey istemiyoruz ki...) diyorlar. Meşrû’ olarak ne istedikleri kendilerine sorulunca, cevâb veremiyorlar. (Kadınları esâretden kurtaracağız) deyip geçiyorlar. (Nisâ) sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Erkekler, kadınları terbiye edici ve onlara iş vericidir. Allahü teâlâ, erkekleri kadınlardan üstün yaratmışdır) buyuruldu. Dinde reformcular, kadınları, bu âyet-i kerîmede bildirilen yerlerinden kurtaracaklarmış! Bunun neresi meşrû’dur. İslâmiyyetin erkekleri kadınlardan üstün tutmasında birçok sebeb ve fâide vardır. Bu üstünlük âile hayâtının düzgün olması için de lâzım ve zarûrîdir. (Âile içinde kadın ile erkeğin hakkı eşid olmalı. Hayât müşterekdir) sözü de kıymetsizdir. (Enbiyâ) sûresi yirmiikinci âyetinde meâlen, (Allahdan başka bir ilâh, bir tanrı dahâ bulunsaydı, âlemdeki nizâm bozulur, karma karışık olurdu) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmedeki kuvvetli mantığa dayanarak düşünenlere göre, âile içinde, derece derece herkesin ayrı bir hakkı ve değeri, şerefi lâzımdır ve âile arasında bir baş bulunmasına zarûret vardır. Millete bütün hakların verildiği bildirilen cumhûriyyet idâresinde bile bir devlet başkanı, ya’nî cumhûrreîsi vardır. Demek ki, devlet idâresinde olduğu gibi, her toplulukda ve her biri topluluk olan âile hayâtında, son sözün herhâlde bir yere bağlanması lâzımdır.
Sözlerini haklı ve meşrû’ göstermek için, (Kadınlara ilmde ve fende istiklâl vereceğiz) gibi savunanlar da oluyor. Bu istiklâl, bu hürriyyet, kadınları erkeklerin kontrolünden kurtaracağız demek olduğundan, yukarıdaki âyet-i kerîmeyi değişdireceğiz demekdir. Çünki, kadınların erkeklerin kontrolü altında bulunmasına ve onlardan iznsiz istedikleri yerlere gidememelerine (esâret) diyorlar. Esâretden kurtulmağı, iş güç altında ezilen Anadolunun kadınları istemiyorlar da, sosyetenin serbest kadınları istiyor! (Kadınlar ilm ve san’at hürriyyeti sâyesinde, erkekler gibi çalışarak, erkeklerin ellerine bakmakdan kurtulmalıdır) diyorlar. Erkekler, evlerine getirdiği ekmeği kadınların başına mı kakıyorlar ki, bu sığıntı ve aşağı hayâtdan kadınları kurtaracaklar? Hâlbuki, bu ilerici kadınlar, evlerinde gördükleri işleri, erkeklerinin başına kakmakdadırlar. Hattâ, erkeklere yüklemek yolundadırlar. Dikkat edilirse, müslimân erkekleri, kadınlarından dahâ çok merhamete muhtâç hâldedirler. Çünki, para kazanmak, evin ihtiyâçlarını bulup getirmek yükü erkeğin omuzlarındadır. (Hayât müşterekdir) diyerek, bu ağır yükü kadınlara da yüklemeğe kalkışmak, (başınızın çâresine bakınız!) diyerek erkeklerin kadınları himâyelerinden silkip atması demek olup, kadınların zararına bir düşüncedir.
(Hayât müşterekdir) sözü, dinde reformcuların savunduğu gibi, erkeklerin yüklendiği kazanma yüküne kadınların yardım etmesi ise, bu yardımı evin içinde de yapabilirler. Orta hâlli sosyete âilelerin çoğunun evinde hizmetçiler bulunur. Erkekler gibi, kadınların elbisesi de terzilere dikdirilir. Şuna dahâ çok şaşılır ki, hürriyyete kavuşmuş olan sosyete kadınlarının evlerinde yemek pişirmek, çocuklara bakmak ve hemen bütün işler hizmetçilere yapdırılıyor. Böylece, kadının kazancı kendi süsü, boya, koku ve berber masrafları ile hizmetçinin ücretini karşılayamaz bile. Geçim yükü, yine yalnız erkeğin sırtında kalmakdadır.
Geçim yüküne ortak olan kadınlardan, yüzüne bakılamıyacak kadar çirkin olanların ev dışında ne kadar düşkün ve üzücü hâl aldıkları her tarafda görülmekdedir. Güzelliğine güvenen ve güzel olmağa çalışan kızların güzelliği de yaşlandıkça azalıyor. Hele pudra, ruj, boya kullanan kadınların derileri aşınarak dahâ çabuk çirkinleşiyorlar. Boya kullanmadığı gün, yüzleri işkembe gibi buruşuk, iğrenç oluyor. Bunun için, her sabâh kalkınca, sâatlerce ayna karşısında, tuvalet, makyaj yapmak zorunda kalıyorlar. Bir kış sabâhı, alaca karanlıkda tramvayda giderken, Bâyezîd meydânında bir çöpçü kadının kar süpürdüğünü görünce, yüreğimiz sızladı. Bu müslimân ninenin, sıcak odasında yatmasını veyâ okumasını, yâhud çocuklarının ihtiyâçlarını hâzırlamasını arzûladık. Çünki, islâmiyyet, kadınların bütün ihtiyâçlarını kocasına yüklemişdir. Kocası yoksa, yakın akrabâsı verecekdir. Kimsesi yoksa, Beyt-ül-mâl, ya’nî devlet bakacakdır. Kadının her ihtiyâcı ayağına gelecekdir. Kadınların çoklarının, hayâtlarından şikâyetlerini, inlemelerini çok işitdik.
İş yerlerinde çalışan çirkin kadınların, düşkün, acı hâllerini inkâr edemeyen reformcular, bunu da savunmağa kalkışarak, mağazalarda, satış yerlerinde güzel kadınlar bulundurulursa, satılacak mallar arasında, belki dahâ çok, onların güzelliklerine müşteri çıkanlar bulunur. Böylece işler aksar diyorlar. Hürriyyetine kavuşarak, erkekler arasında çalışan kadınlardan güzel olmayanların düşkünlüğü ve kendini güzelleşdirmek için her sâbah ayna karşısında uğraşanların bitkinliği bir yana, geri kalanlarında, bulunduğu farz edilen, dahâ doğrusu hiç bulunmadığı hâlde, kraldan ziyâde kralcı erkekler tarafından var diye savunulan bu hürriyyetin ve istiklâlin doğru ma’nâsı, kadınların, âile teşkîl etmek, evlâd yetişdirmek, evini düzenlemek gibi meziyyetlerden ve tabî’î kâbiliyyetlerinden uzaklaşarak, erkeklerin sert, sıkıntılı hayâtına karışmaları, kocaya varmak ihtiyâcından kurtularak, bekâr erkekler gibi, yâhud evindeki zevcesine bağlı olmıyan ahlâk düşkünleri gibi olmaları demekdir. Âile hayâtını yıkan bu dağınık hayât, önce Avrupa mukallidi erkeklerde başlamış, bu uçuruma sonra kadınlar da sürüklenmişdir. Zevallı gençlik, nerelere sürükleniyor. Sosyete hayâtında âdet hâline getirilen, kadınlara karşı saygı ve nezâket, hep gösteriş olup, onların düşkünlüğünü, acınacak hâllerini örtmek için yapılmakdadır. Bugün Avrupada, nikâhlı, nikâhsız kadından ucuz bir şey yokdur. Müslimânlıkdan uzaklaşan sosyete kadınları da, bu hâle sürüklenmekdedirler. Nikâhsız olanların çokluğu meydândadır. Şark edebiyyâtında, şi’rlerde şehvânî düşüncelerin yayılmış olması, şarkda fuhş ve sefâhet hayâtının yok denecek kadar az olmasındandır. Şarklı bir şâ’ir, dilberin söz verdiği bûseyi gazeline kıymet vermek için yazmak ister. Çünki, bu görülmemiş birşey gibidir. Hâlbuki, Avrupada, bunlar caddelerde yapılır da, aldırış eden olmaz. Dul kadınlar dahâ ucuzdur. Bugün Avrupada ve sosyetenin, kadın hürriyyetinin yayıldığı islâm memleketlerinde, erkekler kolay evleniyor. Kadınların koca bulması ise, çok güç oluyor. Erkekler nazlı olup, kadında güzellik veyâ para arıyor. Kadın ise, erkeğin izdivâç talebini kabûl etmekdedir. Ev kurmak için kadınların çekdiği bu güçlüklere karşılık olarak, bir veyâ birkaç gecelik eş arıyan gençlerden, pek kolaylık görüyorlar.
Müslimân memleketlerinde vakti geçmiş ve kocasız kalmış kız bulunamaz. Erkeklerle kadınlar birbirine taksîm olunmuş ve artan kadınlar da, islâmiyyetdeki, (teaddüd-i zevcât) ni’meti sâyesinde, bir ev hanımı olmuşdur. Hâlbuki, Avrupada, artan kızlar, nikâhsız, gayr-i meşrû’ erkeklerden kazandıkları paraları birikdirerek, nikâhlı zevc ararlar.
Avrupada ve sosyete hayâtı bulunan yerlerde aşk denilen şey yokdur. Çünki, her tarafa kadınlar, kızlar serpilmişdir. Hâlbuki islâm memleketlerinde, bir erkek, kırk yılda bir güzel kadın görür. Bu nâdir tesâdüfle, ona âşık olur. Dahâ güzelini ona göstermemek için, aşkın gözüne çekdiği perde ile etrafdaki tesettür perdesi bir araya gelir. Hattâ, ikinci perdenin, değil başkasını, yine o kadını bile bir dahâ göstermemesi yüzünden aşk ateşi körüklenir. Şu hâl, islâm memleketlerinde, kadının çok kıymetli ve ehemmiyyetli olduğunu göstermekdedir. Kadını, ma’şûkalık makâmından uzaklaşdıran sosyete hayâtında, kadınların ne kıymeti olabilir?
Sosyete kadınlarının acınacak hâlini (madame le Lara Mardirous) adında, Fransanın büyük bir şâ’ir kadınından dinleyelim. Bunları Cenâb Şihâbüddîn beğ (Evrâk-ı eyyâm) adındaki mecmû’asında terceme etmişdir.
(Kadınlarınıza söyleyiniz! Se’âdetlerinin kıymetini bilsinler! Kapalı yaşamağa alışsınlar! Kapalı yaşamak, onları öyle sıkıntılardan korur ki... Ah, şu omuzumda hıçkırarak ağlamış kızların adedini bilseler. Kulaklarım, sevilmiş kızların çok fecî’ ve kalbleri yakan şikâyetleri ile dolu. Evet, ışıklar ve çiçeklerle dolu bir baloya girebilmek, çok tatlı gibi görünür. Fekat, sevdiği zevci ile oraya gelen kadının kalbini kemiren kıskançlığı, ne çok elem verici bir yılandır? Bunu düşünebilir misiniz? Balo, tiyatro, bütün buluşma yerleri, zevcesine bağlı olan bir erkek, yâhud kocasını seven bir kadın için (Seint office)’in bir azâb hücresi, bir Cehennemdir. Bunları zevcelerinize, hemşîrelerinize iyice anlatınız!)
(Kadınların yükselmesi, erkeklerin yükselmesi için de lâzımdır. Çünki, iki kanadından biri çalışmıyan millet, ilerliyemez. Ancak kadınları ile birlikde yükselebilir) gibi ağızlarda sakız gibi çiğnenen bir söz var. Böyle karışık ve örtülü sözler maksadlarını açıkça söyleyemiyenlerin, yardımcı kelimeler altında bildirmeğe kalkışmalarını göstermekdedir. Kadınların ilerlemesi demek, onların câhil bırakılmaması, ahlâklarına, terbiyelerine ehemmiyyet verilmesi demekdir. Kadınların inceliklerine uygun, ince san’atları onlara yapdırmağa islâmiyyet birşey demez. Müslimân kadınlarının, erkeklerin yapamıyacağı ince işleri harbde de, sulh zemânında da yapmaları ve bunları kadınlardan öğrenmeleri câizdir. Fekat, yine yabancı erkeklerin arasında bulunmamaları lâzımdır.
Müslimân Türkleri, memleketimize, vatanımıza bağlayan en kuvvetli şey, âile içindeki dînî ve an’anevî temiz hayâtımızdır. Bu hayâtı, ya’nî harem ve selâmlık hayâtımızı mukaddes vazîfe bilenlerimiz, en hassâs bir damarla memlekete bağlı bulunurlar.
Kadınların erkekler arasında çalışmasını savunmakda, dinde reformcuların kuvvetli bir silâhı da, maddî istifâde, ekonomik kazançdır. Meselâ: Bir dükkân açarsınız. Kasaya veyâ tezgâha güzel bir kız korsunuz. Dükkânın gözlere dağıtdığı şehvânî hediyyelerle müşteriler çoğalır diyorlar. Hâlbuki, böyle açık kadınların bulunduğu dükkânlara ve içki satılan dükkânlara müslimân müşteriler gelmez. Harâm vâsıtalarla olan kazançlar da, habîs olur, bereketsiz olur. Sonu dünyâda da, âhıretde de zarar ve ziyân olur.
(Çok mühim ihtâr: Kadınların, kızların, yabancı erkeklere çıplak görünmesi, erkeklerin de bunlara bakması harâmdır, büyük günâhdır. Harâm vâsıtası ile dünyâ malı kazanmak müslimâna yakışmaz. Böyle kazanılan malların fâidesi ve bereketi olmaz. Harâma ehemmiyyet vermiyen, kâfir olur.)
Müslimân olduğunu söyliyen bir kimsenin, yapacağı bir işin, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olup olmadığını bilmesi lâzımdır. Bilmiyorsa, bir ehl-i sünnet âliminden sorarak veyâ bu âlimlerin kitâblarından okuyarak öğrenmesi lâzımdır. İş, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun değil ise, günâh veyâ küfrden kurtulamaz. Her gün hakîkî tevbe etmesi lâzımdır. Tevbe edilen günâh ve küfr, muhakkak afv olur. Tevbe etmezse, dünyâda ve Cehennemde, azâbını, ya’nî cezâsını çeker. Bu cezâlar, kitâbımızın muhtelif yerlerinde yazılıdır.
Erkeklerin ve kadınların nemâzda ve her yerde örtmesi lâzım olan yerlerine (Avret mahalli) denir. İslâmiyyetde avret mahalli yokdur diyen kâfir olur. İcmâ’ ile, ya’nî dört mezhebde de avret olan bir yerini örtmeğe ve başkalarının böyle avret mahalline bakmamağa ehemmiyyet vermiyen, ya’nî azâbından korkmıyan kâfir olur. Sporcuların avret mahallerini açması ve maçları seyr etmeye gitmek böyledir. Erkeklerin diz ile kasıkları arası, Hanbelî mezhebinde avret değil ise de, diğer mezheblerde, avret olup, açması büyük günâhdır. (Ben müslimânım) diyen kimsenin, îmânın ve islâmın şartlarını ve dört mezhebin icmâ’ı, ya’nî sözbirliği ile bildirdiği farzları ve harâmları öğrenmesi ve ehemmiyyet vermesi lâzımdır. Bilmemek özr değildir. Ya’nî, bilip de, inanmamak gibidir. Kadınların yüzlerinden ve ellerinden başka yerleri, dört mezhebde de avretdir. Kadınların avret yerini açmaları ve erkekler yanında şarkı söylemeleri ve mevlid okumaları harâmdır. İcmâ’ ile olmayan, ya’nî diğer üç mezhebden birine göre avret olmayan bir yerini, ehemmiyyet vermiyerek açan kâfir olmaz ise de, büyük günâh olur. Erkeklerin diz ile kasık arasını, ya’nî uyluğunu açmaları da böyledir. Bilmediğini öğrenmesi farzdır. Öğrenince, hemen tevbe etmeli ve örtmelidir.
Aşağıdaki hadîs-i şerîfler, ibni Hacer-i Mekkî hazretlerinin (Zevâcir) kitâbından alınmışdır. Bu kitâb 1356 [m. 1937] senesinde Mısrda basılmışdır. İki cüz’ bir aradadır. İbni Hacer-i Mekkî hazretleri Şâfi’î fıkh âlimlerinden idi. 899 [m. 1494] da tevellüd, 974 [m. 1567] de Mekke-i mükerremede vefât etmişdir.
Bir hadîs-i şerîfde, (Uyluğunuzu göstermeyiniz ve ölünün ve dirinin uyluğuna bakmayınız) buyuruldu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Avret yerini başkasına gösterene, Allahü teâlâ şiddetli azâb yapacakdır) buyuruldu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Avret yerini açmak büyük günâhdır) buyuruldu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Üç kişi Cennete hiç girmeyecekdir: Birincisi deyyûs, ya’nî karısının, kızının başka erkeklerle düşüp kalkmasına göz yuman kimse. İkincisi, kendisini erkeklere benzeten kadınlar. Üçüncüsü, içki içmeğe devâm edenler) buyuruldu. Kadınların kendilerini erkeklere benzetmesi demek, onlar gibi caket, pantalon giyinmesi, başlarını onlar gibi traş etmesi olup, büyük günâhlardandır.
Bir hadîs-i şerîfde, (İki kişi vardır ki, Cehenneme gireceklerdir: Birincisi, yanlarında kırbaçlar, coplar taşıyıp insanları haksız olarak dövenlerdir. İkincisi, erkeklere kendilerini çıplak gösteren ve ince, altındaki deri görünen elbise ile erkekler yanına giden kadınlardır. Bunlar, kötü iş için erkeklerin yanına giderler) buyuruldu.
Ebû Dâvüd, hazret-i Âişeden “radıyallahü anhâ” bildiriyor ki, kızkardeşi Esmâ, Resûlullahın yanına geldi. Arkasında ince elbise vardı. Derisinin rengi belli oluyordu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, baldızına bakmadı. Mubârek yüzünü çevirdi ve (Yâ Esmâ! Bir kız, nemâz kılacak yaşa geldiği zemân, onun, yüzünden ve iki ellerinden başka yerlerini erkeklere göstermemesi lâzımdır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfden anlaşılıyor ki, kadınların yabancı erkekler yanına ve sokağa başı açık çıkmaları büyük günâhdır. İmâm-ı Zehebî buyuruyor ki; erkeklere zînetini gösteren kadınlara, meselâ altın, inci gibi şeyleri örtüsünün üstüne takan, koku süren, renkli ve ipek kumaş örtünmüş olan, kol ağızları geniş olup kolları görünen ve bunlar gibi kendilerini erkeklere gösteren kadınlara Allahü teâlâ dünyâda ve âhıretde azâb edecekdir. Bu kötülükler, kadınlarda çok olduğu için, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (Mi’rac gecesi Cehennemi gördüm. Cehennemdekilerin çoğunun kadın olduğunu gördüm) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan, hamâma peştemal ile örtülü girsin! Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan kimse, zevcesini hamâma göndermesin!)
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Îrân memleketi, müslimânların eline geçecekdir. Orada, hamâm denilen binâlar vardır. Erkekler, hamâma peştemal ile örtülü olarak girsinler ve oraya zevcelerini, yalnız tedâvî için ve hayzdan, nifâsdan temizlenmek için göndersinler!)
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâya ve âhıret gününe inanan bir kimse, yabancı bir kadınla bir odada yalnız kalmasın!).
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Ümmetimin erkeklerinin âhır zemânda hamâma gitmesi harâm olur. Çünki, hamâmlarda avret yerleri açık olanlar bulunur. Avret yerini açana ve başkasının avret yerine bakana, Allah la’net eylesin!).
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Erkeklerin dizleri ile göbekleri arası avretdir.)
Bir hadîs-i şerîfde, (Zinâ eden kimse, puta tapan kimse gibidir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, zinânın büyük günâh olduğunu göstermekdedir.
Bir hadîs-i şerîfde, (Şerâb içmeğe devâm eden bir müslimân öldüğü zemân, Allahü teâlâ onu puta tapan kâfir gibi cezâlandırır) buyuruldu. Zinânın şerâb içmekden dahâ kötü, dahâ günâh olduğu muhakkakdır.
Bir hadîs-i şerîfde, (Bu ümmetin hayrlı olması, aralarında zinâ yayılıncaya kadar devâm edecekdir. Zinâ aralarında yayılınca, Allahü teâlâ hepsine azâb eder) buyuruldu.
(Aralarında zinâ ve ribâ yayılan bir memleketde bulunanlara Allahü teâlânın azâbı halâl oldu) buyuruldu. Ribâ, fâiz almak ve fâiz vermek demekdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”Eshâbına sorarak, (Zinâyı nasıl bilirsiniz?) buyurdu. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ ve Onun Resûlü zinâyı harâm etmişdir. Kıyâmete kadar harâmdır dediler. (Bir kimse, komşusunun kadını ile zinâ ederse, yabancı on kadınla zinâ etmekden dahâ çok azâb çeker) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Cennet, deyyûsa harâmdır). Deyyûs, zevcesinin [ve kızının] zinâ yapdığını bilip, susan ve kızmayan kimsedir.
Bir hadîs-i şerîfde, (Yabancı kadına şehvetle elini süren kimsenin kıyâmet günü eli boynuna bağlanacakdır. Onu öperse, dudakları Cehennem ateşinde yanacakdır) buyuruldu.
Yabancı bir kızla zinâ etmek büyük bir günâhdır. Evli kadınla yapmak, dahâ büyük günâhdır. Mahrem akrabâsı ile zinâ yapmak hepsinden büyük günâhdır. Dul kadının zinâ yapması, kızın yapmasından dahâ büyük günâhdır. Yaşlı adamın yapması, gençlerin yapmasından dahâ büyük günâhdır. Âlimin zinâsı, câhilin zinâsından dahâ büyük günâhdır.
Başı, kolları açık ba'zı kadınların kendilerini haklı göstermek için, (Allah kalbe bakar, kalbi bozuk olanları Cehennemde yakacakdır. Başı, kolu açmak, kalbin bozuk olduğunu göstermez) gibi sözleri, tesettüre ehemmiyyet vermemeği göstermekdedir. Kalbin temizlenmesi için, ahkâm-ı islâmiyyeye uymak lâzım olduğu her kitâbda yazılıdır. Başı, kolu açık olan kızların (Allah kalbe bakar, bizim kalbimiz temizdir) demeleri, doğru değildir. Açıklık, kalbin temiz olmadığına alâmetdir.
Kadınların açılmalarının zararlı olduğunu uzun yazmamız, vatandaşlarımızın dünyâ ve âhıret sıkıntılarına düşmelerini istemediğimiz içindir. Onlara olan iyilik ve hizmet duygumuzdan ileri gelmekdedir. Yoksa, açık gezen kadınları ve erkekleri ve sosyete hanımlarını, aşağı, kötü, kendisini ise nâmûslu, iyi bilmek, müslimânlık değildir. Her müslimânın, açık gezenleri, içki içenleri, sosyete hayâtı yaşıyanları görünce, onlara acımaları, imkân bulursa, tatlı sözle ve kitâba, kanûna uygun yazı ile nasîhat vermeleri, hiç olmazsa, zararlı yoldan kurtulmaları için düâ etmeleri lâzımdır. Günâh işliyeni görünce, kendi günâhlarımızı hâtırlamalıyız! Kusûrlarımız, günâhlarımız afv edilmezse, başımıza gelecek azâbları düşünmeliyiz. Başkalarını ayblamak, kötülemek, gıybet etmek harâmdır. Onların günâhlarından dahâ büyük günâh işlemiş oluruz. Allahü teâlâ sabr edenleri ve iyilik edenleri sever. İnsanlara hizmet edenleri, nasîhat verenleri, tatlı dilli, güler yüzlü olanları, iyi iş yapanlara yardım edenleri sever. Kendini beğenenleri sevmez. Allahü teâlânın sevdiği güzel işleri yapmalıyız! Güzel huylu olmalıyız. Suçlulara sert davranmak, can yakmak, hükûmetin vazîfesidir. Müslimân dili ile, eli ile kimseyi incitmez. Başkasını incitmek günâhdır ve fitne çıkmasına sebeb olur. Fitne çıkmasına sebeb olmak ise, ayrıca dahâ büyük günâh olur. Müslimân, günâh işlemez. Hükûmete, kanûnlara karşı gelmez. Suç işlemez. Herkesin sevgisini, saygısını kazanan şerefli bir insandır.
Hanefî âlimlerinin büyüklerinden Hayreddîn Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Fetâvâyı hayriyye)nin nafaka bâbında diyor ki, (Erkeğin zevcesini mülkü olan veyâ kirâladığı müstakil bir evde oturtması vâcibdir. Zevcesine nafaka vermiyen erkek habs olunur. Evin sâlih komşular arasında bulunması lâzımdır. Bu komşular, bu kadının din ve dünyâ işlerine yardım ederler. Zevcin zulm yapmasına mâni’ olurlar. Evin mutbahı, halâsı, hamamı, odaları olacakdır. Bu evde, zevcesinin istemediği kimse bulunmaz. Zevc kaçıp gayb olur, nafaka vermezse, zevce nafaka bağlaması için mahkemeye mürâceat eder. Zevcinden ayrılmasını isteyemez. Hâkim âdete uygun nafaka bedeli tâyin edip, zevcenin bu parayı zengin akrabâsından ödünç almasını söyler. Onlara da, bu kadına ödünç vermelerini emr eder. Ödünç vermiyeni habs eder. Zevci buldurup buna ödetir. Zevci büyük günâha girdiği için, ta’zîr cezâsı da verilir. Zevcinin nafaka vermiyeceğinden korkan kadın, mahkemeye gidip, zevcinin kefîl göstermesini isterse, hâkim, kefîl göstermesini emr eder. Zevc kaçmaz, fekat nafakayı getirmezse, hâkim, nafakanın, ya’nî yiyecek, giyecek ve kirânın mikdârını ta’yîn edip, bu parayı her ay zevcesine verdirir. Zekât vermesi lâzım olan nisâba mâlik kimsenin, zevcesine zengin nafakası vermesi lâzımdır.
Kadın zevcinin kaçdığını ve nafaka bırakmadığını iki şâhid ile isbât ederse, şâfi’î hâkim, nikâhlarını fesh eder. Dul kadın, iddet zemânı temâm olunca, hanefî mezhebine göre de, başka erkekle evlenebilir. Zevc, sonra gelip, nafaka bırakdığını isbât ederse, kabûl edilmez. Nâşize [âsi] olan veyâ boşanıldığı kendisine bildirilen kadına nafaka verilmez). Fekat, zevcesini boşayarak, evini, barkını, se’âdetini yıkmak, kolay bir şey değildir. Nikâh kısmında diyor ki, (Baba, yetişkin kızını, ondan izn almadan, birine verse kız bunu haber alınca kabûl etmez ise, nikâh sahîh olmaz. Kız, işitdiğim zemân red etmişdim dese, inanılır). Yukarıdaki yazı, islâm kadınının, erkek elinde oyuncak olmadığını, kadın haklarının devletin garantisinde olduğunu göstermekdedir.
41 — (Kadın, erkeğin istediği gibi kullanacağı, istemediği zemân def’ edeceği bir mahlûk değildir. İnsanın dünyâda ve âhıretde mes’ûd olmasını isteyen cenâb-ı Hakkın irâdesine göre, izdivâcı bir kâide altına almalıyız. Avrupalılar, bir zevceden başkasını yasak etdi ise de, çoğunun gayrimeşrû’ birkaç zevcesi ve metresleri vardır) diyor.
Cevâb: Poli-gami ya’nî çok evlenmek, Avrupalıların ve ilerici, ya’nî taklîdcilerin müslimânlara saldırdığı sebeblerden biridir. Hâlbuki, müslimânlar dörde kadar kadın alırken, Avrupalılar sayısız kadın ve metreslerle düşüp kalkıyorlar. Dörde kadar evlenebilmek için, islâmiyyet şartlar koymuşdur. Bu şartları herkes yerine getiremez. Bunun içindir ki, müslimân erkeklerin birden fazla evlenmesi sınırlıdır ve az kimselere nasîb olmakdadır. Zâten, birden fazla evlenmek, bir emr değil, şartlara bağlı bir izndir. Birden fazla evlenmek yasak olan yerlerde, fuhşun, zinânın çoğaldığı görülmekdedir.
Dinde reformcuların çok evlenmeği kötülemek için ileri sürdükleri biricik sebeb, bunun kadınlar üzerinde nâhoş te’sîr bırakmasıdır. Çok evlenmenin, nüfûsun artmasına yardım edeceğini onlar da söylüyor. Bu artışın sıcak memleketlere mahsûs olması sözü ve aklı, zekâsı işleyenlerde şehvânî kuvvetlerin azalması iddi’âsı, müşâhedeye ve mantığa sığmayan düşüncelerdir. Hattâ, medenî denilen soğuk memleketlerde, kadın haklarının tanınması, kadına hürriyyet verilmesi için yükselen seslerin, propagandaların sebebi incelenince, kadınlara karşı olan şehvânî arzûlar, maske altından meydâna çıkmakdadır.
Bizdeki Avrupa taklîdcilerinin de, bu konuda, şehvânî arzûların peşinde koşdukları meydânda ise de, bunların asl hedefi, başlıca gâyeleri, islâmiyyete saldırmak olduğu, her sözlerinden anlaşılmakdadır. Kadınlara hak verilmesi veyâ şehvânî, hayvânî arzûların serbest bırakılması, ikinci plânda kalmakda, bütün kuvvetleri ile, islâmiyyete mahsûs olan hükmlere, hattâ iznlere saldırarak, islâmiyyeti yok etmeğe, bunun yerine Avrupalıların ahlâksızlıklarını, hıristiyanlığı getirmeğe uğraşdıkları görülmekdedir. Milliyyetçi, türkçü perdesi arkasında çalışan çok sinsi ve usta bir dinde reformcu olan Ziyâ Gökalp, (Din ve İlm) adındaki manzûmesinde, bakınız nasıl zehr kusmakdadır:
Kadın temâm olmadıkça, eksik kalır bu hayât!
Âilenin adle uygun olmak için binâsı,
Nikâh, talâk, mîrâs, bu üç işde gerek müsâvât!
Bir kız, irsde yarım erkek, izdivâcda dörtdebir,
Bulundukca, ne âile, ne memleket yükselir.
Başka yazılarında, Kur’ân-ı kerîme, nemâza saldırdığı gibi, bu şi’rinde, kadın hakları perdesi altında, İslâmiyyeti lekelemeğe kalkışıyor. Kadınla erkeğin eşit olmasında direnen ilericiler, Allahü teâlânın yapdığı anatomik ve fizyolojik eşitsizliği de düzeltseler ya! Bir horoz, sekiz-on tavuğu idâre eder. Fekat bir tavuk sürüsü içinde iki horoz bir arada bulunamaz. Hayvânâtın hemen hepsinde de böyledir. Koyun yetişdirmekle geçinen insanlar, sürünün içinde birkaç koç bulundurarak, fazlasını keser veyâ satarlar.
Kadın ile erkek arasında her bakımdan müsâvât yokdur. Kadın, yalnız erkeği kendine çekecek kuvveti ile te’sîr edebilir. Birçok işlerde, hep erkekden aşağıdadır. Dünyânın her yerinde, kadın süslenmek ister. Ne kadar muhterem olsalar, kıymetli bir eşyâ gibi, başkalarına âid olmak durumundadırlar. Güzel görünmek arzûsunu hiçbir şeye fedâ edemeyen kadınlar, kendilerini erkeklerin ve erkekler arasında da seçilmiş olanların mükâfâtı gibi görürler. Ba’zı memleketlerde kadınlara verilen haklar, ya’nî erkeklerle müsâvî tutulmaları, yaratılışdaki noksanlıklarını gideremez. Erkeğin beyni, kadın beyninden büyük ve dahâ ağır olduğu hâlde, köylerde kadınlar erkek gibi ve onlardan dahâ çok çalışırlar. Fekat bu çalışmaları, onları hâkim ve âmir yapamamışdır. Kur’ân-ı kerîmde, erkeklerin kadınlardan üstün olduğu bildirilmişdir. Allahü teâlâ, erkekleri kadınlardan kuvvetli ve hâkim yaratmışdır. Dünyâya gelecek çocuğun anası ve babası dahâ ziyâde oğlan olmasını isterler. Bu da, erkeğin hayâtda bir dayanak, bir kuvvet ve kadının bir noksanlık olduğunu göstermekdedir. Kadının, ne yaparsa yapsın, bir senede ancak bir çocuğu olur. Erkeğin buradaki fe’aliyyeti hududsuzdur. Bir erkek, bir sene içinde kadınlarının sayısında çocuk babası olabilir. Bu çocukların babası ve anaları da bellidir. Çocuk yetişdirme bakımından bir erkek, âdetâ yüzlerce kadına bedeldir.
Bütün bunlardan başka, dünyâya gelen kız sayısı, oğlandan fazladır. Muhârebelerde de erkekler dahâ çok azalmakdadır. Ba’zan da, erkeklerin evlenmek istememesinden, evlenecek kadın sayısı erkek sayısından binlerce fazla oluyor. Böyle olduğunu gazetelerde sıksık okuyoruz.
Aşağıdaki yazı, 3 Receb-ül-ferd 1393 ve 2 Ağustos 1973 Perşembe târîhli Türkiye gazetesinden alınmışdır:
Amerikada mevcûd yaşama istatistiklerine göre, kadınlar erkeklerden dahâ uzun bir hayât süresine sâhibdirler.
İstatistikler, kadın sayısının erkek sayısını iki milyon geçdiğini ve 25 yaşından yukarı her yaş grubunda, kadın sayısının erkek sayısından dahâ fazla olduğunu göstermekdedir.
Dünyâda yapılan istatistiklere göre, 65 yaş ve yukarısı her 1000 erkek için, 1275 kadın mevcûddur. 1980 yılında, bu yaş grubunda olan her 1000 erkek için 1500 kadın mevcûd olacak ve bu büyüme, kadınlar lehine dahâ da artacakdır. 65 ve yukarısı yaşda bütün kadınların 2/3’ü duldur ve her üç dul kadına karşı bir dul erkek mevcûddur. 1950-1960 arasında dul kadınların sayısı% 17,7 çoğaldığı hâlde, buna karşılık dul erkek sayısı % 2,4 azalma göstermişdir.
Yine Amerikada, erken doğumlarda kız çocuklarının ölüm oranı, erkek çocuklara nazaran % 50 azdır. Doğumu ta’kîb eden ilk ay içinde meydâna gelen ölümlerdeki kız çocukların sayısı, erkeklerden % 50 azdır. Doğumu ta’kîb eden bir yıl içinde ölen her 100 çocukdan 75’i erkekdir.
Büyüme çağında kızlar, oğlanlardan dahâ çabuk gelişir, konuşur ve muayyen bir yaşa kadar dahâ çabuk büyür. Beş ilâ dokuz yaş arasındaki çocuk ölümlerinde, erkek çocuk ölümleri kızlara nazaran iki mislidir. 10 ilâ 19 yaş arasında bu oran % 145 olarak kendini göstermekdedir.
Bütün yaş grubları içinde kalb hastalıklarına en fazla yakalananlar, erkeklerdir. 40 ilâ 70 yaş arasındaki kritik yaş grubu içinde bir kadına karşılık iki erkek bu hastalıkdan ölmekdedir. Ülser, kanser, zâtürrie, tüberküloz ve gut hastalıklarına erkekler kadınlardan dahâ fazla yakalanmakdadırlar. Meselâ, kadınlarda görülen kanser tiplerinden rahim ve göğüs kanserleri, erkeklerde görülen akciğer, mi’de ve prostat kanserlerinden dahâ kolay tedâvî edilmekdedir.
Kadınlar erkeklerden belki dahâ sık fekat dahâ ufak tefek hastalıklara yakalanmakdadırlar. Kayd edilen 365 hastalıkdan erkeklerin 245, kadınların ise sâdece 120 dânesine dahâ kolay yakalandığı tesbît edilmişdir.
İstanbulda neşr edilen 5 Receb-ül-ferd 1404 ve 18 Nisan 1983 târîhli Hürriyyet gazetesinde diyor ki, (Nüfus sayımının kesin ve resmî sonuçlarına göre, İstanbulda her dört dul erkeğe 17 dul kadın düşdüğü anlaşılmışdır.) Bu netîce, dul kadın sayısının, dul erkek sayısından dört kat fazla olduğunu gösteriyor.
Kadınların fazla olduğunu gösteren vesîkalardan biri de, nâmûsunu satarak yaşıyan kadınların sayısının çok olmasıdır. Böyle kadınların, hele ilerici memleketlerde, çok olduğu meydândadır. Bu kadınlarla münâsebetde bulunmakdan kendini koruyamayan erkekler, evli iseler de, bekâr iseler de bunlarla evlenseler, bunlara verecekleri nâmûssuzluk parasını, âile nafakası yapsalar fenâ mı olur? Dinde reformcular, ilericiler bu soruya, fenâ olmaz, iyi olur, diyemiyorlar. Çünki bunlar, kadınların dâimâ değişdirilebilecek hâlde kalmasını istiyorlar. Çok evlenmeği beğenmiyenler, belki de zevklerini yapabilmek için kendilerine bol sayıda kadın kalmamasından korkanlar olsa gerek.
Erkeğin, gayr-i meşrû’ münâsebetde bulunduğu kadınları görüşü başka olur, âilesine karşı görüşü başka olur, denilirse; bu sözden de anlaşıldığı üzere gayr-ı meşrû’ çalışan kadınlar, değerini kaybetmiş, aşağı kimselerdir. Bunun içindir ki, yüksek mevkı’li bir kadınla münâsebetde bulunmak, katkat dahâ fenâ, dahâ ayb bir iş sayılmakdadır.
Kadınlar zarûret ve ihtiyâc ile veyâ aldatılarak fuhşa sürükleniyor, erkekler için böyle şey düşünülemez. O, bu işde, para kazanmıyor. Üstelik para vermekdedir. Kadının erkekle müsâvî olamıyacağı buradan da anlaşılmakdadır.
Kadın ne kadar güzel olsa, yine erkeğe karşı matlûb mevki’inde görünmekden vaz geçmez. Hayâsı azalmış olanlar, kadınlığı ticâret malı hâline getirir. Demek ki, kadın erkekden dahâ çekingendir. Bu çekingenlik, şehvetlerinin azlığından değil, hislerini gizlemeğe erkeklerden fazla muktedir olmalarındandır. Kadınlarda şehvet dahâ fazla olduğu gibi, hayâları da erkeklerden dahâ fazladır. Hayâsı azalan kadın bile, genelevde oturur. Onun ayağına kadar gelen, üstelik para da veren erkekdir. Dünyânın hiçbir yerinde, müşterileri kadın olan, sermâyeleri erkek olan bir genelev yokdur.
Kadınların hayâsı, erkeklerden dahâ çok sabrlı ve metânetli olmalarını sağlar. Onların birçok ağır işlere atılmalarını da önler. Kadına da, erkeğe de, bir hayvan kadar kıymet vermiyen belli komünistleri ve müslimânları aldatmak için, hükûmetlerine (Sosyalist İslâm Cumhuriyyeti) ismini takan komünist uşaklarını bir tarafa bırakırsak, bugün en sıkışık durumdaki milletler bile, kadınlarına silâh takarak cepheye göndermiyor. Erkekler azalınca, kadınları geri ve hafîf işlerde kullanıyor. Erkekler, bu ağır ve tehlükeli işleri yüklenmelerine ve vatanları, evlâdları için canlarını vermelerine karşılık; harblerin, ağır sanâyi’in sebeb olduğu nüfus kaybını önlemek için, kadınlardan da, çok evlenmeğe karşı üzülmeyecek kadar bir fedâkârlık bekleyebilir.
Erkeklerin düşmanla cihâdı ile kadınların nefsleri ile savaşmaları, bizim burada bildirdiğimiz gibi, şu hadîs-i şerîfde de birbiri ile karşılaşdırılmakdadır:
(Allahü teâlâ, kıskançlığı kadınlara ve cihâdı erkeklere yükledi. Hangi kadın, bu emre îmân ederek vazîfesinde sabr gösterirse, şehîd olan mücâhid kadar sevâb kazanır). Bu hadîs-i şerîfde, kadınların çok evlenmeğe sabr göstermelerine işâret buyurulmakdadır. Kadın, hem kıskanacak, hem de buna katlanacakdır. İşte bu büyük fedâkârlık, erkeklerin cihâdı gibi tutulmuşdur. Cihâd ile teaddüd-i zevcâtin birbirine karşı tutulmasının uygun olduğu şuradan da anlaşılıyor ki, teaddüd-i zevcât, nüfusun artmasına, harb ise azalmasına sebeb olur. Mustafâ Sabri “rahmetullahi aleyh” efendinin (Beyân-ül Hak) adındaki mecmû’adaki yazısında, teaddüd-i zevcâtin cihâd karşılığı olarak düşünülmesi, çok açık îzâh edilmişdir.
İslâmiyyet, teaddüd-i zevcâti emr etmemiş, izn vermişdir. Bu izni kullanmamak elbet günâh olmaz ise de, bu iznin sosyal hayâta, ilme ve akla uygun olduğuna inanmak, böyle olmadığını söyliyenleri haksız bilmek dînî bir vazîfedir. Bundan başka, islâmiyyetin bu izninden istifâde etmek istemiyenlerin teaddüd-i zevcât ihtiyâcını karşılamak üzere, bunun yerine günâh olacak başka yolları aramamaları da şartdır. Şimdi, bu iznden istifâdeye kalkışanlar yok iken, dinde reformcuların bu izn üzerinde ileri geri konuşmaları, bölücülerin, bindörtyüz sene önce olmuş bitmiş ve islâm âlimlerince hükmü verilmiş olan hazret-i Alî ile hazret-i Mu’âviyenin muhârebelerini ortaya çıkararak, Eshâb-ı kirâma dil uzatmalarına benzemekdedir. Böyle yersiz ve zemânsız çekişmeler, müslimânlar arasına fitne sokmakdan, islâm düşmanlarını harekete getirmekden başka birşeye yaramaz. Teaddüd-i zevcât emr değil, bir izndir. Müstehab bile olmayıp, mubâh olduğu, türkçe (Ni’met-i islâm) kitâbında yazılıdır. Allahü teâlânın bu iznini kötülemenin câiz olmadığına inanmak da farzdır. Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilen bu izni kabûl etmemek veyâ beğenmemek de küfrdür. Şurasını da söyliyelim ki, kanûn yasak etdiği için veyâ zevcesinin hâtırını gözeterek, yalnız onunla yaşamağı tercîh eden zevc, teaddüd-i zevcâtdan vaz geçdiği için sevâb kazanır. Dîn-i islâmın teaddüd-i zevcâta izn vermesi iffeti korumak ve nüfusu artdırmak içindir. Teaddüd-i zevcâti beğenmiyenlerin sözlerini incelersek, onların asl canını sıkan şey, birden fazla evlenmek değil, dörde kadar evlenmekdir. Çünki, teaddüd-i zevcâti beğenmiyenlerin dörtden katkat fazla metresleri olduğu, gayr-i meşrû’ kadınlarla yaşadıkları meydândadır. Bütün genelevler kapatılarak, umûmî ve husûsî fuhşlar yasak edilirse, teaddüd-i zevcâtı beğenmeyenler, fikrlerini derhâl değişdirirler. Teaddüd-i zevcât, gayr-i tabî’î birşey olduğu için, müslimânlar arasında da kalmamış gibi sözler, ortadan kalkar. Teaddüd-i zevcât kendiliğinden yayılmağa başlar.
Çok evlenmek uygunsuz bir iş olduğu için tutunamamış da, onun yerine, tabî’î, medenî insanlara uygun olan fuhş, zinâ yer almış, öyle mi? Birçok erkekler, inkâr edemiyecek bir hâldedirler ki, teaddüd-i zevcâtın boşluğunu sefâhetle dolduruyorlar. Bunun için de, kadın erkek arasındaki perdeleri yırtarak, kadınların hayâları, şerefleri ile oynuyorlar. Kadınlara tam hürriyyet veren Avrupa memleketlerinde, erkeklerle kadınlar karmakarışık olmuşdur. İslâmiyyet ise, kadınları erkeklere taksîm etmiş ve düzeni korumak için, kadınların örtünmelerini emr etmişdir.
Bir dinde reformcu, (Erkeklerin dörde kadar evlenmesi, kadın haklarını çiğnemekdir. Bir erkeğe bir kadın olması, hakların eşit ve insanların adâlet üzere taksîmidir. Teaddüd-i zevcât, bu müsâvâtı ve adâleti bozmakdadır) diyecek olursa, yukarıdaki yazılarımız buna gerekli cevâbı vermekde ise de, birkaç satır dahâ yazmak fâideli olacakdır:
Teaddüd-i zevcât olmıyan memleketlerde, bunun yerine sefâhetin, fuhşun yayıldığı meydândadır. O hâlde, kadınların böyle fuhşa sürüklenmesinin, onlara bir hak ve müsâvât kazandırmak olduğu nasıl söylenebilir? Bütün bu yaygaraların, kadınlara hak vermek perdesi altında, erkeklerin sefâhetini ve zevkini sağlamak için olduğu anlaşılmakdadır. Dünyâda kadın sayısının erkeklerden çok olduğunu, her sene gazetelerde okuduğumuz istatistikler de göstermekdedir. Bunun için, bir erkeğe birden çok kadın düşecekdir. Eğer düşmez ise, çok evlilik, kendiliğinden ortadan kalkacakdır. Böylece haksızlık, müsâvâtsızlık sözleri sebebsiz kalacakdır. Erkek, fazla kadın bulamayınca, bir kadınla yaşayacakdır. Fekat, fazla kadın bulduğu ve onunla münâsebetde bulunmak arzûsunu yenemediği hâlde, meşrû’ yolda mı, yoksa meşrû’ olmayan yolda mı bulunsun? İşte, dinde reformcularla müslimânlar arasındaki bütün ayrılık buradadır. Meşrû’ yolu mu, meşrû’ olmayan yolu mu kapamak lâzımdır? Birini kapamak, ikincisini yaymak ve kolaylaşdırmak elbette lâzımdır. Fekat hangisini? Müslimânların ilerlemeleri, müslimânlığa yapışmakla olabilir. Müslimân olmıyarak kurtulmalarına, ihtimâl yokdur.
(Nikâh yapılırken, islâmiyyetde her dürlü şart yapılabilir. Bir kadın, nişanlısından evlilikleri boyunca tek evli kalmasını, boşama hakkının kendisine verilmesini istiyebilir) diyorlar. Bu sözleri doğrudur. İslâmiyyet kadına bu hakkı da vermekdedir. Bu husûsda (İbni Âbidîn)de geniş bilgi vardır.
Erkek, ilk zevcesinin hâtırını sayarak bir dahâ evlenmesin. Öte yandan şehvetlerine kapılarak, arzûlarını başka yerlerde arasın bulsun? Kendi iffetine nâmûsuna kıysın? Başka bir kadının nâmûsunu, iffetini de bozsun. Boyunca da, günâha girsin. Yukarıda yazdığımız hadîs-i şerîflerde bildirilen azâbları kazansın. Erkeklerin bu bozuk, kötü işlerini anlayan kadınlarında da kötü hisler uyansın? Hâtırlarına kıyılamadığı hâlde, iffetlerine kıyılmış olsun? Erkeğin kötü kadınlarla düşüp kalkdığını işiten zevcesi acabâ ağır bir darbe yimiş olmayacak mıdır? Nâmûssuz bir erkeğin zevcesi olmak felâketi de, buna eklenmiyecek midir? Bundan başka, zevcenin de iffeti bozulmak zararı, bu yüzden zevcin zararı, zevcin münâsebetde bulunduğu kadının zevci varsa onun zararı, zevcenin münâsebet kuracağı erkeğin zevcesi varsa, onun zararı, bu işlerde yok edilen çocukların zararı ve ayrıca tehlükeye atılan sıhhatler de düşünülürse, insâflı, doğru karar vermek çok kolay olur. Gayr-i meşrû’ buluşmalardaki frengi, belsoğukluğu ve muhakkak öldürücü olan aids hastalıkları, bütün dünyâyı tehdîd etmekdedir. Allahü teâlânın hikmetinin büyüklüğüne bakınız ki, en fenâ, en tehlükeli hastalıkları, islâmiyyetin dışındaki hareketlere musallat etmişdir. Bu yolsuz işlerde gayb olan çocukları, doğmayan çocuklar sanmayınız. İslâmiyyetin emri burada çok incedir. Zinâya karşı evlileri (Recm) ederek öldürmek emri, bundan hâsıl olacak çocuğun, soysuz bir piç bırakılarak, insanlıkdaki şerefi yok edilmiş olduğu için konulmuş bir cezâdır. [Recm, üzerine taşlar atarak öldürmek demekdir.] Böyle münâsebetlerden alınacak tehlükeli hastalıklar, evdeki çocuklara da bulaşınca, bütün âile maddeten ve ma’nen ölüme sürüklenmiş olur. Bütün bu zararları önleyen teaddüd-i zevcâtda yalnız birinci kadının ufak bir zararı var. Bu zarar da hissî bir zarardır. Vicdânî bir zarar değildir. Çünki, cânından çok sevdiği Allahın izn verdiği, hoş gördüğü bir şeydir.
Yukarıda bildirilen fâciaları, zararları önlemek için, bu fedâkârlığı islâmiyyet kadınlardan bekliyor. Bu fedâkârlıklarından dolayı çok sevâb kazanacaklar. Nüfûsun artmasına, kendi cinsi olan kadınların koca bulmalarına yardım etmiş olacaklardır. Kadınlar, fâideleri meydânda olan öyle mukaddes ve millî bir fikr terbiyesi ile yetişdirilirse, bunun, hisse ve nefse güç gelmekden ibâret olan zararı da ortadan kalkar. İlericiler, her zorluğa katlanarak yükselmeğe söz verdik diyorlar. Erkekler muhârebede cân vermeğe hâzırlanırken, kadınlardan da ufak bir fedâkârlık, beklenilemez mi? Zevclerinin âdet hâline gelen sefâhetlerini, kötü ve zararlı hareketlerini bilmemezlikden gelmek gibi bir aşağılık ve alçaklık yerine, nefslerini, fâideli, necîb bir hisse alışdırsalar iyi olmaz mı?
İttihâdcılar zemânında, millet meclisinde Manisa meb’ûsü Mensûrî zâde Saîd, teaddüd-i zevcâtın yasak edilmesi için kanûn çıkarılmasını teklîf etmişdi. Meb’ûslerin çoğu böyle şey olamaz dediler. Kanûn çıkarılamadı. Böyle kanûn bulunan bir memleketdeki müslimânlar ne yapmalı süâline gelince: Müslimânlar, kanûna karşı gelmezler. Suç işlemezler. Nikâh ile ve belediye kaydı ile dîne ve kanûna uygun olarak evlendikleri tek kadınla yaşarlar. Birden fazla evlenmezler. Kanûna, hükûmete karşı gelmek, cezâ, sıkıntı çekmeğe, fitne çıkarmağa yol açar. Bu ise câiz değildir. Bir hadîs-i şerîfde, (Fitne uykudadır. Fitneyi uyandırana, Allahü teâlâ la’net etsin!) buyuruldu.
Osmânlı devleti zemânında evlenme işi belediyeye veyâ evlenme me’mûrluğuna kayd etdirelerek, buradan evlenme cüzdânı alınır ve mezhebindeki din bilgilerini doğru olarak bilen ve nemâzlarını terk etmiyen sâlih bir müslimân, şartlarına uygun olarak, şer’î nikâhlarını yapardı. Nikâh yapılırken zevc ile zevcenin karâr verdikleri (Mehr-i mu’accel) ve (Mehr-i müeccel) denilen altın para mikdârları evlenme cüzdânına yazılırdı. Zevc, mehr-i mu’acceli düğünden evvel zevcesine öderdi. Mehr-i müecceli ise, zevcesini boşarsa ödemek mecbûriyyetinde idi. Bu altınları ödemezse ve çocuklarının nafakalarını her ay annelerine ödemezse ma’âşından kesilerek ödetilir veyâ habs olunurdu. Bu kadar çok parayı ödemek ve bekârlık sefâletini çekmek ve bir dahâ evlenememek korkusundan dolayı kimse zevcesini boşayamazdı. Çünki zevcesini haksız olarak boşayan erkeğe kimse kızını vermezdi. Her müslimân, nikâhın kerâmeti olarak hâsıl olan muhabbet ve huzûr içinde, ölünciye kadar, zevcesi ve çocukları ile berâber mes’ûd ve bahtiyâr olarak yaşardı. Muhîti, tanıdıkları arasında kıymetli olup, herkesden hürmet ve i’tibâr görürdü.
42 —Hindistândaki dinde reformculardan, ingiliz câsûsu Ebül’ulâ el Mevdûdî iskoç masonu idi. (İslâmda ihyâ hareketleri) kitâbında, imâm-ı Gazâlîyi reformcu olarak tanıtıyor. Bu yüce imâm için, (Yunan mefkûresini, müslimânların kafalarındaki te’sîrini giderecek şeklde baltaladı. İslâmiyyeti filozoflara ve skolastizme karşı, kendi kafalarına göre savunmağa kalkışanların hatâlarını düzeltdi. Îmân esâslarının rasyonel te’sîrini ortaya koydu. İctihâd rûhunu yeni başdan açdı. Tedrisât programlarını düzene sokdu. İslâmın moral prensiplerini ortaya koydu. Hükûmeti ve me’mûrları dîne uymağa çağırdı. Fekat, hadîs ilminde eksik idi. Rasyonel ilm üzerinde fazla durdu ve tesavvufa lüzûmundan fazla temâyül etdi) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan bu koca imâmı kusûrlu olarak gösteriyor. Bu kusûrlarına tehlükeli davranış adını veriyor. Sonra, (İbni Teymiyye, bu tehlükeleri giderdi, islâmın fikr ve ahlâk rûhunu canlandırdı ve yenilik îcâdlarını başardı. İbni Teymiyyeden az önce, kimse, iftirâ korkusundan halkı islâmiyyete da’vet etmeğe cesâret edemedi. Dar kafalı ulemâ ile zâlim hükümdârlar elele vermişlerdi. Bunlara karşı islâhat bayrağını çekmek, ancak ona nasîb oldu. Tefsîrde derin, hadîsde imâmlık derecesinde idi. İslâmiyyeti Gazâlînin bırakdığı yerden alıp ileriye götürdü. İslâm i’tikâdını savundu. İslâm rûhuna Gazâlîden dahâ uygun delîller buldu. Gazâlînin muhâkemesi, rasyonel fikrlerin zararlı te’sîrleri altında kalmışdı. İbni Teymiyye, dahâ te’sîrli olup, Kur’ân ve sünnet rûhuna dahâ yakın olan akl-ı selîm yolunu seçdi. Böylece şâhâne bir başarı kazandı. İlm adamları, Kur’ânın tefsîrini bilmediler. Skolastik yetişenler de, Kur’ân ve hadîslerle râbıtayı kuramadılar. İslâmiyyetin hakîki îzâhını başarmak ancak İbni Teymiyyeye nasîb oldu. İlhâmını doğrudan doğruya Kitâbdan, sünnetden ve Eshâbın yaşayışından alarak ictihâdlar yapdı. Talebesi İbni Kayyım da, ma’nâsı çözülmemiş hikmetler üzerinde çalışarak, islâmî kanûnlar koydu. İslâmî sisteme sızmış olan kötü te’sîrleri temizleyerek, onu saf ve tâze hâle koydu. Asrlar boyunca islâmın cüz’ü olarak kabûl edilen ve dînî müeyyidelere mesned olan ve ulemâ tarafından göz yumulmuş olan kötü âdetlere hücûm etdi. Bu dürüst hareketi, bütün dünyâyı aleyhine çevirdi. Sonra gelenler, ona iftirâ etmekde, birbirleri ile yarışdılar) diyor.
Cevâb: Dinde reformcular üçe ayrılır:
Dinde reformcu denilenlerin birinci kısmı, (Ehl-i sünnet) mezhebinin derin âlimleridir. Bunlar, câhil halk tarafından ve islâm düşmanları tarafından müslimânlar arasına sokulmuş olan hurâfeleri, yanlış inançları ve yanlış işleri düzeltdiler. Ehl-i sünnet müctehidlerinin Eshâb-ı kirâmdan işiterek bildirmiş oldukları doğru bilgileri meydâna çıkartdılar. Kendilerinden birşey söylemediler. Bunlara (Müceddid) denir. Bunların geleceğini ve islâmiyyete hizmet edeceklerini, hadîs-i şerîfler haber vermekde ve övmekdedir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Benden sonra, her yüz senede, bir âlim çıkar. Dînimi kuvvetlendirir) buyurdu. (Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının Peygamberleri gibidir) hadîs-i şerîfi ile bu müceddidler övüldü. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Şâfi’î ve bunlar gibi mezheb imâmı olan mutlak müctehidler ve imâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî ve her asrdaki dört mezhebden birinde olan âlimler ve ileride gelecek olan hazret-i Mehdî bu müceddidlerdendir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Dîni siyâsete ve dünyâ kazançlarına âlet eden ba’zı münâfıklar, kendilerini din adamı, mürşid tanıtıyor. Hadîs-i şerîfde bildirilen son asrın müceddidi kendilerinin olduklarını yazıyorlar. Câhiller de bunların müceddid olduklarını söylüyorlar. Hâlbuki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, her asrın müceddidinin alâmetlerini de açıkladı. Hepsinin Eshâb-ı kirâmın yolunda olduklarını bildirdi. Eshâb-ı kirâmın yolunda olanlar da, (Ehl-i sünnet) âlimleridir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Hadîs-i şerîfde bildirilen müceddidler, Ehl-i sünnet mezhebinin büyük âlimleridir. Bu müceddidler, kendi görüşleri, düşünceleri ile söylemezler. Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere kendi bilgilerine ve anlayışlarına göre ma’nâlar vermezler. Tefsîr ve hadîs âlimlerinin verdikleri ma’nâların yayılmasına, kuvvetlenmesine çalışırlar. Mevdûdî, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” övmüş olduğu bu derin âlimlere, nasıl oluyor da câhil diyor?
İslâmiyyetin temel kitâblarında, hiçbir mevdû’ hadîs ve düşmanların, câhillerin dîne sokdukları bozuk inanışlar ve yanlış işler yokdur. Müceddidlerin vazîfeleri, islâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, din kitâblarını değişdirmek, bunlardaki din bilgilerini kıymetden düşürmek veyâ yeni bilgiler eklemek değildir. Onların vazîfesi, bu kitâblardaki din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydâna çıkarmak, açıklamak ve herkese öğretmekdir. İslâmın bu yüksek âlimlerine (Reformcu) denmez. (Müceddid) denir.
Dinde reformcuların ikinci kısmı da, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanırlar, saygı gösterirler. Fekat, islâm âlimlerinin kitâblarında bildirilen ma’nâları, bilgileri kabûl etmezler. Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden, kendi kısa görüşlerine göre ma’nâlar çıkarırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin bilgilerinden birçok yerde ayrılırlar. Bunlara (Bid’at) veyâ (Dalâlet) fırkaları, ya’nî (Sapık) denir.
Bunların meydâna geleceğini de, Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber vermekdedir. (Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidecek, biri, inanış sebebi ile Cehenneme girmiyecekdir) hadîs-i şerîfi birçok kıymetli kitâblarda yazılıdır. Dört (Sünen) kitâbında bulunduğu ve Tirmüzînin kitâbında dahâ uzun olduğu (Milel ve Nihal) tercemesi birinci sahîfesinde bildirilmekdedir. (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında da bulunduğu (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında yazılıdır. En kıymetli kelâm kitâblarından olan ve medreselerin yüksek sınıflarında okutulan (Şerh-i mevâkıf) kitâbının altıyüzdokuzuncu sahîfesinde ve imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının ikinci cild, altmışyedinci mektûbunda da yazılıdır. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 54.cü sahîfesine bakınız!] Bu hadîs-i şerîfi, bid’at fırkalarında bulunan sapıklar ve kâfirler kabûl etmemekdedirler.
Dinde reformcuların üçüncü kısmı, islâm düşmanı olan sinsi kafirlerdir. Bunlar müslimân görünerek, dîni islâh ediyoruz, ana kaynaklarını meydâna çıkarıyoruz, ilk hâline getiriyoruz gibi yaldızlı sözler söyleyerek islâm dînini yıkmağa, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru ma’nâlarını değişdirmeğe, bozmağa çalışıyorlar. İslâmiyyeti, içerden yıkmak istiyorlar. Müslimân göründükleri için ve dîni islâh ediyoruz, hurâfelerden temizliyoruz, dedikleri için, câhil halk, bu kâfirleri hakîkî müceddid sanıyor. Bunlara aldanıyor. Böylece, çok başarı sağlıyorlar. Müslimânları aldatmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinden birkaçını medh ediyorlar. Onlara hayrân olduklarını yazıyorlar. Fekat, onların kitâblarında yazılı olan bilgilerin birçoğunu beğenmiyorlar. Bunlara hurâfe diyorlar. Bu büyük âlimlerin kıymetli kitâblarında yazılı olan hadîs-i şerîflerden, işlerine gelmiyenlere, çıkarlarına engel olanlara, mevdû’ hadîsdir, uydurma hadîsdir diyorlar. Kendi uydurdukları bozuk, zararlı şeyleri, doğru diye ortaya koyuyorlar. Böylece, bu büyük âlimlere leke sürmeğe çalışıyorlar. Bunlardan bir kısmı da, Ehl-i sünnet âlimlerinden bir ikisini dillerine dolayıp kötülüyorlar, hattâ kâfir diyorlar.
Biz müslimânlar, (Dinde reformcu) kelimesinden mezhebsizleri ve sinsi islâm düşmanlarını, ya’nî ikinci ve üçüncü kısmda olanları anlıyoruz. Yukarıdaki hadîs-i şerîfde inanışı doğru olup, bu yüzden Cehenneme girmiyecekleri bildirilen fırkaya (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) mezhebi denir. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, bir insan, yâ müslimândır, yâhud kâfirdir. Müslimân da, yâ Ehl-i sünnet mezhebindedir, yâhud, bid’at ehlidir. Ya’nî, sapıkdır. Bundan anlaşılıyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmayan kimse, ya’nî mezhebsiz olan kimse, yâ sapıkdır, yâhud kâfirdir.
Bugün islâm memleketlerini sarmış olan, yıkıcı dinde reformculara aldanmamak için, müslimânların çok bilgili olmaları lâzımdır. Meselâ; Sultân Abdülmecîd ve sultân Abdül’azîz hân “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” zemânlarında, beş def’a sadra’zam olan ve (1287 [mîlâdî 1871]) de vefât edip, Süleymâniyye câmi’i bağçesinde gömülen Âli pâşa mason idi. Dinde reformcu olan, Cemâleddîn-i Efgânîyi İstanbula getirip dinde reformlar yapmak için, onunla elele vererek çalışmağa koyuldu. Fekat, islâm âlimleri, uyanık davranarak, meydânı bunlara bırakmadılar. Cemâleddîni rezîl etdiler. Âli pâşa da, onu destekliyemedi.
Cemâleddîn-i Efgânî, binikiyüzellidörtde Efganistânda doğdu. Binikiyüzaltmışbirde Kâbile geldi. On sene kaldı. Felsefe kitâbları okudu. Bir aralık, Ruslara Efganistân hakkında câsûsluk yapıp, jurnallar verdi. Ruslardan çok para aldı. Binikiyüzseksenbeşde Mısra geldi. Mason oldu. Âli pâşa, bunu İstanbula getirdi. Vazîfe verdi. O zemân, İstanbul dârülfünûn, ya’nî üniversite rektörü bulunan ve sadra’zam Reşîd pâşa tarafından Pârisde yetişdirilmiş olan ve kâfir olduğuna fetvâ verilen, mason Hasen Tahsin tarafından buna o sene konferanslar verdirildi. Fekat, ulu orta konuşunca, o zemânın şeyh-ul-islâmı olan büyük âlim Hasen Fehmi efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından kâfir olduğuna fetvâ verildi. Hasen Fehmi efendi, zemânın derin âlimlerinden idi. Osmânlı devletinin yüzonuncu şeyh-ul-islâmı idi. Rü’ûs imtihânında birinciliği kazanmışdı. Müderris ya’nî üniversite din bilgileri profesörü oldu. Çok talebe yetişdirdi. Çeşidli vazîfelerde yükseldikden sonra, şeyh-ul-islâm oldu. Sultan Azîz Mısra gitdiği zemân, hatîb efendinin okuduğu hutbeyi bu hâzırlamışdı. Câmi-ul-Ezherin meşhûr âlimi (Şeyh Saka) hazretleri ile çok sohbet eyledi. Mısr âlimleri, ilmdeki kudretini takdîr etdiler. İşte bu âlim, ağır basarak, Cemâleddîn rezîl oldu. Âli pâşa, bunu İstanbuldan çıkarmağa mecbûr kaldı. (Edib İshak) adındaki bir Mısrlının (Eddürer) adındaki kitâbında, Cemâleddînin Mısrda mason locası başkanı olduğu yazılıdır. Mısrlılara ihtilâl fikrleri aşıladı. Şöhretini artdırmak için, (A’râbî Pâşa) vak’asını hâzırlıyanlarla birlikde İngilizlere karşı göründü. Mısr müftîsi (Muhammed Abduh) ile dost oldu. Reformist düşüncelerini ona aşıladı. Muhammed Abduh bir yazısında, (Cemâleddîni görmeden önce, gözüm kör, kulağım sağır, dilim dilsiz imiş) diyor. Londrada ve Pârisde, dinde reform diye çok zararlı yazılar yazdı. Binsekizyüzseksenaltıda Îrâna geldi. Orada da râhat durmadı. Zincirlere bağlanarak, beşyüz süvâri ile Osmânlı hudûduna bırakıldı. Bağdâda, Londraya gitdi. Îrân aleyhinde yazılar yazdı. Oradan İstanbula geldi. Burada da, Behâîlerle işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etdi. Îrânda fesâd çıkarmağa uğraşdı. Bir sene sonra, çenesinde kanser çıkarak, binüçyüzondört (1314) hicrî ve binsekizyüzdoksanyedi (1897) mîlâdî yılında öldü. Maçka kışlası yanında, şeyhler mezârlığına gömüldü. Bir Amerikalı, bu masona mezâr yapdırdı. İkinci cihân harbinden sonra kemikleri Efganistâna götürüldü. Masonlar, bunun islâm düşmanlığını, ihtilâlci ve fesadcı hareketlerini başka dürlü yazıyorlar. Bunu büyük gösterebilmek için, şeyh-ul-islâm efendiye ve islâm âlimlerine câhil, gerici demekden sıkılmıyorlar. [Bunların islâmiyyete verdikleri zararlar, Prof.Dr. Muhammed Hüseynin arabî olarak yazdığı ve İnsan yayınlarının terceme etdirerek 1986 senesinde, “Modernizmin İslâm Dünyâsına girişi” ismi ile İstanbulda neşr etdiği kitâbda uzun yazılıdır.]
1362 [m. 1943] senesinde vefât etmiş olan, büyük islâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri buyurdu ki, (Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran, (İbni Teymiyye) oldu. Bu sapıklık sonradan, câhiller ve islâm düşmanları tarafından küfre kadar götürüldü). İbni Teymiyye, 661 [m. 1263] de Harrânda tevellüd ve 728 [m. 1328] de Şâmda kal’ada habs iken hastalanarak öldü. Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmiyordu. Tesavvufu büsbütün inkâr ediyordu. Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn-i Konevî “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” gibi islâmın göz bebeklerine kâfir diyordu. Hâlbuki, bir müslimâna kâfir diyenin kendisi kâfir olacağını bilmiyecek kadar câhil değildi. Ne yazık ki, islamiyyeti kendi görüşüne, dar kafasına uydurmağa kalkışmış, aklı ermediği hakîkatleri inkâr ederek, dalâlete düşmüşdü. İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve tesavvuf ilminin mütehassıslarından Abdülvehhâb-i Şa’rânî “rahmetullahi aleyh”, (Tabakât-ül-kübrâ) kitâbında, İbni Teymiyyenin bu acıklı hâlini ortaya koymakda, önsözünde (Velîyi, ancak Velîler tanır. Velî olmayanın ve vilâyetden haberi olmayanın, vilâyete inanmaması, onun inâdcı ve câhil olduğunu gösterir. Şimdi ibni Teymiyyenin tesavvufu inkâr etmesi ve âriflere dil uzatması böyledir. Bunun gibi kimselerin kitâblarını okumamalı, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, onlardan sakınmalıdır. Tesavvuf büyüklerinden Ebül Hasen Şâzilî de, Evliyâyı inkâr edenlerin hâllerini uzun anlatmakdadır) demekdedir. İbni Teymiyyeciler, bunun için Abdülvehhâb-i Şa’rânîye “rahime-hullahü teâlâ” düşman olmuşlar, islâmın bu büyük âlimini yalan ve iftirâ oklarına hedef yapmışlardır.
(İbni Teymiyye), ilk müslimânların, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyduklarını, sonradan gelen mezheb imâmlarının, kendi görüşlerini de işe karışdırdıklarını söylüyor, Ehl-i sünnete çatıyordu. Hâlbuki, onyedinci maddenin cevâbında bildirildiği gibi, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahi teâlâ”, din bilgilerinde, hiçbir zemân naklden ayrılmamışlardır. Kendi görüşlerine uymamışlardır. Hele imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi aleyh” kendi görüşünü naklden aşağı tutduğu, islâm âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmekdedir. Böyle olduğu (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının yirmiyedinci maddesinde vesîkalarla açıklanmışdır. İbni Teymiyye, Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirâyı atarken, Kur’ân-ı kerîmi, kendi görüşüne göre tefsîr ediyordu. Böylece ilk müslimânlardan kendisi ayrılmışdır. Bu hâli sözünde samîmî olmadığını göstermekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri yanlış anladıklarını, Eshâb-ı kirâmın bile, çok yerde yanıldıklarını bildiriyordu. Allahın dînini, kendisinin düzeltdiğini, Kur’ân-ı kerîmin doğru ma’nâsını yalnız kendisinin anlamış olduğunu söylüyordu. Hadîs-i şerîflerle övülmüş olan birinci ve ikinci asrların büyük müctehidlerini ve bunların mezheblerini dünyâya yayan islâm âlimlerini beğenmiyordu. Bu yüzden, dinde söz sâhibi olanlar birleşerek, bunun tutduğu yolu incelediler. Sapık ve zararlı olduğu anlaşıldı. Babasından mîrâs kalan müderrislik kürsüsü elinden alındı. Fekat o, yine râhat durmadı. Müşebbihe denilen bid’at fırkasının sözlerini ortaya çıkarıyor. Allahü teâlâya madde ve cism diyordu. Yaratanı insan şeklinde sanıyordu. Bu bozuk inancına o kadar saplanmışdı ki, birgün, Şâm câmi’inin minberinde, (Cenâb-ı Hak, gökden yere benim şimdi indiğim gibi iner) diyerek, minberden aşağı indiğini, İbni Battûta haber veriyor. Dört mezhebin âlimleri, İbni Teymiyyenin bu sözünü red eden cevâblar yazarak, müslimânların i’tikâdlarının bozulmasını önlediler. Mısr, Şâm, Kuds kâdılıklarını yapmış olup, 733 [m. 1333] de vefât etmiş olan Şâfi’î fıkh ve hadîs âlimlerinden Muhammed ibni Cemâ’a’nin (Erreddü-alel-müşebbihi fî-kavlîhî teâlâ Errahmânü alel’ Arş-isteva) kitâbı bu kıymetli cevâblarla doludur. (Tâtârhâniyye) fetvâ kitâbında ve (Milel ve Nihal) kitâbında ve bütün kitâblarda (Mücessime) ve (Müşebbihe) fırkalarının, ya’nî (Allahü teâlâ cism gibidir. Arş üzerinde oturur, iner, yürür) gibi şeylere inananların kâfir oldukları yazılıdır. Yediyüzbeşde, Mısr sultânı Nâsırın yanında toplanmış olan âlimler ve devlet adamları, böyle bozuk sözleri yaydığı için, onu Kâhire kal’ası kuyusuna habs etdiler. Ehl-i sünnet âlimlerinin câiz görmedikleri yanlış fetvâlar verdiği için de, yediyüzyirmi senesinde Şâm kal’asına habs edildi. Peygamberlerin mezârları ile mukaddes makâmların ziyâreti hakkında sözleri de ortalığı karışdırdı. Fitneye sebeb oldu. Bu yüzden, yediyüzyirmialtıda Şâmda tekrâr habs edildi. 728 [m. 1328] de, zindanda iken hastalanarak öldü.
İbni Teymiyye, Hanbelî mezhebinde olduğunu söylerdi. Hâlbuki, hak olan dört mezhebden birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet mezhebine uygun îmân sâhibi olmak lâzımdır. Onun çok sözü, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığını, hattâ bu mezhebi beğenmediğini gösteriyor. Kendisini bir müctehid, bir reformcu olarak tanıtıyordu. Binotuzüç hicrî yılında vefât eden, Hanbelî âlimlerinden Mer’î, İbni Teymiyyenin hâl tercemesini yazmışdır. (Kevâkib) adındaki bu kitâbında onun mezheb imâmlarını taklîd etmeği ve hattâ icmâ’ı tanımıyan yazılarını bildirmekdedir. Kıyâs yapdıklarından dolayı, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırdığı hâlde, çok yerde ve hele (Mecmû’at ür-resâil) kitâbında, kendisi de pekçok kıyâs yapmışdır. Evliyânın büyüklüğüne inanmaz, türbelere yapılan ziyâretlere saldırırdı. (Ancak üç mescide ziyâret için gidilir) hadîs-i şerîfini, (Ancak üç mescid ziyâret edilir) şekline çevirmiş, Resûlullahın kabrini ziyâret için bile gitmek günâh olur demişdir. İbni Hacer-i Heytemî hazretleri (Fetâvâ-yı fıkhiyye) kitâbında, buna uzun cevâb vermişdir. Hindistândaki âlimlerden, 1304 [m. 1887] senesinde vefât eden Muhammed Abdülhay Lüknevî ile, Hindistândaki mezhebsizlerden Muhammed Beşir arasında bu konuda geniş münâzaralar olduğu (Nüzhet-ül-havâtır) kitâbının ikiyüzyirmiikinci maddesinde yazılıdır. (Nüzhet-ül-havâtır) kitâbını yazan Allâme Abdülhay Hasenî, 1341 [m. 1923] de vefât etmişdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan (Ebül Hasen-i Eş’arî) hazretlerinin mezhebine ve bu derin âlimin, kaderi ve Allahü teâlanın ismlerini açıklamasına ve azâb yapılacağını bildiren âyetlere verdiği ma’nâlara çatmakda idi. Cehennem azâbının kâfirlere de sonsuz olmıyacağını söylerdi. Hükûmetlere verilen her çeşid vergi, zekât yerine geçer derdi. Dört mezhebin sözbirliği ile bildirdiklerine uymıyan sözlerin küfr olacağını kabûl etmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin şanlarını, şöhretlerini çürütmeğe çalışırdı. Sâlihıyyede, el-Cebel câmi’inde hazret-i Ömerin çok hatâ yapdığını söylemişdir. Bir toplantıda, hazret-i Alînin üçyüz def’a yanıldığını söylemişdir. Münâvînin (Künûz) kitâbında ve imâm-ı Ahmedin sahîhinde ve (Mir’ât-i kâinât) kitâbında yazılı olan hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömerin dili üzerine koymuşdur) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hadîs-i şerîfde, (Ömer hiç yanılmaz!) buyuruyor. İbni Teymiyye ise, Ömer çok yanılmışdır diyerek, bu hadîs-i şerîfe karşı gelmekdedir. Hâlbuki bu hadîs-i şerîfi bilmiyecek kadar câhil değildi. Hadîs bilgisi çokdu. Fekat, yanılması da, o kadar çok oldu. Evet, hazret-i Ömerden başka Eshâb-ı kirâmın çoğu, ictihâd ile anlaşılacak işlerde yanılmış olabilir. Fekat, onların yanılmaları, ictihâd hatâsı idi. Bunun için, o büyüklerin ve Ehl-i sünnet âlimlerinin, ictihâd ile anlaşılacak işlerde yanılmalarına da sevâb verilirdi. Çünki, hepsi müctehid idi. İbni Teymiyyenin îmân edilmesi lâzım olan bilgilerde yanılması ise, onu doğru yoldan uzaklaşdırmış, azâbının artmasına sebeb olmuşdur. Kendini din imâmları gibi müctehid sanarak, haddini bilememiş, felâkete sürüklenmişdir. İbni Teymiyye, dahâ aşırı da giderek, tesavvuf büyüklerine, Sadreddîn-i Konevîye, Muhyiddîn-i Arabîye, Ömer bin Fârıda “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’in” insafsızca saldırmışdır. Gazâlînin kitâblarında mevdû’ hadîs doludur derdi. Kelâm âlimlerimize de dil uzatmakdan geri kalmamışdı. Mezheblerin ictihâd ayrılığı olduğunu anlıyamamış, felsefî düşünüşlerin sonucu sanmışdı. Ehl-i sünnet âlimlerinin, islâm memleketlerindeki eskiden kalma kiliselere dokunulmamalıdır, dediklerini suç saymış, bu yüzden de, din büyüklerine lâf atmışdır.
Mevdûdî de, ibni Teymiyye gibi imâm-ı Gazâlîyi kusûrlu göstermekdedir. Büyük âlim (İbni Hacer-i Mekkî) hazretleri, (El-a’lâm bi-kavâtı’ıl-islâm) kitâbında küfre sebeb olan şeyleri anlatırken, İbnüssübkî ve başka âlimlerin kitâblarından alarak buyuruyor ki, (İmâm-ı Gazâlînin yazılarında kusûr bulan kimse, yâ hased edip onu çekemiyendir, yâhud da, zındıkdır). Hanefî mezhebi âlimlerinden İbni Âbidîn, (El-Ukûd-üd-dürriyye) kitâbının sonunda diyor ki, (İmâm-ı Gazâlî âlim değildi diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O, zemânının hüccet-ül-islâmı ve âlimlerin en üstünü idi. Fıkh ilminde çok kıymetli kitâbları vardır. Şâfi’î mezhebinin ba’zı hükmleri, Onun kitâbları üzerine kurulmuşdur).
İslâm âlimlerinden ba’zısı, ibni Teymiyyenin müslimânlıkdan çıkdığını, mürted olduğunu bildirmekdedirler. İbni Battûta, İbni Hacer-i Mekkî, Takıyyeddîn-i Subkî ve oğlu Abdülvehhâb, İzzeddîn bin Cemâ’a ve ebû Hayyân Zâhirî Endülüsî gibi, sözleri sened olan derin âlimler, onu bid’at ehli, sapık saymışlardır. Evet onun sapık olduğunu bildirenler de, ilminin, zekâsının, zühdünün çokluğunu inkâr etmiyorlar. Fekat, (Mişkât)da yazılı hadîs-i şerîfde, (Kötülerin en kötüsü kötü din adamlarıdır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî elliüçüncü mektûbunda buyuruyor ki:
(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü, insanların en kötüsüdür. İnsanların se’âdeti ve felâketi, âlimlere bağlıdır. Büyüklerden biri şeytânı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytân demiş ki: Bu zemânın sapık âlimleri, bizim işimizi yapıyor. İnsanları yoldan çıkarmak için, bize iş bırakmıyorlar).
İmâm-ı Sübkî de, ibni Teymiyyenin ilmini, zekâsını çok övüyordu. Burhâneddîn bin Müflih (Tabakât)da diyor ki, İmâm-ı Sübkî, Zehebîye yazdığı mektûbda, ibni Teymiyyeyi çok övmüşdü. Fekat, imâm-ı Sübkî de (Erreddü-li-ibni Teymiyye) kitâbında ve oğlu Abdülvehhâb da (Tabakât)da, onun Ehl-i sünnetden ayrıldığını, dalâlete düşdüğünü yazmakdadırlar. Fikrlerini aşıladığı birkaç kimse ve hele talebesinden ibni Kayyım ile Zehebî, onu aşırı övmekdedir. Meşhûr kitâblara açıklamalar yaparak din adamı sayılan ve Kur’ân-ı kerîm ve değerli kitâbları yazmakla geçinen Aliyyülkârî ve Mahmûd Âlûsî ve kendini müctehid sanan Abduh gibi kimseler de, onun yoluna saparak Ehl-i sünnetden ayrılmışlardır.
Son asrın derin âlimlerinden Yûsüf Nebhânî (Şevâhidül-hak) kitâbında ve Osmânlı âlimlerinin büyüklerinden şeyh-ul-islâm Mustafâ Sabri efendi, (El-ilm ve akl) kitâbında ve Şâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûk, iki cild kitâbında, ibni Teymiyyenin sapıtdığını vesîkalarla isbât etmişlerdir. Ebû Hâmidin kitâbı, İstanbulda kısaltılarak, (Et-Tevessül-ü bin-Nebi ve bis sâlihîn) ismi verilip, 1395[m. 1975] senesinde ofset yolu ile basdırılmışdır.
İbni Teymiyyeyi doğru sananlar, onun muhâkeme ve habs edilmesini haksız göstermek için de, (Tesavvufcular aleyhindeki yazıları, onları darıltdı. Talâk hakkındaki fetvâları, fıkh âlimlerini düşman etdi. Sıfat-i ilâhiyye hakkındaki fetvâları da, kelâm âlimlerini gücendirdi. Bu yüzden kelâm, fıkh ve tesavvuf âlimleri buna karşı birleşerek cezâlandırıldı) diye kısaca yazıyorlar. Din âlimlerinin, bir iki kelime için, bir müslimâna düşman olacaklarına, ona zulm edeceklerine, tuzağa düşürmek için çalışdıklarına herkesi inandırdıklarını sanıyorlar. Onu mazlûm, âlimleri ise, zâlim olarak tanıtıyorlar. Hâlbuki, ibni Teymiyye, Ehl-i sünnete karşı, isyân bayrağı çekdi. İslâm âlemine fitne, fesâd ateşi saldı. Meselâ nahv âlimlerinden Ebû Hayyân, (700) senesinde Kâhireye gelince, ibni Teymiyye buna (Nahv âlimi dediğimiz Sibeveyh de kim oluyor. Kitâbında tam seksen yanlış var ki, sen onları anlayamazsın) demişdir. Ebû Hayyân da, ilm adamına yakışmıyan sözleri karşısında, ondan uzak kalmağı uygun görmüşdür. (El-Bahr) adındaki tefsîrinde ve (Nehr) ismindeki muhtasarında, onu ayblamışdır.
İbni Hacer-i Askalânî (Dürer-ül-kâmine) kitâbında, Zehebîden “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” alarak diyor ki, (İbni Teymiyye, ilm üzerinde konuşurken hiddetlenir, karşısındakini mağlûb etmeğe çalışır, herkesi gücendirirdi). İmâm-ı Süyûtî, (Kam’ul-mu’ârıd) kitâbında buyuruyor ki, (İbni Teymiyye, kibrli idi. Kendini beğenirdi. Herkesden üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi). Şâm âlimlerinden Muhammed Alî Beğ, (Hıttatüş-Şâm) kitâbında diyor ki, (İbni Teymiyyenin hedefi, Luther adındaki papasın hedefine benzer. Fekat, hıristiyanlığın müceddidi muvaffak oldu. İslâm müceddidi muvaffak olamadı).
Pâkistânın büyük âlimlerinden Siyalküt şehrinin imâm ve hatibi, Mevlânâ Muhammed Ziyâullahın (Vehhâbîliğin Hakîkati) kitâbı urdu dilinde olup, 1969 da basılmışdır. Doksanüçüncü sahîfesinde diyor ki, Hindistânın büyük âlimi, dünyânın tanıdığı yüzlerce kıymetli kitâbın yazarı mevlevî Abdülhay Lüknevî, (hicri 1304 senesinde vefât etdi.) (Gays-ül-gamâm) kitâbında, (Sonra gelen Şevkanînin de, önce gelen ibni Teymiyyet-el-Harrânî gibi, ilmi çok, aklı az idi. Tıbkı onun gibi idi. Hattâ ondan dahâ aşağı idi) demekdedir.
Goldziher, İbni Teymiyyenin hak mezhebleri bid’at saydığını, islâmın ilk safvetini değişdirdiler diyerek, bunlarla döğüşdüğünü, Eş’arî mezhebi ile ve tesavvufla mücâdele etdiğini, Peygamberlerin kabrini ve Evliyânın kabrlerini ziyâret etmeğe ma’siyyet dediğini yazmakdadır.
Muhammed Abduhun yetişdirdiklerinden olup, onun yolunda giden Câmi’ul-ezherin eski rektörü Mustafâ Abdürrâzık pâşa diyor ki, (İbni Teymiyye fetvâ verirken, bir mezhebe uymaz, bulduğu delîl ile hareket ederdi. Tesavvuf büyüklerinin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” keşfini inkâr ederdi).
İbni Teymiyye, Sadreddîn-i Konevî için diyor ki, (Muhyîddîn-i Arabînin arkadaşı olan Sadreddîn, akliyyât ile kelâm ilmlerinde, üstâdından dahâ ileride olmakla berâber, ondan dahâ kâfir, dahâ az bilgili, dahâ az îmânlıdır. Bunların mezhebleri kâfirlik olduğu için, dahâ hünerli olanları, dahâ çok kâfir oluyorlar). İslâm âlimlerinin bir kısmı kendisine kâfir dedi. Çoğu ise sapık olduğunu bildirdiler. Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” devri âlimlerinden Muhammed Şeyh-i Mekkî, Süleymâniyye kütübhânesi, Reşîd efendi kısmında bulunan fârisî (El-cânib-ül-garbî) kitâbında, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine yapılan saldırıları cevâblandırırken diyor ki, (İbni Teymiyye, kâfirlerin yıllarca yandıkdan sonra Cehennemden çıkacaklarını bildirmekde ve (Bir zemân olur; Cehennemin kapıları açılır. Dibinde otlar biter) hadîsini yazmakdadır. Başka hadîsler de söylemişdir. Hâlbuki kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacakları, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmekdedir. Tevâtür ve sözbirliği hâsıl olmuşdur. Âlimler, ibni Teymiyyenin tevâtüre ve icmâ’a karşı geldiğini bildiriyor).
(Muhtasar-ı Kurtubî) doksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Cehennemdekilerin hepsi çıkacak. Cehennemin hepsi boş kalacak diyenler, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere karşı gelmiş oluyorlar. Cehennem azâbının kâfirlere ebedî olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri ve âdil imâmlar sözbirliği ile bildirdiler. (Nisâ) sûresinin 169.cu âyetinde, (Kâfirler Cehennemde ebedî kalacaklardır) buyuruldu. (Mü’minlerin yolundan ayrılanları Cehenneme atarız) meâlindeki âyet-i kerîmeler, bunlara cevâbdır. Mü’minlerden günâhı çok olanların bulundukları Cehennemin birinci tabakası boşalacakdır. Kâfirlerin bulundukları başka tabakaları hiç boşalmıyacakdır. Mü’minler şefâ’ate kavuşarak azâbdan kurtulacak, yalnız bunların yerleri boşalıp, Cehennemin yalnız birinci tabakasının dibinde otlar bitecekdir. İmâm-ı Kurtubî yukardaki hadîsin (Mevkûf) olduğunu yazıyor. Resûlullahdan işitildiği bildirilmemişdir, diyor. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de, Cehennemin kapıları hiç açılmaz. Kâfirler Cehennemde ebedî kalırlar, diyor. Cehennemden çıkılacak diyenler, mü’minlerin çıkacaklarını bildirmişlerdir.) İbni Teymiyye, mü’minlerin Cehennemden çıkacaklarını bildiren hadîs-i şerîfleri kâfirlere teşmîl ederek, âyet-i kerîmeleri ve tevâtür ile icmâ’ı inkâr etmiş oluyor. Ehl-i sünnet âlimlerine kâfir demek, insanın küfrüne sebeb olur. Selef-i sâlihînin başka başka te’vîl yapmadıkları âyetleri ve tevâtür hâsıl olmuş hadîsleri inkâr etmenin küfr olduğu (Redd-ül-muhtâr)da (Kâdîlık) bahsinde de yazılıdır. Tancalı (İbni Battûta) adı ile meşhûr olan mâlikî âlimlerinden Muhammed bin Abdüllah, (Tuhfetünnüzzâr) târîhini İbni Cezî adındaki kâtibine yazdırmış, bu kitâb çeşidli dillere terceme edilmişdir. Türkçeye ikinci tercemeyi Muhammed Şerîf beğ yapmış ve 1335 [m. 1917] yılında İstanbulda basılmışdır. Bunun 9. cu sahîfesi sonunda (İbni Teymiyyenin ilmi çokdu. Fekat, aklında bozukluk vardı) diyorlar. İslâmiyyete uymıyan çeşidli sözlerini bildiriyorlar. Meselâ (Şâmda idim. Cum’a nemâzında idim. İbni Teymiyye hutbe okudukdan sonra, benim şimdi indiğim gibi, cenâb-ı Allah dünyâ göküne iner diyerek merdivenlerden indi. Mâlikî âlimi (İbni Zehrâ) bu sözün kötülüğünü cemâ’ate uzun anlatdı. Cemâ’atin çoğu câhil olup, İbni Teymiyyeyi hak yolda sanıyor. Onun yaldızlı sözlerini çok seviyorlardı. Bu mâlikî âliminin sözü ile İbni Teymiyyenin üzerine yürüdüler. Elleri ile, na’lınları ile döğdüler. Yere yıkıldı. Sarığı düşdü. İpek takkesi meydâna çıkdı. Bunu behâne ederek, hanbelî kâdısına götürdüler. Kâdî tarafından habs ve ta’zîr olundu. Mâlikî ve şâfi’î âlimleri, bu ta’zîrin haksız olduğunu söylediler. İş, melik Nâsıra intikâl etdi. Kurulan âlimler heyeti, İbni Teymiyyenin fitne çıkardığına karar verdi. Sultânın emri ile, Şâmda habs edildi) diyor. İbni Battûtanın bu yazısı, Yûsüf-i Nebhânînin (Cevâhir-ül-bihâr) kitâbında, Abdülganî Nablüsî isminde de yazılıdır. Zemânının âlimlerince ve bütün müslimânlarca sapıklığı anlaşılmış ve cezâsı verilmiş olan bir kimseyi mezheb imâmlarımızın üstüne çıkaranlara ve bunlara inananlara, Allahü teâlâ dirâyet ve hidâyet ihsân eylesin. Müslimân yavrularını sapıklara aldanmakdan korusun! Âmîn.
İbni Hacer “rahime-hullahü teâlâ” hazretleri, (Cevher-ül-munzam) kitâbında buyuruyor ki, İbni Teymiyyenin hurâfelerinden, saçmalarından biri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile istigâse, tevessül olunmasını inkârıdır. Ondan önce hiçbir islâm âlimi böyle söylemedi. Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bildiriyorlar ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile her zemân tevessül etmek çok iyidir. Yaratılmadan önce ve yaratıldıkdan sonra, dünyâda da, âhiretde de, Onunla tevessül olunur. Yaratılmadan önce Onunla tevessül olunacağını gösteren şeylerden biri, Peygamberlerin ve ümmetlerindeki Velîlerin Onunla tevessül etmiş olduklarıdır. İbni Teymiyyenin iftirâ olan sözü ise hiçbir asla ve esâsa dayanmamakdadır. Hadîs âlimlerinden Hâkim-i Nişâpûrînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Âdem “aleyhisselâm” hatâ edince, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hakkı için beni afv ve mağfiret et dedi. Allahü teâlâ da, Muhammed aleyhisselâmı dahâ yaratmış değilim. Sen Onu nasıl tanıdın buyurdu. O da, yâ Rabbî! Beni yaratıp rûh verdiğin zemân, başımı kaldırdım. Arşın kenârlarında, lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah yazılmış gördüm. Kullarının içinde en çok sevdiğinin ismini, kendi isminin yanına koymuş olduğundan anladım dedi. Allahü teâlâ da, yâ Âdem! Doğru söyledin. Kullarım arasında en çok sevdiğim Odur. Onun hakkı için benden afv dileyince, seni hemen afv etdim. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı seni yaratmazdım buyurdu) buyurulmuşdur. Burada Muhammed aleyhisselâmın hakkı demek, Allahü teâlânın Onu çok sevmesi, Ona çok kıymet vermesi demekdir. Yâhud, Onun başka kullar üzerinde olan hakkı demekdir. Yâhud da, Allahü teâlânın Ona ihsân ederek, Onun için kendi üzerinde tanıdığı hak demekdir. Bunun gibi, bir hadîs-i şerîfde, kulların Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir? diye soruldukda, (Burada hak demek, lâzım, vâcib olan şey demek değildir.) buyurulmuşdur. Çünki, Allahü teâlânın hiçbirşeyi yapması lâzım, vâcib değildir. Dilerse yapar. Dilemezse, yapmaz. Allahü teâlâdan Resûlullah hakkı için bir dilekde bulunmak, Resûlullah için istemek değildir ki, buna şirk denilsin. Allahü teâlâ Resûlünü çok sevdiğini, Ona yüksek mertebe verdiğini bildiriyor. İşte bu sevginin, bu yüksek derecenin hakkı, ya’nî hurmeti, kıymeti için, Allahü teâlâdan istenilmekdedir. Allahü teâlânın, Resûlüne olan ikrâmlarından, ihsânlarından biri de şudur ki, ya’nî Onun hakkı için, Onun yüksek derecesi için yapılan düâları kabûl buyurur. Buna inanmıyanın bu ni’metden mahrûm kalması, kendisi için en büyük zarardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile, hayâtda olduğu zemân da tevessül edilmişdir. Nesâî ve Tirmüzî bildiriyorlar ki, Resûlullahın yanına bir a’mâ geldi. Gözlerinin açılması için düâ etmesini diledi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ona (İstersen düâ edeyim, istersen sabr et. Sabr etmek, senin için dahâ iyi olur) buyurdu. Düâ etmeni istiyorum. Beni güdecek kimsem yokdur. Çok sıkılıyorum deyince, (İyi bir abdest al! Sonra bu düâyı oku!) buyurdu. Düânın tercemesi şudur: (Yâ Rabbî! İnsanlara rahmet olarak gönderdiğin sevgili Peygamberin ile sana teveccüh ediyorum. Senden istiyorum! Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Dileğimin hâsıl olması için Rabbime senin ile teveccüh ediyorum. Allahım! Onu bana şefâ’atci eyle!) Bunu imâm-ı Beyhekî de haber veriyor. Ayrıca (kalkdı, gözleri görerek gitdi) de diyor. Bu düâyı okumağı ona Resûlullah öğretdi. Kendisi düâ buyurmadı. Onun teveccüh eylemesini, yalvarmasını, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile istigâse etmesini, dilediğinin böyle hâsıl olmasını arzû buyurdu. Resûlullah hayâtda iken de, vefâtından sonra da kendisi ile istigâse olunurdu. Selef-i sâlihîn, Resûlullahın vefâtından sonra bu düâyı çok okumuş, bununla murâdlarına kavuşmuşlardır. Halîfe Osmân “radıyallahü anh” birinin bir dileğini kabûl buyurmuyordu. Bu kimse, Eshâbdan Osmân bin Hanîf hazretlerine gelip, yardım etmesini istedikde, ona bu düâyı okumasını öğretdi. Okuyup da, halîfenin yanına gidince, dileğinin kabûl olunduğunu Taberânî ve Beyhekî haber vermekdedirler. Taberânînin haber verdiği bir hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” düâ ederken, (Peygamberinin ve Ondan önce gelen Peygamberlerin hakkı için) buyururdu. Resûlullah ile veyâ başka Peygamberler veyâ Velîler ile (Teveccüh) etmek, (Tevessül) etmek, (İstigâse) etmek ve (Teşeffu’) etmek, hep aynı şey demekdir. Ameller ile, ibâdetler ile tevessül etmenin câiz olduğunu islâmiyyet bildirmişdir. Eski zemânda, bir mağaraya girip kapalı kalmış olanların, Allah için yapmış oldukları hâlis işlerini söyliyerek yalvardıkları zemân, mağara ağzını tıkamış olan taşın açılarak kurtulduklarını hadîs-i şerîf haber veriyor. İşleri vesîle ederek yapılan düâ kabûl olunca, işlerin en iyilerini yapanları vesîle ederek yapılan düâlar elbette kabûl olur. Ömer-übnül-Hattâb “radıyallahü anh”, hazret-i Abbâsı vesîle ederek yağmur düâsı yapdı. Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna karşı birşey demedi. Resûlullahı ve Onun mubârek kabrini vesîle etmeyip, hazret-i Abbâsı vesîle etmesi, kendini çok aşağı bildiği ve Resûlullahın akrabâsını kendinden üstün gördüğü için idi. Hazret-i Abbâs ile tevessül etmesi, aslında Resûlullah ile tevessül etmekdir. Tevessül, teveccüh ve istigâse sözleri, kendisi ile teveccüh, istigâse edilen kimsenin her zemân, teveccüh ve istigâse edenlerden dahâ üstün tutulduğunu gösteriyor denilemez. Resûlullah, bir düâsının kabûl olması için, Mekke muhâcirlerini vesîle yapmışdır. İstigâse, birisinden birşey istemek için, bunun çok sevdiği bir kimseden yardım istemekdir. Ya’nî bu kimse vâsıtası ile istemekdir. Bu kimse vâsıtası ile istenince, o şeye kavuşmak kolay olur. Düânın kabûl olması için, Resûlullah ile veyâ kabrdeki bir Velî ile istigâse olunur. Böylece düâ kabûl olunur. Düâyı kabûl eden, yalnız Allahü teâlâdır. Buna sebeb, vesîle olan, Peygamberdir. Allahü teâlâ, hakîkî gavsdır. Resûlullah, mecâzî gavs olmakdadır. Buhârînin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü, önce Âdem ile, sonra Mûsâ ile ve sonra Muhammed aleyhimüsselâm ile istigâse ederler) buyuruldu. Bundan başka, Resûlullah ile tevessül, istigâse etmek demek, Onun düâ etmesini istemek demekdir. Çünki O, kabrinde diridir, istiyenin istediğini anlar. Sahîh haberde bildirildi ki: (Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh” zemânında kaht [kıtlık] oldu. Eshâb-ı kirâmdan birisi, Resûlullahın kabri yanına gelip, yâ Resûlallah! Ümmetine yağmur yağması için düâ eyle! Ümmetin helâk olmak üzeredir, dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, buna rü’yâda görünüp yağmur yağacağını haber verdi. Öyle de oldu. Rü’yâda ayrıca (Ömere git, Selâm söyle! Yağmur yağacağını müjdele. Keys ile hareket etmesini söyle!) de buyurdu. Keys, yumuşak davranmakdır. Ömer “radıyallahü anh” sert idi. Dînin emrlerini yerine getirmekde şiddet gösterirdi. Bu kimse, Halîfenin yanına geldi. Olanı anlatdı. Halîfe dinledi ve ağladı. Bir habere göre rü’yâyı gören, Eshâbdan Bilâl bin Hâris Müzenî idi. Burada, rü’yâyı değil, Sahâbînin, Resûlullahın kabrine gelerek tevessül etmiş olduğunu bildirmek istiyoruz. Görülüyor ki, Resûlullahdan, hayâtda iken olduğu gibi vefâtından sonra da, dileklerin hâsıl olmaları için düâ buyurması istenilir. Onun düâ ve şefâ’at etmesi ile dilekler hâsıl olduğu gibi, hayâta gelmeden önce ve hayâtda iken ve vefâtından sonra, Onu vesîle ederek yapılan düâ ve tevessüller de kabûl olmakdadırlar. Kıyâmet günü de ümmeti için Rabbinden, şefâ’atde bulunacak ve şefâ’ati kabûl olunacakdır. Böyle olduğunu, islâm âlimleri (İcmâ’) ile ya’nî sözbirliği ile bildirmişlerdir. Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ” bildirdiği hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma, yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îmân et! Senin ümmetinden, Onun zemânına yetişecek olanların, Ona îmân etmeleri için de ümmetine emr et! Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım. Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı su üzerinde yaratdım. Hareket etdi. Üzerine, Lâ ilâhe illallah yazınca durdu, buyurdu.) Bu hadîs-i şerîfi, Hâkim sahîh senedlerle haber vermişdir. Böyle yüksek derece ve ölçülemiyecek kadar çok kıymetli olan ve mevlâsının ni’metlerine kavuşmuş bir Peygamberi vesîle ederek Onun şefâ’atini dileyerek yapılan düâ kabûl olmaz mı? (Cevher-ül-munzam)ın yazısı (Şevâhid-ül-hak)dan alınarak buraya kadar terceme edildi. Nûh, İbrâhîm ve diğer Peygamberlerin de Muhammed aleyhisselâmı vesîle ederek yapdıkları düâlar, tefsîr kitâblarında yazılıdır.
(Şevâhid-ül-hak) İmâm-ı Sübkîden alarak diyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ile tevessül etmek iki dürlü olur: Birincisi, Onun yüksek mertebesi, bereketi için Allahü teâlâdan istemekdir. Böyle düâ ederken, (tevessül), (istigâse) ve (teşeffu’) sözlerinden herbiri kullanılabilir. Üçü de, aynı şeyi bildirmekdedir. Bu kelimeleri söyliyerek düâ eden, Resûlullahı vesîle ederek, Allahü teâlâdan istemekdedir. Onu vâsıta kılarak Allahü teâlâdan istigâse etmekdedir. Dünyâ işlerinde de, bir kimseden, onun çok sevdiğini vesîle ederek birşey istenilince, hemen vermekdedir. Tevessülün ikincisi, dileğe kavuşmak için, Resûlullahın Allahü teâlâya düâ etmesini, Ondan istemekdir. Çünki O, kabrinde diridir. İstenileni anlar ve Allahü teâlâdan ister. Kıyâmet günü de şefâ’at etmesi istenilecek ve şefâ’at edecekdir ve şefâ’ati kabûl olunacakdır.
(Şevâhid-ül-hak)da, Şihâbüddîn-i Remlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinden alarak buyuruyor ki, (Peygamberler ve Velîler öldükden sonra da, kendileri ile tevessül, istigâse olunur. Peygamberler ölünce mu’cizeleri bitmez. Velîler ölünce de, kerâmetleri kesilmez. Peygamberlerin mezârda diri olduklarını, nemâz kıldıklarını, hâc yapdıklarını, hadîs-i şerîfler açıkca bildirmekdedir. Şehîdlerin de diri oldukları, kâfirlerle harb ederken, yardım etdikleri bilinmekdedir).
43 — İslâmiyyete en büyük düşmânın, müşrikler ile yehûdîler olduğu, (Mâide sûresi)nin seksenikinci âyetinde açıkca bildirilmişdir. İslâmiyyeti içerden yıkmak için, ilk fitneyi çıkaran yehûdî, Yemenli Abdüllah bin Sebe’dir. Hakîkî müslimân olan (Ehl-i sünnet)e karşı, (Şî’î) fırkasını kurdu. Şî’îlerin en bozuk fırkası (Nusayrî)lerdir. Bu kâfirler, Allah Alîye ve çocuklarına hulûl etmişdir, esrârı yalnız bunlar bilir, diyorlar. İkinci cihân harbinden sonra, Hâfız Esad isminde bir Nusayrî, sapık, Şâmda kanlı bir ihtilâl ile Sûriye devlet reîsliğini ele geçirdi. İlk iş olarak, Hama ve Humus şehrlerinde katlî-am yaparak, binlerce sünnî müslimânı şehîd eyledi. İngiliz hükûmeti, yehûdîler ile anlaşarak, islâmiyyet ile mücâdele etmek için, Londrada (Müstemlekeler nezâreti) kuruldu. [İngiliz hükûmetinin papazların emrinde olduğunu, İngiltereyi papazların idâre etdiğini kitâbımızın başında bildirmişdik. Hıristiyanların, Îsâ aleyhisselâmda ülûhiyyet sıfatları bulunduğuna inandıkları ve bunun için kendisine ve heykellerine tapdıkları için, müşrik olduklarını da yazmışdık.] Burada, yehûdî hîleleri öğretilip, her memlekete gönderilen câsûslardan Hemfer, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada avladığı Necdli Muhammedi, senelerce aldatarak, (Vehhâbî) fırkasını kurdular. Bu husûsda, (İngiliz câsûsunun i’tirâfları) kitâbımızda geniş bilgi vardır.
Muhammed bin Abdülvehhâb, ibni Teymiyyenin ve talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyyenin kitâblarını okuyarak, Hemferden öğrendiği, bölücü bilgilerini artdırdı.
1206 [m. 1792] senesinde vefât eden Muhammed bin Abdülvehhâbın yolunda gidenlere (Necdî) ve (Vehhâbî) denir. (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir. Beşinci sahîfeye bakınız! Abdülvehhâb oğlu diyor ki:
(Altıyüz seneden beri dünyâya yayılmış olan müslimânların hepsi müşrik imiş, kâfir imiş. Doğrudan doğruya Allaha ibâdet etmek farz olduğundan, ibâdet için, birşey vesîle edilmez. Allahdan başkasına düâ etmek, yardım istemek, şirk olur ve hiç afv edilmez. Peygamberlerden ve Evliyâdan birini söyliyerek bunlardan yardım isteyenler ve türbelere, adak ve sadaka ve başka şeyler yaparak hürmet edenler hep müşrikdir. Biz onların şefâ’atini umarız. Allahü teâlâya yaklaşmak için, onları vesîle yapıyoruz demeleri, onları şirkden kurtarmaz. Resûlullahın zemânındaki müşrikler de, sıkışınca yalnız Allaha düâ eder. Allaha yalvarırlardı. Râhata kavuşdukları zemân, meleklere, Evliyâya ve putlara düâ ederlerdi. Şimdiki müşrikler de sıkışdıkları zemân filân pîre, falan şeyhe yalvarıyorlar. Bu müşrikler, eski müşriklerden dahâ kötüdürler. Bir şeyhe yalvaran müşrikler şöyle dursun, yâ Resûlallah, bana şefâ’at et, imdâdıma yetiş diyenler de kâfir olur).
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, buna cevâblar yazarak, bunun yanlış yolda olduğunu bildirdiler. Muhammedin kardeşi olan Abdülvehhhab oğlu Süleymân da, bunu kötüliyen büyük bir kitâb yazdı. (Savâık-ı ilâhiyye) ismindeki bu kitâb İstanbulda basdırılmışdır. Basra âlimlerinden Kabânî ismi ile anılan meşhûr molla Alî bin Ahmed Basrî şâfi’înin, (Fasl-ül-hitâb) ve (Keşf-ül-hicâb) kitâbları, bunun doğru yoldan sapdığını isbât etmekdedir. Ahmed Kabânî 1235 [m. 1819] da vefât etdi.
(Delâil-i hayrât) kitâbında, Seyyidinâ, Mevlânâ gibi kelimeler bulunduğu için, bu kitâbı yakdırdı. Hâlbuki, sultân ikinci Abdülhamîd Hân, hergün Delâil-i hayrât okurdu. Abdülvehhâb oğlu, elimden gelseydi, Hücre-i se’âdeti yıkardım. Kâ’be üstündeki altın oluğu atar, yerine tahta oluk kordum derdi. Kendisine inanmıyanlara kâfir derdi. Ömer bin Fârıd ile Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin kâfir olduklarını söylerdi. (Ümmetimin mezheblere ayrılması rahmetdir) hadîs-i şerîfi ile alay ederdi. Vakflara inanmaz, islâmiyyetde evkâf yokdur derdi. Kâdîların, hâkimlerin aldıkları ma’âş rüşvetdir derdi. Kabânî Alî efendi, bunlara birer birer cevâb yazmış, hepsini vesîkalarla çürütmüşdür.
İbni Teymiyye, nehr, kaplıca, kaynarca, ağaç, dağ ve mağara gibi yerlere şifâ için gitmek, mezârlara adak yapmak, hep günâhdır, derdi. Kabr ziyâreti ve türbelerde kurban kesilmesi ve ölülerden yardım istenmesi şirkdir derdi.
Ehl-i sünnet âlimlerine göre, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kabrini ziyâret etmek sünnetdir. Vâcib diyenler de oldu. İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde diyor ki, (İbni Teymiyyeden önce, hiçbir âlim kabr ziyâretini yasak etmedi. O, yeni bir bid’at çıkardı. Bütün müslimânların gözünden düşdü). Müslimdeki hadîs-i şerîfde, (Kabr ziyâretini yasak etmişdim. Şimdiden sonra, ziyâret ediniz!) buyuruldu. Necmeddîn Ömer bin Haccî (El-cevâb fî reddi alâ İbni Teymiyye) kitâbında türbeleri ziyâret etmek câiz olduğunu isbât etmekde ve İbni Teymiyyeyi kuvvetli delîllerle red etmekdedir. Burhaneddîn İbrâhîm bin Muhammed de, aynı ismde güzel bir kitâb yazmışdır. Bu iki kitâb, Süleymâniyye kütübhânesi, Beşir Ağa kısmında mevcûddur.
Abdülvehhâb oğlu, İbni Teymiyyenin yasak dediği şeylere küfrdür dedi. Türbelere adak yapanlara, türbelerde düâ edenlere, etrâfında dönenlere, örtüsünü öpenlere, toprak alanlara ve Evliyâdan “rahime-hümullahü teâlâ” yardım istiyenlere kâfir dedi. Bunları yapanlara kâfir demiyenler de kâfir olur dedi. (Keşf-üş-şübühât) kitâbında, (Şefâ’at, yâhud Allaha yakınlık niyyeti ile Peygamberlere, Evliyâya istigâse, ya’nî tevessül edenlerin kanları ve malları halâldır) diyerek müslimânları öldürmeği, mallarını yağma etmeği emr etmekdedir. Bu kitâbı türkçeye de çevrilmişdir. Hâlbuki, dinde zarûrî olarak bilinen şeylere, meselâ Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, beş vakt nemâzın farz olduğuna inanmıyan kâfir olur. Yoksa, açık bildirilmiş olan şeylere inanan bir müslimâna, bir şübhe ile kâfir denilemez. İbni Teymiyye de; bunlara şirk demiş ise de, küçük şirk demek istemişdi. Abdüllahvehhâb oğlu Muhammed ise, küfr demek olan şirkdir diyor. Putlara tapınmak şirkdir. Buna açık şirk denir. (Şirk-i hafî) denilen gizli şirk ise, Allahü teâlâdan başkasından birşey istemekdir. İnsanlar, bu gizli şirkden kurtulamaz. Peygamberler “aleyhimüsselâm” bile, bu şirkden kurtulmak için, Allahü teâlâya yalvarmışlardır. Bu gizli şirkin çeşidleri vardır. Nefse, şehvete uymak, gizli şirk olduğu gibi, riyâ da, şirk-i hafîdir. Gizli şirk, ibâdetin sevâbını giderir. Fekat, (Riyâ yapan kâfir olur; bunu öldürmek, mallarını almak halâl olur) diyen hiçbir âlim yokdur.
Güneşe, aya, yıldızlara, putlara, heykellere tapınarak secde etmek küfrdür. Başka şeylere, tapınmadan saygı secdesi yapmak küfr değildir. Günâhdır. Bir şeye tapınarak onun için kurban kesmek de küfrdür. Fekat, Allahü teâlâya tapınıp da, başka şeylere tapınmadan kurban kesmek, küfr olmaz. Harâm olur. (İbâdet) etmek, ya’nî tapınmak demek, her fâidenin, her zararın ondan geldiğine, herşeyi onun yapdığına inanarak, ona yalvarmak demekdir. Allahü teâlâya tapınanların türbelerden toprak almaları, türbe etrâfında dönmeleri mekrûh olur denilmişdir. Vehhâbînin kitâbı ise, bunların hepsine şirk ve küfr diyor. Gelmiş geçmiş milyonlarca müslimâna kâfir diyor. Müseyleme-i kezzâb ile gazâ ederken şehîd olanların mezârlarını, tanınarak Fâtiha okunması için bir arşın kadar yüksek yapdıklarından dolayı, Eshâb-ı kirâma da “rıdvânullâhi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatıyor. Bu yazıları Müseylemeci olduğunu göstermekdedir.
Mezârlar üzerine türbe, câmi’lere minâre yapmak, kaşık ile yimek bid’atdir dediler. Kerbelâdaki hazret-i Hüseynin “radıyallahü teâlâ anh” türbesini yıkıp, içindeki milyonlar değerinde kıymetli eşyâyı yağma etdiler. Tâif şehrini yakıp, yıkıp, kadın, çocuk demeyip, Ehl-i sünneti öldürdüler. Mallarını yağma etdiler. Buhârî ve Müslim gibi en kıymetli kitâblar, birçok hadîs, fıkh ve her fenden binlerce kitâb, ayaklar altında kaldı. İçlerinde Kur’ân-ı kerîm de vardı. Korkudan bunları kimse kaldıramıyordu. Yerleri bile kazıp mal aradılar. Şehri yangın yerine çevirdiler. Mekke-i mükerremedeki türbeleri yıkdılar. Mevlidinnebî olan evi ve hazret-i Ebû Bekrle hazret-i Ömerin ve hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” mevlidleri olan mubârek yerleri yıkdılar. Müezzinlerin ezândan sonra salât ve selâm okumalarına şirk dediler. Sigara kutularını ve çalgıları yakdılar. Vehhâbîlerin Ta’îfdeki müslimânlara yapdıkları zulmler ve işkenceler, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının 388.ci sahîfesinde uzun yazılıdır.
(Sizlere fâide ve zararı olmıyan, Allahdan başkasına düâ etmeyiniz) ve (Allahü teâlâ ile birlikde başkasına düâ etmeyiniz!) meâllerindeki âyet-i kerîmeleri ve (Düâ, ibâdetin özüdür) hadîs-i şerîfini göstererek, Allahdan başkasından birşey istiyen kâfir olur dediler. Hâlbuki, âyet-i kerîmede yasak edilen düâ, ilm dilinde kullanılan düâ demekdir. Ya’nî tapınarak yapılan düâdır. Bu düâ, ancak Allahü teâlâya olur. Fekat, bir kimse, yalnız Allahü teâlâya tapınılacağını, yalnız Ona düâ edileceğini, Allahü teâlâdan başka kimsenin yaratıcı olmadığını, herşeyi Onun yapdığını bilerek, Peygamberleri ve Evliyâyı vesîle eder, onların Allahü teâlânın sevgili kulları olduklarını ve Allahü teâlânın, onların rûhlarına, insanlara yardım edebilmek kuvvetini verdiğini düşünerek, rûhlardan yardım beklerse, câiz olur. Onlar, mezârlarında, bilmediğimiz bir hayâtla diridirler. Rûhlarına, kerâmetler ve tesarruf kuvveti ihsân edilmişdir. Böyle inanan kimseye müşrik denemez. Böyle olmakla berâber, müslimânlar, Evliyânın rûhlarından, kalblerinin temizlenmesini, feyz, ma’rifet ister. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubarek kalbinden, onun kalbine kadar, kalbden kalbe akıp gelmiş olan bilgilerden, kendisine de vermesini ister. Mal, mevkı’ gibi dünyânın geçici şeylerini istemezler. Bunları düşünmezler bile.
Allahü teâlâ, (Zümer) sûresinde, (Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanlar, bunlara ibâdetimiz, ancak Allahü teâlânın yanında bize şefâ’at etmeleri içindir derler) meâlindeki âyet-i kerîmede, bu sözlerinin onları Cehennemden kurtaramıyacağını bildiriyor. Ehl-i sünneti putlara tapınan kâfirlere benzeterek, Allahü teâlâya yaklaşmak için, Allahın sevgili kullarını vesîle yapıyoruz demeleri, onları şirkden kurtarmaz diyorlar. Evet, puta tapınanlar müşrik olduğu için, müşriklerin bu sözleri, kendilerini şirkin cezâsından kurtarmaz. Allahü teâlânın sevgili kullarını vesîle yaparak düâ etmek şirk değildir ki, Ehl-i sünnetin şirkden kurtulmağa ihtiyâcları olsun. Bir kimse, bir adamı kasden öldürse, mahkemede (Bu adamı öldürmeği düşünmemişdim. Adam öldürmenin suç olduğunu biliyordum) dese bu sözü dinlenmez. Cezâsı verilir. Hâlbuki, bu sözü doğrudur. Cezâsı, bu sözleri için değil, adam öldürdüğü için verilmişdir. Suçsuz birisi de, bu sözleri söylese, bunun bir düşmanı, bunu mahkemeye verip (Bu sözleri söylemiş olana cezâ vermişdiniz. Buna da cezâ verin!) dese, buna cezâ verilmez. Çünki, önceki kimseye verilen cezâ, adam öldürdüğü içindi. Kâfirlerin Cehenneme gitmeleri de, bu sözleri söyledikleri için değildir. Allahü teâlâdan başka şeylere tapındıkları içindir.
Müşrikleri bildiren bu âyet-i kerîmeye benzeterek, mü’minlere kâfir denemez. Çünki, kâfirler, müşrikler, Allahü teâlânın iyilik ve kötülükleri yaratdığını, herşeyi yalnız Allahü teâlânın yapdığını söyleseler de, Lât ve Uzza denilen heykellere ve meleklere tapınıyor, onların tapınmağa hakları olduğuna, her istediklerini Allahü teâlâya yapdıracaklarına inanıyorlar. Bu inançla onlara secde ediyor, onlar için kurban kesiyor ve adak yapıyorlar. Müslimânlar ise, Resûlullaha ve Evliyânın rûhlarına kurban kesmez. Allahü teâlâ için keser. Sevâbını Velînin rûhuna gönderir. (Şefâ’at yâ Resûlallah) demek, yâ Resûlallah, seni çok seviyorum. Çünki, Allahü teâlâ, seni sevmeği emr ediyor. Seni sevdiğim için, Allahü teâlâ, beni senin şefâ’atine kavuşdursun demekdir. Bunu kısa söylemek, Kur’ân-ı kerîmdeki (Köye sor!) âyet-i kerîmesine benzemekdedir. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, tavâf ederken, (Hacer-i esved) taşına karşı, (Sen birşey yapamazsın! Fekat, Resûlullaha uyarak seni öpüyorum) dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitince, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” (Hacer-i esved, kıyâmet günü, insanlara şefâ’at eder) buyurduğunu söyledi. Hazret-i Ömer de, hazret-i Alînin bu sözüne teşekkür etdi. Bir taşın fâidesi olunca, Peygamberlerin ve Allahü teâlâya sevgili olanların fâideleri olmaz mı? Allahü teâlâ, sevdiklerinin düâlarını, şefâ’atlerini kabûl edeceğini bildirdi.
Kırküçüncü madde başından buraya kadar, Ahmed Cevdet pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh” târîhinin yedinci cildinden alındı. Derin âlim, kerâmetler hazînesi, (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî) hazretleri (Risâle-i Hâlidiyye) kitâbında buyuruyor ki, müslimânlar bir sebebe yapışırken, bunun, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olduğunu düşünür. O işi sebeblerin yapacağını düşünmezler. Müşrikler ise, o işi putların yapacaklarına veyâ Allahü teâlâya yapdıracaklarına inanır. Bu iki inanış arasını ayıramıyanlar, inkâr girdâbına sürüklenerek helâk olmakdadırlar.
(Şevâhid-ül-hak)da, Seyyid Ahmed Dahlânın (Hulâsa-tül-kelâm) kitâbından alarak diyor ki, Resûlullah ile ve başka Peygamberler ile “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalâtü vesselâm” ve Evliyâ ile tevessül eden ve kabrlerini ziyâret ederken, (Yâ Resûlallah, senden şefâ’at istiyorum) diyen müşrik olur diyorlar. Kâfirler için gelmiş olan, (Allahdan başkasına düâ etmeyiniz!) ve (Allahdan başkasına düâ edenden dahâ sapık kimdir?) ve (Allahdan başka düâ etdikleriniz, hiçbirşey yapamazlar. Onlardan isterseniz, işitmezler. İşitseler de cevâb veremezler. Kıyâmet günü, sizin şirkinizi inkâr ederler) meâlindeki âyet-i kerîmeleri ileri sürerek, mü’minlere müşrik diyorlar. Abdülvehhâb oğlu Muhammed, (Bu âyetler, kabre karşı söyleyenin, şefâ’at istiyenin müşrik olduğunu gösteriyorlar. Müşrikler de, putlarının birşey yaratmadıklarını, her şeyi yaratanın yalnız Allah olduğunu söylüyorlardı. Fekat, putlarımız Allah yanında bize şefâ’at edeceklerdir derlerdi. Böyle söyledikleri için müşrik oldular. Mezârdan, türbeden şefâ’at istiyenler de, böyle müşrik olmakdadır) dedi. Bu sözleri çok yanlışdır. Çünki mü’minler, Peygamberlere, Evliyâya tapınmıyor. Onları Allahü teâlâya şerîk yapmıyorlar. Bunların mahlûk olduklarına, âciz kul olduklarına inanıyorlar. İbâdet olunmağa hakları vardır demiyorlar. Bir şey yaratabilir, fâide ve zarar verir demiyorlar. Onlar, Allahü teâlânın sevdiği kullar oldukları için, Allahü teâlâ onları seçmiş olduğu ve Onların bereketleri ile kullarına merhamet etdiği için, Onlarla bereketlenmek istiyorlar. Hâlbuki, yukarıda yazılı âyet-i kerîmelerin bildirdiği müşrikler, putların ibâdete hakları vardır diyorlar. Böyle inandıkları için müşrik oluyorlar. Putların fâide ve zarar yapmadıkları kendilerine söylenince, Allahın yanında bize şefâ’at etmeleri için tapınıyoruz diyorlar. Mü’minleri putlara tapan kâfirlere benzetmelerine doğrusu çok şaşılır. Mü’minlerin tevessül etmeleri şirk olsaydı, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâbı ve Selef-i sâlihîn hiç tevessül etmezlerdi. Hâlbuki, Resûlullah düâ ederken, (Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kullar hakkı için, bana da ver!) derdi. Böyle söylemenin, tevessül etmek olduğu meydândadır. Bu düâyı Eshâbına öğretmişdi ve (Böyle düâ ediniz!) buyurmuşdu. İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Câmi’e gitmek için evden çıkarken bu düâyı okuyunuz!) buyurulmuşdur. Bu hadîs-i şerîfi Celâleddîn-i Süyûtî (Câmi’ul-kebîr) kitâbında yazmakdadır. İslâm âlimleri bu düâyı her gün okurlardı. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Alînin annesi Fâtıma bint-i Esedi kabre korken, (Yâ Rabbî! Anam Fâtıma bint-i Esedi, Peygamberin ve ondan önceki Peygamberlerin hakkı için, mağfiret eyle!) dediğini Taberânî ve İbni Hâbbân ve Hakîm bildirmekdedirler. Ayrıca, İbni Ebî Şeybe ve İbni Abdil-Berr de, dahâ geniş olarak bildirmişlerdir. Hepsi Süyûtînin (Câmi’ul-kebîr)inde yazılıdır. Dahâ yukarıda bildirdiğimiz, Osmân bin Hanîfin haber verdiği hadîs-i şerîf, Tirmüzîde, Nesâîde ve Beyhekîde ve Taberânîde ve Buhârî târîhinde yazılıdır. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bir a’mâya öğretdiği bu düâda açıkca tevessül olunmakdadır. Bunlar ise, Resûlullahın bu düâsını yasak etmekde, bunu okuyan kâfir olur demekdedirler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtda iken, Eshâb-ı kirâm bu düâyı hep okurlardı.
Abbâsî devletinin ikinci halîfesi olan Ca’fer Mansûr, Mescid-i nebevîde ziyâret yaparken imâm-ı Mâlike sordu: (Düâ ederken, kıbleye mi döneyim? Yoksa Resûlullahın kabrine mi döneyim?) dedi. Çünki, düâ ederken, Kıble ile (Hucre-i se’âdet) arasında durulmakdadır. İmâm-ı Mâlik: (Resûlullahdan yüzünü nasıl ayırabilirsin? O, senin için ve baban Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” için vesîledir! Yüzünü Ona çevir ve Onunla istişfâ’ eyle!) dedi. İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Cevher-ül-munzam)da, bu haberin çok sağlam olduğunu, dil uzatılamıyacağını bildirmekdedir. İmâm-ı Mâlikin, Resûlullahın kabrine dönerek düâ etmek mekrûhdur dediğini söyliyenler, bu yüce İmâma iftirâ etmekdedirler.
(Yalnız Peygamberlerle tevessül olunur. Peygamberlerden başkası ile tevessül olunmaz) demek de doğru değildir. Çünki, hazret-i Ömer, yağmur düâsı yaparken, hazret-i Abbâs ile tevessül eyledi. Orada bulunan Eshâb-ı kirâmın hiçbiri buna karşı birşey söylemediler. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz, (Allahü teâlâ doğruyu Ömerin diline ve kalbine yerleşdirmişdir) buyurduğu için, hazret-i Ömerin hazret-i Abbâs ile tevessül etmesi, kuvvetli sened, sağlam vesîkadır. Hazret-i Ömerin, yağmur düâsında: Resûlullah ile tevessül etmeyip de, hazret-i Abbâs ile tevessül etmesi, Peygamberlerden başkaları ile de tevessül etmenin câiz olduğunu herkese anlatmak için idi. Çünki, Peygamberler ile tevessül edilmenin câiz olduğunu herkes biliyordu. Başkaları ile tevessülün câiz olmasında şübhe edenler vardı. Hazret-i Ömer, bunun da câiz olduğunu anlatdı. Hazret-i Ömer, Resûlullah ile “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tevessül etseydi, başkaları ile yağmur düâsı yapmanın câiz olmadığı anlaşılırdı. Buna bakarak, ölü ile tevessül olunmaz demek doğru olmaz. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâmın çoğu Onunla tevessül etmişlerdir.
Bir yandan, (Allahdan başka hiçbirşey te’sîr etmez. Te’sîr eder diyen kâfir olur) diyorlar. Öte yandan da, (Diri ile tevessül olunur, ölü ile olunmaz. Diri te’sîr eder, ölü te’sîr etmez) demekdedirler. Sözleri birbirini tutmamakdadır. Mü’minler ölüyü de, diriyi de vesîle, sebeb bilirler. Herşeyi yaratan, te’sîr eden yalnız Allahü teâlâdır derler.
Tevessül etmek şirk olur derken, câhil halkın ba’zı sözlerini ileri sürüyorlar. Velîye, (şu işimi yap) diyenler oluyor. Velî olmıyan bayağı kimseleri Velî sanıp onlardan kerâmet bekliyorlar. Herne kadar, böyle yanlış söyliyen ve sanan câhiller de, Allahdan başka hiçbir kimsenin fâide ve zarar yapamıyacaklarına inanmakdadırlar. Bereketlenmek için tevessül etmekdedirler. Fekat, bunların yanlış ve şübheli sözlerini önlemek istediklerini söyliyorlar. Onlara deriz ki, böyle yanlış, şübheli şeyler söyliyenlerin hiçbiri, Allahdan başkasının fâide ve zarar vereceğini hâtırlarına bile getirmezler. Hepsi, bereketlenmek için tevessül etmekdedirler. Evliyâ yapdı deyince, Onlar te’sîr ediyor demezler. Şübheli sözleri önlemek istiyorsanız, bütün mü’minlere niçin müşrik damgası basıyorsunuz? Her nasıl olursa olsun, tevessül eden kâfir olur diyorsunuz. Yukarıdaki sözünüzü doğru söyliyorsanız, yalnız şübheli gördüğünüz sözleri yasaklamalısınız! Tevessül ederken edebli olmağı sağlamalısınız! Hem de, sizin şirk şübhesi olduğunu ileri sürdüğünüz sözler, mecâzî [iki ma’nâlı] kelimelerdir. Bu yemek beni doyurdu. Bu ilâç ağrıyı durdurdu demek gibidir. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle sözlere akla ve islâmiyyete uyan ma’nâlar vermişlerdir. İnsanı doyuran yemek, ekmek değil, Allahü teâlâdır. Yemek, Allahü teâlânın yaratdığı bir sebebdir demişlerdir. Mü’min, müslim, böyle birşeyin te’sîr etdiğini anlatan söz söyleyince, bunu işiten, mecâz ma’nâsı vermelidir. Söyleyenin Mü’min ve Müslim olması, bu ma’nâ ile söylediğine alâmetdir. (Me’ânî) ilminin âlimleri, böyle olduğunu, sözbirliği ile bildirmekdedirler.
İbni Teymiyye ve talebesi, tevessül etmeğe harâm dedi. Vehhâbîler, tevessül etmek şirkdir dediler. Hâlbuki, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâm “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve bütün müslimânlar tevessül etmişlerdir. Bütün ümmetin harâm ve küfr işleyecekleri olacak şey değildir. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez!) buyuruldu. Âl-i İmrân sûresinin yüzonuncu âyetinde, (Siz ümmetlerin en iyisi oldunuz!) buyurdu. Böyle bir ümmetin dalâlet, sapıklık üzerinde birleşecekleri düşünülebilir mi?
Hanefî âlimlerinden ibni Hümâm, (Düâ ederken, Kabr-i şerîfe dönmek, kıbleye dönmekden efdaldir) buyurdu. İmâm-ı a’zam ebû Hanîfenin (Kıbleye dönmek efdaldir) dediğini söylemek, bu yüce İmâma iftirâdır. Çünki, İmâm-ı a’zam (Müsned) kitâbında, Abdüllah ibni Ömerin (Kabr-i şerîfe dönmek ve kıbleyi arkaya almak sünnetdir) buyurduğunu yazmakdadır. İmâm-ı a’zam, (Kabr-i şerîfe dönmek müstehabdır) dediğini bütün hanefî âlimleri bildirmekdedir. Resûlullah, mubârek kabrinde diridir. Ziyâret edenleri tanır. Hayâtda iken yanına gelen, mubârek yüzüne karşı dururdu. Kıble bunun arkasında kalırdı. Kabr-i şerîfini ziyâret ederken de, elbet böyle olacakdır. Bir kimse, Mescid-i harâmda, kıbleye karşı duran hocasının, babasının yanına gelip birşey söylese, elbet buna karşı söyler, Kâ’be, arkasında kalır. Resûlullahın mubârek yüzüne karşı durmak, babaya, hocaya karşı durmakdan elbet dahâ lâzımdır. Dört mezhebin âlimleri, ziyâret ederken Kabr-i şerîfe dönmek lâzım olduğunu sözbirliği ile bildirdiler. İmâm-ı Sübkî, (Şifâ-üs-sikâm) kitâbında, dört mezheb âlimlerinin bu yazılarını ayrı ayrı bildiriyor. (Şifâ-üs-sikâm) kitâbı, 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda ofset yolu ile, yeniden basılmışdır. (Âlûsî tefsîri)nin, İmâm-ı a’zamın tevessül etmeğe karşı olduğunu yazması doğru değildir. Hanefî âlimlerinden hiçbiri, İmâm-ı a’zamın böyle dediğini haber vermemişdir. Hepsi, tevessülün müstehab olduğunu bildirmişlerdir. Âlûsînin yazısına aldanmamalıdır.
(Mevâhib-ül-ledünniyye) şerhinde, Zerkânî diyor ki, (Yâ Rabbî! Sana senin Peygamberin ile istişfâ’ ediyorum. İnsanlara rahmet olan ey Peygamber! Rabbin huzûrunda bana şefâ’at et! deyince, Cenâb-ı Hak, yapılan düâyı kabûl buyurur). Zerkânînin (Mevâhib-ül-ledünniyye) şerhi sekiz cild olup, 1393 [m. 1973] de Lübnanda üçüncü baskısı yapılmışdır.
Yukarıda bildirilen vesîkalar, ortaya çıkan bid’ati kökünden çürütmekdedir. İmâm-ı Beyhekî bildiriyor ki, bir köylü, Resûlullahın huzûruna gelip, yağmur yağması için düâ etmesini istedi ve (Senden başka sığınağımız yokdur. İnsanların koşacakları yer, ancak Peygamberleridir) dedi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buna karşı birşey söylemedi. Hattâ, Enes bin Mâlik diyor ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hemen kalkıp minbere çıkdı. Yağmur yağması için düâ etdi. Düâ bitmeden yağmur yağmağa başladı. (Buhârî)de diyor ki: Resûlullahın yanına bir köylü gelip kahtlıkdan şikâyet eyledi. Resûlullah, düâ etmeğe başladı. Hemen yağmur yağdı. Resûl “aleyhisselâm”, bunun üzerine (Ebû Tâlib sağ olsaydı çok sevinirdi) buyurdu.
Büyük âlim ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Hayrât-ül-hisân) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Muhammed Şâfi’î, Bağdâdda bulunduğu günlerde, imâm-ı Ebû Hanîfenin kabrine gelir, selâm verir, dileğinin hâsıl olması için, İmâmı vesîle yaparak düâ ederdi). İmâm-ı Ahmed de, İmâm-ı Şâfi’î ile tevessül ederdi. Hattâ, oğlu Abdüllah buna şaşınca, (Ey oğlum, imâm-ı Şâfi’î, insanlar içinde güneş gibidir. Bedenlerin âfiyeti gibidir) buyurmuşdu. Batı memleketlerinde düâ ederken imâm-ı Mâlik ile tevessül ederlerdi. İmâm-ı Şâfi’î bunu işitince, inkâr etmedi. İmâm-ı Ebül-Hasen-i Şâzilî buyuruyor ki, (Allahü teâlâdan birşey istiyen, düâ ederken imâm-ı Gazâlî ile tevessül eylesin!). İmâm-ı Şâfi’înin her zemân, (Ehl-i beyt-i nebevî) ile tevessül eylediği, ibni Hacer-i Mekkînin (Savâ’ık-ı muhrıka) kitâbında yazılıdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Allahü teâlâ tâ’atleri, ibâdetleri, se’âdete ve yüksek derecelere kavuşmak için vesîle kıldığı gibi, seçdiklerini, sevdiklerini ve sevmemizi ve saymamızı emr etdiği Nebîleri, Velîleri ve Sâlihleri de düâların kabûl edilmesi için sebeb yapmışdır. Bunun içindir ki, Eshâb-ı kirâm ve önce ve sonra gelen âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” düâ ederlerken istigâse, ya’nî tevessül eylemişlerdir. Hiçbiri bunu inkâr etmemişdir. Dinde reformcular, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâ vererek ve birçok sahîh haberleri inkâr ederek, müslimânların îmânlarını bozuyorlar. Ehl-i kıbleyi doğru yoldan ayırmağa uğraşıyorlar. Allahü teâlâ, her kime hayr ve se’âdet nasîb etdi ise, yukarıda yazılı vesîkaları öğrenerek bid’at ehline aldanmak felâketinden kurtulur. (Şevâhid-ül-hak)dan terceme temâm oldu. Yukarıda adı geçen (Hulâsat-ül-kelâm) kitâbının ikinci kısmı 1395 [m. 1975] senesinde, İstanbulda ofset yolu ile basdırılmışdır.
44 — Mevdûdî, (İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbının birinci baskısında, islâm dînine ve Ehl-i sünnet âlimlerine iftirâlar yapdı. Pâkistândaki doğru îmânlı müslimânlar, kendilerini savunmağa başladılar. Onun iftirâlarını, sapık düşüncelerini vesîkalarla red etdiler. Bu haklı cevâblar karşısında şaşkına dönen Mevdûdî, kitâbına çeki düzen vermek zorunda kaldı. Yazılarının bir kısmını değişdirerek, bir kısmını da câhilce te’vîllere kalkışarak yeniden basdırdı. Yeğitliğine leke sürdürmemek için, (Yanlış anlaşılan yerleri tekrâr gözden geçirip, kalb kırıcı tenkîdleri önlemeğe çalışdım) önsözünü de kitâbının başına koydu. Fekat, bu kitâbında da, Ehl-i sünnet âlimlerine müslimânlar tarafından sunulmuş olan (imâm, Huccetül-islâm, Kutbül-ârifîn, Şeyhul-islâm) gibi saygı kelimelerine dil uzatmakdan, Ehl-i sünnet âlimlerini bu yüksek derecelere lâyık görmediğini açığa vurmakdan vaz geçmedi. Fekat kendisi, Ehl-i sünnetden ayrılmış olan, doğru yoldan sapıtmış olduğu vesîkalarla ortaya çıkarılmış bulunan ibni Teymiyyeyi ve Abdühu överken ismlerinin başına İmâm, Üstad kelimelerini yazmakdan geri kalmamışdır. Ehl-i sünnet âlimleri için çok gördüğü saygı kelimelerini, bunlara bol bol ihsân etmekdedir. Kimlere hangi saygı kelimelerinin kullanılabileceği İbni Âbidîn, beşinci cild, dörtyüzsekseninci sahîfesinde geniş bildirilmekdedir.
(İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbının baş tarafında: (İslâm dîni, dinsiz felsefeden büyük farkı olan, kendine mahsûs bir felsefe ortaya koyar. Kâinât ve insan hakkındaki bilgileri dinsizlerin bilgisine temâmen zıddır) diyor. İslâm dîninde felsefe bulunduğunu ve islâm âlimlerinin feylesof olduklarını anlatıyor. Bu sözleri, Avrupalıların islâmiyyeti dışardan görerek anlamalarına ve anlatmalarına benzemekdedir. İslâm âlimlerinin feylesof derecesine düşürülmeleri, islâm âlimlerinin büyüklüklerini anlamamak olduğu, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında ve (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbının 450.ci sahîfesinde uzun bildirilmişdir. Lütfen oralardan okuyunuz!
İslâm bilgileri ikiye ayrılır: Din bilgileri, fen bilgileri. Dinde reformcu, din bilgilerine (skolastik bilgiler) demekdedir. Fen bilgilerine (rasyonel bilgiler) diyor. İslâmın fen bilgileri müşâhede, tedkîk ve tecribe ile elde edilmekdedir. Avrupa ve Amerikadaki dinsizlerin kâinât ve insan üzerindeki fen bilgileri de böyledir. Bunları birbirinden temâmen zıd diyerek ayırmak, islâmda fen bilgisi olduğunu inkâr etmek demek olur. Bu da, kaş yaparken göz çıkarmağa benzer. Yüce islâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin (Câhillerin dîne yardım etmeğe kalkışması, dîne fâide değil, zarar verir) sözünü burada yazmak yerinde olmakdadır.
Otuzüçüncü sahîfesinde: (Hilâfet müessesesinin za’îflemesine sebeb olan iki şeyden biri, hazret-i Osmânın, selefleri kadar liderlik ehliyyetine mâlik bulunmamasıydı) diyor.
Bu sözü ile, hazret-i Osmâna idârecilikde leke sürmeğe kalkışıyor. Seyyid Kutb adındaki Mısrlı yazar da (Adâletül-ictimâiyyetü fil-islâm) kitâbında, hazret-i Osmâna böyle saldırmakdadır. Hazret-i Ömerin tavsiye etdiği ve Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile seçdiği ve hadîs-i şerîflerle üstünlüğü bildirilen Zinnûreyn hazretlerine dil uzatmak, bunun pek büyük bir suç olacağını anlıyamamak kadar câhil olmanın, yâhud islâmiyyeti perde arkasından sinsice yıkmağa kalkışmanın alâmetidir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi: (İnsanların en üstünleri, benim asrımda yaşıyanlardır) ve (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir, herhangi birine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz) ya’nî kazanırsınız, hadîs-i şerîfleriyle ve (Kâfirlere karşı çok şiddetlidirler) ya’nî herbiri çok kuvvetlidirler âyet-i kerîmesi ile övülmekle şereflenen birer kahramandırlar. Hazret-i Osmânı, hilâfet müessesesinin za’îflemesine sebeb göstermek, bu şerefleri anlıyamıyanların yapacağı bir şeydir. Târîh meydândadır. Hazret-i Osmân zemânında alınan memleketlerin sayısı, öncekilerden kat kat fazla idi. İslâm toprakları, Filipinlerden Tunusa kadar genişlemişdi. İdârî, askerî ve sosyal sâhada yapdığı ilerlemeleri anlatmağa bu kitâbımızın hacmi müsâid değildir. Hazret-i Osmânın idârî, askerî ve ekonomik sâhalardaki çalışmaları ve başarıları (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbı beşinci kısmında uzun bildirilmişdir. Lütfen oradan okuyunuz! Hazret-i Osmânın şehâdetini ona kusûr gösterenler, İsrâil oğullarının şehîd etdiği Peygamberler için ve (Benim çekdiğim eziyyet kadar, hiçbir Peygamber sıkıntı çekmedi) hadîs-i şerîfi için ne düşündüklerini açığa vurmakdadırlar. Hazret-i Ömerin de, bir köle tarafından şehîd edilmesine dil uzatmamaları, müsâid ortamı bulamadıklarından ileri geldiği besbellidir. Bu câhillere tekrar bildirelim ki, Eshâb-ı kirâmın hepsi mükemmel lider, kahraman birer mücâhid idi. Mekkede, i’dâm sehpâsındaki konuşmasında, düşmanlara meydan okuyan Habîb hazretlerinden, Şâm fâtihi Ebû Ubeydeye ve İstanbula gelen ordunun mücâhidleri arasında bulunan hazret-i Hâlide varıncaya kadar, herbirinin her bakımdan üstünlüklerini yazmak birer destân teşkîl eder.
(Peygamber ölçülerine uygun olan hilâfet, zâlim saltanatlara geçdi. Hükümranlık, bir kerre dahâ Allaha karşı olanların eline geçmiş oldu. İslâmiyyet iktidardan uzaklaşdırılmış bulunuyordu. Ateizm, iktidar ve hâkimiyyeti hilâfet nâmı ile gasbetdi. Hükümdarlara, Allahın dünyâ üzerindeki gölgesi denildi) gibi sözler, îmânı olanların ağzına ve kalemine yakışacak şeyler değildir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olan hazret-i Muâviyeye karşı böyle çılgınca kelimeler kullanan ve yeryüzündeki müslimânların son halîfesi Sultân Muhammed Vahîdeddîn hâna kadar gelen yüzlerce halîfeye “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” küfr damgası basan bu saçma yazılara cevâb vermeğe değmez. Sultânların, zıllullah olduğunu bildiren hadîs-i şerîfi evirip çevirip te’vîle kalkışması ve Ehl-i islâmı Allahü teâlâyı cism olup, gölge yapar sanacak kadar ahmak yerine koyması, kendisini düşdüğü çukurdan kurtaramaz. İslâm halîfelerinin hepsi müslimândı. Hele Osmânlı halîfeleri, islâmiyyete sâdık bende olmakla iftihâr etmişlerdir. Osmân Gâzînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, birçok kitâblarda, meselâ (Kısas-ı Enbiyâ)da yazılı olan vasiyyetnâmesini okuyan, bunu iyi anlar.
(Müteaddid mezheblerin zuhûruna sebeb olan skolastik düelloyu, mu’tezile akîdesini, ateist ve septik temâyülleri teşvik eden, yukarıda bildirdiğimiz şartlar oldu) diyor. Mezheblerin zuhûrunu, fitne ve fesâd şartlarına bağlaması da, şaşılacak şeydir. Mezheblerin zuhûr edeceğini Resûlullah haber verdi. Bunların, meydâna çıkmasının, Allahdan rahmet olduklarını beyân buyurarak, dört mezhebi övdü. Mezhebler dünyâlık şartlarla doğmadı. Dînî, ilmî, ilâhî sebeblerle meydâna çıkmışdır. İslâmiyyeti dışardan görenler, özüne işleyemiyenler, mukaddes ve ma’nevî tezâhürleri maddeye ve görünüşe bağlamak çabasındadır.
Mevdûdî perde arkasından tesavvufa da şiddetle çatmakda, (Yunan, Îrân ve Hind semâlarından gelen felsefe, edebiyyât ve ilm paylaşıldı. Müslimânlığı kabûl eden müşrik cem’iyyetlere mensûb halklar, birçok müşrik inancını ve fikrlerini berâberlerinde getirdiler. Putperestliği islâma sokarken, dünyâya düşkün olan âlimler de onlarla elele çalışdı. Kabrlere ve Evliyâya ibâdet etmeğe yer vermek düşüncesiyle, âyetlerin ma’nâları tahrîf edildi. Hadîsler yanlış anlatıldı) diyor.
Bu sözleri de, başdanbaşa yalan ve iftirâdır. Yunan, Îrân ve Hind felsefesi, İslâmın hiçbir temel kitâbında yer almamışdır. Bil’akis, Ehl-i sünnet âlimleri bunlara birer birer cevâb vermiş, İslâma uymıyanları red etmişdir. Hele onların sözlerine islâm edebiyyâtı yanında, edebiyyât kelimesini söylemeğe bile tenezzül eden olmamışdır. Mevdûdî, bu yazıları ile, eğer yetmişiki bozuk fırkalara yâhud câhil halk arasındaki bid’atlere çatmak istiyorsa, bunlara islâmiyyet ve din âlimleri ismi altında saldırması da, düşüncesinin iyi olduğunu göstermez. Çünki, bunların hiçbiri islâmiyyeti temsîl edemez. Ehl-i sünnet âlimleri, her asrda, onlara (Emr-i ma’rûf) yapmış, iyi olan taraflarını, yanlış ve kötü olanlardan ayırmışlardır. Bu yolda, binlerle kitâb yazmışlardır. Mevdûdî gibilerin yardımlarına ihtiyâç bırakmamışlardır. Mevdûdî, islâmiyyete yardım etmek istiyorsa, birkaç câhilin, birkaç sapığın bozuk sözlerini ve işlerini ileri sürerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin ışık saçdığı, islâmiyyetin en parlak asrlarını bozuk, karanlık göstereceği yerde, o mubârek âlimlerin nasîhatlarını, îkâzlarını meydâna çıkarmalıdır. Böylece, müceddid kelimesine verdiği ma’nâda samîmî olduğunu da göstermiş olur. Hem de, islâmiyyete hâlis hizmet etmiş olur. Fekat, o böyle yapmak istemiyor. Îrânlıların kötü âdetlerinin müslimânlar arasında yayıldığını, böylece islâmiyyetin bozulduğunu öne sürüyor. Bu konuda da fikrleri şaşırtmakda, olayları yanlış anlatmakdadır.
Evet, Îrânın ve Romanın kötülükleri karışdı. Bu, bir târîhî hakîkatdir. Fekat islâmiyyete değil, islâmiyyetden evvel yaşıyan arablar arasına karışmışdı. Hattâ onun dediği gibi, putperestlik de Kâ’beye kadar girmişdi. Zâten bunun içindir ki, Peygamberimiz “aleyhisselâm” meydâna çıkıp da, iyilikleri emr ve kötülükleri yasak etmek vazîfesine başlayınca, hemen bütün arablar düşman oldu. Hepsi acınacak bir hâlde idiler. Arab yarımadası, cehâlet ve dalâlet içinde idi. İyi sözü anlıyamadılar. Se’âdete çağıran yüceÊPeygamberi “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtihi aleyhim ecma’în” red etmekden çekinmediler. İslâmiyyetden önce, ateşe tapan Îrânlıların ve puta tapan Romalıların kötülükleri, Arabistân yarımadasına yayılmışdı. Îrânda (Mejdek) adındaki bir kimse, yeni bir din uydurarak, mal ve kadın ortaklığını heryere yaymışdı. Mülkiyyet hakkını yasaklamışdı. Bugünkü komünistliği dahâ o zemân Îrâna yerleşdirmişdi. Îrânın sosyal hayâtını ve ahlâkını altüst etmişdi. Sonra (Nûşirvân) Şâh, bu kötü akıntıyı durdurmağa çalışdı.
Romalılara gelince, bunların ahlâkı dahâ kötü olmuşdu. Bu kötülük, Yunanlılardan gelmişdi. Kıyrevanlı (Aristip) adındaki bir feylesof, bir ahlâk teorisi kurarak, hayâtın ve ahlâkın gâyesi, zevk ve safâdır. Herşeyden lezzet almakdır. İnsanın ihtirâsını, arzûlarını, lezzetlerini yerine getiren herşey iyi şeydir. İnsan bunların peşinde koşmalıdır diyordu. Bu ise, ahlâkın iflâsı demekdi. Gayr-i meşrû’ olan lezzetler nasıl iyilik olabilir? Yalnız bunun için çalışanlar, gâyelerine kavuşabilmek için, hırsızlık, hiyânet, iffetsizlik ve adam öldürmek gibi kötülükleri hoş görüyorlardı. İşte Yunan medeniyyetinin ahlâk prensibi böyle idi. Dinsiz olan medeniyyet böyle olur. Bu yolda olanlar çok kimseleri ye’se ve intihâra sürüklemişdi. Çünki, herkes, elemsiz, kedersiz olamaz. İstediği lezzete kavuşamaz. Gâyesine kavuşamayınca, hayâtdan kurtulmak ister. Bu yolda olanlardan (Ajeryas) adındaki bir Yunan feylesofu, zevk ve safâ gâyesine kavuşamıyanların, intihâr etmesini yiğitlik sayarmış. Söylediği heyecânlı nutkların te’sîri ile, dinleyicileri arasında hemen intihâr eden olurmuş. Yirminci asrda da aşağı bir lezzete, şehvânî bir isteğe kavuşamadığı için, karşısındakini öldürenler ve intihâr edenler çoğalmışdır. İşte bu yüzden, Yunanlılar ve Romalılar zevk ve safâya dalmışdı. Bunun sonu, sosyal hayâtın bozulması, ekonominin yıkılması olmuşdu. İki medeniyyet de böylece sönmüşdü. Romalılar bu kötü huyları Arab yarımadasına da götürürken, islâmiyyet imdâda yetişdi.
İslâmiyyet gelince, Arab yarımadasındaki cehâlet bulutları dağıldı. Fazîlet ve irfân ışıkları parladı. İnsanlar ve kabîleler arasına kardeşlik yerleşdi. Asrlarca geride kalmış olanlar, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” itâ’at ederek yükseldiler, kuvvetlendiler. Bir zemânlar saltanatlarına hayretle bakdıkları şâhlara, krallara meydân okudular. Memleketlerini alarak islâm medeniyyetini oralara yaydılar. Târîh meydândadır! Kitâblar, vesîkalar, eserler ortadadır!
Mevdûdî, (İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbının 37. nci sahîfesinde: (Yunan felsefesi ve manastır hayâtına âid ahlâk ve umûmî olarak hayâta karşı kötümser davranışlar, müslimân cem’iyyetlerde tabî’î bir hâle geldi. Böylece, islâmî ilmi ve edebiyyâtı dalâlete sürükledi ve monarşiyi destekledi. Bütün dînî hayâtı yalnızca birkaç muayyen âyin ve merâsime inhisâr etdirdi) diyor.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” her asr başında bir müceddid geleceğini ve dîni kuvvetlendireceğini müjdeledi. Böyle de oldu. İslâmiyyet her asrda, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” önderliği ile, her sâhada beşeriyyete ışık saldı. Medeniyyete kaynak oldu. Mevdûdî, hayrân olduğu İbni Teymiyyeyi, bir güneş yapabilmek için, koca islâm medeniyyetini yok etmeğe, hadîs-i şerîflerle övülen Tâbi’înin ve sonraki asrın nûrlu semâlarını karanlık göstermeğe çalışmakdadır. İslâm kitâblarını ve Avrupada insaflı kalemler tarafından yazılmış olan doğru târîhleri okuyanlar, onun bu yıkıcı taktiğini anlamakda güçlük çekmezler.
Yukarıda bildirdiğimiz hadîs-i şerîfdeki müceddid kelimesinin ma’nâsını da, Ehl-i sünnet âlimlerinden ayırmağa uğraşmakdadır. Ehl-i sünnet âlimlerinin, meselâ İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, hadîs-i şerîfde haber verilen Mehdî için, üçüncü bin yılın müceddidi olacakdır demelerine de çatmakdadır. Bu arada, müslimânlara, tesavvufculara, (eski tip müte’assıb kimseler) diye hakâret etmekdedir. (Ma’neviyyât, muska ve düâ ile cihâd kazanılacak, beddüâ ile tanklar imhâ edilecek) diye mukaddes inanışlarla alay etmekdedir. Böyle inanan hakîkî müslimânlara avâm, câhil damgasını basmakdadır. Hazret-i Mehdînin bu ma’nevî değerlerden uzak, (hayâtın ana problemlerinde derin nüfûza sâhib, modernlerin en moderni) olacağını savunmakdadır. Onun getirdiği yeniliklere karşı, âlimlerin ve tesavvufcuların feryâd edeceğinden korkduğunu bildirmekdedir. Hâlbuki, âhır zemânda Mehdî hazretlerinin çıkacağı ve Îsâ aleyhisselâmın gökden inerek ikisinin buluşduğu yıllarda, yer yüzünde islâm âlimleri kalmıyacak, islâm bilgileri ortadan kalkmış olacakdır. Mevdûdînin hadîs-i şerîflerle övülmüş olan ilk zemânlara yüklemeğe uğraşdığı cehâlet, sapıklık, âhır zemânda hâsıl olacakdır. Böyle olacağını, hadîs-i şerîfler bildirmekdedir. Mevdûdî gibilerin Ehl-i sünnete saldırmaları, Ehl-i sünnet bilgilerini söndürmeğe çalışmaları da hadîs-i şerîfde bildirilen o kara günlerin yaklaşdığını göstermekdedir. Mehdî hazretleri çıkıp Ehl-i sünnet bilgilerini tâzeliyeceği zemân, işte o mezhebsizler, o sapıklar, o dinde reformcular, kendisine karşı koyacaklar, feryâd edeceklerdir. Mehdî hazretleri de, onları kılıçdan geçirecekdir. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ rûha-hül’azîz”, birinci cildin ikiyüzellibeşinci mektûbunda, Mehdînin Medînedeki sapık din adamlarını öldüreceğini yazmakdadır. Mevdûdî, Mehdînin, (tabî’at üstü hareketler, ya’nî kerâmetler, ilhâm ve rûhânî başarılar sâhibi olmayıp, diğer inkılâbcı liderler gibi mücâdeleci bir adam) olacağını sanmakdadır. (Mehdî, yeni bir fikr ekolü vücûde getirecek) ve (Bu dünyâda, Lenin ve Hitler gibi, günâhkâr liderler görüldüğü gibi, fazîlet sâhibi bir lider de meydâna gelecekdir) demekdedir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerinden, çok konuda ayrılan Mevdûdî, Mehdîyi de herhangi bir lider olarak düşünüyor. Büyük âlim Ahmed ibni Hacer-i Mekkî “kaddesallahü teâlâ rûhahül’azîz” (Elkavlül-muhtasar fî alâmât-il Mehdî) kitâbında, Mehdînin ikiyüze yakın alâmetini bildirmekdedir. Bu alâmetleri hadîs-i şerîflerden çıkarmışdır. Bu kitâbı okuyup anlayabilen bir kimse, Resûlullahın haber verdiği hakîkî Mehdî ile Mevdûdînin şekllendirmeğe özendiği hayâlî Mehdî arasındaki farkları kolayca görebilir.
(İslâmda ilk müceddid Ömer bin Abdül’azîz idi) diyor. Bu da, Mevdûdînin kısa görüşüdür. Ömer bin Abdül’azîz, ilk yüzyılın müceddidlerinden biri idi. Fekat, ilk müceddid değildi. İslâm âlimlerinin ve târîhcilerin sözbirliği ile bildirdiğine göre, ilk müceddid, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkdır. Resûlullahın vefâtından sonra, Arabistân yarımadasında, mürted olanları kahr eden, yeni müslimân olanlar arasında yayılmağa başlayan fitne ve fesâdı kaldıran odur “radıyallahü anh”.
Ellidördüncü sahîfede: (Ömer-i sânînin vefâtını müteâkib iktidârın dinsiz ellere geçmesi, İslâmın yoluna engel olarak çıkdı. Fekat Emevî ve Abbâsîler islâmın inkişâfını önleyemedi. Hadîs ve fıkh âlimleri rasyonel ilme âşina bulunmadıkları için, islâmî sistem muâsır fikr temâyüllerinin ışığı altında tefsîr ve îzâhdan mahrûm kaldılar. Kötü te’sîrlere mürâce’atdan başka ellerinden birşey gelmedi. İmâm-ı Ebül Hasen-i Eş’arî ve sonra gelenler de muvaffak olamadılar. Çünki skolastik ilme sâhib olmalarına rağmen rasyonel ilmde yetişmemişlerdi. Mu’tezileye muhâlefetde o kadar ileri gitdiler ki, dinde yeri olmayan şeyleri dîne sokdular. Âlimler ve hükümdârlar ve halk kitleleri hep birlikde Allahü teâlânın kitâbına ve Peygamber efendimizin sünnetlerine karşı sırt çevirdiler. Devleti yöneten ma’hud bir zümrenin lüks hayat, hırs ve tama’ gâyesi ile açdıkları harbler sebebi ile vahîm bir şeklde geri kalındı. İlm ve san’at yok oldu. Bu sırada İmâm-ı Gazâlî yetişdi. Bağdâd halîfesinin i’timâdını kazandı. Fekat o, serâydan uzaklaşıp Yunân felsefesini red etmeğe çalışdı. [Ehl-i sünnet içindeki] bütün mezhebleri, za’îf tarafları için ve İslâma uymayan temâyülleri için tenkîd etdi. Çürümekde olan me’ârif sistemini ihyâ etdi. Dünyevî ilmler ile İslâmî ilmler birbirinden uzaklaşmışdı. Fekat o, hadîs ilminde eksikdi. Rasyonel ilmle aşırı uğraşmışdı. Tesavvufa da eğilmesi onun için noksanlıkdı. Bu üç tehlükeden kaçınarak, İslâmın fikr ve ahlâk rûhunu ihyâ işi İbni Teymiyyeye nasîb oldu.) diyor.
Evet, İslâm hükümdârları arasında, etraflarını saran dalkavukların, münâfıkların te’sîri ile zulme, günâha kayanlar olmuşdu. Fekat islâm âlimleri, kitâbları ile, sözleri ile emr-i ma’rûf yaparak, onları doğru yola çekmeğe çalışdılar. Böylece en kötüleri dahî dinsiz hükûmetlerin en iyilerinden dahâ âdil, dahâ fâideli olmuşdu. Bu hakîkati dünyâ târîhleri yazmakdadır. İngiliz lordlarından Davenportun kitâbını okuyanlar, Mevdûdînin yalnız yanıldığını değil, bir iftirâ, bir düşmânlık savaşında olduğunu kolayca anlıyabilir. Şunu önemle açıklamak isteriz ki, islâm halîfelerinin Eshâbdan olmıyanları zulm etmiş, günâh işlemiş olabilirler. Fekat, hiçbiri, aslâ kâfir değil idi. Hiçbir sûretle islâm düşmanı değil idiler. Hepsinin ilm hey’etleri, şeyh-ul-islâmları ve müşâvirleri vardı. Hiçbiri islâmın inkişâfına mâni’ olmayı hâtırına bile getirmemişdir. İslâma hizmet için çırpınmışlardır. Herbirinin sonraki nesle bırakdıkları câmi’ler, mektebler, medreseler, yollar, hastahâneler, çeşmeler, hamâmlar, köprüler, çeşidli hayr ve san’at müesseseleri, sayılamıyacak kadar çokdur. İzleri ve hattâ çoğunun kendileri meydândadır. Milyonlarla müslimân, bugün de bunlardan fâidelenmekdedirler. İnsanlık îcâbı olan kusûrlarını ileri sürerek, onları kötülemeğe kalkışmak, islâm düşmanlarının taktiğidir. İslâm âlimlerinin sultânlardan uzaklaşması, onların kötü olduğunu göstermez. Âlimler, (Zengine, zengin olduğu için yaklaşan, tevâdu gösteren kimsenin, dîninin üçde ikisi gider) hadîs-i şerîfine uyarak, her zenginden, her şöhret sâhibinden çekinmişlerdir. Fekat, onlara emr-i ma’rûf yapmakdan da geri kalmamışlardır. Bu ikisi arasındaki inceliği anlıyamıyan Mevdûdî, islâm âlimlerine ve halîfelerine çala kalem saldırmakdadır. Onların birkaç kusûrunu yazacağına, iyiliklerini, islâma hizmetlerini yazmak şerefine kavuşsaydı, cildlerle kitâb doldururdu. Hele Osmânlı halîfelerinin hepsi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” âlim, sâlih ve âdil zâtlar idi.
Hadîs ve fıkh âlimlerini rasyonel bilgiden mahrum sanmak, islâm âlimlerinin büyüklüğünü anlamamak demekdir. İslâm âlimi demek, ulûm-i nakliyyede ictihâd derecesine varmış ve tecribî ilmlerde, kendi zemânında bulunmuş olanları iyi öğrenmiş ve kalb ma’rifetinde, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye mertebesine kavuşmuş bir zât demekdir.
Mevdûdînin islâm halîfelerine dinsiz diyecek kadar alçakça saldırması karşısında şaşıran gençlere doğruyu bildirmek için (Mir’ât-i kâinât) târîh kitâbının, halîfelerden ba’zıları hakkındaki yazılarını, değişdirmeden, aşağıya yazdık. Demîrînin, meşhûr kitâbında, (İvez) isminde, (Hulefâ-i râşidîn) ile Emevî ve Abbâsî halîfelerinin hâl tercemeleri uzun yazılıdır. Aşağıda, ismlerin önündeki sayılar, halîfelik sırasını, parantez içindekiler, hicrî doğum ve ölüm yıllarını göstermekdedir:
6: Mu’âviye “radıyallahü anh” yazarak, ona düâ ile başlıyan bu kitâbda diyor ki, Resûlullahın Kur’ân-ı kerîmi yazan kâtiblerindendi. Hayr düâlarını aldı. Aklı, zekâsı, afvı, sehâsı, idâre kudreti çok idi. Yumuşak huylu, heybetli ve cesûr idi. Sanki sultân olmak için yaratılmışdı. Sûdanı, Efganistânı, Hindistânın çok yerlerini, Kıbrısı ise bizzat kendi giderek aldı. İstanbula asker gönderdi. Hilâfeti sahîh idi.
Mezhebsizler, hazret-i Mu’âviyeyi “radıyallahü teâlâ anh” kötülemek için, hazret-i Alî ile “”radıyallahü teâlâ anh” olan muhârebesini öne sürüyorlar. Her muhârebede hâsıl olması gerekli bulunan acıklı hâlleri, bire bin katarak, anlatıyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bunlara kitâba, sünnete ve akla uygun cevâblar verince, şaşırıp kalıyorlar. Oğlu Yezîdin kötülüklerini anlatmağa başlıyorlar. Halîfeliğin babadan oğula geçmesi gibi kötü bir çığır açdı. Hilâfeti sultânlığa çevirdi diyorlar. İbni Âbidîn, cemâ’at ile nemâzı anlatırken, (Bir müslümânın halîfe olması için, âlimlerden ve idârecilerden ileri gelenlerin seçmesi veyâ önceki halîfenin, bunu kendi yerine geçirmesi lâzımdır. Güç kullanarak, hükûmeti ele geçiren müslimânın da halîfeliği sahîh olur. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, öleceği zemân hazret-i Ömeri halîfe yapdı. Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, bunu kabûl etdi) diyor. Görülüyor ki, Mu’âviyenin ve ondan sonra gelen bütün halîfelerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, yerlerine kendilerinin yetişdirdikleri ve nasîhat verdikleri oğullarını veyâ güvendikleri başkalarını halîfe yapmaları, islâmiyyete uygun, haklı bir işdir. Onun sonradan zulme başlaması, babasına bir kusûr olamaz. Hicretden ondokuz yıl önce doğdu. Altmış (60) senesinde vefât etdi.
[Mevdûdînin islâm halîfelerine ve Ehl-i sünnet âlimlerine çalakalem saldırması, hiçbir ilmî kıymet taşımadığı gibi, târihî ve dînî bilgilere de taban tabana zıddır. Sâf, temiz gençlerin, bu sözümüze tâm inanmaları için, Mevdûdînin çok övdüğü şâh Veliyyullâhın (İzâle-tül-hafâ) kitâbının beşyüzyetmişbirinci sahîfesini, fârisîden türkçeye terceme ediyoruz:
Mu’âviye bin Ebî Süfyân “radıyallahü anhümâ”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbından biridir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Sahâbe arasında güzel fazîletleri ile tanınmışdır. Onu kötü zan etmekden çok sakınınız! Ona dil uzatmak tehlükesine düşmeyiniz. Harâm işlemiş olursunuz! Ebû Dâvüdün bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Eshâbıma dil uzatmayınız! Uhud dağı kadar altun sadaka verseniz, onların bir avuç arpa sadakalarının sevâbı kadar olamaz!) buyuruldu. Yine onun bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Haseni göstererek, (Bu, benim oğlum, olgundur. Allahü teâlânın bunun vâsıtası ile, ümmetimden iki orduyu barışdırmasını umarım) buyurdu. Tirmüzînin bildirdiği hadîs-i şerîfde, hazret-i Mu’âviye için, (Yâ Rabbî! Onu hâdî ve mühdî eyle!) buyuruldu. Ya’nî, onu doğru yolda bulundur ve başkalarının da doğru yola kavuşmalarına vâsıta yap buyurdu. İbni Sa’d ve İbni Asâkirin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, hazret-i Mu’âviye için, (Yâ Rabbî! Ona kitâb öğret ve memleketlere sâhib et ve azâbdan koru!) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, onun halîfe olacağını biliyordu. Ümmetine çok acıdığı için, başlarına geçecek olanın doğru yolda bulunması ve doğru yola götürmesi için düâ etmesi îcâb edeceği meydândadır. Hazret-i Hasenin “radıyallahü teâlâ anh” bildirdiği ve Deylemînin haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Birgün gelir, Mu’âviye devlet reîsi olur) buyuruldu. Hazret-i Mu’âviye buyuruyor ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bana, (Ey Mu’âviye! Devlet başkanı olduğun zemân, iyilik et!) buyurduğu günden beri, halîfe olacağım zemânı bekliyordum. Eshâb-ı kirâmdan Ümm-i Hirâmın bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden ilk olarak, denizde gazâ edenler, elbette Cennete girecekdir) buyuruldu. Müslimânlardan ilk deniz gazâsı yapan, hazret-i Osmân zemânında, hazret-i Mu’âviye idi. Ümm-i Hirâm “radıyallahü teâlâ anhâ” da, bu müjdeye kavuşmak için, hazret-i Mu’âviyenin askeri arasında bulundu ve karaya çıkınca [Kıbrısda] şehîd oldu. Resûlullahın bu düâları bereketi ile, hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” âdil ve emîn bir halîfe oldu. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” birkaç kılını sakladı. Vefât ederken, bereketlenmek için, bunların burnuna konmasını vasıyyet eyledi.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Alî ile hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anhümâ” arasında olan (Sıffîn) muhârebesini de haber verdi. (Buhârî) ve (Müslim)in bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (İki büyük asker, birbiri ile harb etmedikce, kıyâmet kopmaz. İkisi de, bir da’vâ uğruna döğüşür) buyuruldu. Buhârîdeki hadîs-i şerîfde, Ammâr bin Yâseri göstererek, (Seni, bâgî [âsî] kimseler öldürecekdir) buyuruldu. Hazret-i Mu’âviyenin askeri tarafından öldürüldü.
(İzâle-tül-hafâ)nın altıyüzbirinci sahîfesinde diyor ki, Emevî halîfelerini kötüliyen hadîs-i şerîfler olduğu gibi, bunları öven hadîs-i şerîfler de vardır. Bir hadîs-i şerîfde, (Hilâfet Medînede, saltanat Şâmda olur) buyuruldu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Onikinci halîfeye kadar, islâmiyyet azîz olur. Hepsi, Kureyşdendirler) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfde övülen oniki halîfenin yarıdan fazlası, emevî halîfeleridir. İbni Mâcenin bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Doğudan siyâh bayraklılar gelecek, arablarla harb edeceklerdir. Onların halîfelerine tâbi’ olunuz! Onlar, doğru yolu gösteren halîfedirler) buyuruldu. Bu ve benzeri hadîs-i şerîfler, Abbâsî halîfelerini övmekdedir.
İkinci kısmın üçyüzotuzuncu sahîfesinde diyor ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” irşâd vazîfesini, Onun gibi yapan halîfeye (Halîfe-i râşide) denir. Bunlar tâm ve hakîkî halîfelerdir. Bu vazîfeyi temâm yapmıyan, islâmiyyete uymıyan halîfeye (Halîfe-i Câbire) denir.
Üçyüzkırkikinci sahîfesinde diyor ki, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” irşâd vazîfesi, üç kısm idi. Birincisi, Allahü teâlânın emr ve yasaklarını, güç ve kuvvet kullanarak yapdırmak idi. Buna (Saltanat) denir. İkinci vazîfesi, Allahü teâlânın emrlerini ve yasaklarını öğretmekdi. Üçüncü vazîfesi, (İhsân) olup, kalbleri temizlemekdi. Hulefâ-i Râşidîn, bu üç vazîfeyi birlikde yapdı. Sonra gelenler, yalnız saltanat vazîfesini yapdılar. Öğretmek vazîfesi, mezheb imâmlarına, ihsân vazîfesi de tesavvuf büyüklerine verildi. Beşyüzaltmışyedinci sahîfede yazılı hadîs-i şerîfde, bu halîfelere (Melik-i adûd) denildi. Bunlara mecâzen halîfe denilmişdir. Dahâ sonra (Hulefâ-i câbire) gelir. (İzâle-tül-hafâ)dan terceme temâm oldu.]
7: Yezîd bin Mu’âviye, 60 da halîfe olup, 64 de Havvarinde vefât etdi. Orada defn edildi. Havvârin Şâm ile Tedmür arasındadır (23-64). [(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının 133.cü sahîfesine bakınız!]
8: İkinci Mu’âviye bin Yezîd, çok akllı, çok dindâr, çok âdil idi. Kırk gün sonra hilâfetden çekildi. (44-64).
9: Mervan bin Hakem, fıkh âlimi idi. Çok zekî idi. Çok akllı idi. Kur’ân-ı kerîmi çok güzel okurdu. Günâhlardan sakınırdı. Müttekî idi. Hazret-i Osmânın “radıyallahü teâlâ anh” pek sevdiği dâmâdı idi. Mührünün üzerinde (Allaha güvenirim, ondan isterim) yazılı idi. (2-65)
10: Abdülmelik bin Mervan, hadîs ve fıkh âlimi idi. Zühdü ve ibâdeti çok olmakla meşhûr idi. Tâbi’înin büyüklerinden imâm-ı Nâfî’ (Medînede, Abdülmelikden dahâ derin fıkh âlimi, dahâ çok ibâdet eden, hac bilgisine ve edeblerine ondan dahâ vâkıf ve Kur’ân-ı kerîmi ondan dahâ güzel okuyan kimse görmedim) buyurmuşdur. Âlimlerin çoğuna göre, Medînenin yedi fıkh âlimlerinden birisi, Abdülmelikdir. Tâbi’înin büyüklerinden imâm-ı Şa’bî buyuruyor ki, (Her görüşdüğüm âlimden kendimi yüksek gördüm. Yalnız, Abdülmeliki kendimden yüksek buldum. Âsîlerin başı olup çok kan döken Muhtarla harb ederek, onu öldürdü. Hilâfeti şer’an sahîh idi. Kâ’beyi ta’mîr etdi. 1040 [m. 1631] da dördüncü Murâd hânın ta’mîrine kadar onun binâsı devâm etdi. Bundan önce, rum altınları ve acem gümüşleri kullanılırdı. İlk islâm parasını basan budur. Sicilya ve Adana fâtihidir. Oğlu Meslemeyi İstanbulu almağa gönderdi. Mesleme “rahmetullahi teâlâ aleyh” Ayasofyada nemâz kıldı. Arab Câmi’ini yapdı (26-86).
11: Velîd bin Abdülmelik, sâlih, çok ibâdet ve hayrât ve hasenât sâhibi idi. Kur’ân-ı kerîmi her üç günde bir hatmederdi. İyilikleri, ihsânları hesâba sığmazdı. Halîfe olur olmaz, amcası oğlu Ömer bin Abdül’azîzi Medîne vâlîsi yapdı. Dörtyüz sandık altın sarf edip, Şâmda Ümeyye câmi’ini yapdırdı. İslâmiyyetde ilk hastahâne ve aşhâne [imâret] yapan Velîddir. Din adamlarının borçlarını, kendi öderdi. Kuteybiye ismindeki kumandanı Buhârâyı Türklerden sulh ile aldı. Endülüs, Ankara, Semerkand ve Hind fâtihidir. Mührünün üzerinde (Yâ Velîd, öleceksin ve hesâba çekileceksin!) yazılı idi (46-96).
12: Süleymân bin Abdülmelik, âlim, gayretli, fasîh, beliğ, hayrı sever, âdil idi. Zulm yapmakdan çok sakınırdı. Birgün biri gelip, çiftliğini elinden aldıklarını söyleyince, Allahdan çok korkduğu için, tahtından inip, yerden halıyı kaldırıp, yanağını toprağa koydu. O zâlim me’mûra emr yazılıncaya kadar yanağımı toprakdan kaldırmam, diye yemîn etdi. Emr hemen yazılıp, çiftçiye verildi. Seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” not defterindeki şu yazı da, islâm halîfelerinin adâletini göstermekdedir: Halîfe Süleymân, Tâbi’înden Ebû Hâzim hazretlerine sordu ki, ölmek istemiyoruz. Bunun sebebi nedir? Buyurdu ki, yâ Süleymân! Âhıretinizi harâb, dünyânızı ma’mûr eylediniz. Ma’mûr bir yerden, harâb yere gitmeği elbet istemezsiniz (60-99).
13: Ömer bin Abdül’azîz bin Mervan “rahmetullahi teâlâ aleyh” (61-101). [Bu halîfenin iyi bir müslimân ve âdil olduğunu, Mevdûdî de yazmak zorunda kalmışdır.
Mevdûdî, Ömer bin Abdül’’azîzin “rahmetullahi teâlâ aleyh” birinci müceddid olduğunu bildiriyor ve sayılamıyacak kadar iyiliklerinden, hiç olmazsa bir kaçını yazıyor da, kendinden sonra Ömer bin Abdül’azîzin halîfe olmasını yazıp i’lân eden halîfe Süleymâna, bu iyiliklerden bir pay ayırmıyor. Halîfelerin oğullarını, yakınlarını halîfe yaparak, hilâfet müessesesini bozduklarını, böylece islâm cumhûriyyetini krallar gibi, dikta ile idâre etdiklerini yazıyor. Hepsinin kusûrlarını, hatâlarını araşdırıp sıralıyor ve kötü, kâfir damgasını basıyor da, iyiliklerini hiç görmüyor. Hâlbuki onların, oğullarını, yakınlarını halîfe yapmaları da, islâmiyyete uydukları içindi. Bu da gösteriyor ki, dinde reformcular, islâm dînine uyanları kötülemekde, islâmiyyeti kendi düşüncelerine, kendi görüşlerine uydurmak isteyenleri beğenmekde ve övmekdedirler.]
14: Yezîd bin Abdülmelik, önce nefsine düşkündü. Halîfe olunca, sâlih olup, adâlet eyledi (71-105).
15: Hişâm bin Abdülmelik, çok akllı, güzel idâreli, halîm, kerîm idi. Herkes onu severdi. İyiliği ve adâleti her yere yayılmışdı. Beyt-ül-mâla gelen malın halâldan alınmış olduğuna kırk kişi şâhid olmayınca, kabûl etmezdi (71-125).
16: Velîd bin Yezîd, belîğ, fasîh idi. Aklında noksânlık görüldüğünden bir sene sonra, Kur’ân-ı kerîm okurken öldürüldü (92-126).
17: Yezîd bin Velîd bin Abdülmelik, akllı, zekî, dîne bağlı idi. İçkiyi yasak etdi (90-126).
18: İbrâhîm bin Velîd bin Abdülmelik, yetmiş gün halîfeliği Mervanla harb içinde geçdi (?-126).
19: Mervan bin Muhammed bin Mervan, cesûr, akllı, idâreci idi. Çok memleketler aldı. Hâricîlerle harb edip reîsleri Dahhâkı katl eyledi. Abbâsîlere mağlûb olup öldürüldü (72-132).
20: Abdüllah seffâh bin Muhammed bin Alî bin Abdüllah bin Abbâs, âlim, âkıl, tedbîrli, fasîh ve çok cömerd idi. Çiçek hastalığından öldü. Abbâsîlerin ilk halîfesidir (104-135).
21: Mensûr bin Muhammed, ilmi, edebi çokdu. Eğlenceye düşkün değildi. Cesûr, sabrlı idi. Çok ibâdet yapardı (95-158).
22: Mehdî bin Mensûr, âlim, cesûr, zekî, çok cömerd idi. Herkes onu severdi. İ’tikâdı çok temizdi. Zındıkları katl etdi (126-169).
23: Hâdî bin Mehdî, âlim, âkıl, fasîh ve cömerd idi. Mühründe (Allaha inanır ve güvenirim) yazılı idi. (147-170).
24: Hârûnürreşîd bin Mehdî, hergün ve her gece yüz rek’at nemâz kılardı. Bir yıl hac, bir yıl gazâ ederdi. Her işinde islâmiyyete yapışırdı. Güzel huyları kendisinde toplamışdı (148-193).
Târîh kitâbının, vesîkaları ile birlikde olan yazıları, yukarıda kısaca bildirildi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Gazâlî, imâm-ı Nevevî, ibni Hacer ve imâm-ı Rabbânî ve Hâlid-i Bağdâdî “rahime-hümullahü teâlâ” gibi âlimler de böyleydi. Mevdûdî, Seyyid Kutb ve Hamîdullah gibilerin böyle olmadıkları meydândadır. İslâm ilmlerinden ve islâm âlimlerinden haberi olmıyan ve islâmiyyetin içine, özüne nüfûz edemeyip, müsteşrik kâfirler gibi dışardan gören kimseleri, islâm âlimi sanmak kadar saflık olamaz. Mevdûdînin skolastik bilgiler dediği medrese ilmleri, (Ulûm-i nakliyye)dir. Rasyonel bilgiler dediği fen bilgileri de (Ulûm-i akliyye)dir. Bunların her ikisi de, islâm bilgileridir. Fıkh ve hadîs âlimleri için, islâm bilgilerinden birisini biliyor, ötekini bilmiyor diyecek kadar alçalmak, bir müslimânın yapacağı şey değildir. İslâm âlimleri, Kur’ân-ı kerîm ile, hadîs-i şerîfler ile övülmüş olan çok yüksek zâtlardır. Peygamberlerin vârisleridirler. Aralarında iş bölümü yaparak, herbiri ayrı ilm kolunu yaymak vazîfesini kendi üzerine almışdır. Bu iş bölümü, câhilleri şaşırtmakda, onları başka ilm kollarında yükselmemiş sanmakdadırlar. Abdülvehhâb-i Şa’rânî hazretleri, (Mîzân) kitâbının başında buyuruyor ki: (Fıkh bilgilerinin mütehassısı ve fıkh ilminin kurucusu olan Ebû Hanîfe hazretleri, Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri gibi büyük bir Velî idi. Onun gibi kerâmetler sâhibi idi. Fekat, kalb ma’rifetlerini yaymak, rûhları temizlemek vazîfesini üzerine almayıp, beden ile yapılacak ibâdetleri ya’nî fıkh bilgilerini yaymak vazîfesini, üzerine almışdı. Yetişdirdiği müctehidler de böyle idi.) İslâmı içerden yıkmak isteyen sinsi düşmanların, gençleri aldatmak için, islâm âlimlerini bu yoldan da lekelemeğe saldırdıkları görülmekdedir. Böyle söyliyen bir kimsenin, kendi yıkıcı plânlarını gizlemek için, islâmiyyeti ve islâm âlimlerini yaldızlı ve yuvarlak kelimelerle ballandıra ballandıra övmesine aldanmamalıdır. Meselâ, imâm-ı Muhammed Gazâlînin fârisî (Kimyâ-i se’âdet) kitâbını okuyan kimse, onun tıb bilgisindeki derinliğini hemen anlar. Karaciğerde kanın temizlendiği, safranın ve lenfin ve zararlı maddeler eriyiklerinin burada kandan ayrıldığı, bu işde dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kandaki madde mikdarları değişmesinden sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitâblarında olduğu gibi anlatmakdadır. İslâm âlimleri, skolastik ilmde olduğu gibi, rasyonel ilmde de çok üstün oldukları için, her asrda, her işlerinde muvaffak olmuşlar, islâm memleketleri, medeniyyetin beşiği olmuşdur. Onların üstünlüğünü dünyâya yayan binlerce kitâbları meydândadır. Dünyâ kütübhânelerini doldurmakdadır. Birçokları yabancı dillere çevrilmişdir. Sinsi düşmanlardan başka herkes, bu hakîkati görmekde ve bildirmekdedir. Onların eserlerini anlamak için, (Keşfüzzünûn) kitâbına bakmak kâfîdir. Hadîs-i şerîfde Cehenneme gidecekleri bildirilen yetmişiki fırkadaki islâm ismini taşıyan münâfıklar, o zemânlarda da, şimdiki (Dinde reformcular)ın yapdıkları gibi, dinden olmıyan hurâfeleri islâmiyyete sokmuşlardı. Fekat, Ehl-i sünnet âlimleri, bunları birer birer inceleyerek ayıkladılar. Bugün Ehl-i sünnetin temel kitâblarında, hiçbir hurâfe, hiçbir mevdû’ hadîs yokdur. Şemseddîn Sehâvînin, Şevkânînin, İbni Teymiyyenin, Abduhun, Aliyyül Kârînin ve İzmirli İsmâ’îl Hakkının, Ehl-i sünnet kitâblarında, meselâ Beydâvî tefsîrinde ve Gazâlînin İhyâsında mevdû’ hadîsler vardır demeleri doğru değildir. Bu büyük âlimlere iftirâdır. Bu husûsda, kitâbımızın ellialtıncı maddesinde geniş bilgi verilmişdir. Lutfen oradan da okuyunuz!
İslâmın beş temel ibâdetinden biri olan cihâdı lüks hayât için, keyf ve hırs için yapılıyor demesi de, Mevdûdînin kişiliğini ortaya koymakdadır. Cihâd yapmağı emr eden âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler tevâtür hâlini almış olduğundan, burada ayrıca bildirmeğe lüzûm görmüyoruz. (İslâmda Cihâd) kitâbında kendisi de bunları i’tirâf etmekdedir. Ecdâdımız keyf için, tama’ için cihâd yapmadı. (İ’lâ-i kelimetillah) için yapdı. Cihâdı devlet yapar. Ordu yapar. Milletin cihâdı, ordunun emrinde çalışmakla olur.
Mevdûdî, hak olan mezheblerle, bâtıl olan fırkaları birbirine karışdırmakdadır. Ehl-i sünnetin gerek i’tikâddaki ve gerekse ameldeki mezheblerinin hiçbirinde mevdû’ ve islâma uymayan birşey yokdur. Yetmişiki bozuk fırkanın mevdû’, sapık ve islâma uymayan tarafları vardır. İmâm-ı Gazâlî hazretleri ve ondan önce ve sonra gelen âlimlerin hepsi bu bozuk fırkaları tenkîd etdiler. Mevdûdînin, Filipinlerden ve Hindistândan Portekize kadar ve Buhârâdan Merrâkişe kadar üç kıt’aya ilm ve san’at saçan, üniversiteler kurmuş olan islâm me’ârifine bozuk damgasını basması da, güneşi balçıkla sıvamağa kalkışmak gibidir. Bu yazıları yazandan ziyâde, bu yazarı islâm âlimi sananlara dahâ çok şaşılır.
Mevdûdî, (İslâmda İhyâ Hareketleri)nin yetmişdokuzuncu sahîfesinde: (Şâh Veliyyullah Dehlevî i’tikâddaki asrlık şübheleri izâle etdi. Yeni rûh ile zihnleri aydınlatdı) diyor.
Şah Veliyyullah Ahmed Sâhib Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” de kendisi gibi, dinde reformcu olduğunu bildiriyor. Müslimânların îmânları asrlarca şübhelerle dolu idi demek, hep mezhebsizlik çöplüğünden çıkan pis kokuların esintileridir. Veliyyullah-ı Dehlevînin, Ehl-i sünnet olduğuna eserleri şâhid olduğu gibi, Abdüllah-i Dehlevî hazretleri de bildirmekdedir. Mevdûdîyi de, şübheli îmânın, îmân olmadığını anlamıyacak kadar câhil sanmıyoruz. Fekat asrlar boyunca müslimânların îmânlarının şübheli îmân olduğunu söylemek, câhillikden dahâ kötü bir sapıklıkdır. Yeryüzündeki müslimânların yüzde doksanını teşkîl eden Ehl-i sünnetin îmânları her asrda doğru idi ve inandıkları şeyde de şübheleri yok idi. Bozuk fırkalar zâten, müslimânlığı temsîl edecek bir sayıda değil idi.
Seksenbirinci sahîfesinde, (Hilâfet fikri ve doktrini ile saltanat arasındaki fark, Şah Veliyyullah tarafından îzâh edilmiş ve hadîs-i şerîfden, eskilerin pek bilemediği tablolar onun tarafından çizilmişdir) diyor.
Şâh Veliyyullahın (Musaffâ) denilen kitâbında, (Çağımızın budala adamları ictihâdı terk etdiler. Deve gibi, burunlarına takılı halka ile nereye gitdiklerini bilmiyorlar. Hepsi ayrı ayrı yollar tutmuşlar. Müşterek şu’ûra sâhib olmamaları acınacak hâllerdendir) dediğini överek bildiriyor.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, hiçbir kitâbında Ehl-i sünnet âlimlerine budala dememişdir. Dört mezhebden ayrılmış olan sapık fırkalardan şikâyet etmekdedir. Şâh Veliyyullahın, Ehl-i sünnet âlimlerine olan saygısını anlatmak için, onun (İzâle-tül-hafâ) kitâbının ikinci cildinin üçyüzyetmişyedinci sahîfesinden birkaç satırı terceme ediyoruz: Resûlullah buyurdu ki, (Fârisden [ya’nî Îrândan] büyük âlimler hâsıl olacakdır). Buhârî ve Müslim ve Tirmüzî ve Ebû Dâvüd ve Nesâî ve İbni Mâce ve Dârimî ve Dâre-Kutnî ve Hâkim ve Beyhekî ve dahâ nice büyük hadîs âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hep Fârisde yetişdikleri gibi, Ebüttayyib [Kâdı Tâhir Taberî] ve şeyh Ebû Hâmid [İsferâînî] ve şeyh Ebû İshak-ı Şîrâzî ve Cüveynî [Abdüllah bin Yûsüf] ve oğlu imâm-ül Haremeyn Abdülmelik bin Abdüllah Cüveynî ve imâm-ı Muhammed Gazâlî gibi fıkh âlimleri Fârisde yetişmişlerdir. Hattâ imâm-ı Ebû Hanîfe ve Mâverâ-ün-nehrdeki ve Horasandaki talebeleri de Fâris âlimleridir ve bu hadîs-i şerîfdeki müjdeye dâhildirler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Her yüz senede bir müceddid hâsıl olacakdır) buyurdu. Buyurduğu gibi, her yüz senede bir müceddid hâsıl olup, dîni kuvvetlendirdiler. Birinci yüzyılda, Ömer bin Abdül’azîz, meliklerin zulmlerini kaldırıp, adâletin esâslarını kurdu. İkinci yüzyılda, imâm-ı Şâfi’î îmân bilgilerini açıkladı ve fıkh bilgilerini ayırdı. Üçüncü yüzyılda Ebül-Hasen-i Eşarî Ehl-i sünnet bilgilerini şekllendirdi ve bid’at sâhiblerini susdurdu. Dördüncü asrda Hâkim ve Beyhekî ve benzerleri, hadîs ilminin temellerini kurdular. Ebû Hâmid ve benzerleri de fıkh bilgilerini yaydılar. Beşinci asrda imâm-ı Gazâlî yeni bir çığır açıp, fıkh, tesavvuf ve kelâm bilgilerinin birbirlerinden ayrı şeyler olmadıklarını bildirdi. Altıncı asrda, imâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, kelâm bilgilerini yaydı. İmâm-ı Nevevî de fıkh bilgilerini yaydı. Böylece zemânımıza gelinceye kadar her asrda bir müceddid gelerek dîni kuvvetlendirdi. Yukarıdaki hadîs-i şerîfi ve benzerlerini, olacak şeyleri haber veren mu’cizedir diyerek geçmemelidir. Bildirilen şeylerin ehemmiyyetini ve kıymetlerini de anlamalıdır.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-intibâh) kitâbının üçüncü kısmında diyor ki:
İslâmın vâciblerinden biri, (Ahkâm-ı ilâhî)yi öğrenmekdir. Bu da, Kitâbdan, Sünnetden, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin eserlerinden ve Kitâb ile Sünnetden istinbât olunan bilgilerden öğrenilir. Ahkâm-ı ilâhiyyeyi bildiren ilme (Fıkh) ilmi denir. Fıkh âlimlerine (Fukahâ) denir. Fukahânın muhtelif mezhebleri vardır. Sonra gelen âlimler, bu mezhebleri seçmekde ve bunlarla amel etmekde, birbirlerinden ayrılmışlardır. Bunların çoğu, meşhûr olan mezheblerden birini seçmeli, her işde bu mezhebi taklîd etmeli dedi. Kitâbdan, Sünnetden nasîbi olmıyan ve âlimlerin kitâblarından anlamıyanlar için, böyle taklîd etmek mubârekdir. Fekat taklîd ederken, Kitâba ve Sünnete uymağı niyyet etmiş olmaları şartdır. Bir iş için, müctehidin ictihâdının, açık bir âyete veyâ hadîse uymadığını çok zan ederse, bu işde, Kitâba ve hadîse dahâ uygun olan başka müctehide uymalıdır. Bu iş için başka mezhebe uymak yasakdır dememelidir. Sonra gelen âlimler arasında bir kimse, Sünneti ve Eserleri iyi öğrenmiş ve islâm fukahâsından birinin sözlerini iyi incelemiş ise, bir fakîhin sened edindiği hadîsi, râvîleri ile biliyor ise ve muhâlif görünen hadîsleri karşılaşdırarak bunlardan hükm çıkarabilip, mezhebine hizmet edebiliyor ve mezhebinin imâmının usûlüne uyarak yeni hükmler çıkarabiliyorsa, böyle âlimlere (Müctehid-i fil-mezheb) denir. Bu yol da mubârekdir. Müslimânların çoğu, kendi memleketlerinde yayılmış olan bir mezhebi veyâ babalarından, hocalarından işiterek öğrendikleri bir mezhebi taklîd ediyorlar. Yalnız bir mezhebin kitâblarını okuyabilen ve delîlleri incelemesini bilmiyen kimseler için bu yol uygundur. Din bilgileri, (Zâhir bilgiler) ve (Nevâdir bilgileri) ve (Tahrîc bilgileri), ya’nî âlimlerin çıkardıkları bilgiler olmak üzere üçe ayrılmışdır. (Fıkh), (Tesavvuf) ve akâid fenlerinde hep bu üç ilm vardır. Bu üç fende, bu üç bilgiyi birbirlerinden ayırabilen ve her bilgi için hükm koyabilen kimseye (İslâm âlimi) ve (Müctehid) denir. Kitâbdan, Sünnetden ancak bu âlim anlar. Begavî, (Tehzîb) kitâbında ve İmâm-ül haremeyn, (Hidâye)de ve Rafi’î, (Şerh-i Vecîz)de ve İzzeddîn bin Abdüsselâm, (Gâye)de ve Nevevî, (Şerh-i Mühezzeb)de ve Ebû Amr ibni Salâh, (Edeb-ül-fütyâ)de ve Bedrüddîn Zerkeşî, (Kitâb-ül-bahr)de diyorlar ki, ilm ikidir. Birincisini öğrenmek herkese lâzımdır. İkincisini öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Bunu, taklîdden çıkıp, müctehid olan âlim öğrenir. Bir şehrde, böyle bir âlim bulunursa, başkalarının öğrenmesi lâzım olmaz. Böyle âlim hiç bulunmazsa, hepsi âsî olur. Böyle bir âlim, bir mezhebe bağlı kalmadan, Kitâbdan, Sünnetden, İcmâ’dan ve Kıyâsdan hükm çıkarır ise, buna (Müctehid-i Müstekıl) denir. Uzun zemândan beri, böyle müctehid yokdur.
Müstekıl olmıyan müctehid dörtdür. Birincisi, delîl aramakda ve hükm çıkarmakda, mezhebinin imâmını taklîd etmez. İmâmının yolunda olduğu için, onun mezhebinde olduğu için, onun mezhebinde olduğu söylenir. Buna, (Müctehid-i müntesib) denir. Bu, mutlak müctehiddir. Her zemânda bulunması lâzımdır. İkincisi, mezheb imâmının usûl ve edillesine bağlı olan (Eshâb-ı tercîh)dir. Buna, (Müctehid-i mukayyed) denir. Üçüncüsü, mezhebinin delîllerini bilir. Dördüncüsü mezheb bilgilerini anlar ve nakl eder.
İctihâd derecesinde olmıyan, ilm ile uğraşmıyan avâmın bir mezhebi taklîd etmesine izn verilmişdir. İctihâd derecesinde olanın taklîd etmesi ise, mezmûmdur. (El-İntibâh)dan terceme temâm oldu. El-İntibâhın (İthâf) ismindeki hâşiyesinde, (Mezheb taklîdini bırakıp, doğruca âyete, hadîse göre iş görmeli sözünü Şâh Veliyyullah söylememişdir. Bu sözü Şevkânî söylemişdir) diyor. (Şevkânînin sözü efdal ve ekmeldir) diyerek, mezhebsiz olduğunu ortaya koyuyor.
Şâh Veliyyullahın yukarıdaki yazıları, Mevdûdînin sapık olduğunu, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kıymetlerini anlamamış olduğunu açıkça göstermekdedir. Her asrda gelen islâm âlimlerinin, hadîs-i şerîfle övülmüş olduklarını, hepsinin aynı yolda olup, Resûlullahın yolunu yaymış ve kuvvetlendirmiş olduklarını bildirmekdedir.
Seksenüçüncü sahîfesinde, büsbütün sapıtıyor. Bakınız ne hezeyânlar savuruyor:
(Hanefî ve Şâfi’î mezheblerindeki fıkh bakımından görüş ayrılığı dolayısıyle, herbiri kendi görüşünü müdâfe’a için, ötekine garazkâr hükmler veriyor ve karşısındakine aşırı derecede tehlükeli bir hâl alıyor. Her mezheb teferru’at ile dolup taşmakda ve hakîkatler, tefsîr bolluğu içinde gayb olmakdadır) diyor.
Bu hezeyânlar, mezheb imâmlarına, büyük bir iftirâdır. Hiçbir fıkh kitâbında, dört mezhebden biri için garez ve hased ile yazılmış tek bir kelime yokdur. Hattâ her mezheb, zor durumda kalınca, başka mezhebi taklîd etmeği, câiz görmekdedir. Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri (Hulâsat-üt-tahkîk) kitâbında, bunu uzun anlatıyor. Bu kadar bozuk, saçma ve bu kadar açık yalan ancak perde arkasından islâma saldıran bir sapığın yapacağı bir işdir. Kitâbımızın 97. ci sahîfesinde, bu konuda geniş bilgi vardır. Lütfen oradan okuyunuz! Zevallı Mevdûdî, islâmın mühim konuları olan kelâm ve fıkh bilgilerine dalmağa özenmiş, fekat acemi olduğundan boğulup gitmişdir.
Doksanıncı sahîfede, Şâh Veliyyullahı överek, onun (Tefhîmât) kitâbından şu satırları aldığını bildiriyor:
(Bu zemânda ilâhî bilgilerin rûhuna uygun olan gerçek, Hanefî ve Şâfi’î mezheblerini birleşdirmekdir. Tefsîrleri tekrar gözden geçirmeli ve hadîs-i şerîflere karşı olan kısmları elemeli, esâssız ve değersiz ne varsa çıkarmalıdır).
Bunları okuyunca, dînini ve mezhebini bilen ve seven bir müslimânın tepesi atacak gibi oluyor. Şâh Veliyyullah gibi büyük bir zâtın böyle sapık fikrler yayması inanılacak şey değildir. Bunu din kardeşlerimize isbât etmek ve Mevdûdînin yüzkarasını açığa çıkarmak için, Pâkistândan (Et-tefhîmât-ül-ilâhiyye) kitâbını getirtdik. İki cild olup 1387 [m.1967] de Pâkistânda basılmışdır. İkinci cildin yüzkırkikinci sahîfesinde diyor ki, (İslâmiyyetin aslı âyet ve hadîsdir. Başka kaynak yokdur. Dünyâ işlerinde hükm vermek için ictihâd etmek de câizdir. Bir iş için eskiden hükm verilmiş ise bu değişdirilemez. Din bilgilerinde kıyâs ve icmâ’ yokdur). Mezhebsizler, (İctihâd kapısı kapanmaz. Her zemân ictihâd yapılır) diyerek din bilgilerini değişdirmek istiyorlar. Bu sözlerine Şâh Veliyyullahı sened gösteriyorlar. Hâlbuki, Şâh Veliyyullahın yukarıdaki yazısı, din bilgilerinde ictihâdı ve kıyâsı hiç kabûl etmediğini açıkça bildiriyor. Mevdûdî gibi ve Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin sözlerinin ve senedlerinin çürük olduğunu gösteriyor. İkiyüzdoksanıncı sahîfesinde buyuruyor ki, (Buhârî ve Müslim ve Sünen-i Ebî Dâvüd ve Tirmüzî gibi hadîs kitâblarını ve Hanefî ve Şâfi’î fıkh kitâblarını okuyunuz! (Avârif-ül me’ârif) kitâbına ve (Nakşibendiyye risâlesi)ne sarılınız! Bu büyükler, zikrleri ve (yâd-i dâşt)ı öyle açık yazmışlardır ki, bir mürşidin öğretmesine lüzûm kalmamışdır. Tesavvuf büyüklerinin nisbetlerine kavuşmak, çok büyük bir ni’metdir). Üçyüzbirinci sahîfesinde diyor ki, (Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâda gördüm. Hangi mezhebin ve hangi tarîkatın dahâ iyi olduğunu, dahâ çok sevdiğini sordum. Bütün mezhebler ve tarîkatlar müsâvîdir. Hiçbirinin diğerinden üstünlüğü yokdur buyurdu). (Tefhîmât)ın birinci cildinin ikiyüzyetmişyedinci ve ikiyüzyetmişdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Müslimânlar mezheblere ayrılmışdır. Âlimler, Resûlullahdan gelmiş bulunan islâmiyyeti bildirmişlerdir. Birçok bilgilerde birleşmiş, bir kısmında da ufak ayrılıklar olmuşdur. Fekat, sivâd-i a’zam, ya’nî çoğunluk, doğru yola sarılmış, kendilerine uymıyanları inkâr etmişlerdir. Muhâlifler, korkudan saklanmış veyâ (Takıyye) ya’nî ikiyüzlülük yapmışlardır. Bu hâlleri de bid’at sâhibi olduklarını göstermekdedir. Hak mezheblerin birleşdiği bilgilere sarılmalı, ayrıldıklarını da inkâr etmemelidir. Peygamber olmıyan belli bir kimsenin mezhebine uymak farzdır diyen kâfir olur. O kimse yaratılmadan önce de islâmiyyet vardı. Fıkh âlimleri bildirmişlerdi. Müslimânlar, her zemân doğru mezheblerden birine uymuşlardır. Çünki, o mezheb imâmının, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelen islâmiyyeti doğru olarak bildirdiğine inanmışlardır. Kalbime öyle geliyor ki, ençok yayılmış olan Hanefî ve Şâfi’î mezheblerinde bugün mevcûd olan bilgileri hadîs kitâbları ile karşılaşdırmak uygun olur. Aslı bulunmıyan bilgileri çıkarınca, iki mezheb birleşmiş gibi olur. Geride kalan bilgilerde ortak olanlar alınır. Ortak olmıyanlar da ruhsat ve azîmet olarak ayrılmış olur. Zarûret hâlinde, ruhsat olanına uyulur) diyor. Burada mezhebsizlere de kesin cevâb vermekde, (Bunlardan olmıyan müslimânlar müşrikdir) sözlerinin küfr olduğunu açık olarak bildirmekdedir. [Şâh Veliyyullahın (Aslı bulunmıyan bilgiler) dediği, câhil din adamlarının yazdıkları kitâblara kendiliklerinden ilâve etdikleri bilgilerdir. Böyle bilgiler Hanefî ve Şâfi’î mezheblerinin temel kitâblarında ve hadîs-i şerîflerde yokdur. Böyle bilgiler temizlendikden sonra, iki mezheb arasında ayrılık çok az olduğu görülür. Çünki hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş olan bilgilerde iki mezheb arasında, hattâ dört mezheb arasında hiç fark yokdur. Açıkça bildirilmemiş olan bilgilerin çoğunda da fark yokdur. Farklı olanlar azdır. Farklı olanların kolay olanlarına (Ruhsat) denir. Kolay olmıyanlarına (Azîmet) denir. Kitâbımızın başında bu konuda geniş bilgi verilmiş idi. Lütfen oradan da okuyunuz!] Mevdûdînin koz olarak yalnız son cümlesini aldığı yukarıdaki yazı, hiç de onun görüşünü desteklememekde, mezhebleri câhillerin, bid’at sâhiblerinin karışdırdıkları iftirâlardan kurtarmakdadır. Nitekim, ikiyüzseksenüçüncü sahîfesinde, bunu dahâ açıklıyarak buyuruyor ki, (Allahü teâlânın râzı olduğu şey, önce Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri araşdırmakdır. Bir kimse, bu ikisini anlıyabilirse, bunlardan bilgi çıkarabilirse, büyük ni’mete kavuşmuş olur. Bunları anlıyamazsa, geçmiş âlimlerden bunları doğru olarak, sünnete uygun olarak anlamış ve anladıklarını açıkca bildirmiş olduğuna inandığı birinin re’yine [ya’nî mezhebine] uymalıdır. Arabî bilgileri, medrese derslerini bunları anlamak için öğrenmek lâzımdır. Başka niyyetlerle öğrenmemelidir!). Görülüyor ki, Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî de, müctehid olan âlimlerin başka bir müctehide uymalarını men’ etmekde, bizim gibi câhillerin ise, hak olan mezheblerden birine uymamız lâzım geldiğini bildirmekdedir.
Şâh Veliyyullahın (El-insâf) ve (İkd-ül-Ceyyid) kitâblarında dört mezhebi öven değerli yazıları (Se’âdet-i Ebediyye)de uzun bildirilmişdir. Bu iki kitâbı arabî olup, 1395 [m. 1975] de, İstanbulda, ofset yolu ile yeniden birlikde basdırılmışlardır. Türkçe (Ni’met-ül-İslâm) kitâbında (Mezhebler birleşdirilemez. (Müleffik) olmak bâtıldır) diye meydân okuyor. Hindistânda yazılmış olan arabî (Fetâvâ-yül-haremeyn) ve fârisî (Seyf-ül-ebrâr) kitâblarında ve Abdülvehhâb-i Şa’rânî hazretlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mîzân) kitâbının önsözünde (Mezheb) ne demek olduğunu çok güzel anlatıyor. Mezheblerin birleşdirilemiyeceğini vesîkalarla isbât ediyorlar. Bu üç kitâb, İstanbulda, ofset yolu ile ayrı ayrı basdırılmışdır. Bin seneden beri söz birliği ile (olamaz) denilen bir işi yapmağa ön ayak olmak, islâmiyyeti tersine çevirmek demekdir. Bunu savunanlar, müslimân mıdır, yoksa islâm düşmanı mıdır? Bunun takdîrini okuyanlara bırakıyoruz.
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevînin (Heme’ât) kitâbı, başdan başa, tesavvufu, tarîkatleri anlatmakda ve övmekdedir. Fârisî olup, bindokuzyüzkırkdörtde, Pâkistânda basılmışdır. Çeşidli sahîfelerinde diyor ki: Sâlik, hadîs kitâblarını ve Sahâbe ve tâbi’înden gelen haberleri inceliyecek kadar âlim değilse, dört mezhebden birini taklîd etmelidir. Bütün tarîkatler, i’tikâdda, farzları yapmakda ve harâmlardan sakınmakda birbirlerinin aynıdır. Zikrler ve nâfile ibâdetleri yapmakda ayrılmışlardır. Zikr ederken, dünyâ düşünceleri gelirse, teveccühü kuvvetli olan zâtın yanında oturup, ona teveccüh etmelidir. Yâhud, meşâyıh-ı kirâmın temiz rûhlarına teveccüh etmeli, kabrlerini ziyâret edip, cezb olunması için yalvarmalıdır. Zikrden nefse sıkıntı gelirse, bunun, çeşidli sebebleri vardır. Bunlardan biri, bulunduğu tarîkat meşâyıhına, ya’nî mürşidlerine karşı edebe aykırı davranmakdır. Sâlik, sebebini anlıyamazsa, şeyh teveccühü ve firâseti ile anlar ve bildirir. Bu fakîr [ya’nî Veliyyullah Dehlevî], bâtınım ile, rûhlar âlemine teveccüh etdim. Her tarîkatin, buraya ayrı nisbetleri olduğunu anladım. Türbelerde i’tikâf etmek de, ilerlemeğe yardım eder. Selef-i sâlihîne dil uzatmak, yol kesen sebeblerdendir. Zikr meclislerine meleklerin rahmet saçdıkları, zikr edenlerin etrâfını nûr kapladığı çok görülmekdedir. Bir insanın rûhu, Peygamberlerin veyâ Evliyânın temiz rûhları ile veyâ meleklerle bağlantılı olursa başkalarına bildirilmiyen şeyler buna bildirilir. İnsan bir kimsenin Velî olduğunu anlayıp, onu severse, rûhu onun rûhuna bağlanır. Yâhud mürşidini veyâ sâlih olan ceddini severek onun rûhuna bağlanır. Ondan feyz alır, fâidelenir. Evliyânın kabrlerini ziyâret etmek, Kur’ân-ı kerîm okuyup, sadaka verip, sevâbını rûhlarına göndermek, eserlerine, evlâdına saygı göstermek, onların rûhları ile bağlanmağa yardım eder. Onları rü’yâda görür. Tehlükeli yerlerde, kendi şekllerinde görünerek yardım eder, kurtarırlar. Rûhlardan fâidelenmeğe (Üveysî olmak) denir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin cezbi çok kuvvetli olduğu için, kabrinde, diri olanlar gibi tasarruf yapmakdadır. Bu fakîr [ya’nî Veliyyullah-ı Dehlevî], meşâyıhın rûhlarına teveccüh ederek, çeşidli fâidelere kavuşdum. Meşâyıhın vefâtından beşyüz sene geçince bedendeki tabî’î kuvvetler, hiç kalmaz. Kabrlerini ziyâret edenlere te’sîrleri dahâ fazla olur. Rûha teveccüh ederek, ondan istifâde iki sûretle olur: Birincisi, rûhlarının birbirlerine bağlandığını düşünmekdir. Bu, birisini aynada görmeğe benzer. İkincisi, kabrini ziyâret edip, onu düşünmekdir. Bu, gözünü açıp, birini karşısında görmeğe benzer.
Veliyyullah-ı Dehlevî “rahmetullahi aleyh”, (İzâle-tül-hafâ) kitâbının beşyüzyirmiikinci sahîfesinde diyor ki, (Dört mezhebin ruhsatlarını, ya’nî kolaylıklarını toplamak, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilen nasslarla ve selef-i sâlihînin icmâ’ı ile ve açık olan kıyâs ile yasak edilmediği zemân câiz olur.) Görülüyor ki, Şâh Veliyyullah, mezhebleri birleşdirmeli demiyor. Kolaylıklarını almağı bile, şartlara bağlıyor. İzâle-tül-hafâ kitâbı fârisî olup, Urdu diline tercemesi ile birlikde, 1386 [m. 1966] da Pâkistânda basılmışdır.
Mevdûdî, (İslâmda İhyâ Hareketleri) kitâbında, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmağa devâm ederek, doksanbirinci sahîfesinde, yine onun (Musaffâ) adlı kitâbından alarak, (İctihâd her devrde lâzımdır. Muayyen bir mezhebe uymasa bile, yeni hükmler çıkarmak lüzûmludur. Çünki, her zemânın husûsiyyetlerine göre ilâhî mükellefiyyetler şartdır. Şimdiye kadar yazılmış olan mezheb kitâbları hem yetersiz, hem de ayrılıklarla doludur. İslâmın prensipleri ile bu ayrılıkları izâle etmek tek çıkar yoldur) diyor.
Ağzının suyunu akıtarak uçurduğu, pek hoşuna giden bu balonları da, Veliyyullah-ı Dehlevînin şişirmiş olduğunu söylemekdedir. O büyük âlimi kendine yalancı şâhidi yapmakdadır. Bu iftirâları, kendi iç yüzünü ortaya koymakda, maskesini kaldırmakdadır. Bakınız, şâh Veliyyullah-ı Dehlevî, meşhûr (İzâle-tül-hafâ) kitâbının önsözünde ne buyuruyor:
(Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiş olan ahkâmın çoğu, mücmeldir. Selef-i sâlihînin tefsîrleri olmadan çözülemez, anlaşılamazlar. Bir kişinin bildirmiş olduğu hadîs-i şerîflerin çoğu, Selef-i sâlihînden çok kimse bildirmedikçe ve müctehidler bunlardan ahkâm çıkarmadıkça, sened olamazlar. O büyüklerin çalışmaları olmasaydı, birbirlerine uymuyor sanılan hadîs-i şerîfler bir araya getirilemezlerdi. Bunun gibi, bütün din bilgileri, meselâ (İlm-i kırâet) ve (İlm-i tefsîr) ve (İlm-i akâid) ve (İlm-i sülûk) [ya’nî tesavvuf ilmi], o büyüklerden gelmiş olmadıkça, sened olamazlar. Bütün bu bilgilerde, Selef-i sâlihîne kaynak olan, ışık tutan, Eshâb-ı kirâmdır. Selef-i sâlihînin yapışdıkları direk, Hulefâ-i râşidînin etekleridir. Bu aslı, bu direği kırmağa çalışan kimse, bütün din bilgilerini yıkmış olur).
(İzâle-tül-hafâ)nın yirmibirinci sahîfesinde diyor ki, (Müctehid olmak için, fıkh bilgilerinin çoğunun, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve icmâ’dan ve kıyâsdan, edille-i tafsîliyyelerini bilmesi lâzımdır. Her hükmün delîlini bilmelidir. Delîle zann-ı kavî hâsıl etmelidir. Bu zemânda, müctehid olabilmek için bu beş ilmde mütehassıs olmak şartdır: İlm-i kitâb-ı kırâet ile ilm-i tefsîr, ilm-i hadîs ki, her hadîsi senedleri ile bilmesi ve sahîhi, za’îfi hemen tanıması, üçüncüsü, ilm-i ekâvîl-i selefdir. Ya’nî her mes’ele için selef-i sâlihînin ne dediklerini bilmelidir ki, İcmâ’dan dışarıya çıkmasın. Bir mes’ele üzerinde iki başka kavl olmuş ise, kendisi bir üçüncü yola sapmasın. Dördüncüsü, ilm-i arabîyyet, ya’nî, lugât, nahv, mantık, beyân, me’ânî, belâgat ve sâir arabî ilmlerdir. Beşincisi, ilm-i turuk-ı istinbât ve vücûh-i tatbîk-i beynel-muhtelifeyndir. Böyle derin bir âlime müctehid denir. Böyle bir âlim, cüz’î mes’elelerden birinde çok düşünür. Buna benziyen her hükmü, delîlleri ile birlikde inceler. Muhakkak bilmelidir ki, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilmek için de, bu beş ilmde derin mütehassıs olmak lâzımdır. Bunlardan başka, âyet-i kerîmelerin sebeb-i nüzûlünü bildiren hadîs-i şerîfleri de bilmeli. Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” tefsîr için söylediklerini bilmeli, hâfızası, anlayışı çok kuvvetli olmalı. Âyet-i kerîmelerin siyâk, sibâk ve tevcihlerini ve benzeri şeyleri iyi anlamalıdır.) Mevdûdî ve Seyyid Kutb ve Hamîdullah gibi ictihâd yapmağa ve tefsîr yazmağa kalkışanlar, bunları okusunlar da, islâm âlimlerinin büyüklüklerini, yüksekliklerini anlasınlar. Fekat o anlayış da, büyük meziyyetdir. Bunu anlamıyanların veyâ anlamağı ve anlaşılmasını istemiyenlerin, islâm âlimi maskesi altında, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışdıkları ortaya çıkmakdadır. Allahü teâlâ, böyle sinsi islâm düşmanlarına aldanmakdan müslimânları muhâfaza buyursun! Kıymetli okuyucularımızın, mezhebsizlerin yanlış ve çok tehlikeli yazılarına aldanmamaları için, (ictihâd) üzerinde aşağıda, ayrı bir madde hâlinde bilgi vermeği uygun gördük.