|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Abdülhamîd Hân-ı Sânî…
II. Abdülhamid Hân’a son zamanlarda atfedilen yersiz, hayâsız, mesnetsiz ve dahi ahlâksız tutuma karşı sessiz kalamaz idim. Karınca misali, biz ceddimizin yanındayız efendiler.
Nasıl mı?
Şöyle ki…
Sultan Abdülhamid Han, devleti, milleti, otuz bir sene, Allahü teâlânın emirlerine göre, adaletle idare etti. Millet, sulh, bolluk, ucuzluk, rahat ve huzur içinde yaşadı.
Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeşmeler, Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan modern bir tıp fakültesi yaptırdı. 1876'da Mektebi Mülkiyeyi yaptırdı. 1879’da bir müze yaptırdı. 1880’de hukuk mektebi ve divan-ı muhasebatı (Sayıştay) kurdu ve Beyoğlu kadın hastanesini yaptırdı. 1882’de güzel sanatlar akademisi, 1883’de yüksek ticaret mektebi, 1884’de yüksek mühendis mektebi ve yatılı kız lisesi açıldı. 1886’da Terkos suyunu İstanbul’a getirtti ve mülkiye lisesini açtı.
1888'de Alman imparatoru İstanbul’a gelip, Sultanahmet Meydanı'nda Alman çeşmesi yapıldı. 1890’da Bursa’da ipekçilik mektebini yaptırdı. 1891’de Halkalı ziraat ve baytar mektebi ve Kağıthane’de bir poligon kurdurdu. 1892’de Bursa demir yolunu ve Aşiret mektebini yaptırdı. 1893’de Üsküdar lisesi ve Rüştiyye mektepleri ve yeni postane binası ve Osmanlı bankası ile Reji binalarını ve (Yafa-Kudüs) demiryolu ile Ankara demiryolu yapıldı. Yine 1893'de Hamidiyye kâğıt fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası ve Beyrut limanı rıhtımını yaptırdı. 1894’de Osmanlı sigorta şirketi ve Küçüksu barajı ve (Manastır-Selanik) demir yolu yapıldı.
1895’de (Şam-Horan) demir yolu ve (Eskişehir-Kütahya) demir yolu yapıldı. Yine 1895’de Hamidiyye yüksek ticaret mektebi ve (Galata-Tophane) rıhtımı, Dolmabahçe saat kulesi yapıldı. 1896’da (Beyrut-Şam) demiryolu, Darülaceze binası, mum fabrikası, (Afyon-Konya) demiryolu, Sakız limanı rıhtımı, şimdiki İstanbul lisesi binası, (İstanbul-Selanik) demir yolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı. 1897’de Tuna Nehri'nde Demirkapı kanalını, Kapalıçarşı tamirini yaptırdı.
1896 Yunan zaferini kazandı. Akıl hastanesini yaptırdı. 1899’da Şişli’de Hamidiyye Etfal hastanesini yaptırdı. 1900’de Medine-i Münevvere’ye kadar telgraf hattı yaptırdı. 1902’de Hamidiyye Hicaz demir yolu Zerkaya kadar işledi. Kâğıthane'deki Hamidiyye suyu yapıldı. Yeni balıkhane, Haydarpaşa rıhtımı, maden arama mektebi, Şam’da tıbbiyye-i mülkiye yapıldı. Haydarpaşa’da askerî tıbbiyye mektebi şahanesi 1903’de açıldı. 1904’de dilsiz ve sağırlar mektebi açıldı. Yine 1904’de Bingazi’ye telgraf hattı yapıldı. 1905’de (İstanbul-Köstence) kablosu döşendi. Haydarpaşa istasyonu binası yapıldı. Beşiktaş tepesindeki Yıldız Sarayı'nı ve önündeki camii yaptırdı...
Velhasıl Avrupa’da yapılan yeniliklerin hepsini en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı. Ne yazık ki, 1909’da tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı. Abdülhamid Han, (İstanbul-Eskişehir-Ankara) ve (Eskişehir-Adana-Bağdat) ve (Adana-Şam-Medine) demir yollarını yaptırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar demir yolu yoktu.
Din bilgileri, fen ve edebiyat üzerinde çok kitap bastırdı. Köylere kadar kurslar açtırdı. Parasız kitaplar gönderdi. Savaş gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Haliç’e çekip, Avrupa’da yeni yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi. Askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahve önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi. Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı. Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini çok severdi. Yalnız 1896 yılında, Yunan isyanı oldu. Ethem Paşa kumandasında gönderdiği askeri, kendisi saraydan idare ediyordu. Askeri yirmi dört saatte Termopil geçidini aşıp, Atina’ya girdi. Bütün Avrupa kumandanları buna şaşırdı. Çünkü, Alman kurmayları, Osmanlı ordusu, Termopil’i altı ayda geçemez diye rapor vermişti.
İkinci Abdülhamid Han'ın güzel ahlakını, dine olan bağlılığını, edep ve hayâsının derecesini, aklını, ilmini, adaletini, millet için durmadan çalıştığını, hiç can yakmadığını, düşmanlarına bile iyilik ettiğini anlamak isteyenlere, (Mabeyn Başkatibi) Esad Bey'in “Hâtırat-ı Abdülhamîd Hân-ı Sânî” kitabını okumalarını tavsiye ediyorum.
Biz, Abdülhamid Hân’ı böyle biliyoruz… Bilmeyenlere de bildiriyoruz. Kulakları olup da duymayanlar, gözleri olup da görmeyenler yazımıza baksınlar. İnsafla ve art niyetten uzak bu aktardıklarımı okurlarsa hak vereceklerdir. Yoksa… Yapacak bi’şey de yoktur. Zira, kişi; karakterini ve kötü niyetini, gocunduğu fıkradan belli eder dostlar…
Vesselâm…
02.10.2016
.
II. ABDÜLHAMİD HAN VE PASTEUR…
II. Abdülhamid Han’a yönelik akıl almaz iftiralar atan güruha, cevap vermeye devam etmek istiyorum. Yaklaşık iki hafta önce kaleme aldığım “Abdülhamîd Hân-ı Sânî” yazımda, Ulu Hakan’a yönelik mesnetsiz ve yakışıksız karalamalara, onun yaptığı hizmetler ve açtığı çığırlar penceresinden bakmaya çalıştık. Bu yazımda ise daha öznel bir meseleyi ele almak istiyorum.
Malumumuzdur ki, her türlü teknik gelişmeyi dikkatle takip eden Sultan Abdülhamid Han, tıbbî sahadaki araştırma ve gelişmelerle de yakînen ilgileniyor, buna ayrı bir önem atfediyordu. Bu konuda Said Naim Duhânî, birkaç kelâm etmiş ve bir yazı da kaleme almıştır. Bu arada, Said N. Duhânî, Osmanlı hariciye nâzırlarından ve bir vakitler de Paris sefirliği yapmış Naum Paşa’nın oğludur.
Said N. Duhânî, Abdülhamid Han ile Mikrobiyolog ve Kimyager Pasteur arasında vukû bulan bir hâdiseyi ve takiben diğer anekdotlar aktarımında şunları dile getiriyor:
Rum-Ortodoks bir Osmanlı olan Ferik Dr. Zoeros Paşa (kuduz aşısı çalışmalarıyla tanınan Osmanlı hekim) II. Sultan Abdülhamid tarafından, insanlığın velinimetlerinden birine, Louis Pasteur'e gönderilmişti. Zeoros Paşa, Pasteur'ün meşhur enstitüsünün kurulmasına yardım olmak üzere 10 bin altın frank götürmüş ve ona padişah tarafından gönderilen Murassa Osmanlı Nişanı'nı takmıştı. Hatta Padişah, İstanbul'da açmayı tasarladığı Kuduz Enstitüsü’nün bizzat Pasteur tarafından kurulmasını istiyor, bu hususta Pasteur ile mektuplaşıyordu. Fakat ünlü bilginin işleri onun Fransa'dan ayrılmasını imkânsız kılıyordu.
Bu yüzden kendisinin yerini tutacağından emin bulunduğu yakın dostu Dr. M. Nicolle'ü Padişah'a gönderdi. Son derece tecrübeli bir âlim olan Dr. Nicolle, İstanbul'da bulunduğu sırada hiçbir zaman hasta muayenesine gitmemiş, bu konuda; “Benim İstanbul'da belirli bir işim var. Üstelik burada çok iyi Türk doktorlar var” demiştir.
Buna rağmen Dr. Nicolle bir istisna yapmaktan da kendisini alamamış, egzama illetine yakalanan bir küçük kızı tedavi etmiştir. Zamanın her türlü tedavisiyle iyileşmeyen çocuğu iyileştiren Dr. Nicolle, kızın ailesinin teklif ettiği parayı almamış ve şu cevabı vermiştir:
“Hükümet bana aylığımı veriyor; ayrıca doktorluk yapmıyorum. Mesleki inisiyatifim ve vakayı bana anlatan dostunuz Süleyman El- Bostâni'ye olan sevgim beni hastanıza bakmaya sevk etti…”
Louis Pasteur ile devamlı olarak mektuplaşan Sultan Hamid, ona yazdığı nâme-i hümâyûnlarında, bilgine daima “Mon Cher Monsieur Pasteur” (Azizim Mösyö Pasteur) diye hitap eder, mektuplarını aynı hitapla bitirirdi.
Sultan Abdülhamid Han Serumu
Sultan Abdulhamid'in tıbba ve eczacılığa büyük merakı vardı. Söylendiğine göre Padişah, Sertabîb-i Hazret-i Şehriyârî Mavroyeni Paşa'nın yazdığı reçeteleri özel eczanesinde bizzat yaparmış. Her ne olursa olsun merhum hükümdarın tıp ve eczacılık alanındaki yeni buluşlarla ilgilendiği ve bunları çok yakından takip ettiği, bilinen bir gerçektir.
Bundan başka Sultan Hamid, ızdırap çeken insanların dertlerini gidermek, ızdıraplarını hafifletmek yolunda büyük gayretler sarf eden değerli ilim adamlarına her vesileyle takdirlerini bildirir, onlara ceyb-i hümâyûnundan (kendi kesesinden) çok yüksek rakamlara baliğ olan nakdî yardımlarda bulunurdu. -Buradan da anlaşılıyor ki, Abdülhamid Han; devletin tek bir kuruşunu heba etmemiş, neredeyse devlet için olan tüm harcamaları dahi ceyb-i hümâyûnundan yapmıştır-
Çok muhtemel olarak, ilk defa tedavide kullanılmasına başlanan “antipnömokoksik serumu” tatbiki sırasında, Padişah'ın yaptığı bu kabil bir âlicenaplığa karşı bir cemile olmak üzere, zamanın Amerikalı doktorları yeni seruma “Sultan Abdülhamid Serumu” adını vermişlerdi.
Öyle ki, 1941 yılının 27 Kasım Perşembe gecesi şehrimiz Lâle sinemasında gösterilmesine başlanan “Untamed” adlı Paramount filminde de aktörlerden biri yüksek sesle bu ismi “Sultan Abdülhamid's Serum” şeklinde söylemiştir.
***
Meyve veren ağaç taşlanır. Kalbi kararanlar da her türlü karalamayı yapar. Zira, her kap içindekini sızdırır. Öyle değil midir değerli dostlar; dünyada iyiler ile kötüler karıştırılmış, bir arada yaşamaları ve her kap içindekini sızdırarak bu mücadeleyi vermeleri murât edilmiştir. Bizler de bu mücadelemizi her safta ve safhada yapacağız. Bu yolun sıkıntılarla dolu olduğunu da biliyoruz.
Velhâsıl; hakkı ve hakikati savunmaya son nefesimize kadar devam edeceğiz biiznillâh... Varsın saldırsınlar, varsın karalasınlar, varsın kararmış kalpleri ile kinlerini kussunlar. Hak ve hakikat birdir. Kimse de bu gerçekleri değiştirmeye/çarpıtmaya muktedir değildir vesselâm…
17.10.2016
Abdülhamid ulu hakan mı ‘kızıl sultan’ mı?
26.09.2016 Pazartesi 03:00
Malum Türkiye Büyük Millet Meclisi “Sultan Abdülhamid ve Dönemi sempozyumu” düzenledi. Kıyametler koptu, TBMM nasıl Meclis kapatan bir padişahla ilgili sempozyum düzenlermiş. Neden düzenlemesin ki... Ayrıca o Meclis’i açan da yine Abdülhamid.
Abdülhamid bir hain mi, kaçakçı mı, başka ülkeler adına çalışan bir casus mu ki onunla ilgili böyle bir toplantı yapılmasın... Elbette hayır, o bu ülkenin, bu toprakların, Osmanlı’nın bir padişahı...
Nedense toplum olarak garip hastalıklarımız var. Gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet döneminde ülkeyi yönetmiş padişahları, devlet başkanlarını hataları ve sevaplarıyla değerlendirmeyi bir türlü beceremiyoruz. Genellikle ideolojik siperlerde hizalanıp ya yerin dibine batırıyoruz, ya da göklere çıkarıyoruz.
Oysa ister tarihçi bakışına göre, isterse insani kriterlere göre değerlendirelim hiçbir padişah ya da devlet başkanı hatadan münezzeh değildir.
Abdülhamid’in de elbette hataları, zaafları olmuştur. Nitekim içlerinde Mehmet Akif’in de olduğu dönemin İslamcı aydınları da Abdülhamid’in bazı uygulamalarına sert eleştiriler yöneltmişlerdir.
Unutmamak gerekiyor ki, Abdülhamid sanayileşmiş Avrupa karşısında imparatorluğu yaşatma mücadelesi vermiştir. Ve çökmekte olan imparatorluğu tam 33 yıl ayakta tutmayı başarmıştır da...
Cins bir kafadır, kıvrak siyasi zekası sayesinde bütün imkansızlıklara rağmen dönemin dünya devleriyle diplomatik arenada dansetmeyi başarmış bir padişahtır. İslamcıdır, ama aynı zamanda modernisttir. Küresel ölçekte kullandığı hilafet stratejisiyle bir bakıma imparatorluğu yaşatma mücadelesi vermiştir. Hilafet ve İslam siyasetiyle İslam dünyasında güç kazanarak özellikle İngiltere’ye karşı elini güçlendirmek istemiştir.
Şu bir gerçek ki, özellikle Cumhuriyet döneminin dayatmacı modernleşme sürecinin yarattığı travmalar karşısında Abdülhamid’in bu siyasi duruşu dindar-muhafazakar kitleler için her zaman sığınılacak bir liman olmuştur.
Modernisttir, eğitimde alt yapının yanında kız okulları dahil, en çok yüksek okul onun döneminde açılmıştır. Abdülhamid aynı zamanda sanatsal anlamda hassasiyetleri olan bir padişahtır, müzik konusunda seçkincidir, mesela Verdi’nin operalarını severdi. Refik Halid Karay, Abdülhamid devrini “frenkleşmenin halk tabakasına sirayet ettiği teceddüt başlangıcı” olarak tanımlar.
Maalesef her konuda olduğu gibi Abdülhamid’i de bir türlü edep ve adap ölçüleri içinde tartışamıyoruz. Malum bir dönem Cumhuriyet elitleri tamamen ideolojik bir okumayla Osmanlı’yı bütün kötülüklerin merkezi olarak tanımladılar. Dolayısıyla bu çerçevede Abdülhamid de onların gözünde ‘Kızıl Sultan’dı. Unutmayalım, bu ülkenin okullarında yıllarca Abdülhamid böylesine edep dışı bir sıfatla tanımlandı. Çok doğal olarak böylesi bir tarih düşmanlığı karşısında muhafazakar kesimler de tepkisel olarak Abdülhamid’i yücelten bir duyguyla onu ‘Ulu Hakan’ olarak tanımladılar.
Oysa Abdülhamid ne ‘Kızıl Sultan’ ne de ‘Ulu Hakan’dı, o Osmanlı’nın siyasi irade sahibi güçlü bir padişahıydı. Eğer Abdülhamid dahil, bütün padişahları, liderleri kendi çağının gerçekleri içinde değerlendirmeyi başarabilseydik, belki de bu tür saçmalıklara maruz kalmayacaktık.
Ama ne yapalım ki yıllardır oluşturduğumuz arızalı gelenek böyle, uzun yıllarAbdülhamid’i ve Osmanlı’yı yerin dibine batırmak neredeyse bir statü göstergesiydi ve hep öyle yaptık. Sonra Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal’i gerçek başarılarının ve yaptıklarının üstünde bir yere taşıyarak ‘ulu önder’mertebesine yükselttik.
Hasılı kelam, padişahlar, liderler ve şeyhler için menkıbeler uydurup onları onları uçurmayı pek seviyoruz
LOZAN'I TARTIŞMAK
Rahim Er
|
|
|
|
|
2015 yaz aylarıydı; bir dostumla birlikte Rodos Adası'na gidiyorduk. Rodos'un fethindeki çetinliği; Fatih Sultan Mehmed tarafından fethe teşebbüs edildiği fakat bunun Kanuni Sultan Süleyman'a nasip olduğunu anlattım. 70 bin şehîd vererek kazandığımız stratejik vatan parçasını ilk Cihan Harbi'nden sonra 7 kurşun bile atmadan terk edip çıktığımızı sözlerime ilave ettim.
|
"12 Ada" denilen vatan parçalarının hazin hikâyeleri benzerdi. İkinci Cihan Harbi’nden sonraysa talihin bize güldüğünü ancak devrin idarecilerinin ağır hataları yüzünden buraları bir kere daha kaybettiğimizi söyledim:
I. Cihan Harbi'nden sonra Yunanlılar, adaları işgal etmiş, II. Cihan Harbi'nde de İtalyanlar buraları ele geçirmişlerdi. Harp aleyhlerine neticelenince İtalyanlar, Ankara'ya bir teklif verdiler. Diyorlardı ki: "Bu adaların sahibi sizsiniz; biz tahliye edeceğiz, alın size teslim edelim!" İsmet İnönü iktidarı, bu teslimatı kabule cesaret gösteremedi.
Bunu dinleyen dostum, yüzüme hayretle baktı. Anlattıklarıma inanıyordu. Ancak "bu kadarı da olur mu?" diye zihninden bir düşünce geçtiği de belliydi. Dostumun misafiriydim. Adaya intikal etmeden evvel orada bize şoförlük de yapacak rehberi kendileri temin etmişlerdi. Adaya çıkınca rehberimizle tanıştık. Yaşı 80'in üzerindeydi. Anlattığına göre hem Osmanlı, hem Yunan, hem İtalyan dönemini yaşamıştı. Türkçe'yi gâyet güzel konuşuyordu.
Rodos, bayağı büyük bir ada. Tapınak Şövalyeleri iç içe üç kale ve su hendekleri yapmışlar. Zapdedilmesi bundan dolayı zor olmuş. Rehberimiz, bizi hem gezdiriyor hem anlatıyordu. Pargalı İbrahim Paşa, Süleymaniye gibi camilerimize, çok nadide yazma Mushaf-ı şerîflerin olduğu Fethi Paşa vakfiyesi "Ahmed Ağa Kütüphanesi"ne ve varlığından habersiz olduğumuz Türk Şehîdliği'ne götürdü.
Seyir hâlindeki arabada sohbet ederken rehberimiz bir ara aynen şöyle dedi: "II. Cihan Harbi'nden sonra İtalyanlar, bu adaları Türkiye'ye iade etmek istediler fakat devrin Türkiye reisi cumhuru İsmet İnönü buna razı olmadı!"
Dostumdan hiç ayrılmamıştık. Ziyaretler boyunca da beraberdik. Rehberi bir kenara çekip bunları söylemem söz konusu değildi. Olsa bile beş dakikada fikir değiştiremezdi. Gün görmüş Yunanlı bir münevverdi. Bir hakikati dile getirmeyi bir vicdan borcu bilmişti.
Dostum, rehberi dinleyince şaşırmış bir hâlde yüzüme baktı. Bu adam, anlattıklarımı aynen dile getirmişti. Dostum, o ândan itibaren yol boyunca İsmet İnönü'ye kahırlanıp durdu...
Lozan Muahedesi/Andlaşması, bugün bir kere daha dillerde. Bu defa Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan gündeme taşıdı. "Bağrılsa sesimizin duyulacağı mesafedeki adalar, Lozan'da Yunanlılara verildi. Bunun neresi zafer? Zafer diye yutturdular" dedi. TC Cumhurbaşkanı "Misak-ı Millî'nin hatırlanmasını arzu etmekte. O hafıza tazelemesi, en evvel Musul için lâzım.
Şu hatıramız da isbat etmekte ki Cumhurbaşkanımızın haksız olmadığını bir Yunan vatandaşı bile teslim etmekte. Lozan Sulh Akdi, yakın tarihimizdeki mühim safhalardan biridir. Olanca çıplaklığıyla gerçeğin anlaşılması zarurettir. Şahısları da sözleşmeleri de tabulaştırmanın kimseye bir faydası yoktur. 2017 Senesi 24 Temmuzunda bir Lozan Sempozyumu toplanması isabetli olur. Burada herkes iddiasını dile getirsin. Tarihçi Kadir Mısıroğlu 1965'te yazdığı eseriyle "Lozan Zafer mi Hezimet mi?" diye sordu. 27 Mayıs darbesinin rüzgârı devam ederken bu soru yürek isterdi. Çok sayıda muhafazakâr, ülkücü, milliyetçi, kalem insanı, akademisyen "Lozan hezimettir" dediler. Bazı yazarlar aksine kalem oynattılar. Sn Kadir Mısıroğlu, 3 cildde tamamladığı bu eserde Lozan'ı her cephesiyle ele aldı, vesikaları konuşturdu.
Resmî ideolojinin yazdırdığı yakın tarihe göre Lozan Zafer, buradaki "Baş murahhas/delege" İsmet İnönü de Lozan Kahramanı'dır. Bizim okuduğumuz yıllarda okullarda Lozan bayram muamelesi görürdü. Hâlbuki, ikinci delege olarak bizi temsil eden Dr. Rıza Nur, hatıralarında bu andlaşmayı yerden yere vurmaktadır.
Gerçeklerin bilinmesine ihtiyacımız var. Yarınlara doğru çarpıtılmamış, yalana batmamış saf gerçeklerin ışığında yol almalıyız.
…..
Yarın:
LOZAN'LA ALDATILMAK!
03.10.2016
.
LOZAN'LA ALDATILMAK!
Türkiye Cumhuriyeti, bizim devletimizdir; 80 milyonun devleti. Hatta 300 milyon Türk'ün ve 1.7 milyarlık Müslümanların bile devleti. TC bizim devletimiz olduğu gibi ondan önceki Osmanlı devleti ve daha önceki Anadolu Selçuklu, Büyük Selçuklu devletleri ve diğerleri de bizim devletimizdir.
Tarihteki olaylar, kendi zaman, mekân imkânlarıyla değerlendirilir. Zaferler de mağlubiyetler de tarihin parçalarıdır. Yanlış olan, 1923'ten ötesini yok saymak veya var sayılınca da haksız şekilde karalamaktır. Tenkid etmek başkadır. Hâdiseleri tahlil edip sonuçlar çıkartmak farklıdır. Tarih tahlil edilirken hak edilmeyen övgüler ve layık olmayan yergiler olmamalıdır.
1923'ten ötesi nasıl reddedilebilir ki?
"10 yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan!" iddiasındaki mantık, o reddi senelerce yaptı. Halbuki TBMM 23 Nisan 1920'de açılmıştır. İstanbul işgal edilince vekiller, Ankara'ya geçerek TBMM'ni teşkil ettiler. Tapular, andlaşmalar vs olmasa şu dahi devlette devamlılık için kâfi isbattır. Zira TBMM faaliyete geçtiğinde cumhuriyetin ilânına daha çok zaman vardır. Bu sebeple devlet ile devletin idare şeklini karıştırmamak lazım. 28 Ekim 1923'te devletin adı Devleti âli Osman'dı, bir gün sonra Türkiye Cumhuriyeti oldu.
Meselemiz her şeyi yerli yerine oturtmaktır. Tarihin yerli yerine oturtulması bilhassa yakın tarihle alâkalıdır. Tarihi bir yapanlar vardır bir de yazanlar. Tarihi yapanlar hayatta iken onlarla alâkalı doğru tarihin okunması zordur. Bu sebeple "hadiselerin üzerinden bir asır geçmeden doğru tarih okunmaz" denir.
Lozan Sulh Akdi'ne bu nazarla bakmak lâzım. Lozan, ölümü gösterip sıtmaya razı etmektir. Sevr, bir andlaşma/muahede değildir. Devlet reisi Sultan Vahideddin Han tarafından, nihai imza konmadığından taslak olarak kalmıştır. İtilaf devletleri, Sevr'i gösterip Lozan'da sıtmaya razı ettiler. Lozan'ın tartışılacak tarafı, ne kazandırdığı ve ne kaybettirdiğidir.
31 Mart Topçu Kışlası vak'asıyla Abdülhamid Han, zorla iş başından uzaklaştırıldıktan sonra önce 1911'de Trablusgarp'ta işgalci İtalyanlarla harbe tutuştuk. Çok geçmeden 1912'de Balkan harbi patlak verdi. Yeni cephede 4 devlet birden saldırmıştı. Bu sebeple Babıali, İtalya'ya sulh teklifinde bulundu. 18 Ekim 1912'de Uşi'de andlaşma yapıldı. Bu andlaşmaya göre Rodos ve 12 Ada Türkiye'ye iade edilecekti. Fakat muhatap taraf, buna riayet etmedi. Adalar, fiilen Rumlara kaldı. İtalya, II. Dünya Harbinden sonra adaları Ankara'ya iade etmeyi teklif ettiği hâlde İnönü Tek Parti iktidarı, bunu kabul etmedi. İtalya da bunun üzerine 1947'de 12 Adayı Yunanistan'a bıraktı.
Balkan Harbi'ni I. Dünya Harbi takip etti. Yedi cephede 4 yıl süren amansız mücadeleden sonra yangın yerine dönmüş memlekette 3 Temmuz 1918'de veliahd Mehmed Vahideddin, Padişah oldu. İttihatçı önde gelenleri, kaçıp memleketi terk etmişlerdi. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi yapıldı. 13 Kasım 1918'de İstanbul İngilizler ve güdümündeki devletler tarafından işgal edildi. 23 Nisan 1920'de TBMM açıldı. 10 Ağustos 1920'de Hükümet Sevr'i imzaladı. Ancak Padişah, bu berbat metni imzalamayı reddettiği için bir taslak olarak kaldı. İmza isteyen itilaf devletleri, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya'ydı.
1 Kasım 1920'de Hanedanlık idaresi kaldırıldı.
24 Temmuz 1920'de Lozan Andlaşması imzalandı. Hemen ardından 6 Ekim 1923'te işgalci devletler, İstanbul'u tahliye ederek çekip gittiler. Geldikleri gibi gitmemiş, çok tavizler koparmışlardı. Onların ardından 29 Ekim 1923'te cumhuriyet idaresi ilân edildi. 3 Mart 1924'te Halife Vahideddin hayatta iken Hilafet, TBMM'nin şahs-ı mânevisine alındı. 1928'lerde harf dâhil bir çok inkılaplar yapıldı. Ayasofya Camiî kebiri tamir etme bahanesiyle 1930'da ibadete kapatıldı. 18 Temmuz 1932'de Ezanı Muhammedi asli hâlinden çıkartıldı. Ayasofya, 1 Şubat 1935'te usulsüz bir şekilde müze olarak açıldı...
Bu tarih silsilesi bilinmeden Lozan'ın anlaşılması mümkün değildir. Milletvekilleri daha İstanbul'da ve Meclisi Meb'usan faal iken 28 Ocak 1920'de meb'usların oy birliği ile Misak-ı Millî kararı alınmıştı. Bugün Yunansitan'da kalmış olan Garbi Trakya, hudutlarımız içindeki Antakya, Hatay, Suriye'deki Cerablus, Halep, Irak'taki Musul, Erbil Kerkük vs hep birlikte vatan kabul ediliyordu. Bunlarla Türkiye idik. Bu misak, Sivas ve Erzurum Mülakatlarında/konferanslarında da aynen kabul edildi.
Fakat yerden bittiğimiz, yoktan var olduğumuz bir tarih başlangıcının tapu senedi olarak gösterilen Lozan Andlaşmasında Türk tarafı ne 12 Adayı, Kıbrıs'ı, Batum'u ve ne de Misak-ı Millî hudutlarını kurtarabildi. Borçlar, kötü şekilde yapılandırıldı. Daha bir çok kayıp oldu...
Lozan müzakerelerine 40'a yakın murahhas âzâ, müşavir, mütercim matbuat temsilcisi iştirak etmiştir. Bunlarla, yabancı delegelerin yazdıkları okunmadan, oradaki hususi hayat bilinmeden, sloganlarla tarih inşa edilemez...
Eğer Lozan, olduğu gibi anlatılsaydı bugün elimiz Halep'te, Musul'da, Batı Trakya'da Misak-ı Millî'nin diğer yerlerinde daha güçlü olurdu.
Lozan'ı doğru okuyabilen, 15 Temmuz 2016 hain darbe teşebbüsünün bir Sevr dayatması olduğunu da okuyabilir.
04.10.2016
.
LOZAN’A GİDEN YOL
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
Lozan’da Türk tarafının görüşmeleri, İngiliz ve Fransızların kontrolündeki telgraf hatlarından geçiyordu. Hatta şifreleri karşı tarafça çözülüyordu. Türk heyetinin elinde kırmızı çizgilere dair 14 maddelik talimatname vardı. Acaba ne kadarını koparabileceklerdi?
I. Cihan Harbi’nden sonra Almanya ile Versay, Avusturya ile Saint Germain, Macaristan ile Trianon ve Bulgaristan ile Neuilly Antlaşması imzalandı. Almanya, Batı Prusya, Saarland ve Alsace-Lorraine gibi Alman yurtlarını kaybederken, Avusturya’dan koparılan topraklar üzerinde yeni devletçikler kuruldu. Bulgaristan ve Macaristan da bir miktar toprak kaybetti. Hepsi imparatorluktan basit birer ulus-devlete dönüştürüldü. Bu müzakereler birkaç ayda bittiği hâlde, Osmanlı Devleti’yle müzakereler uzun sürmüştür.
Eldeki koz
Baştaki Jön Türklerin macera uğruna girdiği bir savaşta mağlup olarak topraklarının çoğunu kaybeden Osmanlı Devleti’nin yeni bir maceraya girişmesini önlemek isteyen müttefikler, Anadolu’da muayyen yerleri işgal etti. Bir yandan da sulh için Paris’te müzakereler başladı. İttihatçı düşmanı yeni padişah Sultan Vahideddin, savaşın tek suçlusu olarak Jön Türkleri işaret ederken, bir yandan da Anadolu’daki halkın direnişini bir elde toplayarak sulh müzakerelerinde koz olarak ileri sürmek ve Türklerin elini güçlendirerek daha iyi şartlarda bir antlaşma yapmayı umuyordu. Bu sebeple Anadolu’ya fevkalâde salahiyetli bir müfettiş gönderdi: Mustafa Kemal Paşa.
Mahalli mukavemeti bir elde toplayan bu müfettiş, umulmadık bir şekilde Ankara’da alternatif bir hükümet kurdu. Bu arada Paris’in Sevr banliyösünde 10 Ağustos 1920’de bir antlaşma paraf edildi. Bu antlaşma ile İstanbul ve Anadolu Osmanlı Devleti’ne bırakılıyor; fiilen işgal altında bulunan Suriye, Irak, Filistin, Doğu Trakya, İzmir, Antalya gibi topraklarda İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyan hâkimiyeti tanınıyor; Boğazların idaresi, milletlerarası bir komisyona devrediliyordu. Yunan işgalindeki İzmir’in geleceği 5 yıl sonra yapılacak plebisit [halk oylaması] neticesine bağlanıyordu. Osmanlı Devleti, ancak muvakkat bazı tahditlerle, olduğu gibi devam edecekti. Hükümet ve padişah kabul etmediği için Sevr Antlaşması’nın ölü doğması üzerine, İngiltere, Anadolu hareketine yaklaşıp saltanatı gözden çıkardı. Bir yandan Yunanları Anadolu içlerine sürerken, öte yandan kazanması için Ankara’nın önünü açtı.
Yunanlar yenildikten sonra, 10 Ekim 1922’de Mudanya’da mütareke yapıldı. Lozan’da yapılacak sulh müzakerelerine İstanbul hükümetinin de çağrılması üzerine telaşlanan Ankara, saltanatı kaldırdı. İngiltere’nin teklifi, zaten saltanatın kaldırılması için bir taktikti. Ankara hükümeti, 20 Kasım 1922’de sulh müzakereleri için Lozan’a bir heyet gönderdi.
Başvekil Rauf (Orbay), Hariciye Vekili Yusuf Kemal (Tengirşenk), Dâhiliye Vekili Fethi (Okyar) ve Kazım Karabekir beklenti içinde iken, heyetin başına hayatında yurt dışında bulunmamış, hiç diplomasi tecrübesi olmayan, üstelik kulağı da işitmeyen, sadece sadakati ile öne çıkmış bir asker, İsmet Bey (İnönü) tayin edildi. Bunun için Yusuf Kemal Bey ‘sıhhî sebeplerle’ vazifeden alınıp, yerine İsmet Bey getirildi. Hasan Saka ile Rıza Nur da delegeydi. Heyet 100 kişiyi aşıyordu. Müşavirler arasında, Celal Bayar, İzmir suikasti sebebiyle asılan Cavid Bey, Yahya Kemal Beyatlı gibi isimler de vardı. Bunlar arasında Hahambaşı Hayim Naum Efendi’nin varlığı ise dikkat çekiciydi. Bu kişinin, müttefiklerle heyet arasındaki gizli görüşmelere aracılık yaptığı söylenirdi.
Kırmızı Çizgiler
Tarafsız bir memleket olan İsviçre’nin Lozan şehrine trenle 5 günde varan İsmet Bey’in cebine 14 maddelik bir talimatname konmuştu: 1-Musul, Kerkük ve Süleymaniye alınacak. 2-Doğu Trakya’da 1914 sınırı muhafaza edilecek. 3-Batı Trakya’da plebisit yapılacak. 4-Pek ümitle olmasa da Ege adaları istenecek. 5-Fransızlarla anlaşılan Suriye sınırı tanınacak. 6-Ermeni yurdu kurulmayacak. 7-Boğazlarda yabancı askeri olmayacak. 8-Kapitülasyonlar kaldırılacak. 9-Azınlıklar mübadele edilecek. 10-Dış borçlar, Osmanlı’dan ayrılan devletlere taksim edilecek; Yunanistan’dan alınacak harb tazminatına mahsup edilecek veya 20 sene ertelenecek. 11-Orduya tahdit getirilmeyecek. 12-Azınlıklar, Türk kanunlarına uyacak. 13-Müslüman vakıfları önceki anlaşmalar çerçevesinde devam edecek. 14-Osmanlı’dan ayrılan memleketler için Misak-ı Millî’nin plebisit hükümleri tatbik edilecek.
Konferans, Mont Benon gazinosunda başladı; Uşi’deki Şato Oteli’nde devam etti. Çeşitli komisyonlar kuruldu. Kurt İngiliz diplomat Lord Curzon, oyunbazlıkları ile konferansın hâkimiydi. Müzakereler, bir anlaşmaya varılamadığı için 4 Şubat 1923’de kesildi. Bunun sebebi olarak Londra’nın koştuğu 3 şartın kabulünü istemesi olarak verilir. Bu 3 şart: Hilâfetin kaldırılması, Bolşevikliğin yasaklanması ve Musul’dan vazgeçilmesidir. İsmet Bey döndü. Eskişehir’de Mustafa Kemal ile görüştü. Savaştan yılmış Ankara, şartları kabul ediyordu. Halbuki müzakereler başlamadan Paris’e giden İnönü, burada Muslim Standart gazetesine, halifeliği sıkı sıkı koruyacakları beyanatı vermişti. İngiltere parlamentosu, ancak 3 Mart 1924’de halifelik kaldırıldıktan sonra Lozan’ı görüşmeye başlamış ve kabul etmiştir.
Görüşmeler sırasında Türk tarafının görüşmeleri, İngiliz ve Fransızların kontrolündeki telgraf hatlarından geçiyordu. Hatta şifreleri karşı tarafça çözülüyordu. 24 Temmuz 1923’te Türkiye ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya tarafından Lozan Antlaşması imzalandı. Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Rusya sonradan antlaşmaya imza koydu.
Konferansta bütün inisiyatifi otoriter bir şekilde elinde tutarak, delegelerle bile paylaşmayan İsmet İnönü, Türk amme efkârında tavizkâr davranmakla itham edildi. Ankara’nın ilk meclisindeki savaşçı kadroların, bu hâliyle Lozan’ı kabul etmeyeceğini bilen Mustafa Kemal Paşa, meclisi dağıtarak tamamı kendi taraftarlarından teşekkül eden yeni bir meclise antlaşmayı kabul ettirdi. Buna rağmen 14 milletvekili red oyu kullandı. 6 Ağustos 1924’de yürürlüğe giren antlaşma, Türkiye’nin içine kapanması ve sert bir inkılap devresinin de başlangıcı oldu.
Lozan’ın ne getirip, ne götürdüğünü, bir başka deyişle zafer mi, hezimet mi olduğunu, bir başka yazıda ele alırız inşallah…
01.08.2016
.
LOZAN: KİMİN HEZİMETİ? KİMİN ZAFERİ?
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
Her ulus-devlet, kurucu antlaşmaya kutsiyet atfettiği gibi, Lozan Antlaşması da ‘Osmanlı’nın küllerinden doğan yeni devletin kurucu vesikası’, âdeta bir mukaddes metindir. Hâlbuki antitezi olan Sevr Antlaşması ile arasındaki farklar hiç de fazla değildir.
Sevr, Lozan’ın mukaddimesi idi. Asıl hedef, Lozan’dı. Bunun için Sevr’de tarafı olmadığı bir harbe girerek milletlerarası düzeni tehdit eden Türkleri biraz hırpalamak; bir başka deyişle ‘Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek!’ hedeflenmişti. İkisi de ‘güçlünün sözü geçer’ şeklindeki üniversel prensibin birer tezahürü idi. Zamanın şartları çerçevesinde politik aktörler tarafından dikte ettirilmişti. Fazlasını yapmaya ne Lozan’a giden heyetin, ne de Ankara’daki hükümetin gücü vardı.
Klasik emperyalizmin çözülmeye başladığı bir devirde, muazzam bir petrol havzasına konmuş bulunan müttefikler için, Anadolu’da yaşayacak bir Osmanlı Devleti’nin zararı yoktu. Lozan da, Sevr gibi, yaklaşık yüz yıldır parçalanmakta olan Osmanlı Devleti’nin, Wilson Prensipleri çerçevesinde ulus-devletlere bölünmesi planıdır. Şu kadar ki Sevr Antlaşması ile 6 asırlık Osmanlı Devleti varlığını devam ettirecekken, Lozan Antlaşması ile Suriye, Irak gibi yeni bir Türkiye kurulmuştur. Yeni Türkiye, Osmanlı’nın hiçbir cihetten devamı değildir.
Ne Getirdi? Ne Götürdü?
Avantajlardan başlayalım: Lozan Antlaşması ile Almanya’ya olan borçlar silindi. Diğer borçlar, eski Osmanlı topraklarında kurulan yeni devletlere paylaştırıldı. Hepsi münasip bir takvime bağlandı. Ahalisinin ekseriyeti Rum olduğu hâlde, Doğu Trakya ve İzmir Türklere bırakıldı. Türklerin çok dile getirdiği Wilson Prensipleri’ne rağmen, emperyalistler için artık ihtiyaç kalmadığı için Ermenistan ve Kürdistan meselesi kapatıldı. Hepsi, Ankara’ya yapılmış büyük birer lütuf sayılabilir. Lozan’ın gizli maddeleri veya 100 yıl geçerli olduğu hakkında söylenenler uydurmadır. Milletlerarası antlaşmaların gizli maddesi olmaz. Geçici antlaşma mümkün ise de Lozan böyle değildir.
Lozan’ın gözden kaçan en ağır hükmü, Türkiye’nin suni düşmanlıklara itilerek, kaldıramayacağı bir yükün altına sokulmasıdır. Dünyanın en güçlü ordularından birini beslemeye mahkûm edilmiş; bu da, Batı’nın ekonomik hâkimiyeti neticesini doğurmuştur. Ankara, askerini besleyebilmek uğruna Avro-Amerikan siyasetini takip etmek mecburiyetinde kalmıştır. Hâlbuki Sevr’de ordu, 50 bin kişiyle sınırlandırılmıştı. Bu, ekonomik cihetten büyük bir şanstı. Nitekim II. Cihan Harbi’nden sonra mahvolan Almanya ve Japonya’nın tekrar şahlanışının sebebi, ordudan arındırılmalarıydı.
Sevr ile Lozan, aslında birbirine benzer iki anlaşmadır. Sadece toprak kaybı ve bazı askerî sınırlamalar cihetiyle farklılık gösterir. Her ikisinde de Boğazlar, ecnebi kontrolündedir. Boğazların bu statüsü, 1936 tarihli Montrö Mukavelesi ile hafifletilmiştir. Bu, Misak-ı Millî’ye de aykırıdır.
Sömürgelerde Bile
Gayrı müslim azınlıklar, her iki antlaşmada da, hukukî imtiyazlara sahiptir, yani kendi dinî hukuklarına tâbidir. Lozan’da, buna dair hükümleri hükümet ve azınlıkların beraber tesbit etmesi; bunda Avrupa hukukşinasların nezaret etmesi ve mahkemelerde Avrupalı hukuk müşavirlerinin hazır bulunması hükmü getirilmiştir. Yeni devletin hukuk hayatı, bu ecnebi mütehassıslar tarafından dizayn edildi ki sömürgelerde bile böylesi görülmemişti. Böylece Türkiye, müttefiklerin emellerine uygun olarak, İslâmî hüviyetinden tamamen sıyrılmış oldu. Azınlıklar, Türk hükümeti Batı hukukunu kabul edince, Lozan’da tanınmış olan hukukî imtiyazlarından vazgeçtiler.
Azınlıklar, dinlerine aykırı bir muameleye zorlanamayacağı gibi, dinî tatil günlerine de hürmet edilecektir. Üstelik bunlar, BM kefaleti altına sokularak milletlerarası mahiyet almıştır. Yeni devirde Müslümanların dinî hayatı yerle bir edilirken, azınlıklar milletlerarası koruma sayesinde bir nebze rahat edebilmiş; sonra 1940’ların şoven rejimi ile hepsinin icabına bakılmıştır.
Lozan’da, tüm Orta Doğu’dan, Mısır, Sudan, Libya, Kıbrıs ve Adalar’dan vazgeçildi. Sevr’de olduğu gibi, sadece Anadolu ve Trakya’da küçük bir mıntıka yeni devlete bırakıldı. Batı Trakya’da plebisit de yapılmadı. Batum gibi zaten eldeki vatan topraklarından vazgeçilmesi ile 1920 tarihinde son Meclis-i Meb’usanı’nın kabul ettiği ve sulh için kırmızı çizgileri ihtiva eden Misak-ı Millî de ihlal edilmiş oluyordu. Buna göre, eski Osmanlı topraklarının geleceği halka sorulacaktı. Zaten Misak-ı Millî, o devrin şartlarında amme efkârının gözünü boyamak için alınmış, reel-politikaya hiç münasip düşmeyen tek taraflı bir karardı.
Musul meselesi, bilahare Londra ve Ankara arasındaki müzakerelere havale edildi; bunlar da 1926’da Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin İngilizlere terki ile neticelendi. Yunanistan’ın mali vaziyeti nazara alınarak, Meriç’in batısında kalan Edirne’nin Karaağaç Mahallesi karşılığında harb tazminatından vazgeçildi. 1914’ten beri kaldırılmış bulunan ecnebi imtiyazları (kapitülasyonlar) üzerinde müttefikler ısrar etmedi. Türkiye zaten Batı hukuk/ticaret sistemini kabul edeceği sözü verdiği için, bunun zaten bir ehemmiyeti bulunmuyordu.
Komşuya Kıyak
Yunanistan’daki Müslümanlarla; Türkiye’deki Ortodokslar, Batı Trakya ve İstanbul müstesna olmak üzere mübâdele edilmesidir. Bu hüküm, bilhassa yetişmiş nüfusa ihtiyaç duyan Yunanistan’ın işine yaramış; Anadolu’nun iş bilir Ortodoksları, ‘komşu’nun iktisadî güçlenmesine katkıda bulunmuştur.
Son 8 yılda işlenenlere dair umumi af çıkarılması benimsenerek maziye sünger çekildi. 150 kişi bundan istisna edildi. Sürgün Ermenilerin dönebilmesi ve 1 yıl içinde tazminat talebinde bulunabilmesi imkânı getirildi ise de tatbikatına yol verilmedi.
Kudsî Metin
Lozan, Kemalistler için bir zafer, hiç değilse diplomatik bir muvaffakiyettir. Her ulus-devlet, kurucu antlaşmaya kudsiyet atfettiği gibi, Lozan da böyle lanse edilmiştir. Dipçik zoruyla imzalatılan Sevr paçavrasına nazaran, Lozan, ‘Osmanlı’nın küllerinden doğan yeni devletin kurucu vesikası’, âdeta bir mukaddes metindir.
Lozan, Misak-ı Millî’nin gerisinde kalan hükümleri sebebiyle muhafazakârlar için bir hezimet olarak görülür. Kıbrıs, Musul, Batı Trakya ve Adalar’dan vazgeçilmesi bir infial meydana getirmiştir. Hâlbuki daha evvel Batum’u Bolşeviklere vererek Misak-ı Millî’yi ilk ihlal eden Ankara olmuştu. Halifeliğin kaldırılmasına mukabil, patrikliklerin muhafazası da Siyonist ve Masonlara verilen tavizler olarak görülür; hâlbuki bunlar, yeni devletin elinde birer koz olduğu halde, kullanılamamıştır.
Hâsılı Lozan, ne muhafazakârların dediği gibi bir hezimet, ne Kemalistlerin iddia ettiği gibi zaferdir. Ancak bu sayede Ankara kahramanlarının sıfırdan bir devletin sahibi olduğu düşünülürse, bunlar için bir zafer; saltanatı, halifeliği, medresesi, tekkesi, şer’î hukuku, fesi ile koskoca mazisini kaybeden muhafazakârlar için de bir hezimet olduğu söylenebilir. 1914’de dünyanın 6 büyük impatorluğundan biri iken, 10 sene dolmadan ehemmiyetsiz bir Asya devletçiğine dönüşün vesikasıdır.
08.08.2016
Ezberler çöpe: Lozan, bizim ölüm fermanımızdı!
Bu ülkeye Sevr'de ölüm gösterildi ama Lozan'la sıtmaya razı edildi Türkiye.
Lozan, bizim ölüm fermanımızdı: Türkiye, dışardan işgal edilemedi ama laik elitler tarafından tepeden laikleştirilerek, İslâmî iddiaları yok edilerek, içerden ele geçirildi.
Fiilen sömürgeleştirlemeyen bu ülke, Lozan süreci'yle birlikte laikleştirildi ve dolayısıyla zihnen kendi kendini sömürgeleştirme sürecine girdirildi.
Sonuçta, dünyada dışardan sömürgeleştirilemeyen tek ülke Türkiye, içerden kendi kendini sömürgeleştiren yine tek ülke olarak tarihe geçti!
Özetle: Türkiye, Lozan süreci'yle birlikte kaskatı bir laikleşme / Batılılaşma çıkmaz sokağının eşiğine sürüklendi; böylelikle Batılı emperyalistlerin önündeki en büyük potansiyel engel bertaraf edildi.
LOZAN: İSLÂMÎ İDDİALARIMIZIN TERKEDİLMESİ
Lozan Antlaşması'ın yıldönümlerinde hep o bildik içi boş, hayalî nutuklar atılır: Lozan, “Türkiye'nin bağımsızlık ve çağdaşlaşma mücadelesinde bir dönüm noktasıdır” denilir.
“Hangi bağımsızlık” ve “hangi çağdaşlaşma mücadelesi”?
Söylenen şey şu: “Lozan, Türkiye'nin misak-ı millî sınırlarının belirlenmesinde ve devrimlerin temelini teşkil eden, ülkedeki bütün kurumların, hatta günlük hayatın laikleştirilmesi sürecinde kilit rol oynayan kilometre taşlarından biridir”.
Osmanlı'yla ve İslâm'la bağlantıları kesinkes koparan bir sürecin başlatılması demek.
Nitekim bu gerçeği dünyaca ünlü sosyal teorisyenlerimizden Şerif Mardin, “Türk modernleşmesi” genelinde şöyle telâffuz eder: “Türk modernleşmesi, Türkleri İslâm kültüründen uzaklaştırma çabasıdır.”
Peki bunun, “Türkiye'nin bağımsızlaşması”yla ve “çağdaşlaşması”yla alakası ne?
Bir kere, Lozan dolayımında, “Türkiye'nin bağımsızlaşması” ile “çağdaşlaşması”ndan kastedilen şey aynı: Türkiye'nin laikleşme sürecine girmesi, önceden İslâm'a göre tanımlanan ve yapılandırılan siyasî, ekonomik ve kültürel iktidar aygıtlarının, sonuç itibariyle Batılıların çıkarlarını garanti altına alan değerlere, dinamiklere göre tanımlanmaya ve yapılandırılmaya başlanmasıdır.
Lozan süreci, Türkiye'nin resmen Osmanlı'dan ve dolayısıyla İslâm kültüründen koparılması ve Batı'ya bağımlı hâle getirilmesinin bir başka adıdır.
Başka bir ifadeyle, Batılılar tarafından fiilen teslim alınamayan Türkiye'nin zihnen (İslâm'dan uzaklaştırılarak) “teslim bayrağı çekmesi”, bütün medeniyet iddialarından vazgeçtiğini küresel sistemin lordlarına açıkça deklare etmesidir.
İyi de, “bağımsızlaşma” ve “çağdaşlaşma” bunun neresinde?
BİR TERMİNATÖR OLARAK LOZAN
Tanzimat'la birlikte başlayan süreç, hastalıklı bir savunma psikolojisi'nin ürünüydü.
Tanzimat'ın hamlesi, ülkenin, kendi iddialarından vazgeçerek Batı'ya “teslim olması”yla sonuçlandı.
İşte Lozan, bu teslimiyet'in, dolayısıyla yenilgi'nin resmen tescil edilmesidir.
Düşünsenize, bir Kurtuluş Savaşı veriyoruz, “yedi düvel”i (Batılı sömürgecileri) Müslümanlığın verdiği dinamizm, ruh ve haysiyet'le ülkeden kovuyoruz; ondan sonra da bu galibiyetin ardından Türkiye'yi her bakımdan Batı'ya bağımlı hâle getiriyor, Batılı yörüngeye kilitliyoruz!
Türkiye, tarih yapmasını mümkün kılan ve bizim varlık nedenimizi oluşturan İslâmî iddialarını terkediyor; medeniyet değiştirme aymalığına soyunarak yörünge'sini yitiriyor, İslâmî dinamiklerini kendi elleriyle dinamitliyor!
Gelin de çözün bu puzzle'ı (“bilmece”yi)!
O zamana kadar Osmanlı'yı dünyanın gelmiş geçmiş en büyük medeniyetlerinden biri hâline getiren İslâm'ın sunduğu bütün iddiaları, yeni bir ruhla ve dinamizmle yeniden bir imkân, bir dinamik, bir güç haline getirebilmenin yollarını araştırmak yerine, bütün iddialarımızdan vazgeçiyoruz! Söyleyeceğimiz, bağlanacağımız, bize ait hiçbir Söz, hiçbir İddia bırakmıyoruz; her bakımdan başkalarına bağımlı hâle geliyoruz.
Özetle: Kendi medeniyet dinamiklerimiz, ruh köklerimizi inkâr ederek intiharın eşiğine sürükleniyoruz!
Olacak iş değil gerçekten: Tarihte başka bir toplumun yapmadığı, aslâ yapamayacağı bir intihar biçimi bu!
Gördüğünüz gibi Lozan, bizim için bir teminatör işlevi görmüştür: Bizim iddialarımızı bitiren, bizi, başkalarının iddialarına ve projelerine bağımlı hale getiren, kısacası kendi ayağımıza kurşun sıkmamız anlamına gelen bir terminatör.
Söyleyeceğimiz, bağlanacağımız bir şey bırakmamışsak, o halde bir şey söylememizi mümkün kılacak bir iddiamızın varolabildiğini nasıl ve neye dayanarak söyleyebiliriz ki?
Dayanacağımız, kendi başımıza ayakta durabilmemizi mümkün kılacak bin yıllık köklü dayanaklarımızı, ruh köklerimizi bizzat biz yokediyoruz, sonra da kalkıp bağımsızlaştığımızdan sözediyoruz?
Akıl tutulması, zihin körleşmesi değil de, nedir bu peki?
MEDENİYET HAMLESİ OLMADAN ASLÂ!
Bu sütunda bıkmadan usanmadan tekrarladığım şeyi, Lozan 'puzzle'ı dolayısıyla yeniden tekrarlamakta yarar görüyorum:
Türkiye'nin büyük bir güç, büyük bir ülke olabilmesi, kendine ait bir Söz'ünün, bir İddia'sının, bir Medeniyet Tasavvuru'nun olabilmesiyle mümkün.
Türkiye, başkalarının iddialarını, sözlerini, projelerini tekrarlamakla bir çıkmazdan ötekine yuvarlanmaktan kurtulamayacak, hep başkalarına bağımlı kalacak, itilecek-kakılacak yani Terminatör her zaman iş başında olacaktır.
Mazlum halkların, hatta Batılıların “Türkiye, yeni bir hamle yapacak mı, acaba?” diye bize baktıkları bir zaman diliminde, Türkiye'nin güçlü bir medeniyet fikriyle donanması, bunun için de yakın ve uzak geçmişiyle derinlemesine yüzleşmesi, hesaplaşması ve geleceği kuracak bir medeniyet hamlesi başlatması gerekiyor...
Aksi takdirde yaşadığımız köklü tarihî-kültürel sorunların hiç birini kalıcı olarak çözemez, bu topraklardaki varlığımızı bile koruyamaz ve insanlığa umut olabilecek uzun, meşakkatli ama tarih-yapıcı bir medeniyet yolculuğuna çıkamayız..
Kendilerini hala ülkenin dominant unsuru olarak görmekte inat eden bazı çevreler, Lozan'ın tartışılmaya başlanmasından ciddi şekilde rahatsızlık duyuyor belli ki. 93 senedir insanımızı bir zafer olduğuna inandırdıkları anlaşmanın tekrar gündeme gelmiş olması, zihin konforlarını bozuyor herhalde. Konu tartışıldıkça, gerçeklerin ortaya çıkacağını biliyorlar çünkü.
Sıkıntıları, söz konusu anlaşmayı müttefikleri dolayısıyla kendisi de yenilmiş bir imparatorluğun küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş belgesi olarak kabul ediyor olmalarından ibaret değil sadece.
Misak-ı Milli olarak belirlediğimiz topraklardan bir kısmının, Kurtuluş Savaşı sonrasında galip oturduğumuz masada terk edilmek zorunda kalınmış olması da, meselenin sadece bir tarafı.
Lozan'ın tartışmaya açılması ile ortaya çıkan detaylar, birilerinin anlattığı hikayelerin doğrularının öğrenilmesinin yanında, bu birilerinin sahip oldukları zihniyetin ipuçlarını veriyor çünkü.
Cumhurbaşkanımızın Lozan'ı gündeme getirmesine Yunanistan Başbakanı'ndan sonra en çok CHP Genel Başkanı'nın bozulması bu açıdan dikkat çekici bir durum.
1920'li yılların şartları gereği başka neler yapılabileceği ya da yapılamayacağı, Misak-ı Milli sınırlarının korunup korunamayacağı, Batı Trakya'nın, Musul ve Kerkük'ün, burnumuzun dibindeki adaların verilmeme ihtimali olup olmadığı... ve benzeri yüzlerce soru var Lozan'la ilgili.
Resmi görüşün üzerine örttüğü perde olmadan konuşulmaya başlanınca da, Lozan'la bağlantılı olarak bilindiği zannedilenlerin oluşturulmuş bir algıdan ibaret olduğu ortaya çıkıyor.
1923 şartlarının zorluğu malum.
Ama tarihe bakılırsa, aynı dönemde eğer bazı hususlarda direnecek olursak aramızda problem çıkabilecek ülkeler de pek rahat değiller. O zaman konu, sahada kazanıp masada kaybetme noktasına gelip dayanıyor yine.
'Mandate' yanlılarının torunları...
Ancak belki de konunun en önemli tarafı, Lozan'la belirlenen sınırlar sebebiyle günümüzde yaşamak zorunda kaldığımız sıkıntılar. Burnumuzun dibindeki adalar o zaman İtalya'ya verilmeseydi (Adalar II. Dünya Savaşı sonrası, 1947'de Yunanistan'a verildi), bugünlerde kıta sahanlığı konusunu tartışıyor olmazdık mesela.
Ege'de petrol ve doğalgaz aranması ile ilgili olarak yaşadıklarımız, bazı kaynaklar bulunacak olursa eğer Lozan'ın bu konuda da ayaklarımıza bağ olacağının göstergesi. Lozan'da halledilemeyen, sonrasında İngiltere ile yapılan ayrı bir anlaşmayla elimizden çıkan Musul ve Kerkük'ün, halen birçok insanın zihninde çözülmemiş bir düğüm olduğunu da, unutmamak gerek.
Bu yüzden, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın Lozan'ı tartışmaya açtığı konuşmasındaki şu vurgu çok önemli: "Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hala Ege'de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hala bunun mücadelesini veriyoruz. Niye? İşte o anlaşmada masaya oturanlar sebebiyle.
O masaya oturanlar, o anlaşmanın hakkını vermediler. Veremedikleri için şimdi onun sıkıntısını biz yaşıyoruz." Lozan'ı tartışmaya açmak, gidenleri geri getirmez elbette. Ancak böylelikle bir zihniyeti açığa çıkarabilmek mümkün olur belki. 1920'lerde başkalarının hakimiyetinde yaşamayı savunan 'mandate' (güdüm) yanlılarının torunları olup, günümüzde "Tam batılılaşmamış Müslümanların, kendi ülkelerini yönetmelerine izin verilemez" tezine sımsıkı sarılanların zihniyetini....
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, Lozan Anlaşması hakkındaki sözlerini bir kez daha hatırlayalım: "Tarihte bize ne yaptılar.
1920'de bize Sevr'i gösterdiler, 1923'te Lozan'a bizi razı ettiler. Birileri de Lozan'ı 'zafer' diye yutturmaya çalıştı. Her şey ortada. İşte şu an Ege'yi görüyorsunuz değil mi?
Bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan'da verdik. Zafer bu mu?
Oralar bizimdi. Oralarda bizim camilerimiz, mabetlerimiz var ama şu anda hâlâ Ege'de kıta sahanlığı ne olacak, havada, denizde ne olacak bunları konuşuyoruz, hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz." Şimdi de Millî Mücadele'nin dönüm noktası olan Erzurum Kongresi Kararları'nın ikinci ve dördüncü maddelerine bakalım:
Osmanlı vatanının tamamıyla ve bağımsızlığın temini ve saltanat ve hilafetin korunması için milli kuvvetleri etken ve milli iradeye hâkim kılmak esastır.
İstanbul hükümetinin, büyük devletler baskısı karşısında buraları terk ve ihmal zorunda kalması ihtimaline göre hilafet ve saltanata bağlılık ve milli hukuku temin eden kararlar kabul edilmiştir.
Millî Mücadele'nin esaslarından ikisi saltanat ve hilâfetin muhafazasıydı. Doğal akışa izin verilseydi bu esaslar, saltanat mensuplarının hayatlarını gurbette, yokluk içinde geçirmelerine sebebiyet veren hoyrat bir radikalliği değil, muhtemelen çoğu Avrupa ülkesinde olduğu gibi meşruti monarşi şeklindeki yumuşak bir geçişi ima edecekti. Hilafet ise manevi gücünden de fazla siyasî ağırlığı sebebiyle önemsenen bir makamdı.
Lozan'da görüşmelere giderken, Mustafa Kemâl'in kürsüden yaptığı 'ihtimal bazı kellelergidecektir' tehdidi üzerine saltanat kaldırıldı.
600 yıllık Devlet-i Âliye'nin 'kellesi' tek celsede alındı.
Lozan görüşmelerine ara verildikten sonra Meclis'te hilafetin kaldırılması üzerine gizli oturumlar başlatıldı. Makam-ı Hilafet'i savunduğu için Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Mustafa Kemâl'in Muhafız Kıtası Komutanı Topal Osman tarafından katledildi. Meclis tek ses haline getirildikten sonra Lozan Anlaşması ilk Türkiye Meclisi'nce kabul edildi. Ardından Yunanistan kabul etti. Hilafet makamı lağvedildi. Hilafet kaldırıldıktan sonra Lozan'ı kabul eden ilk devlet İngiltere değil, Katolikliğin merkezi Vatikan'ın bulunduğu İtalya'dır. İngiltere de anlaşmayı en son kabul eden devlet olmuştur.
Anlattıklarım sadece kronolojik parçalar, bütüne herkes gönlüne yatan yoldan ulaşıyor zaten.
Ancak neticede Osmanlı İmparatorluğu, 'usulünce gömülmemiştir' ve usulünce gömülmeyenler 'geri dönerler.' Bu yüzden, Cumhurbaşkanı bahsetse de bahsetmese de, Lozan gelecek nesillerce de tüm baskılara rağmen tartışılmaya devam edilecektir.
Bu arada Cumhurbaşkanı'nın Lozan'dan bahsederken Yunanistan ve adalar meselesine vurgu yapması önemlidir. Zira "Yunanlıları denize dökmekle" övünürüz ama Lozan'da Yunanlılara karşı bir başarı elde ettiğimizden söz edemeyiz. Detayları girift adalar meselesi bir yana, Batı Trakya'yı Yunanistan'a vermiş, söz verdikleri savaş tazminatını bile alamamışızdır.
Peki neden bugün ve neden Lozan?
Yunanistan Başbakanı Tsipras, Lozan'ı sorgulamamızı 'tehlikeli' bulduğunu söyledi. Çünkü Akdeniz'de süre giden enerji savaşlarında, Yunanistan-İsrail ve Güney Kıbrıs arasındaki ittifak Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı anlaşma sonrası çatırdamaya başladı.
Yapılması planlanan boru hattının amacı, İsrail açıklarındaki doğalgazı Yunanistan üzerinden Avrupa'ya iletmekti. Ancak sonradan İsrail, rota için Türkiye'nin daha verimli ve ucuz olacağını dillendirmeye başladı. İsrail'le yapılan anlaşma sonrası diplomatik ilişkiler tesis edildiği için, bu projenin hayata geçmesinin önündeki tek engel Kıbrıs meselesi kaldı. O yüzden Cumhurbaşkanı'nın Lozan'dan bahsetmesi, öylesine ve durduk yere bir yapılmış bir çıkış değildir.
Ulusalcılarımız Yunanistan'la aynı pozisyona düşmeden önce biraz da bu büyük resme baksalar ve açılanın 83 yıllık eski bir defter değil, tam da bugünün hesabı olduğunu görseler keşke. En azından kendi ülkelerinin menfaati için bunu yapmalılar.
.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1922’da sonlanan öyküsünün başlangıcı, İngiltere ve Fransa ile müttefik olarak Rusya’ya karşı girdiği Kırım Savaşı’dır (1853-1856). Savaş Rusya’nın yenilgisiyle sonlanmış gibi görünmektedir, ama, tarih, asıl kurbanın Osmanlı olduğunu, 1856’da imzalanan Paris Anlaşması’yla dağılma sürecinin başladığını gösteriyor. Kağıt üstünde “galipler safında” görülen Osmanlı’ya, “Hıristiyan azınlık hakları” senedinin imzalatılması, İngiltere’nin Kudüs, Rusya’nın da Patrikhane üzerinde söz hakkı sürecinin başlatılması tarihin en ilginç çelişkilerinden biridir.
Osmanlı İmparatorluğu, sömürgeci güçlerin arasındaki bir savaşa katılmış ve devamında asla kendini toparlayamamıştır. Belki de, cumhuriyeti kuran kadronun 2.Dünya Savaşı’na katılmama kararlılığı, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin bu trajik deneyimine dayanmaktadır. Tabii bir de, İttihat Terakki’nin imparatorluğu sürüklediği Birinci Dünya Savaşı felaketinin korkunç anılarına...
1856-1922 arasındaki süre, Osmanlı’nın var olma mücadelesi ve sömürgeci güçlerin dağılacak imparatorluğun topraklarını paylaşma hazırlıklarından ibarettir. Aslında Osmanlı, 1878 Berlin Anlaşması ile fiilen sonlanmıştır, devamını oksijen çadırında geçirmiştir.
Yıkıcı darbe ABD’den geldi...
Amerika 20’nci yüzyıla, “süper güç olma hedefli” stratejiyle girdi. 1913-1921 arasında Beyazsaray’da oturan Başkan Woodrow Wilson çok önemlidir. Wilson, ilk kez 1914 yılında Bolşevik lider Lenin tarafından dile getirilen “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramını hızla benimsemiş, bu kavramın Avrupa’nın büyük imparatorluklarını (bu arada Osmanlı’yı) dağıtacak bir kavram olarak kullanılmasının yolunu açmıştır. “Demokrasinin yayılması” kavramını ise meşruti krallıkların yıkılması yönünde Amerikan çıkarları için kullanan ilk başkandır.
Birinci Dünya Savaşı’nın 1918 ateşkesiyle sonlanmasından sonra 1919 Paris Barış Konferansı, bu zeminde toplanmış, İngiltere Başbakanı David Lloyd George, ABD Başkanı Woodrow Wilson ve Fransa Başbakanı Georges Clemenceau tam 145 kez üçlü toplantı yaparak savaş sonrasının dünyasını belirlemişlerdir.
Günümüz İsrail devletinin de temelinin atıldığı Konferans’tan tarihimize yansıyan, Osmanlı’nın Ortadoğu’daki topraklarının 1916 tarihli gizli Sykes-Picot Anlaşması çerçevesinde bölüşülmesinin yanında, Trakya ve Batı Anadolu’nun İngiliz egemenliğini “Küçük Asya”ya taşıyacak planla Yunanistan’a verilmesi, Ermenistan-Kürdistan’ın kurulması ve geri kalan Anadolu topraklarının da Amerikan manda yönetimine terk edilmesidir.
23 Nisan 1920’de kurulan “Gazi” Meclis eliyle yürütülen Kurtuluş Savaşı, bu planı tarihe gömmüştür.
Bu nedenle, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması’na, “Türkiye Cumhuriyeti’nin tapu senedi” diyoruz. Bugün yaşadığımız vahim olaylar bize bir gerçeği gösteriyor: Devletler imkan ve kabiliyetlerinin gücü oranında hedeflerine ulaşabilirler.
Günümüzün krizi orada başladı...
ABD, Lozan’da imzacı değil, gözlemciydi, anlaşmadan hemen sonra Türkiye ile “Dostluk ve Ticaret Anlaşması”nı imzalamıştır. Anlaşma, Amerikan Kongresi’nde onaylanmadı!..
Amerikan yönetimi, 1923-1927 arasında, Ankara’ya ilk büyükelçisini göndermek için “Musul sorunu” nedeniyle Anadolu’da İngilizler’in çıkardığı isyanların sonucunu bekledi!.. Beklentisi, genç cumhuriyetin bu belalardan kurtulamayacağı yönündeydi...Türk Kurtuluş Savaşı’nın Wilson Doktrini’nin uzantısı olarak kabul edilen ve günümüz İsrail’i gibi ABD’nin bölgedeki ileri karakolu görevi üstlenecek “Büyük Ermenistan” ve “Kürdistan” projelerini gömmüş olmasını “günü geldiğinde çözülecek bir mesele olarak” kabul etti. FETÖ ve PKK’nın 40 yıllık mazisini bir tesadüf olarak görebilir miyiz, hayır!..
Kıbrıs sorunu nedeniyle Ankara’ya ulaştırılan 5 Haziran 1964 tarihli Johnson Mektubu, 1974 Kıbrıs Harekatı sonrası bir NATO müttefikine konulan “silah ambargosu”, hep bu uzun hedefli stratejinin doğal sonuçlarıydı.
Bugün de, gözümüzün içine bakarak PKK ile müttefikliği sürdürüyor, bu politikasının selameti için planlanmış 15 Temmuz işgal darbesinin arkasında duran görüntü sergiliyor.
“Yüz yıllık hesaplaşma” dediğimiz budur. O hesaplaşma gelmiş, kapımızı çalmıştır. ABD ve Avrupa Birliği’nin 15 Temmuz’dan kaynaklanan hayal kırıklığı, bizim de 15 Temmuz’a “İkinci Kurtuluş Savaşı” dememizin nedeni budur.
Süleyman Demirel’in dediği gibi “geçmişin çamaşırını bugünün güneşinde kurutamayız...”
Şimdi, kapımızdaki belayı nasıl def edeceğimizi tartışma zamanıdır.
Bu işi tarihçilere mi bırakalım? Hayır, biz konuşuruz. Gazeteci milleti, her işi olduğu gibi, “Lozan” meselesini de hale yola koyacak, bir hükme varacaktır.
Bir “amatör tarihçi” olarak kendi düşüncemi söyleyeyim:
Lozan, her şeyden önce, bir anlaşmadır.
Daha doğrusu, bir “uzlaşma.”
İki taraf (savaşın galibi ve gözlemcisi) bir masada oturmuş, bundan sonra ne olacağına (sınırların nasıl teşekkül edeceğine) ilişkin uzlaşmaya varmışlardır. Lozan, bu yönüyle de, “ilan edilmiş yeni devletin tapu senedi”dir.
İster “Lozan hezimettir” fikriyatını benimseyin, ister “Lozan zaferdir” fikriyatını benimseyin, Lozan’ın aynı zamanda “tapu senedi” yerine geçtiği gerçeği değişmeyecektir.
Soru şu:
Lehimize olan bir tapu senedi midir bu?
Bir görüşe göre (hayli yaygın bir görüştür bu), Lozan’da alabileceğimizin en düşük limitine razı olduk. Bir diğer ifadeyle, İngilizler tarafından kandırıldık. Musul konusunda ısrarcı olabilirdik. Batı Trakya’yı bu kadar kolay terk etmeyebilirdik. Batum ve Halep’i topraklarımıza katabilirdik.
Musul’dan vazgeçmemizin kabahatlisi olarak, hep İsmet Paşa görülür. İsmet Paşa’nın muhaberat anlayışı başımıza bu işleri sardırmıştır; yani “kolayca” Musul’dan vazgeçmemize neden olmuştur. (Ankara-Lozan arasındaki yazışmalar güya şifreliydi. Şifrenin İngiliz ajanları tarafından çözüleceği, Mustafa Kemal Paşa’nın “Durum böyleyse, Musul’da daha fazla ısrarcı olmayınız” mealindeki sözlerinin İngilizlere cesaret vereceği hesap edilememiştir.)
Bir görüşe göre, Lozan zaferdir.
Kemal Kılıçdaroğlu gibi, “eksik bilgi”yle ve içgüdüleriyle tartışmaya duhul eden tipler, özellikle “zafer” boyutu üzerinde dururlar.
Bir önceki yönetim (yani Osmanlılar) Sevr’i imzalamıştır; İmparatorluğun parçalanmasına, Doğu’da bir Ermenistan ve Kürdistan kurulmasına imza vermiştir. Mustafa Kemal Paşa da, imzalanmış bu metni yırtıp atarak, düşmanı “Lozan”a icbar etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur.
Bir görüştür bu. Ama yanlış bir görüştür. Boş laftan ibarettir.
Bir kere, kimse “Sevr” diye bir anlaşma imzalamadı.
Sevr, bir “dayatma” olarak gündeme getirilmiştir ama altında Padişah’ın imzası yoktur. Kadük kalmış ve “anlaşma” hüviyeti kazanmamış bir anlaşmadır. “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” maksadıyla önümüze konulmuştur.
Bir önceki yönetimin imzaladığı anlaşma, “Mondros Mütarekesi”dir. Altında Rauf Bey’in imzası vardır. Hani, Lozan müzakereleri döneminde TBMM hükümetinin Başbakanı olan ve heyete dâhil edilmediği için (dâhil edilseydi, Mondros’ta yaptığı hataları “kendince” tamir edeceğini düşünüyordu) kırılıp küsen Rauf Bey... (Rauf Bey, ayrıca, gıcık olduğu İsmet Paşa’ya tercih edildiği için, küskünlüğünü kronikleştirecektir.)
Lozan, bir tapu senedidir ama kötü bir tapu senedidir. Ali Şükrü Bey’in dediği gibi, “daha iyisi olabilirdi...” (Bu Ali Şükrü Bey, Lozan aleyhtarı tutumu nedeniyle öldürülmüştür. Bu cinayetle birlikte karışan ve Lozan’a sıcak bakmadığı için “problem” olarak görülen Meclis Nisan 1923 yılında Mustafa Kemal Paşa tarafından feshedilmiş, muhaliflerin yer almadığı yeni bir Meclis ihdas edilmiştir. Lozan’ı onaylayan bu Meclis’tir. Ama İngilizler işi ağırdan almış, Meclis’imizin sektirmeden onayladığı anlaşmayı imzalamak için Hilafetin kaldırılmasını beklemişlerdir. Yani bir kazık daha atarak tapuyu daha da kötü hale getirmişlerdir.)
Lozan’ın “kötü bir tapu senedi” olduğuna en büyük kanıt, Mustafa Kemal Paşa’nın sonradan Musul ve Hatay konusunda birtakım girişimlerde bunmasıdır.
Musul’a güç yetiremedi ama Hatay’ı Fransız boyunduruğundan kurtarmasını bildi. Tapuyu onarmaya çalıştı...
Bugün başımızdaki gailelerin (terör, sınırlarımızdaki kaotik durum, vs) temelleri, Lozan’da atılmıştır. Dönemin yöneticileri, bugün ne tür problemlerle karşılaşacağımızı (ne yazık ki) öngörememişlerdir. Belki öngörmüşlerdir de, değiştirmeye güç yetirememişlerdir.
Buradan bakarsanız, Lozan bir hezimettir.
Bunu dillendirmek, “kurucu iradeye savaş açmak” değildir.
Lozan’ı tabulaştırmanın ve “üzerine söz söyletmem” tavrına girmenin alemi yok.
Doğru bilgiyle ve suhuletle tartışalım.
Kemal Kılıçdaroğlu gibi provokatörleri de mümkün mertebe uzak tutalım.
HAMİŞ
Bu notu, alınganlık gösterecek tarihçiler için düşüyorum. Bu işi gazetecilere bırakmayın. Kendiniz tartışın. Lozan’a “kutsal metin” muamelesi yapmadan, bir gerçeği dillendiren siyasetçileri düşmanlaştırmadan yapın bunu. Biz de müstefit olalım.
"Lozan zafer mi hezimet mi?”
Kadir Mısıroğlu’nun yıllar önce kitabına başlık olarak koyduğu bu soru, içinde o kadar geniş bir tartışmayı barındırıyor ki...
Onun için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Sevr’de ölümü gösterdiler ve Lozan’ı bize zafer diye yutturdular” sözünün tansiyonu birdenbire yükseltmesine şaşırmamak gerekir.
Gelinen nokta, 93 yıl sonra Cumhurbaşkanı’nın tartışmanın bir yerinde, hem de nerede ise asırlık resmi çizgiden farklı olarak sorgulayıcı konumda yer almasından ibaret.
Aslında Lozan tartışması, daha anlaşma müzakerelerinin yapıldığı günlerde başlamış ve Büyük Millet Meclisi’nde kıyametler kopmuş. “Şurası misak-ı milli içindeydi, neden bıraktınız?” soruları çınlamış Meclis duvarlarında...
Lozan, Osmanlı’nın reddi, Cumhuriyet’in kuruluş belgesi gibi idealize edilince, hatta kutsanınca bir başka tartışma damarı açılmış.
Lozan denilince birçok başlık var aslında tartışılacak.
Aslında Lozan’ı imzalayan İsmet İnönü, nihai noktada ona imza yetkisi veren Mustafa Kemal de, onları onaylayan Meclis iradesi de, Lozan’ı savunma sadedinde “Orada alınabilecek olanların alındığı” kanaatindedirler. Bunun altına Birinci Dünya Savaşına girerken Osmanlı’nın zaten bittiği, savaş sonunda mağluplar safında kaldığı, Anadolu’nun canını dişine takarak milli mücadeleyi verdiği ama savaşı daha öteye götürecek takatinin bulunmadığı kanaatleri de eklenir.
Bir şey daha söylenir: Yeni Türkiye güçlendikçe, Lozan’ın problemli yanlarını restore etmeye yönelmiştir. Hatay’ın ilhakı, Boğazlar statüsünün Montreux sözleşmesi ile değişmesi gibi...
Bu savunmaya yönelik sorgulama ise “Batı dünyasının, özellikle İngiltere’nin düşmanlığından çekinildiği için Lozan’da direnilmemiştir” şeklinde sürüp gelir.
Bir şey daha denir: Lozan’da aslında Türkiye’nin sistem sorunu tartışılmış ve o gün İtilaf Devletleri, bugün ise toptan “Batı dünyası” dediğimiz dünyanın “Yeni Türkiye”ye düşmanlık etmemesi öngörülmüştür.
İsmet İnönü, bir değerlendirmesinde mealen “Lozan o kadar güçlü bir anlaşmadır ki, yıllar içinde pek çok anlaşma değiştiği halde o değiştirilememiştir” der.
Ben de: “Gücümüz yetseydi değiştirirdik ama Lozan’ı imzalayan ülkeler öyle bir çıkar dizaynı yaptılar ki, onlar ondan vazgeçmedikçe biz değiştiremiyoruz.”
Misak-ı Milli içinde yer alan Musul-Kerkük Lozan’da çözülmedi. Milletler Cemiyeti’ne havale edildi, orada da etkili olamadığımız için çözümü İngiltere belirledi.
Hezimet mi? Tabii ki hezimet ama “Güç kullanamama”nın getirdiği hezimet.
Tabii burada “Gücümüz yoktu da mı kullanamadık, yoksa güce tasarruf edecek olanların basiret, kararlılık vs. yetersizlikleri ile mi kullanılmadı?” sorusu sorulabilir.
Bugüne gelirsek...
Sayın Cumhurbaşkanı konuyu Moody’s’in not düşürme kararı üzerine gündeme getiriyor, anlaşılan Moody’s kararını “Batı’nın oyunları” çerçevesinde görüyor, Lozan’la o bağlamda ilişkilendiriyor, o günün yöneticileri bu oyunlara boyun eğdi, hatta “Millete Lozan’ı zafer diye yutturdular” diyor, devamında da bunlara boyun eğilmeyeceğini söylüyor.
Aslında “Güç sınaması” devletlerin uluslararası ilişkilerinde her zaman gündemdedir.
Lozan’ın ortaya çıkardığı ve diyelim o günkü yöneticilerin göğüsleyemediğini düşündüğümüz problemli, ülkemiz çıkarlarına aykırı hususları bugün düzeltme imkanından söz edilebilir. Ama yine ortaya gerekli gücün konulabilmesi şartıyla.
Hani şu sıralar konuşulan ve uluslararası odaklarca planlandığı var sayılan “Sykes-Picot’nun güncellenmesi” konusu da, bir tür Lozan restorasyonunu içermektedir. Üstelik Türkiye’nin ve bölge İslam ülkelerinin çıkarlarını tehdit eder nitelikte.
Bugün de şu veya bu şekilde güç kullanmamız gerekiyor. İttifaklar da bir güç oluşturma çabasıdır, kendi ekonomik - siyasi - askeri varlığımızı büyütme çabalarımız da. Suriye’ye öyle girebiliyoruz veya giremiyoruz. Irak’ta öyle varız veya yokuz. Ege adalarını öyle bizim kılabiliyoruz veya kılamıyoruz. Rusya ile İsrail’le ilişkilerimizi bu çerçevede revize ediyoruz. Milli Savunma Sanayii alanındaki hamlelerimiz bu sebeple bizlerde ümitler oluşturuyor. Elhasıl İslam dünyasında yeni bir varlık inşa etmeye yönelmemiz de bu sebeple.
Lozan Cumhuriyet'in tapusudur
Son günlerdeki siyasi demeçleri dinledikçe, "neden Japonlar çocuklarına konuşmadan önce dinlemeyi öğretiyor?" sorusunun cevabını verdim; "Boş konuşmasın, yanlış söz söylemesin, cehaletini ilim diye takdim etmesin" endişesiyle bu yolu seçmişler. Ne yazık ki insanların cehaletlerini ilim diye takdim ettikleri disiplinlerin başında tarih geliyor.
Tarih, okumak ve derinleşmek ister. Tarihi olayları kendi şartlarında değerlendirmek kolay iş değildir. Bu sebeple çok dikkatli bir çalışmayı ve sabırla arşiv dokümanları üzerinde araştırmayı elzem kılar.
Tek hedef: Vatanın kurtulması
TV'de bir program izliyordum. Konuşmacı Birinci Meclis çatısı altındaki 2. grubun temel çizgilerini sayarken hem de isimlerini vererek; bu değerli, onurlu insanların manda taraftarı olduklarını, Millî Mücadeleye bu yüzden karşı tavır aldıklarını söylüyordu. İşin aslı ise 2. grubun endişesi M. Kemal'in Meclis Başkanı ve Başkomutan olarak sahip olduğu yetkilerle diktatörlüğe yönelebileceğiydi. Halbuki M. Kemal Paşa'nın tek hedefi vardı: Vatanın kurtulması. Aslında ihtilafın 2. gruba göre kaynağı; Saltanat ve hilafetti. Kemal Paşa: "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diyor ve bu inancından asla taviz vermiyordu.
TV'deki konuşmacının Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey ile Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey'in Millî Mücadeleye karşı oldukları yalanını sorumsuzca ifade etmesinden elem duydum. Bu grubun başı olan Başbakan Rauf Orbay ise M. Kemal Paşa ile Samsun'a beraber çıkmıştı. Erzurum yolculuğunda Havza'ya yaklaşırken Paşa, Rauf Bey'e "Rauf, Millî Mücadele başarıya ulaştıktan sonra Saltanatı kaldırsak ne dersin?" deyince cevap çok açık ve kısa olmuştu; "Paşam ben, nimetleriyle var olduğum insanlara hıyanet etmem". Eğer Ş. Süreyya Aydemir'in "Tek Adam" kitabını dikkatle okursanız o günlerin her türlü unvanından istifa etmiş Kemal Paşa'sının yaşadığı ruh buhranlarında Rauf Bey'in bir kaya gibi O'nun yanında olduğunu görürsünüz. Ne yazık ki iş bu kadarla bitmiyor. "Lozan hezimet mi, zafer mi?" başlığıyla akıl almaz iddialar öne sürülüyor.
Türkiye bir örtülü savaş halinde
Çok şükür bu memlekette bu şuursuzluğu aşmış değerli ilim adamları, araştırmacılar ve onların eserleri vardır. 1683 II. Viyana Kuşatması mağlubiyetinden sonra uluslararası sözleşmelerde galibiyet aldığımız tek belge Lozan'dır. 1699 Karlofça Barışı'yla başlayan gerileyişimiz Çatalca'ya kadar dayanır. Hristiyan dünyası ve panslavist halklar Türklüğü yok etmek için üstümüze gelmiştir. Bu asırlarda milletimiz her türlü ihanete uğrayarak savaşmıştır. Romanyalı diplomat G. Djuvara'nın yazdığı "Türkiye'nin Paylaşılması Hakkında Yüz Proje" kitabında yer alanlar teker teker uygulamaya konulmak istenmiştir. Sevr bu anlayışın zirvedeki başarısıdır. Ancak M. Kemal'in önderliğinde ayağa kalkan milletimizin verdiği Kurtuluş Savaşı'yla bu zirve parçalanmış, onun yerine Aziz Atatürk'ün tarifiyle; "Türk ulusu aleyhine yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması'yla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın çöküşünü bildiren belge Lozan Barış Antlaşması" olmuştur. Lozan ile uğraşmak nafile bir gayrettir. Lozan'da yapılması mümkün olan yapılmıştır. Şu anda bir darbe teşebbüsünü bastırmış olan TSK, Suriye'de açıkça ABD ile çatışma halindedir. Yurt içindeki bazı kişi ve çevrelerin bu darbe teşebbüsünü bahane ederek TSK'ya kesintisiz bir biçimde saldırdığını görüyoruz. Şu anda Türkiye terör örgütleri ve bunları oynatan güçlerle tam bir örtülü savaş halindedir. Türkiye'nin bütünlüğe, birliğe, milli düzeyde kesinlikle uzlaşmaya ihtiyacı var. Bunun yolu Cumhuriyet'e ve O'nun değerlerine sahip çıkmaktır. Ama ne görüyoruz? Cumhuriyeti kuranlar başta Atatürk ve Cumhuriyetin dayandığı temel prensipler ve felsefe yıpratılmak isteniyor. Bu tavırları ülkemizin hayrına görmek ve değerlendirmek mümkün değildir. Atatürk'le ilgili vicdansız sözler yayılıyor. Ordu hakkında uydurulmuş şerefsiz yalanlar her gün yenileniyor. Nankörlük hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Hele devlet adamlarının, devlet yetkililerinin nankörlüğü onları ebediyen siyah çerçeveler içinde kalmaya mahkum edecektir.
Türkiye öylesine ağır iç ve dış politika şartlarında bulunuyor ki bütün siyasi kadrolara düşen ülkenin yürek yakan sorunlarını görüp çare üretmektir. Dağ gibi sorunlar çözüm beklerken Yunanlar Ege Denizi'ndeki adalarımızı teker teker alırken bu yok oluşu sadece seyredenlerin Cumhuriyetin var oluş belgesi olan Lozan'la kavgalarını anlamak ve izah etmek mümkün değildir.
Kaynak: Lozan Cumhuriyet'in tapusudur - Agah Oktay GÜNER
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
MUSUL
Son süreçte güç kazanan Esad rejiminin, Rusya himayesinde, konumunu “Suriye barışı” için yeniden tahkim etme arzusu, Rakka’ya giden yolu şimdilik tıkamış gözüküyor. Özellikle DAİŞ sonrası ortaya çıkacak iktidar alanının taksimatı ,paylaşımı üzerine Rusya ve ABD ciddi bir anlaşmazlık içinde. Bir süre daha bu pazarlık ve planların masaları aşındıracağı anlaşılıyor. Ama öte yandan Musul’a yapılacak “sefer” için tarafların birlikte hareket etme konusunda ciddi mesafeler aldığı görülüyor ve güvenilir kaynaklardan gelen haberlere bakılırsa da,operasyonun neredeyse eli kulağında.
Aslında tarihsel, jeopolitik ve stratejik değerleri bakımından Musul, Türkiye’yi Rakka’dan daha çok ilgilendiren bir meseledir. Rakka, Türkiye için çok ciddi bir prestij meselesiyken, Musul meselesi çok doğrudan ulusal çıkarlar ile ilgili bir meseledir. Cumhurbaşkanı Erdoğan boşuna “Lozan’ı” diline dolamıyor. Lozan, Musul’un İngilizlere hibe edildiği antlaşmanın adıdır. Resmi tarihin resmi bir ideoloji üretmek üzere Lozan’a olumluluklar atfetmesi anlaşılır bir durumdur; ama doğru mudur? Hayır doğru değildir. Büyük bir toprak kaybını hiç kimseye “büyük zafer” diye anlatamazsınız.
Musul’un Türkiye açısından bir tarihi önemi vardır, bir manevi önemi vardır ve bir de jeopolitik öneminden gelen stratejik önemi vardır. Meseleyi bu bütünlük içinde yerli yerine koyunca haliyle Türkiye’nin Musul’da olan bitene kayıtsız kalmayacağı daha anlaşılır hale gelir. Musul ve Lozan’ı aynı parantezin içinde kullanmak, artık kaçamayacağınız bir gerçek olur.
DAİŞ’in Musul üzerinden Türkiye dış politikasına nasıl büyük zararlar verdiğini daha önceki yazılarımda ayrıntılarıyla ifade ettiğim için, o büyük kötülüğü bir kez daha anlatmaya kalkışmayacağım. Ama eğer onur denilen, haysiyet denilen kavramlar insani değerleri ifade ediyorlarsa, Türkiye sırf onuru için, şerefi için, haysiyeti için Musul’un DAİŞ’ten temizlenmesine duyarsız kalamaz. Türkiye, mümkün olan bütün imkanlarıyla DAİŞ belasını tepelemek için güçlerini seferber gerekiyor. Bu kararı tartışmak bile artık abesle iştigaldir.
Musul operasyonuyla ilgili açıklamalarda bulunan Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) Musul sözcüsü Said Mamuzini, Musul operasyonunun Ekim ayının ilk haftasında başlayacağını belirterek, şöyle konuştu:
“...Operasyonun Ekim ayının ilk haftası başlaması yönünde karar alındı. Şimdi son hazırlıklar yapılıyor. Musul öncesi Kürt yerleşim yerleri peşmerge güçleri tarafından özgürleştirildi. Barzani, Karagöz ve Tılkef alındı. Peşmerge Musul sınırına dayandı. Peşmerge’nin Musul’a varmasına 5 kilometre kaldı. Irak ordusu da kendi cephesinden saldırıya geçti ve Musul sınırına dayandı. Irak ordusu geçenlerde Şergat bölgesini IŞİD’den aldı. Şergat Musul’a yakın. ABD askerleri şimdi Şergat bölgesinde üs kurmuş ve konumlanmışlardır..”
“Musul operasyonu 5 koldan aynı anda başlayacak. Operasyona binlerce peşmerge savaşçısı ile Irak ordusundan büyük bir güç katılacak. Peşmergenin Musul kent merkezine girme yetkisi olacak ancak peşmerge güçleri Arap-Kürt hassasiyeti nedeniyle kent merkezine girmeyecek. Musul operasyonu nedeniyle ABD ile peşmerge güçleri arasında geçtiğimiz ay bir anlaşma oldu. Bu anlaşma çerçevesinde peşmerge güçlerine silah ve para yardımı yapılıyor. Koalisyon ülkeleri operasyonda yoğun bir hava ve silah desteği verecekler. Yoğun hava desteği nedeniyle operasyonun birkaç ay içinde başarılı olmasını bekliyoruz.”
Operasyona kimlerin katılacağının belirlendiğini dile getiren Mamuzini, “İran’a yakın Haşbi Şii örgütü katılmayacak. ABD bunları istemiyor. Türkmen örgütler katılacak. Eski Musul Valisi Asil Nuceyfi’ye bağlı olan Haşdi Vatani Türkmen örgütü de operasyona katılacak. Türkiye bu güçleri zaten operasyon kapsamında eğitiyor. YBŞ güçleri de Mahmur ve Şengal bölgesinde Irak ordusu ile operasyona katılacak” dedi.
Musul operasyonu bu kadar yakın ve bu kadar hakikat haline gelmişken, “meleklerin cinsiyetini tartışmak” hiç kimsenin yararına olmaz. Biz istesek de istemesek de tarih yeniden yazılıyor; ya öznesi olursunuz ya da herkesin üstünde tepindiği nesnesi. Seçim sizin.
Basit sorular sorarak ilerleyelim. Karmaşık gibi görünen ya da bilerek isteyerek karmaşık hale getirilen sorunlara karşı benim tavrım açık; ya tarihsel düşünür ve bu yöntem ile tarihsel geri plan içinde “gezinerek” bugünü açıklayan ipuçların izini sürerim ya da akıl yürütmenin basit kurallarına sığınıp, kendi basitliği için meseleyi anlaşılır hale getirmeye çalışırım.
Musul meselesini iki döneme ayırıp, meselenin merkezine yönelteceğimiz sorular, öyle sanıyorum meselenin anlaşılır hale gelmesinde önemli oranda ön açıcı olacaktır.
1- 2003 yılında kabul edilen Irak geçici Anayasasının 58. maddesine göre Musul ve 2005 yılında kabul edilen Daimi Anayasanın 140. maddesine göre Musul.
2- 10 Haziran 2014 de DAİŞ’in işgal ettiği Musul.
Bugün Musul operasyonu adıyla gündemimize yerleşen sorun esasen, Musul’un DAİŞ’ten temizlenmesi sorunu olarak ifade ediliyor. Ama meselenin bu kadar basit olmadığını yapılan baş döndürücü pazarlıklardan ötürü biliyoruz. Pazarlıkların merkezinde sadece Musul’un DAİŞ’ten kurtarılması yer almıyor. Mesele temel olarak Musul’un DAİŞ’ten kurtarıldıktan sonra kaderinin ne olacağında düğümleniyor.
Tam da bu noktada operasyona katılmak isteyen devletler ve güçlerin Türkiye’yi neden dışlamak istedikleri önem kazanıyor. Öyle ya, insanlık düşmanı olan DAİŞ’le mücadele etmek isteyen Türkiye’nin önü neden ve hangi amaçlarla kesilmek isteniyor? Aklı başında herkes, bütün dünyanın DAİŞ ‘e karşı savaşmasını isterken, İran, Irak ve ABD neden Türkiye’yi bu mücadelenin içinde aktif olarak istemiyor?
İşte bu soruların doğru ve gerçek cevaplarını bulmak için biraz geriye giderek, 2003 sonrası Irak’ın nasıl inşa edilmek istendiğine bakmak lazım.
2003 yılında, Baas rejiminin devrilmesinden sonra kurulan ve çeşitli dini, siyasi ve etnik liderlerden oluşan 25 kişilik kurul Irak geçici anayasasını hazırladı. Hazırlanan geçici anayasanın 58. maddesi Musul ve Kerkük vilayetlerinin statüsü için referandum yapılmasını öngörüyordu. Bu madde oylandı ve meclis tarafından onaylandı. Ama çeşitli bahaneler ileri sürülerek söz konusu maddenin gereği yerine getirilmedi.
2005 yılında, Irak daimi Anayasası kabul edildiğinde de aynı sorunlar 140. madde olarak anayasada yerini aldı. Özellikle Şii güçlerin merkezi hükümette ağırlık kazanmasıyla anayasanın amir hükümleri, bilerek isteyerek savsaklandı ve siyasi mücadelenin “kutuplaştırıcı” ana malzemesi haline getirildi. İran’ın sınırsız desteğiyle Irak siyasetini ve yeni federal yapıyı domine etmek isteyen Şii güçlere karşı, Kürtler de çok ciddi adımlar atmaya başladı.
7 Mayıs 2006’da yeni bölgesel hükümetin kuruluşu sırasında “Kürdistan Bölgesi Dışındaki Bölgeler Bakanlığı” adlı yeni bir bakanlık kurdu. Bu bakanlık, Ninova (Musul), Kerkük, Hanekin, Sincar, Şeyhan, Zummar vb. gibi yerlerle ilgileniyor ve aynı zamanda tıpkı bir dışişleri bakanlığı gibi Kürt bölgesinin uluslararası ilişkilerini takip ediyordu. Söz konusu bakanlık bir taraftan merkezi hükümet nezdinde anayasanın 140. Maddesinin uygulanması için geniş çaplı çalışmalar yaparken, diğer taraftan, Kürdistan Bölge Başkanı Mesut Barzani, anayasanın 140. maddesinin uygulanması konusunda özel temsilci atıyordu. Bölgesel Kürt Meclisi de Meclis Başkan Yardımcısı Kemal Kerküki başkanlığında anayasanın 140. maddesinin izlenmesi için bir komisyon görevlendirmişti.
Bununla yetinmeyen Bölgesel Kürdistan yönetimi, merkezi hükümete yeni bir anayasa teklifinde bulundu. Yeni Anayasa teklifini kendi meclisinde oylayıp kabul eden Bölgesel yönetim, bu Anayasanın 2. maddesinde Kürdistan bölgesel yönetimin sınırlarını şöyle tarif ediyordu. “Irak Kürdistanı Dohuk ili, bugünkü idari sınırlarıyla Kerkük, Süleymaniye, Erbil illeriyle Ninova (Musul) ilinin Akre, Şeyhan, Sincar, Telafer, Tilkef, Karakuş, Zummar, Başıkıiye ve Eski Kelek kentlerinden; Diyala ilinin Henekin ve Mendeli kentleri ve 1968 yılı öncesi idari sınırlarıyla Vasıt ilinin Bedre kenti ve Cessan bölgesinden oluşmaktadır..”
Ve dananın kuyruğu kopuyordu. Perşembe günü kaldığım yerden devam edeceğim.
Zafer mi?
Bugünlerde Alman medyasını iflasın eşiğinde olan Deutsch Bank’ı Erdoğan (Türkiye) alacak korkusu sardı. Bu bankanın hisse senetleri 14 Mayıs 2007’de 101.2 euro iken 30 Eylül 2016’da 10 euronun altına düşmüştür. Avrupa bankalarında yaşanan paniğin boyutlarını gösterir bir diğer veri de Avrupa Merkez Bankasına gelen likidite talebi 6 trilyon 348 milyar dolar olmasıdır. Avrupa Bankalarının tamamına yakınının değeri düşüyor. Çin’de Hua Xıa Bank hisse senetlerini satmaya hazırlanıyor.
S. Arabistan’ın 250 milyar doları tehlikededir. Birleşik Devletler tarafından 11 Eylül’ün suçlusu olarak görülen S. Arabistan, ABD parlamentosunun kararı üzerine bu paraya tazminat bahanesiyle el konulabilir endişesi taşımaktadır. Bu ise Suudi prenslerinin servetlerinin azalması demektir. S. Arabistan dolarlarını çekme telaşı içindedir. ABD ile Fransa arasında Afrika’da ekonomik bir savaş yaşanmaktadır.
Hemen hemen bütün CHP’liler Kılıçdaroğlu’ndan 1923-50 arasındaki CHP iktidarının yaptıklarını “tabu” olarak kabul etmesinde ısrarlıdır. Lozan elbette zafer değildir. Olsa olsa hezimettir. Savaş meydanlarında kazandık ama masada mağlup gibi kaybettik. Anlaşma öncesinde 4 milyon kilometrekare olan topraklarımızın, anlaşma ile birlikte nerede ise yüzde 80’ini kaybettik. Şimdi onu da işgal peşindeler.
Lozan müzakereleri sırasında Türkiye’de çok kıymetli ve tecrübeli diplomatlar vardı. Şayet onlar görüşme heyetinde yer almış olsalardı yüzde 80 kaybımız olmadığı gibi Musul petrollerini de kaybetmezdik. Diplomasinin “D”sini dahi bilmeyen İnönü’nün Lozan’a gönderilmesi hataların en büyüğüdür. Lozan’da hezimete uğramaz ya da daha az hasara uğramış olurduk.
İnönü Cumhurbaşkanlığı döneminde bir yıl vapur ile İstanbul’dan İzmir’e giderken Ege Denizindeki Yunan adalarını görünce ''bu adaların bu kadar yakın olduğunu bilmiyordum'' itirafında bulunmuştur. Ama yaptığı çok büyük bir kusurdur. İnönü hiçbir savaşı kazanamamıştır. Tarihte İnönü Zaferi olarak bildiğimiz koca bir yalandır. Bu savaşta Yunan ordusu yanlış istihbarat neticesi geri çekilmiştir.
Son yıllarda çektiğimiz bütün sıkıntıların kaynağı Paralel Yapı’dır. Paralel Yapı mensuplarının ıslahı imkânsız denecek kadar zordur. Henüz çocuk yaşta evlerde ve bilahare yurtlarda beyinleri yıkanan bu gençler ilk önce ailelerinden koparılmıştır. İkinci safhada cemiyetten tecrit edilmiştir. Hatta Zaman gazetesinden başka gazete okumaları dahi yasak edilmiştir.
Gülen’in bir yığın sapık ve İslamiyete aykırı kitaplarının dışında bütün İslami eserlerden tecrit edilmişlerdir. Böylece ümmet şuurundan koparılmış, kendileri dışındakileri öteki olarak görmüşlerdir. Daha sonra kendilerinden olmayanları düşman saymışlardır. Ve böylece o malum gecede yani 15 Temmuz’da kendi halkına ateş açmışlar, kendi meclisini, kendi polisini bombalamışlardır.
Bu insanlar bu robotlaşmanın son safhasında Ehl-i Sünnetten ve İslamiyetten uzaklaştırılmışlardır. 3 semavi dinin karması yani yeni bir inanç sistemi içinde öz inançlarını tahrip ettiler...
12.10.2016
|
Bugün 152 ziyaretçi (179 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|