ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Müslümânın önce Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennemin ebedî azâbından kurtulanlar, bu itikâd üzere olanlardır.”
"Ehl-i Sünnet" terimi, daha ziyâde izâfet (tamlama) hâlinde, yani “Ehl-i Sünnet İtikadı veya Akîdesi”, “Ehl-i Sünnet Mezhebi”, “Ehl-i Sünnet Yolu”, “Ehl-i Sünnet Fırkası”, “Ehl-i Sünnet ve Cemâat Fırkası”... şeklinde kullanılır...
En büyük âlim ve velîlerden olan İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
“Âkıl (akıllı) ve bâliğ olan (ergenlik yaşına/çağına ulaşan) her erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini/îmân bilgilerini/inanılacak şeyleri öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette yani öldükten sonraCehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır.” [Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Ehl-i Sünnet itikadı sana önce lâzım olan,
Yetmiş üç fırka var amma, Cehennemlik geri kalan,
Müslümânlar hep Sünnîdir, cümlenin reîsi Numân,
Cennet ile müjdelendi, îmânda bunlara uyan.” [İmâm-ı Rabbânî]
“Müslümânların birinci vazîfeleri, itikadı düzeltip, Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh (İslâmiyet'in emir ve yasaklarla ilgili) bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır.” [Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, İ’tikâdnâme/el-Îmân ve’l-İslâm]
Kıymetli Osmânlı âlimlerinden Taşköprüzâde’nin de ifâde ettiği gibi:
“Ehl-i Sünnetin akâidde iki kolu vardır: 1) Mâtürîdiyye mezhebi: Bunun imâmı Ebû Mansûr Mâtürîdî’dir (rahimehüllah). 2. Eş'ariyye mezhebi: Bunun da imâmı Ebü'l-Hasen Eş'arî’dir (rahimehüllah). İkisinin de bildirdiği îmân esasları aslında aynıdır. Yalnız aralarında, teferruâtla ilgili, îzâh, ifâde ve üslûb tarzından doğan cüzi bazı farklılıklar vardır.”
“Allahü teâlânın bildirdiği her dîn iki kısımdır. Biri, kalp ile inanılması lâzım olan bilgiler, diğeri beden ile veya kalp ile yapılacak ibâdet bilgileridir. Bunlardan itikad esasları her dînde aynıdır, dînin aslı ve temelidir; dîn ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları ve yaprakları gibidir. Her Müslümânın önce itikadını düzeltmesi, Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennemin ebedî azâbından kurtulanlar, ancak bu itikâd üzere olanlardır.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Kalbe gelen bütün mânevî ahvâli/hâlleri, keşifleri (buluşları) bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i Sünnet i’tikâdı ile süslemeseler, kendimi mahvolmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i Sünnet i’tikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.” [Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr]
14.03.2016
Ehl-i sünnet itikadının önemi
R AYVALLI
“İtikâdda mezhebimiz olan Ehl-i Sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur, onlar Cehennem'e gideceklerdir..."
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Ey Peygamberim! Dînde fırka fırka ayrılanlarla senin hiçbir ilgin yoktur. Onların cezâlarını Allahü teâlâ verecektir. Kıyâmet günü Allahü teâlâ, dünyâda işlediklerini onlara hâtırlatacaktır.” [En'âm sûresi, 159]
Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Benî İsrâîl, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Hıristiyânlar) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem'e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” [Tirmizî]
“İtikâdda mezhebimiz olan Ehl-i Sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur, onlar Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü itikâd mezheblerinin yetmiş üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk olacağını Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermiştir. Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki fırkaya “bid'at (dalâlet, sapıklık) fırkaları” denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine “ehl-i kıble”, “Müslümân”denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde bulunduğunu söyleyen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve Müslümânlar arasında yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur.” [Ahmed Tahtâvî, Hâşiyetü’t-Tahtâvî; İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî]
“Cehenneme girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bid'at fırkası, ehl-i kıble oldukları için bunların hiçbirine kâfir dememelidir. Fakat bunların, dînde inanılması zarûrî, lâzım olan şeylere inanmayanları ve “Ahkâm-ı Şer'iyye”den her Müslümânın işittiği, bildiği şeyleri tevilini bilmeden reddedenleri kâfir olurlar.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Ehl-i Bid'at=Bid'at Ehli, Bid'at sâhibi”: “Bid'at sâhipleri; Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmının bildirdikleri doğru itikâddan/inanıştan (Ehl-i Sünnet itikâdından) ayrılanlar; itikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dînde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformculardır. Hadîs-i şerîfte Cehennem'e gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkadan her biridir.”
İbrâhîm Hakkı Erzurumî (rahmetullahi aleyh), bir şiirinde buyurmuştur ki:
Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâbının (aleyhimürrıdvân) yolunda bulunanlara, onların bildirdikleri itikâd üzere inananlara “Ehl-i Sünnet” denilir.
Allahü teâlâ, Müslümânlardan, Peygamber Efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber Efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullah’ın bildirdiği gibi inanmış, itikâdda (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır.
Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrenmişlerdir. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet itikâdını) bildirmişlerdir. Eshâb-ı kirâm, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan ve “Tâbiîn” denilen Müslümânlara öğretmişlerdir. Tâbiîn de, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirmişlerdir. Sonra gelen “Tebe-i Tâbiîn” ve daha sonra gelenler (“Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîn”), bunlardan ve bunların kitaplarından bu bilgileri öğrenmişler, kendilerinden sonra gelenlere nakletmişlerdir...
Eshâb-ı kirâmın, Peygamber Efendimizden naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiçbir şey ekleyip çıkarmadan kabul edip onlar gibi inananlara “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat fırkası” veya “Fırka-i nâciye”; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, “bid’at fırkaları” veya “Fırka-ı dâlle (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar)” denildi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Müslümânların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan kendisinin ve Eshâbının yolundan gidenlerin (Ehl-i Sünnet ve cemâat itikâdında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir.
Hadîs-i şerîfte; “İsrâiloğulları, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Hıristiyânlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur” buyurulmuştur.
Eshâb-ı kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; “Cehennem’den kurtulan fırka, Benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.
Mezhepler târihi ile ilgili kitaplarda bildirildiğine göre, hadîs-i şerîfte bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan Hâricî, Râfızî ve Bâtınî gibi bâzıları meşhur olmuş, bunlar da kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı tesirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri itikâd ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan zamanımıza kadar gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhâfaza etmiştir...
21.03.2016
Ehl-i Sünnet" itikadının esasları
Peygamberler (aleyhimüsselâm), Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
Bundan önceki makâlelerimizde lüzumundan ve öneminden bahsettiğimizEhl-i Sünnetin bâzı itikâd esâslarını şöyle özetleyebiliriz:
Allahü teâlâ kadîm olan (başlangıcı olmayan) zâtı ile vardır. O’ndan başka her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbâdete hakkı olan da O’dur. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir.
Kemâl sıfatları vardır. Bu sıfatlar da; Hayât, İlim, Semi’, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm veTekvîn’dir. Bu sıfatları ezelîdir. Yâni hep vardır. Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yani dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, onun sözüdür. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin mânâsı, Kelâm-ı İlâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere “Kur’ân-ı kerîm” denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân-ı kerîm mahlûk değildir.
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, yani şekli olmayarak göreceklerdir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı O’nu görmek ni’metine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi insanların işlerini de yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, kötü işlerden râzı değildir. İnsanın yaptığı işe, kendi kuvveti de tesîr eder. Bu tesîre “kesb” denir.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdırlar. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmeleri câiz değildir. Emrolunduklarını yaparlar. Erkekleri ve dişileri ve evlenmeleri yoktur.
Peygamberler (aleyhimüsselâm), Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
Peygamber Efendimizin mirâcı; uyanık iken, kalp, ruh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.
Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde “Münker” ve “Nekîr” denilen meleklerin soru sormaları, kıyâmette her şeyin yok olacağı, herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerinde toplanması, kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günâhların âhirete mahsûs bir terâziyle tartılması, Cehennem üzerinde “Sırât Köprüsü”nün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır... [İnşallah öbür hafta da bu konudan bahsedelim.]
İbâdetler îmâna dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mümin, günâhları günâh bildiği müddetçe îmânı gitmez.
Geçen hafta pazartesi ve salı günkü makalelerimizde, bir nebze Ehl-i Sünnet itikâdından bahsettik. Bugün de Ehl-i Sünnetin diğer bazı umdelerinden bahsetmek istiyoruz.
Müminlere mükâfât ve nimet için hazırlanmış olan “Cennet”, kâfirlere azap için hazırlanmış “Cehennem” şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem sonsuz kalınacak yerdir. Zerre kadar îmânı olan ve bu îmân ile âhirete göçen Cehennem’de ebedî (sonsuz) kalmayacaktır.
İbâdetler îmâna dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mümin ne kadar büyük günâh işlerse işlesin, bu günâhları günâh bildiği müddetçe îmânı gitmez. Ancak farzlara ve harâmlara olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak, hafîfe almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak îmânı giderir ve sonsuz olarak Cehennem’de yanmaya sebep olur.
Halîfelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört Halîfenin üstünlükleri halîfelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kirâmın hepsini hiç ayırım yapmadan sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.
Resûlullaha, Eshâb-ı kirâma, Tâbiîne ve evliyâya tevessül ederek, yani onları vesîle ederek onların hâtır ve hürmetleri için duâ etmek, duânın kabulüne sebep olur.
Dînî deliller müctehidler için dörttür: “Kitap”, “Sünnet”, “İcmâ-i ümmet”, “Kıyâs-ı fukahâ”. Avâmın delîli, müctehidin fetvâsıdır. Onun vazîfesi, müctehid imâma uymaktır.
Tenâsühe, yani ölen insanın rûhunun başka bir insana veya hayvana yahut çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dine aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider.
Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefâat edecek, araya gireceklerdir. Peygamber Efendimiz; “Şefâatim, ümmetimden günâhı büyük olanlaradır” buyurdu.
Peygamberin mucizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih müminlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.
Her bid'at dalâlettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir...
Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.
Özetle; binlerce Ehl-i Sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı itikâd esâslarına uygun îmân edenler, “Ehl-i Sünnet müslümân”; bu esâslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.
"Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72'si, Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir."
Allahü teâlâ, İslâmiyet'i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine dâir söz vermiştir. Yüce Allah aslâ sözünden dönmez. Bu konuda, iki âyet-i kerîme meâli şöyledir: "Allah, kendisine yöneleni doğru yola iletir." [Şûrâ, 13] "Doğru yolu arayanları, saâdete ulaştıran yollara kavuştururuz." [Ankebût, 69]
O hâlde, Allahü teâlânın sözüne güvenmeli, "Biz kesin doğru yoldayız" desek de, yine, "Yâ Rabbî, kimler doğru yolda ise, senin rızan kimlerle ise, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle" diye duâ etmelidir. Eğer doğru yolda isek, bu duânın bize bir zararı olmaz. Yanlış yolda isek, ihlâsla yaptığımız bu duâ sebebiyle doğruya kavuşmuş oluruz. Herkes böyle duâ etmelidir. Hâşâ, Allahü teâlâ, beni yanlış yola sokar sanmamalıdır.
Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72'si, Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir." [Tirmizî, İbn-i Mâce]
"Ehl-i Sünnet vel-cemâat", "sünnet ve cemâat ehli" demektir. Eshâb-ı kirâm, Peygamber Efendimizin cemâatidir. Sünnet de, Peygamber Efendimizin yolu demektir.
Demek ki, "Ben, sâdece Kur'âna ve sünnete yapışırım" demek yetmiyor. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve onların yolunda olmak da şarttır. Peygamber Efendimiz, "Sadece benim yolumdan gidenler cennetliktir" demedi. "Benim ve Eshâbımın yolunda gidenler" buyurdu. Bu çok önemli bir inceliktir. Eshâb-ı kirâmın tamâmını sevmek, sâdece Ehl-i sünnet fırkasına nasip olmuştur. Şu hâlde, doğru yolda olmanın ölçüsü, Resûlullahın ve Eshâbının yolunda olmaktır.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri, bu konunun açıklaması olarak buyuruyor ki:
"Peygamber Efendimizin, kendisini söyledikten sonra, aslında Eshâb-ı kirâmı da söylemesine lüzum olmadığı hâlde, onları da söylemesi, (Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur) demektir. Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, elbette Ehl-i Sünnet vel-cemâat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır." (Mektûbât-ı Rabbâniyye, I, 80)
Ehl-i Sünnete göre, bir insan günâh işlemekle kâfir olmaz. Bazı bid'at fırkaları, günâh işleyene, kendileri gibi düşünmeyen Müslümânlara kâfir demek dalâletinde bulunmuşlardır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Mü'mine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur." [Buhârî]
28.08.2015
Kıyâmete kadar hak üzere olan bir taife bulunacaktır
İyi insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Geçmişini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere talip olamazlar...
Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde her devirde, her zaman kıyâmete kadar doğru olan bir tâifenin/grubun/cemâatin olacağını bildirmiştir.
O hadîsin meâl-i âlîsi şöyledir: "Ümmetimden doğru bir grup, hak üzere devamlı bulunur." [Buhârî] Her Müslümân, devamlı duâ ederek, bu doğru olan, hak olan grubu bulmaya çalışmalıdır.
Büyük âlim Abdülğanî Nablüsî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: Kur'ân-ı kerîmde, "... Allah'ın ipine toptan sarılın, fırkalara ayrılmayın, parçalanmayın..." [Âl-i İmrân, 103] buyurulmuştur. Bu âyet-i kerime, "i'tikâdda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın" demektir. Yani "doğru îmândan ayrılmayın" demek olup, "fıkıh bilgilerinde ayrılmayın" demek değildir...
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurulmuştur: "Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan 72'si Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacak/Cennet'e girecektir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlar, onların gittiği yolda gidenlerdir." [Tirmizî, İbn-i Mâce]
Hindistân ulemâsından İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Bir hükmün doğru veya yanlış olduğu, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmamasıyla anlaşılır. Çünkü Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan her mânâ kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık kişi, Kur'ân ve Sünnete uyduğunu sanır, sapıklığının doğru olduğunu iddiâ eder. Yarım aklı, kısa görüşüyle, bu kaynaklardan yanlış mânâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felâkete gider. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri mânâlar doğrudur, bunlara uymayan yanlıştır." [C. I, Mek. 286]
Evet, hadîs-i şerîflerde, Ehl-i sünnet vel-cemâat i'tikâdında olmak, âlimleri ve sâlihleri sevip onlarla beraber olmaya çalışmak, onlardan ayrılmamak emrediliyor. Onlar, Peygamberlerden sonra, seçilenler sınıfındandır. İnsanlara doğru yolu göstermeleri, hâl ve hareketleri ile örnek olmaları, âlimlerin ve evliyânın belli başlı vasıflarındandır... Bu büyük âlim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, nasîhat ve tavsiyelerinden istifâde edilen, hayâtları örnek alınan kimseler olmuşlardır.
Şüphesiz ki iyi insanların hayatları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır. Geçmişini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar. Bu bakımdan geçmiş âlimlerimizi ve velîlerimizi, doğru bir şekilde, sâdece Müslümânlara değil, bütün insanlara öğretmelidir.
Büyük muhaddis İmâm-ı Beyhekî buyurdu ki: "Müslümânlar bozulduğu zaman, önceki âlimlerin doğru yoluna sarılmalısın! Bir kişi kalsan bile, o yoldan ayrılmamalısın."
Kur'ân-ı Kerîm'de, îmânın kıymeti hakkında, birçok âyet-i kerîme vardır; bunlardan birinde buyurulmuştur ki:
"Îmân edip [inanıp] sâlih ameller [yararlı işler] işleyenlere gelince, işte onlar, halkın en hayırlısıdırlar (bütün insanların, yaratıkların hayırlılarıdır/en iyileridirler)." [Beyyine, 07]
Sevgili Peygamberimiz de, bir hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki:
"Îmân etmedikçe Cennet'e giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de kâmil mü'min olamazsınız. Yaptığınız takdirde sevişeceğiniz bir şeyi size söyleyeyim mi: Selâmı aranızda yayınız." (Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-i Mâce)
İstanbul Dâru'l-Fünûn Müderrislerinden yani Eski İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden, büyük âlim ve velîlerden Seyyid Abdülhakîm Efendi (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
"Allahü teâlâ bir kuluna îmân vermişse ne vermemiştir ki? Îmân vermemişse ne vermiştir ki?"
Büyük muhaddis İmâm-ı Beyhekî (rahimehüllah), "Müslümânlar bozulduğu zaman, önceki âlimlerin doğru yoluna sarılmalısın! Bir kişi kalsan bile, o yoldan ayrılmamalısın" buyurmuştur.
Silsile-i aliyye büyüklerinden Hâce Ubeydullah-i Ahrâr (kuddise sirruh) buyuruyor ki: "Allahü teâlâ, Ehl-i Sünnet i'tikâdını kalbime koysa, üzerime bütün musîbetleri, belâları yığsa hiç üzülmem. Ama doğru i'tikâdı kalbime koymasa, bütün vâridâtı, keşf ve kerâmetleri, ni'metleri lutfetse, hâlimi perişân, istikbâlimi karanlık bilirim."
Büyük âlim ve velîlerden, İmâm-ı Rabbânî [müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî] hazretleri buyuruyor ki:
"İ'tikâd edilecek [inanılacak] şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyâmette Cehennemden kurtulmak hiç mümkün olmaz. İ'tikâd doğru olup da amelde [ibâdetleri yapmakta, harâmlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbeyle ve belki tevbesiz de affedilebilir. Cehenneme girse de, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli i'tikâdı düzeltmektir." [C. I, Mektûb: 193]
Mısırlı âlimlerden allâme Ahmed et-Tahtâvî (rahimehullah) da şöyle buyurmuştur:
"Bugün, her Müslümânın dört mezhepten birinde bulunması şarttır. Dört mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i Sünnetten ayrılır." (ed-Dürrü'l-Muhtâr hâşiyesi)
Ulemâdan Necmeddîn-i Gazzî (rahmetullahi aleyh) ise, "Ehl-i Sünnet âlimi demek, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. Sevâd-ı a'zam, yani İslâm âlimlerinin çoğu böyle idiler. Hak olan cemâat ve 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan 'Fırka-ı nâciye: Kurtuluş fırkası' bunlardır" buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Ümmetimden bir tâife, mansûr ve muzaffer olmakta kıyâmete kadar devam eder. Onları yardımsız bırakanların, kendilerine bir zararı olmaz."
Sevgili Peygamberimiz, çok defa "Ey Allah'ım! Bize hakkı hak olarak gösterip hakka uymayı, bâtılı bâtıl olarak gösterip bâtıldan da ictinâb etmeyi [kaçınmayı] nasip eyle"; "Ey büyük Allah'ım, kalpleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak Sensin. Kalbimi, dîninde sabit kıl, dîninden döndürme, Müslümânlıktan ayırma!" [Tirmizî] diye duâ buyururlardı.
Yine O'nun kıymetli duâları arasında, "Ey kalpleri çeviren! Kalplerimizi dînin üzere sâbit kıl" ve "Ey kalplerde tasarruf sâhibi olan! Kalplerimizi tâatine çevir/yönlendir" gibi münâcât, tazarru' ve niyâzlarının, yalvarış ve yakarışlarının bulunması son derece önemlidir. Peygamber Efendimizin bu mânâda, daha birçok duâsı, muteber hadîs kitaplarında yazılıdır.
Allahü teâlâ, bir âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurmuştur: "Bizim yolumuzda cihâd edenleri, [doğru yolu arayanları], [saâdete ulaştıran] yollarımıza kavuştururuz..." [Ankebût, 69]
Şimdi gelelim başlıktaki konuya: Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki: "Ümmetimden bir tâife, Hakk'ın yardımı ile cihâda devâm ederler." [Buhârî]
Müslümân bir toplum, ne kadar bozulursa bozulsun, kıyâmete kadar, içinde hak üzere olan bir tâife (cemâat, grup, fırka) dâimâ bulunacaktır. "Kütüb-i Sitte" adı verilen 6 muteber hadîs kitâbının dördünde, bu konuda, birbirine çok yakın mânâlarda olan hadîs-i şerîfler yer almaktadır.
Diğer hadîs-i şerîflerde şöyle buyurulmuştur:
"Ümmetimden hak üzere bir tâife, düşmânlara gâlip olarak cihâd ederler. Sonuncu tâife, Deccâl ile savaşır." [Ebû Dâvûd]
"Ümmetimden bir tâife, mansûr ve muzaffer olmakta kıyâmete kadar devam eder. Onları yardımsız bırakanların, kendilerine bir zararı olmaz." [Tirmizî]
"Ümmetimden bir tâifeye Hakk'ın yardımı kıyâmete kadar devam eder. Bunları bırakıp ayrılanların, bu tâifeye bir zararı olmaz." [İbn-i Mâce]
"Ümmetimden hak üzere bir tâife, kıyâmete kadar gâlip olarak cihâd ederler." [İbn-i Asâkir]
Bu hadîs-i şerîflerde bir tâifenin (fırkanın, cemâatin, grubun) kıyâmete kadar hak üzere cihâd edeceği bildiriliyor. Bu hangi tâifedir, hangi fırkadır, hangi cemâattir? Doğru yoldaki İslâm âlimlerinin buyurduklarına göre, hiç şüphe yok ki, bunlar, "Fırka-i Nâciye" diye anılan "Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat" fırkasıdır.
Şimdi çok kimse, kendilerinin bu fırkadan olduğunu söylese de, önemli değildir. Önemli olan Ehl-i sünnet vel-cemaat i'tikâdına sâhip olmaktır.
Her devirde, her zaman kıyâmete kadar doğru olan bir grubun, bir cemâatin olacağını Peygamber Efendimiz bildirmiştir. Bu konuda daha önce 2 makâle yazmıştık. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: "Ümmetimden doğru bir grup, hak üzere devâmlı bulunur." [Buhârî] Devâmlı duâ ederek, bu doğru olan, hak olan grubu bulmaya çalışmalıdır.
Abdülğanî Nablüsî hazretleri buyuruyor ki:
Kur'ân-ı kerîmde, "... Allah'ın ipine toptan sarılın, fırkalara ayrılmayın, parçalanmayın..." [Âl-i İmrân, 103] buyurulmuştur. Bu âyet-i kerime, i'tikâdda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın demektir. Yanî nefislerinize ve bozuk düşüncelerinize uyarak, doğru îmândan ayrılmayın demektir. Fıkıh bilgilerinde ayrılmayın demek değildir. İ'tikâdda ayrılmak, parçalanmak elbette hiç câiz değildir. Ahkâmda, amellerde olan ictihâd bilgilerindeki ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki ince bilgileri ortaya koymuştur. Eshâb-ı kirâm da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı. Fakat, i'tikâd bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. Hadîs-i şerîfte de "Cemâat rahmet, ayrılık azaptır" buyurulmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte, "Ümmetimin [âlimlerinin] ayrılığı [amelî mezheplere ayrılması] rahmettir" buyurulmuştur. Dört mezhebin, amel bilgilerinde ayrılmaları böyledir. [Âlimlerin amel, iş bilgilerinde çeşitli ihtisâs kollarına ayrılmaları böyledir. Böylece; birçoğu tefsîrde, birçoğu hadîste, çoğu da fıkıhta ve Arabî bilgilerde yetişmişlerdir.] Bunun gibi san'at sâhiplerinin çeşitli iş kollarına ayrılmaları da rahmettir. (Hadîka)
Müctehid âlimlerin farklı ictihâdları olabilir. Bunlar bizim için senettir. Biz onların ictihâdlarına uymak zorundayız; hatâlarından sorumlu değiliz. Kendileri de sorumlu değildir. Çünkü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: "Âlim/müctehid, [amele âit bilgilerde] ictihâdında hatâ ederse bir, isâbet ederse iki sevap alır." [Buhârî]
Bir mezhepte bulunan bir Müslümân, diğer hak mezheptekileri kardeş bilir, onları incitmez. Birbirlerini severler, yardım ederler. Amelde mezheplerin bir olmayıp çok olması, faydalıdır. İnsanların yaratılışları birbirlerine benzemediği gibi, sıcak çölde yaşayanlara, bir mezhebe uymak kolay olurken, kutuplara yakın yerlerde yaşayanlara, başka mezhebe uymak kolay geliyor. Bir hastaya bir mezhep kolay iken, başka hastalık için, başka mezhep kolay oluyor. Tarlada ve fabrikada çalışanlar için de, bu ayrılış görülmektedir. Herkes, kendine daha kolay gelen mezhebi seçip, taklit ediyor veya bu mezhebe tamâmen geçiyor...
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri Cennete girecektir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır." [Tirmizî, İbn-i Mâce]
Ehl-i Sünnet vel-cemâat demek, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. Necmeddîn-i Gazzî (rahmetullahi aleyh), "Ehl-i Sünnet âlimi demek, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın gittikleri doğru yolda bulunan âlimler demektir. Sevâd-ı a'zam, yanî İslâm âlimlerinin çoğu böyle idiler. Hak olan cemâat ve 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan Fırka-i nâciye bunlardır" buyurmuştur.
Bundan önceki 5 makâlemizde, Ehl-i Sünnet itikâdının lüzumu, önemi ve bazı esaslarından bahsettik. Bugünkü makalemizle konuyu kapatmak istiyoruz. İnşâallah ileride yine konunun başka yönlerini de ele alırız...
Dört büyük Halîfe devrinden sonra, Müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bazı münâfıklar ve İslâm dîninin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında, korku ve telâşa kapılan Yahudi, Hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyeti söndürmek, Müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların itikâdlarını (inançlarını) bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar.
Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, Müslümanların itikâdlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni Müslümân olan bazı kavimlerin İslâm dînine, eski inanç ve ibâdetlerinden bazı şeyleri katmaya kalkmaları; pekçok saf Müslümanın itikâd ve ibâdetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yol açtı.
Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzûları için, böyle kimselerle iş birliği yapanların faâliyeti neticesinde, pekçok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe [rahimehullah], doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzât Peygamber Efendimizin ve Eshâbının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)in ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği itikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i Sünnetin reisi ve kurucusu kabul edildi.
İmâm-ı A’zam’ın bu hususta ilk yazdığı kitâbın ismi “El-Fıkhu’l-Ekber”dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yani îmân bilgileri mütehassısları da yetişti. Bunlardan talebesi İmâm Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhur oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde Ebû Mansûr-ı Mâtürîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mansûr, İmâm-ı A’zam’dan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı.
Ehl-i Sünnet itikâdını yayan İslâm âlimlerinden İmâm-ı Eş’arî de; İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînin bildirdikleri itikâd, îmân bilgilerini açıklamış, kısımlara bölmüş ve herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmâm Eş’arî ve İmâm Mâtürîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan “Ehl-i Sünnet ve cemâat”dan dışarı çıkmamışlardır.
Her Müslümânın, i'tikâdda İmâm-ı Mâtürîdî veya İmâm-ı Eş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak, insanı bid'at (bozuk) i'tikâddan (inanıştan) korur.
İ'tikâdda imâm olan İmâm-ı Eş'arî de, İmâm-ı Mâtürîdî de; hocalarının i'tikâdda müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamışlardır. Bu ikisinin, hocalarının ve dört mezheb îmâmının tek bir i'tikâdı (îmânı) vardır. Bu da "Ehl-i Sünnet vel- cemâat" ismi ile meşhûr olan i'tikâddır. [Taşköprüzâde, Seyyid Abdülhakîm Efendi]
Her Müslümânın, i'tikâdda (îmânla ilgili bilgilerde) Ehl-i Sünnetin iki imâmından birine yani İmâm-ıMâtürîdî veya İmâm-ıEş'arî'ye tâbi olması lâzımdır. Bu iki imâmdan birine tâbi olmak, insanı bid'at (bozuk) i'tikâddan (inanıştan) korur. [Muhammed Hâdimî]
Hayâtını ilme ve Ehl-i Sünnet i'tikâdını yaymaya hasreden Ebû Mansûr Mâtürîdî birçok eser yazmıştır. Yazdığı çok kıymetli eserlerin başlıcaları şunlardır:
1. "Te'vîlâtü'l-Kur'ân": Tefsîre dâir benzeri az bulunan bir eserdir. "Te'vîlâtü Ehli's-Sünne" adıyla da bilinir. Semerkandî, bu esere büyük bir şerh yazmıştır. Yazma hâlinde birçok kütüphânede mevcuttur. Ayrıca Türkçeye tercümeleri de yapılmaktadır.
2. "Kitâbü't-Tevhîd": Bu kitapta sapık fırkaların yanlışlığını isbât edip, doğru i'tikâd olan Ehl-i Sünnet i'tikâdını çok mükemmel bir şekilde açıklamıştır. Eser, 1970 senesinde Beyrût'ta yayınlanmıştır.
3. "Kitâbü'l-Makâlât fi'l-Kelâm": Kelâm ilmine dâir bir eseridir.
4. "Reddü Evâili'l-Edille li'l-Ka'bî ve Beyânü Vehmi'l Mu'tezile": Mu'tezile mezhebini reddeden ve çürüten bir eserdir.
5. "Reddu Kitâbi'l-İmâme li-Ba'zı'r-Revâfıza": Eshâb-ı kirâma düşmân olan bazı râfizîleri reddeden bir eseridir.
Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
"Ehl-i sünnet vel-cemâatın kelâm ilmindeki reîsleri iki zâttır. Bunlardan biri Hanefî mezhebinde, diğeri ise Şâfiî mezhebindedir. Hanefî olanı, Ebû Mansûr Mâtürîdî, Şâfiî olanı ise, Ebu'l-Hasen el-Eş'arî'dir."
Bazı kitaplarda, Eş'arîyye mezhebi, Mâtürîdîyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i Sünnet i'tikâdını anlatmışlardır. Aralarında ictihâd farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebîdî de şöyle demiştir:
"Ehl-i Sünnet vel-cemâat ismi geçince, Eş'arîler ve Mâtürîdîler kastedilir."
Bu iki İmâmın, hocalarının ve bunların da hocaları olan, amelde dört hak mezhep İmâmlarının ve onlara tâbi olanların îmânda, i'tikâdda tek bir mezhebleri vardır. Bu mezhep de, Ehl-i Sünnet vel-cemâat mezhebidir.
22.08.2015
Kıyâmete kadar, hak üzere olan bir tâife bulunacaktır
Müslümân bir toplum, ne kadar bozulursa bozulsun, kıyâmete kadar, içinde hak üzere olan bir tâife (cemâat, grup, fırka) dâimâ bulunacaktır. "Kütüb-i Sitte" adı verilen 6 mu'teber hadîs kitâbından dördünde, bu konuda, birbirine çok yakın manâlarda olan bir hadîs-i şerîf yer almaktadır. Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki:
"Ümmetimden bir tâife, Hakk'ın yardımı ile cihâda devâm ederler." [Buhârî]
Bu hadîs-i şerîfte bir tâifenin (fırkanın, cemâatin) kıyâmete kadar hak üzere cihâd edeceği bildiriliyor. Bu hangi tâifedir, hangi fırkadır, hangi cemâattir?
Hiç şüphe yok ki, bunlar, "Fırka-i Nâciye" diye anılan "Ehl-i Sünnet vel-Cemâat" fırkasıdır. Şimdi çok kimse, kendilerinin bu fırkadan olduğunu söylese de, önemli değildir. Bu fırkanın Türkiye'de olması da şart değil, İslâm âleminin herhangi bir memleketinde, dünyânın herhangi bir ülkesinde olabilir. Önemli olan Ehl-i sünnet vel-cemaat i'tikâdına sâhip olmaktır.
Diğer hadîs-i şerîflerde de buyurulmuştur ki: "Ümmetimden hak üzere bir tâife, düşmânlara gâlip olarak cihâd ederler. Sonuncu tâife, Deccâl ile savaşır." [Ebû Dâvûd]
"Ümmetimden bir tâife, mansûr ve muzaffer olmakta kıyâmete kadar devâm eder. Onları yardımsız bırakanların, kendilerine bir zararı olmaz." [Tirmizî]
"Ümmetimden hak üzere bir tâife, kıyâmete kadar gâlip olarak cihâd ederler." [İbn-i Asâkir]
"Mişkâtü'l-mesâbîh"deki, "Bir zaman gelir, ümmetimin bir kısmı müşrik olur, puta tapar, peygamberim diyen çıkar. Ben son Peygamberim. Benden sonra peygamber gelmez. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunur. Onlara karşı çıkanlar, Allahü teâlânın emri gelene kadar, doğru yolda olan bu kimselere zarar yapamazlar" hadîs-i şerîfi de gösteriyor ki, bid'at ehli kimseler, dînimizi, Kıyâmete kadar aslâ bozamayacaklardır. Belki, "Bid'at ehlinin yazdığı bozuk kitaplar gittikçe çoğalıyor. Dînimizi bozmaları mümkün müdür?" diye bir suâl hâtıra gelebilir. Kütüphâne ve kitapçılarda bulunan dîn-i İslâma dâir kitaplar arasında bozuk olanları pek çok ise de, doğru olanları da vardır. Bu doğru kitaplar hiçbir zaman yok olmaz ve hiçbir kimse onları yok edemez. Bunların koruyucusu Allahü teâlâdır. Bu kitapları arayıp bularak, okuyup saâdete kavuşanlara müjdeler olsun!..
***
Çeşitli cemâatler, birbirlerinden farklı şeyler söylüyorlar, birinin "helâl" dediğine diğeri "harâm" diyor, birinin "sünnet" dediğine, diğeri "bid'at" diyor. Hangi cemâat daha uygundur? şeklinde bir suâl hâtıra gelebilir.
Hadîs-i şerîflerde, Ehl-i sünnet vel-cemâat i'tikâdında olmak ve sâlihleri sevip onlarla beraber olmaya çalışmak, onlardan ayrılmamak emrediliyor. Doğru yolda olmanın bazı şartları vardır. Bunlardan bir kısmını maddeler hâlinde bildirelim:
1- Tek hak dîn İslâmiyet'tir. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: "Allah indinde hak din ancak İslâm'dır." [Âl-i İmrân, 19]
2- Hubb-i fillah ve buğd-i fillah üzere olmalı. Üç hadîs-i şerîf meâli:
"İnsan, dünyâda kimi seviyorsa, âhirette onun yanında olacaktır." [Buhârî]
"Cebrâîl aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, mü'minleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiçbir ibâdetiniz, hayrât ve hasenâtınız kabûl olmaz!" [İnşâallah yarın da bu konuya devâm edelim.]
"Ümmetim 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir."
Dünkü makâlemizde, kıyâmete kadar, dâimâ hak üzere bulunacak olan bir tâifenin eksik olmayacağına dâir, 4 muteber hadîs kitâbından bazı hadîs-i şerîfler nakletmiş ve doğru yolda bulunmanın bazı alâmetlerini de zikretmiştik. Bugün inşâallah kaldığımız yerden devâm etmek istiyoruz. Doğru yolda bulunacak olan kimse:
3- Ehl-i Sünnet vel-cemâate uygun i'tikâd etmeli. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
"Ümmetim 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir." [Tirmizî, İbn-i Mâce]
Büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İ'tikâd edilecek [inanılacak] şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyâmette Cehennemden kurtulmak hiç mümkün olmaz. İ'tikâd doğru olup da amelde [ibâdetleri yapmakta, harâmlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbeyle ve belki tevbesiz de affedilebilir. Cehenneme girse de, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli i'tikâdı düzeltmektir."[C. I, Mektûb: 193]
4- Sünnetlere uyup, bid'atlerden uzak durmalı.
Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurmuştur ki: Bazıları, yapacakları değişikliklerle, dîni düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannediyorlar. Ortaya bid'atler çıkarıyorlar. Bid'atlerin zulmetleri ile Sünnetin nûrunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dînin noksânlıklarını tamâmladıklarını iddiâ ediyorlar. Bilmiyorlar ki, dîn noksân değildir.
5- Dört hak mezhepten birinde bulunmalı.
Ahmed Tahtâvî hazretleri buyuruyor ki: Bugün, her Müslümânın dört mezhepten birinde bulunması şarttır. Dört mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i Sünnetten ayrılır. (ed-Dürrü'l-Muhtâr hâşiyesi)
6- Dînde nakli esâs almalı.
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: Fıkıh kitaplarına uymayan bilgiler yanlıştır. Bunlara bağlanmak câiz değildir. İslâm bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerîme veya hadîs-i şerîf okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi görüşüne göre manâ verenlere "İslâm âlimi" denmez. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler ve yazsalar da, hiç kıymeti yoktur. Ehl-i Sünnet âlimlerinin anladıklarına ve bunların yazdıkları fıkıh kitaplarına uymayan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez. İlhâm ve şahsî görüş, kesinlikle delîl olmaz. Dînde nakil esâstır...
Netice i'tibâriyle, şahıslar, kitaplar, cemâatler/gruplar için, bizim iyi veya kötü dememiz ölçü olmaz. Yani biz iyi deyince iyi olmazlar, biz kötü deyince de kötü olmazlar. Şahıs ismi, kitap ismi, grup ismi önemli değil. Binlerce âlim ve kitap var. Elimizde ölçü olursa rahat ederiz, kendimiz anlarız. Ölçüyü, bizeİmâm-ı Rabbânî hazretleri şöyle veriyor:
"Bir hükmün doğru veya yanlış olduğu, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmamakla anlaşılır. Çünkü Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan her manâ kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık kişi, Kur'ân ve Sünnete uyduğunu sanır, sapıklığının doğru olduğunu iddiâ eder. Yarım aklı, kısa görüşüyle, bu kaynaklardan yanlış manâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felâkete gider. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri manâlar doğrudur, bunlara uymayan yanlıştır." [C. I, Mek. 286]
Demek ki bir sözün veya yazının doğru olmasının ölçüsü, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarına uymasıdır.
Yakın zamanda Irak'ın "Şiîler, Sünnîler ve Kürdler arasında bölünmesi" diye bir tabir çıktı. Halbuki Şiîlik ve Sünnîlik bir ırk değil; mezheptir. Irak'taki Kürdlerin hepsi; Arapların da bir kısmı Sünnîdir. Esasına bakarsanız, burada Sünnî tabiri, umumiyetle Saddam'a bağlı Baasçı Arapları ifade ediyor. Bunların ne kadar Müslüman olduğu bile söz götürür. Ama bunu kim nereden bilsin; olup bitenler kulaklara "Sünnîlerin tedhiş faaliyetleri" olarak nakşediliyor. El-Kâide, Tâlibân derken, şimdi de IŞİD sebebiyle yine benzer bir yanılgı ortaya çıktı. Batı ajansları bunları Sünnî teröristler olarak vasıflandırmaktadır.
73 FIRKADAN KALANLAR
Hazret-i Peygamber'in, "Ümmetim 73 fırkaya ayrılır; bunlardan benim ve eshabımın yolunda olanlar kurtulur" sözü çerçevesinde bu fırkaya Ehl-i Sünnet ve Cemaat (Peygamber ve onun cemaatinin yolu); mensuplarına da Sünnî denilmiş; diğer fırkalar Ehl-i Bid'at olarak adlandırılmıştır. Bid'at, sonradan ortaya çıkan demektir. Hazret-i Ali ile Hazret-i Muaviye arasındaki siyasî ihtilafta, ikisinin anlaşmasına karşı çıkan Hazret-i Ali taraftarı bir gruba Hâricî dendi. Bunlar, âyet ve hadîslere zâhirî manasını vererek, marjinal bir duruş benimsemişler; inançları uğruna amansız bir terör hareketine girişerek Hazret-i Ali, Hazret-i Muaviye ve Amr bin As hazretleri başta olmak üzere kendileri gibi düşünmeyenlere suikastlar tertiplemişlerdir.
Hazret-i Ali ve Hazret-i Muaviye'nin yanındakiler, Sünnî inancında sebat etmiştir. Zamanla Hâricîler sindirilmiş; ancak Hazret-i Ali taraftarlarından bazı aşırılar, ayrı bir inanç yolu tutmuştur. Buna taraftar manasına Şia ; mensuplarına da Şiî denmiştir. Şia, kendi arasında çok fırkalara ayrılmıştır. Abbasîler zamanında, aklı naklin önünde tutan ve aralarında birkaç halifenin de yer aldığı bir cereyan doğmuş; buna Mutezile denmiştir. Mutezile taraftarları, kendi inançlarını benimsemeyenlere zulmetmiş; Kur'an'a mahlûk demediği için, büyük âlim Ahmed bin Hanbel hazretlerinin ölümüne sebep olmuşlardır.
Başta İmam Ebu Hanife olmak üzere büyük âlimler, halkı şuurlandırmak maksadıyla Ehl-i Sünnet'in prensiplerini kitaba geçirmişler; bid'at fırkalarıyla da ilmî münazaralarda bulunarak Ehl-i Sünnet inancını güçlendirmişlerdir. Böylece kelâm ilmi doğmuştur. Dünya Müslümanlarının büyük ekseriyeti Sünnî inancına mensuptur. Sünnîlerin de, Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî adıyla mezheblere ayrılması, inançta değil; amelde olduğu için, dinen makbul görülmüştür. Tarih içinde ortaya çıkan bid'at fırkalarından çoğu kaybolmuş; yalnızca Şiîlik ve Hâricîlik varlığını bugüne dek sürdürmüştür.
Son zamanlarda Hâricîlik ile, Allah'ın cisim ve insana benzer olduğu inancını benimseyen Mücessime/Müşebbihe fırkasının bir karışımı olarak Vehhâbîlik ortaya çıkmıştır. Şu kadar ki İslâm'ı ilk yıllardaki saflığına döndürme iddiasında oldukları için kendilerine Selefî diyen Vehhâbîler, kendilerini Sünnî olarak lanse eder; tasavvufu meşru gören herkesi şirke veya bid'ata nisbet ederler. Batı dünyası da Vehhâbîliği, Sünnî inanç dairesi içinde kabul etme yanılgısına düşmüştür. Bu şaşırtıcı hal, el-Kâide, Tâlibân ve şimdi de IŞİD vesilesiyle devam etmekte; Sünnî dünyasında bile, bu farkı fark edemeyenlere rastlanmaktadır.
İCMÂDAN AYRILMAK
Kur'an-ı kerim, hükmü üzerinde ilk devir âlimlerinin icmâ (ittifak) ettiği meselelerde, farklı bir yol tutanları, azapla tehdit eder (Nisâ: 115). Ehl-i Sünnet, bu icmânın içinde kalanlardır. Bu inancın esasları kısaca şöyledir: Sahabîlerin hepsi âdildir. Hazret-i Ebû Bekr, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali'nin halifelikleri sırasıyla sahihtir. Allah, cisim değildir; beşere benzemez. Cennette müminler Allah'ı bilinmeyen bir şekilde göreceklerdir. Mi'rac, Mehdî'nin çıkışı, Mesîh'in inişi, kabir azabı, şefaat, kerâmet haktır. İman, artmaz ve eksilmez. İmanda şüphe olmaz. İnsan, fiillerinde serbesttir. Amel, imandan parça değildir; büyük günah işleyen, kâfir olmaz. Ehl-i kıble, yani kıbleye dönüp namaz kılan bid'at fırkaları, küfre nisbet edilmez. Zâlim ve fâsık da olsa hükümete isyan edilmez. Hâli meçhul olan imama hüsnü zan edilir. Mest üzerine mesh vermek haktır.
Görülüyor ki, Ehl-i Sünnet olmak için, mesela hükümete isyanın hak olduğu itikadına sahip bulunmamak gerekir. Şu halde, herhangi bir sebeple, isyanı, hatta insanları öldürmeyi dinen meşru görenlerin, Sünnî olarak vasıflandırılması tarihî bir yanılgı sayılır.
16.07.2014
EHL-İ SÜNNET
İNANCI
Erzurumlu İbrahim HAKKI
Mütercim ve Şarih: İsmail Çetin
ANA SAYFA
001-020. Beyit
021-040. Beyit
041-060. Beyit
061-080. Beyit
081-100. Beyit
101-116. Beyit
E.İbrahim Hakkı
EHL-İ SÜNNET rehb.ans.
Alm. Der Weg der Sünniten, Fr. la voie d ahl-i Sunnat, İng. The Sunni Path. İslam dîninde doğru îtikat üzere olanlar. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâbının (aleyhimürrıdvân) yolunda bulunanlar, bildirdikleri îtikat üzere inananlar.
Eshâb-ı kirâmın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiçbir şey ekleyip çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olup, onlar gibi inananlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası veya Fırka-i nâciye; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, bid’at fırkaları veya Fırâk-ı dâlle (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca Sünnî, bid’at fırkalarında olanlara Mübtedî, bid’at sâhibi denir. (Bkz. Bid’at Fırkaları)
Allahü teâlâ, Müslümanlardan, Peygamber efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâm’ın hepsi, Resûlullah’ın bildirdiği gibi inanmış, îtikatta (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet îtikatını) bildirdiler. Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerini, kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resûlullah efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir. Onlar, Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak vb. gibi hepsi kemâl derecesindeki vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza ettiler.
Eshâb-ı kirâm, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan ve Tâbiîn denilen Müslümanlara öğrettiler. Tâbiîn, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirdiler. Sonra gelen Tebe-i Tâbiîn ve daha sonra gelenler, bunlardan ve bunların kitaplarından bu bilgileri öğrendiler, kendilerinden sonra gelenlere naklettiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bu güne kadar nakil ve tevâtür yoluyla doğru olarak geldi.
Resûl-i ekrem efendimiz, Müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan kendisinin ve Eshâbının yolundan gidenlerin (Ehl-i sünnet ve cemâat îtikatında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir. Hadîs-i şerîfte; “İsrâiloğulları, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (yâni Hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur.” buyruldu.
Eshâb-ı kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; “Cehennem’den kurtulan fırka, Benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfte bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan Hâricî, Râfızî ve Bâtınî gibi bâzıları meşhur olmuş, kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı tesirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îtikat ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhâfaza etmiştir.
Dört büyük halîfe devrinden sonra, Müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münâfıklar ve İslâm dîninin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında, korku ve telâşa kapılan Yahûdî, Hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyeti söndürmek, Müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikatlarını (inançlarını) bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, Müslümanların îtikatlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni Müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine, eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pekçok saf Müslümanın îtikat ve ibâdetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yol açtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle işbirliği yapanların faâliyeti netîcesinde, pekçok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi...
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Eshâbının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu kabûl edildi. İmâm-ı A’zamın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi El-Fıkh-ul-Ekber’dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları da yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhur oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde Ebû Mansûr-ı Mâtürîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mansûr, İmâm-ı A’zam’dan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkant’ta vefât etti.
Ehl-i sünnet îtikâdını yayan İslâm âlimlerinden İmâm-ı Eş’arî de; İmâm-ı Şâfiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînin bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini açıklamış, kısımlara bölmüş ve herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş’arî ve Mâtürîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet ve cemâat’dan dışarı çıkmamışlardır.
Ehl-i sünnetin îtikatta iki imâmı olan Eş’arî ve Mâtürîdî, hep bu mezhebi yaymışlardır. Hurâfelere ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanan materyalistlere (maddecilere) karşı hep bu îtikâdı savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamânları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve cevapları birbirinden biraz farklı olmuştur. Fakat bu hâl, mezheplerinin, yollarının ayrı olduğunu göstermez.
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı îtikâda uymayan, bozuk îtikatlar, îmânlar, gönül öldüren bir zehirdir. Bunlar, insanı ebedî ve sonsuz azâba, yâni Cehennem’e götürür. İbâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa affolunabilir. Fakat îtikatta gevşek davranmak hiç affedilmeyecektir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şirki (yâni kâfiri, inanmayanı, îmânı bozuk olanı) aslâ affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim.” (Nisâ sûresi: 116) buyurmaktadır.
Ehl-i sünnet îtikâdındaki Müslümanlar; ibâdet, münâkehât (evlenme), muâmelât (ticâret ve sosyal münâsebetler) ve diğer amelle ilgili işlerinde, asırlardır dört hak mezhebe uymuşlardır. Bugün de bir Müslümanın, Ehl-i sünnet îtikâdında olabilmesi için, hak olan dört mezhepten (Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî) birinde bulunması lâzım geldiği kelâm ve akâid kitaplarında bildirilmiştir. Buna göre dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan ise, ya sapık yollara düşer veya îmânını kaybeder. Bu dört mezhepten birine uymakla, onları taklîd etmekle; Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullah’ın sünnetine (yoluna) uymuş olur. Çünkü dört mezhebin imâmları, îtikatta Ehl-i sünnet mezhebinde idiler.
İslâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri; “Kalbe gelen bütün keşifleri, hâlleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâp bilirim. Bütün harâplıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.” buyurmuştur.
Ehl-i sünnetin bâzı îtikat esasları:
Allahü teâlâ kadîm olan (başlangıcı olmayan) zâtı ile vardır. O’ndan başka her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbâdete hakkı olan da O’dur. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Zâtî sıfatları vardır. Bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefetün lil havâdis, Kıyâm binefsihi’dir. Kemâl sıfatları vardır. Bu sıfatlar; Hayat, İlim, Semi’, Basar, Kudret, İrade, Kelâm ve Tekvîn’dir (Bkz. Allahü Teâlâ). Bu sıfatları ezelîdir. Yâni hep vardır. Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, onun sözüdür. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin mânâsı, Kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân-ı kerîm denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân-ı kerîm mahluk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelîdir, ebedîdir.
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, yâni şekli olmayarak görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı O’nu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır. Mûsâ aleyhisselâm peygamber olduğu hâlde bu dünyâda göremedi. Peygamberimiz Mîrâc gecesinde gördüyse de, bu dünyâda değildi. Dünyâdan çıktı, âhirete karıştı. Cennet’e girdi ve orada gördü.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi insanların işlerini de yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, kötü işlerden râzı değildir. İnsanın yaptığı işe, kendi kuvveti de tesir eder. Bu tesire “kesb” denir.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmeleri câiz değildir. Emrolunduklarını yaparlar. Erkekleri ve dişileri ve evlenmeleri yoktur.
Peygamberler aleyhimüsselâm Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
Peygamber efendimizin mîrâcı; uyanık iken, kalp, rûh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.
Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yâni rûhların cesetlere girmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günâhların âhirete mahsus bir terâziyle tartılması, Cehennem üzerinde Sırat Köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır. Peygamber efendimizin kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, yanlışlık olamaz.
Müminlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet, kâfirlere azap için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar îmânı olan ve bu îmân ile âhirete göçen Cehennem’de ebedî (sonsuz) kalmayacaktır.
İbâdetler îmâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mümin ne kadar büyük günâh işlerse işlesin bu günahları günah bildiği müddetçe îmânı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak, hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak îmânı giderir ve sonsuz olarak Cehennem’de yanmaya sebeb olur.
Halîfelikten konuşmak, dînin esas bilgilerinden değildir. Dört halîfenin üstünlüğü halîfelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kirâmın hepsini hiç ayırım yapmadan sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.
Mâtem tutmak, dinde yoktur; üzülmek başka, mâtem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz: “İki şey vardır ki, insanı küfre (îmânın gitmesine) sürükler. Birisi bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için mâtem tutmaktır.” buyurdu.
Resûlullaha, Eshâb-ı kirâma, Tabiîne ve Evliyâya tevessül ederek, yâni onları vesile ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebeb olur.
Dînî deliller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, İcmâ-i ümmet, Kıyâs-ı fukahâ. Avâmın delili, müctehidin fetvâsıdır. Onun vazifesi müctehid imâma uymaktır.
Tenasühe, yâni ölen insanın rûhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider.
Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefâat edecek, araya girecektir. Peygamber efendimiz; “Şefâatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır.” buyurdu.
Peygamberin mûcizesi, evliyânın kerâmeti ve salih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.
Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, îtikat ve ibâdet olarak yapılmaya başlanan değişiklikler bid’at olup büyük felâkettir.
Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.
Özetle; binlerce Ehl-i sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı îtikat esâslarına uygun îmân edenler, Ehl-i sünnet müslüman; bu esaslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.
Emali kasidesi şahanedir
Emali kasidesinde, Ehl-i sünnet itikadı manzum olarak çok güzel anlatılmıştır. Orijinal aslı şahane bir manzumedir. Bu eserde özetle deniyor ki: Allahü teâlâ, ezeli ve ebedidir. Hayrı da, şerri de yaratan odur. Fakat O, şerre râzı değildir. Allahın sıfatları, zâtının aynı da, gayrı da değildir. Bütün sıfatları da ezeli ve ebedidir. O hiçbir şeye benzemez. Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, Arş'ı da yaratmıştır, fakat oraya yerleşmiş denilemez. Çünkü Arş'ı yaratmadan önce de var idi. Mekândan ve zamandan münezzehtir. Mukallidin imânı muteberdir. [Ana babasını, hocalarını taklit ederek, doğru itikada kavuşan kimsenin imanı sahihtir. Ancak, inceleyip araştırmadığı için, yani fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü teâlânın varlığını düşünmediği için, günah işlemiştir. Fen bilgisini öğrenmemiş bir kimse, ana babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği, düşünerek kabul ettiği, aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk etmiş sayılmaz diyen âlimler de vardır.] Kur'an-ı kerim, mahluk değildir. Cennette nimetler, cehennemde azap vardır. Cennet ve cehennem hiç yok olmaz. Müminler, cennette iken, hiçbir şeye benzemeden Allahü teâlâyı görünce başka nimetleri unuturlar. Allahü teâlâya en faydalı olanı yaratması farz değildir. Peygamberlere ve meleklere [Amentüdeki esaslara] inanmak farzdır. Hz. Muhammed son peygamberdir, dini kıyamete kadar bâkîdir, Miracı da haktır. Bütün peygamberler, peygamberlikten önce de sonra da günah işlemezler. Kadınlardan peygamber gelmemiştir. Hz. İsâ gelecek, Deccâl'ı, öldürecektir. Evliyânın kerâmeti haktır. Ebû Bekr-i Sıddîk, bütün eshâb-ı kirâmdan üstündür. Akıl bâlig olanın Allahı bilmemesi özür olmaz. Kâfirin son nefesteki imanı makbul değildir. İbâdetler, ameller imânın parçası değildir. [Yani farzı yapmayana kâfir oldu denmez.] Katillik, gasp, zina gibi büyük günah işleyen Müslümana kâfir oldu denilmez. Bir müddet sonra, dinden çıkmaya niyet eden, o anda dinden çıkıp kâfir olur. Elfâz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela ben peygamberim dese küfür olur.] Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir. Helâl da haram da rızktır. Kabir suali ve kabir azabı haktır. Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Müminlerin, cennete girmesi Allahın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle cenneti hak edemez. İnsanlar, dirilince hesâba çekileceklerdir. Kıyâmet günü amellerin tartılması ve sırattan geçmek haktır. Bu dünya sonradan yaratılmıştır. Duâların etkisi vardır Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır. Cennet de cehennem de şu anda mevcuttur. İmân ehli, günahların cezâsı olarak ebediyen cehennemde kalmayacaktır. [Ebedi cehennemde kalmak kâfirlere mahsustur.]
26.04.2001
Ehl-i sünnet itikadı
Sual: Ehl-i sünnet itikadında olmanın şartları nelerdir? CEVAP Ehl-i sünnet itikadından, önemli olanlardan bazıları şunlardır:
1- Amentü’deki altı esasa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür.]
2- Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]
3- İman ya vardır ya yoktur, artıp eksilmez. [Parlaklığı artıp eksilir.]
4- Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir.
5- Allah mekândan münezzehtir. [Vehhabiler, (Allah gökte veya Arşta) derler. Bu küfürdür.]
6- Ehl-i kıble tekfir edilmez. [Vehhabiler, kendilerinden başka herkese kâfir derler.]
7- Kabir suali ve kabir azabı haktır.
8- Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir.
9- Evliyanın kerameti haktır.
10- Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’anda, tamamı cennetlik deniyor.](Hadid 10)
11- Ebu Bekr-i Sıddık, eshab-ı kiramın en üstünüdür.
12- Mirac, ruh ve bedenle birlikte olmuştur.
13- Öldürülen, intihar eden eceli ile ölmüştür.
14- Peygamberler günah işlemez.
15- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.
16- Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. [Vehhabiler, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Şit’in, Hazret-i İdris’in peygamber olduğunu inkâr ederler. İlk peygamber Hazret-i Nuh derler. Liderlerine resul [Peygamber] diyen bazı gruplar da, (Nebi gelmez, ama resul gelir) derler. Bunun için de Resulüm diyen zındıklar türemiştir.]
17- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.
18- Ruh ölmez. Kâfir ve Müslüman ölülerin ruhları işitir.
19- Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden Sünnilere ve Şiilere müşrik, yani kâfir derler.]
20- Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hazret-i Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, güneşin batıdan doğacağına ve bildirilen diğer kıyamet alametlerine inanmak.
Bir hadis-i şerif meali: (Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman eder, ama iman artık fayda vermez.) [Buhari, Müslim]
Güneşin batıdan doğmasını, (Avrupa Müslüman olacak) diye tevil etmek, imam-ı a’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi tevil etmemiştir. Hâşâ Resulullah, bilmece gibi mi söz söylüyor? Böyle tevil etmek, (elma dersem çık, armut dersem çıkma) demeye benzer. Nitekim (Salat, duadır, namaz diye bir şey yok) diyenler çıkmıştır. O zaman ortada din diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa Müslüman olunca, iman niye fayda vermesin? Güneşin batıdan doğması, ilmen de mümkündür. Dinsizler itiraz eder diye zoraki tevile gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyayı şimdiki yörüngesinden çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, güneş batıdan doğmuş olur.
21- Ahirette Allahü teâlâ görülecektir.
22- Kâfirler Cehennemde sonsuz kalır ve azapları hafiflemez, hatta gittikçe artar.
23- Mest üzerine mesh etmek caizdir.
24- Sultana isyan caiz değildir.
(Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alınmıştır.)
Cehennemden kurtulan tek fırka
Sual: Ben dini bilgilerden mahrum olarak yetiştim. Dinimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Birçok kitap aldım. Kitaplarda oldukça çok farklılık var. Kur'an mealleri de farklı. Kendi başıma doğruyu bulmam mümkün değildir. Aynı konuları hocalara sordum. Onlar da farklı şeyler söylediler. Dinimi doğru olarak öğrenmeden ölürsem, mazur sayılır mıyım? Yoksa yanlış bildiğimden sorumlu olur muyum? CEVAP Aynı ve benzer sualleri çok kimse soruyor. Her fırka, her grup, benim yolum doğru diyor. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Hadis-i şerifte, müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu 73 fırkadan herbiri, İslamiyet’e uyduğunu, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir.)[Müminun 53 ve Rum 32]
Bu çeşitli fırkalar arasında kurtuluş fırkasının alametini Peygamber efendimiz bildirmiştir: (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır.) [Tirmizi]
Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Eshab-ı kiramın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. (C.1, m.80)
Bugün çok kimse de kendilerinin Ehl-i sünnet olduğunu söylüyor. Bu bakımdan Ehl-i sünnet itikadının ne olduğunu bilmek şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz.
Şirki affetmez ne demek?
Sual: Allah’ın her günahı affedebileceği söyleniyor. Halbuki en büyük günah olan şirki affetmeyeceği Kur'anda yazılı imiş. Bu hususu açıklar mısınız? CEVAP İtikadımızı düzeltmeliyiz. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İtikad edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da işlerde [ibadetleri yapmakta, haramlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbe ile ve belki tevbesiz de af olabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikadı düzeltmektir. (1/193)
Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Her müslüman, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeli, imanını buna göre düzeltmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikada uymayan fena, bozuk itikadlar, imanlar, yani bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehirdir. İnsanı sonsuz azaba götürür. Amelde, ibadetlerde tembellik, gevşeklik olursa, affolunabilir. Amma itikadda gevşek davranmak affolunmaz. Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Allah [ahirette] şirki [küfrü, bozuk imanı] asla affetmez. Diğer bütün günahları ise, istediği kimselerden affeder.) [Nisa-48]
O halde ölmeden önce itikadı düzeltmelidir. (2/67)
Görüldüğü gibi, şirk yani küfür üzere ölen kimse, ebedi olarak Cehennemde kalır. Dünyada iken, yani ölmeden önce şirke [küfre] düşen kimse, tevbe ederse affolur.
Bir kâfir, kâfirliğine tevbe ederse, tertemiz, günahsız müslüman olur. Bir müslüman da şirke [küfre] düşerek kâfir olur, sonra pişman olup tevbe ederse, yine müslüman olur. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i şehadet söylemek kafi değildir. Küfre sebep olan şeyden de tevbe etmek lazımdır. (Allah şirki affetmez) sözü yanlış anlaşılmaktadır. Şirk üzere ölmüş olan affolmaz; fakat hayattayken, defalarca şirke düşüp sonra tevbe eden affolur.
Ehl-i sünnet olmak için
Sual: Okuduğum bir kitapta, (Tafdil-uş-şeyhayn, hubb-ül-hateneyn ve mest üzerine mesh etmek, Ehl-i sünnet olmanın alametidir) deniyor. Burada ne denmek isteniyor? CEVAP
Tafdil-uş-şeyhayn, iki kayınpeder olan hazret-i Ebu Bekir ile hazret-i Ömer’i diğer sahabe-i kiramdan üstün tutmak demektir. Hubb-ül-hateneyn, iki damat olan hazret-i Osman ile hazret-i Ali’yi sevmek demektir. Bir de, mest üzerine mesh etmek, Ehl-i sünnet olmanın alametlerindendir. Özellikle İbni Sebeciler, ilk üç halifeyi sevmezler ve mest üzerine mesti caiz görmezler. Çıplak ayağa mesh ederler. Bir kimsenin Ehl-i sünnet olup olmadığı, bunlardan da bilinebilir.
Her şeyi yaratan Allah’tır
Sual: İmam-ı Rabbani hazretleri, 289. mektubunda, (Cebriye’nin, “İşi insanın yapması mecazdır, görünüştür, insanda kudret yoktur. Kullar, rüzgârla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi, ağacın hareketi gibi mecburidir” sözü küfür olduğu gibi, “Kulların iyi kötü, bütün işleri, hakikatte onların değildir. İhtiyarî [isteğe bağlı] hareketleri de yapan, yalnız Allah’tır” sözleri de küfürdür) buyuruyor. Aynı mektupta ve başka mektuplarda da, her şeyi yaratanın Allah olduğu bildiriliyor. İkisi farklı gibi görünüyor. Biz nasıl inanırsak Ehl-i sünnete uygun yani doğru inanmış oluruz? CEVAP Her şeyin yaratıcısı elbette Allahü teâlâdır. Aksini söylemek küfür olur. Ancak bize irade-i cüziyye vermiştir. (Şunu yaparsan günah olur, şunu yaparsan sevab olur) diyor. İrade-i cüziyyemiz olmasa, yani her şeyi bize zorla işletse, günahımıza ceza, ibadetimize sevab vermez. Bize irade-i cüziyye kuvvetini veren de Allahü teâlâdır. Her şeyin yaratıcısı Odur. Böyle inanırsak doğru inanmış oluruz.
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan
Sual: Yazılarınızda hep ehl-i sünnet itikadının öneminden bahsediyorsunuz. Bu itikadı ortaya koyan kimdir? CEVAP Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullah efendimizdir. İman bilgilerini Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tâbiin-i izam da bu bilgilerini, Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır. Hadis âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhepte idi. İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imam, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve veliler, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.
Ehl-i sünnet âlimleri, manaları açık olan (Nass)ları, zahirleri üzere almışlardır. Yani, böyle âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere açık olan manaları vermişler, zaruret olmadıkça böyle Nassları (tevil) etmemişler, bu manaları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhepsizler ise, Yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, iman bilgilerinde ve ibadetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir. Peygamber efendimizin hadis-i şerifte fırka-i naciyye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir itikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir, imam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari bu mezhepte iki itikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.
İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar, Eshab-ı kiramın, Tâbiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise imam-ı a’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.
Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.
Ehl-i sünnetin reisi ise imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilmi kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı a’zamın talebesi olan imam-ı Muhammed Şeybani'nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi'yi yetiştirdi. Ebu Mensur, imam-ı a’zam hazretlerinden gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmam-ı Eşari de; imam-ı Şafii'nin talebesi zincirinde, bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram, Tâbiin ve Tebe-i tâbiinin bildirdiği itikad ve iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi hazretleri, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet vel-cemaattan dışarı çıkmamışlardır.
Bu iki imamın ve hocalarının ve bunların da hocaları olan, amelde dört hak mezhep imamlarının ve onlara tâbi olanların imanda, itikadda tek bir mezhebi vardır. Bu mezhep Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imanı ve itikadı emretmektedir. Bu imanın esaslarını ve nasıl itikad edileceğini, bizzat Peygamber efendimiz aleyhisselam tebliğ etmiştir.
Taşköprüzade şöyle yazmıştır: (Ehl-i sünnet vel-cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan biri Hanefi, diğeri Şafii'dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebu'l Hasen el-Eşari'dir.)
Bazı kitaplarda, Eşariyye mezhebi, Matüridiyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır. Aralarında ictihad farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebidi de şöyle demiştir: (Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedilir.)
Ehl-i Sünnet Kasidesi
Ehl-i sünnet itikadı, sana önce lazım olan,
Yetmiş üç fırka varsa da, Cehennemlik geri kalan,
Müslümanlar, hep Sünni’dir; hepsinin reisi Numan,
Cennetle müjdelendi, imanda bunlara uyan.
İtikadı sağlam edip; sonra İslamiyet'e bağlan!
İslam’ın beş şartını yap; sakın bütün haramlardan!
Eğer işlersen bir günah, tevbe et, geçmeden zaman!
İslam'a uymayan kimse, elbette olacak pişman.
Dinsize sakın aldanma, mahvolursun sen de, aman!
Tatlı söze inanırsan; olur sonra, halin yaman,
İkiyüzlüler çoğaldı, dışı melek, içi yılan,
Tuzağa düşürmek için; dost görünür, hem de candan.
Herkes kendin haklı sanır, kötü der, bana uymayan,
İslamiyet terazidir, odur haklıyı ayıran,
Doğru yoldan hemen sapar, İslamiyet’e uymayan
Bu söze inanır elbet, tarihi iyi anlayan.
Neden doktorlara gider, sakatlanıp, hastalanan?
Ölümü sevmez hiç kimse, her şeyden tatlıdır bu can,
Sonsuz yaşamak arzusu, bende yoktur, var mı diyen?
Ölmek, yok olmak değildir, kabir hayatına inan!
Cennet sonsuz, Cehennem de; haber verdi, bunu Kur’an,
Sonsuz dertten sakınmalı, mahşer gününe inanan,
Buna inanmayan da var, yarasa kaçar ziyadan,
Karga çöplükten tat alır, bülbüldür gülü arayan.
İslam’ı elbet sevemez, nefse, keyfe düşkün olan,
Bu ikisi, bir olur mu? Ayrıdır iyi, fenadan,
Gerçeği tanır Müslüman, her mahlûka eder ihsan,
İmansızlar sanki yılan, lezzet alır yakmaktan can.
Aman ya Rabbi el-aman; ne müşkülmüş ahir zaman,
Din bilgisi unutuldu, pek azaldı namaz kılan,
Mason olanlar, sinsice, dini yıkmakta her yandan,
Komünistlerde işkence, hayat Müslümana zindan.
Bugünkü şaşkın halleri, eylemişti Resul beyan,
Demişti: (Bir gün gelecek, garip olur bana uyan, Her evde çalgı çalınır, işitilmez olur ezan, Âlim bulunmaz bir yerde, cahillere kalır meydan.
Müminler, olur zavallı, kâfirler, sanki Süleyman, Kadınlara uyar erkek, evde hâkim olur bayan, İnsan öldürme çoğalır, yükselir göğe apartman, Yolculuk süratli olur, uzaklık kalkar aradan.
Zekâ, çok şey bulursa da, gaflet eksilmez insandan.)
Birgivi kitapta yazdı, eyledi çok hadis beyan:
Kıyamet alametleri, çıkar, birbiri ardından,
Alametlerin meşhuru, sarhoş olur pek çok insan.
Âlim diye tanıtılır, dinden haberi olmayan,
Zâlime ikram olunur, kurtulmak için beladan,
Hayâsızlık pek çoğalır, deyyuslara kalır meydan,
İnsanların en alçağı, Moskova’da okur ferman.
Herkes kendin âlim sanır, Müslümana denir nâdan,
Azalır doğru konuşan, yalancı söyler durmadan,
Çok methedilen kimsede, bir zerre bulunmaz iman,
Nice erkek kadın gibi, ipek giyer sıkılmadan.
Çalgı, zina sanat olup, kız yerine geçer oğlan,
Kadın dar elbise giyer, hep açılır baldır, gerdan,
Fitne kaplar her tarafı, adam öldürülür yoktan,
Bid’at yayılır her yere, azalır sünnete uyan.
Deccal gibi olur insan, hep uydurur bin bir yalan,
Doğru söyleyen çıkarsa, saldırırlar her taraftan,
Erkekler dinini bilmez, taşkınlık gösterir bayan,
Emir-i maruf unutulur, fıskı emreder şaklaban.
İslamiyet kötülenir, haram işlenir her yandan,
Müslümanlık lafta kalır, ses için dinlenir Kur’an,
Mümine gerici denir, kayrılır mürtet olan,
Bunların hepsi muhakkak, olur kıyamet kopmadan.
Büyük alamet Deccal’dır, çıkacağı yer, Horasan,
Sonra, Şam’daki camiye İsa inecek semadan,
Bir hadiste buyuruldu, (Kızım Fatıma evladından,
Babası Abdullah olan, Mehdi adında bir civan.
Çıkıp dine kuvvet verir, cihana yayılır iman,
İsa aleyhisselamla, birleşerek ol pehlivan,
Deccalı da öldürürler, dünya dolar adl-ü eman,
Yecüc Mecüc adındaki, kavim çıkar set ardından.
Sayısı milyonlarcadır, her tarafta dökerler kan,
Dabbet-ül-arz çıkar sonra, Mekke’de Safa altından,
Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenadan,
Daha sonraki alamet, güneş, doğacaktır garptan.
Kâfirler bunu görünce, imana gelecek ceman,
Fakat kabul olmaz artık, doğru yola gelen mihman,
Alametlerin biri de, Aden’den çıkan bir duhan,
Kâbe’yi yıkacak hem de Habeş renkli birkaç yaban.
Yeryüzünde kalmayacak, büyük nimet olan Kur’an,
Müslümanlar hep ölecek, yaşayacak ehli tuğyan,
Her kötülüğü yapacak, canavarlaşan şu insan
Çıkar bir ateş Hicazdan, verir herkese heyecan.
Şaşkın, azgın dolaşırken, kıyamet kopar na-gehan,
Daha neler olur, amma söyleyemez onu, lisan.) Ne hazindir, ne yazıktır; mabut oldu, falan filan,
İlahi, sen korumazsan, sonumuz olur hep giryan.
Dinsizleşme modasında, işimiz suç, günah, isyan,
Yolunu şaşırdı insan, gemisin kurtaran kaptan,
Şu etrafın zulmetinden, her yeri kapladı nisyan,
Ömür geçti, pek süratle, uyan gönül, artık uyan!
Dünya için çalışanın; ahireti olur ziyan,
Düştün bedenin peşine, kalbini eyledin viran,
Akla, ilme hiç uymadın; nefs oldu, sana kumandan,
Geçti gençlik, hep gafletle; dünya hırsındasın elan.
Nasihat hiç dinlemedin; sarhoş gibi çıktın yoldan,
Dünya zevklerine daldın; şimdi halin ah-ü figan,
Hainler aldattı seni; zannettin sonsuz bu devran,
Didinmeler, boşa gitti; yar olmadı, servet saman.
İslam'a uyan kimse, anladım olur şadüman,
Ne yazık, ömrü uçurdum, yeis çöktü, her taraftan,
Keşke, Kur’ana uysaydım; olurdum, ebedi sultan,
Dünyaya malik olsa da, kalmıyor insan bi payan.
Sırf dünya için çalışan, sanma olur, kâmil insan!
Tiryak yapılır yılandan, zehir olur bazen derman,
Sakın bakma görünüşe, insanın kemâli, iman!
Tembel olur mu bir müslüman, çalışınız diyor Sübhan.
Tembeli ve gericiyi, zem etti Nebiy-yi Zişan,
Bir hadiste buyurdu ki (Rabbe mahbubdur, çalışan!)
Ruhu da, düşünmek lazım; hep bedeni besler hayvan,
Bu bedenin sağlamlığı geçer, sanki âb-ı revan.
Evet, beden lazım elbet, odur, bu ruhu taşıyan,
Her birin korumak gerek, böyle olmalı Müslüman,
Nebiyullah, boş durdu mu? İyi düşün, eyle izan!
Eshabın hepsi olmuştu, sulhta üstat, harpte aslan.
Bunları bildiğin halde, nefse uydun, halin lerzan,
Sakınmadım günahlardan, böyle mi olurdu şükran?
Hilmi ümidini kesme, Rabbinin ismidir, Rahman,
İlahi imdat et bize; etrafımız sarmış düşman.
Kitap, gazete, film, radyo, olmuş hepsi birer şeytan,
Bunlar doğruyu gösterse; olur idi, hepsi burhan,
Bilgi, fen kaynakları da, niye acep, böyle hüsran?
Yeni fizik, modern kimya seni gösteriyor, her an.
Her zerre diyor, Allah var; atomdan ta be asuman,
Fakat bunları gören yok; kalplerden silinmiş irfan,
Hakka inat edenlere; olur dünya elbet zindan,
Avrupa, Amerika hem; Asya’da da, niçin buhran?
Çünkü Hakk'ı görmüyorlar; kafalarını sarmış duman,
Maddede yükselmiş amma; haberi yok insanlıktan,
Rahat, huzur beklenir mi komünizm ve masonluktan?
Saadete kavuşamaz, İslamlıktan uzaklaşan.
Moskova radyosu yine dine çattı, bu Ramazan,
Çok alçakça, pek namertçe İslam’a eyledi bühtan,
Küfür, devam ederse de, zâlimler kalkar aradan, Zâlime imhal ederim; ihmalim yok! dedi Yezdan.
Kuranı hıfz eder Allah, üzülmesin hiç Müslüman!
Tarihte hep böyle oldu; küfürde geldi, Peygamberan,
Dünyayı zulmet basınca, doğar güneş ki parlayan,
Şimdi hidayet güneşi doğacak Anadolu’dan.
Hidayete ermek için, Habibullah verdi imkân,
Habib ne demek? Düşünse, kemâlini anlar insan,
Ya Rab! Büyük nebidir O; köleleri, olur sultan,
Bir kalbe sevgisi dolsa, fışkırır nur ve feyz ondan.
Niye görünmez o güneş? Âmâ olmuş, bütün cihan,
Sonsuz nimet, büyük şeref, Onu sevmekte, bi güman,
Bu sevgi için vallahi, malım, canım olsun kurban,
Şekerin tadını bilmez, alıp ağzına koymayan.
Günahlarım pek çoksa da, bir kalbim var aşkla yanan,
Bu Aşkla pek çok yaş döktüm; şahittir, hâk-i Erzincan,
Bu sevgi, cürme son verdi; hâlim oldu, nâle figan,
Bilinmezse de son nefes, saadete budur nişan.
Nimet, Onu sevmek imiş; oldu bana şimdi ıyan,
Habibin yanında olsun, bu aşkı bizlere sunan.
Kelimeler:
Numan: İmam-ı a’zam hazretleri Ziya: Işık Nâdan: Cahil Fısk: Günah Civan: Genç, yiğit Adl-ü eman: Adalet ve emniyet Mihman: Misafir Duhan: Ateş Tuğyan: Taşkınlık Nâgehan: Ansızın Giryan: Ağlayan Zulmet: Karanlık Nisyan: Unutmak El’an: Şimdi Ah-ü figan: Pişmanlık ve ağlama Devran: Dünya Şadüman: Neşeli, mutlu Bi-payan: Sonuçsuz Tiryak: İlaç Zemmetmek: Kötülemek Mahbup: Sevgili Ab-ırevan: Akarsu İzaneylemek: Anlamak Lerzan: Titreyen Burhan: Delil Asuman: Gökler Buhran: Sıkıntı, bunalım, kriz Bühtan: İftira İmhaletmek: Mühlet, zaman vermek Yezdan: İlah, Mevlâ Bi-güman: Şüphesiz Hâk: Toprak Nâle figan: Ağlama, inleme Iyan: Belli
Ehl-i sünnet kasidesi
Ehl-i sünnet itikadı, nazm üzre ey civan,
Oldu aşağıda sana, açık dil ile beyan:
Doğru olan itikadı, ister isen kardeşim,
Gece gündüz, ilmihali oku hem de, pek candan!
Ruhuna rahmet eylesin, Hak Ebu Hanife’nin,
Kur’an yolunu gösterdi, bize o yüce Numan.
Dünyaya gönül bağlama, akar ömür su gibi!
İslamiyet’e uyan kimse, her dem olur şadüman.
Önce ilmihali öğren, çocuğuna da öğret!
Din bilgisi öğrenmezsen, olursun sonra pişman!
Düşmanlarımız sinsice, nasıl saldırıyor bak!
Sen de dini yaymak için, çalış kaybetme zaman!
Dinsizler hep yalanla, gençleri aldatıyor,
İslamı yok edecekler, artık gafletten uyan!
Müslümanlar da şaşırmış, tuzağa düşmüş çoğu, Ehl-i kıble sözde hepsi, ayrılmışlar hak yoldan.
Kim ilmihalden anlamaz, kendini koruyamaz,
Kâfir veya sapık olur, Ehl-i sünnet olmayan!
Doğru olan bilgileri, yayanlara yardım et!
Cihad sevabını kazan, olsun bunda mal revan!
Resulullah hiç durdu mu, Eshabı uyudu mu?
Dini yaymak için hepsi, olmuştu bir kahraman!
Çalış boş durma sen dahi, din düşmanı pek kavi!
İçten dıştan ezecekler, gidecek, dinle iman.
Eshaba uzatma hiç dil, hepsinin kadrini bil!
Birbirini severlerdi, buna şahittir Kur’an!
En üstün Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali hem,
Muaviye’yi de çok sev, Odur Kur’anı yazan!
Mahlûka muhtaç değildir, ortağı, benzeri yok,
Her şeyi Odur yaratan, hem de varlıkta tutan.
İyi, kötü, iman, küfr, madde, kuvvet, enerji,
Hepsini O var ediyor, yaratamaz hiç insan!
Herkese akıl, irade verdi, doğruyu gösterdi,
Kim iyilik diler ise, yaratır hemen Rahman!
Önce, itikadı düzelt, emri, yasağı gözet!
Saadete kavuşamaz, İslamiyet’ten ayrılan!
Ta önceden âdet oldu, kim ekerse o biçer,
Pek aldandı, ziyan etti, ekmeden buğday uman!
Yetmiş üç fırkadan ancak Ehl-i sünnet kurtulan,
Resulullah’ın yolunu onlardır bize sunan!
Kelimeler:
Nazm: Şiir Civan: Genç Numan: İmam-ı a’zam'ın adı Şadüman: Sevinçli, neşeli, memnun Ehl-i kıble: Müslüman Revan: Feda Kavi: Kuvvetli Hulul etmek: Birleşmek
.
Ehl-i sünnet vel cemaat
Sual: Doğru olan, sadeceEhl-i sünnet vel cemaat fırkası mıdır? CEVAP Evet, sadece Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si, Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir.) [Tirmizi, İbni Mace]
Ehl-i sünnet vel cemaat, sünnet ve cemaat ehli demektir. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimizin cemaatidir. Sünnet de, Peygamber efendimizin yolu demektir.
Demek ki, (Ben, sadece Kur’ana ve sünnete yapışırım) demek yetmiyor. Eshab-ı kiramı sevmek ve onların yolunda olmak da şarttır. Peygamber efendimiz, (Sadece benim yolumdan gidenler cennetliktir) demedi. (Benim ve Eshabımın yolunda gidenler) buyurdu. Bu çok önemli bir inceliktir. Eshab-ı kiramın tamamını sevmek, sadece Ehl-i sünnet fırkasına nasip olmuştur. Şu halde, doğru yolda olmanın ölçüsü, Resulullahın ve Eshabının yolunda olmaktır. Her grup, ben Ehl-i sünnetim diyebilir. Bunu öğrenmenin, yolu da vardır. Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. İki âyet-i kerime meali: (Doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz.)[Ankebut 69]
(Allah, kendisine yöneleni doğru yola iletir.) [Şûra 13]
O halde, Allahü teâlânın sözüne güvenmeli, (Biz kesin doğru yoldayız) desek de, yine, (Ya Rabbi, kimler doğru yolda ise, senin rızan kimlerle ise, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle) diye dua etmelidir. Eğer doğru yolda isek, duanın bir zararı olmaz. Yanlış yolda isek, ihlasla yaptığımız dua sebebiyle doğruya kavuşmuş oluruz. Herkes böyle dua etmelidir. Hâşâ Allahü teâlâ, beni yanlış yola sokar sanmamalıdır.
73 fırka hadisi
Sual:(Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, biri Cennete, doğru yoldan ayrılan 72’si ise Cehenneme gidecek) hadis-i şerifi için, (Bu, istismara çok açık bir sözdür. Buna göre, her fırka kendisinin kurtulan fırka olduğunu iddia eder) deniyor. Böyle söylemek uygun mu? CEVAP Hadis-i şerif için öyle söylemek çok çirkindir. Herkes zaten kendi fırkasının kurtulan fırka olduğunu iddia etmese o fırkada bulunmaz. Aynı manada âyet-i kerime de vardır: (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak sevinmektedir.)[Müminun 53, Rum 32]
Yukarıdaki hadis-i şerifin devamında, (Kurtuluş fırkasında olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır) buyurulmuştur. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı hâlde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Eshab-ı kiramın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. (1/80)
Rehbere ihtiyaç
Sual: Bir insanın, Kur’an, hadis okuyarak veya rastgele kitap okuyarak hidayete kavuşması, doğru yolu bulması, imanını kurtarması mümkün değil midir? İlla dört hak mezhepten birini iyi bilen bir âlime mi bağlanması gerekir? CEVAP
Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri yanlış anladıklarından dolayı 72 sapık mezhep çıkmış, çokları da küfre girmiştir. Âyet ve hadis bir deryadır. Yüzme bilmeyen kimseyi okyanusun ortasına atsalar, anında boğulur. Yüzmeyi iyi bilenin de, çok uzaktaki sahile yüzerek çıkması çok zordur. Çok geçmeden yorulur, yüzemez. Balıklara, deniz hayvanlarına yem olur. Denize düşen bir kere ölür. Kur’andan, din öğrenmeye kalkan ise, sonsuz ölüme mahkûm olur. Bugün herkesin dört mezhepten birine uyması şarttır. Bu da yetmez, çünkü piyasada binlerce farklı kitap var. Bunları okuyanın kafası karışır, hangisinin doğru olduğunu anlayamaz. Mezhebinin hükmünü iyi bilen bir âlime veya onun kitaplarına tâbi olması, bir Allah adamını tanıması lazımdır. Allah adamını tanıyanlarla görüşmesi, kötü insanlardan uzak durması gerekir. Ancak Allahü teâlânın sevgili kullarına kavuşan, imanını kurtarır. Çünkü bu büyükler, karanlık gecede parlayan dolunay gibidir. Bir insanın gözü çok sağlam olsa da, ışık olmadıkça karanlıkta göremez. Allah adamları, karanlıkta aydınlatan ışık kaynaklarıdır. Her biri gökteki yıldızlar gibidir. Kendileri veya talebeleri bulunmazsa, böyle büyük bir zatın kitaplarını esas almak lazımdır.
.
Ehl-i sünnet vel-cemaat nedir?
Sual: Bir reformcu,(Ehl-i sünnet, kitaba ve sünnete uymaktır. Kitap ve sünnetten kendi anladığına uyan Ehl-i sünnet olur) diyor. 72 sapık fırka da, (Biz kitap ve sünnete göre hareket ediyoruz) demiyor mu? Vehhabiler, (Biz Kur'ana ve sünnete uymuyoruz) mu diyorlar? Şiîler veya diğer fırkalar farklı mı söylüyorlar? Niye böyle yuvarlak bir tarif yapılıyor? CEVAP
Evet, bütün sapık fırkalar da, biz kitaba ve sünnete uymaktayız diyorlar. Böyle belirsiz konuşmak mezhepsizlerin taktikleridir. Ehl-i sünnet vel cemaat itikadının doğru tarifi şöyledir:
Sünnet, Resulullah'ın bildirdiği yoldur. Cemaat da Eshab-ı kiramdır.Sünnet ve cemaat ehli yani Ehl-i sünnet vel-cemaat, Resulullah'ın ve Eshab-ı kiramın gittikleri, itikattaki tek doğru yol demektir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Kurtuluş fırkası, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır.) [Tirmizi]
Dikkat edilirse, Resulullah efendimiz, sadece (Benim yolum kurtuluş yoludur) demiyor, (Benim ve Eshabımın yolundan giden kurtulur)buyuruyor. Niye Peygamber efendimiz, (Kurtuluş yolu Allah'ın bildirdiği yoldur) demiyor? Kendi bildirdiği yol, Allah'ın öğrettiği yoldur. Her sapık, (Biz Allah'ın yolundayız, biz Kur'ana uyuyoruz) diyerek kendi görüşüne uyacağı için, bu yanlışlığı önlemek maksadıyla kurtuluş yolunu böyle açıklamıştır. İmamı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı hâlde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Eshab-ı kiramın yolunda giden, Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır.(C. 1, m. 80)
Cenab-ı Hak, (Sana uyan, bana uymuş olur) buyuruyor. Resulü de,(Benim Eshabıma uyan, bana uymuş olur) buyuruyor. Demek ki Eshabın yolu Allah'ın yoludur, farklı değildir. Müftiy-üs-sekaleyn Ahmed ibni Kemal Paşa buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet vel-cemaat, Resulullah'ın, Eshabının, Tabiînin, yani selef-i salihinin yoludur. İmam-ı a’zam ve diğerleri de bu yolda idiler.(Risale-i Münire)
Bugün için dört hak mezhebin dışında Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadında olan yoktur. (Tahtavi, Hadika)
Demek ki bir kimsenin Ehl-i sünnetim diyebilmesi için dört hak mezhepten birinde olması lazımdır. Bazı mezhepsizler, (Mevdudi, Yusuf Kardavî ve Zuhayli gibi âlimlerin belli bir mezhebi yoksa da, onlar da Ehl-i sünnettir) dese de, tamamen yalan ve yanlıştır.
Ehl-i kıble ve ehl-i sünnet olmak için
Sual: Günah işleyen müslümanlara kâfir denir mi, onlara lanet edilir mi? CEVAP Günah işleyen müslümana kâfir denmez. Çünkü Ehl-i sünnete göre, bir insan günah işlemekle kâfir olmaz. Bazı bid'at fırkaları, günah işleyene, kendileri gibi düşünmeyen müslümanlara kâfir demek sapıklığında bulunmuşlardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Mümine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.) [Buhari]
Müslümanım diyen, kelime-i şehadet söyleyen kimseye kâfir denmez. Bir savaşta, kelime-i şehadet getiren birisini öldüren kimseye, Resulullah efendimiz, (Kelime-i şehadet söyleyen kimseyi niçin öldürdün?) buyurdu. O da, dili ile söylüyordu ama kalbi ile inkâr ediyordu dedi. (Kalbini yarıp da baktın mı?) diyerek onu tekdir buyurdu.
Onun için mümine kâfir demekten, ona lanet etmekten sakınmalıdır! Lanet, sahibine döner. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kul, lanet ettiği zaman, lanet edilen buna müstahak değilse, kendine döner.) [Beyheki]
Sual: “Günde beş defa Kâbe’ye yönelip, tehiyyatta kelime-i şehadeti söyleyen, küfre düşüp küfrüne tevbe etmese de, küfrü üzerinde sabit kalmaz” diyenler çıkıyor. Bu yanlış değil mi? CEVAP Bu söz ehl-i sünnet itikadına aykırıdır. İmam-ı a’zam hazretleri buyuruyor ki: Tevbe için yalnız kelime-i şehadet söylemek kâfi değildir, küfre sebep olan şeyden de tevbe etmesi gerekir. O şeyden tevbe etmezse, namaz kılsa da kâfirdir.
Doğru iman ve imanı korumak
Sual: Ahirette kurtulmak neye bağlıdır? CEVAP Bazıları Allah’a inanan herkesin Cennete gideceğini sanıyor. Bu çok yanlıştır. Amentü’deki altı esastan birine inanmayanın imanı geçersizdir. Bunun için inanmak değil, doğru inanmak önemlidir. Ahirette kurtulmak, ibadetin çok olmasına değil, doğru imana bağlıdır. İhlaslı ameli az da olsa, hatta hiç ameli olmasa, zerre kadar doğru imanı olsa yine Cennete girer. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Kalbinde zerre kadar imanı olan Cehennemde kalmaz.) [Buhari, Müslim]
Dünyadan herkes ahirete yolculuk yapıyor. Herkes bir vasıtaya binip gidiyor. Bir vasıtaya binmek değil, doğru vasıtaya binmek önemlidir. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Kâbe’ye gitmek için niyet edip Paris’e giden uçağa binen, niyeti halis olsa da Kâbe’ye varamaz.
Allahü teâlâ, doğruyu azıcık merak edene, doğruyu arayana doğru yolu yani hakiki İslamiyet’i nasip edeceğine söz vermiştir. [Ankebut 69, Şûra 13], Allah sözünden dönmez. (Al-i imran 9)
Demek ki bâtıl yollardaki insanlar istemek bir yana merak bile etmiyorlar. Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir. Doğru iman sahibi olmaya çalışmalıdır. İtikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, yani riya ile yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. İtikad doğru olunca ibadetleri arttırmak, insanın gayretine, ihlasına, ilmine bağlıdır. İstediği kadar artırır. Ancak, doğru itikadı, yani ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir.
Mutezile ve benzeri akılcı gruplara göre ibadetler imandan bir parçadır. Onlara göre günah işleyen ve farzları yapmayan kâfir olur, yani iman X amel diyorlar. Bunlardan biri sıfır olursa netice de sıfır olur diyorlar. Yani imansız amel de amelsiz iman da makbul değil diyorlar. Ehl-i sünnete göre, amelsiz iman makbul, imansız amel makbul değildir. Ehl-i sünnete göre amel X ihlas denebilir. Ancak amel işlemeden, (Param olsaydı şu fakire yardım ederdim diye ihlasla düşünen de, vermediği halde, amel işlemediği halde ihlaslı niyetinden dolayı sevaba kavuşur. Bir kimsenin ihlası ne kadar çoksa, amel ile çarpılınca netice büyük olur. Bizim ihlasımız 1 ise, bin fakire birer ekmek versek, 1x1000 = bin sevap eder. Eshab-ı kiramın ihlası çok kuvvetli olduğu için, mesela onların ihlası 1 milyon olsun, bir fakire bir ekmek verse bir milyon sevap alır. Nitekim hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımdan birinin bir avuç kadar arpa sadakasının sevabına kavuşamaz.) [Buhari]
Eshab-ı kiramın imanları çok kuvvetli ve ihlasları çok fazla olduğu için böyle sevaplara kavuşuyorlar. Eshab-ı kiramdan biri diğerinden daha yüksek idi. Bunun için Hazret-i Ebu Bekir’in verdiği bir avuç hurmanın sevabı, diğer sahabeden birinin vereceği sevap arasında dağlar kadar fark vardır. Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki: (Benden sonra, Eshabımın ihtilaf edecekleri meseleler hakkında sual ettim. Rabbim bana “Senin eshabın benim yanımda gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı diğerinden daha parlaktır. Onlardan birine uyan hidayet üzerindedir” buyurdu.) [Deylemi]
Doğru iman nedir?
Sual: İmanın doğru olması için gerekli şartlar nelerdir? CEVAP İman doğru olmadıkça, ibadetlere sevab verilmez. Onun için, doğru imanı öğrenip ona göre iman etmek şarttır. İmanın doğru olması için gerekli şartlardan bazıları: 1- İmanda sabit olmak: (Üç yıl sonra İslamiyet’i bırakıp Hristiyan olacağım) diyen, o anda dinden çıkıp kâfir olur.
2- Havf ve recâ arasında olmak: Yani Allah’ın azabından korkmak ve rahmetinden ümit kesmemek gerekir.
3- Can boğaza gelmeden iman etmek: Ölürken, âhiret hâllerini gördükten sonra kâfirin imanı geçerli olmaz, fakat o anda da, Müslümanın günahlardan tevbesi kabul olur.
4- Güneş batıdan doğmadan önce iman etmek: Güneş batıdan doğunca tevbe kapısı kapanır.
5- Gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir: Allah bildirirse peygamberin veya evliyanın da bilebileceğine inanmak gerekir.
6- Kâfirliğe sebep olan bir şeyi kullanmamak ve söylememek:Mesela haç takmamak, şakadan da olsa, (Ben kâfirim) dememek gerekir.
7- Dînî bir hükümde şüphe etmemek: Mesela (Namaz ve tesettür farz mı, şarap haram mı?) diye tereddüt etmemek gerekir.
8- İtikadını İslam dininden almak: Tarihçilerin, felsefecilerin değil, Resulullah'ın bildirdiği ve Ehl-i sünnet âlimlerinin açıkladığı şekilde iman etmek.
9- Amentü’deki altı esasa inanmak: Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak gerekir. İnsanda irade-i cüziyye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür. İmanın şartını beşe indiren ve yediye çıkaran sapıklar varsa da, imanın şartlarından herhangi birini inkâr eden veya yeni şart ilave eden kâfir olur.
10- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak: Sevgi ve nefreti yalnız Allah için olmak. Allah düşmanlarını sevmek, onları dost edinmek, Allah dostlarına düşman olmak küfrü gerektirir. Mesela kâfir olan Sokrat’ı sevmek, İmam-ı Gazali’ye düşman olmak gibi.
11- Ehl-i kitabın da cehennemlik olduğuna inanmak: Onların Cennete gireceğine inanan kâfir olur.
12- Ehl-i sünnet vel cemaate uygun itikad etmek:
Bu itikattan bazıları şunlardır: 1- Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. (Allah gökte veya Arş’ta) demek küfürdür.
2- Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemez. Mesela (Eli var, ayağı var, yürür, iner, çıkar) gibi insanlara benzetmek küfür olur.
3- Muhammed aleyhisselam son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmez. (Nebi gelmez, ama resul gelir) gibi şeyler söylemek küfürdür.
4- Ehl-i kıbleye [namaz kılan ve küfre sebep olan inanışı olmayan Müslümana], işlediği günahlardan dolayı kâfir dememek. İbadetler, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen ve günah işleyen mümine kâfir denmez. Allahü teâlâ, dilerse küçük günaha azap edebilir, büyük günahları affedebilir.
5- Cennetteki Müslümanların Allahü teâlâyı görecektir. Mutezile buna inanmaz.
6- İman ya vardır, ya yoktur, artıp eksilmez. Parlaklığı, kuvveti artıp eksilir.
7- Kur’an-ı kerim mahlûk [yaratık] değildir.
8- Mest üzerine mesh etmek caizdir.
9- Mirac ruh ve bedenle birlikte olmuştur.
10- Mucize ve keramet haktır.
11- Sahabenin hepsini sevip, hiçbirini kötülememeli, çünkü hepsi cennetliktir.
12- Ebu Bekr-i Sıddık, Eshab-ı kiramın en üstünüdür.
13- Ruh ölmez.
14- Kabir ziyareti caizdir. Kabirdeki peygamber, şehid ve evliya zatlardan yardım istemek caizdir.
15- Kabir suali ve kabir azabı haktır. Kabir azabı ruh ve bedene olur.
16- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.
17- Okunan Kur’an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabını ölülere bağışlamak caizdir. Bu sevablar ve dualar ölülere ulaşarak, azaplarının azalmasına veya kalkmasına sebep olur.
18- Öldürülen, intihar eden de eceliyle ölmüştür.
19- Peygamberler, küçük büyük, hiçbir günah işlemez.
20- Cennet ve Cehennem ebedî yani sonsuzdur. Cennet ve Cehennem şu anda vardır. Günahkâr müminler, Cehennemde sonsuz kalmaz, kâfirler sonsuz kalır.
21- Bugün için, dört hak mezhepten birinde olmak şarttır. Birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır.
22- Kıyamet alametlerinden olan Deccal'in, Dabbet-ül-arz'ın, Hazret-i Mehdî’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, Güneş'in batıdan doğacağına ve diğer bildirilenlere tevilsiz inanmalı.
23- Sultana, halifeye isyan caiz değildir.
(Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alındı.)
İmanından şüphe etmek
Sual: Kitaplarda, (Şimdi imanım var mı veya imanım devam edecek mi diye şüphe etmek küfür olur) denirken, (Son nefeste imansız gitmekten korkmak gerekir, korkmayan imansız gider) de deniyor. Bunların ikisi aynı değil mi?
CEVAP Hayır, aynı değildir. İbadetleri yapan kimse, imanının bozulmasında şüphe eder ve günahım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, imanının kuvvetli olduğu anlaşılır. İmanının devam edeceğinden şüphe eden kâfir olur. Şüphe etmeyi beğenmezse, mümin olduğu anlaşılır. (Bezzaziyye)
İmanı olduğundan veya imanının hep devam edeceğinden şüphe etmek caiz değildir, küfür olur. Mümin şimdiki ve gelecekteki imanı hakkında hiç şüphe etmemeli, ölünceye kadar imanlıyım demelidir.
Son nefes için ise, korku ve ümit arasında olmalı. Son nefeste imansız gitmekten korkmak, şüphe değil iman alametidir. Ehl-i sünnet âlimleri,(Son nefeste imansız gitmekten korkmayan, imansız ölür)buyurmuştur; çünkü son nefese kadar bu imanı muhafaza edip etmeyeceğimiz belli değildir. Bunun için, daima korku içinde yaşamak, haramlardan kaçmak, dinimizin bütün emirlerini yapmak ve Allah’ın rahmetinden de ümit kesmemek gerekir.
İmanı korumak için
Sual: En kıymetli nimet iman olduğuna göre, bunu korumak için ne yapmak gerekir? CEVAP İmanı korumak için şunlara uymak gerekir: 1- Gayba iman etmiş olmalı. Melekleri, Cenneti, Cehennemi gösterseler, gözümüzle gördüğümüz için, "Cennet, Cehennem vardır" demek iman olmaz. Gayrimüslimlerin hepsi, ölürken Cenneti Cehennemi görüp, "İman ettik" diyecekler; ama kabul olmayacaktır. Müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3)
2- Gaybı yalnız Allahü teâlânın bildiğine inanmaktır. Peygamber, melek, cin gaybı bilmez. Ancak Allahü teâlâ dilerse, bildirebilir. Bu bakımdan mucizeyi, kerameti inkâr etmek caiz değildir.
3- Haramı haram, helali helal bilmek yani kabul etmek. Kasten, harama helal, helale haram diyen dinden çıkar.
4- Allahü teâlânın azabından emin olmamak ve gazabından çok korkmak gerekir. Kur’an-ı kerimde, Rabbin azabından korkanların, Onun azabından emin olmadığı bildiriliyor. (Mearic 27-28)
5- Bir insan ne kadar çok günah işlerse işlesin, kendini garanti Cehennemlik bilmemeli. Bir hadis-i kudsi meali: (Kulum, göklere ulaşacak günah işlese; fakat rahmetimden ümidini kesmeyip, benden mağfiret dilerse, affederim.) [Tirmizi]
Bir âyet meali: (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) [Zümer 53]
6- Allah’ın azabından emin olmamalı, rahmetinden de ümit kesmemeli! Bir hadis-i şerif meali: (Mümin havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunursa, Allahü teâlâ, o kuluna ümit ettiğini verir ve korktuğundan onu emin kılar.) [Tirmizi]
7- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak. Yani sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir. Bu, imanın temelidir. Bir hadis-i şerif meali: (İmanın temeli Müslümanları sevmek ve Allah düşmanlarını sevmemektir.) [İ. Ahmed]
Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa’ya buyurdu ki: (Yer ve göklerdeki bütün mahlukatın ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K.Saadet]
8- İmanın makbul olması ve korunması için gerekli şartlardan bazıları da şunlardır:
Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud ve hakiki mabud ve bütün varlıkların yaratıcısıdır.
Dünya ve ahiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır.
Tevekkül farzdır.
Zaruri olarak ve icma ile bilinen, inanılacak şeylerde, kıyas olmaz. Bunlarda ictihad veya kıyas edip yanılan kâfir olur. Zaruri olarak ve icma ile bildirilmemiş olan iman bilgilerinde ictihad edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid'at sahibi olur.
İman artıp eksilmez. Yani iman edilmesi gereken şeyler yönünden artıp eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden parlaklığı, kuvveti artıp eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.
İtikadını İslam dininden almak. Resulullah efendimizin bildirdiği şekilde iman etmek.
Günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimseyi Allah dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz. Melekler, kâfirlerin dediği gibi, Allahü teâlânın ortakları veya kızları değildir. Günah işlemezler. Meleklerde erkeklik dişilik yoktur.
Kur’an-ı kerimdeki veya diğer din kitaplarımızdaki dini bir hükümden şüphe etmemek: Mesela tesettür acaba farz mı diye şüphe etmemek.
Helal da haram da rızktır. Herkes kendi rızkını yer, kimse kimsenin rızkını yiyemez.
Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela şakadan ben peygamberim dese küfür olur.]
Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir.
Bu kâinat sonradan yaratılmıştır. [Felsefeciler, bunu kabul etmiyor, kâinat böyle gelmiş, böyle gider diyerek kâfir oluyorlar.]
Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, yani namaz kılan müslümana işlediği günahlardan dolayı kâfir dememek. [Ehl-i kıble denilen kimsenin bir inanışı, manası çok açık olan kati bir delile zıt ise, küfür olur. Böyle bir kimse, namaz kılsa da, her ibadeti yapsa da kâfir olur.]
Tasavvufu inkâr etmemek. (Avarif-ül-mearif)
Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu Bekir, sonra sırası ile diğer üç halifedir.
Eshab-ı kiramın hepsi Cennetliktir. (Hadid suresi 10)
Allahü teâlânın Eshab-ı kiramdan razı olduğu Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. Onlardan birini kötülemek, bu âyet-i kerimelere inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zararın hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir.
Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile, insanların ve diğer mahlukatın yapacağı işleri bilmesi ve dilemesidir. Bunun yaratılmasına kaza, ikisine birden kaza ve kader denir.
Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Çünkü insanların işlerini Allahü teâlâ yaratır, fakat insana da irade-i cüziye vermiş, yaptığından sorumlu tutmuştur.
Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Hiç kimse, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.) [Araf 34]
İntihar eden müslümanın namazı kılınır. (Dürr-ül-muhtar)
Öldükten sonra herkes dirilecektir.
Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı vardır.
Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle Cenneti hak edemez.
Peygamberler, âlimler ve salihler, günahkârlara şefaat edecektir. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir. Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır. Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her peygamberin, müstecab [kabul olan] bir duası vardır. Ben duamı, ümmetime şefaat etmek için ahirete sakladım.) [Buhari]
Şefaati inkârdan sakınmalı. Çünkü hadis-i şerifte, (Şefaatime inanmayan, ona kavuşamaz) buyuruldu. (Şir’a)
Kıyamet alametlerine inanmak: Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Şu alametler çıkmadan kıyamet kopmaz: Güneş batıdan doğar, üç yer batar, İsa gökten iner, Duman, Dabbetül arz, Deccal, Yecüc Mecüc ve Aden’den bir ateş çıkar.) [Müslim]
Hazret-i Mehdinin geleceğine inanmak da, Ehl-i sünnet itikadındandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adaletle dolar.) [Tirmizi, İ. Asakir]
[Bu bilgilerin hepsi, Fıkh-ı ekber, Emali, R. Nasıhin, Mektubat-ı Rabbani, Feraidül fevaid kitaplarından alınmıştır. Başka kitaplardan alınanların ise kaynağı sonunda bildirildi.]
Doğru itikadın önemi
Sual: İtikad üzerinde çok durmanızın sebebi nedir? CEVAP Çünkü, itikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, [riya ile] yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. Ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir. İşte bu kadar önemli olduğu için Ubeydullah-i Ahrarhazretleri (Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün çirkinlikleri verseler itikadımız düzgün ise, hiç üzülmeyiz) buyuruyor.
İtikadı düzgün olan
Sual: İtikadı düzgün Müslümanlar Cehenneme girmez deniyor. Günahları ne olacaktır? CEVAP Haramlardan kaçan ve ibadetlerini yapan Müslüman Allah’ın dostudur. Allah dostunu Cehenneme koymaz. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Vallahi, Allah dostunu ateşe atmaz.) [Cami-us-sagir]
Eğer Müslüman küfre düşmemişse, dünyada çektiği sıkıntılar günahlarına kefaret olur, şefaate de kavuşur ve Cehenneme hiç girmez.
Ehl-i sünnet yolunun iki esası
Sual: Ehl-i sünnet bilgilerinin bozulmadan günümüze kadar gelmesinin sebebi nedir? CEVAP Ehl-i sünnet âlimlerinin gayretleri sayesinde bozulmaktan korunarak gelmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri şu iki şeye titizlikle riayet etmişlerdir:
Birincisi: Olduğu gibi muhafaza edip, ondan hiçbir şey çıkarmadılar.
İkincisi: Ona bir şey ilave etmediler. Yani sünnete uyup, bidate karşı çıktılar.
Sünnete uymak demek, İslam’a uymak demektir; ama bildirildiği şekilde, hiç değiştirmeden uymak gerekir. Onun için Ehl-i sünnet âlimleri, Resulullah’tan gelene, hiçbir şey ilave etmemişler, bir şey de çıkarmamışlardır. Metni aynen almışlar, ona şerhler yapmışlar yani açıklamışlardır. İşte bu sebeple, Ehl-i sünnet bilgileri günümüze kadar bozulmadan gelmiştir.
İmanı muhafaza
Sual: İmanı muhafaza etmek için nelere dikkat etmeli? CEVAP İman, beş katlı bir kaleye benzer. Bunlar, bakır, demir, tunç, gümüş ve altın katıdır. 1- Bakır katı, edeplerdir. 2- Demir katı, sünnetlerdir. 3- Tunç katı, farzlardır. 4- Gümüş katı, ihlâstır. 5- Altın katı, Allahü teâlânın rızasıdır.
Edebleri gözetmeyen, sünnete yol bulamaz. Sünnete uymayan, farza yol bulamaz. Farzı tutmayan, ihlâsa yol bulamaz. İhlâsı olmayan da, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmaya yol bulamaz. (Ey Oğul İlmihali)
Demek ki, son yani beşinci kata çıkabilmek için, sırayla, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü katlardan geçerek çıkmak gerekir. Diğer katları geçmeden beşinci kata çıkılamaz.
Felaketlerin en büyüğü Sual: Felaketlerin en büyüğü nedir? CEVAP
En büyük felaket imansız ölmektir. İmansız, yani kâfir olarak ölmemek için, ilim sahibi olmak, ihlâsla amel etmek, haramlardan kaçıp ibadetleri yapmak şarttır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. O hâlde, imanlı yaşamak lazımdır. İmanlı yaşamak için de, haramlardan sakınmak ve ibadetleri yapmak gerekir.
İkinci bir felaket de, bir kimse, bir sözüyle, bir işiyle küfre düşer yani kâfir olur da, kendini Müslüman zanneder. Yaptığı işin küfür olduğunu bilmediği için tevbe de etmez, imansız olarak ölebilir. Günahı bilmemekten daha kötüsü, günahı ibadet olarak işlemektir. Bid’at inanış ve diğer bid’atler böyledir. Bu felaketlerden kurtulmak için, İmam-ı Rabbani hazretleri, (İlim, amel ve ihlâs şarttır) buyuruyor. Yani dinimizi doğru olarak öğrenip, ihlâsla amel edeceğiz. Bilmeden yapmak felaket olduğu gibi, bildiklerini de ihlâssız yapmak felakettir.
İmanın esas şartı
Sual: İmanın altı şartına inanan kimse mutlaka mümin midir? CEVAP
Topluma bakınca, herkesin mutlaka mümin olduğu söylenemez. Birkaç örnek verelim: 1- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan kitaplara iman ettiğini söylese, fakat Kur’an tarihseldir dese, bazı hükümleri kıyamete kadar geçerli değil dese, mümin olamaz. Kur’ana inandım demesinin bir faydası olmaz.
2- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan meleklere iman etse, fakat meleklerin günah işlediğini söylese ve Hristiyanlar gibi onları kız olarak bilse, mümin olamaz.
3- Bir kimse, Amentü’deki altı şarttan biri olan Allah’a iman ettiğini söylese, fakat Allah dostlarını sevmese, onlara düşman olsa veya Allah düşmanlarını sevse, onlarla dost olsa, ölülerine rahmet okusa mümin olamaz. İmanın esas şartı, alameti; hubb-i fillah, buğd-i fillahtır. Allahü teâlânın sevdiklerini ve emrettiği şeyleri sevmek, düşmanlarından ve yasak ettiklerinden sakınmaktır. Bir kimsenin imanlı olup olmadığı buradan belli olur. Ehl-i sünnet yolunda olanları, Allah’ın dinine hizmet edenleri sevmek hubb-i fillahtır. Kâfirleri, Allahü teâlânın düşmanlarını, 72 sapık fırkada olanları sevmemek buğd-i fillahtır. Bunlar sadece kalble olur. Sevilmeyen kimse ile tartışılmaz ve dövüşülmez. Dostla da düşmanla da tartışmak zararlıdır. Dostların dostluğu azalır, kalmayabilir, düşmanların düşmanlığı artar.
İmanı olan emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunur. Yani Allah’ın emrettiklerini öğretmeye çalışır. Bu da imanın şartlarındandır.
İmanda şüphe
Sual: (Küfre düşülmüş olabilir) diye iman tazelemeye caiz denirken, imanın varlığından şüphe etmeye küfür deniyor. İkisi arasında ne fark vardır? İkisi de imanda şüphe değil mi? CEVAP İkisi farklıdır. İman tazeleyen kişi imanının olduğunu biliyor, şayet bilmeden küfre düşmüşse, iman zayıflamış veya eskimişse diye düşünerek tazeliyor. Peygamber efendimiz, (Elbisenin eskidiği gibi, içinizdeki iman da eskir. İmanınızı tazeleyin!) buyuruyor. İmanımızı yenilemek için sık sık kelime-i şehadet getirmelidir.
(İmanım var mı yok mu) diye şüphe etmek küfür olur. Yani (Acaba imanım var mı?) diye şüphe edilmez. Fakat (Ölürken imanımızı muhafaza edebilir miyiz?) diye şimdi korkmak imanlı olmanın alametidir. Bu, imanından şüphe değildir. İmanı kaybetme endişesinden meydana gelen haklı bir korkudur. Çok kıymetli mücevheri olanın, onu kaybetmekten veya çaldırmaktan korkmasına benzer. Bu kimse, (Acaba benim mücevherim var mı?) diye şüpheye düşmez. Sadece çaldırmaktan ve kaybetmekten korkar.
İmam-ı Matüridi
Ehl-i sünnetin iki itikad imamından birincisidir. İsmi, Muhammed bin Muhammed Matüridi'dir. Künyesi, Ebu Mensur'dur. Doğum yeri Semerkand'ın Matürid nahiyesidir. Hicri 333 (m. 944) yılında Semerkand'da vefat etti.
İmam-ı Matüridi, imam-ı a'zam Ebu Hanife'nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet itikadının, kelam bilgilerini, ondan nakledenler vasıtasıyla kitaplara geçirdi, izah ve ispat etti. Kelam ilminde, akaidde müctehid olan imam-ı Matüridi, kelam ve fıkıh ilmini Ebu Nasr İyad'dan öğrendi.
İlimde çok iyi yetişen imam-ı Matüridi, çeşitli kitaplar yazmak ve talebe yetiştirmek suretiyle Ehl-i sünnet itikadını yaymıştır.
Yetiştirdiği talebelerden el-Hakim es-Semerkandi adıyla meşhur Ebul-Kasım ishak bin Muhammed, Ebu Muhammed Abdülkerim bin Musa el-Pezdevi, Ebul-Leys el-Buhari ve Ebul-Hasen bin Said gibi ilim ve takva yönünden yükselmiş olan büyük âlimler başta gelmektedir. Böylece, İmam-ı a'zam hazretlerinden gelen itikad bilgilerini nakleden İmam-ı Matüridi'den sonra da, talebeleri ve talebelerinin talebeleri bu hususta binlerce kitap yazarak, Peygamber efendimizin gösterdiği doğru yol olan Ehl-i sünnet itikadını yaymışlardır.
İmam-ı Matüridi'nin yaşadığı devir, Abbasi Devleti'nin zayıflamaya başladığı ve yeni İslam devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasi güçler ve itikadi fırkalar arasında mücadelenin arttığı bir zamana rastlar. İmam-ı Matüridi de diğer İslam âlimleri gibi, kendi zamanında Ehl-i sünnet itikadını müdafaa etmiş, açık bir şekilde izah ederek yaymış ve müslümanların bu doğru itikada uymalarını sağlamıştır. Bu hususta takip ettiği usul, İmam-ı a'zamın el-fıkh-ül-ekber, er-Risale, el-fıkh-ül-ebsat, el-Âlim vel müteallim ve el-Vasiyye gibi itikadla ilgili kitaplarında bildirilen itikad bilgilerini, akli ve nakli delillerle açıklayarak tasnif etmek olmuştur. Böylece Matüridi hazretleri, Ehl-i sünnet itikadında müctehid imam oldu.
Eserleri:
Hayatını ilme ve Ehl-i sünnet itikadını yaymaya hasreden ve bu hususta büyük hizmetler veren Matüridi hazretleri, benzerine rastlanmayacak ölçüde değerli eserler yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır
1) Kitab-üt-tevhid: Bu kitapta sapık fırkaların sözlerinin yanlış olduğunu ispat edip, doğru itikad olan Ehl-i sünnet itikadını çok mükemmel bir şekilde açıklamıştır.
2) Tevilat-ül-Kur'an: Tefsire dair benzeri az bulunan bir eserdir. Semerkandi bu esere büyük bir şerh yazmıştır.
3) Reddü Evaili'l-Edille lil Ka'bi ve Beyanü vehmi'l Mutezile:Mutezileyi reddeden ve çürüten bir eserdir.
4) Er-Reddü ala usül'il Karamita: Karamita fırkasını reddeden bir eserdir. 5) Reddu kitab-ül-imame li Ba'zir-Revafiza: Eshab-ı kirama düşman olanları reddeden bir eseridir.
6) Kitab-ül-makalat fil-kelam: Kelam ilmine dair bir eseridir. 7) Me'haz-üş-şeriyye: Fıkıh ilmine dairdir. 8) Kitab-ül-cedel: Usül-ü fıkıh ilmine dair olan bu eserinden başka kitapları da vardır.
İmam-ı Matüridi'nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet itikadının esaslarından bazıları şunlardır:
Allahü teâlâ kadim olan zatı ile vardır.
Her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbadete hakkı olan da Odur. Ondan başka hiçbir şey, ibadet olunmaya layık değildir. Kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları; hayat, ilim, semi', basar, kudret, irade, kelam ve tekvin'dir. Bu sıfatları da ezelidir. Allahü teâlânın isimleri tevkifidir, yani dinimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.
Kur'an-ı kerim Allah kelamıdır, Onun sözüdür. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahluktur. Bu harf ve kelimelerin manası, Kelam-ı ilahiyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'an denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelam-ı ilahi olan Kur'an mahluk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelidir, ebedidir.
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihatasız, yani şekli olmayarak görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü Onu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyada görülemez. Bu dünya ve insanın bu dünyadaki yapılışı Onu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyada görülür diyen yalancıdır. Hazret-i Musa, Peygamber olduğu halde bu dünyada göremedi. Peygamber efendimiz mirac gecesinde gördü ise de, bu dünyada değildi. Dünyadan çıktı, ahirete karıştı. Cennete girdi ve orada gördü.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi Onun takdiri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden razıdır, fenalardan razı değildir, insanın yaptığı işte, kendi kuvveti de tesir eder. Bu tesire "kesb" denir.
Peygamberler Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
Kabir azabı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yani ruhların cesetlere gelmesi, kıyamet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkuşu ve kıyamette sual ve hesap, iyiliklerin ve günahların oraya mahsus bir terazi ile tartılması, Cehennem üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır.
Müminlere mükafat ve nimet için hazırlanmış olan Cennet, kâfirlere azap için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınacak yerdir. Zerre kadar imanı olan ve bu iman ile ahirete göçen Cehennemde ebedi (sonsuz) kalmayacaktır.
İbadetler imana dahil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tembellikle yapmayan kâfir olmaz.
Mümin ne kadar büyük günah işlerse işlesin imanı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara, olduğu gibi inanmak lazımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak imanı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmaya sebep olur.
Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik sıralarına göredir. Eshab-ı kiramın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek lazımdır. Hepsi adil ve din ilimlerinde müctehid idiler.
Muhammed aleyhisselama iman edenler, başka Peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.
Matem tutmak, dinde yoktur. Üzülmek başka, matem tutmak başkadır. Hadis-i şerifte, (İki şey vardır ki, insanı küfre (imanın gitmesine)sürükler. Biri, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için matem tutmaktır) buyuruldu.
Resulullaha, Eshab-ı kirama, Tabiine ve evliyaya tevessül ederek, yani onları vesile ederek dua etmek, duanın kabulüne sebep olur.
Dini deliller müctehidler için dörttür: Kitap, Sünnet, icma-i ümmet, Kıyası fukaha. Avamın delili müctehidin fetvasıdır.
Tenasühe, yani ölen insanın ruhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyaya gelmesine inanmak, dine aykırıdır. Böyle inananın imanı gider.
Kıyamet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir. Peygamber efendimiz, (Şefaatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır) buyurdu.
Peygamberin mucizesi, evliyanın kerameti ve salih müminlerin firaseti haktır.
Evliyanın kerameti, vefatından sonra da devam eder.
Her bid’at dalalettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimiz ve dört halifesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, itikad ve ibadet olarak yapılmaya başlanan değişikliklerdir ve büyük felakettir.
Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.
Ebu Mensur-i Matüridi hazretleri, irade-i cüziyye hakkında buyurdu ki:
İrade-i cüziyye, bir varlık değildir. Var olmayan şey, yaratılmış olmaz, irade-i cüziyye, kullarda bir haldir. Kuvveti, bir şeyi yapmak ve yapmamakta kullanmaktır. Kullar, irade-i cüziyyelerini kullanmakta serbesttir. Mecbur değildir. Şeytana, (İrade, bende bir haldir, iyiliğe kullanırsam Allahü teâlâ iyiliği yaratır. Kötülüğe sarf edersem, onu yaratır. Eğer sarf etmezsem, ikisini de yaratmaz) diye cevap verilir.
Allahü teâlânın, kul irade etmeden de, yaratması caiz ise de, ihtiyari olan işleri yaratmaya, kulların iradelerini sebep kılmıştır. İrade-i cüziyyemizin sebep olması da, Allahü teâlânın iradesi iledir. Kul, bir iş yapmak irade edince, Allahü teâlâ da, o işi irade ederse, o işi yaratır. Kul irade etmezse, ihtiyari olan o işi yaratmaz. Şu halde, kul irade-i cüziyyesini ibadete sarf ederse, Allahü teâlâ, ibadeti yaratır. Eğer günahlara sarf ederse, günahları yaratır.
O zaman kul, dünyada fena olur, ahirette azap görür. Böyle olduğunu bilen bir kimseye, şeytan bir şey diyemez.
(Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzu edersiniz!) mealindeki âyet-i kerimenin manasını, Ebu Mensur-i Matüridi hazretleri şöyle açıklıyor: "İhtiyari işleriniz, yalnız sizin iradenizle olmaz. Sizin iradenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irade edip yaratır.”
Ehl-i sünnet âlimleri birer ışıktır
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Dünya, mayın tarlası gibidir, bu mayınlara çarpmadan karşı tarafa geçmek çok zor bir iştir. Ahiret yolculuğunda, bu mayınların yerlerini bilen, bize rehberlik yapacak bir mübarek zat elimizden tutmazsa, bu meşakkatli, tehlikelerle dolu yolculukta yürüyebilmemiz imkânsızdır. Işık olmazsa, göz görmez. İnsan kör gibi olur, yolunu bulamaz, hiçbir yere gidemez. Bunun gibi, eğer Peygamberler gelmeseydi, hiç kimse Allahü teâlâyı tanıyamazdı. Önce refik sonra tarik… Yani yoldan önce yol arkadaşı gerekir.
Allahü teâlâ kime ışık nasip ederse, çok şükretmesi gerekir. Behaüddin-i Buhari, İmam-ı Rabbani, Mevlana Halid-i Bağdadi, Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleri gibi mübarek zatlar, birer ışıktır.
Bu dünyada Allahü teâlânın bir kuluna en büyük nimeti, böyle mübarek bir rehberi, sevgili bir dostunu ona tanıtmasıdır. İmanımızı, ihlâsımızı, her şeyi onlara borçluyuz. Böyle hocanın hakkı ödenmez; çünkü Peygamber efendimiz, (Ümmeti arasında peygamber neyse, talebesi arasında hoca odur) buyuruyor.
Ayağımızı mayınlara bastırmadan, selametle karşıya geçirecek böyle büyük zatlar çok önemlidir. Her birinden Allahü teâlâ razı olsun. Elimizden geldiği kadar dua, tesbihat okuyup sevablarını ruhlarına göndermek, onların gıyabında onlara teşekkür etmek zorundayız; çünkü hadis-i şerifte, (Eğer biri size bir iyilik yaparsa, siz de teşekkür etmezseniz, Allahü teâlâya şükretmiş olamazsınız)buyuruluyor. Yani, bize gelen nimete vesile olan kişiye teşekkür etmedikçe, o nimet için yapacağımız şükrü, Allahü teâlâ kabul etmez.
Böyle mübarek zatların kıymetli kitaplarından Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek, ele geçmez bir hazinedir. Peygamber efendimiz, (Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi dalalette olacak, Cennete gidecek olan bir fırkası, “Benim ve eshabımın yolunda gidenler” kurtulacak) buyuruyor. Yalnız, “benim yolumda” buyurmadı, ayrıca “Eshabımın yolunda” buyurdu. Cenab-ı Hak, (Sana uyan, bana uymuş olur) buyuruyor. Resulü de,(Benim Eshabıma uyan, bana uymuş olur) buyuruyor. Dolayısıyla Resulullah efendimizle Eshabını ayırmak, dini bölmek, dinden çıkmak demektir. İşte Allahü teâlâ, 73 fırkanın içerisinden bir fırka olan Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkasını bize nasip etti. Bu, doğrudan doğruya Cennete gidecek olan bir fırkadır. Bu fırkanın bir mensubu olmak ne büyük saadettir!
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdülkâdir bin Tâhir bin Muhammed el-Bağdâdî et-Temimî olup, künyesi Ebû Mensûr’dur, Üstâd lakabı ile tanınır. Fıkıh ilminin usûl ve fürû kısımlarında çok derin âlim olan imamlardan biri idi. Ayrıca kelâm, ferâiz, edebiyat, nahiv, ilm-i hesâb ve diğer ilimlerde de söz sahibiydi. Onyedi ayrı ilimde talebelere ilim öğretirdi.
Bağdad’da doğup yetişti. Çocukluğunda babası ile beraber Horasan’a gidip, Nişâbûr âlimlerinden ilim ve hadîs-i şerîf öğrendi. Daha sonra İsferâin’e gidip, Ebû İshâk el-İsferâînî’nin derslerine devam etti. Onun vefâtı üzerine Mescid-i Ukayl’da talebelere ders okuttu. 420 (m. 1029) senesinde İsferâîn’de vefât edip, üstadı Ebû İshâk’ın yanına defnolundu.
Ebû Mensûr el-Bağdâdî ( radıyallahü anh ) vera’ ve takvâ sahibi idi. Haram ve şüpheli şeylerden çok sakınır, dünyâya kıymet vermezdi. Önceleri çok zengin idi. Bütün malını, ilim tahsil etme ve ilim tahsil edenlere yardımcı olma yolunda sarfetti. İlim taliblerinden pekçoğu onun ilminden, derslerinden istifâde etmişlerdir. Bir taraftan talebelere ders okuturken, bir taraftan da, kendisinden sonra gelecek olanların istifâde etmeleri için kıymetli kitaplar yazdı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: El-Fark beyn-el-firâk, Te’vîl-ü müteşâbih-il-ahbâr, Fedâyih-ül-mu’tezile, Fedâyih-ül-Kerrâmiyye, El-Kelâm fil-vaîd-il-fâhir fil evâili vel-evâhir, Mi’yârun-nazar, Tafdîl-ül-fakîr-is-sâbir alel-ganiyy-iş-şakîr, el-Milel ven-nihâl, Et-Tahsîl fî usûl-il-fıkh, Nefy-ül-halk-ıl-Kur’ân. Bunlardan başka kıymetli kitapları ve şiirleri çoktur.
Ebû Mensûr el-Bağdâdî hazretleri “El-Fark beyn-el-firâk” isimli eserinde buyuruyor ki:
“Ehl-i sünnet i’tikâdına göre: Allahü teâlâ, âhırette bütün insanları ve canlıları diriltecektir. Ehl-i sünnetin dışında bulunan ba’zı fırkalar, “Âhırette sâdece insanlar diriltilecektir. Cennet ve Cehennem yaratılmamıştır” diye inkâr ettiler.
Ehl-i sünnete göre, Cennet ni’metleri Cennettekilere, Cehennem azâbı da müşriklere ve münâfıklara devamlıdır. Cehmiyye fırkası ile Kaderiyye fırkasından Ebü’l-Huzeyl taraftarları buna inanmadılar. “Cennette ni’metler, Cehennemde azâblar bir müddet sonra son bulur” dediler.
Ehl-i sünnet i’tikâdına göre, Cehennemde kafirlerden başkası temelli kalmıyacaktır. Kaderiyye ve Havâric’in görüşlerine göre ise, Cehenneme giren herkes orada devamlı kalırlar.
Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar, kabirde sorgu ve suâlin var olduğuna inanırlar. Günah işliyenlere ve kabir azâbına inanmıyanlara, kabirde şiddetli azap yapılacağına inanırlar.
Havz, Sırat ve Mîzân’ın olduğuna, bunları inkâr edenlerin Kevser Havzından içemiyeceği ve sırattan geçerken ayaklarının kayıp Cehennem ateşine düşeceğine Ehl-i sünnet inanmıştır.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) ve O’nun ümmetinden sâlih kimselerin, günahkâr olan mü’minlere ve kalbinde zerre miktarı îmânı olanlara şefaat edeceklerine Ehl-i sünnet inanmıştır. Ayrıca şefaati inkâr edenlerin, şefâattan mahrûm kalacaklarını da bildirmişlerdir.”
“Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar, Allahü teâlânın Habîbi ve sevgili Peygamberi ( aleyhisselâm ) ile beraber, Bedr gazâsına katılanların Cennetlik olduklarına inanırlar. Ayrıca, Uhud gazâsında, hurma bahçelerinin düşman işgaline mâruz kalmaması için çarpışan “Kuzman” ve Peygamber, efendimizin bildirdiği birkaç kimse dışında kalan Uhud’daki bütün Eshâb-ı Kirâmın Cennetlik olduğuna inanırlar. Hudeybiye’de “Bî’at-ı Rıdvân”a iştirâk eden Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) Cennetlik olduğuna inanırlar. Peygamber efendimiz buyurdular ki; “Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül ve i’timâd etmiyenlerdir, buyuruldu.” Dinleyenler arasında Ukâşe ( radıyallahü anh ) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, onlardan olayım” deyince, “Yâ Rabbî! Bunu onlardaneyle!” buyurdu. Biri daha kalkıp, aynı duâyı isteyince,“Ukâşe senden çabuk davrandı” buyurdu. Aralarında, Hazreti Ukâşe’nin de bulunduğu yetmiş bin kişinin, sorgusuz sualsiz Cennete gireceği ve onların herbirinin yetmişbin kişiye şefaatçi olacaklarına, Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar inanırlar.
Ehl-i sünnet, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) zevce-i mutahharalarının (r.anhünne) hepsinin, mutlak îmân ile öldüklerine inanırlar. Bunlardan biri veya birkaçını tekfir edenin (küfürle itham edenin) küfre girdiğini bildirdiler.
Ehl-i sünnet, Peygamber efendimizin torunları olan oniki İmâm “Hazreti Ali bin Ebî Tâlib, Hazreti Hasen, Hazreti Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bâkır, Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Ali Rızâ, Muhammed Cevâd Takî, Ali Nakî, Hasen Askerî Zekî ve Muhammed Mehdî (r.aleyhim) ve diğer meşhûr torunlarına (seyyidler ve şerîfler) sevgi ve hürmet göstermişler, onların îmân ile vefât ettiklerini bildirmişlerdir.”
Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı Kirâm efendilerimizin ve Tabiînin ileri gelenlerinin son nefeste imân ile vefât ettiklerini bildirdiler. Kur’ân-ı kerîmde bununla ilgili meâlen“Onlardan (Muhacirlerle Ensârdan) sonra gelenler şöyle derler:“EyRabbimiz! Bizi ve imân ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla: imân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, Ra’ûf’sun (çok şefkatlisin) Rahîm’sin (çok merhametlisin).” (Haşr-10) buyurulmuştur.
“Ehl-i sünhet i’tikâdında olanlar, birbirlerini kâfir olmakla suçlamazlar. Aralarında uzaklaşma ve küfürle suçlamayı gerektirecek bir ayrılık yoktur; Onlarda birlik ve beraberlik vardır. Bunun için cenab-ı Hak onları korur. Ehl-i sünnet olanlar, inkâr ve tenakuza düşmezler, onlar hakkı ayakta tutan cemâattir. Bozuk fırkalardan herbiri, birbirlerini küfürle suçlamışlar, birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Öyle ki, Kaderiyye, Hâricî ve Râfizî gibi bozuk fırkalardan yedi kişi bir yerde toplanmışlar, neticede birbirlerini küfürle suçlayarak ayrılmışlardır. Yahudi ve hıristiyanlar da aynı duruma düşmüşlerdir. Yahudi ve hıristiyanların birbirlerini kâfirlikle suçladıklarını, Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Âyet-i kerîmede meâlen: “Yahudiler: “Hıristiyanlar, din işinde birşey üzere değildirler” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudiler, din işinde güvenilir birşey üzere değildir” dediler…” (Bekâra-113). Kur’ân-ı kerîmde Nisa sûresi 82. âyetinde de meâlen: “Onlar, hala Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu ve ma’nâsını düsünmiyecekler mi? Eğer o, Allahtan başkası tarafından, olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmıyan birçok söz ve ifadeler bulurlardı” buyuruldu.
Allahü teâlâ, Ehl-i sünnet fırkasını, ilk üç asrın âlimleri hakkında uygun olmayacak sözler söylemekten ve onlara dil uzatmaktan korumuştur. Bunlar; Muhacirler, Ensâr, Bedr, Uhud ve Bî’at-ı Rıdvan’da bulunan Eshâb-ı kirâmdır. Ayrıca Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Cennetle müjdelediği mübârek kimselerdir. Ehl-i sünnet fırkasında olanlar, Peygamberimizin ehl-i beytine ve torunlarına, Hulefâ-i Râşidîn’e şanlarına lâyık olmayan bir söz söylemekten şiddetle kaçınırlar. Onları canlarından çok severler. Allahü teâlânın, kendilerini herhangi bir leke ve bid’atlerden koruduğu Tâbiîni ve Tebe-i tabiîni de çok severler, hürmetle isimlerini yâd ederler.
İlim ve ma’rifette pek üstün olan, mü’minlerin, varlıklarıyla iftihar ettiği Ehl-i sünnet fırkasının kıymetli imamları ve kelâm âlimlerinden ba’zılarının isimlerini zikredelim:
Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) ilk kelâm âlimi, Hazreti Ali bin Ebî Tâlib’dir. Sonra Hazreti Abdullah bin Ömer’dir. Tâbiînden de Ömer bin Abdülazîz’dir ki, Kaderiyye fırkasını red için yazdığı eseri meşhûrdur. Sonra Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn gelir. Daha sonra Hasen-i Basrî, Şa’bi, Zührî’dir (r.aleyhim). Ca’fer bin Muhammed Sâdık hazretlerinin de Kaderîleri, Hâricileri ve Râfızîleri red eden kitabı vardır. Büyük İmâm Hanefî mezhebinin sahibi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin de “Kitâb-ül-Fıkh-ıl-ekber” isimli Kaderiyye fırkasını red eden eseri meşhûrdur. (Bu eser aynı zamanda, Ehl-i sünnet i’tikâdını özet olarak anlatan bir eserdir.) İmâm-ı Şafiî ( radıyallahü anh ) ve onun talebesi Ebü’l-Abbâs bin sûreyc kelâm ilminde pek üstün idi.
Bozuk fırkalarla şiddetle mücâdele eden kelâm ilminin iki büyük İmâmı; Ebû Mensûr-i Mâtürîdî ve Ebü’l-Hasen-i Eş’ârî hazretleridir. Ebü’l-Hasen-i Bâhili, Ebû Abdullah bin Mücâhid ve bunların talebeleri olan Ebû Bekr Muhammed bin et-Tayyib el-Bâkıllânî, Ebû İshâk İbrâhim bin Muhammed el-İsferâînî, İbn-i Fûrek (r.aleyhim) zamanının İmâmları olmuşlardır. Yine Ebû Ali es-Sekafi ve Ebü’l-Abbâs el-Kalânisî Ehl-i sünneti pek güzel müdâfaa eden, bu mevzûda yüzlerce eser yazan âlimlerdendir.
Tabiîn, Tebe-i tabiîn ve daha sonra gelen fıkh âlimleri ki, âlemi ilimle doldurmuşlardır. Bu âlimlerin arasında, Ehl-i sünnet vel cemâat fırkasına yardımcı olmayanı, bid’at fırkalarının bozukluğunu anlatmıyanı yoktur. Onlar, yol göstermek için tepelerde yakılan ateşlerden daha göz kamaştırıcıdırlar. Bu mübârek zâtların isimlerini bildirmek uzun sürer.
Hadîs ve isnâd İmâmları ise, bu sağlam yolun en kıymetli bekçileridir. Onların hiçbirisi, en ufak bir bid’at lekesine bulaşmamışlardır. Onların yazdığı eserler, kıyâmete kadar ilim sahibi olanların elinde kalacaktır. Bu eserlerin isimlerini yazmak bile kitabımıza sığmaz. Bunun yanısıra irşâd ve tasavvuf İmâmları da, asırlar boyu i’tikâd bakımından bu sağlam yol üzere idiler diyen Ebû Mensûr Bağdadî, devamlı Ehl-i sünnetin bayraktarlığını yapmıştır.
İmâm Ebû Mensûr Abdülkâhir bin Tâhir et-Temîmî el-Bağdadî, “Kitâbu Usûl-id-dîn” isimli eserinde, 1. aslın 10. mes’elesinde, şer’î (dînî) ilimlerin kaynağı konusu, üzerinde dururken şöyle demektedir:
Şer’î hükümler, 4 (dört) asıl temel kaynaktan alınmıştır. Bunlar; Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs’tır. Kitap, kendisine önünden ve arkasından bâtıl yaklaşamayan, içerisinde âmm (umûmî) ve hâss, (husûsi) hükümler, mücmel (kısa), müfesser, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, haber, istihbar, nâsih, mensûh, sarih, kinâye gibi hükümler bulunan Kur’ân-ı kerîmdir. Yine onda hitabın delîli, mefhûmu vardır. Bu vecihlerin hepsi, kendi mertebelerine göre delîl olup, istidlal (delîl olma) bakımından ba’zısı, diğer ba’zısından daha açıktır...
Kendisinden şeriat (din) ahkâmı alınan Sünnet; Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) nakledilen haberlerdir. Bunlar ya tevâtür yoluyla olur (ya’nî, yalan üzerine ittifâk etmeleri aklen caiz olmayan bir topluluğun kendisi gibi topluluğa, onların da kendileri gibi topluluklara nakletmeleri) ki bu, namaz rek’atlarının sayısı, namazın rükünleri vb. olup, zarurî ilmi gerektirir. Veya haber-i müstefid (tevâtür derecesine ulaşmıyan haber) olarak nakledilir. Bu da mükteseb ilim meydana getirir. Zekâtın nisâbları, haccın rükünleri gibi, yahut da haber-i âhâd olarak nakledilir. Râvilerin bu nevi rivâyetleri ilmi gerektirmese de, kendisiyle amel etmeyi gerektirir. Sünnetin delîllerinin vecihleri de, daha önce zikredilen Kur’ân-ı kerîmin delîllerinin vecihleri gibidir. Ya’nî onda da âmm, hâss, mücmel, müfesser, sarih, kinâye, nâsih, mensûh, hitabın delîli ve mefhûmu, emir, nehiy, haber vb. hükümler vardır.
Şer’i hüküm vermede mu’teber olan icmâ’a gelince: İcma; bu ümmetin, asırlarından herhangi bir asrın âlimlerinin şer’î bir hüküm üzerinde ittifâk etmelerine mahsûstur. Ümmet-i, Muhammed ( aleyhisselâm ) dalâlet üzerinde ittifâk etmez.
Şer’i mes’elelerdeki kıyâsa gelince: Bununla, hakkında nass (kitab ve sünnetten bir hüküm) ve icmâ’ bulunmayan şeyin hükmü bilinir. Bu kıyâsın da nevileri vardır...
Abdülkâdir el-Bağdâdî ( radıyallahü anh ) I. aslın II. mes’elesinde, ilim ve ameli gerektiren haberlerin şartlarını açıklarken şöyle demektedir:
Zarurî ilmi mûcib (gerekli kılan) tevâtürün şartlarından biri, o rivâyetin her asırdaki râvîlerinin yalan üzerinde ittifâk etmelerinin muhal (imkânsız) olmasıdır. Eğer bir haberin, bir asırdaki râvîlerinin yalan üzerinde ittifâkları caiz olursa, bu haber, zarurî ilmi gerektirmez. Bundan dolayı, yahudilerin ve hıristiyanların Îsâ’nın (aleyhisselâm) öldürüldüğü ve asıldığına dâir iddiaları ve mecûsîlerin, Zerdüşt’ten haber verdikleri şeyler ilmi mûcib değildir, ya’nî bu iddiâlarından kesin ilim meydana gelmez...
Yine 1. aslın 12. mes’elesinde, şöyle demektedir:
Âlimlerimiz demişlerdir ki, “Akıllar, âlemim hadîs (sonradan yaratılma) olduğuna, yaratıcısının birliğine, kadîm (ezelî) olduğuna, sıfatlarının da ezelî olduğuna, kullarına resûller göndermesinin ve dilediğini teklif etmesinin caiz olduğuna delâlet eder. Bunda hadîs olması sahih olan herşeyin, hudûsunun (sonradan olmasının) ve müstehîl (imkânsız) olan herşeyin de imkânsızlığının cevazının sahih olduğuna delîl vardır. Fiillerin kullar üzerine farz ve yasak kılınması, ancak din vasıtasiyle bilinir...”
Abdülkâhir el-Bağdâdî hazretleri, peygamberleri bilme konusuna tahsis ettiği 7. aslı, 15 mes’eleye ayırmıştır. Burada nübüvvetin ve risâletin ma’nâsı, teklîfin ve resûller gönderilmesinin cevazı, resûlün risâletiyle resûl olduğunu bilmesi, nebi ve resûllerin sayısı, resûllerin birincisi (ilki) ve sonuncusu, Hazreti Mûsâ’nın (aleyhisselâm) nübüvveti, Hazreti Îsâ’nın (aleyhisselâm) nübüvveti, Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) nübüvveti ve O’nun hâtemürrusûl olması, resûlün husûsi bir kavme gönderilmesinin cevazı, resûllerden ba’zısının diğer ba’zısına üstünlüğü, Peygamberimizin diğer Peygamberlere üstünlüğü, Peygamberlerin meleklere üstünlüğü, Peygamberlerin velîlere üstünlüğü, Peygamberlerin günahlardan ma’sûm olması konuları üzerinde durmaktadır.
Ta’rîfler kısmında, Abdülkâhir el-Bağdâdî: Nebinin lügattaki ma’nâlarından biri, Allahü teâlâ indinde (katında) yüksek derecesi, mevkii bulunan kişi demektir. Resûl de, kendisine vahiy gelmesi devam eden zât demektir. Her resûl, nebidir, her nebi, Allahü teâlâdan kendisine vahiy gelen ve üzerine meleğin vahiy indirdiği kimsedir. Resûl ise, yeni bir şeriat getiren veya kendisinden önceki bir şerîatin ba’zı hükümlerini nesh eden (yürürlükten kaldıran) zâttır, cümlelerini kaydetmiş, üçüncü mes’ele bölümünde şunları söylemiştir: Resûlün, kendisini Allahü teâlânın resûl olarak gönderdiğini bileceği bir huccet ve burhana (delîle) ihtiyâcı vardır. Bunu birkaç şekilde bilmesi sahih olur Birisi, Allahü teâlânın kendisine vasıtasız olarak hitâb etmesi ve kalbinde, hitab edenin Rabbi olduğunu kendisine bildirecek zarurî bir ilim yaratmasıdır. Âdem’e (aleyhisselâm) rûh üfürdüğü zaman, hitâb etmesi ve Rabbini zarurî olarak kendisine bildirmesi gibi ki, onu yaratan ona hitâb edenin kendisi olduğunu cenâb-ı Hak bildirmiştir. Derhal ona, mükteseb (kesbî, sonradan kazanılan) olmaksızın zarûrî bir ilim olarak bütün isimleri öğretti. Diğer bir şekil, cenâb-ı Hakkın vasıtasız olarak ona hitâb etmesi ve o hâlde, hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu harikulade bir şekilde izhâr etmesidir Mûsâ’yı Fir’avn’e gönderdiği zaman, ona vasıtasız olarak hitâb etmiş ve kendisine bir takım mü’cizeler izhâr etmiştir. O bu mu’cizeler vâsıtasiyle, kendisine hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu anlamıştır. Dilindeki peltekliği gidermesi, elinde beyazlığın meydana gelmesi, asanın (bastonun) yılana çevrilmesi v.s. gibi.
Başka bir şekil: Allahın, resûle bir melek göndermesi ve onu risâletle emretmesi ve melek göndermesi sırasında, onun şeytan değil, melek olduğunu bildirecek bir mu’cize göstermesidir. Bir diğer sekil de şudur Allahü teâlâ bu yollardan biriyle, bir nebisine nübüvvetini bildirir, O da ümmetinden birine peygamberlik verildiğini tebliğ eder. O ikinci peygamber, peygamberliğin, kendisinden önce gönderilmiş olan diğer bir peygamber vâsıtasıyle öğrenmiş olur. Lût’un (aleyhisselâm) kavmine peygamber oluşunun, İbrâhim’in (a.s) lisâniyle bildirilmesi gibi, Havarilerin Îsâ (aleyhisselâm) ile olan kıssaları da böyledir. Bunlardan birincisi zarurî, ikincisi istidlalidir.
Abdülkâhir el-Bağdâdî 4. mes’elede Peygamberlerin sayısı üzerinde durmakta ve şöyle demektedir: “Müslüman tarihçiler, sahih haberlerde vârid olduğu gibi, Peygamberlerin sayısının 124.000 (yüzyirmidörtbin) olduğunda ittifâk etmişlerdir. Onların birincisi, babamız Adem’dir (aleyhisselâm); sonuncusu ise Peygamberimiz Muhammed’dir ( aleyhisselâm ). Bunlardan 313’ünün (üçyüzonüç) resûl olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Bu sayı Tâlût ile beraber nehri geçenlerin, ondan su içmiyenlerin ve Câlût ile harpte sebat edenlerin sayısı kadardır. Yine, Bedr gününde Peygamberimizle ( aleyhisselâm ) beraber bulunan Eshâb-ı Bedr’in sayısı bu kadardır.
Müellif, bundan sonra ba’zı bozuk fırka ve din mensûplarının görüşlerine temas edip 313 resûlden Kur’ân-ı kerîm’de zikredilen 5’i (beşi) ülûl-azm Peygamberlerdendir. (Diğer birçok âlimler, ülû’l-azm Peygamberlerin sayısının altı (6) olduğunu bildirmektedirler). Bunlar, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Resûllerden beşi Arabdandır. Bunlar da; Hûd, Sâlih, İsmâil, Şuayb ve Muhammed aleyhimüsselâmdır, demiştir.
5. mes’elede şunlar kaydedilmiştir Müslümanlar ve Ehl-i kitap, insanlardan gönderilen ilk resûlün Adem (aleyhisselâm) olduğunda ittifâk etmişlerdir. Son resûlün Muhammed (aleyhisselâm) olduğunda da müslümanların icmâ’ı vardır.
Ba’zı bozuk din mensûplarının bâtıl görüşleri de kaydedildikten sonra, müellif tarafından şöyle bir suâl ortaya konmuştur Bir kimse: Muhammed (aleyhisselâm) son resûldür, Îsâ’nın (aleyhisselâm) nüzûlü hakkında ne diyorsunuz? derse, cevaben deriz ki: O, İslâm dînine yardım etmek üzere inecek, Deccâl’î ve Hınzîri öldürecek, şerâbları dökecek, Kur’ân’ın diriltilmesini emir buyurduğunu ihyâ edecek, öldürülmesini emir buyurduğunu da öldürecektir.
6. ve 7. mes’elelerde Mûsâ ve Îsâ’nın (aleyhimesselâm) Peygamberlikleri üzerinde durulduktan sonra, 8. mes’elede Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) Peygamberliği hakkında şunlar kaydedilmiştir: Diğer Peygamberler hakkında olduğu gibi, bu husûsta da Berâhime ile aramızda ihtilâf vardır. Yahudilerle bu konuda olan ihtilâf, bunlarla Îsâ’nın (aleyhisselâm) peygamberliği hakkındaki ihtilâf gibidir. Hıristiyanlar da bu konuda muhalefet etmektedirler. O’nun Peygamberliğinin doğruluğuna delîl; harikulade mu’cizelerine dâir haberlerin tevâtür, etmesidir. Kur’ân-ı kerîm gibi bir mu’cize ki, Arablar onun bir benzerini getirmekten âciz kalmışlar ve O’nu yalanlama husûsunda hırs göstermelerine rağmen, O, Kur’ân ile onlara tehaddîde bulunmuş (meydan okumuş)tur. Ayın yarılması, mübârek elinde çakıl taşlarının tesbih etmesi, parmaklarının arasından su çıkması, az bir yemekle çok kimseyi doyurması, ağacın O’nun önüne gelmesi ve emriyle yerine geri dönmesi ve benzeri harikulade işlere dâir mu’cizeleri O’nun da’vâsının doğruluğuna delâlet eder...
Peygamberimizin hâtem-ül-enbiyâ ver-rusûl (aleyhimüsselâm) olduğu izah edilen 9. mes’elede denilmektedir ki Peygamberimiz Muhammed’in ( aleyhisselâm ) Peygamberliğini ikrâr eden her kimse, O’nun nebilerin ve resûllerin sonuncusu olduğunu ikrâr eder (söyler, kabûl ve tasdik eder). Yine O’nun şeriatinin (getirdiği hükümlerin) ebediliğini ve neshe uğramasının imkânsız olduğunu ikrâr eder ve Îsâ’nın (aleyhisselâm) semâdan indiği zaman, İslâm şeriatine (dinine) yardım için geleceğini, Kur’ân’ın ihyâ ettiğini dirilteceğini, onun yok edilmesini emrettiğini öldüreceğini kabûl eder... “Benden sonra Peygamber gelmiyecektir” hadîsi mütevâtirdir. Kur’ân ve sünnetin huccetini (delîlini) reddeden dinden çıkar.
10. mes’elede, risâletin umûmî veya husûsi olması konusunda şunlar belirtilmektedir: Bize göre, Allahü teâlânın bir peygamberi, sâdece bir kavme göndermesi veya bir ümmete iki resûl göndermesi câizdir. Yine iki peygamberden birini bir kavme, diğerini başka bir kavme (topluma) göndermesi caizdir. Bunun gibi, bir kimseyi bütün insanlara peygamber yapması da caizdir, iki peygamberi bir ümmete peygamber olarak gönderdiği zaman, o iki resûlün şeriat ahkâmında ittifâk etmeleri vâcibtir. Cenâb-ı Hak, onları iki ayrı ümmete gönderdiği zaman, birinin helâl ve harama dâir şeriatinin, diğerinin şeriatinden farklı olması caizdir. Akılların mûcibâtı (gerektirdiği şeyler) ve delîllerinde ihtilâf etmeleri caiz görülmemiştir. Âdem (aleyhisselâm) kendisine yetişen bütün çocuklarına (ve torunlarına) peygamber olarak gönderilmişti. İdrîs (aleyhisselâm), asrında bulunan bütün insanlara peygamber idi. Bunun gibi Nûh (aleyhisselâm), asrındaki bütün insanlara ve tufandan sonraki insanlara, tâ kendinden sonraki peygamberin zamanına kadar peygamber idi. Halîl İbrâhim’in (aleyhisselâm) risâleti de kâffeye (herkese) şâmil idi. Bizim Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ise gerek asrındaki, gerek kıyâmete kadar gelecek olan cinnilere ve insanlara peygamberdir...
O, Arab ve aceme (Arap olmıyan bütün toplumlara) peygamber olarak gönderildiği gibi yahudilere ve hıristiyanlara da peygamber olarak gönderilmiştir.
11. mes’elede, Peygamberlerin birbirlerine üstünlükleri konusunda şunlar belirtilmektedir: Allahü teâlâ, resûllerden ba’zısının ba’zısına, derece bakımından efdal (daha üstün) olduğunu haber vermiştir. Onlardan, bütün insanlara risâleti şâmil olanlar vardır ki, sâdece husûsi bir ümmete peygamber gönderilenden daha üstündür. Onlardan, Allahü teâlânın vasıtasız olarak konuştukları vardır ki, vâsıta ile konuştuklarından daha üstündür. Yine onlardan ilk peygamber yaptığı, son peygamber kıldığı vardır. Bunlar, dünyâda nübüvvet mertebelerinde üstünlük bakımından farklı oldukları gibi, Cennetteki sevâb dereceleri bakımından da farklı olurlar...
12. mes’elede, Peygamberimizin diğer peygamberlere üstünlüğü husûsunda denilmektedir ki: İslâm fırkalarından ba’zıları, Peygamberimizin, İbrâhim, Nûh ve Âdem aleyhimüsselâmdan üstün olmadığını iddia edip, gerekçe olarak da bunların, O’nun babaları olduklarını, oğulun babadan üstünlüğünün imkânsızlığını söyleyip, O’nun Mûsâ ve Îsâ’dan ve babası olmıyan her peygamberden üstün olduğunu belirtmişlerdir. Onların bu kıyasları, İdrîs ve İsmâil’den (aleyhimesselâm) de üstün olmamasını gerektirir. Çünkü onlar da O’nun babasıdır. Dırâriyye fırkası, peygamberlerin birbirlerinden üstün olmadıklarını iddia etmiştir. Peygamberlerin (aleyhisselâm) birbirlerinden üstün olduklarını söyliyen âlimler, “Ben Âdem evlâdının seyyidiyim, iftihara lüzüm yok. Âdem ve O’nun dışındakiler, benim sancağımın altında olacaklardır” hadîs-i şerîfini delîl olarak getirmişlerdir. Bu konuda yine “Mûsâ sağ olsaydı, ancak bana tâbi olurdu” hadîs-i şerîfini delîl getirmişlerdir. Demişlerdir ki; diğer peygamberlere verilen mu’cizelerin, o cinsten, daha büyüğü Peygamberimize ( aleyhisselâm ) verilmiştir. Süleymân’a (aleyhisselâm) rüzgâr musahhar kılınmışsa (O’nun emrine verilmişse), O’na da burak musahhar kılınmıştır ki, rüzgârdan daha üstündür. Mûsâ (aleyhisselâm) için taştan su çıkmışsa, bu, Peygamberimizin parmakları arasından, ordusunun abdest alması için su akmasından daha acâib şey değildir, Îsâ’nın (aleyhisselâm) su üzerinde yürümesi de, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mi’râc esnasında havada yürümesinden daha enteresan değildir. Bir peygambere mahsûs olan bir mu’cizenin nevinden, ondan daha acîbi O’na verilmiştir. O’na ayın yarılması, şeytanların yıldızlarla taşlanması gibi semâvî mu’cizeler de verilmiş; şeriati, kitabından istinbât olunmuştur. O’nun bütün mu’cizelerini saymak, müstakil bir kitap yazmayı gerektirir. Bu zikrettiklerimiz, üstünlüğüne dâir belirtmek istediklerimize bir tenbîhtir.
13. meselede, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) meleklerden, 14. mes’elede ise, Peygamberlerin velilerden üstün olduğu anlatılmıştır. Bu bölümün son mes’elesi olan 15. mes’elede ise, Peygamberlerin (aleyhisselâm) ismet sıfatları ya’nî günah işlemekten ma’sûm oldukları konusu üzerinde durmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 159
2) Tabakât-üş-Şafiiyye cild-5, sh. 136
3) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 105
4) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 203
5) Fevât-ül-vefeyât cild-2, sh. 370
6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 325
7) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 606
8) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1, sh. 327
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 60
10) El-Bidâye ven-nihâye cild-11, sh. 44
----------------
imamı azamın(Seyf-ül-mukallidîn alâ a’nâk-il-münkirîn) kitabında mevlâna Muhammed Abdülcelîl, fârisî olarak buyuruyor ki, “Mezhebsizler (Ebû Hanîfe’nin hadîs bilgisi zayıf idi) diyor. Bu sözleri câhil olduklarını veya hased ettiklerini göstermektedir.” İmâm-ı Zehebî ve İbni Hacer-i Mekkî buyuruyorlar ki; “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hadîs âlimi idi. Dörtbin âlimden hadîs aldı. Bunlardan üç yüzü Tabiînin hadîs âlimi idi.” İmâm-ı Şa’rânî, (Mîzân)’ının birinci cildinde diyor ki, “İmâm-ı a’zamın müsnedlerinden üçünü inceledim. Hepsi, Tabiînin meşhûr âlimlerinden rivâyet edilmiştir.” Mezhebsizlerin, müctehid imamlara ve hele bunların en önde olanı İmâm-ül-müslimîn Ebû Hanîfe’ye olan hasedleri, kalblerini kör ve vicdanlarını yok etmiş olacak ki, bu İslâm âlimlerinin güzelliklerini, üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Kendilerinde bulunmayan şeylerin başka sâlih kimselerde bulunmasını istemiyorlar. Bunun için, din imamlarımızın üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Böylece, kendilerini hased hastalığına kapdırıyorlar. (Hadâık) kitabında diyor ki, “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ezberlediği hadîs-i şerîfleri yazardı. Yazdığı hadîs kitâblarını sandıklarda saklardı. Böylece hazırladığı birkaç sandığı hep yanında taşırdı. Az hadîs rivâyet etmesi, ezberlediği hadîs adedinin az olduğunu göstermez. Bunu ancak din düşmanı olan müte’assıb kimseler söyliyebilir. Onların bu taassubları ise, İmâm-ı a’zamın kemâline şâhid olmaktadır. Çünkü, nâkısların kötülemeleri, âlimlerin kemâllerini gösterir. Büyük bir mezhebi kurmak ve yüzbinlerle suâli, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şeriflerden delîl getirerek cevâblandırabilmek, tefsîr ve hadîs bilgilerinde derin ihtisas sahibi olmayanın yapacağı bir iş değildir. Hem de, bir benzeri, bir örneği olmadan nev’i şahsına münhasır, ancak onun gibi bir zâtın kurabileceği, yeni bir mezheb ortaya koymak, İmâm-ı a’zamın tefsîr ve hadîs ilmlerindeki vukûfunu, ihtisasını açıkça göstermektedir. İnsan gücünün üstünde çalışarak, bu mezhebi ortaya koyduğu için, hadîs-i şerîfleri ayrıca bildirmeye, râvîlerini saymağa vakit bulamaması, bu yüce imâmı, hadîs bilgisi zayıf idi gibi, hased taşları atarak lekelemeğe sebeb olamaz. Zâten dirayet olmadan rivâyet etmenin makbûl olmadığı ma’lûmdur. Meselâ, İbn-ü Abdilberr (Dirayetsiz rivâyet, kıymetli olsaydı, çöpçünün bir hadîs söylemesi, Lokmân’ın aklından üstün olurdu) demiştir. İbn-i Hacer-i Mekkî, şâfi’î mezhebi âlimlerinden olduğu hâlde (Kalâid) kitabında diyor ki, “Büyük hadîs âlimi A’meş, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’den birçok mes’ele sordu, İmâm-ı a’zam, suâllerinin her biri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevap verdi. A’meş, İmâm-ı a’zamın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, (Ey fıkh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczacı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin ma’nâlarını siz anlarsınız!) dedi. (Ukûd-ül-cevâhir-il-münife) kitabında diyor ki, “Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A’meş’in yanında idi. Birisi gelip, birşey sordu. A’meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnada, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe geldi. A’meş, bu suâli İmâm’a sorup cevâbını istedi. İmâm-ı a’zam hemen geniş cevap verdi. A’meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı a’zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmişdim dedi. İmâm-ı Buhârî, üçyüzbin hadîs ezberlemişdi. Bunlardan yalnız onikibin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü, “Benim, söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennemde çok acı azâb görecektir.” hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin vera’ ve takvâsı daha çok olduğundan, hadîs nakl edebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi nakl ederdi. Ba’zı hadîs âlimlerinin meslekleri geniş, şartları hafif olduğu için, çok sayıda hadîs rivâyet etmişlerdir.
Hiçbir hadîs âlimi, bu şartların ayrılığı sebebiyle başka âlimleri küçültmemiştir. Böyle olmasaydı, İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Buhârîyi incitecek birşey söylerdi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin ihtiyâtı ve takvâsı çok olduğu için, az hadîs rivâyet etmesi, ancak onu medh ve sena etmeğe sebebtir. El-Kavl-ül-fasl kitabında diyor ki, İmâm-ı a’zamın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler on yedi adet değildir. Onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler on yedi kitap teşkil etmiştir. Bunlardan her birine “Müsned-i Ebû Hanîfe” adı verilmiştir.
İctihadı (Mezhebi): Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinden biri de İmâm-ı a’zamın ( radıyallahü anh ) kurduğu Hanefî mezhebidir. Onun ictihâdını ve mezhebinin mahiyetini anlamak bakımından önce mezhebin tarifi ve izahı üzerinde durmak gerekmektedir. Mezheb; bir müctehidin dînî kaynaklardan çıkardığı hükümlerin hepsine denir. Müctehid âlim tarafından, îmânda ve amelde (ibâdetlerde ve işlerde) Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için müslümanlara gösterilen yoldur. Bir müctehidin, İslâmiyeti kaynaklarından anlamak ve anlatmak husûsunda takib ettiği usûller ve bu usûllere bağlı olarak çıkardığı hükümlerdir. Mezheb, lügatte gitmek, tâkib etmek, gidilen yol ma’nâlarına gelir. Genel olarak görüş, doktrin, akım ma’nâlarına da kullanılmıştır.
İslâm dîninde, îmân edilecek şeylerde mezheblere ayrılmak yoktur. İslâmiyet, müslümanlardan Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kiramın hepsi, O’nun bildirdiği gibi inanmış, i’tikâdda (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kiramdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı bildirdiler. Onların, Peygamberimizden naklederek bildirdikleri bu îmâna “Ehl-i sünnet i’tikâdı” denilmiştir. Eshâb-ı kiram ( radıyallahü anh ) bu îmân bilgilerine, kendi düşüncelerini, felsefecilerin sözlerini, nefsânî arzularını, siyâsi görüşlerini ve buna benzer başka şeyleri; asla karıştırmadılar. Eshâb-ı kiram, hepsinde kemâl derecede mevcût bulunan Allahü teâlâyı tenzih ve takdis etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih (ma’nâsı açık olmayan) âyetlerin te’vîline dalmamak... gibi vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhafaza ettiler. İslâmiyetteki îmân esaslarını insanlara, soranlara; saf, berrak ve aslı üzere tebliğ ettiler, bildirdiler.
Eshâb-ı kiramın Resûlullahtan naklen bildirdikleri bu tebliği olduğu gibi, hiç birşey eklemeden ve çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara “Ehl-i sünnet vel cemâat” fırkası, bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da bid’at fırkaları (dalâlet fırkaları, bozuk, sapık yollar) denildi.
Allahü teâlâ, bütün müslümanlardan tek bir îmân istemektedir. İslâmiyette, îmânda, i’tikâdda tefrikaya, ayrılığa izin verilmemiştir. Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) inandığı ve bildirdiği ve Eshâb-ı kiramın naklettiği gibi îmân eden müslümanlara “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat” veya tasaca “Sünnî” denir. Sünnî müslümanlara, mezheb imâmı olan büyük İslâm âlimleri tarafından Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde hükmü açıkça bildirilmemiş olan ba’zı ibâdetlerin ve günlük muâmelelerin tarifinde ve yapılışında gösterilen ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan yollara amelî mezhebler denilmiştir. Mezheb imâmı olan büyük İslâm âlimleri aralarındaki böyle ictihâd ayrılıklarına dînin sahibi izin vermiş ve bu hâl her zaman ve her yerde müslümanların İslâmiyete dosdoğru uymalarını temin ederek müslümanlar için rahmet olmuştur. Nitekim hadîs-i şerîfte,“Âlimlerin mezheblere ayrılması rahmettir” buyurulmuştur.
İslâmiyet, hayatın bütün safhalarını içine alan bir hayat dinidir. Bir insanın ömrü boyunca yapacağı iş ve hareketlerin İslâm dininde mutlak sûrette bir hükmü vardır. Çünkü İslâmiyet, müslümanlardan her an ve her işinde Allahü teâlânın rızâsı üzere bulunmayı istemektedir. Bu ise önce, îmânın ve i’tikâdın doğruluğu ile olur. Böyle doğru bir îmâna, i’tikâda sahip olan müslüman, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat yolundadır. Ancak sâlih ve kâmil bir müslüman olmak için her türlü iş ve harekette de Allahü teâlânın rızâsını gözetmek şarttır. Ameli mezhebler, Ehl-i sünnet olan müslümanlara fiil ve işlerinde Allahü teâlânın râzı olduğu usûlleri, yolları gösterirler.
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde insanlara îmân etmelerini emretmekte ve inananların da sâlih ameller işleyerek rızâsını kazanmalarını istemektedir. Eshâb-ı kiram (ilk müslümanlar) îmân ettikten sonra, her işlerinde çok büyük bir hassasiyetle Allahü teâlânın rızâsını aradılar. Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilen emirleri (farzları) eksiksiz olarak ve hulûs-i kalb ile yerine getirdiler. Açıkça bildirilen yasaklardan (haramlardan) şiddetle kaçındılar.
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Kur’ân-ı kerîmi, hadîs-i şerifleri ile açıklayarak doğru anlaşılmasını temin etti. Eshâb-ı kiram, Kur’ân-ı kerîmden anlayamadıklarını gelir, Peygamber efendimize sorar, öğrenir ve işlerini ona göre yapardı. Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilmeyen husûslarda, Peygamber efendimiz nasıl yapıyorsa ve nasıl yapılmasını istiyorsa öylece tatbik ederlerdi. Bu Resûlullaha tâbi olmak Eshâb-ı kiramda öylesine yüksek bir seviyede idi ki; Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine uymayan bir işi yapmaktan korkarlar, ürperirler ve şiddetle kaçınırlardı. Şayet karşılarına âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ile açıkça bildirilmeyen bir iş çıkarsa kendileri ictihâd eder, bu işde Allahü teâlânın rızâsını araştırır ve bulduklarına göre amel ederlerdi. Nitekim Peygamber efendimiz, uzak yerlere vâli ve kadı (hâkim) olarak gönderdiği eshâbına, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte hükmünü açıkça bulamadığı mes’ele hakkında ictihâd etmesini emir buyurdu. Buna Muaz bin Cebel’i vâli olarak Yemen’e gönderirken aralarında geçen şu konuşma en güzel misâli teşkil ediyor: Peygamber efendimiz Muaz bin Cebel’e şöyle buyurdu:
-Yâ Muaz! Karşına çıkan bir işde neye göre hüküm vereceksin?
-Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile, yâ Resûlullah.
-Yâ Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsan?
-Resûlullahın sünneti ile.
-Ya Resûlullahın sünnetinde de açıkça bulamazsan?
-O zaman ictihâd ederim, yâ Resûlullah! dedi.
Bunun üzerine Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), “Resûlünün elçisini, kendi râzı olduğunda ve Resûlünün râzı olduğunda muvaffak kılan Allaha hamd olsun” buyurdu.
Ayrıca, vahiy ile bildirilmeyen işlerde de bizzat Resûlullah ve Eshâb-ı kiram ictihâd ediyorlar, Eshâb-ı kiramın ictihâdının Resûlullahın ictihâdına uymadığı da oluyordu. Meselâ; Bedir’de alınan esîrlere yapılan muâmele hakkında Peygamber efendimiz ile Hazreti Ebû Bekir fidye alınarak salıverilmelerini, Hazreti Ömer de öldürülmelerini ictihâd etmişlerdi. Allahü teâlâ, Hazreti Ömer’in ictihâdına uygun olanı, vahiy ile bildirdi.
Eshâb-ı kiramın hepsi müctehid idiler. Onlar din bilgilerini bizzat Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) aldılar. O’nu bizzat görmenin, O’nun sohbetinde bulunmanın kazandırdığı çok yüksek ma’nevî kemâllere (olgunluklar, üstünlükler) erdiler. Nefisleri mutmainne olup, her biri ihlâs, edeb, ilim ve irfanda Eshâbdan olmayanlardan hiçbir âlimin ve evliyânın sahip olamayacağı üstünlüklere kavuştular. Her birinin hidâyet yıldızları olduğu hadîs-i şerîfle bildirildi. Hepsinin imânı, i’tikâdı bir idi. Haklarında nass (âyet ve hadîs) bulunmayan mes’elelerde ictihâd ettiler. Her biri, amelde mezheb sahibi idiler. Çoğunun ictihâdlarından çıkardıkları hükümler birbirine benzerdi. İctihâdları toplanıp, kitablara geçirilmediği için mezhebleri unutuldu. Bunun için bugün Eshâb-ı kiramdan herhangi birinin mezhebine uymak mümkün değildir.
İslâmiyeti Eshâb-ı kiramdan öğrenen Tabiîn ve bunlardan öğrenen Tebe-i tabiînden de din bilgilerinde yükselip, mutlak müctehidlik derecesine ulaşan büyük imamlar yetişti. Bunlar da amelde mezheb sahibi idiler ve her birinin ictihâdlarından meydana gelen hükümlere, o âlimin mezhebi denildi. Bu âlimlerden de çoğunun mezhebi kitaplara geçirilmediği için unutuldu. Yalnız dört büyük imâmın ictihâdları, talebeleri tarafından kitaplara geçirilerek muhafaza edildi ve müslümanlar arasında yayıldı. Yeryüzünde bulunan bütün müslümanlara doğru yolu gösteren ve İslâm dînini değişmekten, bozulmaktan koruyan bu dört imâmın birincisi İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ikincisi İmâm-ı Mâlik bin Enes’tir. Üçüncüsü İmâm-ı Muhammed bin İdrîs Şafiî, dördüncüsü Ahmed bin Hanbel’dir.
Ehl-i sünnet i’tikâdında olan bu dört imâmdan İmâm-ı a’zamın yoluna (Hanefî Mezhebi), İmâm-ı Mâlik’in yoluna (Mâlikî Mezhebi), İmâm-ı Şafiî’nin yoluna (Şafiî Mezhebi), İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’in yoluna da (Hanbelî Mezhebi) denilmiştir. Bu gün bir müslümanın Allahü teâlânın rızâsına uygun ibâdet ve iş yapabilmesi, ancak bu dört mezhebden birine uyması ile mümkündür. Her müslümanın ictihâd yaparak Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaracak büyük bir İslâm âlimi, ya’nî mutlak müctehid olması hem mümkün değildir, hem de Hicrî dördüncü asırdan sonra böyle bir âlim yetişmemiştir. Kur’ân-ı kerîmden herkesin kendi aklına göre ma’nâ verip, hüküm çıkarması da yasak edilmiştir. Hadîs-i şerîfte; “Kur’ân-ı kerîmden kendine göre ma’nâ çıkaran kâfir olur.” buyuruldu. Kur’ân-ı kerîmdeki hükümlerin hepsini, müctehid olan din âlimleri bile çıkaramayacakları için Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, Kur’ân-ı kerîmin hükümlerini hadîs-i şeriflerle açıklamıştır. Kur’ân-ı kerîmi ancak Resûlullah açıkladığı gibi, hadîs-i şerifleri de yalnız Eshâb-ı kiram ve müctehid imamlar anlayabilmişler ve açıklamışlardır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi yedinci âyetinde; “Bilmiyorsanız, zikir ehline (âlime) sorunuz” ve yine “Ey akıl sahipleri! Akıl erdiremediğiniz mes’elelerde, onları bilen ve derinliklerine tam ermiş olanlara tâbi olunuz!” buyurmaktadır. Hadîs-i şerîfte; “Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz. Cehâletin ilâcı sorup öğrenmektir.” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîf, ibâdetlerin ve işlerin nasıl yapılacağını bilmeyenlerin bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Ya’nî avamın mutlak müctehidlerden sorup öğrenmesi lâzımdır.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şafiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ictihâd ederek, İslâm dinindeki emirleri, yasakları, helâlleri, haramları açıkladılar.
İslâmiyette bütün din bilgileri dört kaynaktan çıkarılmıştır. Bunlar (Kur’ân-ı kerîm), (Hadîs-i şerifler), (İcmâ-ı ümmet) ve (Kıyas-ı fukahâ)’dır. Bütün müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şeriflere bakarlar. Hadîs-i şeriflerde de açıkça bulamazlarsa, bu iş için (İcmâ’) var ise, öyle yapılmasını bildirirler. İcmâ’ sözbirliği demektir. Ya’nî, bu işi, Eshâb-ı kiramın hepsinin aynı sûretle yapması veya söylemesi demektir. Eshâb-ı kiramdan sonra gelen Tabiînin de icmâı delîldir, senettir. Daha sonra gelenlerin, yaptıkları, söyledikleri şeye icmâ denmez.
Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ ile de bilinemezse, müctehidlerin kıyâsına göre yapmak lâzım olur. İmâm-ı Mâlik, bu dört delîlden başka, Medîne-i münevverenin o zamanki ahâlisinin sözbirliğine de senet dedi. Bu âdetleri, babalarından, dedelerinden ve nihâyet, Resûlullahtan görenek olarak gelmiştir. Bu senet, kıyastan daha sağlamdır, dedi. Fakat diğer üç mezhebin imamları, Medine ahâlisinin âdetini senet olarak almadı.
İctihâd, lügatte insan gücünün yettiği kadar, zahmet çekerek uğraşarak çalışmak demektir. Dînî bir terim olarak; Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde, tam anlaşılır ve açık bir şekilde bildirilmemiş bulunan hükümleri ve mes’eleleri, açık ve geniş anlatılmış mes’elelere benzeterek, meydana çıkarmaya uğraşmaktır. Bunu ancak Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ve O’nun eshâbının hepsi ile diğer müslümanlardan ictihâd makamına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara (müctehid) denir.
İctihâd yolu ikidir: Biri, Irak âlimlerinin yolu olup, buna (Re’y yolu) denir. Ya’nî kıyas yoludur. Bir işin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş ise, buna benzeyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onun gibi yapılır Eshâb-ı kiramdan sonra, bu yolda olan müctehidlerin reîsi, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’dir.
İkinci yol, Hicaz âlimlerinin yolu olup, buna (Rivâyet yolu) denir. Bunlar, Medine-i münevvere ahâlisinin âdetlerini, kıyastan üstün tutar. Bu yolda olan müctehidlerin büyüğü, İmâm-ı Mâlik’dir ki, Medîne-i münevverede oturuyordu. İmâm-ı Şafiî ile Ahmed İbni Hanbel de, İmâm-ı Mâlik’in yolunu öğrendikten sonra Bağdâd tarafına gelerek İmâm-ı a’zamın talebesinden okuyup, bu iki yolu birleştirdi. Ayrı bir ictihâd yolu kurdu. İmâm-ı Şafiî, kendisi çok belîğ, edip olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre iş görürdü. İki tarafta da kuvvet bulamazsa, o zaman, kıyas yolu ile ictihâd ederdi. Ahmed İbni Hanbel de, İmâm-ı Mâlik’in yolunu öğrendikten sonra Bağdâd taraflarına gidip, İmâm-ı a’zam’ın talebesinden kıyas yolunu almış ise de, pek çok hadîs-i şerîf ezberlemiş olduğundan önce, hadîs-i şeriflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak, ictihâd etmiştir. Böylece, ahkâm-ı şeriyyenin çoğunda, diğer üç mezhebden ayrılmıştır.
Bu dört mezhebin hâli, bir şehir ahâlisinin hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanunda bulunmazsa, o şehrin eşrafı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanunun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Ba’zan uyuşamayıp, ba’zısı devletin maksadı, beldeleri tamir ve insanların rahatlığıdır der. O işi, rey ve fikirleri ile, kanunun bir maddesine benzetir. Bunlar, Hanefî mezhebine benzer. Ba’zıları da, devlet merkezinden gelen memurların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmaktır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba’zıları ise kanunun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şafiî mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanunun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaştırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanuna uygun olduğunu söyler. Kanunun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlıştır. Fakat, kanundan ayrılmaları, kanunu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanuna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalıştıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraştıkları için, beğenilir. Fakat, doğrusunu bulan daha çok beğenilip, mükâfat alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işde, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fakat, her mezhep imâmı, doğru yolu bulmak için uğraştığından, yanılanlar af olur ve hattâ sevâb kazanır. Çünkü Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) “Ümmetime, yanıldığı ve unuttuğu için ceza yoktur.” buyurdu. Dört mezhebin bu ayrılıkları ba’zı işlerde olup, dînin temellerinde ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdında olduklarından birbirini severler ve asla kötülemezler. Bu dört mezhebten her birine Ehl-i sünnet’ten milyonlarca kimse uydu. Dört mezhebin i’tikâdı bir olduğundan birbirine yanlış demez, bid’at sahibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezheptedir, deyip her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli daha çoktur, bilir. İctihâdla anlaşılan işlerde İslâmiyetin açık emri bulunmadığı için, Ehl-i sünnet olan ve dört mezhebten birine uyan her Müslüman; “Benim mezhebim doğrudur. Yanlış olmak ihtimâli de vardır. Diğer üç mezheb yanlıştır, doğru olmak ihtimâli de vardır” der ve öyle inanır. Dört mezhebin amellere, ya’nî ibâdetlere, işlere âit belli birkaç şeyde birbirlerinden ayrılmaları, müslümanlar için rahmet ve kolaylıktır. Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfı rahmettir.” buyuruldu ki, burada amellerde olan ayrılık bildirilmektedir. Îmânda ve i’tikâdda ayrılık felâkettir ve kesinlikle yasaklanmıştır. Allahü teâlâ ve Peygamberi, mü’minlere merhametli oldukları için, ba’zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. Açıkça bildirilse idi, öylece yapmak farz olurdu. Yapmıyanlar günaha girer, kıymet vermeyenler de kâfir olurdu. Mü’minlerin hâli çok güç olurdu. İşte böyle işleri mezheb imamları açıkça bildirilenlere benzetmekte, birbirlerinden ba’zı bakımlardan ayrılmışlardır.
Bir Müslümanın, dört mezhebden hangisinde ise o mezhebteki bilgileri öğrenmesi, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır. Bir mezhebe uyan bir müslüman, mezhebinin imamının Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden ve icmâ-ı ümmetten çıkardığı delîllere uymaktadır. Bu delîlleri bilmesi şart ve lâzım değildir. Amellerde asıl olan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf ezberlemek değil, işleri Allahü teâlânın rızâsına uygun yapmaktır. Mezheb imamları, ömürlerini vererek, bu rızâ-i ilâhiyye yolunu araştırmışlar, bulduklarını bütün müslümanlara sağlam vesîkalarla haber vermişlerdir. Müslümanlar, asırlardır olduğu gibi şimdi de bu dört mezhebten birine uymakta ve işlerini buna göre yapmaktadır. Şayet bir işin yapılmasında haraç, zorluk bulunursa, ya’nî kendi mezhebine göre yapmasına imkân kalmazsa, bu işini diğer üç mezhebten birine göre yapması caiz olur. Fakat, ikinci mezhebin o işe bağlı şartlarını gözetmesi de lâzımdır.
Görüldüğü gibi, eğer mezheb imamları arasında bu farklılıklar olmasaydı, müslümanlar karşılarına çıkan bir işte şaşkın, çaresiz ve sıkıntı içinde kalacaktı. Nitekim eski ümmetlerde işler hakkında hüküm bir tane idi. Bu bir hükme uyanlar kurtuldu, uyamayanlar sıkıntıya düştü. O ümmetlerde İmâm-ı a’zam gibi âlimlerin yetişmemiş olması, şeriatlerinin kısa zamanda bozulup yok olmasının da sebeplerinden birini teşkil etti.
Bugün nikâh, talâk, zekât, gusül, abdest, namaz, setr-i avret ve daha birçok mühim mes’elede dînen makbûl bir zarûrete, sıkıntıya düşen dört mezhebten birindeki müslümanlar, diğer mezheblerden birinin o konudaki hükmüne, uyarak İslâmiyete uygun yaşamak imkânına kavuşmaktadır. Ancak, bir işde dînin kabûl ettiği bir zarûret olmadan kendi mezhebinin hükmünü bırakıp, bir başka mezhebe uymak ve keyfine göre bir işi bir mezhebe, başka bir işi öteki mezhebe, bir diğer işi de daha başka bir mezhebe göre yapmak kesinlikle yasaktır ve İslâmiyette buna “telfîk” veya “mezhepsizlik” denir. Böyle olan bir kimse, işlerinde Allahü teâlânın rızâsını değil, kendi arzusunu düşünüyor demektir. Bunun ise; dîni, insanların isteklerine göre değiştirebilen bir oyuncak hâline getirmeye kadar gideceği açıktır.
İslâm âlimleri mezhebsizliğin, dinsizliğe giden bir köprü olduğunu bildirmişlerdir. Müslümanlardan, İslâm âlimlerine uymaları istenmektedir. Hadîs-i şeriflerde âlimler hakkında; “Din âlimleri, peygamberlerin vârisleridir.”, “Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında peygamber gibidir.” “Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla beraber bulunmak ibâdettir.” “Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz. Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır.” buyuruldu.
İslâm âlimlerine uymak, dört mezhebden birinde bulunmakla olur. Asırlardır gelip geçmiş bütün İslâm âlimleri de, bu dört mezhebden birinde bulunan âlimlerden ders alarak yetişmişler ve bu mezheblere uymuşlardır. Ehl-i sünnet âlimleri, hükümleri eksiksiz kayda geçirilmiş bulunan, her müslüman tarafından işitilen, bilinen ve asırlardır müslümanların tâbi olduğu, uyduğu dört hak mezhebten birine uymadan yapılan amelin bâtıl olacağını sözbirliği ile bildirmişlerdir.
Mezhebleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheblerin kolaylıklarını birleştirmeye çalışan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Nisa sûresi 114. âyetinde, “Mü’minlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız.”buyurmaktadır.
Dört mezheb imamının ve bunların yetiştirdiği müetehid olan âlimlerin çözdüğü mes’elelerin sayısı milyonları aşmaktadır. Bunlardan yalnız İmâm-ı a’zam hazretlerinin 500 binden fazla fıkıh mes’elesini çözdüğü kıymetli kitaplarda bildirilmektedir. Dört mezhebin imamları ve bunlara bağlı müctehidleri, müslümanların başlarına gelebilecek hemen her işin dindeki hükmünü bildirmişlerdir. Asırlardır dört hak mezhebe uyan müslümanlardan, herhangi bir müşkülün cevâbını bulamayan hiç duyulmamıştır. Bu gün de dünyânın her yerinde yaşayan müslümanın her türlü işlerinin cevâbı, bu dört hak mezhebin kitaplarında vardır. Yeniden ictihâdı icâb ettiren, cevapsız kalan, çözülmemiş bir mes’ele bırakmamışlardır. Âhırette mes’ûliyetten kurtulmak için müslümanlar, amellerini nasıl yapacaklarını, mezheblerinin inceliklerine vâkıf Ehl-i sünnet âlimlerinden sorarak veya bunların kitaplarından okuyarak kolaylıkla öğrenmektedirler.
Çoğu hıristiyan papazı olan Avrupalı müsteşriklerin ve peygamberliğe inanmayan modern teoloji filozoflarının kitaplarında veya bunların kitaplarından yapılan tercüme ve iktibaslarda yalan ve iftira olarak bu dört hak mezheb mensûbları arasında tartışmalar, hattâ silâhlı mücâdeleler vukû’ bulduğunun yazıldığı esefle görülmektedir. Halbuki İslâm târihinde hiçbir devirde Hanefîlerle, Şâfiîler, Mâlikîler v.b. arasında mezhep ayrılığı sebebiyle en küçük bir sürtüşme bile vukû’ bulmamıştır. Başta dört mezhebin imâmları birbirlerini dâima hürmet ve sevgiyle yâd etmişler, birbirlerinin ictihâdlarına asla yanlış dememişler ve kötülememişlerdir. Siyâsete ve hükümet işlerine hiçbir devirde karışmamışlardır. Bunlara uyan müslümanlar da mezhep imamlarının yolundan giderek, dört mezhebten birine uyan din kardeşleriyle sevişmişler, asırlar boyu bir arada huzûr ve rahat içinde yaşamışlardır. Müslümanları bölmeye, aralarını açıp birbirleriyle düşman etmeye ve çatıştırmaya matuf bu iddia ve iftiralar, İslâmiyeti bilen, târih bilgisi doğru ve kuvvetli, kültürlü müslümanlar arasında hiçbir itibar görmemekte, gerek ülkemizde ve gerekse diğer İslâm ülkelerindeki dört hak mezhepteki müslümanlar, birbirlerini severek, sayarak, kardeşçe, rahat ve huzûr içinde yaşamaktadırlar. Ehl-i sünnet i’tikâdındaki müslümanlar, dört hak mezhebe uymanın değil, uymamanın bölücülük ve tefrika çıkarmak olduğunu çok iyi bildiklerinden, birbirlerine olan muhabbetleri derinleşmektedir.
İşte İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe; en mükemmel usûller ile yaptığı uzun çalışmaları ve ictihâdı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile müslümanların ibâdetlerinde ve diğer işlerinde İslâmiyete doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefî Mezhebi” denildi.
İmâm-ı a’zam fıkhı, “Leh ve aleyhde olanı bilmek, tanımak” diye tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tesbit etmek için, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kitap (Kur’ân-ı Kerîm), Sünnet (Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcmâ-ı ümmet (Eshâb-ı kiramın bir mes’ele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyâs-ı Fukaha (Hükmü verilmiş mes’elelere benzeterek bir başka mes’eleyi hükme bağlamak)’dır. İmâm-ı a’zam, herhangi bir fıkıh mevzû’unun işlenmesi veya fetvâsının takrir edilmesi yahut da cevâbı bulunmak üzere mevzû (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu.
1. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler: İmâm-ı a’zam da, diğer müctehidler gibi, bir işin nasıl yapı lacağını, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulamazsa, hadîs-i şerîflere bakardı. İctihâdlarında Peygamberimizin sünnetine tâbi olmakta, herkesten ileri gitmiş, mürsel hadîsleri bile müsned hadîsler gibi senet olarak almıştır.
2. İcmâ’ ve Sahabe kavli: Bir iş hakkında hadîs-i şeriflerde de açıkça hüküm bulunmazsa, bu iş için (icmâ) var ise, öyle yapılmasını emir ederdi. İcmâ’, sözbirliği demek olup, bir işi, Eshâb-ı kiramın hepsinin aynı sûretle yapması veya söylemesi demektir. İmâm-ı a’zam, Eshâb-ı kiramın sözlerini, kendi kavillerinin üstünde tutmuştur. Onların, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) yanında, sohbetinde bulunmak şerefiyle kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır.
3. Kıyas: Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ ile veya sahabe sözü ile de bilinemezse, kendisi kıyas yaparak hüküm verirdi. O’nun bu kıyas yoluna, (re’y yolu) veya (ictihâd) da denir. Kıyas; Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde hakkında açık hüküm bulunmayan bir işi, hakkında açık hüküm bu lunan bir diğer işe benzeterek hükme bağlamaktır.
4. İmâm-ı a’zam, nasslardan (âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden), icmâ ve kıyastan başka istihsân ve örfler ile de hüküm verirdi. Şu kadar var ki, örfün, İslâmiyette yasak olduğu açıkça bildirilen bir hükme aykırı olmaması lâzımdır.
İstihsân; daha kuvvetli görülen bir husûsdan dolayı bir mes’elede benzerlerinin hükmünden başka bir hükme dönmektir. Ya’nî dînen muteber olan bir tercih sebebine dayanarak, bir delîli buna aykırı düşen başka bir delîlden üstün tutup, buna göre hüküm vermektir.
Hanefî mezhebinin bilgileri, sonraki âlimlere üç yoldan gelmiştir.
1. (Usûl) haberleri olup, bunlara zâhir haberler de denir. Bunlar, Hanefî mezhebinin sahibi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’den ve talebesinden gelen haberlerdir. Bu haberler, İmâm-ı Muhammed’in altı kitabı ile bildirilmekdedir. Bu altı kitâb, (El-mebsût), (Ez-ziyâdât), (El-câmi’-üs-sagîr), (Es-siyer-üs- sagîr), (El-câmi’-ul-kebîr), (Es-siyer-ül-kebîr) kitâblarıdır. Bu kitabları İmâm-ı Muhammed’den, güveni lir kimseler getirdiği için (Zâhir haberler) denilmişdir. Usûl haberlerini ilk toplıyan Hâkim şehîd [Muhammed]’dir. Bunun (Kâfi) kitabı meşhûrdur. Kâfinin şerhleri çoktur. Bunların en meşhûru İmâm-ı Serahsî hazretlerinin yazmış olduğu 30 cildlik Mebsut’udur.
2. (Nevadir) haberleri olup, yine bu imamlardan gelen haberlerdir. Fakat, bu haberler, o altı kitâbta bulunmayıp, ya İmâm-ı Muhammed’in (El-kisâniyât), (El-hârûniyât), (El-cürcâniyyât), (Er-rukıyyât) adındaki başka kitabları ile bildirilmiştir. Bu dört kitab, yukarıdaki altı kitab gibi, açıkça ve sağlam gelmiş olmadığından, bu haberlere (Zâhir olmıyan haberler) de denir. Yâhud, başkalarının kitabları ile bildiril mişlerdir. Meselâ, İmâm-ı a’zamın talebesinden Hasen bin Ziyâd’ın (Muharrer) adındaki kitabı ve İmâm-ı Ebû Yûsuf’un (Emâlî) adındaki kitabı ile bildirilmişlerdir.
3. (Vâkı’at) haberleri üç imâmdan bildirilmiş olmayıp, bunların talebelerinin ve talebesi talebelerinin ictihâd ettikleri mes’elelerdir. Böyle haberleri, ilk toplıyan Ebülleys-i Semerkandî olup (Nevazil) kitabını yazmıştır.
Osmanlı âlimlerinden Şeyhülislâm olanların hazırladığı ve sonradan derlenmiş (Fetvâlar), ayrıca bir kanun metni şeklinde tedvin edilmiş (kanunlaştırılmış) olan ve Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığında bir heyet tarafından hazırlanan (Mecelle) de Hanefî mezhebinin fıkhî hükümlerini bildirmektedir. Osmanlı Devleti zamanında yetişen büyük fıkıh âlimlerinden İbn-i Âbidîn Seyyid Muhammed Emîn Efendi’nin hazırladığı ve kendi zamanına kadar yazılmış en muteber fıkıh kitaplarının bir hülâsasını, özünü teşkil eden beş ciltlik (Redd-ül-Muhtâr) kitabı da Hanefî mezhebini bildiren en kıymetli kaynaklardandır.
Ayrıca günümüz Türkçesi ile kaleme alınmış ve yüzlerce eserin incelenmesi ile meydana getirilmiş olan (Tam İlmihâl SEÂDET-İ EBEDİYYE) kitabı da, Hanefî mezhebinin esaslarını bildiren çok geniş ve en kıymetli bir eserdir. Bu kitap HAKÎKAT KİTABEVİ tarafından neşredilmiş ve İngilizce’ye de tercüme edilmiştir.
İmâm-ı a’zamın yetiştirdiği talebelerin sayısı yaklaşık 4000 civarındadır. Bunların birçoğu, din bilgilerinde ictihâd derecesine yükselmiştir. Oğlu Hammâd, talebelerinin ileri gelenlerindendir. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî, iki yüksek talebesi olup “İmâmeyn” lakabı ile meşhûr olmuşlardı. Bir dînî mes’elelerde İmâmeynin ictihâdı, İmâm-ı a’zamın ictiâdı ile eşit tutulurdu. Hanefî mezhebindeki bir müftî, İmâm-ı a’zamın sözüne uygun fetvâ verir. Aradığını onun sözünde açıkça bulamazsa, İmâm-ı Ebû Yûsuf’un sözünü alır. Onun sözlerinde bulamazsa, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin sözlerini alır. Ondan sonra İmâm-ı Züfer, daha sonra Hasan bin Ziyâd’ın sözünü alır. Her asırda Hanefî mezhebinde çok yüksek âlimler yetişmiştir. Evliyânın büyüklerinden Muhammed Şâziliyye, Ma’rûf-ı Kerhî, İmâm-ı Rabbânî... gibi zâtlar bu mezhebe bağlı idiler. Osmanlılar zamanında yetişen âlimlerin çoğu Hanefî mezhebindendi. Molla Fenârî, Molla Gürânî, Ahmed İbni Kemâl Paşa, Ebussuûd Efendi, İmâm-ı Birgivî, İbn-i Âbidin bu âlimlerden ba’zılarıdır.
Hanefî mezhebi Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin hâkim olduğu bütün ülkelere yayılmıştır. Bugün dünyâda bulunan müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir.
Âlimlerin çoğu, diğer mezheplerin de hak olduğunu, fakat Hanefî mezhebinin hükümlerinin daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Bunun için İslâm memleketlerinin çoğunda Hanefî mezhebi yerleşmiştir. Türkistan ve Hindistan’ın ve Anadolu’nun hemen hemen hepsi Hanefî’dir.
Bütün dünyâda tatbik olunan İslâmî hükümlerin dörtte üçü İmâm-ı a’zamındır. Kalan dörtte birinde de ortaktır. İslâmiyyette ev sahibi, aile reîsi O’dur. Diğer bütün müctehidler (mezheb âlimleri), O’nun çocukları gibidir.
İmâm-ı Şafiî şöyle buyurmuştur: “Bütün müslümanlar İmâm-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir” (Ya’nî bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı a’zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır.)
Menkıbeleri ve Medhi: İmâm-ı a’zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. O’nun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfeat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe nefsine tam olarak hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamide (yüksek İslâm ahlâkı) ile her halükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, asla heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sahibi idi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese te’sîr eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren ba’zı mes’eleleri, derin bir mütâlâadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu husûsta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhûrdur.
Hasılı İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin müslümanlardan doğru bir i’tikâd (Ehl-i sünnet i’tikâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmâm-ı a’zam, İslâm dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslâmiyeti imân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce i’tikâdda birlik ve beraberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.
Buhârî ve Müslim’deki bir hadîs-i şerîfte, “Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Farisoğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim’de bildirilen bir hadîs-i şerîfte, “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır (Ya’nî Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (ya’nî Tâbiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir... (ya’nî Tebe-i tâbiîndir)” buyuruldu. İmâm-ı a’zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tabiînden ve onların da en üstünlerinden biridir.
Hayrât-ül-Hisan, Mevdu’ât-ül-ulûm ve Dürr-ül-Muhtâr’da yazılı olan hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.”
“Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.”
“Ümmetimden biri, şeriatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’mân bin Sâbit’tir.”
“Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir.”
Hazreti Ali de, “Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer için helak olacaklardır” buyurdu.
İmâm-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medh etmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır. “Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik’in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere, “Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder, dedi.” Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe’nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı.” Yine Abdullah İbni Mübârek der ki; Hasen bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhda senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhda söz söyleyenlerin efendisi ve reîsisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”
Hâfız Muhammed İbni Meymûn der ki: “Ebû Hanîfe’nin zamanında ondan ârif ve fakîh yok idi. Yemîn ederim ki, onun mübârek ağzından bir söz duymağa yüzbin dinar (altın) veririm.”
İbni Üyeyne: “Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kûfe’de Ebû Hanîfe’nin talebesindedir.” demiştir. Dâvûd-i Tâî’nin yanında Ebû Hanîfe’den konuşuldu. Buyurdu ki, “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidâyete kavuşur.” Hâfız Abdülazîz İbni Revrad der ki, “Ebû Hanîfeyi seven, Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebindedir. O’na buğz eden, kötüleyen bid’at sahibidir. Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında miyardır (ölçüdür). O’nu sevenin, O’na yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.” İbrâhîm İbn-i Muâviye-i Darîr der ki, “Ebû Hanîfe’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebû Hanîfe adâleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyân eder ve herkesin müşküllerini gözerdi.” Eşed İbni Hakim: “Câhil ve bid’at sahiplerinden başkası onu kötülemez” demiştir. İshâk bin Ebû Fedâ’dan nakil olunur: “İmâm-ı Mâlik’i gördüm, İmâm-ı a’zamla el ele tutup beraber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce İmâm-ı a’zamın girmesini beklerdi.” demiştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüstürî: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı” buyurmuştur.
Süfyân-ı Sevrî: İmâm-ı a’zamın yanından gelen bir kimseye “Yer yüzünün en büyük âliminin yanından geliyorsun” demiştir. İmâm-ı Şafiî: “Ben Ebû Hanîfe’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin.” buyurmuştur. Ahmed İbn-i Hanbel: “İmâm-ı a’zam vera’ ve zühd, Îsâr (cömertlik) sahibi idi. Âhıreti isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurmuştur, İmâm-ı Mâlik’e, (İmâm-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?) dediklerinde: “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim” buyurmuştur, İmâm-ı Gazâlî: “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sahibi idi. Ma’rifeti tam bir ârif idi. Takvâ sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâima Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi” buyurmuştur. Yahyâ Muaz-ı Râzi anlatır: “Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda gördüm ve Yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara, buyurdu.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı a’zam abdestin edeblerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sahibi, sünnete uymakta ictihâd ve istinbatta (şer’î delîllerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler, İmâm-ı a’zam, hadîs-i şerifleri ve Eshâb-ı kiramın sözünü kendi reyine takdim ederdi.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Mebde’ ve Me’âd) risalesinde de şöyle buyurur: “Büyüklerin en büyüğü olan İmâm-ı ecel ve en olgun önder Ebû Hanîfe’nin yüksek derecesinden takdîr edilemeyen şânından ne yazayım.
Müctehidlerin en vera’ sahibi idi. En müttekîsi O idi. Şafiî’den de, Mâlik’den de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstün idi.”
Yine İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) ve Muhammed Pârisâ (kuddise sirruh) buyurdular ki: “Îsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı a’zamın ( radıyallahü anh ) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı a’zamın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir.”
Son asrın, zâhir ve batın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh) buyurdu ki: “İmâm-ı a’zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir-i Geylânî” gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a’mel eylemişlerdir. Ya’nî her biri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir, İmâm-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf husûsunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nûr ve varidât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini, “O iki sene olmasaydı Nu’mân helak olurdu” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sâdık’dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vârisidir. Hadîs-i şerîfte, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her husûsta veraset sahibi olduğundan zâhirî ve batınî ilimlerde Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi.”
İslâm âlimleri, İmâm-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyâyı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O’nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslâm dünyâsında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden O’dur. Din bilgilerini (Kelâm, Fıkıh, Tefsîr, Hadîs v.s.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kaideleri tesbit etti. Böylece O’nun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmâm-ı a’zamdan önce İslâmiyetin ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyâç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşıyan sâlih ve temiz müslümanların ilimleri, başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmel idi. İlk yıllarda ilimlerin kâğıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslâm âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücûd bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan îmân (i’tikâd), ibâdet ve ahlâk bilgileri idi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusîlik ve benzeri bozuk yolların, İslâmiyeti içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecbûriyet hâlini aldı. İmâm-ı a’zam hazretleri bu çok mühim vazîfeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Şia, Mu’tezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen müslümanların İslâmiyeti her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhıret se’âdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da ta’zîm ve şükranla yâd edilmiş, (Ehl-i sünnetin reîsi), (İmâm-ı a’zam (en büyük imâm) adıyla anılmıştır.
İmâm-ı a’zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanaatkârlığı, cömertliği; emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâima kendini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticârette onu Hazreti Ebû Bekir’e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dörtbin dirhemden fazlasını fakîrlere dağıtır, Âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyâçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allaha hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakîrlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının rûhu için fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye, “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı.
İmâm-ı a’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden yolunu değiştirdin diye sordu. Adam cevâbında, size onbin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı a’zam, “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et!” dedi. Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbîh etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu, İmâm-ı a’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakîr veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.
Bir defasında ihtiyâr bir kadın gelip, ben fakîrim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın “Ben, ihtiyâr bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok” deyip elbiseyi ihtiyâr kadına dört dirheme verdi. Bir malı, satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak ürere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı a’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dörtyüze çıktı. Hayır daha fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccâr çağırarak, fiyat takdîr ettirdi ve o elbiseyi beşyüz akçeye satın aldı.
İmâm-ı a’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı. Son haccında Kâ’be-i muazzama içine girip burada iki rek’at namaz kıldı. Namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak, “Yâ Rabbi! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O anda bir ses işitildi ki: “Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim.” buyuruldu. Her gün ve her gece Kur’ân-ı kerîmi bir kere hatmederdi, sonuna kadar okurdu.
Küfe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmâm-ı a’zam, bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle (koyunun yedi sene yaşadığını bildiği için), yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Göz yaşlarının hasır üzerine yağmur gibi düştüğü duyulurdu.
Komşusu bir genç vardı. Her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Birgün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı a’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu” deyince bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı a’zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Buraya teşrîfinizin sebebi nedir? dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: “Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı a’zam o gence, “Bak biz seni unutmuyoruz” diyerek ona bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı a’zamın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişdi.
İmâm-ı A’zamın Kur’ân-ı kerîme vukûfiyyeti (onu anlaması, bilmesi) o kadar derin idi ki, bir defasında bir iş için evinden çıkıp atına binmek üzere iken, bir kadın gelip suâl sordu. Bir an düşünüp kadına, “Kur’ân-ı kerîmi baştan sona kadar düşündüm. Senin suâlinin cevâbı Kur’ân-ı kerîmde açıkça yok. İstersen biraz bekle, ben hemen geleceğim senin suâlinin cevâbını veririm” dedi. Sonra gelip gerekli cevâbı verdi.
Vasıt şehrinde fazîletli bir zât vardı. İsmi (Nu’mân’ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı a’zama, ya’nî Nu’mân bin Sâbit’e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen annemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun azatlı kölesi kabûl eder, ona dâima duâ ederim.”
İmâm-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince, “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadîs-i şerîfte, “Âlimlerin kanı zehirdir.” buyurulan âlimlere dâhil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.
İmâm-ı a’zamı hased eden (çekemiyen) biri, O’nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete da’vet etti. İmâm-ı a’zam bu da’veti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbîh etti. Oraya vardıklarında da’vet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı a’zam ellerini yıkamak için nehire gitti. Talebeleri de onu takip ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete (ya’nî yemekten önce el yıkamaya) uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören da’vet sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.
İmâm-ı a’zam, bir gece rü’yâsında Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rü’yâsını Tabiînin büyüklerinden İbni Sîrîn’e gidip anlattı. İbn-i Sîrîn, “Bu rü’yânın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebû Hanîfe olsa gerek” dedi. (Ebû Hanîfe benim!) deyince, İbni Sîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir ben gördü ve (Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) senin hakkında “Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder.” buyurdu, dedi.
Bir gece yatsı namazını cemâatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescitde iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.
Allahü teâlâyı inkâr eden bir dehriye (dinsize) şöyle demiştir: “Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettabatı olmayan, fakat kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikamete giden bir gemi gördüm dese, acaba bu kimsenin söylediği şeye doğru diyebilir misin?” Dehrî: “Hayır, bunu akıl ve mantık kabûl etmez, bu asla mümkün değil! Onu bir sevk eden olması lâzımdır” deyince, İmâm-ı a’zam, o halde bu muazzam kâinatın ve onda cereyan eden mükemmel hâdiselerin yaratanı olan Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin? dedi. Dehrî, birşey söyleyemedi ve düşüp bayıldı.
Seyyid Muhammed Bâkır ile görüştüklerinde, Muhammed Bâkır, İmâm-ı a’zama:
Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makama oturunuz benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine, Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı a’zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı a’zam şöyle dedi:
“Size üç suâlim var, cevap lütfediniz?”
Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi.
Kadının mirâsda hissesi kaç?
Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince:
- Bu ceddîn Resûlullahın ( aleyhisselâm ) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum.
İkincisi:
Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu?
Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi.
Eğer ben ceddînin dinini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kaza etmesini söylerdim.
Orucu kaza ettirmezdim. Fakat ben kıyasla böyle birşey yapmıyorum.
Üçüncüsü:
Bevil mi daha pis, yoksa meni mi?
Bevil daha pisdir diye cevap verdi.
Eğer ben ceddînin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullahın ( aleyhisselâm ) dînini değiştirmekden Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beni Allah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnetden delîl) olan yerde kıyas yapmadığını, delîli bulunmayan mes’eleleri, delîli bulunan mes’elelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.
Ali bin Ca’de, Ebû Yûsuf’un şöyle dediğini nakleder: Babam öldüğü zaman ben küçük idim. Annem san’at öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp İmâm-ı A’zamın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip, “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir.” dedi. Hocam buyurdu ki; “Sen onu kendi hâline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise dâima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasîb eyledi. Daha sonra bana kadılık vazîfesi verdiler. Bir gün Abbasî halifesi Hârûn Reşîd ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Hârûn Reşîd bana, “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler.” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de İmâm-ı a’zamla ilgili olan o hâdiseyi anlattım. Hârûn Reşîd bunun üzerine, “Gerçekten ilim insanı yükseltir” deyip, hocama rahmet ile duâ etti ve “Hakîkaten kalb gözü açık olup dâima huzûr içinde idi. İnsanların baş gözü ile göremediklerini o kalb gözü ile görürdü.” dedi.
Vefâtı: Ömrünün son yıllarında Abbasî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı a’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu. 145 (m. 762) yıllarında vukû’ bulan hâdiselerden sonra Halife Mansûr, onu Kûfe’den Bağdâd’a getirterek, kendisinin haklı olarak halife olduğunu herkese bildirmesini, buna karşılık temyiz reîsliğini verdiğini bildirdi. İmâm-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyâset işlerine asla karışmayıp ilim yolunda kalmak istediğinden bu teklifi kabûl etmedi. Bunun üzerine Halife Mansûr, İmâm-ı a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Bir müddet sonra çıkardı ise de, tekrar hapse attırdı ve işkenceye devam ettirdi. Hergün vurulacak sopa adedini arttırdı. Fakat halkın galeyana gelip hücum etmesinden korktu. Nihâyet imâm-ı a’zam zehirlenmek sûretiyle, hicrî 150 senesinde (m. 767), yetmiş yaşında iken şehîd edildi. Vefât ettiği yerde Kur’ân-ı kerîmi yedibin kere hatim etmişti. Vefât ederken secde etti. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve gözyaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdâd kadısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakîhimiz sen idin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sen idin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!” Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdâd halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar ellibin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defa cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdâd’ta, Hayzeran kabristanının doğusunda defn edildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtından dolayı çok üzüldüler. İmâm-ı Şafiî’nin hocasının hocası İbni Cerîhe vefât ettiğini duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, “Ya’nî ilim gitti deseniz ya!” buyurdu. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca, o da, “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar” dedi vefâtından sonra çok kimseler onu rü’yâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şafiî buyurdu ki, “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rek’ât namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşurum.”
“Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider.” hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı a’zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı a’zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm aleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Hârezmî, İmâm-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.
Eserleri: İmâm-ı a’zamın eserleri çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün mes’eleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf’un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı (Zâhir-ur-rivâye) denilen kitaplarla nakledilmiştir.
1. Risâle-i Redd-i Havarîç ve Redd-i Kaderiye: İmâm-ı a’zamın usûl-i dinde ilk yazdığı eserdir.
2. El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dâirdir. Bu eserin bir çok şerhi yapılmış olup başlıcaları şunlardır: (El- Kavl-ul-fasl), Muhyiddîn bin Behâeddîn tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap Hakîkat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır.
(Şerh-i Fıkh-ul-ekber), (Şerh-i Fıkh-ul-ekber li-ebil münteha), (Ikd-ul-Cevher Nazm-ı Nesr-i fıkh-ul-ekber), (Nazm-ı fıkh-ul-ekber), (El-İrşâd), (Şerh-i Fıkh-ul-ekber), gibi çeşitli şerhleri vardır. Fıkh-ul-ekber’in en eski nüshaları; İmâm-ı Mâturidî’nin kendi şerhine esas olarak aldığı nüsha, İmâm-ı Eş’arî’nin (El-İbâne) adlı eserine asıl olarak aldığı ve İmâm-ı a’zamın talebesi Ebû Mûtî’nin ondan kendi el yazmasıyla rivâyet ettiği nüsha olmak üzere, üç tanedir.
3. El-Fıkh-ül-Ebsat: İmâm-ı a’zam bu eserinde isti tâ’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.
4. Er-Risâle Osman-ı Bustî’ye: Bu eserde îmân, küfr, irca ve va’îd mes’elelerini açıklamaktadır.
5. Kitâb-ül-âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif mes’eleler hakkında Ehl-i sünnet i’tikâdını bil dirmek için tertiplenmiş soru ve cevapları vardır.
6. Vasıyyet- Nûkirrû: Bu eserde Ehl-i sünnet vel-cemâatin husûsiyetleri anlatılmakta, akâid ve farzların hudutlarını açıklamaktadır. Bu vasıyyetden başka oğlu Hammâd’a ve talebesi Ebû Yûsuf’a yap tığı vasıyyet olmak üzere onbeş kadar vasıyyetnamesi vardır.
7. Kasîde-i Nu’mâniyye
8. Ma’rifet-ul-Mezâhib
9. El-Asl
10. El-Müsned-ül-İmâm-ı a’zam li Ebî Hanîfe
İmâm-ı a’zam ( radıyallahü anh ) vefâtına yakın eshâbına şöyle vasıyyet etti:
“Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. (Yani kurtuluş fırkası, hak mezheb olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatte oniki husûsiyet vardır):
Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) şefaatine nail olasınız.
1- Îmân, kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Kalb ile bilmek, yahut sâdece dil ile ikrâr etmek, değil dir. Eğer dil ile ikrâr, yalnız başına îmân olsaydı, münâfıklarda mü’min olurdu. Sadece bilmek de îmân olmaz. Çünkü sadece bilmek îmân olsaydı, yahûdiler de, hıristiyanlar da mü’min olurdu. Îmânda çoğal ma ve azalma düşünülemez. Ancak îmânın çoğalması, küfrün azalması ile, küfrün çoğalması îmânın azalması ile olması gerekir. Bir kimseye bir anda hem mü’min ve hem kâfir nasıl denilebilir. İmânda şüp he caiz değildir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde: “İşte onlar hak mü’minlerdir; işte diğerleri de tam kâfirlerdir.” buyuruyor. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) tevhîd sahibi (ehl-i tevhîd, ehl-i kıble) üm meti, günah sebebi ile kâfir değillerdir, îmân, amelden başkadır. Amel de îmândan cüz değil, ayrıdır. Çünkü amel ba’zı vakitlerde emr olunmuş, ba’zı vakitlerde ise kuldan istenmemektedir. Hayz ve nifas hâlinde olan kadının namaz kılmaması, oruç tutmaması, fakîrin zekât vermemesi böyledir. Ama îmândan muaf tutulan ân yoktur. Fakîre îmân lâzım değildir denemez. Hayz ve nifas sahibi, oruçlarını kaza eder. İmânı kaza ederler denemez. Hayrın ve şerrin takdîri Allahü teâlâdandır. Eğer şerrin, kötülüğün takdîrini Allahü teâlâdan başkasından bilirse, müşrik olur.
Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile de değildir. Lâkin irâdesi, sevgisi, rızâsı, kazası, kaderi, ilmi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
2. Günahlara gelince; Allahü teâlânın emri ile değildir. Sevgisi, rızâsı, teşviki ile değildir. Lâkin irâdesi, kazası, kaderi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir. Bununla muâhaze olunur. Çünkü kulun fi’li iledir.
3. Arş üzerinde istiva, yerleşme ve oturma ma’nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehidir. Arş mahlûkdur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı.
4. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, vahyi, tenzili ve sıfatıdır. (Bütün sübût sıfatları gibi) kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Yalnız bir perde, bir vâsıta ile değil, mürekkep, kâğıt, yazma işi, harfler, kelimeler ve cümlelerin hepsi, kulların O’na ihtiyaçları sebebi ile, Kur’ân’ın âletleridir. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Ma’nâsı, bu sayılan şeylerde anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur.
5. Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra ( aleyhisselâm ) en üstünleri Hazreti Ebû Bekir, sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra Hazreti Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmâîn). Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Allahü teâlâ onlar hakkında Vâkı’a sûresi 10 ve 11. âyet-i kerîmelerinde; “İşte onlar Sâbikûndur, onlar mukarreblerdir” buyuruyor. O halde içlerinde en esbâkı, en önde ve önce geleni, en üstünüdür. Onları seven her mü’min muttaki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir.
6. Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. Fail, işi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur.
7. Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Rûm sûresi kırkıncı âyetinde; “Sizi yaratan, rızık veren, sonra sizi öldüren ve dirilten Allahü teâlâdır.” buyuruyor. İlimle kesb helâldir. Helâldan mal, para kazanmak helâl, haramdan kazanmak ise haramdır, insanlar üç kısımdır:
Biri, imânda hâlis mü’minler; biri küfründe inkâr üzere olan kâfirler, üçüncüsü de, nifakında sabit olan münâfıklardır. Allahü teâlâ, mü’mine amel ve ibâdeti, kâfire imânı, münâfıka ihlâsı farz etmiştir. Nitekim Bekâra sûresi yirmibirinci âyetinde: “Ey insanlar! Rabbinize ibâdet ediniz.” Başka bir âyette, “Ey mü’minler! Tâat ve ibadet ediniz” ve“Ey kâfirler! îmân ediniz, ey münâfıklar ihlâs üzere olunuz” buyuruyor.
8. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir.
9. Mest üzerine mesh caizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya’nî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. Çünkü bu hadîs-i şerîf mütevâtire yakındır. Yolculukta dört rek’atli farzları iki rek’at kılmak ve oruç tutmak, Kur’ân-ı kerîm ile sabittir. Nitekim Allahü teâlâ;: “Seferi olduğunuz zaman, namazı iki rek’at kılmakla, sizden zorluk kaldırıldı” ve bir başka âyet-i kerîmede de, “Sizden biriniz hasta olursanız, yahut seferde olursanız, bu haldeki oruçlarını sonra tutsun” buyurur.
10. Allahü teâlâ kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbi ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i ilâhisi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde; “Bununla beraber, işledikleri herşey defterlerindedir.” buyuruyor.
11. Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için “Mü’minlere hazırlanmıştır”, Cehennem için de; “Kâfirlere hazırlanmıştır” buyuruyor. Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfat ve ceza için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mîzân haktır. Allahü teâlâ: “Kıyâmet gününde amellerin tartılması için terazi kurulur” buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede: “Bugün senin hesabın için, sana kitabını, ya’nî amel defterini okuman kâfidir.” buyuruldu.
12. Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün (hesab günü) uzunluğu, dünyâ senesi ile ellibin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ; “Uzunluğu ellibin sene olan günde” buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede de: “Allahü teâlâ kabirler de olanları diriltir”buyurmaktadır.
Cennettekilerin Allahü teâlâyı nasıl olduğu bilinmiyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya’nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerîmede: “Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar” buyurul muştur.
Muhammed Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) şefaati haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü’minlere ve büyük günâhı olanlara şefaat edecektir. Hazreti Âişe, Hadîce-i Kübrâ’dan ( radıyallahü anha ) sonra bütün kadınların üstünü ve mü’minlerin anneleridir. Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ Bekâra sûresi 82. A’râf sûresi 42. Yûnus sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde mü’minler için “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır” buyurdu.
İmâm-ı a’zamın ( radıyallahü anh ) vasıyyeti budur. Bu i’tikâd üzere olan Ehl-i sünnet ve Cemâat mezhebindendir denir. Bu i’tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki:
“Allah bize, insanların mü’min olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamızı kalblerinde ne sakladıklarını bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emir etmiştir.”
“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği mükâfatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibârettir.”
“İnsan, her şeye şifâ veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilâç kullanır. Çünkü ilâç bir sebeptir. Şifâsını verecek olan ise Allahü teâlâdır.
“Mü’min, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belâya uğrarsa, gizli veya aşikâr “Yâ Rabbi, bana bu belâyı neden verdin?” diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.
“Mü’min, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murâkabe edemezler.”
Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazîfeye ta’yin edilip, Basra’ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur
“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme!..”
“Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitde senin etrâfını sarıp aranızda ba’zı mes’eleler görüşülürse, yahut onlar bu mes’elelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu mes’elede şu veya bu şekilde görüş ve delîllerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler...”
“Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince mes’eleleri açma. Onlara güven ver, ba’zan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Ba’zan da onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsamaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”
“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: “Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?” suâlini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dînine gevşeklik etmiş olur.”
“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak kendisine ağır gelir.”
“Mâsiyeti, günahları zillet; günahı terk etmeği mürüvvet gördüm ve bildim.”
“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından menetmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”
“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”
“Dînin alış-veriş kısmını bilmiyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır ve çok pişman olur.”
1) Hayrât-ül-hisân
2) Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam (Kerderî)
3) Tebyîd-üs-Sahife
4) Tenvîr-üs-Sahife
5) Ukud-ül-cenân fî menâkıb-in-Nu’mân
6) Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam (Muvaffak bin Ahmed Mekkî)
36) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî) cild-1, sh. 29 ve 266. mektûb
37) Brockelmann G.I: 169, 171, S.I.: 284, 287
38) Riyâddünnâsıhîn sh. 60
39) Hidâyet-ül-muvaffakîn sh. 52
40) Mu’cem-ul-müellifîn cild-3, sh. 105
41) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 386, 998
42) Fâideli Bilgiler sh. 42, 156
43) Eshâb-ı Kirâm sh. 213
44) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 127-136
EBU MENSUR BAĞDADİ
Ebû Mensûr el-Bağdâdî hazretleri “El-Fark beyn-el-firâk” isimli eserinde buyuruyor ki:
“Ehl-i sünnet i’tikâdına göre: Allahü teâlâ, âhırette bütün insanları ve canlıları diriltecektir. Ehl-i sünnetin dışında bulunan ba’zı fırkalar, “Âhırette sâdece insanlar diriltilecektir. Cennet ve Cehennem yaratılmamıştır” diye inkâr ettiler.
Ehl-i sünnete göre, Cennet ni’metleri Cennettekilere, Cehennem azâbı da müşriklere ve münâfıklara devamlıdır. Cehmiyye fırkası ile Kaderiyye fırkasından Ebü’l-Huzeyl taraftarları buna inanmadılar. “Cennette ni’metler, Cehennemde azâblar bir müddet sonra son bulur” dediler.
Ehl-i sünnet i’tikâdına göre, Cehennemde kafirlerden başkası temelli kalmıyacaktır. Kaderiyye ve Havâric’in görüşlerine göre ise, Cehenneme giren herkes orada devamlı kalırlar.
Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar, kabirde sorgu ve suâlin var olduğuna inanırlar. Günah işliyenlere ve kabir azâbına inanmıyanlara, kabirde şiddetli azap yapılacağına inanırlar.
Havz, Sırat ve Mîzân’ın olduğuna, bunları inkâr edenlerin Kevser Havzından içemiyeceği ve sırattan geçerken ayaklarının kayıp Cehennem ateşine düşeceğine Ehl-i sünnet inanmıştır.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) ve O’nun ümmetinden sâlih kimselerin, günahkâr olan mü’minlere ve kalbinde zerre miktarı îmânı olanlara şefaat edeceklerine Ehl-i sünnet inanmıştır. Ayrıca şefaati inkâr edenlerin, şefâattan mahrûm kalacaklarını da bildirmişlerdir.”
“Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar, Allahü teâlânın Habîbi ve sevgili Peygamberi ( aleyhisselâm ) ile beraber, Bedr gazâsına katılanların Cennetlik olduklarına inanırlar. Ayrıca, Uhud gazâsında, hurma bahçelerinin düşman işgaline mâruz kalmaması için çarpışan “Kuzman” ve Peygamber, efendimizin bildirdiği birkaç kimse dışında kalan Uhud’daki bütün Eshâb-ı Kirâmın Cennetlik olduğuna inanırlar. Hudeybiye’de “Bî’at-ı Rıdvân”a iştirâk eden Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) Cennetlik olduğuna inanırlar. Peygamber efendimiz buyurdular ki; “Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül ve i’timâd etmiyenlerdir, buyuruldu.” Dinleyenler arasında Ukâşe ( radıyallahü anh ) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, onlardan olayım” deyince, “Yâ Rabbî! Bunu onlardaneyle!” buyurdu. Biri daha kalkıp, aynı duâyı isteyince,“Ukâşe senden çabuk davrandı” buyurdu. Aralarında, Hazreti Ukâşe’nin de bulunduğu yetmiş bin kişinin, sorgusuz sualsiz Cennete gireceği ve onların herbirinin yetmişbin kişiye şefaatçi olacaklarına, Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar inanırlar.
Ehl-i sünnet, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) zevce-i mutahharalarının (r.anhünne) hepsinin, mutlak îmân ile öldüklerine inanırlar. Bunlardan biri veya birkaçını tekfir edenin (küfürle itham edenin) küfre girdiğini bildirdiler.
Ehl-i sünnet, Peygamber efendimizin torunları olan oniki İmâm “Hazreti Ali bin Ebî Tâlib, Hazreti Hasen, Hazreti Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bâkır, Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Ali Rızâ, Muhammed Cevâd Takî, Ali Nakî, Hasen Askerî Zekî ve Muhammed Mehdî (r.aleyhim) ve diğer meşhûr torunlarına (seyyidler ve şerîfler) sevgi ve hürmet göstermişler, onların îmân ile vefât ettiklerini bildirmişlerdir.”
Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı Kirâm efendilerimizin ve Tabiînin ileri gelenlerinin son nefeste imân ile vefât ettiklerini bildirdiler. Kur’ân-ı kerîmde bununla ilgili meâlen“Onlardan (Muhacirlerle Ensârdan) sonra gelenler şöyle derler:“EyRabbimiz! Bizi ve imân ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla: imân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, Ra’ûf’sun (çok şefkatlisin) Rahîm’sin (çok merhametlisin).” (Haşr-10) buyurulmuştur.
“Ehl-i sünhet i’tikâdında olanlar, birbirlerini kâfir olmakla suçlamazlar. Aralarında uzaklaşma ve küfürle suçlamayı gerektirecek bir ayrılık yoktur; Onlarda birlik ve beraberlik vardır. Bunun için cenab-ı Hak onları korur. Ehl-i sünnet olanlar, inkâr ve tenakuza düşmezler, onlar hakkı ayakta tutan cemâattir. Bozuk fırkalardan herbiri, birbirlerini küfürle suçlamışlar, birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Öyle ki, Kaderiyye, Hâricî ve Râfizî gibi bozuk fırkalardan yedi kişi bir yerde toplanmışlar, neticede birbirlerini küfürle suçlayarak ayrılmışlardır. Yahudi ve hıristiyanlar da aynı duruma düşmüşlerdir. Yahudi ve hıristiyanların birbirlerini kâfirlikle suçladıklarını, Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Âyet-i kerîmede meâlen: “Yahudiler: “Hıristiyanlar, din işinde birşey üzere değildirler” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudiler, din işinde güvenilir birşey üzere değildir” dediler…” (Bekâra-113). Kur’ân-ı kerîmde Nisa sûresi 82. âyetinde de meâlen: “Onlar, hala Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu ve ma’nâsını düsünmiyecekler mi? Eğer o, Allahtan başkası tarafından, olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmıyan birçok söz ve ifadeler bulurlardı” buyuruldu.
Allahü teâlâ, Ehl-i sünnet fırkasını, ilk üç asrın âlimleri hakkında uygun olmayacak sözler söylemekten ve onlara dil uzatmaktan korumuştur. Bunlar; Muhacirler, Ensâr, Bedr, Uhud ve Bî’at-ı Rıdvan’da bulunan Eshâb-ı kirâmdır. Ayrıca Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Cennetle müjdelediği mübârek kimselerdir. Ehl-i sünnet fırkasında olanlar, Peygamberimizin ehl-i beytine ve torunlarına, Hulefâ-i Râşidîn’e şanlarına lâyık olmayan bir söz söylemekten şiddetle kaçınırlar. Onları canlarından çok severler. Allahü teâlânın, kendilerini herhangi bir leke ve bid’atlerden koruduğu Tâbiîni ve Tebe-i tabiîni de çok severler, hürmetle isimlerini yâd ederler.
İlim ve ma’rifette pek üstün olan, mü’minlerin, varlıklarıyla iftihar ettiği Ehl-i sünnet fırkasının kıymetli imamları ve kelâm âlimlerinden ba’zılarının isimlerini zikredelim:
Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) ilk kelâm âlimi, Hazreti Ali bin Ebî Tâlib’dir. Sonra Hazreti Abdullah bin Ömer’dir. Tâbiînden de Ömer bin Abdülazîz’dir ki, Kaderiyye fırkasını red için yazdığı eseri meşhûrdur. Sonra Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn gelir. Daha sonra Hasen-i Basrî, Şa’bi, Zührî’dir (r.aleyhim). Ca’fer bin Muhammed Sâdık hazretlerinin de Kaderîleri, Hâricileri ve Râfızîleri red eden kitabı vardır. Büyük İmâm Hanefî mezhebinin sahibi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin de “Kitâb-ül-Fıkh-ıl-ekber” isimli Kaderiyye fırkasını red eden eseri meşhûrdur. (Bu eser aynı zamanda, Ehl-i sünnet i’tikâdını özet olarak anlatan bir eserdir.) İmâm-ı Şafiî ( radıyallahü anh ) ve onun talebesi Ebü’l-Abbâs bin sûreyc kelâm ilminde pek üstün idi.
Bozuk fırkalarla şiddetle mücâdele eden kelâm ilminin iki büyük İmâmı; Ebû Mensûr-i Mâtürîdî ve Ebü’l-Hasen-i Eş’ârî hazretleridir. Ebü’l-Hasen-i Bâhili, Ebû Abdullah bin Mücâhid ve bunların talebeleri olan Ebû Bekr Muhammed bin et-Tayyib el-Bâkıllânî, Ebû İshâk İbrâhim bin Muhammed el-İsferâînî, İbn-i Fûrek (r.aleyhim) zamanının İmâmları olmuşlardır. Yine Ebû Ali es-Sekafi ve Ebü’l-Abbâs el-Kalânisî Ehl-i sünneti pek güzel müdâfaa eden, bu mevzûda yüzlerce eser yazan âlimlerdendir.
Tabiîn, Tebe-i tabiîn ve daha sonra gelen fıkh âlimleri ki, âlemi ilimle doldurmuşlardır. Bu âlimlerin arasında, Ehl-i sünnet vel cemâat fırkasına yardımcı olmayanı, bid’at fırkalarının bozukluğunu anlatmıyanı yoktur. Onlar, yol göstermek için tepelerde yakılan ateşlerden daha göz kamaştırıcıdırlar. Bu mübârek zâtların isimlerini bildirmek uzun sürer.
Hadîs ve isnâd İmâmları ise, bu sağlam yolun en kıymetli bekçileridir. Onların hiçbirisi, en ufak bir bid’at lekesine bulaşmamışlardır. Onların yazdığı eserler, kıyâmete kadar ilim sahibi olanların elinde kalacaktır. Bu eserlerin isimlerini yazmak bile kitabımıza sığmaz. Bunun yanısıra irşâd ve tasavvuf İmâmları da, asırlar boyu i’tikâd bakımından bu sağlam yol üzere idiler diyen Ebû Mensûr Bağdadî, devamlı Ehl-i sünnetin bayraktarlığını yapmıştır.
İmâm Ebû Mensûr Abdülkâhir bin Tâhir et-Temîmî el-Bağdadî, “Kitâbu Usûl-id-dîn” isimli eserinde, 1. aslın 10. mes’elesinde, şer’î (dînî) ilimlerin kaynağı konusu, üzerinde dururken şöyle demektedir:
Şer’î hükümler, 4 (dört) asıl temel kaynaktan alınmıştır. Bunlar; Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs’tır. Kitap, kendisine önünden ve arkasından bâtıl yaklaşamayan, içerisinde âmm (umûmî) ve hâss, (husûsi) hükümler, mücmel (kısa), müfesser, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, haber, istihbar, nâsih, mensûh, sarih, kinâye gibi hükümler bulunan Kur’ân-ı kerîmdir. Yine onda hitabın delîli, mefhûmu vardır. Bu vecihlerin hepsi, kendi mertebelerine göre delîl olup, istidlal (delîl olma) bakımından ba’zısı, diğer ba’zısından daha açıktır...
Kendisinden şeriat (din) ahkâmı alınan Sünnet; Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) nakledilen haberlerdir. Bunlar ya tevâtür yoluyla olur (ya’nî, yalan üzerine ittifâk etmeleri aklen caiz olmayan bir topluluğun kendisi gibi topluluğa, onların da kendileri gibi topluluklara nakletmeleri) ki bu, namaz rek’atlarının sayısı, namazın rükünleri vb. olup, zarurî ilmi gerektirir. Veya haber-i müstefid (tevâtür derecesine ulaşmıyan haber) olarak nakledilir. Bu da mükteseb ilim meydana getirir. Zekâtın nisâbları, haccın rükünleri gibi, yahut da haber-i âhâd olarak nakledilir. Râvilerin bu nevi rivâyetleri ilmi gerektirmese de, kendisiyle amel etmeyi gerektirir. Sünnetin delîllerinin vecihleri de, daha önce zikredilen Kur’ân-ı kerîmin delîllerinin vecihleri gibidir. Ya’nî onda da âmm, hâss, mücmel, müfesser, sarih, kinâye, nâsih, mensûh, hitabın delîli ve mefhûmu, emir, nehiy, haber vb. hükümler vardır.
Şer’i hüküm vermede mu’teber olan icmâ’a gelince: İcma; bu ümmetin, asırlarından herhangi bir asrın âlimlerinin şer’î bir hüküm üzerinde ittifâk etmelerine mahsûstur. Ümmet-i, Muhammed ( aleyhisselâm ) dalâlet üzerinde ittifâk etmez.
Şer’i mes’elelerdeki kıyâsa gelince: Bununla, hakkında nass (kitab ve sünnetten bir hüküm) ve icmâ’ bulunmayan şeyin hükmü bilinir. Bu kıyâsın da nevileri vardır...
Abdülkâdir el-Bağdâdî ( radıyallahü anh ) I. aslın II. mes’elesinde, ilim ve ameli gerektiren haberlerin şartlarını açıklarken şöyle demektedir:
Zarurî ilmi mûcib (gerekli kılan) tevâtürün şartlarından biri, o rivâyetin her asırdaki râvîlerinin yalan üzerinde ittifâk etmelerinin muhal (imkânsız) olmasıdır. Eğer bir haberin, bir asırdaki râvîlerinin yalan üzerinde ittifâkları caiz olursa, bu haber, zarurî ilmi gerektirmez. Bundan dolayı, yahudilerin ve hıristiyanların Îsâ’nın (aleyhisselâm) öldürüldüğü ve asıldığına dâir iddiaları ve mecûsîlerin, Zerdüşt’ten haber verdikleri şeyler ilmi mûcib değildir, ya’nî bu iddiâlarından kesin ilim meydana gelmez...
Yine 1. aslın 12. mes’elesinde, şöyle demektedir:
Âlimlerimiz demişlerdir ki, “Akıllar, âlemim hadîs (sonradan yaratılma) olduğuna, yaratıcısının birliğine, kadîm (ezelî) olduğuna, sıfatlarının da ezelî olduğuna, kullarına resûller göndermesinin ve dilediğini teklif etmesinin caiz olduğuna delâlet eder. Bunda hadîs olması sahih olan herşeyin, hudûsunun (sonradan olmasının) ve müstehîl (imkânsız) olan herşeyin de imkânsızlığının cevazının sahih olduğuna delîl vardır. Fiillerin kullar üzerine farz ve yasak kılınması, ancak din vasıtasiyle bilinir...”
Abdülkâhir el-Bağdâdî hazretleri, peygamberleri bilme konusuna tahsis ettiği 7. aslı, 15 mes’eleye ayırmıştır. Burada nübüvvetin ve risâletin ma’nâsı, teklîfin ve resûller gönderilmesinin cevazı, resûlün risâletiyle resûl olduğunu bilmesi, nebi ve resûllerin sayısı, resûllerin birincisi (ilki) ve sonuncusu, Hazreti Mûsâ’nın (aleyhisselâm) nübüvveti, Hazreti Îsâ’nın (aleyhisselâm) nübüvveti, Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) nübüvveti ve O’nun hâtemürrusûl olması, resûlün husûsi bir kavme gönderilmesinin cevazı, resûllerden ba’zısının diğer ba’zısına üstünlüğü, Peygamberimizin diğer Peygamberlere üstünlüğü, Peygamberlerin meleklere üstünlüğü, Peygamberlerin velîlere üstünlüğü, Peygamberlerin günahlardan ma’sûm olması konuları üzerinde durmaktadır.
Ta’rîfler kısmında, Abdülkâhir el-Bağdâdî: Nebinin lügattaki ma’nâlarından biri, Allahü teâlâ indinde (katında) yüksek derecesi, mevkii bulunan kişi demektir. Resûl de, kendisine vahiy gelmesi devam eden zât demektir. Her resûl, nebidir, her nebi, Allahü teâlâdan kendisine vahiy gelen ve üzerine meleğin vahiy indirdiği kimsedir. Resûl ise, yeni bir şeriat getiren veya kendisinden önceki bir şerîatin ba’zı hükümlerini nesh eden (yürürlükten kaldıran) zâttır, cümlelerini kaydetmiş, üçüncü mes’ele bölümünde şunları söylemiştir: Resûlün, kendisini Allahü teâlânın resûl olarak gönderdiğini bileceği bir huccet ve burhana (delîle) ihtiyâcı vardır. Bunu birkaç şekilde bilmesi sahih olur Birisi, Allahü teâlânın kendisine vasıtasız olarak hitâb etmesi ve kalbinde, hitab edenin Rabbi olduğunu kendisine bildirecek zarurî bir ilim yaratmasıdır. Âdem’e (aleyhisselâm) rûh üfürdüğü zaman, hitâb etmesi ve Rabbini zarurî olarak kendisine bildirmesi gibi ki, onu yaratan ona hitâb edenin kendisi olduğunu cenâb-ı Hak bildirmiştir. Derhal ona, mükteseb (kesbî, sonradan kazanılan) olmaksızın zarûrî bir ilim olarak bütün isimleri öğretti. Diğer bir şekil, cenâb-ı Hakkın vasıtasız olarak ona hitâb etmesi ve o hâlde, hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu harikulade bir şekilde izhâr etmesidir Mûsâ’yı Fir’avn’e gönderdiği zaman, ona vasıtasız olarak hitâb etmiş ve kendisine bir takım mü’cizeler izhâr etmiştir. O bu mu’cizeler vâsıtasiyle, kendisine hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu anlamıştır. Dilindeki peltekliği gidermesi, elinde beyazlığın meydana gelmesi, asanın (bastonun) yılana çevrilmesi v.s. gibi.
Başka bir şekil: Allahın, resûle bir melek göndermesi ve onu risâletle emretmesi ve melek göndermesi sırasında, onun şeytan değil, melek olduğunu bildirecek bir mu’cize göstermesidir. Bir diğer sekil de şudur Allahü teâlâ bu yollardan biriyle, bir nebisine nübüvvetini bildirir, O da ümmetinden birine peygamberlik verildiğini tebliğ eder. O ikinci peygamber, peygamberliğin, kendisinden önce gönderilmiş olan diğer bir peygamber vâsıtasıyle öğrenmiş olur. Lût’un (aleyhisselâm) kavmine peygamber oluşunun, İbrâhim’in (a.s) lisâniyle bildirilmesi gibi, Havarilerin Îsâ (aleyhisselâm) ile olan kıssaları da böyledir. Bunlardan birincisi zarurî, ikincisi istidlalidir.
Abdülkâhir el-Bağdâdî 4. mes’elede Peygamberlerin sayısı üzerinde durmakta ve şöyle demektedir: “Müslüman tarihçiler, sahih haberlerde vârid olduğu gibi, Peygamberlerin sayısının 124.000 (yüzyirmidörtbin) olduğunda ittifâk etmişlerdir. Onların birincisi, babamız Adem’dir (aleyhisselâm); sonuncusu ise Peygamberimiz Muhammed’dir ( aleyhisselâm ). Bunlardan 313’ünün (üçyüzonüç) resûl olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Bu sayı Tâlût ile beraber nehri geçenlerin, ondan su içmiyenlerin ve Câlût ile harpte sebat edenlerin sayısı kadardır. Yine, Bedr gününde Peygamberimizle ( aleyhisselâm ) beraber bulunan Eshâb-ı Bedr’in sayısı bu kadardır.
Müellif, bundan sonra ba’zı bozuk fırka ve din mensûplarının görüşlerine temas edip 313 resûlden Kur’ân-ı kerîm’de zikredilen 5’i (beşi) ülûl-azm Peygamberlerdendir. (Diğer birçok âlimler, ülû’l-azm Peygamberlerin sayısının altı (6) olduğunu bildirmektedirler). Bunlar, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Resûllerden beşi Arabdandır. Bunlar da; Hûd, Sâlih, İsmâil, Şuayb ve Muhammed aleyhimüsselâmdır, demiştir.
5. mes’elede şunlar kaydedilmiştir Müslümanlar ve Ehl-i kitap, insanlardan gönderilen ilk resûlün Adem (aleyhisselâm) olduğunda ittifâk etmişlerdir. Son resûlün Muhammed (aleyhisselâm) olduğunda da müslümanların icmâ’ı vardır.
Ba’zı bozuk din mensûplarının bâtıl görüşleri de kaydedildikten sonra, müellif tarafından şöyle bir suâl ortaya konmuştur Bir kimse: Muhammed (aleyhisselâm) son resûldür, Îsâ’nın (aleyhisselâm) nüzûlü hakkında ne diyorsunuz? derse, cevaben deriz ki: O, İslâm dînine yardım etmek üzere inecek, Deccâl’î ve Hınzîri öldürecek, şerâbları dökecek, Kur’ân’ın diriltilmesini emir buyurduğunu ihyâ edecek, öldürülmesini emir buyurduğunu da öldürecektir.
6. ve 7. mes’elelerde Mûsâ ve Îsâ’nın (aleyhimesselâm) Peygamberlikleri üzerinde durulduktan sonra, 8. mes’elede Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) Peygamberliği hakkında şunlar kaydedilmiştir: Diğer Peygamberler hakkında olduğu gibi, bu husûsta da Berâhime ile aramızda ihtilâf vardır. Yahudilerle bu konuda olan ihtilâf, bunlarla Îsâ’nın (aleyhisselâm) peygamberliği hakkındaki ihtilâf gibidir. Hıristiyanlar da bu konuda muhalefet etmektedirler. O’nun Peygamberliğinin doğruluğuna delîl; harikulade mu’cizelerine dâir haberlerin tevâtür, etmesidir. Kur’ân-ı kerîm gibi bir mu’cize ki, Arablar onun bir benzerini getirmekten âciz kalmışlar ve O’nu yalanlama husûsunda hırs göstermelerine rağmen, O, Kur’ân ile onlara tehaddîde bulunmuş (meydan okumuş)tur. Ayın yarılması, mübârek elinde çakıl taşlarının tesbih etmesi, parmaklarının arasından su çıkması, az bir yemekle çok kimseyi doyurması, ağacın O’nun önüne gelmesi ve emriyle yerine geri dönmesi ve benzeri harikulade işlere dâir mu’cizeleri O’nun da’vâsının doğruluğuna delâlet eder...
Peygamberimizin hâtem-ül-enbiyâ ver-rusûl (aleyhimüsselâm) olduğu izah edilen 9. mes’elede denilmektedir ki Peygamberimiz Muhammed’in ( aleyhisselâm ) Peygamberliğini ikrâr eden her kimse, O’nun nebilerin ve resûllerin sonuncusu olduğunu ikrâr eder (söyler, kabûl ve tasdik eder). Yine O’nun şeriatinin (getirdiği hükümlerin) ebediliğini ve neshe uğramasının imkânsız olduğunu ikrâr eder ve Îsâ’nın (aleyhisselâm) semâdan indiği zaman, İslâm şeriatine (dinine) yardım için geleceğini, Kur’ân’ın ihyâ ettiğini dirilteceğini, onun yok edilmesini emrettiğini öldüreceğini kabûl eder... “Benden sonra Peygamber gelmiyecektir” hadîsi mütevâtirdir. Kur’ân ve sünnetin huccetini (delîlini) reddeden dinden çıkar.
10. mes’elede, risâletin umûmî veya husûsi olması konusunda şunlar belirtilmektedir: Bize göre, Allahü teâlânın bir peygamberi, sâdece bir kavme göndermesi veya bir ümmete iki resûl göndermesi câizdir. Yine iki peygamberden birini bir kavme, diğerini başka bir kavme (topluma) göndermesi caizdir. Bunun gibi, bir kimseyi bütün insanlara peygamber yapması da caizdir, iki peygamberi bir ümmete peygamber olarak gönderdiği zaman, o iki resûlün şeriat ahkâmında ittifâk etmeleri vâcibtir. Cenâb-ı Hak, onları iki ayrı ümmete gönderdiği zaman, birinin helâl ve harama dâir şeriatinin, diğerinin şeriatinden farklı olması caizdir. Akılların mûcibâtı (gerektirdiği şeyler) ve delîllerinde ihtilâf etmeleri caiz görülmemiştir. Âdem (aleyhisselâm) kendisine yetişen bütün çocuklarına (ve torunlarına) peygamber olarak gönderilmişti. İdrîs (aleyhisselâm), asrında bulunan bütün insanlara peygamber idi. Bunun gibi Nûh (aleyhisselâm), asrındaki bütün insanlara ve tufandan sonraki insanlara, tâ kendinden sonraki peygamberin zamanına kadar peygamber idi. Halîl İbrâhim’in (aleyhisselâm) risâleti de kâffeye (herkese) şâmil idi. Bizim Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ise gerek asrındaki, gerek kıyâmete kadar gelecek olan cinnilere ve insanlara peygamberdir...
O, Arab ve aceme (Arap olmıyan bütün toplumlara) peygamber olarak gönderildiği gibi yahudilere ve hıristiyanlara da peygamber olarak gönderilmiştir.
11. mes’elede, Peygamberlerin birbirlerine üstünlükleri konusunda şunlar belirtilmektedir: Allahü teâlâ, resûllerden ba’zısının ba’zısına, derece bakımından efdal (daha üstün) olduğunu haber vermiştir. Onlardan, bütün insanlara risâleti şâmil olanlar vardır ki, sâdece husûsi bir ümmete peygamber gönderilenden daha üstündür. Onlardan, Allahü teâlânın vasıtasız olarak konuştukları vardır ki, vâsıta ile konuştuklarından daha üstündür. Yine onlardan ilk peygamber yaptığı, son peygamber kıldığı vardır. Bunlar, dünyâda nübüvvet mertebelerinde üstünlük bakımından farklı oldukları gibi, Cennetteki sevâb dereceleri bakımından da farklı olurlar...
12. mes’elede, Peygamberimizin diğer peygamberlere üstünlüğü husûsunda denilmektedir ki: İslâm fırkalarından ba’zıları, Peygamberimizin, İbrâhim, Nûh ve Âdem aleyhimüsselâmdan üstün olmadığını iddia edip, gerekçe olarak da bunların, O’nun babaları olduklarını, oğulun babadan üstünlüğünün imkânsızlığını söyleyip, O’nun Mûsâ ve Îsâ’dan ve babası olmıyan her peygamberden üstün olduğunu belirtmişlerdir. Onların bu kıyasları, İdrîs ve İsmâil’den (aleyhimesselâm) de üstün olmamasını gerektirir. Çünkü onlar da O’nun babasıdır. Dırâriyye fırkası, peygamberlerin birbirlerinden üstün olmadıklarını iddia etmiştir. Peygamberlerin (aleyhisselâm) birbirlerinden üstün olduklarını söyliyen âlimler, “Ben Âdem evlâdının seyyidiyim, iftihara lüzüm yok. Âdem ve O’nun dışındakiler, benim sancağımın altında olacaklardır” hadîs-i şerîfini delîl olarak getirmişlerdir. Bu konuda yine “Mûsâ sağ olsaydı, ancak bana tâbi olurdu” hadîs-i şerîfini delîl getirmişlerdir. Demişlerdir ki; diğer peygamberlere verilen mu’cizelerin, o cinsten, daha büyüğü Peygamberimize ( aleyhisselâm ) verilmiştir. Süleymân’a (aleyhisselâm) rüzgâr musahhar kılınmışsa (O’nun emrine verilmişse), O’na da burak musahhar kılınmıştır ki, rüzgârdan daha üstündür. Mûsâ (aleyhisselâm) için taştan su çıkmışsa, bu, Peygamberimizin parmakları arasından, ordusunun abdest alması için su akmasından daha acâib şey değildir, Îsâ’nın (aleyhisselâm) su üzerinde yürümesi de, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mi’râc esnasında havada yürümesinden daha enteresan değildir. Bir peygambere mahsûs olan bir mu’cizenin nevinden, ondan daha acîbi O’na verilmiştir. O’na ayın yarılması, şeytanların yıldızlarla taşlanması gibi semâvî mu’cizeler de verilmiş; şeriati, kitabından istinbât olunmuştur. O’nun bütün mu’cizelerini saymak, müstakil bir kitap yazmayı gerektirir. Bu zikrettiklerimiz, üstünlüğüne dâir belirtmek istediklerimize bir tenbîhtir.
13. meselede, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) meleklerden, 14. mes’elede ise, Peygamberlerin velilerden üstün olduğu anlatılmıştır. Bu bölümün son mes’elesi olan 15. mes’elede ise, Peygamberlerin (aleyhisselâm) ismet sıfatları ya’nî günah işlemekten ma’sûm oldukları konusu üzerinde durmaktadır. EHLİSÜNNETBÜYÜKLERİ.COM
TAHAVİ
Tahâvî birçok ilimde söz sahibi idi. Lügat, nahiv (Arabca dil bilgisi) şiir ve mantıkın yanında; tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, târih, neseb ilminde eserler vermiştir.
Tahâvî’nin, Ehl-i sünnet vel-cemâat kitabının baş kısmında, i’tikâd ile alâkalı söyledikleri:
“Bu kitap fıkıh âlimlerinden İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed hazretlerinin i’tikâd edip (inanıp bildirdikleri) Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdının açıklamasıdır.
Allahü teâlânın birliğine kısaca şöyle inanırız: Allahü teâlâ birdir. O’nun ortağı ve benzeri yoktur. O, her şeye kâdirdir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Başlangıcı ve nihâyeti (sonu) yoktur. Sâdece O’nun dilediği olur. Yarattığı şeylere ihtiyâç duymadan yaratan ve yarattıklarının rızkını güçlüğe düşmeden verendir. Allahü teâlânın, yaratıcı ve terbiye edici sıfatı vardır. O, mahlûkâtı ilm-i ezelîsine muvaffik olarak yaratmıştır. Mahlûkâtın kaderini ta’yin etmiş, onlar için belli ölçüler koymuştur ve ecellerini de ta’yin etmiştir. Her şey O’nun kudreti ve dilemesi ile meydana gelir. Olup bitenler hakkında, ancak Allahü teâlânın dilemesi geçerlidir. O’nun dilediğinden başka, kulların hiçbir irâdesi yoktur. Allahü teâlânın, insanlar için dilediği olur, dilemediği ise olmaz.
Kur’ân-ı kerîm hakkında ise: Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın kelâmıdır. Allahü teâlâ, onu vahiy sûretiyle Peygamberimize ( aleyhisselâm ) inzal etti (indirdi). Kur’ân-ı kerîm mahlûk değildir. Allah kelâmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmi dinler ve dinlediği Kur’ânın insan sözü olduğunu iddia ederse, küfre girmiş olur.
Muhammed aleyhisselâm hakkında: Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın seçkin kulu, üstün nebîsi ve kendisinin râzı olduğu resûlüdür. Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ), Peygamberlerin sonuncusu, müttekîlerin imâmı, peygamberlerin önderi ve âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisidir. O’nun Peygamberliğinden sonra ortaya atılacak olan her çeşit peygamberlik da’vâsı, sapıklık ve nefsin arzusuna uymaktan ibârettir.
Îmân hakkında: Îmân; dil ile ikrâr, kalb ile tasdîkten ibârettir. Îmân tektir, îmân sahipleri eşittirler. Gerçekte mü’minlerin arasındaki üstünlük ise; takvâ, Allahü teâlâya karşı gelmekten korkmak, nefsânî arzulara uymamak ve daha lâyık olana sımsıkı bağlanmak sûretiyle elde edilir. Mü’minlerin hepsi, Allahü teâlânın dostudur. Allah katında en değerlileri ise; daha itaatkâr olanları ve Kur’ân-ı kerîme en çok uyanlarıdır.
Îmân konuları, Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhıret gününe îmân etmek, öldükten sonra dirilmeye, kader ya’nî hayır ve şer, acı ve tatlı herşeyin Allahtan geldiğine inanmaktan ibârettir.
Kader hakkında da: “Kaza ve kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan birisidir. Allahü teâlâ bu bilgiyi, en yakın meleklerine ve şeriat sahibi Peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryadır. Kimsenin bu denize dalması, kaderden konuşması caiz değildir. Kaza ve kaderden konuşmaktan ve bu husûsta düşünmekten çok sakınınız. Allahü teâlâ, ondan konuşmayı yasakladı. Kur’ân-ı kerîmde meâlen: “Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise sorumlu olurlar” (Enbiyâ-23) buyuruldu.
Kitabın son kısmında ise: Allahü teâlâ bizi doğru îmân üzere sabit kılsın, bu îmânla can vermeyi nasîb eylesin. Bizi, bid’at ve dalâlet ehli olanların inandığı bozuk i’tikâddan muhafaza buyursun” demektedir.
Bu risalenin, dört mezhebe mensûb Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdında olanlar arasında seçkin bir yeri vardır. Tâcüddîn Sübkî der ki: “Elhamdülillah, dört mezheb i’tikâd husûsunda birdir. Mücessimeye ve mu’tezileye kaymış olan ba’zılarının dışında, cumhur (ekseriyet) hak üzeredir. Önce ve sonra gelenler, Tahâvî’nin akîdeye dâir yazdığı bu eseri kabûl etmektedirler.”
Bu risale üzerine birçok şerhler (açıklamalar) yapılmıştır. Açıklama yapanlardan birisi; Hanefî âlimlerinden Ömer bin İshâk bin Ahmed’dir (v. 773).
Beyân-ı müşkil-il âsâr adlı kitabının mukaddimesinde İmâm-ı Tahâvî buyuruyor ki: “Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı Peygamberlerinin sonuncusu olarak gönderdi. O’na vahyetmiş olduğu kitapların sonuncusunu indirdi. Bu kitabında, Resûlüne inananları, O’nun sesinden daha yüksek sesle konuşmaktan, O’nun önünde yürümekten men etti. Yine Kur’ân-ı kerîmde meâlen “O kendi nefsinden söylemiyor. Kur’ân, sâde bir vahiydir, ancak vahiy olunur” (Necm: 3-4) buyurularak, Muhammed aleyhisselâmın kendinden konuşmadığı bildirildi.
Yine Kur’ân-ı kerîmde meâlen “Allahın Peygamberi size ne verdi ise alın. Size neyi yasak etti ise onu yapmayın. Allahtan korkun; çünkü Allah çok şiddetli azâb sahibidir”(Haşr-7) diye emretmektedir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde; Resûlullahın yanında, alelade kimselerin yanında durulur gibi durulmamasını emretmektedir. Bunu şu âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle emretmektedir: “Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve birbirinize bağırır gibi O’na bağırmayın, haberiniz olmadan amelleriniz boşa çıkıverir” (Hucurât-2) ve “Peygamberimizin çağırışını, aranızda birbirinizi çağırış gibi tutmayın (da’vetine hemen koşun ve izinsiz ayrılmayın).İçinizden birbirini siper ederek (savaştan veya hutbeden) sıvışıp kaytaranları Allah muhakkak biliyor. Bunun için, Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten, yahud kendilerine acıklı bir azâb isâbet etmekten sakınsınlar” (Nûr-63)
İmâm-ı Tahâvî’nin bu kitabı 1333 hicri senesinde Hindistan’da dört cüz hâlinde basılmıştır. Ancak İmâm-ı Kevserî, Hâvi adlı eserinde bu matbû olan eserin, asıl kitabının yarısı bile olmadığını beyân, etmekte ve kitabın aslının İstanbul’daki Feyzullah Efendi Kütübhânesi’nde 273-279 numara ile kayıtlı bulunduğunu bildirmektedir. (Havî sh. 34)
Muhtasar-ı Tahâvî: İmâm-ı Tahâvî, bu kitabının mukaddimesinde buyuruyor ki: “Bu kitabımı, bilinmemesi özür olmayan ve yapılmamasında ihtilâf bulunmayan fıkıh mes’elelerine göre yazdım. Buradaki mes’eleleri İmâm-ı a’zam, İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed hazretlerinin bildirdikleri bilgiler üzerine bina ettim. Bu eserimle Allahü teâlânın inâyetine ve fadlına kavuşmayı ümid ettim.” Bu kitab 1370 hicrî yılında Kâhire’de “Dâr-il-kütüb-il-Arabî” basılmıştır. Bu baskının önsözünde diyor ki; “Bu kitab! Hanefî mezhebinde, fıkıhta muhtasar olarak yazılan ana mes’eleleri ve kaynakları, muteber olan rivâyetleri (zâhir-ür-rivâyeyi) ihtivâ eden bir kitaptır”
Tahâvî’nin diğer eserleri:
1. Sünen-üş-Şâfiî
2. Sahîh-ül-Asâr.
3. Şerh-ül-Câmi’-il-Kebîr.
4. İhtilâf-ül-ulemâ
5. El-Vesâ’ya vel-ferâiz
6. En-nevâdir-ül-fıkhıyye
7. Kitâb-ül-eşribe Tahâvî’nin bunlardan başka, daha pek çok eseri vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 107
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 232, 272, 1075
.Necmüddîn Ömer Nesefî, “Mecma’ul-ulûm” kitabında Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebini anlatırken buyuruyor ki:
Allahü teâlânın bütün sıfatlarının ezelî ve ebedî olduğuna inanmalıdır. Nasıl olduğunu araştırmamalı, düşünmemelidir. İşleri Allahü teâlânın irâde ve takdîri ile bilmeli, kulluk vazîfelerinden el çekmemelidir. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbının (r.anhüm) hepsini sevmeli ve Ehl-i beytine dil uzatmamalıdır. Ne kadar iyi olunursa olunsun, Allahü teâlâdan korkmalı, ne kadar günahkâr olunursa olunsun, Allahü teâlâdan ümid kesmemelidir. Bunların yanı sıra şu on şeye inanmak, Ehl-i sünnet olmanın şartlandır: 1. Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmalıdır. 2. Kendi imânında şüphe etmemelidir. 3. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbından hiç birine dil uzatmamalı ve kötülememelidir. Peygamber efendimizden sonra Ebû Bekr-i Sıddîk’i ( radıyallahü anh ) hak halîfe bilmelidir. Ondan sonra Ömer-ül-Fârûk’u ( radıyallahü anh ), sonra Osmân-ı Zinnûreyn’i ( radıyallahü anh ), sonra Ali bin Ebî Tâlib’i ( radıyallahü anh ) sırası ile hak halîfe bilmelidir. Eshâb-ı Kirâmdan hiçbirine düşman olmamalı ve saygısızlıkta bulunmamalıdır. Çünkü onlara düşmanlık edenin îmânlarının gitme tehlikesi vardır. Nitekim Ebû Ali Dekkak ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Her insanın üçyüzaltmış damarı vardır. Eğer üçyüzellidokuz damarı Peygamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmına (r.anhüm) muhabbet, bir tanesi Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Eshâbından birine düşmanlık, sevgisizlik üzere bulunsa, ölüm zamanında emir gelir ve canını o bir damardan alırlar. Bunun bozukluğu sebebiyle dünyâdan imansız gider.” Allahü teâlâ bizi bundan korusun. O hâlde Eshâb-ı Kirâma düşman olmaktan çok sakınmak lâzımdır. 4. Mü’minlerin âhırette Allahü teâlâyı göreceklerine inanmalıdır. 5. Devlet reîsine isyan etmemeli, onun veya ta’yin ettiği kimsenin arkasında Cum’a namazı kılmanın hak olduğunu bilmeli ve devlet başkanına duâ etmelidir. 6. Her müslümanın arkasında namaz kılmalıdır. (Ancak Ehl-i sünnet i’tikâdında olmayan, haramlardan sakınmayan, reformcu, bozuk i’tikâdlı, istincâ ve istibrâya dikkat etmiyen, bunun gibi îmâna, gusle, abdeste âit husûslarda akâid ve fıkıh âlimlerine uymayan birisine, namazda uymak doğru değildir.) 7. Müslümanın cenâze namazının kılınacağını hak bilmelidir. 8. Bir müslümana günah işlemekle kâfir oldu dememelidir. 9. Mest üzerine meshin dinden olduğunu kabûl etmelidir. 10. İyilik ve kötülüğün, Allahü teâlânın takdîri ile olduğuna inanmalıdır.
Bu sayılan on şeye uyulursa, Ehl-i sünnet ve cemâat, ya’nî kurtuluş fırkasından olunmuş olur.
Ömer Nesefî, “Akâid” isimli kitabında buyuruyor ki: Kulların ihtiyârî fiilleri (kendi isteğiyle yaptığı hareketleri) vardır. Bununla sevâb ve günah edinirler, iyiliklerden Allahü teâlâ râzıdır. Kula bu irâde ve ihtiyâr, ya’nî yapma isteği ve seçim hakkı verilmiş iken, “Kul hiçbir şey yapmıyor, yapılan işte kulun hiçbir kesbi yoktur, hepsini Allahü teâlâ yapıyor demek” Cebriyye bozuk fırkasının i’tikâdıdır. “İşin hepsini kul yapıyor deyip, işi ve yaratmayı Allahü teâlâdan görmemek” Mu’tezilî bozuk fırkasının i’tikâdı, inanışıdır. İş ve teşebbüs kuldan, takdîr ve yaratmak Allahü teâlâdandır.
Haram da rızıktır. Fakat Allahü teâlâ, helâlden istemek, kazanmak ve helâlden yemekden râzıdır. Herkes, helâl veya haram olan kendi rızkını yer. “Bir kimse kendi rızkını yiyemez, yahut başkasının rızkını yiyebilir” demek yanlıştır.
Âlemlerin yaratıcısı Allahü teâlâdır. O birdir. “Hay” diri, “Alîm” bilici, “Kâdir” gücü yetici, “Mürîd” dileyici, “Semî’” işitici, “Basîr” görücü ve “Mütekellim” söyleyici, “Hâlık” yaratıcıdır. Dünyâ âleminde ve âhıret âleminde bulunan herşeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. Her varlığın yaratanı, sahibi, hâkimi O’dur. O’nun hâkimi, âmiri, üstünü yoktur, diyerek inanmak lâzımdır. Her üstünlük, her kemâl sıfat O’nundur. O’nda, hiçbir kusur, hiçbir noksan sıfat yoktur. Dilediğini yapabilir. Yaptıkları, kendine veya başkasına faydalı olmak için değildir. Bir karşılık için yapmaz. Bununla beraber, her işinde, hikmetler, faydalar, lütuflar, ihsânlar vardır. Hiçbir şey onun ilminden ve kudretinden dışarı çıkamaz. Allahü teâlâ üzerinden, gece, gündüz ve zaman geçmesi düşünülemez. Allahü teâlâda, hiçbir bakımdan, hiçbir değişiklik olmıyacağı için, geçmişte, gelecekte şöyledir, böyledir denemez. Allahü teâlâ hiçbir şeye hulul etmez. Hiçbir şeyle birleşmez. Allahü teâlâ, zâtında ve sıfatlarında birdir. O’nda hiçbir değişiklik, başkalaşmak olmaz. Allahü teâlâyı dünyâda baş gözü ile görmek caizdir. Fakat kimse görmemiştir. Kıyâmet gününde, mahşer yerinde, kâfirlere ve günahı olan mü’minlere, kahr ve celâl ile, sâlih olan mü’minlere ise lütuf ve cemâl ile görünecektir. Mü’minler, Cennette, cemâl sıfatı ile görecektir. Kâfirler, bundan mahrûm kalacaklardır. Allahü teâlânın görüleceğine inanmalı, nasıl görüleceği düşünülmemelidir. Allahü teâlânın ciheti, karşıda bulunması yoktur. Allahü teâlâ madde değildir. Cisim değildir. (Element değildir. Karışım, bileşik değildir.) Sayılı değildir, ölçülmez. Hesâb edilmez. O’nda değişiklik olmaz. Mekânlı değildir, öncesi, sonrası, önü, arkası, altı, üstü, sağı, solu yoktur. Bunun için insan düşüncesi, insan bilgisi, insan aklı, O’nun hiçbir şeyini anlayamaz. O’nun nasıl görüleceğini de kavrıyamaz. El, ayak, cihet, yer ve bunlar gibi, Allahü teâlâya lâyık olmıyan kelimelerin âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunması, bizim anladığımız ve öğrendiğimiz, bugün kullanılan ma’nâda değildir.
Îmân, Allahü teâlânın Peygamber efendimize bildirdiği bütün bilgileri öğrenip, kalb ile inanmak ve dil ile ikrâr etmektir. Ameller çoğalabilir, îmân azalmaz ve çoğalmaz. İmân ve İslâm birdir. Bir müslüman “Ben, mü’minim” demelidir, “İnşâallah mü’minim” demek doğru olmaz.
Peygamberlerin gönderilmesinde hikmetler vardır. Allahü teâlâ, peygamberleri, insanları beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderdi. Peygamberler, insanların ihtiyâcı olan dînî ve dünyevî bilgileri onlara öğretirler. Allahü teâlâ, Peygamberleri “aleyhimüsselâm” mu’cizelerle kuvvetlendirdi. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin en efdali (faziletlisi) Muhammed aleyhisselâmdır. Melekler, Allahın kullarıdır. Emredilen şeyi yaparlar. Onların erkeklik ve dişilikleri yoktur.
Mü’minlerden âsî olanlar Cehenneme girse de, orada sonsuz kalmazlar.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mi’râcı uyanık iken, kalb, rûh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.
Her ümmetteki evliyânın kerâmeti, kendi peygamberinin mu’cizesidir.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Cennetle müjdelediği Aşere-i mübeşşere ismi verilen on Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) Cennetlik olduklarına şehâdet etmek haktır. Bunlar Peygamberlerden sonra Cennete gireceklerdir. Bu müjdeye kavuşmuş, mes’ûd on kişi şu zâtlardır: Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtezâ, Talhâ, Zübeyr, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Saîd bin Zeyd’dir (r.anhüm).”
Hiçbir velî, bir peygamber derecesine erişemez.
Kul, namaz ve orucun, kendisinden muaf tutulacağı bir dereceye ulaşamaz. (Böyle bir derece yoktur.)
Günahları önemsememek, haramlara değer vermemek, dînin emirleriyle alay etmek de küfürdür.
Allahü teâlâdan ümidini kesmek, yahut herhalde ondan emîn olmak da küfürdür.
Kâhini, gaybden verdiği haber üzerine tasdik küfürdür.
Sağ olanların ölülere duâsında, ölüler için faydalar vardır.
Allahü teâlâ duâları kabûl eder. İstenileni verir.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bildirdiği kıyâmet alâmetlerinden; Deccâl, Dâbbet-ül-ard, Ye’cûc ve me’cûc, Îsâ aleyhisselâmın gökten inmesi, güneşin batıdan doğması ve benzeri şeylerden haber verdikleri haktır, olacaktır.
Müctehid, ictihâdında doğruyu bulur veya bulamaz.
İnsanlardan olan resûller, meleklerin resûllerinden üstündür. Meleklerin resûlleri, ya’nî Peygamberleri, müslümanların avamından üstündür. Müslümanların avamı ise, meleklerin avamından üstündür. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
Ömer Nesefî ( radıyallahü anh ), “Erba’în-i Selmânî” kitabında, büyük günahların kırk olduğunu bildirmekte ve herbiri için kitâb ve sünnetten delîl getirmektedir. Buyuruyor ki:
1. Bütün büyük günahların başı şirktir, Allahü teâlâya ortak koşmaktır. 2. Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmektir. 3. Allahü teâlânın azâbından emîn olmak, korkmamaktır. 4. Ana ve babasını incitmek, onlara itaat etmemek. 5. Haksız yere müslümanı öldürmek. 6. Muhsan, temiz kimselere zinâ isnâd etmek, sövmek. 7. Haksız yere yetim malını yemek. 8. Düşmanla harb ederken harbden kaçmak. (Ancak yenilip esîr düşeceğini anlayınca kaçması caizdir.) 9. Faiz yemek. 10. Sihir, ya’nî büyü yapmak. 11. Zinâ etmek. 12. Livâta etmek. 13. Yalan yere yemîn etmek. 14. Ganîmet malına hıyânet etmek. 15. Hak, ya’nî doğru şahidlikten kaçınmak. 16. Şarab ve alkollü içkiler içmek. 17. Beş vakit namazı terk etmek. 18. Sözünde durmamak. 19. Sıla-i rahmi, akraba ve yakınlarından alâkayı kesmek. 20. Hırsızlık yapmak. 21. Rüşvet almak. 22. Vakfedenin yemesini şart etmediği vakıf malını yemek. 23. Gıybet etmek. (Bir kimsenin yüzüne karşı söylediği zaman kırılacağı sözü arkasından söylemek.) 24. Nemmamlık (koğuculuk, söz taşıyıcılık) etmek. 25. Müslümanlarla alay etmek. 26. Yalan söylemek. 27. Birşeye tama’ ederek (meselâ para için), ba’zı kimse için dînin hükmünü değiştirmek. 28. Uzunluk (metre) ile satılan mallarda az ölçmek. 29. Ağırlık (kilogram) ile satılan mallarda eksik tartıp vermek. 30. Zulüm etmek (gasb etmek, hak yemek). 31. Müslümanlar hakkında doğru davranmamak, adâletsizlik yapmak. 32. Hased etmek. (Bir ni’metin başkasında bulunmasını kıskanmak. 33. Ka’be ve Beyt-ül-harama hürmetsizlik etmek. 34. Bir müslümanı incitmek. 35. Müslümanları kötülükle anmak. 36. İki namazı bir zamanda kılmak. (Bir namazı geciktirip sonraki ile kılmak.) 37. Anne ve babasına bağırmak, kaba ve uygunsuz sözler söylemek. 38. Bir kimseye, “Allahtan kork!” dendiği zaman, sen işine bak, ben ne yapılacağını bilirim demek. Abdullah bin Abbâs (r.anhümâ), “Bu hepsinden kötüdür” buyurdu. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ona, Allahtan kork dendiği zaman, câhiliyyet duygusu, izzeti, onu günah işlemeye götürür. İşte ona Cehennem kâfidir. Ve o Cehennem ne kötü bir yataktır” buyuruldu. 39. Günahını az ve önemsiz görüp, kendini üstün tutmak. 40. Küçük günaha ısrar, ya’nî devam etmek. Peygamber efendimiz, “Küçük günaha devam edilirse, büyük günah olur. İstiğfar edince, büyük günah da kalmaz” buyurdu.
Ömer Nesefî ( radıyallahü anh ), “Tefsîr-i Teysir” de ve “Erba’în-i Selmânî” isimli kitabında, Allahü teâlânın meâlen; “Ey mü’minler! Şarab (içki) içmek, kumar oynamak, ibâdet için dikilen putlar, fal okları, hep şeytanın işinden pis birer şeydir. Onun için bunlardan sakınınız. Muhakkak şeytan, şarabda ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Artık böyle olunca, siz bunlardan sakınmaz mısınız?” (Mâide-90, 91) buyurduğu âyet-i kerîmelerde, şarabın ve alkollü içkilerin haram olduğunu on şekilde izah etmektedir. Bunlar: 1. İçkiyi kumarla bildirmektedir. Kumar ise haramdır. O hâlde içki de haramdır. 2. İçki içmeyi puta tapmakla bildirdi. Puta tapmak haramdır, yasaktır. O hâlde içki içmek de haramdır. 3. İçki içmeyi fala yakın bildirdi. Fal haramdır. O hâlde içki içmek de haramdır. 4. İçkiye pelîd, ya’nî murdar, necis (pis) buyurmaktadır. 5. İçkiye ve diğerlerine şeytanın işi buyurulmaktadır. 6. Bu beyândan sonra, o hâlde bundan sakınınız, kaçınınız buyurdu. 7. Ondan sakınmayı kurtuluş sözü olarak bildirdi. Kurtuluş ancak haramlardan sakınmakla olabilir. 8. Düşmanlık ve kin sebebi olur buyurdu. Elbette haram olmuş olur. 9. Allahü teâlâyı anmaktan ve namazdan insanı alıkoyar, buyurdu. Allahü teâlâyı anmaktan ve namazı kılmaktan insanı alıkoyan şey, elbette haramdır. 10. İçki içmekten sakınmağı emretti. Bir şeyi işlemeği terk etmenin emrolunması, o şeyin haram olduğunu gösterir.
Erba’în-i Selmânî isimli kitabında koğuculuğu anlatırken buyurdu ki: “Koğuculuk yapana on şey yapmalıdır. Altısı adl, dördü fadldır. 1. Sözünü kabûl etme, çünkü o fâsıktır ve fâsıkın sözü kabûl edilmez. 2. O işten onu men et. Çünkü yaptığı iş münkerdir ve nehy-i münker yapmak lâzımdır. 3. Koğuculuk yapanı sevme. Çünkü o âsîdir, günah işlemiştir. Allahü teâlâya ve Resûlüne âsî olan sevilmez. 4. Müslümana sû-i zan etrne. Çünkü müslümana sû-i zan edilmez. 5. Sözünün doğru olup olmadığını araştırma. Çünkü günahtır. Günahları araştırmamak lâzımdır. 6. O sözü başkasına söyleme. Çünkü bu başkasının ar perdesini yırtmak demektir. Müslümanın ar perdesini yırtmamak lâzımdır. Diğer dördü de şu hikâyede vardır:
Hasen-i Basrî’ye ( radıyallahü anh ) bir kimse, “Filanca senin hakkında kötü söylüyor” deyince, “Sen onu nerede gördün?” buyurdu. O da, “Evinde gördüm” deyince, “Orada ne yapıyordun?” diye sordu. O kimse, “Orada misâfirdim” diye cevap verdi. “Misâfirlikte ne yediniz?” O kimse yediklerini söyledi. Bunun üzerine Hasen-i Basrî ( radıyallahü anh ), “Ey nâmerd! Bu kadar yemeği karnında sakladın da, bir sözü saklıyamadın. Doğru söylüyorsan, benim onunla dört işim vardır. 1. Dilimle ondan şikâyet etmem. 2. Kalbimden ona kin tutmam. 3. Dünyâ ile ona mükâfat vermem. 4. Kıyâmette ona hasım olmam, hak taleb etmem. Belki onsuz Cennete girmem. Kalk ey fâsık, getirdiğini geri götür. Çünkü getiren, götürücü olur, ya’nî söz getiren, söz götürücü olur” buyurdu.
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-7 sh. 305
2) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-2, sh. 5
3) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 7
4) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 115
5) Miftâh-üs-se’âde cild-1, sh. 108, 109
6) El-Fevâid-ül-behiyye sh. 149, 150
7) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 783
8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 47, 779, 1053
...
Ehl-i sünnet i’tikâdı:Cennetle müjdelenen Ehl-i sünnet i’tikâdında olan bir insanın şunlara inanması lâzımdır:
Allahü teâlâ birdir, öncesi yoktur. A’raz, cisim veya cevher değildir. Şekilli, sınırlı ve sayılı değildir. Bir mekânda değildir. Hiç bir şey O’na benzemez. Allahü teâlânın, zâtı ile kâim ezelî sıfatları vardır. Bu sıfatları şunlardır: Hayât (diri olmak), ilm (bilmek), sem’ (işitmek), basar (görmek) kudret (gücü yetmek), irâde (istemek), kelâm (söylemek) ve tekvin (yaratmak)tır. Allahü teâlânın âhırette görülmesi aklen mümkün, naklen vâcibdir. Âlem, Allahü teâlâ tarafından yoktan var edilmiştir. Kulların; küfr, îmân, ibâdet, isyan ve bütün fiillerini yaratan Allahü teâlâdır. Allahtan başka yaratıcı yoktur. Kulların fiillerinin kullardan meydana çıkması, Hak teâlânın dilemesi, istemesi, hükmetmesi, kazası ve takdîri iledir. Allahü teâlânın kulun yaptığı ibâdetlere sevâb vermesi, O’nun fadlından ve ihsânındandır. Günahlara ceza vermesi ise, O’nun adâletindendir. Hak teâlâ, hidâyet ve sapıklığın yaratıcısıdır. Dilediğini doğru yola iletir, dilediğini sapıklığa düşürür. Kul için faydalı olanı yaratmak, Allahü teâlânın üzerine vâcib değildir.
Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) bir gecede, uyanıkken ve bedeniyle Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya gitmesi, oradan semâya ve Allahü teâlânın dilediği yerlere yükselmesi haktır, gerçektir. Yeryüzündeki canlıların rûhlarını almakla vazîfeli melek vardır ve gerçektir. Kulların günah ve sevâblarını yazan Kirâmen kâtibîn melekleri vardır. Kabirde kâfirlere ve ba’zı günahkâr müslümanlara azâb olunması haktır. Sâlih mü’minlerin de kabirde ni’metlere kavuşması gerçektir.
Kabirde Münker ve Nekir’in suâl sorması, öldükten sonra dirilmek, kıyâmet günü amellerin tartılması, Sırat köprüsü, Peygamberlerin ve seçilmiş sâlih kulların günahkâr mü’minlere şefaat etmeleri, Cennet ve Cehennem, hak ve gerçektir. Cennet ve Cehennem, şu anda vardır ve bakîdir.
Büyük günah işlemek, insanı îmândan çıkarmaz. Hak teâlâ, kendine şirk koşanı bağışlamaz. Şirkten başka, büyük ve küçük günahlardan dilediğini bağışlayabilir. Allahü teâlâ, lutf ve ihsanıyla duâları kabûl eder, kulların ihtiyâçlarını giderir.
Îmân ve İslâm birdir. Îmân, Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) Allahü teâlâdan haber verdiği şeylerin hepsini, kalbiyle tasdik ve dili ile ikrâr etmektir. Ameller, îmânın hakîkatine dâhil değildir. Yapılan amellerle, îmân ne fazlalaşır, ne de azalır. Amellerin çoğalmasıyla, îmânın meyvesi olan nûru artar.
Allahü teâlâ, insanlara, insanlardan Peygamberler gönderdi. Onlar, îmân ve ibâdet edenlere sevâb ve Cenneti müjdelediler. Kâfirleri ve günahkârları, azâb ve Cehennem ile korkuttular, insanlara, dünyâ ve âhıret işlerinde muhtaç olduktan bilgileri öğrettiler. Allahü teâlâ, Peygamberlerine mu’cizeler vererek Peygamberliklerini kuvvetlendirdi. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselâmdır. Sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır.
Nebilerin ve resûllerin en üstünü Muhammed aleyhisselâmdır.
Melekler, Hak teâlânın kullarıdır. Emr olunan işleri yaparlar. Günah işlemezler. Dişi ve erkek değillerdir. Yemeleri, içmeleri yoktur.
Evliyânın kerâmeti haktır. Evliyânın kerâmeti, bağlı olduğu peygamberin mu’cizesidir. Hiçbir velî peygamber derecesine ulaşamaz. Velîlerin en üstünü Ebû Bekr es-Siddîk, ondan sonra Ömer-ül-Fârûk, ondan sonra Osman-ı Zinnûreyn, ondan sonra da Aliyy-ül-Murtezâ’dır (r.anhüm). Bu zâtların hilâfetleri de bu sıraya göredir.
Eshâb-ı Kirâmı ancak hayırla anarız. Onlara kötü söz etmeyiz. Hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Eshâbımın hiçbirine dil uzatmayınız, lekelemeğe uğraşmayınız! O’nun kudreti ile yaşamakta olduğum Allaha yemîn ederim ki, sizlerden biri Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd (875 gr.) arpa sadakasının sevâbını bulamaz” buyurdu. Diğer bir hadîs-i şerîfte ise; “Onları sevenler, beni sevdikleri için severler. Onlara düşmanlık edenler, bana düşman oldukları için ederler” buyurdu. Yine bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Allahü teâlâdan korkunuz da, Eshâbımı (r.anhüm) incitmeyiniz! Benden sonra, onlara garez olmayınız, düşmanlık etmeyiniz! Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden de, bana düşman olduğu için eder. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ da, kendisini incitene azâb eder” buyurdu.
Eshâb-ı Kirâmın, daha dünyâda iken Cennet ile müjdelenenlerine şehâdet ederiz. Çünkü Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) haber verdi. Bunlar; Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talhâ, Zübeyr, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd ve Ebû Ubeyde bin Cerrâh’dır (r.anhüm) Hazreti Fâtıma, Hasen ve Hüseyn’in de Cennetlik olduklarına şehâdet ederiz. Çünkü Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Kızım Fâtıma, Cennetteki kadınların seyyidesidir (en üstünüdür) Hasen ve Hüseyn, Cennetteki gençlerin efendileridir” buyurdu.
Vâsıl bin Atâ ve onun izinde ya’nî Mu’tezilî bozuk fırkasında bulunanlar; “İnsan, istekli hareketlerini kendi yaratır, insan, iyi kötü bütün işlerini kendi yaratıyor. Allahü teâlâ, şerleri, günahları, küfrü yaratır demek doğru değildir. Bu sözler, O’nu kötülemektir. Çünkü, zulmü yaratan zâlimdir. Allahü teâlâ zâlim olamaz” diyorlar. Bunların sözleri yanlıştır, İş sahibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır, İnsan mahlûk olduğu gibi, küfrü, îmânı ibâdeti ve isyanı da mahlûktur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Saffât sûresi doksanaltıncı âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ sizi yarattı ve yaptığınız işleri de yaratmaktadır” buyurdu. Beydâvî hazretleri bu âyetin tefsîrini yaparken; “İşler, insanın fiili, hareketi ile olduğu için, insanın işi olur. Fakat, hareket kuvvetini veren, iş için lâzım olan şeyleri yaratan Allahü teâlâdır” demektedir. Mu’tezile, herkes kendi işinin halikıdır dediği için, bu ümmetin mecûsîleri olmuştur. Ehl-i sünnet. Halik birdir diyor.”
Eshâb-ı Kirâma dil uzatanlar yirmi fırkaya ayrılmışlardır. Bunlardan biri İsmâiliyye fırkasıdır. Bunların da yedi ismi vardır. İlki Bâtıniyye olup, Kur’ân-ı kerîmin açık ma’nâlarına inanmayıp, kendilerine göre başka ma’nâlar çıkarırlar. Kur’ânın zâhir ve bâtın ma’nâları vardır, derler. Bâtın (iç, öz) ma’nası lazımdır, cevizin kabuğu değil, içi, özü işe yarar derler. Hâlbuki, Kur’âri-ı kerîmdeki ve hadîs-i şerîflerdeki kelimelere, açık ma’nâları verilir. Başka bir âyet, daha açık anlaşılıyorsa, o zaman, birinci âyete de, buna uyacak şekilde değişik ma’nâ verilebilir. Böyle bir mecbûriyet olmadan, açık ma’nâyı bırakıp, başka ma’nâ vermek, küfr ve ilhâd olur. Çünkü, bu sûretle, dîni değiştirmek, bozmak olur.
İkinci isimleri “Karâmita” olup, bu fırkayı meydana çıkaran. Hamdân Karmat denilen bir kimsedir. Üçüncü isimleri “Hurumiyye” olup, birçok haramlara helâl diyorlar. Dördüncü isimleri “Seb’iyye” olup, şerî’at sahibi olan peygamberler yedidir derler. Bunların altısı; Âdem, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed’dir (aleyhimüsselâm) ve Mehdî de yedincisi olacaktır derler. Nâtık adını verdikleri bu peygamberlerden her ikisi arasında yedi İmâm gelmiştir ve her asırda yedi İmâm bulunur derler.
Bunların en yaygın isimleri İsmâiliyye’dir. Zîrâ İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin vefâtından sonra, büyük oğlu İsmâil, müslümanların İmâmı oldu, derler. Bunların meydana çıkması şöyledir: Hindistan’daki ateşe tapan kâfirler, İslâm dîninin üç kıt’ada hızla yayıldığını görünce, “Müslümanları, kılınçla yenmeğe, yayılmalarını önlemeğe imkân yoktur. Onları içten yıkmaktan başka çâre kalmamıştır. Onların kitaplarına, kendi inancımıza göre ma’nâlar verip, gençleri ve câhilleri yoldan çıkaralım” diyerek, şu temel prensipleri koydular: İlki; din bilgisi olan kişilerle konuşmayacak, din âlimi bulunan yerde kendilerini gizleyecekler. İkincisi; karşıdakinin arzusuna, keyfine göre konuşulacak. Meselâ, zahidin yanında zâhidler övülecek. Fâsıka, devamlı işlediği günahların yasak olmadığı söylenecek. Üçüncüsü; müslümanlar, dînin emir ve yasaklarında şüpheye ve kararsızlığa düşürülecek. Dördüncüsü; sırları başkalarına söylememesi için, kendilerine bağlananlardan söz alınacak. Beşincisi; din ve dünyâ büyükleri bizi beğeniyor, bizi öğüyor diyecekler. Altıncısı; aldatmak için, önce herkesin inandığı şeyleri müdâfaa edecekler. Yedincisi; ibâdetlere lüzum yoktur. İş, kalbin temiz olmasıdır, diyecekler. Sekizincisi; aldattıkları gençlerin taze ve körpe zihinlerine Ehl-i sünnet i’tikâdını kötüleyerek, Ehl-i sünnet düşmanı yapacaklar. Sonra haram işlemeye alıştıracaklar. Bu haramları yaptırmak için, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere yanlış ma’nâlar verecekler ve bunlar bâtınî ma’nâsıdır. Her âlim bunları anlıyamaz diyecekler.
İlk önceleri, kendi gayelerine uyan bilgileri, eski Yunan filozoflarının eserlerinden aldılar. Meselâ, yaratıcı ne vardır, ne de yoktur. Ne âlimdir, ne câhildir. Ne kadirdir, ne âcizdir. Bütün sıfatları da böyledir, derler. Çünkü, bunlar var denirse, mahlûklara benzetilmiş olur. Yoktur denirse, yokluk kondurulmuş olur. Yaratan, kadîm de değildir, hadîs de değildir derler.
Bunlardan Hasen Sabbâh, gençlere, din bilgilerini öğrenmeyi ve âlimlerin eski kitaplarını okumayı men etti.
İsmâiliyye fırkasına dâhil olanlar, İslâm dîni ile alay edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını inkâr ederek, hayvanlar gibi, dinsiz, kanunsuz olarak yaşamaktadırlar.”
“Amel, ya’nî iş üçe ayrılır: Ma’siyyet; ya’nî günah olan işler. Bunlar, Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emir ettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak ma’siyettir. Tâat; ya’nî Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir. Bunlara hasene de denir. Allahü teâlâ, tâat yapan müslümana ecr ya’nî sevâb”, iyilik vereceğini va’d buyurdu. Üçüncüsü mübah; ya’nî günah veya tâat olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. Yapanın niyetine göre, tâat veya günah olurlar.” “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Şafiî, “Ehl-i kıble olana kâfir denilmez” buyurdular. Bu sözün ma’nası; Ehl-i kıble olan, günah, işlemekle kâfir olmaz demektir. Yetmişiki fırka âlimleri ve bunların yollarında olanlar Ehl-i kıbledirler. İctihâd yapılması caiz olan şüpheli delîllerin te’villerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez. Fakat, zarurî olan ve tevâtür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihâd caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmıyan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünkü bunlara inanmıyan, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) inanmamış olur. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) söylediklerinin hepsini beğenip kalbin kabûl etmesine, ya’nî inanmasına “Îmân” denir, Böylece inanan insanlara, “Mü’min” denir. O’nun sözlerinden birine bile inanmamağa veya iyi ve doğru olduğunda şüphe etmeğe “Küfr” denir.
İnanmamağı gösteren her söz ve her iş, ister şaka olarak, isterse gönülden olmıyarak olsun, küfr olur. Zorlanarak veya yanılarak olursa, küfr olmaz.”
.Şihristânî hazretleri, i’tikâdda Eş’arî mezhebinde idi. Yetmiş fırkayı geniş olarak anlatan (Milel-Nihal) kitabını yazdı. Bu eser, zamanındaki diğer yazılmış kitaplardan mevzû bakımından çok farklı olup tek idi. Dinler, mezhepler ve ortaya çıkmış fırkalar hakkında bilgi verip, ilmî olarak hakîkatleri ortaya koydu. Ayrıca felsefecilere cevaplar verdi. Bu eser, doğuda olsun, batıda olsun, insanların takdîrini kazandı.
Şihristânî hazretleri, çok kitap yazdı. Bunlardan ba’zıları:
1. El-Musâraa, 2. Nihâyet-ül-ikdâm fî ilm-il-kelâm, 3. El-Cüz’üllezî lâyete-cezzâ, 4. El-İrşâdü ilâ akâid-il-ibâd, 5. Şübühâtü Aristoteles ve İbn-i Sina ve Nakdıha, 6. Nihâyet-ül-evhâm, 7. Milel-Nihal. Bu kitabında, çeşitli fırkalar ve i’tikâdları anlatıldı. Bütün âlimler, bu kitabı kaynak kabûl ettiler. (Milel-Nihal) kitabı, 1070 (m. 1660) senesinde vefât eden Nûh bin Mustafâ tarafından Mısır’da Türkçeye tercüme edildiği gibi, çeşitli Avrupa dillerine de çevrildi. Ayrıca Fârisî olarak da yazıldı. Avrupa dillerinde birçok baskısı yapıldı. Mısır’da da yapılan baskıları ile tahrîci, tahkîki ve ta’lîki yapıldı.
(Milel ve Nihal) kitabından ba’zı bölümler:
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benî-İsrâîl, yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Nasârâ da yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur.” Eshâb-ı Kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduklarında, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın yolunda olan Ehl-i sünnet ve cemâ’attir” buyurdu.
“Helak olan fırkalar; Resûlullahın ve Eshâb-ı Kirâmın i’tikâdı üzere olmayanlardır. Bunlardan i’tikâdı küfre varanlar, Cehennemde diğer kâfirler gibi devamlı kalıcıdırlar. Bu sapık fırkalardan i’tikâdı küfre varmayanlar, diğer günahkârlar gibi Cehennemde yanarlar, fakat devamlı kalıcı değildirler.”
“Halk arasında olan ilk şüphe, şeytanın ortaya koyduğu şüphedir. Bu şüphe, insanlardan ba’zılarına sirayet etti. Bu şüpheler, Ehl-i bid’at ve dalâlet için yol oldu.”
“Rivâyet olundu ki: Şeytan, Âdem aleyhisselâma secde ile emr olunup, o bundan imtina ettikten sonra, melekler ile onun arasında bir konuşma oldu. O zaman Allahü teâlâ vahy edip buyurdu ki: “Ona (şeytana) deyiniz ki, ben bütün yaratılmışların Rabbiyim. Sen, Rabbine teslim olmuş değilsin. Eğer sâdık olsaydın, Rabbine karşı gelmez, niçin, neden demezdin. Benden başka ilâh yoktur. Yaptıklarımdan suâl olunmam. Fakat yaratılmışlar (mahlûkât) suâl olunurlar.”
“İnsanoğlu arasındaki her şüphe, şeytân-i racîmin vesvesesindendir.
Bütün şüpheler ondan çıktı. Ehl-i bid’at ve dalâlet onun yolunda yürüdüler.
Bu ümmetin bütün şüpheleri de, Resûlullahın zamanındaki münâfıkların şüphelerinden meydana geldi. Zîrâ Resûlullahın emir ve nehyinde hükmüne râzı olmazlardı. Suâl sorulmaması istenen husûslardan sorarlar, fitne çıkarırlardı. Münâfıkların hâlleri, Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve siyer kitaplarında uzun ve açık zikredilmiştir.”
“Din; tâat ve inkiyâd (bağlılık) ma’nâsınadır. Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Muhakkak, Allah indinde makbûl din İslâmdır” buyurdu. Din, ceza ma’nâsına gelir. Din, hesâb ma’nâsına gelir. Mütedeyyin; itaat eden müslüman kişi olup, hesaba ve cezaya boyun eğendir.
İnsan, geçimini sağlamada mutlaka hemcinsine muhtaç bir varlıktır, insanlar arasındaki bu beraberlik, bir şekil ve esas üzerine kuruludur ve bir hak ve hukuk vardır. İşte bu yardımlaşma ve beraberlik, milleti meydana getirir. Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 4. âyetinde meâlen; “Sizin için din olarak İslâm dînini seçtim” buyurdu.
İslâm, imân, ihsân: Cibril hadîs-i şerîfi adıyla meşhûr olan hadîs-i şerîfle ilgili olarak Hazreti Ömer şöyle rivâyet etti: “Öyle birgün idi ki, Eshâb-ı Kirâmdan bir kaçımız, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda ve hizmetinde bulunuyorduk. O vakit, ay doğar gibi bir zât yanımıza geldi. Elbisesi çok beyaz, saçları pek siyah idi. Üzerinde toz, toprak, ter gibi yolculuk alâmetleri görünmüyordu. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbı olan bizlerden hiçbirimiz onu tanıyamıyorduk. Ya’nî görüp bildiğimiz kimselerden değildi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda oturdu. Dizlerini, mübârek dizlerine yanaştırdı. Bu gelen Cebrâil ismindeki melek idi. İnsan şekline girmişti. Cebrâil’in (aleyhisselâm) böyle oturması, edebe uymuyor gibi görünüyor ise de, bu hâli, mühim bir şeyi bildirmektedir. Ya’nî, din bilgisi öğrenmek için utanmak doğru olmadığını ve üstada gurûr, kibir yakışmıyacağını göstermektedir. Herkesin, dinde öğrenmek istediklerini, muallimlere serbestçe ve sıkılmadan sorması lâzım geldiğini, Cebrâil (aleyhisselâm) Eshâb-ı Kirâma anlatmaktadır. Çünkü din öğrenmekte, utanmak ve Allahü teâlânın hakkını ödemekte ve öğretmekte ve öğrenmekte sıkılmak olmaz. O zât-ı şerîf, ellerini Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) efendimizin mübârek dizleri üzerine koydu. Resûlullaha sorarak, “Yâ Resûlallah! Bana İslâmiyeti, müslümanlığı anlat?” dedi. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ) buyurdu ki; “İslâmın şartlarından birincisi, Kelime-i şehâdet getirmektir. Kelime-i şehâdet getirmek demek, “Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh” söylemektir. Ya’nî âkil ve bâliğ olan ve konuşabilen kimsenin, yerde ve gökde, Ondan başka ibadet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbir şey ve hiç bir kimse yoktur. Hakikî ma’bûd, ancak Allahü teâlâdır. Abdullah’ın oğlu Muhammed adındaki zât-ı âli, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür. Ya’nî Peygamberidir. İkincisi: Şartlarına ve farzlarına uygun olarak, hergün beş kerre (vakti gelince) namaz kılmaktır. Üçüncüsü: Malın zekâtını vermektir. Dördüncüsü: Ramazân-ı şerîf ayında, hergün oruç tutmaktır. Beşincisi: Gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir.” O zât, Resûlullahtan bu cevapları işitince, “Doğru söyledin yâ Resûlallah!” dedi ve yine sorarak; “Yâ Resûlallah! îmânın ne olduğunu da bana bildir?” dedi. Resûlullah da ( aleyhisselâm ) îmânın belli altı şeye inanmak olduğunu şöyle bildirdi: “Önce, Allahü teâlâya inanmaktır. Îmânın altı temelinden ikincisi; onun meleklerine inanmaktır. Üçüncüsü; Allahü teâlânın indirdiği kitaplarına inanmaktır. Dördüncüsü; Allahü teâlânın Peygamberlerine inanmaktır. Beşincisi; Âhıret gününe inanmaktır. Altıncısı; kadere, hayr ve şerlerin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır.” Sonra o zât tekrar sordu: “İhsân nedir?” Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmendir? Şayet sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor.” O zât, “Doğru söyledin” dedi ve “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu. Resûlullah da ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Ben, onu sorandan daha çok bilici değilim.” Daha sonra, o zât-ı şerîf ayrıldı ve gitti. O zaman Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdular ki; “Bu gelen kimdir bilir misiniz? Bu Cebrâil’dir. Size dîninizi öğretmek için geldi.”
Tefsîr ilminde, îmân ve İslâm kelimeleri arasında umûmî ve husûsî ma’nâda ba’zı izah farkları vardır.
Hadîs-i şerîfte; “Ümmetim, dalâlet olan birşeyde icmâ’ yapmaz” buyuruldu.
*******
İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Bedreddîn Serhendî’ye yazdığı mektûblardan ba’zıları aşağıdadır:
“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği, sevdiği kimselere selâm olsun! Diyorsunuz ki, rûh bu bedene bağlanmadan önce, âlem-i misâlde idi. Bedenden ayrıldıktan sonra da, âlem-i misâle gidecektir. Bunun için, kabir azâbı âlem-i misâlde olacaktır. Âlem-i misâldeki, elemi, acıları, rü’yâda duymak gibi olacaktır. Sonra, bu bilginin çeşitli kolları vardır. Eğer izin verirseniz, bu konuda size çok şeyler yazarım.”
Cevâb: Böyle hayâl, asılsız sözler, doğru olmaktan çok uzaktır. Böyle düşüncelerin, sizi doğru yoldan saptırmasından korkuyorum. Hiç vaktim yok ise de, bu konuda birkaç kelime yazmak için kendimi zorlayacağım, insanları doğru yola kavuşturan, yalnız Allahü teâlâdır.
Kıymetli kardeşim! Mümkinler âlemini, ya’nî mahlûkları, üç kısma ayırmışlardır “Âlem-i ervah”, “Âlem-i misâl” ve “Âlem-i ecsâd”. Âlem-i misâle “Âlem-i berzah” da demişlerdir. Çünkü, bu âlem, “Âlem-i ervah” ile “Âlem-i ecsâd” arasındadır. Bu âlem, ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve ma’nâlar, bu âlemde latif şekillerde görünürler. Çünkü, iki âlemdeki her hakîkate ve her ma’nâya uygun birer şekil, heyet, bu âlemde bulunur. Bu âlemde, kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve ma’nâ yoktur. Buradaki şekiller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekil ve sûret yoktur. Aynada bir şekil görünürse, başka yerden gelen bir görünüştür. Âlem-i misâl de böyledir. Bu iyi anlaşılınca, deriz ki, rûh bu bedene te’alluk etmeden önce, kendi âleminde idi. Rûh âlemi, âlem-i misâlden daha üstündür. Rûh, bedene te’alluk edince, bedene âşık olarak, bu madde âlemine iner. Âlem-i misâl ile bir ilgisi yoktur. Rûh bu bedene te’alluk etmeden, ilgilenmeden önce, âlem-i misâl ile ilgili olmadığı gibi, bedene olan ilgisi bittikten sonra da, bu âlem ile ilgisi olmaz. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın dilediği zamanlarda, rûhun ba’zı hâlleri, bu âlemin aynasında görünür. Rûhun hâllerinin iyiliği, kötülüğü buradan anlaşılır. Keşf ve rü’yâlar, böyle hâsıl olmaktadır, insanın hisleri, duyguları kaybolmadan da, âlem-i misâldeki şekilleri gördüğü çok olmuştur. Rûh, bedenden ayrıldıktan sonra, ulvî ise, yükselir. Süfli ise, alçalır. Âlem-i misâl ile bir ilişiği olmaz.
Kabir azâbı, rü’yâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek değildir. Kabir azâbı rü’yâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir. Azâbın kendisidir. Bundan başka, rü’yâda görülen acı, azâb, azâbın kendisidir denilse bile, dünyâdaki acılar, azâblar gibidir. Kabir azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler. Çünkü, dünyâ azâbları âhıret azâbları yanında hiç kalır. Allahü teâlâ, o azâblardan bizi korusun! Eğer, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, herşeyi yakar, yok eder. Kabir azâbını, rü’yâda görülen azâb gibi sanmak, kabir azâbını bilmemekten, anlamamış olmaktan ileri gelmektedir. Azâbın kendisi ile, görünüşünü karıştırmaktan hâsıl olmaktadır. Böyle yanlış düşünmek, dünyâ azâbı ile âhıret azâbını aynı sanmaktan da olur. Böyle sanmak, pek yanlıştır. Yanlış ve bozuk olduğu meydandadır.
Suâl: Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, insan ölürken rûhunu bedeninden ayırır, ölmediği zaman, uykuda da rûhunu ayırır” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, insan ölürken rûhu ayrıldığı gibi, uyurken de ayrılmaktadır. Böyle olunca, rü’yâdaki azâbı, dünyâ azâblarından saymak, kabir azâbını ise, âhıret azâblarındandır demek nasıl doğru olur?
Cevâb: Uykuda iken, rûhun bedenden ayrılması, bir kimsenin, gezmek, eğlenmek için, kendi vatanından, gülerek, sevinerek ayrılmasına benzer ki, gezdikten sonra, sevinç içinde yine vatanına döner. Rûhun gezinti yeri, âlem-i misâldir. Bu âlemde görecek meraklı ve tatlı şeyler vardır. Ölürken rûhun ayrılması böyle değildir. Bu ayrılık, vatanı yıkılan, evleri, binaları yok olan kimsenin vatanından ayrılması gibidir. Bunun içindir ki, uykudaki ayrılmasında, sıkıntı ve acı yoktur. Tersine, sevinç ve rahatlık vardır. Ölürken ayrılmasında ise, çok acılar ve güçlükler hâsıl olur. Uyuyan insanın vatanı dünyâdır. Ona, dünyâdaki işler gibi iş yaparlar, ölen kimsenin ise, vatanı yıkılır. Âhırete göç eder. Ona, âhıret işleri yaparlar. Bunun içindir ki, (Deylemî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde); “İnsan ölünce, kıyâmeti kopmuş olur” buyuruldu.
Sakın, hayâlde hasıl olan keşflere ve âlem-i misâlde görünen şeylere aldanarak, “Ehl-i sünnet ve cemâat” âlimlerinin bildirdikleri i’tikâddan ayrılmayınız! Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol mükâfat versin! Rü’yâlara, hayâllere aldanmayınız! Çünkü, bu kurtuluş fırkasına uymadıkça, âhırette azâblardan kurtulmak düşünülemez. Kıyâmette kurtulmak istiyenler, kendi görüşlerini bırakarak, bu büyüklere uymağa canla başla çalışmalıdır. Habercinin vazîfesi, bildiğini söylemektir. Yazınızdaki gevşekliği görünce, hayâllerinize kapılarak, bu büyüklere uymak saadetinden ayrılmak felâketine düşeceğinizden ve kendi keşflerinizin akıntısına kapılacağınızdan çok korktum. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozukluğundan Allahü teâlâya sığınırız. Şeytan, büyük düşmanımızdır. Doğru yoldan kaydırıp saptırmaması için, çok uyanık olmalısınız! Ayrılık bir sene olmadan, Resûlullahın sünnetine (ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdikleri yola) uymak için yapdığınız titizlikler ve kurtuluşun, ancak o büyüklerin yoluna sarılmakta olduğunu gösteren çalışmalarınız ne olmuş? Bunlar ne çabuk unutulmuş. Hayâllerinizin arkasında sürükleniyorsunuz. Sizinle buluşmamızın çok gecikeceği anlaşılıyor. Yaşayışına öyle düzen vermelisin ki, kendini kurtarmak ümidi yok olmasın! Yâ Rabbî! Bizlere merhamet et. İşlerimizin iyi olmasını nasîb eyle! Doğru yolda bulunanlara bizden selâm olsun.” (3. cild 31. mektûp)
Mevlânâ Bedreddîn Serhendî’ye gönderilen başka bir mektûb:
“Allahü teâlânın ismine sığınarak, mektûbumu yazmağa başlıyorum. Kaza ve kaderin ince bilgilerini, kullarından seçilmiş olanlara bildiren ve doğru yoldan sapmamaları için, câhillerden saklayan, Allahü teâlâya hamd ederim! Kaza ve kaderin esrârını, din câhilleri anlayamayıp, doğru yoldan kayar, insanları işlerinde mecbûr, esîr veya hâkim, yaratıcı sanmak tehlikesine düşerler. Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en üstünü ile, kullarına doğru yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen câhillerin ve âsilerin özür, bahâne etmelerine meydan bırakmadı. O büyük Peygambere ve akrabasına ve Eshâbının hepsine bizden iyi duâlar ve selâmlar olsun! O’nun Eshâbının herbiri, Allahü teâlâya itaat edenlerin ve kadere inanıp, kazaya râzı olanların en iyisidir.
Kaza ve kader bilgisini, çok kimseler anlayamamış, doğru yoldan ayrılmıştır. Bu bilgi üzerinde akıl yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmıştır. Bunlardan bir kısmı, insanların isteyerek yaptığı işlerinin cebr, zor ile olduğunu sanmış, çokları da, insanların her işi yaratarak yaptığını, isteyerek yapılan işlere, Allahü teâlânın karışmadığını söylemiştir. Üçüncü anlayış şekli de, doğru yolda gidenlerin İslâmiyeti iyi anlıyanların sözüdür ki, bunlar, “Fırka-i nâciye” ismi ile müjdelenmiş olan, “Ehl-i sünnet ve cemâat”dir. Allahü teâlâ, o yüksek âlimlerden ve onların yolunda gidenlerden râzı olsun! Bunlar birinci ve ikinci kısımda olanlar gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir. Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ( radıyallahü anh ), İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’dan ( radıyallahü anh ) şöyle sordu: “Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini onların arzusuna bırakmış mıdır?” O da; “Allahü teâlâ, rübûbiyyetini (yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü) âciz kullarına bırakmaz” buyurdu. “Kullarına, işleri zor ile mi yaptırıyor?” diye sorunca da; “Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günah işletip, sonra Cehenneme sokmak, O’nun adâletine yakışmaz” buyurdu. “O hâlde, insanların, istekli hareketi, kimin arzusu ile oluyor, kim yapıyor?” diye sordu. O da; “İşleri insanların arzusuna bırakmamış ve kimseyi cebr etmemiştir, ikisi arası olagelmektedir. Yaratmağı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yaptırmaz” buyurdu.
İşte, Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki kulların ihtiyâri (istekli) hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd etmekte, yaratmaktadır. O’nun kudreti ile var oluyorlar. Fakat, insanın kudreti de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile “Yaratılır” ve bizim kudretimiz ile “Kesb edilmiş” olur.
Ehl-i sünnet âlimlerinden Ebül-Hasen-i Ali Eş’arî’ye göre, insanların istekli işlerine kendi ihtiyârları, (ya’nî seçim hakları ve kudretleri) hiç karışmaz. Yalnız, kul bir işi yapmak isteyince, Allahü teâlâ, o işi hemen yaratmaktadır. Âdet-i ilâhisi hep böyledir, işin yapılmasında kulun kudretinin te’sîri olmaz. Bu sözü, “Cebriyye” mezhebinin sözüne yakındır. Bunun için, Eş’arî mezhebine “Cebr-i mütevassıt” denilmektedir.
Büyük âlim, Ebû İshâk İsferâînî buyurdu ki: “İnsanların yaptığı istekli hareketlerinin meydana gelmesinde, kendi kudretleri de işe karışmaktadır. İş iki kudretin bir araya gelmesi ile yapılıyor. Biri, kulun kudreti, ikincisi Allahü teâlânın kudretidir. Ayrı iki kuvvetin te’sîri ile, bir iş meydana gelir.” Eş’arî’den Kâdı Ebû Bekr-i Bâkıllânî buyuruyor ki: “İnsanın kudreti, işin meydana gelmesine değil, işin iyi veya fenâ olmasına, ya’nî tâat veya günah olmasına te’sîr eder. Mâtürîdî mezhebi de böyledir” Bu zayıf kulun (ya’nî İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) anladığına göre, insanın kudreti, işin yapılmasına da, iyi veya fenâ olmasına da, birlikte te’sîr etmektedir. Çünkü, işin meydana gelmesine te’sîr etmeyip, yalnız iyi veya fenâ olmasına te’sîr eder demek ma’nâsızdır. Çünkü, işin iyi veya kötü olması, işin yapılması ile meydana çıkar. Fakat, bunun için de, aynı kuvvetin ayrıca te’sîr etmesi lâzımdır, işin yapılması başkadır, iyi veya fenâlığının yapılması başkadır. O hâlde, işin iyi veya fenâ olması için de, kuvvetin ayrıca te’sîri lâzımdır demek, yanlış olmaz. Ebü’l-Hasen-i Eş’arî, böyle demiyor. Hâlbuki, insanların kudretini Allahü teâlâ yarattığı gibi, bu kudretin te’sîr etmesini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bunun için, kulun kudretinin te’sîr ettiğini söylemek, hakîkate daha yakın olur. Eş’ari mezhebi, Allahü teâlânın, kullarını cebr ettiğini bildirmiş oluyor. Çünkü, kulda ihtiyârın ya’nî beğendiğini yapmak bulunmadığını ve kulun işinde, kendi kuvvetinin hiç te’sîri olmadığını bildiriyor. Bu mezhebi, Cebriyyeden ayıran şey, Cebriyye mezhebinde, bir insan, bir işi yaptı demek, mecazdır. Ya’nî o istekli işi, yalnız Allahü teâlâ yapmıştır. O insanın eli ile yapmıştır, insanda kudret yoktur derler. Eş’ari ise, işi yapan, hakîkatde insandır. Ancak, insanın isteği ile değil, Allahü teâlânın istemesi ile yapmıştır, insanda ihtiyâr yokdur diyor. Ehl-i sünnetten, Eş’arî’den başkaları kulun kudreti, yaptığı istekli işte te’sîr eder diyor. Eş’arî ise, kudreti ancak, işin yaratılmasına sebep olup, yaratılmasında te’sîri olmaz diyor ki, her ikisine göre de, işi insan yaptı demek doğru olur. Ehl-i sünnet, Cebriyyeden böylece ayrılmış olur. Cebriyye mezhebinin insanın, istekli işlerini hakîkaten yaptığını kabûl etmemesi, işi insan yaptı demek mecazdır demesi küfürdür. Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmektir. “Temhîd” kitabının sahibi diyor ki, Cebriyye mezhebinden, “İşi insanın yapması mecazdır, görünüşdür, insanda kudret yoktur. Kullar, rüzgârla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi ağacın hareketi gibi mecbûridir” diyenler kâfir olur. Yine diyor ki, Cebriyyenin, “Kulların iyi-kötü, bütün işleri, hakîkatte onların değildir, ihtiyâri hareketleri de yapan, yalnız Allah’dır” sözleri de küfürdür.
Suâl: Eş’arî, insanın işinde, kudretinin te’sîri yoktur, hakîkatde insanın ihtiyârı da yoktur dediği hâlde, işi yapan hakîkatte kuldur demesi, doğru mudur?
Cevâb: insan kudretinin, işinde te’sîri yok ise de, Allahü teâlâ, işi yaratması için, onun kudretini sebep kılmıştır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, insan kudretini ve ihtiyârını bir iş için kullanınca, Allahü teâlâ, o işi yaratıyor, insanın kudreti, böylece, işin yapılmasına sebep oluyor, işlerin yapılmasına te’sîr etmiş oluyor. Çünkü, kulun kudreti olmadıkça, âdet-i ilâhî o işi yaratmamaktadır. Bu âdete göre, işi yapan, insandır demek, hakîkatte doğru oluyor. Eş’arî mezhebini doğru yola uydurmak, ancak böyle olur. Başka türlü anlatanları şüpheli dinlemelidir.
Ehl-i sünnet, kadere inanmış; kaderin hayırlısı, şerlisi, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır demiştir. Çünkü “Kader”, var etmek, yaratmak, demektir ve herşeyi yapan, yaratan, ancak Allahü teâlâdır. “Mu’tezile” ya’nî Kaderiyye fırkası kaza ve kadere inanmadı, işlerin, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olduğunu zannetti. Şerler, kötülükler, Allahü teâlânın kazası ile olsaydı, bunlar için azâb yapmazdı. Bunlara azâb yapması zulüm olur dedi. Böyle sözleri söylemek zulümdür. Câhilce sözdür. Çünkü, kaza ve kadere inanmakla, kulun ihtiyârı ve kudreti gitmez. “Kaza” demek, bir insanın, bir işi kendi ihtiyârı ile yapıp yapmayacağını, Allahü teâlânın, önceden bilmesi demektir ki, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Kazaya inanmak, irâdenin, ihtiyârın yok olmasına sebep olsaydı, Allahü teâlâ da, yaratmağa mecbûr veya memnu’ olurdu. Çünkü ezelde, bir şeyin var olacağını bildi ise, onu yaratmağa mecbûr olurdu. Yokluğunu bildi ise, yaratması memnu’ olurdu. Kazaya inanmak, kulda ihtiyârın bulunmasına inanmağa manî olsaydı, Allahü teâlâ da irâde ve ihtiyârın bulunmasına inanmağa da manî olurdu. Allahü teâlânın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi, irâde sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde bilmesi, kulların irâde ve ihtiyâr sahibi olmalarına manî değildir. Evet, insanların kudreti azdır, işi yalnız insan kudreti yapar demek, pek akılsızlık olur ve düşüncesizliğin son derecesidir. Mu’tezilenin, burada da, doğru yoldan ayrılmış olduğunu, Mâverâünnehr (Türkistan’da, Seyhûn ve Ceyhun nehirleri arasındaki geniş yer) âlimleri bildirmiş, bunların sözü, mecûsîlerin (ateşe tapanların) sözünden daha fenâdır demişlerdir. Çünkü, mecûsîler, Allahü teâlânın bir şeriki, ortağı var sanmıştır. Mu’tezile ise, sayısız ortak var demektedir. (Ya’nî insan, işini, kendi kudreti ile yapmakta, yaratmaktadır diyerek, insanları, Allahü teâlâya şerik ediyorlar.)
“Cebriyye mezhebi”, insan asla bir iş yapmaz, cansızlar gibi hareket eder, insanın kudreti, kasdı, ihtiyârı yoktur diyor, insanlar iyi iş yapınca sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günah işleyenler ma’zûrdur, mes’ûl olmazlar. Çünkü, insanın her işini, yalnız Allah yapıyor, insan istese de, istemese de, Allah günah yaratıyor, insan günah yapmağa mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfürdür. Bunlara “Mürcie” de denir ki, mel’ûndurlar. Günah, insana zarar vermez. Âsî, fâsık, azâb görmiyecektir dediler. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Mürcie mezhebinde olanlara yetmiş peygamber, la’net etmiştir”. Mezhepleri tamamen yanlıştır, bozuktur. Çünkü, ihtiyâri, istekli hareketimiz ile, titreme, refleks hareketlerinin başka olduğu meydandadır. Elimizle birşey tutmamız, elbette ihtiyârımız iledir. Göz seğirmesi, kalbin çalışması ise, böyle değildir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bu mezhebin bozuk olduğunu bildirmektedir. Nitekim Secde, Ahkâf ve Vâkı’a sûrelerinde; “Yaptıklarının cezasıdır” ve Kehf sûresinde; “İstiyen îmân etsin, istiyen inanmasın!” buyurulmaktadır.
İnsanların çoğu, tenbel olduğundan ve niyetleri kötü olduğundan özür, bahâne arıyor. Suâlden, azâbdan kurtulmak için, Eş’arî, hattâ Cebriyye mezhebine yanaşıyor. Bunlar, ba’zan; “İnsanın hakîkatde ihtiyârı yoktur, işi insanın yapması mecazdır, görünüştedir” diyor. Ba’zan da; “İnsanın ihtiyârı azdır. Herşeyi yapan, Allahü teâlâdır” diyor. Bu söz, Cebriyye mezhebine kayıyor. Bunlar, ba’zı tasavvuf büyüklerinin sözlerini öne sürüyor. Meselâ “İşleri yapan birdir. Hiçbir şey yoktur, yalnız o vardır. İnsanın işinde, kudretinin te’sîri yoktur, insanın hareketi, ağacın sallanması gibidir. İnsanın varlığı da, işleri de, çöldeki serâb gibidir. bir görünüşden başka birşey değildir” gibi sözler, bu gevşek, tenbellerin kötü söylemelerini ve işlemelerini destekliyor. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bildiğimiz kadar, bunlara şöyle cevâb veririz ki: Eş’arî’nin dediği gibi, eğer ihtiyâr, hakîkaten bulunmasaydı, Allahü teâlâ, kulların zulüm ettiğini bildirmezdi. İnsanın, yaptığı işde, kendi kudreti te’sîr etmeyip, kudreti yalnız işin yaratılmasına sebeb olsaydı, insanların kötü işlerine zulüm denmezdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, insanların zulüm işlediğini bildiriyor, insanın gücü, işin yaratılmasına te’sîr etmeyip, yalnız sebeb olsaydı zulüm buyurmazdı. Evet, Allahü teâlâdan gelen elemlerde, azâblarda, insanın ihtiyârı karışmıyor. Fakat, bu zulüm olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ, kayıtsız, şartsız mâlikimiz, sâhibimizdir. Mülk yalnız O’nundur. Mülkünü, istediği gibi kullanır, hiç zulüm olmaz. Fakat insanların zulüm ettiklerini bildirmesi, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Burada zulmün mecaz olması düşünülemez. Hakîkatler, zarûret olmadıkça mecaz yapılmaz.
İnsanların irâdeleri, ihtiyârları zayıftır, azdır sözüne gelince; eğer Allahü teâlânın ihtiyârı yanında azdır denirse veya insanların ihtiyârı yalnız olarak işleri meydana getiremez demek istenirse, doğru olur. Fakat, eğer ihtiyârları, işlerin yapılmasına te’sîr etmez denirse, doğru olmadığını yukarıda bildirdik.
Allahü teâlâ, kullarına yapabilecekleri şeyleri emr etmiştir, insanları zayıf yarattığı için, her emrinde kolaylık göstermiştir. Nitekim, Nisa sûresi yirmiyedinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, size hafîf, kolay emr etmek istedi. Çünkü, insan zayıf yaratılmıştır” buyurulmaktadır. Allahü teâlâ “Hakim”dir. (Herşeyi yerinde, uygun olarak yapar.) “Rauf’dur. (Acımağa lâyık olmıyanlara da acıyıcıdır.) “Rahîm”dir. (Âhırette sevdiklerine, ya’nî küfrân-ı ni’met etmeyenlere ya’nî mü’minlere Cenneti ihsân edicidir). Kullarına, yapamayacakları şeyi emr etmek, hikmetine, re’fetine yakışmaz. Kullarına, kaldırılamayacak büyük kayayı kaldırmağı emr etmeyip, herkesin çok kolay yapacağı; kıyâm, rükû’, secde ufak bir âyet okumak ile meydana gelen namazı emr etmiştir. Namaz kılmak, herkes için çok kolaydır. Ramazân-ı şerîf orucu da, pek kolaydır. Zekâtı da, çok hafif emr etmiş, malın hepsini değil, kırktabirini verin, demiştir. Hepsini veya yarısını vermeği emr etseydi, kullarına güç olurdu. Merhameti, pek fazla olduğundan, emri tam yapılamaz ise, daha da hafifletmiştir. Meselâ, abdest alamayanlara, teyemmüm etmeğe, namazda ayak üzere duramayanlara oturarak kılmağa, oturamayanlara da, yatarak kılmağa rükû’ ve secde yapamayanlara, îmâ ile (oturup, rükû’ ve secde için, az eğilerek) kılmağa, bunlar gibi, daha nice kolaylıklara izin vermiştir, İslâmiyetin emirlerine dikkatle ve insafla bakan, bu kolaylıkları görür. Allahü teâlânın kullarına ne kadar çok merhametli olduğunu, pek iyi anlar. Emîrlerin pek kolay olmasının bir şahidi de, çok kimselerin, emir olunan ibâdetlerin, daha artmasını istemesidir. Namazın, orucun artmasını isteyen çok görülmüştür. Evet, ibâdet yapmak güç gelen kimseler de, yok değildir. Böyle kimseler, normal insan değildir. Böyle bozuk kimselere, ibâdetlerin zor gelmesine sebeb, nefslerinin karanlığı ve şehvanî arzularının kötülüğüdür. Bu karanlık ve kötülükler, nefs-i emmâreden hâsıl olmaktadır. Nefs-i emmâre, Allahü teâlânın düşmanıdır. Şûra sûresinde meâlen; “Îmân ve ibâdet etmek, müşriklere güç gelir”, Bekâra sûresi kırkbeşinci âyetinde meâlen; “Namaz kılmak, yalnız mü’minlere, Allahü teâlâdan korkanlara kolay gelir” buyurulmuştur.
Bedenin hastalığı, ibâdetlerin yapılmasını güçleştirdiği gibi, “Bâtın”ın (kalbin ve rûhun) hasta olması da güçleştirir. Allahü teâlâ, İslâmiyeti, nefs-i emmâreyi (Ya’nî kötülük isteyici), arzûlarından, âdetlerinden vaz geçirmek için gönderdi. Nefsin istekleri ve İslâmiyetin istekleri birbirinin zıddıdır, aksidir. O hâlde, ibâdetleri yapmakta güçlük çekmek, nefsin kötülüğünü gösteren bir alâmettir. Nefsin arzularının kuvveti, bu güçlüğün çokluğu ile ölçülür. Nefsin hevâsı (istekleri) kalmayınca, güçlük de kalmaz.
Sofiyye-i âliyyeden ba’zısının, insanda ihtiyârın bulunmadığını veya kuvvetsiz olduğunu gösteren birkaç sözünü yukarıda yazmıştık. Tasavvuf büyüklerinin, İslâmiyete uymayan sözlerine, hiç kıymet verilmez. Nerde kaldı ki, huccet ve sened olarak kullanılsın. Ya’nî, bir iddiayı, düşünceyi isbât için, böyle sözleri şâhid getirmek hiç doğru olmaz. Şâhid, sened olacak, uyulabilecek, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir. Sofiyye-i âliyyenin sözlerinden, âlimlerin sözüne uygun olanlar, kabûl edilir. Uymayanları, kabûl edilmez. Burada da yine bildirelim ki, sofiyye-i âliyyeden, hâlleri, keşfleri doğru olanlar, İslâmiyete uymayan hiçbirşey söylememiş ve yapmamıştır. Keşflerinden, hâllerinden, İslâmiyete uymayanların, yanlış olduğunu anlarlar, İslâmiyete muhalif olan sözlere ve hareketlere doğru diye sarılmak, zındıklık, ilhâd ya’nî dinsizlik alâmetidir.
Şunu da ilâve edelim ki, sofiyye-i âliyyenin İslâmiyete uymayan ba’zı sözleri, hâlin kapladığı zamanda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir ki, o zaman, akıl ve şuurları örtülü olduğundan, özürlü sayılırlar ve keşfleri yanlış olmuştur. Başkalarının, böyle keşflere, sözlere uyması caiz değildir. Böyle sözlere, İslâmiyete uyacak şekilde ma’nâ vermek, kelimelerden anlaşılan ma’nâyı bırakıp, meşhûr olmıyan ma’nâlarını vererek, İslâmiyete uydurmak lâzımdır. Çünkü, âşıkların muhabbet sarhoşlarının sözleri, çeşitli ma’nâlara gelir. Bu ma’nâlar arasında doğru ve onların büyüklüğüne yakışan ma’nâyı bulup, öyle kabûl etmek lâzımdır.”
Bedreddîn Serhendî’nin “Hadarât-ül-Kuds” isimli eserinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çeşitli hâlleri ile, dünyâya gelişinden Cennete gidişine kadar; keşfleri, kerâmetleri, tasavvufdaki dereceleri, eşsiz nasihat ve sözleri tatlı ve feyzli bir dille anlatılmakta, ondan sonra yüksek oğulları ve halîfeleri bildirilmektedir. Bundan sonraki eserlerini kendi kalemiyle şöyle bildirmektedir:
“O emeller kutbunun âhırete irtihâlinden sonra, son hârika ve kerâmeti isbât eden, “Kerâmât-ül-evliyâ” kitabını yazdım. Gavs-ı a’zam Abdülkâdir-i Geylânî’nin ( radıyallahü anh ) “Fütûh-ül-gayb” kitabını, Arabîden Fârisîye tercüme ettim. Bir de tasavvuf ıstılâhlarında, Kadirî ve Nakşibendî yollarındaki vazîfeleri topladım. İsmine, “Revâih” dedim. Bir te’lîfim de, Adem aleyhisselâmdan günümüze kadar gelmiş olan makbûlleri bildiren, “Senevât-ül-atkıya der beyân-ı tevârih-i visal ve ahvâl-i erbâb-ı kemâl” isimli kitap olup, büyüklerin târih sırasına göre vefâtlarını ve hâllerini anlatır.”
Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler anlamında bir tabir.
Sözlükte “mânevî alanda çizilen yolu benimseyenler” anlamına gelen ehl-i sünnet (ehlü’s-sünne) tamlaması ehlü’s-sünne ve’l-cemâa (ehl-i sünnet ve’l-cemâat) ifadesinin kısaltılmış şeklidir. Buradaki sünnetten maksat, dini tebliğ ve beyan etmekle görevli bulunan Hz. Peygamber’in İslâm’ın temel konularını anlama ve benimseme tarzıdır. Cemaat kavramı, her devirdeki müslümanların büyük ekseriyeti (sevâd-ı a‘zam) ve müctehid âlimler gibi farklı şekillerde yorumlanmışsa da vahyin ilk muhatapları olup inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk cepheleriyle İslâm’ı bir bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashap cemaati anlamına geldiği yolundaki görüş tercih edilmiştir (Şâtıbî, II, 258-265). Aslında bu anlayış diğer yorumların da temelini oluşturmaktadır. Buna göre Ehl-i sünnet’i, “Hz. Peygamber ile ashap cemaatinin dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” diye tarif etmek mümkündür. Bu tarifte yer alan “dinin temel konuları”ndan, İslâm’dan olduğu kesinlikle bilinen ve “usûlü’d-dîn” diye de adlandırılan hususlar kastedilmektedir (aş. bk.).
Sünnet kelimesi daha çok, ilâhî tebligatı yalanladıkları için geçmiş peygamberlerin ümmetlerine uygulanan ve âdet-i ilâhiyye haline gelen dünyevî azap mânasında Kur’ân-ı Kerîm’de geçmekteyse de (M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “sünnet” md.) ehl-i sünnet tabiri Kur’an’da yer almamıştır. “O gün nice ağaran yüzler vardır” (Âl-i İmrân 3/106) meâlindeki âyetle Ehl-i sünnet’in kastedildiği tarzındaki bir yorum İbn Abbas’a nisbet edilirse de (İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, V, 134) âyetin devamı dikkate alındığı takdirde burada genel anlamda müminlerden bahsedildiği açıkça görülür.
Erken dönem hadis kaynaklarında da ehl-i sünnet tabiri görülmemekte, buna karşılık “sünnet” ve “cemaat” kelimelerine rastlanmaktadır. İlgili rivayetlerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber ümmetinin yetmiş iki veya yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan biri dışındaki bütün fırkaların cehenneme, “cemaat fırkası”nın ise cennete gireceğini söylemiş (İbn Mâce, “Fiten”, 17; İbn Ebû Âsım, I, 30-31, 39); Allah’ın rahmet elinin cemaat üzerinde olduğunu, cennetin ortasına girmek isteyenlerin topluluktan ayrılmamaları gerektiğini (Tirmizî, “Fiten”, 7), cemaatten az da olsa ayrılanların İslâm’dan çıkmış sayılacaklarını ve Câhiliye ölümüyle öleceklerini belirtmiştir (Buhârî, “Fiten”, 2; Müslim, “İmâre”, 53, 54). Ayrıca ihtilâf halinde büyük çoğunluğa uyulmasını emretmiş (İbn Mâce, “Fiten”, , vefatından sonra, yaşayanların pek çok ayrılığa şahit olacaklarını söylemiş, bunlara yetişecek olan o dönemdeki müminlerin kendi sünnetiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sımsıkı sarılmasını öğütlemiştir (Dârimî, “Muķaddime”, 16). Bu nakillerden “yetmiş üç fırka” rivayeti isnad açısından zayıf görülmüştür (İbn Hazm, III, 292). Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetiyle ilgili rivayetler ise İslâm tarihinde vuku bulan bazı olayların seyriyle bağdaşmayan unsurlar ihtiva etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber’in vefatından sonra halifenin belirlenmesi konusunda ashabın ihtilâfa düştüğü ve her halife seçiminde nassın bulunmayışından doğan belirsizliğin devam ettiği ilk kaynaklarda zikredilmektedir. Eğer Resûl-i Ekrem râşid halifelerle ilgili bir tavsiyede bulunmuş olsaydı ihtilâf ve belirsizlik ortaya çıkmazdı. Ayrıca bu rivayetler, Şîa’nın öne sürdüğü “sekaleyn” hadisine alternatif olarak ortaya konulduğu izlenimini de vermektedir (bk. EHL-i BEYT). Bazı geç dönem eserlerinde Hz. Peygamber’e nisbet edilmiş olarak ehl-i sünnet tabirine rastlanmaktadır. Ebû Abdullah el-Halîmî’nin kaydettiği rivayete göre Resûl-i Ekrem her emîrin arkasında namaz kılmayı, her halifenin idaresinde cihad yapmayı ve ehl-i kıbleden olup vefat eden herkesin cenaze namazını kılmayı Ehl-i sünnet’in üç esası olarak göstermiştir (el-Minhâc, III, 180). Şehristânî’nin yer verdiği rivayete göre ise Hz. Peygamber, yetmiş üç fırkaya ayrılacak olan ümmeti içinde yalnız kendisinin ve ashabının yolunu takip eden Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’in kurtuluşa ereceğini söylemiştir (el-Milel, I, 14). Ana hadis kaynaklarında yer almayan bu rivayetlerin sıhhati şüphe ile karşılanmaktadır.
Ehl-i sünnet’e bağlı olanlara “sağlam ve doğru inancı benimseyenler” anlamında “Sünnî” adı verilir. M. Watt, sünnî teriminin ilk defa IV. (X.) yüzyılda kullanıldığını ileri sürmüşse de (İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 338) tâbiînden Saîd b. Cübeyr’e (ö. 95/713) nisbet edilen bir rivayetten anlaşıldığına göre kelime I. yüzyılın sonuna doğru (VIII. yüzyılın başları) ortaya çıkmış olmalıdır (Fığlalı, s. 54). Ehl-i sünnet tabiri ise Dârimî’de yer alan bir rivayete bakılırsa (“Muķaddime”, 23) ilk defa Hasan-ı Basrî tarafından kullanılmıştır. Ehl-i sünnet mensupları, “ehl” kelimesine “hadis, cemaa, istikame, hak, iman, isbat” kelimeleri eklenerek oluşturulan terkiplerle ve “sıfâtiyye” (ilâhî sıfatları benimseyenler), “fırka-i nâciye” (kurtuluşa eren zümre) ve “sevâd-ı a‘zam” (büyük çoğunluk) tabirleriyle de anılır; kaynaklarda ise Cebriyye, Mücevvire, Nâsıbe, Nâbite, Müşebbihe, Haşviyye gibi isimlerle ifade edilmek
.istenir. Günümüze ulaşan kaynaklar içinde ehl-i sünnet tabirine yer veren en eski eser, Ahmed b. Hanbel’e atfedilen er-Red Ǿale’z-zenâdıka ve’l-Cehmiyye’dir (s. 96). Onu Dârimî’nin es-Sünen’i (“Muķaddime”, 23), Müslim’in el-CâmiǾu’s-saĥîĥ’i (“Muķaddime”, 1), İbn Şâzân en-Nîsâbûrî’nin el-Îzâĥ’ı (s. 93-94) ve İbn Kuteybe’nin el-İħtilâf fi’l-lafz,’ı (s. 67-68) takip eder. Bu bilgiler, Ehl-i sünnet’in III. (IX.) yüzyılda itikadî bir mezhep olarak teşekkül ettiğini, başka bir deyişle ehl-i bid‘atın zuhurundan sonra muhafazakâr çoğunluğun bu isimle anılmaya başlandığını kanıtlar. Yeni araştırmalara göre Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’in başlangıcı ilk siyasî görüş ayrılıklarına dayanmaktadır. Zira ilk halifenin belirlenmesi sırasında yapılan tartışmalar bir tarafa bırakılırsa üçüncü halifenin şehid edilmesine kadar geçen sürede müslümanlar arasında kayda değer bir siyasî ve itikadî ihtilâf çıkmamıştır. Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde Muâviye ve onu destekleyenlerce başlatılan siyasî mücadeleler müslümanların savaşlarda birbirlerini öldürmeleri sonucunu doğurmuş, buna bağlı olarak iman - küfür sınırı, kader, büyük günah işleyenlerin dinî durumu gibi meseleler zihinleri meşgul etmeye başlamıştır. Diğer taraftan Şîa’nın ilk üç halifeyi gayri meşrû sayması da başka tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu hususlar dikkate alınarak Ehl-i sünnet ve’l-cemâat tabirinde yer alan “sünnet” ashabın yaygın telakkisi, “cemaat” de çoğunluğun siyasî temayülü şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle cemaat kavramının Muâviye tarafından ortaya konulduğu ve Hz. Hasan’ın hilâfetten çekildiği 41. (661) yıla “cemaat yılı” denildiği nakledilmektedir (Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevhîd, nâşirin mukaddimesi, I, 64). İktidarın Emevîler’in eline geçmesinden sonra sürdürülen hilâfet tartışmalarında, Şîa’ya karşı ilk dört halifenin yanı sıra Muâviye’nin hilâfetini meşrû kabul edenlere Osmâniyye adı verilmiş ve böylece Havâric dışındaki müslümanlar siyasî bakımdan büyük çoğunluğu teşkil eden Osmâniyye ile azınlık durumunda bulunan Şîa gruplarına ayrılmıştır. Nitekim Câhiz, hilâfet tartışmalarını incelediği eserinde Osmâniyye’yi çoğunluğu temsil eden siyasî grup karşılığında kullanmıştır (el-ǾOsmâniyye, s. 362). Buna göre Osmâniyye başlangıçta siyasî anlamda Ehl-i sünnet’i ifade eden bir kavram olarak kabul edilmelidir.
Hicrî I. yüzyılın sonuna doğru Emevîler’in cebir inancını siyasî amaçlarla yaymaya çalışmasına karşılık Ma‘bed el-Cühenî’nin kaderi inkâr etmesi, Havâric’in günah işleyen herkesi tekfire kalkışması, hayatta bulunan sahâbîleri ve tâbiîn âlimlerini bu konularda Kur’an ve Sünnet’teki hükümleri irdelemeye sevketmiştir. Ebû Hanîfe, Hz. Ali’nin Hâricîler’e karşı takındığı tavırla büyük günah işleyenin mümin olduğuna işaret etmesini dikkate alarak onu Ehl-i sünnet’in öncüsü saymıştır (er-Risâle, s. 69). Abdülkāhir el-Bağdâdî de bu görüşe uyarak Hz. Ali’den Ehl-i sünnet’in ilk kelâmcısı diye söz etmiş, ardından da Ma‘bed el-Cühenî’den teberrî ederek kaderi iman esasları arasında gören Abdullah b. Ömer, tâbiînden Kaderiyye’yi red hakkında küçük bir risâle yazdığı nakledilen Ömer b. Abdülazîz, er-Red Ǿale’l-Kaderiyye adlı risâleyi kaleme alan Zeyd b. Ali, ircâ görüşünün ilk temsilcisi sayılan Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye ve kader konusunda bir risâlesi bulunan Hasan-ı Basrî’yi Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri olarak zikretmiştir (el-Fark, s. 220). Bunlardan Ömer b. Abdülazîz hakkında Ebû Dâvûd’un naklettiği bir rivayet (“Sünnet”, 7) Sünnî akîdenin oluşmasına tesir etmiştir. Ömer b. Abdülazîz müslümanları, her türlü hatadan uzak bulunan Hz. Peygamber’in sünnetine davet etmek suretiyle bid‘atçı görüşlerden sakındırmış, itikadî konularda tartışmalara girişmeyen ashabın yolunu tavsiye etmiş, ayrıca her şeyin ilâhî irade çerçevesinde cereyan ettiğine inanarak kadere iman noktasında teslimiyet gösterilmesini gerekli görmüştür. Onun bu görüşleri Ehl-i sünnet akîdesinin ipuçlarını taşımaktadır. Başlangıç dönemi Ehl-i sünnet sisteminin şekillenmesinde önemli rol oynayan âlimlerin başında Hasan-ı Basrî gelir. Hasan-ı Basrî müslümanların mevcut yönetime isyan etmelerini doğru bulmamış, halkı fitneden uzak tutmaya ve cemaat şuurunu geliştirmeye çalışmış, bu sebeple Emevîler’in uygulamalarını gerektiğinde ağır bir dille eleştirmesine rağmen onları Hulefâ-yi Râşidîn’den sonra meşrû idareciler olarak kabul edip Ehl-i sünnet’in konuyla ilgili ilk habercisi rolünü oynamıştır (Fığlalı, s. 58-59). Hasan-ı Basrî’den sonra meşhur dilci Asmaî’nin rivayetine dayanılarak Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/749), Yûnus b. Ubeyd, Süleyman b. Tarhân ve Abdullah b. Avn (ö. 151/768) Ehl-i sünnet’in kurucuları arasında gösterilirse de kaynaklarda bunların konuya ilişkin görüşleri ve eserleri hakkında yeterli bilgi mevcut değildir.
Ehl-i sünnet akaidinin oluşmasına tesir eden âlimlerin en önemlisi şüphe yok ki Ebû Hanîfe’dir. Onun bazı kaynaklarda Mürcie gruplarından birinin kurucusu olarak gösterilmesi, o dönemde mezheplerin henüz teşekkül safhasında bulunması sebebiyle terimlerin yerleşmemiş olmasından ve Sünnî akîdenin değişik zümrelerin katkılarıyla teşekkül dönemini yaşamasından kaynaklanmaktadır. Nitekim ircâ kavramının Ehl-i sünnet’in gelişmesine tesir ettiği kabul edilmektedir (Watt, s. 176). Ebû Hanîfe akaid risâlelerinde Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd gibi bid‘at ehli karşısında ilâhî sıfatları, kaderi ve şefaatı ispat etmiş, Kur’an’ın mâna itibariyle mahlûk olmadığını söylemiş, kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını savunmuş, büyük günah işleyenin mümin olduğuna hükmederek âhirette göreceği muameleyi ilâhî iradeye havale etmiş ve böylece Ehl-i sünnet akîdesinin en önemli meselelerine ışık tutmuştur. Ebû Hanîfe’den sonra İmam Mâlik, Mu‘tezile ile diğer bid‘at fırkalarının akaide dair faaliyetlerine paralel olarak sünneti ön plana çıkarıp ta‘tîl, teşbîh ve tecsîm görüşlerini reddetmiş, İmam Şâfiî İsbâtü’n-nübüvve ve er-Red Ǿalâ ehli’l-ehvâǿ adlı eserlerinde muhafazakâr akîdeyi savunmuştur. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru (IX. yüzyılın ortaları) Mu‘tezile’nin Abbâsîler’in desteğiyle parlak bir döneme girmesinin ardından Ehl-i sünnet’i iki zümre temsil etmeye başlamıştır. Bunlardan biri, mihne*ye mâruz kalmasına rağmen akîdesini Kur’an’a, sünnete ve ashaptan itibaren gelen esaslara dayandırdığını söyleyip ehl-i bid‘atı şiddetle eleştiren Ahmed b. Hanbel’in öncülüğünü yaptığı gruptur. Selefiyye, Eseriyye, ehl-i hadîs gibi isimlerle de anılan bu gruba daha çok hadisleri derleyip nakleden âlimler dahildir. Buhârî bunlar arasında Süfyân es-Sevrî, İbn Ayyâş, Vekî‘, Yezîd b. Hârûn, Abdullah b. Mübârek, Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Fudayl b. İyâz, Nuaym b. Hammâd gibi kişileri zikreder (Halku efǾâli’l-Ǿibâd, s. 153). İbn Kuteybe bunlara Evzâî, Şu‘be, Leys b. Sa‘d, Dâvûd et-Tâî, Muhammed b. Nadr el-Hârisî’yi (Teǿvîlü muhtelifi’l-hadîs, s. 36), Malatî ise Ali b. Âsım, Vâkıdî, Ahmed b. Hâlid ed-Dımaşkı, İshak b. Râhûye,
.Yahyâ b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî gibi âlimleri (et-Tenbîh ve’r-red, s. 75) ilâve eder. Ahmed b. Hanbel, genel olarak ilâhî sıfatların ispatı ve haberî olanlarının te’vile tâbi tutulmaması, Kur’an’ın ezelî oluşu ve rü’yetullah gibi konular üzerinde durmuş, inanç esaslarının naslardan hareketle belirlenmesi gerektiğini savunmuş, böylece akaidde nakli hâkim kılmaya çalışmıştır. Ahmed b. Hanbel, akaid alanında aklın rolü ve hadisin önemi noktalarında Ebû Hanîfe’den farklı telakkilere sahip bulunuyorsa da her iki imamın iman esasları listesinde yer alan konular hemen hemen birbirinin aynıdır. Onun bu çizgisi, Buhârî ve Müslim’den itibaren Süyûtî ve Ali el-Karî’ye kadar muhaddis âlimler tarafından benimsenip devam ettirilmiştir. Abdullah b. Muhammed el-Cu‘fî’nin er-Red Ǿale’l-Cehmiyye’si, Buhârî’nin el-CâmiǾu’s-sahîĥ’indeki “Tevhîd”, Bedǿü’l-halk”, “Kader”, “Îmân” ve “Fiten” bölümleriyle Halku efǾâli’l-Ǿibâd adlı eseri, İbn Kuteybe’nin el-İhtilâf fi’l-lafz, ile Teǿvîlü muhtelifi’l-hadîs’i, Ebû Dâvûd’un Kitâbü’s-Sünne’si, Osman b. Saîd ed-Dârimî’nin er-Red Ǿale’l-Cehmiyye ile er-Red Ǿale’l-Merîsî’si, İbn Ebû Âsım ile Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’in Kitâbü’s-Sünne’leri, Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri olan ehl-i hadîsin Sünnî akîdenin belirlenip yaygın hale gelmesini sağlayan çalışmalarıdır. Ehl-i hadîsin temsil ettiği Sünnî anlayış bütünüyle sünnet çizgisi üzerinde olduğu ve Selef’in ittifak etmediği meselelere dalmadığı için “Ehl-i sünnet-i hâssa akîdesi” diye adlandırılmıştır (İzmirli İsmail Hakkı, s. 75).
III. (IX.) yüzyılda gerçekleştirilen tercüme faaliyetleri ve çeşitli fetihlerle genişleyen İslâm ülkesinin değişik kültürlerle karşılaşması, Selef âlimlerince benimsenen itikadî esasların akıl ilkeleriyle teyit edilme ihtiyacını doğurmuş ve nihayet “ehl-i hadîs kelâmcıları” diye anılan (Nesefî, I, 241, 281) yeni bir grup ortaya çıkmıştır. İbn Küllâb el-Basrî ile Hâris el-Muhâsibî’nin öncülüğünü yaptığı bu grup daha sonra Ehl-i sünnet kelâmcılarını oluşturacaktır. Bid‘at fırkalarının yanı sıra felsefî akımların güçlenmesi, fıkıh mezheplerinin kurulması, hadislerin tedvîn edilip akaidle ilgili olanlarının çeşitli bablarda toplanması, Kur’an ilimleri alanında muhtelif eserlerin vücuda getirilmesi, derûnî tecrübelerle dinî hayatı canlı tutmaya çalışan tasavvufun ortaya çıkması gibi önemli gelişmeler, İslâm âlimlerini müteşâbih nasları ele alıp yeniden incelemeye ve iman esaslarını aklî ilkelerle desteklemeye sevketmiştir. Ehl-i sünnet kelâmcıları IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren müslüman çoğunluğun hâkim mezhebi haline gelmeye başlamıştır. Bu yeni hareket İbn Küllâb’dan sonra bir taraftan Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, diğer taraftan Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile canlılık kazanmıştır. Eş‘arî eserlerinde ehl-i hadîsin, özellikle Ahmed b. Hanbel’in akîdesini benimsediğini belirtmekle birlikte (Makālât, s. 297; a.mlf., el-İbâne, s. 20-21) inanç esaslarını kelâmî delillerle kanıtlamaya çalışmış, talebelerinden Ebü’l-Hasan el-Bâhilî ile İbn Mücâhid’in yetiştirdiği Bâkıllânî, İbn Fûrek, Ebû İshak el-İsferâyînî, daha sonra da Abdülkāhir el-Bağdâdî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Gazzâlî ve müteahhir kelâmcılar onun yöntemini geliştirerek devam ettirmişlerdir. Eş‘arî’nin Suriye - Irak havzasında kurduğu kelâm mektebine nisbetle akılcılığa daha çok önem veren ve kökleri Ebû Hanîfe ile onun ilmî silsilesine dayanan diğer bir Sünnî kelâm mektebi Ebû Mansûr el-Mâtürîdî tarafından Mâverâünnehir havzasında kurulmuştur (Nesefî, I, 358). Türk bölgelerindeki bid‘at fırkalarını çökerten ve Mâtürîdiyye veya Hanefiyye adıyla anılan bu Sünnî kelâm mektebi kurucusundan sonra Hakîm es-Semerkandî, Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve özellikle Ebü’l-Muîn en-Nesefî gibi âlimlerce geliştirilmiş ve Ehl-i sünnet mezhebini güçlendirmiştir. M. Watt, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye’nin ancak VIII. (XIV.) yüzyılda birbirlerinin farkına vardıklarını iddia ederse de (İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 391) bu doğru değildir. Zira Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî Eş‘ariyye’nin görüşlerini nakledip eleştirmişlerdir (Usûlü’d-dîn, s. 26; Tebsıratü’l-edille, II, 980-981). Ayrıca Abdülkāhir el-Bağdâdî gibi bir mezhep tarihçisi, Ehl-i sünnet’in ehl-i re’y ve ehl-i hadîs gruplarından oluştuğunu belirtirken (el-Fark, s. 21) ehl-i re’y ile, fıkıhta re’y ekolünü temsil eden Mâtürîdiyye - Hanefiyye kelâmcılarını kastetmiş olmalıdır. Onun bizzat Ebû Hanîfe’yi Ehl-i sünnet kelâmcıları arasında sayması da bunu teyit etmektedir. Bağdâdî, Eş‘arî ve takipçilerini ise ehl-i hadîs içinde mütalaa etmiş olmalıdır. Zira Eş‘arî ehl-i hadîsin imamı sayılan Ahmed b. Hanbel’e uyduğunu ifade etmiştir. Bundan dolayı Ebü’l-Muîn en-Nesefî Eş‘arî âlimlerine “ehl-i hadîs kelâmcıları” demektedir (Tebsıratü’l-edille, II, 1000).
Sünnî kelâm akımı Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye ekollerinin kuruluşuyla güçlenerek IV-V. (X-XI.) yüzyıllardan itibaren İslâm dünyasının birçok bölgesinde ana mezhep haline gelmiş ve âlimler zümresiyle müslüman ekseriyetini kendine bağlamıştır. Böylece İslâm’ın geçmiş tarihine sahip çıkarak ilk dört halifeyi ve onları takip eden diğer yönetimleri meşrû sayan, ashaptan itibaren her asırda çoğunluğu oluşturan müslüman âlimlere saygılı olmayı şiar edinen bir anlayış İslâm âleminde hâkim olmuştur. Sünnî kelâm ekolü büyük çoğunluğun tasvibini kazandıktan ve bir bakıma resmî mezhep halini aldıktan sonra fikrî hayatın çeşitli cepheleriyle kendini takviye etmeye başlamış, onun bu hâkimiyeti Mu‘tezile, Mürcie, Müşebbihe, Felâsife gibi grupların zayıflayıp zamanla fiilen ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur. Ehl-i sünnet’in kurumlaşmasına paralel olarak Şîa da yeniden şekillenip azınlığı temsil eden muhalif grubu teşkil etmiştir. Gazzâlî’den itibaren Eş‘ariyye kelâmcılarının felsefe ve tasavvufa ilgi duymaları ve bu âlimlerin genellikle Kurtuba, Mısır, Şam, Irak gibi Ortaçağ’ın kültür merkezlerinde yaşamaları ekolün Mâtürîdiyye’ye nisbetle daha çok yayılmasını sağlamış, hatta eserleri Osmanlı coğrafyasında mevcut medreselerde okutulan bir mezhep haline gelmiştir (Şa‘rânî, I, 3). Mâtürîdiyye ile Eş‘ariyye’nin temsil ettiği Sünnî akîdeyi benimseyenlere, Selefiyye’nin alternatifi olarak “Ehl-i sünnet-i âmme” de denilmiştir (İzmirli İsmail Hakkı, s. 75). Günümüzde Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye’den oluşan Ehl-i sünnet, % 90’ın üstünde müslüman çoğunluğunun mezhebi durumundadır. Ehl-i sünnet mensupları Şîa’nın yoğun olduğu İran, Irak, Yemen ile İbâzîler’in azınlıkta bulunduğu Kuzey Afrika ülkelerinin bir kısım bölgeleri ve az miktarda İsmâilî’în yaşadığı Pakistan ile Hindistan’ın bazı yöreleri dışında kalan bütün İslâm ülkelerine yayılmış durumdadır.
Ehl-i sünnet’in Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye gruplarından meydana geldiği genellikle kabul edilmekle birlikte mezhep taassubunun etkisi veya muhtemelen Ehl-i sünnet terimine verilen mânaların farklı oluşu sebebiyle değişik bazı görüşler de ileri sürülmüştür.
.Selefiyye’den Âcurrî, İbn Hazm, İbn Teymiyye, Seksekî, M. Reşîd Rızâ, Abdullah Bâbetîn gibi eski ve yeni bazı âlimler Selefiyye’yi Ehl-i sünnet’in yegâne temsilcisi saymışlar, Eş‘ariyye ile Mâtürîdiyye’yi Ehl-i sünnet’e intisap iddiasında bulunan gruplar olarak görmüşlerdir. Bunlardan İbn Hazm’a göre Eş‘ariyye Ehl-i sünnet’e en uzak olan fırkadır (el-Faśl, II, 265-266). İbn Teymiyye, Hulefâ-yi Râşidîn’i meşrû kabul ettiklerinden dolayı bazan Mu‘tezile’yi, ayrıca kendilerini Sünnîliğe nisbet eden Kerrâmiyye, Zâhiriyye, Sûfiyye ve Sâlimiyye’yi de Ehl-i sünnet grupları arasında zikretmiştir (Minhâcü’s-sünne, III, 401; VI, 379; a.mlf., MecmûǾatü’r-resâǿil, I, 455). Seksekî, Bâtıniyye’ce benimsenen metodu takip ettikleri için Sûfiyye’nin Ehl-i sünnet’e dahil edilemeyeceğini savunmuştur (el-Burhân, s. 63). Mâtürîdî âlimlerinden Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ile Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye göre Ehl-i sünnet’i gerçek anlamda temsil eden yalnız Mâtürîdiyye’dir. Eş‘ariyye, Küllâbiyye ve Sûfiyye ise kendilerini Ehl-i sünnet’e nisbet eden gruplardır (Usûlü’d-dîn, s. 242; Tebsıratü’l-edille, II, 544, 888). Eş‘arîler’den Abdülkahir el-Bağdâdî, Ehl-i sünnet’in kısaca ehl-i hadîs ve ehl-i re’yden oluştuğunu zikrettikten sonra bunları ayrıntılı olarak sekiz gruba ayırır. Buna göre Ehl-i sünnet ehl-i bid‘atın görüşlerini reddeden kelâm, fıkıh, tefsir, kıraat ve Arap dili âlimleri, şeriata bağlı sûfîler, müslüman mücahidler ve Sünnî akaidin hâkim olduğu coğrafyada yaşayan müslüman halk kitlesinden oluşur (el-Fark, s. 12, 189-191). Şehristânî ise mezhepleri tasnif ederken Eş‘ariyye’yi Sıfâtiyye içinde mütalaa etmiş ve bir anlamda Sıfâtiyye’yi Ehl-i sünnet karşılığında kullanmıştır. Buna göre Sıfâtiyye içinde zikrettiği Müşebbihe ile Kerrâmiyye’yi de Ehl-i sünnet’e dahil etmiş olduğu anlaşılmaktadır (el-Milel, I, 93-108). Sübkî’nin tasnifinde Ehl-i sünnet kitap, sünnet ve icmâı esas alan ehl-i hadîs, naklin yanında akla başvuran ve Eş‘ariyye ile Hanefiyye’den oluşan ehl-i nazar, bir de başlangıçta nakli ve aklı esas alıp nihaî merhalede keşfte karar kılan ehl-i keşf gruplarından meydana gelir (Beyâzîzâde, s. 298). Geç dönem Eş‘arî âlimlerinden Cürcânî ise Ehl-i sünnet’e Selefiyye ile Eş‘ariyye’yi dahil edip Mâtürîdiyye’den hiç bahsetmemiştir (Şerhu’l-Mevâkıf, II, 633). Şîa’dan İbn Şâzân, hilâfete aynı açıdan baktıkları için Şîa dışındaki bütün grupları, İbnü’n-Nedîm ile İbnü’l-Murtazâ kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığını kabul ettiklerinden Mücbire, Neccâriyye, Mürcie, Dırâriyye ve Bekriyye fırkalarını Ehl-i sünnet’e dahil etmişlerdir. Çağdaş yazarlardan Muhammed Amâre’ye göre bir fırkanın Ehl-i sünnet’e dahil oluşu izâfîdir. Eğer sünnetle Hz. Peygamber’in söz ve fiilleri kastediliyorsa Şîa, Havâric ve Mu‘tezile de Ehl-i sünnet’ten sayılır. Zira onlar da Hz. Peygamber’e uymaya çalışmışlardır. Sünnetle ashabı taklit etmek ve muhafazakârlık kastediliyorsa sadece Selefiyye Ehl-i sünnet’e dahildir (Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevhîd, nâşirin mukaddimesi, I, 62-63). Sünnî grupların tesbiti konusunda ileri sürülen bu farklı görüşler bir yana kelâm, mezhepler tarihi ve konuyla ilgili diğer eserlerde Ehl-i sünnet genellikle Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye’yi kapsayan bir tabir olarak kullanılır. En büyük azınlık olan Şîa bile terimi bu kapsamıyla mânalandırır.
Allah tarafından vazedilmiş olan dinî hükümlerin doğru anlaşılması Allah’ın muradını tesbit etmekle mümkündür. Allah kullarına iletilmesini dilediği şeyleri vahiy yoluyla peygamberine bildirmiş, vahyi açıklayıp uygulama görevini de ona vermiştir. Son peygamberin tebligat ve uygulamalarının ilk muhatapları sahâbe topluluğu olduğundan İslâm’ın temel konularında onların anlayış, uygulama ve rivayetleri Allah’ın muradına ve Peygamber’in sünnetine uygun düşen bir yol olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple müslüman çoğunluk daima bu yolu takip etmeye çalışmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerine göre naslardan isabetli hükümler çıkarmak ve ihtilâflı konuların çözümüne ulaşabilmek için anlamı açık olan muhkem âyetlerden hareket etmek, sahih hadislerin beyanlarını dikkate almak, nasları bütünlük içinde anlamaya çalışmak, naklî ve aklî bir zaruret bulunmadıkça nasların zâhirine bağlı kalıp aklı nakle tâbi kılmak gerekir. Nas bulunmayan konularda ise aklın temel ilkelerine başvurularak Kur’an’ın genel muhtevasına ve özüne uygun bir şekilde ictihad etmek lâzımdır (İbn Hazm, IV, 111-112; Şerhu’l-ǾAkīdeti’t-Tahâviyye, s. 339; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, IV, 95). Ancak nassın bulunduğu konularda ve dinin temel esaslarını belirlemede akla bağımsız yetki verilemez. Ehl-i sünnet’çe benimsenen bu temel ilkeler dışında genel prensipleri ve mezhebin itikadî görüşleri, zamanın şartlarına ve Ehl-i sünnet bünyesindeki gruplara göre az çok farklılık göstermiştir. Başlangıç devrine ait kaynaklarda Hulefâ-yi Râşidîn’i meşrû kabul etmek, imanın amelden ayrılmadığına ve amelin imana dahil bulunduğuna inanmak, Kur’an’ın Allah kelâmı olup yaratılmadığını benimsemek, her şeyin ilâhî kadere göre vuku bulduğuna, ilâhî sıfatların gerçekliğine ve bunların kadîm olduklarına, Allah’ın âhirette görüleceğine inanmak gibi belli telakkiler Ehl-i sünnet’i diğer mezheplerden ayıran görüşler olarak kaydedilir (İbn Kuteybe, Teǿvîlü muhtelifi’l-hadîs, s. 36; Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’s-sünne, s. 29, 99, 113). Yayılmasına ve geniş bir alana dağılmasına paralel olarak Ehl-i sünnet’in itikadî görüşlerinde gelişmeler kaydedilmiştir. Nitekim Ehl-i sünnet’in genel ilkeleri ve itikadî görüşleri İbn Ebû Âsım (Kitâbü’s-Sünne, II, 645-647), Eş‘arî (Makālât, s. 291-292; a.mlf., Usûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa, s. 65-101), Malatî (et-Tenbîh ve’r-red, s. 14-15), İbnü’l-Cevzî (Menâkıb, s. 165-166), İbn Ebû Ya‘lâ (Tabakātü’l-Hanâbile, I, 241-244, 329-330), Abdülkāhir el-Bağdâdî (el-Fark, s. 195-212), İsferâyînî (et-Tebsîr, s. 90-97), Hakîm es-Semerkandî (es-Sevâdü’l-aǾzam, s. 24), Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî (Usûlü’d-dîn, s. 242-244) gibi Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye âlimleri tarafından büyük benzerliklere rağmen nicelik ve nitelik açısından farklı şekillerde nakledilmiştir. Genellikle Sünnî akaid ve kelâm kitaplarında, incelenen itikadî meselelerin konu başlıkları tarzında nakledilen bu görüşler daha çok kâinatın yaratılmışlığı, Allah’ın varlığı ve sıfatları, kulların fiilleri ve kader, nübüvvet ve âhiret konuları, tekfir problemi ve imâmet anlayışı üzerinde yoğunlaşır. Konuların seçimi ve işlenişinden anlaşılacağı üzere Ehl-i sünnet âlimleri bu temel görüşleriyle bir taraftan nasların ruhuna uygun, çoğunluğun tasvibini almış tutarlı bir inanç şekli ortaya koymayı, diğer taraftan İslâm’ın dışındaki din mensuplarının benimsediği bâtıl inançlarla bazı müslüman grupların ileri sürdüğü bid‘at telakkilerini cevaplandırmayı amaçlamışlardır.
Ehl-i sünnet’e yöneltilen çeşitli eleştiriler mevcuttur. Bunları, Mu‘tezile ve Şîa gibi ehl-i bid‘ata mensup âlimlerin eleştirileriyle farklı gruplara bağlı Sünnî âlimlerin birbirlerine yönelik eleştirileri olarak iki grupta toplamak mümkündür. Mu‘tezile âlimleri tenkitlerini daha çok Sünnîler’in ulûhiyyet anlayışı ve irade hürriyeti telakkilerine yöneltmişlerdir. Onlara göre Ehl-i sünnet’in sübûtî sıfatlar yanında fiilî sıfatları da kadîm telakki
.etmesi, Allah’ın görülebilir bir varlık olduğuna inanması ve haberî sıfatları te’vile tâbi tutmaması, yaratıcının yaratılmışlara benzemesi sonucunu doğurmuştur. Bunun da tevhid ilkesini zedelediği muhakkaktır. Ayrıca Allah’a cebir isnadı endişesiyle ilâhî fiilleri hikmet faktöründen soyutlamak ve meselâ itaat edeni cehenneme, isyankârı da cennete koymasının teorik olarak mümkün olduğunu söylemek, bunun yanında kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığına inanmak, O’nun en önemli sıfatlarından olan adaletli oluşuna aykırı düşer (Kādî Abdülcebbâr, s. 149; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, II, 126). Bundan dolayı Mu‘tezile kaynakları Ehl-i sünnet’ten daima Mücbire (Cebriyye), Mücevvire ve Müşebbihe adlarıyla bahsetmiştir. Mu‘tezile âlimlerine göre çoğunluk tarafından benimsenmiş bulunması Ehl-i sünnet’in hak olduğunu ispat etmez. Nitekim Kur’an’da azınlıkta olanların peygamberlere uyduğu ve kullardan çok azının şükrettiği bildirilmiştir (Kādî Abdülcebbâr, s. 188). Şîa’ya bağlı âlimler de daha sonra Mu‘tezile’nin ulûhiyyet ve irade hürriyeti konusundaki görüşlerini benimsediklerinden Ehl-i sünnet’e karşı aynı eleştirileri tekrar etmişler, ayrıca Hz. Ali’ye öncelik tanımayan hilâfet telakkilerini ve ashabın tamamına saygı göstermelerini de tenkide tâbi tutmuşlardır. Şîa’nın erken dönem âlimlerinden İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, Ehl-i sünnet’in, akaidde ve fıkıhta birbirine aykırı görüşler benimseyen gruplardan oluştuğu için çoğunluğa mal olmuş hak bir mezhep olarak kabul edilemeyeceğini söyler. Zira ona göre bazı Sünnîler asılsız rivayetlere dayanarak teşbihe düşmüş, bazıları da amel-iman ayırımı yapmıştır. Fıkıhta bir grubun haram gördüğünü diğer grup helâl telakki etmiş, ezandaki “hayye alâ hayri’l-amel” ile namazdaki kunûtun kaldırılması örneğinde olduğu gibi sünneti de terketmişlerdir. Sonuç olarak onların sünneti terkedip re’y ile amel ettiklerinden “ehl-i sünnet”, birçok noktada ihtilâfa düştüklerinden de “ehl-i cemâat” olamayacaklarını iddia etmiştir (el-Îzâh, s. 4-52, 110-111, 203-204, 249, 295).
Selefiyye âlimleri, rü’yetullahı normal görme şartlarına bağlı olmaksızın kabul edip haberî sıfatları zannî bilgilere dayanarak te’vile tâbi tutmaları ve ameli imandan ayırmaları sebebiyle bütün Sünnî kelâmcılarını ve ilâhî fiilleri sadece irade sıfatına dayandırıp adalet ve hikmet sıfatlarını arka plana ittiklerinden Eş‘ariyye kelâmcılarını eleştirmişlerdir (İbn Teymiyye, Derǿü teǾâruzi’l-Ǿakl ve’n-nakl, I, 250). Sünnî kelâmcılar da zayıf veya uydurma rivayetlere dayanarak ulûhiyyete dair bâtıl inançlar benimsedikleri ve haberî sıfatları te’vil etmemekle teşbihe düştükleri gerekçesiyle Selefiyye’yi tenkit etmişlerdir (Fahreddin er-Râzî, s. 216).
Hicrî I. yüzyılın sonunda ortaya çıkmaya başlayan ve IV. yüzyılda teşekkülünü tamamlayan Ehl-i sünnet, Kur’an ve Sünnet’e uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle tâbi kılmakla diğer mezheplere göre isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Zira dinde ana prensip vahye uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın nakle hâkim olması veya naklin akla tâbi kılınması halinde bazı düşünürlerin de söylediği gibi vahye ihtiyaç kalmaz ve ilâhî emirler bir anlam taşımaz. İnsan bilgisi için vazgeçilmez bir kaynak olmasına rağmen sınırlı, dış tesirlere açık ve geleceği keşfetmekten yoksun bulunan akıl vahyin desteğine muhtaçtır. Ehl-i sünnet aklı vahye tâbi kılıp vahiyle akıl arasında bir denge kurmak, ayrıca kitap, sünnet, icmâ, kıyas gibi bütün şer‘î usullere başvurmak suretiyle doğruya ulaşma ihtimalini yükseltmiş ve hemen hemen her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır. Dünya müslümanlarının % 90’ından fazlasını oluşturan Ehl-i sünnet’in İslâm ilimlerinin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslâmî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimleri tarafından kaleme alınmıştır.
Tarihî seyri içinde Ehl-i sünnet’in dikkat çeken özelliği, başlangıç döneminde meseleleri Kur’an ve Sünnet’e başvurmak suretiyle çözmeye çalıştığı ve gelişme kapısını açık tuttuğu halde zamanla müctehid imamların ve takipçilerinin görüşlerini taklide yönelip Kur’an ve Sünnet’ten çözüm aramayı terketmesidir. Bu öyle bir noktaya varmıştır ki neredeyse doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnet’e başvurmak câiz görülmemiştir. Müctehid âlimlerin uygulayıp tavsiye ettikleri metoda da aykırı düşen bu tutum mezhep taassubunu körüklemiş, fikrî ve içtimaî gelişmelerin doğurduğu ihtiyaçları karşılayacak yeni yorum ve bilgilerin üretilmesine engel teşkil ederek İslâm düşüncesinin duraklamasına sebep olmuştur. Özellikle Ehl-i sünnet kelâmcılarının eski felsefî, ilmî ve siyasî anlayışlara dayanarak geliştirdikleri istidlâl yöntemi ve malzemelerinin modern düşünce hareketleri ve ilmî veriler ışığında yeniden incelenip değerlendirilmesi dinî hayat açısından büyük bir önem taşımaktadır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen rivayetler konusunda Ehl-i sünnet âlimlerinin tavrı dikkat çekicidir. Hadislerin tedvîni İslâm’ın yozlaşmasını engelleyen sevindirici bir gelişme olmasına rağmen gerek zındıklar gerekse mezhep taassubuyla çeşitli İslâmî fırka mensupları tarafından hadis uydurulduğu da bilinmektedir (Câhiz, s. 123-124). Bu husus, rivayetlerin isnad açısından olduğu kadar metin açısından da tenkidini gerekli kılmıştır. Ne var ki Ehl-i sünnet âlimleri korumacı bir yaklaşımla hadisler konusunda bu noktayı ihmal etmişler ve, “Devlet reisleri sadece Kureyş’ten olur” örneğinde görüldüğü gibi hem sahih olmayan rivayetlere önem atfetmişler, hem de kendilerinin de içinde bulunduğu sosyal realiteye ters düşerek müslümanların hareket alanını daraltmışlardır. Halbuki bu hadis metin açısından tenkide tâbi tutulup Hz. Ömer’in İran asıllı Sâlim’i (Mevlâ Ebû Huzeyfe) halife adayı olarak düşündüğünü bildiren sahih rivayetle karşılaştırılsaydı uydurma olduğu anlaşılacaktı (a.g.e., s. 274; Aynî, XIII, 321).
Mu‘tezile ve Şîa âlimlerinin Ehl-i sünnet’e yönelttikleri eleştirilere gelince, Sünnî âlimlerinin nasları yorumlarken hataya düşmediklerini söylemek elbette mümkün değildir. Nitekim aynı konularda az da olsa ihtilâf etmeleri bunu göstermektedir. Ancak bu tür meseleler İslâm akaidinin genel çerçevesiyle ilgili olmayıp ayrıntı sayılabilecek bazı noktalara münhasırdır. Mu‘tezile’nin Ehl-i sünnet’i teşbih ve cebir görüşlerini ihdas etmekle suçlaması isabetli değildir. Çünkü ilâhî sıfatları ispat eden sadece Sünnîler olmayıp Mu‘tezilîler de belli bir çerçevede sıfatları kabul etmektedir. Kader ve kulların fiilleri konusundaki eleştiriler de Ehl-i sünnet’in hatalı olduğunu kanıtlayıcı bir kesinlik taşımaz. Zira bütün olayların ilâhî ilim çerçevesinde meydana geldiğini, bunun yanında kulun fiil yapma gücü ve iradesine sahip bulunduğunu her iki taraf da kabul etmektedir. Ehl-i sünnet sadece
.sıfatların yetkinliğinden hareketle fiilin meydana gelişinde ilâhî iradeye de yer vermek istemektedir. Mu‘tezile’nin müslümanlar içinde azınlık durumunda bulunmakla övünüp çoğunluğu temsil etmesinden ötürü Ehl-i sünnet’i eleştirmesi de haklı değildir. Çünkü Kur’an’dan getirdikleri deliller kâfir - mümin ayırımıyla ilgilidir. Eğer insanlar içinde azınlıkta kalmak mânevî açıdan bir avantaj ise Ehl-i sünnet kâfirlere nisbetle yine azınlıktadır. Şîa’nın, hilâfeti kastederek, re’y ile hükmettiği ve bazı rivayetleri dikkate almadığı gerekçesiyle Ehl-i sünnet’e yönelttiği tenkitler aynen kendileri için de söz konusudur. Hakkında nas bulunmayan hususları ihtiyaca göre insanların anlayışına terkedip re’ye başvurmalarını câiz görmesi İslâm’ın evrensel ve mükemmel bir din oluşunun tabii bir neticesidir.
Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye âlimlerince yazılan akaid ve kelâm kitapları Ehl-i sünnet’in asıl literatürünü oluşturmakla birlikte özellikle Ehl-i sünnet adı kullanılarak telif edilen çeşitli eserler de vardır. Tahâvî’nin el-ǾAkīdetü’t-Tahâviyye diye de bilinen Beyânü Ǿakāǿidi Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (Mekke 1394/1974), Ebü’l-Kāsım Hibetullah b. Hasan et-Taberî’nin Şerhu usûli iǾtikadi Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (I-VI, Riyad 1402-1408), Kādıssünne Ebû Muhammed’in Kitâbü’s-Sünne ve’l-cemâǾa (İbnü’n-Nedîm, s. 230), Beyhakī’nin el-İǾtikad Ǿalâ Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (Beyrut 1984), Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin Usûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (Kahire 1987), Cüveynî’nin LümaǾu’l-edille fî kavâǾidi Ehli’s-sünne (Kahire 1385/1965), Adî b. Müsâfir’in İǾtikādü Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (Musul 1975), Ebü’l-Muzaffer es-Sem‘ânî’nin Minhâcü Ehli’s-sünne (Sübkî, V, 342), İbn Fakıhi Fıssa’nın Riyâzü’l-cenne fi âsâri Ehli’s-sünne, Alâeddin İbnü’t-Türkmânî’nin ed-Dürretü’s-seniyye fi’l-Ǿakīdeti’s-Sünniyye, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin el-Mukaddimetü’s-seniyye fi’l-intisâr li’l-fırkati’s-Sünniyye, Muhammed Sıddık Han’ın Riyâzü’l-cenne fî terâcimi Ehli’s-sünne, Abdülgānî en-Nablusî’nin Sarfü’l-eǾinne Ǿalâ Ǿakāǿdi Ehli’s-sünne (Îzâĥu’l-meknûn, I, 459, 600; II, 67, 544), Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin ǾUmdetü’l-Ǿakāǿid li-Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 338), Cemâleddin Muhammed b. Ebü’l-Hasan el-Bekrî’nin Teǿbîdü’l-minne bi-teǿyîdi Ehli’s-sünne (Teǿyîdü’l-minne fî tebîdi’s-sünne, bk. Keşfü’z-zunûn, I, 268, 336), Abdülhâdî el-Mısrî’nin Ehlü’s-sünne ve’l-cemâǾa, meǾâlimü’l-intılâki’l-kübrâ (Riyad 1988) ve Fâtıma Ahmed Rif‘at’ın Mezhebü Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa ve menziletühüm fi’l-fikri’l-İslâmî (İskenderiye 1989) adlı eserleri bunlardan bazılarıdır.
BİBLİYOGRAFYA:
et-TaǾrîfât, Kahire 1203, s. 27; Tehânevî, Keşşâf, Kahire 1382/1963, I, 121, 134-136, 283; M. F. Abdülbâkī, el-MuǾcem, “sünnet”, md. Dârimî, “Muķaddime”, 16, 23; Buhârî, “Fiten”, 2; a.mlf., Halku efǾâli’l-Ǿibâd (ǾAkāǿidü’s-selef içinde, nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr – Ammâr C. et-Tâlibî), İskenderiye 1971, s. 125, 130, 153-154; Müslim, “İmâre”, 53, 54, “Muķaddime”, 1, “Îmân”, 70, 80, “Cennet”, 17, “Fezaǿil”, 43, “Küsûf”, 2; İbn Mâce, “Fiten”, 8, 9, 17; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 6-11; Tirmizî, “Fiten”, 7, “Kader”, 10, “Îmân”, 16, 42; Hasan-ı Basrî, Risâle (Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevhîd içinde), Kahire 1971, I, 88-89, 92-93; Ebû Hanîfe, er-Risâle (nşr. M. Zâhid el-Kevserî, trc. Mustafa Öz, İmâm-ı A‘zam’ın Beş Eseri içinde), İstanbul 1981, s. 69; Ahmed b. Hanbel, er-Red Ǿale’z-zenâdıka ve’l-Cehmiyye (ǾAkāǿidü’s-selef içinde, nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr – Ammâr C. et-Tâlibî), İskenderiye 1971, s. 96; a.mlf., Kitâbü’s-Sünne (nşr. Muhammed Saîd b. Besyûnî), Beyrut 1405/1985, s. 29, 99, 113; Câhiz, el-Osmâniyye (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1374/1955, s. 123-124, 274, 362; İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, el-Îzâh, Tahran 1363 hş., s. 4-52, 93-114, 203-204, 249, 295; İbn Kuteybe, Teǿvîlü muhtelifi’l-hadîs (nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1408/1988, s. 36-40; a.mlf., el-İhtilâf fi’l-lafz (ǾAkāǿidü’s-selef içinde, nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr – Ammâr C. et-Tâlibî), İskenderiye 1971, s. 67-68; Dârimî, er-Red Ǿale’l-Cehmiyye, s. 40-41; a.mlf., er-Red Ǿale’l-Merîsî (Akāǿidü’s-selef içinde, nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr – Ammâr C. et-Tâlibî), İskenderiye 1971, s. 400; İbn Ebû Âsım, Kitâbü’s-Sünne (nşr. M. Nâsırüddin el-Elbânî), Beyrut 1400/1980, I, 16-31, 39, 43-44; II, 436-437, 645-647; Hayyât, el-İntisâr, s. 43; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Şâkir), XVI, 512; İbn Huzeyme, Kitâbü’t-Tevhîd (nşr. Abdülazîz b. İbrâhim eş-Şehvân), Riyad 1408/1988, I, 11, 53, 56; Eş‘arî, Makālât (Ritter), s. 3, 211, 291-298, 472; a.mlf., el-İbâne (Fevkıyye), s. 20-21; a.mlf., Usûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâǾa (nşr. Muhammed Seyyid Celyend), Kahire 1987, s. 65-101; Malatî, et-Tenbîh ve’r-red, s. 12, 14-15, 17, 42, 75; Hakîm es-Semerkandî, es-Sevâdü’l-aǾzam, İstanbul, ts. (Matbaatü İbrâhim), s. 2-4; Âcurrî, eş-ŞerîǾa (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1403/1983, s. 14, 18, 45-47; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist (Teceddüd), s. 229-231; Halîmî, el-Minhâc, III, 180-182; Kādî Abdülcebbâr, Fazlü’l-iǾtizâl ve tabakātü’l-MuǾtezile (nşr. Fuâd Seyyid), Tunus 1393/1974, s. 138-143, 149, 151, 188-189, 197; Bağdâdî, el-Fark (Kevserî), s. 12, 13, 21, 189-221; İbn Hazm, el-Fasl (Umeyre), II, 7, 11, 14, 230, 233, 265-266, 271, 274, 275, 293, 309-310, 359; III, 81, 292; IV, 6, 111-112, 117, 152, 181, 232; İsferâyînî, et-Tebsîr (Kevserî), s. 90-121; Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Usûlü’d-dîn (nşr. H. Peter Linss), Kahire 1383/1963, s. 26, 242-247; Gazzâlî, el-İktisâd (nşr. İbrahim Agâh Çubukçu – Hüseyin Atay), Ankara 1962, s. 1-2, 244-245; Nesefî, Tebsıratü’l-edille (Salamé), I, 164, 241, 281, 310, 324, 356, 357, 358-360; II, 544, 562-563, 577-578, 596, 644, 647, 768, 828-829, 888, 896, 980-981, 1000; İbn Ebû Ya‘lâ, Tabakātü’l-Hanâbile, I, 241-246, 329-330; Şehristânî, el-Milel (Kîlânî), I, 14-15, 92-108; İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü’l-İmâm Ahmed b. Hanbel, Kahire 1349/1931 → Beyrut 1977, s. 165-166, 171; Fahreddin er-Râzî, Esâsü’t-takdîs (nşr. Ahmed Hicâzî es-Sekkā), Kahire 1406/1986, s. 216; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, II, 409, 419; Şerhu’l-ǾAkīdeti’t-Tahâviyye, s. 50, 339; İbn Teymiyye, MecmûǾatü’r-resâǿil, I, 455; a.mlf., Minhâcü’s-sünne (nşr. M. Reşâd Sâlim), [Riyad] 1406/1986, II, 126; III, 401; IV, 95; V, 134; VI, 379; VIII, 407-409; a.mlf., Derǿü teǾâruzi’l-Ǿakl ve’n-nakl (nşr. M. Reşâd Sâlim), [Riyad] ts. (Dârü’l-Künûzi’l-edebiyye), I, 250; XI, 207-208; a.mlf., el-ǾAkīdetü’l-Vâsıtiyye, İstanbul, ts., s. 3, 20-21; Sübkî, Tabakāt (Tanâhî), III, 348, 367, 374-375, 398, 405, 414, 421-422; V, 342; VIII, 71; Şâtıbî, el-Muvâkat, II, 258-265; Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, II, 620, 633-634; İbnü’l-Murtazâ, el-Kalâǿid fî tashîhi’l-Ǿakāǿid (nşr. Albert N. Nader), Beyrut 1986, s. 49-50; a.mlf., el-Münye ve’l-emel, Beyrut 1979, s. 125; Aynî, ǾUmdetü’l-kārî, Kahire 1392/1972, XIII, 321; Süyûtî, Savnü’l-mantık ve’l-kelâm (nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr), Kahire 1970, s. 166-167, 179, 182-183, 323-324; Şa‘rânî, el-Yevâkīt ve’l-cevâhir, Kahire 1307, I, 3; Keşfü’z-zunûn, I, 268; Ebü’l-Bekā, el-Külliyyât (nşr. Adnan Derviş – Muhammed el-Mısrî), Beyrut 1413/1993, s. 497; Beyâzîzâde, İşârâtü’l-merâm, s. 52, 298; Seffârînî, LevâmiǾu’l-envâri’l-behiyye, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-İslâmî), I, 73, 285, 311, 312, 421; Zebîdî, İthâfü’s-sâde, II, 6, 7, 11, 86; Seksekî, el-Burhân fî maǾrifeti Ǿakāǿidi ehli’l-îmân, [baskı yeri yok] 1980 (Dârü’t-Türâsi’l-Arabî), s. 62, 63, 65; Hucendî, Hükmüllāhi’l-vâhidi’s-samed, Kahire, ts. (Matbaatü Îsâ el-Bâbî el-Halebî), s. 50, 52, 53, 57, 58, 77; İzmirli İsmail Hakkı, Muhassalü’l-kelâm ve’l-hikme, İstanbul 1336, s. 4-5, 11, 75-76, 90, 103; Abdülkādir Bedrân, el-Medhal ilâ mezhebi’l-İmâm Ahmed b. Hanbel, Dımaşk 1919, s. 34; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, IV, 11; VII, 552-553; Îzâhu’l-meknûn, I, 459, 600; II, 67, 266, 544; Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Muhtasarü’t-Tuhfeti’l-İsnâǾaşeriyye, Kahire 1373, s. 66, 80-83, 86, 91, 98, 99, 105, 106, 111, 116-123, 306; ǾAkāǿidü’s-selef (nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr – Ammâr C. et-Tâlibî), İskenderiye 1971, nâşirlerin mukaddimesi, s. 5-8; Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşǿetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1977, I, 233, 235, 244-245, 263-264; Resâǿilü’l-Ǿadl ve’t-tevhîd (nşr. Muhammed Amâre), Kahire 1971, nâşirin mukaddimesi, I, 62-63, 64, 68-69; W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 6, 98, 147, 158, 173, 176, 177, 210, 317, 321-329, 333-338, 349-357, 361-363, 391; E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda Îtikadî İslâm Mezhepleri, Ankara 1990, s. 54-73; Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1993, s. 109-149; Muhammed Hamidullah, “Sünnet”, İA, XI, 242-243.
Yusuf Şevki Yavuz
.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
.Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci (Muammer Esen, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2019, 208 s.) Rabia Aydın | ORCID: 0009-0006-1841-1942 | letahzen92@gmail.com Siirt Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri Bölümü, Kelam ve İslam Mezhepleri Tarihi Ana Bilim Dalı, Siirt, Türkiye ROR ID: https://ror.org/05ptwtz25 Öz Ehl-i sünnet Hz. Peygamber’in dini anlama ve uygulama şeklini takip edenler anlamında İslam dünyasında dini aslına uygun ve doğru bir şekilde yaşayanlar için kullanılan bir kavramdır. Müslümanların büyük çoğunluğunun benimsediği mezhep olması hasebiyle farklı türden oluşumları bünyesinde barındıran bu şemsiye kavrama bu oluşumların verdiği tanımlamalar da farklı farklı olmuştur. Kavram terkibi içerisinde bulunan "sünnet" kelimesine yüklenen anlamların farklılığı bu çeşitliliğin nedeni olarak görülebilir. Hak mezhep-bid’at mezhep ayırımında önemli bir rol oynayan Ehl-i sünnet kavramı kimi zaman mezhep taassubunun da etkisiyle kendilerinden farklı düşünenleri dışlamak için kullanılabilmiştir. Prof. Dr. Muammer Esen, "Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci" adlı eserinde, bu kavramın tarihsel süreç içerisinde nasıl ortaya çıktığına yer vermekle birlikte bu dışlayıcı anlamda kullanılmasını eleştirmiştir. Bu makalede inceleyeceğimiz eser, Ehl-i Sünnet kavramının ortaya çıkışının tarihi arka planına ve farklı tanımlamalarına ışık tutması açısından önemli bir yere sahiptir. Anahtar Kelimeler: Kelam, Ehl-i Sünnet, Sünnet, Cemaat, Mezhep. Atıf Bilgisi: Aydın, Rabia. “Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci”. Marifetname 10/2 (Aralık 2023), 761-773. https://doi.org/10.47425/marifetname.vi.1325623 Geliş Tarihi 17.07.2023 Kabul Tarihi 25.09.2023 Yayım Tarihi 31.12.2023 Değerlendirme İki Dış Hakem / Çift Taraflı Körleme Etik Beyan Bu çalışmanın hazırlanma sürecinde bilimsel ve etik ilkelere uyulduğu ve yararlanılan tüm çalışmaların kaynakçada belirtildiği beyan olunur. (Rabia Aydın) Benzerlik Taraması Yapıldı – iThenticate Etik Bildirim marifetnameetikbildirim@gmail.com Çıkar Çatışması Çıkar çatışması beyan edilmemiştir. Finansman Bu araştırmayı desteklemek için dış fon kullanılmamıştır. Telif Hakkı & Lisans Yazarlar dergide yayınlanan çalışmalarının telif hakkına sahiptirler ve çalışmaları CC BY-NC 4.0 lisansı altında yayımlanmaktadır. marifetname 10/2 (December 2023), 761-773 | Book Review marifetname | ISSN: 2757-752X Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah (Muammer Esen, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2019, 208 s.) Rabia Aydın | ORCID: 0009-0006-1841-1942 | letahzen92@gmail.com Siirt University, Faculty of Theology, Department of Basic Islamic Sciences, Department of Kalām and History of Islamic Sects, Siirt, Türkiye ROR ID: https://ror.org/05ptwtz25 Abstract Ahl as-Sunnah is a concept used in the Islamic world for those who follow the Prophet's way of understanding and practicing religion and for those who live the religion in accordance with its originality and appropriately. Since it is the sect adopted by the majority of Muslims, this umbrella concept, which comprises different types of formations, has different definitions given by these formations. The difference in the meanings attributed to the word "sunnah" in the conceptual composition can be seen as the reason for this diversity. The concept of Ahl asSunnah, which plays an important role in distinguishing between true and heretical sects, can sometimes be used to exclude those who think differently from them, under the influence of sectarian bigotry. Professor Muammer Esen, in his work titled "The Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah", includes how this concept emerged in the historical process, but also criticizes its use in this exclusionary sense. The work we will examine in this article has an important place in terms of shedding light on the historical background of the emergence of the concept of Ahl as-Sunnah and its different definitions. Keywords: Kalām, Ahl as-Sunnah, Sunnah, Community, Sect. Citation: Aydın, Rabia. “The Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah”. Marifetname 10/2 (December 2023), 761-773. https://doi.org/10.47425/marifetname.vi.1325623 Date of Submission 17.07.2023 Date of Acceptance 25.09.2023 Date of Publication 31.12.2023 Peer-Review Double anonymized - Two External Ethical Statement It is declared that scientific and ethical principles have been followed while carrying out and writing this study and that all the sources used have been properly cited. (Rabia Aydın) Plagiarism Checks Yes – iThenticate Conflicts of Interest The author has no conflict of interest to declare. Complaints marifetnameetikbildirim@gmail.com Grant Support The author acknowledges that he received no external funding in support of this research. Copyright & License The author publishing with the journal retains the copyright to his work licensed under the CC BY-NC 4.0. Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah• 763 marifetname | ISSN: 2757-752X Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci (Muammer Esen, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2019, 208 s.) Ehl-i sünnet kavramı “Sünnet ehli”, “Sünnete mensub olanlar” gibi anlamlara gelip, genel olarak Hz. Peygamberin yolunu ve onun dini anlama ve uygulama biçimini takip edenleri ifade etmek için kullanılmaktadır.1 Ehl-i sünnet kavramının ilk kullanımı hicri birinci asrın sonuna doğru olsa da bir mezhebin adı olarak mevcut şeklini hicri üçüncü asırda almıştır.2 İnceleyeceğimiz kitapta da ele alındığı gibi kavram ilk ortaya çıktığı andan günümüze değin, farklı kesimler tarafından farklı tanımlarla sahiplenilmiştir. Bu ayırımda kavram terkibinde bulunan “sünnet” kelimesine yüklenen anlamların farklılığı etkili olmuştur. Mezheplerin ve hatta kişilerin kendi görüşlerinin yansıması olan tanımlamalardaki farklılık Ehl-i sünnetin kurucu unsurlarını dahi dışarıda bırakacak tasniflerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 3 Mezhep taassubu ve doğrunun yegâne temsilcisi iddialarının etkisiyle geçmişte olduğu gibi günümüzde de anlamı ve kimleri kapsadığı hala tartışmalara konu olan Ehl-i sünnet kavramının4 tam olarak anlaşılabilmesi için tarihsel sürecine yakından bakmak önem arz etmektedir. Biz de bu çalışmamızda bu konuyu bir bütün olarak ele almaya çalışan, Prof. Dr. Muammer Esen’in Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci adlı eserini inceledik. 1 Cemalettin Erdemci, Kelam İlmine Giriş (İstanbul: Dem Yayınları, 2017), 55-56. 2 Y. Şevki Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları, 1994), 10/525-530. 3 Sıddık Korkmaz, “Sınırları Belirlenemeyen Dini Bir Oluşum: Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat”, Marife Dini Araştırmalar Dergisi 3 (2005), 377-392. 4 Sönmez Kutlu, “Ehl-i Sünnet isimlendirmesinin değeri nedir? Böyle bir isim belirlenmemiş olsaydı yerine ne önerilebilirdi?”, Marife Dini Araştırmalar Dergisi 5/3 (2005), 428-439. 764 • Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci https://dergipark.org.tr/tr/pub/marifetname Eser, yazarın 1995’te tamamladığı doktora çalışmasından müteşekkil olup, giriş, üç bölüm ve sonuçtan oluşmaktadır. Giriş bölümü “İlk Dönem Siyasi Olayları ve Mezheplerin Oluşumu” ile “Emevî-Hâşimî Çekişmesi ve Câhilî Asabiyetçilik Sürecinde Siyasi-İtikadî Yapılanma” başlıklarından oluşmaktadır. Birinci bölüm; “Sünnet, Bid‘at ve Cemaat Kavramları Bağlamında Ehl-i Sünnet-Ehl-i Bid‘at İlişkisi”, ikinci bölüm; “Ehl-i Sünnet Kavramı” ve üçüncü bölüm; “Bir Mezhep Olarak ‘Ehl-i Sünnet’ ” adını taşımakta olup, eser sonuç bölümü ile tamamlanmaktadır. Eserin giriş bölümünde Esen, İslam âleminde tarihsel süreç içerisinde meydana gelen ihtilaflara kronolojik olarak değinmiştir. Bu bağlamda ilk ihtilaf olarak, Hz. Peygamber’in vefatından önce meydana gelen “kırtas olayı”na yer verilmiştir. Ardından “Üsâme’nin ordusu” meselesi, Hz. Peygamber’in vefatı akabinde ortaya çıkan karışıklık, Hz. Peygamber’in nereye gömüleceği tartışmaları ve nihayet imâmet problemi ele alınmıştır. Müellif, bu ihtilaflardan en büyük ve hala tartışılan bir mesele olan imâmet meselesi üzerinde daha fazla durur. Sakīfe’de meydana gelen Hz. Peygamber’den sonra kimin halife olacağı ile ilgili tartışma, Hz. Ebû Bekir’in rivayet ettiği “İmamlar Kureyş’tendir” hadisinin de etkisiyle muhacir lehine sonuçlanmıştır. Halifenin Kureyş’ten olması gerektiği inancı, daha sonra Ehl-i sünnet, Şîa, Mürcie’nin çoğunluğu ve Mu‘tezile’den bazıları tarafından devam ettirilmiştir. Müellife göre imâmet konusundaki ihtilaflar, Hz. AliMuâviye mücadelesi ile değil Hz. Ebû Bekir’in halifelik seçimi döneminde başlamıştır. Esen’e göre imâmet meselesinde en demokratik görüşü, nesep ve kabile farkı gözetmeksizin bütün Müslümanların halife Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah• 765 marifetname | ISSN: 2757-752X olabileceğini savunan Hâricîler öne sürmüştür. Siyasi sahada başlayan tartışmalar zamanla mezhepleri ortaya çıkarıp itikadî zemine kaymıştır. Esen, yine giriş bölümünde dört halifenin hilafete geçme şekillerinden sırayla bahsetmiş, Hz. Osman dönemindeki yanlış uygulamaların ihtilafları, ayrışmaları körüklediğine ve onun şehadetiyle beraber ihtilafların savaşlara dönüştüğüne değinmiştir. Esen’e göre, Muâviye, Hz. Osman’ın şehit edilmesini bahane ederek, Hz. Ali’yle haksız bir mücadeleye girişmiştir. Hz. Ali ile Muâviye’nin şahsında gerçekleşen mücadele aslında câhiliyye döneminden itibaren süregelen Emevî-Hâşimî çekişmesinin bir parçasıdır. Yazara göre Cemel ve Sıffîn savaşlarına neden olan bu çekişme aynı zamanda itikadî mezheplerin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Bu savaşlarda ölen ve öldürenlerin durumunun sorgulanması büyük günah meselesini ortaya çıkarmış ve birçok mezhep bu konuda öne sürdüğü görüşe göre birbirinden ayrışmıştır. Ayrıca kader meselesi de yönetime geçen Emevîlerin benimsediği cebr anlayışına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. İşte itikadî mezheplerin oluşumu bu şekilde siyasi olaylar neticesinde aldıkları konuma göre şekillenmiştir. Ehl-i sünnet anlayışı da Havâric, Şîa gibi mezheplerden sonra ümmetin çoğunluğunu oluşturan mutedil grup olarak ortaya çıkmıştır. Yazara göre Ehl-i sünnet kavramı tarihsel süreç içerisinde farklı anlamlar kazanmıştır. Bu kavrama Ehl-i sünneti oluşturan grupların verdiği anlamlar çeşitli olduğu gibi Ehl-i sünnet dışında görülen mezheplerin verdiği anlamlar da farklı farklıdır. Bu eserde Esen, bu kavramın ortaya çıkışını, nasıl anlam değişikliklerine uğradığını ve farklı Sünnî anlayışları ele almayı amaçlamıştır. 766 • Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci https://dergipark.org.tr/tr/pub/marifetname Yazar, birinci bölümde Ehl-i sünnet kavramının tam olarak anlaşılmasını sağlamak için kavram terkibi içinde bulunan sünnet ve cemaat kavramlarının anlamlarını vermiştir. Buna ek olarak bu bölümde sünnet kavramının karşıtı olarak kullanılan “bid‘at” kavramının anlamını konunun daha iyi anlaşılması amacıyla açıklamıştır. Sünnet kavramını açıklarken, bu kavramın bütün kullanım şekillerine yer vermeye çalışmıştır. Lügatteki manasını “adet”, “yol” olarak veren yazara göre bu âdet ve geleneğin sünnet olabilmesi için “orijinal, sürekli ve belli bir standarda oturmuş” olması gerekmektedir. Bu anlamdaki sünnet, iyi de kötü de olabilir. İkinci başlıkta Kur’ân’daki sünnet kavramı açıklanmıştır. Buna göre sünnet lafzı Kur’ân’da “âdetullah” ve “önceki şeriatlar” manalarında kullanılmıştır. Müellif buradaki âdetullah’ın Allah’ın toplumsal yasaları uygulaması anlamına geldiğini aktarır. Tabiat kanunlarının ise âdetullah/sünnetullah kavramıyla ilişkisinin olmadığını açıklayan yazar, İbn Teymiyye’nin verdiği örneklerden yola çıkarak tabiat kanunlarının Allah dilerse değişebileceğini ama sünnetullah’ın değişmez olduğunu belirtmiştir. Önceki şeriatlar anlamına gelen sünnetü'l-evvelîn ise sünnet kelimesinin lügat manasına uygun olarak “sonraki nesillerce takip edilen gelenek, yol ve töreler” olarak aktarılmıştır. Eserde sünnetin, hadis-i nebevî’de geçen anlamlarından ilki, lügat anlamı ve Kur’ân’daki anlamına paralel olan “iyi ya da kötü yol” olarak verilmiştir. Buna “sünnet-i hasene” ve “sünnet-i seyyie” adlandırmaları da verilebilir. Hadislerde geçen ikinci kullanım ise sadece güzel yol anlamındaki sünnet-i nebevî olarak verilmiştir. Yazar, sünnet kelimesinin Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah• 767 marifetname | ISSN: 2757-752X en çok bilinen ve kabul gören anlamının bu ikincisi olduğunu belirtir ve bu yaygın kabulün Ashâbü’l-Hadîs’in etkisiyle oluştuğunu da aktarır. Sünnet kavramının farklı anlamları verildikten sonra, hadisçilerin, fakihlerin, fıkıh usulü âlimlerinin ve kelâmcıların sünnet tanımlarına ayrı ayrı yer verilmiştir. İlk olarak hadisçilerin sünnet tanımını aktaran müellife göre hadisçilerde sünnet tanımı Hz. Peygamberden sâdır olan – dini olsun veya olmasın – bütün söz, fiil ve takrirleri ile aynı zamanda sahâbe ve tâbiînin de söz, fiil ve takrirleri şeklinde oldukça kapsamlıdır. Müellif, bu noktada sahâbe ve tâbiînin söz, fiil ve takrirlerinin de sünnet tanımı içerisinde olmasını bir anlamda sorgulamaktadır. Ardından fıkıh usulü alimlerinden Mûsâ Cârullah ve Yahyâ b. Ebû Kesîr örneklerinde olduğu gibi sünneti “edille-i şer‘iyye” içinde ilk sıraya oturtanlar olduğundan bahsetmiştir. Müellife göre kelâmcılar sünneti daha çok fiili sünnet olarak algılamakta ve nebevî örneğe aykırı yani bid‘at olmayan her türlü güzel davranışı da sünnet kavramı içerisinde değerlendirmektedirler. Yazarın da katıldığı bu görüşe göre sahâbe ve tâbiîn de bu anlamda kendilerince Kur’ân’ı yorumlayıp kendi içtihatlarınca hareket etmişlerdir. Bu içtihatların farklı farklı siyasî, itikadî, fıkhî görüşü ortaya çıkarmasından da anlaşılacağı gibi onların her birinin yorumuna, anlayışına ve içtihadına muhakkak bağlı kalmak sünnetin –Ehl-i sünnet olmanın- gereği sayılmamalıdır. Yazar, bid‘at kavramını ise nebevî sünnet veya sahâbe sünnetine aykırı olan her türlü yeni uygulama olarak tanımlamıştır. Esen, Ashâbü’l-Hadîs’in sünnete yüklediği anlamın zamanla fiili bir örnekliği aşıp itikadî bir boyuta ulaşmasını eleştirir. Ona göre Kur’ân ve sünnette olmayan şeyleri tümüyle bid‘at olarak algılamak sünnet 768 • Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci https://dergipark.org.tr/tr/pub/marifetname kavramının kapsamını daraltır. Oysa, Kur’ân’ın öğretileri dahilinde ve nebevî örnekliğe uygun olarak, belli maslahatlara ulaştıracak fikirler ortaya koymak peygamberi geleneğe-sünnete daha uygun bir yaklaşımdır. Esen, ayrıca akîdemizin dayandığı temelin sünnet değil Kur’ân olması gerektiğini savunur. Yazarın bu noktada sünnet içinde yer alan isnad meselesi ve her grubun kendi fikrine uygun rivayetlere dayanması gibi problemlerden dolayı sünneti temel almayı uygun bulmadığı anlaşılıyor. Ehl-i sünnet ve'l-cemâat terkibi içerisinde yer alan “cemaat” kavramına da değinen Esen, bu kavramın daha ziyade siyasi bir anlamı ifade ettiği üzerinde durur. Buna göre cemaat, iyi veya kötü herhangi bir emir üzerinde icmâ eden Müslümanlar anlamında siyasi ve sosyal birlikteliği ifade eder. Şiî kaynaklar ve Câhız’a göre bu birlik Muâviye’nin halife olmasıyla meydana gelen birlik olarak kabul edilmektedir. Nitekim Müslümanlar bu yıla “cemaat yılı- âmü'l-cemâa” adını vermişlerdir. Birinci bölüm Ehl-i sünnet kavramının ilk kullanımı ve bu kullanımın hangi anlamda olduğu meselesinin açıklanmasıyla başlamıştır. Buna göre Ehl-i sünnet kavramını ilk kullanan kişiler hicri birinci asırda yaşamış olan İbn Abbas, İbn Sîrîn ve Hasan-ı Basrî’dir. Yazar göre Ehl-i sünnet bu erken dönemde henüz bir mezhep hüviyetinde değildir. Bu nedenle bu isimlerin kastettiği kavram daha çok hadis rivayetiyle meşgul olan Ashâbü’l-Hadîs ve/veya Kur’ân ve sünneti temel alan tüm kişi ve zümrelerin oluşturduğu İslâm cemaati anlamındaydı. Ehl-i sünnet’in bir mezhep olarak ortaya çıkması ise Eş‘arî ve Mâtürîdî ile mümkün olmuştur. Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah• 769 marifetname | ISSN: 2757-752X Bilindiği gibi Ehl-i sünnetin fıkhî yönü itikadî yönünden önce oluşmuştur. Bu oluşumda sahâbe ve özellikle halife uygulamalarına değinen Esen, bu halife uygulamalarından bazı örnekler aktarmıştır. Ehli sünnet’in fıkhi uygulamalarının temelini oluşturan bu uygulamaları aktaran müellif, bunların halifelerden önce yani Hz. Peygamber döneminde uygulanmadığını dolayısıyla bir anlamda Hz. Peygamber’in sünneti dışında yeni uygulamalar olduğunu vurgulamıştır. Müellif, bu noktada Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan bu yeni uygulamaların bid‘at değil de sünnet olarak kabul edilmelerini, buna karşılık Müslümanların daha sonraları bazı hikmet ve maslahata dayalı yeni uygulamalarının bid‘at olarak algılanmasını sorgulamıştır. Ehl-i sünnet’in itikadî temellerinin oluşmasını Hz. Osman’ın şehit edilmesi akabinde gelişen siyasi olayların ve tartışmaların bir sonucu olarak açıklayan yazar, daha sonra Ehl-i sünnet kelâmının öncülerine yer vermiştir. Bunlar arasında hem Ehl-i sünnet hem de Mu‘tezilî kelâmcılar tarafından sahiplenilen Hz. Ali, Abdullah b. Ömer ve Hasan-ı Basrî gibi isimler yer almaktadır. Bu isimlerden Hz. Ali’yi her iki tarafın sahiplenmesi yazara göre, özellikle kader meselesiyle ilgili her iki tarafın da görüşüne uygun rivayetlerinin varlığından kaynaklanmaktadır. Benzer şekilde, Hasan-ı Basrî, Mu‘tezile tarafından Kaderi olarak kabul edilirken, Ehl-i sünnet alimleri bunun tersini savunur. Yazara göre ise, muhtemelen Hasan-ı Basrî bir dönem Kaderi görüşü benimsemiş ama her nedense daha sonraları bu görüşünden vazgeçmiştir. Zaten onun zalim dahi olsa emire karşı çıkılmaması gerektiği yönündeki görüşü de Ehl-i sünnet’in görüşüne uygundur. 770 • Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci https://dergipark.org.tr/tr/pub/marifetname Ehl-i sünnet mezhebinin oluşumuna katkıları olan diğer isimler, mezhep imamları olarak verilmiştir. Bunlar arasında ilk isim şüphesiz Ebû Hanîfe’dir. Ebû Hanîfe’nin özellikle el-Fıkhü’l-ekber adlı eseri, Ehl-i sünnet’in itikadî görüşlerinin ilk defa programlı, toplu ve özlü bir şekilde ortaya konulduğu bir eserdir. Yazar, Ehl-i sünnet mezhebinin Eş‘arî ve Mâturîdî eliyle ortaya çıktığının kabul edildiğini ama aslında anlayış ve düşünce olarak sahâbe dönemine dayandığını ve bu anlamda ilk ciddi katkıyı Ebû Hanîfe’nin ortaya koyduğunu savunmaktadır. Yazara göre büyük günah meselesinin ortaya çıkması ile Hâricîler ve Mu‘tezile konuyla ilgili fikirleri dolayısıyla ayrışırken bu iki görüşün dışında bir tutum sergileyen Mürcie, Ehl-i sünnet’in öncüsü olmuştur. Burada Mürcie’nin tutumu, iman anlayışları ve görüşleri nedeniyle hiçbir Müslümanın tekfir edilmemesi gerektiği yönündedir. Dolayısıyla birlik ve beraberliği yani “cemaat” fikrini savunmuşlardır. Büyük günah meselesindeki görüşü nedeniyle Ebû Hanîfe de bir Mürciî olarak kabul edilmiştir. Diğer bir mezhep imamı olan Mâlik b. Enes’in, görüşlerini aşırı bulduğu Müşebbihe ve Mu‘tezile’ye karşı, istivâ konusunda “istivâ malumdur, keyfiyeti meçhuldur; ona iman vâciptir ve ondan sual bid‘attir” sözleri Ehl-i sünnetin bu konudaki görüşüne kaynaklık etmiştir. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel, Mu‘tezile’nin kader, sıfatlar, halku’lKur’ân, imanın tanımı ile ilgili görüşlerine muhalif olarak Ehl-i sünnet’in daha sonra Eş‘arî ve Mâturîdî ile sistemleşecek olan görüşlerini savunmuşlardır. Yine Eş‘arî’den önce Ehl-i sünnet’in inanç esaslarını kelâmî delillerle savunan İbn Küllâb, Kalânisî ve Muhâsibî isimleri önemlidir. Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah• 771 marifetname | ISSN: 2757-752X Esen üçüncü bölümde Ehl-i sünnet’i nihayet bir mezhep olarak ele almıştır. Esen’e göre hicri ilk asırlarda kendisini Ehl-i sünnet olarak gören ve adlandıran kesim için aslında Eş‘arî ve Mâturîdî’den önce bir mezhep hüviyetinde olduğu söylenemez. Bunun nedeni o dönemlerde kelâmi meselelerin henüz bir ayrışma oluşturacak biçimde tartışılmaya başlanmamasıdır. Hicri ikinci asırda tartışılmaya başlanan kelâmi meseleler üçüncü asırda Eş‘arî ve Mâturîdî eliyle sistemleşip mezhebe dönüşmüştür. Müellife göre bu mezhepleşmenin kökleri siyasi ihtilaflara dayanmaktadır. Siyasi ayrılıklar sonucu oluşan mezhepler sonrasında itikadî bir boyut kazanmıştır. Mezheplerin ayrışması hadisçiler, mezhepler tarihi ve makâlat yazarları tarafından iftirak hadisine dayandırılmaktadır. Onlara göre hadiste geçen, kurtuluşa erecek olan fırka Ehl-i sünnet ve'l-cemâat’tir. Yazar, yetmiş üç fırka hadisinin (iftirak hadisi) hangi eserlerde yer aldığını ve değişik rivayet şekillerini aktardıktan sonra Eş‘arî’nin Makâlat’ül-İslâmiyyin adlı eserinde mezhepleri tasnif ederken bu hadise yer vermediğini ve daha objektif bir tavır takındığını belirtir. Müellif daha sonra İbn Hazm, Eş‘arî, Malatî, İsferâyînî ve Îcî gibi alimlerin mezhep tasniflerine kısaca değinmiştir. Buna göre bu kişilerin kabul ettiği dörtten ona kadar değişen temel mezheplerin sayısı esasen dörde indirgenebilir. Zira müellife göre bu kişiler tarafından ayrı birer mezhep olarak telakki edilen Mürcie, Müşebbihe, Nâciye, Cebriye, Küllâbiye aslında Ehl-i sünnetle hemen hemen aynı mezhep sayılabilirken, Cehmiyye, Dırâriyye ve Neccâriye de Mu‘tezile ile aynı mezhep olarak telakki edilebilir. 772 • Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci https://dergipark.org.tr/tr/pub/marifetname Esen “Mezheplerin İç İçeliği” başlığı altında farklı mezheplerin imâmet meselesi örneğinde olduğu gibi bazı konularda aynı görüşü paylaşabildiklerini ve sözgelimi bir Müslümanın siyasi olarak Şiî, itikadî olarak Mu‘tezili ve fıkhi olarak da Hanefi olabileceği görüşünü aktarır. Şehristânî, Bağdâdî, İsferâyînî gibi şahsiyetlerin, Ehl-i sünnet’in Selef, Ashâbü’l-Hadîs ve fıkıh imamlarından müteşekkil olduğuna dair görüşlerini aktaran yazar, daha sonra Mu‘tezile ve benzerlerinin bu gruba dahil edilmediğini belirtir. Buna karşılık Mu‘tezilî âlim Kādî Abdülcebbâr’ın asıl kendilerinin sünnet ve cemaate bağlı olduklarını, Mu‘tezile’yi kötüleyenlerin ise sünnet ve cemaatten uzak olduklarını aktaran görüşlerine yer verir. Son olarak Ashâbü’l-Hadîs’in Ehl-i sünnet tanımına değinen yazar Ashâbü’l-Hadîs’in iman esaslarını Kur’ân’dan ziyade sünnete dayandırdığını belirtir. Onlar; kader, halku’l-Kur’ân, mîzan, havz, kabir azabı ve şefaate iman gibi Kur’ân’da değil sünnette yer alan hususlardaki ortak tutumu ve zalim bile olsa emire itaati Ehl-i sünnet olmanın gereği saymışlardır. Esen, Şîa ve Mu‘tezile’yi dışarıda bırakarak yapılan tasniflere karşı çıkarak bu iki mezhebin de Hz. Peygamber’in sünnetini kabul ettiklerini savunmuştur. Dolayısıyla Esen’e göre Ehl-i sünnet kavramıyla kastedilen sadece Ashâbü’l-Hadîs veya Eş‘arîler ile Mâturîdîler olmamalıdır. Esen, Ehl-i sünnet kavramının tek bir mezhebi ifade etmekten ziyade “Peygamber ve ashabının yolunu takip edenler” tanımına uygun birçok mezhebi içine alan şemsiye bir kavram olduğunu, dolayısıyla kavramın ayrıştırıcı değil birleştirici ve kapsayıcı olması gerektiğini vurgulamıştır. Formation and Development Process of the Concept of Ahl as-Sunnah• 773 marifetname | ISSN: 2757-752X Eser günümüzde Müslüman çoğunluğun mezhebi olarak bilinen Ehl-i sünnet kavramının tarihi süreç içerisinde nasıl ortaya çıktığı ve hangi kesimler tarafından nasıl anlamlandırıldığına ışık tutması açısından önemli bir çalışmadır. Ek olarak, isnad açısından zayıf görülen “yetmiş üç fırka” hadisi temel alınarak, bazı kesimlerce Ehl-i sünnet kavramının dışlayıcı bir tarzda kullanılması ve bu kesimlerin rivayetlere akîdevi bir anlam kazandırmasına yönelik eleştiriler ise eserde dikkat çeken argümanlardır
.EHL-İ SÜNNET VE’L CEMAAT’İN DOĞUŞU
Ehl-i Sünnet vel cemaat: Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in ve mübarek Ashabı’nın (r.a.e.) yolunda bulunma mutluluğuna ermiş müslümanlardır.
Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in saadet zamanlarında itikadi ve ameli konularda müslümanlar arasında ihtilaf yoktu. Münafıklar dışında her müslüman risaletin bereketli pınarından hayatın saf ve temiz suyunu alıyor ve onunla neşvu nema buluyordu: Nitekim Cenab-ı Hakk (c.c.) Kur’an-ı Kerim’inde onları şöyle övmüştür: “Siz beşeriyet için meydana gelmiş en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emrediyor,
kötülükten alıkoyuyorsunuz ve Allah’a imanınızda devam ediyorsunuz.” (Âl-i İmran. 110)
İslam’ın ilk yıllarında müslümanlar arasında sorulan sorular,
istenilen açıklamalar, Hazret-i Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından, Kur’an ayetlerinin işaret ettiği doğrultuda doyurucu bir şekilde cevaplandırılıyordu. Müslümanlar arasında bölünmelere sebep olacak farklı fikirlerin çıkışına, lüzumsuz tartışmalara fırsat verilmemişti, İslam ümmeti o dönemlerde birliğini muhafaza etmişti.
Tâbiinin büyük bir çoğunluğu akidede, amelde ve ruh terbiyesi konularında Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in bereketli sünnetinden ve Ashabı Kiram’ın cemaatından ayrılmayıp bu değerlere sımsıkı bağlı bulundular. Bunlara da Ehli Sünnet vel Cemaat adı verildi, İslam aleminin büyük bir çoğunluğunu oluşturan bu yolun temsilcileri Ebu Hanife; İmam Şafii, İmam Malik, İmam Ahmed bin Hanbel (r.a.) dur. Bu dört mezhebin hak oluşu, tevatür haddine erişen müdevven kitaplarla zamanımıza kadar devam etmiştir. Keza bu dört mezhepte “müçtehid fil mezhep” payesine ulaşan ve adları sayılmayacak kadar çok sayıda ilim adamla, mutlak müçtehid oldukları halde, mezhepleri tedvin edilmemiş ve zamanımıza kadar gelmemiş İmam Zeyd, İmam Cafer, İmam Davud-ez Zahiri, İmam Hazım ve bunlardan başka büyük ilim ve takva sahipleri zatlar da bulunmaktadır.
Ehli Sünnet ve’l Cemaat; Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli mezheplerine mensup bulunan fakih, müfessir, muhaddis, sofi, edebiyatçı ve halk tabakasının mübarek adıdır. O zamandan çağımıza kadar devam eden ve İslam aleminin en büyük çoğunluğunu teşkil eden bu fırkaya fırka-i naciye de denilir. NEDEN FARKLI MEZHEBLER VAR?
İbnu Haldun Mukaddime adındaki kitabının yedinci faslında
özetle şöyle diyor: “Şer’i delillerden hüküm çıkarılan fıkıh ilminde müçtehidler arasında ihtilaf vaki olmuştur. Bunun sebebi ise, idrak güçlerinin ve bakış açılarının farklılığından doğmuştur. Bunun olması da gayet normaldir, lüzumludur. Fıkıhta bulunan bu ihtilaf İslam aleminde yayılmıştır. Taklid etmek isteyen kimse, istediği
kimseyi taklid etme hakkına sahiptir. Dört mezhep İmamlarının bulundukları derece ve taşıdıkları şahsi ve ilmi yeteneklerinden dolayı halkın hüsnü zannını kazanmış oldular. Bu dört mezhep İslam dininin temeli oldu. İNANÇ ESASLARINDA EHL-İ SÜNNET MÜTTEFİKTİR
Bu dört imamdan sonra, bid’alar ve nefsi emmareye uymalar çoğalıp, kuvvetlendi. Fitne ateşi bütün İslam alemini sardı, müslümanların saf ve temiz akideleri bozulmaya başladı, işte bu zamanda dört mezhebe mensup ilim adamları harekete geçip salih selefin kitap ve sünnetten aldıkları ve yaşadıkları akideyi müdafa edip bu uğurda ciddi mücadeleler verdiler. Bu mücadele, Ebu’l Hasan El Eş’ari ve Ebul Mansur el Maturidi’nln (Allah ikisinden de razı olsun) ortaya
çıkmalarına kadar devam etti. Ebul Hasan El Eş’ari Şafii mezhebine, Ebu Mansur el Maturidl de Hanefi mezhebine mensup idi. Bu iki İmam Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetini ve Ashabın (r.a.) yolunu en güzel bir şekilde müdafa ettiler ve bid’acılan perişan vaziyete düşürdüler. Bu iki zat, İslam Alimleri arasında büyük bir sevgi ve itimad kazandılar. İtikadi konulara ait bu iki mezhebe de Eş’ari ve Ma-
turidi mezhebi adı verildi, İslam ilim adamları örfünde bunlara Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat adı verilmiş olup, Mutezile ve diğer bid’acı ve dalalette bulunan mezheplerden ayrılmış oldular. Hadis ve tasavvuf alimleri de Eş’ari ve Maturidi mezheplerine muhalif olmadıkları için onlar da ehli sünnet vel cemaat camiasına girmiş oldular.”
İbn Subki (r.a.), İbnu Hacib’in akide şerhinde şöyle diyor: “Bil ki, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ın tamamı, vacip, caiz ve muhal olan konularda bir tek itikad üzerine ittifak etmişlerdir. Her ne kadar bunlar bu hakikatlere giden yollar, kaideler ve nedenler üzerinde ihtilaf etmiş olsalar bile.
Bu iki akide imamı Eş’ari ve Maturldi (Allah ikisinden de razı olsun) kendiliklerinden hiç bir görüşü ortaya atmamışlardır. Onların izah ve açıklamaları yalnız selefi salihinin hassasiyetle üzerinde durdukları ve hakkaniyetini tesbit ettikleri Ashabı Kiram’ın (r.a.e.) yolu ve fetvaları olmuştur.
Yukarıda da söylediğimiz gibi Ehl-i Sünnet arasında itikadi meseleler hakkında ihtilaf yoktur. Bir kaç meselede ihtilaf var olarak görülüyor ise de, bunlar da tamamen lafzidir (söylenişle alakalıdır), mahiyeti ve tesiri yoktur. İSLAM NAKİL DİNİDİR
İlimde ve takvada şöhret kazanmış, içtihadın bütün şartlarına haiz, istihraç ettikleri bütün konuların delil ve kaynaklarını belirtmiş ve güvenilir kitaplarda zabt ve cem etmiş ve bu durum bütün selef ulemasınca da tevsik edilmiş ehli sünnetin bu dört mezheb imamının birisine uymak elbette lüzumlu ve faydalıdır. Şeriatı bilmek
İçin selefe itimad etmek konusunda ümmet ittifak etmiştir. Bu konuda tâbiin ashaba (r.a.e.)’ itimad etmiş, tebe-i tâbiin de tâbiine güvenmiş böylelikle her tabaka kendisinden evvelki tabakaya itimad edegelmiştir. (r.a.e.)
Akıl da bunun güzel bir yol olduğunu kabul eder, Çünkü şeriat nakilslz ve istinbatsız bilinmez. Dinde nakil esastır. Her tabaka kendisinden evvelki tabakadan kesintisiz bir biçimde alırsa işte o zaman nakil doğru olabilir.
Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Büyük cumhura uyunuz.” Buyuruyor. Bu dört mezhepten başka diğer mezhepler yok oldu, büyük çoğunluk bu dört mezheptedir. Bunlardan ayrılmak büyük çoğunluktan ayrılmak demektir.” KURTULMUŞ FIRKA EHL-İ SÜNNET FIRKASIDIR
“Ümmetin yetmiş üç fırkaya” bölüneceğine dair hadisi şerif, itikadi mezheplerin teşekkülü ile yakından alakalıdır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Benim ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri hariç, diğerleri cehenneme gireceklerdir.” buyuruyor. Sahabe-i Kiram (r.a.e.): O müstesna olan fırka hangisidir ya Resûlullah? diye sorunca, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: “Benim ve ashabımın yolunda olan cemaattir.” müjdesini veriyor. Bir başka hadisi şerifte ise Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Benim ve raşid halifelerimin sünnetine sarılınız.”
Tüm bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Ashaba uyanlar, ancak sahih rivayetlerle gelen ahkam ve siyerlerde onlara uyanlardır. Bu da Ehl-i Sünnet’in yoludur, sünneti terk edenlerin yolu değildir. Saydığımız nedenlerle ve getirdiğimiz delillerle kurtulmuş fırka Ehli Sünnet fırkasıdır. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in hükmüne uyan bu fırkadır, çünkü Resulullah (s.a.v.)’e ve Ashabına (r.a.e.) bu fırka uymuştur.”
İslami fırkalar hakkında bilgi veren bütün kitaplar yukarıdaki yaptığımız alıntıları teyid etmektedirler. Resulullah’ın (s.a.v.) mübarek Ashabını tekfir edenler, onların şehadetlerini bir demet bakla hakkında bile kabul etmeyenler Allah-u Teala’nın sıfatlarının tamamını veya bir kısmını inkar edenler ve yüce rabbimize cihet tayin e denler ve Allah da benim bu kürsüye indiğim gibi arşa inerler diyenler, Resulullah (s.a.v.)’in: “Kurtulmuş fırka bana ve Ashabıma tabi olanlardır.” buyurduğu fırka olamaz. O mübarek fırka ancak, Resulullah (s.a.v.) Efendimiz’in her çeşit sünnetini ve hatta mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’i sahih yollarla bize nakil ve rivayet eden mübarek Ashabın yolunda yürüyen ve titizlikle bağlanan Ehli Sünnet vel Cemaat denilen mutlu fırkadır.
Kaynak: Mehmet Çağlayan, Ehli Sünnet ve Akaidi
..
EHL-i SÜNNET
أهل السنّة
Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler anlamında bir tabir.
Sözlükte “mânevî alanda çizilen yolu benimseyenler” anlamına gelen ehl-i sünnet (ehlü’s-sünne) tamlaması ehlü’s-sünne ve’l-cemâa (ehl-i sünnet ve’l-cemâat) ifadesinin kısaltılmış şeklidir. Buradaki sünnetten maksat, dini tebliğ ve beyan etmekle görevli bulunan Hz. Peygamber’in İslâm’ın temel konularını anlama ve benimseme tarzıdır. Cemaat kavramı, her devirdeki müslümanların büyük ekseriyeti (sevâd-ı a‘zam) ve müctehid âlimler gibi farklı şekillerde yorumlanmışsa da vahyin ilk muhatapları olup inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk cepheleriyle İslâm’ı bir bütün olarak sonraki nesillere aktaran ashap cemaati anlamına geldiği yolundaki görüş tercih edilmiştir (Şâtıbî, II, 258-265). Aslında bu anlayış diğer yorumların da temelini oluşturmaktadır. Buna göre Ehl-i sünnet’i, “Hz. Peygamber ile ashap cemaatinin dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” diye tarif etmek mümkündür. Bu tarifte yer alan “dinin temel konuları”ndan, İslâm’dan olduğu kesinlikle bilinen ve “usûlü’d-dîn” diye de adlandırılan hususlar kastedilmektedir (aş.bk.).
Sünnet kelimesi daha çok, ilâhî tebligatı yalanladıkları için geçmiş peygamberlerin ümmetlerine uygulanan ve âdet-i ilâhiyye haline gelen dünyevî azap mânasında Kur’ân-ı Kerîm’de geçmekteyse de (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “sünnet” md.) ehl-i sünnet tabiri Kur’an’da yer almamıştır. “O gün nice ağaran yüzler vardır” (Âl-i İmrân 3/106) meâlindeki âyetle Ehl-i sünnet’in kastedildiği tarzındaki bir yorum İbn Abbas’a nisbet edilirse de (İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, V, 134) âyetin devamı dikkate alındığı takdirde burada genel anlamda müminlerden bahsedildiği açıkça görülür.
Erken dönem hadis kaynaklarında da ehl-i sünnet tabiri görülmemekte, buna karşılık “sünnet” ve “cemaat” kelimelerine rastlanmaktadır. İlgili rivayetlerde belirtildiğine göre Hz. Peygamber ümmetinin yetmiş iki veya yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan biri dışındaki bütün fırkaların cehenneme, “cemaat fırkası”nın ise cennete gireceğini söylemiş (İbn Mâce, “Fiten”, 17; İbn Ebû Âsım, I, 30-31, 39); Allah’ın rahmet elinin cemaat üzerinde olduğunu, cennetin ortasına girmek isteyenlerin topluluktan ayrılmamaları gerektiğini (Tirmizî, “Fiten”, 7), cemaatten az da olsa ayrılanların İslâm’dan çıkmış sayılacaklarını ve Câhiliye ölümüyle öleceklerini belirtmiştir (Buhârî, “Fiten”, 2; Müslim, “İmâre”, 53, 54). Ayrıca ihtilâf halinde büyük çoğunluğa uyulmasını emretmiş (İbn Mâce, “Fiten”, , vefatından sonra, yaşayanların pek çok ayrılığa şahit olacaklarını söylemiş, bunlara yetişecek olan o dönemdeki müminlerin kendi sünnetiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sımsıkı sarılmasını öğütlemiştir (Dârimî, “Muḳaddime”, 16). Bu nakillerden “yetmiş üç fırka” rivayeti isnad açısından zayıf görülmüştür (İbn Hazm, III, 292). Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetiyle ilgili rivayetler ise İslâm tarihinde vuku bulan bazı olayların seyriyle bağdaşmayan unsurlar ihtiva etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber’in vefatından sonra halifenin belirlenmesi konusunda ashabın ihtilâfa düştüğü ve her halife seçiminde nassın bulunmayışından doğan belirsizliğin devam ettiği ilk kaynaklarda zikredilmektedir. Eğer Resûl-i Ekrem râşid halifelerle ilgili bir tavsiyede bulunmuş olsaydı ihtilâf ve belirsizlik ortaya çıkmazdı. Ayrıca bu rivayetler, Şîa’nın öne sürdüğü “sekaleyn” hadisine alternatif olarak ortaya konulduğu izlenimini de vermektedir (bk. EHL-i BEYT). Bazı geç dönem eserlerinde Hz. Peygamber’e nisbet edilmiş olarak ehl-i sünnet tabirine rastlanmaktadır. Ebû Abdullah el-Halîmî’nin kaydettiği rivayete göre Resûl-i Ekrem her emîrin arkasında namaz kılmayı, her halifenin idaresinde cihad yapmayı ve ehl-i kıbleden olup vefat eden herkesin cenaze namazını kılmayı Ehl-i sünnet’in üç esası olarak göstermiştir (el-Minhâc, III, 180). Şehristânî’nin yer verdiği rivayete göre ise Hz. Peygamber, yetmiş üç fırkaya ayrılacak olan ümmeti içinde yalnız kendisinin ve ashabının yolunu takip eden Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’in kurtuluşa ereceğini söylemiştir (el-Milel, I, 14). Ana hadis kaynaklarında yer almayan bu rivayetlerin sıhhati şüphe ile karşılanmaktadır.
Ehl-i sünnet’e bağlı olanlara “sağlam ve doğru inancı benimseyenler” anlamında “Sünnî” adı verilir. M. Watt, sünnî teriminin ilk defa IV. (X.) yüzyılda kullanıldığını ileri sürmüşse de (İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 338) tâbiînden Saîd b. Cübeyr’e (ö. 95/713) nisbet edilen bir rivayetten anlaşıldığına göre kelime I. yüzyılın sonuna doğru (VIII. yüzyılın başları) ortaya çıkmış olmalıdır (Fığlalı, s. 54). Ehl-i sünnet tabiri ise Dârimî’de yer alan bir rivayete bakılırsa (“Muḳaddime”, 23) ilk defa Hasan-ı Basrî tarafından kullanılmıştır. Ehl-i sünnet mensupları, “ehl” kelimesine “hadis, cemaa, istikame, hak, iman, isbat” kelimeleri eklenerek oluşturulan terkiplerle ve “sıfâtiyye” (ilâhî sıfatları benimseyenler), “fırka-i nâciye” (kurtuluşa eren zümre) ve “sevâd-ı a‘zam” (büyük çoğunluk) tabirleriyle de anılır; kaynaklarda ise Cebriyye, Mücevvire, Nâsıbe, Nâbite, Müşebbihe, Haşviyye gibi isimlerle ifade edilmek istenir. Günümüze ulaşan kaynaklar içinde ehl-i sünnet tabirine yer veren en eski eser, Ahmed b. Hanbel’e atfedilen er-Red ʿale’z-zenâdıḳa ve’l-Cehmiyye’dir (s. 96). Onu Dârimî’nin es-Sünen’i (“Muḳaddime”, 23), Müslim’in el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’i (“Muḳaddime”, 1), İbn Şâzân en-Nîsâbûrî’nin el-Îżâḥ’ı (s. 93-94) ve İbn Kuteybe’nin el-İḫtilâf fi’l-lafẓ’ı (s. 67-68) takip eder. Bu bilgiler, Ehl-i sünnet’in III. (IX.) yüzyılda itikadî bir mezhep olarak teşekkül ettiğini, başka bir deyişle ehl-i bid‘atın zuhurundan sonra muhafazakâr çoğunluğun bu isimle anılmaya başlandığını kanıtlar. Yeni araştırmalara göre Ehl-i sünnet ve’l-cemâat’in başlangıcı ilk siyasî görüş ayrılıklarına dayanmaktadır. Zira ilk halifenin belirlenmesi sırasında yapılan tartışmalar bir tarafa bırakılırsa üçüncü halifenin şehid edilmesine kadar geçen sürede müslümanlar arasında kayda değer bir siyasî ve itikadî ihtilâf çıkmamıştır. Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde Muâviye ve onu destekleyenlerce başlatılan siyasî mücadeleler müslümanların savaşlarda birbirlerini öldürmeleri sonucunu doğurmuş, buna bağlı olarak iman-küfür sınırı, kader, büyük günah işleyenlerin dinî durumu gibi meseleler zihinleri meşgul etmeye başlamıştır. Diğer taraftan Şîa’nın ilk üç halifeyi gayri meşrû sayması da başka tartışmaları gündeme getirmiştir. Bu hususlar dikkate alınarak Ehl-i sünnet ve’l-cemâat tabirinde yer alan “sünnet” ashabın yaygın telakkisi, “cemaat” de çoğunluğun siyasî temayülü şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle cemaat kavramının Muâviye tarafından ortaya konulduğu ve Hz. Hasan’ın hilâfetten çekildiği 41. (661) yıla “cemaat yılı” denildiği nakledilmektedir (Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd, nâşirin mukaddimesi, I, 64). İktidarın Emevîler’in eline geçmesinden sonra sürdürülen hilâfet tartışmalarında, Şîa’ya karşı ilk dört halifenin yanı sıra Muâviye’nin hilâfetini meşrû kabul edenlere Osmâniyye adı verilmiş ve böylece Havâric dışındaki müslümanlar siyasî bakımdan büyük çoğunluğu teşkil eden Osmâniyye ile azınlık durumunda bulunan Şîa gruplarına ayrılmıştır. Nitekim Câhiz, hilâfet tartışmalarını incelediği eserinde Osmâniyye’yi çoğunluğu temsil eden siyasî grup karşılığında kullanmıştır (el-ʿOs̱mâniyye, s. 362). Buna göre Osmâniyye başlangıçta siyasî anlamda Ehl-i sünnet’i ifade eden bir kavram olarak kabul edilmelidir.
Hicrî I. yüzyılın sonuna doğru Emevîler’in cebir inancını siyasî amaçlarla yaymaya çalışmasına karşılık Ma‘bed el-Cühenî’nin kaderi inkâr etmesi, Havâric’in günah işleyen herkesi tekfire kalkışması, hayatta bulunan sahâbîleri ve tâbiîn âlimlerini bu konularda Kur’an ve Sünnet’teki hükümleri irdelemeye sevketmiştir. Ebû Hanîfe, Hz. Ali’nin Hâricîler’e karşı takındığı tavırla büyük günah işleyenin mümin olduğuna işaret etmesini dikkate alarak onu Ehl-i sünnet’in öncüsü saymıştır (er-Risâle, s. 69). Abdülkāhir el-Bağdâdî de bu görüşe uyarak Hz. Ali’den Ehl-i sünnet’in ilk kelâmcısı diye söz etmiş, ardından da Ma‘bed el-Cühenî’den teberrî ederek kaderi iman esasları arasında gören Abdullah b. Ömer, tâbiînden Kaderiyye’yi red hakkında küçük bir risâle yazdığı nakledilen Ömer b. Abdülazîz, er-Red ʿale’l-Ḳaderiyye adlı risâleyi kaleme alan Zeyd b. Ali, ircâ görüşünün ilk temsilcisi sayılan Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye ve kader konusunda bir risâlesi bulunan Hasan-ı Basrî’yi Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri olarak zikretmiştir (el-Farḳ, s. 220). Bunlardan Ömer b. Abdülazîz hakkında Ebû Dâvûd’un naklettiği bir rivayet (“Sünnet”, 7) Sünnî akîdenin oluşmasına tesir etmiştir. Ömer b. Abdülazîz müslümanları, her türlü hatadan uzak bulunan Hz. Peygamber’in sünnetine davet etmek suretiyle bid‘atçı görüşlerden sakındırmış, itikadî konularda tartışmalara girişmeyen ashabın yolunu tavsiye etmiş, ayrıca her şeyin ilâhî irade çerçevesinde cereyan ettiğine inanarak kadere iman noktasında teslimiyet gösterilmesini gerekli görmüştür. Onun bu görüşleri Ehl-i sünnet akîdesinin ipuçlarını taşımaktadır. Başlangıç dönemi Ehl-i sünnet sisteminin şekillenmesinde önemli rol oynayan âlimlerin başında Hasan-ı Basrî gelir. Hasan-ı Basrî müslümanların mevcut yönetime isyan etmelerini doğru bulmamış, halkı fitneden uzak tutmaya ve cemaat şuurunu geliştirmeye çalışmış, bu sebeple Emevîler’in uygulamalarını gerektiğinde ağır bir dille eleştirmesine rağmen onları Hulefâ-yi Râşidîn’den sonra meşrû idareciler olarak kabul edip Ehl-i sünnet’in konuyla ilgili ilk habercisi rolünü oynamıştır (Fığlalı, s. 58-59). Hasan-ı Basrî’den sonra meşhur dilci Asmaî’nin rivayetine dayanılarak Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/749), Yûnus b. Ubeyd, Süleyman b. Tarhân ve Abdullah b. Avn (ö. 151/768) Ehl-i sünnet’in kurucuları arasında gösterilirse de kaynaklarda bunların konuya ilişkin görüşleri ve eserleri hakkında yeterli bilgi mevcut değildir.
Ehl-i sünnet akaidinin oluşmasına tesir eden âlimlerin en önemlisi şüphe yok ki Ebû Hanîfe’dir. Onun bazı kaynaklarda Mürcie gruplarından birinin kurucusu olarak gösterilmesi, o dönemde mezheplerin henüz teşekkül safhasında bulunması sebebiyle terimlerin yerleşmemiş olmasından ve Sünnî akîdenin değişik zümrelerin katkılarıyla teşekkül dönemini yaşamasından kaynaklanmaktadır. Nitekim ircâ kavramının Ehl-i sünnet’in gelişmesine tesir ettiği kabul edilmektedir (Watt, s. 176). Ebû Hanîfe akaid risâlelerinde Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd gibi bid‘at ehli karşısında ilâhî sıfatları, kaderi ve şefaati ispat etmiş, Kur’an’ın mâna itibariyle mahlûk olmadığını söylemiş, kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını savunmuş, büyük günah işleyenin mümin olduğuna hükmederek âhirette göreceği muameleyi ilâhî iradeye havale etmiş ve böylece Ehl-i sünnet akîdesinin en önemli meselelerine ışık tutmuştur. Ebû Hanîfe’den sonra İmam Mâlik, Mu‘tezile ile diğer bid‘at fırkalarının akaide dair faaliyetlerine paralel olarak sünneti ön plana çıkarıp ta‘tîl, teşbîh ve tecsîm görüşlerini reddetmiş, İmam Şâfiî İs̱bâtü’n-nübüvve ve er-Red ʿalâ ehli’l-ehvâʾ adlı eserlerinde muhafazakâr akîdeyi savunmuştur. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru (IX. yüzyılın ortaları) Mu‘tezile’nin Abbâsîler’in desteğiyle parlak bir döneme girmesinin ardından Ehl-i sünnet’i iki zümre temsil etmeye başlamıştır. Bunlardan biri, mihneye mâruz kalmasına rağmen akîdesini Kur’an’a, sünnete ve ashaptan itibaren gelen esaslara dayandırdığını söyleyip ehl-i bid‘atı şiddetle eleştiren Ahmed b. Hanbel’in öncülüğünü yaptığı gruptur. Selefiyye, Eseriyye, ehl-i hadîs gibi isimlerle de anılan bu gruba daha çok hadisleri derleyip nakleden âlimler dahildir. Buhârî bunlar arasında Süfyân es-Sevrî, İbn Ayyâş, Vekî‘, Yezîd b. Hârûn, Abdullah b. Mübârek, Ebû Ubeyd Kāsım b. Sellâm, Fudayl b. İyâz, Nuaym b. Hammâd gibi kişileri zikreder (Ḫalḳu efʿâli’l-ʿibâd, s. 153). İbn Kuteybe bunlara Evzâî, Şu‘be, Leys b. Sa‘d, Dâvûd et-Tâî, Muhammed b. Nadr el-Hârisî’yi (Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱, s. 36), Malatî ise Ali b. Âsım, Vâkıdî, Ahmed b. Hâlid ed-Dımaşkī, İshak b. Râhûye, Yahyâ b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî gibi âlimleri (et-Tenbîh ve’r-red, s. 75) ilâve eder. Ahmed b. Hanbel, genel olarak ilâhî sıfatların ispatı ve haberî olanlarının te’vile tâbi tutulmaması, Kur’an’ın ezelî oluşu ve rü’yetullah gibi konular üzerinde durmuş, inanç esaslarının naslardan hareketle belirlenmesi gerektiğini savunmuş, böylece akaidde nakli hâkim kılmaya çalışmıştır. Ahmed b. Hanbel, akaid alanında aklın rolü ve hadisin önemi noktalarında Ebû Hanîfe’den farklı telakkilere sahip bulunuyorsa da her iki imamın iman esasları listesinde yer alan konular hemen hemen birbirinin aynıdır. Onun bu çizgisi, Buhârî ve Müslim’den itibaren Süyûtî ve Ali el-Kārî’ye kadar muhaddis âlimler tarafından benimsenip devam ettirilmiştir. Abdullah b. Muhammed el-Cu‘fî’nin er-Red ʿale’l-Cehmiyye’si, Buhârî’nin el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ’indeki “Tevḥîd”, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, “Ḳader”, “Îmân” ve “Fiten” bölümleriyle Ḫalḳu efʿâli’l-ʿibâd adlı eseri, İbn Kuteybe’nin el-İḫtilâf fi’l-lafẓ ile Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱’i, Ebû Dâvûd’un Kitâbü’s-Sünne’si, Osman b. Saîd ed-Dârimî’nin er-Red ʿale’l-Cehmiyye ile er-Red ʿale’l-Merîsî’si, İbn Ebû Âsım ile Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’in Kitâbü’s-Sünne’leri, Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri olan ehl-i hadîsin Sünnî akîdenin belirlenip yaygın hale gelmesini sağlayan çalışmalarıdır. Ehl-i hadîsin temsil ettiği Sünnî anlayış bütünüyle sünnet çizgisi üzerinde olduğu ve Selef’in ittifak etmediği meselelere dalmadığı için “Ehl-i sünnet-i hâssa akîdesi” diye adlandırılmıştır (İzmirli İsmail Hakkı, s. 75).
III. (IX.) yüzyılda gerçekleştirilen tercüme faaliyetleri ve çeşitli fetihlerle genişleyen İslâm ülkesinin değişik kültürlerle karşılaşması, Selef âlimlerince benimsenen itikadî esasların akıl ilkeleriyle teyit edilme ihtiyacını doğurmuş ve nihayet “ehl-i hadîs kelâmcıları” diye anılan (Nesefî, I, 241, 281) yeni bir grup ortaya çıkmıştır. İbn Küllâb el-Basrî ile Hâris el-Muhâsibî’nin öncülüğünü yaptığı bu grup daha sonra Ehl-i sünnet kelâmcılarını oluşturacaktır. Bid‘at fırkalarının yanı sıra felsefî akımların güçlenmesi, fıkıh mezheplerinin kurulması, hadislerin tedvin edilip akaidle ilgili olanlarının çeşitli bablarda toplanması, Kur’an ilimleri alanında muhtelif eserlerin vücuda getirilmesi, derûnî tecrübelerle dinî hayatı canlı tutmaya çalışan tasavvufun ortaya çıkması gibi önemli gelişmeler, İslâm âlimlerini müteşâbih nasları ele alıp yeniden incelemeye ve iman esaslarını aklî ilkelerle desteklemeye sevketmiştir. Ehl-i sünnet kelâmcıları IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren müslüman çoğunluğun hâkim mezhebi haline gelmeye başlamıştır. Bu yeni hareket İbn Küllâb’dan sonra bir taraftan Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, diğer taraftan Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile canlılık kazanmıştır. Eş‘arî eserlerinde ehl-i hadîsin, özellikle Ahmed b. Hanbel’in akîdesini benimsediğini belirtmekle birlikte (Maḳālât, s. 297; a.mlf., el-İbâne, s. 20-21) inanç esaslarını kelâmî delillerle kanıtlamaya çalışmış, talebelerinden Ebü’l-Hasan el-Bâhilî ile İbn Mücâhid’in yetiştirdiği Bâkıllânî, İbn Fûrek, Ebû İshak el-İsferâyînî, daha sonra da Abdülkāhir el-Bağdâdî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Gazzâlî ve müteahhir kelâmcılar onun yöntemini geliştirerek devam ettirmişlerdir. Eş‘arî’nin Suriye-Irak havzasında kurduğu kelâm mektebine nisbetle akılcılığa daha çok önem veren ve kökleri Ebû Hanîfe ile onun ilmî silsilesine dayanan diğer bir Sünnî kelâm mektebi Ebû Mansûr el-Mâtürîdî tarafından Mâverâünnehir havzasında kurulmuştur (Nesefî, I, 358). Türk bölgelerindeki bid‘at fırkalarını çökerten ve Mâtürîdiyye veya Hanefiyye adıyla anılan bu Sünnî kelâm mektebi kurucusundan sonra Hakîm es-Semerkandî, Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve özellikle Ebü’l-Muîn en-Nesefî gibi âlimlerce geliştirilmiş ve Ehl-i sünnet mezhebini güçlendirmiştir. M. Watt, Mâtürîdiyye ve Eş‘ariyye’nin ancak VIII. (XIV.) yüzyılda birbirlerinin farkına vardıklarını iddia ederse de (İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 391) bu doğru değildir. Zira Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî Eş‘ariyye’nin görüşlerini nakledip eleştirmişlerdir (Uṣûlü’d-dîn, s. 26; Tebṣıratü’l-edille, II, 980-981). Ayrıca Abdülkāhir el-Bağdâdî gibi bir mezhep tarihçisi, Ehl-i sünnet’in ehl-i re’y ve ehl-i hadîs gruplarından oluştuğunu belirtirken (el-Farḳ, s. 21) ehl-i re’y ile, fıkıhta re’y ekolünü temsil eden Mâtürîdiyye-Hanefiyye kelâmcılarını kastetmiş olmalıdır. Onun bizzat Ebû Hanîfe’yi Ehl-i sünnet kelâmcıları arasında sayması da bunu teyit etmektedir. Bağdâdî, Eş‘arî ve takipçilerini ise ehl-i hadîs içinde mütalaa etmiş olmalıdır. Zira Eş‘arî ehl-i hadîsin imamı sayılan Ahmed b. Hanbel’e uyduğunu ifade etmiştir. Bundan dolayı Ebü’l-Muîn en-Nesefî Eş‘arî âlimlerine “ehl-i hadîs kelâmcıları” demektedir (Tebṣıratü’l-edille, II, 1000).
Sünnî kelâm akımı Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye ekollerinin kuruluşuyla güçlenerek IV-V. (X-XI.) yüzyıllardan itibaren İslâm dünyasının birçok bölgesinde ana mezhep haline gelmiş ve âlimler zümresiyle müslüman ekseriyetini kendine bağlamıştır. Böylece İslâm’ın geçmiş tarihine sahip çıkarak ilk dört halifeyi ve onları takip eden diğer yönetimleri meşrû sayan, ashaptan itibaren her asırda çoğunluğu oluşturan müslüman âlimlere saygılı olmayı şiâr edinen bir anlayış İslâm âleminde hâkim olmuştur. Sünnî kelâm ekolü büyük çoğunluğun tasvibini kazandıktan ve bir bakıma resmî mezhep halini aldıktan sonra fikrî hayatın çeşitli cepheleriyle kendini takviye etmeye başlamış, onun bu hâkimiyeti Mu‘tezile, Mürcie, Müşebbihe, Felâsife gibi grupların zayıflayıp zamanla fiilen ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur. Ehl-i sünnet’in kurumlaşmasına paralel olarak Şîa da yeniden şekillenip azınlığı temsil eden muhalif grubu teşkil etmiştir. Gazzâlî’den itibaren Eş‘ariyye kelâmcılarının felsefe ve tasavvufa ilgi duymaları ve bu âlimlerin genellikle Kurtuba, Mısır, Şam, Irak gibi Ortaçağ’ın kültür merkezlerinde yaşamaları ekolün Mâtürîdiyye’ye nisbetle daha çok yayılmasını sağlamış, hatta eserleri Osmanlı coğrafyasında mevcut medreselerde okutulan bir mezhep haline gelmiştir (Şa‘rânî, I, 3). Mâtürîdiyye ile Eş‘ariyye’nin temsil ettiği Sünnî akîdeyi benimseyenlere, Selefiyye’nin alternatifi olarak “Ehl-i sünnet-i âmme” de denilmiştir (İzmirli İsmail Hakkı, s. 75). Günümüzde Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye’den oluşan Ehl-i sünnet, % 90’ın üstünde müslüman çoğunluğunun mezhebi durumundadır. Ehl-i sünnet mensupları Şîa’nın yoğun olduğu İran, Irak, Yemen ile İbâzîler’in azınlıkta bulunduğu Kuzey Afrika ülkelerinin bir kısım bölgeleri ve az miktarda İsmâilî’nin yaşadığı Pakistan ile Hindistan’ın bazı yöreleri dışında kalan bütün İslâm ülkelerine yayılmış durumdadır.
Ehl-i sünnet’in Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye gruplarından meydana geldiği genellikle kabul edilmekle birlikte mezhep taassubunun etkisi veya muhtemelen Ehl-i sünnet terimine verilen mânaların farklı oluşu sebebiyle değişik bazı görüşler de ileri sürülmüştür. Selefiyye’den Âcurrî, İbn Hazm, İbn Teymiyye, Seksekî, M. Reşîd Rızâ, Abdullah Ebâ Betîn gibi eski ve yeni bazı âlimler Selefiyye’yi Ehl-i sünnet’in yegâne temsilcisi saymışlar, Eş‘ariyye ile Mâtürîdiyye’yi Ehl-i sünnet’e intisap iddiasında bulunan gruplar olarak görmüşlerdir. Bunlardan İbn Hazm’a göre Eş‘ariyye Ehl-i sünnet’e en uzak olan fırkadır (el-Faṣl, II, 265-266). İbn Teymiyye, Hulefâ-yi Râşidîn’i meşrû kabul ettiklerinden dolayı bazan Mu‘tezile’yi, ayrıca kendilerini Sünnîliğe nisbet eden Kerrâmiyye, Zâhiriyye, Sûfiyye ve Sâlimiyye’yi de Ehl-i sünnet grupları arasında zikretmiştir (Minhâcü’s-sünne, III, 401; VI, 379; a.mlf., Mecmûʿatü’r-resâʾil, I, 455). Seksekî, Bâtıniyye’ce benimsenen metodu takip ettikleri için Sûfiyye’nin Ehl-i sünnet’e dahil edilemeyeceğini savunmuştur (el-Burhân, s. 63). Mâtürîdî âlimlerinden Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî ile Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye göre Ehl-i sünnet’i gerçek anlamda temsil eden yalnız Mâtürîdiyye’dir. Eş‘ariyye, Küllâbiyye ve Sûfiyye ise kendilerini Ehl-i sünnet’e nisbet eden gruplardır (Uṣûlü’d-dîn, s. 242; Tebṣıratü’l-edille, II, 544, 888). Eş‘arîler’den Abdülkāhir el-Bağdâdî, Ehl-i sünnet’in kısaca ehl-i hadîs ve ehl-i re’yden oluştuğunu zikrettikten sonra bunları ayrıntılı olarak sekiz gruba ayırır. Buna göre Ehl-i sünnet ehl-i bid‘atın görüşlerini reddeden kelâm, fıkıh, tefsir, kıraat ve Arap dili âlimleri, şeriata bağlı sûfîler, müslüman mücahidler ve Sünnî akaidin hâkim olduğu coğrafyada yaşayan müslüman halk kitlesinden oluşur (el-Farḳ, s. 12, 189-191). Şehristânî ise mezhepleri tasnif ederken Eş‘ariyye’yi Sıfâtiyye içinde mütalaa etmiş ve bir anlamda Sıfâtiyye’yi Ehl-i sünnet karşılığında kullanmıştır. Buna göre Sıfâtiyye içinde zikrettiği Müşebbihe ile Kerrâmiyye’yi de Ehl-i sünnet’e dahil etmiş olduğu anlaşılmaktadır (el-Milel, I, 93-108). Sübkî’nin tasnifinde Ehl-i sünnet kitap, sünnet ve icmâı esas alan ehl-i hadîs, naklin yanında akla başvuran ve Eş‘ariyye ile Hanefiyye’den oluşan ehl-i nazar, bir de başlangıçta nakli ve aklı esas alıp nihaî merhalede keşfte karar kılan ehl-i keşf gruplarından meydana gelir (Beyâzîzâde, s. 298). Geç dönem Eş‘arî âlimlerinden Cürcânî ise Ehl-i sünnet’e Selefiyye ile Eş‘ariyye’yi dahil edip Mâtürîdiyye’den hiç bahsetmemiştir (Şerḥu’l-Mevâḳıf, II, 633). Şîa’dan İbn Şâzân, hilâfete aynı açıdan baktıkları için Şîa dışındaki bütün grupları, İbnü’n-Nedîm ile İbnü’l-Murtazâ kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığını kabul ettiklerinden Mücbire, Neccâriyye, Mürcie, Dırâriyye ve Bekriyye fırkalarını Ehl-i sünnet’e dahil etmişlerdir. Çağdaş yazarlardan Muhammed İmâre’ye göre bir fırkanın Ehl-i sünnet’e dahil oluşu izâfîdir. Eğer sünnetle Hz. Peygamber’in söz ve fiilleri kastediliyorsa Şîa, Havâric ve Mu‘tezile de Ehl-i sünnet’ten sayılır. Zira onlar da Hz. Peygamber’e uymaya çalışmışlardır. Sünnetle ashabı taklit etmek ve muhafazakârlık kastediliyorsa sadece Selefiyye Ehl-i sünnet’e dahildir (Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd, nâşirin mukaddimesi, I, 62-63). Sünnî grupların tesbiti konusunda ileri sürülen bu farklı görüşler bir yana kelâm, mezhepler tarihi ve konuyla ilgili diğer eserlerde Ehl-i sünnet genellikle Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye’yi kapsayan bir tabir olarak kullanılır. En büyük azınlık olan Şîa bile terimi bu kapsamıyla mânalandırır.
Allah tarafından vazedilmiş olan dinî hükümlerin doğru anlaşılması Allah’ın muradını tesbit etmekle mümkündür. Allah kullarına iletilmesini dilediği şeyleri vahiy yoluyla peygamberine bildirmiş, vahyi açıklayıp uygulama görevini de ona vermiştir. Son peygamberin tebligat ve uygulamalarının ilk muhatapları sahâbe topluluğu olduğundan İslâm’ın temel konularında onların anlayış, uygulama ve rivayetleri Allah’ın muradına ve Peygamber’in sünnetine uygun düşen bir yol olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple müslüman çoğunluk daima bu yolu takip etmeye çalışmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerine göre naslardan isabetli hükümler çıkarmak ve ihtilâflı konuların çözümüne ulaşabilmek için anlamı açık olan muhkem âyetlerden hareket etmek, sahih hadislerin beyanlarını dikkate almak, nasları bütünlük içinde anlamaya çalışmak, naklî ve aklî bir zaruret bulunmadıkça nasların zâhirine bağlı kalıp aklı nakle tâbi kılmak gerekir. Nas bulunmayan konularda ise aklın temel ilkelerine başvurularak Kur’an’ın genel muhtevasına ve özüne uygun bir şekilde ictihad etmek lâzımdır (İbn Hazm, IV, 111-112; Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 339; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, IV, 95). Ancak nassın bulunduğu konularda ve dinin temel esaslarını belirlemede akla bağımsız yetki verilemez. Ehl-i sünnet’çe benimsenen bu temel ilkeler dışında genel prensipleri ve mezhebin itikadî görüşleri, zamanın şartlarına ve Ehl-i sünnet bünyesindeki gruplara göre az çok farklılık göstermiştir. Başlangıç devrine ait kaynaklarda Hulefâ-yi Râşidîn’i meşrû kabul etmek, imanın amelden ayrılmadığına ve amelin imana dahil bulunduğuna inanmak, Kur’an’ın Allah kelâmı olup yaratılmadığını benimsemek, her şeyin ilâhî kadere göre vuku bulduğuna, ilâhî sıfatların gerçekliğine ve bunların kadîm olduklarına, Allah’ın âhirette görüleceğine inanmak gibi belli telakkiler Ehl-i sünnet’i diğer mezheplerden ayıran görüşler olarak kaydedilir (İbn Kuteybe, Teʾvîlü muḫtelifi’l-ḥadîs̱, s. 36; Ahmed b. Hanbel, Kitâbü’s-Sünne, s. 29, 99, 113). Yayılmasına ve geniş bir alana dağılmasına paralel olarak Ehl-i sünnet’in itikadî görüşlerinde gelişmeler kaydedilmiştir. Nitekim Ehl-i sünnet’in genel ilkeleri ve itikadî görüşleri İbn Ebû Âsım (Kitâbü’s-Sünne, II, 645-647), Eş‘arî (Maḳālât, s. 291-292; a.mlf., Uṣûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa, s. 65-101), Malatî (et-Tenbîh ve’r-red, s. 14-15), İbnü’l-Cevzî (Menâḳıb, s. 165-166), İbn Ebû Ya‘lâ (Ṭabaḳātü’l-Ḥanâbile, I, 241-244, 329-330), Abdülkāhir el-Bağdâdî (el-Farḳ, s. 195-212), İsferâyînî (et-Tebṣîr, s. 90-97), Hakîm es-Semerkandî (es-Sevâdü’l-aʿẓam, s. 24), Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî (Uṣûlü’d-dîn, s. 242-244) gibi Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye âlimleri tarafından büyük benzerliklere rağmen nicelik ve nitelik açısından farklı şekillerde nakledilmiştir. Genellikle Sünnî akaid ve kelâm kitaplarında, incelenen itikadî meselelerin konu başlıkları tarzında nakledilen bu görüşler daha çok kâinatın yaratılmışlığı, Allah’ın varlığı ve sıfatları, kulların fiilleri ve kader, nübüvvet ve âhiret konuları, tekfir problemi ve imâmet anlayışı üzerinde yoğunlaşır. Konuların seçimi ve işlenişinden anlaşılacağı üzere Ehl-i sünnet âlimleri bu temel görüşleriyle bir taraftan nasların ruhuna uygun, çoğunluğun tasvibini almış tutarlı bir inanç şekli ortaya koymayı, diğer taraftan İslâm’ın dışındaki din mensuplarının benimsediği bâtıl inançlarla bazı müslüman grupların ileri sürdüğü bid‘at telakkilerini cevaplandırmayı amaçlamışlardır.
Ehl-i sünnet’e yöneltilen çeşitli eleştiriler mevcuttur. Bunları, Mu‘tezile ve Şîa gibi ehl-i bid‘ata mensup âlimlerin eleştirileriyle farklı gruplara bağlı Sünnî âlimlerin birbirlerine yönelik eleştirileri olarak iki grupta toplamak mümkündür. Mu‘tezile âlimleri tenkitlerini daha çok Sünnîler’in ulûhiyyet anlayışı ve irade hürriyeti telakkilerine yöneltmişlerdir. Onlara göre Ehl-i sünnet’in sübûtî sıfatlar yanında fiilî sıfatları da kadîm telakki etmesi, Allah’ın görülebilir bir varlık olduğuna inanması ve haberî sıfatları te’vile tâbi tutmaması, yaratıcının yaratılmışlara benzemesi sonucunu doğurmuştur. Bunun da tevhid ilkesini zedelediği muhakkaktır. Ayrıca Allah’a cebir isnadı endişesiyle ilâhî fiilleri hikmet faktöründen soyutlamak ve meselâ itaat edeni cehenneme, isyankârı da cennete koymasının teorik olarak mümkün olduğunu söylemek, bunun yanında kullara ait fiillerin Allah tarafından yaratıldığına inanmak, O’nun en önemli sıfatlarından olan adaletli oluşuna aykırı düşer (Kādî Abdülcebbâr, s. 149; İbn Teymiyye, Minhâcü’s-sünne, II, 126). Bundan dolayı Mu‘tezile kaynakları Ehl-i sünnet’ten daima Mücbire (Cebriyye), Mücevvire ve Müşebbihe adlarıyla bahsetmiştir. Mu‘tezile âlimlerine göre çoğunluk tarafından benimsenmiş bulunması Ehl-i sünnet’in hak olduğunu ispat etmez. Nitekim Kur’an’da azınlıkta olanların peygamberlere uyduğu ve kullardan çok azının şükrettiği bildirilmiştir (Kādî Abdülcebbâr, s. 188). Şîa’ya bağlı âlimler de daha sonra Mu‘tezile’nin ulûhiyyet ve irade hürriyeti konusundaki görüşlerini benimsediklerinden Ehl-i sünnet’e karşı aynı eleştirileri tekrar etmişler, ayrıca Hz. Ali’ye öncelik tanımayan hilâfet telakkilerini ve ashabın tamamına saygı göstermelerini de tenkide tâbi tutmuşlardır. Şîa’nın erken dönem âlimlerinden İbn Şâzân en-Nîsâbûrî, Ehl-i sünnet’in, akaidde ve fıkıhta birbirine aykırı görüşler benimseyen gruplardan oluştuğu için çoğunluğa mal olmuş hak bir mezhep olarak kabul edilemeyeceğini söyler. Zira ona göre bazı Sünnîler asılsız rivayetlere dayanarak teşbihe düşmüş, bazıları da amel-iman ayırımı yapmıştır. Fıkıhta bir grubun haram gördüğünü diğer grup helâl telakki etmiş, ezandaki “hayye alâ hayri’l-amel” ile namazdaki kunûtun kaldırılması örneğinde olduğu gibi sünneti de terketmişlerdir. Sonuç olarak onların sünneti terkedip re’y ile amel ettiklerinden “ehl-i sünnet”, birçok noktada ihtilâfa düştüklerinden de “ehl-i cemâat” olamayacaklarını iddia etmiştir (el-Îżâḥ, s. 4-52, 110-111, 203-204, 249, 295).
Selefiyye âlimleri, rü’yetullahı normal görme şartlarına bağlı olmaksızın kabul edip haberî sıfatları zannî bilgilere dayanarak te’vile tâbi tutmaları ve ameli imandan ayırmaları sebebiyle bütün Sünnî kelâmcılarını ve ilâhî fiilleri sadece irade sıfatına dayandırıp adalet ve hikmet sıfatlarını arka plana ittiklerinden Eş‘ariyye kelâmcılarını eleştirmişlerdir (İbn Teymiyye, Derʾü teʿârużi’l-ʿaḳl ve’n-naḳl, I, 250). Sünnî kelâmcılar da zayıf veya uydurma rivayetlere dayanarak ulûhiyyete dair bâtıl inançlar benimsedikleri ve haberî sıfatları te’vil etmemekle teşbihe düştükleri gerekçesiyle Selefiyye’yi tenkit etmişlerdir (Fahreddin er-Râzî, s. 216).
Hicrî I. yüzyılın sonunda ortaya çıkmaya başlayan ve IV. yüzyılda teşekkülünü tamamlayan Ehl-i sünnet, Kur’an ve Sünnet’e uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle tâbi kılmakla diğer mezheplere göre isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Zira dinde ana prensip vahye uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın nakle hâkim olması veya naklin akla tâbi kılınması halinde bazı düşünürlerin de söylediği gibi vahye ihtiyaç kalmaz ve ilâhî emirler bir anlam taşımaz. İnsan bilgisi için vazgeçilmez bir kaynak olmasına rağmen sınırlı, dış tesirlere açık ve geleceği keşfetmekten yoksun bulunan akıl vahyin desteğine muhtaçtır. Ehl-i sünnet aklı vahye tâbi kılıp vahiyle akıl arasında bir denge kurmak, ayrıca kitap, sünnet, icmâ, kıyas gibi bütün şer‘î usullere başvurmak suretiyle doğruya ulaşma ihtimalini yükseltmiş ve hemen hemen her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır. Dünya müslümanlarının % 90’ından fazlasını oluşturan Ehl-i sünnet’in İslâm ilimlerinin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslâmî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimleri tarafından kaleme alınmıştır.
Tarihî seyri içinde Ehl-i sünnet’in dikkat çeken özelliği, başlangıç döneminde meseleleri Kur’an ve Sünnet’e başvurmak suretiyle çözmeye çalıştığı ve gelişme kapısını açık tuttuğu halde zamanla müctehid imamların ve takipçilerinin görüşlerini taklide yönelip Kur’an ve Sünnet’ten çözüm aramayı terketmesidir. Bu öyle bir noktaya varmıştır ki neredeyse doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnet’e başvurmak câiz görülmemiştir. Müctehid âlimlerin uygulayıp tavsiye ettikleri metoda da aykırı düşen bu tutum mezhep taassubunu körüklemiş, fikrî ve içtimaî gelişmelerin doğurduğu ihtiyaçları karşılayacak yeni yorum ve bilgilerin üretilmesine engel teşkil ederek İslâm düşüncesinin duraklamasına sebep olmuştur. Özellikle Ehl-i sünnet kelâmcılarının eski felsefî, ilmî ve siyasî anlayışlara dayanarak geliştirdikleri istidlâl yöntemi ve malzemelerinin modern düşünce hareketleri ve ilmî veriler ışığında yeniden incelenip değerlendirilmesi dinî hayat açısından büyük bir önem taşımaktadır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen rivayetler konusunda Ehl-i sünnet âlimlerinin tavrı dikkat çekicidir. Hadislerin tedvîni İslâm’ın yozlaşmasını engelleyen sevindirici bir gelişme olmasına rağmen gerek zındıklar gerekse mezhep taassubuyla çeşitli İslâmî fırka mensupları tarafından hadis uydurulduğu da bilinmektedir (Câhiz, s. 123-124). Bu husus, rivayetlerin isnad açısından olduğu kadar metin açısından da tenkidini gerekli kılmıştır. Ne var ki Ehl-i sünnet âlimleri korumacı bir yaklaşımla hadisler konusunda bu noktayı ihmal etmişler ve, “Devlet reisleri sadece Kureyş’ten olur” örneğinde görüldüğü gibi hem sahih olmayan rivayetlere önem atfetmişler, hem de kendilerinin de içinde bulunduğu sosyal realiteye ters düşerek müslümanların hareket alanını daraltmışlardır. Halbuki bu hadis metin açısından tenkide tâbi tutulup Hz. Ömer’in İran asıllı Sâlim’i (Mevlâ Ebû Huzeyfe) halife adayı olarak düşündüğünü bildiren sahih rivayetle karşılaştırılsaydı uydurma olduğu anlaşılacaktı (a.g.e., s. 274; Aynî, XIII, 321).
Mu‘tezile ve Şîa âlimlerinin Ehl-i sünnet’e yönelttikleri eleştirilere gelince, Sünnî âlimlerinin nasları yorumlarken hataya düşmediklerini söylemek elbette mümkün değildir. Nitekim aynı konularda az da olsa ihtilâf etmeleri bunu göstermektedir. Ancak bu tür meseleler İslâm akaidinin genel çerçevesiyle ilgili olmayıp ayrıntı sayılabilecek bazı noktalara münhasırdır. Mu‘tezile’nin Ehl-i sünnet’i teşbih ve cebir görüşlerini ihdas etmekle suçlaması isabetli değildir. Çünkü ilâhî sıfatları ispat eden sadece Sünnîler olmayıp Mu‘tezilîler de belli bir çerçevede sıfatları kabul etmektedir. Kader ve kulların fiilleri konusundaki eleştiriler de Ehl-i sünnet’in hatalı olduğunu kanıtlayıcı bir kesinlik taşımaz. Zira bütün olayların ilâhî ilim çerçevesinde meydana geldiğini, bunun yanında kulun fiil yapma gücü ve iradesine sahip bulunduğunu her iki taraf da kabul etmektedir. Ehl-i sünnet sadece sıfatların yetkinliğinden hareketle fiilin meydana gelişinde ilâhî iradeye de yer vermek istemektedir. Mu‘tezile’nin müslümanlar içinde azınlık durumunda bulunmakla övünüp çoğunluğu temsil etmesinden ötürü Ehl-i sünnet’i eleştirmesi de haklı değildir. Çünkü Kur’an’dan getirdikleri deliller kâfir-mümin ayırımıyla ilgilidir. Eğer insanlar içinde azınlıkta kalmak mânevî açıdan bir avantaj ise Ehl-i sünnet kâfirlere nisbetle yine azınlıktadır. Şîa’nın, hilâfeti kastederek, re’y ile hükmettiği ve bazı rivayetleri dikkate almadığı gerekçesiyle Ehl-i sünnet’e yönelttiği tenkitler aynen kendileri için de söz konusudur. Hakkında nas bulunmayan hususları ihtiyaca göre insanların anlayışına terkedip re’ye başvurmalarını câiz görmesi İslâm’ın evrensel ve mükemmel bir din oluşunun tabii bir neticesidir.
Selefiyye, Eş‘ariyye ve Mâtürîdiyye âlimlerince yazılan akaid ve kelâm kitapları Ehl-i sünnet’in asıl literatürünü oluşturmakla birlikte özellikle Ehl-i sünnet adı kullanılarak telif edilen çeşitli eserler de vardır. Tahâvî’nin el-ʿAḳīdetü’ṭ-Ṭaḥâviyye diye de bilinen Beyânü ʿaḳāʾidi Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa (Mekke 1394/1974), Ebü’l-Kāsım Hibetullah b. Hasan et-Taberî’nin Şerḥu uṣûli iʿtiḳādi Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa (I-VI, Riyad 1402-1408), Kādıssünne Ebû Muhammed’in Kitâbü’s-Sünne ve’l-cemâʿa (İbnü’n-Nedîm, s. 230), Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī’nin el-İʿtiḳād (Beyrut 1404/1984), Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin Uṣûlü Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa (Kahire 1987), Cüveynî’nin Lümaʿu’l-edille fî ḳavâʿidi Ehli’s-sünne (Kahire 1385/1965), Adî b. Müsâfir’in İʿtiḳādü Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa (Musul 1975), Ebü’l-Muzaffer es-Sem‘ânî’nin Minhâcü Ehli’s-sünne (Sübkî, V, 342), İbn Fakīhi Fıssa’nın Riyâżü’l-cenne fî âs̱âri Ehli’s-sünne, Alâeddin İbnü’t-Türkmânî’nin ed-Dürretü’s-seniyye fi’l-ʿaḳīdeti’s-Sünniyye, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’nin el-Muḳaddimetü’s-seniyye fi’l-intiṣâr li’l-fırḳati’s-Sünniyye, Muhammed Sıddîk Han’ın Riyâżü’l-cenne fî terâcimi Ehli’s-sünne, Abdülganî en-Nablusî’nin Ṣarfü’l-eʿinne ʿalâ ʿaḳāʾidi Ehli’s-sünne (Îżâḥu’l-meknûn, I, 459, 600; II, 67, 544), Ebü’l-Berekât en-Nesefî’nin ʿUmdetü’l-ʿaḳāʾid li-Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa (Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 338), Cemâleddin Muhammed b. Ebü’l-Hasan el-Bekrî’nin Teʾbîdü’l-minne bi-teʾyîdi Ehli’s-sünne (Teʾyîdü’l-minne fî teʾbîdi’s-sünne, bk. Keşfü’ẓ-ẓunûn, I, 268, 336), Abdülhâdî el-Mısrî’nin Ehlü’s-sünne ve’l-cemâʿa, meʿâlimü’l-inṭılâḳi’l-kübrâ (Riyad 1988) ve Fâtıma Ahmed Rif‘at’ın Meẕhebü Ehli’s-sünne ve’l-cemâʿa ve menziletühüm fi’l-fikri’l-İslâmî (İskenderiye 1989) adlı eserleri bunlardan bazılarıdır.
BİBLİYOGRAFYA
et-Taʿrîfât, Kahire 1203, s. 27.
Tehânevî, Keşşâf, Kahire 1382/1963, I, 121, 134-136, 283.
M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “sünnet” md.
Dârimî, “Muḳaddime”, 16, 23.
Buhârî, “Fiten”, 2.
a.mlf., Ḫalḳu efʿâli’l-ʿibâd (ʿAḳāʾidü’s-selef içinde), s. 125, 130, 153-154.
İzmirli İsmail Hakkı, Muhassalü’l-kelâm ve’l-hikme, İstanbul 1336, s. 4-5, 11, 75-76, 90, 103.
Abdülkādir Bedrân, el-Medḫal ilâ meẕhebi’l-İmâm Aḥmed b. Ḥanbel, Dımaşk 1919, s. 34.
Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, IV, 11; VII, 552-553.
Îżâḥu’l-meknûn, I, 459, 600; II, 67, 266, 544.
Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Muḫtaṣarü’t-Tuḥfeti’l-İs̱nâʿaşeriyye (trc. Gulâm Muhammed b. Muhyiddin b. Ömer el-Eslemî, nşr. Muhibbüddin el-Hatîb), Kahire 1373, s. 66, 80-83, 86, 91, 98, 99, 105, 106, 111, 116-123, 306.
ʿAḳāʾidü’s-selef, neşredenlerin girişi, s. 5-8.
Ali Sâmî en-Neşşâr, Neşʾetü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1977, I, 233, 235, 244-245, 263-264.
Resâʾilü’l-ʿadl ve’t-tevḥîd (nşr. Muhammed İmâre), Kahire 1971, neşredenin girişi, I, 62-63, 64, 68-69.
W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. E. Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 6, 98, 147, 158, 173, 176, 177, 210, 317, 321-329, 333-338, 349-357, 361-363, 391.
E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda Îtikādî İslâm Mezhepleri, Ankara 1990, s. 54-73.
Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1993, s. 109-149.
Muhammed Hamidullah, “Sünnet”, İA, XI, 242-243.
.Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat hakkında bilgi verir misiniz?
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ya da kısaca Ehl-i Sünnet tabiri “Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler” manasına gelir (Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, 10/525). Bilindiği gibi Rabbimizin insanlığa gönderdiği İslâm’ın öğretileri, son vahiy Kur’ân’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından tebliğ ve beyan edilmesiyle vücut bulmuştur. Hz. Peygamber’in Sünneti; Kur’ân’ın beyanı, somut bir açıklaması ve uygulamasıdır. Kur’ân’ın Hz. Peygamber’e itaati emretmesi, ona Kitab’ı beyan görevi vermesi, onun ve beraberindeki müminlerin yolundan ayrılmayı yasaklaması gibi hükümler, Allah Resûlü’nün Sünnetinin Müslümanlar için sürekli bir rehber ve model olmasını zorunlu kılmıştır.
Ashâb-ı Kirâm, Resûlullah’a iman edip onunla uzun süre beraber bulunmuş, davranışlarına şahit olmuş, söylediklerini dinlemiş, onun yüce ahlâkını benimsemiş kişilik sahibi, samimi ve fedakâr şahsiyetlerdir. Vahyin inişinin ve tatbikatının canlı tanığı olan Sahâbe-i Kiram, İslâm’ı bizzat Hz. Peygamber’den görmesi, öğrenmesi ve yaşayarak sonraki nesillere aktarması nedeniyle önemli bir yere ve ayrıcalığa sahiptirler.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Müslümanlar arasında siyasî ihtilaflar baş göstermiştir. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki hakem olayından sonra Haricilik, diğer Müslümanları tekfir eder bir nitelikte ortaya çıkmış ve ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluktan (Cemaat, Sevâd-ı azam) ayrılmıştır. Aynı şekilde Hz. Ali ve onun soyundan gelenlerin imâm/halife olmalarını dinî bir emir ve esas olarak telakki eden ve bunu imanın bir şartı olarak görenler de Hz. Ali taraftarları anlamında “Şia” ismiyle ayrı bir grup oluşturmuşlardır.
Bütün bu siyasi mücadeleler neticesinde büyük günah işleyenin durumu, kader, imâmet ve yöneticilere itaat gibi meseleler başlıca tartışma konularını oluşturmuştur. Bunun yanında farklı inanç ve kültürlerle karşılaşılması, naslarda yer alan Allah’ın fiilleri ve sıfatları gibi bazı hususların yeniden yorumlanması ihtiyacını doğurmuştur. Bu tür meseleler Mutezile, Müşebbihe ve Mücessime gibi yeni ekollerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Ümmetin büyük kitlesini teşkil eden ana topluluk, Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in Sünnetini esas almış ve başta Râşit Halifeler olmak üzere Sahâbenin yolunu takip etmiştir. Ümmetin ana gövdesine “Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat” adının verilmesinde esas unsur budur. Çünkü diğer gruplar bir veya daha fazla noktada İslâm’ın temel esaslarından olmayan bazı meseleleri inanç esası haline getirmeleri gibi nedenlerle “Cemaat”ten ayrılmışlardır. Mesela Hariciler, büyük günah meselesindeki dışlayıcı itikatlarıyla diğer Müslümanları tekfir etmişler, âyet-i kerimeleri, Kur'ân ve Sünnet bütünlüğü içerisinde bilinen anlamlarından farklı olarak yanlış yorumlamışlardır. Aynı şekilde Şiiler, Hz. Peygamber’den sonra ümmetin dinî ve siyasî liderinin (imâmın) kim olacağı meselesinde konuyla ilgili Kur'ân ve Sünnetin temel tutumunu ve Sahâbenin anlayışını terk edip, bazı âyet ve rivâyetleri kendi görüşleri doğrultusunda zorlama yorumlara tabi tutmuşlardır. Onlar, imâmetin vahiyle bildirilen ve bir inanç esası olarak kabul edilmesi gereken dinî bir hüküm olduğunu iddia etmişler, âyet ve hadisleri de bu yanlış anlayışlarına dayanak yapmışlardır.
İşte İslâm’ın anlaşılması ve yaşanmasında Hz. Peygamber’in Sünnetini ve ilk üç nesil Müslüman ümmetin çoğunluğunun (Cemaatin) yolunu takip eden ana kitleye, "Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat" adı verilmesi böyle bir arka plana dayanmaktadır.
Tarih boyunca selef-i sâlihînin yolunu takip eden geniş Müslüman kitlelerin mensubu bulunduğu Eşarîlik ve Matüridîlik gibi itikadî mezhepler ile Hanefîlik, Malikîlik, Şafîilik ve Hanbelîlik gibi amelî/fıkhî mezhepler, Ehl-i Sünneti temsil edegelmiştir. Aynı şekilde bu itikadî ve fıkhî anlayışları benimseyen ve şer’î esaslara bağlı kalan tasavvufî yorumlar da Ehl-i Sünnet içerisinde kabul edilmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Sünnet tabiri dışlayıcı değil, Kur'ân ve Sünneti anlama ve yorumlamada Sahâbe ve selef-i sâlihînin anlayışını takip eden, açıkça bidat ve dalâlete düşmeyen bütün Müslümanları kapsayıcı bir kavramdır.
Ehl-i Sünnetin en önemli ilkelerinden biri, aynı kıbleye yönelen (Ehl-i Kıble) hiçbir Müslümanı İslâm dairesi dışında görmemektir. Zira bidata varan görüşleri nedeniyle, Ehl-i Sünnet ana gövdeden ayrılanlara “Ehl-i bidat” adı verilmiş, ancak bu tekfir gibi ağır bir nitelemeye dönüştürülmemiştir. Ehl-i Sünnete göre bir kimseye Müslüman isminin verilmesi, onun “Ehl-i Kıble” oluşu ve Kelime-i Tevhid’i tasdik etmesiyle ilgilidir. Yani “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resûlullâh” düstûrunu benimseyen ve dile getiren herkes mümindir. Bu kimse, dinin emir ve yasakları konusunda ihmalkâr davransa da İslâm dışında görülemez ve küfürle itham edilemez. Ehl-i Sünnetin bu konulardaki bazı esasları şöyledir:
- Bir fiil veya sözün “küfür” kapsamına girmesiyle, bu tür fiilleri işleyen veya sözleri söyleyen kimse hakkında “kâfir” hükmü verilmesi aynı şey değildir. Dinin zorunlu olarak bilinen esaslarından birisini veya birkaçını inkâr ettiğini kendi irade ve rızasıyla açıkça beyan etmedikçe bir kimsenin kâfir olduğuna hükmedilemez.
- Kur’ân âyetlerine getirilen yorum ve tevil, Allah’tan başka bir ilâhın varlığını kabul etme, Allah’ın bazı insanların şahsına hulul ettiğine inanma, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini inkâr etme veya peygamberliğin O'ndan sonra devam ettiğini iddia etme; katî delillerle sabit olan haramları helal sayma ya da şer‘î yükümlülükleri kaldırma gibi dinin zorunlu olarak bilinen hüküm ve esaslarının dışına çıkmadığı veya bunları alay konusu etmediği sürece tekfir sebebi olarak görülmez. Bu itibarla İslâm âlimleri bu hususu, “tenzilin inkârı küfürdür, tevili ise küfür değildir” şeklinde bir ilke haline getirmişlerdir.
Bununla beraber günümüzde bazı kişi ve gruplar kendi görüşlerini merkeze alıp bunlara aykırı gördükleri her türlü farklı yorumu Ehl-i Sünnet karşıtı olarak nitelendirmekte ve mahkûm etmektedirler. Bu ve benzeri daraltıcı ve dışlayıcı tutumlar, İslâm tarihi boyunca kuşatıcılığı ve kapsayıcılığı esas alan Ehl-i Sünnet anlayışıyla uyuşmamaktadır. Özellikle günümüzde Ehl-i Sünnet kavramını dinî ve ideolojik bir yaftalamaya dönüştüren bu anlayışlar, ayrımcı ve ötekileştirici bir tavrı öne çıkardığı gibi güncel meydan okumalar karşısında yeni yorum ve çözümlere yönelen tüm arayışları Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmakla itham etmektedirler.
Müslümanın yapması gereken geçmişten günümüze İslâm’ın ana yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet tabirini bu türden dışlayıcı bakış açılarına kurban etmemesi ve bu kavramı ideolojik bir yaftalamaya alet etmemesidir. Bu itibarla Ehl-i Sünnet yaklaşımı, yukarıda belirtilen çerçevede bütün Müslümanları kucaklayan ve ötekileştirmeden İslâm’ın kardeşlik inancını pekiştiren bir anlayıştır....din işler yk...
.EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMAAT”İN BİR MEŞRÛİYET ARACI OLARAK İCAT VE İSTİHDAMI Ejder OKUMUŞ PRODUCTION AND APPLICATION OF THE "AHL AS-SUNNAH WA AL-JAMA'AH" AS AN INSTRUMENT OF LEGITIMACY “Ehlu’s-Sunne ve’l-Cemâ’a” (The Ahl as-Sunnah wa al-Jama'ah - the Community of Tradition and Congregation) is a concept which the present powerful and sovereign group invented and employed to validate their presence, to support, to justify, namely to legitimatize their religious, social and political reality. So, from 73 sect stated in a hadith does it come out that the Community of Tradition and Congregation, the Saved Sect (Firqatun-Najiyah) was created or produced as an instrument of legitimacy. This study tries to investigate the meaning contents of production of the Ahl asSunnah wa al-Jama'ah as an instrument of legitimacy from the social, political and cultural viewpoint. In the study, the matter is considered in its sociological dimensions and an understanding approach, and with determinations, descriptions and interpretations. GİRİŞ “Ehlu’s-Sunne ve’l-Cemâ’a” kavramsallaştırmasının siyasal, itikâdî, tarihsel, sosyal ve kültürel temelleri bilinmektedir. “Sünnet ve Cemaat Mensupları” anlamında bu isim, güçlü ve hâkim grubun, çoğunluğun desteğini almak, kendi varlık zeminini sağlamlaştırmak, kendi varlığını çoğunluk katında geçerli kılmak, kendi dinsel, sosyal ve siyasal gerçekliğini desteklemek ve haklılaştırmak, yani meşrûlaştırmak için üretip icat ettiği bir kavramdır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat işaret etmektedir ki, İslam toplumunun ana bünyesi veya çoğunluk “Sünnet” üzere birleşip bütünleşerek “cemaat”i teşkil etmektedir. O halde egemen çoğunluk Sünnet’te birlik oluşturan cemaat, bu çoğunluğa dâhil olmayanlar ise ehl-i firkat, mübtedia, ehl-i ehva, firak-ı dâlle, ehl-i dalâl, itizalci, ayrılıkçı, tefrikacı, zındık sıfatlarıyla ana dinî bünyeden ayrılmış sapık grup, ehl-i bid’a veya örneğin Tahavî’nin ifadesiyle1 “Sünnet ve Cemaat’e muhalefet eden reddiye mezhebi” olmaktadır2 Ehl-i Sünnet, çoğunluğa tâbî Doç.Dr., Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi. ejder.okumus@gmail.com 1 İbn Ebi’l-‘Izz el-Hanefî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, 9. bs., el-Mektebu’l-İslâmî, Beyrut 1988, ss. 520-524. 2 Ehl-i Sünnet’e göre bu fırkaların ortak vasfı, akaid sahasında sünnet ve cemaatten ayrılması, yani Hz. Peygamber ve Arkadaşlarının inanç sahasında izledikleri yolu terk ederek yeni icatlar peşinden gitmesi, yani bidate düşmesidir. (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, 2. bs., Damla Yay., İstanbul 1985, s. 152) 48 Ejder Okumuş olmayan bu “ayrılıkçı” grupların, bu bid’at ehlinin yerilmesi konusunda icma’ etmiştir.3 “Hadîs” olarak gelen bir rivayette4 ifade edilen 73 fırkadan tek “Fırka-i Nâciye” olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in iki temel ayağı vardır: Biri, Sünnet, diğeri ise Cemaat. Bu kavramsallaştırma, Müslümanların Sünnet ve Cemaat’e tâbî olmaları, yani Sünnet’e uymaları ve Müslümanlar topluluğuna bağlanmaları gerektiğini, bunu yapmayanların Cemaat’in dışında kalmaya mahkum olacaklarını ifade etmektedir. İslam toplumu, Hz. Peygamber’den sonra, özellikle de Hz. Osman’dan itibaren ciddi bir değişim sürecine girmiş, Hz. Ali’nin hilafet zamanlarından itibaren başta Havaric ve Şia (Ravafiz) olmak üzere çeşitli siyasî-dinî akımlar ortaya çıkmış, fetihlerle farklı kültür ve din mensuplarının İslamlaşmaları sonucunda çeşitli inanç, düşünce, yorum ve kültür unsurları İslam toplumuna girmiş, Mutezile varlık sahnesindeki yerini almış, kelam ilmi ortaya çıkmış, Kaderiye, Cebriye, Mürcie, Cehmiyye ve Müşebbihe gibi akımlar oluşmuş ve nihayet Ehl-i Sünnet neşvünema bulmuştur. Belki bunlardan bir kısmıyla Ehl-i Sünnet ekolünün oluşumunda yatay ve dikey düzlemde paralellikler de vardır. İslam’ın ana bünyesi Ehl-i Sünnet ve Cemaat tarafından oluşturulmuş, dışarıda kalanlar ise, merkezin dışında kalmak itibariyle marjinalleştirilmiş, öteki olarak damgalanmıştır. O halde Ehl-i Sünnet ve Cemaat, bir yönüyle bütünleştirici, başka bir yönüyle de marjinalleştirici bir boyuta sahiptir. Bu çalışmada Ehl-i Sünnet ve Cemaat kavramının bir meşrûiyet aracı olarak icat edilmesinin anlam içerikleri, dinsel, sosyal, siyasal ve kültürel açıdan ele alınmaya çalışılmaktadır. Ehl-i Sünnet ve Cemaat kavramsallaştırması, öyle bir ilişki biçimi geliştirmiştir ki Said b. Cübeyr’in şu ifadesi bunu iyi ortaya koymaktadır: “Benim için, tam anlamıyla fâsık bir Sünnî ile dostluk, ibâdetlerine düşkün, ama bid’atçı olan biriyle dostluktan daha iyidir.”5 Çalışmada konu, sosyolojik boyutlarıyla ve anlamacı bir yaklaşımla incelenmekte, tespit, tasvir ve yorumlarla ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Makalede Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat’in meşrûluğunu sorgulamak ve tartışmak gibi bir yaklaşım 3 Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Usûlu Ehli’s-Sunne e’l-Cemâ’a, byy., ty., ss. 103-104 4 Tirmizî, 1292: 2/107; İbn Mâce, 2/1321, 1322. İftirak Hadisi olarak da bilinen Hadis’in Türkçe anlamı şudur: “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Bunların biri hariç hepsi cehenneme girecektir. Fırka-i Nâciye (Kurtulan Fırka) benim ve ashabımın yolunu takip eden fırkadır.” Bu bağlamda örnek olması bakımından Şehristanî’nin konuyla ilgili yaklaşımından bir kesit sunmak faydalı olabilir: “… Dinî olmayan grupların (ehlü’l-ehvâ) düşünceleri bilinen bir sayıyla sınırlandırılamaz. Dinî grupların (ehlü’d-diyânât) mezhepleri ise bu konuda varid olan haberin hükmüyle sınırlandırılmıştır: Mecusiler yetmiş fırkaya, yahudiler yetmiş bir fırkaya, hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrılmış ve müslümanlar da yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onlardan ebediyen kurtuluşa erecek olan sadece bir fırkadır, zira birbirine karşı olan iki hükümden biri sıdk, diğeri kizb olarak taksim edilir. Her aklî meselede bir doğru bulunduğuna göre, bütün meselelerde doğrunun (hakkın) bir fırkaya ait olması gerekir. Ancak bizim sem’ ile öğrendiğimiz bu hususu Kur’an şöyle belirtmiştir: “Yarattıklarımızdan daima hakka götüren ve hakkıyla adaleti yerine getiren bir topluluk bulunur.” (7/Araf, 181) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, onlardan biri kurtuluşa erecek, diğerleri helak olacaktır.” “Kurtuluşa erecek kimdir?” diye sorulduğunda, Hz. Peygamber, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” demiş, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat kimdir?” diye sorulduğunda da, “Bugün benim ve ashabımın yolunda bulunanlar” diye cevap vermiştir. Ayrıca O (s) “Ümmetimden bir topluluk kıyamete kadar hep hak üzere olacaktır” ve “Ümmetim dalâlet üzerinde ittifak etmez” buyurmuştur. (Muhammed b. A. eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, c. 1, Dâru’lKütübü’l-‘Ilmiyye, Beyrut ty., ss. 4-5-Türkçe’si: M. Öz., İslam Mezhepleri, Ensar Neşriyat, İstanbul 2005) 5 E. Rûhi Fığlalı, Çağımızda Îtikâdî İslâm Mezhepleri, 3. bs., Selçuk Yay., Ankara 1986, s. 54. “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in Bir Meşrûiyet Aracı Olarak İcat ve İstihdamı 49 sergilemek amaçlanmamakta, sadece bu meşrûiyetin nasıl elde edildiği ve sonuçlarının neler olduğu ele alınmaktadır. BİR MEŞRÛİYET ARACI OLARAK EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMÂAT Sosyal gerçekliğin inşasında meşrûiyet,6 vazgeçilmez bir mekanizmadır. Sosyal ilişkilerde, mevcut siyasal ve sosyal düzenin devam etmesinde meşrûiyet hayatîdir. Toplumda çoğunluğun çoğunluk olarak kabulünde meşrûlaştırma mekanizması olmazsa olmazdır. Bu bağlamda yeni çıkan bir akım veya hareketin toplumun çoğunluğundan destek alabilmesi, toplum katında geçerli olabilmesi için meşrû kabul edilmesi ve meşrûluğu konusunda ikna edici bir izahının olması gerekir. Ehl-i Sünnet hareketi, başarısı için sağlam bir meşrûluk elde etmenin önemini bilen öncüleri eliyle öncelikle isimlendirme yoluyla meşrûluğunu ortaya koyma yoluna gitmiş ve hareketin adını “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” olarak belirlemiştir. Bu isimlendirmeyle Ehl-i Sünnet, herkese İslam Dini’nin ana ve hak temsilcisi olduğunu, “merkez”i elinde tuttuğunu, hakkı ve “orta yolu”7 temsil ettiğini, ehl-i hak olduğunu ifade etmiştir. İslam toplumunun ana bünyesini oluşturduğunu iddia edecek olan bir topluluğun, İslam toplumunun tüm üyelerini kuşatacak bir siyaset geliştirmeleri kaçınılmazdı. Bir başlangıç olarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” isimlendirmesi oldukça önemliydi. Ardından bu kavramın içeriği, felsefî anlamı ortaya konuldu. Böylece hareket, Sünnet etrafında toplanan, Hz. Peygamber’in yolunda ve onun yolunu izleyenlerin, özellikle Sahabe, Tâbiîn ve Tebeu’t-Tâbiîn’in yolunda yürüyen ve bu orta yolda toplanarak bir birlik oluşturan insanları ifade eden bir sosyal olgu olarak kendini gösterdi. Böylece Ehl-i Sünnet, öncelikle orta yol, gelenek ve cemaat yaklaşımıyla kendi meşrûluğunu ortaya koymuş ve ardında da mevcut sosyal ve siyasal düzeni meşrûlaştırıcı bir hareket olarak kendini geliştirmiştir. Esasen Ehl-i Sünnet, “orta yol”da bulunan egemen iktidarın ve çoğunluğun İslamî yaklaşımının meşrûluğunu sağlamada önemli bir araç olarak işlevselleştirilmiştir. Bu işlevini yerine getirmeye başlarken Ehl-i Sünnet, öncelikle de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat kavramsallaştırmasının meşrû 6 Meşrûiyet kısaca toplum aktörlerinin, var olan bir durumun gerçekliğini rıza, sükunet ve uzlaşmayla geçerli, haklı ve kabul edilebilir görmesini ifade eder. Esasen meşrûiyet, bir yandan birey-toplum ilişkilerinde toplumun veya kurulu düzenin fertler katında geçerliliğini ve haklılığını ortaya koyarken bir yandan da toplum içinde yaşayan bireyin, toplum tarafından geçerli kabul edilmesini, yani içinde yaşadığı toplumun kabul ettiği hayat tarzının, kimlik veya kimliklerinin sınırları içerisinde yer alarak toplumundan elde ettiği geçerliliği-haklılığı ortaya koyar. (Bkz. Ejder Okumuş, Dinin Meşrulaştırma Gücü, Ark Kitapları, İstanbul 2005) 7 Meşhur Ehl-i Sünnet kelamcısı Muhammed Pezdevî (Ö.1099) Ehl-i Sünnet’in orta yolculuğunu şöyle ifade etmektedir: “Hadiseler gösteriyor ki geçmiştekiler Hak üzere idiler ve Ümmeti Allah’ın kitabıyla amel etmeye dâvetlerinde Allah’ın kitabına aykırı hareket etmiyorlardı. Bizim onların yolu ve sünnetleri üzere olduğumuz sabittir. Mezhep olarak bizim olduğumuz şey üzere onların olduklarına delil şudur: Bizim mezhebimiz mezheplerin ortasıdır. Akıl sahipleri şeylerin ortasını seçerler, onlar aynı zamanda yürümede orta olanı, giymede, yemede ortayı seçerler. Meselde şöyle gelmiştir: “Tatlı olma yutulursun, acı olma kalırsın.” Hz. Ömer Ebû Musa el-Eş’ari’ye siyasette şöyle emretmiştir: “Şiddet göstermeksizin kuvvetli ol, zayıflık belirtmeksizin yumuşak ol.” Bizim mezhebimiz orta mezhep ise gerçekten biliriz ki Hz. Peygamber (s) ve ondan sonraki Sahabe, Tabiin ve Salihler de o mezhep üzere idiler. Bizim mezhebimizin mezheplerin ortası olması ayrıca şu husustan dolayıdır: Cehmiyye, Mu’tezile ve Kaderiye gibi ilim, kudret, icat ve tekvin gibi bütün sıfatları nefyetme konusunda aşırılığımız yoktur. Buna karşılık biz ispatta da Hanbeliler, Kerramiler ve Mücessime gibi cisim, organlar, intikalle birlikte inme ve arşa oturmayı ispatta aşırı değiliz. (…)” (Ebu Yusr Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Çev. Ş. Gölcük, Kayıhan Yay., İstanbul: 1980, ss. 339-340). 50 Ejder Okumuş olduğunu ortaya koymaya çalışmış ve hatta bunu yaparken de mevcut geleneksel (sünnî) itikâdî, düşünsel, fıkhî ve siyasal çoğunluğun meşrûiyetini sağlamaya hizmet etmiştir. Denilebilir ki Ehl-i Sünnet’in en temel hizmeti, sonradan çıktığı düşünülen tehlikeli fikir ve yaklaşımlara karşı mevcut dinî-sosyal gerçekliği korumak, haklı ve geçerli kılmak, yani meşrûlaştırmaktır. Gerçekten de Ehl-i Sünnet hareketini anlamanın en iyi yolu onun bu meşrûlaştırıcılığını ve dolayısıyla gelenekçiliğini ve var olanı koruma konusundaki aşırı hassasiyetini anlamaktan geçer. Ehl-i Sünnet, çeşitli ekol ve hareketlerin, görüş, faaliyet ve isyanlarıyla İslam toplumunu parçalamasından, İslam toplumunda fitne çıkarmasından korkuya kapılmış ve mevcut sosyal ve siyasal düzene her geçen gün biraz daha bağlanmış, birliği korumak adına statükonun muhafazası ve devamından yana tavır koymuş, dağınıklık, kararsızlık, fitne ve fesat olmaktansa yöneticiye zalim de olsa itaat etme ilkesini geliştirmiştir. Bu inanç, tutum ve davranışlarla şekillenen Ehl-i Sünnet’in söz konusu muhafazakâr tutum ve anlayışı, 8 zamanla doktriner bir ilke haline gelmiştir.9 Esasen Ehl-i Sünnet, hem çoğunluğu hem azınlığı, hem birlik ve bütünleşmeyi hem de ayrılığı meşrûlaştırmıştır. Hem 72 fırkanın haktan ayrılmasını ve cehenneme gitmesini, hem de sadece bir fırkanın, sünnet üzere, yani Rasulullah ve Ashabının yolu üzere hareket eden ve o yolda birleşen insanların kurtuluş fırkası olmasını ve cennete gitmesini haklılaştırmıştır.10 Bu meşrûlaştırma, ilginçtir, bir başka açıdan da gerçekleşmiştir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat kavramının meşrûlaştırıcı, geçerli kılıcı ve ikna edici özelliğinden dolayı bir çok fırka kendisini Ehl-i Sünnet veya Fırka-i Nâciye olarak görmüş, 11 diğer fırkaları ise ehl-i bidat olarak damgalamıştır. Bu da muhtelif ayrılıklara da muhtelif birlikteliklere de bir bakıma meşrûlaştırıcı boyutlar getirmiştir. Ehl-i Sünnet’in meşrûlaştırıcılığı konusunda ayrıca belirtilmelidir ki bazı kelamcılar ve mezhepler tarihçileri 73 fırkanın meşrûlaştırılması için getirilen rivayetlere dayanarak İslam toplumundaki fırkaları 73 olarak tespit etmek için ellerinden geleni yapmışlarsa da gerçekte bu kadar fırka bulabilmek çok zor(lama) olsa gerektir. Ancak şu da belirtilmelidir ki İslam tarihinde birçok fırka ortaya çıkmıştır. Bu fırkaların bir kısmı tamamen belki gerçekte kelimenin tam anlamıyla “fırka” olmayıp fıkhî ve 8 Ehl-i Sünnet’in muhafazakârlığı, erken dönemlerden itibaren müslüman toplumlarda dinin bazen değişimi olumsuz yönde etkileyen bir özelliğe bürünmesinde mühim bir rol oynamıştır. Muhafazakârlaştırıcı işleviyle Ehl-i Sünnet, kimi zaman ve belki de günümüzün arefesine tekabül eden zamanlarda müslümanların üretici olmaktan ziyade gelenekçi ve nakilci olmalarında etkili olmuştur. 9 Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, Çev. S. Akdemir, Ankara Okulu Yay., Ankara 1995, s. 236. 10 Şu rivayet bu konuyla ilgilidir: “İsrailoğullarının başına gelen benim ümmetimin de başına gelecektir. Öyle ki onlardan birisi alenî olarak annesine gelmek istese (zina etse) benim ümmetimden de bunu yapan olacaktır. İsrail oğulları 72 fırkaya bölündü. Benim ümmetim 73 fırkaya bölünecektir. Onlardan biri hariç hepsi ateştedir. Dediler ki; O tek kurtulan millet kimdir? Ben ve ashabımın bulundukları şey üzerine olanlardır.” (Tirmizî, Îman, 18, H. no: 2641; Hâkim, İlim, H. no: 444) 11 Alevilerle Bektaşiler de kendilerini Kurtuluş Fırkası olarak görmüşlerdir. Onların inanış ve kültüründe Ehl-i Beyt ve onları sevenler, Ehl-i Beyt yolunu tutanlar topluluğu olarak Gürûh-ı Nâcî’dir. Alevî ve Bektâşîlerde Ehl-i Beyt’i ve sevenlerini sevme inancı olarak “tevellâ”, sevmeyenlerden nefret edip uzaklaşma inancı olarak da “teberrâ” da bu çerçevede doğmuştur (M. Tevfik Oytan, Bektaşîliğin İçyüzü, c. 1, 6. bs., Maarif Kitaphanesi, İstanbul ty., ss. 239 vd.; E. Rûhi Fığlalı, Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, 3. bs., Selçuk Yay., Ankara 1994, ss. 235-236; Kutluay Erdoğan, Alevi-Bektaşi Gerçeği, 3. bs., Alfa Yay., İstanbul 2000, s. 102). İlginçtir, bir çalışmada Ehl-i Beyt’i sevenlere Gürûh-ı Nâcî denmesinin sebebi olarak Hz. Muhammed’in adlarından birinin Naci olduğu ileri sürülmektedir. (K. Erdoğan, a.g.e., s. 102) “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in Bir Meşrûiyet Aracı Olarak İcat ve İstihdamı 51 kelamî ekoller olsa da hiç olmazsa bir kısmı gerçekten sosyal hayatta etkileri açıkça görülen birer fırka olarak ortaya çıkmış ve varlık göstermiştir. Ehl-i Sünnet, zaten bunları fırka olarak algılamış, her an İslam toplumunun hak yolu için tehlike arz edebilecek boyutlara ulaşabileceği endişesiyle gerektiğinde “sert” önlemler almıştır. Zihinsel, düşünsel ve inançsal ayrılıklar, Ehl-i Sünnet tarafından hem o halleriyle hem de faaliyete geçerek topluma zarar verebileceği kaygısıyla iyi karşılanmamıştır. Kaldı ki zaten onların bir kısmı teoriden pratiğe de geçebilmiştir. Bunun tipik örneğini bir takım plan ve faaliyetleriyle Hariciler ve iktidara geldiklerinde yaptıklarıyla Mutezile göstermiştir. Ayrıca Şia’nın çeşitli kollarında da benzer fırkalık durumunu günümüze kadar görmek mümkündür. İslam tarihinin çeşitli dönemlerinde meydana gelen muhtelif isyanlar da bazı inanışların nasıl fırkalaştıklarını göstermişlerdir.12 Ehl-i Sünnet, 73 fırka rivayetine istinaden 72 sapık fırkanın peygamberî bir mucizeyle mutlaka gerçek olacağını düşünerek bir bakıma onları meşrûlaştırmış, onların gerçekliğini geçerli kabul edip haklılaştırmış, ama yetmiş üçüncü fırkanın13 tek hak fırka14 olmasından dolayı da sapık ve bidat ehli 72 fırkayla mücadele etmenin gerekliliğine inanmıştır. Son çözümlemede Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, hem geçmiş dinî, sosyal ve siyasal gerçekliği, hem ortaya çıktığı zaman ve zeminde mevcut gerçekliği ve hem de gelecek Sünnî anlayış, itikat ve uygulamaları meşrulaştırma işlevine sahiptir. 12 Fazlur Rahman, bu yaklaşımı ihtiyatla karşılamaktadır. Ona göre “Her ne kadar Orta Çağ’ın müslüman mezhep tarihçileri, İslâm’da çok sayıda fırkanın ortaya çıktığı izlenimini vermekte ve “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, fakat bunlardan yalnız biri kurtulacak” şeklinde rivayet edilen hadîse dayanarak bu fırkaların sayısını gerçekten yetmiş üçe çıkarmak için gayret etmektelerse de, Goldziher ve başka ilim adamlarının da işaret ettikleri gibi, bunların çoğu ‘fırka’ olmayıp fıkıh ve kelâm ekolleridir. Bu bakımdan İslâm tarihinde tamamen doktrin farkları üzerine kurulan bir fırka bulmaya çalışmak boşuna emek tüketmek olur. Bırakınız Mu’tezile ve Hâricîyeyi, bazı sûfîlerin ve felsefecilerin itikadî ve kelâmî konulardaki aşırı görüşlerinin Sünnî İslâm’la uzlaşmadığı ortadadır. Buna rağmen bu durum itikâdî anlamda herhangi bir fırkanın gelişmesine yol açmamıştır. İslâm’da ayrılığa izin verilip verilmeyeceğinin ölçüsünü, daha çok ‘toplum dayanışması’ diyebileceğimiz bir husus belirlemiştir. Bu ise tâ başından beri amelî hususlarla ve her şeyden önce siyasî konularla ilgili olmuştur (…)” (Fazlur Rahman, İslâm, Çev. M. Dağ-M. Aydın, 3. bs., Selçuk Yay., İstanbul 1993, ss. 233-234) 13 Ebu Mansûr Abdulkaahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, TDVY, Ankara 1991, s. 21. 14 Fığlalı, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in bir fırka olmadığı görüşündedir. Ona göre “Sünnet ve Cemaat ehli bir fırka değil, doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnet’in özüne sahip çıkan cumhurun yoludur, Allah’ın buyurduğu es-Sıratu’l-Mustakîm’dir; itikâdî görüşleri itibariyle bizâtihî Kur’an ve Sünnet’in tezahürüdür. Onun için de dünya müslümanlarının en büyük çoğunluğunun gönül verdiği, bağlandığı ve itikâdî görüşlerinin dayandığı engin bir kaynaktır.” “Mevcut mezhepler içinde, dünya müslümanlarının büyük bir çoğunluğunun bağlı olduğu Ehl-i Sünnet, İslâm dairesinin merkez noktasını teşkil eden Kur’an-ı Kerîm ve ashab-ı güzîn’in ortaya koyduğu Sahîh Sünnet’e, sadece bağlı değil, bütünüyle onların ihlâslı sahibi, müdafiî ve muhâfızıdır. Onlar için özelikle sahâbe, İslâm’ın her türlü hükümlerini, kısaca Kur’an ve Sünnet’i söz ve fiil halinde bize intikal ettiren kimseler olduklarından, mutlak hürmet ve tebcile hak kazanmışlardır. Onların intikal ettirdiği ve doğruluğu delillerle ispat edilmiş hükümler, mutlak benimsenmesi icâbeden ve dinin ikamesi için zarurî olan hususlardır. İşte Ehl-i Sünnet, onların diliyle ve gönlüyle Kur’an ve Sünnet’in müdafiî ve muhafızı durumundadır. Bunun içindir ki biz, Ehl-i Sünnet’i bütünüyle İslâm olarak görüyoruz ve onu cemâattan ayrılan diğer fırkalar gibi bir fırka şeklinde mütâlea etmeyip onlarla bir teraziye oturtmuyoruz. (…) Hâsılı Ehl-i Sünnet, Kur’an-ı Kerîm ve Sahîh Sünnet’in sâhibi sıfatıyla Fırka-i Nâciye (Kurtuluşa Eren Fırka) olmak hakkını ve vasfını tereddütsüz elde ettiği ümit ve inancındadır. Zaten nüfusu bir milyarı bulan dünya müslümanlarının % 93’ünü Ehl-i Sünnet, % 6’sını Şia, % 1’ini ise diğerleri teşkil etmektedir.” (E. Rûhi Fığlalı, Çağımızda Îtikâdî İslâm Mezhepleri, 3. bs., Selçuk Yay., Ankara 1986, ss. 86, 52-53, 231) 52 Ejder Okumuş EHL-İ SÜNNET’İN BİR SAVUNU/TEPKİ HAREKETİ OLARAK ORTAYA ÇIKMASI Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in hicrî ikinci ve özellikle üçüncü yüzyıldan itibaren ortaya çıkış zeminine15 bakıldığında, onun savunmacı ve tepkisel bir hareket olarak varlık sahnesindeki yerini aldığı görülür. Önce Haricilik, Şia (Rafizilik), Mutezile, diğer fırkalar, çeşitli zındıklık ve ilhad hareketleri, yabancı kültürler vs. İslam toplumunda varlık göstermiş, ardından da bunların karşısında “Daire”nin içini, “Orta Yol”u, “İslam Geleneği”ni, “Müslüman Cemaati” temsilen Ehl-i Sünnet ortaya çıkmıştır. Hatta yabancı kültürlerden ziyade iç sapıklıklara, iç ayrılıklara, daha doğrusu Daire’nin dışındaki 72 (yetmiş iki) fırkaya karşı Hakk’ın mümessili “Fırka-i Nâciye” olarak kendini gerçekleştirmiştir. Buna göre Ehl-i Sünnet’in bir savunma refleksiyle sahneye çıktığı, bir savunu hareketi olduğu anlaşılmaktadır. Kendisi ana bünyeyi temsilen ortaya çıksa da onun oluşmasında savunmacılık etkili olmuştur.16 Gerçekten de Ehl-i Sünnet ve Cemaat veya Sünnilik, ehl-i bid’at olarak belirlediği teolojik akım ve hareketlerin ortaya çıkardığı etkilerle varlık sahnesine çıkmış ve biçimlenmiştir.17 Ehl-i Sünnet’in, müslümanların ilk ve en önemli sorunu olan hilafet konusunda dahi hemen hemen en son konuşan grup olduğu, özellikle Şia’nın yönetimle ilgili görüş ve itirazlarına bir cevap geliştirerek yönetimle ilgili görüş ve tavrını ortaya koyan fırka olduğu18 görülmektedir. Ehl-i Sünnet kelamcıları ve uleması, gerek müstakil olarak yazdıkları reddiyelerle, gerek çeşitli konularda yazdıkları kitapların içinde,19 gerek münakaşalarla ve gerekse bir takım siyasî, sosyal, hukukî ve pedagojik faaliyetlerle de söz konusu tehlikeli akım ve fırkalara karşı mücadele etmiş, Ehl-i Sünnet’in “hak yol”unu savunmuştur. Buna göre Sünnilik, çoğunluğun tâbî olduğu doğru yolu, hem ilmen hem de fiilen, yani hem bilimsel yollarla hem de bir takım faaliyetlerle müdafaa etmiş, “öteki”lerin argümanlarını çürütmeye çalışmıştır. Ehl-i Sünnet, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat”i dahi bu haliyle bir tepki ve cevap ola15 Bkz. a.e,.ss. 54-62 vd.; Mevlüt Özler, İslâm Düşüncesinde Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bidat, Ekev Yay., Erzurum 2001, ss. 37-54. Ehl-i Sünnet, ister ilk ortaya çıktığında Ashabu’l- Hadis’i ifade etmek üzere kullanılmış olsun isterse daha sonra bugün bilinen manasıyla kullanılmış olsun her hâlükârda bir sosyal grup olma özelliğine sahiptir. (Hayri Kırbaşoğlu, “Ehlu’s-Sunne” Kavramı Üzerine Yeni Bazı Mülahazalar”, İslâmî Araştırmalar, Sayı: 1, 1986, ss. 71-79) 16 Krş. F. Rahman, İslâm, ss. 233-234. Şerafeddin Gölcük’ün bu konudaki yaklaşımına bakmak faydalı olabilir: “Sünnet ve Cemaat Ehlinin oluşumu bir zorunluluk sonucu olmuştur. Eğer bir takım sebepler, Şia, Havaric ve Mutezile gibi, türememiş olsaydı, Sünnet ve Cemaat Ehli adıyla bir topluluğun oluşmasına belki ihtiyaç olmayabilirdi. Ama zaruretler ve ihtiyaçlar bu tür bir topluluğun oluşmasını gerektirmiş, müslümanlar, Sünnet ve Cemaat Ehli adı altında bir araya gelerek sağlam, sarsılmaz, kopmaz bir kitle meydana getirerek İslam’ı bu güne kadar yaşamışlar ve topluluğun 9/10 dan fazlasını teşkil ederek Hz. Rasûlün izinden yürümüşler ve yürümeye devam etmektedirler.” (Şerafeddin Gölcük, Kelam Tarihi, 2. bs, Esra Yay., Konya 1998, ss. 83-84) 17 A. Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1998, s. 3. 18 M. Âbid Câbirî, Arap Aklının Oluşumu, Çev. İ. Akbaba, İz Yay., İstanbul 1997, ss. 149-155 vd. 19 Ehl-i Sünnet, “diğer din, fırka veya mezheplerin Kur’an’ın tanıdığı geniş fikir hürriyetinden maksimum derecede yararlanarak İslâm’ın inanç esaslarını saptırmak, karıştırmak veya yeni bir takım eklemelerle tanınmaz hale sokmak veya akıl almaz tevillere başvurarak İslam’ın inanç çemberini zorlamak için giriştikleri faaliyetler karşısında” Kur’an ve Sünnet’i savunmak ve söz konusu din, fırka veya ekolleri tenkit ve redddetmek gayesiyle “Makâlât”, “Fırak”, “Milel ve Nihal”, “Tenbîh ve Redd” gibi eserler kaleme almıştır. (E. Rûhi Fığlalı, “Çevirenin Önsözü”, Mezhepler Arasındaki Farklar, TDVY., Ankara 1991, s. XVIII). “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in Bir Meşrûiyet Aracı Olarak İcat ve İstihdamı 53 rak icat ettiğini ima edecek boyutlara sahiptir. Meselâ Mutezile’nin “Ehlu’l-Adl ve’tTevhîd” ismine karşılık olarak “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” üretilmiş olabilir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat, Ehlu’l-Adl ve’t-Tevhîd’e bütün anlam içerikleriyle karşı(t)lık oluşturmayabilir. Fakat şekil yönünden bir karşı(t)lığın olduğu açıktır. Anlam yönünden de bazı hususlar düşünülmüş olabilir. Ancak burada bunun üzerinde durmanın konumuz açısından özel bir önemi de yoktur. Bilmekteyiz ki bu kavramsallaştırmanın ““Ehl-i Sünnet”i, “Ehl-i Bidat”e karşın Hz. Peygamber’in Sünnet’ini, Sahabe’nin yolunu ve dolayısıyla İslam geleneğini, kurumsal İslam’ı ifade etmek üzere icat edilmiştir. Yine “Ehl-i Sünnet” kavramı, Şia’nın “Ehl-i Beyt”ine bir cevap olarak da gerekli donanıma sahiptir. Ehl-i Sünnet, böylece Ehl-i Beyt taraftarlığından daha geniş ve onu da içerecek bir anlam içeriğiyle Sünnet’e bağlı olanları ifade etmek üzere icat ve istihdam edilmiştir. Ehl-i Sünnet’in kelam ilmini sonraları kendisiyle özdeşleştirmesi de Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in bir savunma mekanizması olarak üretildiğini göstermektedir. İlginçtir, başlangıçta Mutezile ile gelişen kelam’a karşı çıkan Ehl-i Sünnet, daha sonra kelamı da “Ehl-i Sünnet” merkezli bir bilim olarak tarif etmiş ve kendisine ait kılmıştır. Böylece Kelam ilmi, Ehl-i Sünnet’in savunusu olarak anlaşılmış ve tarif edilmiştir. Nitekim İbn Haldun’un (ö.1405) tarifi20 bunu göstermektedir: “Kelâm, aklî delillere dayanarak imanî akideleri savunmayı ve itikadî konularda selef ve Ehl-i Sünnet yollarından sapan bid’atçileri reddetmeyi içine alan bir ilimdir.”21 Ehl-i Sünnet, oluşumundan itibaren bütün bir İslam tarihi boyunca söz konusu savunmacılığını -günümüze kadar- çeşitli tonlarda sürdürmüş, Sünnilik dışındaki akım ve hareketlere karşı, görece kısa diyebileceğimiz Mutezili iktidarını saymazsak, devletin gücünden yararlanarak tavizsiz bir mücadele ortaya koymuştur.22 Ehl-i Sünnet’in tepkisel olarak ortaya çıkması, onu, geleneğin savunucusu olmak ve cemaate vurgu yapmak konusunda tavizsiz noktalara taşımıştır. Bu tutumuyla Ehl-i Sünnet, geleneğe aykırı gelişmeleri bidatçilikle ve cemaate aykırı gelişmeleri ise ayrılıkçılıkla suçlayarak mahkûm etmeye çalışmıştır. Ehl-i Sünnet bu savunma mekanizmasını normal sınırlarında tutabilse ve çok geniş alanlar içinde bir geleneksellik ve vahdet anlayışı ve siyaseti geliştirseydi, belki de İslam toplumları ve İslam düşüncesi bugünkünden çok daha farklı bir konumda olabilirdi. BİR CEMAAT HAREKETİ OLARAK EHLİ SÜNNET’İN BÜTÜNLEŞTİRİCİLİĞİ Ehl-i Sünnet bir savunma hareketi, tam bir “kelam” hareketi olarak ortaya çıkmakla birlikte merkez adına, çoğunluğun temsilcisi sıfatıyla hareket etmiş ve bu 20 İbn Haldun, Mukaddime, Tah. Derviş el-Cuveydî, el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut 1996, s. 429. 21 Ehl-i Sünnet’in bid’at algısı ve bid’atçilere karşı duyarlı duruşu, Sünnî müslümanların değişime, değişim hareketlerine, yeniliklere, farklı görüş ve yaklaşımlara kuşkuyla bakmış, onları bid’at ve bid’atçi ve dolayısıyla gayr-i meşrû ilan ederek İslam toplumlarında değişimi her zaman olmasa da olumsuz etkilemiştir. Geleneğe aykırı veya geleneksel olanın dışında yeni ortaya çıkan her şeye “bid’at damgasını vurma geleneği” ister istemez müslümanların yeniliklere karşı konumlanmasında etkili olmuştur. Ancak bunun her zaman böyle olduğunu düşünmenin doğru olmadığını da söylemek gerekir. 22 Burada Mutezile ekolünün Abbasîler döneminde, özellikle sultan-halife Me’mun, Mu’tasım ve Vâsık dönemlerinde iktidara geldiklerinde, “sapıklar”a karşı mücadele adına geliştirdikleri Mihne kurumunu da hatırlamak gerek. Mihne hareketiyle Mutezile, Ahmet b. Hanbel başta olmak üzere Sünnîlere karşı koyu bir şiddet politikası izlemiştir. Bu onların “özgürlükçü” yaklaşımlarını baltalamaya ve Ehl-i Sünnet’in onlarla ilgili olumsuz nitelemelerini meşrûlaştırmaya yetti de arttı bile. 54 Ejder Okumuş konuda oldukça da başarılı olmuştur. Ehl-i Sünnet’in mevcut dinî-sosyal gerçekliği meşrûlaştırmasının arka planında, sünnet ve cemâat isimlendirmesine uygun olarak, İslam toplumunu Hz. Peygamber ve Sahabe dönemlerindeki gibi birlik içinde tutmak, cemaate, yani ümmete bağlamak, İslam toplumunda denge ve istikrarın hâkim olmasını temin etmek, müslüman toplumun mevcut siyasal otoritelere isyan etmelerine ve dolayısıyla meşrûiyet krizi çıkarmalarına engel olmak fikri yatmaktadır. Ehl-i Sünnet, mevcut sosyal ve siyasal düzeni haklılaştırdığında, söz konusu birlik sağlanacak ve denge ve istikrarı bozacak herhangi bir kriz durumu yaşanmayacaktır. Nitekim Ehl-i Sünnet’in ortaya çıkma biçimine bakıldığında konunun bu şekilde anlaşılabileceği görülür. Bilindiği gibi İslam toplumu, “çeşitli akımların faaliyetleri ve görüşleri nedeniyle” sosyal, siyasal, dinsel ve hukuksal ayrılıklarla yüzyüze geldiğinde ve dolayısıyla cemaatin bütünlüğü “tehdit” altına girdiğinde, yeniden ona sağlam bütünlüğünü kazandırmak ve müslümanları “birlik” içinde tutmak fikriyle Ehl-i Sünnet ortaya çıkmıştır.23 Gerçekten de müslümanların sayısal çoğunluğu Ehl-i Sünnet’e tâbî olmuş, Ehl-i Sünnet taraftarlığını benimsemiş, Ehl-i Sünnet mezheplerinden birine bağlanmıştır. Böylece Ehl-i Sünnet müslüman çoğunluğunun bütünleşmesini temin etmiştir. Bunu hem itikâdî-kelâmî mezhepler hem de fıkhî mezhepler noktasında yapmıştır. “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” kavramı gerçekten de ustalıkla üretilmiş bir kavram olduğu intibaını vermektedir. Sünnet kavramıyla sadece Hz. Peygamber’in yoluna değil, aynı zamanda bazı hadislerle de belirtildiği gibi Sahabe, Tâbiîn ve Etbeu’tTâbiîn’in yoluna da uymaya, cemaat kavramıyla da onların sünneti ve öğretileri üzerinde birleşmeye göndermede bulunulmaktadır. Görüldüğü gibi Sünnet ve Cemaat kavramları, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” içinde birbirlerini tamamlayıcı anlam içeriklerine sahip bulunmaktadır. Ehl-i Sünnet’in Fırka-i Nâciye, yani Kurtuluş Fırkası olmasında merkezî noktanın, Sünnet’te Cemaat olduğuna, müslümanların Rasulullah’ın ve Sahabe’sinin üzerinde bulunduğu yolda birleşmesi olduğuna dikkat etmek gerek. Kurtuluşta olmanın belirleyici faktörü burada cemaat olmaktadır.24 Her ne kadar hemen her fırka kurtulacak olan fırkanın, Fırka-i Nâciye’nin kendisi olduğunu iddia etme cihetine gitse de, Ehl-i Sünnet (bütün fırkalarıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat) kendisinin Fırka-i Nâciye olduğunu ispatlama konusunda daha sistematik çalışmalar yapmış ve bunda önemli başarılar da elde etmiştir.25 Ehl-i Sünnet, merkez olduğu konusunda kendi meşrûiyetini sağlamak, Müslümanların çoğunluğunu, kendisinin çoğunluğun ifadesi olduğu konusunda ikna etmek için “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” ifadesini icat etmiş ve hemen ardından da bu ifadenin geçerliliğini göstermek için hadislerden azamî ölçüde yararlanmıştır. Özellikle icma’ için de delil olarak getirilen “çoğunluğa katılma”yı ifade eden hadisler, Allah’ın elinin cemaat üzerinde olduğunu belirten hadis26 vs. “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat”in hak mezhebi veya mezhepleri ifade ettiğini ispat için de istihdam edilmiş ve işlevselleştirilmiştir. Bu tür hadisler,27 müslümanların birliğini teminat altına almak ve hem 23 F. Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, s. 65. 24 Mevlüt Özler, İslâm Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, Nûn Yay., İstanbul 1996, ss. 89-90. 25 Bkz. a.e., ss. 92-96 vd. 26 Timrîzî, Kitâbu’l-Fiten, 7 27 Cemaate vurgu yapan bazı hadisler, konunun daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunabilir: “İsrailoğulları 71 fırkaya ayrıldı. Benim ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Onlardan birisi hariç diğerleri cehenneme → → “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in Bir Meşrûiyet Aracı Olarak İcat ve İstihdamı 55 çoğunluğu hem de orta yolu temsil eden “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat”i meşrûlaştırmak için ortaya konan çabalara destek olarak değerlendirilmiştir.28 “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat”, toplumun bütünlüğünü sağlamak, sünnet üzere birlik oluşturmak, İslâm’ın gerçekliğini, kurumsal İslam’ı, geleneksel İslam’ı meşrûlaştırmak için icat edilen bir ifade olarak İslam toplumunun denge ve istikrarının korunmasında işlevsel olmuştur. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat, aşağıda belirtileceği gibi dışlayıcı, ötekileştirici bir özelliği kendi içinde taşımakla beraber, aslında orta yolun savunusu olması itibariyle kenarda kalanları bir araya getirme ve kendi potasında eritme gibi bir potansiyele de sahiptir. Gerçekten de Ehl-i Sünnet, İslam toplumunun tamamı için olmasa da büyük çoğunluğu için sosyal denge ve bütünleşme vücuda getirmiştir.29 Fakat şu da belirtilmelidir ki Ehl-i Sünnet’in, söz konusu potansiyelini ne ölçüde açığa çıkarabildiği, ne dereceye kadar fiiliyatta ortaya koyabildiği de tartışmalıdır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat, siyasal düzenler için de meşrûlaştırıcı işlev görmüştür. Üretildiği, özellikle bir sistem olarak geliştirildiği ilk andan itibaren “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat”in anlam içeriğinden ve bütünleştirici özelliğinden, halife-sultanlar yararlanmış ve iktidarlarını ve yaptıklarını korumak için “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat”i istihdam etmişlerdir. Bunda büyük ölçüde başarıya da ulaşılmıştır. Öyle ki “iki aşırı ucun ortasında bulunan Ehl-i Sünnet, siyasî teori konusunda, mutlak itaat ve uymacılık aşırılığını benimsemiştir. Ehl-i Sünnet, başlangıçta bunu, cemaatin bütünlüğünü korumak ve güvenliğini sağlamak için yapmıştır. Ancak bu öğreti başlangıçtaki gereksinimler ortadan kalktıktan ve hatta bizzat Ehl-i Sünnet tarafından unutulduktan çok uzun süre sonra -hatta günümüze dek- Ehl-i Sünnet’in belirgin bir özelliği olarak kabul edilmiştir. Bu şu demektir: Gerçek bir tarihî gereksinim bir çeşit dogmaya dönüştürülmüştür. Ancak, bunun, daha sonraları ortaçağda İslam toplumunun siyasî ve sosyal ahlâkı üzerinde ciddî sonuçları oluşmuştur; çünkü bir yanda siyasî oportünizmi teşvik ederken, diğer yandan da halkın kafasına genellikle siyasî → → girecektir. O fırka da cemaattir.” (İbn Mâce, Fiten 17, H. no: 3993) “İsrail oğulları 71 fırkaya bölündü. Bunlardan 70’i cehenneme gitti ve sadece biri kurtuldu. Benim ümmetim 72 fırkaya ayrılacak ve 71’i cehenneme gidecek, sadece biri kurtulacaktır. Dediler ki; ey Allah’ın Rasûlü o kurtulanlar kimlerdir? Rasûlullah: Cemaattir, cemaattir, buyurdu.” (İbn Hanbel, III, 145) “Size ashabımı ve onlardan sonra gelenleri tavsiye ederim. Daha sonraları yalan yayılacaktır. O kadar ki, bir kimse kendisinden yemin talep edilmediği halde yemin edecektir ve yine kendisinden şahitlik istenmediğinde de şahitlik edecektir. Bir erkek bir kadınla baş başa kalmasın, çünkü üçüncüleri şeytandır. Size cemaati tavsiye eder, ayrılıktan sakındırırım. Hiç kuşkusuz şeytan, tek olanla beraberdir. O, iki kişiden uzaktır. Kim Cennetin ortasını istiyorsa, cemaate sarılsın. Kim de iyiliğine seviniyor, kötülüğünden de üzüntü duyuyorsa, o kişi mü’mindir.” (Tirmizî, Fiten, 7, IV, 465-66, H. no: 2165) 28 Fazlur Rahman, İmam Şafiî’nin icmâ’ın izahı sadedinde getirdiği “Üç şey vardır ki, bunlara karşı müslümanın kalbi asla duyarsız değildir: Sadece Allah için çalışmak, müslümanlara nasihatte bulunmak ve çoğunluklarına katılmak; çünkü görevleri onları koruyacaktır” hadisinin, “ikinci asırdan itibaren cemaatin üniter yapısını korumak ve böylece Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’i, yani hem çoğunluğu hem de orta yolu temsil ettiği için “ortodoks” olarak tavsif edilmeye layık olan bir çoğunluğu oluşturmak için girişilen yoğun bir kampanyanın parçası olduğunu” göstermeye çalışmıştır. Rahman’ın ifadesiyle “İslam’ın dinî tarihinin çok önemli bir özelliği, -ki bu özelliğin ihmal edilmesi ya da dikkate alınmaması bu tarihin tamamıyla yanlış anlaşılmasına yol açabilir- siyasî, dinî ve fıkhî ayrılıklar, cemaatın bütünlüğünü tehdit ettiği andan itibaren onun birliğini koruma fikrinin kendini göstermesidir. Bu birliğin bir çeşit sentez ya da orta yol (sunne) olacağı fikri, aynı fikrin zorunlu bir sonucudur.” (F. Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, ss. 59, 64, 65) 29 A.e., ss. 95-96 56 Ejder Okumuş duyarsızlığı aşılamıştır. Aslında, kesin olarak istenen, cemaatın bütünlüğü ile devletin istikrarının korunmasına olan gereksinimi göz önünde bulundurmak suretiyle, devlete sağlıklı bir ilgi göstermek ve devlet işlerini yapıcı bir biçimde eleştirmektir.”30 Nihayet Ehl-i Sünnet’in bütünleştirici işlevi, -bütünleşmenin toplum için ne kadar önemli olduğu düşünüldüğünde-, “İslam toplumlarının hayatiyeti” için olmazsa olmaz gözükmektedir. Toplumun istikrar ve denge içinde varlığını sürdürmesi için sosyal bütünleşme, yani toplum aktörlerinin, birey ve grupların, çeşitli birim ve kurumların uyum ve ahenk içinde olması, toplumun kültürel değerlerinin toplum üyeleri tarafından kabul edilmesi, çeşitli sosyal organizasyon ve faaliyetlerin bir uyum ve karşılıklı bağlılık içinde olması zorunludur. Konuya bu açıdan bakıldığında, Ehl-i Sünnet hareketinin İslam toplumları için ifade ettiği “anlam” ortadadır. MARJİNALLEŞTİRİCİ BİR HAREKET OLARAK EHL-İ SÜNNET Ehl-i Sünnet, bir yandan çoğunluğu bütünleştirirken diğer yandan da bir takım “azınlıklar” yaratmış veya var olan azınlıkların azınlıklılığını katmerleştirmiş, bu azınlığı “ehl-i bid’at” olmakla, “ehva ehli” olmakla, “zındıklık”la, “sapıklık”la, “rafizîlik”le, “itizal” ile damgalayarak marjinalleştirmiştir. 31 Esasen Ehl-i Sünnet, cemaat vurgusuyla bütünlüğü, birliği meşrûlaştırırken, cemaat dışında kalanları, özelikle 73 fırkadan32 Fırka-i Nâciye”nin dışında kalan 72 fırkayı da meşrûlaştırmıştır. Böylece İslam toplumlarında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in dışında kalan gruplar, bizzat Ehl-i Sünnet’in ayrılıkları meşrûlaştırma işlemiyle marjinal gruplar olmuştur. Fakat belirtmek gerekir ki Ehl-i Sünnet, iftirak (73 fırka) hadisiyle söylendiği ifade edilen 72 fırkanın, Hz. Muhammed tarafından haber verildiğine göre mutlaka gerçeklik bulması gerektiği ve böylece Peygamber’in mucizesinin gerçekleşeceği inancından hareketle 72 sapık, bid’atçi ve cehennemlik fırkanın varlığını tek tek bulup ispat etmeye çalışmıştır. 30 A.e., s. 105 31 Pek çok düz ve yan anlamları bulunan ve sosyal bilimciler arasında da farklı kullanımları olan bir kavramsallaştırma olan marjinalite, (marjinallik), sözlük anlamı itibariyle kenarda olmaklığı, sosyolojik anlamda ise toplumda bir grubun, önemli bilgisel, ekonomik, dinsel veya siyasal güç konum ve sembollerine ulaşmasının engellenmesi durumunu ifade etmektedir. Marjinalizasyon (marjinalleşme) ise toplumda bir grubun, önemli bilgisel, ekonomik, dinsel veya siyasal güç konum ve sembollerine ulaşmasının engellenmesi süreci anlamına gelmektedir (B. T. Cullen- M. Pretes, “The Meaning of Marginality: Interpretations and Perceptions in Social Science” The Social Science Journal, 37/2, Nisan 2000; G. Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Çev. O. Akınhay-D. Kömürcü, Bilim ve Sanat Yay., Ankara 1999, s. 472). O halde marjinal grup, toplumda önemli bilgisel ekonomik, dinsel veya siyasal güç konum ve sembollerine ulaşması engellenen toplumsal birlik olarak tanımlanabilir. 32 73 fırkayla ilgili rivayetlere bakıldığında fırkaların nasıl meşrûlaştırıldığı daha iyi anlaşılabilir: “Yahudiler 71 veya 72 fırkaya ayrıldı. Hıristiyanlar, 71 veya 72 fırkaya ayrıldı. Benim ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır.” (Ebû Dâvud, Sünne, 1, H. no: 4596; Hakim en-Nisâburî, 1990: İlim, H. no: 441; Beyhakî, 1355: X, 208) “Dikkat ediniz! Sizden önce Ehl-i Kitap olanlar 72 fırkaya bölündü. Kuşkusuz bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si cehennemde, biri cennette olacaktır.” (Dârimî, Siyer,75) “Dikkat edin! Sizden önceki kitap ehli 72 fırkaya ayrıldı. Bu ümmet de 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si cehennemde, biri cennette olacaktır. Bu da cemaattir. Ümmetimin içinden öyle bir takım topluluklar çıkacaktır ki onlar, kuduz hastalığına yakalanan bir insanın, bu hastalığın tüm damar ve mafsallarına sirayet etmesi gibi, heva ve hevesleri de onlara öyle sirayet edecektir.” (Ebû Dâvud, 1, H. no: 4597) Benzer rivayetler için bkz. Tirmizî, Îman, 18, H. no: 2640; İbn Mâce, Fiten, 17, H. no: 3991; İbn Hanbel, ty.: 120; Ebu Mansûr Abdulkahir el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, TDVY., Ankara 1991, ss. 5-6). “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in Bir Meşrûiyet Aracı Olarak İcat ve İstihdamı 57 Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, Ehl-i Sünnet’in 72 fırkanın varlığını meşrûlaştırdığıdır; Ehl-i Sünnet, 72 fırkayı bulmuş, ama onların hak olduğunu kabul etmemiştir. Ehl-i Sünnet hareketi, marjinalleştirmeye götürücü siyasetini hem entelektüel düzlemde “ötekiler”in kitaplarına karşı mücadele biçiminde,33 hem de pratik hayatta onlarla ilişkilerini sınırlandırmak veya onlara tavır koymak suretiyle yürütmeye çalışmıştır. Bilindiği gibi marjinal gruplar, genel bilgi ve güç/iktidar alanları içinde eşitsiz ve dezavantajlı bir pozisyon işgal ederler. Bu bağlamda belirtilebilir ki marjinalliğin toplumsal eşitsizlikle34 iç içe geçen bir ilişkisi söz konusudur. Yerine göre marjinallik, toplumsal eşitsizlikten doğarken, toplumsal eşitsizlik de marjinallikten doğabilir. Ehl-i Sünnet ile diğer fırkalar arasındaki ilişki biçimine bakılırsa, Ehl-i Sünnet’in merkezi işgal ve temsil ettiği, söz konusu anlamda diğer fırkaların ise gerçekten de marjinal gruplar halini aldığı, periferide yer aldıkları ve Ehl-i Sünnet ile eşitsiz bir toplumsal durum içinde bulundukları görülür. Marjinallikle toplumsal dışla(n)ma arasında da yakın anlam ilişkisi bulunmaktadır. Esasen toplumsal dışlanma, bir şekilde marjinallikle hemen hemen aynı şeye göndermede bulunmaktadır. Bazen de marjinallikle sosyal dışlanmadan biri diğerinin nedeni veya sonucu olabilir. Ehl-i Sünnet, diğer grupları marjinalleştirmek suretiyle toplumsal dışlanmaya maruz kalmalarına da sebep olmuştur. Ehl-i Sünnet’in diğer grup ve akımları isimlendirme biçimlerinden onların dışlanmalarını, toplumun genelinin haklarından yararlanmalarının önüne geçilmesini sağlamak istedikleri de anlaşılmaktadır. Ehl-i Bid’at, Ehl-i Dalâlet, Rafizi, Mutezili gibi kavramlar, anlam içerikleri itibariyle dışlanmayı ifade etmektedirler. İslam toplumunda bu isimlendirmeler, o isimlendirmeye muhatap olanların tüm meşrûluklarını ortadan kaldırmaya yetmektedir. Bu damgalama, onların dışlanmasının zeminini oluşturmuştur. Gerçekte Ehl-i Sünnet’i teşkil eden insanlar, kendileri dışındakilerin İslam top33 Pezdevî, Usûlu’d-Dîn (Ehl-i Sünnet Akaidi) adlı eserinde Ehl-i Sünnet için tehlikeli bulduğu kimselerin kitaplarından yararlanmadığını, onları okumanın caiz olmadığını, onlara bakmanın doğru olmadığını şöyle dile getirmektedir: “Tevhid ilminde öncekilerin yazdıkları kitaplara baktığımda bazılarının İshak elKindî (260/873), el-İsfirazî ve benzerleri gibi filozoflara ait olduğunu, bunların hepsinin doğru yoldan uzak, sağlam dinden sapmış olduklarını gördüm. Bu kitaplara bakmak caiz değildir, çünkü tehlikeli yerlere çeker, götürür. Onlara tutunmak, onlara nazar etmek doğru olmaz. Zira tevhid ismini taşısalar da, onlar şirkle doludur. Bundan dolayı, Ehl-i Sünnet ve cemaatın ilkleri onların kitaplarından bir şey almamıştır. Aynı şekilde, ilmin bu dalında, Kelâm’da, Abd’el-Cabbar, (416/1025), Ebu Ali Cübbai (303/915), elKâ’bî (319/931) ve İbrahim Nazzam (232/846) gibi Mu’tezile’nin pek çok eserlerini gördüm. Şüphe meydana gelmemesi, itikadın zayıflamaması, sülûk sahibi kimseye bid’ate sebep olmaması için bu kitapları ele almak ve onlara bakmak caiz değildir. Bundan dolayı Ehl-i Sünnet ve cemaatın ilkleri onların kitaplarından bir şey almamıştır. Aynı tarzda, Muhammed b. Heysan ve benzerleri de bu ilim dalında kitaplar tasnif ettiler. Bu kitaplara nazar etmek ve onlara tutunmak, onlardan bir şey elde etmek helal değildir. Çünkü onlar bid’at ehlinin kötüleridir. Elimde bu eserlerden bazıları vardı ve ben onlardan bir şey elde etmedim. Yine bu ilimde, Ebû el-Hasan el-Eşarî (324/936) ve ondan başkalarının yüze yakın kitaplarını inceledim. Kısaca, onun tasnif ettiği pek çok kitap genel olarak mutezile mezhebini düzeltmek içindir. Zira o başlangıçta itizal, mutezile mezhebine inanıyordu, sonra Allah ona mutezilenin sapıklığını beyan etti de onların mezhebine inanmaktan tevbe etti. Daha önce mutezile adına kitap yazdığından sonra yazdığı kitap tam ve mükemmel olmadı. (…)” (Ebu Yusr Muhammed Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, ss. 1-2) 34 Bkz. R Peace, “Social Exclusion: A Concept in Need of Definition”, Social Policy Journal of New Zealand, Temmuz 2001. 58 Ejder Okumuş lumuyla bütünleşmelerini önlemeye çalışmış ve bu konuda başarılı da olmuştur. Ehl-i Sünnet’in dışladığı, damgaladığı akım ve gruplar, ya tamamen ortadan kalkmış ya da “azınlık” gruplar olarak varlıklarını devam ettirmiştir. Esasen marjinallikte toplumun sosyal davranış kalıplarının dışına tamamen çıkmak gibi bir durum yoktur. Marjinal grup, sosyal davranış kalıplarının ne tam dışında, ne de tam içinde bulunan ve de toplumla tam olarak bütünleşememiş topluluklardır. Denilebilir ki marjinal grup, sosyo-kültürel sistemin kabul edilmiş sınırlarının marjininde, yani periferisindedir. Mutezile’nin ortaya çıkış işareti olan “el-menzile beyne’l-menzileteyn”,35 onun sosyal durumunu da ifade etmektedir. Mutezile, “ne İslam toplumunun tam olarak dışında kalmış ne de içinde”. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in diğer fırkaları marjinalleştirmesinde en önemli hususun o fırkaları bid’at ehli36 ve dalâlet ehli olarak damgalaması olduğunu da vurgulamak gerek. Böyle bir damgalama, “Daire”nin dışında görülen fırkaları Sünnet’e, yani geçmişten gelene, yerleşik olana, geleneğe karşı konumlandırmakta ve dolayısıyla sapık olmaları itibariyle Cemaât’in dışına çıkarmaktadır. Son tahlilde Ehl-i Sünnet’in diğer fırkaları marjinalleştirmesinde anahtar kavram bid’at olmaktadır.37 Belirtmek gerekir ki marjinal dinî inanç ve grupların marjinalliklerinde sadece Ehl-i Sünnet’in yaklaşımının belirleyici olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. Çünkü gerçekten de çıkışı itibariyle marjinal olan, İslam toplumunun bütünlüklü ruhuyla uyuşmayan, tabiatında marjinallik taşıyan ve bir tür “aşırılık” ifadesi olan inanç ve grupların varlığını da unutmamak gerek. Marjinalliği bir grubun toplumun genel sosyo-kültürel normlarının dışındalığının, toplumun genel norm ve değerlerinden sapma durumunun bir biçimi olarak anlarsak, marjinal hareketler olarak Ehl-i Sünnet dışındaki akımların toplumla bütünleşmede sorunları bulunan akımlar olduğu da söylenebilir. 35 İbn Ebi’l-‘Izz el-Hanefî, Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, ss. 521-522. 36 Bkz. M. Özler, İslâm Düşüncesinde Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bidat, ss. 55-85. 37 Abdulkaahir el-Bağdadî’nin şu cümleleri Ehl-i Sünnet’in konuya yaklaşımını anlamamıza katkıda bulunabilir: “İslâm Ümmeti, âlemin yaratılmış olduğunu, onu yaratanın birliği ve kıdemini, sıfatlarını, adâletini, hikmetini, O’nun herhangi bir şeye benzediğini reddetmeyi ve Allah’ın salât ve selâmı ona olsun Muhammed’in peygamberliğini ve onun risaletinin bütün insanları kapladığını, şeraitinin sonsuzluğunu ve getirdiği şeylerin hepsinin doğruluğunu, Kur’an’ın şeriat hükümlerinin kaynağı ve Kâbe’nin namaz için yönelinmesi gerekli kıble olduğunu kabul ve ikrar eden herkesi içine alır. Bütün bu hususları ikrar eden ve küfre götürebilecek olan herhangi bir bid’ate uymayan herkes sünnîdir, (Allah’ın birliğine inanan) muvahhiddir. Eğer bu sözünü ettiğimiz meselelere, iğrenilecek bir bid’at eklerse, durumuna bakılır: Eğer o, Bâtiniyye veya Beyâniyye veya Muğîriyye veya bütün imamların tanrılıklarına, ya da bir kısım imamların ilahlıklarına inanan Hâttâbiye’nin bid’atlerine veya hulûl mezheplerine veya tenâsühe inananların fırkalarına veya kızları ve oğulların kızları ile evlenmeyi uygun gören Hâricîlerin Meymûniyye mezhebine veya İbâdiyye’nin, “İslâm şeriatı âhir zamanda kaldırılacaktır” diyen Yezîdiyye mezhebine inanırsa veya Kur’an’ın haram kıldığını helâl sayarsa veya Kur’an’ın yorumlamaya (te’vil) ihtiyaç duyulmayacak bir kesinlikle helâl kıldığını haram sayarsa, İslam Ümmeti’nden değildir ve onun hiçbir değeri de yoktur. Fakat onun bid’ati, Mu’tezile’nin veya Havâric’in veya Râfıza’nın İmâmiyye kolunun veya Zeydiyye’nin veya Neccâriyye, Cehmiyye, Dırâriyye veya Mücessime’nin bid’atleri cinsinden bir bid’at ise, o kimse bazı bakımlardan İslâm Ümmeti’ndendir; onun müslüman mezarlığına gömülmesine izin verilir ve müslümanlarla birlikte savaştığı takdirde, ganimet ve fey’den payını almasına ve mescitte namaz kılmasına engel olunmaz; ama bunlar dışındaki hükümlerde, İslâm Ümmeti’nden sayılmaz, yani ne cenaze namazı kılınır, ne de arkasında namaza durulur; ne kestiği helâl olur, ne de Sünnî olan bir kadınla evlenebilir; Sünnî bir erkeğin, onların inanışında olan bir kadınla evlenmesi de helâl olmaz.” (Ebu Mansûr A. el-Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, ss. 13-14). “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”in Bir Meşrûiyet Aracı Olarak İcat ve İstihdamı 59 Son olarak bu konuda şu hususa da işaret etmek gerek: Ehl-i Sünnet’in marjinalleştiriciliği, öyle ilginç bir noktaya gelmiştir ki İslam toplumlarının modernlikle karşılaşma ve ona cevap verme sürecinde bizzat Ehl-i Sünnet müslümanların zihniyet dünyalarında marjinalleşmiştir. Her ne kadar amelî düzlemde kahir ekseriyet, yine Ehl-i Sünnet mezheplerine bağlı ise de, itikatta, düşüncede Ehl-i Sünnet dışı kalmakta, en azından klasik Ehl-i Sünnet esaslarına bağlı kalmamaktadır. SONUÇ Ehl-i Sünnet, gelenekçi, muhafazakâr ve çoğunlukçu özellikleriyle öne çıkmakta ve mevcut dinî-toplumsal gerçekliği meşrûlaştırarak bu gerçekliğin dışına çıkanları cemâatten saymamakta ve marjinalleştirmektedir. Esasen Ehl-i Sünnet, 73 fırka rivayetiyle hem dolaylı olarak da olsa “bidat ehli ve sapık” 72 fırka’yı, hem de yetmiş üçüncü fırka olarak Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’i meşrûlaştırmıştır. Ancak şunu da vurgulamak gerekir ki Ehl-i Sünnet, bu meşrûlaştırma işlevini oluşumundan günümüze kadar çeşitli meşrûlaştırım hatırlatmalarıyla yerine getirmiştir. Fakat günümüzde Ehl-i Sünnet’in ciddi bir sorunla karşılaştığı da görülebilmektedir; küreselleşme ve çoğulculuğun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve dinsel etkilerini çok yoğun bir biçimde gösterdiği özellikle yaklaşık son yirmi yıllık süreçte, Ehl-i Sünnet’in, geçmişte olduğu gibi geleneği ve cemaati meşrûlaştırabilmesi kolay gözükmemektedir. Müslüman toplumların içinde bulundukları şartlar, Batı toplumlarıyla kültürel, siyasal, ekonomik, sosyal vs. etkileşimleri; siyasal iktidarların geleneksel zamanlardakilerden oldukça farklı oluşu; geçmişten çok farklı dinî oluşumların ortaya çıkması, yeni İslamî yorumların geliştirilmesi, Kur’an’la ilgili yeni yaklaşımların getirilmesi; geçmişte batıl, zındık, sapık, bid’at ehli vs. olarak nitelendirilen dinî fırka ve oluşumların, postmodern görecelilikten yararlanarak bugün bir şekilde çok farklı biçimlerde kendilerini seküler meşrûlaştırmalarla var kılması, Ehl-i Sünnet’in işini oldukça zorlaştırmaktadır. Öyle görünüyor ki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, İslam toplumunun müslüman aktörlerinin çoğunluğu katında etkili olabilmek ve bu çoğunluğun temsilcisi sıfatıyla mevcut dinsel durumu meşrûlaştırma işlevine sahip bulunabilmek, gelenek ve cemaati diriltebilmek, müslümanların geleneksel değerlerini muhafaza edebilmek ve “Sünnet” ve “Cemaat”e mugayir hareket eden fırka ve grupları “marjinalleştirip etkisizleştirmek” için kendini yeniden yapılandırmak ve yeni tanımlamalar yapmak gibi bir “zorunluluk”la38 karşı karşıya kalmışa benzemektedir. Çünkü bugün, öyle şartlar içinde bulunuyoruz ki meşrûlaştırma ancak yeni şekillerde gerçekleşebilir.
.Ehli Sünnet Nedir, Özellikleri Nelerdir?
Ehli sünnet, son peygamber Hz. Muhammed'in sünnetine uyanlar anlamına gelir. Günümüzde İslam'ın dünya üzerindeki en yaygın iki kolundan biri Ehl-i Sünnet yani Sünnilik diğeri ise Şiiliktir. Şiilik ile Sünnilik arasında belli başlı görüş ayrılıkları vardır. Bunların başında hadis kaynaklarını değerlendirme ve yorumlama gelir.
Ehli Sünnete göre, sahabeden aktarılmış olan her hadis doğru kabul edilmelidir. Şiilik akımı ise sadece on iki imamdan nakledilen hadisleri sahih kabul eder.
Kendisini ehl-i sünnet olarak adlandıran mezhepler, hem ibadetlerinde hem de yaşamlarında Hz. Muhammed'i örnek alırlar. Onlar için dünya hayatı sadece süs ve gösterişten ibarettir. Bu nedenle farz ve sünnet olan ibadetlerini aksatmadan yerine getirirler, hayrın da şerrin de Allah'tan geldiğini bilerek her durumda şükrederler.
Ehl-i sünnet inancına göre insan akıl ve irade sahibidir. Bu nedenle tüm seçimlerinde tamamen özgür bırakılmıştır. Tüm fiiller Allah tarafından yaratılmış olsa da onu seçip seçmemek insanın özgür iradesine bağlıdır. Sünniliğin en önemli temsilcilerinden biri Hanefi mezhebinin kurucu olan Ebu Hanif'dir. İmam-ı Azam adıyla da bilinen Ebu Hanife, fıkıh, sünnet ve kelam ilimlerine dair birçok eser kaleme almıştır.
Kendisinden sonra gelen müritleri hem Hanefiliğin hem de Ehl-i Sünnet inancının dünya genelinde yaygınlaşmasında etkili olmuştur.
Ehli Sünnet Olmak Ne Demektir?
Kuran'ı Kerim'i ve hadisleri referans alan itikadi mezheplere Ehl-i Sünnet denir. Ehl-i Sünnet inancında hem akıl hem de hadis önemli bir yer tutar. İmam Rabbani ve Abdülkadir Geylani Ehl-i Sünnetin en önemli din alimleri arasında yer alır.
.
Ehl-i sünnet itikâdı 14 TEMMUZ 1994..M ORUÇ
.Ehl-i sünnet itikâdı, sana önce, lâzım olan, Yetmişüç fırka var, ammâ, Cehennemlik geri kalan, Müslümanlar hep sünnîdir; cümlenin reîsi Nu'mân, Cennet ile müjdelendi; îmânda bunlara uyan. İtikâdı sağlam edip; sonra dinimize bağlan! İslâmın beş şartını yap; harâmlardan sakın hemân! Bir günâhı işler isen, tevbe et, kaçırma zamân! Kim ki uymaz dinimize, birgün olur, elbet pişmân. Dinsize sakın aldanma, mahvolursun sen de, amân! Tatlı söze inanırsan; olur sonra, hâlin yamân! İki yüzlüler çoğaldı: dışı melek, içi yılan, Tuzağa düşürmek için; dost görünür, hem de candan. Herkes kendin haklı sanır: Kötü der, bana uymayan. İslâmiyet terâzidir, odur haklıyı ayıran! Sonsuz yaşamak arzûsu; bende yoktur, var mı diyen? Ölmek, yok olmak değildir; kabir hayâtına inan! Cennet sonsuz, Cehennem de; haber verdi, bunu Kur'ân, Sonsuz dertten sakınmalı; hattâ, olsa da, bî gümân, Müslümanlar, hakkı tanır, her mahlûka eyler ihsân, Îmânsızlar, yılan gibi; lezzet alır can yakmaktan. Amân yâ Rabbî el'amân; ne müşkilmiş âhır zamân, Din bilgisi unutuldu; pek azaldı namaz kılan, Bugünkü şaşkın hâlleri, eylemişti, Resûl beyân. Demişti: (Birgün gelecek; garîb olur, bana uyan. Her evde, çalgı çalınır; işitilmez olur ezân, Âlim bulunmaz bir yerde, câhillere kalır meydân! Mü'minler, olur zavallı; kâfirler, sanki Süleymân, Zekâ, çok şey bulursa da; gaflet, gitmez insanlardan) Alâmetlerin meşhûru, sarhoş olur; pek çok insan Âlim diye tanıtılır, dinden haberi olmıyan. Doğru konuşan azalır, yalancı söyler durmadan. Çok övülen kimselerde, bir zerre bulunmaz îmân, Fitne kaplar her tarafı, adam öldürülür yoktan. Bid'at yayılır her yere, kalmaz sünnetlere uyan. İslâmiyet kötülenir, harâm işlenir her yandan. Müslümanlık lâfta kalır, ses için dinlenir Kur'ân. Büyük alâmet Deccâldir, çıkacağı yer, Horasân. Sonra, Şâmdaki Câmiye Îsâ inecek semâdan. Bir hadîste buyuruldu, (Kızım Fâtıma evlâdından, Babası Abdullah olan, Mehdî adında bir civân. Çıkıp dine kuvvet verir, cihâna yayılır îmân, Îsâ aleyhisselâmla, birleşerek ol pehlivân. Deccâlı da öldürürler, dünya dolar adl-ü emân. Ye'cüc Me'cüc adındaki, kavim çıkar sed ardından. Sayısı milyonlarcadır, her tarafta dökerler kan. Dâbbet-ül-arz çıkar sonra, Mekke'de Safâ altından. Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenâdan. Dahâ sonraki alâmet, güneş, doğacaktır garbdan. Kâfirler bunu görünce, îmâna gelecek cem'an, Fakat, kabûl olmaz artık, doğru yola gelen mihmân. Alâmetlerin biri de, Aden'den çıkan bir duman. Kâ'beyi yıkacak hem de siyah renkli birkaç yaban, Yeryüzünde kalmıyacak, büyük ni'met olan Kur'ân. Müslümanlar hep ölecek, yaşıyacak ehl-i tuğyân. Her kötülüğü yapacak, insan adlı canaverân, Lâkin Hicâz'dan bir ateş, verip herkese heyecân. Şaşkın, azgın dolaşırken, Kıyâmet kopar nâ-gehân. Dahâ neler olur, ammâ söyleyemez onu, lisân) Ne hazîndir, ne yazıktır; ma'bûd oldu, falan filân, İlâhî, sen korumazsan, olur hep sonumuz giryân. Bu irtidâd modasında; işimiz suç, günâh, isyân. İnsanlar, yolu şaşırdı; gemisin kurtaran kaptan! Hep, bu dünyaya çalıştın; âhıretin oldu ziyân. Düştün bedenin peşine, kalbini eyledin vîrân. Akla, ilme hiç uymadın; nefs oldu, sana kumandan, Geçti gençlik, hep gafletle; dünya hırsındasın el'an. Nasîhat hiç dinlemedin; yoldan çıktın, sanki sekrân. Dünya zevklerine daldın; şimdi hâlin âh-ü figân. Hâinler aldattı seni; sandın sonsuz bu deverân. Didinmeler, boşa gitti; yâr olmadı, servet sâmân! Dinimize uyan kimse, anladım olur şâdümân, Ne yazık, ömrü uçurdum, yeis çöktü, her taraftan, Keşke, Kur'âna uysaydım; olurdum, ebedî sultân, Dünyaya mâlik olsa da; kalmıyor insân bî pâyân! Hani Dârâ ve İskender; hani Roma, hani Yunan? Hani Nemrud, hani Fir'avn; hani Kârun, hani Hâmân? Hani Cengiz, hani Hitler, nesi kaldı, zikre şâyân? Edison, Markoni, Pastör, âhırette bulmaz ihsân! Dünyaya fayda verenler; sanma olur, kâmil insan! Yılandan ilâç yapılır; zehir olur ba'zan derman! Sakın bakma görünüşe, insanın kemâli, îmân! Îmân eden, tembel olmaz; çalışınız! diyor Sübhân, Tembeli ve gericiyi; zem etti Nebiy-yi zîşân, Bir hadîste buyurdu ki (Rabbe mahbûbdur, çalışan! Rûhu da, düşünmek lâzım; hep bedeni besler, hayvân! Bu bedenin sağlamlığı; geçer, sanki âb-ı revân! Evet, beden lâzım, çünkü; odur, rûhumuz taşıyan. Her birin korumak gerek, böyle olmalı, müslüman! Nebiyyullah, boş durdu mu? İyi düşün, eyle iz'an! Eshâbın hepsi olmuştu; sulhda üstâd, harbde arslan. Kitâb, gazete, film, radyo; olmuş hepsi birer şeytân. Bunlar doğruyu gösterse; olur idi, hepsi burhân. Bilgi, fen kaynakları da; niye aceb, böyle hüsrân? Yeni fizik, modern kimyâ seni gösteriyor, her ân! Her zerre diyor, Allah var; atomdan tâ be âsümân! Fakat, bunları gören yok; kalblerden silinmiş irfân. Hakka inâd edenlere; olur dünya elbet zindân! Avrupa, Amerika hem; Asya'da da, niçin buhrân? Çünkü, Hakkı görmüyorlar; kafalarını sarmış dumân, Maddede yükselmiş ammâ; haberi yok insanlıktan!