Mezhep, Arapça bir kelime olup, takip edilen ve gidilen yol anlamına gelmektedir. Terim anlamı ise, itikadî ve amelî, yani iman, ibadet, ahlak ve muamelatla ilgili konularda çözümler üretmek için ortaya çıkan İslâm Düşünce ekollerini ifade etmektedir. Arapçada mezhep kelimesi yerine, daha çok kelamî ve itikâdî konulardaki ayrılıklar için "fırka" tabiri kullanılmaktadır.
Yine bu anlamda “makâle” (çoğulu makâlât), “nihle” (çoğulu nihâl) terimlerinin de kullanıldığına şahit olmaktayız. Türkçede ise, mezhep dendiği zaman hem siyasî ve itikadî, hem de fıkhî mezhepler anlaşılmaktadır. Dolayısıyla her iki alanı da ifade etmek için bu tabir kullanılmaktadır.
Kur’an ve Sünnet Farklı Yorumlanmaya Müsaittir
Naslarla ilgili ihtilafların birçok sebepleri vardır. Bu konu usul-i fıkıh kitaplarında teferruatlı bir şekilde anlatılır. Bu sebepler incelendiğinde görülecektir ki farklı yorumlara ulaşmak tabii bir neticedir. Fıtrî anlayışa uygundur. Burada bir örnek üzerinde duracak olursak, Kur'an'da boşanmış kadınların beklemesi gereken iddet süresi, "üç kur’" olarak ifade edilmiştir (el-Bakara 228).
Ulema, buradaki "kur’" kelimesinin hem "hayız", hem de "temizlik" dönemi hakkında kullanılan "müşterek" bir kelime olduğunu belirtmiştir. Kelimenin yapısındaki bu durum sebebiyle Sahabe döneminden itibaren bu ayetin ne ifade ettiği konusunda ihtilaf vâki olmuştur. Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes'ûd vb. sahabîler (Allah hepsinden razı olsun) bu kelimenin "hayız"ı anlattığını söylerken, Hz. Aişe validemiz, İbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve daha başkaları da (Allah hepsinden razı olsun) "temizlik dönemi"ni anlattığını söylemişlerdir.
Burada, sanki Yüce Allah, müminlerin içtihatta ihtilaf etmesini murat etmiştir. Zira bu ayette böyle müşterek bir kelime yer alırken, mesela aynı surede, iki ayet yukarıda şöyle buyrulmuştur: "Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için ancak dört ay (bekleme hakkı) vardır." Dikkat edilirse burada, "ay" kelimesi geçmektedir ve bu kelimenin neyi anlattığı konusunda Araplar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah dileseydi, iki ayet sonrasında yer alan "kur’" kelimesi yerine de "ay" kelimesi yer alabilirdi. Ancak durum görüldüğü gibidir.
Mezheplerin varlığı eşyanın tabiatındandır. Zira farklı anlaşılmaya müsait naslar ve farklı anlayış biçimleri var oldukça, farklı mezheplerin var olması kadar normal ve hatta "kaçınılmaz" bir şey olamaz. Eğer naslar farklı anlaşılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayışı aynı olsaydı, işte o zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.
Bunun gibi daha nice örnekler vermek mümkündür. Günümüz beşerî hukuklarında da hâkim içtihatları hukukî düzenlemelerde önemli bir yere sahiptir. Hatta diyebiliriz ki beşerî kanunların uygulanmasında o kadar çok mezhep ortaya çıkıyor ki, adeta her gelen yönetim bir mezhep edasıyla yeni yönetmelikler vaz’ ediyor. Hukukî uygulamalarda hiçbir millet ve devletin uygulaması birbirini tutmuyor. Bunu şunun için söylüyoruz, insanın olduğu yerde kanunlar uygulanırken mutlaka birçok alternatifler söz konusudur. Bu eşyanın fıtratında vardır. Cenab-ı Hak istese elbette tüm insanları tek bir ümmet, tek bir mezhep ve tek bir din etrafında toplayabilirdi. Ama murad-ı ilâhî, çeşitlilik, mücadele ve ihtilaf zemininde bir imtihan hayatı muvacehesinde tecelli etmiştir. Sünnet-i ilâhî budur. Allah’ın sünnetinde bir değişiklik olmaz.
Modernist ve pozitivist anlayışların, çağdaşlık ve ilericilik adına revaç bulduğu günümüzde başta ilahiyat eğitimi almış, ilahiyat camiasında mevkii işgal eden niceleri de dâhil zamanın bu hastalıklı akımlarından yara almamış kimse olmasın! İslam’ın tarihe mâl olmuş nice konularında zamane batı anlayışı karşısında komplekse girerek, dinin çağdaş yaklaşımlara sivri görünen taraflarını yontmaya meyilli hastalıklı fikirlerin ekranlarda boy attığını izliyoruz. Batının fen ve teknolojide ileri olması gözlerimizi büyülediğinden, materyalist mantıkla dünyaya sarılan batının akim ve sakim hâle gelen yapısını göz ardı ederek, önce hayrete düşen zihinler, sonra hayranlığa kapıldılar. Gerçekte hâlâ bu şokun etkisinde olduğumuz inkâr edilemez. Başta ilahiyat camiası da dâhil insanımızın fikir dünyasında inkişaf edebilmesi için önce bu kompleksten ve aldığı bu yaralardan kurtulması, kendi kimliğini, değerlerini, eğilip büzülmeden alnı yüzü ak bir şekilde ifade edebilmesi şarttır. Sağdan soldan esen batı felsefesinin yıkıcı kasırgaları altında birçok aydınımız, bu bunalımı ve stresi aşabilme adına çeşit çeşit dînî anlayış akımlarına kendilerini kaptırmışlardır. Bunlardan biri de mezhepsizlik olarak tanımlanan modernist yaklaşımdır.
Mezhepsizlik Nedir?
Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki başlık altında toplanabilir:
1. Doğrudan Kur'an ve sünnetle amel etme iddiası.
2. Mevcut mezheplerin içtihatlarının yetersiz/eskimiş olduğu ve yeni içtihatlar yapılması gerektiği düşüncesi.
Allame Zâhid el-Kevserî merhum, "mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür" demiştir. Gerçekten son derece hikmetli bir sözdür. Burada bir noktaya dikkat çekmeden geçmek eksiklik olacaktır; Ehlisünnet bir toplumda yaşadığı halde, Ehlisünnet'e aykırı itikadî bir çizgi benimseyen, fer'î alanda da birtakım yeni içtihatlarda bulunan, ama bütün bunları "yeni içtihat yapıyorum" ya da "Ehlisünnet'i beğenmiyorum/yetersiz veya yanlış buluyorum" demeden yapan bazı kişilerin bulunduğuna bilhassa dikkat etmelidir.
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
“Bazıları, yapacakları değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannediyorlar. Ortaya bidatler çıkarıyorlar. Bidatlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değildir. Kur’an-ı Kerim’de mealen buyruluyor ki:
“Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum.” [Maide 3] Dini noksan sanıp tamamlamaya [dinde reform yapmaya] çalışmak, bu âyete inanmamak olur.” [c.1, m.260]
İctihad kapısı açık diye herkes destursuz girerse, birbirine zıt gibi görünen hadis-i şerifleri görünce ne yapacaktır? Mesela imam arkasında Fatiha’nın okunacağına dair de, okunmayacağına dair de hadis var. İcazetsiz bir kimse, bunları okuyunca ya Peygambere suizan edecek yahut hadis âlimine iftira edecektir. Ehli olmayanların hüküm çıkarmak niyetiyle hadis okuması, elbette doğru olmaz.
Mezhepsizler değişiktir. Kimi Mutezilenin, kimi Cebriyyenin, kimi Şianın, kimi Vehhabinin bazı fikirlerini, kimisi her gruptan bazı fikirleri benimsiyorlar.
Ancak bu noktada mezhepsizleri tanımak için referans gösterilen fikirlerin savunucuları olarak gösterilen isimler dikkatle incelendiğinde sıhhatli bir tespitin yapılmadığı görülecektir. Aşağıda1 isimleri zikredilen şahısların hepsini bir kefeye koyan bu yaklaşım, mezhepsizliği eleştirme adına bu sefer mezhep taassubunu reddeden, araçların amaca dönüşmemesi için mücadele eden, İslam’ın doğru anlaşılması için alışılmış bazı yanlış kanaatleri düzeltmeye çalışan insanlarla, modernist akımlara kapılmış, dînî reform adıyla pozitivist akılcılık hastalığına tutulmuş ya da kökü dışarıda akımlara yataklık yapmış insanları bir tutuyor demektir ki bu da işin tefrit yönüdür.
Mezhepsizleri tanımak için serdedilen fikirlerin (bu fikirlerin bazısı için bkz.2), bu zikredilen şahısların bazısı hariç çoğuyla alakası olmadığı, eserlerini inceleyenlerce malumdur. Kadıyani, Behaullah gibi istikametten sapanlarla, muhalled eserler bırakmış, ümmete faydalı olmuş âlimleri aynı kefeye koymak insaf olmasa gerektir.
Bu fikirlerin yanı sıra modernist tabir edilen yaklaşımlarla medyada boy gösteren reformist akımın temsilcileri Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması sebebiyle Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" başlamışlardır. Tabiatıyla modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edilmiştir. Bu anlayışa istinaden Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan yahudi ve hıristiyanların da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz’ edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi.
Şu hususu belirtmekte de yarar görüyoruz. Mezhepsizliğe karşı tepki göstereyim derken, ifrata gidip birçok güzide âlimi buna dâhil etmeye çalışan bir anlayıştan da bahsetmiştik. Bu anlayış sahipleri ictihad ehli olmak için birçok şartların taşınması gerektiğine dair eserlerden nakillerde bulunurlar. Oysa bilmiyorlar ki bu içtihada ehliyet şartları da içtihatla tespit edildiğinden, bu hususta farklı kanaatler vardır. Mesela; bazı âlimler bu şartları çok hafif tutmuş, belli bir konuda derinleşen kişinin, o konudaki nasları ve grameri bilmesinin bu konuda ictihad için kâfi olacağını belirtmiştir.(Bkz. el-Mustasfa, İctihad Kitabı)
Mezhebin Gerekliliği
Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir. (SİFİL, Beyan Dergisi, Temmuz 1999)
Müftinin müctehid olması gerekir. Müctehid olmayan kimse müftü yapılırsa, bunun müctehidlerin bildirdiklerini okuyup, öğrenerek bunları söylemesi gerekir. (İbni Hümam) Müctehid olmayan kimse bir hadis işitince, bu hadisten kendi anladığına uyarak amel edemez. Mezhebindeki müctehidlerin verdiği fetva ile amel etmesi gerekir. (Kifaye)
Âlimlere tâbi olmak, dört mezhepten birine uymak demektir. Asırlardan beri bütün İslâm âlimleri, dört mezhepten birine uymuşlar ve müslümanların da uymalarının gerektiğini bildirmişlerdir. Bunlara uymakta icma hâsıl olmuştur. “O gün her fırkayı imamları ile çağırırız” mealindeki İsra suresinin 71. ayet-i kerimesini Kadi Beydavi hazretleri, “her ümmeti peygamberleri ve dinde uydukları imamları ile çağırırız” şeklinde açıklamıştır.
Medarik tefsirinde, “Müminlerin yolundan ayrılan cehenneme gider” mealindeki Nisa suresinin 115. ayet-i kerimesi bildirildikten sonra, “Kitab ve sünnetten ayrılmak gibi icmadan da ayrılmak caiz değildir” buyruluyor. Beydavi tefsirinde ise aynı ayet-i kerimenin açıklamasında, “bu ayet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu göstermektedir. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak da vacip olur, şart olur” buyruluyor.
Abdülgani Nablusi hazretleri, “bugün dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir” buyuruyor. (Hadika)
İmam-ı Rabbanî hazretleri de, “mezhepsiz olmak ilhaddır”3 buyuruyor. (Mebde ve Mead)
Âlimlerin bu yorumları sonuçta bir ictihad olsa da, neticede herkesin ictihad ehli olması beklenemeyeceğine göre, insanların tâbi olması gerekli bir ekolün oluşması kaçınılmazdır. En basit dünyevî işlerde bile yüzlerce müesseseyle ekolleşmek ihtiyacı içinde olan toplumun, hayatî meselelerde lalettayn kendi halinde olması abes olacağı gibi, herkesi aynı çatıya sokmaya çalışmanın abesliği de ortadadır. Ancak bir mezhebin bile derinliğine kavranması herkesçe mümkün olmadığından, ilimle iştigal etmeyen avam tabir edilen halk kesimi için tâbi olduğu âlimin mezhebi esastır.
Avamın mezhebi yoktur
Yani bir meseleyle karşılaştığında güvenilir bir âlime sorar. Onun ifadesine göre hareket eder. Mezhepteki bir içtihat ancak devletin kanunlaştırmasıyla herkesi bağlayıcı hale gelebilir. Yoksa bir ictihad diğerini kaldırmaz. “İbadetler mahd, muamelat talk üzeredir” diye meşhur bir genel kaide vardır. Yani ibadet ve ahlak kuralları, çerçevesi belli olduğundan zamanın değişmesiyle değişime uğramazlar. Ama muamelat ile ilgili hükümlerde, genel bir serbestlik mantığı olduğundan, hududu dâhilinde, örf, siyaset, zamanın tagayyürü gibi sebeplerle geniş bir ictihad alanıdır. Dolayısıyla ictihad kapısı kapandı demek İslam’ın muamelat kapısı kapandı anlamına gelir ki, Menar kitabında; “selisası yani tabii inisiyatifi, (karihası)sağlam olan insanlar müctehidliğin tüm şartlarını taşımasa da ictihad edebilir” diye belirtilmiş.
Araçlar Amaca dönüşürse
Tarih bize, Mihne, din savaşları, mezhepler arası ihtilaflar, çatışmalar ve baskıların çok çeşitli örneklerini sunmaktadır. Bugün bu tür olayları görmezlikten gelmek yerine, ibret almak için müstakil olarak incelemek daha faydalı olacaktır. Dolayısıyla, müslümanları ayıran mezhepler değil, mezhep taassubunu din taassubuna denk ya da üstün tutan mezhepçi yaklaşım tarzıdır. Böyle bir tavır yüzünden mezhebin dînî hayatımızdaki yerini küçümsemek ya da onu kestirmeden giderek inkâr etmek büyük bir yanlışlıktır. Bunun nedeni de, insanların mensubu oldukları mezhebi ve onun imamını yeterince tanımamalarıdır. Çünkü bir mezhebe mensup olmak, yani “mukallitlik” sadece dil ile “ben falanca mezheptenim” diyerek, sanıldığı gibi basit ve külfetsiz bir durum değildir. Bu yaklaşım, mezhep olayını hafife almaktır. Oysa bir mukallit, mezhebini ve mezhep imamını iyi tanımak, cahil kitleleri bu konuda aydınlatmak ve onu tekrar dinamik bir hale getirmek için kendinden bir şeyler katarak çaba sarf etmek durumundadır. Bir kimse benim mezhebim haktır diyebilir. Ama ne zaman ki benim mezhebim ehaktır derse, işte o zaman mezhepçilik yapmış olur. Burada ya cehalet vardır, ya da sû-i niyet... Bu tavır başka bir mezhebe tâbi olan birini ayıplamamak, ona düşmanlık yapmamak ve sırf dînî hayatta belli ilke ve prensipler dâhilinde yaşamayı amaçlamaktadır.
Herhangi bir dinî gruba mensup olma duygusu insanlarda canlı ve kuvvetlidir ve insanlar bağlı oldukları grubun, bağlılarının çokluğu ile övünür ve kendilerini güvende hissederler. Bu durumu dikkate alarak, bir mezhebe bağlılığı fert ve toplum açısından verimli ve zararsız kılmak için gayret gösterilmelidir. Bu noktada mezhepsiz veya mezhepçi olmak yerine, fıkha dayanmak, hevâ ve heveslere uymamak ve hukuksuz iş yapmamak anlamında mezhepli olmak, en uygun yaklaşım tarzıdır. Bu yaklaşım aynı zamanda başkalarının inanç, kanaat ve yaşayışlarına saygılı olmayı gerekli kılan uzlaşmacı ve çoğulcu bir yaklaşımdır. Ancak bu durumda mezhepli olmayı, “düşünmeme” veya “akletmeme” şeklinde anlamamalı, bilakis mezhebin “kulluk yarışında bir yürüyüş üslubu” olduğu tezinden hareketle, insana kulluk görevini yerine getirmede kendisine tanınan alan içerisinde en uygun anlayışı seçme hakkı tanıdığı bilinmelidir.
(İslâm Mezhepleri Tarihi Açısından Dini Düşüncenin Geçirdiği Evreler, Metin Bozkuş*)
Dipnotlar:
1- Ahmet Kadiyani; Behaullah, Beykiyef, C. Efgani, Ebul ala Mevdudi, Hasan el Benna, Hasan Sabbah, İbni Hazm, İbni Kayyim el Cevziyye, İbni Rüşd, İbni Sebe, İbni Teymiye, İzmirli İsmail Hakkı, M. Şevkani, M. Abduh, M. bin Abdülvehhab Necdî, Makdisî, M. Hamidullah, M. Ebu Zehra, M. İkbal, M. Sıddık Hasan Han, N. Elbani, Reşat Halife, Reşit Rıza, S. Kutup, Seyyid Sabık, Şeyh Bedrettin, Yusuf Kandehlevi, Yusuf Kardavi, Zuhayli vs.
2- Mezhep taassubu tabirini çok kullanırlar. İctihad kapısı açık derler, sapık görüşlerini ictihad gibi gösterirler.
Telfîkı savunurlar. Mezhepleri birleştirmeye kalkarlar. Hangi mezhepteki hüküm akıllarına yatarsa onunla amel etmeye çalışırlar. Abduh gibi masonları mezhepler üstü müctehid kabul ederler.
Mezhepler bid’attir, Sahabenin mezhebi mi vardı derler.
İmam-ı A’zama, imam-ı A’zam demezler, Ebu Hanife derler.
Ashab-ı kiramdan çoğunu kötülerler. [Hâlbuki hepsi cennetliktir. (Hadid 10)]
Bir kısmı, cin ve miracı inkâr eder. Bir kısmı mucizeleri, bir kısmı da kerameti inkâr eder.
Namaz üç vakittir derler. Hadis-i şerifte, (Namaz beş vakittir) buyuruluyor. (Buhari)
"İbrahimî dinlerin diyaloğu" söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir
3- İlhad, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru yoldan ayrılmak demektir.