Tasavvuf Bahçesi
.
TASAVVUFUN TARİFİ
Tasavvuf,kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip ,kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallerle bezenip Allah-ü teala’ya yakın olmayı öğretir.
Tasavvufun mevzuu, ma’rifetullahtır . Yani, Allahü tealayı bilmektir. Tasavvufun kurucusu (vazıı) Hazreti Allah celle celalühüdür.
Tasavvuf,dinin ruhudur.
TASAVVUFUN LÜZUMU
Tasavvufun lüzumuna dair, iki büyük zatın iki kıymetli sözünü buraya almakla iktifa ediyoruz:
‘’- (Tasavvufa intisabım olan son)iki sene olmasaydı, Numan helak olmuştu’’
Seyyid Şerif Cürcani Hazretleri buyuruyor:
‘’Hace Alaeddin Attar’ın hizmetine yüz vurmayınca , Allah Teala’yı bilemedim’’
İNSAN
Tasavvufun hedefi insan olunca ,tasavvufun insana nasıl baktığını bilmek lazımdır:
İnsanın iki cephesi vardır.
1-Maddi vücut 2- Manevi vücut
Maddi vücut herkes tarafından bilinen ve görülen vücuttur. Manevi vücut ise gözle görülmez.
Kur’anı kerimde ve hadis-i şeriflerde isimleri geçen, Kalb, Ruh, Akıl, Nefs gibi unsurlar hep manevi vücudun azalarıdır.Bu unsurlar hayvanlarda yoktur.
İnsan maddi vücudunun yaşaması için yemeye , içmeye, teneffüs etmeye ihtiyacı olduğu gibi, manevi vücudun da gıdaya ihtiyacı vardır.
Manevi vücudun gıdası ise nurdur. Nur Allahü Teala Hazretlerinden gelir. Mürşid-i kamil denilen büyük velilerin kalbi vasıtasıyla dağıtılır.Manevi vücut ancak, bu nuru aldığı takdirde sıhhatli yaşayabilir. Nuru alamayan manevi vücut önce hastalanır, sonra da ölür. Bu manevi ölümdür. Bu durundaki bir insan, yaşayan ölü gibidir.’’Onların kalbleri vardır; anlamaz, gözleri vardır görmez, kulakları vardır, işitmez. Dikkat edin onlar hayvanlar gibidir; belki de dalalet hususunda onlar daha aşağıdadırlar.’’ayet-i kerimesi bu kimseleri tarif eder. A’raf-7/179
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerimin; 191 yerinde ‘’manevi kalb’’den, 49 yerinde ‘’nur’’dan, 59 yerinde ‘’akıl’’dan, 9 yerinde ’’ruh’’tan bahsediyor.Tasavvuf işte bu;kalb,ruh, akıl ve nefs gibi manevi unsurlarla alakalanır.
Tasavvufu hedefi, insanın vücudunu, manevi ölüm ve manevi hastalıklardan korumak, dünya ve ahirette insanı manen, huzurlu ve sıhhatli yaşatmaktır.
Tasavvuf imine göre insanın manevi vücudunda iki zıt varlık vardır. Bunardan biri ruh, diğeri de nefstir. (Cenab-ı Hak Kur’an-ı Keriminde her ikisinden de bahsetmektedir.)Bu iki zıt varlık insanın vücuduna hakim maki in mücadele ederler. Vücut ülkesinde her ikisi de sultan olup idareyi ele almak isterler. İnsanın vücudu, bu iki varlığın mücadele ve savaş alanıdır.
Nefsin gıdası günahlar, yardımcısı da şeytandır. İnsanın içinden her türlü kötü düşünce , fiil ve ahlaksızlığın sebebi nefstir.
‘’Nefs (insana) mübalağa ile kötülüğü emreder’’ Yusuf suresi a.52
‘’İnsanın en büyük düşmanı iki kaşının arasındaki nefstir’’(hadis-i şerif)
‘’nefs kötülüklerin deposudur’’(mektubat i. Rabbani)
İşte din ve tasavvuf, insanın indeki bu habis ve kötü varlığın terbiyesi ve temizlenmesi ile alakalanır. Başta peygamberler, daha sonra da peygamberlerin hakiki varisi olan alimler ve evliyaullah=Mürşid-i kamiller (aleyhimüsselam) hep insandaki bu kötü varlığın temizlenmesi, nefsin mağlup olup ruhun galip gelmesi için çalışırlar.
EN KESTİME YOL
Nefsin temizlenmesi ve kalbin nuru ilahi ile dolmasının en kestirme yolu, Şah Nakşbend (k.s.) Hazretlerinin tarif ettiği yoldur. Bu yola girme hususunda, Muhammed Bahauddin-i Şah Nakşibendi (k.s.) Hazretleri şöyle buyurdular:
‘’Yolumuz, ender bulunan yollardandır. Sağlam halkadır. Rasülullah (s.a.v.) Efendimiz Hazret-i Mustafa’nın sünnetlerine tutunmaktan başka bir şey değildir.Ashab- kiramın takip ettiği yolu izlemekten başka bir gaye yoktur.
Abdülkadir Dedeoğlu (Osmanlı yayınevi)
. İLK ADIM
Hakiki bir mürşide gelip bu ilmi öğrenmek isteyen bir mümin,nefsinin terbiyesi için ilk atmış olur.Artık o mürşide kendini teslim etmiş ve biat etmiş demektir.
Bu maksatla bir mürşide gelip bağlanan kişiye mürid(yani Allaha ulaşmayı arzu eden kişi) denir.
Mürid geçmiş günahlarına tövbe etmi, farzları yapmaya ve haramlardan kaçınmaya kati derecede söz vermiştir.Artık bu kişnin nefsi sıkı bir takip ve kontrol altına girmiş demektir.Sonra mürid kalbine ve ruhuna Allahü Tealadan gelen bu nuru almakta vasıta;peygamberler ve peygamberlerin varis ve vekili olan mürşidi kamillerdir.Mürşid nuru almakta bir sebeptir ve çeşme vazifesi görür.
NURUN ALINIŞI
Mürid tenha ve temiz bir yerde kıbleye dönerek oturur.Gözlerini yumar.Mürşidin tarif ettiği sure ve duaları okuduktan sonra da dilini damağına yapıştırır.Sonra aklından ve kalbinden masivayı (mahlukatı düşünmeyi) çıkarır.Bütün dikkatini nurun çıkış merkezine toplar.Ve orada manevi kalbine Allahdan gelen nurun geldiğini düşünür.Bir müddet sonra da dilini oynatmadan sırf kalbinden Allah ismi şerifini zikreder.Bu Allaha yakın olmanın ilk adımıdır.Nur geldikçe ruh kuvvetlenir.Nesfte böyle birruha galip gelemez ve vücut mücadelesini ele geçiremez.
Abdülkadir Dedeoğlu(Osmanlı Yayınevi)
.SEVGİ VE İSTİKAMET ŞARTTIR
Allahtan gelen nurları alabilmek için, Allah’ı Resülüllah’ı ve Rasülüllah’ın varisi olan velileri sevmek şarttır.Bir kimsenin bu üçünden birini sevmemesi nurdan mahrum olmasına sebeptir.Çünkü Allah nurun sahibi, diğerleri de nuru insanlara getiren oluklardır.
Sevgi hakkında Sünen-i Ebi Davud’da zikredilen bir hadis-i şerif şöyledir.:
Hazreti Ömer r.a.rivayet ediyor:
-“Allah rasulu (s.a.v.) buyurdu:Allahın kullarından bir takım insanlar vardı ki ne peygamberdirler ve ne de şehittirler.Lakin Allah katındaki mevkilerinden dolayı onlara hem peygamberler hem de kıyamet günü gıpta edeceklerdir.Dediler ki:
-Ey Allah’ın rasülü kimdir onlar bize bildirir misin ?Buyurdular ki:
- Akrabaları olmadıkları halde ve mali yönden hiçbir çıkarı da bulunmadığı halde birbirlerini sırf Allah için seven kimselerdir.Vallahi onların yüzü nurdur.Şüphesiz onlar nur üzere olacaklardır.Onlar, insanlar korkturkları zaman onlar korkmayacaklardır, üzüldükleri zaman onlar üzülmeyeceklerdir.Sonrada şu ayeti okudu(surei yunus ayet 62): Haberiniz olsun Allahın velileri var ya;onlar için ne korku vardır ne de mahzun olacaklardır.”
Yine sevginin insanı nerelere götürdüğüne dair bir hadis-i şerif:
Bir adam Peygamber Efendimize:
-Kıyamet ne zaman kopacak? Diye sordu
Efendimiz:
-“Soruyorsun ama ona ne hazırladın?” buyurdu.
-“Bir hazırlığım yok; sadece Allah ve resülünü seviyorum” deyince o şöyle buyurdu:
-Elmer’ü mea men ehabbe= Kişi sevdiğiyle beraberdir.”
Bu hadisi şerifin ravisi Enes Rdiyellahü anh buyuruyor ki:
-İslamdan sonra artık Peygamber Sallellahu Aleyhi vesellem’in “O halde sen sevdiklerinle berabersin” sözünden daha çok hiçbir şeye sevinmemek.İşte ben de Peygamber Sallellahü Aleyhi ve selemi, Ebu Bekr’i ve Ömeri seviyorum.Onlar gibi amelim yoksa da onları sevdiğim içininşallah onlarla beraber olurum”.
Görülüyor ki; Allahın veli kullarını sevmek mümini bir yere götürebiliyor.Bir şartla ki,Kuranı Kerimdeki (fettebiuni) emri icabı Peygamberimizin sünnetine tam sarılmakla.
Abdülkadir Dedeoğlu (Osmanlı Yayınevi)
.ÜVEYSİ İRŞAD
Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden medet dileyen birine yardımlarda bulunur ve onu manen terbiye eder. Silsile-i Sadat-ı Nakşibendiyye içinde büyüklerin kabirlerine giderek irşad olmuş, nice manevi derece ve makamlar elde etmiş zatlar mevcuttur. Bunların en meşhuru Ebulhasen Harkani Hazretleridir ki, tam 12 sene Ebu Tayfurul Bestami Hazretlerinin kabri sadetlerine devam ederek onun ruhaniyetinden velilik hırkasını giymiş ve pek çok manevi bereketlerin sahibi olmuştur.
Bu hadise tasavvuf kitaplarında aynen şöyle anlatılır:
Bayezid-i Bestami Hazretleri, her sene bir defa, Dıhistan’da şehitlerin kabirlerinin bulunduğu Kumtepeyi ziyarete giderdi. Harkan’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine;
-“Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.” diye sorduklarında, buyurdu ki;
- “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebul Hasen’dir. O, zamanın kutbu olacaktır.”
Ebul Hasen Harkani (k.s.) Hazretleri Cenab-ı Bayezid’i manada gördüğünü ve irşada mahzar olduğunu söylemiştir.
Oniki sene Harkan’dan Betam’a hocasının kabrini ziyaret için gitti. Bu ziyarete giderken, yolda Kur’an-ı Kerim’i hatm ederdi. Her gittiğinde ziyaretle ilgili vazifelerini yaptıktan sonra ;
-“Ya Rabbi! Batezid’e ihsan ettiğin, ilmi ledün’den (sana ait ilimlerden) büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasen kuluna da ihsan eyle!” diye yalvarırdı. Geri dönerken hiçbir zaman Hazreti Bayezid’in türbesine arkasını dönmezdi.
Oniki sene sonra, Allahü Teala’nın lütfu ile Bayezid’in ruhaniyetinden istifade edip olgunlaştı. Allahü Teala’yı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı.
Şah Nakşibend Hazretleri de kendinden evvel geçen evliyanın büyüklerinin kabirlerini birer birer ziyaret ederek ne gibi üstün hallere kavuştuğunu ifade etmiştir.
İşte bu şekilde, cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta “Üveysi” olarak irşad olma hali denir. Bu hal, ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur.
Abdülkadir Dedeoğlu (Osmanlı yayınevi)
.BÜYÜKLERİ ANLAMAK VE KUTBU İRŞAT
Başta Rasülüllah (s.a.v) olmak üzere, manevi büyüklerin dereceleri hakkında söz söylemek, onların üstünlüklerini anlamak çok zordur.Çünkü onların manevi halleri söze ve yazıya sığmaz.Onları az da olsa anlayabilmek için, onlara tabii olma ve onların sohbetlerine iyi niyetiyle devam etmek şarttır.Onlar madde ve mekanla alakası olmayan bir alemin habercisidirler.Anlattıkları, söz kalıplarıyla tam ifade edilemediği gibi kendilerinden de kelime diziyle bir şeyler anlatmak kolay değildir.
Nitekim İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri bu büyük zatlardan asırlar içinde ancak bir tane gelen kutbu irşat hakkında buyuruyorlar ki:
“…Kutbu irşad çok az bulunur.Asırlardan çok zaman uzun sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.Kararmış olan alem onun gelmesiyle aydınlanır.Onun irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır.Yer küresinin ortasından ta arşa kadar herkese; rüşd hidayet iman ve marifet onun yoluyla gelir.Herkes ondan feyz alır.Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.Onun hidayetinin nurları bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır.O derya sanki buz tutmuştur.Hiç dalgalanmaz.(YANİ ŞÖHRETTEN UZAK OLUP, ONU HERKES TANIYAMAZ).O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yahut o, kimi sever ve onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır.Bu yoldan sevgisi ve ihlasına göre, o deryadan kalbi feyz alır.BİR KİMSE ALLAHÜ TEALAYI ZİKREDER VE BU ZATI HİÇ DÜŞÜNMEZ VE TANIMAZSA BİLE, YİNE ONDAN FEYZ ALIR
(Mektubat-ı Şerife 1/260)
Peygamberimiz a.s. ve onun varisleri Allahü Teala ve kulları arasında bir berzah mesabesindedirler.Allahü Tealanın kendilerine bahşetmiş olduğu ilahi nur ve feyz denizinde boğulmuş haldedirler.Nur denizinde yüzerler.Cismani yüzleriyle,Allahın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle de Allahü Tealaya bağlıdırlar.Zahirleri halk ,ile batinleri Hak iledir.Bu sebeple bu zatlara biat,Allahü Tealaya biat, onlara bağlanmak Allahü Tealaya bağlanmaktır.Onların yüzüne bakınca Allah-ü Teala hatırlanır.
Abdülkadir Dedeoğlu (Osmanlı yayınevi)
.MÜRŞİD-İ KAMİLİN TABİLERİ
Mürşidi kamilin tabileri üçtür:
1- Müridleri
2- Halifeleri
3- Varisleri
Mürşide tabi olan herkese mürid denir.Müridlerin içinde çok ibadeti ve dine çok hizmeti ile dikkat çeken, ayrıca çile ve erbeiyn çekerek(40 gün aç karına gece ve gündüz zikir ve ibadetle meşgul olan) kişiler olur.Şeyh, irşat vazifelerinde bu kişilerden istifade edebilir.İstifade ettikleri bu yetişkin müridlere “ Şeyhin Halifleri” denir.Bunlar ibadette ve dine hizmette çok ileri mertebededirler.
Şeyh, vefat etmeden önce Rasülüllah Efendimizin de bulunduğu bir manevi toplantıda yerine bırakacağı halifesinin kim olacağı işaretini alır ve vefat etmeden önce o halifesini yerine “varis” tayin eder.
Diğer halife ve müridler şeyhin vefatından sonra varis-i rasüle gelerek biat ederler buan mecburdurlar.Eğer yeni varis-i rasüle gelince etmezlerse manevi nisbet ve irtibatları kopar.Ana şebekeden kopmuş ve muslukların susuz kaldığı gibi bunlarda feyizsiz kalırlar.
Tasavvuf tarihine baktığımızda ana şebekeden kopmuş pek çok batıl silsileler görülür. Bunlar günümüze kadar çoğu, babadan oğla geçen birer “silsile-i sulbiyye” olarak feyizsiz tarikat kollarını oluşturmuşladır.
Abdülkadir Dedeoğlu(Osmanlı yayınları)
.NAKŞİBENDİ TAİFESİNE MUHABBET
Allahü Teala keremiyle bu taifeye muhabbet etmeyi, hergün kalplerimizde ziyade eylesin.
“Kişi sevdiği ile beraberdir”hadisi şerifi icabı, onları sevenler, onların hükmündedir.Zira onlarla oturanlar, kötülükten, asi olmaktan korunmuşlardır.
H.Ş.”Cenabı Hakkın amelleri yazan meleklerinden gayri, yollarda dolaşarak zikredenleri arayan melekleri de var.Zikreden bir topluluk bulurlarsa birbrlerine “Geliniz….geliniz !” diye çağırırve zikir halindeki cemaatin etrafını çevirirler.Onların adetleri o kadar çok ki semayı doldururlar.
Kullarının haline vakıf olan Allahü Teala meleklerden sual eder;
-Benim kullarımı ne amelde buldunuz?Melekler:
-Hamd ve Sena ediyorlar.Zatı subhaniyeni zikrediyorlar ve Zatı Celilini cümle noksanlardan tenzih ediyorlar”….Hak Teala:
-Onlar beni gördüler mi? Melekler:
-Hayır görmediler.Hak Teala :
-Eğer görseler ne halde olurlardı? Melekler:
-Daha ziyade hamd, tekbir ve Tesbih ederlerdi.Hak Teala:
-Onların benden istedikleri nedir?Melekler:
-Cennet isterler.Allahü Teala:
-Onlar cenneti gördüler mi?Melekler
-Hayır Ya Rabbi görmediler.Allahü Teala:
-Görseler ne yaparlar dı?Melekler:
-Daha çok taleb ve arzu ederlerdi.
Melekler bundan sonra şöyle derler:
-Ya Rabbi, onlar cehennemden korkarve senden kendilerini cehennemden korumanı dilerler.
Allahü Teala buyurur:
-Onlar cehennemi gördüler mi?Melekler:
-Hayır görmediler.Allahü Teala:
-Görseler ne yaparlardı?Melekler:
-Ondan kurtarmanı daha fazla ister,amellerini artırırlardı.
Ve Allahü Teala meleklere:
-Ey meleklerim şahid olun.Zikir meclisinde olanların tümünü mağfiret eyledim, buyurur.Melekler:
-Ya Rabbi , meclise, filan kimse zikir için değil, dünyalık bir menfaati içi gelmişti derler.Allahü Teala:
Onlar benim meclisimdeler;onlarla oturan şaki olamz buyurur.
Anlaşıldı ki; bu taifeye muhabbet eden,onlarla beraberdir.Onlarla beraber olanların bahtıda kötü olmaz.Bu taifeye muhabbet etmek lazım ve zaruridir.
Vesselamü Aleyküm…….
Mektubat-ı Şerif(cilt 1, mektup 203)
.ŞEYTANIN TASALLUTUNA MİSALLER
Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretleri anlatıyor:Henüz tasavvufa yeni süluk etmiştim.Bir akarsu kenarında ibadetle meşguldüm.Gök yüzünden bir nida geldi.
- Ey Abdülkadir! Hazır ol sana tecelli edeceğim.”
Bu ses gelir gelmez etrafımda ne kadar ağaç taş varsa hepsi secdeye vardır.Ben bu hal karşısında hayrette kaldım.Ve düşündüm ki,Hak Teala Hazretleri mekandan münezzehtir.Bu ses ise gök tarafından geliyor.O halde şeytanidir.Bu düşünce ile ondan yüz çevirdim ve def etmek istedim.
Tekrar:
-Ey Abdülkadir! Ben senin Yüce olan Rabbinim.”diye nida geldi.Her şey yine secdeye kapandı.Bunlara asla iltifat etmedim.Zikre devam ettim.”
Bunun üzerine gökten siyah bir şey parça parça olarak yanıma düşüverdi.Meğer Şeytan-ı Layn imiş.Etrafımda olup secdeye kapanan ağaçlar ve taşlar onun avanesi, yardımcıları imiş.Ağaç ve taş şekline girerek beni sapıttırmaya gelmişlermiş.Hepsi dağılıp gittiler.Şeytan bana dedi ki:
- Yürü var git!İlmin bereketleri ile şerrimden kurtuldun, diyerek yanımdan firar etti.
Adamın biri evliyadan A’la Bin Ziyad’a gelir:
-Dün gece rüyamda seni gördüm.Cennette sarılarak yürüyordun der.Bunun üzerine A’la Bin Ziyad öyle öfkelenir ki:
-“İblis, benden başka dalga geçecek birini bulamamış mı?Gözünede senden daha alçak birini kestirememiş ki, elçi olarak seni görevlendiriyor dedi.
CÜNEYD-İ BAĞDADİ HAZRETLERİYLE 20 YIL
Şeytanı Aleyhillane hizmetçi bir derviş kıyafetinde Cüneydi Bağdad-i Hazretlerine geldi ve hizmetine girmeyi teklif etti.Tam 20 sene hizmet etti.20 sene sonra ayrılıp giderken:
-“Beni tanıyor musun?” diye sordu.Hazreti Vüneyd:
-“Tabi! Yanıma ilk girdiğin anda seni tanımıştım.Sen Ebu Mürre İblisin ta kendisisin.
İblis hayret etti ve son atışını yapt:
-“Senin derecene çıkmış birini görmedim”
Deyince Cüneyd Hazretleri:
-“ Defol! Mel’un Yanımdan ayrılmadan beni böbürlendirip dinimi mahvetmek mi istiyorsun) dedi.
40 SENE NAFİLE ORUÇ
40 sene üç ayların tamamında oruç tutan bir zat, bir gün bir alışveriş kuyruğunda bulunur.Dışardan gelen bir kişi, kuyruğa girmeden alış veriş yapmak ister ve bunda ısrar eder.O kadar ısrar eder ki, kuyrukta bulunanların sabrını taşırır.
-“Neden acele ediyorsun?” diye sorarlar.O da der ki:
-“ Bu gün nafile oruç tutmuştum.İftar yaklaştı.Onun için acele ediyorum” deyince kuyrukta bulunan ve 40 senedir nafile oruç tutup kimseye söylemeyen adam dayanamadı:
-“ Be adam, ben kırk senedir nafile oruç tutuyorum gene de senin bu yaptığını yapmıyorum” deyince adam:
-“Bende 40 senedir sana bunu bir türlü söyletemiyordum.Nihayet söylettim.Ben şeytanım diyerek oaradan uzaklaşır.
.RABITANIN İSBATI
Eğer denilirse,rabıtaya sabit delil var mıdır? Biz de deriz ki evet vardır.Kitap, sünnet ve kıyas-ı fuhaka ile delil sabittir
Kitap ile sübutu Hak Tealanın: Vebtağuu ileyhil-vesiileti kavli şeifidir.Manayı latifi:”Allahu Tealanın tarafına takarrub ve yaklaşma için vasıtayı arayınız”demektir.
Eğer burada vesileden murad rabıta başka bir şey denilirse; biz derizki:mana da umumidir.Vesile aramakla emir sabit oldu ise ; rabıta vesilelerin en faziletlisidir.Çünkü vesile “Peygamberimiz” allalllahü teala aleyhi ve selemdir yahut vekilleridir.
Yine Hak Tealanın:
“Kul in küntüm tuhibbüü-nellahe fettebiuu-nii yuhbib-kümullahü ve yağfirü leküm zünüü-beküm.vallahü ğafüü-rurrahiim”
kavli şerifi de rabıtaya işarettir.Rasülüllah Efendimiz Yahudileri azapla korkuttuğunda, Yahudiler:”Biz Allah-ü Tealayı severiz.O Allah ise kendini seveni azab etmez” deyince bu ayeti celile inzal(indirildi) buyuruldu.Manayı şerifi: “Ya Muhammed!.. Yahudi ve Nasaraya şöyle söyle:Eğer siz Allahü Tealayı severseniz bana tabi olun ki Allahü Teala da sizi sever ve günahlarınızı mağfiret eder.Allahü Azimüşşan rahmet ve mağfiret edici demektir”.”bu kavli şerif rabıtaya işarettir.” dedik.Çünkü tabilerin itba-ı metbuunun ru’yetini veyahut tayyülünü iktiza (gerektirir.) eder.Yani bir kimsenin bir kimseye tabi olması tabi olacağı kişiyi görmesi veya hayal etmesi ile olur.Eğer öyke olmazsa itba sayılmaz.Yani, bir kimseye tabi olabilmek için tabi olunan o kimse ya görülmeli ya da tayyül edimelidir ki,ancak o zaman tabi olmak sahih olur..peygamberimize tabi de öyledir.Cismani yüzü görülmüyorsa ruhani yüzü tahayyül edilmelidir ki tabi olunabilsin.Bu da rabıta demek olur.
SÜNNET İLE ISBATI
İmam-ı Buhari Hazretlerinin zikrettiği vecihle Ebu Bekir’s-Sıddik ”R.a” bir gün Hazreti Rasülü Ekrem “sallahü Aleyhi ve selleme “Ya Rasüllullah!!.Ruhaniyetiniz hasebiyle hayalimden hiçbir zaman ayrılmıyorsunuz” buyurdu ki,ruhani yet hasebiyle hayalde olmaktan murad anlattığımız rabıtadan ibarettir.
Malümdür ki sünnet, ya kavli nebidir ya fiili nebidir yahud takriri nebidir.Kavl-i Nebi Resulu Ekrem Efendimizden sadır olan sözlerdir.Fiili Nebi Rasülullah Efendimiden sadır olan iştir.Takriri Nebi bir kimseden sadır olan işi Rasülü Muhterem “s.a.v” Efendimiz Hazretleri görüp o işi men etmemesidir.Bu makamda zahiri sünnetten murat takriri sünnet olmasıdır.Çünkü Rasülü Ekrem Efendimiz Hazreti Sıddıki bu tahayyülden men etmedi.
RABITANIN KIYASLA İSBATI
Maksud –bizzat’a, vesile ile ve maksuda muayyen olan şeyleri(vesile olduğu haysiyetle) tahayyül etmekte beis yoktur.Ancak yasak olan, vesileyi, maksut bizzat kılmaktır.Fakat bu makamda hal böyle değildir.Münkirlerin ise bu iki şey arasını ayırmaya akılları etmiyor.
Bazı tarikatlarda beyan olunduğu gibi rabıta temessül yolu ile de olur.Bir kimsenin bir kimsenin suretine girmesine temessül denir.Eğer mürit mürşidinin suretinde kendisini tahayyül ederse buna temessül yolu ile rabıta denir.Bu şekil yapılan yapılan rabıta bazılarının irat ettiği şüpheden uzaktır.
Rabıta galip ve kuvvetli olduğu zamanlarda Mürid her neye baksa şeyhini görür.Yani her şeye nazar etse o baktığı şey müride şeyhinin suretinde görünür.
Bu fakire şeyhim rabıtayı temessül ile Hazreti Sıddiki Ekber Efendimize rabıtaya emir verdiler.Sıddiki Ekber Hazretlerinin sima-i alilerini şöyle tarif ettiler:Mübarek sakalları ak,mübarek alnı mihrab bir miktar çukurca ve mübarek vech-i saadetleri nürani ve berrak idi.
Kaynak:Mekasidüttalibin
.VELİ EVLİYA
Velilik çok yüksek bir mertebedir.Bu sebeple herkese kolay kolay nasib olmaz.Veliliğin belli çileleri vardır.Gerçek velilerin hayatını okuduğumuzda bu çilelerin neler olduğunu kolayca anlamak mümkündür.
Evliya veli kelimesinin çoğuludur.Veli lugatte dost manasınadır.Din ve tasavvuf istilahında ise;Allahın kendilerini dost olarak seçtiği, keramet sahibi şeriat ehli mümin zatlardır.Velilerde derece derecedir.Veliliğin en küçük derecesine “velayeti suğra makamı denir.”Bunun işareti şudur:
Bu derecede olan bir veli, yüzlerce sene uğraşsa kalbine Allah fikrinden başka bir düşünce sokmak isteseyinede kalbine Allahtan başka bir düşünce sokamaz.Velayette bu makamın adına fenai kalb makamı denir.Manevi derecesi bu durumda olmayan birine veli veya evliya demek caiz değildir.Yine, bu durumda olmayan birinin velilik iddiasında bulunması dini açıdan son derece mahsurludur.
Veliliğin diğer üst derecesi şöyledir:Velayeti kübra, velayeti ulya, velayeti nübüvvet, velayeti risalet velayet-i ülül azmiyyet makamlarıdır.Tasavvufta velilere “Velayet-i ülya ” ve diğer üst makamların esrarında haber vermek yasaktır.Bunlara velilik sırlarıdır.Çünkü sıradan insanlar bu hakikati anlayamazlar.(Nitekim Ebu Hureyre Hazretleri de Rasülüllahın kendisine sır olarak bildirdiği fakat açıklamaya izin vermediği bilgilerden bahsetmektedir.
İMAM-I GAZALİ HAZRETLERİ BUYURUYOR
Velilik ve velayet sırları hakkında İmamı Gazali (r.a.)Hazretleri “el munkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:
-“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim.Yakinen anladım ki, hak yolunda olanlar ancak tasavvuf erbabı olan sofilerdir.Onların iç alemleri (kalpleri ), yolları ve ahlakları en güzel şekildedir.Eğer akıl, ilim ve hikmet sahipleri bir araya toplanıpda sofilerin tarikatini değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir YOL BULALIM DİYE BİRLEŞSELER, MÜMKÜN DEĞİL BULAMAZLAR.
Çünkü onların görünür ve görünmez hareket ve durumları, Hazret-i Rasülüllahın hallerinden örnek alınmıştır.Dünyada ve ahirette Peygamber nurundan daha yüksek nur yoktur ki onunla nurlanmak mümkün olsun.
Sofiler Peygamberlik nurundan o kadar istifade eder, Kuran ve sünnete bağlılıkla o kadar nurlanırlar ki bazen uyanık halde melekleri görürler.Peygamberlerin nurlarını müşahede ederler.Daha nice faydalara kavuşurlar.
Bundan başka, suret ve misal müşahadesinden (maddi alemden sıyrılıp öyle bir mertebeye varırlar ki, dil onu anlatmaktan acizdir.)”
KUTUP VE KUTUPLAR
Veliliğin en üst derecesindeki zatlara “kutup” denir.Kutuplar her devirde bir veya iki, en fazla üç kişi olur.Bunlara üçler denir:Kutbül Aktab, gavsül azam, kutbul üla diye isimlendirilir.Üçlerin en yüksek derecesinde olanı “Kutbü’l-aktab”tır.BU ZAT PEYGAMBER EFENDİMİZİN TAM VARİSİDİR.”El ülemaü verasetül enbiya” sırrının tam sahibi bunlardır.”Ulemai ümmeti enbiyai beni israil” hadisinin delalet ettiği zatlarda bunlardır.
Velayet derecelerinin en yüksek makamına çıkmış bu zatlara, mürşidi kamil, insanı kamil, Şeyh veya varis-i Rasül ismi verilir.Bu zatlar, Rasülüllahın manevi vücudundan aldıklarıAllahın nurlarını kendi manevi vücutlarına dağıtırlar.Yaşadıkları devrin insanlarını irşad ederler.
.NAKŞİBENDİ YOLUNUN BÜYÜKLÜĞÜ
Malum olsun ki:
Bu yüce yolun büyüklüğü ve Nakşibendiyye tabakasının üstünlüğü ancak Sünnet-i Seniyye'ye bağlılığı ve kötü bidatlardan kaçınması vasıtasıyladır.Bundan dolayı bu yolun büyükleri cehri zikirden kaçındılar ve kalbi zikri emrettiler.Aynı şekilde Rasülüllah (s.a.v)ve Hulefa-i Raşidin(r.a.) devrinde olmayan raks ve sema'dan, vecd ve tevacüd gibi şeylerden men ettiler.
İşte onların sünnete olan bu bağlılığı büyük neticelere(mükafatlara)sebep oldu.Bidatlardan kaçınmalarının da bir çok meyvesini gördüler.Bu sebeple başkalarının ulaştıkları en son nokta onların ilk başladıkları yer oldu.
Bunlara mensup olmak bütün nisbetlerin üstündedir.Bu zatların kelamı kalbi hastalıklara devadır.Onların bakışları manevi hastalıklara şifadır.Onların gösterdiği teveccüh talibleri iki cihanın alakasından kurtarır.Bu yolun büyüklerinin şanı yüce himmetleri,müridlerini mümkinat aleminin bataklığından kurtarıp vücubun zirvesine(Hz. Allaha ) yükseltir.
Ancak bu şerefli mensubiyet şu zamanlarda anka kuşu gibi oldu.Perdelerin arkasına geçip gizlendi.Öyle ki şu tabakadan bir topluluk bu yüce devleti bulamadıklarından ve bu nimeti kaybetmelerinden dolayı her yola girip çeşitli mesleklere süruk ettiler.
Güzel cevherler elde etmenin yerine çanak parçalarıyla sevindiler.Çocuklar gibi basit şeylere kalplerini tatmin ettiler.Hatta onlar o kadar sıkıntıya düştüler ve şaşırdılar ki; büyüklerin yolunu terk edip zaman zaman zaman teselliyi cehri zikirde arar oldular.Bazen itmi'nanı raks sema ve dönmede gördüler.
Bunlardan daha acaibi;bu kötü bidatları bu şerefli mensubiyeti tamamlayıcı ve kemale erdirici;bu tahribatı tamir sanmalarıdır.Allahü Teala onlara insaf versin.Onlara şu yolun büyüklerinin kemalatından ruhen koklamayı nasip eylesin....
.ŞEYTAN MÜRİD TOPLAR
Bu kişilerin en büyük yardımcısı şeytandır.Şeytan sahte mürşide devamlı mürid toplar.İnsanların rüyalarına girerek onları rüyalarında kandırır.Sık sık o kişinin suretine girerek onları rüyalarında kandırır.Sık sık o kişinin (sahte mürşidin) suretine girerek insanlara gözükür.Rüyalarda önceleri dine uygun halleri telkin eden şeytan, iyice itimat topladıktan sonra insanları sapıttıracak görüntülere başlar.Sahte mürşidin tabileri artık her gece Peygamberimizi rüyalarında görmeye başlar.Peygamber efendimiz ise o mürşide selamlar ve talimatlar gönderir.Ertesi gün sahte mürşidin yanında en iyi rüyayı anlatan en iyi müriddir.Artık bütün ameller bu rüya istikametinde yoğunlaşır.Şeytanın yardımı ile keramete benzer haller(istidraclar) görülmeye başlar.Bu halleri görenler o kişiye kolayca bağlanır.
İşin alı ise şöyledir:
O kimsenin peygamber Efendimiz diye gördüğü Şeytandır.”Şeytan benim suretime giremez” Hadisi Şeirifine ne dersiniz denirse;bu doğrudur.Burada Şeytan, Peygamber Efendimizin suretine değil başka bir surete girmiş ve rüyanın sahibine ben Peygamberim diye fısıldamış olur.O kişinin gördüğü,Peygamber Efendimiz değil;Şeytanın girdiği bir surettir.O suretin Peygamber Efendimizin sureti olup olmadığını anlamak için Peygamber Efendimizi (s.a.v) hayatta görmek ve bilmek lazımdır.Peygamber E fendimizin (s.a.v) yüzünü Sahabe-i Kiramdan başka kim bilebilir?
Mana aleminde Peygamberimizin hakiki yüzünü görebilmek imkansız denecek kadar zordur.Onu mana aleminde görebilmek için normal bir insanın kolay kolay yerine getiremeyeceği şekilde ibadet etmesi şarttır.Kırk sene yatsı abdesti ile sabah namazı kılan, yani kırk sene sabahlara kadar hiç uyumadan ibadetle meşgul olan, Kabede iki rekat namazda Kuran-ı Kerimi hatmeden,İmam-ı Azam ve onun gibi zatlar ancak görebilir.
Hulasa; sahte rüyalar sahte mürşidlerin en büyük sermayeleridir.Halbuki başta Şah Nakşibend Muhammed Bahauddin (k.s.) Hazretleri olmak üzere bütün mürşidi kamillerin ortak bir sözü vardır.
-“Sadatımız, rüyaya ehemmiyeti mahsusa atfetmezler.”Yani bizim büyüklerimiz rüyaya fazla ehemmiyet vermezler.
Hakiki mürşid-i kamillerin rüyaya bakış açıları işte budur.
Abdülkadir Dedeoğlu (Osmanlı Yayınevi)
.İLİMLERİ:
İsteyen herkes peygamber olabilir mi veya olabilmiş midir ?Şüphesiz ki hayır.Peygamberler, hususi yaratılmış zatlardır ve yine bunların kendilerine mahsus hususi hal ve sıfatları vardır.Allahü Teala hazretleri, rasüllerini alalade kullarında değil hususi olarak yarattığı tam ve mükemmel kullarından gönderir.
Peygamberler söylediklerinden başka şeylerde bilir fakat, onları söylemeğe memur olmadıkları için söylemezler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) den sonra İslam şeriatını ve İslam nurunu yazmakla vazifeli büyük velilerde böyledir.Onlarda hususi seçilerek gönderilirler.
İsteyen herkes Peygamber olamayacağı gibi, isteyen herkes ta varisi rasül olamaz.Bu sebeple Allahla kullar arasında bir vesile olduğunu kabul eden bir kimsenin, bu vesileyi kendisi gibi alalade bir insan kabul etmesi doğru değildir.Peygamberler günah işlemeyecek şekilde yaratılmıştır.Hakiki varis ve vekilleri de günahtan muhafaza edilirler.Hususi koruma altındadırlar.Fakat tekrar edeli ki hakiki olması şarttır.Eğer bu zatlar, hata ve günah erbabı kimseler olsalardı, yaymak istedikleri şeyler hep hatalı olurdu.
Allahın nurunu yaymakla vazifeli bu mübarek zatların adedi her asırda bir, iki veya üçü geçmez.(Zamanımızda her mahallede bulunuyor olması ayrı bir bahistir.)
Bu zatların vazife yapmadıkları bir zaman ve asır yoktur.İslamiyetin yok olduğunun zannedildiği bir yerde, aynen Rasülüllaha gelen şekliyle İslamiyeti “bi iznillah ” yeniden diriltirler.
Bu zatların ahlakları tamı tamına Kuran-ı Kerime uygundur.Sünneti Rasülüllahtan karınca başı kadar ayrılmazlar.Çalışma ve irşat şekilleri Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sünneti üzeredir.Kuranı Kerimi ve Kuran ilimlerini tali, dini öğretmek ve fertleri irşat.
Bir kimsenin bu zatlara karşı içinde beliren bir sevgi, öbür alemde kurtuluşuna vesile olur.Çünkü Peygamber s.a.v. Efendimiz:
-“Kişi sevdiği ile beraberdir” buyurmuşlardır.Yaşadıkları devirde bu zatları bulmak ve intisab etmek çok zordur ve nasib işi değildir.Bu sebeple bunlara silsile- i Kibriti Ahmer (yeryüzünde çok az bulunan kırmızı kükürt taşı) de denmiştir.BUNLARI ANCA EZELDEN NASİP OLANLAR ANLAYABİLİRLER VE İNTİSAB EDEBİLİRLER.
Hayatlarında iken hemen hepsine ulema-i rusüm(maaşlı din alimleri) muhalefet etmişler, aleyhlerinde ileri geri söz sarfetmişlerdir.Bu Peygamber Efendimiz (s.a.v.) in de kitap ehli Yahudi ve Hristiyan alimleri tarafından reddedilmesine benzer.Bu kimseler kısa akıllarının almadığı her şeyi ya inkar ederler VEYA TA’VİLE KALKIŞIRLAR.
İyilerle beraber olmak ve hakiki mürşidi kamili bulup ona bağlanmak için Cenabı Hakka yalvarmak, çok dua etmek lazımdır.Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretleri bir sohbetinde dinleyenlerine şöyle diyor.:
-“Salih zatların peşine takıl.Kimin Salih kimin münafık olduğunu bilemediğin içingece kalk; iki rekat namaz kıl ve ardından şöyle dua et:
- Ya Rabbi! Bana Salih kullarını göster.Beni sana getirecek klavuzu göster.Gözümü sana yakınlık nuru ile nurlandırarak mükemmelleştir.Bana başkalarının gördüklerini anlatan değil, bizzat gördüklerini haber verecek bir klavuzu bildir.”
Ve yine Abdülkadir Geylani Hazretlerinin bir duası şöyledir:
-“Allahım! Senden bizi belalara uğratmadan kendine yaklaştırmanı istiyoruzBizleri kötülüklerin şerrinden facirlerin tuzağından koru…Senden bizleri iyi amellere ve amellerde de ihlasa muvaffak kılmanı istiyoruz.”
Ebul Hasan Harakani Hazretleride buyuruyor ki:
- “Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi şeytan bile çıkaramaz.Dünya hırsına sahip alim ve ilimden yoksun sufi.”
SÜNNETE UYMAYANDAN MÜRŞİD OLMAZ
Bir gün;Beyazıdı Bestami Hazretlerine yakınları:
-“Efendim filan yerde büyük bir zat var.Fazilet ve keramet sahibi bir velidir.”ve daha başka sözlerle o zatı çok övdüler.Bunun üzerine Beyazıdı Bestami (k.s.) Hazretleri
-“Madem öyledir.O halde o büyük zatı ziyarete gitmemiz lazım oldu.” Buyurdular.Talebelerinden bazıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler.Beyazıd-ı Bestami (ks.) Hazretleri, bildirilen zatın, mescide doğru gitmekte olduğunu e tükürdüğünü gördü.Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü.Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu.
-“Dinin hükümlerini yerine getirmekle sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riayette zayıf birisine nasıl olur da keramet sahibi denilir.Böyle bir kimsenin, Allahü Tealanın evliyasından olması mümkün değildir.” Buyurdu.
EBUL FARUK HAZRETLERİNİN MÜRŞİD-İ KAMİLİ TARİFİ
Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişiler de, gösterişli zâhir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu sûretle kendilerine tâbi olmak, mânevî feyzinden her hususta istifâde etmek câiz ve sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakîki mürşidin misâli, meyvesidir.“
TENVİRUL KULUB’ DA
Tenvirul kulub sahibinin izahına göre ise,hakiki mürşide bulunması gereken vasıflardan bazıları şunlardır:
1-Mürşidi kamil şeri ve dini ilimlere tam vakıf olacak(Cahil kimseden mürşid olmaz)
2-Kitaba ve sünnete tam uyacak.
3-Dini yayacak.İlim okutacak, ilim okutturacak.
.VESİLE VE MABUD
Yalnız, vesile ayrı, Mabud ayrıdır.Vesileyi mabud etmek küfürdür.Fakat vesileyi Mabud manasında düşünerek ondan uzaklaşmak da nasipsizliktir ve hesapsız güzelliklerden mahrumiyettir.Vesile ve vasıtayı uluorta inkar, en büyük vesile ve vasıta Allahın Rasülünü (s.a.v.),Cebrail a.s. ve Kuranı Kerimi inkardır.Çünkü bunların her üçüde Allah ile kulları arasında bir vesiledir.BU HUSUSA AKLI ERMEYENLERİN HİÇ OLMAZSA SÜKUTU TERCİH EDİP SUSMALARI ONLAR İÇİN EN DOĞRU YOLDUR.Meşhur bir sözdür:
“Men lem yezuk ; vah bilmez yazık”
Tatmayan bilemez.Vah yazık!
GERÇEK MÜRŞİD
Risalemizi Şah Nakşibend Hazretlerinin her şeyin özünü bir arada toplamış şu sözü ile tamamlayalım:
-“Biz öncelerden kendimizi aranan, başkalarını da arayan sanırdık.Yanılmışız;Şimdi ö görüşümüzden dönüyoruz.Gerçek mürşid, Allahü Tealadır O, kimin içinde, bu yola karşı bir istek bulursa bize yolluyor.Bize gelince, nasibi neyse, bizim yolumuzdan ona
.TASAVVUFA İLGİLİ BAZI AYETİ CELİLELER
Surei maide ayet 35
Surei Nur ayet 24/35
Surei Aliimran ayet 3/200
Surei tövbe ayet 9/119
Surei Maide ayet 5/35
Surei Kassas ayet 22/10
Surei Enfal ayet 8/179
Surei Kehf ayet 18/13-14
ZİKİRLE ALAKALI BAZI AYETİ CELİLELER
Surei Araf ayet 7/205
Surei Ahzab ayet 33/41
Surei Ali İmran ayet 3/191
Surei Cumua ayet 62/10
Surei Ra'd ayet 13/28
.
Vefattan sonra tasarruf devam eder mi?
Tasavvufta mürşidi kamil 2 kısımdır.Biri vefatuyla tasarrufu nihayete eren mürşid, diğeri ise irtihalinden sonra da irşad ve salahiyeti devam eden mürşidi kamildir.Eğer vefat eden mürşid kendisinden sonra irşad yetkisini devretmediğini, kendisiyle beraber devam edeceğini bildirirse, o mürşid vefatından sonra da tasarruf sahibidir.
Bazı zaatların kabirlerinde de irşad ve hidayet vazifelerini sürdürüp selahiyetlerinin devam edeceğine dair rivayetlerde tasavvuf kitaplarının pek çok yerinde rastlamak mümkündür.Bunlardan bazılarını nakletmek icab ederse:
Öncelikle Peygamberimiz s.a.v efendimizin şu hadisi şerifini zikredebiliriz.
"Dünya işlerinde şaşırıp, hayrete düştüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyiniz."(Acluni,Keşfül Hafa cilt 1 sahife85)
Nitekim bütün tasavvuf kitaplarında da mezkurdur ki Ebul Hasan-il Harakani ks hazretleri tam 12 yıl Beyazıd-ı Bestami k.s hazretlerinin kabirinden istifade ederek feyz almış ve seyri sülukunu tamamlamıştır.Ondan sonra da irşad ehli bir mürşidi kamil olarak silsilei saadatın 6. halkasını oluşturmuştur.
Aynı şekilde Şah Nakşibendi hazretlerinin, Abdul Hak Gucduvani hazretleri ile aralarında 5 vasıta olmasına rağmen onun ruhaniyetinden feyz almıştır.
Hanefi İmamlarından Ahmed Bin Muhammed el - Hanevi "Nefahat-ul Kurb " isimli eserinde buyurur ki :
"Evliyaullah, ruhaniyetlerinin cismaniyetlerine galip olması sebebiyle bir çok surette görünebilirler.Onların tasarruf ve kerametleri, hayatlarında olduğu gibi, mematlarından sonra da devam eder."
Yine hanefi büyüklerinden Allame Seyyid Şerif Curcani (k.s.)"Şerh-ul Mevakıf" isimli eserinde
"Mürid ve saliklere evliya suretlerinin zuhuru ve o suret vasıtasıyla, mürşidin hayat ve ölümü halinde feyiz verdiğini" bildirir.
Ehlullahın vefatından sonra irşad ve tasarruflarının devamına aklen delil ise şudur:
Rasülüllah efendimiz vefat ettikleri zaman da İslamla şereflenenler mahdud ve belli bir sayıda idi.Vefatından sonra futuhatlar neticesidir ki, islam bir çığ gibi büyümüş ve tüm cihana yayılmıştır.Eğer irtihalleriyle irşat ve selahiyetleri munkati [kesik] olsaydı, o güne kadar iman edenler de dinden çıkarlardı.Rasülüllahın muktedir olmadığına, ondan sonrakilerinin güçlerinin hiç yetmemesi lazım gelirdi.İrşad ve salahiyetlerinin devam etmesinin neticesidir ki, islam 14 asır gün be gün inkişsaf etmiş ve etmektedir.Bu durum şüphesiz onun varisleri içinde geçerlidir.Bütün bunlar irşad ve tasarruflarının, ahirete intikallerinden sonra da kemaliyle ve tamamıyla intikal ettiğinin apaçık göstergesidir.
Hatta şuda bir gerçektir ki; vefat eden kişinin ruhu cesed kafesinden kurtulduğu için çok daha müessir ve süratli olmaktadır.İmamlardan İbni Kemal el- Vezir buyurmuşlardır ki :
"Dünyada bulunan ruh, kınındaki kılıca benzer.Ölümünden sonra ise cismani alakalardan soyulduğu için kınından çıkmış kılıç gibi olur."
Fatih Sultan Mehmet Hazretlerinin hem hocası hem de şeyhi Akşemseddin-i Veli Hazretlerinin bu mevzuda güzel bir beyti vardır.
Dü cihanda tasarruf ehlidir ruh-u veli
Dime kim mürdedir, bunda nice derman ola
Ruh şimşir-iHüdadır ten gılaf olmuş ona
Dahi a£la kar eder, bir tığ ki, üryan ola....
[Evliyaullah iki cihanda tasarruf ehlidir.Bu ölüdür bundan nasıl derman olur deme.Mevlanın kılıncıdır, vücudu ona kılıf olmuştur.Bir kılıç ki çıplak olduğu zaman daha fazla tesir eder.] (mecmuat-ül cevahir)
Keza Fahreddin Razi (r.a.) "Metalibi Aliye isimli eserinde ölüleri ve kabirleri ziyaret ederek onların ruhaniyetinden faydalanma şeklini özetledikten sonra :
"Bedenlerden ayrılan ruhlar bazı yönlerden bedenlerle alakalı ruhlardan daha kuvvetlidir." buyurmuş ve orada bunu izah etmiştir.
Hulasa olarak diyebiliriz ki , ehlüllahın vefatına ve ahiret diyarına intikallerinde dünyaya dünyaya irtibat ve iltifatları kalmaz şeklindeki düşünceler yanlıştır.Zira böyle bir kanaat ve itikad, Evliyaullahın vefatından sonraki tasarrufunu inkardır.Bu tasaruf, Rasülüllahtan intikal etmesi bakımından , bu inkarın ona da zirayet etmesi ihtimali vardır ki; çok büyük delalet ve hatadır.
Bu gibi düşüncelerden Allaha sığınırız.
.
MÜRŞİD İMANA NASIL KEFİL OLUR?
Bir mürşidin müridlerinin imanını kurtarma meselesi, çok tartışılan konulardan biridir. Gerçekten de bu konuyla ilgili cevaplanması gereken birçok soru var. Son nefesin nasıl verileceğini Allah’tan başkası bilebilir mi? O’ndan başka kim cennet garantisi verebilir? Bir mürşidin kendi imanı garanti altında mı ki, başkalarına kefil olsun? İnsanoğlunun böyle bir yetkisi var mı? Ölüm anında yanında olmadığı birine mürşid uzaklardan nasıl yardımcı olabilir? Mürşid eli tutan herkesin imanı garanti altında olabilir mi? Cevaplanması gereken sorulardan sadece birkaçı bunlar...
Hepimiz inanıyoruz ki, sonumuzun ne olacağını ancak Allahu Tealâ bilir. Hüküm O’nun elindedir. Cennet ve cehennem O’nun emrindedir.
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de cehennemi şeytana uyanlarla dolduracağını, insan ve cinlerden pek çoğunun da şeytana uyup bu sonuca gideceğini bildirir (Araf/179; Sad/84-85). Bununla beraber, hiç bir ayette isim verilerek “falan kimse iman üzere ölüp cennete gidecektir” şeklinde bir haber yoktur. Ancak başta peygamberler olmak üzere, Allah’a iman ve itaat eden bütün müminlerin ebedî saadete erecekleri, cennete girecekleri bildirilir (Bakara/25, 82; Nisa/57, 122, 124).
Kur’an kime cennet garantisi verir?
Demek ki Allahu Tealâ, salih amel işleyen erkek-kadın bütün müminlere cennet garantisi vermiştir. Hatta, Rasulullah A.S. Efendimiz’in müjdesine göre, Allahu Tealâ kalbinde zerre kadar iman taşıyarak huzuruna gelen herkesi, geçici bir süre affedilmeyen günahları sebebiyle cehenneme atsa da sonuçta oradan çıkarıp cennete koyacaktır (Buharî, Müslim, Tirmizî).
Allahu Tealâ, inananları, kalplerine yerleşen kelime-i tevhid üzerinde dünya ve ahirette sabit tutacağını bildirmiştir (İbrahim/27). Ayrıca, kendisine dost olan müttakilerin, dünyada, ölüm anında ve ölüm ötesinde emniyette olduklarını, hiçbir korku ve hüzün yaşamayacaklarını müjdelemiştir (Yunus/62-64). Yine Kur’an’da, Allah yolunda şehit olanların Cennetteki güzel halleri anlatılmıştır.
Bunların yanı sıra, Rasulullah A.S. Efendimiz de sahabeden bazılarının ismini vererek, onların cennetlik olduklarını bildirmiştir. Ayrıca, kendisine tabi olup yolundan giden bütün ümmetinin Cennet’e gireceğini de haber vermiştir (Buharî, Ahmed). Dilini ve edep yerini haramdan koruyanların cennete gireceğine kefil olmuştur (Buharî) Buna benzer çok sayıda hadis ve haberler bulunur.
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz: Kur’an ve hadiste cennetliklerin isim listesi değil, sıfatları yani halleri zikredilmiştir. Kimde o sıfatlar bulunuyorsa, Allah ve Rasulü’nün müjdesine ulaşır.
Bütün peygamberler insanları Allah’ın rahmetiyle buluşturmak için çırpınmışlardır. Kendilerinin Allah yolunda bir davetçi olduklarını söylemişlerdir. Davetleri, vaadleri, müjdeleri, tehditleri kendilerine ait değildir. Hepsi Alemlerin Rabbi’ne aittir. Onlar, ilahî emaneti yerine getirmek, rahmet ve nurdan nasibi olanları nasipleri ile buluşturmakla görevlidirler. Peygamber vârisi kâmil mürşidlerin, derecelerine göre yaptıkları da aynıdır.
Mürşid cennetin yolunu tarif eder.
Kâmil mürşid, kimseye cennet bileti dağıtmaz. Sadece herkesi cennete giden yola davet eder. Elinden tutanın artık bütün tehlikelerden kurtulduğunu söylemez; “elimden sıkı tut!” der ve onu Allah rızasına giden yolda koşturur.
Onlar, Allah’ın hükmünü ve hukukunu, iyi bilir. Allah rasulü’nün yolunu başına taç, gönlüne ilaç yapar. Allah ve Rasulü’nün hükümlerine teslim olur. Vaatlerine hiç şüphesiz inanır ve güvenir. Kendisine tabi olanları da bu müjde ve rahmetle buluşturmak için gayret eder. Talebelerini edeple terbiye edip Allah’a teslim etmek ister. Onlara iman dersi verir. Salih ameli öğretir. İhlasa yapıştırır. Bu yolda sadık ve sabırlı olmalarını tavsiye eder. Ölene kadar başlarını bekler, önlerinde örnek olur, yolu gösterir, engelleri geçirir. Şeytana karşı uyarır, nefsin hileleri karşısında uyandırır. Devamlı zikir ve fikir ile meşgul eder, Allah sevgisini kalplere iyice yerleştirir. Bunu kalbi boş kuruntu ve korkulardan kurtarmak için yapar. Ölürken ve ölümden sonra kula fayda verecek ve ondan istenecek tek şeyin kalb-i selim olduğunu bilir. Kalb-i selim, Allah ile huzur bulan kalp demektir. Mürşidin bütün hedefi kalbi bu hale getirmektir. Bu şekilde Allah’a bağlanan kalbin sahibine Yüce Mevlâmız’ın hediyesi iman selameti, cennet ve Cemalullah nimetidir (İbrahim/27; Kaf/31-33; Yunus/26).
Kâmil mürşidin kendi elinde bir fayda ve zarar verme yetkisi yoktur. Fayda ve zarar Yüce Allah’ın takdiri ve yaratmasıyla olur. Mürşid, ilâhi nimetlerin kula ulaşmasında bir vasıtadır.
Velileri sevmenin asıl meyvesi ahirettedir.
Hemen şunu belirtelim ki, bir velinin Allah için sevilmesi büyük bir saadettir. Onun terbiyesine girilmesi ayrı bir nimettir. Bu nimetin ahirette de fayda vermesi için ilk şart samimiyettir. İkinci şart, ölene kadar bu yolda sabır göstermektir. İhlassız ve sabırsız olanlar hayırlı sonuçtan mahrum olurlar. Allah yolunda kurulan bir dostluğun fayda vermesi için, onun ölene kadar muhafazası şarttır. Bir önemli şart da, güç yetebildiği nisbette amel etmek ve sevginin hakkını vermektir. Allah yolunda rehber olan kâmil mürşide ve hak yola muhabbetini koruyan, bunda samimi olan, münkirlik yapmayan herkes, bu sevgisinin faydasını mutlaka görür.
Şu hadiseden payımıza düşeni alalım:
Hz. Enes R.A. anlatıyor: Bir adam Hz. Rasulullah A.S.’a yedi sene hizmet eder. Efendimiz A.S. bir gün:
“Onun bizim üzerimizde hakkı vardır; çağırın da bir ihtiyacı varsa bize bildirsin, yerine getirelim.” buyurur. Adamı çağırırlar. Efendimiz A.S.: “İhtiyacını bize söyle yerine getirelim.” buyurur. Adam:
“Ya Rasulallah! Bana sabaha kadar müsaade buyurun; benim için hayırlı olanı nasip etmesi için Allahu Tealâ’ya yalvarayım.” der. Sabah olunca, Efendimiz’in yanına gelir ve:
“Ya Rasulallah! Sizden kıyamet günü bana şefaat etmenizi ve sizinle cennette beraber olmayı istiyorum.” der. Rasulallah A.S., ‘Allah müminleri dünya ve ahirette sağlam ve sabit söz (kelime-i tevhid) üzere sabit tutar.’ ayetini okur ve peşinden:
“O halde bu isteğinin gerçekleşmesi için çokca secde ederek, kendi adına bana yardımcı ol!” buyurur. (Müslim, Ebu Davud, Nesaî)
İmana kefil olmanın gerçek anlamı
İşte bir mürşidin müridine diyeceği de aynen budur. Önce iman, itaat, hizmet. Sonra istiğfar, peşinden dua ve ümit. Bundan sonrası Alemlerin Rabbi’nin hüküm ve rahmetine kalmıştır. O dilerse kulunu rahmetiyle kuşatır, ölüm halinde onu melekleriyle destekler, güzel ruhlarla şenlendirir; şeytanın hilelerinden kurtarır, hesabını kolaylaştırır.
Bir mürid, mürşidine: “Benim imanıma kefil olur musunuz?” diye sorunca, mürşid şu cevabı vermiştir: “Eğer sen ölene kadar Allah ve Rasulü’nün yolunda gidersen ve bizim tavsiyelerimize uyarsan, senin imanla öleceğine kefil olurum!”
İşte herkese vaad edilen iman emniyeti budur. Mürşidin kefil olması da böyledir. Mürşid-i kâmilin elinden tutup hak yolunda yürüyen insan, aslında bir cemaat desteğinde imanını ve edebini korumaya çalışıyor. Çünkü, kendisiyle aynı hedefi paylaşan müminlerin en mühim işi, iyilik ve takva yoluyla birbirlerine yardımcı olmaktır. Ölüm anına kadar bu niyetini koruyan, Allah için sevdiği mürşidinden ve kardeşlerinden ayrılmayan, bu şevk ve sevgi desteği ile ibadete devam eden, hizmeti terketmeyen, zikir, şükür, sabır ve ilâhi takdire rıza içinde ömrünü tamamlayan bir insan, inşaallah iman selametiyle ahirete göçecektir. Bu bizim tahminimiz değil, Yüce Rabbimiz’in vaadi ve müjdesidir.
Temiz ruhlara verilen yetkiler
Ruhlar, Allahu Tealâ’nın emrinde ve hükmündedirler. Ruhlar, melekler aleminin özelliklerine sahiptirler. Allah’ın nuru ile nurlanmış, boyası ile süslenmiş ruhlar, özel yetkilerle donatılmışlardır. Allah onları sevmiş, meleklerine sevdirmiş, kendilerine bizim bilemediğimiz nice kerametler vermiştir.
Allahu Tealâ bir kudsi hadiste, sevdiği salih kullarının özel bir nur ve destekle gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli, yürüyen ayağı olacağını; onların gözüne, kulağına, diline, eline, ayağına başkalarına vermediği özellikler ve tasarruf gücü vereceğini müjdelemiştir (Buharî, İbnu Mace, Beğavî).
İşte Allah dostlarının, Allah’ın izniyle insanlar ve eşya üzerindeki tasarrufu, uzaktaki insanlara yardım etmesi, bu hadiste belirtilen yetkiye girmektedir. Bu bir keramettir; Allahu Tealâ’nın kuluna verdiği özel bir nimettir.
Büyük veli Mevlâna Halid Bağdadî K.S., velilerin, ölüm halindeki müridlerine yardımlarının ruh vasıtası ile olduğunu belirtmiştir. Ruhlar nurla hareket ettiklerinden, Allah’ın izniyle bir anda gökleri ve yerleri dolaşma ve görme imkanları vardır. İkinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbanî K.S. Mektubat isimle eserinde, Allahu Tealâ’nın, bu üstün kabiliyetli ruha sahip irşad kutbu dostu vasıtasıyla, dilediği kullarına pek çok yardımlarda bulunacağını, bazen bu yardımdan o ruhun sahibi velinin haberinin olmadığını, olmasının da gerekmediğini bildirir.
Ölene kadar delil olan, ölürken kefil olur.
Kâmil mürşid, yeryüzünde Allah’ın şahididir; insanların haline şahitlik yapar. Hidayet yolunun rehberidir, kendisine tabi olanları hak üzere terbiye eder, kalpleri dünyadan çözüp Allah’a bağlar. Onların iyiliğine sevinir, kusurlarına üzülür. Sevgisi ve kızması Allah içindir. Gülmesi ve ağlaması Allah içindir.
Kâmil veli, iman, ihlas, takva ve edeb yolunun imamıdır. Kim onları ölene kadar bu yolda kılavuz yaparsa, onlar da o kişinin imanına şahitlik yaparlar. Allahu Tealâ bu şahitliği kabul eder. Bir ömür süren bu dostluk ölümle bitmez, ölümden sonra daha tatlı, daha menfaatli olur. Allah için yapılan dostluğun asıl faydası ölümden sonra ortaya çıkar.
Mümin vefat ederken, ölüm meleği canını almaya geldiğnde yalnız gelmez. Yanında yardımcıları vardır. Ayrıca vefat eden müminin ruhunu karşılamak, onu sevindirmek, yeni yurdunda rahat ettirmek, endişe ve korkusunu gidermek için Allahu Tealâ bir çok meleğini gönderir. Melekler vefat eden salih mümine: “Korkma, sana vaad edilen cennetle sevin. Biz senin dünyada dostun idik, ahirette de dostunuz. Sana Allah’ın vaadi ve hediyesi olan cenneti müjdelemeye geldik, gözün aydın olsun!” derler. (Fussilet/30-32)
Melekler Allah’ın ordusudur. Veliler de Allah’ın dostu ve ordusudur. Onlarla dilediği kimselere yardım eder, zayıf anında destekler. Bir mümine yardım edilecek en nazik an ise ölüm anıdır.
Ölümden sonra devam eden vefa
Allah dostları merttir, vefalıdır. Sevdiklerini dünya ve ahirette unutup ihmal etmezler. Onlar, ölene kadar terbiyesi ile meşgul oldukları bir talebesinin ölümden sonra da haklarını en güzel şekilde korurlar. Onu kabirde yalnız, duasız ve hediyesiz bırakmazlar. Sadık dostlarını dua, istiğfar ve gözyaşı ile desteklerler. Bu, Yüce Peygamberimiz A.S.’ın ahlâkı ve emridir.
Kabirdeki kimseye, kabrin dışındakilerin yardımı ve faydası olur. Kabrin dışında yapılan dua ve istiğfar, Allah için dökülen gözyaşları, müminin hesabının kolay olmasına, hatta kabir azabının kalkmasına vesile olur. Allah Rasulü A.S. Efendimiz bir mümini kabre koyduktan sonra, oradakileri onun yardımına davet ederek şöyle buyurmuştur:
“Kardeşinizin affı için yakarın. Allahu Tealâ’dan onu imanında sabit kılmasını isteyin. Çünkü şu anda ona sual sorulmaktadır.” (Ebu Davud, Hakim)
Bir mürşid, her gün yapmakta olduğu zikirlerin, hayırların sevabını vefat eden mürid ve sevenlerinin ruhlarına hediye eder. Vefat eden bir mümini anne-babası, çocukları ve eşi unutabilir. Ona dua etmekten, onun için gözyaşı dökmekten usanabilir. Onu desteksiz ve hediyesiz bırakabilir. Ancak, bu mümini peygamberi unutmaz. Bulunduğu makamda devamlı dua, istiğfar ve şefaatıyla onu destekler. Hepsi cennete girene kadar, kendisini seven ümmetinin derdine düşer.
İşte peygamber vârisi kâmil mürşidler de bu ahlâk üzeredirler. Onları Allah için sevenlerin gözü aydın olsun.
.
MÜRŞİDLE TÖVBEYE MECBUR MUYUZ?
"Bir mümin, diğer mümin kardeşine: “Gel, bir Allah dostunun elinde tevbe et, istikamet bul.” diye tavsiyede bulunduğunda bazıları bu daveti hoş görmekte. Bazıları ise: “Ben tek başıma tevbe edemez miyim? Tevbe için başkasına ne hacet? Tevbe için tekkeye-Mekke’ye gitmenin ne gereği var? Ayrıca mürşidle tevbe dinde var mı? Allah ile kul arasına kimse giremez.” diye itiraz ve tenkitte bulunmaktalar. İlk bakışta çok makul gözüken bu itiraz ve tenkit gerçekte ne kadar haklı?...
Bir mürşidle tevbeye davet eden kimsenin davet ettiği mürşid kâmil ve kendisi de samimi ise, bu davetiyle sevap kazanır. Davetine uyan ve tevbe edip istikamet bulan kimsenin işlediği hayırlardan bir hisse de kendisi alır. İtiraz ve tenkid edenin ise ona bir zararı olmaz.
Böyle bir daveti kabul etmeyenlerin bir kısmı mazur, bir kısmı sorumlu olurlar. Mazur olan kimse, tevbe etmeye karşı çıkmaz, tevbenin farz olduğunu bilir. Allah dostlarını sever, sevilmesi gerektiğini söyler ve onlarla beraber olmayı ister. Fakat bu zamanda gerçek mürşid kalmadı diye daveti ihtiyatla karşılar. Bu kimsenin imandan değil, ihsandan zararı vardır. Yani kâmil mürşidle elde edeceği büyük menfaatları farkedemediği için birçok hayırdan mahrum kalır. Ancak güzel niyeti ve edebinin kendisini bir gün o cevherle buluşturması umulur. Sorumlu olan kimse ise ya cahil, ya da bilen birisidir. Cahil kimse, dinde olan bir şeye yok demekle veya hayrı şer, şerri hayır görmekle mesul olur. Bilenin ise benlik ve kibri kalbini öldürür. Bu kimse yalnızca kendi bildiğini hak görür, başkasına hak vermez. Önüne konan ayeti kendince yorumlar, hadisi inkara gider, alimlerin sözlerini küçümser, hep ben bilirim der ve hayra yönelen kimsenin yolunu keser. Bundan dolayı mesuldür. İstiğfar ve tevbe aynı şey değil Önce şunu belirtelim ki, hepimiz Yüce Allah’a istiğfar ve tevbe etmekle mükellefiz. İkisi de farzdır. İstiğfar, Allahu Tealâ’dan affını istemek, bağışlanmayı istirham etmektir. Bu dil ile yapılır, sonuç Allah’a bırakılır. Tevbe ise değişmektir. Tevbe, ölü kalbi diriltmektir. Tevbe, bozuk hali ve kötü arkadaşı terketmektir. Tevbe, kötülüklere iyilik diye sarılmış nefsi ıslah etmektir. Tevbe, özü, sözü ve her yönüyle Allah’a dönmektir. Tevbe, nefis, şeytan ve kötü şartlarla mücadele etmektir. Tevbe, Yüce Allah’ın seveceği bir hale gelmektir. Bu ise hem dilin, hem kalbin, hem de bedenin işidir. İstiğfar tek başına yapılabilir, fakat tek başına tevbe yapmak ve o tevbeyi korumak dünyanın en zor işidir. Bunun için Yüce Rabbimiz: “Ey iman edenler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nûr/31) uyarısında bulunmuştur. Ayrıca Allahu Tealâ takvaya ulaşmak ve güzel edebi korumak için yardımlaşmamızı (Maide/2), kendi yolunda toplu halde, birlik ve dirlik içinde olmamızı istiyor. (Âl-i İmran/102-103) Takvaya ulaşmak ve istikameti korumak için sadık kulları ile beraber olmamızın gerektiğini belirtiyor. (Tevbe/119) Tevbe, ancak cemaatle kolay Mürşid deyince cemaat akla gelir. Mürşid-i kâmilin imam olduğu cemaatin niyeti ve hedefi dinin ihyası ve Allah’ın rızasıdır. ‘Gel mürşid elinde tevbe et!’ demek, ‘gel şeytana karşı cemaat kalesine gir, nefsin hücumuna karşı müminleri siper et, onların dua ve sevgisi ile kendini koruma altına al, Allah yolunda kardeşlerinle kuvvetlen, dağınıklık ve yalnızlıktan kurtul!’ demektir. Müminlerin en temel işi, günahlardan temizlenmektir. Bu ortak bir vazifedir. Efendimiz (A.S.) bu vazifemizi şu temsille belirtiyor: “Müminler, iki el gibi devamlı birbirlerini temizlerler.” (Zebidî, İthafu’s-Sâde) Ayrıca, hadis-i şeriflerde Allah yolunda birlik ve dirlğin insanı nasıl dirilttiği, yalnız kalanın ise nasıl felakete gittiği şöyle anlatılmıştır: “Sizin cemaat halinde olmanız gerekir. Ayrılıp tek başına kalmaktan sakının. Şüphesiz şeytan, tek kalanla beraberdir (onu kolayca etkileyip, kalbine vesvese verir). İki kişiden ise çok uzak durur. Kim iman selâmeti ile ölüp cennetin tam ortasında olmak istiyorsa, cemaate yapışsın. Kimi iyilikler sevindiriyor, kötülükler üzüyorsa, o gerçek bir mümindir.” (Tirmizî, Ahmed, Hakim) “Şüphesiz Allahu Tealâ, ümmetimi dalâlet (sapık fikir ve fitne) üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (rahmet ve desteği) cemaatle birliktedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe gider.” (Tirmizî, Tabaranî) “Hiç şüphesiz şeytan, cemaatten ayrılan kimseyle beraberdir. Onun içine yerleşip, istediği yola çeker.” (Beyhakî,Tabaranî) “Şüphesiz müminlerin birbirlerine yaptıkları dualar onları destekler.” (Ahmed, Darimî) Günah çıkarma hezeyanı ve mürşidle tevbe Allahu Tealâ’dan başka kimseye el açılıp ‘günahımı affet’ denmez. Peygamberler dahil, kimsenin böyle bir yetkisi ve görevi yoktur. Eğer bir kimsenin şahsına karşı bir kusur işlemişsek kendisinden özür dileriz, bizi affetmesini istirham ederiz. Bu şahısla ilgili bir hak olduğu için böyle yapılır. Bunun ötesinde hiç kimsenin Allah’a karşı yapılan kusurları affetme, temizleme görevi ve yetkisi yoktur. Ancak, günahkâr bir insanın tevbesine yardımcı olmak vardır. Bu yardım, günaha düşeni uyarmak, gıyabında hayır dua etmek, onun için Allah’a istiğfar ve gözyaşı dökmek şeklinde olur. Cenab-ı Hak, günahla nefsine zulmeden kullarına en güzel tevbe şeklini şöyle tarif etmiştir: “Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan bağışlanmayı dileseler, Rasul de onlar için istiğfar etseydi, Allah’ı ziyadesiyle affedici ve esirgeyici bulurlardı.” (Nisa/64) Demek ki ümmet için en hayırlı tevbe, Allah’ın Habibi Hz. Peygamberimiz’in (A.S.) huzurunda yapılan, onun da şahitlik yaptığı, ayrıca dua ve istiğfarla desteklediği tevbedir. Büyük müfessir Fahruddin Razi (Rh.A.) bu ayetin tefsirinde der ki: “Hz. Peygamberimiz ile birlikte yapılan tevbenin bir faydası da, tevbe yapanın istiğfarındaki gaflet ve kusurlarının Hz. Peygamber’in istiğfarı ile giderilmesi ve ilâhî huzura sahih ve sağlam bir tevbe olarak ulaşmasıdır. Çünkü kendileri için istiğfar eden Peygamber’i Allahu Tealâ seçmiş, onu vahyi ile şereflendirmiş, kendisi ile kulları arasında bir elçi yapmıştır. Bundan dolayı, onun şefaat ve vesilesiyle huzuruna gelen bir şeyi geri çevirmemektedir.” (Tefsir-i Kebir) Bugün yeryüzünde Allahu Tealâ’nın şahidi ve halifesi sıfatını taşıyan, Rasulullah’ın (A.S.) vârisi ve ümmetinin terbiyecisi olan kâmil mürşidler de, ümmetle yaptıkları tevbe ve istiğfarda Efendimiz’in ayette anlatılan sıfatını temsil etmektedir. Kâmil mürşidler, kulların Allah Tealâ’ya yönelişlerine şahid olmakta, tevbelerinin kabulü için ayrıca yüce huzurda yalvarmaktadırlar. Kâmil mürşidler naz makamında niyaz ettikleri için, onlarla birlikte yapılan tevbeler Allah katında daha sevimli ve daha temiz bir amel olarak kabul görmektedir. Bir Allah dostunu şahit tutarak yapılan tevbede, tevazu ve yakaran kalp vardır. Bu durumda insan, kibrini kırmış, nefsini zelil etmiş, acizliğini anlamış, hiçliğini görmüş, ihtiyacını bilmiş ve ilacına koşmuş olmaktadır. Böyle bir tevbeyi hafife almak münafıkların sıfatıdır ve o kimsenin şu ayette anlatılan kimselerden olmasından korkulur: “Onlara: ‘Gelin, Allah’ın Peygamberi sizin için mağfiret dilesin.’ denildiği zaman başlarını çevirip kaçarlar ve sen onların kibir içinde uzaklaştıklarını görürsün.” (Münafikun/5) Hz. Rasulullah’ın vârisi kâmil bir mürşidin nezaretinde Allah’a yapılan tevbeyi hıristiyanların papaz önünde günah çıkarma hezeyanına benzetenler, tevhid dinini, Kur’an’ın hedefini, Sünnet’te uygulanan bey’atların hikmetini ve tasavvufun edebini bilmiyorlar demektir. Tasavvuf büyükleri, elinden tutan kimse ile şu şekilde tevbe etmektedir: “Ya Rabbi! Bütün yapmış olduğum günahlardan ben pişmanım. Keşke yapmasaydım. İnşaallah bir daha ben yapmayacağım.” “Müminlerin günahları için istiğfar et!” Takvaya ulaşmak ve marifetullahı tahsil etmek için kendisine bey’at ve intisab edenlere mürşid-i kâmilin istiğfar etmesi, Kur’an-ı Hakim’in emri ve edebi gereğidir. Cenab-ı Hak, Rasulullah (A.S.) Efendimize şöyle emir vermiştir: “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar bey’at için sana geldiklerinde bey’atlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Mümtehine/12) “Rasulüm! Hem kendi kusurun, hem de erkek ve kadın müminlerin günahları için istiğfar et!” (Muhammed/19) Hiç bir mümin, intisab ve tevbe için elini tuttuğu bir kâmil mürşide: ‘Ben şu şu günahları işledim; beni affet, günahlarımı temizle, beni cehennemden kurtar, cennete koy!’ demez, diyemez. Ancak: ‘Ben Rabbime dönmek, rızasına yönelmek istiyorum; seni bu yolda kendime delil ve imam seçiyorum. Sen de bu amelime Yüce Rabbim huzurunda şahit ol ve affım için O’na yalvar da kalbime nur, gönlüme sürur versin, günahımı affetsin. Beni taatında muvaffak etsin.’ der. Başkası için yanmak ve ağlamak peygamber ahlâkıdır. Allah dostlarının en güzel ahlâkı budur. Onlar kendileri için yaşamazlar. Onlar yüce Allah’ın yoluna canlarını kurban etmişlerdir. O’nu tanımak, sevmek ve zikretmek isteyenlere her şeylerini verirler. Bu, kalbi ihya olmuş ariflerin mesleğidir. Kendi perişan haline bir damla göz yaşı dökemeyen günümüz insanı, başkası için nasıl ağlasın ve niçin ağlanacağını ne bilsin? Bizim için ağlayacak bir göz bulmaya mecbur değil miyiz?
.
KUTBUL İRŞAD VE TASARRUF
Bir işin merkezinde bulunup onu idare edene “o işin kutbu, yani idarecisi” denir. Bir memleketin işlerini yürüten kimse, o işlerin kutbudur. Bir müctehid, fetva işlerinin kutbudur. Bir kâmil mürşid de irşad ve terbiye işlerinin kutbudur. Onun için, kendisine tasavvuf dilinde “kutbu’l-irşad” denir.
Kutub ifadesi bir sıfattır; irşadla görevli ve bu işe ehliyetli kâmil insanlar için kullanılan bir ünvandır. Kur’an-ı Hakim’de ve Sünnet’te zikredilen halife, imam ve ulü’l-emr tabirleri, irşad kutbunu da içine alır.
İrşad kutbu olan zat, Hz. Rasulullah (A.S.) Efendimizin gerçek vârisidir. O’nun ilmine, edebine, ruhları nur ile temizleme işine, kalpleri Allah’a çevirme mesleğine, nefisleri terbiye etme ve hayata denge verme sanatına vâristir. Bu velayet ve yetki ona halk tarafından değil, Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir. Vazife büyük olunca, yetki ve destek de büyük olmaktadır. İrşad ve terbiyenin asıl sahibi Allahu Tealâ’dır; hidayet Onun elindedir; ancak Allahu Tealâ beşeri planda bu işi kulları arasından seçtiği kimselere yaptırmaktadır. Bu kulların başında Peygamberler gelmektedir. Peygamber olmadığı zaman bu işi onun halifeleri, vâris ve vekilleri yürütmektedir.
İrşad Kutbunun Özellikleri
İrşad kutbu, Allah’ın huzurunda kabul görmüş mukarrebûn makamında bir muttaki zattır; edeb ve takva madenidir. Hayırlarda en öndedir. Muttakilerin imamıdır; İlahi huzurda insanlığı temsil eder. Naz makamındadır. Büyük arif İmam Rabbani (K.S.) irşad kutbunu şöyle tanıtır:
“İrşad kutbu olan velinin varlığı alem ve insanlık için bulunmaz bir devlettir. O, uzun zamanlardan sonra zuhur etse de, bir ganimettir. Onunla alem aydınlanır, kalpler nurlanır. Onun nazarı, manevi kalp hastalıklarına şifadır. Onun bir kalbe teveccühü, ondaki düşük ve rezil huyları temizleyip atar. Bu öyle bir zattır ki, velayet mertebelerinin en yükseğine ulaşmıştır. Allah tarafından seçilmiş ve sevilmiştir. Buna mahbubiyet makamı denir. O makamın bütün kabiliyet ve yetkisi ona verilmiştir. Bu zat, velayet mertebelerinin kemalâtını bünyesinde toplamıştır. Allah’a davet makamlarının tamamını elde etmiştir. Özetle, ‘kendisinde bütün güzellikler toplanmış‘ sözü onun hakkında ne kadar doğrudur.
Bu irşad kutbu, kalbiyle bir kimseye yöneldiğinde, o kimsenin kalbi açılır; ilahi sevgiyle dolar. Veya bir kimse sevgiyle ona yönelse, ameli ve zikri az da olsa, onun feyzinden istifade eder, imanın tadını tadar.” (Mektubat)
Velinin Yetkisi ve Sınırları
Velayet mertebesinin zirvesinde peygamberler bulunmaktadır. Allahu Tealâ’nın izni ve desteği olmadan hiçbir peygamber mucize gösteremez, ayet getiremez; istediğini hidayete çekemez; kalbi temizleyemez.
Bu hakikat Kur’an-ı Hakim’de açıkça belirtilmiştir. (Ra’d/38, Kasas/56, Nur/21) Ancak ilahi izin ve destek gelince peygamberler ölüleri diriltmiş, körlerin gözünü açmış, bir nefesle hastaları iyileştirmiş, hayvanlarla konuşmuş, cinleri emrinde çalıştırmış, bulutları istediği yere sevketmiş, denizi yol gibi kullanmış, parmakları arasından su fışkırtmış ve daha nice harikaları gerçekleştirmiştir. Bütün mucizeler, peygamberlerin insan, eşya ve kainat üzerindeki tasarruflarıdır. Bunların bir kısmı, derecelerine göre peygamber vârisi olan kâmil insanlarda da zuhur eder. Ancak bunun ölçüsü vardır, onu bilmek gerekir. Aksi halde veliler hakkındaki yanlış itikadlar yüzünden şirke düşülür.
Bazıları, kutub ve gavs olarak bilinen velilerin kainatı idare ettiğini, bütün insanlardan ve alemden haberdar olduğunu, istediğini yapma yetkisinin bulunduğunu düşünür ve söylerler. Bu fikir yanlıştır; tevbe edilmezse şirke ve küfre girme tehlikesi vardır.
İrşadla görevli bir velinin işi, Allah’ın izniyle ölü kalpleri nur ve ilahi sevgi ile diriltmek, kulu Yüce Rabbine sevketmektir.
Velinin bütün tasarrufu ilahi kadere bağlı olarak gerçekleşir ve hepsi ilahi izinle olur. Veli, sonuç almak için sebepleri kullanır. Himmetini hayırlara yöneltir, her işinde Allah’ın rızasını arar. Nazı, niyazı, dua ve avazı Hak içindir. Allahu Tealâ’nın kendisine ikram ettiği feyz, nur, keşif, keramet, marifet, feraset ve duasına icabet nimetlerini ilahi irade ve rızaya uygun kullanır. Kul olduğunu unutmaz; haddini bilir, yetkisini aşmaz. Yüce Rabbine karşı boynu bükük, gönlü yanık, kalbi uyanık bir vaziyette, hep O’nun emrini ve desteğini bekler. Elinde hangi güzel hal zuhur etse kendisinden bilmez, kibir yapmaz, övünmez.
Makamı ne olursa olsun, veli her şeyi bilmez; bilmesi de gerekmez. Veli, Allahu Tealâ’nın kendisine bildirdiklerini ve hak yolunda lazım olanı bilir. Veli, Allah’ın şahididir; O’nu tanır, O’nu tanıtır. Kalbin ve nefsin terbiyesinde ustadır.
İrşad kutbu olan veli, bütün himmet ve gücünü dinin yayılması ve insanların ıslahı için kullanır. Eşyayı ıslah etmek, dünya işlerini düzene sokmak, güzel geçim yolları aramak, teknik gelişmeleri takip etmek velinin birinci işi değildir. O, bunları ehline havale eder.
Bazı insanlar, baş ve bel ağrısına varana kadar her türlü derdini velinin himmet ve tasarrufu ile dindirmek ister; doktor yerine veliye gider. Kimileri, insanların cehalet, zulüm, tembellik ve ihanetleri yüzünden bozulan cemiyet hayatının, mürşidlerin bir tasarrufu ile düzelmesini ve zalimlerin başının ezilmesini bekler. Halbuki veliler, fıtrat kanunlarına uymayı takvanın bir gereği görürler; hikmete tabi olur, hakkı gözetirler. İlahi rızaya uymayan talebleri de reddederler.
.MÜRŞİDE TESLİMİYET KÖLELİK Mİ?
Tasavvufa dışarıdan bakanların anlamakta güçlük çektikleri bir mesele de mürşide teslimiyettir. Özellikle tasavvuf ehlinin mürid-mürşid ilişkisine, ölü ve yıkayıcısı ilişkisini örnek göstermeleri itirazlara sebep olmaktadır...
Tasavvuftaki mürşide teslimiyetin karakteri ve sınırları gerçekte nedir? Bu teslimiyetin insan iradesinin reddi anlamına geldiğini söyleyenler haklı olabilir mi?
Tasavvuf adabıyla ilgili biraz kitap karıştıranlar şu ifadeyi mutlaka okumuşlardır: “Bir mürid, mürşidine hiç itirazsız teslim olmalıdır. Öyle ki, bir ölü, yıkayıcısına nasıl hiç itiraz etmez, ne tarafa çevirse dönerse, mürid de mürşidine karşı böyle olmalıdır. Mürşidine ‘niçin?’ ‘neden?’ diye itiraz eden kimse maksadına eremez.”
Gerçekten de bütün tasavvuf kollarında mürşidler, müridlerinden bu manada bir teslimiyet isterler. Ancak böyle bir teslimiyet anlayışı eleştirilmekte ve şöyle itiraz gelmektedir:
“Mürşid de olsa, bir insana bu derecede teslim olmak doğru olabilir mi? Böyle bir teslimiyetin dinde yeri, terbiyede gereği var mıdır? Bu durum, insan hürriyetini yok etmek ve birilerinin esaretine girmek değil midir? Allah ve Rasulü’nden başka emirlerine itiraz edilmeyecek kimse var mıdır? Mürşid hiç yanılmaz mı? Yanılırsa, onu uyarmak ve yanlışını göstermek gerekmez mi? Böyle yapan bir kimse niçin manevi terbiyede yolda kalsın?”
Asıl teslim olunan Yüce Allah’tır
Aslında, Yüce Yaratıcı’dan başka hiç kimsenin insanları kendisine itaat etmeye davet yetkisi ve görevi yoktur. Her emrine uyulacak, her hükmünde teslim olunacak tek varlık, alemlerin sahibi Yüce Allah’tır. Hiç bir peygamber de kendi şahsından kaynaklanan bir sebep ve yetkiyle insanlara bir şeyi emretme veya yasaklama yetkisine sahip değildir. Fakat peygamberi Yüce Allah davetle görevlendirip halkın arasına gönderdiği zaman, konumu, yetkisi ve insanlar üzerindeki etkisi değişir.
Kur’an’da belirtildiği gibi, Allah’ın gönderdiği peygambere itaat eden kimse, bizzat Allah’a itaat etmiş olur. Ona isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur (Nisa/80). Hz. Peygamberimiz A.S.’a uymadan hiç kimse Allah’ın rızasına ulaşamaz. Onu anne-babası dahil bütün insanlardan daha fazla sevmeyen kimse tam mümin de olamaz (Buharî, Müslim). Onun öğrettiği dine sadece kalbiyle değil, bütün his ve hevesiyle, içi ve dışıyla uymayan kimse gerçek mümin sıfatını alamaz (Begavî, İbnu Asım, İbnu Recep). Çünkü Hz. Peygamberimiz A.S. Allah’a giden yolun kılavuzu, bu yolda insanların terbiyecisi ve sahibidir. Her hükmü Cenab-ı Hakk’ın hükmü yerindedir. Onu insanlığın önüne koyan Yüce Allah’tır. “Bu peygamberime uyun ki, benim muhabbetime, rızama ve cennetime ulaşın!” diyen de bizzat Yüce Allah’tır.
Bunun için, insan Yüce Allah’a muhabbet ve teslimiyetini ancak O’nun peygamberine gösterdiği muhabbet ve teslimiyet ile ortaya koyabilir. Bu açıdan bakıldığında, günümüzdeki bir insanın Allah yoluna davet eden bir mürşide göstereceği samimiyet ve teslimiyet de Allah sevgisinin ispatından başka bir şey değildir. Bu teslimiyet görünürde insana, hakikate ise Allah’a bağlanmaktır.
İçi ve dışıyla Hakk’a teslim olan kimse, Allahu Tealâ’dan başka her şeyin köleliğinden kurtulur, hür olur, kalbi Allah ile huzur, ilâhi aşk ile hayat bulur. Hakk’a itiraz eden kimse ise, iradesini nefsinin eline vermiş olur. Bundan sonra o kimse kendisini hür irade ve hürriyet sahibi görse de, aslında bütün yaptıkları bir çeşit köleliktir. Çünkü bu kimse, devamlı nefsine köle, şehvetine esir, midesine hizmetçi, maddeye bekçi, insanların aferin ve alkışına bağımlı bir halde hayat sürmektedir. Böyle bir hayat şeref ve hürriyet değil, tam manası ile zillet ve köleliktir. Asıl hürriyet, Yüce Allah’tan başka hiç bir varlığa kulluk yapmamaktır.
Mürşidin yetkisi ve konumu
Kâmil mürşidin vazifesi, güzel ahlâkı temsil ve tatbiktir. Onun tek hedefi ilâhi hükümleri en güzel şekilde uygulamak, korumak ve yaşatmaktır. Buna dini ihya etmek denir.
Mürşid, Yüce Allah’ın dostudur. Bu sıfatıyla vazifesi, isteyenlere Allah’ın dostluğunu öğretmektir. O aynı zamanda ümmeti terbiye işinde Hz. Peygamberimiz A.S.’ın vekili ve vârisidir. Bu sıfatıyla vazifesi kalpleri Allah’a bağlamak, gönülleri kötü ahlâktan arındırmak, insanı Allah’ın edebiyle edeplendirmek, nefsin, şeytanın, eşyanın ve dünyanın esaretinden kurtarıp gerçek hürriyete kavuşturmaktır.
Kâmil mürşid, bu sıfat ve vazifeleriyle dünyada en önemli işi yürütmektedir. Hangi iş insanın Yaratıcı’sına yönelmesinden daha önemli olabilir? İşte bu büyük işi yürüten insana karşı vazifemizi şu ayet belirlemektedir:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve içinizden (Allah’ın yapmanızı istediği) işlerinizi yürüten önder ve idarecilerinize de itaat edin.” (Nisa/59)
Ayrıca, Hz. Peygamberimiz A.S.’ın şu uyarıları da bizim için bağlayıcıdır:
“Başınızdaki kimse gözü kör, ayağı topal, rengi siyah bir köle de olsa, sizi Allah’ın Kitabı’na göre sevk ve idare ettiği sürece onun sözünü dinleyip emirlerine itaat edin.” (Buharî, Müslim, Nesaî)
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur. Benim emirime (dini işlerinizi yürüten imamınıza) itaat eden bana itaat etmiş olur. Ona isyan eden de bana isyan etmiş olur.” (Buharî, Nesaî)
Şu halde, gerçekten peygamber vârisi, alim, arif, kâmil bir mürşide tabi olmak, aslında Allah ve Rasulü’ne tabi olmaktır.
Teslim olunacak kimseyi iyi tanımalıdır
Gafile uyanın kalbi uyanmaz. Cahile dert açanın derdi dinmez. İşinin ehli olmayan doktor insanı candan eder. Sahte mürşid de imandan eder. Birisi dünyayı, diğeri ahireti harap eder. O halde hak yolunda peşine düşülen kimseyi iyi tanımalı, manevi terbiye için ehli olmayan kimseye yanaşmamalıdır.
Kâmil mürşid, her şeyden önce kendisi terbiye olmuş kimsedir. Ayrıca insanları terbiye için izinli ve ehliyetlidir. Çünkü kendisi ehliyetli bir üstadın elinde terbiye görmüş, takva ve edeple süslenmiş, hak yolunda imamlık vasfını elde etmiştir. Allahu Tealâ onu kendi yolunda kılavuz, örnek ve şahit yapmıştır. Önüne Kur’an ve Sünnet’i koymuş, insanları onlardaki gerçeklere davet görevi vermiştir.
İşte bu noktada mürşid, Allah yolunda gitmek isteyenleri ciddi olarak ilgilendirmektedir. Öyle ki, İmam Rabbani K.S.’nin uyardığı gibi, bütün arzusu Allah rızası olan bir veliye itiraz, Allah’a itiraz gibi olmaktadır. Çünkü veli, herkese sadece Allahu Tealâ’nın kuldan istediklerini emretmekte, Hz. Peygamber A.S.’ın usulü üzere terbiye vermektedir. O kendisine değil, Hakk’a davet etmektedir.
Tasavvuf terbiyesinin asıl hedefi kâmil insan yetiştirmektir. Ariflerin tarifine göre kâmil insan, Allah’a aşık olmuş, kalbi gaflet ve manevi kirlerden zikir ile huzur bulmuş, gönlü boş arzu ve sahte sevgilerden arınmış, nefsi ilâhi emirlere itaat edecek bir kıvama gelmiş; kısaca içi ve dışıyla Yüce Allah’a teslim olmuş insandır. İşte bu kıvamı bulmak için önündeki rehbere samimi olarak inanmaya, gücü nisbetinde emir ve tavsiyelerine uymaya teslimiyet denir.
Tedavi için teslim olmak şarttır
Allah’ın dostu olmak isteyen kimse, bunun gereğini yapmalıdır. Bu yola giren kimseye tasavvufta mürid denir. İlk aşamada mürid, ölümcül bir hastalığa yakalanmış hasta gibi düşünülür. Böyle bir hastaya ne lazımsa, müride de o lazımdır.
Eğer ağır bir hasta şifa bulmak istiyorsa, aklını kullanıp kendisini ehil bir doktora teslim etmelidir. Hasta şunu bilmelidir ki, kendi aklı ve tecrübesiyle veya eline alıp okuyacağı tıp kitapları ile bu hastalığı tedavi etmesi mümkün değildir.
Bu durumda karşısında iki seçenek vardır: Ya bilgi, tecrübe ve ehliyeti ispat edilmiş bir doktora gidip teslim olacak ve her ne derse yerine getirecek. Ya da bu hastalığı çeke çeke ölecek. Şüphesiz akıl ve insaf doktora teslim olmayı seçer. Çünkü bu teslimiyette sıhhat, hayat ve huzur vardır. Kendi bildiğini yapmakta ise yıkım, acı ve sıkıntı vardır. Böyle bir teslimiyet, aklını bir kenara bırakmak değil, aklını iyi kullanmaktır.
Terbiye için mürşide teslim olmak da aynen böyledir. Çünkü müridin kalbi hasta, gönlü yaralı, vicdanı sıkıntı içindedir. Kalbi, geflet, günahlara meyil, şehvetine düşkünlük, kibir, kendini beğenme, haset, gösteriş, aşırı dünya sevgisi, gereksiz rızk endişesi, geçim kaygısı, ölüm korkusu, ibadetlere karşı tembellik gibi manevi hastalıklarla hastadır. Gönlü, Yüce Yaratıcısı’nı unutup eşyaya bağlandığı için yaralıdır. Vicdanı ise, içine düştüğü bu halden devamlı sıkıntı çekmektedir. Çünkü bu dertler karşısında aklı aciz kalmaktadır. Nefsi her gün derdine dert katmakta, devamlı hastalıkları artmaktadır. Kendi tedbir ve tecrübeleri tedavi için yetmemektedir. Günler geçmekte, fakat hastalıkları geçmemektedir. Bu durumda, aklı olan ne yapmalıdır?
Bu kimsenin de önünde iki seçenek vardır: Ya aklını kullanıp bu işin ehli bir mürşide gidip teslim olacak; onun tedbir ve tedavi tecrübesine uyup manevi dertlerinden kurtulacak. Ya da bu hastalıklar içinde ölüp mahcup ve perişan bir şekilde Yüce Allah’ın huzuruna çıkacak. Elbette akıl, vicdan ve tecrübe, böyle bir hastanın da bu işin ehline teslim olmasını ister. Zaten Kur’an ve Sünnet bunu emreder. Sayısız tercübe ve görülüp yaşanmış olaylar da bunun gerçek olduğunu ispat eder.
Mevcut hastalığını kabul etmeyen, mütehassıs doktoruna güvenmeyen, tarif edilen usulde ilaçlarını içmeyen, kendi keyfine göre hareket eden kimse, maddi-manevi hiç bir hastalığından kurtulamaz. Böyle bir hasta kalkıp da ‘aklım bana yeter, ben doktor filan tanımam, kimseye teslim olmam, istediğim gibi yaşarım!’ derse, ona akıllı değil, belki deli denir.
Teslimiyet akıl ister
Arifler der ki:
Kâmil mürşide tam teslimiyet bir anda olmaz. İnsan, kalbi nurlandıkça, nefsini ve şeytanı tanıdıkça, iyiyi kötüyü seçtikçe, yani akıllandıkça, Allah’a giden yolda Allah dostuna teslim olur. Mürid, zaman içinde mürşidini gerçek haliyle tanır. Bu tanıma bir ömür sürebilir. Bu yolda samimiyetle sabreden kimse sonuçta sevinir, Allah sevgisini bulur, kalbi bu sevgi ile huzur bulur. Dağınık hali toplanır, ibadetlere sarılır, günahlardan uzaklaşır, bütün manevi hastalıklardan kurtulur. İşte o zaman hakkıyla ve tadıyla Yüce Rabbine kulluk edebilir. Buna ihsan makamı denir. Bu hedefe ulaşmak için rehberine tam teslim olanlar çok az olduğu için, bu makama çıkanlar da çok azdır. Herkesin bu yolda nasibi, iman, sadakat, edep ve gayretine göredir. Ancak, Allahu Tealâ dilediği kullarına bol ihsan ve ikramlarda bulunur.
Allah dostları, “biz peygamber gibi masumuz, hiçbir kusur ve noksanımız yoktur, her sözümüz ayet ve hadis gibidir” demezler. Onlar, açık ve mertçe Hz. Ebu Bekir R.A. Efendimiz’in halife seçildiği gün, Ashab-ı Kiram’a söylediği şu sözü söylerler:
“Ben Allah ve Rasulü’ne itaat ettiğim ve size hakkı emrettiğim sürece bana itaat ediniz. Çünkü bu durumda bana itaati sizden Allahu Tealâ istiyor. Ben hak çizgiden ayrılırsam, artık kimsenin bana itaat etmesi gerekmez.”
(İbnu Kesir)
.ŞEYHİ OLMAYANIN ŞEYHİ ŞEYTANDIR
Tasavvuf ve manevi terbiyeden kaçanlar, meşhur bir sözle uyarılırlar: “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.” Büyük veli Beyazid-i Bistamî (K.S.)’ye ait bu söz, doğrusu hassas bir konuya işaret ediyor. Öyle ya; eğer bu ifade dinî bir delile dayanıyorsa, gerçek bir mürşidin talebesi olmayan herkesin durumu yeniden gözden geçirilmeye muhtaç....
Eğer bir tecrübe ve gözleme dayanıyorsa, tecrübe bir ilimdir, ve bir hakikat payı aranması gerekir. Bu sık kullanılan ifade, “bir mürşidin elinden tutanlar şeytanın elinden kurtulmuş mu oldular? Biz öyle şeyhleri gördük ki, şeytanı hiç aratmıyorlar! Hem iyi de olsa şeyh bir peygamber mi ki, ona uymayanlar iflâh olmasın? Biz Kur’an ve Sünnet’ten başkasına uymayız” itirazıyla karşılanagelmiştir. Bu meselenin iç yüzünü incelemek için şüphesiz en doğru yol, konuyu yanılmaz iki şahidin, yani Kur’an ve Sünnet’in ölçülerine göre ele almak... Önce şunu belirtelim ki tasavvuf ehli, mürşid deyince gerçekten kendisine uyulmaya layık bir Allah dostunu kasdederler. Gerçek mürşid alimdir, ariftir, takva ve edebte zirvedir, nur ve feyiz sahibidir. Ayrıca insan terbiyesinde ehliyetli ve irşad işinde izinlidir. Hz. Peygamber (A.S.)’in vârisidir. Çünkü kendisi terbiye olmamış bir kimsenin başkasını terbiye edemeyeceği açıktır. İkinci olarak, mürşid deyince tek bir insan değil, o insanının etrafında toplanmış, gönlünü ve yönünü Allah’a çevirmiş bir cemaat akla gelmelidir. Çünkü gerçek mürşid, takva yolunda bir imamdır ve kendisine uyanlar için emin bir rehberdir. Böyle bir mürşidin elinden tutan kimse, aynı zamanda birçok mümin kardeşiyle Allah yolunda el ele tutmuş demektir. Şeytana karşı bu ne büyük bir kuvvet ve ne sağlam bir siperdir! Kâmil mürşidden kaçmak, böyle bir cematten uzaklaşmak ve dini yalnız başına yaşamaya çalışmak demektir. Bu ise ne kadar zevksiz bir iş ve desteksiz bir gidiştir! Tasavvuf, topluca tevbe etmek, birlikte zikretmek, şeytanlara karşı birleşmek, hak için birbirini desteklemek ve cemaat halinde Allah yolunda yürümektir. Kur’an’ın ve Rasulullah’ın uyarıları “Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır” sözü, Hz. Kur’an’a aykırı değildir; aksine birçok ayet tarafından desteklenmektedir. Çünkü, tek başına kalan bir kimesenin insan ve cin şeytanlarına yem olacağına Kur’an’daki pek çok ayet işaret etmektedir. Allahu Tealâ, kendi yolunda topluca hareket etmemizi emrediyor. Parçalanmayı, dağılmayı, tek başına kalmayı yasaklıyor (Al-i İmran/102-103). Bunun, düşmanlar karşısında zayıflık ve mağlubiyet sebebi olacağını belirtiyor (Enfal/46). Cenab-ı Hak hepimizi gerçek takvaya çağırıyor ve bunun için sadık kullarla beraber olmamızı istiyor (Tevbe/119). Allah’ın zikrinden kaçanların şeytanın kucağına düştüğünü de Kur’an-ı Kerim şöyle ifade ediyor: “Her kim Rahman olan Allah’ın zikrinden gafil kalırsa, biz ona bir şeytan musallat ederiz; o şeytan ondan hiç ayrılmaz. Bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar, onlar ise kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” (Zuhruf/36-37) “Rehberi olmayanın, tek başına kalanın rehberi şeytandır” sözü, bir çok hadis-i şerifin ortak manasını da ifade etmektedir. Şöyle ki, Rasulullah (A.S.) Efendimiz, şeytanın insan kurdu olduğunu, herkese pusu kurduğunu ve cemaattan ayrılan, tek başına kalan kimseyi kolayca yuttuğunu haber veriyor. İşte Rahmet Peygamberi’nin uyarıları: “Şeytan insan kurdudur; sürüden ayrılan, tek başına kalan koyunu dağdaki kurt nasıl kaparsa, cemaatten ayrılan kimseyi de şeytan öylece kapar.” (Ahmed, Tabaranî) “Sizin cemaat halinde bulunmanız gerekir. Ayrılıktan, tek başına kalmaktan sakının. Şüphesiz şeytan tek başına kalanla beraberdir. O, (Allah için beraber olan) iki kişiden uzak durur.” (Tirmizî, Ahmed, Hakim) “Şüphesiz Allahu Tealâ, ümmetimi sapık fikir ve fitne üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (rahmet ve desteği) cemaatin üzerindedir. Kim cemaattan ayrılırsa ateşe düşer.” (Tirmizî, Tabaranî) Bu mealdeki hadislerin ortak manası ve uyarısı şudur: Dini tek başına yaşamaya kalkmayın. Allah yolunda birlik olun, alimlere uyun, takva üzere giden cemaata sımsıkı yapışın. Tek başına kalanın kalbini şeytan sarar, yolundan alıkoyar ve kolayca zarara sokar. Bu düşmana karşı birlik kalesine girin, Allah sevgisini siper edinin ve ölene kadar böyle gidin. Emniyetiniz budur. Şu halde “başında bir rehberi olmayanın rehberi şeytandır” sözü Kur’an ve Sünnet’e aykırı değildir. Tecrübeler de onu desteklemektedir. Bir üstada gitmeden, alim bir rehberi bulunmadan, peygamberlerden başka kâmil olan kimse yoktur. Maddi sanat ve fenlerde de durum aynıdır. Başında bir usta olmadan hiçbir çırak, kolay kolay usta olamaz. Arifler demişlerdir ki: “Kendi başına büyüyen ağaç yaprak açar, fakat meyve vermez. Verse de meyvesi yenmez. Bir edeb ehlini görmeyen gerçek edeb nedir bilmez. Bildikleri de kendisine yetmez.” Kur’an ve Sünnet’i rehberle yaşamak Bazıları, “Biz Kur’an ve sünnete uyduktan sonra niye sapıtalım ki? Bizim emniyetimiz mürşide değil, Kur’an ve Sünnet’e uymaktır. Mürşide ve müridlerine lazım olan da bu değil mi?” diye soruyorlar. Evet, hepimiz içimiz ve dışımızla ilahi hükümlere uymakla mükellefiz. Kâmil mürşidlerin bundan başka bir hedefi yoktur. Bütün mesele, her durumda Kur’an ve Sünnet çizgisinde giden Allah adamı olabilmektir. Buna ihsan makamında kulluk denir. Acaba bunun en güzel yolu nedir? Sadece okumak mı, yoksa yolu bilene uymak mı? Mesafesi uzun, engelleri çok, tehlikeleri fazla, her yanı gizli düşmanlarla çevrili bir yolu, sadece tarifle mi gitmek emniyetlidir, yoksa yolu bilen bir rehberle mi? Bu yol, insanın benliğini aşıp hakikatına ulaşma yoludur. Bu yoldaki en büyük engel insanın nefsidir. Bu yol, Alemlerin Rabbi’ne gerçekten kul olma yoludur. Onun etrafı düşmanlarla doludur. Yalnız gidilmez, yol çok uzundur. Şeytandan yakayı sıyırmak mümkün mü? Kur’an-ı Hakim bildiriyor ki, şeytan, ölene kadar hiç kimseden elini çekmez, ümidini kesmez, Bunun için yemini vardır (Sa’d/80-83). O peygamberlere bile hile yapmak ister, ancak Allah’ın nuru onu engeller (Hac/52). Kâmil mürşidler şeytanın baş düşmanıdır; onlara yanaşmak ister, karşısında yine ilahi nuru bulur; siner, kaçar. Çünkü, onlar Alemlerin Rabbi’ne teslim olmuşlardır. O da onları özel himayesine almıştır (Nahl/99, İsra/65). Şeytanın şerrinden peygamberler ve veliler ancak Allah’ın yardımıyla emin oldular. Yolu bir kere Mekke’ye, beş defa tekkeye uğrayan bir müslüman ondan kurtulduğunu nasıl düşünebilir? Mürid, Allah’a yönelen kimse demektir. Şeytan en fazla bu kimselerle uğraşır. Bunun için her yolu dener. En iyi yaptığı iş vesvese vermektir. Açıkça günaha sokamadığı müridi, yaptığı hayırlı amelleri ile azdırmaya çalışır. Ancak, mürşidine ve cemaatine bağlı sadık bir müridin bir tane şeytanı varsa, binlerce dostu ve yardımcısı mevcuttur. Onların bereketiyle hastalığını anlar, ilacına koşar. Ancak, kalbini değil cebini düşünen, din değil dünya derdine düşen, niyeti sakat olduğu halde sadık görünen kimseler, şeytanın maskarası, müslümanların yüzkarasıdır. Bunlar mürşid değil şeytandır, mürid değil, münafıktır. Ve onlar bizim konumuz dışındadır. Tek başına hakikatı arayan kimse yorulur, çoğu zaman şeytanın oyuncağı olur. Şeytan bu insana açıktan günah işletemez ise, yaptığı hayırlara yönelir. Bu yolla mümini zarara sokmaya çalışır, bunu da genelde başarır. Şeytan ilim sahiplerine daha çok gizli günahları işletir. Onu gösteriş, kin, kibir, hased, gaflet, eşyaya aşırı muhabbet, makam hırsı, kendini beğenme, ameli ile övünme, insanları küçük görme gibi tesbiti güç, tedavisi zor günahlara daldırır. Başında bir mürşidi, çevresinde kendisini uyaracak kardeşleri olmayan kimse, asıl halini anlamadan ve bir çaresine bakamadan ölür gider. Sonuçta insan ağlar, şeytan güler.
(Dr.Dilaver Selvi)
.KAMİL MÜRŞİDİN FARKI
Mürşid-i kâmilin diğer insanlardan farkı var mı? Bu fark nereden kaynaklanıyor? Bazı insanlar gerçekten “seçilmiş” olabilir mi? Allah dostu veya mürşid diye tarif edilen bir kimsenin söylendiği gibi olduğunu bilmek mümkün mü?
Manevi terbiye için bir mürşid arayanlara bu sorular sık sık sorulmakta.
Kur’an-ı Kerim’de, “o da bizim gibi bir insan” kıyaslamasına peygamberler de muhatap olmuştur. İnkârcıların “bizim gibi bir insana uymayız” bahanelerinin elbette bununla bir ilgisi yoktur. Kur’an bir anlamda peygamberlerin ilâhlaştırılmasının önüne geçerken, inkârcılar ise o mübarek insanların büyüklüklerinden habersiz oluşlarını bu tür yargılarıyla göstermişlerdir.
Önce şunu belirtelim ki, inkârcıların hepsi aynı seviyede olmadığı gibi, iman edenler de aynı seviyede değildir. Allahu Tealâ insanlar arasından bazılarını seçmiştir. Bunlardan birçoklarını peygamberlikle, bazı kullarını ilim, güzel anlayış, ince kavrayış ve isabetli hüküm verme nimetleri ile süslemiştir. Bazı kullarına mülk, bazı kullarına saltanat vermiştir. Bazı kullarını özel dostluğu için seçmiştir. Bütün bunlar hakikattır; tercih ve taksim Yüce Mevlâ'ya aittir.
Allahu Tealâ, peygamberlerine bile farklı dereceler verdiğini, bazısını diğerlerinden üstün kıldığını belirtiyor (İsra/55). İlâhi huzurda bütün insanlığın temsilcisi, peygamberlerin imamı, Makam-ı Mahmud'un sahibi Efendimiz A.S.’dır.
Bilindiği gibi, peygamber olmak için kulun hiçbir etkisi, tercihi ve tasarrufu yoktur. Ancak, velâyet ve irşad vazifesinde Allahu Tealâ'nın tercihi yanında, kulun gayret ve amelinin bir etkisi, değeri ve gereği vardır. Yani, Allahu Tealâ'ya dost olma yolu herkese açıktır. Belki herkes kâmil mürşid olamaz fakat Yüce Mevlâ'ya dostluktan bir nasibi olabilir.
ÜSTÜNLÜĞÜN GERÇEK ÖLÇÜSÜ
Velâyette ilk nokta imandır. Yüce Allah'a ve 0'nun gönderdiklerine iman eden herkes Allah'ın dostluğu için ilk adımı atmış olur. Bu adımda her mümin ortaktır. Yani her mümin velidir. Ancak bu, veliliğin ilk merhalesidir.
Ariflerin belirttiği gibi, iman dairesine girdikten sonra sonsuz velâyet dereceleri, farklı kulluk makamları, birbirinden güzel manevi haller, bitmez tükenmez ilâhi zevkler ve ilimler mevcuttur. Herkesin Allah katındaki derecesi, değeri ve fazileti değişiktir. Her mümin sahip olduğu ilim, amel, yakîn, teslimiyet, marifet, muhabbet, ibadet, hizmet, edeb ve takva ölçüsünde Allah katında sevilir, O’na yakınlık kazanır, ilâhi huzurda kabul görür. Maddi rızıklar gibi manevi rızıklar da farklıdır. Allahu Tealâ dilediği kullarına bol ikram ve ihsanlarda bulunur. Bir kuluna vermediğini, diğerine verir. Bu ilâhi tercihi şu ayetlerden anlıyoruz:
"Baksana, biz insanların bir kısmını diğerine nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük bakımından daha hayırlıdır." (İsra/20)
"Herkes için yapmış olduğu amellerden dolayı farklı dereceler vardır." (Ahkâf/19)
“Allah sanat iman edenleri yükseltir. Kendilerine ilim verilmiş olanları ise, dereceler ile yükseltir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Mücadele/1 I )
Büyük veli Seyyid Abdulkadir Geylanî K.S. de, "velâyet halktan değil, Cenab-ı Hak’tan gelir. Veliliği kullar değil Yüce Allah verir" diyerek, bu işte seçimin Yüce Mevlâ'ya ait olduğunu belirtiyor.
Görülüyor ki müminler içinde ilim, marifet ve takva sahipleri, diğer müminlerden ileridedir. Alim deyince malumat sahibi değil, marifet sahibi akla gelir. Marifet, Yüce Mevlâ'yı gereğince tanımaktır. Marifetin sonucu edep ve ilâhi aşktır. "Kulları içinde Allah'tan ancak alim olanlar korkar." (Fatır/28) ayeti, alimde bulunması gereken en önemli sıfatın edep olduğunu ortaya koymaktadır. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer/9) ayetiyle diğer insanlardan farklı tutulan alimler, dünyaya değil, Yüce Mevlâ'ya gönül veren ilim ehlidir. Arifler, diğer müminlerle imanda ortaktırlar, fakat ilim, edep ve ilâhi aşkta apayrı bir hale ve dereceye sahiptirler. Gerçek alim, ariftir; işi Hakk’ı tarif etmektir. Kâmil mürşid yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Gönlünü Allah'a veren alime Rabbanî alim denir. Kâmil mürşid Rabbanî alimdir. O, Allahu Tealâ tarafından seçilmiş ve sevilmiş bir kuldur.
VELİ OLDUĞU BİLİNENLER
Kimin veli olduğunu Allahu Tealâ bilir. Çünkü veliliğin diplomasını Allah verir. Ancak bazı veliler irşadla görevli olduklarından, onlar bellidir. Veli olduklarını, kendileri de bilir, halk da görür.
Bazı müminler Yüce Allah'ı sever. Bunlara "muhib" denir. Bazı müminleri ise Yüce Allah sever, onlara da "mahbub" denir. Mahbub, Allah'ın sevgilisi demektir. Allah sevdiklerinin gönlünü kendisine çekmiş, onu özel olarak terbiye etmiş, nurları ile süslemiş, rahmetiyle desteklemiştir. Mahbub kulları bütün melekler tanır, sever ve desteklerler.
Allahu Tealâ, Kur'an'da müjdelediği gibi (Meryem/96), salih kullarının sevgisini gönüllere yerleştirir, onları insanlara sevdirir. Bu onların edep ve ilâhi aşkına karşılık verilmiş bir hediye ve açık bir keramettir.
Mahbub olan zatların bir kısmı, insanları irşadla görevlendirilir, kendisine hak yolunda imamlık görevi verilir. İcra ettikleri vazife, onların Allah'ın dostu olduğunu gün gibi ortaya koyar. Onlar dilleriyle değil, halleriyle kâmil veli olduklarını ispat ederler.
Arifler derler ki: Allah dostu kâmil mürşidlerin diğer insanlardan en önemli farkı, meclisine giren, yüzünü gören, sözünü işiten kimselere Yüce Allah'ı hatırlatmaları ve kalplerini O'na bağlamalarıdır. Kâmil mürşidlerin bir diğer farkı, heybet ve cazibe sahibi olmalarıdır. Kendilerini gören kimse ister istemez hallerinden etkilenir ve kalbi onların tarafına çekilir.
MÜRŞİDLERİN SIFATLARI
Kamil mürşidler, "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve bu hali korumak için sadık kullarımla beraber olun." (Tevbe/119) ayetiyle tarif edilen sadıklardır. Onlar hak yolda rehberlik yaparlar. Kalpleri Allah'a bağlarlar, zayıflamış imanı tazeler, sönmüş sevgiyi canlandırırlar. Bir ömür boyu dini yaşayarak ihya ederler. Onlara müceddid denir. Gerçek müceddid, herşeyini Yüce Allah'a kurban etmiştir. O'nun boyası ile boyanmıştır. Sözü ve işleri ile Yüce Allah'ın şahididir. Kur'an'da böyle kimselere "mukarrabun" makamı tahsis edilmiştir. Mukarrabun’un takvada en önde olduğu belirtilmiştir (Vakıa/11-12). Bu makamdaki kimsenin diğer insanlardan en önemli farkı, içi ve dışıyla Allah adamı olması ve gönlü yanık sadıklara ilâhi aşkı tattırmasıdır.
Kur'an'da ilâhi aşkı ve ahlâkı ayakta tutan bu Rabbanî alimlerin "ulü'l-emr" olduğu bildirilmiştir. Diğer müminlerden de onlara itaat edilmesi istenmiştir. (Nisa/59) Ulü'l-emr, işi üstlenen ve yürüten kimse demektir. Yürütülecek ve görülecek iş Allah'ın işidir. Bu da bütünüyle dindir. Şu halde ulü'l-emr, Allah'ın işini gören, emrini yerine getiren, hizmetini yürüten, dini ihya eden, kulları hakka sevk eden kimsedir.
Kur'an'da Allah'a aşık olanlara "ricalullah" denir. Ricalullah, Allah adamı demektir. Allah adamının en önemli işi zikir, fikir, şükür, hizmet, haya ve ahde vefadır (Nur/37, Ahzab/23).
Kur'an, takvada önde gidenleri pek çok farklı sıfatlarla tanıtmıştır. Sadık, sıddîk, muhsin, muttaki, evliyaullah, ebrar gibi sıfatlar onların ismi gibi zikredilmektedir.
İşte bu sıfatlara sahip olan kimseye gerçek peygamber vârisi denir. Onlar, Efendimiz A.S.’la insanlığa sunulan ilâhi sevgiye, rahmete, ilme ve edebe vâristirler. Rasulullah A.S., bu vârislerin Allah katındaki kıymetini ve diğer insanlardan farkını şöyle belirtir:
"Alimin sırf ibadetle meşgul olan kimseye üstünlüğü, benim sanat en düşük seviyedeki kimseye üstünlüğüm gibidir."
Diğer bir hadiste de bu fazilet şu kıyasla ortaya konur:
"Alimin sırf ibadetle meşgul olan kimseye üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir." (Tirmizî)
Evet, gece gündüz ilâhi emaneti taşıyan ve Yüce Hakk'ın rızası için yaşayan kâmil mürşidler, taşıdıkları bu ağır yükün kıymeti kadar değerlidirler. Allahu Tealâ onlara yüklediği yük kadar manevi destek, kuvvet, feyiz, nur ve tasarruf yetkisi vermiştir.
Onlar, bütün benlikleri ile gerçek zikri çekmektedirler. Yeryüzünde Allah diyen salihler bulunduğu sürece kıyamet kopmayacağına göre, onlar ilâhi zikir ve edeple hem insanları, hem de yeryüzünü harap olmaktan kurtarmaktadırlar. Bunun için bütün alem onlara minnet borçludur.
Gafil insanlar, bu gerçeğe gözünü kapasa da, yerdeki ve gökteki diğer varlıklar bunun farkındadır. Çünkü Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Allahu Tealâ sevdiği bir kulunu yerdeki ve gökteki varlıklara tanıtmaktadır. (Buharî, Müslim) Gökteki melekler, yerdeki varlıklar, sudaki balıklar, yuvasındaki karıncalar kendi dillerince onun için dua ve istiğfar etmektedirler. (Ebu Davud, Tirmizî) Bu, onların Allah dostlarına, karşı sevgisi ve teşekkürüdür. Acaba bizler, Yüce Allah'ın huzurunda bütün insanlığı temsil eden, gafiller adına ağlayan ve yalvaran bu yüksek şahsiyetlere neden teşekkür edemiyoruz?
Salih kullar, Rabbanî alimler, ahirette şefaat etme şerefine de sahiptirler. Onların farkı, dünyada olduğu gibi ahirette de görülecektir. Onları Allah için sevenlerin hediyesi Allah'ın dostluğu, rahmeti ve cennetidir. Yüce Rabbimiz mahşerde şöyle buyuracaktır: "Benim rızam için birbirini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onlar kendi rahmet imde olacaklar." (Müslim)
MÜRŞİDİ TANIMANIN KOLAY YOLU
Allah aşkını hedefleyen tasavvufu tanımak için tatmak gerekir. Nasıl bir tatlıya uzaktan bakmakla veya sırf tarifini okumakla tadı anlaşılamazsa, manevi halleri tatmak da ona ulaşmakla olur. Ulaşmak, yaklaşmakla başlar. Yaklaşmayan yabancı kalır. Yabancı kalan, o şeyin cahili olur. Bir kimse, hem cahil hem de edebi eksik olursa, onun iyi diye yaptığı çoğu şey bile yıkım ve fesat olur. En kötü cahil ise bildiğini zanneden, fakat gerçekte bilmeyendir. Edepli cahil, edepsiz okumuştan daha kârlıdır. Çünkü edepli olan, susmasını bilir. Susmakta pek çok hayır vardır. Fakat içinde edep olmayan sözde ve işte hiçbir hayır yoktur. Aksine zarar çoktur.
Kâmil mürşidi tanımak için, onunla aynı yolu, edebi, zikri, fikri, hizmeti, ibadeti sevgiyi bir derece paylaşmak gerekir. Mürşide teslim olmayan tabi olmaz. Tabi olmayan, onu lâyıkıyla tanıyamaz. Tanımayan sevmez. Sevmeyen bilmez. Bilmeyen onun hakkında şahitlik edemez. Onlar hakkında bilmeden konuşanlar, övseler de yerseler de haksızlık etmiş olurlar. İkisi de mürşidin hakkını zayi eder. Veliyi tanımadan kötüleyen kimse inkâra, metheden kimse ifrata düşer. İnkâr zulüm, ifrat ziyandır. İkisi de haramdır.
MÜRŞİDİ ÖVMEDE ÖLÇÜ
Müridin işi, mürşidinin hangi makamda olduğunu bilmek değildir. Mürşide makamı mürid değil, Allah verir. Sevgi ve sözünde haddi aşanlar, yüceltmek istedikleri kimseye iltifat edeyim derken ihanet ederler. Hiç kimseye velilerin derecelerini bilmek vazife değildir.
Veliyi sevmek, yolunca gitmek demektir. Sevgi iddia değil, ispat ister. Bir velinin büyük bir kutup olması, kendisine inanmayan veya uymayan kimseyi kurtarmaz. Mürşid kendisine methiyeler yazılmasını değil, Allah için uyulmasını ister. Hz Peygamber A.S.'ın şu ikazları herkesi uyarmak ve dengede tutmak için yeterlidir:
"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı batıl yere methettikleri ve ilâh derecesine yükselttikleri gibi, beni yüceltmeye kalkmayın. Ben ancak bir kulum. Bana Allah'ın kulu ve rasulü deyin." (Buharî, Darimî, Ahmed)
"Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit şeylere sevketmesin. Ben, Abdullahın oğlu Muhammed ve Allah'ın rasulüyüm. Vallahi sizin beni Allah'ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı sevmem." (Ahmed, Nesaî)
KENDİ DİLLERİNDEN ONLARIN HALİ
Büyük veli Hakim et-Tirmizî K.S, irşadla görevli Allah dostlarının çok özel hallerinden bazılarını şöyle anlatır:
"Ehlullahın bir kısmı, en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu kimse, Allahu Tealâ'nın kendisini özel dostluğuna seçtiği ve bu yolda kullandığı bir kuldur. O devamlı Allah ile beraberdir, O’nun himayesinde hareket eder. Allah ile konuşur, Allah ile görür, Allah ile alır, Allah ile verir. Allahu Tealâ onunla kullarını terbiye eder. Onun nazarı ile ölü kalpleri diriltir, onu vesile ederek halkı kendi yoluna çevirir. Onunla ilâhi ahlâkı ve adaleti ayakta tutar. Bu kimse devamlı Yüce Rabbini sena ve yüceltmekle meşgul olur. Rasulullah A.S. onunla Allah'ın huzurunda övünür, sevinir. Allah onu nefsini görmekten ve kendisine güvenmekten korur. Bu haliyle onun sözü kalpleri Allah'a bağlar. Görülmesi nefislere şifa verir. Onun bir insana teveccühü ve yakınlığı kötü huyları temizler. O herkese fayda veren bir rahmet bulutudur. Hak ile batılın arasını ayırt eder. O sıddıktır, hak adamıdır. Allah'ın has dostudur, ariftir. İlhama mazhardır." (Nevadiru'I-Usul, I, 339)
Böyle bir insana kimin ihtiyacı yoktur?
(Dr. Dilaver Selvi)
..
Zamanın sahibi nasıl bulunur?
Ey iman edenler! Allahtan korkun ve ona yaklaşıp vasıl olmak için vesile arayın…”(s. Maide 35) ayeti kerimesi ; “Kim ki zamanın sahibini bilmeden ölürse cahiliyet üzerine ölmüştür” hadisi şerifi ve “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” gibi bir çok nass ve delaleti nass, mürşid-i kamile temessükün elzemliğinden bahsetmektedir. Ayette geçen vesileden muradı Fahreddini Razi Hazretleri tefsirinde, “mürşidi kamil” olarak ifade etmiştir. Emr-i ilahi olan bu muazzam devlete müracat etmek akıllı bir müminin ilk yapacağı iştir. Yavuz Sultan Selim hazretlerinin de dediği gibi Cihana (dünyaya) sahip olmak kuru bir kavgadan ibaretmiş, bir mürşidi kamile bent olmak(onun müridi olmak onun terbiyesi altında yetişerek nefsini tezkiye etmek ) her şeyden evla imiş.Bu mukayese ve bent olmak aklın tartıp anlayacağı bir şey değildir.Akıl ne kadar zorlarsa zorlasın müritlik mürşitlik rabıta tasavvuf vs. kavramların özünü tartamaz.Başka bir ifade ile maneviyat aklın bittiği yerde başlar.Bu ifadelerle kalbimizi tenevvür ederek gönlümüzü neş’elendirdikten sonra ibtida-i kelam yapalım;
Yukarıdaki uyarılar hak olunca şer’i emirleri kusursuz bir şekilde yerine getiren her müminin yapmakla yükümlü olduğu husus, zamanın sahibinin emrinde hareket ederek ona mürid olarak nefsini tezkiye etmektir. Fakat hikmet-i ilahidir ki; zamanın sahibi ve mürşidi kamil olan zatları bulmak herkese nasip olmamaktadır. Hatta bir kimseye nasip olmayınca demir ayakkabı giyerek ve Nuh a.s. kadar yaşayarak bu zatı bulmak için gayret sarfetse bile onu emeline ulaştıramaz. Fakat nasip derken tesadüfen bulunması, ya da şansa bağlı olmak anlamında düşünülmemelidir. Bu kapıya adım atan her mürid bunu ya akıttığı göz yaşı ırmaklarına ya bir hayır duaya ya ecdadına ya da başka Rıza-i İlahiyi celb eden durumlara borçludur. Madem ki nasip işi, o halde nasibim varsa zaten ulaşırım o zata diye kenarda oturmakta çok yanlış bir harekettir. Zira o uğurda gayret sarf etmek bile ne yüce bir saadettir. Asıl nasipsizlik hiç umursamadan bu zatları arama peşinde olmayan tembel ve cahillerdir.
Her şeyin sahtesi olduğu gibi bu yüce zatları da taklit edip halkı kandıranların olduğu da unutulmamalı ve bu zatların alametlerini çok iyi bilerek hakikisi sahtesinden ayırt edilmelidir. Bu zatlar kimlerdir? Efradını câmî ağyarını mani şekilde nasıl izah edilmelidir?
Zamanın sahibi, aynı zamanda mürşid-i kamillerdir. Malum olduğu gibi Peygamberler hidayeti beşer ile vazifeli olup bu makam kesb ile yani gayretle elde edilen bir makam değildir.Hazreti Allahın tensibi ve takdiri ile ezelden muayyendir. Hatem-ül Enbiya olan Efendimiz s.a.v’den sonra yüzyıllar geçeceği ve bunun neticesinde de insanların dinden soğuyacakları göz önünde bulundurulduğu zaman, insanları İslamiyet’e tekrar ısındırmak ve zayıflayan dini celili İslamı kıyamete kadar canlı tutacak müceddidler, Peygamber varisleri, zamanın sahipleri, mürşidi kamiller geleceği haber verilmektedir. Bu makam da kesbi değil vehbidir.Yani bu makamlarda ezelden belirli olup çalışmakla gayretle binlerce kitap yazmakla, gece gündüz ibadet etmekle, zikirle, ulaşılacak makam değildir.Mürşidi kamillerdeki ezelden muayyenlik evsafı, kesbi sonucu velayet yolunda mesafe kat eden evliyaullah ile Mürşid-i kamilleri birbirinden ayırır.Yani mürşidi kamillik ezelden belirli olup kişinin kendi isteği ile ulaşacağı makam değilken evliyalık makamı ise kişinin kendi gayreti ile elde edeceği bir makamdır.
Mesela İmam-ı Gazali hazretleri iman hakikatleri ile ilgili başta olmak üzere yüzlerce mevzuda harika eserleri olmasına rağmen, unutulması mümkün olmayan gönül sultanlarımızın başında olmasına rağmen, bütün ilimleri yutmasına rağmen, tüm bunlar mürşid-i kamil olması için yeterli olmamış ve hiç bir zaman da böyle iddiada bulunmamıştır.Hiç bir zaman ben şu kadar kitap yazdım o halde ben müceddidim dememiştir. Hatta o müstesna zatları ve müntesiplerini övgü için, velilik ve velayet sırları hakkında “el munkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:
“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim.Yakinen anladım ki, hak yolunda olanlar ancak tasavvuf erbabı olan sofilerdir.Onların iç alemleri (kalpleri ), yolları ve ahlakları en güzel şekildedir.Eğer akıl, ilim ve hikmet sahipleri bir araya toplanıpda sofilerin tarikatini değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir yol bulalım diye birleşseler, mümkün değil bulamazlar.” Hatta tasavvufa sonradan da olsa girmesi neticesinde geçmiş hayatı ile ilgili şu itirafları yapmıştır. “Anladım ki hakiki kurtuluş Rasülüllah’ın ruh ceryanına bağlanmaktan ibaretmiş.Gerisi (binlerce kitap yazmak vs.) hayal ve vehimden ibaret.”Aynı şekilde amelde mezhep İmamımız İmam-ı Azam hazretleri de mezhep kurmak kadar maddi ve ledünni ilme mazhar olmasına rağmen “(tasavvufa girdiğim) son iki senem de olmasaydı helak olmuştum” diyerek mürşid-i kamillik makamının müstesnalığını ifade etmişlerdir.
Nasıl ki Peygamberler günah işlemekten masumdurlar, bu zatlarda mahfuzdurlar.Bu zatlar o kadar geniş yetkilere sahiptirler ki hadisi şeriflerde de zikredildiği gibi yağmur onlar sebebi ile yağar, yardım olunanlar onlar sebebi ile yardım olunur hatta yeryüzü onlar sayesinde ayakta durur.Yeryüzünün gerçek çivileridir, harcının demirleridir en yüksek tepeleridir.Mektubat-ı Rabbanide de buyrulduğu gibi; Onların irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından ta arşa kadar herkese; rüşd hidayet iman ve marifet onların yoluyla gelir.
Bu mübarek zatlar her devirde mutlaka bulunurlar.Sayıları bir, iki en fazla 3 tür.Veliliğin en üst derecesindeki bu zatlara kutbul aktab, gavsül azam ve kutbul üla denir.Bunların en büyüğü de kutb-ul aktabtır.İşte bu zat Peygamber efendimizin tam varisidir.Peygamberimizin tam varisive her biri tasavvuf müntesibi olan bu zatlar bölük bölük parça parça değil bir bütün halinde Hz Ebubekr r.a. dan itibaren kopmadan, tasarrufu sona eren diğerine görevini devrederek bir silsile halinde aynı meşrebten ve aynı menbağdan feyizlenerek, aynı doğrultuda aynı metodlarla görevlerini devam ettirmişlerdir.İşte bu tasarruf sahibi zatlara silsile-i sadat (seyyidler zinciri) denmektedir.Kendi aralarında derece olan bu zatların en alt derecesindeki makamda olan birisiyle bu silsileden olmayan en büyük evliyanın arasında bile mukayese edilemeyecek kadar fark olduğu büyüklerimizden haber verilmektedir.Bulundukları zaman içerisinde tasarruf sahibi olan bu mürşidi kamiller, silsilei sadatın bu müstesna şahsiyetleri, tam varis olmaları hasebiyle zamanlarının sahibidirler.
Tasavvuf hakkında bilgisi olmasına rağmen, o balı anlatmasına rağmen tatmamış, hem hal olmamış, bir mürşidi kamil olarak etrafına feyiz ve nur dağıtma yetkisi kendisine verilmemiş, ya da tasavvuf ehli olsa da sadece bir mürid olarak bu müessesede yer almış,bu silsilei saadatın devamı şeklinde olarak kendisinden önceki mürşid-i kamilden emaneti teslim almamış, zamanında yapmış olduğu hatalara her ne kadar tövbe etse de “o mürşidi kamiller ki günah işlemekten mahfuzdurlar” kaidesine uymayan bir evliyaya; gösterdiği birkaç keramet ve yazdığı etkileyici kitaplardan esinlenerek; “-bu kadar muhteşem bir zat ancak zamanın sahibidir.” diye sadece aklı kullanarak yorum yapmak, o zata olan bir saygısızlık ve aynı zamanda akılla anlaşılamayacak olan tasavvuf müessesine, zamanın gerçek sahibine, hakiki mürşide, kendisine bu asrın veraset-i tammesi verilmiş zata karşı olan bir nasipsizliktir.Çünkü ilim erbabı bir zat bilir ki; denizde yürümek, hava da uçmak, kılık değiştirmek, binlerce kitabı kısa zamanda ezberlemek, zamanındaki alimlerin hepsini mağlup etmek gibi kerameti evliyalar bu manevi yolda çok basit ve oyuncak mesabesindeki hallerdir.İmam-ı Rabbani Hazretlerinin de mektubatta ifade ettiği gibi, bu kerametlere kendisini kaptırmak tıfılların işidir.Asıl keramet müminlerin kalbine nuru ilahiyi tutuşturabilmek ve akıtabilmektir.
O halde; zamanın sahibine kavuşma yolunda olan bir mümin, her zaman bu nimete mazhar olabilmek için bol bol dua ve iltica etmeli ve Cenab-ı Allaha yalvarmalıdır. Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretleri bir sohbetinde dinleyenlerine şöyle der;
“Salih zatların peşine takıl.Kimin Salih kimin münafık olduğunu bilemediğin için gece kalk; iki rekat namaz kıl ve ardından şöyle dua et:
- Ya Rabbi! Bana Salih kullarını göster.Beni sana getirecek klavuzu göster.Gözümü sana yakınlık nuru ile nurlandırarak mükemmelleştir.Bana başkalarının gördüklerini anlatan değil, bizzat gördüklerini haber verecek bir klavuzu bildir.” Bu tür halis muhlis bir niyetle, zamanın sahibi zata bağlanıyorum niyetiyle başka birisine intisap etse bile bir kişi, zamanının sahibinden feyz alacağını İmam-ı Rabbani hz’leri Mektubatında haber vermektedir.Yeter ki tasarruf sahibi zat incitilmesin.Beyazid-i Bestami hazretlerinin de söylediği gibi “Hakikat yolu aramakla bulunmaz ama bulanlarda arayanlardır” sözünü de unutmayarak bu aşkından şevkinden hiçbir zaman sapmamalıdır.Ne mutlu tasarruf sahibi zatı bulup o devletten istifade edenlere, müjdeler olsun Peygamberimizin sünnetinden zerre miktarı sapmadan İslamı yaşayabilenlere....
Yukarıdaki uyarılar hak olunca şer’i emirleri kusursuz bir şekilde yerine getiren her müminin yapmakla yükümlü olduğu husus, zamanın sahibinin emrinde hareket ederek ona mürid olarak nefsini tezkiye etmektir. Fakat hikmet-i ilahidir ki; zamanın sahibi ve mürşidi kamil olan zatları bulmak herkese nasip olmamaktadır. Hatta bir kimseye nasip olmayınca demir ayakkabı giyerek ve Nuh a.s. kadar yaşayarak bu zatı bulmak için gayret sarfetse bile onu emeline ulaştıramaz. Fakat nasip derken tesadüfen bulunması, ya da şansa bağlı olmak anlamında düşünülmemelidir. Bu kapıya adım atan her mürid bunu ya akıttığı göz yaşı ırmaklarına ya bir hayır duaya ya ecdadına ya da başka Rıza-i İlahiyi celb eden durumlara borçludur. Madem ki nasip işi, o halde nasibim varsa zaten ulaşırım o zata diye kenarda oturmakta çok yanlış bir harekettir. Zira o uğurda gayret sarf etmek bile ne yüce bir saadettir. Asıl nasipsizlik hiç umursamadan bu zatları arama peşinde olmayan tembel ve cahillerdir.
Her şeyin sahtesi olduğu gibi bu yüce zatları da taklit edip halkı kandıranların olduğu da unutulmamalı ve bu zatların alametlerini çok iyi bilerek hakikisi sahtesinden ayırt edilmelidir. Bu zatlar kimlerdir? Efradını câmî ağyarını mani şekilde nasıl izah edilmelidir?
Zamanın sahibi, aynı zamanda mürşid-i kamillerdir. Malum olduğu gibi Peygamberler hidayeti beşer ile vazifeli olup bu makam kesb ile yani gayretle elde edilen bir makam değildir.Hazreti Allahın tensibi ve takdiri ile ezelden muayyendir. Hatem-ül Enbiya olan Efendimiz s.a.v’den sonra yüzyıllar geçeceği ve bunun neticesinde de insanların dinden soğuyacakları göz önünde bulundurulduğu zaman, insanları İslamiyet’e tekrar ısındırmak ve zayıflayan dini celili İslamı kıyamete kadar canlı tutacak müceddidler, Peygamber varisleri, zamanın sahipleri, mürşidi kamiller geleceği haber verilmektedir. Bu makam da kesbi değil vehbidir.Yani bu makamlarda ezelden belirli olup çalışmakla gayretle binlerce kitap yazmakla, gece gündüz ibadet etmekle, zikirle, ulaşılacak makam değildir.Mürşidi kamillerdeki ezelden muayyenlik evsafı, kesbi sonucu velayet yolunda mesafe kat eden evliyaullah ile Mürşid-i kamilleri birbirinden ayırır.Yani mürşidi kamillik ezelden belirli olup kişinin kendi isteği ile ulaşacağı makam değilken evliyalık makamı ise kişinin kendi gayreti ile elde edeceği bir makamdır.
Mesela İmam-ı Gazali hazretleri iman hakikatleri ile ilgili başta olmak üzere yüzlerce mevzuda harika eserleri olmasına rağmen, unutulması mümkün olmayan gönül sultanlarımızın başında olmasına rağmen, bütün ilimleri yutmasına rağmen, tüm bunlar mürşid-i kamil olması için yeterli olmamış ve hiç bir zaman da böyle iddiada bulunmamıştır.Hiç bir zaman ben şu kadar kitap yazdım o halde ben müceddidim dememiştir. Hatta o müstesna zatları ve müntesiplerini övgü için, velilik ve velayet sırları hakkında İmamı Gazali (r.a.)Hazretleri “el munkızu mineddalal” isimli eserinde şu izahatı yapmaktadır:
“Zahiri ilimleri bırakıp, çalışma ve gayretimi tasavvuf üzerine verdim.Yakinen anladım ki, hak yolunda olanlar ancak tasavvuf erbabı olan sofilerdir.Onların iç alemleri (kalpleri ), yolları ve ahlakları en güzel şekildedir.Eğer akıl, ilim ve hikmet sahipleri bir araya toplanıpda sofilerin tarikatini değiştirip ondan daha yüksek ve daha güzel bir yol bulalım diye birleşseler, mümkün değil bulamazlar.” Hatta tasavvufa sonradan da olsa girmesi neticesinde geçmiş hayatı ile ilgili şu itirafları yapmıştır. “Anladım ki hakiki kurtuluş Rasülüllah’ın ruh ceryanına bağlanmaktan ibaretmiş.Gerisi (binlerce kitap yazmak vs.) hayal ve vehimden ibaret.”Aynı şekilde amelde mezhep İmamımız İmam-ı Azam hazretleri de mezhep kurmak kadar maddi ve ledünni ilme mazhar olmasına rağmen “(tasavvufa girdiğim) son iki senem de olmasaydı helak olmuştum” diyerek mürşid-i kamillik makamının müstesnalığını ifade etmişlerdir.
Nasıl ki Peygamberler günah işlemekten masumdurlar, bu zatlarda mahfuzdurlar.Bu zatlar o kadar geniş yetkilere sahiptirler ki hadisi şeriflerde de zikredildiği gibi yağmur onlar sebebi ile yağar, yardım olunanlar onlar sebebi ile yardım olunur hatta yeryüzü onlar sayesinde ayakta durur.Yeryüzünün gerçek çivileridir, harcının demirleridir en yüksek tepeleridir.Mektubat-ı Rabbanide de buyrulduğu gibi; Onların irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır. Yer küresinin ortasından ta arşa kadar herkese; rüşd hidayet iman ve marifet onların yoluyla gelir.
Bu mübarek zatlar her devirde mutlaka bulunurlar.Sayıları bir, iki en fazla 3 tür.Veliliğin en üst derecesindeki bu zatlara kutbul aktab, gavsül azam ve kutbul üla denir.Bunların en büyüğü de kutb-ul aktabtır.İşte bu zat Peygamber efendimizin tam varisidir.Peygamberimizin tam varisive her biri tasavvuf müntesibi olan bu zatlar bölük bölük parça parça değil bir bütün halinde Hz Ebubekr r.a. dan itibaren kopmadan, tasarrufu sona eren diğerine görevini devrederek bir silsile halinde aynı meşrebten ve aynı menbağdan feyizlenerek, aynı doğrultuda aynı metodlarla görevlerini devam ettirmişlerdir.İşte bu tasarruf sahibi zatlara silsile-i sadat (seyyidler zinciri) denmektedir.Kendi aralarında derece olan bu zatların en alt derecesindeki makamda olan birisiyle bu silsileden olmayan en büyük evliyanın arasında bile mukayese edilemeyecek kadar fark olduğu büyüklerimizden haber verilmektedir.Bulundukları zaman içerisinde tasarruf sahibi olan bu mürşidi kamiller, silsilei sadatın bu müstesna şahsiyetleri, tam varis olmaları hasebiyle zamanlarının sahibidirler.
Tasavvuf hakkında bilgisi olmasına rağmen, o balı anlatmasına rağmen tatmamış, hem hal olmamış, bir mürşidi kamil olarak etrafına feyiz ve nur dağıtma yetkisi kendisine verilmemiş, ya da tasavvuf ehli olsa da sadece bir mürid olarak bu müessesede yer almış,bu silsilei saadatın devamı şeklinde olarak kendisinden önceki mürşid-i kamilden emaneti teslim almamış, zamanında yapmış olduğu hatalara her ne kadar tövbe etse de “o mürşidi kamiller ki günah işlemekten mahfuzdurlar” kaidesine uymayan bir evliyaya; gösterdiği birkaç keramet ve yazdığı etkileyici kitaplardan esinlenerek; “-bu kadar muhteşem bir zat ancak zamanın sahibidir.” diye sadece aklı kullanarak yorum yapmak, o zata olan bir saygısızlık ve aynı zamanda akılla anlaşılamayacak olan tasavvuf müessesine, zamanın gerçek sahibine, hakiki mürşide, kendisine bu asrın veraset-i tammesi verilmiş zata karşı olan bir nasipsizliktir.Çünkü ilim erbabı bir zat bilir ki; denizde yürümek, hava da uçmak, kılık değiştirmek, binlerce kitabı kısa zamanda ezberlemek, zamanındaki alimlerin hepsini mağlup etmek gibi kerameti evliyalar bu manevi yolda çok basit ve oyuncak mesabesindeki hallerdir.İmam-ı Rabbani Hazretlerinin de mektubatta ifade ettiği gibi, bu kerametlere kendisini kaptırmak tıfılların işidir.Asıl keramet müminlerin kalbine nuru ilahiyi tutuşturabilmek ve akıtabilmektir.
O halde; zamanın sahibine kavuşma yolunda olan bir mümin, her zaman bu nimete mazhar olabilmek için bol bol dua ve iltica etmeli ve Cenab-ı Allaha yalvarmalıdır. Abdülkadir Geylani (k.s.) Hazretleri bir sohbetinde dinleyenlerine şöyle der;
“Salih zatların peşine takıl.Kimin Salih kimin münafık olduğunu bilemediğin için gece kalk; iki rekat namaz kıl ve ardından şöyle dua et:
- Ya Rabbi! Bana Salih kullarını göster.Beni sana getirecek klavuzu göster.Gözümü sana yakınlık nuru ile nurlandırarak mükemmelleştir.Bana başkalarının gördüklerini anlatan değil, bizzat gördüklerini haber verecek bir klavuzu bildir.” Bu tür halis muhlis bir niyetle, zamanın sahibi zata bağlanıyorum niyetiyle başka birisine intisap etse bile bir kişi, zamanının sahibinden feyz alacağını İmam-ı Rabbani hz’leri Mektubatında haber vermektedir.Yeter ki tasarruf sahibi zat incitilmesin.Beyazid-i Bestami hazretlerinin de söylediği gibi “Hakikat yolu aramakla bulunmaz ama bulanlarda arayanlardır” sözünü de unutmayarak bu aşkından şevkinden hiçbir zaman sapmamalıdır.Ne mutlu tasarruf sahibi zatı bulup o devletten istifade edenlere, müjdeler olsun Peygamberimizin sünnetinden zerre miktarı sapmadan İslamı yaşayabilenlere....
Yazan: Miftahulkuluub (sadakat forum)
Asrımızda tarikatlar mı önemli imanı kurtarma mı?
Son zamanlar da; tasavvuf ve tarikat müessesesinin, inkar edilmese bile ondan daha önemli yapılması icap eden irşad hizmetleri dolayısıyla ikinci plana atılması gerekliliği görüşü hakim bazı çevrelerce. Edebi bir ifade ile” zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanıdır;zira tarikatsız cennete giden çoktur ama imansız cennete giden yoktur.” görüşü.
Bu hususta ikiye ayrıldığını görmekteyiz dindar kesmin. Her kesim kendi mantığınca ve kendince haklı delil ve kaynaklarla görüşlerinin muteber olduğunu ifade etmeye çalışıyor.her iki kesiminde itibar ettiği kaynaklarla mevzuya yaklaşılmadığı için başka bir ifade ile herkes kendi büyüklerinin sözlerinden yola çıktığı için karşı tarafı ikna etmek imkansız hale kadar geliyor.Bu yazımızda şu ya da bu görüşü ısbat etmekten daha ziyade tarikatin tanımı ve herkesçe muteber olan ehli sünnet alimlerinin görüşlerini ifade ederek konuya açıklık getirmek isteriz.
Özellikle medyanın gayretleri sonucu insana ürkütücü, gericilik simgesi, höykürmek, şiş bağlamak gibi önyargılarla kendisini algılatsa tarikat kavramı, 14 y.y. dan beri devam edegelen ve kıyamete kadar da devam edecek olan bir unsur.Öncelikle tasavvuf nedir?
Tüm İslam alemince de kabul edildiği gibi nefis ve ruh insanın iç dünyasında bulunan iki zıt varlık.Ve bu iki varlık insanın tüm yaşamını olumlu-suz yönde etkilediği için tüm seyyiat ve hasenatın menbağı olduğu için ve imanlı-sız gitmek kendilerine bağlı olduğu için bir müslüman için ilk ve en önemli iş nefsinin kötülüklerinden kendisini korumaktır.İşte tasavvuf kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip ,kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallerle bezenip Allah-ü Teala’ya yakın olmayı öğretir.Günlük yaşamdan örnek vermek gerekirse PKK’ yı yok etmek güzeldir ve olması gerekir.Ama bundan daha akıllıca olanı teker teker ve her görüldüğü yerde teröristleri öldürmek yerine PKK’nın menbağını, onun merkezini temizleyerek durmadan türemesini ve çoğalmasını engellemek ve meseleyi kökten halletmektir.
Hz Allah bana günah lekeleri ile bunun tezahürü olarakta imansız gelmeyin diyor.Dolayısıyla müminin yapması gereken kendisini devamlı olarak günahlardan korumasıdır.Tasavvuf ise insana diyor ki;
-Ey imansız gitme tehlikesi ile karşı karşıya kalan insan! Senin hergün karşına binlerce kötülük geliyor ve onları yapma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyorsun belki de çoğunu yaparak kalbini günah lekeleri ile kirletiyor ve imansız gitmeye zemin hazırlıyorsun, sen bu kötülüklerden kurtulacağım diye kendi kendini yıpratacağına kendi kendini riske edeceğine boynundan büyük işlerle uğraşacağına tüm bu kötülüklerin merkezi olan ve tüm bu kötülükler kendisinden çıkan nefsi temizle, terbiye et, kötülük türetemez hale getir, çürüt ki bir daha karşına kötülükler çıkmasın ve teker teker uğraşmak zorunda kalmayasın ve de imanını garanti altına alasın.Nasıl ki PKK’nın merkezini bir anda yok etmek zor ise nefsi de Müslüman yaparak mutmeinne makamına çıkarmak ondan daha zordur.Tasavvuf herkesin anlayacağı özet bir ifade ile bu şekilde tanımlanabilir.
Dolayısı ile gerçek manada tasavvuf ehli olan bir zatın hali Allah’a yakınlığı ve ahiretteki durumu tasavvuf erbabı olmayan bir insandan daha garantidir.Hiç bir akıllı mümin böyle garanti bir çözüm var iken kendisini riske atmak ve nefsin her gün karşısına çıkardığı yüzlerce günahla amatörce mücadele etmek ve dolayısı ile imanını tehlikeye atmak istemez.İslam tarihine bakıldığı zaman akıllı müminler olarak karşımıza çıkan ulema-i Kiram, aynı zamanda tarikat erbabı ve nefislerini tezkiye ile uğraşmış müstesna zatlardır.Zaten bu mücadeleleri kendilerini unutulmaz gönül sultanı ve Allah dostu yapmıştır.Tarihe bakıldığında hiçbir Allah dostu tasavvuf ile hemhal olmadan Allah’a yaklaşamamış ve evliya vasfıyla mevsuf olamamıştır.Hiç bir kimsenin evliya olduğundan şüphesinin olamayacağı,Hz. Ebubekr r.a. İmam-ı Rabbani,Şah-ı Nakşibendi,İmam-ı Azam,Ahmet Yesevi,Veysel Karani,İmam-ı Gazali,Akşemsettin,Aladdini Atar hazeratı gibi bütün Allah dostları bu merhaleden geçmişlerdir..Osmanlı tarihine bakıldığı zaman mürşidi olmayan padişah sayısı iki, üçü geçmediğini görürüz.
Tasavvufsuz bir yaşamın ne kadar çok dikkat edilse bile çok riskli olduğunu Tarikate son 2 senesinde girerek Cafer-i Sadık hazretlerine mürid olan Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam hazretleri”Eğer son iki senem olmasaydı helak olmuştum”diyerek son iki senesi için hamdü sena ederken Yıllarca kendisini dini kitap yazmaya adayan ve şu anda dünyanın her tarafında herkesin kütüphanelerini süsleyen İhya-i Ulumuddin,Kalplerin Keşfi gibi muhteşem eserlerin sahibi İmamı Gazali hazretleri de yine son senelerinde tasavvufa girmiş ve “Anladım ki, hakiki kurtuluş Rasulullah'ın ruh cereyanına bağlanmaktan ibaretmiş. Gerisi (talebe, alim yetiştirmek (binlerce) ve kitaplar yazmak) yalan, vehim ve hayalden ibaret.” buyurarak en güzel ve veciz şekilde ifade etmişlerdir.
Cihan cihan olalı böyle bir asrın gelmediğini ve önceki asırlardaki kötülük ve zulmün asrımıza nisbetle çok cüz’i olduğunu göz önünde bulundurursak eğer o zamanlarda imansız gitme tehlikesine karşı tasavvufa temessük lazım ise şimdiki asrımızda evleviyyetle elzemdir.Akla hayale gelmeyen nemütenahi derecede seyyiatın cirit attığı bir asırda imanını kurtarmak isteyen akıllı bir münin tasavvufa yapışmaktan daha karlı ne yapabilir?Zaman tarikat zamanı değildir demek aslında aynı zamanda zaman nefisle savaşmak,onu kökten kurutmak zamanı değildir, zaman Allah’ın nurunu kalbe akıtmak zamanı değildir, zaman Hazret-i Allaha yaklaştıran yollarla uğraşma zamanı değildir, zaman imanlı gitmenin en garanti yolu olan tasavvufla uğraşma zamanı değildir demektir.
Bu görüşe göre acaba tasavvufla ilgilenen bir kişinin ilk amacı imanlı gitmekten farlı bir şey mi de tasavvufla uğraşılmayacak? Tasavvuf acaba iman kurtarmayı geciktirici bir unsur mu ki tasavvuf ikinci plana atılacak? Tasavvuf erbabı bir kişi 24 saatin yarısını zikirle mi geçiriyor da iman kurtarmaya fırsat bulamayacak? İslamiyeti en güzel şekilde yaşayan ulema hazeratı tasavvufsuz bir hayatın hayal ve vehimden ibaret olduğunu söylerken tarikatsiz cennete gidenlerin çok olduğunu acaba kim görmüş ve haber veriyor?
Tarikat, bir insanı İslam ve imana çağırırken ona; hemen zikir yap, erbain çıkar, aç kal gibi şeriat kemale erdikten sonraki icap eden halleri mi telkin ediyor; ya da tarikat erbabı bir kişi sadece kendi nefsini terbiye ile meşgul olarak vakit geçirdiği ve dolayısıyla diğer insanların imanını kurtarmadığı için mi zaman tarikat zamanı olmuyor?Bu tür düşünceler tasavvufun mahiyetini bilmemekten ileri gelmektedir.Halbuki tasavvuf erbabı bir kimse de diğer kimseler gibi insanları hidayete çağırmak zorundadır.Çünkü tarikat şeriat kemale erdikten sonra hasıl olur.Kur’an-ı Kerimde ve diğer müteaddid nasslarda da mezkur olduğu gibi evinde oturup kendi nefsiyle uğraşanlarla İslam için varını yoğunu ortaya koyarak(insanların imanını kurtarma vb.) İslama hizmet edenlerin bir olmayacağını en iyi şekilde bilen ve bilmesi icap eden tasavvuf ehlidir.Eğer bilmiyorsa zaten şeriat tahakkuk etmeden tarikata geçmiştir ve bir Allah dostunun da buyurduğu gibi”Olmazsa şeriat, şeytan işidir tarikat” sözündeki gibi kendi kendini kandırmaktadır.Binaen aleyh bir ehl-i tarik en güzel şekilde kendisi İslamiyeti yaşamaya çalışırken diğer insanlardan gafil olamaz ve irşad faaliyetleri için varını yoğunu ortaya koyar.Hem kendisi Allah’ın nurunu kalbine akıttığı için zahiri bir insanı imana getirmeye,islama ısındırmaya, aynı işi yapan ve ehl-i tarik olmayan bir insandan haliyle daha müteessir olur.Ve zannedildiği gibi farklı bir metodla (mesela direk zikri, seyri sülüku muhataba telkin etmekle) işe başlamaz öncelikle şeriatı anlatarak kemale erdirerek işe başlar ve sonra ikmal olmuşsa bu hususlarda ; tamam bu adamın imanı garantidir artık! gafına, cahilliğine düşmez ve yavaş yavaş tasavvufa yönlendirir muhatabı.Görüldüğü gibi evvelen tasavvuf telkin edilmez bir hidayet adayına; ama şeriat tamam olduktan sonra da Hz Allaha yaklaşmasına ve nefsini kökten kurutarak işi garantiye almasına da engel olmaz.
Hulasa-i Kelam Hazreti Allah Kur’an-ı Kerimde “gad eflaha men tezekka ”muhakkak nefsini tezkiye edenler kurtuldu buyurmaktadır.Nefsin tezkiyesi ise sadece Tasavvuf ile olur.Suretteki imanın Allah indinde zerre kadar değeri yoktur.Asıl mücevher hakiki imandır.İmam-ı Rabbani hazretlerininde buyurduğu gibi tasavvuf, sülûk konaklarını geçmek, hakîkî îmana kavuşmak içindir.(yoksa karın doyurduktan sonraki olmasa da olan meyve menzilesinde değildir.) Hakîkî îmana kavuşmak için, önce nefsin itmînân hâsıl etmesi lâzımdır. Nefis mutmeinne olmadıkca, kurtuluş olamaz.
Ne yani tarikat ehli değilsek cennete giremeyecek miyiz?
Yukarıdaki ayet mealinde de ifade edildiği gibi ancak nefsin tezkiye edenler kurtulacaktır buyrulmaktadır.Ben tarikatsiz nefsimi tezkiye ederim diyebiliyorsa bir insan buyursun nefsini tezkiye etsin.Ama unutmasın ki önünde aklına hayaline gelmeyen çok çılgın engeller var.Bu engelleri aşacak metodları bulduysa söylesin ki artık tasavvufla uğraşılmasın ve Allah dostlarının tek çare olarak gördükleri bu yolla uğraşılmadan yeni yöntemle imanlar daha pratik yoldan kurtarılıversin….
Yazan: Miftahulkuluub (sadakat forum)
|