أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاتِ رَبِّي وَأَنَاْ لَكُمْ نَاصِحٌ أَمِينٌ
“Size Rabbimin vahyettiklerini teblîğ ediyorum ve ben sizin için emîn bir nasihatçiyim.” (el-A’râf, 68)
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ
“Şüphesiz ben, size gönderilen emîn bir peygamberim.” (eş-Şuarâ, 107) buyurdukları bildirilmektedir.126
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında söylenen “Muhammedü’l-Emîn” tâbiri, müşriklerin de dillerinden düşmezdi. Nitekim onlar kendi yandaşlarına değil, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e güvenip emânetlerini teslîm ederlerdi. Hattâ hicret edeceği zaman dahî, Hazret-i Peygamber’in yanında müşriklerin birtakım emânetleri vardı. Peygamber Efendimiz, ölüm tehlikesine rağmen Hazret-i Ali’yi Mekke’de bırakıp onları sâhiplerine teslîm ettirmişti.
El-Emîn
vasfı, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âdeta ikinci bir ismi olmuştur. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz 25 yaşına geldiğinde Mekke’de sâdece el-Emîn (en emniyetli kişi) ismiyle çağrılıyordu.127
Kâbe hakemliği esnâsında O’nun geldiğini görenler “el-Emîn geliyor!” diyerek sevinmiş ve her hususta kendisine îtimâd ederek O’nunla istişâre etmişlerdir. Uğrunda canını, malını ve her şeyini fedâ eden ashâb-ı kirâm kadar, O’nun canına kasteden hasımları da Peygamber Efendimiz’in emînliği hilâfına bir şey söyleyememişlerdir.
Peygamberler emîn oldukları gibi, onlara vahiy getiren Cebrâîl -aleyhisselâm- da emîndir. Nitekim Cenâb-ı Hak:
إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ
(19)
ذِي قُوَّةٍ عِندَ ذِي الْعَرْشِ مَكِينٍ
(20)
مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ
(21)
“O (Kur’ân-ı Kerîm), şüphesiz değerli, güçlü ve Arş’ın sâhibi (Allâh’ın) katında îtibarlı bir elçinin (Cebrâîl’in) getirdiği bir sözdür. O, kendisine itaat edilen, emîn bir elçidir.” (et-Tekvîr, 19-21) buyurmaktadır. Dolayısıyla vahiy, semâdaki Emîn vâsıtasıyla yeryüzündeki Emîn’e inzâl buyrulmaktadır.
Fetânet: Peygamberler, insanlar içinde bilhassa akıl, zekâ ve firâset olmak üzere her bakımdan en üst derecededirler. Onlar, kuvvetli bir hâfıza, yüksek bir idrâk, güçlü bir mantık ve iknâ kâbiliyetine sâhiptirler.
Fetânet, kuru bir akıl ve mantık değil, dehânın da ötesinde bir idrâk seviyesidir. Kalbe bağlı aklın, firâset ve basîretin ifâdesidir. Her peygamberin, vazîfesini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya sâhip olması îcâb eder. Aksi takdirde, gönderildikleri kimselere karşı kuvvetli deliller getiremez, onları iknâ veya ilzâm edemezler.
Peygamberler, en muğlak ve müşkil meseleleri dahî sühûletle hallederler. Mevzûları îzâh ederken, sehl-i mümtenî ile konuştukları için, idrâk seviyeleri birbirinden farklı olan muhâtapları, onları anlamakta zorluk çekmezler.
Bu sıfat, bütün peygamberlerde farklı farklı tezâhür etmiş, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ise bütün hayâtı bu tezâhürlerle geçmiştir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi Kâbe tamir edilirken Hacer-i Esved’i yerine koyma meselesinde doğan büyük ihtilâfı, o esnâda Harem kapısında görünen Âlemlerin Efendisi, eşsiz bir basîret ve firâset örneği sergileyerek kolayca çözmüş, kabîleler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşa mânî olmuştur.
Yine O’nun İslâm yolunda yaptığı muhârebelerde gösterdiği dirâyet, barış antlaşmalarında, bilhassa Hudeybiye’de ortaya koyduğu firâset, Mekke’nin kan dökülmeksizin fethi ve hidâyetlere vesîle olunması, Huneyn’de, Tâif’te izlediği hârikulâde taktik ve gösterdiği adâlet, hiçbir beşerin kâbına varamayacağı bir fetânet eseridir.
Bir müslüman da, peygamberlerdeki fetânet sıfatından hisse alıp, akıl nîmetini en verimli bir şekilde kullanmalıdır. Kime, neyi, ne zaman, nerede ve nasıl söyleyeceğini ve ne şekilde davranacağını iyi bilmelidir.
Meselâ, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın, Habeşistan Necâşîsi’ne İslâm hakkında bilgi verirken tâkib ettiği ince üslûp, bir müslümanın firâsetini göstermesi bakımından pek ibretlidir:
Hristiyan olan Necâşî, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın Kur’ân-ı Kerîm’den birkaç âyet okumasını taleb ettiğinde o, ilk başta inkârcılara meydan okuyan Kâfirûn Sûresi’ni değil de, içinde Hazret-i Îsâ ve annesinden medh ü senâ ile bahsedilen Meryem Sûresi’ni okudu. Hazret-i Câfer’in tilâvet ettiği âyet-i celîleleri huşû içinde dinleyen Necâşî, yaşlı gözlerle:
“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile Îsâ’nın getirdiği, aynı nûr kaynağından fışkırıyor!” dedi ve bir müddet sonra da İslâm ile şereflendi. (İbn-i Hişâm, I, 358-360)
Teblîğ: Peygamberler, ilâhî emirleri dosdoğru olarak, emredildikleri şekilde insanlara bildirirler. Onların teblîğlerinde, kendilerinden ne bir ilâve ne de bir eksiltme vardır. Teblîğ, peygamberlerin müşterek sıfatlarından ve en mühim vazîfelerindendir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ
“Ey Rasûl! Rabbinden Sana indirileni teblîğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun risâlet vazîfesini yerine getirmemiş olursun…” (el-Mâide, 67)
Peygamberler, teblîğ vazîfelerini yerine getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Fakat hiçbir zaman dâvâlarından tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu hususta ibretli hâdiselerle doludur.
Peygamber Efendimiz, İslâm’a dâvet ederken en yakınlarından başlamış, zaman ve mekâna göre davranmış, muhâtabının hâlet-i rûhiyesini ve anlayış seviyesini gözetmiş, tedrîcîliğe riâyet etmiş, bulduğu her fırsatı değerlendirmiş, hiçbir zaman zorlaştırmamış, dâimâ kolaylaştırmış, hep müjdelemiş, aslâ nefret ettirmemiştir.
Bütün ömrünü İslâm’ı teblîğe vakfeden Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde de ashâbına hitâben:
“Teblîğ vazîfemi yaptım mı?” diye sormuş, onlardan müsbet cevap alınca da:
“Allâh’ım şâhit ol!..” buyurarak, vazîfesini yapmış olmanın hazzını yaşamıştır.
Bütün mü’minler de Allâh Rasûlü’nün bu teblîğ metodlarına kâbiliyetleri nisbetinde sâhip olmalıdırlar. Zîrâ İslâm’ı teblîğ, müslümanlar üzerine farz hükmündedir.128
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin! Bu ise îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îman, 78)
Bir cemiyette mârûfu (iyiliği, doğruluğu) emreden, münkerden (kötülükten, çirkinlikten) meneden kimseler olmazsa, çirkin işler zamanla alışkanlık hâline gelir ve hayatta normal karşılanmaya başlar. Mânî olunmayan kötülük, bir müddet sonra istense de mânî olunamaz hâle gelir. Hakla bâtıl birbirine karışarak hakîkat ortadan kalkar ve insanlar Allâh’ı unuturlar. Bunun netîcesi de o cemiyetin tamâmen helâk olmasıdır. Bu fecî âkıbetten kurtulmak için teblîğ faâliyetine ehemmiyet vermek zarûrîdir.
İsmet: Peygamberler, gizli ve âşikâr her türlü mâsiyetten ve günah işlemekten uzaktırlar. Bu vasıfları sebebiyle onlar, peygamberliklerinden önce de sonra da şirk bataklığına düşmekten korunmuşlardır. Yine Allâh’tan aldıkları vahyi insanlara teblîğ ederken unutmaları veya hatâ etmeleri mümkün değildir.
Peygamberler ismet sıfatına sâhip olmasalardı, verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi. Bu durum ise onların, Allâh’ın yeryüzündeki hücceti ve şâhidi olma husûsiyetlerine gölge düşürürdü.
Ehl-i sünnete göre peygamberler aslâ büyük günah işlemezler. Sehven ve birtakım hikmetlere mebnî olarak “zelle” işlemeleri mümkünse de hatâları üzere bırakılmazlar, derhâl âyetle tashih ve îkâz edilirler.
Bu “zelle” dediğimiz gayr-i irâdî beşerî hatâlar; peygamberlerin de acziyeti tatmaları ve beşer oldukları hatırlatılarak kendilerine ulûhiyet izâfe edilmesinin engellenmesi hikmetine mebnîdir.
Peygamberler, örnek alınabilmesi mümkün olacak davranışlar sergilemek durumundadırlar. Aksi hâlde insanlar, “Peygamberlerin emrettikleri bizim tâkatimizin üstündedir.” diyerek ilâhî emir ve nehiyleri tatbîk husûsunda pek çok mâzeret üretirlerdi. Bu hakîkati göz önünde bulundurmayarak, peygamberlerin meleklerden olması gerektiğini düşünen gâfiller de çıkmış ve bunlara Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle cevap verilmiştir:
قُل لَّوْ كَانَ فِي الأَرْضِ مَلآئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِم مِّنَ السَّمَاء مَلَكًا رَّسُولاً
“(Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: Eğer yeryüzünde huzur içinde yerleşip dolaşanlar (insan değil de) melekler olsaydı, şüphesiz Biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.” (el-İsrâ, 95)
وَمَا جَعَلْنَاهُمْ جَسَدًا لَّا يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَمَا كَانُوا خَالِدِينَ
“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer ceset (melek) olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyâda) ebedî de değillerdir.” (el-Enbiyâ,
Diğer taraftan peygamberler, ümmetlerinin aynı hatâya düşmemesi ve hatâ ettikleri takdirde nasıl hareket edeceklerini öğrenmeleri için de örnek olmak zorundadırlar.
Meselâ Nûh -aleyhisselâm- 950 senelik sabır dolu bir teblîğ mücâdelesinden sonra kavmi hidâyete gelmeyince:
فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانتَصِرْ
“Rabbine: «(Yâ Rabbî) mağlûb oldum; artık bana yardım et!» diyerek ilticâ etti.”(el-Kamer, 10)
Bu duâsının neticesinde kavmi suda helâk olurken münkir oğlu için de babalık merhametiyle:
رَبِّ إِنَّ ابُنِي مِنْ أَهْلِي
“…Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir…” (Hûd, 45) dedi.
Cenâb-ı Hak da kavmine bedduâ edip oğluna duâ ettiği için:
إِنِّي أَعِظُكَ أَن تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ
“…(Ey Nûh!) Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim!” (Hûd, 46) buyurdu.
Nûh -aleyhisselâm-’ın bu zellesi, kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetlere bir misâl olmuştur.
“Lâ yuhtî: hatâ etmez” vasfı, sâdece Cenâb-ı Hakk’a mahsustur. Kullar için hatâdan uzak kalmak mümkün değildir. Ancak müslüman, hatâlarını asgarîye indirme gayreti içinde olmalıdır. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde zikir, yâni kalbin Cenâb-ı Hak ile berâber olması emredilmektedir. Zîrâ kalb “Allâh” derken bir haksızlık yapılamaz, yanlış bir davranışta bulunulamaz.
Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
“Allâh’ı unutup da Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın; onlar yoldan çıkmış fâsık kimselerdir.” (el-Haşr, 19)
Yine bu hususta gaflette bulunanlar hakkında Allâh Teâlâ:
فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“…Kalbleri, Allâh’ı zikretmek husûsunda katılaşmış olanlara yazıklar olsun; işte bunlar apaçık dalâlettedirler.” (ez-Zümer, 22) buyurmaktadır.
a
Peygamberlerin bu beş sıfatı (sıdk, emânet, fetânet, teblîğ, ismet) dışında, yalnız Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âit üç büyük sıfat daha vardır ki şunlardır:
1. Rasûl-i Müctebâ -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- Efendimiz, Habîbullâh’tır, bütün peygamberlerden efdaldir ve O, insanlığın en şereflisidir.
Şâir Necip Fâzıl, O’nu kısaca şöyle tasvîr eder:
Itrını süzmüş ezel,
Bal Sen’sin varlık petek…
2. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. Yâni Rasûlü’s-sekaleyn’dir. Getirdiği dîn, kıyâmete kadar bâkîdir. Diğer peygamberler ise geçici bir zaman için ve bâzıları da münhasıran bir kavme gönderilmişlerdir. Bu bakımdan her peygamberin mûcizesi kendi zamânına münhasırken, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mûcizeleri bütün zamanlara şâmildir. Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm, O’na verilen en büyük mûcize olarak kıyâmete kadar tahrîften masûn olarak bâkîdir.
3. Hâtemü’l-enbiyâ, yâni peygamberlerin sonuncusudur.
Bunlardan ayrı olarak bir de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kıyâmet günü için makâm-ı mahmûd ve şefaat-i uzmâ bahşedilmiştir. Bu sebeple o merhamet peygamberi, mahşerde ümmetin günahkârlarına şefaat edecek ve bu şefaati de makbûl olacaktır.129
a
Bir insanı severek onun şahsiyet ve karakterine hayranlık duymanın ve onu taklîde çalışmanın fıtrî bir temâyül olduğu, inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Bu bakımdan insanoğlu için, en mükemmel örnekleri bularak onların izinden gidebilmek, pek mühim bir husustur. Bu yüzdendir ki lutuf ve keremi sonsuz olan Cenâb-ı Hak, insanoğluna sâdece kitaplar değil, bir de o kitapların canlı ifâdeleri demek olan ve bin bir üstün vasıflarla muttasıf peygamberler, yâni örnek şahsiyetler göndermiştir. Öyle örnek şahsiyetler ki, dînî, ilmî ve ahlâkî davranışlar bakımından ve her yönden mükemmellik arz ederler. Nitekim o peygamberlerin her biri, insanlık târihinde belli bir örnek davranışı zirveleştirerek beşeriyete müstesnâ hizmetlerde bulunmuşlardır.
Meselâ peygamberler içinde Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’ın hayâtına bakıldığında, öncelikle; îman dâveti, tahammül, sabır ve netîcede de küfre ve küfür erbâbına karşı şiddetli bir buğz göze çarpar.
Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın hayâtı, şirke karşı amansız bir mücâdele ve putperestliği yok etme uğrunda geçmiş, ayrıca Nemrud’un ateşlerini gül bahçelerine çeviren Hakk’a teslîmiyet, tevekkül ve îtimâd husûsunda müstesnâ bir numûne olmuştur.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın hayâtı, zâlim Firavun ve avanesi ile mücâdele hâlinde geçmiş ve o, daha sonra getirdiği şerîat ile mü’minler için ictimâî bir nizam tesis etmiştir.
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın teblîğâtının fârik vasfı, insanlara karşı şefkat ve merhametle dolu bir kalbî rikkattir. Onda, insanlara af ile muâmele ve tevâzû gibi yüksek hâller dikkat çeker.
Hazret-i Süleymân -aleyhisselâm-’ın dillere destan olan o göz kamaştırıcı saltanatına rağmen, tevâzû ve şükür ile kalbî tavrını muhâfaza ederek Hakk’a kullukta yücelmesi hayranlık vericidir.
Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hayâtında belâlara sabrın ve her ahvâlde Allâh’a şükrün yüksek tezâhürleri mevcuttur.
Hazret-i Yûnus -aleyhisselâm-’ın hayâtı, Allâh’a yönelip bağlanmanın ve kusurundan dolayı nedâmet gösterip tevbeye sarılmanın kâmil bir misâlidir.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, esâret hâlindeyken dahî Hakk’a bağlılık ve dâvetin zirvesini yaşamıştır. O; servet, şöhret ve şehvet sâhibi güzel bir kadının “Haydi gelsene bana” diyerek, nefsi cezbedici bir teklifte bulunduğu zamanda bile büyük bir iffet sergilemiştir. Onun yüksek bir takvâ ile müzeyyen gönlü, davranış mükemmelliklerinin muhteşem menbaı hâlindedir.
Hazret-i Dâvûd -aleyhisselâm-’ın hayâtı, ilâhî azamet karşısındaki ibret sayfalarıyla doludur. O’nun haşyetullâh içinde, gözyaşı dökerek hamd ü senâsı ve zikredişi, tazarrû ve niyâz hâlinde Allâh’a yönelişi pek ibretlidir.
Hazret-i Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın sîreti ise, insanın gözünde dünyâ karardığı zaman bile ye’se düşmeyip, sabr-ı cemîl ile Allâh’a bağlanmak ve O’nun rahmetinden ümit kesmemek lâzım geldiğine dâir büyük bir örnektir.
Peygamberlerin serveri olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise, kendisinden evvel gelen, -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamberin bilinen ve bilinmeyen bütün fârik vasıflarının tamâmının daha ötesine sâhip olmuş, güzel ahlâk ve hasletlerin zirvesini teşkil etmiştir. O’nun mübârek sîreti âdeta engin bir deryâ; diğer peygamberlerin sîreti ise oraya dökülen nehirler mesâbesindedir.
a
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Havvâ vâlidemiz ile başlayan insanlık âilesi, dînî huzur ve saâdet iklîminde yaşamak üzere; bugün Mekke’deki Kâbe’nin yerini ilk ibâdethâne edinmişlerdir. Hayâtî ve ictimâî lüzum sebebiyle etrâfa yayılan Âdemoğulları, zaman zaman peygamberlerle irşâd olunarak dînî hayâtı devâm ettirmişler ve bu sûretle ilâhî hakîkatlere sâdık kalmışlardır. Zîrâ ilâhî hakîkatler, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan itibâren zaman zaman birtakım dîn tahripçileri ve câhiller tarafından tahrîf edilmiş, lâkin Cenâb-ı Hak, müteselsilen peygamberler göndermek sûretiyle bu tahrîbâtı bertarâf edip dîni yeniden ihyâ etmiştir. Bu sûretle insanlık âlemi, ferdî ve ictimâî buhranlardan kurtarılmıştır.
Nihâyet, dünyâ gününün ikindisine benzeyen asr-ı saâdet gelmiş ve Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile dînî hayat ilk başladığı yerde, son bir kemâl zirvesi göstermiştir. Artık zirve teşkil eden kemâl-i Muhammedî’den sonra yeni bir kemâl tasavvuru imkânsızdır. Zîrâ peygamberler göndermek sûretiyle dînin tekrar ihyâsı O’nunla nihâyete erdirilmiş, Allâh’ın râzı olduğu dîn, İslâm olmuştur.
Peygamber Efendimiz’in Beşer Oluşu
Allâh Teâlâ, insanlara kendi cinslerinden, aralarında yaşamış ve hayâtını bütün teferruâtıyla bildikleri peygamberler göndermiştir. Yüce Rabbimiz müşriklerin mûcize talebi karşısında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şöyle demesini vahyetmiştir:
قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنتُ إَلاَّ بَشَرًا رَّسُولاً
(93)
وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَن يُؤْمِنُواْ إِذْ جَاءهُمُ الْهُدَى إِلاَّ أَن قَالُواْ أَبَعَثَ اللّهُ بَشَرًا رَّسُولاً
(94)
قُل لَّوْ كَانَ فِي الأَرْضِ مَلآئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِم مِّنَ السَّمَاء مَلَكًا رَّسُولاً
(95)
“…De ki: «Rabbimi tenzîh ederim. Ben bir beşer olan rasûlden başka bir şey değilim.» İnsanlara hidâyet geldiği zaman, inanmalarına mânî olan sâdece: «Allâh peygamber olarak bir insan mı gönderdi?» demiş olmalarıdır. De ki: «Yeryüzünde huzur içinde yerleşip dolaşanlar (insan değil de) melek olsalardı, Biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.»” (el-İsrâ, 93-95)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh Teâlâ’nın izni olmaksızın kendi irâdesiyle mûcize meydana getiremeyeceğini, zîrâ kendisinin de onlar gibi bir insan olduğunu bildirmiştir.
Cenâb-ı Hak birçok âyet-i kerîmede:
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ
“De ki: «Ben de ancak sizin gibi bir insanım; ancak bana ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor…»” (el-Kehf, 110) buyurarak bu hakîkati beyân etmiştir.130
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfleri, kendisinin de bir beşer olduğunu açıkça îlân etmektedir:
“Ben de sizin gibi bir insanım. Siz dâvâlarınızın halli için bana geliyorsunuz. Bâzınızın hüccet yönüyle, diğer bâzısından daha iknâ edici olması sebebiyle ben, dinlediğime istinâden onun lehine hükmedebilirim. Kimin lehine kardeşinin hakkından bir şey hükmetmişsem (bilsin ki), onun için cehennemden bir ateş parçası kesmiş olurum.” (Buhârî, Şehâdât 27, Mezâlim 16; Müslim, Akdiye 5)
Peygamberler sâdece vahyi teblîğ etmek için değil, aynı zamanda ona uygun bir hayat tarzı ortaya koymak, her hâdise karşısında örnek bir şahsiyet sergilemek ve fiilî bir kıstas olmak üzere gönderilmişlerdir. Bu ise, bir insan topluluğu içinde gerçekleşebileceğinden, bu vazîfeyi sâdece bir beşer yapabilirdi. Eğer insanlara elçi olarak bir melek gönderilseydi, o meleğin yapabileceği tek şey vahyi insanlara teblîğ etmek olurdu. Çünkü melek, insanlarla birlikte yaşayıp onların fikir, amel ve muâmelâtını düzeltmek için onların hayatlarına ve meselelerine ortak olamazdı. İnsanlar da bu defâ kendilerinin melek olmadığını ileri sürerek gelen emir ve nehiylere tâkat getiremeyeceklerine dâir bahâneler ileri sürerlerdi.
Bu bakımdan, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine numûne olmak gibi bir vazîfesinin bulunması sebebiyle, aslında nübüvvet salâhiyeti ile yapmaya muktedir olduğu fevkalâdelikler ile hayâtını idâme ettirmemiş, böyle insan üstü hâlleri nâdiren ve ferdî olarak yaşamıştır. Hayâtını dolduran faâliyetlerin asıl büyük yekûnunu, beşeriyet îcap ve tâkati çerçevesinde gerçekleştirmiştir. Bu sebeple ideal bir tüccar, mükemmel bir âile reisi, fevkalâde bir kumandan veya idâreci olmak isteyen herkes, O’nun hayâtından kendisine rehber edineceği prensipler elde edebilir.
Târih boyunca insanlarda, bir beşerin Allâh’ın elçisi olamayacağı şeklinde yanlış bir kanaat mevcut olagelmiştir. Peygamberin kendileri gibi bir insan olması, yemek yemesi, hanımının ve çocuklarının olması âdeta bir kusur gibi telâkkî edilmiş, bu sûretle Allâh’ın murâdına yanlışlık izâfe etme cür’etinde bulunulmuştur. Pek çok peygamber, gönderildiği insanlardan bu yönde bir îtirazla karşılaşmıştır.
Bunun zıddına, bâzı peygamberlerin tâkipçileri de peygamberlerine duydukları sevgi ve bağlılığı ifrata vardırarak zaman geçtikçe onun insan olmadığına inanmaya başlamışlardır. Peygamberlerini haddinden fazla yüceltip onlara ulûhiyet izâfe etmiş, böylece şirke düşmüşlerdir. Kimileri peygamberlerini ilâh edinmiş, bâzıları onu Allâh’ın oğlu, bâzıları da Allâh’ın cisimleşmiş şekli zannetmiş, tevhîdden ayrılarak antropomorfik bir inanç vücûda getirmişlerdir. Hristiyanlıkta olduğu gibi…
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in beşer oluşu üzerinde ehemmiyetle durulmasının başlıca hikmeti, önceki ümmetlerin düştüğü bu hatâdan ümmet-i Muhammed’i muhâfaza etmektir.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:
“Hakkımda, hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’ya yaptıkları aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben, Allâh’ın bir kuluyum. Benim için: «Allâh’ın kulu ve elçisi» deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, diğer bir hadîs-i şerîfinde ise kendisine aşırı tâzîm gösteren kimseleri şu şekilde îkaz buyurmuştur:
“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allâh Teâlâ beni rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” (Hâkim, III, 197/4825; Heysemî, IX, 21)
Peygamber Efendimiz’in, kendisinin de bir beşer ve kul olduğu husûsuna sık sık temâs etmesinin diğer bir sebebi de, O’nun kâbına varılmaz tevâzuudur.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek çok defâ Cenâb-ı Hakk’ın kendisine lutfettiği büyük nîmetleri, tahdîs-i nîmet kabîlinden saydıktan sonra “ nôrîna n’ : Övünmek yok” buyurmuşlardır.131
Abdullâh bin Cübeyr -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Birgün Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir grup sahâbî ile yolda yürürken, onlardan birisi örtü ile Allâh Rasûlü’nü güneşten korumak istedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir kimsenin kendisine gölgelik yapmakta olduğunu fark edince ona hemen bırakmasını söyledi ve örtüyü alıp yere koydu. Ardından da:
«–Ben de sizin gibi bir insanım!» buyurdu.” (Heysemî, IX, 21)
Şunu da unutmamak gerekir ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir beşer olmakla birlikte herhangi bir kimse gibi de değildir. Şâirin ifâde ettiği gibi:
“Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir beşerdir, lâkin diğer insanlar gibi değildir. Taşlar arasında yâkut ne ise Allâh Rasûlü de insanlar arasında öyledir.”
Diğer bir şâir bu hakîkati beyitlerinde şöyle terennüm etmektedir:
Târîh-i beşerde yok misâli
Her dilde yaşar onun hayâli
Mîrâc-ı kemâlidir felekler
Hayrân-ı cemâlidir melekler
Vasfında sözün hulâsasın al
İnsandı fakat melekten efdâl
Peygamber Efendimiz’in Ümmî Oluşu ve Hikmetleri
Ümmî kelimesi; anasından doğduğu gibi saf ve temiz kalan, okuma ve yazma bilmeyen, bir insandan eğitim görmemiş, Mekke’ye mensup, ehl-i kitâbın dışında kalan Araplar gibi mânâlara gelmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edildiği üzere, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmî idi, yâni okuma yazma bilmezdi.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de (vasıflarını) yazılı buldukları O ümmî Rasûl’e tâbî olup O’nun izinden giderler…” (el-A’râf, 157)
Âlemlerin Efendisi’nin ümmî olduğunu o zamanki müşrikler de kabûl ediyorlardı. Nitekim âyet-i kerîmede bildirildiğine göre onlar:
وَقَالُوا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
“«Kur’ân öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırmış da sabah akşam kendisine okunmaktadır.» dediler.” (el-Furkân, 5)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ümmî denilmesinin sebepleri şöyle sıralanabilir:
1. Annesinden doğduğu hâl üzere tertemiz kalmış, dışarıdan gelen bilgilerle aslî fıtratı ve sâfiyeti bozulmamış, bizzat Allâh Teâlâ tarafından tâlim ve terbiye edilmiştir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
سَنُقْرِؤُكَ فَلَا تَنسَى
“Sana Kur’ân’ı Biz okutacağız ve aslâ unutmayacaksın.” (el-A’lâ, 6)
Hadîs-i şerîfte de:
“Beni Rabbim terbiye etti ve terbiyemi de pek güzel kıldı.” (Süyûtî, I, 12) buyrulmuştur.
Allâh Teâlâ, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sadrını üç defâ mânevî ameliyattan geçirerek (şerh-i sadr), kalbindeki menfîlikleri atıp yerine huzur, sükûnet, merhamet, şefkat, îman ve hikmet gibi ulvî duyguları yerleştirmiştir.
2. Peygamber Efendimiz, ehl-i kitâba değil Arap milletine mensuptur.
3. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Mekke’de dünyâya gelmiştir. Çünkü Mekke’nin isimlerinden biri de Ümmü’l-Kurâ’dır. Karye, Arapça’da köy veya en küçük bir yerleşim birimi demektir. Bunun çoğulu “Kurâ”dır. Ümmü’l-Kurâ, yerleşim yerlerinin anası, ilki demektir.
Araplar umûmiyetle ümmî idiler. Kültürden uzak, okuma yazma bilmeyen bir kavimdiler. Allâh Teâlâ onlara kendi içlerinden, sâfiyeti bozulmamış bir kalbî kıvama sâhip zirve bir peygamber göndermiştir.
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي الْأُمِّيِّينَ رَسُولًا مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِن كَانُوا مِن قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
“Ümmîlere içlerinden, kendilerine (Allâh’ın) âyetlerini okuyan, onları temizleyen, Kitâb’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Şüphesiz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (el-Cum’a, 2)
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hakîkati şöyle ifâde buyurur:
“Biz ümmî bir cemaatiz. Ne yazı yazarız ne de hesap biliriz!” (Müslim, Sıyâm, 15)
Ümmîlik, alelâde insanlar hakkında ekseriyetle ilim eksikliğini ifâde eden bir sıfatken, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için tam aksine olgunluk ve üstünlük ifâde eder. İlim ve amel cihetinden olgunluğu, okuyup yazanları dahî âciz bırakan bir peygamberin aynı zamanda ümmî olması, O’nun doğrudan doğruya Allâh tarafından gönderilmiş bulunduğunu ispatlayan hârikulâde bir delildir.
Hak Teâlâ Hazretleri şöyle buyurur:
وَمَا كُنتَ تَتْلُو مِن قَبْلِهِ مِن كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ إِذًا لَّارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ
“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla tâbî olanlar şüpheye düşerlerdi.” (el-Ankebût, 48)
Ümmî bir insanın te’yîd-i ilâhî, yâni vahiy olmaksızın, kalbî mükâşefe yoluyla bütün insanları ve cinleri âciz bırakan beyan mûcizesi Kur’ân-ı Kerîm’i meydana getirmesi; Firavun kıssası, Hazret-i Mûsâ’nın annesinin kıssası, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kıssası gibi târihî hakîkatleri bilmesi mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş ümmetlerin kıssalarını günümüz târih ilmi ve târih felsefesine mutâbık olarak en ibretli bir tarzda insanlığa takdîm etmektedir.132
Diğer taraftan ümmîlik, Kur’ân hükümlerinin cihânşümullük kazanabilmesinin asgarî şartıdır. “pÖrcsôdG oô«penCG o∞«p©°s†dnG Kervanın reisi, en zayıf ve yavaş olandır.” darb-ı meselince, Kur’ân-ı Kerîm, getirmiş olduğu mükellefiyetlerin bütün insanlara ulaşabilmesi ve bütün insanlar tarafından tatbîkinin mümkün olması için bir bakıma ümmîlik seviyesini esas almıştır. Yâni İslâm’ı anlayıp yaşayabilmek için sâde ve vasat bir insan olmak bile kâfîdir. Yine bu sebepledir ki İslâm, günlük ibâdetlerin vakitlerini tâyinde Güneş’in, aylık ve senelik ibâdetlerin vakitlerini tâyinde ise Ay’ın hareketlerini esas almıştır.
Kur’ân-ı Kerîm, ümmî insanların seviyesine inmiş olmasına rağmen hiçbir zaman o hâl üzere kalmalarını da istememiş, onları ümmîlikten çıkararak kitâbî bir ümmet kılmayı hedeflemiştir. Nitekim İslâm, yepyeni bir medeniyet kurmuş ve bunun esâsını da “el-Kitâb” diye isimlendirilen Kur’ân-ı Kerîm teşkil etmiştir.
Hilye-i Saâdet
Hilye, lügatte süs, ziynet, yüz ve rûh güzelliği demektir. Istılahta ise, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, beşer kelâmının imkânları nisbetinde kelimelerle çizilmiş resmidir.
Nahîfî şöyle der:
“Muhakkak ki bir kimse, hilye-i şerîfe yazsa ve ona çok nazar eylese, Allâh Teâlâ o kimseyi hastalık ve sıkıntılardan ve ânî ölümden hıfzeyler. Şâyet bir yere sefer ettiğinde berâberinde götürürse, o seferinde dâimâ Hak -celle celâlühû-’nun muhâfazasında olur.”
Birçok İslâm müellifi, hilye-i şerîfenin sayısız fazîletleri hakkında düşüncelerini ortaya koymuşlardır. Hattâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i rüyâda görmek için de hilye-i şerîfeyi teberrüken ezberleme an’anesi, birçok İslâm ülkesinde hâlâ mevcuttur.
Bununla berâber düşünmek lâzımdır ki, Habîb-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in “nûrun alâ nûr”, yâni nûr üstüne nûr diye tavsîf edilen mübârek sîmâsını sözle tasvîr ederken kelimelerin kifâyetsizliği kadar, beşerin O’nun hakîkatini müşâhede ve idrâkteki mutlak aczi de hesâba katılmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın insanoğluna lutfettiği bütün güzellikleri şahsında toplayan o eşsiz varlığı, kâmil mânâda târif edebilmek mümkün değildir. Nitekim Hâkânî’nin dediği gibi:
Gelmemiştir bilir eşyâ ânı,
Yaradılmışta O’nun akrânı…
“Bütün varlıklar O’nun hak peygamber olduğunu bilir. Çünkü yaratılmışlar arasında O’nun benzeri hiçbir zaman vücûda gelmemiştir.”
Güzeller Güzeli Efendimiz’in kelimelerle resmini çizmeye çalışan bu tasvirler, saâdet devrine eremeyen ve hasretle yanan gönülleri bir nebze olsun teskîn ve tesellî etmektedir. Efendimiz’i anlatan değerli rivâyetleri nakleden kimseler, bize âdeta deryâdan bir katre sunmaktadırlar. Bu katredeki ummânı görmeye çalışan mü’minler, Âlemlerin Efendisi’ne olan muhabbetlerini artırarak O’nun üsve-i hasenesinden istifâde etmeye, şemâil ve ahlâkı ile mütehallî olmaya gayret göstermişlerdir.
Hakîkaten insanın gönlü, fıtratı îcâbı dâimâ güzelliğe doğru meyleder, onunla berâber olmak ister. Bu câzibe sebebiyle zihni dâimâ onunla meşgul olur. Gönlünde rûh ve ahlâk bakımından mahbûbuna benzeme arzusu doğar. Netîcede sevdiği şahsı örnek alarak onun hâliyle hâllenmeye başlar. Bu fıtrî temâyül sebebiyle şemâil-i şerîfin, Peygamber Efendimiz’e olan iştiyak, muhabbet ve ittibâyı artırmaya vesîle olacağı muhakkaktır.
Nitekim Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-, üvey dayısı Hind bin Ebî Hâle’ye Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hilyesini sorarken, içinde bulunduğu hâlet-i rûhiyeyi şu sözleriyle dile getirmiştir:
“Dayım Hind bin Ebî Hâle, Allâh Rasûlü’nün hilyesini çok güzel anlatırdı. Kalbimin O’na bağlı kalması ve O’nun izinden gidebilmem için, dayımın Allâh Rasûlü’nden bir şeyler anlatması benim çok hoşuma giderdi.” (Tirmizî, Şemâil, s. 10)
Gül yüzlü Efendimiz’in şemâilini dinlemeye doyamayan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anhümâ-, O’nun mübârek cemâlini babaları Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’tan da birçok defâ dinlemişler ve bizlere nakletmişlerdir.
Acabâ yazılan şemâil-i şerîfeler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakîkatinin kaçta kaçını ifâde edebilir?!. Muhakkak ki şemâil-i şerîfeyi, herkes gönlündeki muhabbet nisbetinde ve kelimelerin mahdut muhtevâsı içinde idrâk edebilir.
Biz de bu sahadaki aczimizi îtirâf ile birlikte, bizlere kadar ulaşan rivâyetlerden gönlümüze akseden şebnemler misâli, hilye-i şerîfeyi teberrüken nakletmeyi arzu ettik. Muhtelif rivâyetlerde hulâsaten şöyle buyrulmaktadır:
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, uzuna yakın orta boylu idi.
Yaratılışı fevkalâde dengeli olup mütenâsip bir vücûda sâhipti.
Göğsü geniş, iki omuzlarının arası açıktı. İki kürek kemiği arasında nübüvvet mührü vardı.
Kemikleri ve eklemleri irice idi.
Teni gül gibi pembemsi beyaz, nûrânî ve parlak, ipekten yumuşaktı. Mübârek vücûdu dâimâ temiz idi ve râyihası ferahlık verirdi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri, en güzel kokulardan daha hoş bir letâfette idi. Bir kimse O’nunla musâfaha etse, bütün gün O’nun latîf kokusu ile mütelezziz olurdu. Sanki güller, kokusunu O’ndan almıştı. Mübârek elleriyle bir çocuğun başını okşasalar, o çocuk, güzel kokusuyla diğer çocuklardan ayırt edilirdi.
Terlediği zaman teni, gül yaprakları üzerindeki şebnemleri andırırdı.
Sakalı gür idi. Uzattığı zaman, bir tutamdan fazla uzatmazdı. Vefât ettiklerinde, saçlarında ve sakallarında yirmi kadar beyaz vardı.
Kaşları hilâl gibi olup iki kaşı arası birbirinden uzakça ve açık idi.
İki kaşı arasında bir damar bulunuyordu ki, Hak için öfkelendiği zaman kabarırdı.
İnci gibi dişleri olup dâimâ misvak kullanır, sık sık kullanılmasını tavsiye ederlerdi.
Kirpikleri uzun ve siyah idi. Gözleri büyükçe, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Sanki gözlerinde kudret eliyle ezelde çekilmiş bir sürme vardı.
Müstesnâ rûhî yapısının kemâli gibi, vücut yapısının cemâli de eşsizdi.133
Sîmâsı, geceleyin ayın on dördü gibi parlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- buyurur ki:
“Rasûlullâh’ın yüzü o kadar nûr saçardı ki, gece karanlığında, ipliği iğneye O’nun yüzünün aydınlığında geçirirdim.”
İki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkıyla yanardı. Vefâtı esnâsında bu mührün gayb âlemine gitmesi, irtihâlinin tasdîki oldu.134
Mübârek ve nûrânî vücûdu vefâtından sonra hiçbir değişikliğe uğramamıştı. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, mahzûn, mağmûm, gözü ve gönlü yaşlı bir şekilde “Varlık Nûru”na nazar ederek:
“Hayâtın gibi vefâtın da ne güzel yâ Rasûlallâh!..” demiş ve mübârek alınlarına dudaklarını değdirmiştir.
Allâh Rasûlü’nün rikkat-i kalbiyesinin derinliğini îzâh etmek mümkün değildi.
Fuzûlî söz söylemeyip her kelâmı hikmet ve nasîhat idi. Lügatinde aslâ dedikodu ve mâlâyâni yoktu. Herkesin akıl ve idrâkine göre söz söylerdi.
Mülâyim ve mütevâzî idi. Gülmesinde kahkaha gibi aşırılık olmazdı. Dâimâ mütebessimdi.
O’nu ansızın gören kimseyi haşyet sarardı. O’nunla ülfet ve sohbet eden kimse, O’na cân u gönülden âşık ve muhib olurdu.
Derecelerine göre fazîlet erbâbına ihtirâm eylerdi. Akrabâsına da ziyâde ikrâm ederdi. Ehl-i beytine ve ashâbına hüsn-i muâmele ettiği gibi, diğer insanlara da rıfk ve lutuf ile muâmele eder ve:
“Hiçbiriniz kendi nefsi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemedikçe kâmil mü’min olamaz.”buyururdu. (Buhârî, Îman, 7; Müslim, Îman, 71-72)
Hizmetkârlarını pek hoş tutardı. Kendisi ne yer ve ne giyerse, onlara da onu yedirir ve giydirirdi. Cömert, ikram sâhibi, şefkatli ve merhametli, gerektiğinde cesur ve îcâbında halîm idi.
Ahit ve vaadinde sâbit, sözünde sâdık idi. Ahlâk güzelliği, akıl ve zekâ yönüyle de cümle insanlardan üstün ve her türlü medh ü senâya lâyık idi. Sûreti güzel, sîreti mükemmel, misli yaratılmamış bir vücûd-i mübârek idi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hüznü dâimî, tefekkürü sürekliydi. Zarûret olmaksızın konuşmazdı. Sükûnet hâli uzun sürerdi. Bir söze başlayınca yarım bırakmaz, onu tamamlayarak bitirirdi. Az sözle çok mânâlar ifâde ederdi. Sözleri tâne tâne idi. Ne lüzûmundan fazla ne de az idi. Yaratılış olarak yumuşak huylu olmasına rağmen gâyet salâbetli ve heybetli idi.
Öfkelendiği zaman yerinden kalkmazdı. Hakka îtiraz edilmesinin, hakkın çiğnenmesinin hâricinde öfkelenmezdi. Kimsenin farkına varmadığı bir hak çiğnendiği zaman öfkelenir, hak yerini buluncaya kadar öfkesi devâm ederdi. Ancak hakkı tevzî ettikten sonra sükûnete bürünürdü. Aslâ kendisi için öfkelenmezdi. Şahsına mahsus durumlarda kendisini de müdâfaa etmez, kimseyle münâkaşaya girişmezdi.
O, kimsenin hânesine izin almadan girmezdi. Evine geldiği zaman da evde kalacağı müddeti üçe bölerdi; birini Allâh’a ibâdete, diğerini âilesine, üçüncüsünü de şahsına ayırırdı. Kendisine ayırdığı zamânını, avâm-havâs insanların hepsine tahsîs eder, onlardan kimseyi mahrum bırakmazdı. Hepsinin gönlünü fethederdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in her hâl ve hareketi, zikrullâh ile idi.
Belli bir yerinde oturmanın âdet edinilmesini önlemek için mescidlerin her yerinde oturduğu olurdu. Yerlere ve makamlara kudsiyyet izâfe edilmesini ve meclislerde tekebbüre medâr olacak bir tavır takınılmasını istemezdi. Bir meclise girince, neresi boş kalmışsa oraya oturur, herkesin de böyle yapmasını arzu ederdi.
Kim O’ndan herhangi bir ihtiyâcını gidermek için bir şey istese, o ister ehemmiyetli, ister ehemmiyetsiz olsun, onu yerine getirmeden huzur bulamaz, ihtiyâcı halletmesi mümkün olmadığı takdirde, hiç olmazsa güzel bir söz ile muhâtabının gönlünü almaktan geri kalmazdı. O, herkesin dert ortağı idi. İnsanlar, hangi makam ve mevkîde olursa olsun, zengin-fakir, âlim-câhil, O’nun yanında insan olmak haysiyetiyle müsâvî bir muâmeleye nâil olurlardı. Bütün meclisleri ilim, hilim, hayâ, ihlâs, sabır, vakar, tevekkül ve emânet gibi fazîletlerin cârî ve hâkim olduğu bir mahaldi.
Ayıp ve kusurları sebebiyle kimseyi kınamaz, îkâz etmek zarûreti hâsıl olunca bunu, karşısındakini rencide etmeyecek şekilde zarif bir îmâ ile yapardı.
“Müslüman kardeşinin uğradığı felâketi sevinçle karşılama! Allâh Teâlâ onu rahmetiyle felâketten kurtarır da seni imtihan eder.” buyururdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 54)
Hiç kimsenin zâhire çıkmamış ayıp ve kusuruyla meşgul olmadığı gibi, bu tür hâllerin araştırılmasını da şiddetle menederlerdi. Zîrâ başkaları hakkında zan ve tecessüs, ilâhî emirlerle menolunmuştu.
Sevâbını umduğu meseleler hâricinde konuşmazdı. Sohbet meclisleri vecd içinde idi. O konuşurken etrâfındakiler öyle büyülenir ve can kulağıyla dinlerdi ki, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın ifâdesi vechile, başlarına bir kuş konmuş olsa, uçmadan saatlerce durabilirdi. O’ndan ashâbına akseden edeb ve hayâ o derecede idi ki, kendisine suâl sormayı bile -çoğu kere- cür’et telâkkî eder ve çölden bir bedevî gelerek Hazret-i Peygamber’le sohbete vesîle olsa da, O’nun feyz ve rûhâniyetinden istifâde etsek diye beklerlerdi.135
Hattâ heybetinden çekindikleri için iki sene soru soramadan bekleyenler vardı. Mehâbetinden mübârek yüzüne bakamazlardı.
Amr bin Âs -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile uzun zaman birlikte bulundum. Fakat O’nun huzûrunda duyduğum hayâ hissi ve O’na karşı beslediğim tâzîm duygusundan dolayı, başımı kaldırıp da doya doya mübârek ve nûrlu çehrelerini seyredemedim. Eğer bugün bana, «Bize Rasûlullâh’ı tavsîf et, O’nu anlat.» deseler, inanın anlatamam.” (Müslim, Îman, 192; Ahmed, IV, 199)
O’nun yüce haslet ve meziyetlerini anlatmak isteyen kimse, “Ben, bundan önce de sonra da O’nun bir benzerini aslâ görmedim!” demekten kendini alamazdı.136
Birgün Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, Arap kabîlelerinden birine uğramış ve kabîle reisi kendisine:
“–Yâ Hâlid! Bize Allâh’ın Rasûlü’nü, sûret ve sîreti ile tasvîr et.” demişti.
Hâlid -radıyallâhu anh- ise:
“–Bu imkânsız, buna kelimeler yetişmez.” deyince, kabîle reisi:
“–O hâlde hiç olmazsa tasavvur ve idrâkin nisbetinde hulâsa et.” dedi.
Bunun üzerine Hâlid -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Sana şu kadarını söyleyeyim ki, gönderilen, gönderenin kadrince olur. Gönderen, Kâinâtın Hâlıkı olduğuna göre, gönderdiğinin şânını var sen hayâl ve tasavvur eyle!..” (Münâvî, V, 92; Kastalânî, Mevâhib-i Ledünniyye Tercümesi, s. 417)
O’ndaki güzellik, heybet, nûrâniyet ve letâfet o derecede idi ki, Allâh’ın peygamberi olduğuna dâir, ayrıca bir mûcize, delil ve burhâna ihtiyaç yoktu.
Hâsılı, O’nun ahlâkı Kur’ân idi. Bunu Muallim Nâci ne güzel ifâde etmiştir:
Hüsn-i Kur’ân’ı görür insan olur hayrân Sana
Dest-i kudretle yazılmış hilyedir Kur’ân Sana
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, Allâh Rasûlü’nün ahlâk-ı hamîdesinin bütün varlıkları şevke getirdiğini şöyle ifâde eder:
“O ne güzel bir cömerttir ki, O’nun cömertlik fışkıran varlığı sâyesinde denizden inci, sert taştan yâkut ve dikenden gül çıkar. Eğer bahçede O’nun güzel ahlâkından bahsedilirse, sevinçten ağzını açıp gülmeyen, yâni açılmayan bir gonca göremezsin.” (Dîvân, s. 65-66)
Bütün güzellikler, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de toplanmıştı. Vücûdundan âdeta nûr saçılırdı. Ancak yine de Allâh Rasûlü’nü bütün güzelliği ile kimse görebilmiş değildir. Nitekim İmâm Kurtubî şöyle der:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hüsn-i cemâli tamâmen zâhir olmamıştır. Eğer varlığının bütün güzellikleri olanca hakîkati ile görünseydi ashâbı ona bakmaya tâkat getiremezdi.” (Ali Yardım, Peygamberimiz’in Şemâili, s. 49)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şâiri Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh-, O’nun hilkatteki eşsizliğini şu şekilde mısrâlara dökmektedir:
(Yâ Rasûlallâh! Hiçbir göz, Sen’den daha güzelini görmemiştir. Hiçbir kadın Sen’den daha güzelini doğurmamıştır. Sen, bütün ayıp ve noksanlardan berî olarak yaratıldın. Sanki Yaratan, Sen’i arzu ettiğin gibi yaratmış…)
Vahyin Tekrar Başlaması
Fetret-i vahy (vahyin kesilmesi) altı ay sürdü.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vahyin tekrar başlamasını şöyle anlatır:
“Ben (birgün) yürürken birdenbire semâdan bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki, Hirâ’da bana gelen melek (Cebrâîl), semâ ile arz arasında bir kürsî üzerinde oturmuş. Pek ziyâde ürperdim. (Evime) dönüp:
«Beni örtün, beni örtün!» dedim.
(Ben, üzerimi örttürmüş bir hâlde iken, Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi.) Allâh Teâlâ, (onun vâsıtasıyla bana):
يَا أَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ
(1)
قُمْ فَأَنذِرْ
(2)
وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ
(3)
وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ
(4)
وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ
(5)
“Ey örtüsüne bürünen (Peygamber)! Kalk, (artık azâb ile) inzâr et! Rabbini yücelt! (Yâni onun yüceliğini tekbîr ile terennüm eyle ve herkese bildir!) Elbiseni temizle! (Yâni zâhirini ve bâtınını temiz tut; güzel ahlâk ile ahlâklan!) Kötü şeylerden uzak dur!” (el-Müddessir, 1-5) âyetlerini inzâl buyurdu.
Artık vahiy (bundan sonra) bir daha kesilmedi.” (Buhârî, Tefsîr, 74/4, 5; Müslim, Îman, 255-258)
Allâh Teâlâ buyurur:
وَلَقَدْ وَصَّلْنَا لَهُمُ الْقَوْلَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
“And olsun ki Biz, düşünüp ibret alsınlar diye vahyi birbiri ardınca yetiştirdik(vahyi aralıksız gönderdik).” (el-Kasas, 51)
Vahyin aralıksız devâm etmesi de, Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzındandır. Zîrâ bütün insanların bir araya gelerek ve yardıma çağırabilecekleri herkesi de çağırarak bir âyetini bile meydana getiremeyecekleri ulvîlikteki âyetlerin, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e peşpeşe nâzil olması, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiy mahsûlü olduğunu kat’î bir sûrette ispat etmektedir. Bu, ona aslâ beşerî bir müdâhale olmadığının da en bâriz bir delîlidir.
Diğer taraftan en küçük bir şiir kitabının bile bin bir gayret ve yoğun mesâîler netîcesinde teşekkül etmekte olduğu mâlumdur. Üstelik ne kadar titizlik gösterilse de beşer mahsûlü olan bu tip eserlerin kusursuz olabileceğini iddiâ etmek de mümkün değildir. Ancak ilâhî vahiyde böyle bir husus söz konusu olmayıp, o, ilk şekliyle bâkî, sayısız mûcizeyi muhtevî ve bütün beşerî noksanlıklardan münezzeh bir kelâm olarak lutfedilmiştir. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in hakkaniyet ve yüceliğini ifâdeye kâfîdir.
a
Müddessir Sûresi’nin inzâli ile birlikte Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, istirahat etmek üzere yattığı yerden hemen kalktı. Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, meseleyi bilmediği için şaşırdı:
“–Niçin kalktınız, dinlenmediniz?” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Artık dinlenme vakti geçti!” buyurdular ve yeni gelen vahyi bildirdiler.
a
Cebrâîl -aleyhisselâm- vahyin geldiği ilk günlerde Peygamber Efendimiz’e abdest almayı ve namaz kılmayı öğretti. Allâh Teâlâ, Rasûlü’nün gönlüne hoş gelecek bir ibâdeti emretmekle O’nu sevindirmiş ve yüzünü güldürmüştü.
Âlemlerin Efendisi, büyük bir sevinç içinde evine döndü. Allâh’ın kendisine olan büyük ikrâmını zevcesine haber verdi ve ona da abdest alıp namaz kılmayı öğretti.137
İlk Müslümanlar
İlk îmân eden insan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Bu husus âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilmektedir:
آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِن رَّبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îmân etti…” (el-Bakara, 285)
قُلْ إِنِّي أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللَّهَ مُخْلِصًا لَّهُ الدِّينَ
(11)
وَأُمِرْتُ لِأَنْ أَكُونَ أَوَّلَ الْمُسْلِمِينَ
(12)
“De ki: Bana, dîni Allâh’a hâlis kılarak O’na kulluk etmem emrolundu. Ve ben, müslümanların ilki olmakla emrolundum.” (ez-Zümer, 11-12)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’den sonra ilk müslüman, muhterem zevcesi Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- idi.
Âlemlerin Efendisi, kavminin hakâret, alay ve eziyet gibi kötü tavır ve davranışlarına mâruz kalarak mahzûn ve mükedder bir hâlde evine döndükçe, Allâh Teâlâ O’nun hüznünü Hazret-i Hatîce vâlidemizin tesellî ve teşvîk edici sözleriyle hafifletmiş, ilâhî nusretiyle vazîfesini kolaylaştırmıştır.138
Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- îmân edince Efendimiz’in kızları Hazret-i Rukıyye, Ümmü Gülsüm ve Fâtıma da müslüman olmuşlardı.139
Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Hazret-i Hatîce’nin namaz kıldıklarını görmüş ve:
“–Nedir bu?” diye sormuştu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu, Allâh’ın kendisi için seçtiği dînidir. Ben seni tek olan Allâh’a îman ve ibâdet etmeye, hiçbir fayda ve zararı olmayan Lât ile Uzzâ’yı da inkâra dâvet ediyorum!” buyurdu.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“–Ben bu dîni şimdiye kadar hiç işitmedim! Babam Ebû Tâlib’e sormadan bir iş yapamam!” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, o sıralar teblîğ faâliyetlerini gizliden gizliye devâm ettirdiği için:
“–Ey Ali! Şâyet müslüman olmayacaksan sana bahsettiğim bu husûsu gizli tut, açığa vurma!”buyurdu.
Hazret-i Ali, o gece bekledi. Allâh Teâlâ onun kalbine İslâm muhabbetini bahşetti. Sabahleyin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti ve İslâm dîni hakkında suâller sordu. Aldığı cevaplar üzerine, Allâh Rasûlü’nün buyruğunu hemen yerine getirip müslüman oldu. Babasından çekinerek, müslümanlığını bir müddet gizli tuttu. Hazret-i Ali, bu sıralarda on yaşında idi. (İbn-i İshâk, s. 118; İbn-i Sa’d, III, 21)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- namaz kılmak istediğinde, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile birlikte Mekke vâdilerine doğru çıkıp giderler ve insanlardan gizli olarak, namazlarını oralarda kılarlar, akşamleyin de dönerlerdi. Allâh’ın dilediği zamâna kadar bu böyle devâm etti.
Ebû Tâlib, oğlu ve sevgili yeğeninin gizli gizli namaz kıldıklarına muttalî olunca, Peygamber Efendimiz, çok sevdiği amcasını da İslâm’a dâvet etti. Ebû Tâlib ise bu dâvete şöyle cevap verdi:
“–Ey kardeşimin oğlu! Benim, atalarımın dîninden ayrılmaya gücüm yetmeyecek! Lâkin Sen gönderildiğin şey üzere devâm et! Vallâhi ben hayatta olduğum müddetçe Sana kimse zarar veremeyecektir!”
Hazret-i Ali’ye de:
“–Evlâdım! O, seni ancak hayır ve iyiliğe dâvet eder. Sen, O’nun yoluna sımsıkı sarıl. O’ndan hiç ayrılma!” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 265)
Abdullâh bin Mes’ûd140 -radıyallâhu anh-, Mekke’ye ticâret için geldiğinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Hazret-i Hatîce ve Hazret-i Ali ile birlikte Kâbe’yi tavâf ederken gördüğünü ve bu esnâda Hazret-i Hatîce’nin tesettüre çok dikkat ettiğini
söylemektedir. (Zehebî, Siyer, I, 463)
Ufeyf el-Kindî de, ticâret için Mekke’ye gelmiş ve Abbâs -radıyallâhu anh-’ın evine misâfir olmuştu. Ufeyf, Peygamber Efendimiz’in, Hazret-i Hatîce’nin ve Hazret-i Ali’nin Kâbe’de namaz kıldıklarını görmüş, Abbâs -radıyallâhu anh-’tan onlar hakkında mâlumât istemişti. Hazret-i Abbâs da onlardan bahsettikten sonra:
“–Vallâhi ben yeryüzünde bu dîne inanan şu üç kişiden başka kimse bilmiyorum!” demişti.
Ufeyf -radıyallâhu anh- hidâyetle şerefyâb olduktan sonra hep şöyle hayıflanırdı:
“–Âh ne olurdu o zaman îmân edeydim de ikinci erkek mü’min ben olaydım! Onların dördüncüleri olmayı, ne kadar arzu ederdim!” (İbn-i Sa’d, VIII, 18; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 487)
Peygamber Efendimiz’in âzatlı kölesi Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ali’den sonra müslüman olmuş, namaz kılmış, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in maiyyetinden ve hizmetinden hiç ayrılmamıştı. Tâifli sergerdelerin Peygamber Efendimiz’e attıkları taşlara kendi vücûdunu siper edip kanlar içinde kalacak kadar fedâkârâne bir muhabbetle kendisini Allâh Rasûlü’ne adamış, buna mukâbil Âlemlerin Efendisi’nin husûsî muhabbet ve iltifâtına mazhar olmuştu.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hazret-i Zeyd’e olan muhabbetine dâir Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu şehâdeti ne kadar mânidardır:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Zeyd’in oğlu Üsâme’ye üç bin beş yüz dirhem tahsîs etmiş, oğlu Abdullâh’a ondan beş yüz dirhem daha az vermişti. Abdullâh, babası Hazret-i Ömer’e bunun sebebini sorarak:
“–Üsâme’yi niçin benden üstün tutuyorsun? O benden daha çok savaşa katılmadı ki!” dedi.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, eşsiz adâletinin yanında, gönül zenginliğini ve yüksek tevâzuunu da gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Oğlum! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun babasını senin babandan daha çok severdi. Üsâme’ye de senden daha çok muhabbeti vardı. İşte bu sebeple, Rasûlullâh’ın sevdiğini kendi sevdiğime tercih ettim.” (Tirmizî, Menâkıb, 39)
Bu ve benzeri pek çok misâlde görüldüğü gibi ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevdiklerini kendi sevdiklerine tercih ederlerdi.141
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, nübüvvetten önce de Peygamber Efendimiz’in dostu idi. Çocukluğundan beri onun güzel ahlâkına, sadâkatine ve emînliğine şâhitti. Güzel ahlâkı sebebiyle aslâ yalan söylemeyen bir kimsenin, Cenâb-ı Hakk’a karşı yalan söylemesinin imkânsız olduğu kanaatinde idi. Bu sebeple Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu İslâm’a dâvet ettiğinde hiç tereddüt göstermeksizin icâbet etti.142
Fahr-i Kâinât Efendimiz bu husustaki hadîs-i şerîflerinde:
“Allâh beni size Peygamber olarak gönderdiğinde evvelâ bana «Sen yalancısın!» dediniz. Lâkin Ebû Bekir «O, doğru söylüyor.» dedi ve hem canı hem de malı ile bana son derece yardımcı oldu.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 5)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hiçbir şey Hazret-i Ebû Bekr’in müslüman oluşu kadar sevindirmemiştir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-müslüman olduğu zaman, hiç çekinmeden müslümanlığını açıklamış ve diğer insanları da Allâh Teâlâ’ya ve Rasûlü’ne îmâna dâvet etmeye başlamıştır.143
Peygamber Efendimiz’in hayâtında Hazret-i Ebû Bekr’in müstesnâ ve mühim bir yeri bulunmaktadır. Zîrâ bir dâvânın gerçekleşebilmesi şu üç şarta bağlıdır:
1. Hâkim bir fikir.
2. O fikir etrâfında kadrolaşan insanlar.
3. Mâlî imkân.
Hâkim fikir, İslâm’ın muhtevâsı idi ki, vahiyle sâbittir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, diğer iki faktörde çok mühim bir vazîfe üstlenmiştir. Yâni kadrolaşma onunla başlamış ve o mübârek sahâbînin muazzam serveti, muhtelif İslâmî hizmetlerin yanında müslüman olan kölelerin satın alınıp serbest bırakılması gibi dâvânın mâlî vechesinde de kullanılmıştır.
Bu iki husûsu biraz açıklayacak olursak; Hazret-i Ebû Bekir ile Peygamber Efendimiz’in gençlik devrelerine uzanan arkadaşlık ve berâberlikleri, nübüvvet vazîfesinin verilmesinden sonra ulvî bir dostluğa dönüşmüştür.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, ilk îmân edenlerden olmanın yanı sıra, îmânına şek ve şüphenin tozunu bile düşürmeyerek “Sıddîk” sıfatına mazhar olmuştur. Daha sonraki zamanlarda da İslâm’ın inkişâfı ve yayılması için maddî-mânevî hiçbir fedâkârlıktan kaçınmamış ve bütün malını Allâh yoluna bezletmiştir.
Sevginin şartı, aşkın kânunu, sevilen kişiye duyulan muhabbet ve o aşktan dolayı o kişinin sevdiği şeyleri de sevmek, onun arzusunu kendi arzusuna tercih etmek ve sevgilinin uğruna her şeyini fedâ edebilmektir. İşte Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın hayâtı, Allâh Rasûlü’ne aşk ile bağlılığın ve O’nda fânî oluşun zirve misâlleriyle doludur:
Birgün gönüller sultanı Efendimiz’in rahatsızlandığını duyan Hazret-i Sıddîk, üzüntüden kendisi de yatağa düşmüştü.
Bu iki dost arasındaki ulvî muhabbetin netîcesi olan aynîleşme sebebiyledir ki Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ebû Bekir bendendir, ben de ondanım. Ebû Bekir dünyâda ve âhirette kardeşimdir.” (Deylemî, I, 437) buyurarak mânâ âlemindeki berâberliği ve kalbden kalbe vâkî olan hâl in’ikâsını te’yîd buyurmuştur.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ölüm döşeğinde iken:
“Bütün kapılar kapansın; yalnız Ebû Bekr’inki kalsın!” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 3) iltifâtı, Hazret-i Ebû Bekir ile aralarındaki kalbî alâka ve müstesnâ yakınlığın en güzel ifâdelerinden biridir.
Bilâl-i Habeşî ve annesi de, Allâh Rasûlü’nün insanları İslâm’a gizlice dâvete başladığı ilk günlerde müslüman oldular. Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-, müslümanlığını açıklayan ilk yedi kişiden biri idi. Dîninden dönmesi için yapılan en ağır işkencelere tahammül ederdi. İnkâra zorlandıkça: “Ehad! Ehad!: Allâh birdir! Allâh birdir!” derdi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Bilâl ve vâlidesinin bedelini ödeyerek onları âzâd etti.144
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu davranışı ile iltifât-ı Peygamberî’ye nâil olmuş, merhamet ve cömertlikte âbideleşmiştir.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hâdiseyi gönül lisânıyla tasvîr ederek şu şekilde nakleder:
“Bilâl-i Habeşî’nin müslümanlığından dolayı korkunç bir işkenceye tâbî tutulduğunu işiten Hazret-i Sıddîk, Hazret-i Mustafâ’nın huzûruna çıktı ve vefâlı Bilâl’in hâlini arz etti.”
“Dedi ki: O felekleri ölçen mübârek varlık, Sen’in aşkına düşmüş, Sen’in muhabbetine tutulmuştur. Bu yüzden zâlimler o melek tıynetli insana zulmetmektedirler. Suçsuz olduğu hâlde kanatlarını yoluyorlar. O büyük defîneyi şirk ve isyan toprağına gömmek istiyorlar.”
“Yakıcı güneşe karşı kızgın kumlara yatırıyor, çıplak bedenini dikenli dallarla dövüyorlar.”
“Fakat o, teninden çeşme gibi kanlar fışkırdığı hâlde: «Allâh birdir, Allâh birdir!» diyor, Hakk’a secdeden vazgeçmiyor.”
“Hazret-i Ebû Bekr’in merhamet ve şefkatinden dolayı vücûdunun her zerresi mahzûn ve gamla dolu bir dil hâline gelmiş, Bilâl’in hâlini Hazret-i Peygamber’e büyük bir üzüntü içinde uzun uzun anlatmaktaydı.”
“Nihâyet gönlündeki niyeti izhâr edip: «Yâ Rasûlallâh! Onu satın almak istiyorum. Bütün servetimi harcamaya hazırım. Cenâb-ı Hakk’a gönül vermiş, O’nun ve Rasûlü’nün kölesi olmuş, bu yüzden de Allâh düşmanlarının hışmına uğramış, işkencelere mâruz bırakılmış o mübârek insanı o hâlden kurtarmadan bu canıma dünyâda rahatlık yoktur.» dedi.”
“Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bundan pek memnûn oldular ve: «Ey Allâh’ın ve Rasûlü’nün merhametli dostu! Bu ticârette ben de sana ortağım…» buyurdular.”
“Hazret-i Ebû Bekir, derhâl Bilâl’in sâhibinin evine yollandı. Bilâl, yapılan işkencelerden ötürü baygın bir vaziyette idi. Hazret-i Bilâl’in sâhibi olan o merhamet mahrûmu insana acı sözler sarf etti.”
“Dedi ki: Ey habîs! Ey hiddetten gözü kararmış, merhametten nasipsiz! Bu Allâh dostunu nasıl dövüyorsun? Ey insafsız! Bu ne kin, bu ne garaz?”
“Ey merhamet fukarâsı! Kendini insan mı sanıyorsun? Ey insanlık mahrûmu, nefret edilmiş kişi! Sen insan kılığındasın, ama insanlığın yüz karasısın!..”
“Bu sözlerden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, adamın aç gözünü dünyâlıkla tıkadı. Öyle ki bu duruma Bilâl’in efendisi iyice şaşırdı ve Ebû Bekr’in hâlini hayretle seyretti.”
“Onun bu hayretini fark eden Sıddîk-ı Ekber Hazretleri, o nasipsize şöyle dedi: Ey ahmak! Sen çocuk gibi, bir cevize karşılık bana paha biçilmez bir inci verdin, fakat haberin yok! Bilmiyorsun ki Bilâl, iki dünyâya değer. Ben onun rûhuna bakıyorum, sen ise teninin rengine…”
“Eğer sen satışta biraz daha bastırsaydın, onu almak için daha fazlasını verirdim. Daha da bastırsaydın, neyim varsa verir, hattâ borca girerdim. Yine de bu alışverişten ben kârlı çıkardım. Ey nasipsiz kişi! Şunu iyi bil ki, mücevherin kıymetini ancak sarraf bilir.”
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu kıssada merhamet ve şefkatin kâmil bir tezâhürünü sergilemenin yanında, bir insân-ı kâmile paha biçilemeyeceğini, yâni dünyevî kıymetlerin, insanın mânevî yapısının karşısında bir hiç hükmünde olduğunu ifâde ederek gönüllerimize ulvî bir hakîkati nakşetmektedir.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu âlicenap hareketiyle Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan zirve muhabbetini bir kez daha sergilemiş olmaktadır.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e duyduğu hudutsuz muhabbetin alâmetlerinden birkaçı şöyleydi:
-O’nun getirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i ve İslâmî hükümleri cân u gönülden sevip mûcibince amel etmek.
-O’nun ümmetine şefkat ve merhamet göstermek, onların yararına olan hususlarda gayret göstermek.
-Dünyâya değer vermemek, gerektiğinde fakirliğe hazır ve râzı olmak.
-O’na kavuşmayı arzulamak.
-O’nu çokça hatırlamak.
Hâlid bin Saîd -radıyallâhu anh-’ın hidâyetine ise gördüğü korkulu bir rüyâsı sebep olmuştur. Bir gece uykuda, büyük bir ateş çukurunun kenarında durduğunu ve babasının onu ateşin içine itip düşürmek ister gibi davrandığını, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ise onu hemen belinden kavrayarak ateşin içine düşmekten kurtardığını gördü. Korkuyla uyandığında kendi kendine:
“Allâh’a yemin ederim ki, bu hak bir rüyâdır!” dedi ve Hazret-i Ebû Bekr’in delâletiyle Peygamber Efendimiz’in yanına giderek İslâm’la şereflendi.
Babası, oğlu Hâlid’in müslüman olduğunu duyduğunda ona eziyet etti ve:
“–Ey zelîl! Defol git! Vallâhi, senin rızkını da keseceğim!” dedi.
Hâlid:
“–Sen benim nasîbime mânî olmaya çalışsan da, Allâh muhakkak beni rızıklandıracaktır!” dedi.
Hazret-i Hâlid, Habeş ülkesine hicret edinceye kadar, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından hiç ayrılmadı. (Hâkim, III, 277-280)
Daha sonra Hâlid’in zevcesi Ümeyne Hâtun, kardeşi Amr ve onun zevcesi Fâtıma Hâtun da İslâm’la müşerref oldular.
Teblîğin gizlice devâm ettiği bu günlerde Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın teşvik ve delâletiyleEbû Fükeyhe, Hazret-i Osman, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Talha bin Ubeydullâh -radıyallâhu anhüm ecmaîn- îman nîmetine nâil oldular.145
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:
“Ey Allâh’ın Rasûlü! Şam’da iken, uyku ile uyanıklık arasında olduğumuz esnâda âniden:
«Ey uykudakiler! Uyanın! Çünkü, Ahmed Mekke’de zuhûr etti.» diye bir ses duyduk. Mekke’ye döndüğümüzde sizin peygamber olduğunuzu haber aldık.” (İbn-i Sa’d, III, 255)
Talha bin Ubeydullâh -radıyallâhu anh- da şöyle anlattı:
“Busrâ Panayırı’nda bulunduğum esnâda bir râhip insanlara:
«–İçinizde Harem halkından bir kimse var mı?» diye soruyordu.
«–Evet! Ben varım.» dedim.
Râhip:
«–Ahmed zuhûr etti mi?» diye sordu.
Ben:
«–Hangi Ahmed?» dedim.
Râhip:
«–Ahmed bin Abdullâh bin Abdülmuttalib! O, Mekke’de zuhûr edecektir, peygamberlerin sonuncusudur. Harem’den çıkıp, hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecektir. O’na koşmanı sana tavsiye ederim!» dedi.
Râhibin söyledikleri kalbime tesir etti. Oradan hemen ayrılıp Mekke’ye geldim:
«–Yeni bir hâdise oldu mu?» diye sordum.
«–Evet, var! Abdullâh’ın oğlu Muhammedü’l-Emîn, peygamber olduğunu iddiâ ediyor. Ebû Bekir de ona tâbî oldu.» dediler. (İbn-i Sa’d, III, 215)
Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Ebû Seleme, Erkam bin Ebi’l-Erkam, Osman bin Maz’ûn, Esmâ bint-i Ebû Bekir, Habbâb bin Eret, Abdullâh bin Mes’ûd, Abdullâh bin Cahş, Câfer bin Ebî Tâlib, zevcesi Esmâ bint-i Umeys, Ebû Huzeyfe, Âmir bin Füheyre -radıyallâhu anhüm ecmaîn-, ilk müslüman olma şerefine nâil olan zevâttan bâzılarıdır.
Dâru’l-Erkam: İlk Müslümanların Eğitim ve Öğretim Merkezi
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilk üç sene İslâm’ı gizli bir şekilde teblîğ etmiş, dâvetini kabûl etmeyenlerden bu mevzûyu kimseye açmamalarını istemiştir.
Nübüvvetin ilk senesinde Erkam bin Ebi’l-Erkam -radıyallâhu anh- müslüman olduktan sonra ashâb-ı kirâm onun evinde gizli gizli toplanmaya başladılar.
“Dâru’l-İslâm” diye de bilinen “Dâru’l-Erkam”, Mekke’de Safâ Tepesi’nin yanında bulunmaktaydı. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Kureyş müşriklerinden sakınarak bu mübârek evde bulunur, yanına gelenlere orada İslâm’ı anlatır, Kur’ân-ı Kerîm okur ve öğretirdi. Orada, berâberce namaz kılarlardı. Birçok insan İslâm ile burada tanışmıştır.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, nübüvvetin altıncı yılında müslüman oluncaya kadar bu ev İslâm’ın teblîğ edilip öğretilmesinde büyük hizmetler îfâ etmiştir.
Erkam -radıyallâhu anh- Dâru’l-Erkam’ı daha sonra vakfetmiştir. Vakfiye’si şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu, Erkam’ın Safâ’dan biraz ilerideki evi hakkında yaptığı ahd ü vasiyetidir ki, onun arsası Harem-i Şerîf’ten sayıldığından, o da haremleşmiş, dokunulmazlaşmıştır: Satılmaz ve tevârüs olunmaz. Hişâm bin Âs ve onun âzatlı kölesi buna şâhittir.” (İbn-i Sa’d, III, 242-244; Hâkim, III, 574-575/6129)
Dâru’l-Erkam, zamânımızda Suûdî Arabistan Krallığı tarafından yıkılarak Harem-i Şerîf’in arsasına katılmış, yâni aslına rücû etmiştir.
a
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nübüvvetin ilk üç yılını gizli dâvetle geçirmişti. Dâvetin gizli yapılması, Varlık Nûru’nun herhangi bir eziyet ve meşakkate mâruz kalmak korkusundan değil, dînî maslahatı muhâfaza etmek içindi. Zîrâ henüz teblîğin açıkça îlân edilmesi yönünde bir emr-i ilâhî vâkî olmamıştı. Şâyet bu dönemde İslâm açıkça îlân edilseydi, henüz yeni îmân etmiş olan çoğu fakir ve zayıf müslümanlar tehlikeye düşer, onların helâki ise dînin başlamadan yok olmasına yol açabilirdi.
Dâru’l-Erkam vâkıasından, İslâmî usûle dâir şu netîceleri çıkarabiliriz:
1. Gerektiğinde gizlilik bir dâvânın esâsı olmalıdır.
2. Eğitim ve öğretim, herhangi bir ictimâî, dînî ve siyâsî hâdisenin gerçekleşmesinde ilk ve zarûrî adımdır. Fertlerin keyfiyet kazanması için dâvânın diyalektiği (mantığı) ve ahlâkı ile techîz edilmeleri gerekir.
Buna göre İslâmî faâliyetlerde kıyâmete kadar tutulacak yol ve tâkib edilecek usûl, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu tatbîkâtının ışığında teşekkül ettirilmelidir. İslâm’ın yeniden filizlendirilmesi veya hiç ulaşmadığı yerlerde yayılması için gösterilecek gayretlerde, bu eğitim ve öğretim faâliyetlerinin birinci derecede dikkate alınması lâzım gelir.
NÜBÜVVETİN DÖRDÜNCÜ SENESİ emrolunduğun Şeyi Açıkla:En Yakınlarını İnzâr Et
Üç yıl süren gizlilik devrinden sonra, yâni peygamberliğin dördüncü yılında Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:
فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ
(94)
إِنَّا كَفَيْنَاكَ الْمُسْتَهْزِئِينَ
(95)
“(Ey Rasûlüm! Artık) Sana emrolunanı açıkla! Müşriklerden yüz çevir.
Alay edenlere karşı Biz Sana yeteriz!” (el-Hicr, 94-95)
Bu âyet-i kerîmelerle, teblîğin artık açıktan yapılması emredilmiş oluyordu.
Bir başka âyet-i kerîmede de bu husus daha açık, hattâ îkaz mâhiyetinde şöyle ifâde buyrulmuştur:
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
“Ey Rasûl! Sana indirileni teblîğ et! Eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun! Allâh Sen’i insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allâh, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Mâide, 67)
Artık Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu vechile:
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لا إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ يُحْيِـي وَيُمِيتُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“De ki: Ey insanlar! Muhakkak ben, Allâh’ın hepinize gönderdiği Rasûlü’yüm. Allâh ki, bütün göklerin ve yerin sâhibidir. O’ndan başka ilâh yoktur. O hem diriltir, hem öldürür! Öyle ise Allâh’a ve (O’nun) ümmî olan Rasûlü’ne -ki O, Allâh’a ve O’nun sözlerine inanır- îmân edin ve O’na tâbî olun ki, doğru yolu bulasınız!” (el-A’râf, 158) diyerek insanları açıktan İslâm’a dâvet etmeye başlayacaktı.
Lâkin buna nereden ve nasıl başlayacağını düşünmekteydi ki, o esnâda bir başka vahiy geldi:
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ
(214)
وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
(215)
فَإِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ إِنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ
(216)
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ
(217)
الَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ
(218)
“Önce en yakın akrabânı inzâr et! (Âhiret azâbıyla uyar.) Sana tâbî olan mü’minlere(merhamet) kanadını indir! Şâyet Sana karşı gelirlerse: «Muhakkak ki ben, sizin yaptıklarınızdan berîyim!» de! Sen, O mutlak gâlip ve sonsuz merhamet sâhibine tevekkül et! O ki, kalktığın zaman Sen’i görüyor!” (eş-Şuarâ, 214-218)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açık dâvete başladığında emr-i ilâhî mûcibince ilk önce yakın akrabâlarını dâvet etti. Onlara ikramda bulundu. Sonra şöyle hitâb etti:
“–Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben husûsî olarak size, umûmî olarak da bütün insanlara peygamber olarak gönderildim. Siz benden bâzı mûcizeler de gördünüz. Hanginiz benim kardeşim ve arkadaşım olmak üzere bana bey’at eder?”
Bu sözlere kimse ehemmiyet vermedi. Herkes sustu. O sıralar henüz bir çocuk olan, ancak îman kâfilesinin ilklerinden olma şerefine ermiş bulunan Hazret-i Ali ayağa kalktı ve:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sana ben yardımcı olurum!” dedi.
Oradakilerin küçümseyen ve hattâ alaya alan bakışları arasında, Allâh Rasûlü’nün cihânı aydınlatan mütebessim nazarları Hazret-i Ali’ye yöneldi ve âşıklarının bir defâ olsun öpebilmeye hasret olduğu mübârek elleriyle onun başını okşadı.146
Akrabâları ilk anda kabûle yanaşmasalar da Allâh Rasûlü’nün azmi kırılmadı. Çünkü O’na Allâh Teâlâ buyuruyordu ki:
يس
(1)
وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ
(2)
إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ
(3)
عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
(4)
“Yâ-sîn. Hikmet dolu Kur’ân hakkı için, şüphesiz ki Sen, peygamberlerdensin! Dosdoğru yol üzerindesin!” (Yâ-sîn, 1-4)
وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا
“…Seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Şâhit olarak da Allâh yeter!” (en-Nisâ, 79)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Biz Sen’i bütün insanlara, ancak müjdeleyici ve inzâr edici olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ
“De ki: «Ey insanlar! Muhakkak ki ben, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın, hepiniz için gönderdiği peygamberiyim!..” (el-A’râf, 158)
Âyet-i kerîmelerde de beyân edildiği gibi, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, diğer peygamberlerden farklı olarak bütün insanlığa gönderilmiş bulunuyordu. Bunu bir hadîs-i şerîflerinde kendileri şöyle ifâde buyururlar:
“Bana, benden önceki peygamberlerden kimseye verilmemiş olan beş husûsiyet verildi:
1. Bir aylık mesâfeden düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum.
2. Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı. Binâenaleyh ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen olduğu yerde namazını kılsın!
3. Benden önce hiçbir peygambere helâl kılınmayan ganîmet, bana helâl kılındı.
4. Şefaat izni verildi.
5. Benden önceki peygamberler, sâdece milletlerine gönderilirlerdi. Ben ise, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.” (Buhârî, Teyemmüm, 1)147
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, açık olarak yaptığı ilk dâvette, o sırada bir çocuk olan Hazret-i Ali’nin dışında akrabâlarından hüsn-i kabûl görmedi.
Bir müddet sonra akrabâlarını evine tekrar dâvet etti. İzzet ü ikramdan sonra onlara şöyle buyurdu:
“…Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallâhi Araplar içinde dünyâ ve âhiretiniz için, benim size getirdiğim şeyden daha hayırlısını kavmine getirmiş bir yiğit bilmiyorum.
Ey Abdülmuttaliboğulları! Ben husûsî olarak size, umûmî olarak da bütün insanlara peygamber gönderildim. Siz bu hususta daha önce görmediğiniz mûcizelerden bâzısını da görmüş bulunuyorsunuz. Bu vazîfemde bana yardımcı ve kardeş olmayı, böylece cenneti kazanmayı hanginiz kabûl eder? Hanginiz bu yolda kardeşim ve arkadaşım olmak üzere bana bey’at eder?”
Server-i Âlem Efendimiz’in bu dâvetine de akrabâlarından kimse icâbet etmediği gibi üstelik gülüşerek alay ettiler. Bir müddet sonra da dağılıp gittiler. (Ahmed, I, 159; İbn-i Sa’d, I, 187; Heysemî, VIII, 302; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 63; Belâzurî, I, 119; Halebî, I, 283)
İnsanın içinde bulunduğu akrabâ çevresi, onun anlattıklarını uzaktakilere nazaran daha çabuk kabûl ederler. Bir de dâveti kabûl edenlerin akrabâları hesâba katıldığında, İslâm’ın cemiyete bu yolla daha kısa bir zamanda ulaşabileceği âşikârdır. Şâyet dâvetçinin akrabâları kendisine inanıp onu desteklemezlerse diğer muhâtapların îman ve îtimâd etmesi daha zor olur. Bu sebeple Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, emr-i ilâhîye de ittibâ ederek teblîğ faâliyetine yakın akrabâlarından başlamıştır.
Diğer taraftan, peygamberlerin teblîğ vazîfesinde muvaffak olabilmeleri husûsunda, yakınlarından görecekleri destek ve yardımların büyük ehemmiyeti bulunmaktadır. Nitekim bu hakîkat, geçmiş peygamberlerden misâllerle Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilmektedir:
قَالُواْ يَا شُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيراً مِّمَّا تَقُولُ وَإِنَّا لَنَرَاكَ فِينَا ضَعِيفًا وَلَوْلاَ رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَ وَمَا أَنتَ عَلَيْنَا بِعَزِيزٍ
“Dediler ki: Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyor ve doğrusu Sen’i aramızda zayıf görüyoruz. Eğer akrabâların olmasaydı Sen’i taşlardık!..” (Hûd, 91)
Hazret-i Lût -aleyhisselâm- da kavminin sapıklıkları karşısında çâresiz kaldığında, kendisine destek verecek yakınlarının bulunmamasından mahzûn olarak şöyle demişti:
لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ آوِي إِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ
“…Keşke benim size karşı (koyacak) bir kuvvetim olsaydı veya güçlü bir yere sığınabilseydim.” (Hûd, 80)
İslâm, akrabâları koruyup kollamaya ayrı bir ehemmiyet atfetmiştir. Bu sebeple kişi, insanların îman nîmetiyle şereflenmesini arzu ediyorsa, her şeyden önce kendi âilesini ve akrabâlarını düşünmelidir.
Nitekim Allâh -azze ve celle- şöyle buyurmuştur:
وَأُوْلُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ
“…Akrabâlar da Allâh’ın hükmüne göre birbirlerine, diğer mü’minlerden ve Muhâcirler’den daha yakındır…” (el-Ahzâb, 6)
Peygamber Efendimiz’in Safâ Tepesinde Kureyşlileri İslâm’a Dâveti
Dâvete en yakınlarından başlaması emredilen Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm-, birgün Safâ Tepesi’ne çıkarak Kureyş kabîlesine seslendi. Onlar da bu çağrıya icâbet ederek Safâ Tepesi’ne geldiler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüksek bir kayanın üzerinden onlara şöyle hitâb etti:
“–Ey Kureyş cemâati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?”
Onlar da hiç düşünmeden:
“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.148
Oraya gelmiş bulunan herkesten bilâ-istisnâ bu tasdîki alan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlara şu ilâhî hakîkati bildirdi:
“–O hâlde ben şimdi size, önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allâh’a inanmayanların o çetin azâba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin azaptan sakındırmak için gönderildim.
Ey Kureyşliler! Size karşı benim hâlim, düşmanı gören ve âilesine zarar vereceğinden korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hâli gibidir.
Ey Kureyş cemâati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allâh’ın huzûruna varmanız, dünyâdaki her hareketinizin hesâbını vermeniz muhakkaktır. Netîcede hayır ve ibâdetlerinizin mükâfâtını, kötü işlerinizin de cezâ ve şiddetli azâbını göreceksiniz! Mükâfât ebedî bir cennet; mücâzât da dâimî bir cehennemdir.” (Buhârî, Tefsîr, 26; Müslim, Îman, 348-355; Ahmed, I, 281-307; İbn-i Sa’d, I, 74, 200; Belâzurî, I, 119; Semîra ez-Zâyid, I, 357-359)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu hitâbesine, orada bulunanlardan umûmî bir îtiraz gelmedi. Yalnız amcası Ebû Leheb:
“–Hay eli kuruyası! Bizi buraya bunun için mi çağırdın?” diyerek münâsebetsiz ve yakışıksız sözler sarf etti. Hakâretleriyle Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbini kırdı.
Ebû Leheb’in bu tavrı üzerine “Tebbet Sûresi” nâzil oldu:
تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ
(1)
مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ
(2)
سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ
(3)
وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ
(4)
فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِّن مَّسَدٍ
(5)
“Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da… Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde karısı da (ateşe girecek).” (Tebbet, 1-5) (Buhârî, Tefsîr 26/2, 34/2, 111/1-2; Müslim, Îman 355)
Âyette Ebû Leheb’in karısı da zikredilmiştir. Çünkü o da, kocası gibi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pek çok eziyet vermekte, geçeceği yollara diken koymaktaydı.
Aynı zamanda bu sûre, ırk ve neseb yakınlığının mutlak mânâda bir kıymetinin olmadığını da zımnen ifâde etmektedir. Mühim olan, rûhî yakınlıktır, takvâdır. Rûhun ırkı yoktur. Irk, cesede âit bir keyfiyettir. Cesed ise, toprakta yok olacaktır. İnsanın kıymeti, rûh olgunluğu nisbetindedir. Onun mükerrem vasfı da budur. İnsanın maddî tarafı olan beden, rûhun girdiği bir kalıp veya giydiği bir elbise hükmündedir. İnsan ise değişik kumaştan elbise giymekle kıymet kazanmaz!
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gayretleri netîcesinde halaları Hazret-i Safiyye veHazret-i Âtike, Hazret-i Abbâs’ın âzatlısı Ebû Râfî, Ebû Zerr ve Amr bin Abese müslüman oldular.
Ebû Zerr -radıyallâhu anh- câhiliye devrinde de putlara tapmazdı. Kendisi hidâyete nâil oluşunu şöyle anlatır:
Ben Gıfâr kabîlesinden bir kimseydim. “Mekke’de bir zât zuhûr etmiş, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş.” diye bir haber alınca, Allâh Teâlâ daha o zaman gönlüme İslâm’ın muhabbetini düşürdü. Kardeşim Üneys’e:
“–Mekke’ye git ve kendisine semâdan haberler geldiğini söyleyen O zât ile konuş, O’nun hakkında bana haber getir!” dedim.
Kardeşim Üneys, Mekke’ye gitti, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile buluşup söylediklerini dinledikten sonra yanıma geldi. Ona:
“–Ne yaptın? Ne haberler getirdin?” diye sordum.
“–Mekke’de senin dîninde bir zâta rastladım ki, kendisini Allâh’ın gönderdiğini söylüyor.” dedi.
“–Peki halk onun hakkında neler söylüyor?” diye sordum.
“–Şâir, kâhin, sihirbaz gibi şeyler söylüyorlar!” dedi.
Kardeşim şâir bir kimse idi ve şiirden de çok iyi anlardı. O, Hazret-i Peygamber hakkında şöyle dedi:
“–Ben kâhinlerin sözlerini bilirim. O’nun sözleri kâhinlerinkine hiç benzemiyor. O’nun sözlerini şiirin her çeşidiyle mukâyese ettim. Vallâhi ona şiir demeye kimsenin dili varamaz. O muhakkak doğru söylemektedir. O’na iftirâ edenler ise yalancıdırlar! O, sâdece hayrı, iyiliği ve ahlâkî fazîletleri emrediyor, şerden ve kötülüklerden de nehyediyor.”
Kardeşimin anlattıklarından tatmin olamamıştım. Hemen azığımı ve su tulumumu yüklenerek yola çıktım. Mekke’ye geldim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanımıyor, başkasına sormaktan da çekiniyordum. Mescid-i Harâm’da bekliyor, Zemzem içerek açlık ve susuzluğumu gideriyordum. O esnâda yanıma Hazret-i Ali geldi ve:
“–Herhâlde siz buraların yabancısısınız?” dedi.
Ona:
“–Evet!” dedim.
“–Öyleyse bize misâfir ol!” dedi.
Ali -radıyallâhu anh- ile birlikte gittim. Mekkelilerin estirdiği terör havasının verdiği endişe ile geliş sebebimi dahî sormadı. Sabah olunca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bulmak için tekrar Mescid-i Harâm’a gittim. Akşama kadar beklememe rağmen bir haber alamadım. Ali -radıyallâhu anh- bana tekrar uğradı ve:
“–Siz hâlâ gideceğiniz yeri öğrenemediniz mi?” dedi.
Ben:
“–Hayır.” dedim.
Ali -radıyallâhu anh-:
“–Öyleyse gelin yine bize misâfir olun.” dedi.
Evlerine vardığımızda:
“–Senin hâlin nedir? Buraya niçin geldin?” diye sordu.
Gizli tutacağına ve bana yol göstereceğine dâir söz aldıktan sonra:
“–Bize ulaşan habere göre burada bir zât çıkmış, kendisinin peygamber olduğunu söylüyormuş! O’nunla buluşup konuşmak üzere geldim.” dedim.
“–Gelmekle çok iyi etmişsin! Bu zât Allâh’ın Rasûlü’dür, hak peygamberdir. Sabahleyin beni tâkib et, girdiğim eve sen de gir! Ben senin için tehlikeli bir şey görürsem, ayakkabımı düzeltiyormuş gibi duvara dönerim, sen de geçer gidersin.” dedi.
Nihâyet Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın huzûruna vardık.
“–Es-Selâmu aleyke yâ Rasûlallâh!” diyerek onu ilk kez İslâm selâmı ile ben selâmladım.
“–Yâ Muhammed! Sen insanları neye dâvet ediyorsun?” diye sordum.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bir olan ve hiçbir şerîki olmayan Allâh’a îmâna, putları terk etmeye ve benim de Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye dâvet ediyorum.” buyurdu.
Bana İslâm’ı anlatınca hemen müslüman oldum. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslüman olmama çok sevindi ve mesrûr bir çehreyle tebessüm etti.
“–Ey Ebû Zerr! Şimdi bu işi Mekkelilerden gizli tut ve memleketine dön!” buyurdu.
“–Yâ Rasûlallâh! Ben dînimi açıklamak istiyorum.” dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben Mekkelilerin sana zarar vermelerinden endişe ediyorum!” buyurdu.
“–Yâ Rasûlallâh! Ben öldürüleceğimi bilsem de bunu muhakkak yapacağım.” dedim.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz sükût etti.
Kureyşlilerin Mescid-i Harâm’da toplandıkları bir sırada oraya varıp yüksek sesle:
“–Ey Kureyş cemâati! Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh!” diyerek bağırdım.
Müşrikler:
“–Adam sapıttı! Adam sapıttı! Kalkın yürüyün şu sâbiînin149 üzerine!” diyerek kalktılar ve beni öldüresiye dövdüler. O esnâda Allâh Rasûlü’nün amcası Abbâs yetişip üzerime kapandı ve onlara:
“–Yazıklar olsun size! Ey Kureyş cemâati! Sizler tüccâr insanlarsınız. Ticâret yolunuz da Gıfâr kabîlesinden geçmektedir. Yoksa ticâret yolunuzun kesilmesini mi istiyorsunuz?” diye çıkışınca başımdan dağıldılar.
Ertesi gün sabahleyin Mescid-i Harâm’a vardığımda yine aynı hâdise tekerrür etti. Beni öldü zannedip bıraktılar. Kalkıp Allâh Rasûlü’nün yanına vardım. Efendimiz hâlimi görünce:
“–Ben seni menetmemiş miydim?” buyurdu.
Ben:
“–Yâ Rasûlallâh! Bu gönlümün bir arzusuydu, ben de yerine getirdim.” dedim.
Bir müddet Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında kaldım. Daha sonra:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bana ne yapmamı emredersin?” dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sana emrim gelince İslâm’ı kavmine teblîğ et! Ortaya çıktığımızı haber alınca yanıma gel!”buyurdular. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 33, Menâkıb 10; Ahmed, V, 174; Hâkim, III, 382-385; İbn-i Sa’d, IV, 220-225)
Fahr-i Kâinât Efendimiz, insanları İslâm’a dâvete devâm etti. Hac mevsimlerinde, Ukâz, Mecenne, Zülmecâz gibi panayırlarda insanların toplu bulundukları yerleri devamlı dolaşır, rastladığı herkese, hür-köle, zayıf-kuvvetli, zengin-fakir demeden İslâm’ı teblîğ eder, onları Allâh’ın birliğine îmân etmeye çağırırdı.150
a
Nübüvvetin bu safhasında nâzil olan âyetler, umûmiyetle kıyâmetin dehşetinden haber vermekteydi:
إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ لَوَاقِعٌ
(7)
مَا لَهُ مِن دَافِعٍ
(8)
يَوْمَ تَمُورُ السَّمَاء مَوْرًا
(9)
وَتَسِيرُ الْجِبَالُ سَيْرًا
(10)
فَوَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ
(11)
الَّذِينَ هُمْ فِي خَوْضٍ يَلْعَبُونَ
(12)
يَوْمَ يُدَعُّونَ إِلَى نَارِ جَهَنَّمَ دَعًّا
(13)
هَذِهِ النَّارُ الَّتِي كُنتُم بِهَا تُكَذِّبُونَ
(14)
“Rabbinin azâbı muhakkak vukû bulacaktır. Ona engel olacak hiçbir şey yoktur. O gün gök sarsıldıkça sarsılır. Dağlar yürüdükçe yürür. O gün (peygamberlerini) yalanlayanların vay hâline! Onlar ki, daldıkları bâtıl içinde oyalanıp duruyorlar. O gün cehennem ateşine itilip atılırlar da: «İşte yalanlayıp durduğunuz ateş budur!» denilir.” (et-Tûr, 7-14)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamberliğini îlân etmesi ve dâvete alenen başlamasının ardından müşriklerin ve putlarının aleyhindeki âyet-i kerîmeler de nâzil olmaya başladı:
إِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللَّهِ حَصَبُ جَهَنَّمَ أَنتُمْ لَهَا وَارِدُونَ
“(Ey müşrikler!) Siz ve sizin Allâh’tan başka taptığınız şeyler, hep cehennem odunu olacaktır. Siz oraya gireceksiniz.” (el-Enbiyâ, 98)
قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمُوا إِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِّلْمُشْرِكِينَ
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin! O’ndan mağfiret dileyin! (Allâh’a)ortak koşanların vay hâline!” (Fussilet, 6)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müşriklerin tapmakta oldukları putlarını yermeye başladığı, küfür ve dalâlet üzere ölüp gitmiş olan atalarının cehennemde olduklarını söylediği zaman, Kureyş müşrikleri Peygamber Efendimiz’i red ve inkâr ettiler. O’na karşı kin ve düşmanlık beslemek husûsunda birleştiler. Ancak Ebû Tâlib, Allâh Rasûlü’nü himâye ettiği için bir şey yapamadılar.151
Ebû Cehil, Ebû Leheb, Velîd bin Muğîre, Ümeyye bin Halef, Âs bin Vâil, Nadr bin Hâris, Ukbe bin Ebî Muayt, Utbe bin Rebîa gibi azılı müşrikler, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e karşı düşmanlıkta aşırı gidip ebedî hüsrâna dûçâr olan bedbahtlardandı.
Teblîğin Ehemmiyeti ve Üslûbu
Teblîğ, İslâm dînini ve onun esaslarını anlatarak, insanların bu emirler istikâmetinde yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır. En meşhur tâbiriyle teblîğ “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker: İyi ve güzel olanı emretmek, kötü ve çirkin olan şeyden menetmek” diye bilinmektedir.
Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmelerde teblîği bütün mü’minlere bir vazîfe olarak emretmektedir:
وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
كُنتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ
“Siz, insanlığın (iyiliği) için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız…” (Âl-i İmrân, 110)
Peygamber Efendimiz de hadîs-i şerîflerinde teblîğin ehemmiyetine dâir şöyle buyurmuşlardır:
“Bizden bir şey işitip, onu aynen başkalarına ulaştıran kimsenin Allâh yüzünü ak etsin! Kendisine bilgi ulaştırılan nice kimseler vardır ki, o bilgiyi bizzat işitenden daha iyi anlar ve tatbîk eder.” (Tirmizî, İlim, 7)
“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan) kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)
“Hidâyete dâvet eden kimseye, kendisine tâbî olanların sevâbı kadar sevap verilir. Bu onların sevaplarından da bir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim, 16)
Ashâbdan Enes -radıyallâhu anh-, İslâm teblîğcilerinin âhirette nâil olacakları yüksek mertebeleri anlatan bir hadîs-i şerîfi şöyle nakleder:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün şöyle buyurdular:
“–Size birtakım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehîddirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehîdler, onların Allâh katındaki makamlarına gıpta ederler.152 Nûrdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”
Ashâb-ı kirâm:
“–Onlar kimlerdir yâ Rasûlallâh?” diye sordular.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onlar, kullarını Allâh’a, Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasîhat ederek teblîğciler olarak dolaşırlar.” buyurdu.
Ben:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” diye sordum.
Buyurdu ki:
“–İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince, Allâh -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî,Şuabu’l-Îman, I, 367)
Şâir, Hak âşığı olan bu tür teblîğcilerin hâlet-i rûhiyesini mısrâlarında şöyle dile getirmektedir:
İsterim sevsin bütün halk-ı cihân cânânımı,
Sevmeyen kalmasın âlemde hiç sultânımı.
Diğer bir şâir de bu husustaki duygularını şöyle terennüm etmektedir:
Kâşki sevdiğimi sevse bütün halk-ı cihân,
Gece-gündüz sözümüz kıssa-i cânân olsa…
Teblîğ vazîfesini hakkıyla îfâ eden kimsenin kazancı, dünyânın en kıymetli hazînelerinden daha üstün iken, bu vazîfenin ihmâli bütün bir cemiyeti helâke sürükleyecek kadar vahim netîceler doğurur.
Allâh Rasûlü’nün bu husustaki îkâzı, son derece dikkate şâyandır:
“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allâh kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabûl edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
Sahâbe-i kirâmdan Ebzâ el-Huzâî -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- minbere çıkarak bir konuşma yaptı. Müslümanlardan bâzı cemaatleri hayırla andıktan sonra şunları söyledi:
“–Bâzılarına ne oluyor ki, komşularına meseleleri anlatmıyor, bilmediklerini öğretmiyor, onları anlayışlı hâle getirmiyorlar. Onlara mârûfu emretmiyor, onları münkerden (dînin hoş görmediklerinden) sakındırmıyorlar?
Birtakım kimselere de ne oluyor ki, bilmediklerini komşularından sorup öğrenmiyor, anlayışlı olmaya çalışmıyorlar?
Allâh’a yemin ederim ki, bilgi sâhibi olanlar ya komşularına öğretir, onları anlayışlı hâle getirir, mârûfu emreder, münkerden sakındırırlar; diğer taraftan bilmeyenler de komşularından sorup öğrenir, dînî meseleleri idrâk etmeye çalışırlar ya da onları (her iki grubu da) mutlakâ dünyâda cezâlandırırım.”
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu konuşmayı yaptıktan sonra minberden inip evine gitti. Bâzıları:
“–Öyle sanıyoruz ki (Yemenli) Eş’arîleri kastetti, çünkü onlar fakîh kimselerdir, komşuları ise kaba, sert mizaçlı, su başlarında göçebe hayâtı yaşayan kimselerdir.” dediler.
Eş’arîler durumdan haberdâr olunca, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldiler ve:
“–Yâ Rasûlallâh! Sen bir kavmi hayırla, bizi ise şerle yâd etmişsin. Bizim hangi hâlimiz sebebiyle böyle oldu?” dediler.
Âlemlerin Efendisi hiçbir şey söylemedi, sâdece önceki sözlerini tekrarladı. Eş’arîler kastedilenin kendileri olup olmadığını anlayamadılar. Tam olarak öğrenmek için bunu Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e birkaç defâ daha sordular. Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- ise her defâsında aynı sözlerini tekrarlıyordu. Bunun üzerine Eş’arîler:
“–Öyleyse bize bir sene mühlet ver!” dediler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de komşularını eğitip onlara dînî meseleleri öğretmeleri için kendilerine bir sene müddet tanıdı ve sonra şu âyetleri okudu:
لُعِنَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى لِسَانِ دَاوُودَ وَعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ ذَلِكَ بِمَا عَصَوا وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
(78)
كَانُواْ لاَ يَتَنَاهَوْنَ عَن مُّنكَرٍ فَعَلُوهُ لَبِئْسَ مَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ
(79)
“İsrâîloğulları’ndan küfredenler, Dâvûd ve Meryem oğlu Îsâ diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyân etmeleri ve aşırı gitmeleri yüzündendi. Onlar, işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. And olsun yaptıkları ne kötüdür!” (el-Mâide, 78-79) (Heysemî, I, 164; Ali el-Müttakî, III, 684/8457)
Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın lutfu sâyesinde ulaştığı kalbî kıvam ve kemâl ile, beşeriyeti hidâyete erdirme iştiyâkı içinde dîn-i mübîni teblîğe devâm etmiş, kendisine tevdî edilen bu ilâhî emâneti îfâ şuuru, O’nu zirvelerin zirvesi hâline getirmiştir. Vazîfesini icrâya mânî olacak bütün dünyevî teklifleri tereddütsüz reddetmiş, Hakk’a kulluğu her şeyin üzerinde telâkkî etmiştir.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İslâm’ı herkesin idrâk seviyesine göre, muhâtabının anlayabileceği ölçüde îzâh eder, bir kişinin bile hidâyeti kendisine târifi imkânsız büyük bir sürûr verirdi. Nitekim Hayber’in fethi gibi büyük bir hâdise esnâsında bile bir köleye İslâm’ı uzun uzun anlatmaktan lezzet duymuş ve onun hidâyetine vesîle olmuştu. (İbn-i Hişâm, III, 398)
Yine on günlük meşakkatli Tâif yolculuğunda sâdece hristiyan bir köle olan Addâs’ın hidâyetine vesîle olmuştu. Bunun üzerine Tâif’te yaşadığı bütün acı hâdiseleri unutuvermişti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanların İslâm nûruyla aydınlanabilmesi için bütün gücünü sarf ediyor, teblîğ husûsunda bıkmak usanmak ve yorulmak bilmiyordu. O’nun teblîğ hassâsiyetini gösteren bir hâdiseyi sahâbeden Ebû Rifâa -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hutbe okurken yanına vardım ve:
«–Yâ Rasûlallâh! Dînini bilmeyen bir garip geldi, sorup öğrenmek istiyor.» dedim.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dönüp bana baktı. Hutbeyi kesip yanıma geldi. Hemen O’na oturması için ayakları demirden bir şey getirdiler. Üzerine oturdu ve Allâh Teâlâ’nın kendisine öğrettiği bâzı şeyleri bana anlattı. Sonra tekrar hutbesine dönerek konuşmasını tamamladı.” (Müslim, Cum’a, 60)
Ashâb-ı kirâm da, hakîkatleri teblîğ ve gördükleri yanlışları düzeltme husûsunda çok titizdiler. Onlar arasında Allâh Rasûlü’nün sünnetine aykırı hareket edenleri îkaz etme vazîfesi belirli şahıslarla sınırlı değildi. Her biri yeri ve zamânı geldikçe üzerine düşen vazîfeyi yerine getirir, ne pahasına olursa olsun doğruyu ifâdeden çekinmez, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in sünnetine muhâlif bir duruma tahammül edemezlerdi. O’nun hadîslerine îtirâz edenlere, aslâ onlarla aynı çatı altında olamayacaklarını söylerler,153 hadîs-i şerîf karşısında kendi görüşünü söyleyenlere, bundan böyle bir daha kendisiyle aynı diyarda oturamayacaklarını ifâde ederek o yeri terk ederlerdi.154
Süfyân-ı Sevrî -kuddise sirruh- teblîğin ehemmiyetine dâir şöyle buyurmuştur:
“Horasan’a gidip teblîğde bulunman; senin için Mekke’de mücâvir olmandan (orada ikâmet etmenden) daha kazançlıdır.”
Teblîğ bu kadar mühim olunca bu vazîfeyi lâyıkıyla îfâ edecek şahsiyetlerin yetiştirilmesi de buna muvâzî olarak ehemmiyet kazanmaktadır. Şu hâdise, gönül ehli bir teblîğcinin kıymetini, açık bir şekilde ifâde etmektedir:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- birgün dostlarıyla birlikte oturuyordu. Onlara (Allâh’tan) bâzı talep ve temennîlerde bulunmalarını istedi. Oradakilerden bir kısmı:
“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusu paralarım olsun da Allâh yolunda infâk edeyim!..” şeklinde niyet izhâr etti.
Bir kısmı:
“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusu altınlarım olsun da Allâh için harcayayım!..” dedi.
Bâzıları da:
“–İçinde bulunduğumuz şu hâne dolusu mücevherlere sâhip olayım da onları Allâh yolunda sarf edeyim!..” diye temennî etti.
Ancak Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Daha, daha fazlasını isteyin!” deyince onlar:
“–Allâh Teâlâ’dan daha başka ne isteyebiliriz ki?!” dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Ben, içinde bulunduğumuz şu hânenin, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Muâz bin Cebel ve Huzeyfetü’l-Yemânî gibi (müstesnâ ve seçkin, her yönden kâmil) kimseler ile dolu olmasını ve bunları Allâh’a itâat yolunda, yâni teblîğ ve ıslâh hizmetlerinde istihdâm etmeyi temennî ederim…” dedi. (Buhârî, Târîhu’s-Sağîr, I, 54)
Şefkat ve merhametin mutlak menbaı olan Yüce Rabbimiz, kullarının Hak dîne çağrılmasında tâkib edilmesi gereken en müessir üslûbu şöyle beyan buyurmaktadır:
ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ
“(Ey Rasûlüm! İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve (lüzûmu hâlinde) onlarla en güzel bir üslûpla mücâdele et…” (en-Nahl, 125)
وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِالَّذِي أُنزِلَ إِلَيْنَا وَأُنزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ
“İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak, en güzel bir yolla mücâdele edin ve deyin ki: «Bize indirilene de, size indirilene de îmân ettik. Bizim ilâhımız da, sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslîm olmuşuzdur.»” (el-Ankebût, 46)
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
(33)
وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
(34)
“Sâlih ameller işleyip de: «Ben Allâh’a teslîm olanlardanım.» diyerek insanları Allâh’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir! İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış.155 O zaman (göreceksin ki) Sen’inle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan ve sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 33-34)
قُلْ هَـذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
“De ki: İşte benim yolum budur; basîret üzere Allâh’a dâvet ediyorum. Ben ve bana uyanlar (işte böyleyiz). Ben Allâh’ı tesbîh ederim ve ben müşriklerden değilim.”(Yûsuf, 108)
Tavsiye edilen bu ilâhî üslûbun tatbîki netîcesinde târihte nice dikenleşmiş rûhlar güle dönmüş ve zindan gibi sîneler nûra gark olmuştur.
Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârûn -aleyhimesselâm-’ı Firavun gibi hakîkaten azmış ve doğru yoldan sapmış bir insana gönderirken bile, yumuşak bir üslûp kullanmalarını tavsiye etmiş ve şöyle buyurmuştur:
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
“Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, nasîhat dinler veya Allâh’tan korkar.” (Tâ-hâ, 44)
Bu âyet-i kerîmede teblîğ metodunun iki esâsı görülmektedir:
1. Hakîkati muhâtaba teblîğ ederken, onun enâniyetini tahrîk etmeden yumuşak bir üslûp kullanmak:
Nitekim Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın mûcizeleri karşısında pek çok defâ îmâna temâyül ettiyse de, Hâmân ve etrâfı ona mânî oldular. Kendisi de gurûra ve kibre kapılarak îmân etmedi.
Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’a “kavl-i leyyin, yâni yumuşak lisan” kullanmasını emir buyurarak bizlere bir teblîğ metodu tâlîm etmektedir. Buna göre önce kalbler yumuşatılacak, ondan sonra teblîğ edilecektir.156 Peygamberler ve Allâh dostlarının hayâtında hiçbir zaman münâkaşaya yer yoktur. Hâl ile teblîğ, mühim bir esastır.
Allâh Teâlâ’nın teblîğle vazîfelendirdiği peygamberler, gönül yapmaya geldiklerinden, insanlara hep gönül penceresinden bakmışlar, etraflarına dâimâ muhabbet ve şefkat tevzî ederek nicelerinin hidâyetine vesîle olmuşlardır. Eğer onlar, bu güzel ve firâsetli davranışların aksine hareket etselerdi, netîcede, arada uçurum bulunan insanlarla irtibat tamâmen kopar ve nihâyet bu gibi kimselere Hakk’ı teblîğ etme imkânı zâyî olurdu. Bu da, ilâhî murâda ters düşerdi. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kullarının, içine düştüğü bataklıktan kurtulmalarını istemektedir. Bunun için Hak Teâlâ, insanlık târihi boyunca, binlerce peygamber göndermiş ve en güzel bir üslûpla gönülleri tezkiye etmelerini onlara emir buyurmuştur. Yine aynı gâyeye mâtuf olarak insanlara lutfedilen ehlullâh da, insanların mânevî terbiyesinde bu nebevî üslûbu devâm ettirmişlerdir.
Güzel ahlâkla kabil-i telif olmayan kaba, kırıcı ve sert bir üslûb ile yapılan hizmetlerden hayır umulamaz. Bilhassa insanın rûhuna hitâb eden eğitim, irşad ve teblîğ gibi hizmetlerde, bu husus çok daha ehemmiyet arz etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede Fahr-i Kâinât Efendimiz’e ve O’nun şahsında bütün ümmete hitâben:
فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ
“(Ey Habîbim!) Allâh’tan (Sana gelen) bir rahmet sebebiyle, onlara yumuşak davrandın! Şâyet kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz onlar, etrâfından dağılıp giderlerdi…” buyrulmuştur. (Âl-i İmrân, 159)
2. Hangi durumda olduklarına bakılmaksızın, teblîğin bütün insanlara şümûllendirilmesi:
Firavun, îmân etmeye yanaşmayan bir zâlim ve bedbaht olduğu gibi aynı zamanda Mûsâ -aleyhisselâm-’ı yok etmek uğruna binlerce mâsum yavruyu katletmiş bir cânî idi. Böyle olduğu hâlde ilâhî teblîğe muhâtab oldu.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, Ebû Cehil’e defâlarca teblîğde bulunmuştur. Ebû Cehil ise, Peygamber Efendimiz’in apaçık nübüvvetini vicdânen kabûl ettiği hâlde nefsâniyetinin galebesi ve kibri sebebiyle bunu ikrâr edememiştir. Lâkin Allâh Rasûlü’nün bu üstün davranışı, Ömer bin Hattâb, Ebû Süfyân, Hind ve Vahşî gibi başlangıçta İslâm düşmanı olan nice kimselerin hidâyetine vesîle olmuştur.
İşte bu bakış açısı, gerek İslâmî hizmetlerde ve gerekse bütün beşerî münâsebetlerde muhâtapların fiilî durumları kadar, muhtemel hâllerinin de dikkate alınmasından doğan bir güzellik, yumuşaklık ve zarâfeti gerçekleştirme imkânı sağlar. Nitekim mutasavvıfların davranışlarında en olgun ve feyizli bir müessir olarak müşâhede edilen temel bakış açısı da budur.
Varlık Nûru’nun ibretlerle dolu yirmi üç senelik teblîğ hayâtını tedkîk ettiğimizde, bir teblîğcinin yolunu aydınlatan şu hususları müşâhede ederiz:
1. Allâh Rasûlü teblîğe en yakınlarından başlamıştı. Zîrâ Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ
“(Önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!)” (eş-Şuarâ, 214)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
“Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi (öyle) bir ateşten koruyun ki onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Onun başında gâyet katı ve şiddetli melekler vardır, onlar Allâh’a isyân etmezler ve emredildikleri her şeyi yaparlar.” (et-Tahrîm, 6)
2. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’a dâvette, tedrîcîliğe riâyet etmiş, basitten zora doğru kademeli olarak ilerleyen bir yol tâkib etmiştir.
Allâh Teâlâ’nın ilk emri
اقْرَأْ
“Oku!” (el-Alak, 1) âyeti idi.
Sonra Efendimiz’e risâlet vazîfesi verilmiş,
قُمْ فَأَنذِرْ
“Kalk ve îkâz et!” (el-Müddessir, 2) buyrulmuş, bundan sonra ise:
وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ
“(Önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!)” (eş-Şuarâ, 214) emr-i ilâhîsi gelmiştir.
Bunu müteâkıben vazîfenin sınırı bütün şehri ihâta edecek şekilde genişletilerek şöyle buyruldu:
وَمَا كَانَ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَى حَتَّى يَبْعَثَ فِي أُمِّهَا رَسُولًا يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا وَمَا كُنَّا مُهْلِكِي الْقُرَى إِلَّا وَأَهْلُهَا ظَالِمُونَ
“Rabbin, kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamberi memleketlerin merkezine göndermedikçe, o belde halkını helâk edici değildir. Zâten Biz ancak halkı zâlim olan memleketleri helâk etmişizdir.” (el-Kasas, 59)
Bir sonraki merhalede, çevre vilâyetleri de kapsayacak şekilde dâvetin sınırları genişledi:
وَهَـذَا كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُّصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا
“Bu Kitap (Kur’ân), kendinden önceki Kitapları tasdîk eden, şehirlerin anası (olan Mekke) halkını ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübârek bir Kitap’tır…” (el-En’âm, 92)
Nihâyetinde teblîğ vazîfesinin hudutlarının bütün insanlığı içine alacak kadar geniş olduğu îlân edildi:
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
“(Ey Muhammed!) Biz Sen’i ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Biz Sen’i bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)
Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz, muhâtapları husûsunda tedrîcîliğe riâyet ettiği gibi teblîğ edeceği ahkâmı anlatırken de aynı usûle başvurmuştur. Namaz ve orucun emredilmesi, içki ve fâizin yasaklanması gibi pek çok husus buna birer misâl teşkil eder.
Varlık Nûru, îman, ibâdet ve ahlâkıyla mükemmel bir seviyeye getirdiği ashâbını, ânî bir değişimle değil, hissedilmeyen, yavaş ve tedrîcî bir gelişimle ulvî bir seviyeye çıkarmıştır. Meselâ Muâz bin Cebel’i Yemen’e gönderirken ona yaptığı tavsiyeler bunu açıkça göstermektedir:
“Muhakkak ki sen, halkı ehl-i kitâb olan bir memlekete gidiyorsun. Onları, Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye dâvet et. Şâyet buna itaat ederlerse, Allâh’ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir. Bunu kabûl edip itaat ederlerse, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver. Buna da itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaya kalkma! Mazlûmun bedduâsını almaktan sakın, çünkü onun bedduâsı ile Allâh arasında perde yoktur.”(Buhârî, Zekât 41, 63; Müslim, Îman 29-31)
3. Allâh Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, teblîğ ve tâlîm için muhâtabının zaman, mekân ve hâlet-i rûhiye açısından en müsâit ânını kollardı.
Sahâbeden İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, insanlara perşembe günleri vaaz ederdi.
Bir kimse ona:
“–Ey Ebû Abdurrahmân! Keşke bize her gün vaaz etsen!” dedi.
İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- ona şunları söyledi:
“–Sizi usandırmamak için her gün vaaz etmiyorum. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bıkıp usanmayalım diye, dinlemeye istekli olduğumuz günleri kollardı.” (Buhârî, İlim, 11, 12)
Mekke Fethi esnâsında Abbâs -radıyallâhu anh-, müslüman olmayı kabûl eden Ebû Süfyân’ı getirdi ve Allâh Rasûlü’ne şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlallâh! Ebû Süfyân iltifâtı seven bir kimsedir. (Onun şerefleneceği) bir şey yapsanız!”
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Doğru söyledin! (Şehre girerken îlan edin:) Kim Ebû Süfyân’ın evine girerse emniyettedir, kim kapısını kapar (evinden dışarı çıkmazsa) emniyettedir.” buyurdu. (Ebû Dâvud, Harâc, 24-25/3021)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zaman zaman kendisine soru soran kimselere, bu kişilerin durumlarına göre cevap vermiş, şahsa münhasır metodlar tâkib etmiştir.
“Amellerin en fazîletlisi hangisidir?” diye soran muhtelif kimselere durumlarına göre şu farklı cevapları vermiştir:
“Amellerin en fazîletlisi, Allâh’a îman, Allâh yolunda cihâd ve hacc-ı mebrûrdur!” (Buhârî, Hacc, 4)
“Vaktinde kılınan namazdır!” (Buhârî, Mevâkît, 5)
“Zikrullâhtır!” (Muvatta’, Kur’ân, 24)
“Allâh için sevmektir!” (Ebû Dâvud, Sünnet, 2)
“Hicrettir!” (Nesâî, Bey’at, 14)
“Anne ve babaya hizmettir!” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 330)
4. Peygamber Efendimiz, her hususta kolaylaştırmayı ve müjdelemeyi hayâtının esâsı kabûl etmiş, teblîğ esnâsında da buna âzâmî derecede riâyet etmiştir.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, İlim 11, Edeb 80)
Nitekim Cenâb-ı Hak da:
يُرِيدُ اللّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلاَ يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ
“…Allâh size kolaylık diler, güçlük istemez…” (el-Bakara, 185)
وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ
“…Rahmetim her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır…” (el-A’râf, 156) buyurmaktadır.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu âyeti tefsîr sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Allâh Teâlâ varlıkları yarattığı zaman, kendi katında Arş’ın üstünde bulunan kitâbına: «Rahmetim gerçekten gazabıma gâliptir!» diye yazmıştır.” (Buhârî, Tevhîd, 15, 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, 14-16)
Ashâbdan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle bir hâdise nakleder:
Bedevînin biri, Mescid-i Nebevî’de küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen onu azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Adamı kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere bir kova su dökün. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdu. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80)
5. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- teblîği esnâsında insanları ilâhî azâb ile uyarmış, onları âhirete hazırlanmaya teşvîk etmiştir.
Âlemlerin Efendisi, dâvete ilk başladığında, Hâşimoğulları’na şöyle hitâb etmişti:
“Ben sizi «Lâ ilâhe illâllâhu vahdehû lâ şerîke leh: Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur! O birdir! O’nun, ortağı yoktur!» diyerek şehâdet getirmeye dâvet ediyorum. Ben de, O’nun kulu ve Rasûlü’yüm. Bunu böylece kabûl ve ikrâr ettiğiniz takdirde, sizin Cennet’e gireceğinize kefîl olurum.
Siz, kıyâmet günü iyi amellerinizle gelmez de dünyâyı boyunlarınıza yüklenmiş olduğunuz hâlde gelirseniz, ben sizden yüz çeviririm! O zaman siz bana: «Yâ Muhammed!» dersiniz. Ben ise şöyle derim.”
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Şöyle derim.” buyururken, yüzünü onlardan başka tarafa çevirdi ve bu hareketi iki defâ tekrarladı. (İbn-i İshâk, s. 128; Ya’kûbî, II, 27)
6. Peygamber Efendimiz teblîğ ettiği hususları, sâdece sözleriyle değil bizzat kendi hayâtında tatbîk etmek sûretiyle, hâliyle de insanlara arz ediyordu.
İslâm’ın yaşanarak teblîğ edilmesi, irşâdın en güzel şeklidir. Ashâb-ı kirâm, dünyânın en ücrâ köşelerine kadar îman sadâsını duyurmak ve insanları hidâyete kavuşturmak için kendilerini İslâm’a adamışlardır. Bugün aynı vecd ve heyecanla İslâm’ın güzelliklerini dünyâya sergilemek, en güzel bir teblîğ metodudur.
İslâm’ı yaşayarak ve anlatarak teblîğ etmek, imkân nisbetinde her mü’minin üzerine ilâhî bir vazîfedir. Günümüzde imkânların genişlemesi ve iletişim vâsıtalarının çoğalması sebebiyle, bu vazîfenin mes’ûliyeti de iyice ağırlaşmıştır. Dünyânın ücrâ bir köşesinde yaşayıp da İslâm’dan haberi olmayanlar bir tarafa, yakınımızda bulunduğu hâlde, îkaz ve irşâdında ihmâlkâr davrandığımız pek çok kimse, âhirette yakamıza yapışacak ve hesap soracaktır.
Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:
“Şunu duyardık:
Kıyâmet gününde bir adam, tanımadığı bir adamın yakasına yapışarak dâvâcı olacak. Adam:
«–Benden ne istiyorsun? Birbirimizi tanımıyoruz ki!» diyecek.
Diğeri ise:
«–Dünyâda beni hatâ ve kötü işler üzerinde görür de alıkoymaz, îkâz etmezdin.» cevâbını verecek.” (Rudânî, Cem’u’l-Fevâid, V, 384)
İslâm Teblîği ve Misyonerlik
İslâm’da teblîğ ve irşâdın gâyesi, hak dînin insanlara ulaştırılmasıdır.157 Maksat, insanların zorla ve her türlü yola başvurarak müslümanlaştırılması değildir.158
Hristiyan misyonerliği ise muhâtapların her hâlükârda hristiyanlaştırılması ve vaftiz edilmesini hedeflemektedir.159 Misyonerlerin örnek aldığı Pavlus, bir mektubunda hareket tarzını şöyle dile getirmektedir:
“Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanayım diye herkesin kölesi oldum. Yahûdîleri kazanmak için yahûdîlere yahûdî gibi davrandım. Kendim şerîata tâbî olmadığım hâlde, şeriatçıları kazanmak için onlara şerîata bağlıymışım gibi davrandım. Îsâ Mesîh’in kânunlarına bağlı olmama rağmen, kanunsuzları kazanmak için kanunsuzmuşum gibi davrandım. Zayıfları kazanmak için onlarla zayıf oldum. Ne yapıp yapıp bâzılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum.”160
Görüldüğü gibi Pavlus, gâyesine ulaşmak için, hiçbir kâide ve hudut tanımadan her türlü vâsıtayı kullanmayı meşrû görmektedir. Oysa ki İslâm’da şer’î gâyelere gayr-i meşrû vâsıtalarla gidilmesi yasaklanmıştır. Baştan beri muharref Hristiyanlık’ın benimsediği bu yanlış usûl, yâni kitlelere mesajı ulaştırmak yerine onları her ne pahasına olursa olsun hristiyanlaştırma gayreti, dînin özünün bozulup kaybolmasına, mesajın her girdiği yerde değişiklik arz ederek dînin müntesiplerinin zamanla fırkalar hâline gelmesine sebep olmuştur.
Hristiyanlaştırma çalışmalarında misyonerlerin, ictimâî ve siyâsî açıdan zor durumda olan kitlelere, fakir, mültecî, azınlık, savaş ve tabiî afet mağduru kişilere yaklaşıp, bu kişilerin içinde bulundukları maddî ve rûhî buhrânı istismâr ettikleri, onların âdeta îmanlarını satın almaya çalıştıkları görülür.
Diğer taraftan misyonerliğin, emperyalizm ile içli dışlı olduğu, gâyenin dînî olmaktan çok siyâsî olduğu bilinmektedir. Misyonerler hedef aldıkları ülkeye yerleşmek sûretiyle okullar, yabancı dil kursları ve benzeri eğitim faâliyetleri örtüsü altında insanları hristiyanlaştırmaya çalışmaktadırlar.
Pavlus’un usûlünü izleyen günümüz misyonerleri, “takıyye” yapmakta, yâni gerçek kimliklerini saklayarak muhâtabın hoşuna gidecek şekilde görünmeyi esas almaktadırlar. Meselâ hedef seçtikleri müslümanlara şirin gözükmek için, Kur’ân’dan âyetler okumak, müslüman kıyafetlerine bürünmek, “papaz”, “râhip” yerine “hoca”; “kilise” yerine “câmi” gibi İslâmî kavramları kullanmak gibi usuller tâkib etmektedirler. Yine insanları dinlerinden döndürmek ve kendilerine ısındırmak için, Hristiyanlık’tan pek çok tâviz vermeyi esas hâline getirmişlerdir.161
Misyonerlerin bu kadar hummâlı çalışmalarına karşı müslümanların da kendilerinin ve evlâtlarının terbiyesine önem vermeleri, İslâm’ı en güzel şekilde öğrenip tatbîk etmeye ve diğer insanlara ulaştırmaya çalışmaları gerekmektedir. Müslümanlar en azından, muharref dinlerini yaymak için böylesine gayret sarf eden misyonerlerden ibret almalı, hak olan İslâm dînini yaşayarak teblîğe gayret etmelidir. Zîrâ şükrünü ödememiz mümkün olmayan İslâm nîmetinin teblîğ mes’ûliyetini unutmamak îcâb eder.
Merhûm şâirimiz Mehmed Âkif, müslümanların bu husustaki zaafına işâret ederek şöyle demektedir:
Misyonerler, gece gündüz yeri devretmedeler;
Ulemâ vahy-i ilâhîyi mi bilmem, bekler?!
Ebû Leheb ile Karısının Hazret-i Peygamber’e Karşı Tavır Alışları
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hâne-i saâdetleri, iki ebediyyet fukarâsı Ebû Leheb ile Ukbe bin Ebî Muayt’ın evleri arasında idi. Bunlar, her türlü pisliği getirip Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kapısının önüne atarlardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in rakîk ve temiz gönlü, komşularının bu çirkin muâmelesinden incinir:
“–Ey Abdi Menaf Oğulları! Bu nasıl komşuluk?!” diye sitem eder, pislikleri kapısının önünden yayı ile uzaklaştırırdı. (İbn-i Sa’d, I, 201)
Ebû Leheb, birgün yine aynı menfur hareketini yapmak üzereyken Hazret-i Hamza onu gördü. Pisliği elinden alıp başının üzerine döktü. Ebû Leheb, bir taraftan pislikleri temizlerken, diğer taraftan da Hazret-i Hamza’ya hakâret ediyordu.162
Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemîl de Allâh Rasûlü’ne ezâ ve cefâ etmekte kocasından geri kalmaz, her gece dikenli ağaç dallarını büyük bir demet yapar, boynuna bağlar, geceleyin ayağına batması için Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in geçeceği yollara atardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, ipek üzerine basar gibi onların üzerine basar geçerdi.163
Onların bu zulümleri sebebiyle haklarında Tebbet Sûresi nâzil olmuştu. Ümmü Cemîl bunu duyunca, eline büyükçe bir taş alarak Peygamber Efendimiz’i aramaya çıktı. Allâh Rasûlü, o esnâda Hazret-i Ebû Bekir ile birlikte Kâbe’de bulunuyordu.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, onun geldiğini görünce Varlık Nûru’na:
“–Yâ Rasûlallâh! Bu Ümmü Cemîl’dir. Çirkef bir kadındır. Siz’i görüp eziyet etmesinden korkuyorum. Keşke bu kadın Sana bir zarar vermeden kalkıp gitmiş olsaydın!” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–O beni göremez!” buyurdu.
Hakîkaten de Ümmü Cemîl yanlarına geldiği hâlde Allâh Rasûlü’nü göremedi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın yanında bâzı hezeyanlar savurduktan sonra çekip gitti.164
a
Nübüvvetten önce Peygamber Efendimiz’in kerîmesi Hazret-i Ümmü Gülsüm, Ebû Leheb’in oğlu Uteybe ile, Hazret-i Rukıyye de diğer oğlu Utbe ile nişanlanmış olup henüz evlenmemişlerdi. Tebbet Sûresi nâzil olunca Ümmü Cemîl, oğullarına:
“–Rukıyye ve Ümmü Gülsüm dinden çıkmışlardır. Onlardan ayrılın!” dedi.
Ebû Leheb de:
“–Muhammed’in kızını boşamazsanız, başım başınıza harâm olsun!” diyerek yemin etti.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü’nün yanına gelen Uteybe:
“–Ben, Sen’in dînini tanımıyorum. Kızından da ayrıldım. Artık ne Sen bana gel ne de ben Sana gelirim!” dedikten sonra Âlemlerin Efendisi’nin gömleğini yırttı!
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uteybe’nin yapmış olduğu bu terbiyesizlik karşısında:
“–Allâh’ım! Köpeklerinden bir köpeği ona musallat et!” diyerek bedduâ etti.
Bir müddet sonra Uteybe bir ticâret kafilesiyle yola çıktı. Zerkâ diye bilinen bir yerde konakladılar. O gece bir arslan gelip çevrelerinde dolaşmaya başlayınca Uteybe:
“–Vay anam! Vallâhi Muhammed’in dediği gibi bu beni yiyecek! Kendisi Mekke’de, ben Şam’da olsam da benim kâtilim İbn-i Ebî Kebşe’dir!”165 dedi.
Arslan o gece çevrelerinde dolaştıktan sonra dönüp gitti. Arkadaşları Uteybe’yi ortalarına alıp uyudular. Arslan geri geldi. Aralarından geçti. Yavaş yavaş ve koklaya koklaya Uteybe’nin yanına kadar vardı, başını yakalayıp öyle bir ısırdı ki, Allâh düşmanı ölümle burun buruna geliverdi.
Uteybe:
“–Ben size «Muhammed, insanların en doğru sözlüsüdür.» demedim mi?” diyerek ölüp gitti.
Ebû Leheb, oğlu Uteybe’nin fecî âkıbetini haber alınca:
“–Ben size «Muhammed’in oğlum hakkındaki bedduâsından korkuyorum.» dememiş miydim?” dedi.166
Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, bu dönemde Ebû Leheb gibi daha nice müşriğin pek çok eziyetlerine mâruz kaldı. Onların hepsine sabır ve tahammülle mukâbele ederek teblîğine devâm etti.
Mekkelilerin Uzlaşma Gayretleri
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hiçbir şeye aldırmadan İslâm’ı teblîğe devâm edişi, müşrikleri çileden çıkarıyordu. Müslümanlara ateş püskürmeye başladılar. Çünkü yeni gelen dîn, menfaatlerine dokunmaktaydı. Hemen Ebû Tâlib’e koştular. Durumu anlatıp yeğenine mânî olmasını istediler. Ebû Tâlib, onları nezâketle savdı. Hazret-i Peygamber’e de hiçbir şey söylemedi.
Böylece hiçbir şeyin değişmediğini gören müşrikler, tekrar Ebû Tâlib’e geldiler ve:
“–Ey Ebû Tâlib! Artık tahammülümüz kalmadı! Biliyorsun ki kardeşinin oğlu, bizim dînimizi ve ilâhlarımızı kötülüyor. Bizi de ahmaklıkla suçluyor. Eğer yeğenini şu yaptıklarından vazgeçirmezsen, hem sana hem de O’na karşı geleceğiz. Ya O’nu bu işten vazgeçir, ya da O’nun üzerinden himâyeni kaldır! Biz O’nun hakkından geliriz…” dediler.
Ebû Tâlib, bu sözler üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e müşriklerin tavırlarını nezâketle anlattı. O’nu himâyeden vazgeçmemekle berâber müşriklere karşı koymak istemediğini de hissettirerek:
“–Beni de kendini de koru!” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok üzüldü. Çünkü amcasının sözleri, gerektiğinde kendisini korumaktan vazgeçeceği mânâsına da geliyordu. Mübârek gözleri nemlendi. Zîrâ müslümanlar henüz zayıftılar. Servet ve kuvvete râm olmuş bulunan Kureyş’in azgın müşriklerine karşı koyacak güçleri yoktu.
Bu esnâda Rasûlü’nün içine düştüğü zorluğu aşabilmesi için Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ إِلَيْهِ تَبْتِيلًا
(8)
رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَاتَّخِذْهُ وَكِيلًا
(9)
“Rabbinin ismini zikret! Her şeyi bırakıp bütün varlığınla yalnız O’na yönel! O (Allâh ki), doğunun da batının da Rabbidir. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız O’nun himâyesine sığın!” (el-Müzzemmil, 8-9)
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hüznü dağıldı. Sarsılmaz bir îman ve üstün bir şecâatle, amcası Ebû Tâlib’e şu meşhur sözlerini söyledi:
“–Ey amcacığım! Allâh’a yemin ederim ki, bu adamlar, bir elime Güneş’i, bir elime de Ay’ı koysalar, ben yine bu dâvetten vazgeçmem!”
Bu sözlerinin ardından nemli gözlerle oradan ayrıldı.
Böylesine bir cevap beklemeyen Ebû Tâlib âdeta sarsıldı. Îmân etmemişti, ama Hazret-i Peygamber’i evlâdı gibi severdi. Hem vefât etmeden az evvel oğullarını toplayıp Hazret-i Peygamber’i hangisinin himâyesine alacağını soran babası Abdülmuttalib’e:
“–Babacığım! Biliyorsun zengin değilim, fakat yumuşak kalbli ve şefkat sâhibiyim. Kardeşimin oğluna bakmayı canıma minnet bilirim. Bu hususta sana söz veririm; O’nu bana emânet et!..” diye teminat vermişti.
Bu yüzden Âlemlerin Efendisi’nin böyle mahzun bir şekilde yanından ayrılmasına Ebû Tâlib’in merhametli yüreği dayanamadı, O’nun ardından haykırdı:
“–Ey kardeşimin oğlu! Gel, istediğini söyle! Yemin ederim ki, hiçbir şey karşısında Sen’i onlara teslîm etmem!” (İbn-i Hişâm, I, 276-278; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 96-97)
Müşrikler arzularına nâil olamayınca Velîd bin Mugîre’nin oğlu Umâre’yi Ebû Tâlib’e götürdüler ve:
“–Bu Umâre, Kureyş gençlerinin en güçlü ve en yakışıklısıdır. Sen bunu al, onun aklından ve kuvvetinden istifâde et! Senin evlâdın olsun. Baba ve atalarının dînine karşı çıkan, kavmini bölen, fikirlerini hiçe sayan şu yeğenini bize teslîm et, O’nu öldürelim!” diyerek ahmakça ve rezil bir teklifte bulundular.
Ebû Tâlib:
“–Vallâhi siz bana ne kötü bir şey teklif ediyorsunuz! Siz bana oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için besleyeceğim. Ben de oğlumu size vereceğim, siz ise O’nu öldüreceksiniz öyle mi? Böyle bir şey kesinlikle olamaz!” cevâbını verdi. (İbn-i Hişâm, I, 279; İbn-i Sa’d, I, 202)
Müşrikler Ebû Tâlib’e:
“–Muhammed’e haber gönder, gelsin de O’na insaflı tekliflerde bulunalım.” dediler.
Amcası haber salınca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hemen geldi. Ahnes bin Şerîk:
“–Sen bizi ve ilâhlarımızı yermeyi bırak, biz de Sen’i ve İlâh’ını rahat bırakalım!?” dedi.
Rasûlullâh Efendimiz başını kaldırıp semâya baktı ve:
“–Şu Güneş’i görüyor musunuz?” diye sordu.
“–Evet, görüyoruz.” dediklerinde Allâh Rasûlü, İslâm dîninin yüceliğini ve istikbaldeki durumunu en güzel şekilde ortaya koyan şu derin cevâbı verdi:
“–Peki ben sizin bu Güneş’in ışıklarından istifâde etmenize mânî olabilir miyim?”
Ebû Tâlib:
“–Allâh’a yemin ederim ki, kardeşimin oğlu bize hiçbir zaman yalan söylememiştir!” dedi.
Nasipsiz müşrikler öfkeyle kalkarak Âlemlerin Efendisi’nin huzûrundan ayrıldılar. (İbn-i İshâk, s. 136; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 92; İbn-i Sa’d, I, 202-203)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre, bundan sonra Kureyş’in ileri gelenleri Kâbe’nin Hicr mevkiinde toplanarak, Peygamber Efendimiz’i görür görmez hep birden saldırıp öldüreceklerine dâir, Lât, Menât, Uzzâ, Nâile ve İsâf adlı putları üzerine yemin ettiler. Herkes kendi payına düşen kan bedelini ödeyeceğini de taahhüd etti.
Bunu haber alan kerîmesi Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, ağlayarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi. Kavminin yapmış oldukları menfur antlaşmayı babasına haber verdi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- su isteyerek abdest aldı. Sonra doğruca Mescid-i Harâm’a gitti.
Müşrikler, Peygamber Efendimiz’i gördüklerinde heyecanla:
“–İşte bu O!” dediler.
Fakat Âlemlerin Efendisini olanca heybetiyle karşılarında görünce, aldıkları karara rağmen bir anda bakışlarını yere indirdiler ve başlarını önlerine eğdiler. Hiçbiri yerinden kalkmaya cesâret edemedi. Gözlerini kaldırıp Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzüne dahî bakamadılar. Efendimiz yanlarına gelip önlerinde durdu. Sonra yerden bir avuç toprak alıp:
“–Yüzünüz kara olsun!” buyurarak onlara doğru saçtı.
O gün kendisine toprak tânesi isâbet eden müşriklerden her biri, Bedir Harbi günü kâfir olarak öldürülüp cehennem çukuru misâli bir kuyuya dolduruldu. (Ahmed, I, 303)
Bu hâdisenin ardından Ebû Tâlib, Hâşimoğulları ile Muttaliboğulları’nı çağırdı. Onlardan âile şerefi adına Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Kureyşlilere karşı muhâfaza etmelerini istedi. Ebû Leheb’in dışında hepsi kabûl ettiler.167
Ebû Tâlib’e yaptıkları mürâcaatların fayda vermediğini gören müşrikler, bu sefer doğrudan doğruya Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e giderek:
“–Sen, soyca temiz, mevkîce yükseksin! Şimdiye kadar Araplar arasında kimsenin yapmadığını yapıyor, söylemediğini söylüyorsun. Aramıza ayrılık soktun. Bizi birbirimize düşürdün. Böyle hareket etmekten maksadın nedir?
Zengin olmak için böyle yapıyorsan, sana istediğin kadar mal verelim. Kabîleler arasında Sen’den zengin kimse bulunmasın!
Reislik arzusundaysan, hemen Sen’i kendimize baş yapalım; Mekke’nin hâkimi ol!
Şâyet asil bir kadınla evlenmek fikrinde isen, sana Kureyş’in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim!
Eğer cinlerin, şeytanların şerrine uğramışsan, hekimlere götürelim. Sen’i kurtarmak için her fedâkârlığa katlanalım.
Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu dâvâdan vazgeç!” dediler
Zavallı müşrikler, insanın en büyük handikapları olan mal-mülk, mevkî ve kadın ile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i dâvâsından vazgeçireceklerini zannediyorlardı.
Onlar, her zaman adam avlama vâsıtası olarak kullandıkları bu üç teklife, Peygamber Efendimiz’in de “hayır” diyemeyeceğini düşünüyorlardı.
Servet, şöhret ve şehvet, ekseriyetle insanoğlunun irâdesini eriten üç büyük nefsânî tuzaktır. Fakat müşrikler, Allâh Rasûlü’nün nûrlu hayâtında bu ve benzeri süflîliklerin hiçbir zaman yeri olmadığını nasıl da kavrayamıyorlardı?..
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gâyet açık ve net olan cevâbı da bu hakîkati haykırıyordu:
“–Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat ve ne de reislik! Benim tek istediğim şudur: Putlara tapmaktan vazgeçiniz, yalnız bir olan Allâh’a ibâdet ediniz!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 99-100)
Müşrikler ise, nefislerine râm oldukları için O’nun ulvî dâvâsını bir türlü idrâk edemiyorlar, kendisinden putlara tapmasını bile isteyecek kadar ileri gidiyorlardı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi, onlara kendisini şu şekilde takdîm ediyordu:
قَدْ كَانَتْ آيَاتِي تُتْلَى عَلَيْكُمْ فَكُنتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ تَنكِصُونَ
“De ki: Bana Rabbimden apaçık deliller geldiği zaman, ben o sizin Allâh’ı bırakıp taptıklarınıza ibâdet etmekten kesinlikle menedildim ve ben, Âlemlerin Rabbine teslîm olmakla emrolundum.” (el-Mü’min, 66)
قُلْ إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللّهَ وَلا أُشْرِكَ بِهِ إِلَيْهِ أَدْعُو وَإِلَيْهِ مَآب
“…De ki: Ben ancak Allâh’a kulluk etmekle ve O’na aslâ ortak koşmamakla emrolundum. Ben yalnız O’na çağırıyorum ve dönüşüm O’nadır.” (er-Ra’d, 36)
إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ رَبَّ هَذِهِ الْبَلْدَةِ الَّذِي حَرَّمَهَا وَلَهُ كُلُّ شَيْءٍ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
(91)
وَأَنْ أَتْلُوَ الْقُرْآنَ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَقُلْ إِنَّمَا أَنَا مِنَ الْمُنذِرِينَ
(92)
“Ben ancak bu şehrin (Mekke’nin) Rabbine -ki O burayı dokunulmaz kılmıştır- kulluk etmekle emrolundum. Her şey de zâten O’na âittir. Bana müslüman olmam ve Kur’ân okumam emredildi.
Artık kim doğru yola gelirse, yalnız kendisi için gelmiş olur; kim de saparsa, de ki: Ben sâdece îkâz edenlerdenim!” (en-Neml, 91-92)
قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي رَبِّي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ دِينًا قِيَمًا مِّلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
(161)
قُلْ إِنَّ صَلاَتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(162)
لاَ شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَاْ أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ
(163)
قُلْ أَغَيْرَ اللّهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلاَ تَكْسِبُ كُلُّ نَفْس
(164)
“De ki: Şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dîne, Allâh’ı tevhîd eden İbrâhîm’in dînine hidâyet etti. O, aslâ müşriklerden değildi.
De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayâtım ve ölümüm hepsi Âlemlerin Rabbi olan Allâh içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana sâdece bu emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim.
De ki: Allâh her şeyin Rabbi iken, ben O’ndan başka Rab mı arayacağım?..” (el-En’âm, 161-164)
قُلْ هَـذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ
“De ki: Benim yolum (işte) budur! Ben basîret üzere Allâh’a çağırıyorum…” (Yûsuf, 108)
قُلْ مَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُتَكَلِّفِينَ
“De ki: Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğinden bir şey iddiâ eden ve olduğundan başka görünen kimselerden de değilim.” (Sâd, 86)
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu kat’î tavırları karşısında müşrikler, hiç olmazsa putlarının kötülenmesi meselesine çözüm getirmek istediler. Hazret-i Peygamber’den, putlarını zemmetmekten vazgeçmesini taleb ettiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
فَلَا تُطِعِ الْمُكَذِّبِينَ
(8)
وَدُّوا لَوْ تُدْهِنُ فَيُدْهِنُونَ
(9)
“(Hakîkati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, Sen yumuşak davranasın, onlar da Sana yumuşak davransınlar.” (el-Kalem, 8-9)
Yâni İslâm hakîkatini kabullenemeyen müşrikler, menfaatleriyle çatışan âyetleri terk etmesi şartıyla, Peygamber Efendimiz’le bir uzlaşma zemininde buluşabileceklerini ve bu takdirde kendisiyle gâyet güzel geçinebileceklerini ifâde ediyorlardı. Fakat âyet-i kerîmelerdeki hüküm gâyet açıktı:
إِذاً لَّأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لاَ تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرً
“(Eğer böyle yapsaydın) o zaman hiç şüphesiz (Biz de), Sana hayâtın ve ölümün sıkıntılarını (bunaltan azâbını) kat kat tattırırdık. Sonra Biz’e karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (el-İsrâ, 75)
Yâni tevhîdden tâviz vermek, bu zor zamanlarda bile yasaklanmıştır. Çünkü bu, dînin daha tam kurulmadan tahrîbe uğraması demek olurdu ki, müşriklerin çirkin emelleri de zâten buydu. Fakat istediklerine nâil olamadıkça taleplerini câhilâne bir şekilde sıklaştırıp büyütüyorlar, putlarının durumlarını kurtarmaya çalışıyorlardı. Bunun için şu gülünç teklifi yapacak kadar ileri gittiler:
“–Sen bizim putlarımıza tap; biz de Sen’in Allâh’ına ibâdet edelim. Böylece aramızdaki ihtilâf kalkar!” dediler.
İslâm’ın rûh ve mantığına tamâmen zıt olan bu teklife de Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle cevap verdi:
قُلْ يَا أَيُّهَا الْكَافِرُونَ
(1)
لَا أَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ
(2)
وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ
(3)
وَلَا أَنَا عَابِدٌ مَّا عَبَدتُّمْ
(4)
وَلَا أَنتُمْ عَابِدُونَ مَا أَعْبُدُ
(5)
لَكُمْ دِينُكُمْ وَلِيَ دِينِ
(6)
“De ki: «Ey (câhil ve ahmak) kâfirler! Ben sizin tapmakta olduğunuza tapmam! Benim taptığıma da sizler tapmazsınız! Ben sizin taptığınıza tapacak değilim! Evet, siz de benim taptığıma tapıyor değilsiniz! Sizin dîniniz size, benim dînim banadır!»” (el-Kâfirûn, 1-6)168
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce dâvetine başlangıçta fakir, köle ve zayıf kimseler îmân ettiler. Bununla birlikte Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gibi, zenginlerden îmân edenler olmuşsa da bunların sayıları pek azdı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, müşrikler tarafından uzlaşmak için yapılan mal, makam gibi her türlü teklifi reddetmesi, O’nun, -bâzılarının iddiâlarının zıddına-, zenginlik veya liderlik elde etmek niyetinde olmadığını apaçık bir sûrette ortaya koymaktadır. Zîrâ Âlemlerin Efendisi’nin günlük hayâtı, elinde her türlü imkân bulunduğu zamanlarda bile, fakirlerin hâlinden farksızdı. Şüphesiz bu durum, O’nun zühd, tevâzû ve kanaat gibi nebevî ahlâkının bir tezâhürüydü.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isteseydi Kureyşlilerin başkanlık veya hükümdarlık teklifini kabûl ederek bu imkân ve kuvveti ileride İslâm’ın teblîği için bir vâsıta olarak kullanabilirdi. Lâkin Varlık Nûru Efendimiz, böyle bir siyâsete girmeye ve bunu dâvâsına âlet etmeye aslâ râzı olmadı. Çünkü İslâm, her türlü gâye ve vâsıtayı kullanma husûsunda, dînin haysiyet ve şerefine sadâkat kâidesini dâimâ muhâfaza etmiştir. Bu sebeple müslümanlar, birçok durumda fedakârlık ve cihâda mecbur kalırlar. Çünkü tâkib ettikleri yol, kendisinde hiçbir eğrilik bulunmayan sırât-ı müstakîmdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Îcâzı ve Dinleyenler Üzerindeki Tesiri
Îcâz, lügatte bir kimseyi âciz bırakmak veya fersah fersah aşmak mânâsına gelir. Istılâhî mânâda ise Kur’ân-ı Kerîm’in, makamların en yücesinden sâdır olması sebebiyle, ister belâgati yönünden, ister teşrîî değerleri bakımından, isterse de gaybî haberleri cihetinden, onun bir benzerini getirmekten bütün beşeriyetin âciz bulunmasını ifâde eder.
Allâh Teâlâ beşeriyete lutfettiği son Kitâb’ını en mükemmel bir sûrette ve Arap lisânı ile inzâl buyurmayı murâd ettiğinden, bu dili konuşan insanlara Kur’ân’ın nüzûlünden asırlar evvel başlamak üzere bir talâkat (konuşma güzelliği), belâgat (söz güzelliği) ve edebiyat temâyülü vermiştir. Araplar, çeşitli yarışmalarla bu sahada faâliyet gösterirken, dillerinin daha da inkişâf etmesini sağlamışlar ve netîcede bu lisân, ilâhî kelâmı ifâdeye medâr olacak bir zenginlik ve mükemmellik kazanmıştır.
Asırlarca devâm eden bu faâliyet sonunda, Araplar arasında îcâzkâr söz söylemek en makbûl bir meslek hâline geldi. Şâirler ve hatipler, toplumda gıpta edilen göz kamaştırıcı bir mevkîye yükseldiler. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sâdır olan mûcizelerin en büyüğü, sözlerin zirvesi olan kelâm-ı ilâhî, yâni Kur’ân-ı Kerîm oldu.
İnsanı diğer canlılardan ayıran en mühim vasıflar, akıl, idrâk, iz’ân ve beyân olduğu için en son ve en mütekâmil kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’in îcâzı da akıl, beyan ve ilim sahasında tahakkuk etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
الرَّحْمَنُ
(1)
عَلَّمَ الْقُرْآنَ
(2)
خَلَقَ الْإِنسَانَ
(3)
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(4)
“Rahmân, Kur’ân’ı tâlim buyurdu. İnsanı yarattı, ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 1-4)
Kur’ân-ı Kerîm’in kâbına varılmaz îcâzı hakkında lisân âlimleri sayısız eserler telif etmiş ve bunlarda çok dakîk fikirler ortaya koymuşlardır. Biz burada, bunlardan cüz’î bir hulâsa arz etmek istiyoruz.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğini îlân edince kâfirler:
وَقَالُوا لَوْلَا أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَاتٌ مِّن رَّبِّهِ
“Rabbi’nin katından O’na birtakım mûcizeler indirilmeli değil miydi?..” diyerek îtirâz ettiler.
Allâh Teâlâ onlara şöyle cevap verdi:
قُلْ إِنَّمَا الْآيَاتُ عِندَ اللَّهِ وَإِنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُّبِينٌ
(50)
أَوَلَمْ يَكْفِهِمْ أَنَّا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلَى عَلَيْهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرَى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
(51)
“…Onlara: «Mûcizeler ancak Allâh’ın katındadır. Ben ise sâdece apaçık bir uyarıcıyım.» de! Kendilerine okunan bir Kitâb’ı Sana indirmemiz onlara (mûcize olarak)yetmiyor mu? Şüphesiz onda îmân eden bir toplum için rahmet ve nasîhat vardır.” (el-Ankebût, 50-51)
Kur’ân’ın îcâzı; belâgat ve üslûbu, muhtevâsının zenginliği, ihtivâ ettiği esasların insanlığı tatmîn etmesi, gaybî haberler vermesi, dâimâ geçerliliğini muhâfaza etmesi, teşrî sahasındaki üstünlüğü gibi pek çok hususta zâhir olmuştur.
Kur’ân’ın mûcize oluşunun en mühim yönünü belâgati ve üslûbu teşkil eder. Belâgat; muhtevâya, maksada, mevzûya ve muhâtaba göre, yâni hâlin gerektirdiği şekilde en uygun sözü söylemektir. Kur’ân-ı Kerîm, ele aldığı bütün hususlarda bunu en güzel bir tarzda gerçekleştirmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm, fesâhat bakımından da şâheserdir. Seçtiği kelimelerde, kurduğu cümlelerde ve bunların ifâde ettiği mânâlarda, en ufak bir eksiklik bulmak mümkün değildir.
Kur’ân’da mânâ gibi diksiyon169 da Cenâb-ı Hakk’a âittir. Onu hadîs-i kudsîden ayıran en esaslı fark budur. Bundan dolayıdır ki Kur’ân metnine âit bir kelimeyi, yine Arapça olan bir başka kelimeyle değiştirmek; kasıtlı olarak yapılırsa kişiyi küfre götürür, hatâ olarak yapılırsa, mânânın belli derecede değişmesi sebebiyle çoğu kere ibâdeti bâtıl kılar. Böyle kasıtlı olmayan yanlış telâffuz veya kelime değişikliklerinin şer’î netîceleri hakkında âlimler fıkıh kitaplarında “zelletü’l-kârî” başlığı altında pek çok hükümler beyân etmişlerdir.
Hâl böyleyken, Kur’ân’ın herhangi bir kimsenin anlayışı seviyesinde ortaya çıkarılmış olan bir tercümesi ile ibâdetin câiz olacağı yönündeki safsatalar, ne hazîn bir îmânî sefâlettir.
Kur’ân üslûbunda mânâ ve lâfız dengesi vardır. O, anlatmak istediği her mânâyı, en güzel ve güçlü bir şekilde ifâde edebilecek lâfzı, değiştirilemeyecek bir kudretle kullanır. Böylece lâfız ve mânâ arasındaki dengeyi, “kelâm” sıfatının mutlak sâhibine has tarzıyla tesis eder. Bu meselede, en güçlü edebiyatçılar bile sonsuz bir acziyet içindedirler.
Bu hususta İbn-i Atiyye -rahmetullâhi aleyh- şöyle demiştir:
“Kur’ân öyle bir kitaptır ki, ondan bir kelime çıkarılsa, onun yerine ikâme için bütün Arap lisânı altüst edilse, ondan daha münâsip bir başka kelime bulmak mümkün değildir.”170
Kur’ân-ı Kerîm, kıssa, mev’ıza, cedel, münâzara, târih, teşrî, âhiret, cennet ve cehennem gibi mevzûları, korkutucu ve müjdeleyici âyetleri, mânâlarının şiddetine göre ayrı ayrı üslûp bütünlüğü içinde, fesâhat ve belâgati aynı âhenkte muhâfaza ederek ifâde eder. Bu da, onun ilâhî bir kelâm olmasının muktezâsıdır.
Kur’ân-ı Kerîm aynı anda, değişik zaman ve mekânlarda yaşayan, ilmî seviyeleri birbirinden çok farklı olan bütün insanlara hitâb eder. Değişik seviyeden pek çok kimsenin bulunduğu bir mecliste Kur’ân âyetleri okunduğunda, orada bulunanların her biri, kendi idrâk seviyelerine göre farklı şeyler kavrar. Bu da, yine beşerin tâkat ve gücünün üzerinde bir keyfiyettir.
Velhasıl her peygamberin mûcizesi kendi devrine âittir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise bütün beşeriyete peygamber olarak gönderildiği için O’nun en büyük mûcizesi olan Kur’ân-ı Kerîm, bütün zaman ve mekânları şümûlüne alarak kıyâmete kadar devâm edecektir.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Cenâb-ı Hakk’ın varlık ve kudretini istidlâle medâr olmak üzere, çoğu kere fennî hakîkatlere de temâs edilmiş bulunmaktadır. Bin dört yüz yıldan beri fen sahasında vâkî olan baş döndürücü terakkî ve keşiflerin, O’nun hiçbir hükmünü tekzîb edemeyip, aksine dâimâ te’yîd edegelmiş olması da O’nun mûcizeliğini ortaya koymaktadır.
Bugün dünyâ milletleri en mâhir âlimlerini toplayarak birer ansiklopedi vücûda getirirler ve bununla birbirlerine karşı övünürler. İngilizlerin Britannica’sı, Fransızların Larousse’u bu cümledendir. Lâkin bu milletler her yıl ansiklopedilerini tashih veya ikmâl ihtiyâcıyla yeni ve ilâve bir cilt çıkarırlar. Bunda, geçen zaman zarfında yapılan araştırmalar netîcesinde ortaya çıkan yeni bilgiler sebebiyle birtakım eski beyânlar tashih edilir veya onlara ilâvelerde bulunulur. Fennî keşiflerin akıl almaz bir seviyeye ulaştığı zamânımızda dahî, en seçkin âlimlerden müteşekkil ilim heyetlerinin vücûda getirdiği bu meşhur ansiklopediler bile, seneden seneye tekzîbe uğrayıp tashih ihtiyâcı duyarken, Kur’ân’ın temâs ettiği sayısız fennî hakîkatler üzerinde asırlar boyunca böyle bir tashih ihtiyâcının hiç vâkî olmaması, onun ilâhî bir menşei bulunduğuna, yâni Allâh kelâmı olduğuna dâir en büyük delillerden biridir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kur’ân’ın mûcize oluşunu ve bu husûsiyetinin ebediyyen devâm edeceğini bildirdiği bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmaktadır:
“Kur’ân-ı Kerîm, vukû bulacak her türlü fitneye karşı insanı selâmete erdiren, önceki toplumların haberlerini, sonrakilerin ahvâlini, insanlar arasında meydana gelecek hâdiselerin hükümlerini ihtivâ eden, hak ile bâtılı tefrîk eden, mâlâyânî olmayan, kendisini terk eden azgını Cenâb-ı Hakk’ın helâk ettiği, onun dışında hidâyet arayanı Allâh’ın dalâlete düşürdüğü, Hak Teâlâ’nın sapasağlam ipi, zikr-i hakîmi ve sırât-ı müstakîmi olan, kendisine bağlananların hiçbir zaman dalâlete düşmediği, onu söyleyen dillerin yanılmadığı, âlimlerin kendisine doyamadığı, çok tekrardan dolayı tâzeliğini aslâ kaybetmeyen, insanları şaşırtan mûcizevî husûsiyetleri aslâ nihâyete ermeyen, cinlerin onu dinledikleri zaman:
إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا
«…Gerçekten biz, hayranlık veren bir Kur’ân dinledik.» (el-Cin, 1) demekten kendilerini alamadıkları, kendisiyle konuşanların doğru söylediği, onunla hüküm verenlerin isâbet ederek âdil davrandığı, onu tatbîk edenlerin ecir gördüğü, ona çağıranın sırât-ı müstakîmi bulduğu ilâhî bir kelâmdır.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 14; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1)
Kur’ân-ı Kerîm her yönüyle büyük bir mûcizedir. İşte bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm, o günkü fesâhat ve belâgatte zirveye ulaşmış bulunan Araplar’dan ve kıyâmete kadar gelecek olan ins ü cinden, kendisinin benzeri bir söz ortaya koymalarını isteyerek asırlardan beri meydan okumaktadır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de ilk olarak Tûr Sûresi’nin 34. âyet-i kerîmesinde:
فَلْيَأْتُوا بِحَدِيثٍ مِّثْلِهِ إِن كَانُوا صَادِقِينَ
“(Müşrikler, Kur’ân’ın Allâh kelâmı olmadığı iddiâlarında) sâdık (ve samîmî) iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler!” buyrulmuştur.
Müşrikler, bu ilâhî hitap karşısında âciz kalınca, Cenâb-ı Hak, onların bu husustaki mutlak acziyetlerini daha bâriz bir şekilde ifâde etmek üzere şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُواْ بِعَشْرِ سُوَرٍ مِّثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُواْ مَنِ اسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ اللّهِ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
“Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de onun benzeri, uydurulmuş on sûre getirin! Eğer sâdık (ve samîmî) iseniz, Allâh’tan başka çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın!” (Hûd, 13)
وَإِن كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِ وَادْعُواْ شُهَدَاءكُم مِّن دُونِ اللّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
“Kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’dan şüphe ediyorsanız, haydi siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin; eğer doğru sözlü iseniz, Allâh’tan başka, güvendiklerinizi de yardıma çağırın.” (el-Bakara, 23)171
قُل لَّئِنِ اجْتَمَعَتِ الإِنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَن يَأْتُواْ بِمِثْلِ هَـذَا الْقُرْآنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا
إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ يُؤْثَرُ
“…Bu ancak nakledilegelen bir sihirdir.” (el-Müddessir, 24),
سِحْرٌ مُّسْتَمِرٌّ
“…Süregelen bir sihirdir.” (el-Kamer, 2),
إِنْ هَذَا إِلَّا إِفْكٌ افْتَرَاهُ
“…Bu ancak, bizzat kendisinin uydurduğu bir yalandır…” (el-Furkan, 4),
إِنْ هَذَا إِلاَّ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِي
“…Bu ancak öncekilerin masallarıdır.” (el-En’am, 25) gibi hakîkati olmayan, ayrıca kendi kararsızlık ve tutarsızlıklarını da gösteren birtakım mânâsız iddiâlarla meşgul oldular.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir sûresinin benzerini meydana getirmek husûsunda bütün düşmanlarına karşı vâkî olan bu meydan okuma, zamânımıza kadar bütün münkirlerin hüsran ve aczi ile netîcelenmiştir. Kıyâmete kadar da böyle olmaya devâm edecektir.
Hristiyanlar, Araplara Arapça öğretecek derecede ilim ve fesâhat sâhibi papazlar yetiştirmişlerdir. Fakat onların hiçbiri, bu Kur’ânî iddiâya karşı herhangi bir teşebbüste bulunma cür’etini gösterememiştir. Asırlardan beri İslâm’ın nûrunu söndürmek için canlarıyla ve mallarıyla gayret gösterip büyük meşakkatlere katlanan küfür ve ilhâd âleminin, onca zahmet ve meşakkat yerine -mümkün olsa- bu yola başvurmaları gerekmez miydi? Şu târihî gerçek bile, bu Kur’ânî meydan okumanın azametini ve O’nun karşısındaki düşman güçlerin acziyetini, red ve inkâra imkân vermeyecek bir sûrette ve açıkça göstermekte değil midir?
Bu hususta bir odaya kapanıp aylarca çalışan çok meşhur ve mâhir edipler çıkmış, ancak beyinlerini eritircesine gayret etmelerine rağmen bir âyet bile yazamamışlardır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in sûrelerine nazîre yazmak isteyen Müseylemetü’l-Kezzâb ve benzerleri, yaptıklarıyla fevkalâde gülünç bir duruma düşmüşler; yazdıkları da komediden öteye geçemeyerek, ancak hamâkatlerini ortaya koymuştur. Çünkü Kur’ân, sâdece fesâhat ve belâgat mûcizesi değil, aynı zamanda bütün asırları, içlerindeki hakîkatleriyle birlikte kuşatan bir mûcizeler kitâbıdır. Böyle olunca, ne zaman ve nerede öleceğinden bile haberi olmayan, âciz bir beşerin, elbette ki eşsiz ve ulvî hakîkatler ihtivâ eden mûcizelerle dolu bir âyet ortaya koyması imkânsızdır. Nitekim beşerî müdâhaleyle yazılan bugünkü Tevrât ve İncîller’in hâli ortadadır. Her iki kitap da aslından uzaklaşmış, âdeta birer tezatlar kumkuması hâline gelmiştir.
Kur’ân’ın, günümüze kadar tesirinden hiçbir şey kaybetmeden gelen beyan mûcizesi bir kitap olduğunun en büyük ve inkâr edilemez delîli, tecrübe ve müşâhededir. İlk nâzil olmaya başladığı günden zamânımıza kadar on beş asırdır Kur’ân’a muârazada bulunup da gâlip çıkan olmamıştır. Tecrübe etmek isteyenler de bütün insanlığın huzûrunda rezil olarak kıyâmete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir ar yüklenmişlerdir.172
a
Kur’ân-ı Kerîm, ne şiirdir ne de nesirdir. Bilâkis, hem şiirin hem de nesrin husûsiyetlerini cemeden bir üslûbu ve bu üslûba hâkim müthiş bir âhengi ve iç mûsikîsi vardır. İnsan ne zaman Kur’ân okusa, bu iç mûsikînin tesirini rûhunun tâ derinliklerinde hisseder.
Kur’ân’ın metninde en ufak bir takdîm-te’hîr veya herhangi bir değişiklik yapmak, âhengi ve mânâyı derhâl bozar.
Kur’ân-ı Kerîm, bu husûsiyeti ile insanların gönüllerinde fevkalâde güçlü bir tesir uyandırmış, Araplar, onu Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in fem-i saâdetlerinden dinleyerek fevc fevc îmâna gelmişlerdir. Bütün müşrikler, bir benzerini ortaya koyamamaları sebebiyle Kur’ân’ın fesâhat ve belâgatini vicdânen kabûl etmişlerdir. Onlar Kur’ân’ı, sâdece dünyâlık menfaatlerine uymadığı ve bir yetîme tâbî olmak nefsâniyetlerine ağır geldiği için reddetmişlerdir.
İbn-i Abbâs’tan rivâyet edildiğine göre, müşriklerin dâhîlerinden Velîd bin Muğîre, birgün Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanına gidip kendisine Kur’ân okumasını taleb etmişti. Allâh Rasûlü ona:
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Muhakkak ki Allâh size adâleti, ihsânı, akrabâya yardımı emreder; fuhşiyattan, fenâlıklardan ve zulüm yapmaktan sizi nehyeder. Dinleyip tutasınız diye size öğüt verir.” (en-Nahl, 90) âyetini tilâvet etti.
Velîd:
“–Bunu bana bir daha oku!” dedi.
Peygamberimiz âyeti tekrar okuyunca, Velîd:
“–Vallâhi, bu sözde öyle bir tatlılık, öylesine bir güzellik ve parlaklık var ki, dalları bol yemişli, kökü sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. Bunu bir insanın söylemesi mümkün değildir. Hiç şüphesiz bu söz her şeye üstün gelir. Ona ise hiçbir şey gâlip gelemez, muhâliflerini mutlakâ mağlûb eder.” demekten kendini alamadı.
Hayretler içinde kalan Velîd, kalkıp Hazret-i Ebû Bekr’in evine gitti ve ona Kur’ân-ı Kerîm hakkında birtakım sorular sordu. Sonra Kureyşlilerin yanına giderek:
“–Ebû Kebşe’nin oğlunun söylediği şeyler, doğrusu hayrete şâyandır! Vallâhi o ne şiir ne sihir ne de bir deli saçmasıdır! O’nun söylediği, hiç şüphesiz Allâh kelâmıdır.” dedi.
Onun bu sözleri Ebû Cehil’e ulaşınca:
“–Vallâhi Velîd dîninden dönecek olursa bütün Kureyş de dîninden döner.” dedi ve hemen yanına giderek:
“–Ey amca! Kavmin sana vermek üzere mal topluyorlar. Muhammed’e gitmiş ve ondan bir şeyler istemişsin.” dedi.
Velîd:
“–Kureyş beni iyi bilir, onların en zengini benim.” dedi.
Ebû Cehil:
“–O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki, senin O’nu inkâr ettiğini ve O’ndan hoşlanmadığını kavmin bilsin.” dedi.
Velîd:
“–Ne söyleyeyim? Vallâhi, içinizde şiiri, recezi173 ve kasîdeyi benden daha iyi bilen kimse yoktur. O’nun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallâhi, Muhammed’den az önce öyle bir söz dinledim ki, ne insan sözü ne de cin sözüne benziyordu. Onun muhteşem bir tatlılığı ve hoşluğu var.” dedi.
Ebû Cehil ısrâr ederek:
“–Kavmin, O’nun aleyhinde bir şey söylemediğin müddetçe senden râzı olmayacaktır.” dedi.
O da:
“–Bırak beni, biraz düşüneyim.” dedi.
Sonra da:
“–Bu nakledilen bir sihirdir.” hezeyânında bulundu. (Hâkim, II, 550/3872; Taberî, Tefsîr, XXIX, 195-196; Vâhidî, s. 468)
Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün canlılığı ile şöyle tasvîr edilir:
إِنَّهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ
(18)
فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ
(19)
ثُمَّ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ
(20)
ثُمَّ نَظَرَ
(21)
ثُمَّ عَبَسَ وَبَسَرَ
(22)
ثُمَّ أَدْبَرَ وَاسْتَكْبَرَ
(23)
فَقَالَ إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ يُؤْثَرُ
(24)
إِنْ هَذَا إِلَّا قَوْلُ الْبَشَرِ
(25)
“Muhakkak ki o, bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl ölçtü biçti!.. Sonra baktı, sonra surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayıp: «Bu (Kur’ân), başka değil, nakledilegelen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir!» dedi.” (el-Müddessir, 18-25)
Halkı Kur’ân’ı dinlemekten alıkoyan azılı müşriklerden Ebû Süfyân, Ebû Cehil ve Ahnes bin Şerîk, geceleyin Kâbe’de Kur’ân okuyan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i üç gece birbirlerinden habersiz, gizlice, zevk-i bediî îcâbı olarak dinlemişler, tesâdüfen karşılaştıklarında da kendilerini ayıplamış ve birbirlerine:
“–Aman kimse fark etmesin!.. Halk bizim bu hâlimizden haberdâr olursa, son derece rezil oluruz. Bundan sonra da hiç kimseye Kur’ân’ı dinlememeleri husûsunda söz geçiremeyiz!..” diyerek yaptıklarını kınadıktan sonra, bir daha böyle bir davranışta bulunmayacaklarına dâir aralarında ahitleştiler. (İbn-i Hişâm, I, 337-338)
Birçok insan, Kur’ân’ın özünde mevcut olan bu tesir sâyesinde müslüman olmuştur. Bunlar arasında, Hazret-i Ömer’in, eniştesinin kapısına vardığında bütün öfkeli hâline rağmen Kur’ân kıraatini işitmekle kalbinin nasıl yumuşayıp düşüncelerinin altüst olduğu, çok bilinen bir gerçektir. Üstelik Hazret-i Ömer, mizâcının sertliği ile bilinen bir kimse idi.
Kur’ân-ı Kerîm’in tesirinde kalarak İslâm’la şereflenenlerden bir diğeri de Cübeyr bin Mut’im -radıyallâhu anh-’tır. O da Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den Tûr Sûresi’ni dinleyince kalbi ürpermiş ve hissiyâtını:
“–Sanki kalbim çatlayacak sandım.” şeklinde ifâde etmiştir. (Ahmed, IV, 83, 85)
Kendisi hâdiseyi şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, akşam namazında Tûr Sûresi’ni tilâvet ederken dinlemiştim.
أَمْ خُلِقُوا مِنْ غَيْرِ شَيْءٍ أَمْ هُمُ الْخَالِقُونَ
(35)
أَمْ خَلَقُوا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بَل لَّا يُوقِنُونَ
(36)
أَمْ عِندَهُمْ خَزَائِنُ رَبِّكَ أَمْ هُمُ الْمُصَيْطِرُونَ
(37)
«Onlar, bir yaratan olmaksızın mı yaratıldılar, yoksa yaratanlar kendileri midir? Yoksa gökleri ve yeri kendileri mi yarattılar? Hayır, onlar Allâh’a kesin olarak inanmıyorlar. Yâhut Rabbinin hazîneleri onların yanında mıdır? Yoksa her şeye hâkim olan kendileri midir?» (et-Tûr, 35-37) âyetine geldiğinde kalbim heyecandan neredeyse uçacak gibi oldu.” (Buhârî, Tefsîr, 52)
Risâlet-i Muhammediyye’nin ilk zamanlarında, şiiri yarışmalarda birinci seçilerek Kâbe’nin duvarına asılmış olan İmriü’l-Kays’ın, kız kardeşi hayattaydı. Kendisine Kur’ân-ı Kerîm’den birkaç âyet okudular. Fesâhat ve belâgatin ne demek olduğunu gâyet iyi bilen bu kadın Kur’ân âyetlerini işitince:
“–Bu bir insanın sözü olamaz. Eğer yeryüzünde böyle bir söz var ise, kardeşimin şiirinin Kâbe’nin duvarında asılı durması münâsip değildir. Onu indirip yerine bu sözü asmak lâzımdır.” demek mecbûriyetinde kaldı ve kardeşinin kasîdesini kendi elleriyle Kâbe duvarından indirdi. Seviye olarak onun altında bulunan diğer Muallakât’a hiçbir diyecek kalmadığından onlar da birer birer indirildi.174
Akl-ı selîm sâhibi bir insanın Kur’ân’ı sâdece dinlemesi bile onun Hak kelâmı olduğunu anlamasına kâfîdir. Bu sebeple Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Kur’ân-ı Kerîm’i bizzat insanlara işittirmekle vazîfelendirilmişti.
Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
وَإِنْ أَحَدٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ اسْتَجَارَكَ فَأَجِرْهُ حَتَّى يَسْمَعَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ أَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُ
“Eğer müşriklerden biri Sen’den eman dilerse, onu himâye et. Tâ ki Allâh’ın kelâmını işitebilsin (düşünüp taşınsın, hakîkatlere muttalî olsun). Sonra onu emîn olduğu yere ulaştır…” (et-Tevbe, 6)
Demek ki Kelâmullâh sadâsının kulaklara ulaşması, îman nûrunun kalbe yerleşmesine vesîle olmaktadır.
Kur’ân sadâsındaki rûhları cezbeden âhenk ve mûsikî de, ondaki ses nizâmından, yâni kelimelerin, harflerin, sükûn ve harekelerin, uzun ve kısa hecelerin en uygun bir tarzda dizilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Ekseriyâ bir sesten diğerine geçişte oluşan müstesnâ âhengiyle kalbleri tahrîk eder. Mânâsını anlamayanlar bile, usûl ve kâidelerine uygun olarak okunduğunda, onun eşsiz sadâsı karşısında mütelezziz olurlar.175
Müşriklerin Kur’ân’a Karşı Tavırları
İslâm, müşriklerin nefsânî hayatlarına son veriyor, haktan, adâletten, kıyâmetten, yeniden dirilip hesap vermekten, yapılan kötülük ve haksızlıkların cezâsız kalmayacağından bahsediyordu. Kâfirler bu durumdan çok rahatsız oldular. Üstelik İslâm, müşriklerin ilâhlarını bâtıl addediyordu. Bunlara ilâveten Allâh Rasûlü’nün getirdiği “Büyük Haber” ile Mekke sarsılmaya başlamıştı. Nebe Sûresi’nin ilk âyetleri, bu dehşetli manzarayı şöyle tasvîr eder:
عَمَّ يَتَسَاءلُونَ
(1)
عَنِ النَّبَإِ الْعَظِيمِ
(2)
الَّذِي هُمْ فِيهِ مُخْتَلِفُونَ
(3)
“Birbirlerine neyi sorup duruyorlar? Hakkında ihtilâf edip durdukları o büyük ve müthiş haberi (mi?)” (en-Nebe, 1-3)
İnsan, hakka ve hakîkate meyyâl olarak yaratılması sebebiyle, kalben meçhûle rızâ göstermez. Dâimâ mâlûma koşar. Bu bakımdan bilmediği ve bilemeyeceği şeyler onu muzdarip kılar. Öteden beri beşeriyeti, -peygamberlerle irşâd olunmalarına rağmen- ölüm meselesi çok meşgul etmiştir. Zihinlerde zehirli bir yılan gibi çöreklenen ve zaman zaman korkunç iz’âc (ıztırap) halkalarıyla kımıldayan bu soru, türlü telâkkî ve ifâdelerle susturulmak, bastırılmak, şuuraltına hapsedilmek istenmiştir. Fakat herkesi, hayat mevzuundan daha üstün ve ateşli bir girdap hâlinde saran ölüm vâkıası, -istisnâsız- başlara çökecek çetin bir hakîkat olunca, onu mâlûma bağlamak beşerî gâyelerin en başında gelir.
Beşer düşüncesiyle kavranmasına imkân bulunamayan bu istikbâl düğümünü, ancak vahyin kudreti çözebilir. Bütün peygamberlerin bilhassa Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in verdiği bu istikbâl haberi, teşekkürlerle, minnetlerle karşılanması îcâb ederken -ne yazık kı- insanlık şeref ve haysiyetinden uzaklaşmış birtakım kimseler tarafından alaylar, hakâretler, iz’âclar ve bîgâneliklerle mukâbele görmüştü. Yaratılış hikmet ve gâyesinin zıddına bir hayat yaşayan müşrikler ve münkirler, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vahiy yoluyla bildirdiği âhiret haberini hayret ve şaşkınlıkla karşılamış, nefsânî yaşayışlarına ters düşen bu ebedî kurtuluş dâvetine müthiş bir inat ve yüz kızartıcı bir menfîlikle sırt çevirmişlerdi.
Kur’ân-ı Kerîm, âhiretten, “nebe-i azîm: büyük haber” diye bahsetmiştir. Bunun sebebi ve hikmeti pek açıktır. Çünkü insanlar -hayat şartları ne olursa olsun-, ölüm karşısında müşterek bir ıztırap duyarlar. Bütün hayat yollarının döne dolaşa ölüm ufuklarında kayboluşu, özellikle îmansız gönülleri derinden derine sızlatır. Yaşayanlar için ölümden ehemmiyetli bir hâdise olmadığı için buna dâir haberin de azametinin kavranması îcâb eder. Nitekim bunu lâyıkıyla idrâk edebilenler, fânî ve geçici nîmetleri bırakmışlar, yalancı istikbâlden, gerçek ve ebedî istikbâle yönelmişlerdir. Ölümden ibret alınmayarak yaşanan hayat, karanlık bir musîbet âleminden farksızdır. Saâdet yıldızı, güzel yaşanmış bir hayâtın sonunda gelen ölümle doğar. Bundan dolayıdır ki İslâm dîni, ölümü dâimâ hatırlayıp ona hazırlıklı bulunmayı tavsiye etmiştir.
Kur’ân’ın, âhiret ve ölüm gibi hevâ ve heveslerine muhâlif beyanlarından rahatsız olan kâfirler, Peygamber Efendimiz’den onu hoşlarına gidecek şekilde değiştirmesini istediler. Allâh Rasûlü’ne gelerek:
“–Bize, içinde Lât ve Uzzâ’ya ibâdeti terk etmemizin emredilmediği bir Kur’ân getir. Eğer Allâh Sana böyle bir Kur’ân indirmiyorsa Sen böyle bir Kur’ân söyle veya Allâh’ından Sana geleni bu şekilde değiştir; azâb âyeti yerine rahmet âyeti koy, harâmın yerine helâli, helâlin yerine harâmı koy!” dediler.
Bu kimseler hakkında şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا ائْتِ بِقُرْآنٍ غَيْرِ هَـذَا أَوْ بَدِّلْهُ قُلْ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أُبَدِّلَهُ مِن تِلْقَاء نَفْسِي إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
“Âyetlerimiz onlara açık açık okununca, (öldükten sonra) Biz’imle karşılaşmayı ummayanlar: «Bundan başka bir Kur’ân getir veya bunu değiştir.» dediler. De ki: «Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak bana vahyolunana tâbî olurum. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azâbına uğramaktan korkarım.»” (Yûnus, 15) (Vâhidî, s. 270; Alûsî, XI, 85)
Müşrikler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Müslümanlara revâ görülen zulüm, işkence, baskı ve eziyetler günden güne artıyor, Mekke’de hayat tahammül edilemez bir hâl alıyordu. Bunun üzerine diğer müslümanlar gibi Hazret-i Ebû Bekir de hicret etmek üzere Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den izin istemiş ve kendisine izin verilince, Habeşistan’a doğru yola çıkmıştı.
Bir-iki gün gittikten sonra Kâre kabîlesinin reisi İbn-i Değine ile karşılaştı.
İbn-i Değine:
“–Ey Ebû Bekir! Senin gibi bir zât ne yurdundan çıkar ne de çıkarılır. Vallâhi, sen kavminin ve kabîlenin zînetisin! İyilik işler, akrabâlarını koruyup gözetirsin. İşini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın! Geri dön, sen benim himâyemdesin.” dedi.
Hazret-i Ebû Bekir de İbn-i Değine ile birlikte Mekke’ye geri döndü. Mekke’ye girdiklerinde, İbn-i Değine himâyesini bütün Kureyşlilere îlân etti.
Buna karşılık Kureyşliler, İbn-i Değine’ye bâzı şartlar ileri sürdüler:
“–Ebû Bekr’e söyle, Rabbine ibâdetini evinin içinde yapsın! Orada istediği kadar namaz kılsın, Kur’ân okusun, fakat evinden başka yerde açıktan namaz kılıp Kur’ân okuyarak bizi rahatsız etmesin! Çünkü biz onun, kadınlarımızı ve çocuklarımızı meftûn etmesinden endişeleniyoruz.” dediler.
İbn-i Değine müşriklerin bu isteklerini Hazret-i Ebû Bekr’e söyledi. O da muvâfakat etti. Evinin önünde bir namazgâh yaptı. Orada namaz kılıp Kur’ân okumaya başladı. Rikkat-i kalbiyye sâhibi, yufka yürekli bir zât olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O, Kur’ân-ı Kerîm okurken müşriklerin çocukları ve kadınları başına toplanıp hayran hayran dinlemeye başladılar. Bu hâl Kureyş müşriklerini korkuttu. Bunun üzerine İbn-i Değine’ye mürâcaat ederek, ondan Hazret-i Ebû Bekr’in böyle yapmasına mânî olmasını veyahut üzerinde olan himâyesini kaldırmasını istediler.
O da:
“–Ey Ebû Bekir! Ya evinde oturup sesini çıkarma ya da benim himâyemden çıktığını îlân et.” dedi.
Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, Allâh’a tevekkül ederek şu teslîmiyet dolu cevâbı verdi:
“–Himâyeni sana iâde ediyorum. Bana Allâh’ın himâyesi kâfîdir.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; İbn-i Hişâm, I, 395-396)
a
Arap cemiyeti edebiyâta son derece düşkün olduğu için, fasîh ve belîğ bir sözden son derece müteessir olur ve ona fevkalâde rağbet ederdi. Öyle ki, yerine göre sâdece bir beyit bile, bâzılarını göklere çıkarırken, bâzılarını da yerin dibine geçirmeye kâfî geliyordu. Müşrikler, zaman zaman kendilerini bile teshîr eden Kur’ân üslûbunun son derece tesirli olmasını göz önünde bulundurarak kendilerince bâzı tedbirler alıyorlardı. Kur’ân’ın okunmasını ve dinlenmesini yasaklayan müşrikler, bir şekilde Kur’ân okunduğunda ise insanların o ilâhî kelâmı işitip de gönüllerinin meyletmesine mânî olmak için gürültü çıkarıyorlardı. Cenâb-ı Hak bunu âyet-i kerîmede şöyle bildirmektedir:
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَسْمَعُوا لِهَذَا الْقُرْآنِ وَالْغَوْا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ
“İnkâr edenler: «Bu Kur’ân’ı dinlemeyin; okunurken gürültü çıkarın; belki üstün gelirsiniz!» dediler.” (Fussilet, 26)
Âlemlerin Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-, kavminin kendisine revâ gördüğü her türlü eziyet ve zulme rağmen yine de onlara İslâm’ı teblîğ etmekten, onları ebedî kurtuluşa dâvetten geri durmuyordu. Müşrikler ise Araplardan hac, umre veya başka bir maksatla Mekke’ye gelenleri şehrin dışında karşılayarak, Peygamber Efendimiz’e yaklaşmamaları ve O’nun söylediklerini dinlememeleri husûsunda onları îkaz ve hattâ tehdid ediyorlardı. Allâh Rasûlü’ne delilik, sihirbazlık, kâhinlik gibi vasıflar yakıştırarak, kendilerinin bile inanmadıkları bu iftirâlarla Mekke’ye gelenleri O’ndan uzak tutmaya çalışıyorlardı.
Tufeyl bin Amr176 Mekke’ye gelince, Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaç kişi yanına varıp:
“–Ey Tufeyl! Sen şâir birisin ve kavmin içinde hatırı sayılan mûteber bir adamsın. Memleketimize geldin ama, aramızda çıkan şu adama dikkat et! O’nun durumu bizi sıkıntıya düşürdü. Cemiyetimizi ve işlerimizi darmadağın etti. Sözü sihir gibi tesirli olup insanın babasıyla, kardeşiyle ve hanımıyla arasını açıyor. Başımıza gelen bu hâlin, senin ve kavminin başına da gelmesinden korkarız. O’nunla aslâ konuşma ve kendisinden hiçbir şey dinleme!” diye telkinde bulundular.
Bu telkinlerin tesiri altında kalan Tufeyl, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bir şey dinlememeye ve O’nunla hiç konuşmamaya karar verdi. Hattâ Mescid-i Harâm’a vardığı zaman, Allâh Rasûlü’nün söylediklerini işitmemek için kulaklarına pamuk tıkadı. Daha sonra ise, içinde bulunduğu durumu kendisine yakıştıramayarak:
“–Yazıklar olsun bana! Ben akıllı ve şâir bir kimseyim. Sözün güzelini de çirkinini de iyi bilirim. O hâlde şu adamın söylediğini dinlememde ne mahzur olabilir ki? Güzel ise kabûl eder, çirkin ise reddederim.” diye düşündü ve orada bekledi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ayrılıp evine gittiğinde o da arkasından gitti ve:
“–Yâ Muhammed! Kavmin bana Sen’in hakkında şöyle şöyle dedi. Beni o kadar korkuttular ki, sözlerini işitmeyeyim diye kulaklarıma pamuk bile tıkadım. Sonra Allâh’ın yardımıyla sözünü dinlemeye muvaffak oldum. Sen şu dâvânı bana bir anlatır mısın?” dedi.
Tufeyl devamla şöyle der:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana İslâm’ı anlattı, Kur’ân okudu. Vallâhi ben hiçbir zaman Kur’ân’dan daha güzel bir söz, İslâm’dan daha güzel bir dîn işitmemiştim! Hemen müslüman olup Allâh’tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şehâdet ettim.”
Tufeyl -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in yanında birkaç gün kaldıktan sonra izin istedi ve teblîğ niyetiyle kabîlesine döndü. İnsanlara delîl olarak kullanabileceği bir kerâmeti olması için Rasûl-i Ekrem Efendimiz’den Allâh’a duâ etmesini istedi. Allâh Rasûlü’nün duâsı bereketiyle, önce iki gözünün arasında kandil gibi bir nûr peydâ oldu. Sonra da kendi talebiyle bu nûr, yüzünden ayrılıp değneğinin ucuna geçti. Bu şekilde kavminin yanına dönerek şehâdet mertebesine nâil oluncaya kadar teblîğ ve cihâd ile meşgûl oldu.177
Tufeyl -radıyallâhu anh-’ın dâvetine ilk icâbet eden kimse, ençok hadîs rivâyet eden meşhur sahâbî Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- olmuştur.178
a
Kur’ân-ı Kerîm karşısında bu kadar menfî tavır takınmalarına rağmen müşrikler vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında hakîkati teslîm ediyor, Kur’ân-ı Kerîm’i gizli gizli dinlemekten kendilerini alamıyorlardı. Bu sefer de başka bir bahâne bularak:
وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ عَلَى رَجُلٍ مِّنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ
“«Bu Kur’ân, iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?»
diyorlardı.” (ez-Zuhruf, 31)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i hak peygamber ve Kur’ân-ı Kerîm’i de hak kitap olarak vicdânen kabûl ettikleri hâlde nefsâniyetleri tasdiklerine mânî oluyordu. Kur’ân’ın Allâh’ın kitâbı olduğunu kabûl ediyorlar fakat -hâşâ- Allâh’ın irâdesine ve takdîrine yanlışlık izâfe ediyorlardı. Onların, nefsâniyet bürümüş ve hakîkate perde olmuş akıllarınca, Kur’ân, zengin olmayan, yetim ve öksüz birine değil; ya Mekke’nin zenginlerinden Velîd bin Muğîre’ye ya da Tâif’in zenginlerinden Amr bin Umeyr’e indirilmeliydi.
Nitekim Velîd bin Muğîre şöyle demişti:
“–Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben, yahut Sakîf’in ulusu Amr bin Umeyr dururken, Kur’ân Muhammed’e mi inecek?!.” (İbn-i Hişâm, I, 385)
Hâlbuki kulların Hak katındaki kıymeti, ne zenginlikle ne de soylulukladır; ancak takvâ iledir. Kaldı ki, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, soy cihetiyle de onların en şereflisi idi.
Rasûlullâh’a ve Kur’ân’a Karşı İthamlar
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı ne yapsalar âciz kalan müşrikler, bu defâ O’nun ümmî olduğunu bilmelerine rağmen, Kur’ân’ı, hristiyan bir köleden öğrendiğini iddiâ edecek kadar ahmaklaştılar. Hiç düşünemiyorlardı ki, böyle yüce bir dînin temelini kurabilecek bir köle, bu şerefi hiç başkasına kaptırır mıydı? Hem hâlâ hristiyan olarak kalır mıydı?
Bu yersiz ithâmın cevâbını Kur’ân-ı Kerîm şöyle vermişti:
وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِّسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَـذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُّبِينٌ
“Şüphesiz Biz onların: «Kur’ân’ı O’na ancak bir insan öğretiyor!» dediklerini biliyoruz. (Oysa hiç düşünmüyorlar mı ki), kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu (Kur’ân) apaçık bir Arapça’dır.” (en-Nahl, 103)
وَمَا كُنتَ تَتْلُو مِن قَبْلِهِ مِن كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ إِذًا لَّارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ
“(Ey Rasûlüm! Onlar da aslında biliyorlar ki) Sen, bu Kur’ân gelmeden önce bir kitap okumadın; yazı yazmadın! Eğer okur-yazar olsaydın, (o zaman) bâtıla uyanlar şüphe ederlerdi (başkalarından öğrendin diyebilirlerdi).” (el-Ankebût, 48)
Ayrıca Allâh Teâlâ, müşriklerin itham ve iftirâlarından müteessir olmaması için Rasûlü’ne de şöyle buyuruyordu:
فَذَكِّرْ فَمَا أَنتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلَا مَجْنُونٍ
(29)
أَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَّتَرَبَّصُ بِهِ رَيْبَ الْمَنُونِ
(30)
قُلْ تَرَبَّصُوا فَإِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُتَرَبِّصِينَ
(31)
“(Rasûlüm!) Sen öğüt ver! Rabbinin lutfuyla Sen ne kâhinsin ne de bir mecnûn! Yoksa onlar: «O bir şâirdir; O’nun zamânın felâketlerine uğramasını bekliyoruz!» mu diyorlar? De ki: Bekleyin, ben de sizinle berâber bekleyenlerdenim.” (et-Tûr, 29-31)
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءهُمْ هَذَا سِحْرٌ مُّبِينٌ
(7)
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَلَا تَمْلِكُونَ لِي مِنَ اللَّهِ شَيْئًا هُوَ أَعْلَمُ بِمَا تُفِيضُونَ فِيهِ كَفَى بِهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
(8)
“…İnkâr edenler, kendilerine gelen hakîkat için: «Bu, apaçık bir büyüdür!» dediler. Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer ben onu uydurmuşsam, siz beni Allâh’tan kurtaracak hiçbir şeye mâlik olamazsınız.
O, sizin Kur’ân hakkında yaptığınız taşkınlıkları çok daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda şâhit olarak O yeter! O çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (el-Ahkâf, 7-8)
Müşrikler, doğru yola girmek arzusunda olmadıkları için, Allâh Rasûlü’ne ve Kur’ân’a karşı çeşitli ithamlarda bulunmaktan çekinmiyorlardı. Fakat hakîkati de biliyorlardı. Nitekim Kureyş’in ileri gelenleri, müslümanlığın Mekke dışına taşıp yayılmasından endişeye kapılarak Velîd bin Muğîre’nin yanında toplanmışlardı. Aralarında:
“–Mekke’ye gelen kabîlelere Muhammed hakkında ne diyelim?” dediler.
Velîd, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüşmüş, bizzat O’ndan Kur’ân-ı Kerîm dinlemişti. Şöyle dedi:
“–Ben şiirin her çeşidini bilirim. Benim O’ndan dinlediğim şiir değildi. Şiirden daha üstün bir sözdü. O sözler, nesir de değildi. Çünkü öyle eşsiz bir fesâhat ve belâgat dolu latîf bir âhengi, ben daha önce hiçbir sözde işitmedim. Kâhin sözlerine ise hiç benzemiyordu. Mecnûn sözleri de değil. Ben O’nda deliliğe dâir tek bir alâmet bile görmedim. Biz O’na sihirbaz da diyemeyiz. Çünkü okuyup üflemiyor, düğüm bağlamıyor, dolayısıyla sihirbazlara benzer bir yönü de yok!”
Bu sözlerden sonra Velîd, müşriklerin fâsit niyetlerine illâ bir çıkış yolu bulmak için kendisini zorlayarak şu îzahta bulundu:
“–Ancak O, kardeşi kardeşten ayırıyor. Akrabâ arasına ayrılık tohumları ekiyor. Bu sebeple sözü de sihir ve büyüden başka bir şey değildir!” (İbnü’l-Cevzî, VIII, 403-404; Hâkim, II, 550; Vâhidî, s. 468)
a
Kur’ân-ı Kerîm husûsundaki ithamlarında muvaffak olamayan müşrikler, bu sefer de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek şahsını hedef aldılar.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in oğlu Kâsım’ın, iki yaşında iken vefât etmiş bulunmasını fırsat bilerek, Âs bin Vâil’in ağzından O’na “ebterdir” dediler. Yâni zürriyeti kesik, nesli bitmiş, soyu tükenmiş diye alay ettiler. Böylece Allâh Rasûlü’nü insanların gözünden düşürüp, O’nun, gönüllerdeki tesirini izâle etmek istiyorlardı.
Ancak bunda da muvaffak olamadılar. Kevser Sûresi, yüzlerine bir sille-i Kahhâr olarak şakladı:
إِنَّا أَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ
(1)
فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ
(2)
إِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْأَبْتَرُ
(3)
“(Habîbim!) Hiç şüphesiz Biz sana Kevser’i verdik! Öyleyse Rabbin için namaz kıl ve kurban kes! (Üzülme! Bil ki) asıl ebter, soyu kesik olan, sana hınç besleyen ve buğzedendir!” (el-Kevser, 1-3)
Bu sûreden anlaşıldığı vechile, hangi zaman ve mekânda olursa olsun, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e buğzeden ve hınç yüklü olanların ortak sıfatı “ebterlik”tir. Âlemlerin Efendisi’ne bedevî demeye kalkışan görgüsüzler, Kâinâtın Fahr-i Ebedî’sine kendi cüceliklerini izâfe etmeye cür’et eden ahmaklar, getirdiği hak dîne -hâşâ- çöl kânunu diyen zavallı bedbahtlar, maddî-mânevî nasipsiz, zürriyetsiz, ebter kimselerdir.
Şâir ne güzel söyler:
……
Cemâlin âfitâbından
iki âlem münevverdir;
……
Senin evlâdına her kim muhabbet eylemez bunda,
O mel’ûnlar kıyâmette şeyâtînden de ebterdir!..
a
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tahammül edemeyenler, tıpkı önceki peygamberleri inkâr edenler gibi, çoğunlukla mağrur idârecilerle şımarık ve kibirli zengin takımıydı.
Allâh Teâlâ buyurur:
وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ
(34)
وَقَالُوا نَحْنُ أَكْثَرُ أَمْوَالًا وَأَوْلَادًا وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ
(35)
“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı göndermişsek, mutlakâ oranın varlıklı ve şımarık kişileri: «Biz, sizin teblîğ ettiğiniz şeyleri reddediyoruz, inkâr ediyoruz.» dediler. Ve: «Biz mal itibârıyla da evlâtça da daha çoğuz; biz azâba uğratılacak değiliz!» dediler.” (Sebe’, 34-35)
وَلَا تُطِعْ كُلَّ حَلَّافٍ مَّهِينٍ
(10)
هَمَّازٍ مَّشَّاء بِنَمِيمٍ
(11)
مَنَّاعٍ لِّلْخَيْرِ مُعْتَدٍ أَثِيمٍ
(12)
عُتُلٍّ بَعْدَ ذَلِكَ زَنِيمٍ
(13)
أَن كَانَ ذَا مَالٍ وَبَنِينَ
(14)
إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا قَالَ أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ
(15)
“(Rasûlüm!) Çokça yemin eden, aşağılık, dâimâ kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günâha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye boyun eğme! (Onların her biri) kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman: «Öncekilerin masalları!» der.” (el-Kalem, 10-15)
Nitekim hakkında Tebbet Sûresi nâzil olan Ebû Leheb:
“–Beni, başkalarıyla eşit tutan dîn, olmaz olsun!..” diyordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve İslâm dîninin en azgın düşmanlarının başını çeken Ebû Cehil de şöyle demekteydi:
“–Muhammed’in söylediklerinin doğru olduğunu biliyoruz! Fakat şimdiye kadar O’nun kabîlesi ne yapmışsa, biz de yapmış; onlardan aşağı kalmamışızdır. Şimdi ise onlar: «İçimizde bir peygamber var!» diye iftihâr ediyorlar. Biz aramızdan nasıl O’nun gibi bir peygamber çıkarabiliriz? Bu mümkün değil! Onun için ben, Muhammed’in peygamberliğini kat’iyyen kabûl edemem!..” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 113)
Böyle diyen Ebû Cehil, kin, haset ve düşmanlığı sebebiyle bir defâsında da şöyle dedi:
“–Eğer O’nu namaz kılarken görürsem, kafasına basacağım!”
Daha sonra Harem-i Şerîf’te Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e namaz kılarken rast geldi. Sözünü yerine getirmek için hemen harekete geçtiyse de, bir anda beti-benzi sarardı, büyük bir korkuya kapıldı ve eline aldığı taşı tutamaz oldu. Geri dönüp kaçmaya başladı. Etrâfındakiler şaşkınlık içinde Ebû Cehil’e ne olduğunu sordular. Ebû Cehil ise telâş ve korku içinde:
“–Kendisine yaklaştığımda önüme ansızın azgın bir deve çıkıverdi. Hayır! Vallâhi onun gibi korkunç bir deveyi şimdiye kadar aslâ görmedim! O beni neredeyse yutuverecekti!” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 318; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 92-93)
Çünkü Allâh Teâlâ, kulu ve Rasûlü Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ve O’nunla gönderdiği dînini muhâfaza ediyor, O’nları dâimâ üstün kılıyordu.
Böyle iken müşrikler, hâlâ Allâh’ın Rasûlü’nü hazmedemiyorlar, inatla Kur’ân’ın hakîkatine uzak duruyorlardı. Âdeta ilâhî gerçeklerden kaçıyorlardı.
Allâh Teâlâ buyurur:
فَمَا لَهُمْ عَنِ التَّذْكِرَةِ مُعْرِضِينَ
(49)
كَأَنَّهُمْ حُمُرٌ مُّسْتَنفِرَةٌ
(50)
فَرَّتْ مِن قَسْوَرَةٍ
(51)
“Böyle iken onlara ne oluyor ki, âdeta arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi(hâlâ) öğütten yüz çeviriyorlar?!” (el-Müddessir, 49-51)
Şâir, kâfirlerin hakîkati bilmelerine rağmen îmâna yaklaşmadıklarını ve hidâyetin bir nasip meselesi olduğunu ne güzel ifâde eder:
Hidâyet Sen’den olmazsa dirâyet neylesin Yâ Rab!
Arapça bilse de Bû Cehl’e âyet neylesin Yâ Rab!
Ancak kâfirlerin bu yüz çevirişleri ve inatları, zaman geliyor ilâhî imtihan îcâbı Allâh Rasûlü’ne ve mü’minlere karşı dayanılmaz eziyetler ve işkenceler şeklinde tezâhür ediyordu.
İşkence Dönemi
Ebû Tâlib’e yaptıkları tekliflerden bir netîce elde edemeyen ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den de herhangi bir tâviz koparamayan müşrikler, çâreyi, yıldırma hareketlerine başvurmakta buldular. İlk zamanlar, kabîlesi ve âilesi kalabalık olanlara dokunamadılar. Çünkü müslümanlar üzerindeki bu zâlimâne tavır, henüz umûmî bir hâlde değildi.
Bu sırada müşriklerin işkencelerine mâruz kalanlar, daha ziyâde, kimsesiz fakirlerle, köle ve câriyelerdi. Onlara yapılmadık işkence kalmamıştı âdeta…
Hazret-i Habbâb -radıyallâhu anh-179, kor ateşler üzerine yatırılmış, ateş, vücûdundan eriyen yağlarla sönene kadar göğsüne bastırılıp bekletilmişti.
Habbâb -radıyallâhu anh-, demirci idi; bâzı müşriklerden de alacağı vardı. Alacaklarını istediği zaman kendisine:
“–Önce Muhammed’i inkâr et, sonra alacağını veririz!” diyorlardı.
O da, fânî dünyâ menfaatini bir kenara bırakarak:
“–Ben O’nu aslâ inkâr etmem! Ben O’nunla berâberim!..” diyor, ebedî saâdeti tercîh ediyordu.
Çektiği bu çilelerden birini kendisi şöyle anlatır:
“Birgün alacağımı istemek üzere Âs bin Vâil’e gitmiştim:
«–Muhammed’i inkâr etmediğin müddetçe paranı vermeyeceğim.» dedi.
Ben de:
«–Sen ölünceye, hattâ yeniden dirilinceye kadar Muhammed’i aslâ inkâr etmeyeceğim.» dedim.
«–Yâni ben şimdi öleceğim, sonra tekrar diriltileceğim öyle mi?» dedi.
Ben:
«–Evet.» cevâbını verdim.
Âs bin Vâil:
«–O hâlde yeniden diriltildiğimde mallarım olur, o zaman ben de sana borcumu öderim.» dedi.
Bunun üzerine şu âyetler nâzil oldu:
أَفَرَأَيْتَ الَّذِي كَفَرَ بِآيَاتِنَا وَقَالَ لَأُوتَيَنَّ مَالًا وَوَلَدًا
(77)
أَاطَّلَعَ الْغَيْبَ أَمِ اتَّخَذَ عِندَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا
(78)
كَلَّا سَنَكْتُبُ مَا يَقُولُ وَنَمُدُّ لَهُ مِنَ الْعَذَابِ مَدًّا
(79)
وَنَرِثُهُ مَا يَقُولُ وَيَأْتِينَا فَرْدًا
(80)
«Âyetlerimizi inkâr edeni ve “Bana elbette mal ve evlât verilecektir.” diyeni gördün mü? O (kâfir), gaybı mı bildi? Yoksa Rahmân (olan Allâh) katından bir söz mü aldı? Hayır, aslâ öyle değil! Biz onun söylediklerini yazacağız ve azâbını artırdıkça artıracağız! Bahsettiği (malı ve evlâdı)nı alacağız da o Biz’e tek olarak gelecektir!» (Meryem, 77-80)” (Buhârî, Tefsîr, 19/3; Müslim, Münâfikîn, 35-36; Tirmizî, Tefsîr, 19/3162)
Habbâb -radıyallâhu anh-’ın sâhibesi Ümmü Enmâr da ona işkence etmekte diğerlerinden geri kalmaz, ateşte kızdırdığı demirle Hazret-i Habbâb’ın başını dağlardı. Habbâb -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e gidip Ümmü Enmâr’ı şikâyet etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’ım! Habbâb’a yardım et!” diyerek duâ edince Ümmü Enmâr başından bir derde yakalandı ve köpekler gibi ulumaya başladı. Kendisine başını dağlatmasını tavsiye ettiler. Bunun üzerine Habbâb -radıyallâhu anh- demiri alır, ateşte kızdırır ve onunla Ümmü Enmâr’ın başını dağlardı.180
Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-181 da en acımasız işkencelere mâruz kalanlardan biriydi. Sâhibi Ümeyye bin Halef, Bilâl’e akla hayâle gelmedik işkenceler yapardı. Onu kızgın kumlara yatırır, üzerine koca koca taşlar koyar, bâzen de Mekke sokaklarında sürüklerdi. Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-’ı bir gün bir gece susuz bıraktıktan sonra, kendisine demirden bir gömlek giydirir, şiddetli sıcağın altında kızgın kumlar üzerinde tutar, vücûdunun yağı eriyinceye kadar bekletirdi.
Müşrikler Bilâl -radıyallâhu anh-’a her türlü işkenceyi yapmalarına rağmen istedikleri şeyi söyletemezler, o dâimâ:
“–Ehad, Ehad, Ehad (Allâh bir, Allâh bir, Allâh bir)!” derdi.182
Müslümanlara revâ görülenler sâdece eziyetten ibâret değildi. Ammâr -radıyallâhu anh-’ın babası Hazret-i Yâsir183, müşriklerin söyletmek istedikleri şeyleri söylemedi ve onların ağır işkenceleri altında şehîd oldu.
Annesi Hazret-i Sümeyye -radıyallâhu anhâ- da, vahşî işkencelere mâruz kaldıktan sonra bir ayağı bir deveye, diğer ayağı da diğer bir deveye bağlanarak canavarca parçalandı, fecî bir şekilde şehîd edildi.
Böylece Yâsir âilesi -radıyallâhu anhüm- İslâm’ın ilk şehîdleri oldular.184
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün, işkence edildikleri sırada bu mübârek âileye rastlamış:
“–Sabrediniz ey Yâsir âilesi! Sevininiz ey Yâsir âilesi! Hiç şüphesiz sizin makâmınız cennettir!”buyurmuştu. (Hâkim, III, 432, 438)
Hazret-i Ammâr -radıyallâhu anh-185 da, nice işkence ve ezâlara dûçâr olmuştu.
Kureyş müşrikleri, birgün Hazret-i Ammâr’ı yakaladılar, başını kuyunun içine batırarak:
“–Muhammed’e hakâret edip, Lât ve Uzzâ’yı medhedinceye kadar seni bırakmayacağız!” dediler ve bunu zorla söylettiler.
Allâh Rasûlü’ne:
“–Yâ Rasûlallâh! Ammâr kâfir olmuş!” diye haber verildi.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise:
“–Hayır! Ammâr, tepeden tırnağa kadar îmanla doludur! Îman onun etine ve kanına kadar işlemiştir!” buyurdu.
O esnâda Ammâr -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Mübârek sahâbî ağlıyordu…
Âlemlerin Efendisi onun gözyaşlarını eliyle silerken:
“–Sana ne oldu?” diye sordu.
Ammâr -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Beni Sana hakâret ettirmedikçe, putların da Sen’in dîninden daha iyi olduğunu söyletmedikçe bırakmadılar!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sen bunları söylerken kalbin nasıldı?” diye sordu.
Ammâr:
“–Kalbim Allâh’a ve Rasûlüne îmânın ferahlığı içinde, dînime bağlılığım da demirden daha sağlam idi!” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir taraftan onun gözyaşlarını silerken diğer taraftan da:
“–Ey Ammâr! Eğer onlar bir daha bu söylediklerini tekrarlatmak için seni zorlarlarsa, tekrar söyleyiver!” buyuruyordu.
Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
مَن كَفَرَ بِاللّهِ مِن بَعْدِ إيمَانِهِ إِلاَّ مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإِيمَانِ وَلَـكِن مَّن شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِّنَ اللّهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“Kalbi îmân ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim îmânından sonra küfre kalbini açarsa, mutlakâ onların üzerine Allâh’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.” (en-Nahl, 106) (İbn-i Sa’d, III, 249; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 67; Heysemî, IX, 295; Vahidî, s. 288-289)
Bu hâdise, îmâna mugâyir bir ifâdenin, ancak ölüm tehlikesi söz konusu olduğunda söylenebileceğine, bunun dışında ise câiz olmadığına şer’î bir delildir.
a
İslâm düşmanı müşrikler, Hazret-i Suheyb186 -radıyallâhu anh-’ı da bayıltıncaya kadar döverlerdi.
Zinnîre Hâtun ise müşrikler tarafından bin bir türlü ezâ ve cefâ gören bir hanım köleydi. Ebû Cehil’in yaptığı işkenceler yüzünden âmâ olmuştu.
Ebû Cehil:
“–Gördün mü? Lât ve Uzzâ senin gözünü kör etti!” dedi.
Zinnîre Hâtun:
“–Hayır! Vallâhi, benim gözümü kör eden onlar değildir. Lât ve Uzzâ, ne fayda ne de zarar verebilir. Benim Rabbim, gözümü geri vermeye kâdirdir!” dedi.
Sabah olduğunda, Allâh Teâlâ’nın Zinnîre Hâtun’un gözlerini iâde ettiğini gördüler. (İbn-i Hişâm, I, 340-341; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 69; Üsdü’l-Gâbe, VII, 123)
Müslümanların daha niceleri böyle sıkıntı ve ıztırap içinde idi. Âmir bin Füheyre, Ebû Fükeyhe, Mikdad bin Amr, Ümmü Übeys, Lübeyne Hâtun, Nehdiye Hâtun ve kızı gibi Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in güzîde ashâbı, akla hayâle gelmedik işkencelere mâruz kalmıştı. Müşrikler onları, elbisesiz bir hâlde ayaklarından zincirle bağlayıp sürükleyerek, sıcağın en şiddetli olduğu saatlerde çöle çıkarırlar, üzerlerine büyük kaya parçaları koyarlar, şuurlarını kaybedip ne söylediklerini bilemez hâle gelinceye kadar işkencenin her türlüsünü tatbîk ederlerdi. Boğazlarını sıkarlar ve öldüklerini zannedinceye kadar bırakmazlardı.187
Bu duruma, başta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmak üzere bütün mü’minler çok üzülüyorlardı. Ancak o an için ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.188 Yalnız, hâli vakti yerinde olan îmân âbidesi Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, içlerinde Hazret-i Bilâl’in de bulunduğu yedi müslüman köleyi sâhiplerinden satın alarak âzâd etmiş, böylece onları amansız işkencelerden kurtarabilmişti.
Fakat müşriklerin işkenceleri her geçen gün daha da artıyor, zayıf ve kimsesiz mü’minlerden sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve yanında bulunan Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Osman, Zübeyr bin Avvâm, Mus’ab bin Umeyr gibi varlıklı insanlar bile eziyet ve işkenceden nasiplerini alıyorlardı.
Müşrikler, Mekke’nin ayak takımından sefih insanları kışkırtarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e saldırtıyorlardı. O’na şâirlik, sihirbazlık, kâhinlik ve mecnunluk gibi, kendilerinin bile inanmadığı yalan ve iftirâlarla eziyet ediyorlardı.189
Abdullâh bin Amr -radıyallâhu anh-’ın bizzat görüp anlattığına göre, birgün Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kâbe’nin Hicr kısmında namaz kılarken, Ukbe bin Ebî Muayt geldi, Varlık Nûru Efendimiz’i boğmak için ridâsını boynuna dolayarak şiddetle çekmeye başladı. Hazret-i Ebû Bekir yetişerek omzundan tutup onu def etti ve:
“–Rabbinizden apaçık delillerle gelmiş bir kimseyi «Rabbim Allâh’tır!» dediği için öldürecek misiniz?” dedi. (Buhârî, Tefsîr, 40)
Yine benzer bir hâdiseyi İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- da şöyle nakleder:
“Birgün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kâbe’nin yanında namaz kılıyordu. Ebû Cehil ve arkadaşları da orada idiler. Bir gün önce bir deve kesilmişti. Ebû Cehil, arkadaşlarına:
«–Falan âilenin kestiği devenin işkembesini kim getirip, secdeye gidince Muhammed’in omuzlarına koyacak?» dedi.
Oradakilerin en bedbahtı fırlayıp işkembeyi kaptığı gibi, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- secdeye kapandığında O’nun mübârek omuzlarının üzerine bıraktı. Buna hepsi kahkahalarla güldüler, (keyiflerinden) birbirlerinin üzerine yıkılmaya başladılar. Ben (biraz uzaklarında) ayakta durmuş onlara bakıyordum. Eğer beni koruyacak kimsem olsaydı, onu hemen sırtından atardım. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- secdede idi, başını kaldırmıyordu. Derken biri gidip Hazret-i Fâtıma’ya haber verdi. O, henüz küçük bir kızcağızdı. Gelip işkembeyi muhterem babasının sırtından yere attı. Sonra onlara dönüp ağır sözler söyledi. Müşrikler, Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’ya hiçbir karşılık veremediler. Varlık Nûru namazını tamamlayınca sesini yükselterek:
“–Allâh’ım! Kureyş’i Sana havâle ediyorum!” dedi ve bunu üç kere tekrarladı.
Müşrikler, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in bu duâsını işitince bir anda gülemez hâle geldiler. O’nun duâsından dolayı içlerini bir korku kapladı. (Zîrâ onlar, Allâh Rasûlü’nün duâlarının aynen tahakkuk ettiğini pek çok defâ tecrübe etmişlerdi.) Daha sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ey Allâh’ım! Ebû Cehl’i, Utbe’yi, Şeybe’yi, Velîd’i, Ümeyye bin Halef’i, Ukbe bin Ebî Muayt’ı Sana havâle ediyorum.» diyerek İslâm düşmanlarını ismen ve tek tek saydı.
Muhammed’i hak üzere gönderen Zât-ı Zü’l-Celâl’e yemin ederim ki, Rasûlullâh’ın zikrettiği bu adamları, Bedir günü hep yerlere serilmiş gördüm. Daha sonra da Bedir kuyusuna sürüklenip atıldılar.” (Buhârî, Salât 109, Cihâd 98, Cizye 21; Müslim, Cihâd 107)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mâruz kaldığı bütün bu zâlimâne tavırlara rağmen, tevhîd dâvâsında müşriklerle hiçbir sûrette uzlaşmaya yanaşmadı; dîninden aslâ tâviz vermedi. Üstelik ashâb-ı kirâma soruyordu:
“–İçinizden kim gidip Kâbe’de müşriklere Kur’ân okur?”
Bu teklife cân ü gönülden «Ben, yâ Rasûlallâh!» diyen Abdullâh bin Mes’ûd, Kâbe’de müşriklere Kur’ân-ı Kerîm okumuş ve bu yüzden o nasipsiz zâlimler tarafından fecî bir şekilde dövülmüştü.
Arkadaşları:
“–Zâten biz senin bu âkıbete uğramandan korkuyorduk!” dediler.
Abdullâh bin Mes’ûd ise:
“–Şu anda benim nazarımda onlardan daha hafif ve zayıf durumda olan hiç kimse yoktur! İsterseniz ben yarın da gider, onlara tekrar Kur’ân dinletebilirim!” dedi.
Arkadaşları:
“–Hayır! Onlara hoşlanmadıkları şeyi dinlettin. Sana bu kadarı yeter!” dediler. (İbn-i Hişâm, I 336-337)
a
Ebû Cehil, ne zaman zengin ve güçlü bir kimsenin müslüman olduğunu işitse hemen varıp ona hakâret eder:
“–Sen babanın dînini bıraktın ha! Hâlbuki, o senden daha hayırlı idi. Demek sen onun fikrini hiçe saydın, şerefini düşürdün, öyle mi?! And olsun ki biz de senin görüşüne değer vermeyeceğiz ve onun yanlışlığını ortaya koyacağız. Îtibârını yok edeceğiz.” diyerek tehditlerde bulunurdu.
Eğer müslüman olan kişi, ticâretle uğraşan biri ise ona:
“–Vallâhi, senin ticâretini kesâda uğratacağız, servetini batıracağız.” derdi. Müslüman olan zayıf ve fakir bir kimse ise onu döver, aldatıcı sözlerle kandırmaya ve İslâm’dan döndürmeye çalışırdı.
Bir defâsında İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’a:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı, müşriklerden, dinlerini bırakmak için mâzur sayılacak derecede işkence görürler miydi?” diye sorulmuştu.
“–Evet, vallâhi müşrikler onlardan yakaladıkları birisini o kadar döver, aç ve susuz bırakarak öyle işkence ederlerdi ki, dayağın şiddetinden oturamaz hâle gelir, ona istedikleri her şeyi söyletirlerdi. Kendisine:
«–Allâh’tan başka, Lât ve Uzzâ da ilâh mıdır?» diye sorarlar, o da:
«–Evet!» derdi.
Hattâ yanlarından geçmekte olan Cual böceğini gösterip:
«–Şu Cual de, Allâh’tan başka ilâh mıdır?» diye sorarlar, o da yapılan ağır işkenceden kurtulabilmek için:
«–Evet!» derdi.
Ayılıp aklı başına geldiği zaman ise tevhîde dönerdi.” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 339-343; İbn-i Sa’d, III, 233; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 108)
Bütün bu zulüm sahnelerini -naklettiklerimiz ve nakledemediklerimizle birlikte- tefekkür edip “İslâm” nîmetinin binlerce insanın nice eziyetlere katlanması sâyesinde bizlere kadar ulaşabildiğini ve bu yolda aslâ tâviz verilmediğini anlamalı, onun kıymetini iyi takdîr etmeliyiz.
a
Allâh Teâlâ dileseydi İslâm’ın gelişip intişâr etmesini kolaylaştırabilir ve bu uğurda müslümanlara hiçbir meşakkat çektirmeyebilirdi. Lâkin o zaman bu yola baş koyanların samîmiyeti ortaya çıkmaz, bu husustaki sebat, gayret, azim ve fedâkârlıkları sâbit olmazdı. Elbette o vakit, mü’min ile münâfık, sâdık ile yalancı birbirinden fark edilemezdi.
Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
الم
(1)
أَحَسِبَ النَّاسُ أَن يُتْرَكُوا أَن يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
(2)
وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ
(3)
“Elif. Lâm. Mîm. İnsanlar imtihandan geçirilmeden, sâdece «Îmân ettik» demeleriyle bırakıverileceklerini mi sandılar? And olsun ki Biz, onlardan evvelkileri de imtihan ettik. Elbette Allâh, sadâkatte bulunanları da yalancı olanları da ortaya çıkaracaktır.” (el-Ankebût, 1-3)
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ
“Yoksa Allâh, içinizden cihâd edenleri ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân, 142)
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve berâberindeki îmân edenler: «Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)
Tevhîd mücâdelesi yolunda çetin imtihanlarla karşılaşmak, sünnetullâh îcâbıdır. Bütün peygamberler ve sâdık kullar, hep meşakkat çekmiş, eziyete mâruz kalmış, hattâ bir kısmı da bu uğurda şehîd edilmiştir. Bu sebeple bir müslümanın, meşakkat veya zorluklarla karşılaştığında ümitsizliğe kapılması doğru değildir. Bilâkis mü’minler, Allâh’ın emrini gerçekleştirme husûsunda zarar ve musîbetlere ne kadar çok tahammül gösterirlerse, Allâh’ın rızâsına ve muvaffakıyyete o nisbette çabuk nâil olacaklarını bilmelidirler.
Müslümanlara Sabır ve Sebat Telkîni
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir beşerdi. Zaman zaman kendisine yapılan menfî davranışlar O’nu üzüyor, hidâyeti için var gücüyle uğraştığı insanların çirkin tavırları, gönlünü mahzûn ediyordu. Bâzen öyle zor anlar yaşıyordu ki, mutlakâ bir tesellîye ihtiyâcı oluyordu.
O’nun tesellîsi Rabbinden geliyordu. Allâh Teâlâ, Rasûlü’nün mahzûn olmasını istemiyor, O’nu âyet-i kerîmeleriyle mânen takviye ediyordu:
َ إِنَّ فَضْلَهُ كَانَ عَلَيْكَ كَبِيرًا
“…(Ey Rasûlüm!) O’nun Sana karşı kerem ve inâyeti büyüktür.” (el-İsrâ, 87)
وَمَن كَفَرَ فَلَا يَحْزُنكَ كُفْرُهُ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ فَنُنَبِّئُهُم بِمَا عَمِلُوا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
(23)
نُمَتِّعُهُمْ قَلِيلًا ثُمَّ نَضْطَرُّهُمْ إِلَى عَذَابٍ غَلِيظٍ
(24)
“Kim de inkâr ederse, artık onun inkârı Sen’i üzmesin. Onların dönüşü ancak Biz’edir. İşte o zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allâh kalblerde olanı şüphesiz çok iyi bilir. Onları az bir süre faydalandırırız, sonra da ağır bir azâba sürükleriz!” (Lokmân, 23-24)
وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُن فِي ضَيْقٍ مِّمَّا يَمْكُرُونَ
“(Habîbim!) Onlara karşı mahzûn olma, kurmakta oldukları tuzaklardan ötürü de sıkıntı duyma!” (en-Neml, 70)
Cenâb-ı Hak, Habîbi’ni bu şekilde tesellî edip O’na sabrı tavsiye ediyordu:
فَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ الْغُرُوبِ
“(Rasûlüm!) Onların dediklerine sabret! Güneş’in doğuşundan önce de, batışından önce de Rabbini hamd ile tesbîh et!” (Kâf, 39)
Bu âyet-i kerîmelerle azmi ve şevki takviye edilen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbının acılarını dindiriyor, onların gönül yaralarını sarıyordu.
Habbâb -radıyallâhu anh- der ki:
Birgün Allâh Rasûlü Kâbe’nin gölgesinde iken, yanına varıp kendisine müşriklerden gördüğümüz işkenceleri şikâyet tarzında anlattık.
O da bize şöyle buyurdu:
“Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir çukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bölünen, demir taraklarla etleri tırmıklanan ve yine de dîninden dönmeyen mü’minler olmuştur. Allâh’a and olsun ki, Allâh Teâlâ bu dîni tamamlayacak, hâkim kılacaktır. O derecede ki, bir kişi, Allâh’tan ve koyunlarına kurt saldırması endişesinden başka bir korku duymaksızın, San’a’dan Hadramevt’e gidip gelecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (Buhârî, Menâkıbu’l- Ensâr, 29)
Bunun ardından Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şu âyet-i kerîmeyi tilâvet buyurdu:
لاَ يَغُرَّنَّكَ تَقَلُّبُ الَّذِينَ كَفَرُواْ فِي الْبِلاَد
(196)
مَتَاعٌ قَلِيلٌ ثُمَّ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ
(197)
لَكِنِ الَّذِينَ اتَّقَوْاْ رَبَّهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا نُزُلاً مِّنْ عِندِ اللّهِ وَمَا عِندَ اللّهِ خَيْرٌ لِّلأَبْرَارِ
(198)
“İnkâr edenlerin (refah içinde) diyar diyar gezip dolaşması sakın Sen’i aldatmasın! Onların az bir faydalanmadan sonra varacakları yer cehennemdir. O, ne kötü bir varış yeridir! Fakat Rablerine karşı gelmekten sakınanlar için, Allâh tarafından bir ikrâm olarak, altlarından ırmaklar akan, ebedî kalacakları cennetler vardır. Sâlih kimseler için Allâh katındaki (nîmetler) daha hayırlıdır.” (Âl-i İmrân, 196-198)
Müşriklerin eziyet ve işkenceleri devâm edip çileler arttıkça, bu husustaki âyet-i kerîmelerle Allâh Teâlâ mü’min gönülleri olgunlaştırıyordu. Bir bakıma elem ve ıztıraplar, kulları Rablerine yaklaştıran müessirler olmasının yanında, mü’minlerin Allâh’a tevekkül ve teslîmiyetlerini de ölçen ilâhî bir terâzî vazîfesi görüyordu. Böyle zamanlarda müslümana düşen en güzel davranış, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirilmektedir:
فَاصْبِرْ لِحُكْمِ رَبِّكَ وَلَا تُطِعْ مِنْهُمْ آثِمًا أَوْ كَفُورًا
(24)
وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
(25)
وَمِنَ اللَّيْلِ فَاسْجُدْ لَهُ وَسَبِّحْهُ لَيْلًا طَوِيلًا
(26)
“Rabbinin hükmüne sabret! (Yâni Allâh’ın hükmü gelinceye kadar beklemesini bil! Bu hükmü beklerken de sakın) onlardan hiçbir nanköre veya günahkâra boyun eğme! Sabah-akşam Rabbinin ismini zikret! Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbîh et!” (el-İnsân, 24-26)
Bu emirlere riâyet eden mü’minin gönlü itmi’nâna ereceğinden, onun, artık çilenin ve sabrın acılarına göğüs gerebilecek bir kuvvete sâhip olacağı muhakkaktı. Bilhassa gece kılınan teheccüd namazı, kulu Allâh’a yaklaştırarak rûha öyle fevkalâde bir kuvvet ve kudret kazandırıyordu ki, artık onun gönlü îmanla perçinleniyordu. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
إِنَّ نَاشِئَةَ اللَّيْلِ هِيَ أَشَدُّ وَطْءًا وَأَقْوَمُ قِيلًا
“Şüphesiz gece kalkışı hem daha tesirli, hem de söz bakımından daha sağlamdır.”(el-Müzzemmil, 6)
Teheccüd emri, doğrudan doğruya Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mahsus ise de, ümmetine de -tâkatleri nisbetinde- arzularına havâle edilmiş bir teklif mâhiyetindedir. Farz ibâdetlerin hâricinde olup rûhânî terakkîye âmil olması bakımından takvâ ehline tavsiye buyrulan bütün ibâdetler bu cümledendir.
a
Mü’minlere her yönüyle saâdet yollarını bahşeden Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne ayrıca şöyle buyurmuştu:
وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zâten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur!” (el-İsrâ, 81)
Ancak hakkı îlâ (yüceltmek) ile vazîfeli olanlar, bu hususta ellerinden geleni yapmakla mükelleftirler. Çünkü insan, kulluk imtihânı dolayısıyla nice zorluklarla yüz yüze gelmek durumundadır. Bunun için o, mücâdele vermeden hiçbir zaman arzu ettiği netîceye ulaşamaz.
Cenâb-ı Hak, bu hakîkatin peygamberler için bile vâkî olduğunu âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurur:
حَتَّى إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّواْ أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُواْ جَاءهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَن نَّشَاء وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ
“Ne zaman ki peygamberler, ümitlerini yitirip kendilerinin yalana çıkarıldıklarını zannederler, işte o zaman yardımımız onlara yetişir. Dilediğimiz kimseler kurtuluşa erdirilir. Suçlular topluluğundan ise azâbımız aslâ geri çevrilmez!” (Yûsuf, 110)
Bu âyetleri duyan mü’minlerin gönülleri, ne kadar ferâha kavuşuyor ve gayretleri ziyâdeleşiyorsa, müşriklerin kin ve garazları da o kadar bileniyordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yaptıkları eziyetlerden vazgeçmek şöyle dursun, her gün yeni bir cefâ ve işkence usûlü buluyorlardı. Mü’minlerin çektiği sıkıntılar bitip tükenmek bilmiyor, her geçen gün daha da dayanılmaz bir hâl alıyordu.
Bu iş o dereceye vardı ki, müşrikler, artık vahyin menbâını kurutmak gibi alçakça bir düşünceyi bile hatırlarına getirir oldular. Fahr-i Kâinât Efendimiz ise sabrın zirvelerinde Cenâb-ı Hakk’a ilticâ ediyor, O’nun inâyet ve muhâfazasına sığınıyordu. Fakat ilâhî vaat henüz gerçekleşmiyordu.
Rasûlü’nün içinde bulunduğu keder ve ıztırap dolu ahvâle yenik düşmemesini isteyen Rabbi, O’nu şöyle îkaz buyuruyordu:
فَلاَ تَحْسَبَنَّ اللّهَ مُخْلِفَ وَعْدِهِ رُسُلَهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ
“(Ey Habîbim!) Sakın Allâh’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allâh Azîz’dir, intikam sâhibidir!” (İbrâhîm, 47)
فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ أُوْلُوا الْعَزْمِ مِنَ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِل لَّهُمْ كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا سَاعَةً مِّن نَّهَارٍ
“(Ey Rasûlüm!) Azim sâhibi peygamberlerin sabrettikleri gibi Sen de sabret! Onlar için (azap husûsunda) acele etme. Onlar kendilerine va’dedilen azâbı gördükleri gün, dünyâda sâdece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar…” (el-Ahkâf, 35)
NÜBÜVVETİN BEŞİNCİ SENESİ Habeşistan Hicreti
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kureyşlilerin amansız eziyetleri karşısında müslümanlara hicret emri verdi. Çünkü onlar, dînî vazîfelerini hür ve serbestçe yapamıyorlardı. Ayrıca dîni yaymak da vazîfeleri idi.
Ashâb-ı kirâm, nereye hicret edebileceklerini sorduklarında Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Habeşistan’a! Çünkü orada, halkına zulmetmeyen bir hükümdar vardır. Hem orası bir doğruluk ülkesidir. Allâh Teâlâ, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir kurtuluş yolu lutfedinceye kadar orada kalın!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, I, 343; İbn-i Sa’d, I, 203-204)
Bu ilk hicret, Mekke devrinin 5. yılının Receb ayında yapıldı.
İlk kâfile; on ikisi erkek, beşi kadın, toplam on yedi kişiden müteşekkil idi. İçlerinde Osman bin Affân, zevcesi Hazret-i Rukıyye, Zübeyr bin Avvâm, Mus’ab bin Umeyr, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Seleme, Ümmü Seleme, Osman bin Maz’ûn, İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anhüm- gibi ashâbın ileri gelenleri de mevcuttu.
Mekke’den gizlice ayrılmış olan Muhâcirler, Şuaybe iskelesine vardıklarında, Allâh Teâlâ’nın bir lutfu olarak iki ticâret gemisi geldi. Muhâcirler, onlarla yarım altına anlaşarak Habeşistan’a geçtiler. Kureyşliler, Muhâcirleri yakalamak için peşlerine düştülerse de bunda muvaffak olamadılar. Sâhile vardıklarında, gemiler çoktan denize açılmış bulunuyordu. (İbn-i Sa’d, I, 204)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Habeşistan’a hicret eden Hazret-i Osman ve kızı Rukıyye’den bir müddet haber alamadı. Fahr-i Kâinât Efendimiz zaman zaman dışarı çıkar, o taraflardan gelenlere evlâtlarının haberini sorardı. Kureyş’ten bir kadın Habeş diyârından geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, kızı ve damadını ona da sordu. O da:
“–Ey Ebu’l-Kâsım, ben onları gördüm.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Nasıllardı, iyiler miydi?” diye sordu.
Kadın:
“–Osman, Rukıyye’yi bir merkebe bindirmiş götürüyor, kendisi de arkasından yürüyordu.” dedi.
Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Allâh yâr ve yardımcıları olsun! Şüphesiz Osman bin Affân, Lût -aleyhisselâm-’dan sonra âilesiyle birlikte Allâh için hicret eden ilk insan oldu.” buyurdu. (Ali el-Müttakî, XIII, 63/36259)
İlk Muhâcirler, Habeşistan’da üç ay kalabildiler. Çünkü Mekke’li müşriklerin de artık îmân ettiklerine dâir bir şâyia yayılmıştı. Bunun üzerine hicret kâfilesi geri döndü. Otuz üç erkek, altı hanımdan oluşan otuz dokuz kişilik bir kâfile, nübüvvetin beşinci yılının Şevval ayında Habeşistan’dan yola çıktı. Mekke’ye yaklaştıklarında ise müşriklerin müslüman olduğuna dâir işittikleri haberin asılsız olduğunu öğrendiler. Tekrar Habeş ülkesine geri dönmek, kendilerine çok ağır geldi. Öte yandan, himâyesiz olarak Mekke’ye girmekten de korktular. Ancak müşrik olan akrabâ ve dostlarının himâyesinde veya gizlice Mekke’ye girebildiler. (İbn-i Hişâm, II, 3-8; İbn-i Sa’d, I, 206; Heysemî, VI, 33)
Garânîk Meselesi
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yeni nâzil olan “Necm Sûresi”ni Harem-i Şerîf’te oradakilere yüksek sesle okuyordu. Sûrenin sonunda secde âyeti gelince, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a secdeye kapandı. O’nunla berâber olan mü’min-münkir, ins-cin herkes secdeye vardı. (Buhârî, Tefsîr, 53/4)
Ancak müşrikler, sûrenin içinde geçen putlarının isimleri dolayısıyla Allâh’a değil, kendi putlarına secde ediyorlardı.
İşte sonradan uydurulan ve “Garânîk Meselesi” diye ortaya atılan rezil iddiâya mesned edilmek istenen hâdise bundan ibârettir.
Mekkeli müşriklerin İslâm dînine girmiş olduğu şâyiasının sebebi, müslümanlarla müşriklere âit olan şu ayrı ayrı iki secdenin aynı zamanda yapılmış olmasıydı.
İşin aslı sâdece bundan ibâret olmasına rağmen, sonraları “Garânîk Meselesi” denilen bir iftirâ ortaya atılmıştır. Gûyâ şeytan, âyetlerin arasına “putların da şefaatinin umulacağı” mânâsında bir fısıltı eklemiş, müşrikler de buna memnûn olup secdeye varmışlar, fakat yanlışlık sonradan anlaşılmış!..
Bu kıssada sâdece, bâzı müsteşrikler gibi İslâm düşmanlığı güden birtakım kimseler hakîkat vehmetmişlerdir. Oysa en büyük tefsîr, hadîs, siyer ve İslâm târihi âlimleri, gerek rivâyet açısından, gerek iddiânın İslâm akîdesiyle münâsebeti açısından, bu uydurulmuş hâdiseyi incelemiş ve kesin bir şekilde tekzîb etmişlerdir.
Evvelâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vahy-i ilâhîyi insanlara teblîğ etme vazîfesinde gafletten ve yanılmadan muhâfaza edilmiştir. Şeytanın peygamberlerin risâlet vazîfelerine müdâhalesi aslâ mümkün değildir. Allâh Teâlâ, şeytanın, mü’min kullar üzerinde dahî bir sultasının olmadığını beyan buyurmuşken,190 onun, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in teblîğine müdâhale edebilmesi düşünülemez.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, risâletinde her türlü kusur, gaflet, günah ve hatâdan mâsum olduğu gibi, O’nun getirmiş olduğu Kur’ân-ı Kerîm de ilâhî muhâfaza altındadır.
Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ تَنزِيلٌ مِّنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ
“O’na (Kur’ân-ı Kerîm’e) ne önünden, ne ardından bâtıl yaklaşamaz. O, bütün kâinâtın övdüğü bir hikmet sâhibi tarafından peyderpey indirilmiştir.” (Fussilet, 42)
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
“Hiç şüphe yok ki, Kur’ân’ı Biz indirdik, elbette onu yine Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9)
Garânîk iddiâsının yer aldığı rivâyet, sened yönünden merduttur. Bu hususla alâkalı olarak İbn-i Huzeyme:
“Garânîk kıssası, zındıkların yalanlarındandır.” demiştir.191
Sahîh hadîsleri rivâyet eden hiçbir kitabın bunu nakletmemesi, hiçbir güvenilir râvînin bunu sahîh ve muttasıl bir senedle rivâyet etmemesi, onun çürüklüğünü göstermeye kâfîdir.192
Garânîk iddiâsı aklen de mümkün görünmemektedir. Zîrâ Garânîk’te bir şirk iddiâsı vardır. Oysa İslâm dîni ilk andan itibâren kelime-i tevhîdi teblîğ etmiştir. İslâm’ın temel harcı olan tevhîd inancının karşısında bu tür iddiâların hiçbir mâkul yanı yoktur. Söz konusu edilen Necm Sûresi’nde baştan sona kadar şirk tahkîr edilmekte, putların kuru isimlerden ibâret olduğu, müşriklerin sırf zan ve hevese uydukları bildirilmektedir. Böyle bir sûre içine, müşriklerin tasvib edip secde edecekleri bir sözün karıştırılması, velev karıştırılmış olsa bile bunun müşrikleri iknâ etmesi mümkün değildir. Yine Mekke müşriklerinin kendilerini tahkîr eden bu kadar âyet arasında -hâşâ- şeytanın ilkâ ettiği iki cümle ile yumuşayıp secdeye kapanmaları da mâkul değildir.
Bu iftirâya en güzel cevap bizzat bu sûrenin başında verilmektedir:
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
(2)
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
(3)
إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
(4)
“Arkadaşınız (Muhammed) şaşırmadı ve sapıtmadı. O hevâsından konuşmaz. O’nun konuştukları kendisine vahyolunandan başka bir şey değildir.” (en-Necm 2-4)
Bu meselenin, İslâm’a karşı garazkârâne bir düşmanlığın eseri olarak ortaya atıldığı, İslâm âlimleri tarafından pek çok cihetten ispat edilmiş bulunmaktadır. On üç senelik Mekke devri, şirki bertarâf etme ve kalblerdeki tevhîd inancını kuvvetlendirme mücâdelesiyle geçmiştir. Zîrâ tevhîd inancı, Allâh’a herhangi bir varlığı ortak koşmayı kat’iyyen kabûl etmez.
İkinci Habeşistan Hicreti
Mekkeli müşrikler, gelen Muhâcirlerin Habeşistan’da hüsn-i kabûl gördüklerini öğrendiklerinde, bundan büyük bir endişe duydular ve yapmakta oldukları işkenceyi daha da şiddetlendirdiler.
Velîd bin Muğîre’nin himâyesinde rahat bir hayat süren Osman bin Maz’un -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının akıl almaz zulüm ve işkencelere mâruz kaldıklarını, bâzılarının ateşle dağlandığını, kırbaçla dövüldüğünü görünce tefekküre daldı:
“Vallâhi, arkadaşlarımın ve ev halkının Allâh yolunda çektikleri türlü türlü çileleri benim çekmeyişim, bir müşriğin himâyesinde emniyet içinde yaşayışım, büyük bir noksanlıktır! Allâh’ın himâyesi daha şerefli ve daha emniyetlidir!” diye düşünerek hâmîsi Velîd’in yanına gitti. Ona:
“–Ey amcamın oğlu! Sen beni himâyene aldın! Güzelce de himâye ettin ve taahhüdünü yerine getirdin! Şimdi senin himâyenden çıkıp Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitmek istiyorum. O ve ashâbı, benim için en güzel örnektir. Beni Kureyşlilerin yanına götürüp üzerimdeki himâyenden vazgeçtiğini bildir!” dedi. (İbn-i İshâk, s. 158; Heysemî, VI, 34)
Müşriklerin zulüm ve işkencelerinin daha da şiddetlenmesi üzerine müslümanlar aynı sene ikinci defâ Habeşistan’a hicret etmeye mecbûr kaldılar. Bu sefer doksan kişi idiler. Yetmiş yedisi erkek, on üçü kadındı. Başlarında Hazret-i Ali’nin büyük kardeşi Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-193 vardı.
Leylâ Hâtun şöyle anlatır:
“Müslüman olduğumuz için Ömer bize çok kızıyordu. Habeşistan’a hicret etmek için yola çıkmaya hazırlandığımızda, ben devenin üstündeyken geldi ve:
«–Nereye gidiyorsunuz ey Ümmü Abdullâh?» diye sordu.
«–Dinimiz husûsunda bize eziyet ettiniz, biz de işkence görmeyeceğimiz bir yere gidiyoruz.» dedim.
«–Allâh sizinle berâber olsun!» dedi.
Zevcim Âmir gelince, Ömer bin Hattâb’ın yumuşak tavrını ona anlattım.
O:
«–Gâlibâ sen onun müslüman olmasını umuyorsun. Vallâhi Hattâb’ın merkebi müslüman olur da o yine müslüman olmaz.» dedi.
Ömer’den o zamâna kadar görülen sertlik ve katı yüreklilik, kendisinin îmânından böylesine ümit kestirmişti.” (Heysemî, VI, 23-24)
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zevcesi Hazret-i Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- demiştir ki:
“Biz Habeşistan’a ayak bastığımız andan itibâren, Necâşî’den pek çok ikram ve iltifâta mazhar olduk. Bizi dâimâ koruyup gözetti. Huzur ve emniyet içerisinde Allâh Teâlâ’ya ibâdet ettik.” (Ahmed, I, 201-202)
Habeşistan Muhâcirleri’nden Ümmü Habîbe -radıyallâhu anhâ- vâlidemizin o günlere âit anlattığı şu hâtıra da müslümanların Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, kendisini görmedikleri hâlde bile ne kadar derin bir muhabbet beslediklerini göstermektedir:
“Necâşî’nin Ebrehe isminde bir câriyesi vardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile nikâhım Habeşistan’da kıyılıp Medîne’ye gelme hazırlıklarım yapılırken bana:
«–Senden ricâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e selâmımı söylemen, O’na, dînine girdiğimi bildirmendir.» dedi.
Ebrehe bana çok lutufkâr davrandı, yol hazırlığımı yaptı. Yanıma her gelişinde:
«–Sakın ricâmı unutma! Allâh Rasûlü’ne muhakkak selâmımı söyle!» diyordu.
Medîne’ye Rasûlullâh’ın yanına gelince nikâh safhalarıyla Ebrehe’nin bana yaptıklarını kendisine anlatıp selâmını söyledim. Allâh Rasûlü tebessüm buyurdu ve:
“–Ve aleyhesselâm ve rahmetullâhi ve berekâtüh” diyerek selâmını aldı. (İbn-i Sa’d, VIII, 98)
NÜBÜVVETİN ALTINCI SENESİ Kureyş’in Necâşî’den Muhâcirleri Geri İstemesi
Birinci Habeşistan hicretine pek aldırmayan Kureyş müşrikleri, orada Muhâcirlere gösterilen güzel muâmeleden haberdâr olunca telâşa kapıldılar. İslâm’ın etrâfa yayılması hâlinde bu işin önünün alınamayacağını düşünüyorlardı. Habeş hükümdârından müslümanları geri istemek husûsunda bir karara varıp, derhâl Abdullâh bin Rabîa ile Amr bin Âs’ı, Necâşî’ye ve kumandanlarına verilmek üzere çeşitli hediyelerle gönderdiler.
Ebû Tâlib, Kureyşlilerin Necâşî’ye elçi ve hediyeler gönderdiğinden haberdâr olunca, Muhâcirleri müşriklerin desîselerinden korumaya teşvik için Necâşî’ye hitâben, onu medheden bir kasîde yazıp gönderdi. (İbn-i Hişâm, I, 356)
Amr ve arkadaşı, Necâşî ile görüşmeden önce, kumandanlarına çeşitli hediyeler vererek onları kendi taraflarına çekmeye muvaffak oldular. Müşrik heyet daha sonra Necâşî’ye hediyelerini takdîm ettiler ve şöyle dediler:
“–Ey hükümdar! Bizden birtakım aklı ermez gençler, senin ülkene gelip sığındılar. Onlar atalarının dînini terk ettikleri gibi senin dînine de girmediler. Onlar yeni bir dîn îcâd ettiler. Akrabâları onları geri çevirmeniz için bizi sana gönderdiler. Çünkü kavmi, bunları herkesten daha iyi bilirler, kabahatlerini başkalarından daha iyi anlarlar.”
Onlar, Necâşî’nin, Câfer ve arkadaşlarını dinleyip tesirinde kalmasından korkuyorlardı. Bu yüzden de Necâşî’nin, Muhâcirleri muhâkeme etmeksizin kendilerine teslîm etmesini istiyorlardı.
Necâşî’nin kumandanları da:
“–Efendim! Bu adamlar doğru söylüyorlar. Kavimleri onları daha iyi bilirler. Sen onları bu adamlara teslîm et de memleketlerine götürsünler!” dediler.
Necâşî kızdı ve:
“–Asla! Ben onları dinlemeden hemen teslîm edecek değilim! Beni başkalarına tercîh ederek memleketime sığınmış olan bir cemaate kötülük edemem.” dedi ve haber salıp Muhâcirleri yanına çağırttı.
Necâşî, kendi din adamlarını da çağırdı. Onlar, Necâşî’nin çevresinde kitaplarını açmış bir vaziyette oturdular.
Muhâcirler geldiğinde Necâşî her iki tarafı, huzûrunda yüzleştirdi. Târihî bir heyecan yaşandı. Müslümanların sözcüsü Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh- idi.
Necâşî, Muhâcirlerin başkanı Câfer-i Tayyâr’a döndü:
“–Kureyşliler elçi göndermiş, sizin Mekke’ye dönmenizi istiyorlar.” Dedi.
Câfer, hükümdâra:
“–Ey hükümdâr! Sorunuz bunlara; biz köle miyiz ki, bizleri geri istiyorlar?” dedi.
Necâşî, Amr bin Âs’a baktı. O da cevapladı:
“–Hayır, hepsi de hürdür!”
Mükâleme şöyle devâm etti:
“–Sorunuz bunlara! Biz borçlu muyuz ki, bizleri istiyorlar?”
“–Hayır, hiçbirinin kimseye borcu yok!”
“–Sorunuz bunlara! Biz kâtil miyiz ki, kısas için çağırıyorlar?”
“–Hayır, böyle bir isteğimiz de yok!”
“–O hâlde bizleri ne diye geri istiyorlar?”
O zaman Amr, şöyle dedi:
“–Bunlar, dedelerimizin dîninden ayrıldılar. İlâhlarımıza hakâret ediyorlar. Gençlerimizin îtikadlarını bozdular. Halkımızın arasına tefrika soktular. Bütün Mekke ahâlîsi ikiye bölündü.”
Bunun üzerine Necâşî:
“–Siz ne benim dînime ne de kendi kavminizin dînine girmediğinize göre, sizin kabûl ettiğiniz bu dîn, nasıl bir dîndir? diye sordu.
Câfer-i Tayyâr söze başladı:
“–Ey hükümdar! Biz câhil bir kavim idik. Taştan, ağaçtan yapılmış putlara ilâh diye tapardık. Ölü hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri gömerdik. Kumar oynar, fâizcilik (tefecilik) yapardık. Zinâyı ve bir kadının birkaç erkekle münâsebetteki iffetsizliğini hoş görürdük. Akrabâmıza karşı vazîfelerimizi bilmezdik. Komşularımızın haklarını tanımazdık. Güçlüler zayıfları ezer; zenginler fakirlerin sırtından kazanırdı. Aramızda, hak nedir, bilinmezdi.
Allâh Teâlâ bizlere merhamet etti ve bizim ıslâhımızı diledi de, içimizden bir Peygamber gönderdi. O Peygamber, asil bir soydan ve temiz bir kabîledendir. Kendisini «el-Emîn» diye isimlendirmiştik. O bizi Allâh’ın birliğine çağırdı. O’na ibâdet etmeyi öğretti. Dedelerimizin putlarından kurtardı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Kan dökmeyi, kumar oynamayı, içkiyi, fâizi, yalancılığı, yetimlerin mallarına dokunmayı yasakladı. Bize hep iyilikleri tâlim buyurdu. Doğruluğu, sözünde durmayı, komşu ve akrabâya iyi muâmele etmeyi, kadınların şerefini, kız çocuklarının hayâtını kurtarmayı emretti. Bizi vahşetten kurtardı. Medeniyete kavuşturdu. İyi bir insan olmamızı sağladı. Biz de kendisine inandık. O’nun yolunda yürüyoruz. Bu sebeple Kureyşlilerin düşmanlığını kazandık. Çeşitli işkencelere uğradık. Fakat işkenceler dayanılmaz hâle gelince, dînimizden de dönmek istemediğimiz için Peygamberimiz’den izin alarak hükümdarlar arasından sizi tercih ettik ve ülkenize geldik. Yurdunuzda zulme uğramayacağımızı umarak himâyenize sığındık!..”
Câfer -radıyallâhu anh-’ın söylediklerini sükûnetle dinleyen Necâşî:
“Allâh tarafından Peygamberinize gönderilen vahiyden ezberinde bir şey var mı?” diye sordu.
Câfer -radıyallâhu anh-:
“–Evet.” dedi ve Meryem Sûresi’nin ilk âyetlerinden, Yahyâ ve Îsâ -aleyhimesselâm-’ın doğumları ile alâkalı âyetleri tilâvet edince Necâşî ve adamları müteessir olup ağladılar.
Necâşî:
“–Allâh’a yemin ederim ki, bu sözler, Hazret-i Mûsâ’ya ve Hazret-i Îsâ’ya inen vahiylerin kaynağındandır.” dedi ve Kureyş elçilerine dönüp:
“–Ben bu Muhâcirleri size teslîm edemem!” diyerek tekliflerini reddetti.
Elçiler Necâşî’nin yanından ayrıldıkları zaman, Amr:
“–Allâh’a yemin ederim ki Necâşî’ye, bunların Îsâ bin Meryem’in bir kul olduğuna inandıklarını haber vereceğim ve onların köklerini kazıtacağım!” dedi.
Ertesi gün, Necâşî’nin huzûruna çıkıp:
“–Ey hükümdâr! Onlar Îsâ bin Meryem hakkında çok ağır bir söz söylüyorlar! İstersen yanına çağır da, O’nun hakkında neler söylediklerini sor.” dedi.
Necâşî, müslümanları tekrar yanına çağırdı ve onlara:
“–Meryem oğlu Îsâ hakkında ne düşünüyorsunuz, söyleyin bakalım.” dedi.
Câfer-i Tayyâr Hazretleri:
“–Biz O’nu, Peygamberimiz’in öğrettiği gibi biliyoruz. Allâh Rasûlü O’nun hakkında şöyle buyuruyorlar:
«Îsâ, Allâh’ın kulu, Rasûlü, Rûh’u ve her şeyi bırakarak kendini Allâh’a adamış olan Meryem’e ilkâ ettiği Kelimesi’dir.»” deyince, Necâşî yerden bir çöp alarak:
“–Allâh’a yemin ederim ki, Îsâ bin Meryem de senin söylediğinden başka bir şey değildir! Sizin söylediğinizle Hazret-i Îsâ’nın hakîkati arasında, şu (çöp) kadar dahî bir fark yoktur!” dedi.
Necâşî bunu söyleyince, çevresindeki kumandanlar homurdanmaya başladılar. Necâşî onlara:
“–Vallâhi siz homurdansanız da hakîkat budur!” dedi.
Muhâcirlere de:
“–Gidiniz! Sizler benim ülkemde tamâmen emniyet içindesiniz! Size dil uzatan kimse cezâlandırılacaktır. Dağ kadar altın verseler bile ben sizden birine eziyet etmek istemem. Getirdikleri hediyeleri de şu iki adama geri verin! Benim onlara ihtiyâcım yok! Eğer Hazret-i Peygamber’in yanında olsaydım, O’nun ayaklarına su döker, kendisine hizmet ederdim!..” dedi. (İbn-i Hişâm, I, 356-361; Ahmed, I, 202-203, V, 290-291; Heysemî, VI, 25-27)
Diğer bir rivâyette bildirildiğine göre Necâşî şunları da söylemiştir:
“Ben şehâdet ederim ki, Muhammed Allâh’ın Rasûlü’dür. O, Hazret-i Îsâ’nın müjdelediği zâttır. Eğer ben, şu saltanatın başında olmasaydım ve insanların işlerini yüklenmiş bulunmasaydım O’nun ayakkabılarını taşımak üzere yanına giderdim.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 55-57/3205)
a
Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, Necâşî’ye verdiği cevaplarla İslâm teblîğcilerine, nerede nasıl konuşmaları îcâb ettiği husûsunda güzel bir misâl teşkil eder ki her zaman için bu usûle riâyet etmek lâzımdır:
Kendisinden Kur’ân-ı Kerîm okuması istendiğinde herhangi bir yeri değil de, muktezâ-yı hâle en münâsip âyetleri, yâni Meryem Sûresi’nin Hazret-i Îsâ ile alâkalı kısmını tilâvet ederek cevap vermesi takdîre şâyandır. Aynı şekilde müşriklerin Muhâcirleri geri almak için öne sürdüğü bahânelere aklî ve mantıkî cevaplar vererek kendilerine gelen dînin hak, hukuk ve güzel ahlâkı emrettiğini söylemesi de câlib-i dikkattir.
Peygamber Efendimiz’in Muhâcir kâfilesine reis olarak Câfer -radıyallâhu anh-’ı seçmesinde de büyük hikmetler vardır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu davranışıyla, idâreci olarak tâyin edilecek kimselerin, bulunacakları yere ve kâbiliyetlerine göre vazîfelendirilmesi îcâb ettiğini tâlim buyurmuş olmaktadır.
İkinci Habeşistan hicretine iştirâk eden Muhâcirlerin bir kısmı, Peygamber Efendimiz’in Medîne’ye hicretinden sonra, bir kısmı da Hudeybiye Müsâlahası esnâsında dönmüşlerdir.
Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-’ın riyâsetindeki son kâfile ise, Hayber Fethi’nde Medîne’ye gelmişler ve Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevindirmişlerdir.
Hazret-i Hamza’nın Müslüman Oluşu
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müşriklere Kâbe’de Kur’ân-ı Kerîm okumak üzere sâdece ashâbını göndermiyordu. Zaman zaman bizzat kendileri de gidip Allâh’ın âyetlerini tilâvet buyuruyorlardı. Bu gidişlerinden birinde Ebû Cehil, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hakârette son derece ileri gitti. Etrâfında toplanmış bulunan diğer müşriklere de güç gösterisinde bulunmak istercesine, daha da azıtmak üzereydi ki, bir kadın, koşarak durumu o esnâda avdan dönmekte olan Hazret-i Hamza’ya bildirdi:
“–Ey yiğitler yiğidi! Kâbe’de yeğenine hakâret ediyorlar; korkarım O’na eziyet edecekler, bir fenâlık yapacaklar!..” dedi.
Hazret-i Hamza, hemen Kâbe’ye koştu ve derhâl mel’ûn Ebû Cehl’e mânî oldu. Elindeki yay ile o habîsin başına öyle bir vurdu ki, Ebû Cehl’in başından kanlar akmaya başladı. Böyle bir müdâhale olacağını tahmin etmeyen îman düşmanı, şaşkın bir hâlde ve canından endişe ederek, kaçarcasına oradan uzaklaştı. Bunu gören diğer müşrikler de, birer ikişer dağıldılar. Çünkü hepsi de Hamza’nın gücünü çok iyi biliyorlardı. Ondan, Kureyş’in bütün pehlivanları çekinir ve karşısına çıkmaya cesâret edemezdi.
Bundan sonra Hazret-i Hamza, Âlemlerin Efendisi olan yeğeni Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına giderek:
“–İşte intikâmını aldım yâ Muhammed; artık rahat ol!” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz ise, amcasının bu hareketine cevâben:
“–Ey amca! Ben asıl senin müslüman olmanla sevineceğim!” deyince, Hazret-i Hamza’nın gönlündeki gaflet perdeleri aralandı. O yiğitler yiğidi, hakîkati idrâk ederek tebessümle mübârek yeğenine baktı ve O’nun yüce nûrunu seyrede seyrede:
diyerek kelime-i şehâdet getirdi.
Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz’den iki yaş büyüktü ve O’nun hem amcası hem de süt kardeşi idi.194
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ey amca! Ben asıl senin müslüman olmanla sevineceğim!” buyurmakla, şahsî intikâmının alınmasıyla değil, asıl onun hidâyetiyle mes’ûd olacağını belirterek, mühim olanın, fânî dünyâ hayâtı değil, ebedî olan ukbâ hayâtı olduğunu ifâde etmiştir.
Bu hâdise, İslâm’ı yücelten hizmetleri, şahsî menfaatlerimize dâimâ tercih etmemiz gerektiğini ve ferdî hususlardan çok, dînî hizmet ve gayretlerin muvaffakıyyeti ile huzur bulup sevinmemiz îcâb ettiğini telkîn etmektedir.
a
Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh-’ın müslüman olduğu gün, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Rasûlullâh Efendimiz’e, hep birlikte Mescid-i Harâm’a gidip oradakileri İslâm’a dâvet etmesi için ısrâr etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise:
“–Ey Ebû Bekir! Henüz sayımız çok az.” buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr edince, Peygamber Efendimiz ashâbıyla birlikte Dâru’l-Erkam’dan çıkıp Mescid-i Harâm’a gittiler. Kâbe’ye vardıklarında, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, insanları Allâh’a ve Rasûlü’ne îmâna dâvet etmeye başlayınca, müşrikler Hazret-i Ebû Bekr’in ve müslümanların üzerlerine yürüyüp onları şiddetli bir şekilde dövmeye başladılar. Hele fâsık Utbe, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın üzerine çıkıp çiğnedi, yüzünü demir tabanlı ayakkabılarıyla tekmeledi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın her tarafı kan revân içinde kaldı. Kabîlesi Teymoğulları, Hazret-i Ebû Bekr’i müşriklerin elinden zor kurtardılar.
Teymoğulları, onu baygın bir hâlde evine götürdüler. Öleceğini zannederek hemen geri dönüp Mescid-i Harâm’a girdiler ve:
“–Şâyet Ebû Bekir ölecek olursa, vallâhi biz de Utbe’yi öldürürüz!” dediler.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, ancak akşama doğru kendine geldi ve ilk olarak bin bir zahmetle şunu sordu:
“–Rasûlullâh nasıl, iyi mi?”
Annesi Ümmü’l-Hayr sürekli:
“–Bir şeyler yiyip-içsen!” diye ısrâr ediyordu.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, sanki onu hiç duymuyormuş gibi:
“–Rasûlullâh ne yapıyor, ne hâldedir?” diye sorup duruyordu.
Ümmü’l-Hayr:
“–Evlâdım! Arkadaşın hakkında bir şey bilmiyorum.” dedi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, annesini Rasûlullâh hakkında bilgi almak üzere, müslüman bir hanım olan Ümmü Cemîl’e195 gönderdi. Ümmü Cemîl -radıyallâhu anhâ- gelip, Hazret-i Ebû Bekr’i böyle perişan bir hâlde görünce kendini tutamayarak feryâd etti:
“–Allâh’a yemin ederim ki, sana bunu yapanlar muhakkak fâsık ve kâfirdirler! Onların sana yaptıklarını Allâh yanlarına bırakmasın!” dedi.
Daha sonra Ebû Bekr’in suâli üzerine Allâh Rasûlü’nün selâmette ve Dâru’l-Erkam’da olduğunu bildirdi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Allâh’a yemin olsun ki, Rasûlullâh’ı görmedikçe, bir şey yiyip içmem!” dedi.
Ortalık sâkinleşip herkes evlerine çekilince, annesi ve Ümmü Cemîl, kollarına girerek Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı Varlık Nûru’nun yanına götürdüler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i görür görmez dizlerine kapandı. Kıymetli dostunun bu hâli, Âlemlerin Sultânı Efendimiz’in rakîk kalbini son derece duygulandırdı. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Benim hiçbir sıkıntım yok. O habîs fâsık beni biraz hırpaladı o kadar!” dedi ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den annesinin hidâyeti için duâ taleb etti.
Varlık Nûru’nun duâsı berekâtıyla, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın muhterem vâlideleri de îman halkasına dâhil oldular.196
a
Müslümanların sayısının hızla artması ve Hazret-i Hamza -radıyallâhu anh- gibi bahâdırların İslâm’a girmesi üzerine iyice telâşa kapılan müşrikler, bir toplantı yaparak bu gidişâtın önünü alabilmek için çâreler düşündüler:
“–Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi O’na gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler.
Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı münâsip görerek Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış oldukları teklifleri, fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Sözlerini bitirinceye kadar Allâh Rasûlü onu sessizce dinledi Sonra da:
“–Ey Ebu’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu.
Utbe:
“–Evet!” deyince Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu.
Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:
“–Ey Ebu’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.
Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, onu gören müşrikler:
“–Vallâhi Ebu’l-Velîd gittiğinden çok farklı bir yüzle geliyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler.
Yanlarına geldiğinde heyecanla Utbe’ye:
“–Ne oldu, anlatsana?” dediler.
Utbe:
“–Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِّثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ
«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: İşte sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim.» (Fussilet, 13) dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tutarak, akrabâlığımız hakkı için yemin ettim. Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum.
Ey Kureyş cemaati! Gelin beni dinleyin! O’nu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer onu Araplar öldürürse, sizden başkası vâsıtasıyla O’ndan kurtulmuş olursunuz. Şâyet Araplara hâkim olursa, O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mutlusu olursunuz!” dedi.
Kureyşliler:
“–Ey Ebu’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:
“–Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi. (İbn-i Hişâm, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112)
Hazret-i Ömer’in Müslüman Oluşu
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den on üç yaş küçüktür. Nesebi, dokuzuncu babada Peygamber Efendimiz’le birleşmektedir.
Müşrikler, istişâre meclisleri olan Dâru’n-Nedve’de toplanmışlar ve Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i öldürmeye karar vermişlerdi. Bunun için de, aralarından cesur, bahadır ve sert tabiatlı biri olan Ömer bin Hattâb’ı seçip göndermişlerdi. Ömer, Âlemlerin Efendisi’ni öldürmek kastıyla gâfilâne bir şekilde yola çıktı. Yolda Nuaym bin Abdullâh -radıyallâhu anh-’a rastladı.
Nuaym, Ömer’in hâlinden şüphelenerek:
“–Ey Ömer! Nereye gidiyorsun?” diye sordu.
Ömer:
“–Atalarının dînini bırakıp yeni bir dîn getiren Muhammed’i öldürmeye gidiyorum!” dedi.
Basîretli sahâbî Nuaym -radıyallâhu anh- zaman kazanmak niyetiyle:
“–Ey Ömer! Vallâhi nefsin seni aldatmış! Sen O’nu öldürdüğünde Abdi Menaf Oğulları’nın seni sağ bırakacağını mı sanıyorsun?! Sen önce kendi âilene baksan daha iyi edersin?” dedi.
Ömer hiddetlenerek:
“–Sen kimi kastediyorsun!?” dedi.
Nuaym -radıyallâhu anh-:
“–Kimi olacak, enişten Saîd bin Zeyd ile kardeşin Fâtıma’yı kastediyorum! Vallâhi ikisi de müslüman oldular!” cevâbını verdi.
Nuaym -radıyallâhu anh-, Ömer’in bu çirkin emelini öğrenince, onu kız kardeşi ve eniştesinin evine yönlendirerek, durumu Allâh Rasûlü’ne bildirmek için zaman kazanmıştı.
Nuaym’dan bu sözlerini duyan Ömer’in öfkesi iyice kabardı ve çok sinirli bir vaziyette, doğruca kız kardeşinin evine yöneldi.
O esnâda, kız kardeşi ve eniştesinin yanlarında Habbâb -radıyallâhu anh- vardı ve Kur’ân-ı Kerîm tâlîmiyle meşgul idi. Ömer’in hışımla kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördükleri an, Habbâb’ı evde bir odaya gizlediler. Fâtıma Hâtun da hemen Kur’ân-ı Kerîm sahîfesini sakladı.
Ömer eve girince:
“–Neydi o işitmiş olduğum sözler?!” diye gürledi.
Eniştesi ve kızkardeşi:
“–Sen yanlış duydun herhâlde, burada öyle bir şey yok!” dediler.
Ömer:
“–Hayır! Vallâhi ikinizin de Muhammed’e tâbî olduğunu öğrendim!” dedi ve hışımla eniştesinin üzerine yürüdü. Onu hırpalamaya başladı. Araya giren kardeşi Fâtıma’yı da tokatladı. Bunun üzerine Fâtıma:
“–Yâ Ömer! Ne yaparsan yap! İstersen bizi öldür! Biz müslümanlıktan aslâ vazgeçmeyiz!..” dedi.
Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, îman cesâretiyle bu sözleri haykırırken mübârek yüzünden ince bir şerit hâlinde kanlar sızıyordu.
Kardeşinden böyle bir cevap beklemeyen Ömer şaşkınlaştı. Kız kardeşinin yüzündeki kanları görünce de içinde bir sızı duydu. Yaptığına pişman olarak:
“–Şu okuduklarınızı bir getirin hele!” dedi.
Kız kardeşi:
“–Biz senin sahîfeye bir şey yapmandan korkarız!” dedi.
Ömer:
“–Korkma!” dedi ve onu okuduktan sonra geri vereceğine dâir ilâhları üzerine yemin etti.
Bunun üzerine, Fâtıma Hâtun, onun müslüman olacağını ümîd ederek:
“–Ey kardeşim! Sen puta taptığın müddetçe temiz değilsin! Hâlbuki Kur’ân yazılı sahîfeye pâk olmayan dokunamaz!” dedi.
Ömer kalkıp gusledince, Fâtıma Hâtun ona sahîfeyi verdi. Sonra getirilen âyet-i kerîmeleri197okumaya başladı:
طه
(1)
مَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لِتَشْقَى
(2)
إِلَّا تَذْكِرَةً لِّمَن يَخْشَى
(3)
تَنزِيلًا مِّمَّنْ خَلَقَ الْأَرْضَ وَالسَّمَاوَاتِ الْعُلَى
(4)
الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى
(5)
لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرَى
(6)
وَإِن تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَإِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَأَخْفَى
(7)
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى
(8)
وَهَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ مُوسَى
(9)
إِذْ رَأَى نَارًا فَقَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَارًا لَّعَلِّي آتِيكُم مِّنْهَا بِقَبَسٍ أَوْ أَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى
(10)
فَلَمَّا أَتَاهَا نُودِي يَا مُوسَى
(11)
إِنِّي أَنَا رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ إِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى
(12)
وَأَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِعْ لِمَا يُوحَى
(13)
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
(14)
إِنَّ السَّاعَةَ ءاَتِيَةٌ أَكَادُ أُخْفِيهَا لِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعَى
(15)
فَلاَ يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لاَ يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ فَتَرْدَى
(16)
“Tâ-hâ. (Ey Muhammed!) Kur’ân’ı Sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik. Ancak Allâh’tan korkan kimse için bir öğüt olarak (indirdik.)
(Kur’ân) yeryüzünü ve yüce gökleri yaratan Allâh tarafından peyderpey indirilmiştir. O Rahmân (kudret ve hâkimiyetiyle) Arş’a istivâ etti. Bütün göklerde olanlar, bütün yerdekiler, bu ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar hep O’nundur.
Sen sözü izhâr etsen (de etmesen de müsâvîdir.) Şüphesiz O, gizliyi de, daha gizlice olanı da bilir.
Allâh O’dur ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.
(Habîbim!) Mûsâ’nın kıssası Sana geldi mi? Hani O, bir ateş görmüştü de, âilesine: «Yerinizde durun, benim gözüme bir ateş ilişti, belki size bir kor getiririm, yahut ateşin yanında bir yol gösterici bulurum.» demişti. Oraya vardığında kendisine(tarafımızdan): «Ey Mûsâ!» diye nidâ edildi: «Ben, şüphesiz senin Rabbinim. Hemen ayakkabılarını çıkar, çünkü sen mukaddes bir vâdi olan Tuvâ’dasın. Ben seni seçtim, şimdi (sana) vahyolunacak şeyleri dinle.»
Şüphesiz Ben Allâh’ım, Ben’den başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için Bana kulluk et ve Ben’i zikretmek için namaz kıl. Çünkü kıyâmet muhakkak gelecektir. Onun vaktini gizli tutuyorum ki, herkes yaptığının karşılığını görsün. Sakın kıyâmete inanmayıp kendi hevâ ve hevesine uyan kimse seni, ona îmân etmekten alıkoymasın; sonra helâk olursun.” (Tâ-hâ, 1-16)
Bu âyetleri okuyan Ömer, âdeta donakaldı:
“–Bu sözler ne kadar güzel! Ne kadar değerli!” demekten kendini alamadı.
Kur’ân’ın fesâhat ve belâgati kendisini son derece cezbetmişti. Bu sözler, bir beşerin aslâ söyleyemeyeceği hakîkat ve hikmetlerle doluydu. Bir an derin derin düşüncelere daldı.
Hazret-i Ömer’in sözlerini işiten Habbâb -radıyallâhu anh-, saklandığı yerden çıkıp:
“–Ey Ömer! Vallâhi Rasûlullâh’ın duâsı sana nasîb olacak. Allâh Rasûlü dün:
«Yâ Rabbi! İslâm’ı Ebu’l-Hakem bin Hişam veya Ömer bin Hattâb ile te’yîd eyle!» diyerek duâ etmişti. Ey Ömer! Artık Allâh’tan kork!” dedi.
Hazret-i Ömer, Habbâb’a:
“–Ey Habbâb! Sen beni Muhammed’in bulunduğu yere götür de müslüman olayım!” dedi.
Hemen yola çıktılar. Bu seferki adımlar, îman aşk ve heyecânı içerisinde Rasûlullâh’ın hakîkatini idrâk edebilmenin muhabbet ve iştiyâkı ile doluydu.
Hazret-i Ömer, Erkam’ın evine vardığında kendisini Hazret-i Hamza karşıladı. Belinde kılıcı, hazır vaziyetteydi. Zîrâ Nuaym -radıyallâhu anh-, onlara daha önceki haberi vermiş bulunuyordu. Sonraki gelişmelerden ise kimse haberdar değildi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kalkıp Ömer’e doğru yürüdü. Onu avluda karşıladı ve niçin geldiğini sordu. Hazret-i Ömer, merâmını şu mes’ûd cümle ile dile getirdi:
“–Müslüman olmaya geldim, yâ Rasûlallâh!”
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın nelere kâdir olduğunu ifâde ve şükür sadedinde;
diyerek tekbîr getirdi. Bunu duyan bütün ashâb yüksek sesle tekbîr getirmeye başladı. Böylece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir duâsı daha müstecâb olmuştu.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- konuşmaya başladığında kalbi mutmain bir şekilde ilk söylediği söz kelime-i şehâdet oldu:
Peygamber Efendimiz’in duâsı, Ömer bin Hattâb’a nasîb olmuştu. Ebu’l-Hakem bin Hişam, yâni meşhur adıyla Ebû Cehil ise, düştüğü bedbahtlık çukurunda helâk olup gidecekti.198
Hazret-i Ömer’in Allâh Rasûlü’nün huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek müslüman olmasının ardından, onun teklifiyle bütün müslümanlar toplu olarak Erkam’ın evinden çıktılar. Tekbîrler getirerek Kâbe’ye doğru yürümeye başladılar.
Bu durum müşrikleri kahretti. O zaman Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer’e, hak ile bâtılı ayırdığı için “Fârûk” sıfatını verdi.199
Hazret-i Ömer, o günleri daha sonra şöyle anlatır:
“Müslüman olup da ezâ ve cefâ çekmeyen, mücâdele etmeyen kimse yoktu. Ancak bana kimse dokunamıyordu. Kendi kendime dedim ki:
«Müslümanlar çeşitli musîbetlere uğrarken, ben selâmette kalmak istemem!»
İslâm’a girdiğim gece düşündüm, Mekke müşriklerinden, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı düşmanlıkta en aşırı giden kim ise, gidip ona müslüman olduğumu söylemeye karar verdim. Sabah olduğunda Ebû Cehil’in kapısını çaldım. Kapıya çıktı:
«–Hoş geldin ey Ömer! Ne haber getirdin?» dedi.
Ben:
«–Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân edip O’nun getirdiği bütün şeyleri tasdîk ettiğimi sana haber vermeye geldim!» deyince, lânet ederek kapıyı yüzüme çarparcasına kapattı.” (İbn-i Hişâm, I, 371)
Daha sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Kureyş’in azılı müşriklerinden dayısı Velîd bin Muğîre’ye ve hakîkat düşmanı iki müşriğe daha giderek bu güzel haberi vermiş, fakat onlardan hiçbiri kendisine bir şey yapmaya cesâret edemeyerek, kapıyı yüzüne çarpmış, me’yûs bir şekilde evlerine çekilmişlerdi.
Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Hazret-i Ömer’in müslüman olması bir fetih, hicreti bir yardım, halîfeliği de bir rahmet idi! Ömer -radıyallâhu anh- müslüman oluncaya kadar Kâbe’nin yanında açıktan namaz kılamadık. O müslüman olunca Kureyş müşrikleriyle mücâdele etti, onlar da bizi serbest bıraktılar. Böylece orada namaz kılabildik.” (Heysemî, IX, 62-63)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Hicret’e kadar Mekke’de İslâm uğrunda var gücüyle mücâdele etti ve mü’minlerle birlikte pek çok çileye katlandı.
NÜBÜVVETİN YEDİNCİ-DOKUZUNCU SENELERİ: BOYKOT YILLARI üşriklerin Müslüm Üç Yıl Süren Boykotanları Tecrid Siyâseti:
İslâm, bütün engellemelere rağmen gün geçtikçe gelişme kaydediyor ve bu durum, müşriklerin kin ve hasetlerinin daha da artmasına sebep oluyordu. Bu hâle tahammül edemeyen müşrikler, Varlık Nûru’nun muazzez vücûduna kastederek kâinâtı karanlıklara boğmak husûsunda sözleştiler:
“–O’nu gizlice veya açıktan, muhakkak öldüreceğiz!” diye yemin ettiler.
Ebû Tâlib, Kureyş müşriklerinin bu cinâyeti işlemeye kararlı olduklarını görünce, Allâh Rasûlü’nün hayâtı hakkında endişeye düştü. Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları’nı toplayarak, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunmalarını ve O’nu her türlü tehlikeye karşı korumalarını emretti.
Muharrem hilâlinin doğduğu gece, Ebû Tâlib başlarında olmak üzere, Allâh Rasûlü, bütün Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları, Ebû Tâlib mahallesinde toplandılar. Sâdece Ebû Leheb onlara katılmadı, müşriklerin safında yer almaya devâm etti.
Bunun üzerine müşrikler, İslâm’ı, daha fazla yayılıp kuvvetlenmesine fırsat vermeden yok edebilmek için hâince bir plân yaptılar:
İktisâdî ve ictimâî bir boykot ve ambargo ile bu dînin tâze mensuplarını bunaltıp yöneldikleri nûrlu istikâmetten -gûyâ- geriye çevirmek!..
Bu maksatla, Ebû Cehil’in başkanlığında Hayf-ı Benî Kinâne’de toplanan karanlık kalbler, müslümanlar ve onları koruyan Hâşimoğulları ile her türlü alışverişi kesmekten kız alıp-vermek gibi medenî muâmelelere kadar, bütün beşerî münâsebetleri kopardılar. Bunu bir ahitnâme ile de perçinleyerek Kâbe’nin duvarına astılar.
Bu ahitnâme sahîfesini, Mansûr bin İkrime yazmıştı. Sahîfeyi yazdığı gün Allâh Rasûlü’nün duâsı netîcesinde eli kuruyuverdi. Bunun üzerine müşrikler aralarında:
“–Hâşimoğulları’na zulmettiğimiz için Mansur musîbete uğradı!” demeye başladılar. (İbn-i Hişâm, I, 372-373; İbn-i Sa’d, I, 208-209; Buhârî, Hac, 45)
Bu boykot üzerine, evvelce Mekke’nin değişik semtlerinde dağınık bir sûrette ikâmet etmekte olan bütün müslümanlar, aralarındaki tesânüdü daha kolaylıkla sağlayabilmek için Şi’b-i Ebî Tâlib denilen, Hazret-i Peygamber’in amcasının mahallesine taşındılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Erkam’ın evinden çıkarak bu mahalleye yerleşti.
Ebû Tâlib, herhangi bir kötülük veya suikasta karşı elinden gelen her türlü tedbîri alıyordı. Peygamber Efendimiz akşam mûtad olarak yatağına yatıyor, gece insanlar uykuya daldıktan sonra Ebû Tâlib, oğullarından, kardeşlerinden veya amcaoğullarından birisini, Allâh Rasûlü’nün yatağına yatırıyor, Efendimiz’i de onun yerine gönderiyordu.200
Müslümanlar için büyük bir mahrûmiyet dönemi başlamıştı. Ebû Cehil ve onun azgın adamları, gece gündüz müslümanların mahallesini gözlüyorlar ve oraya kaçak erzak girmesine dahî mânî olmaya çalışıyorlardı.
Çarşı ve pazarların müslümanlar tarafına giden bütün yollarını kestiler. Satılmak için gelen yiyecekleri, müslümanlara bırakmayıp kendileri satın alıyorlardı. Müslümanlar ancak hac mevsimlerinde Ebû Tâlib mahallesinden dışarı çıkabiliyorlardı. Mü’minlerden biri çoluk-çocuğu için biraz yiyecek almak üzere herhangi bir satıcıya uğrasa, Ebû Leheb hemen erzak yüklerinin başında durur:
“–Ey tüccarlar! Fiyatları Muhammed’in ashâbına öyle yükseltiniz ki, onlar sizden bir şey alamasınlar! Siz benim zengin ve sözünü yerine getiren bir kimse olduğumu bilirsiniz. Böyle yaptığınız takdirde size bir zarar gelmeyeceğine ben kefîlim!” derdi.
Müslümanlar açlıktan ağlaşan çocukları için yiyecek bir şey alamadan geri dönerlerdi. Tüccarlar ertesi sabah Ebû Leheb’in yanına varırlar, o da kalan eşyâyı yüksek fiyatla satın alırdı.201
Bu zor durum karşısında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Hazret-i Hatîce vâlidemiz, bütün servetlerini müslümanlar için sarf ettiler.202
Müşriklerin mahalle yollarını kapama husûsunda göstermiş oldukları bütün gayretlere rağmen, bâzı Mekkeliler gizlice akrabâlarına yardımda bulunuyorlardı. Hakîm bin Hizâm, bir kervanla Şam’dan buğday getirmişti. Bir devenin üzerine buğday yükleyerek gizlice mahallenin yoluna getirdi ve devenin arkasına vurarak müslümanlara doğru deveyi kovaladı. Onlar da devenin üzerindeki buğdayı aldılar. Bir başka gece deveye un yükleyip mahallenin içine saldı.
Hişâm bin Amr da aynı şekilde müslümanlara yardım eden zâtlardan biri idi. Hişâm’ın birkaç deve yükü yiyecek gönderdiğini öğrenen insanlık fukarâsı müşrikler, onu sert bir üslûb ile tehdid ettiler. Yapılan îkazlara rağmen Hişam akrabâlarına yardım etmeye devâm edince, müşrikler ağır sözler söyleyerek onu tartaklamaya kalktılar. Ebû Süfyân araya girerek öldürülmesine mânî oldu ve:
“–Bırakınız adamı! Akrabâlarına iyilik etmiş! Keşke biz de onun yaptığı gibi yapabilsek ne güzel olurdu!..” diyerek, Hişâm’ı müdâfaa etti.
Bu dönemde müslümanlar büyük zahmet ve mahrûmiyetlere katlandılar. Bâzı kereler ağaç yaprakları ile karınlarını doyurmak zorunda kaldılar. Çocuklar açlıktan kırılıyordu. Onların feryâdı, mahallenin dışından bile duyulur hâle gelmişti.
Müşriklerin bu muhâsaradan maksatları, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendilerine teslîm oluncaya kadar müslümanları aç bırakmak ve bu sûretle Allâh’ın Rasûlü’nü öldürebilmek için bir fırsat yakalamaktı. Ancak Ebû Tâlib’in riyâsetindeki Hâşimoğulları’yla birleşmiş bulunan müslümanlar, Varlık Nûru’nu koruyabilmek için, gerektiğinde kanlarını son damlasına kadar fedâ etmeye kararlıydılar.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekkelilerin işkence ve eziyetleri had safhaya varınca, mübârek ellerini semâya açtı ve Kureyş müşriklerine şöyle bedduâ etti:
“–Yâ Rabbi! Şu zâlim kavme, Yûsuf -aleyhisselâm-’ın zamânındaki gibi yedi sene kıtlık azâbı vererek bana yardım eyle!”
Bunun üzerine, yağmurlar kesildi; Kureyş müşriklerini öyle bir kuraklık ve kıtlık yakaladı ki, her şeyi kökten kazıdı, silip süpürdü! Birçokları açlıktan öldüler! Yiyecek bir şey bulamayınca, ölü hayvanların etlerini, derilerini yemeye başladılar. Onlardan biri semâya baktığında, açlık sebebiyle ortalığı duman kaplamış gibi görürdü!
Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdiseden şöyle bahseder:
فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَأْتِي السَّمَاء بِدُخَانٍ مُّبِينٍ
(10)
يَغْشَى النَّاسَ هَذَا عَذَابٌ أَلِيمٌ
(11)
“Şimdi sen, semânın, insanları bürüyecek açık bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bu, elem verici bir azaptır.” (ed-Duhân, 10-11)
Bu kuraklık son derece şiddetlenince Ebû Süfyân, Âlemlerin Efendisi’ne mürâcaat etti ve:
“–Ey Muhammed! Sen rahmet olarak gönderildiğini söylüyor, Allâh’a itaati, akrabâya yardım etmeyi emrediyorsun. Kavmin ise kıtlıktan yok olmak üzeredir! Onlardan bu felâketin kaldırılması için Allâh’a duâ ediver! Eğer Sen’in duân vesîlesiyle Allâh bu belâyı üzerimizden kaldıracak olursa, Allâh’a îmân edeceğiz!” dedi. Ardından da yemin ederek söz verdi.
Bunun üzerine Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâ etti. Yağmur yağdı. Kıtlık nihâyete erdi. Rahata eren müşrikler ise tekrar şirke döndüler.203
Cenâb-ı Hak, ehl-i küfrün bu psikolojisi hakkında şöyle buyurur:
وَإِذَا مَسَّ الإِنسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنبِهِ أَوْ قَاعِدًا أَوْ قَآئِمًا فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَأَن لَّمْ يَدْعُنَا إِلَى ضُرٍّ مَّسَّهُ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
“İnsana bir darlık dokunduğu zaman, yanı üzere yatarken, yahut otururken ya da ayakta iken Biz’e yalvarır; ama Biz onun sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir darlıktan ötürü Biz’e hiç yalvarmamış gibi hareket eder. İşte aşırı gidenlere, yaptıkları iş böylesine süslü gösterilmiştir.” (Yûnus, 12)
Boykotun Sona Ermesi
Bin bir acıyla geçen üç senenin nihâyetinde, Allâh Teâlâ bir ağaç kurdunu müşriklerin Kâbe’ye astıkları antlaşma sahîfesine musallat etti. Kurt sahîfedeki “Bismikallâhümme: Sen’in isminle başlarım ey Allâh’ım” cümlesi hâriç, zulüm ve cevr ifâde eden her şeyi yedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine vahiyle haber verilen bu durumu amcası Ebû Tâlib’e söyledi. Ebû Tâlib bu haberi kardeşlerine bildirdi ve:
“–En güzel elbiselerinizi giyip Kureyşlilerin yanına gidin! Kendileri fark etmeden önce sahîfenin âkıbetini onlara haber verin!” dedi.
Ebû Tâlib ve kardeşleri müşriklere bu haberi verdiklerinde acele bir adam göndererek sahîfeyi getirttiler ve onu Allâh Rasûlü’nün söylediği şekilde buldular. Kureyşlilerin elleri yanlarına düştü! Ebû Tâlib bundan kuvvet ve cesâret bularak:
“–Artık, zulmettiğinizi, akrabâ ile alâkayı kesip kötülük ettiğinizi siz de anladınız, değil mi?!” dedi.
Müşriklerden hiçbiri Ebû Tâlib’e cevap veremedi. Sâdece:
“–Bu, sihirden başka bir şey değildir!” dediler ve apaçık hakîkate sırt dönerek zulümlerine devâm ettiler.
Kureyş’in ileri gelenlerinden bâzıları ise Hâşimoğulları’na karşı yaptıkları şeylerden dolayı birbirlerini ayıpladılar:
“–Kardeşlerimize karşı bu yaptığımız, zulümden başka bir şey değildir!” dediler.
Nübüvvetin onuncu senesine gelinmişti ki, Kureyşlilerden birkaç kişi boykotu kaldırmak için harekete geçti. Hişâm bin Amr, Züheyr bin Ebî Ümeyye’ye:
“–Ey Züheyr! Dayıların bir şey alıp satmaktan, evlenmekten vs. mahrûm edilip darlık ve yokluk içinde kıvranırken, senin istediğini yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya gönlün nasıl râzı oluyor? Vallâhi Ebû Cehl’i, kendi dayıları aleyhinde böyle bir antlaşmaya dâvet etseydin, hiçbir zaman icâbet etmezdi.” dedi.
Hişâm, Züheyr’i iknâ ettikten sonra Mut’im bin Adiyy, Ebu’l-Bahterî ve Zem’a bin Esved’i de tek tek kendi safına çekti. Bu beş kişi Mekke’nin yukarısındaki Hacun mevkiinde geceleyin toplanarak ne yapmaları gerektiği hakkında konuştular. Antlaşma bozuluncaya kadar çaba sarf etmek üzere sözleştiler.
Sabah olunca Mescid-i Harâm’a gittiler. Züheyr, üzerinde kıymetli bir elbise olduğu hâlde Kâbe’yi tavâf etti ve:
“–Ey Mekkeliler! Bizler istediğimiz gibi yiyip içelim, giyinip kuşanalım da, Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları alışverişten mahrûm edilerek helâk olsunlar, bu olacak şey midir?! Allâh’a yemin ederim ki, akrabâlık bağlarını kesen şu zâlim sahîfe yırtılıncaya kadar oturmayacağım!” dedi.
Ebû Cehil îtiraz ettiyse de diğer dört arkadaşı daha önceden anlaştıkları şekilde Züheyr’i destekleyince bir anda müsbet bir hava oluştu. Mut’im kalkıp Kâbe’nin duvarında asılı olan sahîfeyi yırttı. Bunun üzerine Adiyy bin Kays, Zem’a, Ebu’l-Bahterî ve Züheyr silâhlanarak Hâşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın yanına gittiler, onları Ebû Tâlib mahallesinden çıkararak evlerine dönmelerini sağladılar. Böylece müslümanlar, üç yıllık zorlu bir muhâsaradan Allâh’ın lutfuyla kurtulmuş oldular. Ebû Tâlib, boykotu iptal edenleri bir şiirle medhetti. Müşrikler de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’ı teblîğ etmesine mânî olamayacaklarını anladılar ve ümitlerini kaybettiler.204
Bu şekilde çekilen sıkıntı ve meşakkatler, müslümanların îmanlarını takviye etmeye ve saflarının daha da sağlamlaşmasına vesîle oldu. Kâfirler de her zaman olduğu gibi hüsrandan başka bir şey elde edemediler.
a
Bi’setin sekizinci senesinde, İranlılar Rumları (Bizans) mağlûb etmişlerdi. Rumların şehirlerini yakıp yıkmışlar, İstanbul’a kadar ilerlemişler ve Bizans imparatorunu ağır tazminat ödemeye mecbur bırakmışlardı.
İranlılar putperest olduğu için, müşrikler onların gâlibiyetine çok sevindiler. Ehl-i kitâb olan Rumların yenilmeleri, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i çok mahzûn etti. Bunun üzerine Allâh Teâlâ da bu hususla ilgili olarak şu âyetleri inzâl etti:
الم
(1)
غُلِبَتِ الرُّومُ
(2)
فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُم مِّن بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ
(3)
فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِن قَبْلُ وَمِن بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ
(4)
فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِن قَبْلُ وَمِن بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ
(5)
“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde mağlûbiyete uğradılar. Hâlbuki onlar, bu mağlûbiyetten sonra birkaç yıl içinde gâlip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allâh’ındır. O gün mü’minler de Allâh’ın yardımıyla sevineceklerdir. Allâh dilediğine yardım eder. O, (kudretiyle her şeye üstün gelen) Azîz, (rahmetiyle mü’minleri esirgeyen) Rahîm’dir.” (er-Rûm, 1-5)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Muhakkak ki Fârisîler mağlûb olacaklardır!” buyurdu. (Ahmed, I, 276)
Bu ilâhî haberi öğrenen Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, müşriklerden Übey bin Halef ile Rumların Farslıları üç seneye kadar yeneceğine dâir on deve karşılığında bahse girdi.205
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bu bahsi Allâh Rasûlü’ne haber verince O:
“–Âyetteki «bid’» kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayıları ifâde eder. Sen hemen git, develerin sayısını artır, müddeti de uzat!” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gitti ve müddeti dokuz seneye, develerin sayısını da yüze çıkardı.
Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Ebû Bekir -radıyallâhu anh- Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu.
O da fakirlere dağıttı.
Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden birçoğu müslüman oldu.206
Şakk-ı Kamer: Ay’ın İkiye Yarılması Mûcizesi
Cenâb-ı Hak, sırât-ı müstakîme dâvet için vazîfelendirdiği peygamberlerini, kitlelere tesir edip onları îmâna cezbedebilecek fevkalâde bir salâhiyet ile mücehhez kılmıştır. Bu, karşılaşacakları küfr-i inâdînin kırılabilmesi içindir. Ayrıca peygamberlere, kitlelerin kendilerine tâbî olmalarını temin için birtakım hârikulâde lutuflar da verilmiştir ki, bunlara “mûcize” denilir.
Mûcizeler, her peygambere, kendi devirlerinde hayranlık uyandıran kudret ve kuvvete dayalı olarak sergilenen fârikalara göre lutfedilmiştir. Meselâ, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- devrinde sihirbazlık zirvedeydi. Bu sebeple O’na bu sahada bir mûcize verildi: Asâ ve Yed-i Beyzâ gibi.207
Hazret-i Îsâ devrinde de tıp ilmi terakkî kaydetmiş ve tabipler, halkın gözünde çok üstün bir mevkî kazanmışlardı. Bu yüzden O’na da en mâhir tabipleri bile acze düşürüp itaatlerini temin ettirecek bir mûcize bahşedildi: Ölüleri diriltmek gibi.
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın nübüvveti ise, kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlara şâmil olduğundan, O, önceki peygamberlerin tamâmındaki salâhiyet, iktidar ve mûcizâta sâhip olup bütün bu yekûnun da üstündedir. Bu bakımdan O’nun mûcizeleri, zamânının en müessir mesleği olan belâgat, fesâhat ve talâkata münhasır kalmayıp çeşitli sahalara şâmil bir sûrette gerçekleşmiştir. Bunlardan biri de, yukarıda îzâh edilen zâlim müşriklerin boykotları sebebiyle yorgun ve bitkin hâle gelen mü’minlerin gönüllerine bir tâzelik, hamle gücü ve ümit iksîri sunmak, kâfirlere ise karşı koydukları bu yeni oluşumun kudret ufku hakkında bir îkazda bulunmak sadedinde gerçekleşmiş olan “Şakk-ı Kamer” yâni “Ay’ın ikiye yarılması” mûcizesidir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu büyük mûcizesi, boykot yıllarında, Mekke devrinin dokuzuncu senesinde vukû bulmuştur.
Mehtaplı bir gecede Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine duâ etmiş ve Ay ikiye bölünmüş, bu mûcize her taraftan görülmüştü. Ay ikiye ayrıldığında bir parçası Ebû Kubeys Dağı tarafında, diğer parçası Kuaykıân Dağı tarafında müşâhede edildi. Müşrikler, bizzat gördükleri bu apaçık mûcizeye rağmen yine de îmâna gelmekten imtinâ ettiler. Hattâ Ebû Cehil «Bu bir sihirdir!» diyerek bu mûcizeyi de inkâr etti.
Bu mûcizeyi görmüş olan müşrikler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için:
“–Bizi büyüledi, ama herkesi büyüleyemez!” dediler.
Bunun üzerine, Mekke dışındaki uzak yerlerden gelen kervanlara da böyle bir hâdise görüp görmediklerini sordular. Onlar da Ay’ın yarıldığını gördüklerini bildirdiler.
Bu hâdisenin ardından şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانشَقَّ الْقَمَرُ
(1)
وَإِن يَرَوْا آيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُّسْتَمِرٌّ
(2)
“Kıyâmet yaklaştı ve Ay yarıldı. Onlar bir mûcize görseler, hemen yüz çevirirler ve: «Eskiden beri devâm edegelen bir büyüdür.» derler.” (el-Kamer, 1-2) (Vâhidî, s. 418; Tirmizî, Tefsîr, 54/3286)
Bütün Mekke halkı, Ay’ın ikiye bölündüğünde ittifâk etti. Kalbinde hidâyet ışığı olanlar, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i tasdîk etti; kilitli kalbler ise, “Ne büyük bir sihirbaz!” dediler.
Nitekim meşhur astronomi âlimi Fransız astronom Lefrançois de Lalande, Ay’ın geçmiş hareketlerini incelerken “Şakk-ı Kamer” mûcizesinin doğruluğunu kabûl etmek zorunda kalmıştır.208
a
Cenâb-ı Hakk’ın, peygamberlerine lutfettiği mûcizelerin hikmetini birkaç madde ile hulâsa etmek istersek kısaca şunları söyleyebiliriz:
1. Kitlelere tesir etmek ve insanları îmâna cezbetmek.
2. Mü’minlerin îmanlarını takviye etmek, gönüllerini tesellî etmek.
3. Peygamberlerin nübüvvet ve risâletini ispat etmek.
4. Kudret-i ilâhî karşısında münkirleri acze, mü’minleri hayrete düşürmek.
Kur’ân-ı Kerîm’in her bir âyeti, mü’minlerin îmânını, münkirlerin inkârını artırdığı gibi mûcize de haklarında “lâ yehdî” buyrulan, yâni Rabbin hidâyet vermeyeceği kimselerin inkârını artırır.209
“Şakk-ı Kamer” hâdisesi, Peygamber Efendimiz’in büyük bir mûcizesidir. Peygamber Efendimiz, “Âhir Zaman Nebîsi” olduğu için O’nun dünyâda zuhûru, aynı zamanda kıyâmetin âlametlerinden biridir. Nitekim âyet-i kerîmede:
اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانشَقَّ الْقَمَرُ
“Kıyâmet yaklaştı ve Ay yarıldı.” (el-Kamer, 1) buyrularak bu gerçeğe temas edilmektedir.
Peygamber Efendimiz’in Her Hâlükârda Teblîğe Devâm Edişi
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kavminin bütün ezâ ve cefâlarına rağmen hakka dâvetten bir an olsun geri durmuyordu. Her fırsatta insanları hidâyete çağırıyor, muhâtabının durumuna göre farklı usûllerle muâmele ediyordu.
Kureyşlilerin en güçlülerinden ve sırtı yere getirilemeyen pehlivanlarından olan Rükâne, birgün Mekke vâdilerinden birisinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rastlamıştı. Peygamber Efendimiz ona:
“–Ey Rükâne! Sen hâlâ Allâh’tan korkmayacak ve İslâm’ı kabûl etmemekte direnip duracak mısın? Gel müslüman ol!” diyerek, kendisini İslâm’a dâvet etti.
Rükâne:
“–Yâ Muhammed! Sen beni güreşte yenersen Sana îmân ederim!” dedi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben gâlip gelirsem söylediklerimin hak olduğunu kabûl eder misin?” diye sordu.
Rükâne:
“–Evet, Sen beni yenersen ben ya İslâm’ı kabûl ederim ya da şu koyunlarım Sen’in olur! Ben Sen’i yenecek olursam Sen şu peygamberlik işinden vazgeçersin!” dedi.
Güreşe tutuştular. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu tutar tutmaz yere yıkıverdi. Rükâne kendisini savunmaya kâdir olamadı.
“–Yâ Muhammed! Bir daha güreşelim!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tekrar güreşti ve onu yine yendi.
Rükâne:
“–Ey amcamın oğlu! Haydi bir kez daha güreşelim?” dedi.
Üçüncü kez de sırtı yere gelen Rükâne yine îmân etmedi.
Varlık Nûru, Rükâne’nin îmân etmemesinden ve bu arada sarf ettiği bâzı sözlerden çok müteessir oldu. Ona:
“–Al git davarlarını!” buyurdu.
Bunun üzerine Rükâne:
“–Vallâhi Sen, benden daha hayırlı ve daha şereflisin!” dedi.
Rükâne -radıyallâhu anh- seneler sonra Mekke’nin fethinde müslüman olmuş, Medîne’ye giderek oraya yerleşmiştir. (İbn-i Hişâm, I, 418; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 236)
Bir defâsında da Ezd-i Şenûe kabîlesinden Dımâd bin Sa’lebe, umre yapmak için Mekke’ye gelmişti. Dımâd, hekimliğe özenen, akıl hastalarına okuyup üfleyen ve ilim elde etmeye çalışan bir kimseydi. Müşriklerin “Muhammed mecnundur!” dediklerini duyunca kendi kendine:
“–Ben gidip şu zâtı bir göreyim. Belki Allâh O’na benim vesîlemle şifâ verir.” diyerek müşriklerin meclislerinden kalktı. Peygamber Efendimiz’e varıp:
“–Yâ Muhammed! Ben deliliği tedâvi ederim. İstersen Sen’i de tedâvi edeyim. Belki Allâh Sana şifâ verir!” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Dımâd’a şöyle mukâbelede bulundu:
“–Hamd, Allâh’a mahsustur. Biz O’na hamd eder, yardımı ve affı da O’ndan dileriz. Nefislerimizin şerrinden Allâh’a sığınırız. Allâh’ın hidâyete erdirdiğini saptıracak yoktur. Dalâlete düşürdüğünü de hidâyete erdirecek yoktur. Ben şehâdet ederim ki Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O birdir, tektir. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve Rasûlü’dür.”
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözleri Dımâd’ın çok hoşuna gitti ve:
“–Ben hiçbir zaman, bundan daha güzel bir kelâm işitmedim! Sen şu sözlerini bir daha tekrarlar mısın?” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz sözlerini tekrarladı. Dımâd bu inci gibi güzel sözleri iki kere daha tekrar ettirdikten sonra:
“–Vallâhi ben kâhinlerin, sihirbazların, şâirlerin, her türlü insanın sözünü dinledim. Fakat Sen’in şu söylediklerin gibi hiçbir söz işitmedim. Bunlar belâgat ve fesâhat deryâsının en kıymetli incileridir. Elini ver de sana bey’at edeyim!” dedi ve müslüman oldu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kavminin adına da bey’at eder misin?” diye sordu.
Dımâd:
“–Kavmim adına da bey’at ediyorum!” dedi. (Müslim, Cum’a, 46; Ahmed, I, 302; İbn-i Sa’d, IV, 241)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Dımâd -radıyallâhu anh-’ın müslüman olmasından sonra hemen kavmi adına da ondan bey’at aldı. Böylece onu, kavmine İslâm’ı teblîğ etmek için elçi ve muallim olarak vazîfelendirdi.
NÜBÜVVETİN ONUNCU SENESİ Hüzün Senesi: Hazret-i Hatîce ve Ebû Tâlib’in Vefâtı
Müşriklerin muhâsarasından selâmete çıkan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve müslümanların sevinci fazla sürmedi. Çünkü boykotun kaldırılmasının hemen ardından, kendisinin ve mü’minlerin hâmîsi olan, onları fedâkârâne bir şekilde müdâfaa eden amcası Ebû Tâlib vefât etti.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun îmân etmesi için zaman zaman çok ısrâr ederdi. Ebû Tâlib de, bu ısrar karşısında yeğenine:
“–Ben Sen’in hakîkatini biliyorum. Lâkin Sana îmân edersem, Kureyş’in kadınları beni ayıplar!” derdi.
Hazret-i Peygamber’in nübüvvetini vicdânen kabûl eder, nefsâniyeti muktezâsı reddederdi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun îmanlı olarak rûhunu Rabbine teslîm etmesi için ölüm döşeğinde iken de:
“–Ey amca! Ne olursun, bir kelime söyle ki, Allâh sana sonsuz saâdet bahşetsin!” diye ısrâr etti.
O sırada oraya gelmiş bulunan Ebû Cehil, buna mânî oldu. Çünkü Ebû Tâlib’e sürekli kelime-i şehâdeti telkîn eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mukâbil Ebû Cehil:
“–Sen atalarının dînindesin!” telkîninde bulunuyordu.
Nihâyet Ebû Tâlib’in, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e son sözü:
“–Ben, eski dîn (Abdülmuttalib’in dîni) üzerine ölüyorum. Kureyş benim için ölümden korktu da dînini değiştirdi demeyecek olsalardı, Sen’in sözlerini kabûl ederdim!..” oldu. (Buhârî, Cenâiz 81, Menâkıbu’l-Ensâr 40; İbn-i Sa’d, I, 122-123)
Bu sözler üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben de senin için dâimâ istiğfarda bulunacağım!” buyurmuşlar, fakat amcasının evinden mahzûn olarak ayrılmışlardır.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok üzülüp amcası için “Sana dâimâ istiğfarda bulunacağım!” demesi üzerine âyet-i kerîmede şöyle buyruldu:
إِنَّكَ لَا تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يَشَاء
“(Rasûlüm!) Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin! Fakat Allâh, dilediğini doğru yola iletir…” (el-Kasas, 56) (Müslim, Îman, 41-42)
Hidâyet, kulu sırât-ı müstakîme ileten nûr-i ilâhîdir. Kimin gönlü ona teşne ve Hakk’a meyilli ise, ancak ona nasîb olur.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
يَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ
“…(Allâh) kendisine yönelen kimseye hidâyet eder!” (er-Ra’d, 27)
Bu hususta başkalarının gayreti, sâdece vesîle olmaktır. Aksi hâlde, diğer bir kimsenin -velev peygamber bile olsa- gayreti ile hidâyetin nasîb olması her zaman mümkün değildir. Nitekim -Hazret-i Peygamber’in gayretine rağmen- Ebû Tâlib’in, hakîkati bildiği hâlde nefsâniyetine mağlûb olarak Hakk’a meyletmemesi üzerine kendisine hidâyet nasîb olmamıştır.
a
Peygamber Efendimiz’i derin bir hüzne gark eden Ebû Tâlib’in vefâtının üzerinden henüz üç gün bile geçmemişti ki, Allâh Rasûlü’nün dert ortağı, büyük desteği, can yoldaşı, Seyyidetü’n-Nisâ, Hatîcetü’l-Kübrâ -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de vefât etti. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile mü’minlerin gönüllerinde acı üstüne bir büyük acı daha eklendi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çok sevdiği mübârek zevcesini, kabr-i şerîfine bizzat kendi elleriyle indirdiler. Âlemlerin Efendisi’nin gönlü gam ve kederle mahzûn olmuş, gözleri yaşlarla dolmuştu.
Hazret-i Hatîce vâlidemiz, Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm- için İslâm dâvâsında sâdık bir müşâvir, dert ortağı, tesellî ve sükûnet kaynağı idi. Onun vefâtı Allâh Rasûlü’ne:
“–Şu ümmet üzerine gelen iki büyük iptilâdan hangisine daha çok üzüleceğimi bilemiyorum.”(Ya’kûbî, II, 35; Taberî, Târih, II, 229) dedirtecek kadar ağır gelmişti.
Bu iki hüzünlü hâdise sebebiyle Mekke devrinin onuncu senesine “Hüzün Senesi” denildi.
Amcası ve zevcesinin vefâtıyla, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hiçbir zâhirî, izâfî ve fânî dayanak, sığınak ve barınak kalmamış oldu. O’nun gönül âlemi böylece Hak Teâlâ’ya münhasır kılındı. Zîrâ tevekkül ve teslîmiyet gösterilecek yegâne ve mutlak mercî yalnızca Cenâb-ı Hak idi. Nitekim çocukluğunda da anne, baba ve dede himâyesinden mahrûm bırakılarak Allâh’ın terbiyesinde yetiştirilmişti.
a
Hatîce vâlidemiz çok fazîletli bir insandı. Vahiy meleği birgün Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek:
“–Yâ Rasûlallâh! Hatîce, elinde bir kap yemekle Sana gelmektedir. Hatîce yanına geldiği zaman, ona Rabbinden ve benden selâm söyle! Onu, gürültü ve yorgunluk olmayan cennette inciden yapılmış bir sarayla müjdele!” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20)
Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- bu ilâhî selâma şöyle mukâbele etti:
“–O (şânı yüce Allâh) Selâm’ın kendisidir, selâm O’ndandır, Cebrâîl’e de selâm olsun! Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi Sen’in de üzerine olsun.”
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayâtı boyunca bu mübârek zevcesini unutmadı. O’na karşı vefânın en güzel örneklerini sergiledi.
Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatıyor:
“Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hanımlarından hiçbirine, Hatîce’ye olduğu kadar gıpta etmedim. Üstelik onu hiç görmemiştim. Fakat Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu sık sık yâd ederdi. Bir koyun kesip etini parçaladığında, çoğu zaman Hatîce’nin dostlarına gönderirdi. Bir defâsında (dayanamayıp) Allâh Rasûlü’ne:
«–Sanki dünyâda Hatîce’den başka kadın kalmadı!» dedim.
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–O şöyle şöyleydi.» diye güzel vasıflarını saydı ve:
«–Çocuklarım da ondan oldu.» buyurdu.
İçimden:
«–Bir daha Hatîce hakkında kötü söz söylemeyeceğim.» dedim.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 20; Edeb 73; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 74-76)
Birgün Hatîce’nin kız kardeşi Hâle bint-i Huveylid, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna girmek için izin istemişti. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hatîce’nin sesini hatırladı ve:
“–Allâh’ım, bu (Hatîce’nin kardeşi)
Hâle bint-i Huveylid!” diye heyecanlandı.
Bu manzarayı gören Âişe -radıyallâhu anhâ- dayanamadı:
“–İhtiyarlıktan ağzının dişleri dökülmüş ve bir zamanlar ölüp gitmiş Kureyşli bir ihtiyarın nesini anıp duruyorsun? Allâh sana onun yerine daha hayırlısını verdi.” dedi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20)
Hazret-i Âişe “daha hayırlı” sözüyle kendisini kastediyordu. Onun bu sözünü yerinde bulmayan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi:
“–Hayır, Allâh Teâlâ bana ondan daha hayırlısını vermedi. Halk bana inanmazken o inandı. Herkes bana yalancı derken o doğru söylediğimi kabûl etti. Kimse bana bir şey vermezken o beni malıyla destekledi ve Cenâb-ı Hak bana ondan çocuklar ihsân etti.” (İbn-i Hanbel, VI, 118)
Tâif Yolculuğu
Amcası ve zevcesinin vefatlarının ardından, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yapılan zulüm ve baskılar iyice arttı. O Sultânü’l-Enbiyâ’ya karşı yapılan düşmanca saldırılar, vahşet derecesine ulaştı. Öyle ki, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tâkatini zorlamaya başladı. Bunun üzerine Allâh Rasûlü, yanına Zeyd -radıyallâhu anh-’ı da alarak Mekke’nin yaklaşık 120 km. ilerisindeki Tâif şehrine gitti. Orada on gün kaldı.
Tâiflilere İslâm’ı anlattı. Onları tevhîde dâvet etti. İleri gelenleri ile görüşerek, puta tapmaktan vazgeçip bir olan Allâh’a kullukta bulunmalarını telkîn etti. Tâif eşrâfından, yanına gidip konuşmadığı kimse kalmadı.
Fakat bu dâvet, Kureyşliler gibi putperest bir kavim olan Tâiflilerin arasında da korkunç bir fırtına kopmasına sebeb oldu. Nefsânî hayâtın girdaplarında yaşadıkları için hiçbiri hidâyete gelemedi. Üstelik Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yapmadık ezâ ve cefâ da bırakmadılar:
Önce alay ettiler. Sonra hakârete başladılar. Ardından da kölelerini Allâh Rasûlü’nün geçtiği yolların iki kenarında sıra yapıp O’nu hakâretlerle taşlattılar. Böylece şehirden çıkana kadar Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e eziyetlerine devâm ettiler. Hattâ kölelerini arkasından yollayarak bir müddet daha taş yağmuruna tuttular. Âlemlerin şânına yaratıldığı O Peygamberler Sultânı’nın mübârek ayakları kan içinde kalmış, ayakkabıları kanla dolmuştu. O’nu, atılan taşlardan korumaya çalışan fedâkâr sahâbî Zeyd -radıyallâhu anh- da yaralanmıştı. O, Allâh Rasûlü’ne atılan taşlara kendi vücûdunu siper ederek:
“–Ey Tâif halkı! Taşladığınız kimsenin bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?!.” diyordu.
Kendilerini zor-zahmet Mekkelilere âit bir bahçeye, bir hurma ağacının altına atıverdiler. Yerler mahzûn, gökler mahzûndu. Melekler mahzûndu. Cebrâîl mahzûndu. Mîkâîl, İsrâfîl, Azrâîl mahzûndu.
Başta Cebrâîl -aleyhisselâm- olmak üzere melekler, Allâh Teâlâ’dan izin alarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına koştular:
“–Yâ Rasûlallâh! Emir buyur, bu kavmi helâk edelim!” dediler.
O rahmet menbaı ve merhamet peygamberi, uğradığı bu fecî muâmele karşısında bile bedduâ etmeyip ellerini dergâh-ı ilâhîye açarak:
“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!
İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar.
İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum…” diye niyazda bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dinlendiği bağın sâhibi olan Rebîaoğulları, Âlemlerin Efendisi’nin hâline acıyarak O’na köleleri Addâs’la bir tabak üzüm gönderdiler. Addâs, tabağı Varlık Nûru’na uzattı:
“–Buyrun, yiyin!” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“بِسْمِ اللّٰهِ”
diyerek yemeye başladı.
Bu söz, Addâs’ın dikkatini çekti. Şimdiye kadar hiç kimseden böyle bir söz işitmemişti. Merak ve hayret içinde:
“–Bu sözü, buralılar ne bilir ne de söylerler!..” diye mırıldandı.
Ardından yine hayretle:
“–Siz farklı bir insansınız! Buranın insanlarına benzemiyorsunuz! Siz kimsiniz?” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Sen nerelisin, hangi dindensin?” diye sordu.
Addâs:
“–Ninovalıyım, hristiyanım!” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Demek sen, sâlih kul Yûnus bin Mettâ’nın memleketindensin!” dedi.
Addâs’ın şaşkınlığı iyice arttı:
“–Sen Yûnus’u nereden biliyorsun?” dedi.
Varlık Nûru:
“–Yûnus benim kardeşimdir. O, bir peygamberdi. Ben de bir peygamberim!” buyurdu.
Bu sözler üzerine Addâs’ın gönül âleminden îman pınarları fışkırmaya başladı ve şevkle yerinden kalkarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in eline ve ayağına kapanıp kelime-i şehâdet getirdi. (İbn-i Hişâm, II, 30; Ya’kûbî, II, 36)
Efendileri, Addâs’ı bu tavrı sebebiyle ayıpladıklarında, şu cevâbı verdi:
“Ben kendimi bildim bileli, yeryüzünde O’ndan daha hayırlı bir insan görmedim! O bana öyle bir söz söyledi ki, onu ancak bir peygamber bilebilirdi.” (İbn-i Hişâm, II, 31)
Ne saâdetti ki Addâs -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtında en menfî şartlar altında îmân ederek O’nu tesellî eden bir mü’min olma şerefine nâil olmuştu. Âlemlerin Efendisi, onun müslüman olmasına o kadar sevinmişti ki, o an, çektiği çileleri neredeyse unutuvermişti.
Bugün Addâs’ın İslâm’a girdiği yerde onun adına izâfeten bir mescid bulunmakta ve Âlemlerin Efendisi’ne üzüm ikram ettiği bahçe de muhafaza edilmektedir.
Eşsiz Bir Merhamet ve Rahmânî Tesellîler
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz buyururlar:
“–Uhud Savaşı’ndan daha fazla daraldığın bir gün oldu mu yâ Rasûlallâh?” diye Hazret-i Peygamber’e sordum.
Şöyle buyurdular:
“–Evet, senin kavminden çok kötülük gördüm. Bu kötülüklerin en fenâsı, onların bana Akabe Günü210 yaptığıdır. Ayrıca Tâifli Abdükülâl’in oğlu İbn-i Abdiyâlîl’e sığınmak istemiştim de, beni kabûl etmemişti. (Aksine beni ayak takımına taşlatarak her tarafımı kan revân içinde bırakmış, yapmadık eziyet bırakmamıştı.) Ben de geri dönmüş, derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Karnü’s-Seâlib mevkiine varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı kaldırıp baktığımda, bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı fark ettim. Bana:
«–Allâh Teâlâ kavminin Sana ne söylediğini ve Sen’i himâye etmeyi nasıl reddettiğini duymuştur. Onlara dilediğini yapması için de Sana Dağlar Meleği’ni göndermiştir.» diye seslendi.
Bunun üzerine Dağlar Meleği bana seslenerek selâm verdi. Sonra da:
«–Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitti. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allâh Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı onların başına geçireyim.» dedi.
O zaman:
«–Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların soylarından sâdece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.» dedim.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Şâir, Allâh Teâlâ’nın Habîbi’ne olan eşsiz muhabbetini ne güzel ifâde eder:
Sen ol mahbûbsun ki Hak Teâlâ rehgüzârında
Eder dünyâ ve mâfîhâyı kurbân yâ Rasûlallâh!
“Yâ Rasûlallâh! Sen öyle bir sevgilisin ki Cenâb-ı Hak, dünyâyı ve içindeki her şeyi Sen’in yolunda kurbân eder.”
a
Tâif yolculuğu pek çok ibretler ihtivâ etmektedir:
1. Evvelâ, teblîğin çok mühim olduğunu göstermektedir. Peygamberimiz, hüzün yılı olmasına rağmen teblîğine ara vermemiş, buna sabır ve sebatla devâm etmiştir.
2. Tâiflilerin kendisini taşlamalarına rağmen, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara bedduâ etmemiştir. Bu, Allâh Rasûlü’nün merhametini gösterirken, bir teblîğcinin de merhametli olması gerektiğine işârettir.
3. Teblîğci hatâyı kendisinden bilmeli, insanların hidâyeti için duâ etmeli ve ümitsizliğe düşmemelidir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hatâ karşısında, kendisine galat-ı ru’yet izâfe ederek:
“–Bana ne oluyor ki, sizi böyle görüyorum!”211
buyururlardı. Nitekim Hazret-i Süleymân -aleyhisselâm-’ın, Hüdhüd kuşunun toplantıda hazır olmadığını fark edince:
مَا لِيَ لَا أَرَى الْهُدْهُدَ
“…Bana ne oluyor ki (aranızda) Hüdhüd’ü göremiyorum?..” (en-Neml, 20)
demesi de, bu teblîğ üslûp ve usûlündendir.
4. Tâif seferinden sonra Addâs’ın îmânı çok mühimdir. Çünkü Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- en sıkıntılı ânında bununla tesellî bulmuştur. Bu hâdise de gösteriyor ki, en büyük sıkıntılar içinde olsak dahî bir kişinin îmânı bile bizi tesellî etmelidir.
5. Teblîğci hâliyle örnek olmalıdır.
6. İslâm’ı teblîğ eden kimse, insanlarla muhâtab olmanın yolunu bilmeli, kültürlü olmalı, Peygamber Efendimiz’in Addâs’a muâmelesinde olduğu gibi nerede ve kime ne söyleyeceğini iyi bilmelidir.
Cinlerin Varlık Nûru’ndan Kur’ân Dinleyip Îmân Etmeleri
Addâs’tan başka kimsenin îmân etmediği Tâif dönüşünde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geceyi geçirdiği bir yerde Kur’ân okurken, bir grup cin O’nu dinledi. Hepsi de hakîkati anlayıp Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e îmân ettiler. Kavimlerinin yanına teblîğ vazîfesiyle döndüler. (İbn-i Sa’d, I, 212)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle demiştir:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir grup ashâbıyla Ukâz Panayırı’na gitmek niyetiyle yola çıkmıştı.
O zaman, (cin tâifesinden olan) şeytanların semâdan gelen haberleri almalarına mânî olunmuştu.212 (Bundan dolayı, mûtad olarak semâdan haber getiren) cinlerin üzerine şihâblar213 gönderildi. Böylece onlar kavimlerine (eli boş ve habersiz) döndüler.
Kavimleri:
«–Ne var, niye (boş) döndünüz?» diye sordular.
Onlar:
«–Bizimle semâvî haberler arasına mânia kondu, üzerimize şihâblar gönderildi. (Biz de kaçıp geri geldik.)» dediler.
Kavimleri:
«–Bu, yeni zuhûr eden bir şey sebebiyle olmalı, arzın doğusunu ve batısını dolaşın, (bu engel hakkında bir haber getirin.)» dediler.
Cinler (yeryüzünü taramak üzere gruplar hâlinde yola çıktılar. Bunlardan) Tihâme tarafına giden bir grup, (Ukâz Panayırı’na giderken Nahle mevkiinde) ashâbıyla birlikte sabah namazı kılmakta olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rastladı. Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvetini duyunca durup kulak kabarttılar:
«–Bizim semâdan haber almamıza mânî olan şey işte budur!» deyip döndüler.
Kavimlerine şöyle dediler:
«–Ey kavmimiz, gerçekten biz, doğru yola ileten hârikulâde güzel bir Kur’ân dinledik ve ona îmân ettik. Artık kimseyi Rabbimize aslâ ortak koşmayacağız.»
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Nebiyy-i Ekremi’ne Cin Sûresi’ni inzâl buyurarak cinlerin Kur’ân dinlemelerini ve kavimlerine söyledikleri sözleri haber verdi:
قُلْ أُوحِيَ إِلَيَّ أَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِّنَ الْجِنِّ فَقَالُوا إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا
(1)
يَهْدِي إِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ وَلَن نُّشْرِكَ بِرَبِّنَا أَحَدًا
(2)
«(Ey Rasûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (okuduğum Kur’ân’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, doğru yola ileten, hârikulâde güzel bir Kur’ân dinledik de ona îmân ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize aslâ ortak koşmayacağız.» (el-Cin, 1-2)” (Buhârî, Tefsîr 72, Ezân 105; Müslim, Salât 149; Tirmizî, Tefsîr 72/3324)
Allâh Teâlâ Ahkâf Sûresi’nde bu hâdiseden şu şekilde bahsetmektedir:
وَإِذْ صَرَفْنَا إِلَيْكَ نَفَرًا مِّنَ الْجِنِّ يَسْتَمِعُونَ الْقُرْآنَ فَلَمَّا حَضَرُوهُ قَالُوا أَنصِتُوا فَلَمَّا قُضِيَ وَلَّوْا إِلَى قَوْمِهِم مُّنذِرِينَ
(29)
قَالُوا يَا قَوْمَنَا إِنَّا سَمِعْنَا كِتَابًا أُنزِلَ مِن بَعْدِ مُوسَى مُصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ وَإِلَى طَرِيقٍ مُّسْتَقِيمٍ
(30)
يَا قَوْمَنَا أَجِيبُوا دَاعِيَ اللَّهِ وَآمِنُوا بِهِ يَغْفِرْ لَكُم مِّن ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُم مِّنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ
(31)
وَمَن لَّا يُجِبْ دَاعِيَ اللَّهِ فَلَيْسَ بِمُعْجِزٍ فِي الْأَرْضِ وَلَيْسَ لَهُ مِن دُونِهِ أَولِيَاء أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
(32)
“Hani cinlerden bir topluluğu, Kur’ân’ı dinlemeleri için Sana yöneltmiştik. Kur’ân’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine) «Susun!» demişler, Kur’ân’ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Onlar kavimlerine şöyle dediler: «Ey kavmimiz! Gerçekten biz Mûsâ’dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri tasdîk eden bir kitap dinledik. O kitap, hakkı ve doğru yolu gösteriyor.
Ey kavmimiz! Allâh’ın dâvetçisine uyun! O’na îmân edin ki, Allâh da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun. Her kim Allâh’ın dâvetçisine uymazsa bilsin ki, yeryüzünde Allâh’ı âciz bırakacak değildir. Onun Allâh’tan başka dostları da yoktur. İşte onlar apaçık bir sapıklık içerisindedirler.”(el-Ahkâf, 29-32)
Âyet-i kerîmelerde, cinlerin semâ haberlerini dinlemekten menedildiklerine dâir şöyle buyrulur:
وَأَنَّا لَمَسْنَا السَّمَاء فَوَجَدْنَاهَا مُلِئَتْ حَرَسًا شَدِيدًا وَشُهُبًا
(8)
وَأَنَّا كُنَّا نَقْعُدُ مِنْهَا مَقَاعِدَ لِلسَّمْعِ فَمَن يَسْتَمِعِ الْآنَ يَجِدْ لَهُ شِهَابًا رَّصَدًا
(9)
وَأَنَّا لَا نَدْرِي أَشَرٌّ أُرِيدَ بِمَن فِي الْأَرْضِ أَمْ أَرَادَ بِهِمْ رَبُّهُمْ رَشَدًا
(10)
“(Cinler, dediler ki): «Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle (şihâblarla)dolu bulduk.
Doğrusu biz göğün bâzı mevkîlerinde dinlemek için otururduk. Fakat şimdi her kim dinleyecek olursa kendini gözetleyen parlak bir alev buluyor.
Doğrusu biz, yeryüzündekilere kötülük mü murâd edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi, bilmiyoruz.»” (el-Cin, 8-10) 214
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Tâif yolculuğundan zâhirdeki kazancı sâdece Addâs -radıyallâhu anh- idi. Lâkin hakîkatte Allâh Teâlâ O’na pek çok lutuflarda bulunmuştu. Bu cümleden olmak üzere meselâ kendisine iki farklı âlemin sultanlığını bahşetmişti. İlk olarak daha Mekke’ye dönmeden cinler O’ndan Kur’ân dinledi ve kendi âlemlerinde teblîğe başladılar. Bundan kısa bir müddet sonra da Allâh Teâlâ, Habîbi’ni semâ âleminin sultânı kılarak Mîrâc’ı lutfetti.
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mekke’den kendi isteği ile çıktığı için Arap örfüne göre oraya geri dönmesi, ancak bir Mekkelinin himâyesi ile mümkündü. Bu sebeple Tâif dönüşü Nahle’den Mekke’ye doğru gelirken Hirâ Dağı’na vardığında Mekkelilerden rastladığı bir kimseyi evvelâ Ahnes bin Şerîk’e, daha sonra da Süheyl bin Amr ve Mut’im bin Adiyy’e gönderdi. Onlara:
“–Muhammed «Rabbimin bana verdiği risâlet vazîfesini teblîğ edip yerine getirinceye kadar, beni himâyene alır mısın?» diye soruyor.” demesini istedi.
Diğer ikisi kabûl etmedi ancak Mut’im, müsbet cevap verdi. Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm-, o gece Mut’im’in evinde kaldı. Sabah olunca Mut’im, oğullarını ve kavmini yanına çağırarak:
“–Silâhlarınızı kuşanınız ve Beytullâh’ın rükünleri yanında bulununuz!” dedi.
Kâbe’ye vardıklarında kavmine dönüp:
“–Ey Kureyş cemaati! Muhammed’i himâyeme aldım! O’na kimse dokunmasın!” diyerek seslendi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kâbe’yi tavâf edip iki rekât namaz kılarak evine dönünceye kadar Mut’im ve oğulları O’nu muhâfaza ettiler. (İbn-i Sa’d, I, 212; İbn-i Kesîr, el-Bidâye,III, 182)
Aradan seneler geçti. Îman şerefine nâil olamayan Mut’im, Bedir’de müslümanlara karşı savaştı ve öldürüldü. Düşman esirlerine ne yapılacağı tartışılırken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mut’im’in oğlu Cübeyr’e:
“–Şâyet Mut’im hayatta olup da benden esirlerin bağışlanmasını isteseydi, fidye almadan hepsini serbest bırakırdım.” buyurarak ona olan vefâsını gösterdi. (Buhârî, Humus, 16; İbn-i Hişâm, I, 404-406)
İslâm’ı teblîğ ederken kendisine kolaylık gösteren bir müşriğe bile uzanan bu vefâ hissi, ne büyük bir ahlâkın tezâhürüdür!..
Muhtelif Kabîlelerle Görüşmesi ve Onları İslâm’a Dâveti
Tâif dönüşü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir müddet halktan uzak yaşadı. Ardından tekrar dâvetine devâm etti. Müşrikler büsbütün sert ve katı davranmaya başlayınca, Allâh Teâlâ Peygamber Efendimiz’e Arap kabîleleriyle görüşüp teblîğde bulunmasını emretti.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hac zamânı Mekke’ye gelenlere ve Ukâz, Mecenne, Zülmecâz gibi panayırlara katılanlara hitâb edip Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini okuyor, onları İslâm’a dâvet ediyordu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu büyük panayırlarda toplanan Benî Âmir, Muhârib, Fezâra, Gassan, Mürre, Hanîfe, Süleym, Abs, Benî Nasr, Benî Bekkâ’, Kinde, Kelb, Hârise, Uzre, Hudârime gibi kabîlelerin konak yerlerine gider, onları İslâm’a dâvet ederdi. Peygamberliğini tasdîk etmelerini, Rabbinin kendisine verdiği risâlet vazîfesini îfâ etmede kendisine yardımcı olmalarını onlardan isterdi.215
Câbir -radıyallâhu anh-216 şöyle anlatıyor:
“Allâh Rasûlü hac mevsiminde vakfe mahallinde kendini hacılara arz ediyor ve:
«Beni kavmine götürecek bir kimse yok mu? Kureyş, Rabbimin kelâmını teblîğ etmeme mânî oldu.» diyordu.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 19-20/4734)
Lâkin onlardan dâvetini kabûl edecek, kendisini himâye edip yardım edecek bir kimse çıkmıyordu. Aksine kimisi Peygamberimiz’e suratını asıyor, kaba ve katı davranıyor; kimisi de “Seni kavmin daha iyi bilir! Onlar Sana niye tâbî olmuyor?” diyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile tartışıyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise gereken cevapları vererek onları Hak yoluna dâvete devâm ediyordu.217
Mudar’dan veya Yemen’den bir kimse, hacca veya panayırlara gelmek üzere yola çıktığında, kavmi ona:
“–Sakın ha! Kureyşlilerin genci seni dîninden döndürmesin!” diye tembihte bulunurlardı.218
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün Minâ’da, Şeybân bin Sa’lebe Oğulları’nın yanına vardı. Kendisinin Allâh’ın Rasûlü olduğunu bildirince kabîlenin ileri gelenlerinden Mefrûk bin Amr:
“–Ey Kureyşli kardeş! Sen insanları nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelip yanlarına oturdu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da ayağa kalkarak Varlık Nûru’nu elbisesiyle gölgeledi. Allâh Rasûlü, Mefrûk’a:
“–Ben sizi Allâh’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Allâh’ın şerîksiz ve bir tek olduğuna, benim de Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet etmeye, Allâh tarafından bana emrolunan şeyleri yerine getirinceye kadar beni muhâfaza etmeye ve bana yardımcı olmaya dâvet ediyorum. Çünkü Kureyş, Allâh’ın emrine karşı geldi, Allâh’ın Rasûlü’nü yalanladı, bâtılı tutup haktan yüz çevirdi. Allâh her şeyden müstağnî ve her türlü hamde lâyıktır!” buyurdu.
Mefrûk:
“–Ey Kureyşli kardeş! Sen başka nelere dâvet ediyorsun?” diye sordu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- En’âm Sûresi’nden şu âyetleri okudu:
قُلْ تَعَالَوْاْ أَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ أَلاَّ تُشْرِكُواْ بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَلاَ تَقْتُلُواْ أَوْلاَدَكُم مِّنْ إمْلاَقٍ نَّحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ وَلاَ تَقْرَبُواْ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَلاَ تَقْتُلُواْ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللّهُ إِلاَّ بِالْحَقِّ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
(151)
وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُواْ الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ لاَ نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا وَإِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُواْ وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَبِعَهْدِ اللّهِ أَوْفُواْ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
(152)
وَأَنَّ هَـذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلاَ تَتَّبِعُواْ السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَن سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُم بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
(153)
“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri harâm kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin! Zîrâ sizin de onların da rızkını Biz veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allâh’ın muhterem (dokunulmaz) kıldığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allâh’ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.
Rüşd çağına erişinceye kadar, yetîmin malına en güzel şekilde yaklaşın. Ölçü ve tartıyı adâletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz.
Söz söylediğiniz zaman, (leh ve aleyhinde söyleyeceğiniz kimse) akrabânız dahî olsa adâletli olun ve Allâh’a verdiğiniz sözü tutun. İşte Allâh size, iyice düşünesiniz diye bunları emretti.
Şüphesiz bu, Ben’im dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın. Zîrâ o yollar sizi Allâh’ın yolundan ayırır. İşte Allâh, sakınıp takvâ sâhibi olasınız diye size bunları emretti.” (el-En’âm, 151-153)
Mefrûk:
“–Ey Kureyşli kardeş! Sen daha nelere dâvet ediyorsun? Vallâhi bunlar beşer kelâmı değildir! Eğer insanların kelâmından olsaydı biz onu çok iyi tanırdık.” dedi.
Bu defâ Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Muhakkak ki Allâh, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(en-Nahl, 90) âyetini okudu.
Mefrûk:
“–Ey Kureyşli kardeş! Vallâhi Sen beni en üstün ahlâka ve en güzel amellere dâvet ettin! Sana yalancı diyen kavim iftirâ etmiş demektir!” dedi.
Kabîlenin ileri gelenlerinden Hâni ve Müsennâ da aynı şekilde cevap verdiler. Lâkin kavimleriyle görüşüp konuşmadan bu teklifi kabûl edemeyeceklerini, ayrıca Kisrâ ve Farslarla antlaşma yaptıklarını, onların bu işten memnun olmayacağını söylediler.
Netîcede vicdânen kabûl ettikleri hâlde menfaatlerinin kesileceği ve başlarına bir zarar geleceği korkusuyla Allâh Rasûlü’nün teklifini reddettiler.219
a
Târık bin Abdullâh -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ı Zülmecâz Panayırı’nda üzerinde kırmızı bir elbiseyle görmüştüm:
«–Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllâh, deyiniz de kurtulunuz!» diye yüksek sesle hitâb ediyordu.
Bir adam da elindeki taşla onu tâkib ediyor ve:
«–İnsanlar! Sakın O’na itaat etmeyin, çünkü O yalancıdır.» diyerek bağırıyordu.
Attığı taşlarla Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ayaklarını kanatmıştı.
Orada bulunan kimselere:
«–Bu zât kimdir?» diye sordum.
«–Abdülmuttaliboğulları’ndan bir gençtir.» dediler.
«–Peki O’nun ardına düşüp taş atan kim?» dedim.
«–O da amcası Ebû Leheb’dir.» dediler.” (Hâkim, II, 668; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 71)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in İslâm’ı teblîğ uğruna katlandığı meşakkatlere dâir bir hâdiseyi de Müdrik el-Ezdî -radıyallâhu anh- şöyle nakletmektedir:
“Babamla birlikte hac yapıyordum. Minâ’da konakladığımızda bir toplulukla karşılaştım. Babama:
«–Bu cemaat niçin toplanmış?» diye sordum.
Babam:
«–Kavminin dînini terk etmiş olan şu zât için!» dedi.
İşâret ettiği tarafa bakınca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm:
«–Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllâh, deyiniz de kurtulunuz!» diye sesleniyordu.
İnsanlardan kimi O’nun yüzüne tükürüyor, kimi başına toprak saçıyor, kimi de O’na hakâret ediyordu. Öğleye kadar bu hâl devâm etti. O esnâda yakası açılmış bir kız, içinde su bulunan bir kap ve elinde mendil olduğu hâlde geldi. Ağlıyordu. Allâh Rasûlü, kabı alıp sudan içti, elini yüzünü yıkadı. Başını kaldırıp:
«–Evlâdım, yakanı başörtünle ört! Baban hakkında tuzağa düşürülüp öldürülecek ve zillete mâruz kalacak diye korkma!» buyurdu.
Bu gelenin kim olduğunu sordum:
«–Kızı Zeyneb!» dediler.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, V, 130; Heysemî, VI, 21)
Hazret-i Zeyneb, Hazret-i Fâtımâ ve Varlık Nûru’nun diğer kızları, çocukluklarını ve gençliklerini İslâm’ın en zayıf, müslümanların en çok ezildiği bir devirde geçirmişlerdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ve müslümanların çektiği acılara en az onlar kadar Hazret-i Zeyneb ve kardeşleri de ortak olurdu. Babaları evden çıkıp İslâm’ı teblîğ ederken onlar, ya endişe içinde merakla kapıda bekler ya da muhterem babalarını adım adım tâkib ederek O’nu muhâfaza etmeye çalışırlardı.
Peygamber Efendimiz’in bu muhtereme kerîmeleri, vâlideleri Hazret-i Hatîce vefât ettiğinde de babalarına yardım etmişler, O’nun çilelerine ortak olmuşlardı. Çektiği eziyetler karşısında hüzünlenmişler ve gözyaşı dökmüşlerdi. Fâtımâ kanını silmiş, Zeyneb arkasından su götürerek elini yüzünü yıkamış, yıllarca tedirgin bir hayat yaşamışlardı.
Allâh Rasûlü’nün Ukâz Panayırı’nda İslâm’a dâvet ettiği pek çok kabîleden biri de Âmir bin Sa’saa Oğulları idi. Onlara:
“–Ben Allâh’ın Rasûlü’yüm! Sizin yanınıza geldiğimde, Rabbimin emirlerini halka ulaştırıncaya, elçilik vazîfesini yerine getirinceye kadar beni korur musunuz? İçinizden hiç kimseyi zorlamayacağım!” buyurdu.
“–Biz, Sen’i ne yanımızdan kovarız ne de Sana îmân ederiz. Sâdece teblîğ vazîfeni yerine getirinceye kadar muhâfaza ederiz!” dediler.
Bu sırada Beyhara isminde, o kabîleye mensup bir adam çıkageldi. Efendimiz’in kim olduğunu öğrenen Beyhara, kendi kendine:
“–Vallâhi, şu adamı Kureyşlilerden alabilsem, O’nun sâyesinde bütün Araplara üstün gelirdim!” diye mırıldandı. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Eğer biz Sana bey’at eder, Allâh da Sen’i muhâliflerine gâlip kılarsa, Sen’den sonra riyâset bize kalır mı?” diye sordu.
Varlık Nûru:
“–İş Allâh’a âittir! Allâh onu dilediğine verir!” buyurdu.
Beyhara:
“–Demek, göğsümüz Sen’in uğrunda bütün Arapların oklarına hedef olacak, Allâh Sen’i muzaffer kıldığı zaman da reislik başkasına verilecek ha?! Bu bizim işimize gelmez!” dedikten sonra, kavmine dönüp:
“–Şu panayırdan, sizinkinden daha kötü bir şeyle dönen kimse bilmiyorum. Bütün Arap kabîlelerini karşınıza alacaksınız ha? O’nu, kendi kavmi sizden daha iyi bilir. Eğer kavmi O’nda bir hayır görseydi kendisine herkesten çok sâhip çıkardı…” diye bağırıp çağırdı. Daha sonra Peygamber Efendimiz’e dönüp:
“–Hemen kalk git buradan!” dedi.
Allâh Rasûlü yanlarından kalkıp devesine bindiğinde, Beyhara habîsi devenin göğsünü birden dürttü. Deve sıçrayıp kalkarken Sevgili Peygamberimiz’i yere düşürdü.
Dubâa bint-i Âmir isminde müslüman bir kadın, Efendimiz’e yapılan bu hakâreti görür görmez:
“–Ey Âmir hânedânı! Gözünüzün önünde Allâh’ın Rasûlü’ne yapılan şu eziyeti görüp de içinizden O’nu hatırım için koruyacak kimse yok mudur?” dedi.
Amcaoğullarından üç kişi hemen kalkıp mel’ûn Beyhara’nın üzerine yürüdüler.
Bu vak’adan sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar hakkında:
“Ey Allâh’ım! Bunlara bereketini ihsân et!” diye duâ etti.
Bu duâ bereketi ile Allâh Teâlâ onlara îman nasîb etti ve nihâyetinde şehîdlik mertebesine nâil oldular.
Bu kabîlenin, çok yaşlı olduğu için hac mevsimlerine katılamayan bir reisleri vardı. Yurtlarına döndüklerinde olan biteni ona anlattılar. İhtiyar, hemen ellerini başının üzerine koydu ve:
“–Ey Âmiroğulları! Kaçırdığınız bu fırsatı nasıl telâfî edeceksiniz? Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a and olsun ki İsmâîloğulları’ndan hiçbirisi şimdiye kadar yalan yere peygamber olduğunu söylememiştir! Elbette ki O’nun söylediği hak ve gerçekti! Sizin o isâbetli görüşünüz o esnâda neredeydi?” diyerek onları ayıpladı.220
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, görmüş olduğu bütün menfî muâmelelere rağmen, dîn-i mübîni insanlara teblîğ etmekten aslâ geri durmadı ve panayıra gelen diğer kabîlelere de hakîkati arz etti.
Peygamberimiz’in Hazret-i Sevde ile İzdivâcı
Sevde vâlidemiz Sekrân bin Amr’ın nikâhlısıydı. Müslümanlar işkenceye uğrayınca Habeşistan’a hicret ettiler. Sekrân bir müddet sonra burada vefât etti. Hazret-i Sevde, İslâm husûsunda vefâkâr ve fedâkâr bir tavır sergileyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in takdîrini kazandı. Peygamber Efendimiz onu, içinde bulunduğu mağdûriyetten kurtarmak için kendisiyle evlendi.
Allâh Rasûlü’nün Hazret-i Sevde vâlidemizle izdivâcına, Osman bin Maz’ûn’un zevcesi Havle Hâtun vesîle olmuştur.
Havle Hâtun, izdivac meselesini Hazret-i Sevde’nin babasına bildirince, o:
“–Doğrusu Muhammed çok şerefli bir zevc olur!” diyerek evlenmelerine muvâfakat etti.
Fakat Sevde Hâtun vefât eden kocasından beş veya altı küçük çocuğu olduğu için Peygamber Efendimiz ile izdivâca cesâret edemiyordu.
Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun tereddüt ettiğini görünce:
“–Senin benimle evlenmene mânî olan nedir?” diye sordu.
Hazret-i Sevde:
“–Vallâhi, yâ Rasûlallâh! Bana Sen’den daha sevgili kimse yokken, benim Sen’inle evlenmeme ne mânî olabilir? Fakat şu küçük çocukların, sabah-akşam Sen’in başında bağırıp çağırarak rahatsızlık vermelerinden korkuyorum. Yoksa ben bu işi Sen’i memnûn ve mesrûr etmek için seve seve kabûl ederim.” dedi. (İbn-i Sa’d, VIII, 53-57; Ahmed, I, 318-319; VI, 211; Heysemî, IV, 270)
Bu evlilik nübüvvetin onuncu senesi Ramazan ayında vukû buldu.
Sevde vâlidemiz Varlık Nûru’na büyük bir ihtimam gösterir, hizmetinde kusur etmezdi. O, Efendimiz’in yalnız kaldığı bir sırada kendisine hayat arkadaşı olmuş, Allâh Rasûlü’nün bakıma ve anne şefkatine muhtâc olan küçük kızlarına da büyük bir şefkat ve merhametle bakmış, onları sevgiyle büyütmüştür.
,
NÜBÜVVETİN ON BİRİNCİ SENESİ Akabe Görüşmesi
Bir gece vaktiydi…
Kâbe’yi ziyârete gelmiş bulunan altı kişilik Medîneli bir topluluk, Akabe mevkiinde Âlemlerin Efendisi, Enbiyâlar Serveri Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rastladılar. O’nun cihanları aydınlatan nûruna bakarak:
“Bu ne güzel bir insan!” diye aralarında söyleştiler. Gönüllerine o an, târif edemeyecekleri bir haz veren ve içlerindeki muhabbet filizlerini yeşerten rahmet damlaları akmaya başladı. O sırada yanlarına yaklaşan Varlık Nûru da, nübüvvet vazîfesi mûcibince herkesi olduğu gibi onları da İslâm’a dâvet için seslendi:
“–Biraz otursanız da sohbet etsek!” dedi.
Medîneli altı kişilik bu tâlihli grup, böylesine hayran kaldıkları bir zât ile konuşabilmeyi canlarına minnet bildiler. Hemen Peygamber Efendimiz’in etrâfına, ışığın çevresindeki pervâneler misâli toplanıverdiler.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlara Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okuyarak İslâm’ı teblîğ etti. İki cihân saâdetini istiyorlarsa, bu îman dâvetine icâbet etmeleri gerektiğini söyledi.
Medîneliler, yakında bir peygamber geleceğini atalarından işitmişler, ayrıca komşuları olan yahûdîlerden de sık sık duymuşlardı. Peygamber Efendimiz’in dâvetini işitince birbirlerine:
“–Arkadaşlar! Vallâhi bu, yahûdîlerin geleceğinden bahisle bizi tehdid ettikleri peygamberdir! Sakın, yahûdîler O’na îmân etmekte bizi geçmesinler.” dediler.
Rasûl-i Ekrem’in, ilk gördükleri andan beri hayrân oldukları nûrânî çehresine bir daha baktılar ve anlattıklarının hakîkat olduğunu idrâk ederek ilâhî dâvete şevkle “evet” dediler. Hep birlikte kelime-i şehâdet getirdiler:
Peygamber Efendimiz onlara, müslümanlarla Medîne’ye geldikleri takdirde kendilerine yardımcı olup olamayacaklarını sordu.
Medîne’nin bu ilk müslümanları ise, Evs ve Hazrec kabîleleri arasında pek şiddetli savaşlar olduğunu, aralarındaki düşmanlığın had safhaya vardığını, bu sene gelecek olurlarsa, kendilerine tam mânâsıyla yardım edemeyeceklerini söyleyerek bir yıl mühlet istediler. Medînelileri İslâm’a dâvet etme sözü vererek gelecek sene hac mevsiminde tekrar gelmeyi va‘dettiler.
Bu küçük îman kâfilesi, memleketlerine bambaşka bir neş’e ve huzur içinde döndü. Cehâlet kirlerinden arınmış, üzerlerindeki kasvetin ağırlığı dağılmış ve bir kuş gibi hafiflemişlerdi. Medîne’ye vardıkları zaman, Kâinâtın Efendisi İki Cihân Güneşi’ni anlatmaya ve insanları İslâm’a dâvet etmeye başladılar. Medîne’de, içinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bahsedilmediği tek bir ev bile kalmadı.221
Üçüncü Şerh-i Sadr: Mîrâc’a Hazırlık
İsrâ ve Mîrâc Gecesi’nde, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hak Teâlâ ile vuslatından evvel, kalb-i pâk-i nebevîleri üçüncü defâ ilâhî tecellîlere hazırlanarak sadırları îman ve hikmetle doldurulmuştur.222
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hâdiseyi şöyle anlatır:
“Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında yatıyordum. Uyku ile uyanıklık arasında bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. (Bu sözünü söylerken boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı gösteriyordu.) Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içerisi îman ve hikmetle
dolu, altından bir kab getirildi. Kalbim (çıkarılıp su ve Zemzem ile) yıkandı. Sonra içerisi îman ve hikmetle doldurulup tekrar yerine kondu…” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22, 43; Müslim, Îman 264)
Mahbûb’un Habîbi’ne Olan Eşsiz İkrâmı:Mîrâc
İsrâ hâdisesi, hicretten 18 ay evvel vukû bulmuştur.
İsrâ ve Mîrâc olarak ifâde edilen bu ilâhî ikram, bütün beşerî perdeler kaldırılarak idrâklerin ötesinde ve tamâmen ilâhî ölçülerle gerçekleşen bir lutuftur. Meselâ, beşerî mânâda mekân ve zaman mefhûmu ortadan kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve sayısız müşâhedeler, bir sâniyeden daha az bir zaman içerisinde vukû bulmuştur.
Hak Teâlâ buyurur:
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
“Kulunu (Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı) bir gece, Mescid-i Harâm’dan kendisine bâzı âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla görendir.” (el-İsrâ, 1)
Âyet-i kerîme, ifâde ettiği mühim ve şaşılacak işlerin ehemmiyetine dikkat çekmek üzere tenzîh ile başlamıştır. Müfessirlerin beyânına göre n¿ÉnërÑo°S, Cenâb-ı Hakk’ın, noksan sıfatlardan tam bir şekilde münezzeh olduğunu ifâde eder. Ayrıca Hakk’ın hârikulâde sanatı karşısında hayret ifâdesi olarak da kullanılmaktadır. Aynı zamanda mühim tesbîhâttandır.
Kısaca bu kelime;
1. Akıllara hayret veren İsrâ hâdisesini yüceltme ve doğrulama; kalblerin temizlenmesine zemin hazırlamadır. İnsanları teşbîh ve tecsîm (Cenâb-ı Hakk’ı mahlûkâta benzetme ve cisim şeklinde düşünme) kuruntularından da korur.
2. Mîrâc’ı mümkün görmeyenlere karşı, Cenâb-ı Hakk’ın acziyet ve benzeri her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğu hakîkatini ifâde eder.
Âyet-i kerîmenin devâmında, geceye dikkat çekilmektedir. Çünkü İsrâ, bir gece yolculuğudur. Vahiy büyük bir ekseriyetle gece gelmiştir. Müsbet-menfî büyük oluşlar ve zirve hâdiseler de umûmiyetle gece tezâhür etmiştir. Nitekim nâfile ibâdetler içinde seher vakti edâ edilen teheccüd, zirve bir ibâdettir.
Mescid-i Aksâ ve etrâfının mübârek olması ise şöyle îzâh edilmiştir:
1. Dîn ve dünyâ bereketiyle bereketlendirilmiştir. Etrâfında yeşillikler ve ırmaklar vardır.
2. Pek çok peygamber orada yaşamış ve bu sebeple de vahyin iniş mekânı olmuştur.
3. İsrâ hâdisesi sebebiyle de ayrıca bereketli kılınmıştır.
Bu yolculukta Cenâb-ı Hak, kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e acâyip ve hârikulâde hâdiseler göstermiştir.
a
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o gece Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere imâm olup namaz kıldırdı.223
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, İsrâ gecesi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, birinde şarap diğerinde süt bulunan iki kâse getirildi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir baktıktan sonra süt kâsesini tercîh etti. Bunun üzerine Cebrâîl:
“–Seni, insanın yaratılış gâyesine uygun olana yönlendiren Allâh’a hamd olsun. Şâyet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi.” dedi. (Müslim, Îman 272, Eşribe 92)224
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylece bütün ümmetini temsil ediyor ve onların feyz menbaı oluyordu. Burada süt, fıtratı; şarap ise dünyâya rağbeti temsîl etmekteydi.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
“O, arzusuna göre konuşmamaktadır.” (en-Necm, 3) buyurarak Varlık Nûru Efendimiz’in hevâsından konuşmadığını ve kendiliğinden bir şey yapmadığını bildirmiştir.
Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak’tır ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de O’na tam mânâsıyla teslîm olmuştur. Burada Allâh Teâlâ, sütü tercîh ettirerek Habîbi’ni en fazîletli olana yönlendirmiştir. Aynı zamanda bu hadîs-i şerîf bizlere, ümmet-i Muhammed’in bir rüchâniyetini de göstermektedir.
İsrâ hâdisesiyle Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülen Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a, buradan semâvâta urûc etme, yâni Mîrâc şerefi bahşolundu. Gerçekten, Mescid-i Aksâ’ya varan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buradan Hazret-i Cebrâîl’in rehberliğinde “Sidre-i Müntehâ”ya kadar çıktı.
Kâinâtın Efendisi Sertâc-ı Enbiyâ -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz bu hâdiseyi şöyle anlatırlar:
“–Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim… Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibrîl -aleyhisselâm- beni götürdü. Dünyâ semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.
«–Gelen kim?» denildi.
«–Cibrîl!» dedi.
«–Berâberindeki kim?» denildi.
«–Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-» dedi.
«–Ona Mîrâc dâveti gönderildi mi?» denildi.
«–Evet!» dedi.
«–Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!» denildi ve kapı açıldı.
Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı gördüm.
«–Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!» denildi.
Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra bana:
«–Sâlih evlât hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!” dedi.
Sonra Hazret-i Cebrâîl beni yükseltti ve ikinci semâya geldik. Burada Hazret-i Yahyâ ve Hazret-i Îsâ -aleyhimesselâm- ile karşılaştım. Onlar teyzeoğullarıydı.
Sonra Cebrâîl beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile karşılaştık. Dördüncü kat semâda Hazret-i İdrîs -aleyhisselâm- ile, beşinci kat semâda Hârûn -aleyhisselâm- ile, altıncı kat semâda ise Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile karşılaştık.
«–Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.
Ben onu geçince, ağladı. O’na:
«–Niye ağlıyorsun?» denildi.
«–Çünkü, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!» dedi.225
Sonra Cebrâîl beni yedinci semâya çıkardı ve İbrâhîm -aleyhisselâm- ile karşılaştık.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
«–Bu, baban İbrâhîm’dir; ona selâm ver!» dedi.
Ben selâm verdim; O da selâmıma mukâbele etti. Sonra:
«–Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.
Daha sonra bana:
«–Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.» dedi.
Sonra Sidre-i Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.
Cebrâîl -aleyhisselâm- bana:
«–İşte bu, Sidre-i Müntehâ’dır!» dedi.”
Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.
«–Bunlar nedir, ey Cibrîl?» diye sordum.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
«–Şu iki bâtınî nehir, cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!»226 dedi…” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)
Sidre-i Müntehâ’da Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Niçin ey Cibrîl?” diye sordu.
O da cevâben:
“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)
Artık bundan sonraki yolculuğa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yalnız devâm etti. Kendisine hârikulâde tecellîler lutfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle müşerref oldu.
Bu yolculuktaki hârikulâdeliklerin lâyıkıyla ifâdeye dökülmesi, hayâl ötesi bir hakîkati, beşer idrâkinin çerçevesine sığdırmaya çalışmak gibi zor bir keyfiyettir. Hakîkati ve asıl mâhiyeti Allâh ile O’nun Habîbi arasında ebedî bir sır olarak kalan muhteşem tecellîler, tamâmen “âlem-i gayb” şartları dâhilinde tahakkuk etmiştir.
Bununla birlikte, Allâh ile O’nun yüce Peygamberi arasındaki bu muhteşem esrâr tecellîsi, vahye muhâtab olanlara Rabbin sonsuz kudret, azamet ve saltanatını sergilemektedir.
Ayrıca Mîrâc hâdisesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in son olarak Tâif’te mâruz kaldığı zulümler netîcesinde kalbini dolduran hüznü, sürûra tebdîl etmek maksad-ı ilâhîsine de mâtuftur.
Aslında zaman ve mekân kaydı dışında gerçekleşen bu ilâhî tecellînin, insan müfekkiresi için tamâmının kavranması imkânsızdır. Böyle beşer idrâkini aşan hassas ve müstesnâ mevzûlarda muhayyileyi zorlamak menedilmiştir.
Hâsılı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberler hakkında vâkî olan ilâhî lutufları aşan müstesnâ bir ikrâm-ı ilâhî ile Mîrâc’da Zât-ı Ulûhiyyet’e mahsus zamansız ve mekânsız bir âlemde:
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
“(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9)
diye bilinen bir tecellîye muhâtab olmuştur.
Bu tecellînin bir zerresini müşâhede etmekle, ülü’l-azm peygamberlerden olmasına rağmen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın düşüp bayıldığı hatırlanırsa, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın Allâh katındaki ulvî mevkii ve kendisine lutfedilmiş husûsî salâhiyet ve iktidârın derecesi az-çok kavranmış olur.
Diğer taraftan Mûsâ -aleyhisselâm-’a, mukaddes mekânda nâlinlerini (ayakkabılarını) çıkarması emredilmiş ve ayaklarının, oranın bereketinden istifâde edip, şerefiyle şerefyâb olması istenmişti. Fakat Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Mîrâc Gecesi bir bakıma:
“Ey Habîbim! Sen Arş yaygısı üzerinde pabuçlarınla yürü ki, Arş, Sen’in pabuçlarının tozu ile şereflensin ve Arş’ın nûru, Sana kavuşma nîmetine nâil olsun!..” denilmiş olmaktaydı. (Bursevî, V, 370)
İki Cihan Serveri’nin Mîrâc’a çıkışı ile semâvâtın yaşadığı şevk ve heyecânı şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu ne güzel ifâde eder:
Şeb-i Mîrâc’da sîmâsını seyretti diye,
Kapanır yerlere gök, secde-i şükrân olarak!
a
Allâh Teâlâ, Mîrâc’ı, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurur:
وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى
“İnmekte olan yıldıza227 and olsun.” (en-Necm, 1)
Sûre’nin bu şekilde bir kasemle başlaması, ihtivâ ettiği hakîkate karşı münkirler tarafından yapılabilecek îtirazlar sebebiyle Mîrâc’ın hakkâniyetini vurgulamak içindir. Nitekim bu husus, kasemin ardından gelen âyet-i kerîmelerle de şöyle te’yîd edilmektedir:
مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى
(2)
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
(3)
إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
(4)
عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى
(5)
ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى
(6)
وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى
(7)
“Sâhibiniz (Muhammed Mustafâ) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzûsuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrâîl, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidre-i Müntehâ’da) iken asıl şekliyle istivâ etti (doğruldu).” (en-Necm, 2-7)
Âyette geçen “istivâ” ifâdesi, kaplama, kuşatma ve doğrulma mânâlarına gelir. Müfessirlerin ekserisi, istivâ kelimesinin fâilinin Cebrâîl -aleyhisselâm- olduğunu beyân etmekle birlikte, tercîhen onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e izâfe ederler. Bu durumda istivâ, Allâh Rasûlü’nün kadr ü kıymetinin, rütbe ve makâmının yüksekliğini ifâde etmektedir. Yâni Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, önce en yüksek ufukta doğruldu:
ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى
“Sonra yaklaştı ve tedellî etti.” (en-Necm, Yâni, Varlık Nûru, ilâhî cezbenin eseri olarak yukarıya çekildi. Bulunduğu yer ve makamdan daha yukarı çıkarıldı.
Böylece Cenâb-ı Peygamber, Mîrâc’da en yüksek ufukta yalnız istivâ ile kalmayıp Allâh’a doğru yaklaştı. Ardından ilâhî cezbenin tesiri arttı, arttı, arttı ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir anda en yüksek ufkun ötelerine geçiverdi:
فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى
“(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9)
Âyet-i kerîmedeki: قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى “İki yay arası veya daha az mesâfe” ifâdesi, beşeriyet üstü bir gerçeğin beşer idrâkine sığdırılabilmesi için kullanılmış bir teşbîh ifâdesidir. Şöyle ki:
İslâm’dan evvel Araplar, bir ittifak kurmak üzere antlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin “kab”ını (yayın, kabza ile kiriş kısmı olan iki köşe aralığını) birleştirirler, sonra da ikisini berâber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onlardan birinin râzı olacağı şeye diğerlerinin de râzı olacağını, birisini gazaplandıran şeyin diğerlerini de gazaplandıracağını ifâde eden bir berâberlik ve bütünlük antlaşmasıydı.
Buna göre “kâbe kavseyn”, hem maddî hem de mânevî yakınlığı ihtivâ eden ve beşer idrâkini aşan ulvî bir hakîkattir. Yâni Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu noktada Rabbine o kadar yaklaştı ki, bütün vâsıtalar kaldırıldı ve doğrudan doğruya:
فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى
“Allâh o anda kuluna vahyini bildirdi.” (en-Necm, 10)
Bu vahyin mâhiyetinin ne olduğu, şu şekilde açıklanmıştır:
1. Namaz: Mîrâc’daki en mühim hususlardan biri, beş vakit namazın farz kılınmasıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın tavsiyeleriyle Cenâb-ı Hakk’a mürâcaat etmiş ve başlangıçta elli vakit olarak farz kılınan namaz, beş vakte indirilmiştir. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, bire on vererek, beş vakti kılana elli vaktin ecrini ihsân edeceğini bildirmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“Her kim bir hayır işlemek ister de onu yapamazsa, o kimseye (bu iyi niyetinden dolayı) bir sevap yazılır, yaptığı takdirde ise on sevap yazılır.
Her kim de, bir kötülük yapmak ister, ancak onu yapmazsa, kendisine günah yazılmaz. Şâyet o kötülüğü yaparsa, bir günah yazılır!” (Müslim, Îman, 259)
Bu husustaki uzun hadîs-i şerîfte beyân olunduğu üzere Allâh Teâlâ, başlangıçta elli vakit olarak emredilmiş olan namazı, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in müteaddid mürâcaatı ile beş vakte indirmiştir. Bunun mânâsı, insanlar üzerindeki hukûkullâh îcâbı olarak namazın elli vakit kılınmasının müstehak olduğu, ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutf u keremi ile bu mükellefiyetin bire on nisbetinde azaltıldığıdır. Esâsen Cenâb-ı Hakk’ın:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) beyânı, beşer için aslî faâliyetin ibâdet olduğu, ancak merhamet-i ilâhiyye îcâbı en zayıf fert dahî dikkate alınarak bu hususta tenzîlât yapıldığı mânâsına geldiği gibi, mecbûrî olmamakla birlikte beş vakitten fazlasına cevaz verildiğini ve bunun gerekliliğini de ifâde eder.
Kâmil mü’minler, farz olan bu beş vakte ilâveten, kuşluk, işrâk, evvâbin gibi nâfile namazlar kılarlar ve bilhassa gece teheccüde kalkarlar. Bütün bunlar bu vâkıanın tabiî bir netîcesidir. Ancak bu gibi ibâdetlerin, insanların tâkat getirebilen ve o zevke ulaşabilen kısmına âit olması için, namaz emri elli vakitten başlatılıp bilâhare Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mürâcaatı ile beş vakte indirilmiştir.
2. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben:
“Peygamberlerden hiçbiri Sen’den evvel, ümmetlerden hiçbiri de Sen’in ümmetinden evvel cennete girmeyecektir!” diye buyrulmuştur. (Râzî, XXVIII, 248)
3. Bakara Sûresi’nin son iki âyet-i kerîmesi vahyedilmiştir.
Müslim’de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e (Mîrâc’da) üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi…” (Müslim, Îman, 279)
Bununla birlikte Mîrâc’daki vahyin tafsîlât ve keyfiyetini ancak Allâh ve Peygamberi bilir.
Burada âşikâr olan, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mîrâc’daki tecellîleri bir hayâl olarak değil, kalb ve vicdânının da tasdîk ettiği bir hakîkat olarak müşâhede etmiş olduğu keyfiyetidir. Yâni:
مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى
(11)
أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى
(12)
“(Muhammed Mustafâ’nın) gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı. (Ey inkârcılar!)O’nun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?” (en-Necm, 11-12)
Allâh Rasûlü, Mîrâc Gecesi Rabbine mülâkî olup sayısız tecellîler ve ibretli hâdiseler müşâhede ettikten sonra, hiçbir kulun ulaşamayacağı o husûsî makamdan geri dönerken, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı bıraktığı yerde (Sidre-i Müntehâ’da) bir defâ daha aslî sûretinde gördü.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى
(13)
عِندَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى
(14)
“And olsun ki (Muhammed Mustafâ), onu (Cebrâîl’i) Sidre-i Müntehâ’da bir defâ daha gördü.” (en-Necm, 13-14)
Âyette Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makam cihetiyle Cebrâîl -aleyhisselâm-’dan daha ileride olduğuna işâret edilmiştir. Nitekim Cebrâîl -aleyhisselâm-, Mîrâc Gecesi’nde kendisinin: “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım, muhakkak yanardım!” dediği makamda kalmış ve Peygamber Efendimiz daha ileriye gitmiştir. Bu hakîkat, Allâh Rasûlü’nün dönüşte tekrar Cebrâîl’e rastlaması ile daha bâriz bir şekilde anlaşılmaktadır.
عِندَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى
(15)
إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى
(16)
“Orada Me’vâ cenneti vardır. O Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.” (en-Necm, 15-16)
Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz’e soruldu:
“–Yâ Rasûlallâh! Sidre’yi kaplayan ne gördün?”
Buyurdular ki:
“–Altından pervânelerin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allâh’ı tesbîh ettiğini gördüm.” (Taberî, XXVII, 75; Müslim, Îman, 279)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyetlerine göre:
Allâh Teâlâ, Mûsâ’yı kelâm, İbrâhîm’i dostluk ve Muhammed Mustafâ’yı da ru’yetullâh (Cenâb-ı Hakk’ı keyfiyeti bizler tarafından bilinemeyecek bir sûrette müşâhade etme) şerefiyle taltîf etmiştir. (Taberî, XXVII, 64)
Gözün Mahbûb’un huzûrunda O’ndan (sevgiliden) başka bir yere kaymaması, edebin en üst noktasıdır. Hakîkaten:
مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى
(17)
لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى
(18)
“(Muhammed Mustafâ’nın) gözü, oradan ne kaydı, ne de sınırı aştı. And olsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını (da) gördü.” (en-Necm, 17-18)
Bu âyetlerden de anlaşıldığı vechile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm- dâhil hiçbir mahlûkun hudûdunu aşamadığı “Sidre-i Müntehâ”nın ötesine geçirildi. Âyette, beşer idrâkine “birleştirilmiş iki yay arası veya daha az” mesâfe olarak bildirilen keyfiyetiyle kullarca kavranması muhâl ve mahrem olan bir vuslat vukû buldu.
Bu vuslatta Peygamberler Sultânı, kelâmın ifâde hudûduna sığmayacak derecede ulvî ve büyük hakîkatler, yâni Rabbin rubûbiyet âyetlerinden, mülk ve saltanatının ihtişâmından, ancak müşâhede ile ulaşılabilecek büyük âyetler gördü.
Burada müfessirlerin beyânı, “Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kalb gözü ile Allâh’ı gördü.” şeklindedir. (Taberî, XXVII, 63)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’tan gelen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ben, yüce Rabbimi gördüm!” buyurmuştur. (Ahmed, I, 285; Heysemî, I, 78)
Bir başka rivâyette Peygamber Efendimiz “Rabbini gördün mü?” sorusuna cevâben:
“Bir nûr gördüm!” buyurmuşlardır. (Müslim, Îman, 292)
En doğrusunu Allâh bilir…228
a
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, İsrâ ve Mîrâc’la alâkalı birçok haber nakledilmiştir. Onlardan birkaçı şöyledir:
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’da bir topluluğa uğradılar ve gördüler ki, onların dudakları deve dudağı gibidir. Birtakım vazîfeli memurlar da onların dudaklarını kesip ağızlarına taş koyuyor.
“–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir!” dedi. (Taberî, XV, 18-19)
Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başka bir topluluğa rastladı. Onlar da bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı:
“–Ey Cebrâîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Bunlar, (gıybet etmek sûretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve nâmuslarıyla oynayanlardır.” cevâbını verdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878)
Daha sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz orada; zinâkârları, leş yiyen bedbahtlar olarak; fâiz yiyenleri, karınları iyice şişmiş ve şeytan çarpmış rezil bir vaziyette; zinâ edip çocuklarını öldüren kadınları da, bir kısmını göğüslerinden, bir kısmını baş aşağı asılı hüsrâna dûçâr olmuş bir hâlde gördü.229
Bu sebeple Varlık Nûru Efendimiz:
“Eğer benim bildiğimi sizler de bilmiş olsaydınız, muhakkak ki, pek az güler ve çok ağlardınız!”buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine Mîrâc’da yaşadığı müşâhedelerle alâkalı bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Mîrâc Gecesi’nde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm:
«Sadaka on misliyle, borç vermek ise on sekiz misliyle mükâfâtlandırılacaktır.»
Ben:
«–Ey Cibrîl! Borç verilen şey niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum.
«–Çünkü, sâil (çoğu kere) yanında para olduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyâcı sebebiyle talepte bulunur.» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)
Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“(Mîrâc esnâsında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenler ekseriyâ fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek için)
mahpus idiler. Bunlardan cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredilmişti. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin ekserisi kadınlardı.” (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Zühd, 93)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hadîs-i şerîfleriyle bilhassa hanımlara, azâb-ı ilâhîye dûçâr edecek davranışlardan kendilerini korumaları için husûsî bir îkazda bulunmaktadır.
a
Mîrâc vesîlesiyle şu hakîkate de temâs etmek gerekir ki, insanlar, zaman bakımından sâdece mâzînin müşâhede ve intibâları ile dolu oldukları hâlde, peygamberler, -Cenâb-ı Hakk’ın dilediği ölçüde- hem mâzî, hem hâl, hem de istikbâl bilgileri ile donanmışlardır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mahşer ahvâlinden haber verişi ve bu haberleri “gördüm, duydum” gibi olmuş bir sûrette ifâde buyurması, işte bu gerçeğin bir tezâhürüdür.
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mâzî, hâl ve istikbâl boyutlarından müstağnî olduğu Mîrâc Gecesi’nde istikbâle âit birtakım ibretli vak’alar seyretmiş ve bunları mâzî sîgasıyla, yâni olmuş bir sûrette aktarmışlardır. Bununla alâkalı bir misâl de Aşere-i Mübeşşere’den olan Abdurrahmân bin Avf Hazretleri hakkındadır.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“O gece (Mîrâc Gecesi’nde)
Abdurrahmân bin Avf’ı gördüm. Cennete, oturduğu yerde emekleyerek giriyordu. Ona dedim ki:
«–Niçin bu kadar ağır geliyorsun?»
Dedi ki:
«–Yâ Rasûlallâh! Malımın hesâbı dolayısıyla, çocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar geçirdim. Öyle ki, bir daha sizi göremeyeceğimi zannettim…»” (Muhammed Pârsâ, Faslu’l-Hıtâb, s. 403)
Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-, Medîne’ye hicret etmiş ve zengin olmuştu. Birgün kulağına bu hâdise geldi. Hemen Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanına giderek, Hazret-i Peygamber’den böyle bir hadîs-i şerîfin vârid olup olmadığını sordu. Âişe -radıyallâhu anhâ-, bu hadîsin vârid olduğunu söyleyince, sevincinden yüreği kanatlanan Abdurrahmân bin Avf Hazretleri, o sırada Şam’dan yeni gelmiş bulunan kervanını olduğu gibi derhâl Allâh yolunda infâk eyledi.
Gerçekten Mîrac’da Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sayılamayacak kadar çok âyetler görmüştür.
Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:
“(O gece)
göğe yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.”(Buhârî, Salât, 1)
Yâni Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir makam ve seviyeye çıkarıldı ki, orada kâinâtın mukadderâtını yazan kalemlerin seslerini işitiyor, idrâk ötesi hakîkatlere muttalî oluyordu.
Yukarıdaki hadîs-i şerîflerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’da mâzî, hâl ve istikbâli içiçe, aynı anda yaşıyordu.
Mîrâc’dan Birkaç Nükte
1. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu yolculuğa çıkmadan önce “şakk-ı sadır” hâdisesi vukû bulmuştur. Bu da gösteriyor ki, mânevî yükseliş, kalbî sâfiyetle mümkündür. Öyle bir kalb ki, içinde nûr-i ilâhîden başka bir şeye yer yoktur. Kalb, kesâfetten kurtulunca, esrâr-ı ilâhînin tecellîleri gönlü sarmaya başlar.
2. İsrâ hâdisesi, kulunu müstesnâ bir şekilde yürüten Allâh’ın sonsuz kudret ve saltanatını gözler önüne sermektedir.
3. Diğer bir nükte de Mîrâc’ın, çile, elem ve ıztırap yüklü bir Tâif seferinden sonra lutfedilmesi ve meşakkatler ardındaki sürûrun müjde dolu habercisi olmasıdır.
4. Kur’ân-ı Kerîm’de bizlere bildirilen farzlar, Cebrâîl -aleyhisselâm- vâsıtasıyla vâkî olmuştur. Namaz ise, Mîrâc’da doğrudan doğruya, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından emredilmiştir. Bu da namazda ayrı bir sır bulunduğuna ve onun ibâdetler içinde müstesnâ bir ehemmiyet taşıdığına delâlet etmektedir.
Hakîkaten namaz, dînin direğidir. Onunla kazanılacak kemâlât, hiçbir ibâdetle kazanılamaz. İslâmî ibâdetler içinde namazın rütbesi, âhiret nîmetleri içinde zirve teşkil eden ru’yetullâh, yâni Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede makâmı gibidir. Zîrâ namaz, mü’minlerin mîrâcıdır. Dünyâda kulların Hakk’a en yakın olduğu an, huşû içinde kıldıkları namaz anlarıdır. Namaz, kulun daha bu dünyâda iken Rabbine mülâkî olmasıdır. Bu yüzden Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz“Namaz gözümün nûrudur.”230 buyurmuş ve son nefeslerinde ümmetine, “namaza dikkat etmelerini”231 vasiyet etmiştir.
5. Mîrâc’da Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e semâ kapılarının açılması, O’nun nübüvvetinin sâdece Mekke, Kureyş ve Sakîf ile sınırlı olmadığını, O’nun bütün Cihânın Nebîsi ve Âlemlerin Efendisi olduğunu göstermektedir.
6. Mîrâc ile insânî tekâmülün varabileceği son nokta gösterilmiş, yâni insanın mânevî yükseliş hudûdunun ne olduğu beyân edilmiştir.
7. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi, târih boyunca pek çok peygamberin gönderildiği bu iki dînî merkez arasındaki sağlam bağı, daha da kuvvetli bir şekilde göstermiş olmaktadır. Ayrıca bu hâdise, İslâm’ın, bütün semâvî dinleri şümûlüne alan, Hak katındaki tek dîn olduğunu da ifâde etmektedir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mescid-i Aksâ’da bütün enbiyâya imâmeti de bunun bir başka tezâhürüdür.
Mîrâc’ın Akisleri
Varlık Nûru, Kâinâtın Sürûru Efendimiz, İsrâ ve Mîrâc hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:
“–Ey Cebrâîl, kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Ebû Bekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 215)
Müşrikler, Mîrâc hâdisesini duyduklarında, derhâl yalanlamaya koyuldular. Ortalığa bir dedikodu velvelesi hâkim oldu. Bunu fırsat bilerek, mü’minleri de bu yolda vesveselerle îmanlarından caydırmak istediler. Hattâ Hazret-i Ebû Bekr’e bile gittiler. Ancak o, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan dâsitânî bir îman sadâkatinin şevki içinde:
“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım…” dedi.
Müşrikler:
“–Sen O’nu tasdîk ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallâhi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allâh’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdîk ediyorum.” dedi.
Daha sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübârek fem-i saâdetinden dinledi ve:
“–Sadakte (doğru söyledin), yâ Rasûlallâh!..” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, O’nun bu tasdîkinden gâyet memnûn kalarak cihânı aydınlatan tebessümüyle Hazret-i Ebû Bekr’e:
“–Yâ Ebâ Bekr, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5)
O günden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh- “Sıddîk” lâkabıyla meşhur oldu.
Ashâb-ı kirâm hazarâtı da Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gibi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tasdîk ettiler.
Mü’minleri kandıramayan müşrikler, bu defâ Peygamber Efendimiz’in huzûruna çıkarak akıllarınca O’nu imtihan etmeye kalktılar. Beyt-i Makdis’i sordular. Cenâb-ı Hak, Beyt-i Makdis’i Rasûlü’nün gözleri önüne getirdi. Allâh Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- da, sorulan suâllere Beyt-i Makdis’i seyrederek cevap verdiler. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 41; Tefsîr, 17/3; Müslim, Îman, 276)
Müşrikler, bu defâ da yoldaki bir kervandan ve o kervandaki bâzı husûsiyetlerden sordular:
“–Ey Muhammed! Sen bize, bizim için Beytü’l-Makdis’ten daha önemli olan kervanımızdan haber ver!” dediler.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Şu vâdide filân oğullarının kafilesine rastladım. Onları bir hayvanın gizli sesi ürkütmüş, bir develeri kaçmıştı. Ben kaçan develerinin yerini onlara gösterdim!” buyurdu.
Daha sonra şöyle devam etti:
“–Dacnân mevkiine geldiğimde filân oğullarının kervanına rastladım. İnsanlar uyuyorlardı. İçinde su bulunan bir kapları vardı, onun üzerine birşey örtmüşlerdi. Örtüsünü açtım ve içindeki suyu içtim.* Sonra üzerini yine eskisi gibi kapattım. Onların kafilesi, şimdi Beyzâ’dan, Ten’im yokuşundan iniyordur. Kafilenin önünde boz erkek bir deve, devenin üzerinde de birisi siyah, birisi de alaca iki çuval vardır!”
Aldıkları cevaplarla şaşkına dönen müşrikler:
“–Lât ve Uzza’ya yemîn olsun ki işte bu tam bir işârettir.” dediler. “Belki son söylediği doğru çıkmaz.” düşüncesiyle Ten’im yokuşuna doğru hızla gittiler. Kervanı gözlemeye başladılar. Kervan görününce:
“–Vallâhi, işte kervan geliyor! Boz deveyi de en öne sürmüşler!?” dediler.
İlk karşılaştıkları deve, kendilerine târif edildiği gibi idi. Kâfileye su kabını sordular. Onlar da kabı dolu olarak bıraktıklarını, üzerini örttüklerini, fakat sonradan örtüsünü açtıkları zaman içinde su bulamadıklarını söylediler.
Allâh Rasûlü’nün bu su içmesi mes’elesi aynı zamanda Mîrâc’ın hem bedenen hem de rûhen birlikte tahakkuk ettiğine delâlet eden hususlardan biridir.
Kureyş müşrikleri, diğer kafilelere de soracaklarını sordular:
“–Doğrudur! O’nun bahsetmiş olduğu vâdide bir sesle irkildik ve bir devemiz de kaçtı. Bir kimse bizi devemize çağırıyordu! Deveyi onun çağırdığı yerde bulduk ve yakaladık!” dediler.
Hattâ bazıları bu sesin sâhibini de tanımışlar ve “Bu Muhammed’in sesidir.” demişlerdi.
Kureyş müşrikleri, kervanlarındaki develerin ve çobanların sayısına varıncaya kadar, sormadık bir şey bırakmadılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hepsinin doğru cevâbını verdi. Çünkü kervan da, o an tıpkı Mescid-i Aksâ gibi Rasûlullâh’ın gözlerinin önüne getirilmişti. Lâkin kalbleri kilitli olanlar, inatlarında devâm ederek:
“–Bu apaçık bir sihirdir!” dediler. (İbn-i Hişâm, II, 10; İbn-i Seyyid, I, 243; Heysemî, I, 75; Beyhakî, Delâil, II, 356)
Allâh Teâlâ:
أَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ الْأَوَّلِ بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ
“Biz ilk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma husûsunda şüphe içindedirler.” (Kâf, 15) buyurmaktadır. Her şeyi yoktan var eden Allâh’ın, kulunu Mîrâc’a çıkarmasından daha kolay ne vardır ki? Bunu kabûl etmemek ancak selîm akıldan mahrûmiyetin bir göstergesidir.
Zavallı, ahmak ve bedbaht müşrikler, Mîrâc hâdisesine de inanmamışlar, yine Allâh’ın Rasûlü’nü alaya almışlardı. Artık Âlemlerin Efendisi’nin onların arasında olma nîmetini, yaptıkları yakışıksız hareketlerle tamâmen ellerinden kaçırmışlardı. Artık bu büyük nîmetin, kadrini bilmeyen Mekkelilerden geri alınmasının vakti gelmişti. Zîrâ onlar, şerefine yaratıldıkları bir Peygamber’e karşı akla hayâle gelmedik haksızlık ve nankörlükte bulunmuşlar, iyice haddi aşmışlardı.
Gerçekten, yapılacak tek şey kalmıştı: “Allâh’ın, Varlık Nûru’nu onların arasından çekip alması ve O’nun kadr ü kıymetini bilecek başka bir topluluğa ihsân buyurması!..”
Zâten Cenâb-ı Hak, Tâif yolculuğunun üzerinden fazla bir zaman geçmeden Kur’ân’a ve Rasûl’e bey’at edecek mümtaz topluluğun ilk habercilerini bir grup hâlinde Sevgili Habîbi’ne göndermişti…
NÜBÜVVETİN ON İKİNCİ VE ON ÜÇÜNCÜ SENELERİ Birinci Akabe Bey’ati
Altı kişiyle Mekke’ye gelip de Akabe’de îman nûru ile şereflenen Medîneliler, bir sonraki yıl on iki kişi olarak geldiler. Buluşma yerleri yine Akabe oldu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yeni gelenleri de tevhîde dâvet etti. Arkadaşlarından İslâm’ın yüceliğini ve güzelliğini işitip Peygamber Efendimiz’in medh ü senâsını dinleyen diğer altı kişi de îmân ettiler.
Akabe görüşmesinden farklı olarak, bu seferki buluşmada Varlık Nûru’na bey’at edildi. Medîneliler, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elini tutmak sûretiyle ilk bey’atlerini yapıp söz verdiler. Bu bey’at sebebiyle ikinci Akabe görüşmesine “Birinci Akabe Bey’ati” denilmiştir.
Bu bey’atte Medîneliler, Allâh Rasûlü’ne şunları taahhüd ettiler:
1. Allâh’a hiçbir şekilde şirk koşmamak.
2. Hırsızlık yapmamak.
3. Zinâya (fuhşa) yaklaşmamak.
4. Kız çocuklarını diri diri gömmemek.
5. Kimseye iftirâ etmemek.
6. Allâh’a ve Peygamberi’ne itaatten ayrılmamak. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 43)
Medînelilerin bu ilk taahhüdü, İslâm târihi için bir dönüm noktası oldu. Bununla Hicaz ve bütün Arabistan’da hüküm sürmekte olan şirk, zulüm ve kötü âdetlerin ortadan kaldırılması husûsunda ahit verilmiş oluyordu.
Mus’ab bin Umeyr’in Muallim Olarak Tâyini ve Mus’ab bin Umeyr’in Muallim Olarak Tâyini ve Medîne’nin Kur’ân’la Fethi
Medîneli yeni müslümanlar, bir mektup yazarak İslâm’ı öğrenmek için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kendilerine Kur’ân-ı Kerîm okuyacak, İslâm’ı anlatacak ve namaz kıldıracak bir muallim göndermesini taleb ettiler. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da Mus’ab -radıyallâhu anh-’ı gönderdi.232
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mus’ab -radıyallâhu anh- ile birlikte ilk îmân edenlerden biri olan Abdullâh bin Ümm-i Mektûm’u da Medîne’ye Kur’ân öğretmesi için göndermişti.233
Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, çok genç yaşta hidâyete ermiş, âilesinin kendisine ağır işkenceler yapmalarına, hattâ mîraslarından mahrum bırakmalarına rağmen dîninden dönmemişti. Çünkü o, zâhiren fakir ve garip kalsa da, bâtınen îman aşk ve vecdiyle dolu zengin bir gönle sâhipti. İslâm’ın intişârı husûsunda âdeta bir heyecan âbidesiydi.234
Nitekim Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın Medîne’ye gidişiyle İslâm, orada iyice inkişâf etti. Peygamber Efendimiz’in teblîğle vazîfelendirdiği bu genç sahâbî, insanlara Allâh’ın dînini anlatmak için gecesini gündüzüne katarak çalışmaya başladı. Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın gayretleri bereketiyle hidâyete nâil olan ilk bahtiyarlardan Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-, onu evinde ağırlıyor ve bütün çalışmalarında kendisine yardımcı oluyordu.
O, birgün Mus’ab’ı yanına alarak Zaferoğulları’nın bahçesindeki kuyunun başına oturdu. Abdüleşheloğulları’nın önde gelenlerinden Sa’d bin Muâz, bunu duyunca Üseyd bin Hudayr’a:
“–Sen işini iyi bilen ve kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın. Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan şu adamların yanına git ve onları îkâz et ki, bir daha mahallemize gelmesinler! Es’ad akrabam olmasaydı, bu işi kendim yapardım.” dedi.
Üseyd, mızrağını kaptığı gibi oraya gitti ve gâyet öfkeli bir şekilde:
“–Siz niçin buraya geldiniz? Şu yanındaki yabancıyı, zayıflarımızın inançlarını bozması için mi getirdin?! Bir daha sakın böyle bir şey yapmaya kalkma! Eğer canınızı seviyorsanız hemen buradan gidin!” dedi.
Firâset sâhibi ve basîretli bir sahâbî olan Mus’ab -radıyallâhu anh- ona:
“–Biraz oturup söyleyeceklerimi dinler misin? Sen akıllı bir kimsesin, sözlerimi beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen kabûl etmezsin.” dedi.
Üseyd:
“–Yerinde bir söz söyledin!” dedikten sonra, mızrağını yere saplayıp yanlarına oturdu. Mus’ab, İslâm’ı anlatıp Kur’ân-ı Kerîm okudu.
Üseyd, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediği zaman, daha konuşmaya başlamadan önce yüzünde İslâm’ın nûru parladı ve kalbi İslâm’a yumuşadı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında da:
“–Bu ne güzel, ne yüce bir kelâm!235 Siz bu dîne girmek istediğiniz zaman ne yaparsınız?” dedi.
Üseyd -radıyallâhu anh- kalkıp, Hazret-i Mus’ab ve Es’ad -radıyallâhu anhümâ-’nın tâlimâtı üzere gusletti, elbiselerini temizledi ve şehâdet getirdi. Sonra da iki rekât namaz kıldı ve:
“–Geride öyle bir adam bıraktım ki, o size tâbî olursa, kavminden hiçbir kimse ona muhâlefet etmez. O, Sa’d bin Muâz’dır! Ben şimdi onu size gönderirim!” dedi.
Sa’d, kızgın bir şekilde yanlarına geldi. Fakat nihâyetinde o da Hazret-i Üseyd gibi Mus’ab -radıyallâhu anh-’ı dinleyerek müslüman oldu. Sonra kabîlesinin yanına giderek:
“–Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Onlar:
“–Sen bizim seyyidimiz, fikirce en üstünümüz ve reisimizsin.” dediler.
Bunun üzerine Sa’d -radıyallâhu anh-:
“–Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân edinceye kadar, erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.” dedi.
O gün akşama kadar bu kabîleden müslüman olmayan kimse kalmadı. (İbn-i Hişâm, II, 43-46; İbn-i Sa’d, III, 604-605; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 112-113)
Hazret-i Mus’ab -radıyallâhu anh-, Selîmeoğulları’nın eşrâfından olan Amr bin Cemûh’u da İslâm’a dâvet etti. Ona Yûsuf Sûresi’nin ilk sekiz âyetini okudu. Amr düşünmek için biraz mühlet istediyse de bir türlü karar veremedi. Bunun üzerine Amr’ın daha önceden müslüman olan oğlu Muâz, kabîlesindeki müslüman gençlerle anlaşarak, bir gece babasının putunu gizlice civarda bulunan pislik çukuruna attılar. Sabahleyin bu hâli gören Amr, dehşet içerisinde kalarak putunu çukurdan çıkarttı ve temizleyip güzel kokular sürerek yerine koydu.
Aynı hâdise birkaç gün daha tekerrür edince, putun kendisini müdâfaa etmesi için boynuna kılıcını astı. Ertesi gün putunu tekrar çukurda görünce, ibâdet ettiği cansız nesnenin hiçbir şeye yaramadığını, kendini korumaktan dahî âciz olduğunu anladı ve şirk karanlığından İslâm’ın nurlu sabahına uyandı. İçinde bulunduğu dalâletten, kendisini Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- vâsıtasıyla kurtaran Allâh’a şükretti. Daha sonra da kavmini İslâm’a teşvîk etti.236
İslâm’ın Medîne’de bu şekilde hüsn-i kabûle mazhar olduğunu haber alan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Mekkeli müslümanlar, son derece mesrûr oldular. Öyle ki, o seneye “Sürûr Senesi” adını verdiler. Çünkü artık Medîne, İslâm’ın beşiği olmaya hazır hâle geliyordu.
Cenâb-ı Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, şöyle buyurmuşlardır:
“Ülkeler kılıçla fethedildi, lâkin Medîne Kur’ân’la fethedilmiştir.” (Bezzâr, Müsned, no: 1180; Rudânî, no: 3774)
İkinci Akabe Bey’ati (Nübüvvetin 13. Senesi)
İkinci Akabe görüşmesinden bir sene sonra Medîneliler, yine hac mevsiminde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile görüştüler. Bu sefer ikisi kadın, yetmiş beş kişiydiler.
Yine Allâh Rasûlü’ne bey’at ettiler. Buna da “İkinci Akabe Bey’ati” denildi.
Kâfilenin başında gelen Mus’ab -radıyallâhu anh- kendi evine yaklaşmadan önce Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. Ensâr’ın İslâm’ı hızla kabûl etmelerini haber verdi. Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mus’ab’ın getirdiği haberlerle mesrûr oldu.
Hazret-i Mus’ab’ın önce Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına varması, müşrik annesinin kulağına gidince çok kızdı.
O ise:
“–Ben Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den önce kimsenin yanına gitmem, O varken kimseye öncelik veremem.” dedi.
Efendimiz’den izin istedikten sonra annesinin yanına vardı ve onu İslâm’a dâvet etti. (İbn-i Sa’d, III, 119)
İşte ashâbın Rasûlullâh’a muhabbeti böyleydi.
Câbir -radıyallâhu anh- der ki:
“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kendisini ve müslümanları himâye edecek bir kabîle arayıp da kimsenin O’na kucak açmadığı günlerde, Allâh Teâlâ bizi Yesrib (Medîne)’den O’na gönderdi de, biz îmân ettik ve kendisini himâye ettik. Bizden biri gidip Allâh Rasûlü’ne îmân ederdi, Efendimiz de kendisine Kur’ân okurdu. Evine döndüğü zaman bütün ev halkı ona uyarak müslüman olurlardı. Ensâr evlerinden, içinde İslâm’ın açıklanmadığı bir ev kalmadı. Sonra da bir araya gelerek konuştuk ve:
«–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i daha ne zamâna kadar Mekke dağlarında ezâ ve cefâ içinde bırakacağız?!» dedik.
Bunun üzerine hac mevsiminde bey’at etmek üzere O’nun yanına vardık.” (Ahmed, III, 322; Hâkim, II, 681-682)
Bu tâlihli kişiler, Peygamber Efendimiz’le teşrik günlerinde Akabe mevkiinde buluşmak üzere sözleştiler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medînelilere:
“–Uyuyanı uyandırmayın, zamânında buluşma yerine gelmeyeni de beklemeyin!” buyurdu.
Gecenin üçte biri geçince Fahr-i Kâinât Efendimiz ile kararlaştırdıkları gibi Akabe mevkiine giderek O’nu beklemeye başladılar. Nihâyet, Rasûlullâh Efendimiz amcası Abbâs ile birlikte geldi. Abbâs, henüz müslüman olmasa da Ebû Tâlib’den sonra yeğeninin himâyesini üzerine almıştı. Medînelilerin, Allâh Rasûlü’nü kendi beldelerine dâveti üzerine Peygamberimiz’in amcası Abbâs, onlara şöyle dedi:
“–Ey Medîneliler! Bizler O’nu düşmanlardan koruduk. Yine de koruyacağız. O’nun aramızdaki mevkii yüksektir. Fakat siz sevgi ve saygınızdan dolayı daha emniyette olması için Medîne’ye dâvet ediyorsunuz. O da bu arzudadır. Ancak O’nu düşmanlardan koruyabilecekseniz memleketinize götürünüz. Ben sizden O’nu yardımsız bırakmayacağınıza, aldatmayacağınıza dâir, kat’î bir söz almak istiyorum. Çünkü komşularınız olan yahûdîler yeğenime düşmandırlar. Onların tuzak kurmayacaklarından emin değilim. Arap kabîlelerinin de düşmanlıklarına göğüs gerebilecek kadar savaş gücüne mâlikseniz bu işe teşebbüs ediniz. Aranızda iyice görüşünüz ki sonra bu hususta ihtilâfa düşmeyesiniz! Şâyet yanınıza vardıktan sonra korkup O’na yardım edemeyecek, kendisini muhâliflerinin eline bırakacaksanız, kendinize güveniniz yoksa, şimdiden bu dâvetten vazgeçiniz! Aranızda konuşmak isteyen varsa buyursun konuşsun, fakat konuşmasını fazla uzatmasın. Zîrâ her tarafta müşriklerin gözcü ve câsusları vardır! Buradan dağıldığınız zaman da, bu meseleyi gizli tutunuz!”
Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak, Peygamber Efendimiz’in amcası Abbâs’ın dile getirdiği endişelere cevap mâhiyetinde şöyle bir konuşma yaptı:
“–Yâ Rasûlallâh! Sen bizi öteden beri inandığımız dînimizi bırakmaya ve kendi dînine tâbî olmaya dâvet ettin. Bu çok zor ve ağır bir şey olduğu hâlde, biz Sen’in bu teklifini kabûl ettik. Sen bizi, yakın uzak bütün müşrik akrabâ ve komşularla alâkalarımızı kesmeye dâvet ettin! Bu da çok zor ve ağır bir şey olduğu hâlde biz Sen’in bu teklifini de kabûl ettik! Bizler, kendisini, değil sâdece kavmi, amcalarının bile öldürmek istedikleri bir zâtın himâyesini üstlendiğimizin farkındayız. Buna rağmen, biz Sen’in bu husustaki teklifini de kabûl ettik. Ey Allâh’ın Rasûlü! Biz kendimizi, oğullarımızı ve kadınlarımızı müdâfaa ettiğimiz gibi Sen’i de muhâfaza edeceğiz. Eğer biz bu ahdimizi bozarsak, Allâh’ın ahdini bozmuş bedbaht kimseler olalım! Yâ Rasûlallâh! Bu, Sana karşı bizim sadâkat yeminimizdir! Yardımına sığınılacak olan ancak Allâh Teâlâ’dır!”
Hazret-i Es’ad’dan sonra Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh- ayağa kalkarak, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Yâ Rasûlallâh! Rabbin ve kendin için bize istediğin şartı koşabilirsin.” dedi.
Habîb-i Hüdâ -aleyhi ekmelü’t-tehâyâ- Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Rabbim için şartım, O’na ibâdet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”
Medîne’den gelen mübârek sahâbe topluluğu sordular:
“–Böyle yaparsak karşılığında bize ne vardır?”
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:
“–Cennet vardır!” buyurunca, oradakiler:
“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)
Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, Mûte harbinde bu kârlı alışverişi tamamlamış, Varlık Nûru’ndan şehîd olacağı müjdesini alarak, savaşta can vereceğini bile bile büyük bir iştiyak ile muhârebeye katılmış, malını beytü’l-mâle, canını da Cenâb-ı Hakk’a takdîm ederek Cennet-i A’lâ’ya uçmuştur. Diğer sahâbîler de muhtelif yerlerde, Allâh yolundaki cihâd ve gayretlerine devâm ederek bu bey’atlerine sâdık kalmışlar, mânevî ticâretlerini bereketlendirmişlerdir.
Medîneli müslümanların yapmış oldukları bu bey’at ile alâkalı olarak şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُواْ بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُم بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“Allâh, mü’minlerden mallarını ve canlarını, onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu), Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da Allâh üzerine hak bir vaattir. Allâh’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 111)
Bundan sonra birkaç kişi daha söz alarak konuştu. Onların ardından Peygamber Efendimiz Medînelilere hitâb etti ve onlara Kur’ân-ı Kerîm okuyarak İslâm’ı anlattı. Sonra da hangi şartlar üzerine bey’at edeceklerini bildirdi. Önceki maddelere ilâveten şu hususlar da bu bey’atte zikredildi:
1. Emir-kumanda mü’minlerden her kimde olursa olsun, ona muhâlefet etmemek.
2. Allâh yolunda yürümekten dolayı müşrikler ve diğer münkirler tarafından ayıplanmaktan korkmamak.
3. Refahta ve sıkıntıda, sevinçte ve üzüntüde Allâh’ın Rasûlü’ne itaat etmek ve O’nu kendi nefislerinden üstün tutmak; O’na hiçbir sûrette karşı gelmemek.
Peygamber Efendimiz:
“–İçinizden bana on iki nakîb237 çıkarın ki onlar kabîlelerinin temsilcisi olsunlar!” buyurdu.
Medîneli müslümanlar, dokuzu Hazrec, üçü de Evs kabîlesinden olmak üzere on iki nakîb çıkardılar.
Varlık Nûru temsilcilere:
“–Havârîlerin Îsâ bin Meryem için kefîl oldukları gibi sizler de kavminizin kefillerisiniz. Ben de müslüman olan kavmimin kefîliyim!” buyurdu.
Nakîbler:
“–Evet!” dediler.
Varlık Nûru’nun amcası Abbâs, bir ağacın altında Peygamberimiz’in elinden tutup Medîneli müslümanlara birer birer bey’at ettirdi.
Bu bey’atte, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâvet edilerek Medîne’ye hicreti kararlaştırıldı. Çünkü o sıralar ismi Yesrib olan Medîne, her bakımdan İslâm’a kucak açmaya hazır bir hâle gelmişti.
Bey’at, gece yapıldığı için, bundan Mekkeli müşriklerin haberleri olmadı. Bey’atin yapılıp tamamlandığı sırada Akabe’nin üzerinden şeytan:
“–Ey Minâ halkı! Ey Kureyş cemaati! Muhammed ile yanında bulunan ve dinlerini değiştirmiş olanların sizinle savaşmak üzere toplanıp anlaştıklarından haberiniz yok mudur?!” diyerek keskin ve uzun bir çığlık kopardı.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu ses sizi korkutmasın! O, Allâh’ın düşmanı İblîs’in sesidir! Dinle ey Allâh’ın düşmanı! Senin de hakkından geleceğim!” buyurduktan sonra müslümanlara:
“–Hemen konak yerlerinize dağılınız!” buyurdu.
Abbâs bin Ubâde -radıyallâhu anh-:
“–Seni, hak dîn ve kitapla gönderen Allâh’a yemin ederim ki istersen Minâ halkını da kılıçtan geçiririz!” dedi.
Peygamber Efendimiz:
“–Biz bununla emrolunmadık! Sizler şimdi yerlerinize dönünüz!” buyurdu.
Müslümanlar yerlerine dönüp sabaha kadar uyudular. Sabahleyin Kureyş müşriklerinden bâzıları, müslümanların da içlerinde bulunduğu kâfilenin yanına gelerek Varlık Nûru ile antlaşma yapıp yapmadıklarını sordular. Hiçbir şeyden haberi olmayan kâfiledeki müşrikler, yemin ederek böyle bir şeyin olmadığını söylediler. Ancak Kureyş müşrikleri, Akabe Bey’ati’ni araştırmaya devâm ettiler. Bey’at haberinin doğru olduğu anlaşılınca da, Medîne yollarını kestiler, müslümanları bulmak için her tarafa birlikler gönderdiler. Müşriklerin tâkipçileri yolda Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’ı yakaladılar:
“–Sen Muhammed’in dînine girdin mi?” diye sordular.
“–Evet!” deyince iki elini boynuna sıkıca bağladılar. Döve döve, uzun saçının perçeminden çeke çeke Mekke’ye götürdüler. Ona eziyet ve işkence etmeye başladılar. Daha önce kendilerine yardım ettiği ve haksızlıktan koruduğu Cübeyr bin Mut’im238 ile Hâris bin Harb hemen gidip Sa’d -radıyallâhu anh-’ı müşriklerin elinden kurtardılar.
Medîneli mü’minler toplanıp kendisini kurtarmayı konuştukları bir anda, Sa’d -radıyallâhu anh- yanlarına çıkageldi. (İbn-i Hişâm, II, 47-57; İbn-i Sa’d, I, 221-223; III, 602-603; Ahmed, III, 322, 461, 462; Heysemî, VI, 42-44)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle demiştir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer Muhâcirlerdendir. Çünkü onlar müşriklerden kaçarak Medîne’ye hicret etmişlerdir. Aynı şekilde Ensâr’dan da Muhâcirler vardır. Onlar da Akabe gecesi, şirk yurdu olan Medîne’den Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelmişlerdir. (Nesâî, Bey’at, 13)
a
Akabe Bey’atleri, sâdece on iki veya yetmiş beş kişinin değil, bütün müslümanların Cenâb-ı Hak ile yaptıkları bir akittir.
Bu dünyâ, âhiretin satın alınacağı pazardır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile yapılan bu bey’ate bizim de bütün kalbimizle iştirâk etmemiz ve ashâb-ı kirâm misâli “ne kârlı bir alışveriş” diyebilmemiz îcâb eder.
Mus’ab -radıyallâhu anh- Medîne’de İslâm’ın temeli oldu. Biz de gönüllerde İslâm’ın temellerini oluşturmalıyız. Teblîğci gerekirse ev ev dolaşmalı ve hâliyle örnek olmalıdır. Teblîğcinin kalbi Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetiyle dolarsa, Mus’ab -radıyallâhu anh- gibi, dünyevî hazlarını İslâm için fedâ edebilir.
Mekke Devrinin Tahlîli
On üç yıl süren Mekke devri boyunca Mekkeli müşriklerin müslümanlara karşı tatbîk ettikleri eziyetleri şu beş maddede toplamak mümkündür:
1. İstihzâ.
2. Hakâret.
3. İşkence.
4. Her türlü ticârî ve medenî münâsebetleri kesme (tecrîd).
5. Müslümanları hicrete mecbûr edecek derecede yıldırıcı bir şiddet ve hattâ cinâyet.
Onların bu durumlarını, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmelerde şöyle bildirir:
إِنَّ الَّذِينَ أَجْرَمُوا كَانُواْ مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا يَضْحَكُونَ
(29)
وَإِذَا مَرُّواْ بِهِمْ يَتَغَامَزُونَ
(30)
وَإِذَا انقَلَبُواْ إِلَى أَهْلِهِمُ انقَلَبُواْ فَكِهِينَ
(31)
وَإِذَا رَأَوْهُمْ قَالُوا إِنَّ هَؤُلَاء لَضَالُّونَ
(32)
“Günahkârlar yok mu, onlar (dünyâda) müslümanlara gülerlerdi. Önlerinden geçtikleri zaman, birbirlerine kaş göz işâreti yaparak onlarla eğlenirlerdi. Âilelerine döndüklerinde (alaylarından dolayı) keyiflenerek dönerlerdi. Mü’minleri gördüklerinde de: «Şüphesiz bunlar sapıtmış!» derlerdi.” (el-Mutaffifîn, 29-32)
Buna mukâbil, sürekli vahiyle takviye edilerek nasıl hareket edeceği kendisine bildirilen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tâkib ettiği metod da şöyle olmuştur:
1. Mü’min gönüllerde rûhâniyetin artmasına gayret etmek.
2. Meşakkat ve çilelere sabır göstermek.
3. Güzel mev’ıza ile nasîhat etmek.
4. Mücâdeleye tâvizsiz devâm etmek.
5. Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ve teslîmiyet göstermek.
Bu usûller netîcesinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her şeye rağmen dâvâsında muvaffak olmuş ve karşılaştığı engelleri başarılı bir şekilde aşmıştır. Bu uzun ve çileli safhanın semeresi olarak da Medîne gibi her yönden stratejik bir belde, insanlarının fevc fevc îmân etmeleri lutfuna mazhar olmuştur. Öyle ki, büyük ümitlerle gittiği Tâif’ten taşlanarak kovulan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dâvet için Medîne’ye hiç gitmemiş olduğu hâlde, orada İslâmiyet, te’yîd-i ilâhî ile çığ gibi büyümüş, kısa bir süre sonra da başta Hazret-i Peygamber olmak üzere bütün mü’minlere kucak açmıştır.
Bir mütefekkir, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâvâsındaki muvaffakıyyetinden hareketle, O’nun ne muazzam bir dehâya sâhip olduğunu şöyle tespit etmektedir:
“Gâyenin büyüklüğü, vâsıtaların küçüklüğü ve netîcenin azameti insan dehâsının üç büyük ölçüsü ise, modern târihin en büyük şahsiyetlerini (Hazret-i) Muhammed ile kıyaslamaya kim cesâret edebilir?” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)
a
Cenâb-ı Hak, mü’minlerin hicret etmelerine, ancak ıztırap ve çileyle geçen on üç senelik bir dönemden sonra izin vermiştir. On üç yıllık bir zulmün ardından mü’minlerin îmânı itmi’nâna ermiş, kalbler feyiz ve rûhâniyet ile dolmuştur. Yâni mü’minler, îmanlarının bedelini ödemişlerdir.
Bu devrede, Medîne’de tesis edilecek ve bütün insanlığa numûne olacak İslâm devlet ve medeniyetinin temelleri atılmış, îmânın vecd ve feyzi içinde, karşılaşacağı zorluklarda zaafa uğramayan, sağlam karakter ve şahsiyetli insanlar yetiştirilmiştir. Bu insanlar, bütün ümmete rehberlik edecek yıldız insanlar hâline gelmişlerdir.
Mekkî Âyetlerin Husûsiyetleri
Mâlum olduğu üzere ilk nâzil olan âyetler tevhîde dâvet, öldükten sonra dirilmeye îman, mü’minleri cennetle müjdeleme, kâfirleri ve âsîleri cehennem ile inzâr gibi akîdevî hususlarda idi. Bu mevzûlarda muhtelif delillerle iknâ etmek sûretiyle insanların îmanlarını kuvvetlendirdikten sonra, muâmelâtla alâkalı hükümler inmeye başladı. Çünkü insanlar bâtıl îtikad ve alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı oldukları için bunlardan vazgeçmeleri çok kolay değildi. Tedrîcîliğe riâyet etmeden, insanları kötü alışkanlıklardan arındırmaya çalışmak, nefrete ve uzaklaşmaya sebebiyet verebilirdi.
Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle demektedir:
“İlk nâzil olan sûre mufassal sûrelerden239 biri idi. Bunda cennet ve cehennemden bahsediliyordu. Helâl ve harâma dâir hükümler ise ancak insanlar İslâm’a tam olarak ısındıktan sonra nâzil olmaya başladı. Eğer ilk defâ:
«–İçki içmeyin!» emri inseydi insanlar:
«–Biz içkiyi kesinlikle bırakamayız!» derlerdi.
Yine ilk olarak:
«–Zinâ etmeyin!» emri gelseydi insanlar aynı şekilde:
«–Zinâyı aslâ bırakamayız!» derlerdi.
Ben Mekke’de oyun oynayan bir çocukken Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’a:
بَلِ السَّاعَةُ مَوْعِدُهُمْ وَالسَّاعَةُ أَدْهَى وَأَمَرُّ
“Hayır onlara va’dedilen (asıl azap) vakti, kıyâmettir. İşte o an, cidden çok dehşetli ve çok acıdır.” (el-Kamer, 46) (gibi îman ve kıyâmetle alâkalı) âyetler nâzil olmuştu. (Muâmelâtla alâkalı hükümler ihtivâ eden) Bakara ve Nisâ sûreleri ise ancak ben O’nun yanında iken (Medîne’de) nâzil olmuştur.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 6)
Mekkî sûreler üslûp bakımından kısa ve veciz olup şirk ve putperestliğe karşı kesin ve net bir tavır sergiler. Çünkü Mekkeli müşrikler edebî müsâbakalar yapan fesâhat sâhibi kimselerdi. Onlara tesir edecek söz, fesâhat ve belâgat açısından mükemmel seviyede olmalıydı.
Nitekim Allâh Teâlâ müşriklerin edebiyattaki terakkî ve seviyelerini hiçe sayarak, zihinlerini altüst etmek için söze başlarken alışageldikleri usûlün aksine Hurûf-ı Mukattaa’yı kullanmıştır. Başında Hurûf-ı Mukattaa bulunan sûreler, Bakara ve Âl-i İmrân hâriç, hep Mekkîdir.
Bu husûsiyetleri sebebiyle ilk âyetlerin edebî üslûbu öylesine tesirli idi ki, muhâtaplarının tâ kalbine işliyor; güzelliği ve akıcılığı, dinleyenleri âdeta teshîr ediyordu.
Mekke’de nâzil olan âyet-i kerîmelerin üslûp husûsiyetlerinden biri de, istisnâsı olmakla birlikte, ekseriyâ hitâbın “Ey insanlar!” şeklinde olmasıdır.
Mekkî sûrelerde müşriklerin kanaatlerine ve îtiyatlarına zıt olan pek çok husûsun, onların nazarında kabûle mazhar olabilmesi için, îtibâr ettikleri Güneş, Ay, yıldızlar, gece-gündüz ve benzeri varlıklar üzerine edilen yeminler yer almaktadır. Çünkü yemin edilen bu varlıklarla aynı zamanda Allâh’ın kudreti ve kâinattaki kudret akışları sergileniyordu.
Diğer taraftan Kur’ân kıssalarının pek çoğu Mekke devrinde nâzil olmuştur. Zîrâ “geçmişten ibret alma”, Mekkî âyetlerin en çok üzerinde durduğu hususlardandır. İçinde peygamberlerin ve geçmiş milletlerin kıssalarının anlatıldığı, bilhassa Âdem -aleyhisselâm- ve İblîs kıssasının zikredildiği sûreler, umûmiyetle Mekkîdir. Bunun tek istisnâsı, Medîne’de nâzil olan Bakara Sûresi’dir.
Geçmiş milletlerin başlarından geçen ibretli kıssaların anlatılması, Mekke müşriklerine hakkın teblîğinde ve onların tedrîcî bir sûrette ıslâhında mühim bir rol oynamıştır. Kıssaların anlatıldığı bu âyetlerde, “tevhîd inancı” dâimâ ön planda tutulmuştur.
Mekkî âyetler, bir teblîğcinin hareket tarzını da ortaya koymaktadır. Onun, bu dâveti dünyâ menfaatleri için değil, sâdece Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olmak gâyesiyle yapması, mükâfâtını da ancak Allâh’tan beklemesi gerektiğini anlatmaktadır. Nitekim Şuarâ Sûresi’nde Nûh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb -aleyhimüsselâm-’ın kavimlerine dâimâ Allâh’a itaati ve takvâyı emredip kendilerinin emîn birer elçi olduklarını söyleyerek:
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ
“Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, ancak âlemlerin Rabbine âittir.” dedikleri nakledilir. (eş-Şuarâ, 109, 127, 145, 164, 180)
Kur’ân’ın ikinci yarısı ekseriyetle Mekke’de nâzil olmuştur. Mekkelilerin çoğu mütekebbir kimseler olduğu için “sÓnc: hayır öyle değil” lafzının tekrarı ile onların durumu reddedilmiş ve bu mütekebbirler tehdid edilmişlerdir. Bu sebeple “kellâ” lafzı geçen sûrelerin tamamı Mekkî’dir ve bütün “kellâ” lâfızları Kur’ân-ı Kerîm’in ikinci yarısındadır.
Aynı şekilde secde âyetlerini ihtivâ eden sûreler de Mekke’de nâzil olmuştur. Bu sûretle Allâh’tan başka şeyler önünde secde eden insanlar, Cenâb-ı Hakk’a secdeye sevk edilmiş ve onların derûnî tekâmülleri sağlanmıştır.
Mekke’de nâzil olan bu ilk âyetler, eski âdetlerin cehâletten neş’et ettiğini ve tamâmen bâtıl olduğunu beyân etmektedir. Aynı zamanda cihanşümûl ahlâkî düsturların esaslarını ortaya koymaktadır.
Mekkî âyetler, îman, ahlâk ve fikir cihetinden sıhhatli bir cemiyetin temellerini atmıştır. Bu âyetlerde ahlâkî emir ve hükümler yer almaktadır. Böylece mü’minlerin kuvvetli bir îmâna sâhip kılınmaları, sabır, sebat, azim, gayret gibi hasletlerle techîz edilmeleri, bâtıl îtikad ve îtiyadlardan arınmaları hedeflenmiştir.
Mekkî âyetlerde hukûkî mevzûlar bulunmadığı gibi, namaz hâriç, ibâdetlere âit hükümler de yer almamaktadır. Meselâ, Yûnus, Ra’d, Furkân, Yâ-sîn, Hadîd sûreleri Mekkî olup, bunlarda ahkâm âyetleri mevcut değildir. Bu sûrelerde umûmiyetle îmân esasları, yaratılış, Allâh’ın sıfatları, peygamberlerin ibret verici kıssaları ve kıyâmet sahneleri anlatılmaktadır.
eygamberlerin Son Çâresi: HİCRET (Nübüvvetin 13. Senesi)Hicrete İzin Verilmesi ve Medîne’ye Hicret
İkinci Akabe Bey’ati’nden sonra müşrikler, müslümanların sığınıp kendilerini koruyacak bir yere hicret edeceklerini öğrenince, yaptıkları eziyetleri büsbütün artırdılar. Müslümanlar bu dayanılmaz işkenceler sebebiyle Mekke’de oturamayacak hâle geldikleri için, hâllerini Peygamber Efendimiz’e arz ettiler ve hicret için izin istediler.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allâh’ın izni ile müslümanlara Medîne yollarını işâret etti ve şöyle buyurdu:
“Bundan böyle sizin hicret edeceğiniz şehrin, iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi.” (Buhârî, Kefâlet, 4)
Onlara Ensâr ile, yâni Medîneli müslüman kardeşleriyle kucaklaşmalarını emretti ve:
“Allâh Teâlâ sizin için kardeşler ve huzur bulacağınız bir diyâr lutfetti!” buyurdu.
Bundan sonra müslümanlar, müşriklere hissettirmeden hazırlandılar, birbirlerine yardım ederek gizlice hicret etmeye başladılar.240
Çünkü müslümanların daha evvel hicret edip de hüsn-i kabûl gördükleri Habeşistan, cihânşümûl bir dîn için merkez olabilme şartlarını hâiz değildi. Medîne ise, hem siyâsî hem ticârî bakımdan ve daha birçok yönleriyle İslâm’a merkez olabilecek vasıfta bir şehirdi. Bu yüzden topyekûn hicret, o mübârek beldeye nasîb olacaktı.
Nitekim Medîne, müslümanlar için bir barınak ve sığınak mekânı hâline geldi. Böylece Mekkeli müşriklerin de korktukları başlarına gelmiş oldu. İslâm, Mekke dışına çıkmış ve Medîne’de büyük bir îtibar kazanmıştı. Bu, müşriklerin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yurdundan söküp atmak için rahatsız edip durmalarının kendileri için ne kadar büyük bir zarar ve kayıp olduğunu bir türlü anlayamamalarından kaynaklanıyordu. Hakîkaten bu, onlar için büyük bir kayıptı. Fakat göremiyor, duyamıyor, hissedemiyor, kavrayamıyorlardı.
Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne buyurdu:
وَإِذًا لاَّ يَلْبَثُونَ خِلافَكَ إِلاَّ قَلِيل
“…Onlar da Sen’den sonra yurtlarında pek az kalabileceklerdir!” (el-İsrâ, 76)
Zavallı müşrikler, o anki güçlerine ve nefislerinin sultasına aldanarak müslümanları alay, istihzâ, tehdit, ambargo, şiddet ve işkence ile yıldırdıklarını sanıyor, böylece Mekke’deki nüfûzlarını muhâfaza ettiklerine inanıyorlardı. Oysa pek yakın bir zamanda nelere şâhid olacaklardı! Kendilerini mutlak ve mukadder bir mağlûbiyet ve perişanlık bekliyordu…
Çünkü akın akın Medîne’ye giden müslümanlar, onlardan korktukları için değil, İslâm’ın temellerini en muhkem bir şekilde inşâ etmek üzere hicret ettiklerinin şuuru içindeydiler.
a
Hicret, hiçbir zaman zillet ve meskenet içerisinde çâresizce bir kaçış olarak anlaşılmamalıdır. Medîne, Muhâcirler için bir hicret yurdu, diğer mü’min kardeşleriyle birleşip toparlanarak, çıkartıldıkları topraklarda Allâh’ın dînini hâkim kılmak için yerleştikleri bir karargâhtır.
Merhum şâir Necip Fâzıl, bu hakîkati bir şiirinde şu şekilde dile getirmektedir:
Hicret, yurt dışında aranan destek
Dâvâ sâhibine öz yurdu köstek
Merkezi dışardan sarmaktır murâd
Merkezin çevreden fethidir istek
Hicret, yurt dışında aranan destek…
Muhâcirler, bunun için mal-mülk, akrabâ, neleri varsa Mekke’de bırakıyorlardı. Kimi gizli, kimi açıktan açığa Medîne yollarına koyuluyordu.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- der ki:
“Muhâcirlerden hiç kimse bilmiyorum ki, gizli olarak hicret etmiş olmasın. Ömer bin Hattâb bundan müstesnâdır. O hicret edeceği zaman kılıcını kuşandı, yayını omzuna astı, oklarını ve mızrağını eline aldı ve Kâbe’ye gitti. Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, o sırada Kâbe’nin yanında bulunuyorlardı. Ömer -radıyallâhu anh- Kâbe’yi yedi defâ tavâf ettikten sonra onların yanına vardı ve şimdiden gelecekteki zaferlerin ilk hamlesini gösterircesine müşriklere haykırdı:
«–İşte ben de Medîne’ye gidiyorum! Anasını ağlatmak, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler arkama düşsün, şu vâdinin arkasında karşıma çıksın!»
Ancak hiç kimse O’nun ardına düşüp tâkib edemedi.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 152-153)
Medîneliler, Mekke’den gelen kardeşlerini kucaklayarak karşılıyor, onlara cân u gönülden yardım ediyorlardı. Bu yüzden Mekkeli müslümanlara “Muhâcir”, Medîneli müslümanlara ise, yardım edenler mânâsına “Ensâr” denildi.
Allâh Teâlâ buyurur:
وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُم بِإِحْسَانٍ رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara ihsân ile tâbî olanlar var ya, işte Allâh onlardan râzı olmuştur; onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
a
İslâm âlimleri, müslümanların hicret etmelerine izin verilmesinden, şu hükümleri çıkarmışlardır:
Hicret, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in döneminde farz idi. Onun farziyyeti kıyâmet gününe kadar bâkîdir. Mekke’nin fethi ile sona eren hicret ise, sâdece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devrine mahsustur.
Bir müslümanın ezan, cemaat, oruç, namaz ve diğer İslâmî hükümleri yerine getiremediği bir yerde kalmaya devâm etmesi câiz değildir. Cenâb-ı Hakk’ın şu âyeti bu hususta delildir:
إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُواْ فِيمَ كُنتُمْ قَالُواْ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الأَرْضِ قَالْوَاْ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُواْ فِيهَا فَأُوْلَـئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءتْ مَصِيرًا
(97)
إِلاَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلاَ يَهْتَدُونَ سَبِيلا
(98)
“Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, «Ne işte idiniz?» derler. Onlar da: «Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.» derler. Melekler: «Allâh’ın arzı geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya!» derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. Ancak gerçekten âciz ve zayıf olan, çâresiz kalan ve hicret etmeye yol bulamayan erkekler, kadınlar ve çocuklar müstesnâ.” (en-Nisâ, 97-98)
Bu âyette, Medîne’ye hicret etmeyerek müşrik bir cemiyet içinde kalanların, kendilerine zulmettikleri bildirilmektedir. Bunlar, rahatlarını, alışkanlıklarını, âilelerini, mal-mülk ve menfaatlerini dinlerine tercih ediyorlardı. Bu sebepten “Biz yeryüzünde zayıf kimselerdik.” şeklinde ileri sürdükleri mâzeretleri kabûl edilmemiştir. Bununla birlikte hakîkaten hicrete güç yetiremeyen yaşlı, zayıf erkek, kadın ve çocukların mâzeretleri kabûl edilmiştir.
Hicret hâdisesinden çıkarılan bir başka hüküm ise, müslümanların ülkeleri ve memleketleri her ne kadar ayrı olsa bile, diğer müslümanlara mümkün olduğu müddetçe yardım etmelerinin farz olmasıdır. İslâm âlimleri, müslümanların yeryüzünde herhangi bir yerde zulüm gören, esir olan veya ezilen mü’min kardeşlerine yardım etmeye muktedir olup da yardım etmedikleri takdirde, büyük bir günâha girecekleri husûsunda icmâ etmişlerdir.
Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm-, Hicret’e büyük ehemmiyet atfetmiş, Mekke’nin fethine kadar bütün müslümanların Medîne’ye hicret etmesini istemiştir. Çünkü Medîne dışındaki yerler küfür diyârı idi ve müslümanların o diyarlarda inançlarını öğrenip yaşamaları çok zordu.
Müşriklerin Suikast Plânı
Mekke’nin gün geçtikçe boşaldığını gören müşrikler, yavaş yavaş işin kendileri açısından vehâmetini kavramaya başladılar. Hemen bir fesat ocağı olan Dâru’n-Nedve’de toplandılar. Toplantıya Necidli olduğunu söyleyen bir ihtiyar da katılmıştı. Bu ihtiyar, insan sûretine girmiş şeytandan başkası değildi.
Ne yapacaklarını uzun uzun tartıştılar. Peygamber Efendimiz’i yakalayıp hapsetmek veya Mekke’den sürüp çıkarmak gibi birçok teklifler ileri sürüldü. Tekliflerin hepsine şeytan karşı çıktı. Sonunda en rezil bir kararda fikir birliğine vardılar:
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmek!..
Bu teklifi, devrinin Firavun’u olan Ebû Cehil şöyle dile getirmişti:
“–Her kabîleden birer silâhlı genç bulalım. Gençlerin hepsi O’na bir anda saldırsınlar. Hep birlikte vurup öldürsünler. Böylece O’ndan kurtulalım, rahata kavuşalım! Delikanlılar bu şekilde yapınca, O’nun kanı bütün kabîlelere dağılmış olur! Abdi Menaf Oğulları ise, bütün kabîlelerle savaşmaya güç yetiremezler, diyet almaya râzı olurlar. Biz de, Abdi Menaf Oğulları’na O’nun diyetini öderiz!” dedi.
Necidli bir ihtiyar kılığındaki şeytan -lânetullâhi aleyh-:
“–İşte en yerinde söz, bu adamın sözüdür! Bundan daha mâkul bir teklif olamaz!” dedi. (İbn-i Hişâm, II, 93-95)
Bu karar alındığı sırada Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’de âdeta yapayalnız kalmıştı. O, ümmetine düşkün bir Peygamber olarak önce onları göndermiş, kendisi de Muhâcirler’in gerisini kollamak gibi bir hareketi tercîh etmişti. Zâten murâd-ı ilâhî de böyleydi. Hattâ mukaddes yolculukta biricik yoldaşı olacak olan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, hicret için kendisinden izin istediğinde:
“–Sabret!” buyurmuş ve ilâve etmişti:
“–Belki Allâh sana hayırlı bir yol arkadaşı verir!” (İbn-i Hişâm, II, 92)
Buna çok sevinen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, hicrete hazırlık olmak üzere sekiz yüz dirheme satın aldığı iki deveyi, evinde dört ay boyunca îtinâ ile besledi. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45)
Müşrikler, almış oldukları kararı tatbîk için harekete geçtiklerinde, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hicret için emr-i ilâhîyi almıştı:
وَقُل رَّبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَل لِّي مِن لَّدُنكَ سُلْطَانًا نَّصِيرًا
“(Rasûlüm!) De ki: Ey Rabbim! Gireceğim yere dürüstlükle girmemi sağla! Çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı sağla! Bana katından, hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver!” (el-İsrâ, 80)
Bu âyet-i kerîmeden başka, Cebrâîl -aleyhisselâm- da müşriklerin kurdukları hîleleri Hazret-i Peygamber’e bildirmiş ve:
“–Bu gece yatağına yatmayacaksın!” demişti. (İbn-i Hişâm, II, 95)
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gündüzün herkesin istirahat ettiği öğle sıcağında Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın yanına gidip hicret emrinin geldiğini bildirdi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- sordu:
“–Berâber miyiz ey Allâh’ın Rasûlü!”
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet, berâberiz!” buyurdular.
Hazret-i Ebû Bekir bu cevaptan öyle memnûn ve mesrûr oldu ki, göz pınarlarından taşan sevinç damlaları, O’nun gönül âlemini en güzel bir şekilde aksettiriyordu.241
Daha sonra Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’yi çağırarak hicreti haber verdi ve üzerinde bulunan emânetleri yerlerine teslîm etmesi için O’nu vekil bıraktı. Çünkü Mekke’de, kıymetli bir eşyâsı olup da, sıdkını ve emînliğini bildikleri için, onu Rasûlullâh’a emânet etmeyen kimse yoktu.
Müşriklerin plânlarına tedbîr olarak da şöyle buyurdu:
“–Yâ Ali! Bu gece benim yatağımda sen yat! Şu hırkamı da üstüne ört; korkma! Sana hoşlanmayacağın bir şey isâbet etmeyecektir!” (İbn-i Hişâm, II, 95, 98)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, hırkasını Hazret-i Ali’nin üzerine örttürmesi, aynı zamanda eşyâ ile teberrüke bir misâl teşkil eder. Bunun benzeri misâller çoktur.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Veysel Karânî’ye de hırkasını göndermiş ve:
“Bunu sırtına giysin, ümmetime duâ etsin!” buyurmuştur. (Feridüddîn Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 21)242
Burada dikkat çeken diğer bir husus da Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan teslîmiyetidir. Zâten sahâbe-i kirâm hazarâtı, Allâh Rasûlü’nün emirlerine teslîmiyette aslâ tereddüt göstermezler, O’nun söz ve fiillerine tâbî olmakta kesinlikle ihmalkâr davranmazlardı. Hiçbir zaman neden ve niçin diye sormazlar, verilen emir ne ise derhâl onu yerine getirirlerdi. Sünnetlerinden hiçbirini terk etmemeye, hepsiyle istisnâsız amel etmeye gayret eder, O’nun yolunu terk ettiklerinde dalâlete düşeceklerini çok iyi bilir ve bundan korkarlardı. Ashâbın Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlılığı, gölgenin sâhibine bağlılığı gibiydi.243
a
Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- şöyle anlatıyor:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den hicret edeceği zaman berâber Kâbe’ye gittik. Kâinâtın Efendisi bana:
«–Otur!» buyurdu.
Omzuma basıp Kâbe’ye çıkmak istedi. Birden gücüm kuvvetim gitti! Fahr-i Âlem Efendimiz benim kuvvetten düştüğümü görünce, hemen omzumdan indi. Kendisi yere çökerek:
«–Bas omuzlarıma!» buyurdu.
Omuzlarına bastım. Bana birden öyle bir güç kuvvet geldi ki, istesem semânın ufuklarına ulaşabileceğimi hissettim! Nihâyet, Beytullâh’ın üstüne çıktım. Orada tunçtan veya bakırdan bir put vardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana:
«–Onu aşağı at ey Ali!» buyurdu.
Aşağı atar atmaz o, sırça bir çanak gibi kırılıverdi!
Hemen Kâbe’nin üzerinden indim. Herhangi bir kimse ile karşılaşmamak için hemen oradan uzaklaştık.” (Ahmed, I, 84; Hâkim, III, 6/4265)
a
Hicret gecesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha hâne-i saâdetlerinden çıkmadan müşrikler evin etrâfını sarmışlardı. Fakat Allâh’a tevekkül ve teslîmiyeti sonsuz olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’de hiçbir tereddüd, endişe ve telâş emâresi görülmüyordu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek ellerine bir avuç toprak alarak müşriklerin üzerine serpti ve Yâ-sîn Sûresi’nin şu âyet-i kerîmelerini okuyarak aralarından süzülüp geçti:
إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلاَلاً فَهِيَ إِلَى الأَذْقَانِ فَهُم مُّقْمَحُون
(8)
وَجَعَلْنَا مِن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ
(9)
“Biz, onların boyunlarına halkalar geçirdik. O halkalar çenelerine kadar dayanmıştır da burunları yukarı, gözleri aşağı somurtmaktadırlar. (Ayrıca) önlerinden ve arkalarından birer set çektik de onları sardık; artık göremezler!” (Yâ-sîn, 8-9)
Göremezlerdi elbette! Çünkü onların kalblerinin körlüğü gözlerini âmâ etmişti. Aralarından geçen ise, Fahr-i Kâinât, Âlemlerin Efendisi, Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm- idi. Tabiî ki, kör kalblerin ve gözlerin Nûr’u görmesine imkân yoktu. Nitekim görmediler de!..
Bir kimse müşriklerin yanına gelip onlara:
“–Siz burada neyi bekliyorsunuz?” diye sordu.
Onlar:
“–Muhammed’i bekliyoruz!” dediler.
Bunun üzerine o şahıs:
“–Allâh sizi umduğunuza erdirmesin! Vallâhi Muhammed çıkmış ve başınıza toprak saçıp gitmiş!” dedi.
Müşrikler ellerini başlarının üzerine sürdüklerinde, toprak içinde kaldıklarını gördüler. Hemen içeriye baktılar. Peygamber Efendimiz’in döşeğinde birisinin uyumakta olduğunu gördüler:
“–İşte Muhammed! Örtüsüne bürünmüş uyuyor!” dediler.
Hemen yatağa doğru yürüdüler. Yataktaki zât doğrulup onlara bakınca müşrikler şaşkınlıktan donakaldılar, gözlerine inanamadılar! Zîrâ karşılarındaki Allâh’ın Rasûlü değil, Hazret-i Ali idi!
Kendi kendilerine:
“–Vallâhi, adamın bize söylediği doğru imiş!” dediler.
Kureyş müşrikleri, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a öfkeyle:
“–Amcanın oğlu nerede ey Ali!?” diye bağırdılar.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“–Bilmiyorum, bu hususta bir fikrim yok! Hem O’nun üzerinde gözcü de değilim! Siz O’na Mekke’den çıkıp gitmesini söylediniz! «Bizden ayrıl, git!» dediniz. O da çıkıp gitti.” dedi.
Bunun üzerine müşrikler Hazret-i Ali’yi azarladılar ve tartakladılar; hattâ Mescid-i Harâm’a götürüp bir süre hapsettikten sonra bıraktılar. (İbn-i Hişâm, II, 96; Ahmed, I, 348; Ya’kûbî, II, 39)
Kalbleri kilitli ve hakîkate âmâ olan bedbahtlar, hâne-i saâdetin etrâfında çirkin bir niyetle beklerlerken, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilâhî emniyet içinde, çoktan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın evine varmıştı. Çünkü müşriklerin bir plânı vardı, ama Allâh’ın da bir plânı vardı ki, onun dışında geçerli olabilecek hiçbir hüküm yoktu. Bu husûsu Cenâb-ı Hak şöyle bildirir:
وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُواْ لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّهُ وَاللّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ
“(Ey Rasûlüm!) Kâfirler Sen’i tutup bağlamak veya öldürmek yahud Sen’i (yurdundan) çıkarmak için Sana tuzak kuruyorlardı. Onlar (Sana) tuzak kurarlarken, Allâh da (onlara) mekir (tuzak) kuruyordu. Çünkü Allâh, mekir (tuzak) kuranların en hayırlısıdır.” (el-Enfâl, 30)
Çetin Yolculuk
Evinden çıktıktan sonra Hazret-i Ebû Bekr’in hânesine gelen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o kabûl etmese de, kendisi için hazırlanan devenin parasını verdi. Biraz evvel müşriklerin ortasından onlara görünmeden geçen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmete numûne olacağı için bu defâ sünnetullâh îcâbı tedbirli hareket etti. Hazret-i Ebû Bekir’le berâber, evin arka tarafından çıktılar. Develeri birkaç gün daha burada kalacaktı.
Yine ince bir tedbîr olarak Medîne’nin aksi istikâmetine doğru yola revân oldular.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in kâh önünde, kâh arkasında yürüyordu. Allâh Rasûlü onun bu hareketini fark edince:
“–Ey Ebû Bekir, niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Sizin hakkınızda endişe ettiğim için böyle yürüyorum!” dedi.
Nihâyet Sevr Mağarası’na ulaştılar.
Sıddîk-ı Ekber Hazretleri:
“–Yâ Rasûlallâh! Ben mağarayı temizleyinceye kadar, siz burada bekleyin!” dedi ve mağaraya girdi. Mağaranın içini temizleyip haşerât deliklerini kapattıktan sonra:
“–Artık gelebilirsiniz ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 222-223)
Bu sırada müşrikler, Ebû Cehl’in başkanlığında Hazret-i Ebû Bekr’in evine gelmişler, kızı Esmâ’ya babasını sormuşlar ve ondan “bilmiyorum” cevâbını alınca, hırs ve hınçlarını, zavallı kızcağızı tokatlayarak çıkarmışlardı.
Varlık Nûru ve O’nun Yâr-ı Gâr’ı244 mağarada bir müddet kalacaklardı. Böylece, kendilerini Medîne yollarında arayacak olan müşriklerden daha rahat korunabileceklerdi. Zâten Allâh’ın lutf u inâyeti onların üzerindeydi ve kul tedbîrinin tükendiği yerde ilâhî nusret devreye giriyordu. Nitekim birtakım müşrikler, izleri tâkib ederek, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar gelmişlerdi. Ancak baktılar ki, mağaranın ağzı hiç el değmemiş gibi örümcek ağları ile kaplı idi ve ayrıca bir güvercin yuvası vardı. Allâh Teâlâ’nın emriyle mağaranın önünde Peygamber Efendimiz’in yüzünü örtüp göstermeyecek biçimde bir ağaç yetişti!245
Müşrikler, Âlemlerin Efendisi’nin burada olabileceğine ihtimal vermeyerek geri döndüler.
Bu iki azîz yolcunun müşterek yardımcısı, dayanağı, sığınağı ve barınağı, Hak Teâlâ idi. Bunun için mağaranın önüne gelen bedbahtlar, bir güvercin yuvası ile örümcek ağından başka bir şey görememişlerdi. Şâir Ârif Nihat Asya’nın dediği gibi:
Örümcek ne havada,
Ne suda, ne yerdeydi…
Hakk’ı göremeyen
Gözlerdeydi!
Ancak bütün bunlar olurken, mağaranın içinde Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- nâzik anlar yaşamıştı. Korkmuştu; kendisi için değil, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz için…
Zîrâ müşrikler azıcık eğilip baksalar, onları hemen görebileceklerdi. Onlar mağaranın sağını solunu dolaşıyor ve:
“–Eğer mağaraya girmiş olsalardı, güvercinlerin yumurtası kırılır, örümcek ağı da bozulurdu.” diyorlardı.
Bâzıları:
“–Mağaranın içine girip bakalım!” dedikleri zaman, Ümeyye bin Halef:
“–Sizin hiç aklınız yok mu? Mağarada ne işiniz var?! Üzerinde üst üste, kat kat örümcek ağı bulunan şu mağaraya mı gireceksiniz?! Vallâhi kanaatime göre şu örümcek ağı, Muhammed doğmadan öncesine âittir!” dedi.
Ebû Cehil ise:
“–Vallâhi, öyle zannediyorum ki, O yakınımızdadır! Fakat sihri ile gözlerimizi bağladı, görmez etti!” dedi.246
Bu esnâda endişeye kapılan Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben:
“–Ben öldürülürsem, nihâyet bir tek kişiyim, ölür giderim. Fakat Sana bir şey olursa, o zaman bir ümmet helâk olur.” diyordu.
Peygamberimiz ayakta namaz kılıyor, Hazret-i Ebû Bekir de gözcülük yapıyordu. Efendimiz’e:
“–Şu kavmin Sen’i arayıp duruyorlar. Vallâhi ben kendim için endişelenmiyorum. Fakat sana zarar vermelerinden korkuyorum.” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz Yâr-ı Gâr’ına:
“–Ey Ebû Bekir, korkma! Hiç şüphesiz Allâh bizimledir!” buyurdu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223-224; Diyarbekrî, I, 328-329)
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hâdise şöyle anlatılmaktadır:
إِلاَّ تَنصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُواْ ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَأَنزَلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَّمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُواْ السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, bilin ki inkâr edenler, O’nu Mekke’den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allâh O’na yardım etmişti. Arkadaşına «Üzülme, Allâh bizimle berâberdir!» diyordu; Allâh da O’na sekînetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle O’nu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Allâh’ın sözü ise, işte en yüksek olan odur. Allâh Azîz’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 40)
Ebû Bekir -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Biz mağarada iken müşriklerin ayaklarını görüyordum:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü, onlar ayaklarının aşağısına bir bakacak olsa bizi mutlakâ görürler!» dedim.
Bunun üzerine:
«–Ey Ebû Bekir! Üçüncüleri Allâh olan iki kişi hakkında ne endişeleniyorsun?» buyurdu. (Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb 2, Menâkıb 45; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 1)
a
Mekke’deki on üç yıllık teblîğ ve irşâd mücâhedesinden sonra, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ikinci bir mağara olarak gösterilen Sevr, Hirâ’dan farklı bir mânevî tedrîs mekânı idi.247 Orası, ilâhî esrâr ve kudret akışlarını müşâhede etmek, insan ve kâinât kitâbındaki hikmetleri okumak içindi. İlâhî esrâra gark olma ve kalbi inkişâf ettirme dersânesi idi.
Buradaki misâfirlik, üç gün, üç gece sürdü. Yalnız değildi. Arkadaşı, peygamberlerden sonra insanların en üstün ve kıymetlisi olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- idi. Hazret-i Ebû Bekir, O’nunla mağarada üç gün arkadaşlık yapma şeref, izzet ve fazîletine ermiş, “ikinin ikincisi” olmuştu. Varlık Nûru, bu azîz arkadaşına:
لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا
“…Mahzûn olma; Allâh bizimle berâberdir!..” (et-Tevbe, 40) buyurmakla, aynı zamanda Allâh ile berâber olma (maiyyet) sırrını telkîn ediyordu. Bu, gizli zikir tâlîminin ilk başlangıcı ve gönüllerin Allâh’a açılarak itmi’nâna ermesiydi.
Yâni Sevr Mağarası, kulu sonsuz esrâr fezâsından, vâsıl-ı ilallâh kılacak temel kalbî eğitimin başlangıç mekânı ve bu ilâhî yolculuğun ilk merhalesi olmuştur.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nûr menbaı olan kalb âlemindeki esrârı ümmetine fâş etmesi, ilk defâ Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile bu mağarada başlamış, kıyâmete kadar devâm edecek Altın Silsile’nin ilk halkası oluşmuştur.
Îman, gücünü Hazret-i Peygamber’e muhabbetten almıştır. Bütün ulvî yolculukların temel sâikı, O’na olan muhabbettir ve Hakk’a vuslatın yegâne yolu, O’na muhabbet ile noktalanmıştır. Çünkü sevginin şartı, aşkın kânunu, sevilen kişiye duyulan muhabbet ve o aşktan dolayı o kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Muhabbetin taze tutulması da mânevî râbıta ile mümkündür.248İlâhî muhabbeti, ham ve sığ bir idrâk ile kavrayabilmek mümkün değildir.
Hazret-i Ebû Bekr’in Peygamber Efendimiz’le kalbî râbıtasını ifâde eden şu hâdisenin, her gönle kendi ufku ve istîdâdı ölçüsünde bir tesir bırakacağı kanaatindeyiz:
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile her sohbetinde apayrı bir zevk ve lezzetle mütelezziz olurlar, esrâr-ı nübüvvetin en samîmî mahremi olduklarından, müstesnâ tecellîlere nâil olarak yanlarında iken bile Allâh Rasûlü’ne hasret içinde kalırlardı.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“–Ebû Bekr’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” ifâdesi karşısında, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde:
“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallâh?!.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle berâber Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu göstermiştir. (Bu mânevî makâm, tasavvufta “Fenâ fi’r-Rasûl” olarak ifâde edilmektedir.)
a
Sevr Mağarası’nda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir ara mübârek başlarını Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın dizlerine koyup hafif bir uykuya dalmışlardı. O esnâda Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, mağarada kendilerine çok yakın bir yerde küçük bir delik gördü. Herhangi bir zararlı haşerâtın çıkıp da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i incitmemesi için hemen ayağını Allâh Rasûlü’nü uyandırmadan o deliğin üzerine koydu.
İmtihân-ı ilâhî, gerçekten bir müddet sonra düşüncesinde haklı çıktı. Zîrâ bir yılan, Hazret-i Ebû Bekr’in ayağını şiddetli bir şekilde ısırdı ve zehrini akıttı. O büyük sahâbînin canı o kadar yandı ki, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uyanmasın diye hiç kıpırdamadıysa da, gözlerinden düşen birkaç damlaya mânî olamadı. Öyle ki, bu damlalardan bir tanesi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vech-i mübâreklerine düştü. Bunun üzerine uyanan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ne var yâ Ebû Bekir? Ne oldu?” diye sordu.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Bir şey yok yâ Rasûlallâh!” dediyse de, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ısrârı üzerine meseleyi anlatmak zorunda kaldı. (Beyhakî, Delâil, II, 477; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 223)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen mübârek tükrüklerini yılanın ısırdığı yere parmaklarıyla sürdüler. Allâh’ın lutfuyla daha o anda Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın acı ve ıztırâbı dindi, yarası şifâ buldu.
Zayıf bir rivâyete göre bu hâdise dolayısıyla Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yılana sordu:
“–Bu işi niçin yaptın?”
Yılan da şöyle dedi:
“–Yâ Rasûlallâh! Ben yıllardır Sizi görmenin hasreti ile şu küçük delikte bekler dururdum. Tam arzuma nâil olacağım sırada, Sizi görebilme yolumun kapanmış olduğunu gördüm. Ancak muhabbetimin galebesine dayanamayarak onu kapatanı engellemek için ısırmak zorunda kaldım.”
Bu vesîleyle şâir Fuzûlî, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in maddî ve mânevî şifâ menbaı olduğunu ve O’na dost olanların bundan müstefîd olacağını beyân etmek üzere şöyle der:
Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât,
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâre su…
(Eğer Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dostu olan kimse, yılan zehri içse, o zehir, kendisi için bir hayat suyu olur. Ancak O Peygamberler Sultânı’na hasım olan kimse, su bile içse, o su kendisine bir yılan zehiri kesilir.)
Bu hakîkati aksettiren diğer bir misâl de Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfetinde vukû bulmuştur. Şöyle ki:
Rivâyete göre Bizans imparatoru, bir iyi niyet nişânesi olarak Hazret-i Ömer’e düşmanlarını bertaraf etmekte faydalı olabilecek çok kuvvetli bir zehir gönderir. Hayatları Rum entrikalarıyla geçen Bizans imparatorları için çok tabiî olan bu işe, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- iltifat etmez. Onu getiren elçinin önünde zehir şişesini ellerine alır ve sâdece bir besmele çekerek olduğu gibi içer. Zehrin hiçbir tesiri görülmez.249
Bu hâdiseler, yâni Allâh’ın izni ile zehrin zararından mahfûz olabilmek, ancak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalb âleminden nasîb alarak O’nunla aynîleşmiş müstesnâ kullara âit bir keyfiyettir.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- halîfeliği zamânında bâzılarının kendisini Hazret-i Ebû Bekr’e üstün tutar biçimde konuştuklarını işitince:
“–Vallâhi, Ebû Bekr’in o gecesi, Ömer’in bütün hânedânından daha hayırlıdır! Yine Ebû Bekr’in o günü, Ömer’in bütün hanedânından daha hayırlıdır! Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- mağaraya gitmek için evden çıktığı zaman, Ebû Bekir O’nun yanında idi.” demiştir. (Hâkim, III, 7/4268)
a
Sevr Mağarası’nda misâfir kaldıkları zaman zarfında Hazret-i Ebû Bekr’in kızı Esmâ yemek getirir; oğlu Abdullâh ise babasının emri üzerine her gece mağarada onların yanında geceler, seher vakti yanlarından ayrılır, sanki Mekke’de gecelemiş gibi Kureyş müşrikleriyle sabahlardı. Son derece zekî ve kâbiliyetli bir genç olan Abdullâh, gündüz de Kureyş müşriklerinin arasında bulunur, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında söylenen şeyleri dinler, kurulan hîle ve tuzakları Varlık Nûru’na haber verirdi.
Hazret-i Ebû Bekr’in âzatlısı Âmir bin Füheyre de Ebû Bekr’e âit davarları, Mekkelilerin çobanlarıyla birlikte yayardı. Sabahleyin onlarla birlikte çıkar, akşam dönüşünde ise davarlarının yürüyüşünü ağırlaştırıp çobanlardan geride kalır, gece karanlığı basınca, davarlarıyla birlikte Sevr Mağarası’na dönerdi. Peygamberimiz ve azîz dostu, ihtiyaçları olan sütü bu koyunları sağarak alırlardı. Sabahleyin erkenden Mekke’ye dönen Abdullâh’ın ayak izlerini de davarların izleriyle siler, belirsiz hâle getirirdi.250
Üç gündür Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i arayan müşrikler, artık O’nu bulmaktan ümit kesmişlerdi. Abdullâh’tan, müşriklerin ümîdinin tükendiğini haber alan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dördüncü gün kılavuzun getirdiği develere binerek yola koyuldular. Ne de olsa bu yolculuk, doğup büyüdüğü topraklardan bir ayrılış olduğu için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hüzünlenmesine sebep oldu. Çünkü o Mekke-i Mükerreme’yi çok seviyordu. Nitekim bir defâsında Hazvere bölgesinde durup Kâbe ve haremine yönelerek Mekke’ye hitâben şöyle buyurmuştu:
“Vallâhi sen, Allâh katında beldelerin en hayırlı ve en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım.” (Ahmed, IV, 305; Tirmizî, Menâkıb, 68/3925)
Yine bir defâsında Mekke’ye hitâben:
“Ne güzel bir beldesin, bana ne kadar da sevimli geliyorsun. Şâyet kavmim beni senden çıkarmasaydı senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım.” buyurmuştu. (Tirmizî, Menâkıb, 68/3926)
Yüce Peygamber’in bu hüznüne, vahy-i ilâhî ile tesellî geldi:
إِنَّ الَّذِي فَرَضَ عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لَرَادُّكَ إِلَى مَعَادٍ
“Sana Kur’ân’ı (okumayı, teblîğ etmeyi ve ona uymayı) farz kılan (Allâh) Sen’i döneceğin yere döndürecektir…” (el-Kasas, 85)
Bu ifâdeler, geri dönüşü müjdeliyor, aynı zamanda Mekke fethinin ilk alâmeti olarak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönlündeki kederi sürûra inkılâb ettiriyordu.
a
Mekke ile Medîne arası 400 küsur kilometrelik bir yoldur. O zamanlar deve yürüyüşüyle sekiz günde gidilebiliyordu. Yollar uzun, hava sıcak, kumlar alev alevdi ve mübârek kâfile, ilk yirmi dört saat hiç durmadan yollarına devâm etmişti.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, ticâret maksadıyla zaman zaman Şam’a gidip geldiği için pek çok kişi onu tanırdı. Bu yolculukları esnâsında da tanıdığı birisiyle karşılaştıkça:
“–Ey Ebû Bekir! Kimdir şu önündeki zât?” diye Fahr-i Kâinât Efendimiz’i soranlara:
“–Kılavuzumdur! Bana yol gösteriyor!” diyerek temkîn ve tedbîri elden bırakmaz, bu sözü ile de aslında: “O bana en hayırlı yolu gösteriyor!” demek isterdi. (İbn-i Sa’d, I, 233-235; Ahmed, III, 211)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir Sıddîk ve âzatlısı Âmir bin Fuheyre ile birlikte Abdullâh bin Ureykıt251 rehberliğinde Kudeyd mevkiinde bulunan bir çadıra uğradılar. Bu çadır Ümmü Mâbed’e âitti. Kendisi gelip geçen yolcuların su ve yiyecek ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı. Medîne’nin mukaddes yolcuları da Ümmü Mâbed’den süt istediler.
Çadırda Ümmü Mâbed’in gâyet zayıf bir koyunu vardı ki, sütü ve yağı olmak şöyle dursun, zayıflığının had safhada olması sebebiyle, hayvancağızın sürüye katılarak meraya gitmeye bile mecâli yoktu. Bu sebeple çadırın bir köşesinde kalmıştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyunu sağmak için izin istediğinde Ümmü Mâbed:
“–Anam babam sana fedâ olsun! Şâyet onda süt bulabilirsen sağ!” dedi.
Sevgili Peygamberimiz, Allâh Teâlâ’nın bereket ihsân etmesi için duâ ettikten sonra besmele çekerek bizzat kendi elleriyle o gün koyundan pek çok süt sağdı.
Ümmü Mâbed -radıyallâhu anhâ-’nın bildirdiğine göre o koyun, Hazret-i Ömer’in halîfeliği zamânında meydana gelen kuraklığa kadar yaşamıştır.
Yine Ümmü Mâbed -radıyallâhu anhâ-:
“Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey bulamazken biz onu akşam sabah sağardık.” diyerek koyundaki bereketi ifâde etmiştir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oradan ayrıldıktan sonra çadıra Ümmü Mâbed’in kocası Ebû Mâbed çıkageldi. Çadırda pek çok süt görünce hayretle:
“–Ey Ümmü Mâbed! Bu sütler nereden geldi? Koyunlar uzak merada, hepsi de kısır, burada ise sağılır hayvan yok! Bu ne hâldir?” diye sordu.
Hanımı:
“–Bugün bize mübârek bir zât uğradı. Şöyle şöyle güzel hâlleri vardı.” diye o gün yaşadığı hâdiseleri anlattı.
Kocası:
“–Aman şu zâtı bana târif et!” deyince, Ümmü Mâbed, Varlık Nûru’nun şemâilini şöyle târif etti:
“–Gördüğüm zât öyle bir kimseydi ki, güzelliği zâhir, yüzü nûrânî, ahlâkı güzel ve emsâlsiz idi. Kendisinde hiçbir ayıp olmayıp bilâkis son derece hoş-endâmlı ve güzel sîmâlıydı. Gözünde siyahlık, kirpiklerinde çokluk, sesinde nezâket vardı. Gözünün beyazı gâyet beyaz, karası gâyet kara ve Kudret’ten sürmeliydi. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı. Gerdanı uzun ve yüksek olup sakalı sık ve hafif uzundu.
Sustuğunda üzerinde sekînet ve vakar hâsıl olur, konuştuğunda güzellik, güler yüzlülük ve tatlı dillilik zuhûr ederdi. Sözleri sanki dizilmiş inciler gibi olup, ağzından tâne tâne çıkardı. Sözü açıktı, hak ile bâtılı gâyet iyi ayırırdı. Ne âcizlik sayılacak derecede az, ne de bıktıracak kadar çoktu.
Uzaktan görüldüğünde, insanların en heybetlisi ve en güzeli, yakınına gelince de insanların en tatlısı ve melâhatlisi idi. Orta boylu olup, boyu ne hoşlanılmayacak derecede uzun ne de gözün hakir göreceği şekilde kısaydı. Sanki bir fidandı ki, fidanlar arasında bitmiş, güzelliği onların üzerine çıkmıştı. Yanında birtakım arkadaşları vardı ki, bir şey söylediği zaman huzurla dinlerler ve verdiği emri yerine getirmek için koşuşurlardı. Hizmetine koşulan ve hürmet edilen biriydi. Mütebessim bir çehreye sâhipti. Kimseyi ayıplamaz ve azarlamazdı.”
Ebû Mâbed bu güzel sıfatları işitince yemin ederek:
“–Bu zât Kureyş kabîlesinde zuhûr eden Peygamber’dir. O’nunla berâber olup kendisine arkadaşlık etmeyi ne kadar isterdim. Yine de bir yol bulabilirsem bunu muhakkak yapacağım!” dedi.
O günlerde Mekke’de sâhibi bilinmeyen bir sesin Ümmü Mâbed’in çadırına gelen misâfirleri medheden içli şiirler okuduğu duyulmuştur. Hâtiften gelen bu şiiri duyan Hassân bin Sâbit de, Peygamber’leri aralarından çıkıp giden kavmin hüsrâna uğradığını ve O Peygamber’in Medîne’de hidâyeti neşredip Allâh’ın kelâmını okuduğunu anlatan bir şiir ile cevap vermiştir. (İbn-i Sa’d, I, 230-231; VIII, 289; Hâkim, III, 10-11)
Ebû Mâbed ve onun mes’ûd âilesi, hep birlikte İslâm’a girerek sahâbîlik şerefine nâil olmuşlardır.
a
Mukaddes kâfileyi bir türlü bulamayan müşrikler, bulanlara büyük mükâfatlar va’detmişlerdi. Bu vaatlerle gözleri kamaşanlar da, yollara düşmüştü. Sürâka bin Mâlik de bunlardandı.
Nitekim Sürâka uzun bir arayıştan sonra, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rast geldi. O’nu görür görmez atını hızlandırdı. Fakat birdenbire atının ayakları kumlara gömülüverdi. Kendisi de yere düştü.
Ne kadar uğraştıysa da, kumdan çıkmaya ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e doğru ilerlemeye muktedir olamadı. Bir hayli uğraştıktan sonra aklı başına geldi; nâdim oldu. Allâh Rasûlü’nün affına ilticâ etti. Hazret-i Peygamber de duâ buyurdular. Bu duâ bereketiyle Sürâka’nın atı kumlardan kurtuldu. Bu mûcizeyi gören Sürâka’nın, o anda kalb âlemi değişti ve Rasûlullâh’a samîmî bir dost oluverdi. Kâfilenin yerini gizli tutmak niyetiyle geri döndü. O tarafa gelenleri de, ya geri çevirdi ya da başka yönlere sevk etti. (Müslim, Zühd, 75)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu müjdesi, Sürâka’nın âdeta kulaklarında çınlıyordu:
“–Ey Sürâka! Kisrâ’nın bileziklerini takınacağın, kemerini kuşanacağın ve tâcını giyeceğin zaman kendini nasıl hissedeceksin?”
Hakîkaten İran fütûhâtında Kisrâ’nın bilezikleri, kemeri ve tâcı Medîne’ye getirildiği zaman, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Sürâka’yı çağırıp bunları ona taktı ve:
“–Ey Sürâka! Ellerini kaldırıp: «Allâhu ekber! Hamd olsun o Allâh’a ki, bunları “Ben insanların Rabbiyim!” diyen Kisrâ bin Hürmüz’den çıkarıp Müdlicoğulları’ndan Sürâka bin Mâlik’e taktırdı!» de!” buyurdu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 332; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 19)
Peygamber Efendimiz Gamîm mevkiine geldiğinde, Büreyde bin Husayb ve kavmi ile karşılaştı. Onları İslâm’a dâvet etti. Bunun üzerine onlar da Allâh Rasûlü’ne tâbî olup İslâm’la şereflendiler. Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Büreyde -radıyallâhu anh-’a o gece Meryem Sûresi’nin baş tarafını öğretti.252
Büreyde başındaki beyaz sarığı çözerek:
“–Yâ Rasûlallâh! Müsâade buyurursanız, alemdârınız olayım!” dedi.
Böylece Kubâ köyüne kadar Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bayraktarlık yaptı.
Büreyde’den sonra mübârek kâfile, Şam’dan dönmekte olan ticâret kervanına rastladı. İçlerinde Zübeyr bin Avvâm da vardı. Zübeyr, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a beyaz maşlahlar giydirdi. 253
Hicret kâfilesi Medîne’ye doğru adım adım yaklaşıyordu. Müşriklerin Allâh Rasûlü’nü öldürmek için herkesi seferber etmelerine ve diğer pek çok tehlikelere rağmen, O yine vazîfesini yapmaya devâm ediyor, yolda karşılaştığı kimselere İslâm’ı anlatıyordu.
Nitekim ashâb-ı kirâmdan Sa’d ed-Delîl254 -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Hicret esnâsında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile berâber bize uğradı. O sırada Ebû Bekr’in bir kızı, yanımızda süt annede idi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu. Biz kendisine:
«–Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem kabîlesinden Mühânân diye bilinen iki hırsız vardır. İstersen onların üzerine biz varalım.» dedik.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Sen bizi onların yanına götür!» buyurdu.
Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe’yi çıkıp yokuşun başına vardığımızda, o iki hırsızdan biri arkadaşına:
«–Bu zât Yemenlidir.» diyordu.255
Varlık Nûru onları yanına çağırıp İslâm’ı anlattı ve müslüman olmalarını istedi. Onlar da müslüman oldular. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isimlerini sorduğunda:
«–Biz Mühânân (hakîr görülen iki kişiyiz).» dediler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Bilâkis siz, Mükremân (şerefli iki kimsesiniz).» buyurdu ve müjdeci olarak önden Medîne’ye gitmelerini emretti.” (Ahmed, IV, 74)
Beklenen Azîz Yolcu
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yola çıktığını haber alan Medînelilerde heyecan zirvedeydi. O mübârek yolcunun yolunu hasretle gözlüyorlardı. O nûrlu kâfileyi karşılamak, o ebedî saâdet kervanının kereminden bir kırıntı kapabilmek için şehrin dışına kadar çıkıp iştiyakla bekleşiyorlardı.
Nihâyet nübüvvetin on dördüncü senesi 12 Rebîulevvel pazartesi günü256 bir ses bütün müslümanların sînelerinde sevinçle yankılandı:
“Beklenen mübârek yolcu geliyor!..”
Bu müjdeli haberle, tekbîr sesleri bütün Medîne’yi çınlatmaya başladı.
Müslümanlar silâhlandılar. Kimi atlı, kimi piyâde mukaddes misâfiri karşılamaya koştular.
Beklenen mübârek kâfile, ilâhî himâye ve sıyânet altında Medîne yakınlarındaki Kubâ’ya ulaştığında, ortalık kaynamış, cihân bir cümbüşe dönmüştü.
Tepelerden “Talea’l-bedru aleynâ”nın257 yakıcı nağmeleri, dalga dalga semâyı örüyor, gönülleri coşturuyordu. Târih, o andan itibâren kıyâmete kadar meydana gelecek vukuâtı fihristleyecek bir “hicret takvîmi” başlatıyordu.
Karşılamaya gelen müslümanların çoğu, kâinâtın varlık sebebi, Âlemlerin Efendisi, Hazret-i Muhammed Mustafâ’yı daha önce görmedikleri için tanımıyorlardı. Bir müddet Hazret-i Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-’ı Peygamber Efendimiz zannettiler.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sükût hâlindeydi. Üzerine güneş gelince, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hemen kalkıp O’nu ridâsıyla gölgelemeye başladı. Müslümanlar ancak o zaman Varlık Nûru’nu tanıyabildiler.258
Medîne, bu günden sonra, İslâmiyet’in inkişâf ve terakkî mekânı ve aynası oldu. Küfrün karanlık yüzü, bu hicretle soldu. Mescid-i Saâdet ve Mescid-i Kubâ, ulvî bir mânâ kazanıp mahşere kadar bu mübârek hicretin kudsî mekânı ve hâtırası olarak kaldı.
Ensâr, Muhâcirlere mal ve mülklerini arz ederek:
“İşte malım! Al, yarısı senin!..” dedi. Fedâkârlık ve ferâgatte kâbına varılmaz bir İslâm kardeşliğinin temeli böylece atılmış oldu. Medîne, İslâm târihindeki ölmez mevkiine ve zâil olmaz îtibârına mazhar oldu. Medîne’de ezanlar, Ramazanlar, bayramlar, zekâtlar, muhârebeler ayrı bir tecellî ve ayrı bir ulviyyetle ümmete numûne ve emsâl oldu.
Varlık Nûru Kubâ’da bulunduğu esnâda Amr bin Avf Oğulları’ndan Külsûm bin Hidm’in evinde misâfir kaldı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buradan çıkarak Sa’d bin Hayseme’nin evine gider, orada müslümanlarla oturur, sohbet ederdi.
Sa’d bin Hayseme -radıyallâhu anh- bekâr olduğundan, Muhâcirlerin bekârları onun evinde kalırlardı. Bu sebeple Sa’d -radıyallâhu anh-’ın evine “Menzilü’l-Uzzâb: Bekârlar Evi” denirdi. (İbn-i Hişâm, II, 110; İbn-i Sa’d, I, 233)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kubâ’da kaldığı günlerde cenâze teşyîinde bulunur, hastaları ziyâret eder, dâvetlere katılırdı.
Ebû Said el-Hudrî -radıyallâhu anh- ashâbın hassâsiyetini gösteren, o günlere âit bir hâtırayı şöyle nakleder:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye yeni geldiği sıralarda bizden biri ölüm döşeğinde iken, varıp kendisine haber verirdik. O da gelir hastanın başında durur, istiğfarda bulunurdu. Ölünce de yanındakilerle berâber geri dönerdi. Bâzen de cenâze gömülünceye kadar beklerdi.
Kendisine zahmet vermekten endişe duyarak aramızda şöyle konuştuk:
“–Hastamız ölünceye kadar Allâh Rasûlü’ne bir şey söylemeyelim. Vefât edince kendisine söyleriz. Böylece O, ne yorulur ne de zaman kaybeder.”
Böyle yapmaya başladık. Hastamız ölünce kendisine gider haber verirdik. O da gelir namazını kılar, istiğfarda bulunur, geri dönerdi. Bâzen de cenâze gömülünceye kadar beklerdi.
Bir süre de bu şekilde yaptık. Daha sonra:
“–Vallâhi böyle de yapmayalım. Bu da Rasûlullâh’ı yoruyor. Cenâzemiz olduğunda onu Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in evinin kapısına götürelim, orada namaz kıldırsın. Bu, O’nun için daha kolay olur.” dedik ve öyle yaptık.
Hadîsin râvisi Muhammed bin Ömer diyor ki:
“Bu sebepten oraya «cenâze namazının kılındığı yer» mânâsında «musallâ» dendi. Cenâzeler hep oraya götürülüyordu. Allâh Rasûlü’nün vefâtından sonra da aynı usûl devâm etti.” (İbn-i Sa’d, I, 257, Hâkim, I, 519/1349)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kubâ’da iken, Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh- de, kendisine verdiği emânetleri yerine teslîm etmiş olarak onlara yetişti.
Ashâb-ı kirâmın Allâh Rasûlü’ne ve O’nun azîz hâtıralarına karşı besledikleri muhabbetin coşkusunu ve büyüklüğünü gösteren pek çok rivâyet mevcuttur. Nitekim ashâbdan Berâ bin Âzib -radıyallâhu anh-,259 babasının her fırsatta, Allâh Rasûlü’ne âit bir hâtırayı dinleyebilme arzusunu şöyle anlatır:
“Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, babamdan on üç dirheme bir semer satın aldı ve:
«–Berâ’ya söyle de onu bizim eve götürüversin.» dedi.
Babam:
«–Hayır! Bana Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke’den Medîne’ye nasıl hicret ettiğini anlatıncaya kadar olmaz.» dedi.
Bunun üzerine Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hicret yolculuğunu uzun uzun anlattı.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 2; Ahmed, I, 2)
Temelleri Takvâ ile Atılan Mescid: Kubâ Mescidi
Hicret yolculuğunun ilk durağı olan Kubâ’da Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Amr bin Avf Oğulları’nda on dört gece misâfir oldu. İşte meşhur Mescid-i Kubâ, bu esnâda yapıldı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, mescidin inşâsında bizzat çalıştılar.
Kubâ Mescidi, İslâm’da inşâ edilen ilk mesciddir. Hicret gibi mühim bir hâdise esnâsında binâ edildiği için önemli bir yere sâhiptir. Bu mescid, Kur’ân-ı Kerîm’de:
ا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ
“…(Medîne’ye hicretin) ilk gününden takvâ üzerine kurulan Mescid…” (et-Tevbe, 108) şeklinde zikredilmiştir.260
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-:
فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
“…Orada, temizlenmeyi seven insanlar vardır. Allâh da çok temizlenenleri sever.”(et-Tevbe, 108)
âyetinin de Kubâ halkı hakkında nâzil olduğunu bildirmiştir.
(Tirmizî, Tefsîr, 9/3099; Ebû Dâvud, Tahâret, 23/44; İbn-i Mâce, Tahâret, 357)
Hicret eden ilk Muhâcirler Kubâ’ya vardıklarında, Amr bin Avf Oğulları’nın hurma kurutma yerini düzeltip düzleyerek orada namaz kılmaya başlamışlardı. Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Sâlim, Kur’ân’ı en güzel okuyan ve bilen kimse olduğu için ilk Muhâcirlere o imamlık yapıyordu.261
Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilk Muhâcirlerin namaz kıldığı bu sahayı genişleterek Kubâ Mescidi’ni inşâ etti. Mescid, kare şeklinde olup ebadları yaklaşık 32 x 32 metre idi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kubâlılardan taş getirmelerini istemiş, onlardan birini alıp kıble tarafına koyarak, Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-’nın da aynı şekilde sırayla taş koymalarını emir buyurmuştu.
Mescid’in inşâsında en büyük gayreti, Ammar bin Yâsir -radıyallâhu anh- göstermekteydi. Bu bakımdan kendisine “İslâm’da ilk mescid binâ eden” denilmiştir. 262
Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh- da hem çalışır hem şiir söyler, böylece mü’minlerin yorgunluğunu hafifletirdi.263
Mescidin müezzinlik vazîfesini ashâb-ı kirâmdan Sa’d el-Kurazî -radıyallâhu anh- deruhte etmekteydi.
Mescid-i Nebevî ve Medîne’deki diğer dokuz mescid gibi Kubâ Mescidi’nde de eğitim ve öğretim faâliyetleri devâm eder, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buraya her gelişlerinde buna nezâret ederdi.264
Kâinâtın varlık sebebi, iki cihânın saâdet rehberi Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Cumartesi günleri Kubâ’ya bâzen binekli bâzen de yaya olarak gider ve orada iki rekât namaz kılardı.265Bir hadîs-i şerîflerinde ise bunu müslümanlara da tavsiye ederek şöyle buyurmuşlardır:
“–Kim evinde güzel bir şekilde abdest alır, sonra Kubâ Mescidi’ne gelir ve orada namaz kılarsa onun için umre sevâbı vardır.” (İbn-i Mâce, İkâme, 197; Nesâî, Mesâcid, 9)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, halîfeliği zamânında, pazartesi ve perşembe günleri burayı ziyâret eder, Kubâ çok uzak mesâfelerde olsaydı bile devesini oraya ulaşmak için yine de süreceğini ifâde ederdi.266
Kubâ Mescidi, Hazret-i Osman ve Ömer bin Abdülazîz tarafından genişletilmiştir. Daha sonra birçok defâ tâmirat görüp yenilendi. Hicrî 1245 / mîlâdî 1829 yılında Sultan II. Mahmud tarafından îmâr edilen tek minâreli ve düz tavanlı mescid, Suûdî Arabistan hükûmeti tarafından yıkılıp, kubbeli ve dört minâreli olarak ve genişletilerek yeniden inşâ edilmiştir.
Rânûnâ Vâdisi’nde İlk Cuma Namazı
Nihâyet Kubâ’da on dört günlük bir misâfirlikten sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve berâberindekiler, Medîne’ye hareket ettiler. Günlerden cuma idi. Öğle üzeri “Rânûnâ Vâdisi”ne varılmış, namaz vakti girmişti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devesinden indi. O sırada, İslâm’ın iktidârının bir alâmeti olarak farz kılınan “cuma namazı”nı kıldırdı. Orada şu hutbeleri îrâd buyurdular:
1. Hutbe:
“Ey insanlar!
Ölmeden önce tevbe edin; fırsat elde iken sâlih ameller işlemeye bakın! Gizli-açık bolca sadaka vermek ve Allâh’ı çok çok zikretmekle Rabbinizle aranızı düzeltin! Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görür ve kaçırmış olduğunuz şeyleri elde edersiniz.
Biliniz ki Allâh, bu yılınızın bu ayında, bu yerde size kıyâmete kadar «cuma namazı»nı farz kılmıştır. Âdil olsun-olmasın, başında bir imâm varken benim sağlığımda veya benden sonra her kim hafife alarak veya inkâr ederek bu namazı bırakırsa, onun iki yakası bir araya gelmesin! Ve Allâh, onun işlerini başarıya ulaştırmasın! O kimsenin başka namazı yoktur; tevbe edenler müstesnâ… Çünkü kim tevbe ederse, Allâh onun tevbesini kabûl eder.” (İbn-i Mâce, İkâme, 78)
“Ey insanlar!
Sağlığınızda âhiretiniz için hazırlık yapınız! Muhakkak her biriniz ölecek ve sürüsünü çobansız bırakacaktır. Sonra Allâh, ona tercümansız ve vâsıtasız olarak diyecek ki: «Benim Rasûlüm gelip de size emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal-mülk verdim, pek çok iyiliklerde, ihsanlarda bulundum; sen kendin için ne getirdin?»
Bu suâl ile karşılaşan herkes, sağa-sola bakacak bir şey göremeyecek, önüne baktığı zaman cehennemi görecek…
O hâlde uyanınız! Kim yarım hurma ile dahî ateşten korunmaya muktedirse, onu yapsın! Kim ki o yarım hurmayı bulamazsa, bâri tatlı bir söz söyleyerek iyilik etmeye çalışsın! Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.
Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun!” (İbn-i Hişâm, I, 118-119, Beyhakî, Delâil, II, 524)
2. Hutbe:
“Allâh’a hamd ederim ve O’ndan yardım dilerim. Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüklerinden Allâh’a sığınırız. Allâh’ın hidâyete erdirdiğini kimse saptıramaz; saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.
Şehâdet ederim ki, Allâh’tan başka ilâh yoktur. O, birdir; ortağı yoktur. Sözlerin en güzeli Allâh’ın kitâbıdır. Allâh, kimin kalbini Kur’ân’la süsler ve onu küfürden sonra İslâm’a hidâyet buyurur, o da Kur’ân’ı başka sözlere tercîh ederse, işte o kimse kurtuluşa ermiştir.
Doğrusu Allâh’ın kitâbı, sözlerin en güzeli ve en belîğidir.
Allâh’ın sevdiğini seviniz! Allâh’ın kelâmı’ndan ve O’nu zikretmekten usanmayınız. Allâh’ın kelâmından kalbinize darlık gelmesin! Çünkü Allâh’ın kelâmı, her şeyin üstününü ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını, kulların seçkini olan peygamberleri, kıssaların en güzel ve ibretlilerini anlatır.267 Helâl ve harâmı açıklar.
Siz ancak Allâh’a ibâdet ediniz ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız! O’ndan hakkı ile sakınınız! Yaptığınız iyi işleri diliniz te’yîd etsin! Allâh’ın kelâmı ile birbirinizi seviniz! Muhakkak biliniz ki Allâh Teâlâ, ahdini bozanlara gazab eder.
Allâh’ın selâmı üzerinize olsun!” (Beyhakî, Delâil, II, 524-525)
Bu hutbeler, İslâm’ın îtikad, ibâdet, ahlâk, muâmelât gibi mevzûlarıyla dînin umûmî bir hulâsası hükmündedir.
Cuma namazının Hicret esnâsında farz kılınması, müslümanların cemaat hâline gelmelerinin ehemmiyet ve zarûretine işâret etmektedir.
Medîne’de Heyecanlı Bekleyiş
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kubâ’dan Medîne’ye hareket edeceği zaman, dayıları olan Neccâroğulları’na haber gönderdi. Onlar da silâhlanıp geldiler ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e selâm vererek:
“–Emniyetiniz temin edilmiş olarak develerinize binebilirsiniz!” dediler.268
Cuma namazından sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devesi Kasvâ’ya binmiş, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Neccâroğulları’nın eşrâfı ve diğer müslümanların refâkatinde Medîne’ye girmişlerdir.
İki Cihan Güneşi İmâmu’l-Enbiyâ -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’i daha fazla misâfir etmek şerefinden mahrûm kalacaklarını anlayan Kubâlılar, O’ndan ayrılmanın hüznü ile:
“–Yâ Rasûlallâh! Bizden usandığın için mi, yoksa bizim evimizden daha hayırlı bir yere gitmek için mi buradan ayrılıyorsun?” dediler.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bana Medîne’ye gitmem emredildi!” buyurarak kendilerinden hoşnud olduğunu bildirdi. (Diyarbekrî, I, 339)
Medîneli bütün mü’minler, Allâh Rasûlü’nü misâfir etme arzusu içinde idiler. Herkes O’nu evine götürüp ağırlamaya can atıyor ve bu hususta birbirleriyle tartışıp duruyorlardı. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devesi Kasvâ’yı kastederek:
“–Hayvanı serbest bırakın, yolundan çekilin; o me’mûrdur (nerede çökeceği kendisine bildirilmiştir)!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 112-113)
Zîrâ, ancak bu şekilde hiç kimsenin gönlü kırılmadan Rasûlullâh’ı kimin misâfir edeceği meselesi halledilmiş olacaktı.
Nitekim mübârek deve, bir iki yerde çöküp kalktıktan sonra Hâlid bin Zeyd -radıyallâhu anh-’ın, yâni Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin evinin önündeki arsaya çöktü. Bahtlı sahâbî Ebû Eyyûb Hazretleri’nin gönlünü târifsiz bir sürûr kapladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i:
“–Buyrunuz ey Allâh’ın Rasûlü! Hânemizi şereflendiriniz!” diyerek evine dâvet etti.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-’ın evine doğru gelirken, Neccâroğulları’nın küçücük kızları deflerle karşısına çıkıp:
“Neccâroğulları’nın kızlarıyız biz! Hazret-i Muhammed’in hısımları olmak, O’nunla komşu olmak ne saâdet, ne büyük bir şereftir!” diyerek neşîdeler okuyorlardı.
Gönüller sultânı Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlara:
“–Söyleyin bakalım, beni seviyor musunuz?” diye soruyordu.
Onlar da:
“–Evet yâ Rasûlallâh, Sen’i çok seviyoruz!” diyorlardı.
Onların neş’e ve sevinçleriyle mesrûr olan Âlemlerin Efendisi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Allâh biliyor ya, vallâhi, ben de sizleri seviyorum! Vallâhi, ben de sizleri seviyorum! Vallâhi, ben de sizleri seviyorum!” buyuruyordu. (İbn-i Mâce, Nikâh, 21; Diyarbekrî, I, 341)
Berâ bin Âzib -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:
“Ben Medînelilerin, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gelişine sevindikleri kadar, çok sevindikleri başka bir şey görmedim! Bütün Medîneliler büyük-küçük, kadın-erkek yollara dökülüp evlerin çatılarına çıkmışlar ve:
«–Allâh’ın Nebîsi geldi! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallâh! Yâ Muhammed! Yâ Rasûlallâh!» diyerek sevinçle bağırıyorlardı.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; Müslim, Zühd, 75)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- Hazretleri de:
“Ben, Rasûlullâh’ın Medîne’yi şereflendirdiği günden daha güzel, daha revnaklı, daha nûrlu bir gün görmedim, O geldiğinde bütün Medîne aydınlığa gark oldu.” demiştir. (Ahmed, III, 122; Tirmizî, Menâkıb, 1/3618)
Medîneli Müslümanlar, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’ye teşrîfinden duydukları saâdetin şükrânesi olarak deve kurbân ettiler.269
a
Şâir, mü’minlerin Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetlerini bir beytinde ne güzel ifâde eder:
Aman lafzı Sen’in ism-i şerîfinle müsâvîdir;
Anınçün âşıkın zikri “amân”dır yâ Rasûlallâh!
“Amân” lafzı ve “Muhammed” isminin ebced karşılığı aynıdır; ikisi de 92’ye tekâbül eder. Şâirin burada, âşıkın “Amân!” diye her haykırışında aslında Hazret-i Peygamber’i anmak istediğini dile getirmesi, hakîkaten ne kadar da şâirâne bir buluştur. Doğrusu, hezârân gıpta!..
Hicret-i Seniyye ile nübüvvetin Mekke devri nihâyete ermiş, Medîne devri başlamış oldu.