www.yeniumit.com.tr/.../yanlis-yorumlar-karsisinda-kuranda-tarih-kavra...
YANLIŞ YORUMLAR KARŞI
.
YANLIŞ YORUMLAR KARŞISINDA KUR'AN'DA "TARİH" KAVRAMI
Taha F. Ünal
Tarihe bir bakıma "Levh-ı Mahv ve İsbat"ın şu Şehâdet Alemi'nde "zaman" şeridinde açılmasıdır denebilir. İrade-i İlâhi ile insanın irade-i cüz'iyyesinin tetabukuyla açılan bu şeride insan kendi ef'alini işliyor ve bu işleyişteki niyet ve tutumuna göre de karşılık görüyor.
Askeri ve teknolojik üstünlüğün verdiği avantajla bir-iki asırdır coğrafya üzerinde olduğu gibi, kalb ue zihinler üzerinde de hâkimiyet teessüsüne girişen ve coğrafyadaki hâkimiyetin devamını kalb ve zihinlere hâkimiyette gören Batılı'nın bu maksadla ürettiği "felsefe ve yorum"ların içinde "tarih felsefesi"nin de kendine has önemli bir yeri olduğu izahtan varestedir. Batı'nın askeri ve teknik üstünlüğü karşısında şoke olan müslüman aydın ve hattâ ilim adamlarının Batı'dan gelen her sahadaki "felsefe" ve "düşünce" rüzgârlarını sorgusuz sualsiz kabul veya kendi inançlarıyla te'lif etme gibi vahim hatalara düştükleri olmuştur. Ama, "yalancının mumu yatsıya kadar yanar" misali, çok şükür bugün az da olsa Batı patentli düşünce akımları İslâm dünyasında belli bir süzgeçten geçirilebilmekte ve şimdilik yetersiz de olsa sorgulanabilmektedir.
Müşahhas manâda tarihin de bizzat şahid olduğu üzere, tarih, Batılıların iddia ettiği gibi insandan bağımsız ve neticede Batılının mutlak hâkimiyetine veya-bugün iflâs etmiş bulunan-bir başka cephede "komün" topluma varacak düz bir çizgiyi takip etmekte değildir. Aksine, onun "çevrimler"i ve tekerrrürleri vardır ve tıpkı "günler'in," yıllar'ın hayatında olduğu gibi "her geceyi nehâr, her kışı da bahar" takip etmektedir. Yine tarih sahnesinde gecelerle gündüzlerin, kışlarla baharların art arda gelişinde, Batılı tarih, felsefelerinde olduğu gibi, tarihin kendine has "amansız kanunları" ve bir "fatalizm" (cebriyecilik) değil, insan iradesinin oldukça mühim bir rolü vardır.
Son bir kaç yüz yıldır Batı'nın ürettiği düşünce ve felsefelerin arkasında siyasi bir 'art niyet' aramak, 'şüphecilik' ve 'gayr-ı ilmilikle tavsif edilir mi bilmem? Fakat ne kadar 'ilmi' olmaya çalışırsak çalışalım, sözgelimi, Batılının beyin yapısının ilim ve tekniğe, buna karşılık, Doğulunun beyin yapısının romantizme ve zencilerin beyin yapısının ise caz ve atletizme yatkın olduğu gibi 'ilmi' teorilerin ortaya sürülebilmesi ve gayr-ı ilmiliği ispatlanmış bir 'evrim' teorisinin ısrarla gündemde tutulması, hattâ böyle bir teorinin ilim mahfillerini yıllarca meşgul etmesi karşısında, bilim ve tekniğe ufki doğrultuda dev adımlar attıran insanlara böylesi teoriler atfetmek, bu teorilerde siyasi 'art niyet' aramaktan daha sevimli gelmiyor bize.
Batı'nın son bir kaç yüz yıldaki bütün fikri—felsefi teorilerinin 'ilerleme' veya 'evrim' merkezli olduğunu söyleyebiliriz. 'Evrim' teorisinin menşeinde, İngiltere'de fakirliğin giderilmesi için demografik faktörlerin ekonomi üzerindeki tesirlerine alâka duyan Anglikan rahibi Malthus'un, "yalnızca en çok üretebilen insanların yaşamaya lâyık olup, tabiatın yüzlerine az baktığı kimselerin (sakat, hasta, fakir ve kimsesizlerin) ise ayıklanmaya mahkum bulundukları" teorisinin yattığı bilinen bîr gerçektir. Sanayi inkılâbının ilk döneminde "tabiatın yüzlerine az baktığı"(!) kişilere yaşama hakkı vermeyen meşhur 'Fakirler Kanunu'nun çıkmasında ön ayak olan Malthus'un bu sosyo-ekonomik teorisini pek beğenen Darwin, tabiatta da zayıflar pahasına güçlüleri ayakta tutan bir 'seçmeciliğin' (tabii seleksiyon) var olduğunu ilmi(!) bir teori olarak ortaya atmıştır. Maurice Bucaille, "Darwin'in eserinde yığınla gözleme rağmen ilmi yanı destekleyici hiç bir delilin olmadığını, felsefi yanın ağır bastığım" söyler. Evet, bir takım şaibeli desteklerle ilim çevrelerini yıllarca sarsmış; Din'e karşı kullanılmış ve bazı mahfillerce halâ kullanılmakta olan 'ilmi' bir teorinin temelinde sosyo-ekonomik endişeler yatarsa, onca fikri ve felsefi teorilerde neden siyasi ve sosyo-ekonomik endişe ve art niyetler aramayalım?
Dar çerçeveli bir makalenin muhtevası içinde müşahhas delillerle ifadesi zor da olsa, Batılı tarih yorumlarının da siyasi endişeler taşıdığı ve hatta bir bakıma Ondokuzuncu asır Batı emperyalizmini destekleyici 'fikri' bir temel vazifesi gördüğü rahatlıkla söylenebilir. Bütün bu yorum ve felsefelerde dünyanın iyiye doğru gittiği ve insanlığın büyük ve önü alınamaz bir terakki içinde bulunduğu ileri sürülür. Tek çizgili ve daima ileriye doğru bir 'terakki' inancıdır bu. Meselâ, Spencer'in sosyolojisi Darwin teorisinin bir uzantısından ibarettir. Meşhur Auguste Comte'a göre, insanlık metafizik ve din merhalelerini aşıp 'bilimsel' zihniyet ve merhaleye ulaşmakla son ve en yüksek 'terakki' dönemine girmiştir. Nihayet, bu terakki inancını Kant'ın, Herder'in, Fichte, Hegel ve Marx'ın tarih felsefelerinde de görürüz.
Hegel'in tarih felsefesi, 'çelişkiler karması' diye tarif edilebilir Abdülhamid Sıddiki'ye göre. Gerçekten, Hegel'e göre, sosyal medeniyet tarihinde her dönem başlı başına bir birliği temsil eder. Her bakımdan kendine has bir birlik arzeden her bir dönem, nihayetine doğru 'antitez' ini doğurur ve ortaya bir 'çelişki' bir 'tez-antitez' çatışması çıkar. Bir süre devam eden bu çatışmanın sonunda taraflar bir 'sentez'de birleşir. Bu sentez de son sınırına geldiğinde yine bir çatışma çıkar. Bu sefer yeni bir 'sentez' meydana gelir ve bu 'sentez', 'tez'i de, 'antitez'i de bünyesine alır. 'Tez, antitez ve sentez'den oluşan bu üçlü sistemle düşünce ilerler ve sonunda hedefine, yani kendinde eksiklik bulunmayan 'mutlak'a ulaşır.
Hind felsefesinden etkilendiği söylenen Hegel'in 'mutlağı' bir 'ruh'tur; olaylarla dışlaşan 'dünya ruhu'dur (geist). Her hâdise ve hâdiseler hakkında geliştirilen her felsefe, bu rûhun tekâmülünde bir merhaledir ve dolayısıyla her birine 'doğrudur' gözüyle bakılabilir. Her hâdisenin temelinde 'programlayıcı mutlak bir irade' vardır ve bütün hâdiseler, arzu, istek, temayül, çalışma ve çatışmalar, her şeye hâkim 'dünya rûhu'nun kendini gerçekleştirme sürecinde kullandığı vasıtalardan ibarettir. Bu bakımdan, her şey insan iradesinin dışında gelişmekte ve insan, bir bakıma cebbar bir iradenin isteklerini yerine getirmektedir. Bu iradenin isteklerini, daha açık bir deyişle 'çağın gidişatı'nı kavrayıp, ona göre davranabilen kişiler o çağın kahramanlarıdır ve bunlara sadece itaat gerekir.
Teorisinin büyük kısmı Feurbach'ın dinsizliğine, Darwin'in evrimciliğine ve Hegel'in diyalektiğine dayanan Marx, kendi ifadesiyle 'Hegel'in baş aşağı getirdiği insan'ı ayakları üzerine kaldırır. Müslüman bir mütefekkir, "insan gerçekten başı üzerinde yürüyen bir varlık değil midir?" der. Marx'ın tarihi, felsefi ictimai, iktisadi her görüşünde, insan ayakları üzerinde yürüyen, yani başın ayağa tabi olduğu bir varlıktır. Ona göre insan, başlangıçta ihtimal tabiatta hazır bulduğu ve sonra geliştirip yenilerini yaptığı -yapan oysa tabi- üretim araçlarıyla kendisi arasındaki hukuki münasebetlerin mahsulüdür. İnsan düşüncesi denilen şey, insanın kendisini içinde bulduğu iktisadi-maddi hayat ve kullandığı üretim araçlarıyla olan münasebetinin beynindeki maddi yansımalarından ibarettir. Dolayısıyla, tek doğru düşünce, komünist toplumda komünizmin üretim araçlarıyla, komünistçe insan-üretim araçları münasebetlerinin hâkim olduğu devrede ortaya çıkacaktır. —Bu durumda, bütün felsefe ve teorilerini kapitalist sistem ve münasebetler içinde bir burjuva olarak vaz' eden Marx'ın fikirlerinin doğruluğunu —kendi mantığınca— kabul etmememiz gerekecektir. —Yine Marx'a göre, bütün insan hayatı ve tarih, ferdlerin, grupların, sınıfların ve devletlerin yiyecek, yakacak, hammadde... için birbirleriyle yaptıkları mücadelelerden ibarettir. Kaçınılmaz olan bu mücadele, tek ve ileriye doğru geri çevrilemez bir çizgi halinde iptidâi, feodal ve kapitalist merhalelerden mecburen geçecek ve sonunda kaçınılmaz olarak komünizm'i doğuracaktır. Bu sebeple, onun geçtiği bütün merhaleler tenkid edilmemelidir.
Bir ara yaygın bir tarihi görüş olan Historisizm'e (Tarihselcilik) göre ise, ictimâi kanunlar yer ve zamana göre değiştiğinden, toplumda üzerine uzun dönem genellemelerinin kurulabileceği uzun süreli hiç bir yeknesaklık yoktur. Tarih, kendini hiç bir zaman aynı seviyede tekrarlamaz. Hâdiseler arasındaki münasebetler çok girift olduğundan, yarının tarihi hakkında kesin bir şey söylenemez. Bütün bu hususiyetlerinin yanı sıra, Historisizm'de aktivite de önemlidir. Fakat akıl ve hayalimizden geçirdiğimiz şeyler tarihin ana akışıyla ahenk içinde olmadığı sürece gerçekleşemez. Tarihin ana akışını sağlayansa, bu akışın kör ve amansız kanunlarıdır ve insan, iradesinin tamamen dışında olan bu kanunlara (zamana) uyduğu ve kapıya dayanmış değişikliklerle ahenk içinde faaliyetlerde bulunduğu zamandır ki, makul davranışlarda bulunmuş olur. Bu yüzden, dünyayı daha makul bir hale getirme isteği bütünüyle gayr-ı makul olup, kapıya dayanmış olan teşebbüsleri desteklemek en uygun yoldur.
Umumi hatlarıyla vermeğe çalıştığımız birbirleriyle çok yakından bağlantılı bu tarih felsefelerinin genel hususiyetleri şöyle sıralanabilir:
a) İnsanlık, tek yönlü ve ileriye doğru bir çizgi üzerinde terakki ede ede 'mutlu son'a ulaşmaktadır.
b) Bu terakki, tarihin kendine has amansız ve kör kanunlarına bağlı olup, insana düşen bu kanunlara tabi olması, yani zamana uymasıdır. Aksi halde, yaşaması imkânsız hale gelir ve kendiliğinden elimine olur.
c) Tek yönlü ve düz bir çizgi halinde 'mutlu son'a giden tarihi akışın geçtiği bütün devreler, yani iptidâi, feodal ve kapitalist devreler geçilmesi mecburi devreler olup tenkid edilmemelidir.
Netice olarak, "Batıda ortaya çıkan sosyo-ekonomik ve siyasi durum kaçınılmaz bir durumdur. Güçlülerin ayakta kalıp, zayıfların yok olması tabii bir kanundur. Şu anda güçlü olan Batı'dır ve tarihin akışı bunu böyle yapmıştır. Dolayısıyla, amansız olan bu kanunlara karşı konulamaz ve karşı koyanlar yok olmaya mecburen mahkumdurlar, öyleyse, hayatta kalmak isteyen toplumlar, Batı'nın hâkimiyetini kabul etmelidirler."
Çağ içinde çağların bulunduğu; tarihin düz bir çizgi halinde değil, tekerrürlerle çevrimler çizdiği; insanın zamana değil, zamanın insana tabi olduğu, daha açık bir deyişle tarihi yapanın insan olduğu; insanı iradesiz bir varlık halinde takdim eden görüşlerin aksine, insanın irade sahibi bulunduğu; tarihi akış adı altında feodal ve kapitalist zulümlere 'evet' denemeyeceği; bugünkü durumu 'geri çevrilemez ve kaçınılmaz kabul eden Batılılar'ın İslâm'ın hâkim olduğu devrelere aynı gözle bakmayıp, Müslümanlara karşı tam bir Haçlı rûhuyla hareket ettiği açık gerçekler olup, ayrıca bu tür tarih yorumcularına, "öyleyse bunca çabalar, bunca gayretler, harpler ve çatışmalar ne içindir?" diye sormak gerekmekte değil midir?
Her tutarsız fikri akım ve felsefe gibi, sözünü ettiğimiz tarih felsefelerinin de ömrü uzun olmadı. Yirminci yüzyılın başına gelindiğinde, mekanik Fiziğin yıkılıp, Atom Fiziğinin doğusuyla, materyalist dünya görüşleri ve pozitivist anlayışların yanı sıra, tek çizgili tarih kavramı da 'tedavül'den kaldırılan paralara döndü. Bunların yerini, Batı'nın geleceğinden endişe eden, bilim ve tekniğe eskisi gibi mutlak müsbet gözle bakmayan düşünceler ve tarih felsefeleri aldı. Bunlardan, medeniyetlerin birbirine istihale edemeyeceğini ileri süren Danilevsky'nin tarih görüşüne göre, hiç bir medeniyet ölümden kurtulamaz. Çünkü medeniyetler kültürlerin ileri merhalesidir. Her kültür, insanlığın büyük değerlerinden birini veya bir kaçını geliştirir. Batı medeniyeti' 'ilm'e dayanmaktadır. Hiç bir medeniyet, bütün alanlarda başka medeniyetlerden üstün olduğunu iddia edemez. Medeniyet merhalesini idrak eden her kavim, uzun süren bir çöküşün sonunda yıkılır, dolayısıyla Batı medeniyeti de bir gün tarihe karışıp gidecektir.
Asrın başında Avrupa'yı sarsan Spengler'e göre ise, dünyada birçok kültürler vardır. Her büyük kültür tektir ve hiç bir kültür diğerinden üstünlük iddia edemez. Medeniyet, kültürün kaçınılmaz akıbeti olarak, kendini dev kentlerle ortaya koyar. Dev kentte yaşama arzusu söner; kadınlar çocuk yapmaz olur. İmanın yerini bilimsel dinsizlik yahut ölü bir metafizik alır. Maddecilik, para, fuhşiyat, emperyalizm, kuvvet ihtirası ve sınıf kavgası medeniyetin başlıca meyvelerini teşkil eder. Bu gidişin medeniyetlerin yıkılışıyla sona ereceğini belirten Spengler, "bir gün demiryolları, gemileri, dev kentleri ve gök tırmalayanlarıyla Batı medeniyeti de etnografik bir müze haline gelecektir" der.
.
KUR'AN'ı KERÎM ve Ehadis'i Nebevi'yi Anlamada ÖLÇÜLER
Taha F. Ünal
Ondört asır önce Hâtemü'1-Enbiyâ'nın kalbine ekilen ve 'tenzil'le O'nun hayât-ı seniyyelerinin son yirmi üç senelik Risaleti döneminde çekirdek halinde toprağa nakşolup; Kendinden sonraki İslâm tarihinde bir ağaç halinde gövdesi üzerinde yükselip çiçek açan. yapraklanıp meyve veren Kur'ân-ı Kerim, yüzyıllarca yeryüzünün üçte birini gölgelendirmesinin ardından insanlığın nefsinde âdeta 'nisyan' karanlığına terkedilmiş ve bunun neticesinde modern Batılının, "insanlığın 'nefs-i emmaresi'nin azgın iştahı, doymak bilmez bir ahtapot halinde tüm yeryüzünü sarmıştır. Bilhassa, önceki asrın sonlarından itibaren bu ahtapotun suratındaki makyajın silinmeğe ve gerçek yüzünün olanca çirkinliği ve dehşetiyle ortaya çıkmaya başlaması üzerine müslümanlar yeniden bu Allah Kelâmı'na yönelme ihtiyacını hissetmişler ve bu Kelâm'ın nasıl ilk günkü tazeliğiyle yerinde durduğunu, "zamanın ihtiyarlamasına karşılık, onun gittikçe nasıl tazelendiğini" görmüşlerdir.
Batı patentli ahtapotun zehiriyle varlığı en derininden yaralanan 'ayakta kalabilen sağları'yla âcil bir şifa arayan insanlığın çâresiz başvuracağı ve büyük bir susuzlukla aradığı devâ, hiç şüphesiz Kur'ân-ı Kerimdir. Ne var ki, Batı'nın altın kupalarda sunulan zehirlerinin müslüman bedenlere kolayca şırınga edilmiş olması bir yana, onları Kur'ân'la karşılaması gereken bazı müslüman 'doktorlar da, bu zehirleri âdeta birer 'panzehir' görüp, Kur'ân'ın bütünüyle şifa verici devâsını onlarla aynileştirme, daha da kötüsü, Kur'ân'ın devasını o zehirlerin elde edildiği tüplerde 'denemek' gibi sakim yollara başvurmuşlardır. Kur'ân'ı anlamak, her şeyden önce onun dış yapısı olan dilini anlamayı gerektirir. Daha sonra, onu yaşamayı, hayata hayat yapmayı gerektirir. Onu zahiriyle, dilini ve bu dilin oturduğu çerçeveyi çok iyi bilen biri, belki belli ölçülerde Kur'ân'ı anlamış sayılabilirse de, bu yalnızca zahirde kalan bir anlayış olmaktan öte gitmeyecektir. Her türlü doğru bilgiyi En büyük Kutlu'nun ifadesiyle "Sahâbe-i Kiram'dan öncekilerin tarihini, sonrakilerin haberlerini ve aramızdaki mes'elelerin çözümünü" çekirdek halinde ihtiva eden Kur'ân'ın asıl varlığını teşkil eden mânâsına ancak, insanın da varlık özünü teşkil ederi mânâsı, yani kalbiyle, ruhuyla varılabilir. Bu da, ona yaklaşan kalbin, onun âyetleriyle temizlenmiş olmasını gerektirir; temizlenmek, onu yaşamakla birlikte yürür. O halde, her müslüman, her Kur'ân talebesi kalbi temizliği, basiretinin derinliği ölçüsünde Kur'ân'ı anlayabilir. Hiç bir zaman, tek bir anlam seviyesine hitab eden monoton bir kitap değildir Kur'ân. O, sınırsız ve ulaşılamayan derinlikte mânâ katmanlarıyla doludur; "bir bahr-ı bipâyândır; bu bahr'dan serçeler de alacağını alır, kartallar da": her biri kapasitesi ölçüsünde alır. Kur'ân karşısında hiç bir insan diğeriyle aynı değildir. Bundandır ki, o, Rasullerin yanısıra ülü'l-emr, evliyâ, zikir ehli. âlimler, İlimde rüsuh sahibi olanlar, dinde tefekkuh ehli, istinbat ehli, rabbâniler, imamlar, Allah'ın ledünnünden ve Kitab'dan bir ilme sahip olanlar'dan söz ettiği gibi, tefekkür, teemmül, teakkul, şuur, tefekkuh, tedebbür, tezekkür gibi melekelerden de söz eder. O halde Kur'ân'ın memelerinden musaffa süt emebilme bahtiyarlığına erişmiş her bir insana düşen, kendi kabına giren miktara bakıp "Kur'an budur" değil de, "benim Kur'ân'dan anlayabildiğim budur" demek olmalıdır.
"Şu büyük Kâinat Kitabının ezeli tercümesi; tekvini âyetleri okuyan çeşitli dillerin ebedi tercümanı; gayb âlemi ve şehâdet kitabının müfessiri; yerde ve gökte gizli İlâhi isimlerin mânevi hazinelerinin keşşâfı; hâdiselerin satırları altında yatan gizli hakikatların anahtarı... İslâmiyet mânevi âleminin güneşi, temeli, hendesesi ve uhrevi âlemlerin mukaddes haritası ve insaniyet âleminin terbiyecisi; beşerin hakiki hikmeti ve insanlığı saadete sevkeden hakiki mürşid ve hâdi; hem bir duâ, hem bir hikmet, hem bir kulluk ve hem bir 'kanun kitabı" olan Kur'ân'ı anlamak ve onu insanlığa takdim edebilmek; aynı şekilde Ehâdis-i Nebeviyeyi de lâyık-i vechile değerlendirebilmek için ehlinin vaz' ettiği ölmez ölçü ve prensipleri bundan böyle şerhetmeğe çalışacağız. Tevfik-i İlahi'nin yâr ve yardımcımız olmasını dileriz.
.
www.idefix.com › ... › Kitap › Pınar Yayıncılık › İslam- Kültür Dizisi
Kur'an'da Tarih Kavramı - Mazharuddin Sıddıki : Kitap. ... kuranda-tarih-kavrami-mazharuddin-sid
.
www.hanifdostlar.net › Kur'an Hükümleri ve Kavramları
1 Nis 2006 - 10 gönderi - 6 yazar
2-Kuran'da Tarih bilinci nedir? 3-Kuran'da tarih felsefesi varmıdır? 4-Kuran'da ne kadartarih anlatılır? 5-K
.
SELAM HANİFDOSTLAR..
1-Kuran'da Tarih nedir?
2-Kuran'da Tarih bilinci nedir?
3-Kuran'da tarih felsefesi varmıdır?
4-Kuran'da ne kadar tarih anlatılır?
5-Kuranın Tarih anlayışı nedir?Yer zaman ve Mekan belirtirmi?veya Belirtmiyorsa neden belirt miyor?
6-Kuran'da Hz.Muhammed in tarihçeyi hayatı nekadar vardır?Peygamberimzin hayatını kurandan yazabilirmiyiz? veya varmı öyle bir çalışma?
7-**Kuran dışındaki tarihi bilgileri nasıl ve neye göre alacağız ? bunlar üstüne nasıl bir anlayış bina edebiliriz.?ve bu tarihi bilgileri Furkanla ,Mizanla nasıl ayrıştırıp tartacağız?
8-Hiçbir tarihi bilgi olmadan ,hedef belirleyebilirmiyiz? Tarihin üzerine çizgi çekebilir miyiz?(Yani bizden öncekilerin üzerinde tartışıp durdukları şeyleri silbaştan tartışacakmıyız,ve ya seçemeli mi tartışacağız?)
9-Özellikle yazılmış islam tarihini kuran süzgecinden nasıl geçireceğiz?veya külliyen yalan yanlış dolan diyebilirmiyiz?bunun sonucunu kavrayabiliyormuyuz?ne kazanıp ne kaybedeceğiz.?
(ve extradan bir soru ;Kuranda,vatan ,devlet,m,llet,bayrak var mıdır? varsa ne anlama geliyor?bizim anlayışımız ne kadar kurana uyuyor?)
TÜM HANİFDOSTLARIN KATILIMINI BEKLİYORUM..
SELAM VE DUA İLE
__________________
HAKİKATİ NERDE BULURSAN AL.. |
Yukarı dön |
|
|
ebuzer
Uzman Uye
Katılma Tarihi: 18 mart 2006
Yer: Fiji
Gönderilenler: 244 |
Gönderen: 01 nisan 2006 Saat 13:06 | Kayıtlı IP |
|
|
__________________
HAKİKATİ NERDE BULURSAN AL.. |
Yukarı dön |
|
|
Abdullah16
Uzman Uye
Katılma Tarihi: 21 eylul 2005
Yer: Turkiye
Gönderilenler: 727 |
Gönderen: 01 nisan 2006 Saat 18:39 | Kayıtlı IP |
|
|
Selam Ebuzer,
Bütün soruların uzun araştırma isteyen konular.Bence sen bu konulardan en az birisi hakkında bir çalışma yap.Biz de ona göre birşeyler döktürelim.Benim niyetim Kurana ruveyden ruveyden yaklaşmak.senin soruların çerçevesinde ona yönelirsek alim oluruz ama adam olamayız.
__________________
''Eğer biz bu Kur'anı bir dağın üzerine indirseydik,kesinlikle onun,Allah korkusuyla baş eğerek parça parça olduğunu görürdün..''Haşr:21 |
Yukarı dön |
|
|
Papatya
Uzman Uye
Katılma Tarihi: 14 mart 2006
Gönderilenler: 211 |
Gönderen: 01 nisan 2006 Saat 18:41 | Kayıtlı IP |
|
|
Abdullah16 Yazdı:
Selam Ebuzer,
Bütün soruların uzun araştırma isteyen konular.Bence sen bu konulardan en az birisi hakkında bir çalışma yap.Biz de ona göre birşeyler döktürelim.Benim niyetim Kurana ruveyden ruveyden yaklaşmak.senin soruların çerçevesinde ona yönelirsek alim oluruz ama adam olamayız.
|
|
|
uhhh gercekden Ebuzer Ahiret sorulari gibi sorular sormus. Her biri safalarca arastirma ister..
__________________
Müslümanim diye hic utanmiyorum.... Mevsim Bahar..Ben artık özgur bir müslümanım. Bir elimde KURAN, Bir elimde bahar çiçekleri ve arkamda 1400 yıllık hurafe, hadis, mezhep ve şeyhlerın enkazı. |
Yukarı dön |
|
|
ebuzer
Uzman Uye
Katılma Tarihi: 18 mart 2006
Yer: Fiji
Gönderilenler: 244 |
Gönderen: 01 nisan 2006 Saat 20:17 | Kayıtlı IP |
|
|
ALİ ŞERİATİ'DEN HABİL-KABİL YORUMU.
Bu öğretide tarih felsefesi bir bilimsel zorunluluk esasına dayanmakta olup sürekli bir akımdır. Tıpkı insanda olduğu gibi, insanlığın başlangıcından bu yana her yerde baş göstermiş ve tarihi oluşturmuş olan ve iki düşman ve çelişik unsur arasında süregelen bir diyalektik çelişki ve savaşım söz konusudur tarih felsefesinde de. Tarih, insan türünün zaman çizgisindeki devinimidir. İnsan türüyse “küçük dünya”dır; varlığın en yetkin görünümü, yaratılışın tezahürüdür. Doğa ise onda bilince ulaşmıştır; onun çizgisinde evrime, bilinçli ve kendinde olan diri bir olmaya doğru yol alır.
Başka bir deyişle insan, varlığın mutlak irade ve bilinci olan Allah iradesinin tecellisidir. İnsan bu “insanbilim”inde Allah’ın dünyadaki temsilcisi, yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla, “insan olma” serüveninden ve mahiyetinin oluşma sürecinden ibaret olan insan tarihi, rastlantısal olamaz, olaylarca yaratılmış olamaz, maceracıların oyuncağı olamaz; bu tarihin kof, boş, anlamsız, sonuçsuz ve bilinmez olması olanaksızdır.
Kuşkusuz, tarih, dünyanın öteki gerçeklikleri gibi bir gerçekliktir; bir yerden başlayıp kaçınılmaz olarak bir yere varacaktır. Hedefi olmalıdır tarihin, bir yöne doğru yürümelidir.
Nereden başlamıştır? “Çelişki”nin başlangıcından ; tıpkı insan gibi.
İnsanın kökenini insanbiliminde şu şekilde tanıdık: İnsan, balçıktan ve Allah’ın ruhundan mürekkeptir. Adem’in öyküsüne bakın bir! “Adem”in öyküsünde insan türünden, gerçek ve felsefi anlamıyla insandan söz edilir. İnsan işte Ademdeki bu “ruh-balçık”, “Allah-Şeytan” savaşımından başlar. Fakat tarihi nereden tanıyoruz? Nereden başlar tarih? Kâbil ile Hâbil’in savaşından.
Adem’in oğullarının her ikisi de beşeridir; doğal birer beşer. Ama birbiriyle savaşmaktadırlar. Biri ötekini öldürür. Buradan başlar insanlık tarihi. Adem’in savaşı özde [türde] gerçekleşen zihinsel bir savaştır. Bu ikisininkiyse hayatta gerçekleşen özdeş savaştır. Dolayısıyla Hâbil ve Kâbil öyküsü, tarih felsefesini, Adem’in öyküsüyse insan felsefesini göstermektedir. Hâbil ile Kâbil’in savaşı tarihteki iki karşıt cephenin savaşıdır, tarihin diyalektik esasına göre. Dolayısıyla, tarihin de insanınki gibi diyalektik bir hareketi vardır. Bu çelişki de Kâbil’in [Bence çiftçilik düzeninin, tekelci ya da bireysel mülkiyetin temsilcisidir.] Hâbil’i [Bence avcılık çağının ve mülkiyetten önceki ilkel ortaklık döneminin temsilcisidir.] öldürmesiyle başlar. Bundan sonra tarihin sürekli savaşı başlar. Tarih, baştanbaşa, katil Kâbil kanadıyla, maktül Hâbil kanadı arasında, hâkim kanatla mahkûm kanat arasında olagelen savaşa sahnedir. “Avcı Hâbil”, “mâlik Kâbil” eliyle öldürülür. Yani üretim kaynaklarının genel paylaşım dönemi [hayvancılık ve avcılık çağı] ve kardeşlik ve gerçek iman ruhu, çiftçilik döneminin ve özel mülkiyet düzeninin, dinî aldatmacanın ve başkasının hakkına tecavüz etmenin gerçekleşmesiyle ortadan kalkar, mahkûm olur. O zaman Kâbil, tarihte diri kalır. Hâlâ da ölmemiştir.
Bu konuyu şuradan çıkardım: Adem, oğullarına, ihtilaflarını -Kâbil, kardeşinin güzel nişanlısına tutulmuştu. Bu yüzden ihtilafa düşmüşlerdi. İhtilafı gidermeleri için Allah’a kurban sunmalarını önermişti. Kâbil, kurbanlık olarak bir deste solgun sarı buğday getirmiştir. Hâbil’se kırmızı tüylü genç ve kıymetli bir deve getirir. Bu yüzden Hâbil’i avcılık döneminin temsilcisi, Kâbil’i de çiftçilik döneminin temsilcisi olarak görüyorum. Tarih, hayvancılık, yani avcılık döneminde [ki deve, bu öyküde bu üretim düzeninin göstergesidir] doğa, üretimin kaynağı olmuştur [Orman, deniz, ova ve ırmak]. Tüm kabilede üretim aracı olarak el ve tırnak kullanılıyordu daha çok. Kimi zaman da herkesin sahip olabileceği ve kendisinin yapabileceği araçlar vardı.
Üretim kaynaklarında [su ve toprak vs.] ya da üretim araçlarında [öküz, saban vs.], özel ve bireysel mülkiyet bulunmuyordu. Her şey, eşit olarak, herkesin kullanımındaydı. Kardeşlik ruhu [eşitlikten doğan], toplu ruhun kutsanması, toplumsal gelenek, ataya hürmet, ahlaki ödevler karşısında başeğme, toplu yaşayışın sınırlarına mutlak ve kesin boyun eğme, yaratılıştan gelen safâ ve gönül temizliği, dinî vicdan, barış ruhu, sevgi, fedakârlık vb., bu düzende insanın ahlaki özelliklerindendir. Hâbil ise böyle bir insanın temsilcisidir.
İnsanın çiftlikle tanışmasıyla, insan yaşayışı, insan toplumu ve insan tipi, bence tarihin en büyük devrimi olan derin bir devrimin eline düşer. Bu, yeni insanı ortaya çıkaran, güçlü ve kötü insanı, medeniyet ve parçalanma çağını oluşturan bir devrimdir.
Çiftçilik düzeni, doğadaki üretim kaynaklarını sınırladı; üretim araçlarını gelişip üretim ilişkilerini karmaşıklaştırdı! Tarım alanı -orman ve denizin tersine- özgürce, herkesin yetkisinde olmadığından, ilk kez olarak doğadaki bir şeyi kendine özel kılma ve başkalarını ondan yoksun bırakma gereksinimi bilirdi: Bireysel mülkiyet!
Bundan önce, insan toplumunda “birey” yoktu. Kabilenin kendisi bir bireydi. Tek parça toplum -ki herkes bir aile içindeki kardeşlerdir- bölündü. Doğadaki bir toprak parçasının -ki herkesin malıydı; herkesin mülkiyeti altındaydı- bir kişinin hakkı olduğu ve ötekilerin hak sahibi olmadıkları ilk gün, henüz kanun, din, veraset vb. gibi hiçbir kural ve sistem bulunmuyordu. Sadece “güç” vardı. Kabilenin güçlülerinin gücü -ki ortak mülkiyet düzeninde kabilenin koruyucusu ve daha çok toplumsal haysiyet kazanma etkeni ya da daha çok av avlanma etkeniydi; bunların hepsi de kabilenin yararınaydı, şimdi sadece “hak”kın belirlenme kaynağı tekelci yararlanmaların koruyucusu, bireysel mülkiyetin kazanılmasının ilk etkeni olmuştu. Bu yüzden Marx’ın “Mülkiyet, güç kazanma etkenidir.” Şeklindeki görüşü, tarihin bu hassas anında, doğru anlaşılması için doğru yansıtılmalıdır. Şu anlamda ki işin başlangıcında, mülkiyeti bireye özgü kılan etken güç ve kudretti. Güç, bireysel mülkiyeti yarattı. Bireysel mülkiyetse güce süreklilik ve silah verdi; onu yasal, doğal ve meşru kıldı.
Özel mülkiyet, tek parça toplumu ortadan ikiye böldü. Temel, sahiplenme ve bireysel mülkiyet üzerine kurulduğunda, zahitlik edecek, gerçek ve gereksinim duyduğu kadarıyla yetinecek hiç kimse yoktur. O zaman, bu gereksinimin miktarını kendisi belirlemelidir!
Burada, artık bir şey yapamayacağı zaman yetinir; artık istemiyorum diye bir şey yoktur. Önceki Hâbil düzeninde -ya da toplu mülkiyette- herkes, gereksinimi olduğu ölçüde avlanırdı. Çalışmak, gereksinimin giderilmesi için bir araçtı sadece. Üretimde kim daha çok hak etmişse daha çok kazanıyordu. Ama şimdi doğanın açık ve bereketli sofrasından uzaklaşıp sanatın [toprak ve tarım] hakir ve fakir sofrasının başına üşüşerek hırsla, açgözlülükle, aşırı istekle birbirinin canlarına da düştüler. Bu “yeni toplumsal yaşayış ilişkisi”nde akbabalar, leş yiyen kuşlar [Kâbil’in öyküsünde kargalar] bütün zayıf kuşların kollarını kanatlarını kırarak her birini bir yana sürdüler. Hep birlikte, tek bir sesle, çöllerin bağrında, ırmak kıyılarında, deniz sahillerinde hareket halinde olan göçmen kuşlar grubu gibi bir toplum, şimdi bu özel mülkiyet, tekelcilik leşinin başında vahşice ve kinle dolu bir durumda “kâh beriki ötekine pençe atmakta, kâh öteki berikini gagalamaktadır!”
Sonunda bu insanlık ailesi, özgürlük, barış, hoşgörü ve mutlulukla dolu bu aile, düşman ve çelişik iki kutba dönüşür: Gereksinim ve iş gücünden fazlaca bir toprağa sahip olan bir azınlıkla, bunun tersine açlık çeken ve kol gücü bulunan, ama toprağı ve aracı bulunmayan çoğunluk. Yeni toplumsal ilişkide yazgı açık ve kesindir: Kölelik! İçinde, “kendisi”nden başka hiçbir şeyi bulunmayan, ne toprağı, ne suyu, ne yüzsuyu, ne şerefi, ne soyu, ne sopu, ne ahlâkı, ne izzeti, ne düşüncesi, ne bilgisi, ne hüneri, ne değeri, ne hakkı, ne hakikati, ne ruhu, ne anlamı, ne eğitimi, ne dini ne de dünyası bulunan bir sınıfın yer aldığı toplumsal bir düzen.
Bunlar, hep torağın ürünüdürler. Bahçeden ve tarladan elde edilen çiçek ve meyveler, bu maddi ve manevi ürünlerin üretim kaynaklarının sahibi olan sınıfın, aşağı işler yapmadığından, kendini eğitip bilgi sahibi kılmak ve maneviyata, edebiyata, bilim ve sanata yönelmek için fırsatı, olanakları ve sermayesi bulunan sınıfın tekelinde olacaktır kaçınılmaz olarak. Her ikisi de, tek ruh taşıyan elbirliği içindeki önceki toplumla birlikte yaşıyor ve tek bir ruhla, tek bir yakınlıkla, tek bir haysiyet ve şerefle: Kabile halinde hayat sürüyordu. Her ikisi de boş ellerle yanyana ormana ve denize gidiyordu. Doğanın servetini, çevrelerindeki hava gibi -ki onda ikisi birlikte soluk alıyordu- ve ülkelerinin gözleri önüne serilen alanları gibi -ki ikisi birlikte oturup seyrediyordu- kabileleriyle birlikte kullanan iki “eşit”ti ve doğal olarak iki “kardeş”ti her ikisi de. Her ikisi de bir Adem’in çocuklarıydı. Adem ise tek bir topraktandı. Ama şimdi, bu iki kardeş, mülkiyet leşinin başında, birbirinden uzaklaşmış olarak karşı karşıya geçmişti. Aralarında yargıda bulunan tek şey cana kasteden düşmanlıktı! Akrabalık bağı, kölelik bağı olmuştur artık. Eşitlik, ayrılığa kurban edilmiştir; kardeşlik, kardeş katilliğine dönüşmüştür. Din, aldatma ve çıkar sağlama aracı olmuştur; gerisi hiç! İnsanlık ruhu, barış ve sevgi ise kinci ruha, rekabete, mala kulluğa, açgözlülüğe, tekelcilik arayışlarına, aldatmacaya, baskıya, zulme, bencilliğe, taş kalpliliğe, kâtilliğe, hakları ayaklar altına almaya, sultacılığa, üstünlük taslamalara, faziletçiliğe, halkı aşağılamaya, güçsüzü horlamaya, kişisel çıkar yolunda her şeyi ve herkesi ezmeye, kardeşin canına kıymaya, babaya işkence etmeye ve hattâ Allah’ı kandırmaya dönüşmüştür.
Bu şekilde Hâbil [inançlı, barışsever ve fedakar insan] tipiyle Kabil [şehvet kulu, mütecaviz kardeş katili, inançsız ve maddeci insan] tipi arasındaki çelişki, ruh çözümlemesi ve bilimsel, toplumbilimsel irdeleme yoluyla derinlemesine anlaşılabilir. Bu yolla onların çevresi ve işleri de tam açıklığa kavuşur. Böylelikle, her ikisi de aynı soydan, aynı anne-babadan oldukları, aynı eğitimi aldıkları ve aynı aile, çevre ve din içerisinde yetiştikleri halde -ve o çevrede, henüz insan toplumu oluşmadığı ve çeşitli düşünsel çevreler, kültürel havalar, toplumsal gruplar olmadığı varsayıldığında, kardeşlerden her birinin farklı din ve öğretimlerin etkisi altında kaldıkları söylenemez- nasıl olup da birbirlerine bu denli zıt duruma geldikleri ve her birinin başka bir tipin sembolü oldukları öğrenilebilir.
Araştırmada uygulanması gereken bilimsel ve mantıksal yöntem şudur: Her yönden birbirine benzeyen, ama bir yönden birbirinden ayrılan ve çelişen iki olgudan her birinde etkin olan bütün etkenler, neden ve koşullar dizin halinde ortaya konulmalıdır. Bu yapıldıktan sonra her ikisinde ortak ve benzer olan yanları ayıklayarak böylece çelişen ve karşıt etken ya da etkenlere ulaşılmalıdır. Bu iki kardeşin öyküsünde de onların ayrılık yönünü oluşturan tek etken, her birini özel toplumsal ve iktisadi bir konum içine sokan farklı çalışma etkeni ve her ikisinin sahip olduğu çelişik üretim altyapısı ve iktisadi düzendir.
Bu kuramı açıkça pekiştiren şey, Hâbil tipiyle ilkel ortaklık çağı, bağımsız üretim ve avcılık dönemi insanın sınıfsal psikoloji ve toplumsal davranışının tam bir uyum içinde olmasıdır. Kâbil tipiyse, sınıfsal toplum ve kölelik düzeni insanın toplumsal ve sınıfsal ahlâkıyla, efendi psikolojisiyle uyum taşımaktadır.
İkincisi, tefsircilerin ve bilginlerin, Hâbil ve Kâbil kıssasının, Kuran’da nefsin [insanın] öldürülmesinin kınanması için anlatıldığı şeklinde bir yorumda bulunmaları, aslında -Fransızların deyişiyle- konuyu yüzeyselleştirmek ve basit göstermekten başka bir şey değildir. Benim görüşüm, doğru olmasa bile, onların olayı anladıkları ölçüde basit ve az yararlı değildir en azından. İbrahimî dinler, özellikle İslam, bu öyküyü, insan türünün dünyadaki yaşayışının başlangıcının eşiğinde ortaya çıkan ilk büyük olay olarak söz konusu etmektedir. O zaman bu dinlerin bütün hedeflerinin, bu sonucu [tefsircilerin vardığı sonucu] almak istedikleri olduğu inanılır bir şey değildir. Bu öykü, her ne olursa olsun şu tür bir çıkarımda bulunulan sıradan bir ahlakî öyküden daha çok derindir: “Öyleyse, nefsi öldürmenin çirkin bir davranış olduğu ve bizim bu uygunsuz davranışa yaklaşmamamız ve ondan uzaklaşmamız gerektiği açıkça anlaşılmaktadır; hele de o taraf bizim kardeşimizse...!”
Bence, Hâbil’in Kâbil eliyle öldürülmesi, büyük bir değişimden, tarih çizgisindeki hızlı dönüşten, özellikle de, insanın serüveninde baş gösteren en büyük olaydan haber vermekte, onu derinlemesine açıklayıp, hakkında bilimsel, sınıfsal ve toplumbilimsel yorumda bulunmaktadır. Bu büyük olay ve değişim, ilkel komün döneminin son bulması, insanın avlanma yoluyla üretim şeklindeki ilkel eşitlik ve kardeşlik düzeninin [Hâbil] yok oluşu ve çiftçilik yoluyla üretimin, özel mülkiyetin ortaya çıkışının, ilkel sınıflı toplumun ve parçalanma, sömürü, mala kulluk, inançsızlık düzeninin, düşmanlılığın, yarışın, açgözlülüğün, yağmanın, köleliğin ve kardeş katilinin başlayışıdır [Kâbil]. Hâbil’in ölüp Kâbil’in hayatta kalmasıyla tarihsel özdeş bir gerçekliktir. Ondan sonra, dinin, hayatın, iktisadın, yönetimin ve halkın alın yazısının Kâbil’in elinde olduğu çıkarımı da ileri ve eleştirel yapısı bulunan gerçekçi bir çözümlemedir. Hâbil’in ardında evlat bırakmadan gitmesi ve şu anki insanların hep Kâbil’den geriye kalmaları [1]da Kâbil’in düzeninde Kâbilci toplum, yönetim, din, ahlâk, görüş, yöneliş ve davranışın genellik taşıdığını, her toplum ve çağa egemen olan yaşamsal düzensizliğin, düşünce ve ahlâk karışıklığının buradan geldiğini göstermektedir. [2]
Bu durum “Ademoğlu”nun yeryüzünde yaşamaya başladığı [Bu ikisinin kız kardeşleriyle evlenmeleri] ilk günün, çelişkinin, düşmanlığın ve en sonunda da “kardeş katli”nin başlangıcıyla bir arada bulunduğunu gösterir. Ayrıca bu durum, şu bilimsel gerçeği kanıtlar: Birincisi, yaşam, toplum ve tarih, çelişki ve savaşım üzerine kuruludur; ikincisi, idealistlerin düşündüğünün tersine, bunun temel etkeni, din inancının gücüne, kardeşlik bağına, hak ve ahlâka üstün gelen iktisat ve cinselliktir.
İlk ihtilaf, Hâbil ile nişanlı olan kız kardeşi, Kâbil’in kendi payına tercih etmesi, Adem’in görüşüyle belirlenen nişanlıyı değiştirmekte diretmesi ve her ikisinin Adem’in huzurunda şikayette bulunmalarıdır. Bunun üzerine Adem, kurban sunmalarını ve kimin kurbanı kabul edilirse ötekinin ona karşı boyun eğmesini önerdi. Kâbil burada da sahtekârlık yapıp solmuş buğday getirdi [Alçaklığa bak ki ihtiyacı olduğunda bile hıyanet ediyor, hem de Allah’a! Bu haliyle o, bu düzenin insan tipini göstermektedir]. Böylelikle, sunduğu kurban kabul edilmedi. Yine sahtekârlık yaptı ve hevesinin yolunda Allah’ın sözüne kulak asmadı. Hâbil’in [ki şikayetçi olmadığı, bir şey istemediği halde en güzel devesini, en değerli servetini rabbine sunmuştu ve doğal olarak da kurbanlığı kabul edilmişti] nâmertçe öldürüldü.
Hatta bu ikisinin ölüm olayı sırasındaki konuşmaları düşündürücüdür. Kâbil, ölümle tehdit ederken Hâbil, yumuşaklık, şefkat ve teslimiyet içinde şöyle der: “Ama ben sana el kaldırmam.”
Hâbil insanı, toplum ve düzeniyle, bu sadelik içerisinde, en küçük bir direniş göstermeksizin ezildi. Kâbil insanı ve düzeniyse tekelci ve mütecaviz duruma geldi.
Burada ben, bu öyküde cinsellik konusu iktisattan daha güçlü ve öncelikli bir etken olarak gösterilmemiş midir? şeklinde bir soru işareti koymuştum önceden. Burada Freudizm daha başarılı görülmüyor mu? Bu karmaşada ilk kelime yine “kadın”dır. Yine aynı şekilde babaları Adem’in serüveninde her şey Havva’dan başlamamış mıydı?
Ama, daha derin düşünürsek konunun bu basitlikte ve doğrultuda olmadığını görürüz. Çatışmanın ilk kaynağının, Hâbil’in nişanlısına Kâbil’in meyletmesi olduğu doğrudur; yani Freud haklıdır. Fakat, Freud da “ilk etken”i -seksualite- tanımadan önce başka etken ya da etken ve nedenler dizgesinin de bulunduğunu kabul ederse, burada bu öykünün “cinsellik etkeninin öncelikli ve temel oluşu” esasıyla çözümlenemeyeceğini kabul edecektir. Çünkü, Kâbil’in Hâbil’in nişanlısına olan eğilimi nedeniyle anlaşmazlığı başlattığı doğru olmakla birlikte, önsel bir konuyu gündeme getiren bir soru söz konusudur bundan önce: Birincisi, bu iki kardeşten niçin Kâbil gösterir bu hassasiyeti? Oysa her ikisinin de benzer tepkileri, birbirine yakın ve aynı ölçüde taassup ve ayak diremeleri olmalı değil miydi? [Şu esasın anımsatılması, burada önem taşımaktadır: Her ikisinin de her bakımdan benzer “veraset ve çevre”leri bulunmaktaydı.] [3] İkincisi, böyle benzer koşullarda bilimsel bakımdan iki kardeşten sadece biri böyle bir hassasiyet taşıyor olsa bile niçin bu Kâbil olmuştur? Üçüncü ve önemli bir olgu olarak, öykü metninden, bu ikisinin konuşmalarından, her birinin davranışından ve ayrıca öyküyü anlatan Kur’an’ın görüşünden, Hıristiyanlık, özellikle de Yahudilik metinlerinden, bunun yanında tefsirlerden, tarih kitaplarından ve İslamî rivayet ve hikayelerden -bu görüş oldukça önemli ve temel bir görüştür- Hâbil’in bir iyilik tipi Kâbil’in ise bir kötülük tipi olarak tanındığı anlaşılmaktadır. “Karakter”den değil, “tip”ten söz ediyorum. Örneğin, Kâbil’in sadece şehvetperestlik ya da maddecilik hasleti taşıdığını, Hâbil’inse sadece dinî ya da duygusal bir özelliği olduğunu söylemiyorum, hayır. Biri, kötü bir insanın, ötekiyse iyi bir insanın tezahürüdür. Bu yüzden ben, Hâbil’in “sağlıklı fıtrî bir insan” olduğu ve toplumsal düzenin, düzensiz ve insanlık dışı çalışma ve iktisat hayatının onu “aline” etmediği, bozmadığı, kirletmediği, saptırmadığı, kusurlu ve eğri hale getirmediği ve Marcuse’nin söyleyişiyle “kırılmış”, düğümlü ve kirli ürünler elde etmediği sonucuna vardım. Bu yüzden, babasını seven, kardeşine şefkat duyan, Allah’a iman besleyen, hakka boyun eğen, saygılı ve takvalı bir adam olmasının ve kardeşinin tersine, cinsel eğilim için onca coşku ve şevkle yanıp tutuşmamasının yanı sıra Hâbil, güzellik karşısında da tepkisiz ve duygusuz olamamıştır. Çünkü Kâbil’den kaynaklanan bunca kötülükler ve sıkıntılar boyunca, hatta Kâbil’in kendisini ölümle tehdit etmesine karşın, bir kez olsun, zahitçe bir tavırla “Gel ağabey, biz hayrından vazgeçtik, önemi yok. O çirkin bacıyı al da başına çal.” dememiştir. Hâbil bir insandır. “Adem’in Oğlu’dur; ne bir eksik, ne fazla. Bu öyküyü nakleden bütün metinler de onu böyle betimlemek istemişlerdir. Bence bu, şu nedenle olmuştur: Çelişki ve ayrılık bulunmayan bir toplumda yaşıyordu; işi de bağımsız bir işti. Ne raiyet sahibiydi, ne de şehriyarın kölesiydi. [4] Sadece insandı o. Herkesin, hayatın bütün nimetlerinden, toplumun bütün maddi ve manevi olanaklarından eşit ve ortaklaşa olarak yararlandıkları ve hep birlikte [ki birbirleriyle kardeş de olacaktır] sağlıklı, güzel, şefkatli, temiz, saf, dost ve iyi ruhun yetiştiği bir toplumdur Hâbil’in toplumu.
Kâbil, öz olarak kötü değildir. Onun özü, Hâbil’in özüdür. Hiç kimse, kötü özlü değildir. Hepsinin özü, Adem’in özüdür. İnsan karşıtı toplumsal bir düzende, sınıfsal bir toplumda, köleliği ve efendiliği geliştiren bireysel mülkiyet rejiminde, insanları ya kurt, ya tilki, ya da kuzu haline getiren bir rejimde ve bu düşmanlık, rekabet, taş yüreklilik, paraya kulluk, aşağılık, açlık, oburluk, esaret, kayıtsızlık, güç, para ve aldatmaca sahnesinde yaşam felsefesi, yağma, çıkarcılık, tutsak etmek, sultacılık ve yemek üzerine kuruludur. Söyleşmek, sövgüden, yalandan ve yağcılıktan ibarettir. Yaşamak, zalimlik, zulme boyun eğmek, bencillik, aristokrasi, yığıcılık [stokçuluk], boynu kalınlık ve kendini süslemeye düşkünlüktür. Toplumsal ve insanî ilişkiyse, vurmak, yemek, emmek, emilmektir. İnsanlık felsefesi de, olabildiğince lezzet, olabildiğince servet, olabildiğince şehvet ve olabildiğince güçlenmektir. Her şey, döner dolaşır, kendine tapınmaya geri gelir; her şeyin ve herkesin “ego” için, aşağılık kaba ve haris ego için kurban edilmesine çıkar bütün yollar.
O zaman, iyi, temiz ve “şefkatli” Hâbil’in kardeşi, Adem’in öz oğlu olan Kâbil, cinsel eğilimi [çok fazla güçlü ve delilik derecesinde bir aşk olmayıp, tersine geçici bir heves olmakla birlikte] uğruna rahatlıkla yalan söyleyen, rahatlıkla hıyanet eden, vicdanı sızlamadan imanını batağa sürükleyen, hepsinden daha rahat bir biçimde kardeşinin başını koparan bir varlık durumuna gelir. Bu işler, ondaki cinsel eğilimin her şeyden kuvvetli olmasından değil [Bay Freud!], tersine daha basit olarak, ondaki insanî erdemlerin oldukça güçsüzleşmesinden, güçsüz bir hevesten daha güçsüz duruma gelmesinden kaynaklanmaktadır. Sizin sözleriniz Bay Freud, eğer doru olsaydı ve ondaki cinsel etken ona her işi yaptıracak kadar -ki yaptı!- güçlü olsaydı, kurban sunulan yere kızıl tüylü en değerli deveyi götüren Hâbil değil, o olurdu! Freud’un dediği doğru olsaydı, babasının önerisini duyunca, ovaya koşup bütün harmanlarını ateşe veriyorken görmeliydik Kâbil’i.
Oysa onun, elinden kaçırdığı aşkını elde etme yolunda Allah’ın rızasını kazanmak için Allah’ın huzuruna bir demet buğday getirdiğini, hem de öyle insafsızca ki solup sararmış bir buğday demeti getirdiğini gördünüz!
Olayı bu denli ayrıntılı anlatmamın nedeni şuydu: Birincisi, öykünün ahlakî bir öğüt oluşunu olumsuzlamak, olayın bundan daha ciddi boyutları bulunduğunu ortaya koymak amacındaydım. İkincisi ise bu öykünün iki kardeş arasında geçen bir davâ olmadığını, zaman sürecinde iki kanattan, iki tarih hikâyesinden, parçalanmış insanlık serüveninden ve hâlâ bitmemiş olan bir savaşın başlangıcından söz ettiğini anlatmak istiyorum.
Hâbil kanadı, güçten düşürülmüş mahkûm kanattır; yani insan toplumlarına egemen mülkiyet düzeni olan Kâbil düzeninin esiri ve tarihin öldürülmüş kesimi durumundaki halktır. Bu savaş, Kâbil’in bayrağının nesilden nesile egemen sınıfların ve Hâbil’in kanının diyet ve çağrısının da nesilden nesile mirasçılarının -adalet, özgürlük ve gerçek iman yolunda savaşım veren mahkûm halkın- eline geçtiği tarihin bitmeyen savaşıdır. Bu savaş, bütün dönemlerde, her çağda bir başka biçimde sürüp gitmektedir. Kâbil kanadının da silahı dindir, Hâbil kanadının da.
Bu yüzden, dinin dine karşı savaşı da tarihî bir savaştır. Toplumsal şirki, sınıfsal farklılaşmayı yaymaya çalışan şirk diniyle, sınıfsal ve sosyal birliği yaymaya çalışan tevhid dininin savaşıdır bu. Hâbil ile Kâbil, şirkle tevhid, sınıfsal ve sosyal parçalanmayla adalet ve insânî vahdet, aldatmaca, uyuşturma ve mevcut durumu iyi gösterme diniyle bilinç, hareket ve devrim dini arasındaki bu tarihî savaş, âhir zaman dek hep sürecektir. Kâbil ölecek, Hâbilci düzen yeniden gerçekleşecektir o zaman. Bu zorunlu devrim, Kâbil tarihinin sonudur. Böylece, dünya düzeyinde eşitlik gerçekleşir; sonunda tevhid ve insanî kardeşlik istikrar kazanmayı başarır. İstikrar, adalet demek olup, tarih zorunlu olarak oraya varacaktır. Evrensel bir devrim, tarihsel ve sınıfsal bir öç alma biçiminde adalet, kesin olarak insan yaşayışının her yanına yayılacak ve Allah’ın şu müjdesi yetişecektir: “Yeryüzünde çaresizlik ve güçsüzlüğe düşmüş kimseleri insanların önderleri ve yeryüzünün varisleri kılmak istedik.”
Bu Hâbil ve Kâbil savaşıyla başlayan ve bütün insan toplumlarında, egemen düzen ile mahkum kesim arasında süregelen diyalektik karşıtlık esasınca gerçekleşecek olan geleceğin zorunlu devrimidir. Tarihin zorunlu yazgısı, adaletin “kıst”ın ve gerçeğin zaferi olacaktır. [5]
Her dönemde, her birey, aralarında sürekli savaş bulunan bütün -tarih boyunca- bu iki kanatta yerlerini belirleme ve seyirci kalmama sorumluluğunu taşımaktadır. Bu yüzden tarihin belirleyiciliğine inanırken, tarihin zorunluluğu içerisinde bireysel özgürlüğe ve bireyin insanî sorumluluğuna da inanıyorum; birbirine aykırı bulmuyorum bu ikisini. Çünkü tarih, bilimsel bir küllî cebir esasınca hareket halindedir; tıpkı doğa gibi. Ama “ben”, bir insan bireyi olarak, seçmeliyim, tarih çizgisinde hareket etmeliyim; tarihin belirleyiciliğinin bilim gücüyle hızlandırmalı ve ilerlemeliyim ya da bilgisizlik, bencillik ve sınıfsal çıkarcılıkla onun karşısında durmalı ve ezilmeliyim
NOTLAR
[1] Burada soydan değil, tip ve düzenden söz edildiğini anımsatırım.
[2]Müminlerden kimileri, insanlığın haramzadelikten kurtarmak amacıyla Hâbil ve Kâbil’in nikahlarını şer’î kılmak için yeni çözüm yolları yaratmışlardır, ama ne yazık ki artık geç olmuş, iş işten geçmiştir! Fakat her ne olursa olsun, bu müminlerin hassasiyetleri, bu büyük ve hayati güçlüğü çözmede gösterdikleri çabalar ve insanlığın ve özellikle de Müslüman toplumun derdini paylaşmaları ve onlara karşı sorumluluk duymaları takdir edilecek bir tutumdur.
[3]Yani örneğin, her ikisi kardeştir ama birinin sözgelimi Kum’da, ötekinin de Paris’te okumuş, birinin “Feza” ve “Mekteb-i İslâm” dergilerini, ötekininse “Zen-i Rûz” [Günün Kadını] ve “İn Hefte” [Bu hafta] [Akşamcının yayın organı] dergilerini izlemiş olduğu ya da kalıtsal bakımdan, örneğin Kâbil’in büyükannesinin “seyyide” olduğunu söyleyemeyiz!
[4]Şair Sa’dî’nin şu dörtlügüne gönderme var [Çev.]:
"Ben ne deveye binerim
Ne eşek olup yük altina girerim
Ne raiyetim vardır benim
Ne şehriyara köleyim."
[5]Adalet, hak isteme ve insanların haklarını korumsa anlamında olup gruplar ve bireyler arasındaki bireysel ve hukukî ilişkilerle sınırlıdır. Kıst ise, herkesin çalıştığı iş ve sahip olduğu hak ölçüsünde, kanun bunu ister tanısın, ister tanımasın, herkesin payı arasındaki eşitlik anlamındadır. Adalet, yargı kurumuyla, kıst ise toplumsal alt yapı ile ilgilidir. Adaleti sağlamak için yargı kurumunu ıslah etmek, kıst için ise iktisadî düzeni üst yapıda değil, alt yapıda değiştirmek gerekir.
__________________
HAKİKATİ NERDE BULURSAN AL.. |
Yukarı dön |
|
|
ebuzer
Uzman Uye
Katılma Tarihi: 18 mart 2006
Yer: Fiji
Gönderilenler: 244 |
Gönderen: 01 nisan 2006 Saat 22:00 | Kayıtlı IP |
|
|
selam abdullah kardeş
kanatimce!!!. bu sorulara cevap bulduğumuz takdirde ,Kuran ı anlamaya çalışırken ,yepyeni bir bakış açısı yakalarız.Zira şuanda kitapla ilgili pekçok konuda farkında olmadan,doğru veya yanlış saptamalarda bulunuyoruz.Genellikle muğlak kalıyor.yani bize yazık oluyor.Kurani bir tarih persipektifimiz olmadan asla düzgün yürüyemiyeceğiz gibime geliyor..ZANNIMCA!!!
selam ile
__________________
HAKİKATİ NERDE BULURSAN AL.. |
Yukarı dön |
|
|
vela
Newbie
Katılma Tarihi: 24 nisan 2006
Gönderilenler: 10 |
Gönderen: 20 temmuz 2006 Saat 14:58 | Kayıtlı IP |
|
|
18/9. Yoksa sen Mağara ve Kitap ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi zannettin?
18/10. Birkaç genç mağaraya sığınmış: "Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl" demişlerdi.
18/11-12. Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk; sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık.*
18/13-15. Onların olayını sana Biz gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rablerine inanmış birkaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalblerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle demişlerdi: "Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, O'nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz, Allah'ı bırakıp O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir?"
18/16. Onlara: "Siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin" denildi.
18/17. Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, sol tarafından onlara dokunmadan battığını, onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allah'ın mucizelerindendir; Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa artık ona, doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın.*
18/18. Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürürdük. kufuryokleri dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görsen, için korkuyla dolar, geri dönüp kaçardın.
18/19. Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık. İçlerinden biri: "Ne kadar kaldınız?" dedi. "Bir gün veya daha az bir müddet kaldık" dediler. "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın" dediler.
18/20. "Zira onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler ve bu takdirde asla kurtulamazsınız."
18/21. Böylece, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilemeyeceğini bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladık. Nitekim halk, bunların hakkında çekişip duruyor: "Onların mağaralarının çevresine bir bina kurun" diyorlardı. Oysa, Rableri onları çok iyi bilir. Tartışmayı kazananlar: "Onların mağaralarının çevresinde mutlaka bir mescid kuracağız" dediler.
18/22. Karanlığa taş atar gibi, "Mağara ehli üçtür, dördüncüleri kufuryokleridir" derler, yahut, "Beştir, altıncıları kufuryokleridir" derler, yahut "Yedidir, sekizincileri kufuryokleridir" derler. De ki: "Onların sayısını en iyi bilen Rabbim'dir. Onları pek az kimseden başkası bilmez." Bunun için, onlar hakkında, bu kısaca anlatılanın dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma.*
18/23-4. Herhangi bir şey için, Allah'ın dilemesi dışında: "Ben yarın onu yapacağım" deme. Unuttuğun zaman Rabbini an ve şöyle de: "Umulur ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir."
18/25. Onlar mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar.
18/26. De ki: "Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O, ne mükemmel görendir! O ne mükemmel işitendir! İnsanların O'ndan başka dostu yoktur. O, hiç kimseyi hükümranlığa ortak kılmaz."
18/27. Rabbinin Kitap'ından sana vahyolunanı oku; O'nun sözlerini değiştirecek yoktur. O'ndan başka bir sığınılacak da bulamazsın.
Kuranda vurgu yapılan tarih(gün ay yıl) değildir. olayın iç nedenleridir. tarihi bilinç bizi tarihe götürmeyecektir. yaşanılan yaşanılmıştır. önemli olan 'ZAN' dan ki bize faide vermeyen şeylerden olabildiğince uzak durmak gerekir diye düşünüyorum. ve bu kıssada bizi daha da aydınlatacaktır.
Tarih se merak konusu bende sorayım size?
bahçe sahipleri hangi yılda yaşamışlardır? bahçeleri kaç metre karedir?
bize verilen mesaj tarih bilgileri değildir. olayıların iç nedenleri ve bundan çıkarılacak dersler ve bunları hayatımıza duruşumuza etki etmesidir.
18/17 AYETE BAKACAK OLURSAK ÖNEMLİ BİR VURGU VAR? DİKKATLE TEFEKKÜR EDİLMESİ GEREKEN BİR AYET. ÇÜNKÜ BİZ ORADA DEĞİLDİK. TABİKİ ALLAH IN RASULÜ DE....
Onlara Kur’an okunduğu zaman secde etmiyorlar.84/21
DİKKATLİ OLALIM KIRMIZI IŞIKLARDA DURALIM DÜŞÜNELİM. YEŞİL IŞIĞA AZ KALDI
SELAMLAR
.
www.cemvakfi.org.tr/.../kurandaki-bazi-kavramlarin-tarihsel-kokenleri/
Kuran'daki Bazı Kavramla
.
Kuran’daki Bazı Kavramların Tarihsel Kökenleri
İSLAM KAYNAKLARINA GÖRE HZ. İBRAHİM (A.S.)
Hz. İbrahim (as) M.Ö. 2000′li yılların başlarında yaşamış, üç göksel dinin ve bu dinlerin peygamberlerinin atası olarak kabul edilen peygamberdir. Doğduğu ve yaşadığı yerler hakkında üç dinin kitaplarında ve bilginlerin verdiği bilgilerde farklılıklar vardır. İslâmi kaynaklara göre Hz. İbrahim, Harran’da dünyaya gelmiş, sonra babası ile Babil’e gitmiştir. Harran, bilindiği gibi günümüzdeki Şanlıurfa ili sınırları içindedir.
Puta tapanlar arasında yaşamış olmasına rağmen hiçbir puta tapmadığı ve tek bir ilâhî gücün varlığına inanıyordu. Kur’an-ı Kerim’de adı en çok geçen peygamberdir. Putları nasıl kırdığı ve bu nedenle putlara tapanlarca ateşe atılmasına rağmen yanmadığı anlatılır. Hz. İbrahim, ateşe atılma olayından sonra putlara tapanlar ve onların başı olan Nemrut’un bulunduğu bölgeden ayrılır, eşi Sara ( Sarai), yeğeni Lût ve diğer adamlarıyla birlikte, önce Harran’a, ardından Ürdün ve Mısır’a gider, daha sonra da Filistin’e geçer.
Hz. İbrahim, ilerlemiş yaşına rağmen çocuğu olmayınca, Allah’a (cc) yalvarır, sâlih bir çocuk ister. Bir oğlu dünyaya gelir, sonra onun kurban edilmesi gerektiği bildirilir. Bunun bir sınama olduğu söylenir. Allah’a (cc) inanıyorsa oğlunu kurban edecektir. İsmail’i kurban etmeye hazırlanır. Sınamayı başarmıştır. Kurban edeceği oğlu yerine gönderilen koçu kurban eder. Ayrıca, bütün insanlar tarafından ebediyen anılmak üzere mükâfatlandırılır.
Kur’an-ı Kerim’de, Hz. İbrahim’in hayatından kesitler anlatılmış olmasına rağmen ölümü hakkında bilgi yoktur. İslâm âlimlerinin yazdığı kitaplarda belirtildiğine göre ölüm meleği, çok yaşlı bir kişi görünümünde geldiğinde, Hz. İbrahim ona yemek ikram eder. Meleğin, yemek yemeğe gücü yoktur. Hz. İbrahim O’na yaşını sorar. Kendisinden iki yaş büyük olduğunu öğrenir. Bunun üzerine O’nun durumuna düşmemek için Allah’tan canını almasını ister. Bu isteği kabul edilir. Ebedîyete göçtüğünde, kimi kaynaklara göre 175, kimilerine göre 200 yaşındadır.
Kur’an-ı Kerim’e göre Hz. İbrahim, Hz. Nuh’un soyundandır. İnananların babası ve Allah (c.c.) dostudur. O’nun emirlerine uymuştur. Oğlu ile birlikte Kâbe’yi inşa etmesi, kendisinin Müslüman olduğunun delili olarak kabul edilir. Çünkü Musevilikte ve Hıristiyanlıkta Kâbe kavramı yoktur.(1)
Halbuki Brahmani ( Brahimi ) inancında Brahman tapınaklarının ancak ve ancak Brahmanlar ( din adamları) tarafından inşa etmeleri ön şartı olduğu görülüyor. Kabe’nin Hz. İbrahim ve Hz. İsmail tarafından yapılması bu bağlamda ilginç bir benzerlik göstermiyor mu?
Hz. İbrahim ( Abraham), Hiram – Brahma kimdir?
Hintlilerin en kutsal bölgesinde bir çok kentin adı gaon ekiyle biter. İbranice’de gaon “dahi, din alimi” anlamına gelir. Ayrıca bu bölgede Yadava asillerin favori yeri Naşik vardı. İbranice’de Naşik “Asil Prens” anlamına gelir. Ayrıca Satana’ya yakın Kandeş (Kardeşi Habil’i öldüren Adem’in oğlu Kabil/ Kenan/Kain, Kenan Ülkesi) bulunmaktadır. Ayrıca Kodeş bölgesi de bulunur. kod ve kad “ilk”, “başlangıç” veya “Tanrı” anlamına gelen Sanskritçe kelimelerdir. İbranice’de kadeş Yahudi takviminde ayın ilk günüdür.
Dikkat ederseniz bütün bu isimler her iki dilde de benzeri anlam ve dini anlam taşımaktadırlar. Okurların bu konuyu özenle irdelemesini öneriyorum.
Hz. İbrahim, Tevrat’ta İbranice adı Avram daha sonra Abraham olarak anılır. Hz. Nuhun üç oğlu vardı, bunlar: Sam, Ham ve Yafet’tir. Hz. İbrahim Sam soyundandır yani Sami ırktandır. Babası Tarah’tır (Azer olarak da bilinir, İbranicesi Terah), kardeşi Haran ( Urfa Harran’ı anımsayalım) ve oğulları İsmail ve İsak’tır. Tevrat’ta göre Sara’nın oğlu İsak’ın ikiz oğullarından Yakub sonrada İsrail adını alır ve on iki oğullu İsrailoğullarının on iki kavmini oluşturur. Bunlardan onu ortadan kaybolur (günümüzdeki Yahudileri kendilerinin kalan iki kavmin torunları addederler), ancak son günlerde on iki kavim tekrar bir araya gelecek diye bir kehanet vardır. Hz. İbrahim’in Hacer’den (İbranicesi Hagar) oğlu Sara’nın kıskançlığı yüzünden Hacer ve İsmail Mekke’ye yerleşir ve Arapların soyunun ondan geldiği kabul edilir. Aşağıdaki bilgiler oldukça şaşırtıcı bilgilerdir, ama bunları doğrulayacak başka araştırmalar da var. Anlaşılan hemen, hemen bütün dinlerin ortak bir kaynağı var.
Yahudiler Tarihi ” Kitabında, Yahudi tarihçi ve ilahiyatçı Flavius Josephus (M.S. 37 – 100), Yunan filozof Aristo’nun “..bu Yahudiler Hint Filozoflardan gelmedirler, Hintliler onlara Kalani derler.”
Soli’li Clearchus şöyle yazmıştır: “Yahudiler menşei Hint Filozoflardır. Filozoflara Hindistan’da Kalanilar ve Suriye’de Yahudiler denilir. Başkentlerin adı çok zor telaffuz edilir, ona “Jerusalem” (Küdüs) denilir.
Godfrey Higgins “Anacalysis” kitabında (Cilt I, sayfa 400) şöyle yazar. (3)
“Seleucus Nicator tarafından İsa’dan üç yüz yıl önce Hindistan’a gönderilen ve yazdıkları gün geçtikçe doğrulanan Megasthenes şöyle diyor: Yahudiler Kalani adında bir Hint kavim veya mezhepti…”
Martin Haug, Ph.D., “The Sacred Language, Writings, and Religions of the Parsis”, (Zerdüşt/Mecüsi; “Farsilerin Kutsal Dil, Yazı ve Dinleri”- sayfa 16) kitabında şöyle yazar: (4)
“Magiler (Zerdüşt ve Mazda rahipleri) dini kitaplarını gökten indirdiği inanılan Abraham’a (Hz. İbrahim) atfederler.”
Çok ilginçtir ki Hindu tanrı Brahma ve eşi Saraisvati ve Yahudi Abraham (Avram) ve eşi Sarai arasında tesadüfün ötesinde bazı dikkat edici benzerlikleri vardır. Bütün Hindistan’da Brahma inancına ait sadece bir mabet olmasına karşın bu inanç yelpazesi Hindistan’ın üçüncü en büyüğüdür, hatta ana kaynağıdır diyebiliriz. Kendi inançlarına Brahimi derler. Hz. İbrahim a.s. inacına da İbrahimi denmesi ne büyük benzerliltir?
Ayrıca Sur Kralı Hiram ile Hz. Süleyman’nın mabedini yapan Hiram ustayıda dikkate almak gerkmez mi?
(Not; Yahudi inancında İbrahim’in kurban etmeye götürdüğü oğlu İsmail değil İshak’tır.)
İSRA SURESİ VE AKLA GELEN SORULAR
“ Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Ayet 1: Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren O (Allah C.C.) yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir. …”
Mescid-i Aksa
Mescid-i Aksa;, kutsal sayılan mekânlardan biri. Ömer’in halifeliği döneminde küçük bir mescit olarak ortaya çıkan yapı, Emeviler döneminde büyütülmüş ve genişletilmiş. 705 yılında ise tamamlanmıştır. Bununla birlikte daha sonra çeşitli sebeplerden dolayı birkaç kez yıkılan mescit baştan inşa edilmiştir. Bugünkü yapı, mescit 1033 yılında bir deprem sebebiyle yıkılınca Fatimiler tarafından yaptırılan yapıdır; yine de yapıya yüzyıllar boyu farklı hükümdarların altında birçok eklemeler ve değişiklikler yapılmıştır. Kur’an’da geçen isra olayının burada olduğuna inanılır. Diğer adı Harem-üş-şerif’dir (Al-Haram al-Qudsi al-Sharif).
Mescid-i Aksa, Kudüs şehrinde bulunan Müslümanların ilk kıblesidir. Türkçede “En Uzaktaki Mescit” anlamına gelir. “Beyt-i Makdis” veya “Beyt-i Mukaddes” adı da verilir.
Yapımına Hz. Davud tarafından başlatıldığı ve oğlu Hz. Süleyman tarafından tamamlandığı rivayet edilir. Mescid-i Haram’dan sonra yapılan en eski ikinci mescittir. Her ikisi de Yahudilerce kral kabul edilen Hz. Davud (King David), Hz. Süleyman (King Solomon) inşa ettikleri ise her ne hikmetse İslam mescidi oluyor. Bu çok ilginç bir montaj ve yorumdur.
Kur’an’a göre, Hz. Muhammed (a.s) Recep ayının 27. gecesinde önce Mescid-i Harâm’dan alınarak Mescid-i Aksa’ya Burak ile götürüldü (İsrâ Suresi).
• Altın kubbeli olan ve Mescidüs Sahra olarak da anılan Kubbetüs Sahra ile karıştırılmamalıdır.
• Gayrimüslimlerin Mescid-i Aksa’ya adım atmaları yasaktır.
Mescid-i Haram
Mescid-i Haram; Kâbe’nin de içinde bulunduğu alanı çevreleyen büyük mescide Mescid-i Haram denilmektedir. Hürmetli Mescid anlamına gelen bu ifade Kur’an’da 16 ayette ismi geçmektedir.
Mescid-i Haram’ın ortasında bulunan Kâbe’nin doğu köşesine işaret taşı olarak farklı renk ve özelliğe sahip olan siyah taş anlamına gelen Hacer-ül Esved yerleştirilmiş ve gümüş bir çerçeveyle çevrilmiştir. Bu taşın Hz. İbrahim’den günümüze kadar gelen bir hatıra olduğu kabul edilir. Bu nedenle de tüm Müslümanlar için çok değerlidir.
Kâbe, İbrahim ve İsmail’den sonra birçok değişikliklere maruz kalmıştır. Çeşitli dönemlerde kısmen ya da bütünüyle yeniden inşa edilmiş ve günümüzdeki haline ulaşmıştır. Şu anda Kâbe, Mescid-i Haram ile birlikte toplam 361.000 metrekarelik bir alanı kapsamaktadır.
MİRAC
Miraç’ta anlatılan Hz. Muhammed’in (a.s) Cebrail (a.s) ile birlikte dolaştığı 7 gök katı şöyle anlatılır.
”Dünya semasına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.
” Gelen kim?” denildi.
” Cibril!” dedi. (…)
Derken kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hz. Adem’i a.s. gördüm.(I)
-
Sonra Hz. Cebrail a.s. beni yükseltti ve ikinci semaya geldik. Kapıyı çaldı.
(…) Hz. Cebrail:
” Bunlar Hz. Yahya ve Hz. İsa’dır a.s, onlara selam ver!” dedi. (II)
-
Sonra Cebrail a.s. beni üçüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı.
Kapı bize açıldı. İçeri girince Hz. Yusuf’la a.s. karşılaştık. (III)
-
Sonra Cebrail a.s. beni dördüncü semaya çıkardı. Kapıyı çaldı.
Kapı açıldı. İçeri girdiğimizde, Hz. İdris a.s. ile karsılaştık. (IV)
-
Sonra Hz. Cebrail a.s. beni yükseltti. Besinci semaya geldik. Kapıyı çaldı.
İçeri girince, Harun a.s. ile karsılaştık. (V)
-
Sonra Cebrail a.s. beni yükseltti ve altıncı semaya geldik. Kapıyı çaldı.
Hz. Musa a.s. ile karsılaştık. (VI)
-
Sonra Sidretü’l-Münteha’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi. Cebrail a.s. bana:
” İşte bu Sidretü’l-Müntehâ’dır!” dedi.(VII)
(…)
Sonra bana, her günde elli vakit olmak üzere namaz farz kılındı, oradan geri döndüm. “ (5)
İslami kaynaklara göre Mirac sürecinde namaz farz kılınmıştır. Bunun belli bir anlatımı var ama burada ona değinmeyeceğim.
NAMAZIN TARİHSEL KÖKENİ
İslam’ın en önemli kavramlarından biri de ‘namaz’dır.
Dilimize Farsçadan geçmiştir.
Namaz’ın kökeni ise, İslam’a ait birçok kavram gibi farklı bir kültüre aittir. Hindular, bedenlerinde akan güneş enerjisini canlandırma amacıyla ‘Surya Namaskara’ tekniğini kullanırlar. Bu teknik, Hindu dini gibi çok eski zaman dilimlerinde dahi görülmektedir. Hinduizm’in ortaya çıkış tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte Hinduizme dair M.Ö. 3000li yıllara ait çeşitli kalıntıların varlığı ise bilinmektedir.
Bu bilgilere göre de dini ritüel olarak ‘namaz’ kavramının, Pers ( İran) toplumuna Hintlilerden geçtiğini söylemek, herhalde yanlış olmaz.
Sanskritçe ‘Surya’ Güneş, ‘Namaskara’ ise selamlama, bağlantı demektir. Surya Namaskara ise, Güneşle bağlantı anlamına gelir.
Hareketleri günümüz Sünni İslam inanç ritüeli ‘namaz’ hareketleri ile birebir olmasa da, çok benzerdir.
Zaten bir kültürden, diğer kültüre geçen her hangi bir ayin mutlaka bir şekilde deforme edilecektir. Bu durumun da unutulmaması gerekir.
İslam öncesi Arap toplumunun da namaz kıldığı bilinmektedir. Kökeninin ise Brahmanlardan geldiğini Hz. İbrahim’le a.s. ( Avram, Abraham, Brahma) olduğu genel kabul görür.
İslam dini ile bağlantılı olarak verebileceğimiz en önemli örnek Kuran’dır. Kuran’da eski Arap toplumunun namaz kıldığı yazılıdır.
Enfal–35. “Ve ma kane salatühüm ındel beyti illa mükaev ve tasdiyeh fe zukul azabe bi ma küntüm tekfürun.”
Meali; ‘Onların Kâbe’deki namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Küfrünüzden dolayı azabı tadın!’
Arapça salât = namaz
Puta tapanların da günde 5 vakit namaz kıldığı biliniyor.
Bu namazlar sırayla;
Şaharit salât -sabah namazı
Musaf salât – öğle namazı
Minha salât – ikindi namazı
Neilat Şerarim salât – akşamüstü namazı
Maarib salât – akşam namazı (1)
Kuran’da 3 vakit namaz kılınması gerektiği belirtiliyor.
Günümüzde ise bu sayı Emevi dönemi uygulamalarıyla 5 vakte çıkmıştır.
Bu durum da, eski putperestlerin kıldığı namaz vaktine geri dönüldüğüne delil olabilir mi?
Aynı şekilde abdest de putperestlerde vardı. Bir Yahudi mezhebi olana Esenniler ( Hz. Meryem’inde ait olduğu mezheb) cünüp olunca boy abdesti alırlardı. (2)
Ayrıca ‘namaz’ ritüelinin isminin Arapçada Salât, Türkçemize ise kökenine daha yakın bir isim olarak (Namaskara) ‘namaz’ diye geçmesi, benim aklıma bazı sorular getiriyor. Türk kavimlerin, İslamiyetle tanışmadan ve kabul etmeden önce de namaz kavramıyla Farslar vasıtasıyla tanıştıkları ve bugünkü haliyle kullanmaya devam ettikleri de varsayılır. İslamiyeti kabul ettikten sonra ise ritüele devam etmekle beraber ismine her hangi bir değişiklik yapmadığını akla gelebilir.
YEDİ GÖK KAVRAMI
Şimdi 7 kat gök mevzusuna bir el atalım. Çünkü bazı Müslümanlar, 7 kat gök kavramını bir mucize olarak da yorumluyorlar. Bu 7 kat göğün atmosferin katları olduğunu savunuyorlar. Bu konunun tarihte nasıl yer aldığını ve aslında mucize olmaktan çok, İslam dinini nasıl yorumlandığına hep birlikte bir göz atalım.
Öncelikle 7 kat göğün, atmosferin katmanları olmadığını görmemiz gerekiyor.
Bunun için de ilk önce Kuran’ı incelememiz gerekir.
”2/29- O ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi, onları yedi gök olarak düzenledi. O, her şeyi bilir.”
”41/12- Böylece Allah onları iki günde yedi gök olmak üzere yerine koydu. Her göğe kendi işini bildirdi. Biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve koruduk. İşte bu çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.”
”67/5- And olsun biz, en yakın göğü kandillerle donattık ve onları, şeytanlar için taşlamalar yaptık. Ve onlar için alevli ateş azabını hazırladık.”
”37/6- Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir ziynetle, yıldızlarla süsledik.”
Yukarıdaki ayetleri incelediğimizde, kandillerin en yakın gökte olduğunu görüyoruz. Kandiller diye tanımlanan gök cisimleri ise yıldızlardır.
Yıldızlar atmosfer içinde olmadığı için, Müslümanların mucize olarak tanımladığı bu ayetler yeniden akıl süzgecinden geçirmek gerekir. Ayrıca atmosfer 7 kat değildir. Sıcaklığına göre X kat, kirlilik oranına göre Y kat, oksijen oranına göre Z kat olarak ayırmak yanlış olmaz.
Şimdi gelelim, Kuran’ın dünya tasvirine ve 7 kat göğün mitoloji de ne anlama geldiğine;
Aşağıdaki resim Yunanlı Anaximander’in uzayıdır ve aynı zamanda Kuran’ın uzayıdır.
Anaximender M.Ö.550 yılında yaşamıştır.
Anaximander’e göre, dünya basık bir silindir şeklinde, uzayın ortasında boşlukta duruyor, güneş ve ay ve yıldızlar etrafında dönüyor. Yıldızlar da güneş ve aydan yakın.
Yıldızlar yakın gökte asılı kandiller, onlardan uzakta kendi dairelerinde dolaşan ay ve güneş.
Kuran’ın anlatımına göre dünya düzdür.
Ayetlerin birinde, Zülkareyn’in “güneşin battığı yere gittiği”, sonra da “doğduğu yere gittiği” yazar. Ancak Dünyayı düz sanan biri güneşin battığı yere sonra da doğduğu yere gider. Kuranda hatta Güneşin kirli bir suya battığı yazar.
Ayrıca Kuran yıldızların, güneşin ve ayın tavanda asılı duran ve ışık saçan objeler olarak tanımlıyor. Ayı bir nur, Güneşi de bir lamba olarak yaratıldığını söylüyor. Yani Kuran’a göre üstümüzde bir tavan vardır, bu objelerde tavandan sarkarlar.
”79/28- Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu.”
”50/6- Artık üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve süslemişiz, onun hiç bir çatlağı yoktur.”
”22/65- Görmedin mi ki, Allah bütün yerdekileri ve emriyle denizlerde akıp giden gemileri hep sizin buyruğunuz altına verdi. Göğü de izni olmaksızın yere düşmekten o (koruyup havada) tutuyor. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.”
Evet, üstümüzdeki gök (tavan’ı) yükseltmiştir ve bu tavanda hiçbir çatlak dahi yoktur. Kendisi bu tavanın düşmemesi için tutuyormuş.
Zamanın insanları fark ettiler ki, tüm gök cisimleri aynı düzlem (Kuran yorumlayanlara göre bu düzlem tavandır) üzerinde durmuyor. Kuran’daki ve diğer mitolojilerdeki 7 gök kavramının ortaya konuş amacı budur. Tüm gök cisimlerinin aynı düzlem üzerinde durmamasını ise şu şekilde anlamışlardır; Güneş ve ay tutulmalarında bir gök cismi, bir diğerinin arkasına veya önüne geçer. Bu şekilde tüm gök cisimlerinin farklı göklerde olduğunu savunmuşlardır.
7 gök kavramının mitolojideki yerine devam edelim. Bu işlediklerimiz şu ana kadar sadece ön bilgiydi.
Anaksimender’den sonra insanlar astronomide büyük ilerlemeler kaydettiler. Önce gezegenler fark yıldızların, çok kuvvetli teleskoplarla bakılmadıkça birbirlerine göre hareket ettikleri görülmez. Bir bütün olarak dünyanın etrafında dönüyor gibi gözükürler. Eskilerin, yıldızları gökyüzüne asılı sanmaları boşuna değildir. Gezegenler ise, hareket ettiklerinden fark edil(di)irler. Daha Platon zamanında çıplak gözle, gökte dolaşan 5 cisim daha görülebilmişti: Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn. Yıldızların Ay ve Güneşten daha uzakta olması gerektiği de düşünülmüştü; tabii bir şey bildiklerinden değil, onları göğün tavanına asılı sandıklarındandır.
Ptoleme’nin evreni (M.S. 150)
İnsanlar gökte hareket eden 7 cismi tanrısallaştırmışlar, her gün birine tapmışlardır. 7 günlük hafta buradan gelir. Her güne de tanrılarının ismini vermişlerdir.
1. Pazar – Sunday – Dimanche (GÜNEŞ)
2. Pazartesi – Monday – Lundi (AY)
3. Salı – Tuesday – Mardi (TWIA kuzey ülkelerinin SAVAŞ tanrısı, MARS Akdenizin SAVAŞ tanrısı)
4. Çarşamba – Wednesday – Mercredi (WODEN kuzey ülkelerinin tanrısı, MERKÜR Akdenizin tanrısı)
5. Perşembe – Thursday – Jeudi (THOR kuzey ülkelerinin yıldırım tanrısı, akdenizin ZEUS’U) – JUPİTER
6. Cuma – Friday – Vendredi (FRIA kuzey ülkelerinin güzellik/aşk tanrıçası, VENÜS Akdenizin güzellik/aşk tanrıçası)
7. Cumartesi – Saturday – Samedi (SATÜRN). (alıntıdır)
Yedi sayısının kutsallığının, eski Babillilerin gökte saptadıkları yedi yıldızdan doğduğu sanılır.
Yedi kat gök, yedi kat yer, haftanın yedi güne bölünmesi, dünyanın yedi günde yaratılması inançları bu temele dayanır. Araplarda Seba olarak geçen yedi sayısı, Arap inançlarına göre birçok bakımdan kutsaldır.
Evet, yedi katlı gök hangi milletin inanışında varmış, ona bir göz atalım…
Göktürklerde kozmolojik bir anlam kazanmış; 7 iklim, 7 yıl, 7 gün, 7 gök kısrağı ( gökkuşağı) gibi.
Sümer’de: 7 dağ aşmak, 7 kapı geçmek, 7 kat gök, 7 tanrısal ışık, 7 ağaç gibi.
Mısırda; 7 ilim, yedi kapı, 7 basamak, baştaki 7 delik, 7 göksel ırmak gibi.
Ural-Altay kavimlerinde gök katları 7 dir.
-
Bu 7 gezegen bilgisi Kuran’da olmadığı gibi ayrıca yıldız- gezegen ayrımı da yoktur.
Ama kulaktan dolma söylentilerle, göğün 7 kat olduğu, katlarda çeşitli peygamberlerin yaşadığı aktarılmıştır.
SONUÇ:
Sizce bütün yukarıda ki bilgileri neden yazmış olabilirim?
En başta Isra Suresi ( bir başka isimle Beni İsrail Suresi ) ilk ayetinde ki meale göre Hz. Muhammed (SAV.) surede adı geçen simgesel gece yolculuğunu ( Burak adındaki kanatlı binek ile – burada Pegasus’u da anımsayalım !) Mesci-i Haram ile Mescid-i Aksa arasında yapmıştır.
Ancak Mescid-i Aksa’nın ilk yapımına, Halife Ömer ( halifelik dönemi 634 – 644 ) tarafında küçük bir mescid olarak yapılmaya başlandığı ve 705 yılında tamamlandığı da ayrı bir tarihi gerçektir.
Kura’nı Kerim ise 610 – 632 yılları arasında 23 yılda nazil olmuştur.
Isra Suresi’nin 621 yılında nazil olması kuvvetle muhtemeldir.
O halde Isra Suresi nazil olurken, Mescid-i Aksa daha mevcut değildir.
Olmayan bir mescide yapılan ( simgesel yolculuk da olsa ) kolayca anlaşılır değildir.
Bilenler bu konuyu nasıl açıklar veya yorumlarlar?
Eğer Kudüs’ün daha önceleri (bir on yıl kadar) Müslümanların da kıblesi olması edeniyle bu simgesel yolculuk öyle adlandırılmış ise o başkadır.
Kudüs’ün kıble olması da Hz. Süleyman’ın Mabedi ( tapınağı ) ile ilintili olmasın?
Kim bilir belki de KUTSAL HAÇ KİLİSESİ ( Hz. İsa’nın vaftiz edildiği Hıristiyanlarca çok kutsal olan kilise ) ile ilgili de olabilir (mi)?
Sorular, sorular, sorular!
Kaynakçalar:
1) Ahmed Cevdet Paşa, Peygamberler Tarihi
2) Hayrullah Örs, Musa Ve Yahudilik, s.399–405; Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Asr-ı Saadette İslam; Şaban Kuzgun, Hz. İbrahim Ve Hanefilik, s.117; Epstein, Judaism, s.162
3) Godfrey Higgins “Anacalysis” kitabında (Cilt I, sayfa 400).
4) Martin Haug, Ph.D., “The Sacred Language, Writings, and Religions of the Parsis”, (Zerdüşt/Mecüsi; “Farsilerin Kutsal Dil, Yazı ve Dinleri”- sayfa 16)
5) İbn-i habib, Muhabber, s.319; Halebi
6) Mehmet Efe, Doktora tezi; Kur’an’da Ritüellerin Arka Planı
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslami Bilimler (tefsir)
Tez Danışmanı; Prof. Dr. Salih Akdemir
.
|
|