|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
http://www.ihya.org/kavram/kavramlar-ansiklopedisi/dt-844.html
Müctehidlerin Tabakaları
Müctehidlerin Tabakaları: Fıkıh usûlü bilginleri müctehidleri yedi tabakaya ayırırlar. ilk dört tabaka müctehid, diğerleri mukallid derecesindedir.
1) Şerîatte müctehid: Bunlara "mutlak veya müstakil müctehid" de denir. Bunlar hem müstakil usûl ve ictihad metodu ortaya koyan, hem de bunlara göre fer'î hükümler çıkaran müctehidlerdir. Sahâbe fakîhleri, Saîd b. el-Müseyyeb ve İbrahim en-Nehâî gibi Tâbiûn fakîhleri, Ca'fer es-Sâdık ve babası Muhammed el-Bâkır, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, Ahmed bin Hanbel, Evzâî, Leys b. Sa'd, Süfyan es-Sevrî ve diğerleri gibi pek çok müctehid bu tabakaya girer.
2) Müntesip mutlak müctehidler: Bunlar, eksiksiz olarak ictihad ehliyetine sahip, bazen usûl ve fürûda üstadlarına muhâlif olmakla birlikte genel olarak bir müstakil müctehidin ictihad usûlünü benimsemiş olan müctehidlerdir. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Züfer, Şâfiîlerden el-Müzenî, Mâlikîlerden Abdurrahman b. Kasım ve İbn Vehb bunlardandır.
3) Mezhepte müctehidler: Bunlar mensup oldukları mezhep imamına muhâlefet etmezler. Ancak onun hükme bağlamadığı meseleleri aynı usûl ve metodu kullanarak Kitap ve Sünnet delillerinden çıkarırlar. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, İsfereyânî ve Şîrâzî bunlar arasında sayılabilir.
4) Tercih yapan müctehidler: Rivâyet edilen görüşler arasında tercihlerde bulunan fakihlerdir. Bu tabaka ile önceki tabaka arasındaki fark çok azdır.
5) İstidlâl sahibi müctehidler: Bunlar, görüş ve rivâyetleri karşılaştırıp; "Şu görüş rivâyet bakımından daha sağlam ve delili yönünden daha kuvvetlidir", "Bu görüş kıyasa daha uygundur" gibi açıklamalar yapmışlardır. Aslında bu üç tabakayı "tahrîc ve tercih yapanlar" diye ikiye ayırmak mümkündür (Ebu Zehrâ, a.g.e, 396, 397).
6) Hâfızlar tabakası: Bunlar taklid derecesinde olup, öncekilerin tercihlerini bilmede hüccet sayılırlar. İbn Âbidin bunlar hakkında şöyle der: "Onlar en sağlam, sağlam ve zayıf, açık rivâyet, mezhebin zâhir görüşü ve nâdir rivâyet arasında seçme gücüne sahip kimselerdir. el-Kenz, ed-Dürrü'l-Muhtâr, el- Vikâye ve el-Mecma' gibi eserlerin müellifleri bu tabakaya dâhildir. Bunlar kitaplarında reddedilmiş veya zayıf rivâyetleri nakletmemişlerdir" (Ebû Zehrâ, a.g.e, 397, 398)
7) Mukallidler tabakası: Bunlar Kitabı anlayabilir, fakat görüş ve rivâyetler arasında tercih yapamazlar. İbn Âbidin şöyle der: "Onlar gece odun toplayıcısı gibi ellerine geçen her şeyi bir araya getirmişlerdir. Bunları taklid edenlere yazıklar olsun" (İbn Âbidin, Şerhu Risâleti Resmi'l-Müftî, İstanbul, t.y. s. 5).[1] [1] H. Döndüren, a.g.e., c. 4, s. 322-324.
http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/741-tabakatu-l-fukaha.html
Tabakatü'l-Fukaha
Dilerseniz terkibi ayrı kelimeler olarak ele alalım önce…
Tabakat kelimesi, tabaka kelimesinin cem’îsi/çoğuludur. Kelime olarak tabaka, sıra halinde üst üste konulmuş şeylerden her biri, kat, derece, zümre, sınıf, nesil, tek yapraktan ibâret kağıt gibi manaları için kullanılır. Fukaha da, fakîh’in cem’idir. Fakih ise kelime olarak zeki, anlayışlı anlamına olmakla birlikte ıstılahta, fıkıh ilminde âlim, üstad manasınadır. Tabakatü'l-fukaha da, fıkıh âlimlerinin mertebeleri-dereceleri-kısımları demektir.
Hal tercümesi kitabı olarak yazılan tabakat, aynı devirde yaşamış, aynı ilim dalıyla uğraşmış, aynı mezhep ve tarikatın üyesi olan kişilerin hayatları işlenmektedir. Bu çeşit tabakat kitapları, genellikle on veya yirmi yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Hadisçilerin hayatını anlatan kitaplara, "tabakatü'l-muhaddisin", fakihlerin hayatını anlatan kitaplara da, "tabakatü'l-fukaha", şairlerin hayatını anlatan kitaplara ise, "tabakatü's-şuara" ve mutasavvıfların hayatını anlatan kitaplara " tabakatü's-sûfiyye", kırâat alimlerinin hayatını anlatan kitaplara da, "tabakatü'l-kurra" denilir.
***
Tabakatü'l-Fukaha inde’l-Hanefiyye
Hanefilere göre fukahanın kısımları
Büyük âlim, Şeyhulislâm, Müftissekaleyn İbn-i Kemâl Paşa merhum ba'zı eserlerinde, müftînin fetvâ verirken her bakımdan basîretli, dikkatli olması için, kavli ile fetvâ verdiği âlimin, sâdece ismini ve nisbetini bilmekle iktifâ etmeyip, ilmdeki tabakasını, derecesini ve diğer hâllerini de bilmesi lâzımdır, dedikten sonra, fukahayı yedi tabakaya ayırmaktadır:
1- Müctehid-i Mutlak: Dinde ictihad sahibi olan
2- Mezhebde Müctehid
3- Mes'elelerde Müctehid
4- Tahric Erbabı
5- Tercih Erbabı
6- Temyiz Erbabı
7- Sırf Mukallid
1- Müctehid-i Mutlak: Hem usûlde ve hem furu'da başka bir müctehidi asla taklid etmeyip mutlak olarak ictihad sahibi olan müctehiddir. Dört mezhebin sahibleri olan İmam-ı A'zam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed bin Hanbel (rahımehumullah) gibi zevat-ı kiram. Bunlar usûl ve kaideleri hazırlayıp, nasslardan mes'elelerin hükümlerini çıkarmışlar, ahkamı istinbat etmişlerdir. Bunların herbirinin usûlde bir ictihad yolu vardır. Mezheb sahibidir.
2- Mezhebde Müctehid: Doğrudan, doğruya nasslardan, şer-i delillerden ahkam istinbatı salahiyetini haiz olmakla beraber, tâbi' olduğu mezheb imamının ictihad yolunu takip ederek onun usûl ve kavaidi üzere hareket eden, ictihad hususunda onun mesleğini tutan müctehiddir. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed İbni Hasan Eş-Şeybani, İmam Züfer, İmam Hasan İbn-i Ziyad (rahımehumullah) bu sınıfa dahildirler. Bunlar bazı furu' mes'elelerinde İmam-ı A'zam'a (rh.) muhalefet etmişlerse de ictihad usûl ve kavaidinde ona uymuşlardır. Prensipleri aynı idi. Aynı delilleri alırlar, aynı usûlü kullanırlardı. Hanefi fıkhının mes'elelerinin çoğunda İmam-ı A'zam (rh.) hazretlerinden ayrılmışlardır.
3- Mes'elede Müctehid: Hakkında bir hüküm olmayan mes'elelerle alakalı ictihad edenlerdir. İmamlardan bir kavil menkul olmayan mes'ele hakkında hüküm verme salahiyetini hazidirler. İmamların dediklerine karşı bir şey diyemezler. Hassaf, Tahavi, Ebu'l-Hasan Kerhi, Şemsü'l-Eimme Halvani, Şemsü'l-Eimme Serahsi, Fahru'l-İslam Pezdevi, Kadihan, Hulasatü'l-Fetava sahibi Tahir Ahmed İftiharü'd-Din Buhari, Zahire ve Muhit-i Burhani Sahibi Burhanü'd-Din Mahmud Buhari, bunun pederi Sa'dru's-Said Tacüddin Ahmed b. Abdülaziz b. Maze, bunun biraderi Sa'dru'ş-Şehid Husamü'd-Din Ömer İbn-i Abdü'l Aziz b. Maze vebunların babaları Sa'dr-ı Kebir Burhanü'l-Eimme lakabını taşıyan Abdü'l-Aziz b. Maze (rahımehumullah) bunlardandır.
Bunlar usûl ve furu'da mezheb sahibine muhalefet etmezler, yalnız hakkında mezhebte bulunmayan yeni hadiselerle ilgili, mezheb imamının çizdiği esaslar dahilinde, onun usûlüne göre ictihad ederler. Mes'elenin hükmünü bildirirler.
4- Tahric Erbabı: Bunlar fıkıhta büyük meleke sahibi olan fakihlerdir. İctihad edemezler, ancak mezhebin usûl ve kavaidini, fıkhın mes'elelerini kavramış olduklarından, o mezhebin müctehidlerinden naklolunup da bir kaç türlü anlaşılma ihtimali olan bir kavli açıklarlar. İhtimali kaldıracak şekilde izah ederler. Keza mezhebde haklarında hüküm bulunmayan yeni mes'elelerin hükmünü mezhebin usûl ve kavaidine göre bulup çıkarırlar.Ahmed Cessas, Ebu Bekir Razi, onun talebesi Ebu Abdillah Cürcani (rahımehumullah) gibi zatlar bunlardandır. Tahric, fıkıhta bir merhale ve hamledir. Ancak sonraları, mealesef bu da durmuştur.
5- Tercih Erbabı: Delillere bakarak, mevcut kavillerden ve rivayetlerden birini diğerine tercih etme kudretini haiz olan fakihlerdir. Delilleri incelemeye ve mukayeseye ehildirler. Fakat tahric ashabı derecesine yükselememişlerdir. Bunlar mezhebin hükümlerini bellemişlerdir. Bu cihetle bir mes'ele hakkında mezheb imamlarının muhtelif görüş ve kavillerini süzüp onlardan birini seçerler. Halkın ihtiyacına daha uygun örf ve âdete daha yaraşır olanını alırlar. Bu tercih işini yaparken de şu tabirleri kullanırlar. ''Rivayeten Sahih veyaAslah '' olan budur. Kıyasa Erfaktır, nasa Evfaktır, Ahvat olan budur. Muhtasar-ı Kuduri sahibi Ebu'l-Huseyn Kuduri, Hidaye sahibi Şeyhu'l-İslam Burhanü'd-din Mergınani, Fethu'l-Kadir sahibi Kemalü'd-Din İbn-i Hümam (rahımehumullah)... tercih erbabından sayılırlar. Bazıları ise bu üç zatı mes'elelerde ictihad kudretini haiz olan III. tabakadan sayarlar. Eserlerindeki tetkikat ve kudret bunu gösterir.
6- Ashab-ı Temyiz: Tercih edecek kudreti haiz olmayıp, yalnız mezhebdeki Zahir-i rivaye Nadir-i rivayeleri birbirinden ayırdedebilecek ve kuvvetli kavil ile zayıf kavli temyiz edecek iktidarda olan fakihlerdir. Bunların, mezhebin delillerini tetkik ve tetebbu' hususunda noksanları bulunduğu gibi, delilleri izah ve mes'eleleri beyan hususunda da, tercih erbabı kadar nufuz-u nazara malik olmadıklarından, muhtelif kavilleri yekdiğerine tercihe yeterli sayılmazlar. Ancak mezhebin ana kitablarını tetebbu' ve mezhebde mevcud kavilleri, birbirine muhalif düşen rivayetleri bellemiş olduklarından, mezhebin kitablarında kimin re'y ve görüşü olduğu tasrih edilmeyen çeşitli kavillerden hangilerinin zahir-i rivaye, hangilerinin nevadirden oldukları, bunlardan hangilerinin tahric edilen kavillerden bulunduklarını fark ve temyiz ederler. Görülüyor ki, temyiz ashabı, tercih erbabı gibi mezhebin kavillerini bellemişlerdir. Fakat delillerin ruhuna ve inceliğine nüfuz etme hususunda, tercih erbabı mertebesine ulaşamamışlardır.
Hem delilde hem hükümde mukallid derecesindedirler. Tercih erbabı ise yalnız delilde mukalliddirler. Mütûn-i Erbaa: Muhtar, Vikaye, Mecma' sahibleri bunlardandır. Kenz'in sahibi: Ebu'l-Berekat Hafızü'd-Din Nesefi, Muhtar'ın sahibi Ebu'l-Fazl Mecdüid-Din Mevsıli, Vikaye'nin sahibi, meşhur Sadru'ş-Şeria'nın atası Tâcu'ş-Şeria Mahmud Buhari, Mecma'ın sahibi: Muzafferu'd-Din İbn-i Saati'dir (rahımehumullah).
İnsafla düşünülürse, bu zatlar gerek usûl ve gerekse furu'da maharet sahibi alimlerdir. O bakımdan bunları, delil ve nazara ehil olmayanlardan saymak biraz insafsızlık olur. Bunlar ilmi kudretleri ile mutenasib olarak, hiç olmazsa tercih erbabından sayılmalıdırlar. Bazı ulema Kenz sahibi Hafızu'd-Din Nesefi'yi mezhebde müctehid olanlar tabaksından saymaktadırlar. Bundan maksadları onu tahric erbabı arasına koymaktır.
7- Mukallid-i Mahz: Bunlar sırf taklid erbabındandır. İctihad kudretleri yoktur. Kavilleri terchi ve temyiz edemezler. Hakikatte fukaha tabirine bile giremezler. En büyük meziyetleri, binlerce fıkıh mes'elesi hıfzetmek, yaş kuru bakmaksızın buldukları mes'eleleri eserlerine derc etmektir. Bunlar hafızalarına birçok mes'eleleri yığmışlardır. Fakat onların delillerini inceleyip hükme varamamışlardır. Bunlar fakih değil fıkhı taşıyan kimselerdir.
Ezberledikleri mes'eleler delilden mücerred, kuru nakilden ibarettir. ''Kıyle: denildi ki'' deyip geçerler. Kitablarını kendilerinden öncekilerden toplarlar. Bunlardaki ta'liller, hükümlerin illetlerini beyan çabaları, hakiki deliller olmayıp cedel nev'inden sözlerdir. Belki de mezheb sahibinin hatırından bile geçmeyen şeyleri söylerler. Bunlar sahih, gayr-i sahih seçmeden bulduklarını toplamışlardır. İbn-i Kemal bunları ''Hatibü'l-Leyl: gece karanlığında odun toplayan oduncu”ya benzetir. Eline ne geçerse, sağlamını çürüğünden seçmden toplarlar.
***
Şâfiî mezhebine göre ise fakihlerin durumu üç mertebeye ayrılır:
1- Müctehid-i Mutlak,
2- Müctehid fi’l-Mezheb,
3- Müctehid fi’l–Mesâil veya Müraccıh'tır.
***
Mürşid-i kâmiller, müçtehidlerden yüksek derecede olmasına rağmen, bir mezhebe bağlı olmalarının sebebine gelince…
Ulemâ-yi âmilin, sulehâ-yi sâlihin ve mürşidân-ı kirâm aralarında vazife taksimi yapmışlardır. Kime hangi vazife düşmüşse, o alanda iştihar etmiştir. Mesela İmam-ı Azam (rh.) hazretleri bâtınî cihetten de mühim bir mevkiin sahibidir. Nakşî yolunun A’zamiyye kolunun reisidir. Ama ona fıkıh sahası düştüğü için gayretlerini daha ziyade o yöne teksif etmişlerdir.
Mürşidan-ı kiramın hak mezheplerden birine intisabı ise, İslâm’ın daha açık bir ifadeyle Ehl-i Sünnetin ittihad ve ittifakını bozmama esasına, sevâd-ı a’zamı zaafiyete uğratmama maksadına matuftur. Bu hususta İmam Gazali (rh.) hazretlerinin hikayesini bilirsiniz… Gençlik yıllarında bir ara müstakil bir mezhep kurma sevdasına kapılıyor. Ama rüyasında, dört duvarında mükemmel mimari estetiğe sahip dört kapısı olan bir mescid görüyor… ve birileri ona; ey imam, madem bu mescide beşinci bir kapı açmak istiyorsun, o zaman bu muhteşem yapıya/güzelliğe herhangi bir halel getirmeden buyrun açın diyor. Bunun üzerine o Hz. İmam, binanın içinden-dışından hayli incelemede bulunuyor, bunun mümkün olmadığını görüyor. Uyandığında ise kararından derhal vaz geçip mevcut mezheplerden birine (Şâfiî’ye) intisap ediyor.
Demek oluyor ki; bu mevcut dört hak mezhepten birine intisap etmek mürekkep icma’ halini almış, bunun hiçbir şekilde değişme ihtimali de yok. Allah dostları da bu yolun baş takipçileri oluyor. Onların bu durumu-tutumu, manevi derece ve mertebelerine bir nakisa getirmediği gibi, hiş şüphesiz Allah indindeki makamlarını-rütbelerini daha da yükseltir. Çünkü bu yaptıklarıyla bid’at ve dalâlet fırkalarının önüne set çekmiş oluyorlar.
***
Erbab-ı tahkik/Tahkik erbabı: Sözlük anlamı, mesleğinin eri veya ehli-erbabı olmak demektir.
Bir şeyin gerçek veya doğru olup olmadığını araştırma-soruşturma, ortaya çıkarma ve inkâr edilemeyecek, çürütülemeyecek delillerle ispatlama mânâlarına gelen tahkik; erbab-ı tasavvufça, Hazret-i Zât-ı Ehad u Samed'i, vücud ve evsâf-ı kemaliyesiyle, Kur'ânî muvazene içinde bilmenin ötesinde, ulûhiyet hakikatinin, "bî kem u keyf" müntehî bir sâlikin vicdan ve letâifinde, hususî tecellîlerle belirip duyulması şeklinde yorumlanmıştır. Bu seviyeye eren bir hakikat eri, ondan öte artık ne şüphe ne tereddüt ne de herhangi bir kuşkuya maruz kalmadan, istidadı müsait olduğu ölçüde, yolculuğunu ya "seyr fillâh" ya da "seyr minallah"ufkunda sürdürür ve -biiznillâh- herhangi bir husûfla-küsûfla da karşılaşmaz. Evet karşılaşmaz, zira o, mazhar olduğu makam ve pâye itibarıyla artık hep Hakk'ın gözüyle görmekte, O'nun sem'iyle işitmekte ve her şeyi O'nun sıfatlarının ziyası ve vesâyeti altında duyup hissetmektedir.
Tabir-i diğerle böyle bir tahkik erbabı hep Hak yolunda, Hak için Hak iledir. Hak dostları arasında böyle bir pâye "makam-ı mahbubiyet"e ait bir pâyedir ve Hazret-i Mahbub'un hususî bir teveccühünün remzidir. Başı bu pâyeye eren bir tahkik eri, Hakk'ın mahbubu olduğu gibi, onun gök ehlince sevilmesi ve yerde temiz kalblerin ona teveccüh etmesi de ona karşı Hak teveccühünün bir aks-i sadâsıdır.
Bu bâtınî alâkanın zâhirî emaresine gelince; o da, farzların kusursuz olarak yerine getirilmesi üzerine bina edilmiş bir nafile bağlılığıdır.Evet, farzları vaktinde hakkıyla yerine getiren, getiremediklerini de ciddî bir nedamet ve telafi duygusuyla kaza eden, sonra da tabiatının gereklerini yerine getirme ölçüsünde nafilelere düşkünlük gösteren bir hakikat âşığı… Her zaman hakkı duyar, hakkı görür, hakkı tutar kaldırır ve hakka doğru yürür ki, böyle birinin gönlüne ağyârın gölge etmesi ve gözlerine başka hayalin girmesi asla söz konusu değildir. Ara-sıra ufkunu buğu ölçüsünde bir sis bürüse de, bahar bulutları gibi gelip geçicidir… Ve bu yeni bir açılımın da şafak emaresidir.
Evet onlar sıkıntı hâlinde de, sevinç-neş'e zamanında da sürekli yol alır ve hep kazanırlar.
İsmail Hakkı Bursevî hazretleri bu tahkik erbabını şöyle resmeder:“Ehl-i Hak cânında bulmuştur ayân
Nûr-i Hakk’ı âleme bîçûn1 karîn
Hak (Fe biye yesmeu ve biye yubsıru)2 dedi,
Bulduğu için nûrunu bu mâ u tıyn.3
Nûr-u pâk bulmasaydı âb u hâk,4
Olmaz idi suret-i mânâ mübîn.
Nûr-i (Lâ şarkî ve lâ garbî)5 bulan
Ehl-i dil mişkât-ı nûr olmuş yakîn.
Vahdeti kesrette bulmuş ehl-i hak,
Âminûn u sâlimûn u gânimîn.6
Hakk'a tefvîz ile Hakkı sen seni,
Fâil-i Muhtâr'ı bul "Ni'me'l-Muîn."
Dipnotlar
1. Bîçûn: Eşsiz, benzersiz.
2. "Benimle işitir, Benimle görür." [el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl 3/81]
3. Mâ u tıyn: Arapça; su, toprak anlamına.
4. Âb u hâk: Farsça; su, toprak anlamına.
5. Lâ şarkî ve lâ garbî: Hazret-i Tecellî'den, nûr-i ilahiden kinaye; ne doğulu ne de batılı.
6. Emniyet, selâmet ve kazanç içindedir.
Fıkıhta âlimlerin dereceleri
Fıkıh ilmini ilk kuran, ilk defâ sistemleştiren İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe’dir. Fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullah’ın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı. Talebelerinden İmâm-ı Muhammed’in yetiştirdiği Ebû Bekr-i Cürcânî, onun da yetiştirdiği Ebû Nasr-ı İyâd, onun da yetiştirdiği Ebû Mansûr-i Mâturîdî, îtikatta mezheb imâmımız oldu. İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî, hocasından öğrendikleri bütün fıkıh bilgilerini kitaplara geçirmişlerdir. Fıkıh ilimlerinde yetişen ve söz sâhibi olan İslâm âlimleri, yedi sınıfa ayrılır:
1. İslâmiyette mutlak müctehid olan âlimler. Bunlar “Edille-i Erbe’a”dan hüküm çıkarmak için, usûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esaslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır.
2. Mezhepte müctehidlerdir. Bunlar, mezhep reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delilden ahkâm çıkaran âlimlerdir.İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed ve benzerleri bu âlimlerdendir.
3. Meselelerde müctehid olanlardır: Bunlar, mezhep reisinin bildirdiği meseleler için, mezhebin usûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlar.Çıkardıkları ahkâmın, mezhep reisinin koyduğu esaslara uygun olması şarttır.
4. Eshâb-ı tahrîc: İctihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardıkları kısa, kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Hüsâmeddîn Râzî bunlardandır.
5. Erbâb-ı tercîh: Müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercih ederler.
6. Eshâb-ı temyîz: Mukallid âlimler olup, bir mes’ele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp, yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivâyetler yoktur. Kenz-üd-Dekâık sâhibi Ebülberekât Abdullah bin Ahmed Nesefî ve Muhtâr sâhibi Abdullah bin Mahmûd Mûsulî ve Vikâye sâhibi Burhânüşşerî’a Mahmûd bin Sadrüşşerî’a Ubeydullah ve Mecma-ul-Bahreyn sâhibi İbnüssa’âtî Ahmed bin Ali Bağdâdî bunlardandır.
7.Önceki tabakalardaki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallitlerdir. Tahtâvî, İbn-i Âbidîn bu tabakanın âlimlerindendir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Şeytana karşı bir fakîh, bin âbidden (ibâdeti çok yapandan) daha kuvvetlidir.”
Eserin yazarı: Mehmet ORUÇ Eser: MEZHEPLER DOSYASI
http://www.ilmedavet.com/bir-mezhebe-baglanmayi-emreden-ayetler-7.html
Bir mezhebe bağlanmayı emreden ayetler -7
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُوا الْأَلْبَابِ”Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.” (Yusuf 76)
Zikrettiğimiz bu ayet diğer ayetler gibi, bir mezhebe bağlanmanın gerekliliğini ispat etmektedir. Şöyle ki: Her meslek dalında ‘bilgi birikimini’ ifade eden unvanlar vardır. Asistan, doktor, doçent yardımcısı, doçent, profesör gibi kavramlar bilgi birikimini ve bilgi yeterliliğini ifade eden unvanlardandır. Her meslekte bu tür unvanlar olduğu gibi fıkıh ilminde de fıkıh âlimlerinin mertebe ve derecelerini bildiren unvanlar vardır. Her bir unvan, o mertebedeki fakihin bilgi seviyesini bildirmektedir. Fıkıh ilmindeki bu unvanlar ve bilgi mertebeleri yedi kısımdır. Bu mertebeler şunlardır:
1- Müctehid-i fi-ş şer: Mutlak müctehid olan âlimlerin mertebesidir. Bu âlimler, dört delil olan, , sünnet, icma ve kıyastan hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koymuşlar ve koydukları kaidelere göre hükümler çıkarmışlardır. İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik ve Ahmed İ. Hanbel Hazretleri, bu tabakadaki âlimlerdendir.
2- Müctehid-i fi-l mezhep: Mezhepte müctehid olanlardır. Bunlar, hüküm çıkarmak için usul ve kaideler koyamamışlar, mezhep imamının koyduğu kaidelere göre dört delilden hüküm çıkarmışlardır. İmam-ı Yusuf, İmam-ı Muhammed ve benzerleri bu tabakadadır.
3- Müctehid-i fi-l mesele: Sadece bazı meselelerde ictihad yapabilen âlimlerdir. Bunlar, mezhep imamının bildirmediği ve hakkında ictihad yapmadığı meselelerde, mezhebin usul ve kaidelerine göre hüküm çıkarırlar. Ancak bu hükmün, mezhebin kaidelerine göre çıkartılması şarttır. İmam Tahavi, Ahmed b. Ömer, İmam Serahsi ve benzerleri fıkıh ilminin bu tabakasındadır. Demek İmam-ı Serahsi gibi, “Şemsu-l Eimme” yani; “İmamların Güneşi” lakabıyla meşhur bir âlim bile, mezhep imamının ictihad yaptığı bir meselede, kendi fikrini ileri süremiyor ve ictihad yapamıyor. Sadece mezhep imamının hakkında ictihad yapmadığı bir meselede, mezhep imamının belirlediği usul ve kaidelere göre ictihad yapabiliyor. Acaba İmamların Güneşi olan İmam-ı Serahsi, böyle ictihad yapamaz ve mezhep imamının sözünden dışarı çıkmazsa günümüzdekilerin ictihad yapmaya hakkı olur mu?
4- Ashab-ı Tahric: İctihad derecesinde olmayıp müctehidlerin çıkardığı kısa ve kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Bunlar delillerden hüküm çıkarmamışlardır. El- Cessas lakabıyla meşhur; Ebu Bekr Ahmed b. Ali er-Razi bu tabakadaki bir âlimdir. Evet, meşhur el- Cessas, sadece bir mukallit olup ictihad yapamamıştır. Günümüzdeki ictihad heveslilerinin kulakları çınlaya! Acaba onlar, el-Cessas’tan daha mı âlim ki, onun kalkışamadığı bir işe cüret ediyorlar?
5- Ashab-ı Tercih: Müctehidlerden gelen birkaç rivayet arasından birini tercih edebilen âlimlerdir. Bunlar mukallittir ve ictihad yapamazlar. Mukallit; taklit eden demektir. Ashab-ı Tercih, fıkhî hükümlerde ictihad yapmamış, bağlı bulundukları mezhep imamını taklit ederek, onun hükmüyle amel etmişlerdir. Bunlar sadece aynı meselede yapılan birkaç içtihattan birisini tercih edebilirler. Ebu-l Hasan Kudûri ve emsalleri bu tabakadadır.
6- Ashab-ı Temyiz: Bu mertebede bulunanlar da mukallit olup bir mezhep imamına bağlıdırlar. Bunlar, bir mesele hakkında gelen çeşitli rivayetleri kuvvetlerine göre sıralayıp yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivayet bulunmaz.
7- Ashab-ı Fetva: Zayıf haberleri, kuvvetlilerinden ayırabilen ve bir mezhep imamına bağlı olan mukallitlerdir. Bunlar, okuduklarını iyi anladıkları ve anlayamayan diğer mukallitlere açıkladıkları için fıkıh âlimlerinden sayılmışlardır.
Ömer Nasuhi Hazretleri, “Hukuk-u İslamiye ve Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu” isimli eserinde, müctehidlerin bu yedi tabakasını izah ettikten sonra, İbn-i Abidin Hazretleri’ni yedinci tabakaya misal vermektedir. İbn-i Abidin Hazretleri ise dokuzuncu asrın en büyük Hanefi fıkıhçılarından olup her bir cildi dokuz yüzü aşkın sahifeden oluşan altı ciltlik “Reddü-l Muhtar” isimli fıkıh eserinin sahibidir.
Yani günümüzdeki bütün fıkıhçıların kaynak kitap olarak kullandığı “Reddü-l Muhtar” isimli eserin sahibi olan, dokuzuncu asrın o büyük fakihi İbn-i Abidin Hazretleri, sadece mukallit olup ictihad yapamıyor ve fıkhî meselelerde İmam-ı Azam Hazretlerini taklit ediyor, ona tabi oluyor.
Hâl böyleyken nasıl olur da, İbn-i Abidin Hazretleri’nin yapamadığı ictihadı, onun yazdığı eseri okumaktan ve anlamaktan âciz olanlar yapabilir?
İctihad yapmanın ne kadar zor olduğunu şu gelecek misallerle de anlayabilirsiniz:
“İnsanların ve cinlerin müftüsü” lakabıyla meşhur olan Şeyhülislam Ebu-s Suud Efendi, asrının güneşi olan ve “Hüccetü-l İslam” yani “İslam’ın Delili” lakabıyla meşhur olan İmam-ı Gazali hakkında şöyle der: “İctihada ait meselelerde, müctehid olmayan İmam-ı Gazali ve emsallerinin sözlerine itimat caiz değildir.”
Düşünün bir kere, İmam-ı Gazali gibi bir Hüccetü-l İslam, ictihad yapamıyor ve fıkhi meselelerde İmam-ı Şafi’nin mezhebine girerek ona tabi oluyor. Ve Ebu-s Suud Hazretleri; “İmam-ı Gazalinin, kendi mezhebine ters düşen bir sözü olursa ona itibar edilmez.” buyuruyor. Şimdi sormak gerekir: İmam-ı Gazali gibi asrının güneşi olan bir âlim bile ictihad yapamazken ve İ. Şafi Hazretleri’ne tabi olurken, bu asrın insanına ne oldu da ictihada heveslendi? Ve kendisini ictihada ehil görmeye başladı? Acaba imam-ı Gazali’den daha mı âlim ki, İmam-ı Gazali’nin girişemediği bir işe girişiyor?
Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri de ictihadın zorluğunu şöyle anlatır: “Bir usul kaidesidir ki, fakih olmayan, velev ki usul-ü fıkıhta müctehid dahi olsa icma-ı fıkıhta muteber değildir. Çünkü onlara nispeten âmîdir.”
Bu ibareyi biraz açalım. Usul-u fıkıh: Fıkhın usul ve kaidelerini öğreten derin bir ilimdir. Değil bu ilimde müctehid olabilmek, bu ilmi öğrenmek bile bir ömür alır. Bununla birlikte, mesela bir kimse, kendisine ihsan edilen özel bir yetenekle bu ilimde müctehidlik makamına ulaşsa, yine de fetva veremiyor ve dört delilden hüküm çıkaramıyor, sözüne itibar edilmiyor. Bediüzzaman Hazretleri’nin: “Onlara nispeten âmîdir.” sözü de çok manidardır. Âmî: Okuma yazma bilmeyen kişiye denilir. Demek usul-u fıkıhta müctehid bile olsa, mezhep imamlarına kıyasla okuma yazma bilmeyen bir çocuk gibi sayılıyor.
Acaba usul-ü fıkıh ilminin müctehidleri, mezhep imamlarına kıyasla okuma yazma bilmeyen bir çocuk gibi olursa, usul-ü fıkıhtan habersiz olanlar, onlara kıyasla hangi mertebede olur? Ve bir usul-u fıkıh müctehidinin yapamadığı dört delilden hüküm çıkarma işini bu kişiler nasıl yapar?
Yine “Müceddid-i Elf-i Sâni” yani “İkinci bin yılın müceddidi” lakabıyla meşhur olan İmam-ı Rabbani Hazretleri, kendi abdest suyundan şifa niyetiyle içmek isteyen birisine ‘olur’ veya ‘olmaz’ diye cevap verebilmek için, fıkıh kitaplarını tam üç gün mütalaa ediyor ve sözünü büyük müctehidlerin sözüne dayandırarak cevap veriyor. Acaba ilim semasının güneşi ve parlak bir yıldızı olan bu zat, ictihad yapamazken ve en küçük bir meselede bile kendi rey ve görüşünü beyan edemezken, bu zamanın insanlarına ne oluyor da İmam-ı Rabbanileri geçiyor? Onların yapamadıklarını yapıyor? Ya da yapıyorum zannediyor. Aslında yaptığı; kendisini ve kendine uyanları ateşe atmaktan başka bir şey değil.
İşte bu din, bu hassasiyet ile muhafaza edildi. Herkes kafasına göre hüküm verseydi, bu din böyle indiği gibi muhafaza olur muydu?
Şimdi delilimizi özetleyelim: Yusuf suresi 76. ayette “Ve her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen vardır.” buyrulmuş. O hâlde her meslekte olduğu gibi, fıkıh sahasında da bilgi birikimini ifade eden unvanlar ve mertebeler olmalıdır. Âlimlerin ittifakıyla bu mertebeler yedi kısımdır. Buna göre:
Ashab-ı Temyiz; Ashab-ı Fetva’dan,
Ashab-ı Tercih; Ashab-ı Temyiz’den,
Ashab-ı Tahric; Ashab-ı Tercih’ten,
Müctehid-i Fi-l mesele makamından olanlar; Ashab-ı Tahric’ten,
Müctehid-i fi-l Mezhep makamında olanlar; Müctehid-i Fil-l mesele makamında olanlardan,
Ve Müctehid-i fi-ş Şer makamında olanlar da Müctehid-i fi-l Mezhep makamından olanlardan üstündür. Ve fıkıh sahasındaki söz, en üst makamda olan mezhep imamlarına aittir.
Nasıl ki bir asistan profesörlüğe soyunamaz ve onu taklit edemez. Eğer taklit etse ehl-i tahkikin nazarında maskara olur. Aynı bunun gibi, fıkıh ilminde asistan olan, hatta asistan bile olamayan bu zamanın insanları ve sözde âlimleri; Müctehid-i fi-ş Şer makamında olan mezhep imamlarının işine soyunamaz ve onlar gibi ictihad yapamaz. Eğer yapsa maskara olur ve zaten olmuşlar…
Öyle ki İbn-i Abidin, İmam-ı Gazali, İmam-ı Suyuti, İmam-ı Rabbani gibi tahkik ehli âlimler; fetva vermeye cesaret edememişler ve kendilerini fetva verme makamında görmemişler. Bunlar, mukallit makamında kalarak dört mezhep imamına tabi olmuşlar. Acaba bu asrın insanına ne olmuş ki, daha Fatiha’yı bilmeden kendini İmam-ı Azam zannediyor. O büyük zatlarla yarışa giriyor. Ve onlara karşı muaraza ediyor.
Sözün özü: Her bilenin üzerinde bir bilen vardır. Fıkhı en iyi bilenler ise Müctehid-i fi-ş Şer mertebesinde olan dört mezhep imamıdır. Ve bizlere düşen, fıkhi konularda bu zatlara tabi olmak ve onların peşinden gitmektir.
http://www.unitedamericanmuslim.org/imam-malik/014.htm
MEDİNE
120- Medine, İslam İçin Nur Ocağıdır, Feyz Kaynağıdır:
121- Ömer b. Abdülaziz'in Yaptıkları:
122- Ashabın Fikrimi Nakledenler:
123- Medine'nin Yedi Fukahası:
124-Saîd b. Müseyyeb (—93 H. / —711 M.):
125-Urve b. Zübeyr b. Avvam (— 94 H. - 712 M.):
126- Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Haris (—94H.-712M.):
127- Kasım b. Muhammed b. Ebû Bekir (—108 H./ 726 M.):
128- Ubeydullah b. Abdullah b. Mes'ud (—98 H/716 M):
129- Süleyman b. Yesâr (—100 H / —718 M):
130- Hârice b. Zeyd b. Sabit (—100 H / 718 M):
131- Medine Fıkhında Hadis ve Rey'in Yeri:
Medine-i Münevvere, Hz. Peygamber Aleyhisselamın hicret yurdudur. Kur'an-ı Kerim orada indi, İslam dini orada kuruldu, esas Allah'ın hükmü olan fazıl medeniyet orada kuruldu. Dini akide ve namaz dışındaki bütün dini hükümler orada teşri' olundu, Kur'an-ı Kerim'in beyanı, tefsiri olan sünnet, Hz. Peygamber Aleyhisselam tarafından orada bildirildi, beyan olundu, İslam ahkamı insanlara oradan açıklandı. Hz. Peygamber Aleyhisselam, Refik-i âlâya intikal edip Rabbine kavuştuk' tan sonra, Medine bütün İslam beldelerinin merkezî oldu, hilafet makamı oradaydı. Fütuhat çoğalıp İslam ülkeleri genişleyince, İslam toplumunu ihtiyaçlarına cevap verecek, İslami hükümleri çıkarma husu-j sunda sahabelerin akılları orada açılıp işledi ve faaliyete geçti. Medine İslam'ın ışık merkezi oldu. Bunlardan ve diğer sebeplerden dolayı,' Emir'ül Mü'minin, Hz. Ömer b. Hattab (Allah ondan razı olsun) iyi siyaset ve en güzel bir tedbir olarak büyük Ashab-ı Kiramı Medine'de bıraktı, onlarla istişare eder, onlara sorardı. Onlardan bir Şura Meclisi kurmuştu. Bu adil halife şehid edilince, hilafet makamına Hz. Osman (Allah her ikisinden razı olsun) geçtiği zaman, Hz. Ömer'in Medine'de alıkoyduğu sahabelere, fethedilen yerlere gitmelerine izin verildi. Onlar, gerçekten oralarda birer meş'ale oldular. Oralara nur ve hidayet rehberi olarak gittiler, irfan götürdüler. Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) devrinde de iş böyle bitti. O kendisi de Medine'den çıkıp Kûfe'ye gitti. Onun etrafındakiler asıl Küfe medresesinin, ekolünün kurucusu- durlar. Ondan öğrendikleri fetva ve hükümler, onun rivayet ettiği hadis-i şerifler Küfe ekolünün temelidir.
Emevi hakimiyeti gelince, sultandan ve onun etrafındakilerden uzak kalmak için, hayatta olan sahabeler, tabiiler, Medine'ye dönmeye başladılar. Onlar, hükümdarın yaptıklarına rızaları varmış zannı uyanmasın diye, sarayın yakınında bulunmak istemiyorlardı. Muaviye'nin etrafında ancak Amr b. As ve emsali gibi ondan yana olanlar, onun yoluna gidenler Haldi.
Sonra Yezid halife oldu, Mervan Hanedanı tam hüküm sürmeye başladı. Fitneler çoğaldı, devlete karşı ayaklanmalar başladı. O zaman, tâbii'nin uleması, Medine'de Harem-i Nebevi, Ravza-i Mutahhara civarında bulunmakla huzura kavuştular. Orada dini çalışmalara kendilerini vererek insanlara din işlerini açıkladılar, yeni olayları çözdüler. Ömer b. Abdiilazİz, insanları din işlerinde aydınlatmak istediği zaman, Medine'yi seçti, ora ulemasına başvurdu, irşada ve din bilgisi öğreticisi olarak onları buldu.
Sadık ve âdil halife Ömer b. Abdülaziz şöyle demişti: «İslam'ın hududu, kanun ve nizamları ve sünnetleri vardır. Onları işleyip yerine getiren kimse, imanını olgunlaştırır. Onları tutmayan kimsenin imanı tam olmaz. Ben, eğer sağ olursam, size onları öğreteceğim ve onları size yaptıracağım. Şayet ölürsem, ben sizin sohbetinize o kadar haris değilim.»
Halka bunları öğretmek için, bu âdil halife iki yol tuttu. Bu ikisinin başında da Medine önde gelir.
1- Medine'deki ulemayı, halkı, öğretmek, îrşad etmek, İslam dininin hükümlerini beyan etmek üzere diğer büyük şehirlere, İslam merkezlerine gönderdi. Böylece fıkıh yayıldı, irşad her tarafa dağıldı.
İşte Medine'de etrafa dağılan bu Tâbirler, belki de Kuzey Afrika'daki müslümanlara Medine ilmini sevdirenler, bunlar olmuştur. İmam Mâlik, mezhebini kurduğu zaman, onlar Mâlik'ten başka bir imama tâbi' olmadılar. Çünki ömrü boyunca Medine'de yaşayan imam o dur, ilmini orada öğrendi, başka kaynaktan ilim alıp içmedi, onun fıkhının kaynağı orasıdır.
2- Yine! Ömer b. Abdülaziz, Medine'de sünnetin tedvin olunup yazılmasını ehnretti. Medine kadısı olan Ebû Bekir b. Hazm'e sünneti tedvin etmesi için yazdı. Muvatta şunu kaydeder: «Muhiddin Hasan rivayetiyie ojMâlik'ten, o da Yahya b. Said'den demiştir ki: Ömer b Abdülaziz, dbû Bekir Muhammed b. Hazm'e şunu yazdı: «Bak, Hz Peygamber Aieyhisselam'fn hadis ve sünnetinden ne varsa araştır onları.bana }jaz. Çünki ben ilmin sönmesinden, ulemanın gitmesinden korkuyorum.» Kadı İyad, Medarik'de şöyle der: «Ömer b. Abdülaziz Ebû Bekir bi Hazm'e yazarak ondan hadisleri, sünneti toplayıp ona yazmasını istedi, fakat o arada vefat etti.» Hulasa Ömer b. Abdülaziz İslam merkezlerine yazarak onlara sünneti ve fıkhı öğretirdi. Medine ehline yazarak onlara geçmişteki meseleleri, amel ettikleri şeyleri sorardı.
Hiç bir kimse, fıkıh ve sünnet her yönüyle sadece Medine'deydi diye bir iddia da bulunamaz. Çünki Hz. Peygamber Aleyhisselamın ashabı bir çok şehirlere, İslam merkezlerine dağılmışlardı. Her nereye varsalar oraya nur ve irfan götürüyorlardı. Fakat bu konuda Medine hepsinden daha bol şanslıydı. Çünki oradaki Ashab-ı Kiram ve Tabiîn, sayıca daha çoktu. Bir de oradakiler İslam'ın ruhunu daha açık anlayan ulu kişilerdi. İbni Kayyım sahabe ve onların talebelerinden fetva verenleri bize şöyle anlatır: Din ve fıkıh, bu ümmet arasında İbni Mes'ud'un, Abdullah b. Ömer'in, Zeyd b. Sâbit'in, Abdullah İbni Ab-bas'tn arkadaş ve talebelerinden yayıldı. Umum insanların bilgisi bu dört kimsedendir. Medine halkının ilmi, Zeyd b. Sabit ile Abdullah ibni Ömer'in yetiştirdiklerinden, Mekke halkının ilmi, Abdullah İbni Ab-bas'dan, Irak halkının ise, Abdullah İbni Mes'ud'un yetiştirdiklerinden gelmektedir.
İbni Kayyım, İbni Carîr Taberin'in şöyle dediğini nakleder: Denildiğine göre Abdullah İbni Ömer ve Medine'de Hz. Peygamber'in ashabından bir cemaat yalnız Zeyd b. Sâbit'in mezhebi üzere fetva vermişlerdir.İbni Kayyım'ın yalnız bunlara hasretmesi doğru değildir. Zira Hz. Peygamber Aleyhisselam'ın, bu nitelikte bunlardan başka daha nice ashabı vardır. Mesela Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun), Hz. Pey-: gamber (s.a.s.)'in ashabı arasında en bilgili olan değilse bile en bilgili, olanlardan biridir. Şa'bi şöyle derdi: «Bir kimse yargı hususunda en sağlam bilgi almak isterse Hz. Ömer'in vermiş olduğu yargı hükümlerini örnek alsın.» Mücâhid'de şöyle demiştir: «İnsanlar bir hususta ihtilafa düşerse, Hz. Ömer'in ne yaptığına bakın ve onu alın.» Sâid b. Müsey-yeb: «Peygamber Aleyhisselam'dan sonra, Ömer b. Hattab'dan daha bilgili bir kimse bilmiyorum.» demiştir. Hz. Ali'nin bir çok fetva ve hükümleri var, Hz. Osman'ın da öyle. Hz. Aişe validemizin {Allah ondan razı olsun) fetvaları var. O, ilimde önde gelenlerdendir. Kardeşi Muhammed İbni Ebû Bekir'in oğlu Kasım, kız kardeşi Esma'nın oğlu Urve b. Zübeyr ondan ilim aldı. İşin doğrusu şudur: Adı geçen bu dört sahabenin talebeleri bu dördün (İbni Mes'ud, Zeyd, İbni Abbas, İbni Ömer) fıkhını rivayet ettikleri gibi onların yanısıra diğer bir çok sahabeden de fıkıh rivayet ettiler. Mesela Abdullah İbni Ömer, babası Hz. Ömer'in fıkhını rivayet etti. İbni Mes'ud'un yetiştirdikleri, onun fıkhıyla beraber Kûfe'de Hz. Ali b. Ebû talib'in fıkhını da rivayet ettiler. Doğrusu İbni" Mes'ud, İbni Ömer, Zeyd b. Sabit, üçüde Hz. Ömer'in izinden gittiler. Çok defa onun görüşlerine katılırlar, onun hükümlerini alırlardı.
Hz.Ömer ki, onun görüşleri daima başta gelmekte, zamanındaki ashabın çoğu onun görüşlerine uymakta, onun fikrini paylaşmaktadır. Bunlardan bazılarının, mesela Hz. Ali, Zeyd, İbni Mes'ud ve İbni Abbas gibi sahabeleri kendi Şura Meclisi'ne seçmişti. Bunların hepside değerli ve üstün sahabedendirler, Hz. Ömer'in fıkhını alıp rivayet eden kimse, bunların fıkhını da rivayet ediyor demektir. Hz.Ömer'in fıkhını Medine'de rivayet edenler, oğlu Ömer ile Zeyd b.Sabit ve diğerleridir.
Bu fıkhı rivayet ettiler, ona göre meseleler çıkardılar, onun metoduna uydular, onun mesleğini takip ettiler, bunu yapanların başlıcası ulemaya göre Tâbü'nden yedi fakîh denen zatlar olup bunlar: Hz. Ömer ile oğlu Abdullah'ın, Hz. Aişe'nin ve Zeyd b. Sâbit'in fıkhını benimseyip nakletmişlerdir ki, onlarda: 1) Sâid b. Müseyyeb, 2) Urve b. Zübeyr, 3) Kasım b. Muhammed, 4) Hârice b. Zübeyr, 5) Ebû Bekir b. Ubeyd b. Abdurrahman b. Haris b. Hişam, 6) Süleyman b. Yesar, 7) Ubeydullah b. Abdullah b. Uîbe b. Mes'ud'dur. Şair bunları şu iki beyitte toplamıştır:
«Rivayetleri derin, ilimde deniz gibi olan o yedi âlim kimdir denirse: De ki! Onlar, Ubeydullah, Abdullah, Urve, Kasım, Sald, Ebû Bekir, Süleyman ve Hârice'dir.»
(Ashabın yedi fakihi de şunlardır: Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe, Zeyd İl^ni Mes'ud, İbni Ömer ve İÖni Amf).
Yukarıda naklettiğimiz üzere, İmam Mâlik, Salim'i ve Ebû Sele-me'yi Tâbii'nin yedi fakihi arasında sayar. Bazıları da Süleyman b. Yesar'ı saymaz. Ebû Bekir b. Haris ile Abdullah b. Utbe b. Mes'ud'u onlar arasında saymazdı.
İşin doğrusu şudur: Sahabenin fıkhını nakledenlerin bu yedi fakihe hasretmek birçok bakımdan yerinde sayılamaz, nakledenler çoktur, içlerinde seçkin olanlar da yediden fazladır. Yedi seçkinler, onların diğerlerinden daha etkili olduğunu ileri sürerler, içlerinde zaten ittifak* üzere oldukları adlar azdır: Saîd b. Müseyyeb, Urve ve Kasım.
Bu yedi fakihin ilmini de İbni ŞihabZührî, İbni Ömer'in azadlısı Nâfi' Ebû Zinad Abdullah b. Zekân, Rabiatür-Rey, Yahya b. Saıd alıp naklettiler. Bunlardan dördünden, İmam Mâlik'in üstadlannı anlatırken kısaca söz ettik.
Şimdi de yedi fakihten kısaca bahsetmemiz gerekli. Madem ki Medine ilmi onlara borçlu, madem ki Mâlik'e göre Medine fukahası ve ilmini taşıyan onlardır, diğerleri onlara tabidir. Öyleyse onların hayatını kısa da olsa anlatmak boynumuzun borcudur.
Medine fukahası arasında mevkii ve ilim bakımından birinci derecede olan Said b. Müseyyeb'dir (Allah ondan razı olsun). O Kureyş'in mahzum kabilesindendir. İlim, Mevalinin : Arap olmayanların elinde, olduğu bir zamanda, Arapların alim olabileceğini gösterdi. Plâmül-Muvakkiîn şöyle der: «Dört Abdullah yani Abdullah İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer, Abdullah İbni Zübeyr, Abdullah İbni Amr b. As ölünce, bütün İslam ülkelerinde ilim Mavâli'ye, Arap olmayanlara kaldı. Mekke'nin alimi, Ata b. Ebû Rebah idi. Yemen'in alimi Tavus, Yernâ-me'nin alimi, Yahya b. Kesir, Kûfe'nin fakihi İbrahim Nahat, Basra'nın Hasan Basri, Şam'ın Mekhul, Horasan'ın alimi Horasanlı Atâ idi. Bunlar Arap cinsinden değildir, ancak Medine'nin fakihi Araptı. Allah Teala oraya Kureyş'den bir alim nasip etti, o da Saîd b. Müseyyeb'dir.
Saîd, Hz. Ömer b. Hattab'ın halifeliği devrinde dünyaya geldi, 93 hicri yılında öldü. Böylece Hz. Osman'ın, Hz. Ali'nin hilafetleri çağında bulundu. Emeviler'den Muaviye, Yezid, Mervan b. Hakem oğlu ve Abdulmelik devirlerinde yaşadı. Öyle anlaşılıyorki, o Emevilerden yana değildi. Bununla beraber kendini ilme verdi, derse kapandı, fitne uyandırmadı, kimseyi tahrik etmedi. Ancak Muaviye, Ziyâd'ı üzerine aldığı, babası belli değilken kabullendiği için onu kınıyordu. Çünki Hz. Peygamber, hadisinde şöyle demiştir: «Çocuk kimden doğduysa onundur, zina edene taş vardır.» Muaviye bu hadise aykırı davranmıştır. Sald, Emevilere karşı kimseyi kışkırtmamasına rağmen, onların yaptıklarına , karşı olduğu yaygın haberler arasındadır. Bazıları onun hakkında şunu söylerler: O, hacca gitmekten vazgeçti. Çünki, eğer hacca giderse, Kabe'de Emevilerin aleyhine beddua etmeye and içmişti. Böyle bir adağı vardı. Kendisine bu soruldu: «Halk seni hacca gitmekten alıkoyan şöyle bir şey olduğunu söylüyor; sen şöyle bir adakta bulunmuşsun, Kabe'yi gördüğün vakit, Mervan oğullarına beddua etmeye nezir etmişsin» dediler. Şöyle karşılık verdi: «Bunu yapmadım, Allah için ne zaman namaz kılsam zaten onlara beddua ederim.»
Kendisini tam manasıyla fıkha verdi. Ondan başkasına dikkatini vermedi, tefsirle meşgul olmadı. Halbuki Abdullah İbni Abbas'ın azad-lıst ve talebesi olan İkrime, hem onun fıkhının ve tefsirinin nâkili olup aynı zamanda tefsire de önem vermiştir. Taberî tefsiri şöyle der:
«Yezid b. Ebû Yezid'den rivayet olunur: Biz Saîd b. Müseyyeb'e helal ve haramı sorardık, o insanların en bilginiydi, Kur'an-ı Kerim'den "bir ayetin tefsirini sorduğumuzda: Bana Kur'an ayeti sorma, onu kendisine Kur'an'dan hiç bir şeyin gizli olmadığını söyleyen o zata, yani İkrime'ye sor, derdi.»
Said, sahabeden büyük bir kısmıyla görüştü. Onlardan ilim aldı. Özellikle Hz. Peygamber'in yargı hükümlerini, Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın verdikleri hükümleri öğrendi. İlminin yarısını Zeyd b. Sa-bit'ten, rivayetlerinin çoğunu kaynatası Ebû Hüreyre'den (Said, Ebû Hüreyre'nin kızıyla evliydi) aldı. Hz. Ömer'in fıkhını onun arkadaşlarından öğrendi. Hatta ona: Ömer'in fıkhının raviyesi, nakleden, aktaran denir. Cafer b. Rabia şöyle der: «İrak b. Mâlik'e, Medine'nin en büyük fakihi kim dedim. Şöyle cevap verdi: «Fıkhı en çok bilen Hz.Peygamber Aieyhisselamın verdiği hükümleri, Hz. Ebû Bekir'in Hz. Ömer'in, Hz. Osman'ın fetva ve yargı hükümlerini en iyi bilen, insanların eskiden yapageldikierine en vakıf olan Safa b. Müseyyibe'dir. Hadisi en çok bilen Urve b. Zübeyr'dir. Ubeydullah (yani Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud) bir deniz gibidir, ilim fışkırır. İrak devamla dedi ki: Bana göre en büyük fakih İbni Şihab Zühri'dir. Çünkü o, bütün onlarrn ilimlerini kendi ilmine-kattı. Zühri şöyle der: «Ben ilmi üç kişiden elde ettim: Said b. Müseyyibe ki, o en büyük bir fakihtir. Urve b. Zübeyr ki, ondan ilim almak için dalan kovalar onu bulantamaz, derindir, bir de başkalarında bulamayacağın ilmi Ubeydullah indînde bulursun.»
Saîd, bütün varlığıyla ilme yöneldi. Hadiste en çok önem verdiği husus Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdiği yargı hükümleriydi. Hulefa-i Raşidin'in fetva ve yargı hükümlerine bu derece önem verdiğinden, bu arada ashabın fakihi olan Ömer b. Hattab'ın İlmi onun rivayetlerinde elbet bol bol yer atacaktır. Onun yaşadığı çağ, İslam fıkıh ve fetvasının ilk çağıdır. İslam Devleti genişledi. Çözüm isteyen birçok olaylar meydana geliyor, onları da fetvalar, yargı hükümleri çözecek, işte onlar, bunlardı.
Saîd b. Müseyyeb, fıkıh ve yargıda Hz. Ömer'in yolunu tutup onun izinden gittiğinden, rey'e büyük değer ve önem vermesi gerekir. Çünki kitap ve sünnetten bir nass bulunmayan hususlarda, Hz. Ömer'in rey'ini kullandığı çok olmuştur. Saki de, kitap ve sünnetten nass bulunmayan yerde sahabe reyini kullanır, ietihad ederdi. Ancak bunda ana yoldan asla sapmazdı. Onun için başkalarının fetva vermekten kaçın-"*' dıkları hususlarda, onun fetva verdiği söylenir. i'lâmül-Muvakkiîn şöyle der: «Sald b. Müseyyeb fetva konusunda genişti. İbni Vehb, Muham-mad b. Süleyman Mürâdî'den, o da Ebû İshak'tan rivayet ederek der ki: «O zaman görürdüm, bir adam birşey sormak için, gelirdi, herkes onu başından savar, cevap vermez, adamcağız meclisten meclise dolaşır dururdu. Nihayet Sâid b. Müseyyeb'in meclisine gelir, cevap alırdı. Ona: Cesur-atak Said b. Müseyyeb derlerdi.»
Hal böyle olunca, Tabiîn çağında Medine fukahasının imamı olan zat, ihtiyaç duyulunca rey ile hüküm vermekten çekinmiyordu. Onun içtihadı. Kur'an ve hadis fıkhı esaslarına dayalı, Hz. Peygamber'in ve Hulafâ-i Râşid'in hükümlerine uygun olurdu. Bu gerçeği burada böylece belirtiriz. Çünki ileride lazım olacak.
Tabiîn çağında Medine fıkhını oluşturan yedi fakihten biri de Zübeyr b. Avvam oğlu Urve'dir. O, halifeliğini ilan eden Abdullah İbni Zübeyr'in kardeşi, mü'minlerin anası, Hz. Aişe'nin kız kardeşi Esma'nın oğludur. Hz. Osman'ın halifeliği zamanında doğdu. 94 Hicri y.ılÜhda öldü. Hz. Osman'ın kanlı bir ihtilalle şehid edilmesinden sonra kopan fitneleri gördü. Nihayet Emeviler duruma hakim olup devlet'kurdular. Fakat Urve'nin kardeşi Abdullah b. Zübeyr, sonradan Emevi hükümdarı Abdulmelik b. Mervan'a karşı çıktı, aralarında iş çok kızıştı. Bununla beraber, Urve'nin kardeşinin tarafını tuttuğu ve kardeşinin ondan bu konuda yardım istediğine dair haber yok. Öyle anlaşılıyor ki, o kendini tamamiyle ilmi çalışmalara vermiş, fıkıh ve hadis okumuştur. Talebesi İbni Şihab ZührVnin dediği gibi, onun hadis bilgisi öyle derin ki, onu kovalar asla bulandıramazdı. Medine'de Tâbii'nin en son fıkıh alimi İbni Müseyyeb olduğu gibi. en çok Hadis bilen de Urveydİ. Fakat bilgisini ashabın bir kısmından aldı. En başta da teyzesi, mü'minlerin anası Hz. Aişe gelir. Hz. Aişe validemiz, ilim, feraiz ve ahkâmda önde gelenlerdendir. Kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir'in oğlu Kasım, ondan ders aldı. Kız kardeşi Esma'nın oğlu Urve b. Zübeyr ondan çok şey öğrendi. Urve, Hz. Aişe hadislerini en iyi bilendi.
Urve, öğrendiği hadis ve fıkıh meselelerini yazardı. Rivayete göre, birkaç kitap halinde bunları yazdı. Fakat, Allah'ın kitabı yanında başka kitap olmasını istemedi ve bunları yok etti. Oğlu Hişam diyor ki: Onun kitapları vardı, fakat Harre vakıasında onları yaktı, lakin sonradan pişman da oldu. Sonraları şöyle derdi: «Onların elimde olması, ehlimin ve malımın olması gibi sevgili olurdu.» Görülüyor ki, o fıkıh ve hadis alimi olup, Said İbni Müseyyeb gibi fetva vermeye cesaret edemezdi.
Medine'nin yedi fukahasından üçüncüsü de Ebû Bekir b. Abdurrahman b. Haris'di. Hicretin 94. yılında vefat etti. O kendini ibadete vermiş, dünyaya önem vermeyen zahid bir zattı. Hatta ona Kureyş'in Rahibi adını takmışlardı. Hz. Aişe'den ve Ümmü Seleme'den (Allah onlardan razı olsun) hadis rivayet etmiştir. Hem fıkıh ve hem de hadis bilen bir alimdir. Fetva vermekte biraz çekingendi, Saîd İbni Müseyyeb gibi çok fetva vermezdi. Onun fıkhının hadis yönü üstündür.
Medine'nin meşhur yedi fukahasından dördüncüsü de Hz. Ebû Bekir'in oğtu Muhammed'in oğlu Kasim'dır. Mü'minlerin anası Hz. Ai-şe'nin (Allah ondan razı olsun) kardeşinin oğludur. Hicretin 108. yılında öldü. Hadis ve fıkıh bilgisini, halası Hz. Aişe'den ve İbni Abbas'tan aldı. O, hadis alimidir. Hadisin metnini Kur'an ile ve her tür hadisle karşılaştırıp tenkid ederdi. Aynı zamanda fıkıh alimidir. Hem hadis ve hem fıkıh bilir. Talebesi ofan Ebû Ziynad Abdullah b. Zekyan, onun için şöyte der: «Ben, Kasım kadar fıkıh bilen bir alim görmedim, ondan daha çok hadis bilen de görmedim.» Öyle anlaşılıyor ki, o son derece dindar olmakla beraber, işten anlar, iyi idareci ve azim sahibi bir kişiydi. İmam Mâlik şunu rivayet eder: Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz şöyle demiş: «Eğer iş benim eümde olsa, Kasım b. Muhammedi yerime halef tayin ederdim.»
Yedi fukahantn beşincisi Ubeydullah b. Abdullah İbni Utbe b. Mes'ud'dur. İbni Abbas'dan, Hz. Aişe'den, Ebû Hureyre'den hadis rivayet eder. Emevi halifesi oian Ömer b. Abdülaziz'in hocasıdır. Onun aklı ve ruhu üzerinde büyük etkisi olmuştur, onu yetiştiren odur. Fıkıh ve hadisteki bilgisi, yüce ahlakı yanı sıra şiir de söylerdi: Hicretin 98. yılında öldü. 99 veya daha önce 94 diyenler de var.
Medine'nin yedi fukahasından altıncısı Süleyman b. Yesar'dtr. Hz. Peygamber Aleyhisselamın zevcesi Meymune binti Hâris'in azadiı kölesiydi. Denildiğine göre belli bir miktar para kazanıp getirmesi suretiyle azad etmek üzere onu serbest bıraktı. Onu kazanıp ödedi ve hür oldu. Kendisi şunu anlatır. Hz. Aişe ile görüşmek üzere izin istedim. Beni sesimden tanıdı: «Süleyman sen misin?» dedi. Ben de: «Evet» dedim. «Üzerine aldığın, borçlandığın parayı ödedin mi?» dedi. «Evet az bir şey kaldı,» dedim. «Gir, borcun oldukça sen köle sayılırsın» dedi.
O, ashabdan Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre, Hz. Aişe, Meymûne ve Ümmü Seleme'den hadis rivayet etmiştir. İnce anlayışlı bir zattı. Ömer b. Abdülaziz, Medine valisi iken o, Medine çarşı. pazarında murakıptı. Hicretin 100. yılında öldü.
Yedi fukahanın yedincisi meşhur Zeyd b. Sâbit'in oğlu Harİce'dir. Babası Zeyd gibi rey taraftan bir fakihtir. Babasının ilmine varis oldu. Babası gibi rey fıkhıyla meşhurdur ve onun gibi ferâiz ilmini bilir. Hârice az hadis bilirdi. Rey ile çok fetva verirdi. Ferâiz bilgisi kuvvetliydi. İnsanların mirasını kitabullah uyarınca taksim ederdi. Mus'ab b. Abdullah şöyle der: «Harice ve Talha b. Abdurrahman b. Avf'e bizim zamanımızda fetva sorarlardı, insanlar onların sözlerine bakarlardı. Ölenden, bina, hurmalık, mal, ne gibi miras kalırsa, onları sahiplerine taksim ederler, insanlara belge yazarlardı. O ilmi, fıkhı, fetva vermesi yanısıra, ilk zamanlarda insanlarla ilgilenir, görüşürdü, bununla beraber Medine'nin abidlerinden sayılırdı. Son zamanlarda bir köşeye inzivaya çekildi. İnsanlarla pek görüşmezdi. Bu yüzden onun ilmi ve fıkhı çok yayılmadı. Hicretin 100. yılında öldü.
İşte Medine'nin fukahası bu zatlar olup, bunlar ve onların ilim derecesinde ve tabakasında bulunanlar, Hz. Peygamber'in ve Ashab-ı Kiram'ın fıkhının izinde olan Medine fıkhı ekolünü kurdular, ona mümtaz bir yer hazırladılar. Bu fıkhın esası, Hz. Peygamberin Ashab-ı Ki-ram'ının vermiş oldukları fetvalara göre fetva vermek, onların izinden gitmek, onların metoduna uymaktır. Onlarca verilmiş fetva bulunmayan olaylarda ise, onlannkine kıyas yaparak ictihad yoluyla kendi reyleriyle hüküm verirlerdi. Fakat bu hususta sahabe fıkhı dairesinde yürüdüler. Irak fukahası gibi çok mesele kurup ortaya atmadılar. Ancak burada gözönünde tutulması gereken bir şey vardır ki, bu fukaha, her bakım-. dan tam bir surette geçmiş asara uyuyor, değillerdi. Onlar, selefin fıkhını inceliyorlar. Hz. Peygamber'den ve ashabdan bir eser bulunmayan hususlarda, onların fetvalarına göre akıllarını işleterek hüküm verirlerdi. Bunların arasında bir kısım hadis ilminde üstün olup fıkıh ve fetva da pek ileri değildi. Urve b. Zübeyr bunlardandı. Çoğu ise fıkıh ve fetva ilminde üstündü. Onun için bizim kanımızca, onların fıkhında selefin asarının büyük etkisi olmakla beraber, reyin de yüksek yeri bulunmaktadır. Irak fukahası reyi ile onların reyi arasındaki fark, İraklılar vukubu-lan meselelerde olduğu gibi vukubulmamış, farzettikleri takdiri mesele-iere fetva veriyorlardı. Ve reyleri ashabın verdikleri hükümlerle mu-kayyed değildi. Medine fukahası ile sade vâki' olan meseleler hakkında hüküm veriyorlar ve bu hususta Hz. Peygamberin ve Ashab-ı Kiram'ın vermiş oldukları hüküm ve fetvalardan me'sur olanlara bakıyorlardı.
Medine fukahasının fıkhını İbni Şihab Zührî, Rebiatür-Rey ve onların tabakasında olan diğer ulema aldılar. İmam Mâlik de onlardan aldı. İmam Mâlik'in üstadları arasında fıkıh ve rey'de üstün olanlar bulunduğu gibi, hadis ilminde üstün olanlar da vardı. İbni Şihab Zührî'nin hadis yönü üstündü, Rabiatür-Rey ve Yahya b. Sald'in ise rey yönü üstündü. Öyle olunca İmam Mâlik'in fıkhında rey'in büyük yeri olması hiç garip görülmemelidir.
Ömer b. Abdülaziz Sireti, S. 63
M- H. Hacevı, Fıkıh Tarihi, S. 110
Kadı lyâd, Medârik, S. 32
İbni Kayyım, İ'tâmül-Muvakkıîn, C. 1, S. 16-17
İbni Kayyım, I'lâmül-Muvakkıln, C. 1, S. 18
Mâlik, Nâfi'i Şihab tabakasında saymaz, O tabiî olduğundan onu yedi fakih arasında sayar.
İbni Cem, Taberi Tefsiri, C. 1, Bu söz aralarında dostluk olmadığını, onun ilmine pek güvenmediğini gösterir.
İbni Kayyım, i'lâmül-Muvakknn, C. 1, S. 18
http://www.sevde.de/Fikhi/T/tabakat.htm
TABAKAT-I FUKAHA NE DEMEKTİR? KAÇA AYRILIR?
Tabakat-ı Fukaha: Fakihlerin mertebeleri demektir. Hanefi alimleri yedi mertebeye ayrılırlar.
1- MÜCTEHİD FİŞ-ŞER'İ: Mutlak müctehid demektedir. Bu tip müctehid Kur'an-ı Kerim ile sünnetin ışığı altında bir takım usul ve kaideler tesis ederek bir yol çizmiş ve şer'i meseleleri ona irca' etmiştir. Bu durumda onların sayıları çoktur. Kesin bir rakam vermek mümkün değildir. İmam-ı a'zam, İmam Malık, İmam Şafii, Ahmed b. Hanbel, Süfyan-ı Sevri, Süfyan b. Uyeyne, Said b. Müseyyeb bunlardandır. Ancak bunların bir kısmının mezhebi yayılamadı, bir kısmı yayılıp bir müddet devam etti, bilahare silinip gitti. Bir kısmı ise devam etmektedir. Bunlar da İslam alanında meşhur olan dört mezheptir.
2- MÜCTEHİD FİL-MEZHEB: Bunlar şer'i delillere baş vurduklarında ictihad edebilecek bir yeteneğine sahip kişilerdir. Ancak bir müctehidi mutlakın tesis ettiği halde ve usulüne göre ictihadda bulunurlar. Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Müzeni gibi şahıslar bu mertebedendir.
3- MÜCTEHİD FİL-MES'ELE : Mesailde ictihad gücüne sahip kişilerdir. Ne usulde ne de füru'da müctehidi mutlaka muhalefet edemez. Yalnız müctehidin görüşü bulunmayan meselelerde müctehidin kaide ve usulüne uygun bir şekilde ictihad edebilir. Tahtavı, Serahsi ve Kerhi gibi kimseler bu tabakaya dahildiler.
4- MUHARRİC: Bu tabakaya dahil olan fukaha ictihada Kadir değildir,fakat müctehidden gelen ve birkaç ihtimalı bulunan kavlin ibhamını izale edip açıklayan kimselerdir. Razı ve Cürcani gibi kimseler bu tabakaya dahildirler.
5- MURACCİH: Bu tabakaya dahil olanlar ictihada Kadir olmamakla beraber, müctehidden gelen iki görüşten birisini delillere dayanarak tercih edebilen kimselerdir. Kuduri ve hidaye sahibi Merginanı gibi kimseler bu tabakaya dahildirler.
6- MÜMEYYİZ: Bu tabakadaki fakihlerde yukarıdaki rütbelerden birisinde olmadığı halde, zahir el-Mezheb, zahir el-Rivaye ve rivayeti nadıreyi birbirinden fark eden ve bilen kimselerdir. Muhtar ve Kenz sahibi kimseler bu tabakadan sayılırlar.
7- SADE MUKALLİD: Bu sınıftaki fakihler yukarıda zikredilen mertebelerden hiç birisine yetişememiştir. Ancak; Mezhebin messailini ezberleyip eserlerinde derleyen kimselerdir. Haskefi ve İbn Abidin gibi kimseler bu tabakaya dahildirler, diyorlar. Şafi mezhebine göre ise fakihlerin durumu üç mertebeye ayrılır:
1- Müctehidi Mutlak,
2- Müctehid fil-Mezhep,
3- Müctehid fil –Mesail veya Müraccıh'tır.
FAİDELİ BİLGİLER SAYFA 41
Fıkh âlimleri yedi tabakadır.
Kemâl pâşa zâde Ahmed bin Süleymân efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Vakfunniyyât) kitâbında bu yedi dereceyi şöyle anlatıyor:
1— İslâmiyyetde (mutlak müctehid) olan âlimlerdir. Bunlar (Edille-i erbe’a)dan hükm çıkarmak için, üsûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esâslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır.
2— (Mezhebde müctehid)lerdir. Bunlar, mezheb reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delîlden ahkâm çıkaran imâm-ı Ebû Yûsüf ve Muhammed ve benzerleridir “rahmetullahi aleyhim ecma’în”.
3— Mes’elelerde müctehid olanlardır. Bunlar, mezheb reîsinin bildirmediği mes’eleler için, mezhebin üsûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlarsa da, imâma uygun çıkarmaları şartdır. Tahâvî (238-321 Mısrdadır), Hassâf Ahmed bin Ömer (261 Bağdâdda), Abdüllah bin Hüseyn Kerhî (340), Şems-ül-eimme Halvânî (456 Buhârâda), Şemsül-eimme Serahsî (483), Fahrül islâm Alî bin Muhammed Pezdevî (400-482 Semerkandda), Kâdîhân Hasen bin Mensûr Fergânî (592) ve benzerleri gibi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
4— Eshâb-ı tahrîc, ictihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardığı, kısa, kapalı bir hükmü açıklıyan âlimlerdir. Ahmed bin Alî bin Ebî Bekr Râzî bunlardandır. Cessâs ismi ile ma’rûfdur. 370 de vefât etmişdir.
5— Erbâb-ı tercîh, müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercîh ederler. Ebülhasen Kudûrî (362-428 Bağdâddadır), (Hidâye) sâhibi Burhâneddîn Alî Mergınânî (593 [m. 1198] de, Buhârâ katl-i’âmında, Cengiz askeri şehîd eyledi) gibi.
6— Mukallidler olup, bir mes’ele hakkında gelen çeşidli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazmışlardır. Kitâblarında red edilen rivâyetler yokdur. (Kenz-üd-dekâık) sâhibi Ebülberekât Abdüllah bin Ahmed Nesefî (710) ve (Muhtâr) sâhibi Abdüllah bin Mahmûd Mûsulî (683) ve (Vikâye) sâhibi Burhânüşşerî’a Mahmûd bin Sadrüşşerî’a Ubeydüllah (673) ve (Mecma’ul-bahreyn) sâhibi İbnüssâ’âtî Ahmed bin Alî Bağdâdî (694) bunlardandır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
7— Za’îf haberleri, kuvvetlilerinden ayıramıyan mukallidlerdir. (Bunlar okuduklarını iyi anladıkları ve anlamıyan mukallidlere açıkladıkları için, fıkh âlimlerinden sayılmışlardır).
Müçtehitlerin tabakaları nelerdir?
Sorunun Detayı
Müçtehitlerin tabakaları nelerdir?
Cevap
Fıkıh metodolojisi alimleri, müçtehitleri ikiye ayırıyorlar: Müçtehid-i mutlak ve müçtehid-i mukayyed. Müçtehid-i mutlak, bütün şer'i meselelerde içtihat ehliyetine sahip olan zâtlardır. Müçtehid-i mukayyed ise bazı meselelerde içtihada muktedir olup, bazı konularda ise içtihada ehil olmayan fakîhlerdir. Bunlar içtihat edemedikleri konularda diğer mutlak müçtehitleri taklit ederler.
Müçtehit kendi akıl, hayal ve hissiyatından mesele istihraç edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartıyla, şer'i deliller içinde saklı olan ve dinin itikatla ilgili olmayan fer'i meselelerini istihraç edebilir; aksi halde mesul olur.
Müçtehitlerin tabakaları birbirinden farklıdır. Bazısının derecesi daha yüksek ve daha feyizlidir.
Tabaka-i fukaha yedidir.
l- Müçtehid-i fi'ş-şer'îa: Buna müçtehid-i mutlak denir. Asıl ve ayrıntıda bir başka müçtehidi taklide mecbur olmayan
İmâm-ı Ebu Hanife, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Hanbeli gibi zevattır.
2- Müçtehid-i fi'l-Mezhep: İçtihatta tâbi olduğu mezhep imamlarının takdir ettiği yöntem ve kurallar üzerine hareket eden müçtehitlerdir; İmâm-ı Ebu Yusuf, İmâm-ı Muhammed gibi.
3- Müçtehid-i fi'1-mesele: Kendi mezhebinde hükmü mevcut olmayan bir meselede içtihada muktedir olan fakihlere denir. Meselâ: Ebu Hasan el-Kerhi, Şemsü'l-eimme el-Hülvânî, İmâm Serahsi gibi birçok zatlar... Bu zâtlar ne asılda, ne de ayrıntıda mezhep imamlarına asla muhalefet etmemişlerdir. Yalnız yeni hâdiselerde onların koyduğu usûl ve kaideler üzere içtihat yapmışlardır.
4- Ashab-ı Tahriç: Bu zâtlar, içtihat iktidarına sahip olmayan mukallitlerdir. Bunlar kendi mezhep imamlarından nakil olup da bir kaç cihete ihtimâli olan tam belirgin meseleleri tefsir ve açıklamaya muktedir olan fakihlerdir. Meselâ: Cessâs, Ebu Bekir er Razi gibi meşhur zâtlar.
5- Ashab-ı Tercih: Halkın örfünü, adetini ve zamanın ihtiyacını dikkate alarak mezhebindeki muhtelif rivayetlerden en uygun olanını tercih iktidarına sahip olan ulema-i kiramdır. Meselâ: Meşhur "Kuduri" sahibi Ebu'l Hasan, Hidaye Sahibi Şeyh-ül İslâm Merğinâni gibi.
6- Ashab-ı Temyiz: Bunlar tercihe iktidarları olmayıp, kendi mezheplerinde mevcud bulunan kavi ile zayıf hüküm arasını temyize muktedir olan zevattır. Meselâ. Kenz'in müellifi Nesefı, Muhtar'ın sahibi Ebu Fazl Müceddidi el-Mevsili, Vikaye'nin sahibi Tâcü'ş-Şerîa Mahmud Buharî, gibi...
7- Ashab-ı Taklid: Müçtehit derecesinde olmayan fıkıh alimleridir. İbn-i Abidin gibi...
Hanefî mezhebinin temel kitaplarından olan sekiz ciltlik fıkıh kitabının sahibi olan böyle büyük bir âlimin, müçtehitlerin yedinci tabakasından sayılması, günümüzde içtihat davasında bulunanların üzerinde insafla düşünmeleri gereken bir husustur.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 583 ziyaretçi (793 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|