Bunu Yazıcızâde Hazretleri (Kuddise Sirruhu) şöyle dile getiriyor;
Rivayet etti raviler Hazret-i Ali'den (Radiyallahu Anh)
Hak Tealâ yarattı Kudretinden,
Anın nurunu nur-u hainden,
Yok idi Arş-ü Kürs-i Cennet-ü Nâr,
Yok idi alemin nam-ü nişânı,
Yok idi âdemin adı vü sânı
Bunlardan evvel yarattı Hak anı bil.
Allah (Celle Celaluhu) kainatta ilk olarak 324.000 (Üç yüz yirmi dört bin) YıI evvel Peygamber Efendimizin (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Nur-u Muhammediyelerini halk etti. Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hazretlerinde Nur-u Muhammediye halk olduktan sonra Resul-i Ekrem o kadar parlakmış ki, Nur-u Muhammediyeleri bir ayna halinde parlamaya başlamış. Öyle ki, güneşin ziyası Resul-i Zîşan Efendimiz 'in yanında çok sönük kalır. Güneş de ziyasını ondan alır. Resulullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) olmazsa onların hiç birisi olamayacak; Resulullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aya, güneşe, yıldızlara ziya göndermese onlarda her şey kararıp bir anda yok olacaktı. Ayrıca hepimizdeki akıl, iman, izan nurlarının menşei Nur-u Muhammediyedir.
Resulullah Efendimizi bir insan böylesine tanımadıkça, inanmadıkça, bağlanmadıkça, Resulullah' tan (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bihakkın nasibini alamaz, alması mümkün olamaz. Hazreti Resulullah'a Cenâb-ı Hak (Celle Celaluhu) bir nazar ediyor, aynadan mübarek (Cenâb-ı Hakk'ın) Cemâli ilâhiyesini gösteriyor.
Nazar kıldı mir'ata münezzel ki gördü ve gayet
İstidya hayatın sanki oldu ab.
Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimiz Cenab-ı Hak'kı görünce, daha nur halinde iken, henüz kendilerine ruh giydirilmeden Cenab-ı Hak'kı aynadan seyredince, o kadar haya etti ki âb (su) kesildi sanki. o kadar terledi. Bunun üzerine beş defa secde etti. Allah'ın (Celle Celaluhu) kudreti, azameti karşısında öylesine ezelden eğitilmiş ve daha doğduğunda secdeye kapanmıştı. Doğar doğmaz konuşan peygamberlerdendir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hazretlerini Amine Validemizden Süleyman Celebi Hz. Mevlîd-i Şerifinde naklediyor. Habib'j Zîşan secdeye kapandı diyor:
Deprenür dudakları söyler kelâm,
Anlayamazdım ne derdi ol hümam,
Kulağım ağzına verdim dinledim.
Söylediği sözü ol dem anladım.
Ne diyordu? Secdeye kapanmış "İlahi, ümmeti ümmeti" diyordu. Ya!.. Doğar doğmaz secdeye kapanıyor, "Ya Rabbi Ümmetimi bana Iûtfeyle" diyordu.
Tıfl iken ol diler idi ümmeti,
Sen kocaldın terk edersin sünneti.
O henüz daha çocuk iken, "ümmeti, ümmeti!.." diye yalvarırken, inlerken... Halbuki senin yaşın ilerledi, ihtiyarladın, çocuk ve torun sahibi oldun. Halen daha terk edip sünneti geçersin. Demek ki bizim kılmağa çalıştığımız beş vakit namaz Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hazretlerinin bütün alem, bütün kainat, bütün mükevvenat yaratılmazdan (324.000) YıI evvel Nur-u Muhammediyelerinin secdelerinden kalma olup, bilâhare Miraç'da farz kılınıyor. O beş secdenin hikmetini İsmail Hakkı Hazretleri anlatıyor ;
Bir defa secde etti. Allah'ın (Celle Celaluhu) büyüklüğü karşısında bir secde ile iktifa edemedi. 2. 3. 4. ve 5. defa Allah'a çok çok şükrünü beyan etti. Çünkü Nimet'i ilâhiye'si üzerinde çok büyüktü.
(Bize hem nur, hem rahmet kılalım, ânı şeyh ü şah.)
O namaz bize hem nurdur, hem rahmettir. Mü 'minin miracıdır namaz ama, Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimiz 'in sahip olduğu o haya içinde namaz kılmak lazım. Namaz kılarken sen de terleyebiliyor musun? Daha abdest alırken titreme meydana geliyor mu? Hangi huzura çıkacaksın?
Çünkü beş kez secde kıldı ana Nûr
Pes ânı kıldı Hak nur-un alâ nûr.
Her rekatta insanın feyzi biraz daha artar. Çünkü aşk-u muhabbeti, nuru daha da artar. Bu arz ettiğimiz manada namaza girdiğimiz zaman bunu bizler de az çok hissederiz. Hedef o olmalı zaten... "Niye bizler büyüklerimiz gibi namaz kılamıyoruz?.." diye sormalıyız kendimize. Niye Ashâb-ı Kirâm Hazeratının bağlandığı gibi Resulullah 'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu günkü ümmet bağlanamıyor? Niye onun Ashâbı gibi fedakar olamıyoruz? Hiç değilse onlara biraz daha olsun benzeyemiyoruz. Bu sualleri hep kendimize tevdi edip soracağız.
(Nazar kıldı çün ona Rahmetinden Hak hazretleri hayadan terlerdi.)
Cenâb-ı Hak 'ka Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) secde ettikçe Resulullah'a olan iltifatı artıyor, nazar-ı teveccühü artıyor. Cenâb-ı Hak 'kın kendisine nazar kıldığını gördükçe, Resul-i Ekrem Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) hayadan terliyordu.
Pes ol terden yarattı kâinatı
Ki arştan ferşe cümle mümkünatı
Resulullah'ın ol mübarek terinden, kainat, mükevvenat, arş, kürsi, yer, gök ve her şey yaratıldı.
Bu lütfu göricek ol nur-u âzam
Ki ondan oluser mecmû-u âlem
Baktı ki Resulullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kendisine o kadar iltifatta bulunuluyor, onun mübarek terinden onun hürmetine bütün kainat, mükevvenat yaratılıyor. Bu iltifat-ı rabbaniyeyi, bu iltifat-ı ilâhiyyeyi görünce, yüz vurdu şükür kıldı, etti tederru ki yetmiş bin yıI anda etti tespih. Öylesine secdeye kapandı ki, Rasulullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Nur-u Muhammediye olarak (70.000) yıI hiç durmadan Cenâb-ı Hak'kı tespih etti.
Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi Vesellem) doğar doğmaz secdeye kapandı. Dünya'ya gelmezden evvel yüz binlerce yıl Cenâb-ı Hak 'ka ibadette bulundu. Alem-i Ervahta Cenâb-ı Hak kendisini hazırladı. Bütün ruhlar onun hürmetine yaratıldı. Her şey onun hürmetine halk olundu. Hepimiz onun hürmetine yaratıldık.
(O ’nun zâtını tevhid etti, tahmit etti, onun zatını temcit etti
Pes ol nurun şuaından muhakkak, yarattı enbiya ervahını hak.)
Resulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimizin nurlarından, manevi ışıklarından ikinci olarak yaratılan kimmiş? Enbiya-i İzam ve Aleyhimüsselevâtı vesselâm efendilerimizin mübarek ruhaniyetleri, sâir peygamberlerin ruhaniyetleri...
(Vücûda geldi çünkü, ondan ervah gördüler, berk urur birnur-u vezzâh.)
Ondan sonra da sair ruhlar yaratıldı. Hep Nur-u Muhammediye bunların mebdei, menşei oluyor, çekirdeği oluyor, her şey ondan vücûda geliyor.
Anı görüp kamu iman getirdi
Hak anı dertlere derman getirdi.
Bunlardan sonra bir nurâni kandil yarattı.
Şöyle kim vasfedemez dil
Pes anda Mustafa-nın sûretini yarattı,
Gör kemâl kudretini,
Yarattı ahsen surette anı,
Kodu kandil içinde ârı, cânı.
Ondan sonra da, dünyada Peygamberimiz doğup, büyüyüp Peygamber olduğu zaman nasıl bir suret verilmişse, daha âlemi ervahta ResüIullah'ın suretini Cenâb-ı Hak yarattı. Manevi bir kandil içinde, bütün ervah alemine onu gösterdi ve takdim etti.
Bunun üzerine Resulü Ekrem (Sallallahu Aleyhi Vesellem) 70.000 yıI Cenâb-ı Hak'kı secdede tesbih ve tahmit ettikten sonra ayağa kalktı. Hak'ka ett tâzim, dedi; "Allah-u Ekber" etti tehlil.
Tavaf ettiler anı cümle ervah,
Dediler budur ol Nur-u Fettah,
Anı görüp kamu tebcil kıldı ki
100.000 yıI kadar tehlil kıldı.
Ondan sonra ResûI-i Ekrem Efendimiz'e âlem-i ervah nazar kıldı. Onun mübarek yüzünü görüyorlar, bazıları mübarek alnını görüyorlar. Mübarek başını görenler, mübarek kalbi şerifini görenler; bazıları padişah oldu, bazıları âlim oldu, bazıları fâdıl oldu, bazıları ise âşık, ârif oldular.
Resulullah-ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) görmeye, tanımaya göre dünyadaki vazifeleri dahi Cenâb-ı Hak tedvir buyurdu. Onun için bizler isteriz evladımız şu veya bu vazifeyi yapsın; bunlar hep ezeldeki ilahi takdirdir.
Allah'a (Celle Celaluhu) şükredin ki sizler inşaallah Resulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kalbi şerifini görenlerdensiniz. Zira Resulullah'ın hilkatlerini, ahlak-ı hamidelerini, hayat-ı Muhammediyelerini hamd olsun okuyup anlamak sizlere nasip oluyor. Hem de büyük bir aşkla, büyük bir zevkle. Bize düşen vazife sadece okumak değil, bunlardan bir şeyler almağa çalışmak, kıymetimizi takdir etmek. Senin nail olduğun kıymete nail olmak için çok peygamberler dua ettiler. Resulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kemalini bildikleri anladıkları için, YARABBİ keşke bizi peygamber olarak yaratacağına Ümmet-i Muhammed'den âciz bir fert olarak yaratsaydın diye niyazda bulunurlardı. Resulullah'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) cemaat olmayı tercih ettiler. Evet ümmet olabilmek, iyi bir ümmet olmak, Resulullah'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) iyi bağlanmak, iyi tanımak, iyi sevmek, iyi anlamak ile mümkün olur. Ancak o zaman yerinizi tayin etmek mümkündür. Resulullah'ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) iyi tanımadıkça, onu sevmedikçe insan muallaktadır, zavallıdır. İmam-ı Rabbani Hazretleri (Kuddise Sirruhu) Mektubat ‘ında şöyle buyuruyor: “Bu hal yani Resulullah'a (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kavuşma eriyip yok olma yetmiş bin yılda olur. Esasen manevi yolculuk beş yüz bin yıllık yoldur.” Ayetlerle açık olarak ispat etmişlerdir.
Ama bir insanın ömrü ne (yetmiş bin) ne (beş yüz bin) ne (yüz bin) ne (on bin) ve ne de (bin) yıldır. Çok kısadır. Allah (Celle Celaluhu) dilerse yirmi yıla indirir yani Cenâb-ı Hak (Celle Celaluhu) dilerse bu manevi yolculuğu göz açıp kapayıncaya kadar çok kısa bir zamana da indirir. Yani mü'minin yaşayış olarak Resulullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) aynası halinde olması o hale gelmesi lazımdır.
Bir insanın konuşması, sükûtu, yemesi, içmesi, oturması, kalkması tamamen o mübarek model de eriyecek, kalbinde büyük bir muhabbet olacak, Resulullah-ı (Sallallahu Aleyhi Vesellem) merak edecek, koca gün onun nurunu gözleyecek, ihlasla onu isteyecek, arzu edecek. ...
Kaynak : ESMÂ-İ MUHAMMEDİYYE / Mustafa UTKU Hz.
.
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Boyları
“Orta boylu idi Ahsen kâmeti” [Muhammediye – 1931]
ahsen : en güzel.
kâmet : boy
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Renkleri
“Ne kati ebyâz ne esmerdi kati” [Muhammediye]
Resûl-i Zîşân aleyhissalâtü vesselâm hazretlerinin mübarek renkleri kireç gibi çok beyaz olmayıp belki beyazlığı kırmızıya çalmakta idi ki Araplar bu renkte olana esmer derler.
Yani buğday tenli idi.
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Saçları
“Ne kıvırcık ne saçı uzun idi” [Muhammediye – 1932]
Mübarek saçları ne çok kıvırcık ne çok sarkık idi, belki ikisinin ortası idi.(yâni dalgalı saç idi) Bazen mübarek saçlarını kısaltırlar, bazen kulak yumuşağına kadar indirirler, bazen de kesmeyip omuzlarına dek sarkıtırlardı. Peygamberimiz Efendimiz aleyhissalâtü vesselam hazretleri saçlarını dört kere tamamen kesmişler, bunun dışında saç uzatmışlardı. Her ikisi de sünnettir. Lâkin saçlı olmak bu zamanda çoğunlukla bid`at ehli ve şöhret ehlinin şiarı olduğundan tarikat erbabı arasında terk edilmiştir. Gâh olur ki sünneti terk etmek sünnet olur. Erkekler için kısa giyecek giymek (yerde sürünmeyecek şekilde) ve yüzüğü sağ el parmağına takmak gibi.
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Yapısı
“Cism-i ahsen hey`eti mevzûn idi” [Muhammediye]
Cismi şerifleri ve beden-i saadetleri ziyade güzel ve latif olup şekil ve suretleri de ölçülü ve mükemmel idi. Şöyle ki; "Güzel oldur ki durduğu, oturduğu yaraşıktır" sözünü doğrulamakta idi. Biline ki Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) cesetleri aslında ayıptan pâk ve uzak olarak yaratılmıştır. Lâkin Fahr-i Alem (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hazretleri mîzâc bakımından hepsinden esah ve beden bakımından hepsinden ekmel idi. Bütün peygamberler (aleyhimüsselâm) güzel isimli, güzel yüzlü ve güzel sesliydiler. Bu üç sıfatın sırrı Tamamü`l-Feyz adlı kitabımızda açıklanmıştır. [İsmail Hakkı Bursevî (Kuddise Sirruhulali)]
“Hiç sinek konmazdı derler yüzüne” [Muhammediye – 1923]
Yüzden murâd mutlak bedendir. Lâkin sinek ekserî halde insanın yüzüne konduğundan yüz zikr olundu. Yâni Fahr-i Âlem (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hazretlerinin hassalarından idi ki sinek onların yüzüne konmaz ve kehle (bit) onlara eziyet etmez idi. Belki bu gibi canlıların onun elbiselerine bile konmadığı yazılmıştır.
“Zira yoktur nurun asla sayesi” [Muhammediye – 1924]
İnsanü`l-Uyûn`da denildiğine göre Peygamber Efendimiz aleyhissalâtü vesselâmın güneşte veya ay ışığında yürüdüğü zaman gölgesi olmazdı. Çünkü O (Sallallahu Aleyhi Vesellem) nûr idi. Çünkü O`nun bir gölgesi olmuş olsaydı üzerine basılması muhtemeldi. Bu ise ona olan ta`zimi ihlal edicidir.
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Yüz Güzelligi
“Kim ki baksa yüzüne hayran idi” [Muhammediye – 1935]
“Sanki yüzünde güneş seyran idi”
Nitekim Ebu Hüreyre`den nakledilen bir hadis-i şerifte gelir;
"Ebu Hüreyre (ra) buyurdu ki; Resûlullah'ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) yüzünden daha güzel bir yüz görmedim. Sanki güneş yüzünde geziniyordu."
Bir başka rivayette ise "Sanki güneş yüzünden çıkıyordu." denilmiştir.
“Hem mübarek başı idi müstedir” [Muhammediye – 1941]
Mübarek başları değirmi idi. İnsanü`l Uyûn`da denildi ki mübarek başları büyük idi. Çünkü büyük baş çoğunlukla aklın çokluğuna delâlet eder.
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Gözleri
“Gözleri da`câ idi a`lâ-nazar” [Muhammediye – 1942]
da’câ : gözün sıfatıdır.
Fahr-i Âlem`in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) mübarek gözleri çok siyah ve büyük ve yüksek bakışlı idi.
“Sürmeliydi ince mâ-zâgal`l-basar” [Muhammediye]
Siyah gözleri âhû gibi zâtından sürmeli idi.
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Sürme Çekmeleri
“Her gece sürme çekerdi gözüne” [Muhammediye – 1943]
Fahr-i Âlem (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Hazretleri`nin mübarek gözleri kudretten sürmeli gibi olduğu halde faydasına binâen yine her gece sürme çekerdi.
Nitekim hadîste gelir; “İsmid ile gözlerinizi sürmeleyiniz. Zirâ göze cilâ ve hiddet verir ve kirpikleri bitirir.”
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) geceleyin üç kere sağ gözüne, üç kere de sol gözüne sürme çekerlerdi.
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Kirpikleri ve Kaşları
“Kirpiği uzun kaşı esnâ idi”
“Kâbe kavseyn idi ev ednâ idi” [Muhammediye – 1944]
esnâ : yüksek manasınadır.
Bazıları Fahr-i Âlem’in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) kaşları ince uzun idi demişlerdir. Yâni iki kaşının birleştiği yerde açıklık vardı. Bâzıları yoktu, yâni mübarek kaşları birbirine yakın idi demişlerdir.
kavseyn : âlem-i sıfât,
ev ednâ : âlem-i zâttır.
Bu kaşlar kakikatte bir kavis ve dairedir.
Li muharririhî:
Kaşların kavseynini bilmek acep düşvâr imiş
Kirpiğinin oklarını bulmak ne müşkül kâr imiş
Biri dünyâ biri ukbâdır iki kaşın senin
İkisinin arasında bunca berzâh var imiş
Her kime ayn-ı hüviyetten eriştiyse nazar
Gece gündüz çeşminin seyrângâhı dîdâr imiş
Mecmau`l-Bahreyn`i bildinse vücûdunda nedir
Kalbine ilm`i ledünnî her nefeste yâr imiş
Bulmayanlar sırla sırr-ı Hüdâ`yı Hakkîyâ
Her ne denlü nutka gelse nâkıl-i ahbâr imiş
İsmail Hakkı Bursevî (Kuddise Sirruhulali)
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Mübarek Sakalları
“Kara idi hem sakalı sık idi” [Muhammediye – 1945]
Nakledilmiştir ki Fahr-i Âlem mübarek sakallarını su ile yıkar ve tarakla tararlardı. Makasla bıyıklarını kırparlar ve sakal-ı şeriflerinin en ve boylarından bir tutamdan fazlasını keserlerdi. Bazı ulemâ sakalda bir tutamdan fazlasının kesilmesinin vücûbuna ve bazıları ise müstehablığına kail olmuşlardır. Maksat uzuvlarda normal ölçülerin korunması ve gıyâbda bulunanların konuşmalarına mani olmaktır.
Hadîs-i Şerîfte gelir; “Sakalın hafif olması (bir tutam) kişinin saadetindendir.”
Çünkü sakal insanın süsüdür. Sakal çok uzun olursa kişi kendini beğenir. Bu da helâk edici sebeplerdendir.
Meleklerin tesbîhâtındandır;
“Erkekleri sakal ile, kadınları da saçları ile süsleyen Allah`ı tesbih ederiz.”
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Mübarek Boyunları
“Sanasın boynu gümüş ibrik idi” [Muhammediye]
Nitekim Hz. Ali (ra.) buyurdu.
“Hz. Peygamber`in aleyhisselâm boyunları gümüş bir ibrik gibiydi.”
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Parmakları ve Avuçları
“Parmağı uzun idi hem çün kalem” [Muhammediye – 1946]
Resûl-i Zîşân aleyhissalâtü vesselâm`ın parmakları o kadar düzgün, ince ve uzunca idi ki Cenâb-ı Hakk`ın ilâhi sanatının eseri olarak sanki bir kalemi andırmakta idi. Ve onların uzunluğu ve zerâfeti sanki Firdevs bahçelerinin hurmalarını andırıyordu. Âdeta simden yapılmışcasına renkleri nûrânî ve parlak idi. O mübarek parmakların her biri ölçülü ve uzun ve Celîl olan Allâh`ın (cc.) lütuf kapısının anahtar yuvasıdır. Öyle ki Rabbânî kalem onun gibi bir başkasını daha çizmemiş ve yazmamıştır. Zirâ o her şeyi ile tek ve emsalsiz yaratılmıştır.
“O parmakları görenlere ve o mübarek elleri doyasıya öpenlere ne mutlu!..”
“Ayası yassı idi yumşak harir” [Muhammediye – 1947]
“Eli yapışmazdı dibâc u serir”
Ellerinin ayası geniş ve ipek gibi yumuşak idi. Nitekim Hz. Enes (ra) buyurdu; “Resûlullah sallâllahu aleyhi vesellemin mübarek avuçlarından daha yumuşak ne bir ipek ve ne de dîbâca dokunmadım.”
dîbâc : atlas demektir. (…)
serir : padişah tahtı, mal, mülk ve nimet manalarına gelir.
Yâni Fahr-i Âlem (Sallallahu Aleyhi Vesellem)’in bu gibi şeylere yapışmadığı, buları kullanmadığından kinayedir. Dünyanın atlas ve dîbâsına, mal ve mülküne el uzatmazlardı. İpekli elbise giymezlerdi. “Ümmetimin erkeklerine haramdır” buyururlardı.(…)
Resûlullah Efendimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in Göğüs ve Karınları
“Sadrı vâsi’di berâber batnına” [Muhammediye – 1948]
Göğsü geniş ve enli olup karnı ile bir hizâda idi. (…)
“Var idi göğsünde biraz ince kıl” [Muhammediye – 1949]
“Bir kılı kırk yar kâli ince kıl”
Mübarek göğüslerinden göbeklerine kadar ince ve küçük kıllardan bir hat çekilmiş idi.
Yani bir kılı kırk kere yar ve sözünü ince hayâl ile ve dakik söyle. Bunda işaret vardır ki Fahr-i Âlem`in göğsünde çizgi halinde olan tüyler gayet ince isi. Şöyle ki farazâ bir kıl kırk yarılsa ancak o kadar ince olurdu.
Mühr-ü Nübüvvete Dair
“Var idi keklik yumurtasınca ol” [Muhammediye – 1952]
Nakledilmiştir ki Fahr-i Âlem (Sallallahu Aleyhi Vesellem) süt annesi Halîme-i Sâdiye`nin yanında bulundukları zaman, beş yaşında iken Cebrâil Aleyhisselâm göğsünü ve karnını yarıp şeytanın iğvâsına sebep olan uyuşmuş kan parçasını çıkardı ve kalb-i şerîflerini yıkayıp îmân ve hikmet doldurdu. Nûrdan bir mühürle muhafaza için kalbini ve nübüvvetine alâmet olması için iki bağrının arasını mühürledi. Mühürün etrafındaki benlerin üzerinde yeşilimtırak siyah kıllar vardı.
O mührün üzerinde “Lâ ilâhe illâllah muhammedün rasûlullah” yazılıydı demişler ve bazıları da farklı şeyler söylemişlerdir. Lâkin gerçek olan budur ki o hattın değişik sûretlerde ve sayıda görülmesi bakanların gözlerine göre tecellilere ve hallere göredir. Zira her tecellinin kalp ve kalıpta bir eseri ve her bakışın bir türlü taalluku vardır. Onun için Fahr-i Âlem`in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) işlerine ve hallerine dair olan nakiller değişik değişiktir.
Nübüvvet mührünün iki omuzların arasında bulunmasındaki hikmet nedir diye sorulacak olursa, cevap budur ki, iki omuzların arası şeytanın vesvesesine kapıdır. Zira şeytanlar oraya hortumlarını koyup Ademoğullarının kalbine fesad tohumlarını ekerler. Bundan dolayıdır ki Fahr-i Âlem (Sallallahu Aleyhi Vesellem) iki omuzlarının arasından kan aldırırlar ve ashâba da kan aldırmayı emrederlerdi. Zira bunda şeytanın girdiği kapıyı kan yoluyla zorlama ve daraltma vardır. Bunun için nübüvvet mührünün iki omuzların arasında olmasında Fahr-i Alem (Sallallahu Aleyhi Vesellem)`in şeytanın vesvesesinden korunmasına işaret vardır.
Kaynak : Ferahu'r-Rûh Muhammediye Şerhi-II / İsmail Hakkı Bursevî (Kuddise Sirruhulali) / Mustafa Utku Hz. / Uludağ Yayınları
Ayrıca Bakınız: Hilye-i Şerîf
.
Peygamber Efendimizin HAYA SIFATI
Rasûlü Ekrem Efendimiz, insanların en çok haya edeni, bakılmayacak şeylerden en çok gözünü koruyanı idi. Efendimiz, çok latîf bir tabiate ve rikkate sahipti, kimsenin karşısına sevilmeyecek bir halle çıkmaz idi, haya ve keremi buna müsait değildi.
Hazret-i Âişe (Radiyallahu Anha) der ki: Fahr-i Kâinât herhangi bir kimseden sevilmeyecek ve gayr-i meşru bir şey görür ve duyarsa, onu ismiyle ve tarif ederek söylemez, ancak: "Onlara ne oluyor ki şöyle yapıyorlar veya böyle ediyorlar." derlerdi.
Hazret-i Enes'ten (Radiyallahu Anh): Bir gün, Resûlullah'ın huzuruna, sakalını boyamış bir kimse geldi. Bu halden hoşlanmadılar. Fakat yüzlerine karşı, sahabe içinde de bir şey söylemediler. O ayrıldıktan sonra: "Bu zâta söyleyin, sakalından bu boyayı yıkasın" buyurdular.
Yine Hazret-i Âişe (Radiyallahu Anha) söylüyor: Efendimiz, bağırıp çağırmaz, aşırı konuşmaz, sokaklarda kimseye yüksekten laf etmez, kötülüğe karşı kötülükle mukabelede bulunmaz, affeder ve bağışlardı.
Cenab-ı Fahri Risâlet, hayasından kimsenin yüzüne dikkatle bakamazlardı. Hazret-i Âişe (Radiyallahu Anha) zevcesi olduğu halde "-Ben, Rasûlullah'ın görülmeyecek yerlerini hayatım boyunca görmedim", derlerdi.
Buharî, Ebû Saîdi Hudrî (Radiyallahu Anh)’den: Rasûlü Ekrem Efendimiz, bir bakire kızın örtüsü içinde ki utangaçlığından daha hayalı idi. Tab'ına uymayan bir şeyde biz, durumunu yüzünden anlardık.
Bezzar, İbni Abbas (Radiyallahu Anh)’dan: Rasûlullah, hücrelerinin kapalı bir yerinde gusleder, örtülü bir yerde yıkanırlar, onları bu halinde kimse görmezdi. Sefer esnasında, yolda, çok uzaklara giderek def'i hacet ederlerdi. Sahabeleri yanında ayağını uzatıp oturmamışlardı. Çok defa: “Ashabımın herhangi bir halinden bana şikâyet etmeyin, birinizin ayıbını bana yetiştirmeyin. Ben, sizin aranıza kalbim her şeyden sâlim olarak gelmeyi isterim.” buyururlardı. Biri onu çağırınca: “Lebbeyk – Buyurun” diye cevap verirlerdi.
Hayatı boyunca, Peygamber Efendimizin eli, yabancı bir kadının eline değmemiştir. Huzurlarında kadınların hususi hallerinden bahsedilmez, herhangi bir ihtiyaç anında Hazret-i Âişe (Radiyallahu Anha) validemiz vasıta olurlardı.
Bir sefer dönüşlerinde çıplak ayaklarını suyla ıslatmışlardı. Dışarıdan Cenab-ı Osman`ın (Radiyallahu Anh) geldiğini haber verdiler, bir bez alarak ayaklarını örttüler ve şöyle buyurdular: “Meleklerin bile kendisinden haya ettiği bir zattan ben haya etmeyeyim mi?”
İbni Cerir, Ebû Nüaym, Abbas’dan (Radiyallahu Anh): Kureyş kavmi, Kabe'yi tamir ediyorlar, bu meyanda çocukların da taş getirdikleri vardı. Cenab-ı Muhammed de (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bu kafilenin içinde bulunuyordu. Omuzu acımasın diye eteğini kaldırıp taşın altına koymak istemişti. O anda müdhiş bir zat gelerek kendisine, eteğini kaldırmamasını işaret edip gitti. Korkusundan Hazret-i Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem), orada bayılıvermişti.
.
Peygamber Efendimizin TEVÂZUU
Rasûlü Ekrem Efendimiz, insanların en mütevazıı, kibire kaçmayan, en sükûnetlisi, en mütebessimi idi. Dünya işinden hiç bir şey onu telaşlandırmazdı. Zillete düşmeden tevazu ederlerdi.
Hazret-i Ömer (Radiyallahu Anh) nakleder, Efendimiz buyurdular ki: “Nasarânın İsa Bin Meryem'i uçurdukIarı gibi beni uçurmayın, ulûhiyet süsü vermeyin, Allah'ın kulu ve rasûlü deyiniz.”
Ona, hür, köle, cariye, fakir, kim gelirse kalkar işini görürdü, gururlanmazdı. Sahabeleri ile sabah namazını kıldıktan sonra, sorardı: “Hastanız varsa hatırını soralım, cenazeniz varsa kabrine gidelim, rüya göreniniz varsa söylesin tabir edeyim.”
Efendimiz, yemek yiyeceklerinde çok zaman yere ve diz çökerek otururlar, sağa sola dayanmazlar, sofralarını yere sererler ve “Ben kulum, kul gibi oturur, kul gibi yerim.” buyururlardı.
Her davet edenin gönlüne riayet eder, bu fakirdir, şu hakirdir diye imtina etmezlerdi. Velev kuru üzüm dahi koysalar, zevkle yer, burun kırın etmezler ve yemeğe kat’iyyen ayıp bulmazlar, beğenmemezlik etmezlerdi.
Rasûlullah Efendimiz, ne bulurlarsa onu giyerler; kumaş seçmezlerdi. Ve ne hazır olursa ona binerler, bu olmaz demezlerdi. Deveye, ata, estere ve merkebe bindikleri variddir.
Hafif bir yatak üzerinde uyurlar, bazan hasır üzerinde istirahat ettikleri de olurdu. Bir gece yatağını kabaca yapmışlardı. Sabahleyin, yatağı işaret ederek: “Bir, daha böyle yapmayın, bu gece ibadetime erken kalkamadım.” dediler.
Bir hac'larında, üzerlerinde çok ucuz fiyatla alınmış kumaştan ve epeyce giyilmiş bir elbise vardı, yine de: “Ya Rabbi bu haccımızı haccı mebrur kıl, onu riya ve süm'adan koru." diye dua ediyorlardı.
Bayramlarda, ziyaretlere yürüyerek gider, yürüyerek gelirdi. Hayvana bindiklerinde, arkalarına adam aldıkları vakidir. Torunları, Hasan'la Hüseyin'i dizine, kucağına, bazan da omuzlarına aldığı görülmüştür. Annelerinin müşkil ve meşgul anlarında onlara bakar, gezdirirdi.
Fahr-i Âlem Efendimiz, zevcelerinin işlerine zaman zaman yardım eder, keçileri sağar, sebzeyi yıkar, et doğrar, su getirirlerdi. Takunyalarının tasmasını tamir eder ve “Herkesin kendi işini kendi görmesi evladır.” derlerdi. Çarşıdan bir şey aldıklarında, eve bizzat getirirler. başkasına yük olmazlardı.
Bir gün seçkin sahabeleri ile kıra çıktılar, yemek yapacaklardı. Her sahabi üzerine bir hizmet aldı. Efendimiz: “Ben de çalı çırpı toplayayım.” buyurdular. Ashab-ı Kiram mani olmak isteyip Ya Rasûlallah, siz istirahat buyurun, biz yaparız, deyince: “Hayır, arkadaşları çalışan bir kimsenin, onlara geriden boş durup bakınası mürüvvet değildir” dediler.
Efendimiz, toplantılara gelişinde aşırı ta'zimle ayağa kalkmayı istemezler, buldukları bir boş yere oturuverirler, minder verilmesini emretmezler, herkese layık olduğu iltifatı gösterirler, kimseye karşı büyüklenmezlerdi.
Yolda, sahabeleri arasında yürürler: “Her kim, devamlı kavminin önünde yürüyorsa, biliniz ki bu onun kibir ve gururundandır.” buyururlardı. Bir seferde, sahabeler geri kalıp arkasından yürüdüler. Efendimiz durup onları bekliyerek: “Arkamdan gelmeyiniz, belki ayak seslerinizin arkadan duyulmasıyla bana bir gurur gelmesinden Allah'a sığınırım.” dediler. Yine bir defa da ashab arkasından yürümüşlerdi: “Ya benimle birlikte veya önümde yürüyerek arkamı meleklere bırakınız. Çünkü ben, nereye gitsem melekler benimle birlikte arkamdan gelirler.” buyurdular.
Bir gün Efendimizi, süt kardeşleri ziyarete gelmişlerdi. Onlara cübbesini sererek üzerine oturttu ve kendisi karşılarına, yere oturarak gönüllerini aldı ve onlara: “İsterseniz burada kalın size ikram ederim, dilerseniz ihtiyaçlarınızı göreyim, kabilenize dönersiniz.” dediler.
Devlethanelerinde misafirlerine bizzat hizmet ederler. El öptürmeye pek rıza göstermezler, misafirin altına minder verir ve kabul ettirinceye kadar ısrar ederlerdi. Yanlarında en faziletli insan, en mütteki kimse idi. Herkese dini mikdarı hürmet ederlerdi. İlim sahiplerine verdikleri değer üstündü.
Her fırsatta ashab-ı kirama va'z ve nasihatta bulunurlar, sahabeler de Efendimizi, başlarının üzerinde kuş varmış gibi vekar ve sükûnetle dinlerlerdi.
O bir insanlık numunesi, herkes insanlığı ondan alarak yükseldiler.
Tevâzû: ilahi hazine sırlarından büyük bir sırdır ki ilimde temkin ve tahallûkta tahakkuk sahibine mevkuftur. Yani tevâzû kemal manada peygamberlerin ve sıddîklerin vasıflarından ve huylarından olup insanların avâmında ve sâlihlerin bâzısında zahir olan tevâzuun sûretine hakikatte temellûk (dalkavukluk) derler, tevâzu demezler. Zira tevâzuun hakîkati, kişinin kendi nefsinin ubûdiyyetini gerçek manada idrak edip riyâset mülâhazalarından tamamiyle kurtulmasıdır. Her kimde ki zâhir ve bâtın yönünden bir nevi riyâset kokusu olsa o kimse ubûdiyyetin ne olduğunu bilmemiş ve tevâzuu anlamamıştır. Nitekim zamanımızın avâm ve havâssında bu koku mevcuttur. Nasıl olur da tevâzû sahibi olurlar. (*)
Li muharririhî: (*)
Pâdişahlık kaydını kor kul olur
Servi gibi daima âzâd olur
İbn-i Edhem hırkasın ber-dûş edip
Terk içinde sâhib-i irşâd olur
Tanrıya kul olan erer devlete
Kullara Tanrı olan berbâd olur
Bir gönül bağında esmez fikr-i gayr
Bu gönül Hak ile dâim şâd olur
Hakkîyâ varlık harâb eyler seni
Yokluk ile cân u dil âbâd olur.
Kaynak: Mevlânâ ve Mesnevî Gözüyle Peygamber Efendimiz / Tahir Büyükkörü
.HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN HAYATI (571-632)
Hz. Muhammed (s.a.s.) Mekke'de doğdu. 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık Peygamberlik hayâtının 13 yılı Mekke'de, 10 yılı da Medine'de geçti. Medine'de 63 yaşında vefât etti. Bu sebeple:
Hz. Muhammed (s.a.s.) 'in hayâtı (571-632):
a) Peygamberliğinden Önceki Hayâtı (571-610),
b) Peygamberlik Devri (610-632) olmak üzere iki kısma ayrılır.
Peygamberlik devri de:
a) Mekke devri (510-622)
b) Medine devri (622-632)
olarak iki döneme ayrılır.
Bu sebeple Siyer ve İslâm Târihi ile ilgili kitaplarda, Rasûlullah (s.a.s.)'in hayâtı, "Peygamberlikten (Bi'setten) öncesi" ve "Peygamberlik devri" diye iki devreye ayrılarak incelenmiştir. Peygamberlikten önceki hayatını da:
1- Çocukluk devresi (8 yaşına kadar olan süre),
2- Gençlik çağı (8-25 yaşına kadar olan devre),
3- Evlilik dönemi (25-40 yaşı arasındaki devre) olmak üzere genellikle üç bölüme ayırmışlardır.
Peygamber olduktan sonra, "Mekke Devri"nde geçen olayları incelerken, târihbaşı olarak, Peygamberliğin (Nübüvvetin) l. 2. veya 5 inci yılı gibi, Nübüvvetin başlangıcını; "Medine devri" olaylarında ise,-Hicretin, 1., 2. veya 3 üncü yılı şeklinde Rasûl–i Ekrem (s.a.s.)'in Hicret olayını esâs almışlardır.
Bu kitapta da aynı usûle uyulacaktır.
İSLÂMİYETTEN ÖNCE ARABİSTAN
1— ARABLARIN DURUMU
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) Arap yarımadasının Hicaz bölgesinde, Mekke şehrinde doğdu. O'nun hayâtını ve insanlık târihinde yaptığı büyük inkılâbı kavrayabilmek için, yaşadığı asırda Arabistan'ın genel durumunun ve Arapların yaşayışlarının, ana hatları ile de olsa, bilinmesinde fayda vardır.
İslâmiyet'ten önce Araplar, henüz millet hâline gelemedikleri için; kabîleler hâlinde yaşıyorlardı. Her kabîle, diğerlerinden ayrı bir devlet gibiydi. Kabîle başkanına "Şeyh" deniyordu. Hicaz ve Yemen bölgelerinde bazı şehirler kurulmuşsa da, genellikle çöllerde çadır ve göçebe hayâtı geçiriyorlardı. Hicaz bölgesinde üç önemli şehir, Mekke, Yesrib (Medine) ve Tâif'ti. Mekke'de Kureyş Kabîlesi, Tâifte Sakîf Kabîlesi, Yesrib (Medine) de Evs ve Hazreç adlı Arap kabîleleri ile Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları olmak üzere üç yahûdi kabîlesi bulunuyordu. Diğer kabîleler genellikle göçebe idiler.
Kabîleler arasında kan davası ve sınır anlaşmazlıkları gibi sebepler yüzünden savaş eksik olmazdı. Yalnızca yılın dört ayında (Muharrem, Recep, Zilka'de ve Zilhicce aylarında) harbetmezlerdi. Bu aylara "eşhür-i hurum"(1) (savaşılması, kan dökülmesi haram olan hürmetli aylar) denir. Bu esnâda, bütün kabîleler güvenlik içinde seyâhat edebildikleri için, genellikle büyük panayırlar bu aylarda kurulurdu. Mekke'nin hâkimi, Kâbe ve civârındaki putların koruyucusu oldukları için Kureyş kabîlesi, diğer bütün kabîlelerden saygı görürdü. Bu sebeple Kureyşliler, senenin her mevsiminde diledikleri yere seyâhat edebiliyorlardı.(2)
Hicaz bölgesindeki panayırların en önemlileri, Mekke civârında kurulmakta olan Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarıydı. Bu panayırlara ülkenin dört bir yanından akın akın gelenler arasında satıcılar, iffetsiz kadınlar, şâirler, hatipler, kâhinler ve çeşitli dinlere mensup kimseler de bulunuyordu. Tâif'le Nahle arasında kurulmakta olan Ukaz panayırında, şiir yarışmaları yapılır; beğenilip derece alan şiirler, Kâbe'nin duvarlarına asılırdı. Bu şekilde Kâbe duvarında asılmış olan yedi ünlü kasideye "el-Muallekatü's-seb'a" (Yedi Askı) denilmiştir.
Müslümanlıktan önce, Arapların çoğunluğu putperestti. Yapmış oldukları bir takım heykellere ilâh diye tapıyorlardı. En önemli putlar, Hubel, Lât, Menât, Uzzâ, Vedd, Suva', Yeğûs, Yeûk ve Nesr adlarını taşıyanlardı. Mekke'de Kâbe ve civârına 360 kadar put yerleştirilmişti. Her kâbîlenin ayrı bir putu, her putun özel bir ziyâret günü vardı. Böylece yılın her gününde putlarını ziyârete gelenlerle dolup taşan Mekke, bir ticâret merkezi olduğu kadar, putperestliğin de merkezi hâline gelmiş bulunuyordu.
Arabistan'da putperestlerden başka, Mûsevî, Hıristiyan, Mecusî (ateşe tapan) ve Sâbiî dinlerine mensup kimseler de vardı. Bunlardan başka, çok az sayıda, Hz. İbrahim'in tebliğinden o devre ulaşan dinî esasları benimsemiş tek Tanrı inancında olan "Hanîf"ler vardı. Nevfel oğlu Varaka, Cahş oğlu Abdullah, Huveyris oğlu Osman ve Sâide oğlu Kuss bunlardandı.
İslâmiyetten önce Arap Yarımadasının kuzeyinde (Sûriye'de) "Nebtî", güneyinde (Yemen'de) "Himyerî", Irak'ta ise "Süryânî" yazıları kullanılıyordu. Hicaz Arapları Sûriye ve Irak'a ticâret için yaptıkları seyâhatlarda Arapça'yı Nebtî ve Süryânî yazıları ile yazmayı öğrendiler. Daha sonraki asırlarda, Nebtî yazısından "Nesih"; Süryânî yazısından da "Kûfî" denilen yazı sitilleri doğmuştur. Ancak, Araplar arasında okuyup yazma bilenlerin sayısı son derece azdı. Cömertlik, konukseverlik, sözde durma, düşmanları bile olsa kendilerine sığınanları himâye, cesâret.. gibi bazı iyi hasletleri yanında, soygunculuk, faizcilik, zenginleri üstün, fakirleri hor görme, içki ve kumar düşkünlüğü, kabilecilik gayreti ile kan dökme gibi son derece çirkin âdetleri de vardı. Hele köle ve kadınlara insan değeri vermezlerdi. Kadınlar, ölen kocasından, babasından ve diğer yakınlarından mirâs alamadıkları gibi, kendileri mirâs malları arasında, mirâscılara kalırdı. Erkekler istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. Fuhuş âdeta meslek hâline gelmişti. Bu yüzden bazı kimseler kız çocuklarını diri diri kumlara gömecek derecede vahşet göstermişlerdi.(3)
İslâmiyetin doğuşu sırasında yalnız Araplar ve Arabistan değil, bütün dünya, zulüm, sefâhet ve cehâletin karanlığı içindeydi. Maddî ve rûhî sıkıntılar içinde bunalmış olan insanlık, bir mürşit, bir kurtarıcı beklemekteydi.
Kur'ân-ı Kerîm "Câhiliyet Devri" denilen bu karanlık dönemi, "İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden, fesat (her tarafı kapladı) karada ve denizde yayıldı."(4) ifâdesiyle en vecîz bir şekilde anlatmaktadır.
--------------------------------------------------------------------------------
(1) "Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah' a göre ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aylardır. (et-Tevbe Sûresi,36)
(2) "Kureyş kabîlesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması sağlanmıştır. Öyleyse, kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren şu Beyt'in (Kâbe'nin ) Rabbine kulluk etsinler." (Kureyş Sûresi, 1-4)
(3) Bkz. Sünenü'd-Dârimî, 1/3, Beyrut, ts.
"Aralarında birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman, içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Şimdi onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hüküm veriyorlar." (en-Nahl Sûresi, 58-59. Ayrıca bkz. ez-Zuhruf Sûresi, 17; et-Tekvîr Sûresi,8-9)
(4) Bkz. er-Rum Sûresi, 41
--------------------------------------------------------------------------------
2—MEKKE VE KÂBE
Yeryüzünde Allah'a ibâdet için yapılan ilk binâ, bütün namazlarda kıblegâh olarak yönelmekte olduğumuz Kâbe'dir.(5) Allah'ın emriyle Hz. İbrâhim ve oğlu Hz. İsmâil tarafından(6) Milattan 2000 yıl kadar önce Mekke'de yapılmıştır.(7) Tavâfa başlama yerinin işâreti olmak üzere, Kâbe'nin güney-doğu köşesi (Rükn-i Hacer-i Esved) nde bulunan "Hacer-i Esved" denilen siyah taşı Hz. İbrâhim, Ebu Kubeys dağından getirerek hâlen bulunduğu köşeye koymuştur. İnşaatın tamamlanmasından sonra Hz. İbrâhim ilk tavâfı oğlu Hz. İsmâil'le beraber yapmış, bütün insanları hacca, Kâbe'yi ziyârete dâvet etmiştir.(8)
Mekke şehri, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in büyük dedelerinden Kusayy tarafından, Kâbe'nin inşâsından çok sonra kurulmuştur. Allah'a ibadet için yapılmış olan Kâbe, zamanla "Tevhid İnancı"nın unutulmasıyla, putlarla doldurulmuş; Mekke puperestliğin merkezi hâline gelmiştir.
a) Mekke ve Kâbe ile İlgili Özel Vazifeler
Mekke şehrini kuran Kusayy, şehrin idâresi, Kâbe'nin bakımı ve Kâbe'yi ziyârete gelenlere hizmetle ilgili bazı görevler ihdâs etti. Bu hizmetler Hz. İsmâil'in neslinden olan kimseler tarafından yerine getiriliyordu. Bu hizmet ve görevlerden bir kısmı şunlardır:
1- Hicâbe: Kâbe'nin perdedarlığı ve anahtarlarını taşıma görevidir.
2- Sikâye: Kâbeyi ziyârete gelenlerin suyunu temin etme ve Zemzem kuyusuna bakma görevidir.
3- Rifâde: Kâbeyi ziyâret için Mekke'ye gelenleri ağırlama, barındırma ve muhtaçlara yardımcı olma hizmetidir.
4- Nedve: Kusayy tarafından yapılan "Dâru'n-Nedve" adlı istişâre meclisi binâsında yapılan toplantılara başkanlık etme görevidir. Savaş, sulh ve memleketin diğer bütün önemli işlerinin kararı, burada yapılan toplantılarda verilirdi. Kırk yaşından küçük olanlar, bu meclise alınmazlardı.
5- Livâ: Savaş zamanında ve askerin toplanmasında sancağı taşıma görevidir.
6- Kıyâde: Savaşta askere komuta etme görevidir.
7- Sefâre: Aynı toplum içindeki fertler veya kabîleler arasında meydana gelen çekişmelerde hakem olarak arabulma hizmetidir.
8- Hazine-i emvâl: Savaş için hazırlanan silâh, mal ve âletleri muhâfaza etme görevidir.
9- Ezlâm: Oklar ile fal bakma işidir.
Kâbe'nin üzerine konulmuş olan Hubel adlı putun yanında üç fal oku vardı. Birinde: "emeranî rabbî" (Rabbım bana emretti); diğerinde "nehânî rabbî" (Rabbım bana yasak kıldı), yazılıydı. Üçünçüsü ise boştu.
Yapacağı iş konusunda karar veremeyen kişi, ezlâm işiyle görevli kimse aracılığı ile bu oklardan birini çekerdi. Birinci ok çıkarsa, tasarladığı işi yapar, ikincisi çıkarsa o işten vazgeçerdi. Üçüncüsü çıkarsa, o işi bir yıl erteler, ertesi sene falı yenilerdi.
10- Nezâre: Bir yerden başka bir yere nakledilecek eşyayı kontrol ve muâyene ettikten sonra "taşıma ruhsatı" verme görevidir.
Araplar arasında her biri büyük bir şeref sayılan bu hizmet ve görevlerin hepsi Kusayy'ın elinde toplanmışken daha sonra Kureyş arasında dağılmıştır.
b) Zemzem Suyu
Hz. İbrâhim, Milâttan yaklaşık 2000 yıl kadar önce, Irak'ta Sümer şehirlerinden "Ur" sitesinde dünyaya geldi. Peygamber olduktan sonra, halkı tek Allah'a imâna dâvet ettiği için, Bâbil Hükümdârı Nemrut tarafından ateşe atıldı. Fakat Allah'ın emri ile ateş onu yakmadı.(9) Kendisine imân eden İbrâni'lerle Filistin'e göçtü. Birara Mısır'a gitti, orada da kendisine imân eden kimse bulamadığı için, tekrar Filistin'e döndü.
Hz. İbrâhim, karısı Hâcer ile henüz annesini emmekte olan oğlu Hz. İsmâil'i Allah'ın emri ile Filistin'den alıp, Mekke'ye, Kâbe'nin bulunduğu yere götürdü. Onlara bir dağarcık hurma ve bir kırba su bırakarak yanlarından ayrılıp Filistin'e döndü. O esnâda, henüz Kâbe yapılmamış, Mekke şehri kurulmamıştı. Etrâfta ne insan, ne su, ne de hayat işâreti vardı.
Hz. İbrâhim, eşi ve çocuğundan ayrılıp onları göremeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, Kâbe'nin bulunduğu yere yönelerek:
"Rabbımız, zürriyetimden bir kısmını senin kutsal evinin yanında, ekin bitmez (çorak), bir vâdi içinde yerleştirdim. Rabbımız, (beyt'inde) namaz kılmaları için, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları meyvelerle rızıklandır..."(10) diye duâ etti ve uzaklaşıp gitti.
Yanlarındaki hurma ve su bittikten sonra, Hâcer çocuğunu olduğu yerde bırakıp, bir can yoldaşı görebilmek ve birkaç yudum su bulabilmek ümidiyle Safâ ile Merve tepeleri arasında gidip geldiği esnâda bir melek, ökçesiyle Zemzem suyunu ortaya çıkarmıştı. Hâcer bu sudan kana kana içti, çocuğunu emzirdi ve Allah'a hamdetti.
c) Mekke Şehrinin Kurulması
Hz. İsmâil, daha sonra bu bölgeye yerleşen "Cürhümîler" den bir kızla evlendi. Kendisi İbrânî, Cürhümîler Yemenli Âribe (halis) Arablarındandı. Bu sebeple İsmâiloğullarına "müsta'rabe (arablaşmış) arabları" denilir.
Yemen'de "Seylü'l-arim"(11) denilen sel felâketinden sonra bu bölgeye gelen Huzâa Kabîlesi, İsmâiloğullarının da yardımı ile, Cürhümîleri Mekke'den sürüp çıkardılar. Cürhümîler, Kâbe'ye hediye edilmiş olan altın geyik heykelleri ile diğer kıymetli eşyayı Zemzem kuyusuna atıp, üzerini toprakla doldurduktan sonra, kuyuyu belirsiz hâle getirerek Mekke'den kaçtılar. Bu yüzden Zemzem kuyusu uzun müddet kapalı kaldı.
Mekke bölgesinin hâkimiyeti ve Kâbe muhafızlığı üç asır kadar Huzâalılarda kaldıktan sonra Kilâb (Hâkim)' in oğlu Kusayy, milâdî 5 inci asırda Kâbe muhafızlığını ele geçirdi. Kureyş'in başına geçerek, Huzâalıları bu bölgeden çıkardı. Kâbe'nin etrâfında bugünkü Mekke şehrini kurdu. Ölümünden sonra kabîle başkanlığı ve Kâbe muhâfızlığı oğlu Abdimenâfa, ondan da oğlu Hâşim'e kaldı. Haşim ticâret için gittiği Şam seferinde Gazze'de ölünce, rifâde (ziyâretçileri ağırlama ve barındırma) ve sikaye (ziyâretçilere su temin etme) vazifelerini küçük kardeşi Muttalib üzerine aldı.
d) Şeybe'nin adı Abdülmuttalib kaldı
Hâşim, Medine'de Hazrec kabîlesinin Neccâr oğulları kolundan Amr kızı Selmâ ile evlenmiş, "Şeybe" adında bir oğlu olmuştu. Selmâ Medine'den ayrılmadığından, Şeybe de Medine'de dayılarının yanında büyümüştü. Hâşim'in vefâtından sonra, amcası Muttalib O'nu Mekke'ye getirdi. Mekkeliler Muttalibin yanında tanımadıkları bir çocuk görünce, Şeybeyi Muttalib'in kölesi sanarak, Ona "Abdülmuttalib" dediler. Bu yüzden Şeybe, Abdülmuttalib adıyla anıldı.
e) İki Kurbanlığın Oğlu
Abdülmuttalib, 10 oğlu olduğu takdirde, bunlardan birini Allah için kurban etmeyi adamıştı.(12) Bu eski âdet, bize Hz. İbrâhim'in gördüğü bir rüyâ üzerine oğlu Hz.İsmâil'i kurban etmek istemesini(13) hatırlatmaktadır.
Abdülmuttalib, çeşitli zevcelerinden 10 oğlu olunca aralarında kur'a çekerek adağını yerine getirmek istedi. Kur'a sonucuna göre, ileride Rasûlullah (s.a.s.)'in babası olacak olan Abdullah'ın kurban edilmesi gerekiyordu. Bir arrafe (kadın kâhin)nin tavsiyesine uyularak, belirli sayıda deve ile Abdullah arasında kur'a çekildi. Kur'a Abdullah'a düştükçe, develerin sayısı onar onar arttırılarak, yeniden çekildi. 10 deve ile başlayan kur'a çekimi, develerin sayısı 100 olunca nihâyet develere isâbet etti.(14) Böylece Abdullah'ın yerine 100 deve kurban edildi. Bu olaya ve neslinden geldiği Hz. İsmail'in kurban edilmesi teşebbüsüne işâretle Rasûlulllah (s.a.s.) Efendimizin:
"Ben iki kurbanlığın oğluyum" (15) buyurduğu nakledilmiştir. O zamana kadar 10 deve olan diyet (öldürülen bir kimsenin kan bedeli) de, bu olaydan sonra, 100 deveye yükselmiştir.(16) İslâm Hukuku'nda kan bedelinin 100 deve olması, zamanla örf hâline gelen bu olaya dayanmaktadır.
f) Zemzem Kuyusunun Temizlenmesi
Muttalib'in ölümünden sonra, kabîle başkanlığı ile Rifâde ve Sikâye hizmetleri Abdülmuttalib'e verilmişti. Abdülmuttalib, Zemzem'in yerini bulup yeniden kazdırdı. Cürhümîlerin Mekke'den kaçarken kuyuya attıkları altın geyik heykelleri, kılıç ve zırhlar çıkarılarak kuyu temizlendi. Zemzem kuyusunun idâresi, Abdülmüttaliboğullarında kaldı.
--------------------------------------------------------------------------------
(5) Bkz.Âl–i İmrân Sûresi, 96
(6) Bkz. el-Bakara Sûresi, 127
(7) Kâbe, Hicretten, yaklaşık 2793 yıl önce yapılmıştır. (Mahmut Esad, Tarih-i Din-i İslâm,2/7)
(8) Bkz. el-Hacc Sûresi, 27-29
(9) Bkz. el-Enbiyâ Sûresi, 69-70
(10) Bkz. İbrâhim Sûresi, 37
(11) Bkz. es-Sebe' Sûresi,16
(12) İbn Hişâm, 1/160; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 2/5; İbn Sa'd, et-Tabakat, 1/88
(13) Bkz. Saffât Sûresi, 102-110
(14) İbn Hişâm, 1/160-164; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2 /6-7
(15) el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafa, 1/199 (Hadis No.606), Beyrut 1351
(16) İbn Hişâm, 1/163
--------------------------------------------------------------------------------
3- FİL VAK'ASI (Ebrehe'nin Kâbe'ye Saldırması) (571 M.)
Habeşistan Kırallığı'nın Yemen Vâlisi Ebrehe, Hristiyanlığı Arabistan'da yaymak ve Arapları Kâbe ziyâretinden vazgeçirmek için, San'a'da muhteşem bir kilise yaptırmıştı. Fakat, Araplardan bu kiliseye ilgi gösteren olmadı. Üstelik, Kinâne Kabîlesi'nden bir Arap, bir gece gizlice kilise içine pisledi. Ebrehe bunu bahâne ederek büyük bir ordu ile Kâbe'yi yıkmak üzere Mekke üzerine yürüdü. Arapların bu orduya karşı koyabilecek güçleri yoktu. Mekkeliler şehri boşaltarak etraftaki dağlara çekildiler.
Ebrehe, Mekke yakınlarında karargâhını kurdu. Kureyş Kabîlesinin reisi olan Abdülmuttalib'e elçi göndererek, kan dökmek üzere değil, sâdece Kâbe'yi yıkmak için geldiğini bildirdi. Bu esnâda Ebrehe'nin öncü kuvvetleri Mekkelilerin sürülerini yağmalayıp ordugâha götürmüşlerdi. Bunlar arasında Abdülmuttalib'in de yüz devesi vardı. Abdülmuttalib, Ebrehe'ye giderek yağmalanan sürülerin geri verilmesini istedi. Ebrehe:
-"Ben, Kâbe'yi yıkmamam için ricâya geldiğini sanmıştım. Görüyorum ki sen, develerinin derdindesin, bunu sana yakıştıramadım..." deyince, Abdülmuttalib büyük bir vakarla:
-" Ben, develerin sâhibiyim, onları istiyorum. Kâbe'nin de sâhibi var. O'nu sâhibi koruyacaktır" diye cevap vermişti. Bu cevap karşısında Ebrehe, Abdülmuttalib'in develerini ve Mekkelilerin yağmalanan bütün mallarını geri verdi.
Kur'an-ı Kerîm'de de açıklandığı üzere, Ebrehe amacına ulaşamadı. Kâbe'yi yıkmak üzere hücûma geçileceği sırada, Ebrehe'nin her seferinde berâberinde bulundurduğu Mamut adlı büyük fil ile diğer filler her türlü çabaya rağmen, diz çöküp oldukları yerde kaldılar; Kâbe cihetine yürümediler. Bu esnâda gök yüzünde beliren sürü sürü kuşlar, ağızlarında ve pençelerinde taşıdıkları küçük taşları Kâbe'ye hücûma hazırlanan askerlerin üzerine bıraktılar. Ebrehe'nin büyük ordusu bir anda perişan oldu.(17) Büyük bir kısmı orada telef oldu. Kaçıp kurtulabilen askerlerin bir kısmı ile Ebrehe San'a'ya döndü ise de, yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak çok geçmeden öldü.
Ordu'nun önünde yürüyen filler sebebiyle, tarihte bu hâdiseye "Fil Vak'ası", bu olayın meydana geldiği seneye de "Fil Yılı" denilmiştir.
(17) "Kâbe'yi yıkmağa gelen fil sâhiplerine, Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? Onların kötü plânlarını (hile ve düzenlerini) boşa çıkarmadı mı? Onların üzerine sert taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yapıverdi". (Fil Sûresi, 1-5)
Rasûlllah (s.a.s.) Efendimiz, Fil Vak'ası'ndan 52 gün kadar sonra dünyaya geldiği için bu olayı görmemişti. Fakat bu Sûre indiği esnâda bu olay o kadar iyi biliniyordu ki, hayatta olanlardan, olayı görmemiş olanlar da sanki görenler kadar olaydan haberdardı. Bu sebeple Hz. Muhammed (s.a.s.) olay sırasında henüz dünyaya gelmemiş olduğu halde "görmedin mi?" buyrulmaktadır. Burada görmek , "bilmek ve duymak" anlamında kullanılmıştır.
BİRİNCİ KISIM
HZ.MUHAMMED (S.A.S)'İN PEYGAMBERLİKTEN ÖNCEKİ HAYÂTI
" Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik".
(el-Enbiyâ Sûresi, 107)
l- HZ. MUHAMMED (S.A.S)'İN ÇOCUKLUK DÖNEMİ
1- DOĞUMU:
Hz. Muhammed (s.a.s.) Milâddan sonra 571 senesi, Fil Yılı'nda, 12 Rebiülevvel (20 Nisan) pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke'nin doğusunda bulunan "Hâşimoğulları Mahallesi"nde, babasından kendisine mirâs kalan evde doğdu. Arapların takvim başı olarak kullandıkları "Fil Vak'ası", Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğumundan 52 gün kadar önce olmuştu.(18)
Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine verdiği ziyâfette çocuğun adını soranlara:
"Muhammed adını verdim. Dilerim ki, gökte Hakk, yeryüzünde halk, O'nu hayırla yâdetsinler..." cevâbını verdi. Annesi de "Ahmed" dedi. (Muhammed, üstünlük ve meziyetleri anılarak çok çok övülüp senâ edilen; Ahmed de Cenab-ı Hakk'ı yüce sıfatları ile öven, hamdeden kimse demektir.(19) İslâm târihçileri, Peygamberimiz (s.a.s.)'in doğduğu gece bir takım olağanüstü olayların meydana geldiğini naklederler. O gece İran Kisrâsı (Hükümdarı)'nın Medâyin şehrindeki sarayının 14 sütûnu yıkılmış, mecûsîlerin İran'da Istahrâbat şehrinde bin yıldan beri yanmakta olan "ateşgede"leri sönmüş, Sâve (Taberiyye) gölü yere batmış, bin yıldan beri kurumuş olan Semâve deresi'nin suları taşmış, mecûsîlerin büyük bilgini Mûdibân korkunç bir rüya görmüş, Kâbe'deki putların yüz üstü devrildikleri görülmüştü. Gerçekten O'nun doğması ile bütün dünyada hüküm sürmekte olan cehâlet ve küfür ateşi sönmüş, putperestlik yıkılmış, zulmün baskısı son bulmuştur.
2- SOYU (NESEBİ)
Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.s.)'in babası, Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah; annesi ise Vehb'in kızı Âmine'dir. Babası Abdullah, Kureyş Kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan, annesi Âmine ise Zühreoğulları kolundandır. Her ikisinin soyu, bir kaç batın yukarıda, "Kilâb"da birleşmektedir. Her ikisi de Mekke'lidir.
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Hz.İbrâhim'in büyük oğlu Hz. İsmâil'in neslindendir. Soyu Adnân'a kadar kesintisiz bellidir.(20) Adnân ile Hz.İsmâil arasındaki batınların sayısında neseb bilginleri ihtilâf etmişlerdir.(21)
Peygamber (s.a.s.) Efendimizin soyu, çok temiz ve çok şerefli bir neseb zinciridir. Bir hadisi şerifte Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
"Ben devirden devire, (nesilden nesile, âileden âileye) seçilerek intikal eden Âdemoğulları soylarının en temizinden naklolundum, sonunda içinde bulunduğum 'Hâşimoğulları' âilesinden neş'et ettim", buyurmuştur.(22)
Diğer bir hadisi şerifte bu seçilme işi şöyle anlatılmıştır.
"Allah, Hz İbrâhim'in oğullarından Hz. İsmâil'i, İsmâiloğullarından Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından Kureyşi, Kureyşden Hâşimoğul-larını, Hâşimoğullarından da beni seçmiştir." (23)
Bir başka hadis-i şerifinde de Rasûl–i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah beni, dâima helâl babaların sulbünden, temiz anaların rahmine naklederek, sonunda babamla annemden ızhâr etti. Âdem'den, anne-babama gelinceye kadarki nesebim içinde nikâhsız birleşen olmamıştır". (24)
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, Suriye seyâhatinden dönerken Yesrib (Medine)'de hastalanarak 25 yaşında vefât etmiş ve orada defnedilmişti. Peygamberimiz (s.a.s.)'e, babasından mirâs olarak beş deve, bir sürü koyun, doğduğu ev ve künyesi Ümmü Eymen olan Habeşli Bereke adlı bir câriye kalmıştır.(25)
3- HZ. MUHAMMED (S.A.S.) SÜT ANNE YANINDA
Başlangıçta çocuğu (3 veya 7 gün) annesi Âmine emzirdi.(26) Sütü yetmediği için, daha sonra amcası Ebû Leheb'in azatlı câriyesi Süveybe tarafından emzirildi.(27)
Fakat Hz. Muhammed (s.a.s.)'in devamlı süt annesi Hevâzin Kabîlesinin Sa'doğlulları kolundan Halîme oldu.
Mekke'nin havası ağır olduğu için, Mekkeliler yeni doğan çocuklarını çölden gelen süt annelere verirlerdi. Çöl ikliminde çocuklar hem daha gürbüz yetişiyor, hem de bozulmamış (fasih) Arapça öğreniyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.s.)'de bu âdete göre süt annesi Halîme'ye verildi. Halîme, yetim bir çocuğu emzirmenin kârlı bir iş olmayacağı düşüncesiyle, başlangıçta tereddüt göstermişse de, daha sonra bu çocuğun evlerine uğur ve bereket getirdiğini görmüş ve O'nu öz çocuklarından daha çok sevmiştir. Süt kardeşi Şeyma da bakımında annesine yardımcı olmuştur.(28)
Hz.Muhammed (s.a.s.) süt annesi ve süt kardeşleri ile sonraki yıllarda dâima ilgilenmiştir. Halîme kendisini ziyârete geldiği zaman onu "anacığım" diyerek karşılamış, altına elbisesini yayarak, saygı göstermiştir.(29)
Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşına kadar, süt annesinin yanında çölde kaldı. Dört yaşında Halîme çocuğu Mekke'ye götürerek annesine teslim etti. İslâm târihçileri, bu esnada "şakk-ı sadr" (göğüs açma) olayının meydana geldiğini, çocukta görülen bu gibi olağanüstü hallerin Halîme'yi endişelendirdiğini, bu yüzden çocuğu annesine teslime mecbûr kaldığını naklederler.(30)
4- MEDİNE ZİYÂRETİ
Hz. Muhammed (s.a.s.) dört yaşından altı yaşına kadar, öz annesi Âmine ile kaldı, O'nun şefkat ve ihtimâmı ile yetişip büyüdü. Altı yaşında iken, babasının Medine'de bulunan kabrini ziyâret etmek üzere, annesi ve sadık hizmetçileri Ümmü Eymen'le beraber Medine'ye gittiler. Medine'deki akrabaları Neccâroğullarında bir ay kadar misâfir kaldılar. Dönüşte, Medine'nin 23 mil güneyinde Ebvâ Köyü'nde Âmine hastalandı.(31) Henüz doğmadan babasından yetim kalmış olan Hz. Muhammed (s.a.s.) altı yaşında iken annesinden de öksüz kalıyordu. Bu acıyı bütün varlığı ile hisseden anne, oğlunu şefkat dolu gözlerle süzdü. Bağrına basıp uzun uzun öptü. Masûm yüzüne bakarak
"Her yeni eskiyecek, her fâni yok olup gidecek,
Ben de öleceğim, fakat buna gam yemem,
Namımı ebedi kılacak hayırlı bir halef bırakıyorum..." anlamına bir şiir söyledi. Bu sözlerden sonra vefât etti.(32)
Annesinin ölümünden sonra çocuğu Ümmü Eymen Mekke'ye götürüp dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti.
Altı yaşından sekiz yaşına kadar, çocuğa dedesi Abdülmuttalib baktı. Abdülmuttalib seksen yaşını geçmiş bir ihtiyârdı. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz sekiz yaşında iken dedesi de öldü. Ölürken, on oğlu içinden Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimizin yetiştirilmesini, öz amcası Ebû Tâlib'e bıraktı.(33/1)
Yıllar sonra, Hicret'in 6'ıncı yılı Hudeybiye Barışı dönüşünde Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, annesinin kabrini ziyâret edip, teessürle gözyaşı döktü.
Annemin bana olan şefkatini hatırlayarak ağladım, buyurdu. (33/2)
BİR GECE
Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın ondördü bir Öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrândı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl, en sapa yerdi.
Bir kerre de, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar.,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkına sarmıştı zemînin.
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, şer–i mübîni,
Şehbâlini, adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, O'nun vergisidir hep;
Medyûn O'na cem'iyyeti, medyûn O'na ferdi.
Medyûndur O mâsûm'a bütün bir beşeriyyet...
Yârab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
Mehmed Âkif ERSOY
--------------------------------------------------------------------------------
(18) Siyer ve İslâm Târihi müellifleri, Rasûlüllah (s.a.s.)'in doğumunun Rebiülevvel ayında bir pazartesi günü sabaha karşı olduğunda genellikle ittifak etmişlerse de, ayın kaçıncı günü olduğu konusunda birleşememişlerdir.
Rasûlüllah (s.a.s.) 1 Rebiülevvel 11 H./27 Mayıs 632 M. târihine rastlayan Pazartesi günü öğleden sonra vefât etmiştir. (Bkz. Tecrid Tercemesi,9/298 ve 11/5-6) Sahih hadislerde, Peygamber (s.a.s.) Efendimiz'in 63 yaşında vefât ettiği belirtilmiştir (Bkz. Tecrid Tercemesi, 9/298, Hadis No. 1442 ve 11/33, Hadis No.1671)
Rasûlüllah (s.a.s.)'in, Hz. Mâriye'den olan oğlu İbrâhim'in vefât ettiği gün, güneş tutulmuştu. (Bkz. Buhârî, 2/29-30; Tecrid Tercemesi, 3/428, Hadis No. 547) Mısır'lı Muhammed Felekî Paşa, yaptığı hesaplama ve araştırma sonucu, bu tutulma olayının, Milâdi 632 yılının 7 Ocak günü saat 8.30'a rastladığını tesbit etmiştir. Rasûlüllah (s.a.s.)'in vefâtı, 1 Rebiülevvel 11 H/27 Mayıs 632 M. Pazartesi günü olduğuna göre, Muhammed Felekî Paşa bu tarihten 63 kameri yıl geri giderek, Rasûlüllah (s.a.s.)'in doğumunun 9 Rebiülevvel/20 Nisan 571 veya 2 Rebiülevvel/13 Nisan 571 pazartesi olması gerektiği sonucuna varmıştır. (Bkz. Asr-ı Saadet 1/191).
(19) Peygamberimizin en meşhûr ve Kur'an-ı Kerim'de geçen isimleri; "Muhammed" ve "Ahmed"dir. Muhammed (s.a.s.) ismi Kur'ân-ı Kerîm'de 4 yerde (Âl-i İmrân Sûresi 144, Ahzâb Sûresi 40, Muhammed Sûresi 2 ve Fetih Sûresi 19); Ahmed ismi ise 1 yerde (Saf Sûresi, 6) geçmektedir.
Fetih Sûresinde bu ism–i şerif, ayrıca "Rasûlüllah" olarak vasıflanmıştır. Saf Sûresinin 6. âyetinde ise:
"Meryem oğlu İsâ: Ey İsrâiloğulları! Doğrusu ben, benden önce indirilen Tevrât'ı tasdik edici, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygemberi de müjdeleyici olarak, Allah'ın size gönderilmiş bir peygemberiyim demişti..." buyrulmuştur.
Bu ayet-i celilede Hz. İsâ'nın, kendinden sonra "Ahmed" adında bir peygamberin geleceğini müjdelediği bildirilmektedir.
Bugün elimizde, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'in orjinal nüshası bulunmayıp, ondan çok sonraki târihlerde kaleme alınmış muharref nüshalar bulunduğundan Hz. İsâ tarafından verilen bu müjdenin aslını bugünkü İncillerde aynen bulmak mümkün olmamaktadır. Ancak Yunanca'dan Türkçe'ye çevrilen Yuhanna İncili'nin 14. babı'nın 26 âyeti şöyledir:
"Baba'dan size göndereceğim "Tesellici", "Babadan çıkan hakikat Ruhu geldiği zaman benim için o şehâdet edecektir."
Burada geçen "Tesellici" kelimesi, İncilin Yunancasında "Faraklit" dir. İncil'in eski Arapça tercemelerinde bu kelime "Hammâd" veya "Hâmid" olarak terceme edilmiştir. Nitekim bir kısım Hıristiyan bilginleri de bu kelimeyi "Hammâd, yani çok hamd eden kimse olarak açıklamışlardır ki aşağı yukarı "Ahmed" anlamındadır.
İncil'deki "Faraklit" kelimesini "Tesellici" diye terceme etmiş de olsalar, Hz. İsâ ile Hz. Muhammed (s.a.s.) arasında bilinen bir peygamber bulunmadığına ve günümüze kadar da zuhûr etmediğine göre, Hz. İsâ'nın gönderileceğini bildirdiği "Tesellici" veya "Faraklit" Rasûlüllah (s.a.s.) den başka kim olabilir? (Bkz. Tecrid Tercemesi, 9/291-293, Hadis No: 1439 ve izâhı.)
Buhârî'nin Cübeyr b. Mut'ım'den rivâyetine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in eski kutsal kitaplarda, eski ümmetlerce bilinen üç adı daha vardır: Mâhi, Hâşir, Âkıb. Bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Bana âit beş yüce isim vardır. Ben Muhammed ve Ahmed'im. Ben Mâhi'yim, ki Allah benim (nübüvvetim)le küfrü izâle edecektir. Ben Hâşir'im ki (kıyamet gününde) insanlar benim ardımdan haşrolunacaklardır. Ben Âkib'im, Çünkü peygamberlerin sonuyum. (Buhârî 4/11;Tecrid Tercemesi, 9/291, Hadis No: 1439; Müslim, 4/1827, Hadis No: 2354. Rasûlüllah (s.a.s.)'in diğer isimleri için bkz. Tecrid Tercemesi, 9/291-294 ve 10/43)
(20) Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Adnân'a kadar kesintisiz bilinen nesebi sırasıyla şöyledir: Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdümenâf, Kusayy, Kilâb, Mürre, Kâab, Lüey, Galib, Fihr (Kureyş), Mâlik, en-Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Meadd, Adnân, (el-Buhârî, 4/238; İbn Hişâm, 1/1-2)
Annesinin nesebi de şöyledir: Vehb, Abdümenâf, Zühre, Kilâb, Mürre... Görüldüğü üzere her iki tarafın nesebi Kilâb'da birleşmektedir. (İbn Hişam, 1/115)
(21) Aynî, Umdetü'l-Karî, 8/54; Tecrid Tercemesi, 10/43; Asr-ı Saâdet, 1/178-179
(22) El-Buhârî, 4/166; Tecrid Tercemesi, 9/316 (Hadis No: 1454) ve 10/44
(23) Müslim, 4/1782 ( Hadis No: 2276); Tirmizi, 5/583 (Hadis No: 3605); Tecrid Tercemesi 10/44
(24) Bkz. İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 2/255-256, Tecrid Tercemesi, 10/44;
Târih-i Din-i İslâm, 2/5
(25) Asr-ı Saâdet, 1/187
(26) Târih-i Din-i İslâm, 2/16
(27) İbnü'l-Esir, el-Kâmil, 1/459; İbn Sa'd, Tabakat 1/108
(28) İbnü'l-Esir, a.g.e., 1/460
(29) Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, 5/6, Kahire, 1382/ 1962 (Ebû Dâvud'dan)
(30) Bkz. İbn Hişâm, 1/174; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 461-462; Hamîdullah, İslâm Peygamberi 1/40
Rasûlüllah (s.a.s.)'in hayatında şakk-ı sadr olayı bir kaç defa olmuştur. İlki, süt annesi Halîme'nin yanında iken meydana gelmiştir. Melekler, göğsünü açıp, "işte şeytanın sendeki nasibi" diyerek bir pıhtı çıkarıp atmışlardır. (Müslim, 1/147 K. İmân B. 74, Hadis No: 261). İlk vahyin gelişinden önce de, vahyin ağırlığına dayanabilmisi için, şakk-ı sadr olayının tekrarlandığı rivâyet edilmiştir. Mirâc mucize'sinden önce de Cebrâil (a.s.) Rasûlüllah (s.a.s.)'in göğsünü açıp "zemzem suyu" ile yıkadıktan sonra imân ve hikmet doldurmuştur. (Tecrid Tercemesi, 2/227, Hadis No: 227 ve izâhı)
(31) İbn Hişâm, 1/177; Tecrid Tercemesi, 4/699
(32) Târih-i Din-i İslâm, 2/23; Tecrid Tercemesi, 2/699
(33/1) Abdülmuttalib'in çeşitli zevcelerinden 10 oğlu ve 6 kızı vardı. Bunlar içinde Hz. Ali'nin babası Ebû Tâlib ile Peygamberimiz (s.a.s)'in babası Abdullah ana baba bir kardeşti. (Asr-ı Saâdet 1/ 197; Târihi-i Din-i İslâm, 2/27)
Oğulları: Abbâs, Hamza, Abdullah, Ebû Tâlib (asıl adı Abdimenâf) Zübeyr, Hâris, Hacl, Mukavvim, Dırar, Ebû Leheb (asıl adı Abduluzza) dır. Kızları ise: Safiyye, Ümmü Hakim el- Beyda, Âtike, Ümeyme, Eravâ, Berre. (İbn Hişâm, 1/113)
(33/2) İbn Sa'd, et-Tabakat, 1/116-117; Tecrid Tercemesi, 4/683
Kelime Açıklamaları:
Hasrân: Sapıklık, aldanma-Mamûre-i dünya: Dünyada insanların yaşadığı yerler, kalkınmış ülkeler-Beter: daha kötü-Beşer: İnsan cinsi, bütün insanlar-Dişsiz: (burada) güçsüz, zayıf, kimsesiz-Fevza: Kargaşa, anarşi-Âfak: Ufuklar-Ufuk: Uzaklara bakıldığında yeryüzünün gökyüzüyle birleşmiş gibi görünen yeri-Zemin: Yeryüzü. Şark: Doğu ülkeleri-Tefrika: Fikir ayrılığı-Nefha: Üfürme-Mâsûm: Günahsız-Hamle: Atılma, saldırma-Kayser: Bizans imparatorlarına verilen ünvan-Kisrâ: İran hükümdarlarına verilen ünvan-Acz: Güçsüzlük- Zevâl: Yok olma-Şer'i mübin: İslâm dini-Şehbal: kanat, kanattaki uzun tüyler-Adl: adalet-Medyûn: Borçlu-Beşeriyyet: İnsanlık-Mahşer: Kıyâmette insanların toplanacağı yer-Haşretmek: Kıyâmet günü insanları dirildikten sonra mahşerde toplamak.
--------------------------------------------------------------------------------
II- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN GENÇLİK DÖNEMİ
1- EBÛ TÂLİB'İN HİMÂYESİ
Peygamberimizin hayâtının sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar olan dönemine "gençlik devresi" denilir. Bu devrede Rasûlullah (s.a.s.) amcası Ebû Tâlib'in yanında, onun himâyesi altında bulunmuştur.
Ebû Tâlib, zeki ve âlicenâb bir zâtdı. Zengin olmamakla beraber, asâleti ve âlicenâplığı sebebiyle herkesten saygı görüyordu. Yeğeni Hz. Muhammed'i çok seviyor, hiç yanından ayırmıyordu.
2- SEYÂHATLERi
a) Şam Seyâhati
Mekke iklimi zirâate elverişli olmadığından, Mekkeliler ticâretle uğraşırlar, çocuklarını da ticârete alıştırırlardı. Ticâret için kervanlarla, yazın Şam'a, kışın Yemen'e seyâhet ederlerdi. Ebû Tâlip de diğer Mekkeliler gibi kervan ticâreti yapıyordu. Bir defasında Şam'a giderken, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e amcasından ayrılmak zor geldi; kendisini de yanında götürmesini istedi. Ebû Tâlib çok sevdiği yeğenini kırmadı. O'nu da kafileyle beraberinde götürdü. Bu esnâda henüz oniki yaşındaydı.
Şam'ın 90 km. kadar güneyinde Busrâ (Eski Şam) denilen kasabada "Bahîra" adında bir Hıristiyan râhibi vardı. Kasabaya uğrayan kervanlarla hiç ilgilenmediği halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in içinde bulunduğu kervanı karşılayarak bütün kafileye bir ziyâfet verdi. Bahîra okuduğu kutsal kitaplardan edindiği bilgilerle, Hz Muhammed (s.a.s.)'in simâsından, O'nun istikbâlini sezmişti. O'nunla konuştu. Sorular sordu. Aldığı cevâplar, kanâatini kuvvetlendirdi. Şam yolculuğunun bu çocuk için tehlikeli olacağını düşündü. Ebû Tâlib'e:
-"Bu çocuk son Peygamber olacaktır. Şam Yahûdîleri içinde O'nun alâmet ve vasıflarını bilen kâhinler vardır. Tanırlarsa, ihânet ve kötülüklerinden korkulur. Bu çocuğu Şam'a götürmeyiniz..."dedi. Bu sözler üzerine Ebû Tâlib Şam'a gitmekten vazgeçti. Alışverişini burada bitirip, geri döndü.(34)
Son Peygamberin geleceği ve O'nun bir çok vasıfları Tevrât ve İncil'de bildirilmişti. Bu sebeple, Yahûdî ve Hristiyan bilginleri, O'nun alâmetlerini ve vasıflarını biliyorlardı. Hicretten sonra Müslüman olan Medineli Yahûdi âlimi Abdullah İbn Selâm'ın "Tevrat'ta Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Hz. İsa (a.s.)'ın sıfatları vardır" dediğini, "Kütüb-i Sitte" denilen altı güvenilir hadis kitabından Tirmizi'nin es-Sünen'inde rivâyet edilmiştir."(35)
Gülünç Bir İddiâ
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in 12 yaşında yaptığı bu seyâhatta râhip Bahîra ile görüşmesini, bazı Hıristiyan yazarlar, Hıristiyanlığın bir zaferi gibi göstermek istemişler, Peygamberimiz (s.a.s.)'in bütün dinî esasları bu râhipten öğrendiğini iddia etmişlerdir.
Bu iddia son derece gülünç ve tutarsızdır. Oniki yaşındaki bir çocuğun, İslâm gibi mükemmel bir dinin esaslarını bir kaç saatlik görüşme esnâsında öğrenmesi mümkün değildir. Bu râhip bu esasları bilseydi, kendisi tebliğ ederdi. Eğer burada böyle bir konu konuşulsaydı, kafilenin gözü önünde yapılan bu konuşma ağızdan ağıza yayılırdı. Peygamberliğini ilân ettiği zaman inanmayanlar, "bunlar Bahîra'nın sözleri" demezler miydi? Üstelik İslâmiyet, Hıristiyanların "teslis" (üçlü tanrı sistemi) inancını tamâmen reddetmiş "Tevhid inancını" getirmiştir. Görüldüğü üzere, bu iddia son derece çürük ve çirkin bir iftirâdan başka bir şey değildir.
b) Yemen Seyâhati
Hz. Muhammed (s.a.s.) 17 yaşında iken de, diğer bir ticâret kafilesi ile amcalarından Zübeyr ve Abbâs'la birlikte Yemen'e gidip gelmiştir.(36)
3- FİCÂR SAVAŞINA KATILMASI
Müslümanlıktan önce (Câhiliyet Döneminde) Araplar arasında iç savaşlar eksik olmazdı. Yalnızca "Eşhür-i hurum" denilen dört ayda savaşmak haram sayılırdı. Bu dört ayda (Zilka'de, Zilhicce, Muharrem, Receb) savaş yapılacak olursa fâcirane sayıldığı için buna "Ficâr Savaşı" denirdi.
Kureyş kabîlesi ile Hevâzin kabîlesi arasında kan davası yüzünden bir savaş başlamış, dört yıl sürmüştü. Savaş, kan dökülmesi haram olan aylarda da devâm ettiği için "Ficâr Savaşı" denildi.
Peygamberimiz (s.a.s.) yirmi yaşlarında iken bu savaşa amcaları ile birlikte katıldı. Fakat kimseye ok atmamış, kimsenin kanını dökmemiştir. Sâdece karşı taraftan atılan okları toplayıp, amcalarına vermiştir.(37)
4- HILFU'L-FUDÛL CEMİYETİNDE ÜYELİĞİ
Uzun süren Ficâr savaşı esnâsında Mekke'de âsâyiş bozulmuş, can ve mal güvenliği kalmamıştı. Özellikle dışarıdan mal getiren yabancıların malları yağmalanıyordu.
Vâil oğlu Âs, Mekke'ye gelen Yemen'li bir tâcirin bütün malını gasbetmiş, haksız olarak elinden almıştı. Yemen'li, Ebû Kubeys dağına çıkarak uğradığı haksızlığa karşı, bütün kabîleleri yardıma çağırdı. Yemenlinin bu feryâdı üzerine Peygamberimiz (s.a.s.)'in amcası Zübeyr, Kureyşin bütün ileri gelenlerini çağırdı. Hâşimoğulları, Zühreoğulları, Esedoğulları, Temimoğulları, Abdülluzzaoğulları, Zübeyrin dâvetine icâbet ederek, Beni Temîm'den Cüd'ân oğlu Abdullah'ın evinde toplandılar."Mekke'de zulmü önlemeğe yerli-yabancı hiç kimseye karşı haksızlık ettirmemeğe" karar verdiler. Haksızlığa uğrayan kimselere yardım edeceklerine yemin ettiler. Yemenlinin hakkını Âs'tan alıp geri verdiler. Mekke'de âsâyişi yoluna koydular.
Vaktiyle, Cürhümîler zamanında Fadl b. Hâris,, Fudayl b. Vedâa ve Mufaddal b. Fedâle isimlerinde üç kabîle başkanı, kabîleleri ile toplanarak,"Mekke'de zulme meydan vermeyeceğiz, zayıfların hakkını adâlet üzere alacağız..."(38) diye yemin etmişlerdi. Onların bu yeminlerine "Hılfu'l-fudûl" (Fadılllar yemini) denilmişti. Cüd'ân oğlu Abdullah'ın evinde aynı konuda yapılan yemine de bu sebeple "Hılfu'l-fudûl" denildi.
Peygamberimiz (s.a.s.) 20 yaşında iken bu toplantıda amcaları ile beraber üye olarak bulundu. Bu cemiyetin çalışmalarından son derece memnun kaldığını Peygamberliğinden sonra: "İslâm'da da böyle bir cemiyete cağrılsam, yine icâbet ederim", sözleriyle ifâde etmiştir.(39)
--------------------------------------------------------------------------------
(34) Bkz. et-Tirmizi, es-Sünen, 5/590-591 (Hadis No: 3620); İbn Hişâm, 1/91-194; İbnü'l-Esîr,a.g.e., 2/37
(35) et-Tirmizi, 5/588, (Hadis No:3617)
(36) Târih-i Din-i İslâm, 2/33
(37) İbn Hişâm, 1/198
(38) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/41
(39) İbn Hişâm 141-142; Tarih-i Din-i İslâm, 2/ 36; Tecrid Tercemesi, 7/101
--------------------------------------------------------------------------------
III- HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN EVLİLİK DÖNEMİ
1- TİCÂRET HAYÂTI
Bütün Mekke'liler gibi Hz. Muhammed (s.a.s.) de amcasıyle birlikte ticâret yapıyordu. Gerek çocukluğunda, gerekse ticâret hayâtında, dürüstlüğü ile tanınmıştı. Sözünde durmadığı, yalan söylediği, başkalarına zarar verecek bir davranışta bulunduğu, bir kimseyi incittiği asla görülmemiş; dürüstlüğü dillere destan olmuştu. Bu yüzden Mekke'liler O'na "el-Emîn" (her konuda güvenilir kişi) diyorlardı. O'nun bu yüksek ahlâkını öğrenen Kureyşin zengin kadınlarından Hatice, kendisine sermâye vererek ticâret ortaklığı teklif etti. Böylece Peygamber (s.a.s.) ile Hatice arasında ticâret ortaklığı başladı.
2- HZ. HATİCE İLE EVLENMESİKureyşin Esed oğulları kolundan Huveylid kızı Hatice zeki, dirâyetli, şeref ve asâlet sâhibi, 39-40 yaşlarında zengin ve güzel bir hanımdı. Daha önce iki defa evlenmiş ve dul kalmıştı. Kureyşin ileri gelenlerinden pek çok isteyenler olmuş, fakat hiç biri ile evlenmemişti. Güvendiği kimselere sermâye vererek ticâret ortaklığı yapıyor, böylece servetini artırıyordu. Yüksek ahlâk ve âli-cenâblığı sebebiyle, kendisine Müslümanlıktan önce "Tâhire" denildiği gibi, sonra da "Haticetü'l-Kübra" denilmiştir.
Hz. Hatice bir ticâret kafilesiyle Peygamberimiz (s.a.s.)'i Şam'a gönderdi. Kölesi Meysere'yi de hizmetine verdi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.) Şam'a kadar gitmedi; malları Busra'da satarak geri döndü. Çünkü Bahîra'nın ölümünden sonra yerine geçen Râhip Nestûra da, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Şam'a gitmesini uygun bulmamıştı.(40)
Üç ay kadar sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.) beklenilenin çok üzerinde kazanç elde ederek döndü. Hz. Hatice, bu büyük insanın emniyet, dürüstlük ve gayretine hayran oldu. Daha sonra araya vasıtalar girdi; evlenmeleri kararlaştırıldı. Bu esnâda Hz.Muhammed (s.a.s.) 25, Hz Hatice ise 40 yaşlarındaydı.(41)
Nikâh, Hatice'nin amcazâdesi, Varaka oğlu Nevfel tarafından Hz. Hatice'nin evinde kıyıldı. Ebû Tâlib ile Varaka birer hitâbede bulunarak, her iki âilenin üstünlük ve meziyetlerini dile getirdiler.(42) Esâsen, Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Hatice'nin nesebleri Kusayy'da birleşir. Hz. Hatice'ye 20 dişi deve mehir verildi.(43) Nikâhtan sonra develer kesilerek dâvetlilere ziyâfet çekildi.
Evlenmelerinden sonra, Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. Hatice'nin evine geçti. Örnek ve mutlu bir âile yuvası kurdular. Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e derin bir saygı ve sevgi ile bağlıydı. Peygamberliğinden önce olduğu gibi, Peygamberlik devrinde de en büyük yardımcısı oldu. Yüksek ve eşsiz ruhlu bir hanım olduğunu gösterdi.
Peygamberimiz (s.a.s.)'de ondan son derece memnundu. O devirde çok evlilik âdet olduğu ve bir çok teklifler aldığı ve aralarında yaş farkı da bulunduğu halde, onun üzerine evlenmedi; ölümünden sonra da onu hep hayırla andı.
3- HZ. PEYGAMBER (S.A.S)'İN ÇOCUKLARI
Peygamberimiz (s.a.s.)'in Hz. Hatice'den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere sırasıyla, Kaasım, Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah adlarında altı çocuğu oldu. Arablarda ilk çocuğun adı ile künyelendirme âdet olduğundan Hz.Peygamber (s.a.s.)'e de "Ebü'l-Kaasım" denildi. Kaasım ile Abdullah küçük yaşta öldüler. Kızları büyüdüler. Fakat Fâtıma'dan başka hepsi de babalarından önce vefât ettiler. Yalnız Fâtıma, Peygamber (s.a.s.)'in vefâtından sonra altı ay daha yaşadı.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s), kızlarının en büyüğü Zeyneb'i Ebu'l-Âs ile evlendirdi. Ebü'l Âs, Müslüman olmadığı için, Zeyneb'in hicretine izin vermemişti. Bedir Savaşında esir düştü. Zeyneb'i Medine'ye göndermek şartı ile serbest bırakıldı. Daha sonra Müslüman olarak Medine'ye geldi. Zeyneb'i tekrar aldı.(44)
Rukiyye ile Ümmü Gülsüm'ü, amcası Ebû Leheb'in oğullarından Utbe ve Uteybe ile evlendirmişti. İslâmiyetten sonra Ebû Leheb, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e olan düşmanlığı sebebiyle oğullarına eşlerini boşamaları için baskı yaptı. Onlar boşadıktan sonra, Rasûlullah (s.a.s.) Rukiyye'yi Hz. Osman'la evlendirdi. Rukiyye'nin ölümünden sonra da Ümmü Gülsüm'ü nikâhladı. Bu yüzden Hz. Osman'a "iki nûr sâhibi" anlamına "Zi'n-nûreyn" denildi.
En küçük kızı Fâtıma'yı ise Hz. Ali ile evlendirdi. Hasan ve Hüseyin, Hz. Fâtıma'nın çocuklarıdır. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in nesli, Hz. Fâtıma ile devâm etmiştir.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in Mısırlı eşi Mâriye'den de İbrâhim adlı bir oğlu olmuş, fakat Hicretin 10'uncu yılında henüz iki yaşına girmeden ölmüştür.
4- KÂBE'NİN TÂMİRİNDE HAKEMLİĞİ (605 M.)
Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen uzun asırlar içinde yağmur ve sel suları ile harabolmuş, tâmir edilmesi gerekmişti.
Kureyşliler, Kâbe binasını yıkarak, yeniden yapmaya karar verdiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi. Hz. İbrâhim'in yaptığı temele kadar yıkarak, duvarları yeniden örmeğe başladılar. Ancak; "Hacer-i Esved"i yerine koyma sırası gelince anlaşamadılar. Kureyş'in bütün kolları, bu şerefin kendilerine âit olmasını istiyordu. Anlaşmazlık dört gün sürdü, kan dökülmek üzereydi ki,(45) Kureyş'in en ihtiyarı Ebû Ümeyye veya Huzeyfe b. Muğîre"Harem kapısından ilk girecek zâtın hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını" teklif etti.(46) Bu teklif kabul edildi. Az sonra kapıdan Hz. Muhammed (s.a.s) girmişti. Buna o kadar sevindiler ki, "el-Emîn, el-Emîn, O'nun hakemliğine râzıyız..." diye bağrıştılar.Yanlarına gelince, durumu anlattılar.
Hz. Muhammed (s.a.s.), üzerine Hacer-i Esved-i koyduğu yaygının uçlarını Kureyşin ulularına tutturdu; hep berâber, konulacağı yere kadar taşıdılar. Hz. Peygamber (s.a.s.)'de taşı alıp yerine yerleştirdi. Anlaşmazlığın bu şekilde çözümlenmesi herkesi memnûn etti. Böylece büyük bir felâket önlenmiş oldu.(47)
Bu olay, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in zekâ ve dirâyeti yanında, O'nun Mekkeliler arasındaki sonsuz itibâr ve güvenini de göstermektedir. Bu esnâda Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) 35 yaşında idi.
Kâbe'nin tâmirinde Hz. Peygamber (s.a.s.) de bizzât çalışmış, taş taşımış, hatta bu yüzden omuzları yara olmuştu. Bir defa, amcası Abbâs'ın sözüne uyarak, taş acıtmasın diye elbisesini omuzuna topladığında vücûdu açılıverince baygın halde yere düşmüştü. Rasûlullah (s.a.s.) o andan sonra hiç üryân görülmemiştir.(48)
--------------------------------------------------------------------------------
(40) İbnü'l-Esîr, el-Kâmil 2/39
(41) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/39
(42) Her iki hutbenin metin ve tercemeleri için bkz. Târih-i Din-i İslâm, 2/ 47-48
(43) İbn Hişâm, 1/201. Beşyüz altın veya beşyüz dirhem.. gibi rivâyetler de vardır.
(44) Ebûl-Âs ile ilgili daha geniş bilgi için, bkz. Tecrid Tercemesi, 2/373-376, (Hadis No: 313'ün izâhı)
(45) Abdü'd-dâroğulları, ellerini bir çanaktaki kana batırarak, "kanımız dökülmedikçe, bu konuda kimse bizim önümüze geçemez" diye yemin etmişlerdi. (Tarih-i Din-i İslâm, 2/55)
(46) Târihi-i Din–i İslâm, 2/55
(47) Bkz. İbn. Hişâm, 1/209; İbnü'l-Esir, a.g.e., 2/45; Tecrid Tercemesi, 6/40-44
(48) el-Buhârî, 1/96; Tecrid Tercemesi, 2/240, Hadis No. 237 ve 6/48
--------------------------------------------------------------------------------
İKİNCİ KISIM
HZ. MUHAMMED (S.A.S.)'İN PEYGAMBERLİK DEVRİ (610-632)
Hz. Muhammed (s.a.s.) 40 yaşında Peygamber oldu. 23 yıllık Peygamberlik devresinin 13 yılı Mekke'de, 10 yılı Medine'de geçti. Bu itibârla Peygamberlik devresinin:
a) Nübüvvet'den Hicret'e kadar devâm eden 13 yıllık süresine "Mekke Devri" (610- 622);
b) Hicretten vefâtına kadar olan 10 yıllık süresine de "Medine Devri" (622-632) denir.
BİRİNCİ BÖLÜM
MEKKE DEVRİ
I- HZ.MUHAMMED (S.A.S.)'İN PEYGAMBER OLUŞU
1- HİRA'DA İNZİVÂ
Eskiden beri Mekke'deki hanîf ve zâhitler, recep ayında inzivâya çekilirlerdi. Her biri, Mekke'nin 3 mil (bir saat) kuzeyinde Hira (Nûr) dağında bir köşeye çekilir, tefekküre dalardı. (49)
40 yaşlarına doğru Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kalbinde de bir yalnızlık sevgisi belirdi. O da Hira (Nûr) Dağında bir mağaraya çekilip, günlerce orada kalıyor, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudret ve azametini düşünerek O'na ibâdet ediyordu. Giderken azığını da berâberinde götürüyor, bitince evine dönüyor, sonra tekrar gidiyordu. Böylece Cenâb-ı Hakk, O'nu büyük vazifesine hazırlıyordu. Zaman zaman "Sen Allah elçisisin..." diye kulağına sesler geliyor, fakat etrafta hiç bir şey göremiyordu.(50)
Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ilâhi vahyin başlangıcı, sâdık rüyâlar şeklinde oldu. Gördüğü her rüya, olduğu gibi çıkıyordu. (51) Bu hâl, altı ay kadar devam etti.
2-İLK VAHY
610 yılı Ramazan ayının(52) Kadir Gecesinde,(53) ridâsına bürünüp Hira'daki mağarada düşünmeye dalmış olduğu bir sırada, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu. Başını kaldırıp etrafına baktı; kimseyi göremedi. Bu sırada her tarafı ansızın bir nûr kaplamıştı; dayanamayıp bayıldı. Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrâil'i gördü. Melek O'na:
-"Oku" Dedi. Hz. Muhammed (s.a.s.):
-"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıkdı.
-"Oku" diye emrini tekrarladı. Hz. Muhammed (s.a.s.) yine:
-"Ben okuma bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Hz. Peygamber (s.a.s.)'i sıktıktan sonra "el-Alak" Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.
"Yaratan Rabb'ının adıyle oku. O, insanı alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'ın sonsuz kerem sahibidir." (El-Alak Sûresi, 1-5).
Meleğin arkasından Hz. Peygamber (s.a.s.)'de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin:
"Ya Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibril'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü.(54) Korku içinde evine vardı. Eşi Hz. Hatice'ye:
"Beni örtünüz, çabuk beni örtünüz" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hz. Hatice'ye anlattı, kendimden korkuyorum, dedi. Hz. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.
"Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin ağırlıklarını yüklenirsin, Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misâfiri ağırlarsın. Hak yolunda zuhûr eden olaylarda halka yardım edersin..." (55)
3- VARAKA'NIN SÖZERİ
Hatice daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)'i amcazâdesi Nevfel oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka hanîflerdendi. Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Peygamberimiz (s.a.s.)i dinledikten sonra:
-"Müjde sana yâ Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen Hz. İsâ'nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Cenâb-ı Hakk'ın Musâ'ya göndermiş olduğu Cibril'dir. Keşki genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." (56) dedi. Aradan çok geçmeden Varaka öldü.
--------------------------------------------------------------------------------
(49) Tarih-i Din-i İslâm, 2/60
(50) İbn Hişâm, 1/250
(51) el-Buhârî, 1/3; Tecrid Tercemesi, 1/3 (Hadis No:3); İbn Hişâm, 1/249-250
(52) Bkz. el- Bakara Sûresi, 185
(53) Bkz. el- Kadr Sûresi, 1
(54) İbn Hişâm, 1/253
(55) Bkz. el-Buhârî, 1/3; Tecrid Tercemesi, 1/3-10. (Hadis No:3)
(56) Bkz. el-Buhârî, 1/3;Tecrid Tercemesi, 1/3-10. (Hadis No:3)
--------------------------------------------------------------------------------
II- NEBÎLİK VE RASÛLLUK
Şüpheziz, seni biz, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik".
(Fetih Sûresi,
İlk vahiy'den sonra, kısa bir süre vahyin arkası kesildi.(57) Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.) Hira'dan dönerken, bir ses işitti. Başını kaldırıp semâya bakınca, kendisine daha önce Hira'daki mağarada gelen meleği gördü. Korku ve heyecân içinde evine döndü.
"Hemen beni örtünüz, beni örtünüz." dedi. Bu esnada Cebrâil, el-Müddessir Sûresinin ilk âyetlerini getirdi.
"Ey örtüsüne bürünen (peygamber). Kalk, (insanları) azâb ile korkut. Rabb'ının adını yücelt (Namaz'da tekbir getir.) Elbiseni temiz tut. Kötü şeyleri terket." (el-Müddessir Sûresi, 1-5).
İlk vahiy ile Hz. Muhammed (s.a.s.) "Nebî" olmuş, henüz başkalarına "Hak Dini" tebliğ ile görevlendirilmemişti. Bu ikinci vahiy ile "Risâlet" verildi. Hak Dini tebliğ ile görevlendirildi. Ancak açık dâvet emredilmedi.
1- İSLÂMDA İLK İBÂDET
İslâmda Allah'a imândan sonra ilk farz kılınan ibâdet, namazdır. İkinci vahiy ile el-Müddessir Sûresinin ilk âyetlerinin indirilmesinden sonra, Mekke'nin üst yanında bir vâdide, Cibril (a.s.), Rasûlullah (s.a.s.)'e gösterip öğretmek için abdest almış, peşinden Cibril'den gördüğü şekilde Rasûlullah (s.a.s.) de abdest almıştır.
Sonra Cibril (a.s.) Hz. Peygamber (s.a.s.)'e namaz kıldırmış ve namaz kılmayı öğretmiştir.(58)
Eve dönünce Rasûlullah (s.a.s.) abdest almayı ve namaz kılmayı eşi Hz. Hatice'ye öğretmiş, o da abdest almış ve ikisi birlikte cemâatle namaz kılmışlardır.
2- İLK MÜSLÜMANLAR
"İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır."
(Vâkıa Sûresi, 10)
Hz. Peygamber (s.a.s.)'e ilk imân eden ve O'nunla birlikte ilk defa namaz kılan kişi, eşi Hz. Hatice oldu. Daha sonra evlâtlığı Hârise oğlu Zeyd.(59) ve amcasının oğlu Hz. Ali Müslüman oldular.
a ) Hz. Ali'nin İslâm'ı Kabûl Etmesi
Ebû Tâlib, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i, 8 yaşından 25 yaşına kadar evinde barındırmış O'nu öz çocuklarından daha çok sevmişti. Evliliğinden sonra Hz. Muhammed (s.a.s.), eşi Hz. Hatice'nin evine geçmiş ve maddî bakımdan refâha kavuşmuştu. (60) Ebû Tâlib'in âilesi ise pek kalabalıktı. Peygamberimiz (s.a.s.) amcasının sıkıntısının biraz azalması için 5 yaşından itibâren Ali'yi yanına almıştı. Bu yüzden Ali, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında kalıyordu.(61)
Hz. Ali, Peygamberimiz (s.a.s.) ile Hz. Hatice'yi namaz kılarken görünce, bunun ne olduğunu sordu. Peygamber Efendimiz, O'na Müslümanlığı anlattı. O da Müslümanlığı kabûl etti. Bu esnâda Hz. Ali henüz on yaşlarında bir çocuktu.
b) Hz. Ebû Bekir'in Müslüman Olması
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yakın ve en samîmi dostu olan Ebû Kuhâfe oğlu Ebû Bekir, Kureyş kabîlesi'nin Teymoğulları kolundandır. Baba ve anne tarafından soyu, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in soyu ile Mürre'de birleşir.
Hz. Ebû Bekir'in Mekke'de Kureyş arasında büyük bir itibârı vardı. Zengin ve dürüst bir tüccârdı. Aralarındaki güven ve samîmiyet sebebiyle, Peygamberimiz (s.a.s.) âilesi dışındakilerden ilk olarak Hz. Ebû Bekir'i İslâm'a dâvet etti. Hz. Ebû Bekir bu dâveti tereddütsüz kabûl etti. Esâsen, câhiliyet devrinde bile putlara hiç tapmamış, ağzına bir yudum içki koymamıştı. Hz. Ebû Bekir'in Müslüman olmasıyla, Peygamberimiz (s.a.s.) büyük bir desteğe kavuştu. Onun gayret ve delâletiyle, Mekke'nin önemli şahsiyetlerinden Affân oğlu Osmân, Avf oğlu Abdurrahman, Ebû Vakkas oğlu Sa'd, Avvâm oğlu Zübeyr, Ubeydullah oğlu Talha da Müslümanlığı kabûl ettiler. Hz. Hatice'den sonra Müslüman olan bu 8 zata "İlk Müslümanlar" (Sabıkûn-i İslâm) denilir.
(57) İlk vahiy ile ikinci vahiy arasında geçen "fetret-i vahy" süresinin ne kadar devâm ettiğine dâir rivâyetler 15 gün ile 3 yıl arasında değişmektedir. (Bkz. Tecrid Tercemesi, 1/11. Hadis No: 4'ün açıklaması) Olayların seyrine göre, 1-2 aydan daha çok olmaması gerekir. 2-3 yıl gibi uzun süre olduğunu söyleyenler, "gizli dâvet" süresi ile "fetret-i vahy"i ayıramamış olmalıdırlar.
(58) İbn Hişâm, 1/260-261; Tecrid Tercemesi, 2/231, (Hadis No: 227'nin açıklaması); Tâhir Olgun, İbâdet Târihi, 28, İstanbul, 1946
(59) Zeyd, Kudâa kabilesindendi. Küçük yaşta esir edilmiş, köle olarak satılmıştı. Hz. Hatice, evliliklerinden sonra O'nu Hz. Muhammed (s.a.s.)'e hediye etti. Babası Hârise, oğlunu araya araya nihâyet Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yanında buldu. Hz. Peygamber (s.a.s.) kendisini âzâd ederek babası ile gitmesine izin verdi. Fakat Zeyd, babası ile gitmedi; "babam da sensin, annem de..." diyerek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'den ayrılmadı. Hz. Muhammed (s.a.s.)'de onu evlâd edindi. (İbn Hişâm, 1/265), Kur'an-ı Kerîm'de açık olarak adı geçen sahâbî, yalnızca Zeyd'dir. (el-Ahzâb Sûresi, 37) Peygamberimiz (s.a.s.) onu Ümmü Eymen ile evlendirmiş, bu evlilikten meşhûr komutan "Üsâme" doğmuştur. Zeyd, Hicretin 8'inci yılında Mûte Savaşında şehid olmuştur. (Geniş bilgi için bkz. Tecrid Ter. 4/538 - 540, Hadis No: 644)
(60) Bkz. ed-Duhâ Sûresi, 8
(61) Abbas da aynı maksatla Câfer'i yanına almıştı. (Bkz. İbn Hişâm, 1/263)
3- AÇIK DÂVETİN BAŞLAMASI (613-614 M)
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz ilk üç yıl halkı gizlice İslâm'a dâvet etti. Yalnızca çok güvendiği kimselere İslâm'ı açıkladı. (62) Başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere, Hak dini kabul etmiş olanlar da, el altından güvendikleri arkadaşlarını teşvik ediyorlardı. Bu üç yıl içinde Müslümanların sayısı ancak 30'a çıkabildi.(63) Bunlar ibâdetlerini evlerinde gizlice yapıyorlardı.
Peygamberliğin dördüncü yılında (614 M.) inen: "Sana emrolunan şeyi açıkca ortaya koy, müşriklere aldırma". (el-Hicr Sûresi, 94) anlamındaki âyet-i celile ile İslâm'ı açıktan tebliğ etmesi emrolundu. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) halkı açıktan İslâm'a dâvete başladı.
Harem-i Şerif'e gidip kendisine inen âyetleri açıktan okuyordu:
"Ey insanlar şüphesiz ben, göklerin ve yerin mülk (ve hâkimiyetine) sâhip ve kendinden başka hiç bir tanrı olmayan, dirilten ve öldüren Allah'ın sizin hepinize gönderdiği Peygamberiyim. O halde Allah'a, ümmî nebiy olan Rasûlune-ki O'da Allah'a ve O'nun sözlerine inanmıştır,- imân edin, O'na uyun ki doğru yolu bulmuş olasınız..." (el-A'raf Sûresi, 158) diyerek onları İslâm'a dâvet ediyordu.
Açık dâvetin başlamasından sonra, halkla daha kolay temas edebilmek için Rasûlullah (s.a.s.), kendi evinden, Safâ ile Merve arasında işlek bir yerde bulunan "Erkam"ın evine taşındı. Bir çok kimse bu evde İslâm'la şereflendiği için bu eve "Dâr-ı İslâm" denildi.(64/1)
4- YAKIN AKRABASINI İSLÂM'A DÂVETİ
"Önce en yakın akrabanı (Allah'ın azâbıyla) korkut" (eş Şuarâ Sûresi, 214) anlamındaki âyet-i celîle inince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.), Safâ Tepesi'ne çıkarak:
"Ey Abdülmuttaliboğulları, Ey Fihroğulları, Ey Abdimenâfoğulları, Ey Zühreoğulları..." diyerek bütün akrabasına oymak oymak seslendi. Hepsi toplandıktan sonra:
-"Ey Kureyş cemâati, size "şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman süvârisi var. Üzerinize baskın yapacak desem, bana inanır mısınız?" diye sordu. Hepsi bir ağızdan:
-"Evet, inanırız, çünkü şimdiye kadar senden hiç yalan duymadık, sen yalan söylemezsin..." dediler. O zaman Rasûlullah (s.a.s.):
-"O halde ben size, önümüzde şiddetli bir azâb günü bulunduğunu, Alah'a inanıp, O'na kulluk etmeyenlerin bu büyüyk azâba uğrayacaklarını haber veriyorum... Yemin ederim ki, Allah'tan başka ibâdete lâyık tanrı yoktur. Ben de Allah'ın size ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberiyim...(Rasûl-i Ekrem her bir oymağa ayrı ayrı hitâb ederek) Allah'tan kendinizi ibâdet karşılığında satın alarak, azâbından kurtarınız. Bu azâbtan kurtulmanız için, ben Allah tarafından verilmiş hiç bir nüfûza sâhip değilim..."(64/2)
-"Ey Kureyş Cemâati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi dirileceksiniz. Kabirden kalkıp Allah divânına varınca, muhakkak dünyadaki bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfâtını, kötülüklerinizin de cezâsını göreceksiniz. "O Mükâfât ebedi Cennet, cezâ da Cehennem'e girmektir..." (65) diyerek sözlerini bitirdi.
Peygamberimiz (s.a.s.)'in bu sözleri, umumi bir muhâlefetle karşılanmadı. Yalnızca Ebû Leheb:
-"Helâk olasıca, bizi bunun için mi çağırdın?" sözleriyle Rasûlullah (s.a.s.)'in gönlünü kırdı. Bunun üzerine onun hakkında:
"Ebû Leheb'in iki elleri kurusun,yok olsun. O'na ne malı ne de kazandığı fayda verdi. Alevli bir ateşe yaslanacaktır O. Boynunda bükülmüş bir ip olduğu halde, karısı da odun hammalı olarak." (Leheb Sûresi, 1-5) meâlindeki sûre-i celîle nâzil oldu.(66)
--------------------------------------------------------------------------------
(62) İbn Hişâm, 1/280
(63) Târih-i Din-i İslâm, 2/145; Bu esnâda Müslümanlık çevrede de yavaş yavaş duyuluyor, ağızdan ağıza yayılıyordu. "Muhammed (s.a.s.) yeni bir din çıkarmış.. Abdülmuttalib'in yetimine gökten haberler geliyormuş... diye alay edenler oluyordu.
(64/1) Târih-i Din-i İslâm, 2/151,
(64/2) Bkz. Riyâzü's-sâlihîn Tercemesi, 1/361, (Hadis No: 327)
(65) el-Buhârî, 3/191 ve 4/161; Tecrid Tercemesi, 8/252-255 (Hadis No: 1170) ve 9/283-289; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 2/60-61
(66) İbnü'l-Esîr,a.g..e., 2/60-61; Târih-i Din-i İslâm, 2/154
--------------------------------------------------------------------------------
III- MEKKE MÜŞRİKLERİNİN MÜSLÜMANLARA KARŞI DAVRANIŞLARI
İslâm'ın Mekke'de yayılmaya başlaması ile Mekke halkı iki kısma ayrıldı. l) Müslümanlar, 2) Müslümanlığı kabûl etmeyen müşrikler.
Müşriklerin, Müslümanlara karşı davranışları, sırasıyla beş safha geçirdi: Alay, hakaret, işkence, ilişkileri kesme (boykot), memleketten çıkarma ve öldürme (şiddet politikası).
1- ALAY VE HAKARET DÖNEMİ
Kureyşliler başlangıçta Hz. Muhammed (s.a.s)'in Peygamberliğini önemsememiş göründüler. İmân etmemekle beraber, putlar aleyhine söz söylemedikçe, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in dâvetine ses çıkarmadılar. Yalnızca, Rasûlullah (s.a.s.)'i gördüklerinde, "İşte gökten kendisine haber geldiğini iddia eden..." diyerek eğlendiler. Müslümanları alaya alıp küçümsediler. Böylece "alay devri" başlamış oldu.
Kurân-ı Kerîm, onların bu tutumlarını bize bildirmektedir.
"Suçlular, şüphesiz mü'minlere gülerlerdi. Yanlarından geçtiklerinde, birbirlerine göz kırpıp, kaş işâretiyle istihzâ ederlerdi. Arkadaşlarına döndüklerinde, eğlenerek (neş'e içinde) dönerlerdi. Mü'minleri gördüklerinde, "bunlar gerçekten sapık kimseler" derlerdi. (el-Mutaffifîn Sûresi, 29-32)
Putlarla ilgili, "Siz de; Allah'ı bırakıp tapmakta olduklarınız (putlar) da, hiç şüphesiz Cehennem odunusunuz..." (el-Enbiya Sûresi, 98) anlamındaki âyet-i kerîme inince, müşrikler son derece kızdılar. Artık Müslümanlara düşman olup, hakaret ettiler. Böylece, "hakaret devri" başladı.
Kureyş'in puta tapıcılıkta yararı vardı. Mekke puta tapıcıların merkezi durumundaydı. Kâbe ve civârındaki putları ziyâret için gelenlerle Mekke hergün dolup taşıyor, bu yüzden Kureyş, hem para, hem itibâr kazanıyordu. Mekke'de Müslümanlık yayılırsa bütün bu menfaatler elden gittiği gibi, diğer kabîleler Kureyş'e düşman olabilirlerdi. Üstelik Müslümanlık herkesi eşit sayıyor, soy-sop, asâlet, zenginlik-fâkirlik farkı gözetmiyordu. Bu yüzden Kureyş ileri gelenleri Müslümanlığı kendi çıkarları için tehlikeli gördüler. Müslümanlığın yayılmasını önlemek ve ortadan kaldırmak için her çâreye başvurdular.
2- İŞKENCE DÖNEMİ
a) Kureyş'in Ebû Tâlib'e Başvurması:
Kureyş'in ileri gelenlerinden Utbe b. Rabia, Şeybe b. Rabia, Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Velîd b. Muğıra, Âs b. Vâil ve Âs b. Hişâm'dan oluşan bir hey'et Hâşimoğullarının reisi Ebû Tâlib'e gelerek:
"Kardeşinin oğlu ilâhlarımıza hakaret ediyor, dinimizi yeriyor, bizi aptal, dedelerimizi sapık gösteriyor. Ya O bu işten vazgeçsin, yahut sen himâyeden vazgeç de, biz hakkından gelelim..." dediler. Ebû Tâlib onları tatlılıkla savdı.(67) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in eskisi gibi görevine devam ettiğini görünce yeniden Ebû Tâlib'e geldiler.
"Artık sabır ve tahammülümüz kalmadı. Ne olacaksa olsun, iki taraftan biri yok olsun, diğeri kurtulsun..." diye tehdit ettiler. Ebû Tâlib durumun nâzik olduğunu gördü. Bütün Kureyş'e karşı koyamazdı. Yeğeni Hz. Muhammed (s.a.s.)'e durumu anlatarak:
-"Bak oğlum, akraba arasında düşmanlık sokmak iyi olmaz. Sen yine dinine göre hareket et, ama onların putlarını aşağılama, onlara sapık deme. Kendini de , beni de koru, bana gücümün üstünde yük yükleme..." dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) üzüldü. Artık amcası da kendisini koruyamıyacaktı. Müslümanlar henüz sayıca az ve zayıftı. Mübârek gözleri yaşlarla dolarak:
-"Ey amca, Allah'a yemin ederim ki, onlar sağ elime Güneş'i, sol elime de Ay'ı koysalar, ben yine görevimi bırakmam..." diyerek ayrılmak üzere yerinden kalktı.Yeğeninin gücenmesine dayanamayan Ebû Tâlib:
-"Ey kardeşimin oğlu, istediğini söyle, yemin ederim ki, seni hiç bir zaman, hiç bir şey karşısında himâyesiz bırakacak değilim." dedi.(68) Daha sonra Ebû Tâlib, Hâşimoğullarını toplayarak durumu anlattı ve Kureyş'e karşı âile şerefi adına Hz. Peygamber (s.a.s.)'in korunmasını istedi. Ebû Leheb'den başka bütün âile fertleri, Müslüman olsun, olmasın, bu teklifi kabûl ettiler.(69)
b) Kureyş'in Hz.Peygamber (s.a.s)'e Başvurması
Ebû Tâlib'e yaptıkları mürâcaatlardan bir sonuç alamayınca Kureyş uluları bizzât, Hz. Peygember (s.a.s.)'e geldiler:
-"Yâ Muhammed! Sen soy ve şeref yönünden hepimizden üstünsün. Fakat Araplar arasında, şimdiye kadar hiç kimsenin yapmadığını yaptın; aramıza ayrılık soktun, bizi birbirimize düşürdün. Eğer maksadın zengin olmaksa, seni kabîlemizin en zengini yapalım. Reislik istersen, başkan seçelim. Evlenmek düşünüyorsan, Kureyş'in en asil ve en güzel kadınları ile evlendirelim. Eğer cinlerin kötülüğüne kapılmışsan, seni tedâvî ettirelim. İstediğin her fedakârlığa katlanalım. Bu davâ'dan vazgeç, düzenimizi bozma..." dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
-"Söylediklerinizden hiç biri bende yok. Beni Rabb'ım size Peygamber gönderdi, bana kitâp indirdi. Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini size tebliğ ediyorum. İmân ederseniz, dünya ve âhirette mutlu olursunuz. İnkâr ederseniz, Cenâb-ı Hak aramızda hükmedinceye kadar sabredip bekleyeceğim. Putlara tapmaktan vazgeçip, yalnızca Allah'a ibadet ediniz...." diye cevâp verdi. (70)
- "Bizim 360 tane putumuz Mekke'yi idâre edemezken bir tek Allah dünyayı nasıl idâre eder..." diyerek gittiler.(71)
"O kâfirler, içlerinden bir uyarıcının (Peygamberin) geldiğine şaştılar. 'Bu yalancı bir sihirbâzdır' dediler. O (Peygamber) bütün ilâhları tek bir Tanrı mı yapmış? Bu cidden şaşılacak birşey... dediler". (Sa'd Sûresi, 4-5).
c) İlk Müslümanların Gördükleri Eza ve Cefalar
Müşrikler, Ebû Tâlib ve Hz. Peygamberle yaptıkları görüşmelerden netice alamayınca Müslümanlara ezâ ve işkenceye başladılar.(72)
Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman gibi kuvvetli ve itibârlı bir âileye mensup olanlara pek ilişemiyorlardı. Fakat kimsesiz, fakir Müslümanlara, özellikle köle ve câriyelere cihân târihinde eşine rastlanmayan vahşet derecesinde işkenceler yapıyorlardı. Ebû Füheyke, Habbâb, Bilâl, Suhayb, Ammâr, Yâsir ve Sümeyye bunlardandı.
Safvân b. Ümeyye'nin kölesi olan Ebû Füheyke, efendisi tarafından her gün ayağına ip bağlanarak, kızgın çakıl ve kumlar üzerinde sürükletilirdi.
Demirci olan Habbâb, kor hâlindeki kömürlerin üzerine yatırılmış; kömürler sönüp kararıncaya kadar, göğsüne bastırılarak kıvrandırılmıştı.
Ammâr'ın babası Yâsir, bacaklarından iki ayrı deveye bağlanıp, develer ters yönlere sürülerek parcalanmış, kocasının bu şekilde vahşice öldürülmesine dayanamayıp müşriklere karşı söz söyleyen Sümeyye, Ebû Cehil'in attığı bir ok darbesiyle öldürülmüştü.(73)
Halef oğlu Ümeyye, kölesi Habeşli Bilâl'i hergün çırılçıplak kızgın kumlar üzerine yatırır, göğsüne kocaman bir taş koyarak güneşin altında saatlerce bırakır; Hz. Peygamber (s.a.s.)'e küfretmesi, Müslümanlığı terk etmesi için ezâ ederdi. Birgün, ellerini ayaklarını sımsıkı bağlayarak boynuna bir ip geçirmiş, sokak çocuklarının eline vererek çıplak vücûdunu kızgın kumlar üzerinde Mekke sokaklarında sürütmüştü. Sırtı yüzülüp kanlar içinde kalan Bilâl, bu durumda yarı baygın halde bile "Ehad, Ehad" (Allah bir, Allah bir) diyordu.(74)
Anne ve babası vahşice öldürülen Ammâr, gördüğü işkencelere dayanamamış, müşriklerin istedikleri sözleri söylemişti. Ellerinden kurtulunca, ağlayarak Hz. Peygamber (s.a.s.)'e durumu anlatmış, Rasûlullah (s.a.s.)'de: "Sana tekrar eziyet ederlerse; kurtulmak için yine öyle söyle" demişti."(75)
Hz. Ebû Bekir, müşrik sâhiplerinin işkencelerinden kurtarmak için, yedi tane Müslüman köle ve câriyeyi büyük bedeller ödeyerek satın alıp âzâd etmişti. Rasûlullah (s.a.s.)'in müezzini Bilâl bunlardandı.(76)
Hâşimîlerden çekindikleri ve Ebû Tâlib'in himayesinde olduğu için önceleri Rasûlullah (s.a.s.)'in şahsına dokunamıyorlardı. Zamanla "mecnûn, falcı, şâir sihirbaz" gibi sözler söylemeğe başladılar. En sonunda fırsat buldukça O'na da hakaret, işkence ve her türlü kötülüğü yapmaktan çekinmediler. Geçeceği yollara dikenler döküyorlar, üzerine pis şeyler atıyorlar, kapısına kan ve pislik sürüyorlar, evinin önüne pislik atıyolardı. Bir defa Harem-i Şerifte namaz kılarken "Ukbe b. Ebî Muayt" saldırıp boğmak istemiş, Hz. Ebû Bekir kurtarmıştı (77) Başka bir zaman, Kâbe'nin yanında namaz kılarken, Ukbe b. Ebî Muayt Ebû Cehil'in teşvikiyle yeni kesilmiş bir devenin iç organlarını, secdeye vardığında üzerine atmış; kızı Fâtıma yetişip üzerindeki pislikleri temizledikten sonra, başını secdeden kaldırabilmişti.(78) Müşriklerin kötülükleri giderek dayanılmaz bir duruma gelmiş. Müslümanlar Mekke'de barınamaz hâle gelmişlerdi.
--------------------------------------------------------------------------------
(67) İbn Hişâm, 1/283-284; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/63
(68) İbn Hişâm, 1/284; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/64; Târih-i Din-i islâm, 2/156
(69) İbn Hişâm, 1/287; Târih-i Din-i İslâm, 2/158
(70) İbn Hîşâm, 1/315-316; Târih-i Din-i İslâm, 2/161
(71) Târih-i Din-i İslâm, 2/163
(72) İbn Hişâm, 1/287
(73) Zâdü'l-Meâd, 2/116; Asr-ı Saâdet, 1/254
(74) Zâdü'l-Meâd, 2/116; Asr-ı Saâdet, 1/253
(75) "Kalbi imânla dolu olduğu halde, zor ve baskı altında olan kimseler dışında, imândan sonra Allah'ı inkâr edip gönlünü küfre açan kimselere Allah katından bir gazap vardır. Büyük azâb da onlar içindir." (en-Nahl Sûresi, 106) anlamındaki âyet-i kerime o olaydan sonra indi.
(76) İbnü'l-Esîr, 2/66-70; Zâdü'l-Meâd, 2/117; Tecrid Tercemesi 6/ H.No 1017'nin izahı.
(77) el-Buharî, 4/240; Tecrid Tercemesi 10/45-48 (Hadis No : 1544); İbnül Esîr, a.g.e. 2/279
(78) el-Buhârî, 1/65; Tecrid Tercemesi, 1/161-164 (Hadis No: 177) ve 2/377-378 (Hadis No: 314); Rasûlüllah (s.a.s.) namazını bitirdikten sonra, üç defa: "Allahım, Kureyş'i Sana havale ediyorum" buyurmuş sonra da orada aralarında gülüşüp istihza etmekte olan Ebû Cehil, Utbe b. Rabia, Şeybe, b. Rabia, Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt, Ümeyye b. Halef'i isim isim sayarak, "Allahım, şu güruhu sana havale ediyorum" buyurmuştur. Bunların hepsi de Bedir Savaşında öldürülerek bir çukura atıldılar. Tecrid Tercemesi, 1/161 (Hadis No: 177) ve 10/47-48
--------------------------------------------------------------------------------
3- HABEŞİSTAN'A HİCRET
"Zulme uğradıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri, and olsun ki, dünyada güzel bir yerde yerleştiririz. Âhiret ecri ise daha büyüktür."
(en-Nahl Sûresi, 41)
a) Habeşistan'a İlk Hicret Edenler (615 M.)
Müşriklerin ezâları dayanılmaz bir hal almıştı. Müslümanlar serbestçe ibâdet edemiyorlardı. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi.
Müslümanlar Habeşistan'a iki defa hicret ettiler. İlk defa 12'si erkek, 4'ü kadın 16 kişi Mekke Devri'nin (Peygamberliğin) 5'inci yılında (615 M.) Recep ayında Mekke'den gizlice ayrılarak Kızıldeniz kıyısında birleştiler. Başlarında bir reisleri yoktu. Buradan kiraladıkları bir gemi ile Habeşistan'a geçtiler. İçlerinde, Hz. Osman, eşi Rukiyye, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Abdulllah b. Mes'ûd gibi muhterem zâtlar da vardı.(79)
b) İkinci Habeşistan Hicreti (616 M.)
İlk hicret edenler Habeşistan'da iken inen "en-Necm Sûresi"ni Hz. Peygamber (s.a.s.) Hârem-i Şerifte müşriklere okudu. Bitince, sûrenin sonunda "secde âyeti" bulunduğu için, Allah'a secde etti. Bu sûrenin 19 ve 20'inci âyetlerinde müşriklerin putlarından "Lât, Uzza ve Menât'ın" isimleri de geçtiğinden müşrikler de Hz. Peygamber (s.a.s.)'le birlikte putları için secde etmişlerdi. Bu olay, "Mekkeliler toptan Müslüman oldu" diye bir şâyianın çıkmasına sebep olmuş, bu asılsız şâyia tâ Habeşistan'da duyulmuş, bu yüzden hicret eden Müslümanlar da, Habeşistan'da üç ay kaldıktan sonra dönmüşlerdi.(80) Müslümanlar, Habeşistan'dan döndüklerine pişman oldular. Çünkü müşrikler zulüm ve işkencelerini daha da artırmışlardı. Bu sebeple Müslümanlar, Mekke Devri'nin 7'inci yılında (616 M.) 77'si erkek, 13'ü kadın olmak üzere 90 kişi 2'inci defa Habeşistan'a hicret ettiler. Bu ikinci hicrette kafile başkanı Hz. Ali'nin ağabeyi Câfer Tayyar'dı.(81)
c) Kureyş Elçileri İle Câfer Arasında Geçen Münâzara
Müslümanların Habeşistan'a hicreti, müşrikleri endişelendirdi. Müslümanlığın etrâfa yayılmasından korktular. Hicret eden Müslümanların kendilerine teslim edilmesi için Habeşistan Necâşi'si (82) Ashame'ye kıymetli hediyelerle Amr b. Âs ile Abdullah b. Ebî Rabia'yı elçi olarak gönderdiler.(83) Necâşi Müslümanlarla Kureyş elçilerini huzurunda karşılaştırdı. Müslümanlara:
-"Kureyşliler elçi göndermişler, sizi geri istiyorlar, ne dersiniz" diye sordu. Müslümanların reisi Câfer ayağa kalkarak:
-"Ey hükümdar, sorunuz onlara, biz onların kölesi miyiz?"
Kureyş delegeleri adına Âs oğlu Amr (Amr b.Âs) cevâp veriyordu:
-Hayır, hepsi hürdür.
-Onlara borcumuz mu var?
-Hayır, hiç birinde alacağımız yok.
-Kısas edilmemiz için, onlardan öldürdüğümüz kimse var mı?
-Öyle bir isteğimiz yok.
-O halde bizden ne istiyorlar?
Amr cevap verdi:
-"Bunlar atalarımızın dininden çıktılar, ilâhlarımıza hakaret ettiler, gençlerin inançlarını bozdular, aramıza ayrılık soktular."
Bu iddialara karşı Câfer:
-"Ey hükümdar, biz câhil bir kavimdik. Taştan, ağaçtan yaptığımız putlara tapıyorduk. Kız çocuklarımızı diri diri taprağa gömüyor, ölmüş hayvanların leşlerini yiyorduk. İçki, kumar, fuhuş ve hertürlü ahlâksızlığı yapıyorduk. Hak hukuk tanımıyorduk. Kuvvetliler zayıfları eziyor, zenginler fakirlerin sırtından geçiniyordu.
Cenâb-ı Hakk bizim hidâyetimizi diledi. İçimizden soyu-sopu, asâleti, ahlâk, fazilet ve dürüstlüğü hakkında kimsenin kötü söz edemeyeceği bir Peygamber gönderdi. O bizi puta tapma zilletinden kurtardı. Tek, Allah'ı tanıttı. Yalnız O'na kulluğa çağırdı. Bütün ahlâksızlıklardan uzaklaştırdı. Doğru söylemeği, emâneti gözetmeyi, akrabalık haklarına riâyeti, komşularla hoş geçinmeyi öğretti. Yalan söylemeği, yetim malı yemeği, haksızlık etmeği yasakladı.
Biz O'na inandık. O'nun gösterdiği Hak Dini kabûl ettik. Bu yüzden kavmimizin hakaret ve işkencelerine uğradık. Fakat dinimizden dönmedik. Dayanamaz hâle gelince onlardan kaçıp, sizin himâyenize sığındık..." dedi. Kur'ân-ı Kerim'den âyetler okuyarak herkesi heyacâna getirip ağlattı.(84) Hz. İsâ ve Meryem'le ilgili olarak:
"Meryem çocuğu alıp kavmine getirdi. Onlar: Meryem, utanılacak bir şey yaptın. Ey Harûn'un kızkardeşi, baban kötü bir kimse değildi, annen de iffetsiz değildi... dediler. Meryem çocuğu gösterdi: Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz... dediler. Çocuk: Ben şüphesiz Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübârek kıldı. Yaşadığım müddetçe namaz kılmamı, zekât vermemi ve anneme iyi davranmamı emretti, beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum günde, öleceğim günde ve dirileceğim günde bana selâm olsun.. dedi".
İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsâ gerçek söze göre budur." (Meryem Sûresi, 27, 34)
Bu âyetleri dinleyen Habeş hükümdarı:
-"Allah'a yemin ederim ki, bu sözler Hz. İsây'a gelen sözlerle aynı kaynaktan," dedi ve Kureyş elçilerinin teklifini reddetti.(85)
Ertesi gün, Amr Necâşi'nin huzuruna çıkarak:
-"Onlar Hz. İsâ hakkında yakışıksız sözler söylüyorlar", diyerek hükümdarı tahrik etmek istedi. Çünkü Habeş Necâşisi Ashame Hırıstiyandı.
Bu idiaya karşı Câfer:
-"Biz, Hz. İsâ hakkında Cenâb-ı Hak Kur'ân'da ne bildirmişse ancak onu söyleriz" dedi ve sonra şu anlamdaki âyeti okudu.
"Meryem oğlu İsâ Mesih, Allah'ın Peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesidir. O, Allah tarafından bir rûhdur..." (en-Nisâ Sûresi, 171)
Bunun üzerine Necâşi yerden bir çöp alıp göstererek:
"-Hz. İsâ'nın dedikleri ile sizin söyledikleriniz arasında şu çöp kadar bile fark yok. Sizi ve Peygamberinizi tebrik ederim. Şehâdet ederim ki, O zât, hak Peygamberdir. O'nu Hz İsâ müjdelemişti..." dedi. Sonra, Kureyş elçilerine:
"-Peygamberlerini yalanlayan kavmin hediyesi bana lâzım değil," diyerek getirdikleri hediyeleri geri verdi.(86)
Habeşistan'da Müslümanlar güven içinde kaldılar. Bunlardan bir kısmı, Müslümanlar Medine'ye hicret edince Medine'ye gittiler (622 M.). Bir kısmı Hudeybiye barışına kadar orada kaldılar. (628 M.) Câfer'in başkanlığında son 16 kişilik kafile ise Hayber'in fethi esnâsında Medine'ye döndü. (628 M.)
--------------------------------------------------------------------------------
(79) İbn Hişâm, 2/344-353; İbnü'l-Esir, a.g.e., 2/76-77; Zâdü'l-Meâd, 2/117
(80) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/77; İbn Hişâm, 2/3; Zâdü'l-Meâd, 2/118
(81) İbnü'l-Esîr, a.g.e, 2/78.
(82) "Necâşi", Habeş hükümdârlarının ünvanıdır.
(83) İbn Hişâm, 1/356-357; İbnü'l-Esîr, 2/79; Zâdü'l-Meâd, 2/121
(84) İbn Hişâm, 1/359-360; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/79-81; Târih-i Din-i İslâm, 2/216-218
(85) İbn Hişâm, 1/360; Târih-i Din-i İslâm, 2/221
(86) İbn Hişâm, 1/361-362; İbnü'l-Esîr, 2/81
--------------------------------------------------------------------------------
4- HZ. HAMZA VE HZ. ÖMER'İN MÜSLÜMAN OLMALARI
a) Hz. Hamza'nın Müslüman Olması
Hamza, Peygamberimizin amcalarındandır. Süveybe'den O da emdiği için, Rasûlullah (s.a.s.) ile süt kardeştir. Mekke Devri'nin 6'ıncı (616 M.) yılında Müslüman olmuştur.
Peygamberimiz bir gün "Safâ" tepesinde otururken yanından Ebû Cehil geçti. Rasûlullah (s.a.s.)'e çirkin sözlerle hakarette bulundu. Peygamberimiz hiç bir karşılık vermedi.
Hamza o gün ava gitmişti. Dönüşünde, bir câriye, olayı Hamza'ya anlattı. Hamza henüz Müslüman olmamıştı. Yeğenine hakaret edilmesine dayanamadı, silahını çıkarmadan, derhal Kureyşin toplantı yerine gitti. "Kardeşimin oğluna hakaret eden sen misin?" diyerek yayı ile Ebû Cehil'in kafasına vurup yaraladı. Ebû Cehil, "Hamza Müslüman oluverir" korkusu ile ses çıkarmadı. (87) Ebû Cehil'den, Peygamberimize yaptığı hakaretin öcünü alan Hamza, Rasûlullah (s.a.s.)'e giderek O'nu teselli etmek istedi. Rasûlullah (s.a.s.)'in ancak imân etmesi ile memnûn olacağını söylemesi üzerine, şehâdet getirip Müslüman oldu.(88)
Hz. Hamza son derece cesûr, kuvvetli, gözünü budaktan sakınmaz bir kişiydi. Kendisinden üç gün sonra da Ömer Müslüman oldu. Bu ikisinin Müslüman olmalarıyla, Müslümanlar büyük destek buldular.
b) Hz. Ömer'in Müslüman Olması
Hz. Hamza'nın İslâm'ı kabûlü, Müslümanları sevindirmiş fakat müşrikleri telaşlandırmıştı. Kureyş ileri gelenleri "Dârü'n-Nedve" de toplandılar. "Bunlar gittikce çoğalıp kuvvetleniyorlar, çabuk çâresine bakmazsak, ileride önünü alamayacağımız tehlikeler doğar... Buna kesin çâre bulmalayız" dediler. Çeşitli teklifler ortaya atıldı. Ebû Cehil:
"-Muhammed (s.a.s.)'i öldürmekten başka çıkar yol yok. Bu işi yapana şu kadar deve ve altın verelim," deyince Ömer ayağa kalktı:
"-Bu işi ancak Hattâb oğlu yapar"? dedi. Ömer alkışlar arasında yola çıktı. Silahlarını kuşanıp giderken yolda Abdullah oğlu Nuaym'e rastladı. Nuaym:
"-Nereye böyle ya Ömer"? diye sordu. Ömer:
"-Araplar arasına ayrılık sokan Muhammed'in vücûdunu ortadan kaldırmağa"... diye cevâp verdi.
"-Ya Ömer, sen çok zor bir işe kalkışmışsın. Müslümanlar Muhammed (s.a.s.)'in etrafında pervane gibi dönüyor, seni O'na yaklaştırmazlar. Yapabildiğini kabûl etsek, Hâşimoğulları seni yaşatmazlar"... dedi. Ömer bu sözlere kızdı.
"-Yoksa sen de mi onlardansın"? diye çıkıştı. Nuaym:
"-Sen benden önce kendi yakınlarına bak. Enişten Saîd ile kız kardeşin Fâtıma Müslüman oldular," dedi.
Ömer buna hiç ihtimâl vermedi. Fakat içine düşen şüpheyi gidermek için, yolunu değiştirip doğru eniştesi Saîd b. Zeyd'in evine vardı. Bu esnâda içeride Kur'ân-ı Kerîm okunuyordu. Ömer, kapı önünde okunanları işitti. Kapıyı kırarcasına vurdu.
İçerdekiler Ömer'i görünce telaşlandılar. Ömer'in İslâm'a olan düşmanlığını biliyorlardı. Hemen Kur'ân sahifesini sakladılar ve kapıyı açtılar. Ömer:
-"Nedir o okuduğunuz şey"? diye bağırdı. Eniştesi:
-"Bir şey yok", diye cevap verdi. Ömer:
-"İşittiklerim doğruymuş" diyerek, hiddetle eniştesinin üzerine atıldı. Araya giren kız kardeşinin, bir tokatla yüzünü kan içinde bıraktı. Canı yanan kızkardeşi Fâtıma:
-"Ya Ömer, Allah'tan kork. Ben ve eşim Müslüman olduk, bundan gurur duyuyoruz ve senden korkmuyoruz. Öldürsen de dinimizden dönmeyiz"... dedi ve şehâdet getirdi. Yüzü kan içindeki kız kardeşinin bu hâli ve sözleri Ömer'i sarstı, kalbinde bir yumuşama başladı, âdeta yaptıklarına pişmandı. Olduğu yere oturdu:
-"Hele şu okuduğunuz şeyi getirin, göreyim", dedi. Kız kardeşi Kur'ân-ı Kerîm sahifesini O'na verdi. Bu sahife "Tâ Hâ" veya "Hadîd" Sûresinin ilk âyetleriydi. Ömer büyük bir ilgi ile sahifeyi okumaya başladı.
"Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah'ı tesbîh ederler. Yegâne galip ve hikmet sahibi olan O'dur. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur, hem diriltir, hem öldürür. O her şeye hakkıyla kâdirdir. O her şeyden öncedir. Kendisinden sonra hiç bir şeyin kalmayacağı Son'dur, varlığı aşikârdır, gerçek mâhiyeti insan için gizlidir, O her şeyi bilir"... (el- Hadîd Sûresi, 1-3)
Ömer bu âyetleri okuduktan sonra derin bir düşünceye daldı. Allah Kelâmı'nın yüksek mânâ ve fesâhati onun kalbine işlemişti. "Göklerde ve yerde olan şeyler hepsi Allah'ın, bizim putlarımızın bir şeyi yok...," diye düşündü. "Beni Rasûlullah (s.a.s.)'in yanına götürün" dedi O esnada Hz. Peygamber (s.a.s.) Safâ semtinde Erkâm'ın evindeydi.
Ömer'in silahlı olarak geldiğini gören Müslümanlar telaşlandılar. Yalnızca, Hz. Hamza:
-İyilik için gelirse ne âlâ, aksi halde geleceği varsa, göreceği de var, telâşa gerek yok... dedi. Sağından ve solundan iki kişi tutarak Rasûlullah (s.a.s.)'in huzuruna götürdüler. Ömer, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in önünde diz çökerek şehâdet getirdi. Orada bulunanlar sevinçlerinden hep birden tekbir getirdiler. Safâ tepesinde yükselen "Allâhü Ekber" sadâsı ile Mekke ufuklarını çınlattılar.(89)
Ömer:
-"Kaç kişiyiz"? diye sordu.
-"Seninle 40 olduk," dediler. Ömer:
-"O halde ne duruyoruz"? Hemen çıkalım, Harem-i Şerîf'e gidelim, dedi. Bütün Müslümanlar toplu halde Kâbe'ye gittiler.
Kureyş, Dâru'n-Nedve'de sonucu merak içinde beklemekteydi. Müslümanların toplu halde Harem-i Şerîf'e ilerlediğini görünce:
-"İşte Ömer, hepsini önüne katmış getiriyor... " dediler.
Ömer Kureyşlileri görünce:
-"Beni bilen bilsin, bilmeyen öğrensin, Ben Hattab oğlu Ömer'im. İşte Müslüman oldum..." dedi ve şehâdet getirdi. Kureyşliler şaşkına döndüler. Her biri bir tarafa savuştu.
Müslümanlar ilk defa Harem-i Şerîfte saf olup topluca namaz kıldılar.(90)
Hamza ve Ömer'in Müslüman olmalarıyla, İslâm'ın yayılması hız kazandı. Daha önce 6 yılda sayıları ancak 40 kişiye ulaşabilmişken bir yıl sonra Müslümanların sayısı 300'ü geçmiş, bunlardan 90 kişi Habeşistan'a hicret etmişti.
--------------------------------------------------------------------------------
(87) İbn Hişâm, 311-312; İbnü'l-Esîr, 2/83
(88) Târih-i Dini İslâm, 2/228
(89) İbn Hişâm, 1/366-371; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/84-87
(90) Târih-i Din-i İslâm, 2/238-239
--------------------------------------------------------------------------------
5- MÜŞRİKLERİN BOYKOT İLÂNI
a) Müslümanların Muhâsaraya Alınması (616 M.)
Mekke müşrikleri, İslâm nûrunun sönmesi için , ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Alay, hakaret ve işkencenin her çeşidini denediler. Bütün bunlar İslâm'ın yayılmasına, Müslümanların sayılarının günden güne artmasına engel olamıyordu.
Mekke Devri'nin 7'nci yılı (616 M.) Muharrem ayında Kureyş ileri gelenlerinden 40 kişi Ebû Cehil'in başkanlığında toplandılar. Hâşim oğullarıyla alış-veriş yapmamağa, kız alıp-vermemeğe, görüşüp buluşmamağa, ekonomik ve sosyal her türlü ilişkiyi kesmeğe karar verdiler. Bu kararı bir ahidnâme şeklinde yazıp mühürlediler ve bir beze sararak Kâbe'nin içine astılar. Böylece Müslümanları canlarından bezdirip Hz. Peygamberin kendilerine teslim edileceğini umdular. Karara aykırı hiç bir şey yapmayacaklarına dâir yemin ederek karar hükümlerini müsâmahasız uygulamağa başladılar.(91)
Bu karardan sonra, şurada-burada dağınık halde olan bütün Müslümanlar Ebû Tâlib mahallesi'nde Hâşimî'lerle birleştiler. Ebû Leheb, Hâşimî'lerden olduğu halde, müşriklerle beraber oldu ve mahalleden çıktı. Ebû Tâlib, Müslüman olmadığı halde, Müslümanların başına geçti. Hz. Peygamber de üç yıldan beri ikamet etmekte olduğu Erkâm'ın evinden, Ebû Tâlib Mahallesine taşındı. Müslümanlar burada üç yıl (616-619 M.) abluka altında kaldılar.
b) Acıklı Günler
Müslümanlar abluka altında kaldıkları bu üç yıl içinde çok sıkıntı çektiler. Yeteri kadar erzâk temin edemedikleri için, açlıktan ağaç yapraklarını yediler. Bazı küçük çocuklar, gıdasızlıktan öldü. Ebû Cehil gece-gündüz Ebû Tâlib Mahallesi'ne girip çıkanları kontrol ediyor, mahalleye gizlice yiyecek maddesi sokulmasına imkân vermiyordu. Hamza ve Ömer gibi cesûr olanların dışında kimse çarşıya çıkıp alış-veriş yapamıyordu. Sa'd İbn Ebî Vakkas, bir defa bulduğu bir deri parçasını ıslatmış, ateşte kavurarak yemişti. Kadınların ve çocukların açlıktan feryatları mahalle dışından duyuluyordu. Müslümanlar yıllık yiyecek ve diğer ihtiyâçlarını ancak "eşhür-i hurum" denilen kan dökülmesi yasak dört ayda (Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep) temin etmeğe çalışıyorlardı. Peygamber Efendimiz de dâvet ve tebliğ vazifesini, özellikle Mekke'ye dışarıdan gelenlere ancak bu aylarda yapabiliyordu. Müslümanlar üç yıl süren bu boykot esnâsında dayanılmaz sıkıntılara katlandılar. Fakat Kureyş bundan da hiç bir netice alamadı.
c) Boykot Anlaşması'nın Yırtılması
Müslümanların bu acıklı durumu müşriklerden bazı insaflı kimseleri de rahatsız etmeğe başladı. Hişâm b. Amr, Züheyr b. Ebî Ümeyye, Mut'im b. Adıy, Ebu'l-Bahterî, Zem'a b. Esved ve Adıy b. Kays bu kararı bozmak üzere anlaştılar.(92) Kureyş'in toplu bulunduğu bir anda Harem-i Şerîf'e gittiler. İçlerinden Züheyr:
-"Ey Kureyş topluluğu, şu yaptığımız şey, insanlığa yakışmaz. Biz her imkândan yararlanırken, bizim kabilemizin bir kolu olan Hâşimoğullarının aç bırıkılması insâfla bağdaşmaz. Bu kararın bozulması gerekir... Yemin ederim ki bu zâlim ahidnâme yırtılmadıkça buradan ayrılmıyacağım." diye söze başladı. Ebû Cehil, Züheyr'i susturmak istediyse de, diğerleri de onu destekledikleri için muvaffak olamadı.(93)
Esâsen Kâbe' ye astıkları bu ahidnâmenin ağaç kurtları tarafından yendiğini Hz. Peygamber (s.a.s.) haber vermişti. Bir köşede oturmakta olan Ebû Tâlib de:
-"Gidin, bakın. Eğer yeğenimin sözü doğru çıkmazsa ben her istediğinize râzıyım. Ama doğru ise sizin de bu zulme son vermeniz gerekir." demiş, bu haber bütün Mekke'de yayılmıştı. Gerçekten, ahidnâmeyi yırtmak için ellerine aldıklarında, bütün yazıların kurtlar tarafından yenilmiş olduğunu gördüler.(94) Müslümanlar Mekke Devri'nin 10'uncu yılında böylece bu korkunç boykottan kurtulmuş oldular.
--------------------------------------------------------------------------------
(91) el-Buhârî, 2/158; Tecrid Tercemesi, 6/132 (Hadis No: 786); İbnü'l-Esîr, 2/87; Târih-i Din-i İslâm, 2/243-246; İbn Kayyım, Zâdü'l-Meâd, 2/122
(92) İbn Hişâm, 2/14-17; İbnü'l-Esîr, 2/ 88; Târih-i Din-i İslâm, 2/200-252
(93) İbn Hişâm, 2/15-16; İbnü'l-Esîr, 2/89.
(94) İbn Hişâm, 2/16; İbnü'l-Esîr, 2/89-90; Zâdü'l-Meâd, 2/123; Tecrid Tercemesi, 6/133
--------------------------------------------------------------------------------
IV- HÜZÜN YILI (Nübüvvet'in 10.Yılı)
1- İKİ BÜYÜK ACI;
EBÛ TÂLİB VE Hz. HATİCE'NİN VEFATLARI
Müslümanlar ablukadan kurtuldukları için sevindiler. Çektikleri sıkıntıları unutmağa başladılar. Fakat sevinçleri uzun sürmedi. Boykotun kalkmasından 8 ay kadar sonra, iki büyük acı ile karşılaştılar. Mekke Devri'nin 10'uncu yılı Şevvâl ayında önce Ebû Tâlib, üç gün sonra da Hz. Hatice vefât etti.(95/1)
Ebû Tâlib, Müslüman olmamıştı.(95/2) Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.)'e son derece bağlıydı. O'nu çok seviyor, bu yüzden her fedâkârlığa katlanarak, müşriklerden gelecek kötülüklere karşı O'nu koruyordu. Ölürken bile, Hâşimoğullarına, "O'na bağlı kalmalarını, uğrunda her fedâkârlığı yapmalarını, sözünden çıkmamalarını" vasiyyet etmişti.
Hz. Hatice O'nun gam ortağı, şefkatli bir hayat arkadaşıydı. En sıkıntılı anlarında O'nu teselli ediyor, bütün varlığı ile O'na destek oluyordu.
En büyük desteği olan, sevdiği iki insanı peşpeşe kaybettiği için Rasûlullah (s.a.s.) çok üzüldü. Bu sebeple Mekke Devri'nin 10'uncu yılına "Senetü'l-huzn" (Hüzün yılı ) denildi.
Müşrikler, Ebû Tâlib'in sağlığında, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şahsına pek ilişemiyorlardı. O'nun ölümünden sonra, Rasûlullah (s.a.s.)'in şahsına da her türlü kötülüğü yapmağa başladılar. Bir defa, Kâbe'de namaz kılarken, Ebû Cehil'in teşvîki ile Ebû Muayt oğlu Ukbe, yeni kesilmiş bir devenin barsaklarını getirip, secdede iken üzerine koymuş, Rasûlullah (s.a.s.) başını secdeden kaldıramamıştı. Kızı Fâtıma yetişerek, üzerini temizlemiş, Rasûlullah (s.a.s.) namazını bitirdikten sonra etrâfında gülüşen müşrikleri işâret ederek üç defa:
-"Allah'ım Kureyşten şu zümreyi sana havâle ediyorum" dedikten sonra:
"Ebû Cehil'i, Ebû Muayt oğlu Ukbe'yi, Haccâc oğlu Şu'be'yi, Rabîa'nın oğulları Utbe ve Şeybe'yi, Halef'in oğulları Übeyy ve Ümeyye'yi, sana havâle ediyorum." diye isimlerini birer birer saymıştı. Rasûlullah (s.a.s.)'in isimlerini saydığı bu azılı müşriklerin hepsi de Bedir Savaşı'nda katledilip, leşleri Bedir'deki "Kalîb" denilen kuyuya atılmıştır.(96)
2- TÂİF YOLCULUĞU (620 M.)
a) Hz. Peygamber'in Tâif'te Karşılanışı
Kureyş'in zulümleri artık katlanılamaz bir duruma gelmişti. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke Devri'nin 10'uncu yılı (620 M.) Şevvâl ayında, yanına evlâtlığı Hârise oğlu Zeyd'i de alarak Tâif'e gitti. Tâiflileri "Hak Din"e dâvet edecekti.
Tâif'te Sakiyf Kabîlesi vardı, onlar da putperestti. Rasûlullah (s.a.s.) 10 gün kadar, onlara İslâm'ı anlatmağa çalıştı, ileri gelenleri ile görüştü. Hiç biri Müslüman olmadığı gibi, "Senden başka Peygamberlik gelecek kimse kalmadı mı?" diye alay ettiler "Memleketimizden çık da nereye gidersen git.." diye Allah sevgilisini kovup hakaret ettiler. Tâif'ten ayrılırken de çoluk çocuğu ve ayak takımı düşük tabîatlı kişileri yolun iki tarafına sıralayıp taşlattılar. Rasûlullah (s.a.s.)'in ayakları, atılan taşlarla yara-bere içinde kaldı, ayakkabıları kanla doldu. Ayaklarındaki yaraların verdiği acıdan yürüyemez hâle gelip oturmak istedikçe, zorla kaldırıp yaralı ayaklarını taşlamağa devâm ediyorlar, bu yürekler parçalayan acıklı hâline gülüp eğleniyorlardı. Vucûdunu atılan taşlara siper eden evlâtlığı Zeyd, bir kaç yerinden yaralandı. Rasûlullah (s.a.s.) hayâtı boyunca karşılaştığı sıkıntılardan en büyüğünü o gün yaşamıştı. Nihâyet Rabîa'nın oğulları Utbe ve Şeybe'nin yol üstündeki bağına sığınarak ayak takımının tâkiplerinden kurtulabildi. Burada bir çardağın gölgesinde, ellerini kaldırıp şu hazîn duâyı yaptı:
-"İlâhi, kuvvetimin za'fa uğradığını, çâresizliğimi, halkın gözünde hor ve hakîr görüldüğümü ancak sana arzederim. Ey merhametlilerin en merhametlisi, herkesin zayıf görüp de dalına bindiği bîçârelerin Rabbı sensin, İlâhî, huysuz ve yüzsüz bir düşmanın eline beni düşürmeyecek, hatta hayâtımın dizginlerini eline verdiğim akrabamdan bir dosta bile bırakmayacak kadar bana merhametlisin.
Yâ Rabb, eğer bana karşı gazablı değilsen, çektiğim belâ ve sıkıntılara hiç aldırmam, fakat senin esirgeyiciliğin bunları da göstermeyecek kadar geniştir.
Yâ Rabb gazabına uğramaktan, rızandan mahrûm kalmaktan, senin karanlıkları aydınlatan, din ve dünya işlerini dengeleyen yüzünün nûruna sığınırım. Râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum. Bütün kuvvet ve kudret ancak seninledir..." (97)
Görüldüğü üzere yapılan bunca ezâ ve cefâya rağmen bedduâ etmemiş, hatta yolda Mekke'ye iki konak mesâfede "Karn" denilen yerde kendisine Cebrâil gelerek:
-"Ey Allah'ın Rasûlü, Allah kavminin sana söylediklerini işitti, yaptıklarını gördü, sana şu Dağlar Meleği'ni gönderdi. Kavmin hakkında ne dilersen, bu meleğe emredebilirsin..." dedi. Dağlar emrine verilmiş olan melek de kendisini selâmladıktan sonra:
-"Ya Muhammed, emrine hazırım. (Ebû Kubeys ile Kayakan denilen) şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine devrilip, birbirine kavuşarak müşrikleri tamâmen ezmelerini istersen emret..." dedi. Fakat Rasûlullah (s.a.s.):
-"Hayır, onların ezilip yok olmalarını değil, Rabbımın bu müşriklerin sulbünden, O'na hiç bir şeyi ortak kılmayan ve yalnız Allah'a ibâdet eden bir nesil meydana getirmesini istiyorum..." demiştir.(98)
Rabîa'nın oğulları, Peygamber Efendimizin acıklı hâlini gördüler. Hıristiyan köle Addâs ile O'na bir salkım üzüm gönderdiler. Rasûlullah (s.a.s.) "Bismillah..." diyerek üzümü yemeğe başlayınca, Addâs hayretle:
-"Bu bölge halkı böyle söz söylemezler, onlar Allah adını anmazlar", dedi. Hz. Peygamber ona nereli olduğunu sordu. Addâs:
-"Ninovalıyım, Hıristiyanım", diye cevâp verdi. Rasûlullah(s.a.s.):
-"Demek kardeşim Yunus Peygamberin memleketindensin".... dedi. Addâs:
-Sen Yûnus'u nerden biliyorsun? diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
-Yûnus benim kardeşim, O'da benim gibi Peygamberdi, dedi. Daha sonra Rasûl-i Ekrem Addâs'a İslâmiyeti anlattı. Addâs da orada Müslüman oldu.(99)
Hz. Muhammed (s.a.s.) en zor ve en sıkıntılı anlarında bile Peygamberlik görevini ihmâl etmiyordu.
b) Mekke'ye Dönüş
Rasûl-i Ekrem'in himâyesiz Mekke'ye girmesi imkânsızdı. Esasen, hayâtı tehlikede olduğu için Mekke'den Tâif'e gitmişti. Bu sebeple dönüşte, Hira (Nûr) Dağına çıkarak, Kureyşin hatırı sayılır büyüklerinden Adiyy oğlu Mut'im'e haber gönderdi. O'nun himâyesinde gece vakti Mekke'ye girdi. Kâbe'yi tavâf edip Hârem-i Şerif'de iki rek'at namaz kıldıktan sonra evine döndü. Arap âdetlerine göre, bir kimse himâyesine aldığı kişiyi korumağa mecburdu. Bu sebeple, Mut'im ve çocukları silahlanıp Kâbe'nin dört bir tarafını tuttular. Peygamber Efendimizin Mekke'ye girip serbestçe tavâf etmesini ve evine gitmesini sağladılar.(100) (620 M.)
Mut'im, Bedir savaşında müşrik olarak öldü. Peygamber Efendimiz, Mut'im'in bu iyiliğini unutmamış, Bedir esirlerinin kurtarılması için Medine'ye gelen oğlu Cübeyr b. Mut'im'e:
- "Eğer senin o ihtiyar baban, sağ olsaydı da bu murdar herifleri benden isteseydi, hepsini ona bağışlardım." demişti. (101)
--------------------------------------------------------------------------------
(95/1) Zâdü'l-Meâd, 2/123; İbn-Hişâm, 2/57-58; İbnü'l-Esîr, 2/90-91 (Hz. Hatice'nin Ebû Tâlib'den 50-55 gün kadar sonra vefât ettiği rivâyeti de vardır.)
(95/2) Ebû Talib ile Hz. Peygamber (s.a.s.)in anne ve babasının ehli necattan olup olmadığı hakkında bkz. Tecrid Tercemesi 4/679-703 (Hadis No: 665 ve izahı) ve 10/57-59 (Hadis No: 1549)
(96) Bkz. el- Buhârî 1/65; Tecrid Tercemesi, 1/161 (Hadis No: 177) ve 2/377 (Hadis No : 314) ve 10/45, (Hadis No: 1544)
(97) Bkz. Tecrid Tercemesi, 2/614 (431 No'lu Hadis ve açıklaması) İbn; Hişâm, 2/61; İbnü'l-Esîr, 2/91-92; Zâdü'l-Meâd, 2/123-124.
(98) Bkz. el-Buhârî 4/83; Tecrid Tercemesi, 9/ 35 (Hadis No: 1333); Zâdü'l Meâd, 2/124
(99) İbn-Hişâm, 2/62; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/92
(100) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/92-93; Zâdü'l-Meâd, 2/124; Târih-i Din-i İslâm, 2/278-279
(101) Buhârî, 5/20; Tecrid Tercemesi, 10/170 (Hadis No: 1574)
--------------------------------------------------------------------------------
V- KABÎLELERİ İSLÂMA DÂVET ve AKABE BÎATLARI
1- KABÎLELERİ İSLÂMA DÂVET
Hz. Peygamber (s.a.s.) Tâif'e Şevvâl ayında gitmişti. Dönüşünde "eşhür-i hurum" denilen kan dökülmesi yasak aylardan Zilkade girmiş hac mevsimi başlamıştı.
Rasûlullah (s.a.s.) Hac mevsiminde Mekke yakınlarında kurulan Ukaz, Mecenne, Zülmecâz.. gibi panayırlara gidiyor, oralarda toplanan diğer Arap kabîleleriyle görüşüyor, onlara Kur'ân-ı Kerîm okuyor, Hak Dini tebliğe çalışıyordu.
Kureyşin ileri gelenleri Müslümanlığın Mekke dışında, diğer kabîleler arasında yayılmasından endişeye düştüler. Rasûlullah (s.a.s.)'in gayretlerini boşa çıkarmak, O'nun sözlerine diğer kabîlelerin değer vermelerini önlemek için çâre aradılar. "Hz. Muhammed (s.a.s.) için ne diyelim?..." diye düşündüler. İçlerinden en isâbetli karar verdiğini kabûl ettikleri Muğire oğlu Velîd'den bu konuda yardım istediler.
Velîd, edebiyatın her çeşidinden anlayan, pek çok şâir ve hatibin düşünce ve bilgisinden yararlandığı son derece zeki, zengin ve itibârlı bir yaşlıydı. Rasûlullah (s.a.s.) ile görüşerek O'ndan Kur'ân-ı Kerîm dinledikten sonra kanaatini şöyle özetledi.
- "Ben şiirin her çeşidini bilirim. Muhammed'den dinlediklerim şiir değil. O halde O'na şâir denilemez. Dinlediklerim, nesir de değil. O sözlerdeki güzellik ve belâgat hiç bir sözde bulunmaz.
Muhammed (s.a.s.)'e sihirbaz veya falcı da diyemeyiz. Çünkü sözlerinin sihir ve fal ile bir ilgisi yok. Mecnûn veya deli de denilemez. Çünkü bu takdirde size kimse inanmaz. Bu derece güzel sözleri, değil bir delinin, akıllı kimselerin bile söyleyebilmesi mümkün değildir. Muhammed (s.a.s.)'e sihirbâz da diyemezsiniz. Çünkü okuyup üflemiyor, düğüm bağlamıyor, sihirle ilgili hiç bir şey yapmıyor..."
- "O halde ne diyeceğiz?" diye sordular.
- "Ne diyeceğinizi bilemem. Fakat sizin isnâd ettiğiniz, (şâir, falcı, mecnûn, sihirbâz.. gibi) sözlerin hiç biri O'na uymuyor. O'nda böyle vasıflar yok. Kimseyi bu sözlere inandıramazsınız..." dedi.
Fakat, Velîd ertesi gün:
- "O'na sihirbâz demek, başka sıfatlardan daha uygun. Çünkü sözleri kardeşi kardeşten ayırıyor. Akraba arasına ayrılık sokuyor. Bu sebeple O'nun sözleri sihir ve büyüden başka bir şey değil. O'na sihirbâz deyin." dedi. (102)
Kur'ân-ı Kerîm Velîd'in bu tutumunu şöyle anlatır:
-"Çünkü o, düşündü, ölçtü, biçti. Canı çıkası ne biçim ölçtü biçti... Sonra baktı (düşündü), sonra kaşlarını çattı, suratını astı. Sonra da sırt çevirip büyüklük tasladı. Bu sâdece öğretilen bir sihirdir, bu Kur'ân yalnızca bir insan sözüdür" dedi... (el-Müddessir Sûresi, 18-25)
Böylece O'na "sihirbâz, büyücü" demeğe karar verdiler. Rasûlullah (s.a.s.) kiminle, hangi toplulukla görüşse, arkasından gidip:
Sakın O'nu dinlemeyin, sözlerine kanmayın. Büyücüdür, kardeşi kardeşten ayırır... diye propaganda yapıyorlardı.(103) Fakat müşriklerin bütün çabaları İslâm nûru'nun yayılmasını önleyemeyecekti.
"Allah'ın nûrunu ağızlarıyle söndürmek isterler. Oysa, kâfirler istemese de Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır." (et-Tevbe Sûresi, 32)
2- AKABE BİATLARI Zilhicce (621 ve 622 M.)
a) Akabe Görüşmeleri
Peygamber (s.a.s.) Efendimiz Hac mevsimlerinde, Mekke yakınlarında kurulan panayırlara gelen, Kâbe'yi ve putlarını ziyâret eden kabîleler arasında dolaşıyor, onlara Kur'ân okuyor, onları İslâm'a dâvet ediyordu. Bir gün Mekke'nin kuzeyinde, Mekke ile Mina arasında "Akabe" denilen bir tepede altı kişilik bir topluluğa rastladı. Bunlar, Medine'den "Hazrec" kabîlesinden idiler.(104) Rasûlullah (s.a.s.) onlarla konuştu. Kur'an-ı Kerîm okudu, İslâm Dini'ni anlattı ve onları Müslümanlığa dâvet etti.
Medine'deki "Evs" ve Hazrec" adlı Arap kabîleleri ile "ehl-i kitâb" olan Yahûdiler arasında eskiden beri geçimsizlik vardı. Ne zaman aralarında bir tartışma veya kavga çıksa, putperest olan Evs ve Hazreçlilere Yahûdîler:
Yakında bir Peygamber gelecek, biz O'na uyar, kuvvetleniriz, öcümüzü sizden o zaman alırız.. derlerdi. Medine'liler yakında bir Peygamber geleceğini yaşlı kimselerden de sık sık duyuyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s.), onları yeni dine dâvet edince birbirlerine bakıştılar. "Yahûdilerin bekleyip durdukları, yaşlıların haber verdikleri Peygamber işte budur, biz Yahûdîlerin önüne geçelim..." diyerek, kelime-i şehâdet getirip, hemen Müslüman oldular.(105)
Mekke Devri'nin 10'uncu yılının Zilhicce ayında (Nisan 620 M.) gerçekleşen bu olaya "Birinci Akabe Görüşmesi", burada İslâm'ı kabûl eden altı kişiye de "İlk Medineli Müslümanlar" denir.(106)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Medine'liler arasında, hac mevsimlerinde "Akabe" tepesinde yapılan görüşmeler, Mekke Devri'nin 10-11 ve 12'inci yıllarında olmak üzere üç defa oldu 11 ve 12'inci yıllardaki görüşmelerde "Bîat" da yapıldı. Bu sebeple, Akabe görüşmelerinin sayısı üç; Akabe Bîatları'nın sayısı iki'dir.
b) Birinci Akabe Bîatı (Zilhicce 621 M.)
Akabe Tepesinde Hz. Peygamber (s.a.s.)'le görüşüp Müslüman olan bu 6 kişi, hac mevsimi sonunda Medine'ye döndüler. Gördüklerini, yakınlarına ve dostlarına anlatarak, Medine'de Müslümanlığı yaymağa başladılar.
Bir sene sonra, hac mevsiminde Hz. Peygamber (s.a.s.) ile görüşmek üzere Medine'den Mekke'ye 10'u Hazrec, 2'si Evs kabîlesinden olmak üzere 12 Müslüman geldi. Bunlardan 5'i, bir yıl önceki ilk Akabe görüşmesinde bulunanlardandı. Başkanları yine, birinci görüşmede olduğu gibi "Zürâre oğlu Es'ad"tı. Mekke Devri'nin 11'inci yılı Zilhicce ayında Rasûlullah (s.a.s.) ile buluştular. Bu ikinci buluşmada Medine'li 12 Müslüman(107) "Allah'a şirk koşmayacaklarına, hırsızlık ve zinâ yapmayacaklarına, (kız) çocuklarını öldürmeyeceklerine, kimseye iftirâ etmeyeceklerine, Allah ve Peygamberine itâatten ayrılmayacaklarına" dâir Rasûlullah (s.a.s.)'e taahhütte bulundular; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in elini tutarak bîat ettiler.(108)
Medine'li Müslümanlar, bu görüşme ve bîattan sonra, Müslümanlığın yayılmasına gayret etmek üzere, memleketlerine döndüler. Rasûlullah (s.a.s.)'in Medine'de Müslümanlığı ve Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmek üzere öğretmen olarak görevlendirdiği "Umeyr oğlu Mus'ab"ı da berâberlerinde götürdüler.(109)
Mus'ab, Akabe'de bîat edenlerin reisi Hazrec kabîlesinden Es'ad b. Zürâre'nin evinde misâfir olmuştu. Evs ve Hazrec kabîlesi'nden Müslümanlığı kabûl edenlerin evlerine birer birer giderek, onlara Kur'ân-ı Kerîm ve din bilgileri öğretiyor, güzel ahlâkı, nezâketi ve kibarlığı ile herkesi İslâm'a bağlıyordu.
Es'ad b. Zürâre ve Mus'ab b. Umeyr'in gayretleriyle Medine'de Müslümanların sayısı hızla artıyordu. Yalnız Evs kabîlesi reislerinden Sa'd b. Muâz ile Üseyd b. Hudayr Müslümanlığı henüz kabûl etmemişlerdi. Bir gün Esâd ile Mus'ab çevrelerine toplananlara Müslümanlığı anlatırken Üseyd yanlarına geldi, maksadı onlara mâni olmaktı.
- Siz ne yapmak istiyorsunuz? Halkı atalarının yolundan saptırıyorsunuz... diye söylendi. Mus'ab O'na çok nâzik davrandı. Kurân-ı Kerîm okudu. Kısaca Müslümanlığı anlattı. Üseyd, Kur'ân-ı Kerîm 'in tesirinde kaldı, "Bu ne güzel şey..." diyerek Müslüman oldu ve şöyle dedi:
- Ben gidip Sa'd b. Muâz'ı göndereyim. Eğer o da Müslümanlığı kabûl ederse, bu memlekette Müslüman olmayan hiç kimse kalmaz.
Sa'd, Medine'de Müslümanlığın yayılmasından memnûn değildi. Es'ad ve Mus'ab'ın yanlarına öfke ile gitti.
Ey Es'ad, seninle aramızda akrabalık bağları olmasaydı, kabilemiz arasına bu ayrılık tohumlarını sokmana katlanmazdım... diyerek çıkıştı. Mus'ab ona da son derece yumuşak ve kibar davrandı. Kısaca Müslümanlığı anlattı. Kur'ân-ı Kerîm okudu. Neticede Sa'd b. Muâz da Müslüman olarak oradan ayrıldı. Bu iki reisin tesiriyle Evs ve Hazrec kabîleleri içinde hemen hemen Müslüman olmayan kimse kalmadı.(110)
Mus'ab, Medine'deki bu memnûniyet verici gelişmeleri Hz. Peygamber (s.a.s.)'e bildirdi. Rasûlullah (s.a.s.) ve Müslümanlar bu duruma çok sevindiler. Bundan dolayı bu seneye "Senetü'l İbtihâc" (Sevinç yılı) denildi.(111)
c) İkinci Akabe Bîatı (Zilhicce 622 m.)
Mekke Devri'nin 12'inci yılı hac mevsiminde, Medine'den Mekke'ye gelen ziyâretçiler arasında (73'ü erkek, 2'si kadın) 75 Müslüman vardı. Bunlar hac'dan sonra (eyyâm-ı teşrik'in 2'nci gecesi), gece yarısı Hz. Peygamber (s.a.s.) ile gene Akabe tepesi'nde gizlice buluştular. Dikkati çekmemek için, her biri, değişik zamanlarda ve ayrı yollardan gelerek burada toplandılar. İçlerinde, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medine'li akrabası Neccâr oğullarından Zeyd oğlu Hâlid (Ebû Eyyûb el-Ensârî) de vardı.
Rasûlullah (s.a.s.) toplantıya amcası Abbâs'la birlikte geldi. Abbâs henüz Müslüman olmamıştı. Fakat yeğenine son derece bağlıydı. Ebû Tâlib'in ölümünden sonra, Arab âdetine göre O'nu himâyesine almıştı. Bu sebeple önce toplantıda Abbâs konuştu:
- Ey Hazrec ve Evs Cemaati,
Siz de bilirsiniz ki, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in aramızda üstün bir yeri vardır. Biz, O'nu şimdiye kadar, düşmanlarına karşı koruduk, yine de koruyacağız. Siz şimdi O'nu, Medine'ye dâvet ediyor, orada kalmasını istiyorsunuz. Kendisi de böyle arzu ediyor.
Ancak siz O'nu düşmanlarına karşı koruyabilecekseniz, götürünüz. O'nu ele verecekseniz, bundan şimdiden vazgeçiniz.".. dedi.(112) Medineliler Abbâs'ı dinledikten sonra:
- Yâ Rasûlallah, siz de konuşunuz. Bizden, Allah için, kendiniz için istediğiniz andı alınız. Hazırız... dediler.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir mikdâr Kur'ân-ı Kerim okuduktan sonra:
- Sevinçli hâlinizde de, kederli hâlinizde de din işinde kusur etmeyeceğinize, hakkın yerine getirilmesi için hiç bir şeyden çekinmeyeceğinize, yurdunuza hicret ettiğimde beni âileleriniz ve çocuklarınız gibi koruyacağınıza.. sizden söz (and) istiyorum" dedi. Medineli Zürâreoğlu Es'ad:
Yâ Rasûlallah, biz buraya sana bîat etmeğe geldik. Sen nasıl emredersen öyle yaparız. Çocuklarımızı, âilelerimizi nasıl korursak, seni daha fazla koruruz . Sözümüzde dururuz. İnâyet Allah'tandır... dedi. Medineliler:
- Yâ Rasûlallah, Senin uğrunda, gösterdiğin yolda ölürsek bize ne var? diye sordular.
Hz. Peygamber (s.a.s.):
- Ahirette mükâfat olarak Cennet, dedi.
- Öyleyse ver elini, dediler. Hepsi de Hz. Peygamber (s.a.s.)'in elini tutarak, "İslâm yolunda gerekirse öleceklerine" and verip bîat ettiler.(113)
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in ve Müslümanların Medine'ye hicreti de bu görüşmede kararlaştırıldı. Toplantı bittikten sonra, müslümanlar, geldikleri gibi, gene gizlice ayrı ayrı yollardan dağıldılar.
Kureyşliler 2'nci Akabe Bîatını, ancak kabîleler Mekke'den ayrıldıktan sonra duyabildiler.
--------------------------------------------------------------------------------
(102) İbn Hişâm, 1/288-289; Târih-i Din-i İslâm, 2/188-192
(103) Bkz. İbn-Hişâm, 2/63-65; İbnü'l-Esîr, 2/93-94
(104) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in dedesi Abdülmuttalib'in annesi Selma hatunun Hazrec kabilesinden oluşu sebebiyle, Rasûlüllah (s.a.s.) ile Hazrecliler arasında akrabalık vardı.
(105) İbni Hişâm, 2/70-71; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/95; Zâdü'l-Meâd, 2/131
(106) Hepsi de Hazrec kabîlesinden olan bu altı kişi şunlardır. Zürâre oğlu Es'ad, Mâlik oğlu Râfi, Hâris oğlu Avf, Âmir oğlu Kutbe, Âmir oğlu Ukbe, Abdullah oğlu Câbir. (İbn Hişâm, 2/71-72; Zâdü'l-Mead. 2/132)
(107) İsimleri: Es'ad b. Zürâre, Râfi b. Mâlik, Avf b. Hâris, Kutbe b. Âmir, Ukbe b. Âmir, Muâz b. Hâris, Zekvân b. Abd-i Kays, Ubâde b. Sâmit, Yezid b. Sa'lebe, Abbas b. Ubâde, Ebu'l Heysem b. Teyyihan, Uveym b. Sâide, (İbn Hişâm, 2/ 73-75; Zâdül-Meâd, 2/132)
(108) Bkz. El-Mümtehine Sûresi, 12; el-Buhârî, 1/10; Tecrid Tercemesi, 1/29; (Hadis No: 18); İbn Hişâm, 2/75
(109) İbn Hişâm, 2/76; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/96
(110) İbn Hişâm, 2/77-79; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 1/97-98
(111) Târih-i Din-i İslâm, 2/313
(112) İbn Hişâm, 2/84; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/98-99
(113) İbn Hişâm, 2/84-85; İbnü'l Esîr, a.g.e., 2/100
--------------------------------------------------------------------------------
3- İSRÂ VE MÎRÂC MÛCİZESİ (Receb 621 M.)
a) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Mîrâcı
İkinci Akabe görüşmesinden sonra, Mekke Devri'nin 11'inci yılı Recep ayının 27'inci gecesi (Hicretten 19 ay önce) Peygamber Efendimizin "İsrâ ve Mîrâc" mûcizesi gerçekleşti.
İsrâ, gece yolculuğu ve gece yürüyüşü; Mîrâc ise, yükseğe çıkmak ve yükselme âleti demektir. Bu büyük mûcize, gecenin bir bölümünde cereyân ettiği ve Rasûlullah (s.a.s.) bu gece semâlara ve yüce makamlara yükseldiği için bu mûcizeye "İsrâ ve Mîrâc" denilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de el-İsrâ Sûresi'nin 1'inci âyetinde:
"Kulu Muhammed (s.a.s.)'i, bir gece Mescid-i Harâm'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şânı ne yücedir. Doğrusu O işitir ve görür." buyrulmuştur.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in Mekke'deki Mescid-i Harâm'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'ya olan mîrâcı, yukarıda anlamı yazılan âyet-i kerime ile sâbittir. Mescid-i Aksâ'dan semâlara ve yüce makamlara yükseldiğini ise, Peygamber Efendimizden nakledilen sahîh hadîs-i şerîflerden öğrenmekteyiz. Hadîs-i şerîflerde anlatılanların özeti şöyledir.(114)
Rasûlullah (s.a.s.) bir gece Kâbe'nin "Hatîm" denilen kısmında iken, Cebrail'in getirdiği "Burak" denilen bineğe binerek Kudüsteki Mescid-i Aksâ'ya gelip burada namaz kılmıştır. Buradan da "Mîrâc" denilen âlete binerek, semâlara yükselmiştir. 1'inci semâda Hz. Âdem, 2'inci semâda Hz. Yahyâ ve Hz. İsâ, 3'üncü semâda Hz. Yûsuf, 4'üncü semâda Hz. İdrîs, 5'inci semâda Hz. Harûn, 6'ıncı semâda Hz. Mûsâ ve 7'inci semâda Hz. İbrâhim ile görüştü. Bunlardan her biri Rasûlullah (s.a.s.) 'i selâmlayıp tebrik ettiler, "hoşgeldin sâlih kardeş," dediler.
Daha sonra "Sidretü'l-müntehâ"ya yükseldi. Orada kazâ ve kaderi yazan kalemlerin çıkardıkları sesler duyuluyordu. Sidretü'l-müntehâ'dan ötesi, sözle anlatılması mümkün olmayan bir âlemdi. Buraya kadar beraber oldukları Cebrâil de buradan öteye geçememiş, "benim için burası sınırdır, parmak uçu kadar daha ilerlersem, yanarım..." demiştir
Mîrâcta Cenab-ı Hakk, sevgili Peygamberine nice âlemler gösterdi. Kuluna vahyedeceğini vâsıtasız vahyetti. Bu makamda Hz. Peygamber (s.a.s.)'e üç şey verildi.(115)
1) Beş vakit namaz farz kılındı.(116)
2) Bakara Sûresi'nin son iki âyeti (Amene'r-rasûlü...) vahyedildi.
3) Ümmetinden şirk koşmayanların Cennet'e girecekleri müjdesi verildi.
b) Mîrâc Mûcizesine Karşı Müşriklerin Tutumu
Peygaber Efendimiz, mîrâcı ve mîrâcda gördüklerini ertesi sabah anlattı. Mü'minler Rasûlullah (s.a.s.)'i tasdik ve tebrik ettiler. Müşrikler ise inkâr ettiler. Bir gecede Kudüs'e gidip gelmek imkânsız bir şey, dediler. İçlerinde Kudüs'e gitmiş ve Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar vardı.
- Mescid-i Aksânın kaç kapısı var? Şurası nasıl, burasında ne var? diye Rasûlullah (s.a.s.)'i soru yağmuruna tuttular.(117)
Hz. Peygamber bu konuyu daha sonra şöyle anlatmıştır:
"Kureyş bana seyâhat ettiğim yerler, özellikle Mescid-i Aksâ ile ilgili öyle şeyler sordular ki, İsrâ gecesi bunlara hiç dikkat etmemiştim. Fakat Cenâb-ı Hakk, benimle Beyt-i Makdis arasındaki mesâfeyi kaldırdı. Ne sordularsa, oraya bakarak cevâp verdim".(118)
Bu durumda ne yapacaklarını şaşıran müşrikler Hz. Ebû Bekir'e koştular. Muhammed dün gece Kudüs'e gidip geldiğini, göklere çıktığını... söylüyor. Buna da mı inanacaksın, dediler. Ebû Bekir, hiç tereddüt göstermeden:
"Bunu O söylemişse inandım gitti. Ben O'nu bundan daha önemli olan konularda tasdik ediyorum. Akşam- sabah göklerden vahiy geldiğini söylüyor, buna inanıyorum..." dedi. Bu yüzden Hz. Ebû Bekir'e "Sıddîk" denildi.
Ehli- sünnet bilginlerinin çoğunluğuna göre, İsrâ ve Mîrâc aynı gecede; Rasûlullah (s.a.s.) 'in rûh ve vücuduyla birlikte uyanık hâlde iken olmuştur. İsrâ ile Mîrâcın ayrı gecelerde olduğunu, rüyâ hâlinde ve rûhâni olarak vuku bulduğunu kabûl eden bilginler de vardır; fakat bunların sayısı azdır.(119)
c) Mîrâc'ta Teşri Kılınan Hükümler
Kur'ân-ı Kerîm'de, Mirâc'ın en yüksek hâli anlatılırken:
"(Rabbına) iki yay kadar veya daha da yakın oldu. Allah Kulu'na vahyettiğini o anda vahyetti..." (en Necm Sûresi, 9-10) buyrulmaktadır.
Bu âyetlerden Rasûlullah (s.a.s.)'e, Mîrâc'ta pek çok esrâr ve maârifin bildirildiği anlaşılmaktadır.
Baştan sona Mîrâc ve Mîrâc'ta teşri kılınan hükümlerin anlatıldığı el-İsrâ Sûresi'nin 80'inci âyetinde Hz. Peygamber (s.a.s.)'e: "Rabbim, beni şerefli bir girişle (Medine'ye) koy, sâlim bir çıkışla da (Mekke'den) çıkar" diye dua etmesi emredilerek yakında hicretine izin verileceğini; 81 'inci âyetinde ise:
"De ki: Hakk geldi, bâtıl yok olup gitti, esâsen bâtıl yok olmağa mahkûmdur" buyurularak çok yakında İslâm'ın küfre galebe çalacağına, neticede Mekke'nin Rasûlullah (s.a.s.) tarafından fethedilip Kâbe'nin putlardan temizleneceğine işâret olunmuştur. Yine aynı sûrenin 23-29'uncu âyetlerinde dinin temelini teşkil eden hükümler yer almıştır. Bu âyetlerin anlamları şöyledir:
"Rabb'ın şunları kesinlikle hükmetti: Kendisinden başkasına kulluk etmeyin. Ana-babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi, senin yanında ihtiyarlayacak olursa, onlara "öf" bile deme, onları azarlama, her ikisine de hep tatlı söyle. Onlara şefkatle tevâzu kanadını ger ve 'Rabbım, onlar, küçükken beni nasıl ihtimâmla yetiştirmişlerse, sen de kendilerini öylece esirge..' diye onlar için duâ et.
Rabbınız, içinizdekini en iyi bilendir. İyi kimseler olursanız, kendisine yönelip tevbe edenleri bağışlar.
Hısıma, yoksula, yolda kalmışa, herbirine hakkını ver. Elindeki malını saçıp savurma, saçıp savuranlar, şüphesiz şeytânla kardeş olmuşlardır. Şeytân ise Rabb'ına karşı son derece nankördür.
Rabbından umduğun rahmeti elde etmek için hak sahiplerinden yüz çevirmek zorunda kalırsan, bâri onlara yumuşak söz söyle (sert davranma).
Elini boynuna bağlayıp cimrilik etme, onu büsbütün açıp hepsini de saçma. Yoksa pişmân olur, açıkta kalırsın,
Şüphesiz Rabb'n, dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğininkini daraltır, ölçü ile verir. O, kullarını gören ve her şeyden haberdâr olandır.
Çocuklarınızı yoksulluk korkusu ile öldürmeyin. Onları da sizi de Biz rızıklandırırız. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur.
Sakın zinâya yaklaşmayın. Doğrusu bu çirkindir ve çok kötü bir yoldur.
Allah'ın harâm kıldığı cana, haklı bir sebep olmadıkça kıymayın. Haksız yere öldürülen kimsenin velisine bir yetki vermişizdir. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Çünkü o, ne de olsa yardım görmüştür.
Erginlik çağına ulaşıncaya kadar, yetîmin malına, en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Bir de verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen sözde sorumluluk vardır.
Ölçtüğünüz zaman ölçeği tam yapın, doğru terâzi ile tartın. Bu daha iyi ve sonuç bakımından daha güzeldir.
Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü ne yeri delebilir, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin, (onlarla büyüklük yarışı yapabilirsin). Rabb'ının katında bunların hepsi, beğenilmeyen kötü şeylerdir.
Bunlar Rabb'ının sana bildirdiği hikmetlerdir. Sakın Allah'la beraber bir başka tanrı edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak Cehennem'e atılırsın." (İsra Sûresi, 23-29).
Bu âyetlerdeki ilâhî emirler şöylece özetlenebilir:
1) Allah'tan başkasına kulluk etmeyin,
2) Anne-babaya iyi muâmele edin,
3) Hısıma,yoksula, yolda kalmışa haklarını verin,
4) Ne hasis, ne cimri, ne de müsrif (savurgan) olun,
5) Çocuklarınızı öldürmeyin,
6) Zinâya yaklaşmayın,
7) Haklı bir sebep olmadıkça cana kıymayın,
Daha iyiye götürmek amacı dışında yetim malına yaklaşmayın,
9) Verdiğiniz sözü yerine getirin, sözünüzde durun,
10) Ölçü ve tartıyı tam yapın,
11) Hakkında bilginiz olmayan şeyin peşine düşmeyin,
12) Yeryüzünde kibir ve azametle yürümeyin, alçak gönüllü olun.
--------------------------------------------------------------------------------
(114) Bkz. Buhârî, 1/91-93 ve 4/247-250; Tecrid Tercemesi, 218-232 (Hadis No: 227) ve 10/60-80; (Hadis No: 1550-1552)
(115) Müslim, 1/157, (K.el-İmân, B.,76, Hadis No: 173/279)
(116) Mîrâc'dan önce namaz, akşam va sabah olmak üzere günde iki vakit kılınıyordu. "Ey örtüsüne bürünen Peygamber! Kalk, azâb ile korkut. Rabbinin adını (namazda tekbir ile) yücelt..." (Müddessir Sûresi, 1-3) anlamındaki âyetler inince, Rasûlüllah (s.a.s.) Cibril (a.s.)'ın târifi ile abdest alıp namaz kılmıştır. Rasûlüllah (s.a.s.)'in Cibril'e uyarak kıldığı bu ilk namaz, sabah vaktinde kılınmıştır. Aynı gün akşam namazını Hz. Hatice ile cemâatle kıldılar. Ertesi gün bu cemâate Hz. Ali, daha sonra Hz. Ebû Bekir ve Zeyd b. Hârise de katıldı. Böylece, (Mîrâc'da 5 vakit namaz farz kılınmadan önce) Risâletin başlangıcından itibâren Rasûlüllah (s.a.s.) ve Müslümanlar, akşam ve sabah olmak üzere, günde iki vakit namaz kılıyorlardı.
Bu iki vakit namazdan başka, "Müzzemmil Sûresi"nin ilk âyetleri ile "gece namazı" farz kılınmıştı. Müslümanlar geceleri ayakları şişinceye kadar namaz kılıyorlardı. Gece namazı bir sene kadar farz olarak devâm ettikten sonra, aynı sûre'nin son âyeti (Müzzemmil Sûresi, 20) ile farziyeti kaldırıldı, nâfile (tatavvu) namaz oldu. Mîrâc'da farz kılınan 5 vakit namaz ile bütün bu namazlar kaldırıldı. Ancak, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e hâs, ona âit olmak üzere gece namazının farziyeti devâm etti. (Bkz. İsrâ Sûresi, 79; Tecrid Tercemesi, 2/231-232, Hadis No: 227'nin açıklaması; Tahir Olgun, İbâdet Târihi, 28-38, İst., 1946)
(117) Tecrid Tercemesi, 10/64
(118) Buhârî, 4/248;Müslim, 1/157; (K.el-İmân, B., 75); Tecrid Tercemesi, 10/63. (Hadis No: 1550)
(119) Bkz. Zâdü'l-Meâd, 2/126-127
--------------------------------------------------------------------------------
VI- MEDİNEYE HİCRET
"Rabb'ım, beni şerefli bir girişle (Medineye) koy, sâlim bir çıkışla da (Mekke'den) çıkar".
(el-İsrâ Sûresi, 80)
1- MÜSLÜMANLARIN MEDİNE'YE HİCRETLERİ
Hicret bir yerden başka bir yere göç etme demektir. Müşriklerin zulümleri yüzünden Mekke'de Müslümanlar barınamaz hâle gelmişlerdi. Bu sebeple 2'inci Akabe Bîatında Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanların Medine'ye hicretleri de kararlaştırılmıştı. Rasûlullah (s.a.s.) "Sizin hicret edeceğiniz yerin iki kara taşlık arasında hurmalık bir yer olduğu bana gösterildi..."(120) diyerek Müslümanların Medine'ye hicretlerine izin verdi. 2'inci Akabe Bîatı, Peygamberliğin 12'nci yılının son ayı olan Zilhicce'de yapılmıştı. 13'üncü yılın ilk ayı Muharrem'de (Temmuz 622) Medine'ye hicret başladı. Mekke'den Medine'ye ilk hicret eden, Beni Mahzûm'dan Abdülesed oğlu Ebû Seleme(121), en son hicret eden ise Rasûlullah (s.a.s.)'in amcası Abbâs'tır.
Mekke'nin fethine kadar geçen süre içinde, dini uğruna, evini-barkını, malını-mülkünü, âilesini, kabîlesini, akrabasını, bütün varlığını Mekke'de bırakarak Rasûlullah (s.a.s.)'in müsâdesiyle Medine'ye göç eden Mekke'li Müslümanlara "Muhâcirûn" adı verilmiştir.
Medine'de muhâcirleri misâfir eden, onlara bütün imkânları ile yardımcı olan Medine'li Müslümanlara da "Ensâr" denilmiştir. Muhâcirûn ve Ensâr, Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok vesîlelerle övülmüşlerdir.(122)
Muharrem ve safer aylarında Müslümanlar, âileleri ile birlikte hicret ettiler. Birer, ikişer, gizlice Mekke'den ayrılıp Medine'ye gittiler. Ensâr tarafından Medine civârındaki "Avâlî" denilen köylere yerleştirildiler.
Hz. Ömer Mekke'den gizli ayrılmadı. Kılıcını kuşandı, Kâbe'yi tavâf etti. Bütün müşriklere meydan okuyarak:
İşte ben Medine'ye gidiyorum. Analarını ağlatmak, karılarını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyenler peşime düşsün... dedi. Ömer'in hicreti Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hicretinden 15 gün kadar önce olmuştu.
Kısa zamanda, Mekke'li Müslümanların hemen hepsi Medine'ye göç etti. Yalnızca Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ali'yi Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'de alıkoymuştu.(123) Ebû Bekir hicret için izin istediğinde, Rasûlullah (s.a.s.):
"Acele etme, Allah sana hayırlı bir arkadaş verecek..." diyerek hicretini geciktirmiştil(124). Mekke'de müslümanlıkları yüzünden âileleri tarafından hapsedilmiş olanlar ile köle ve câriyelerden başka Müslüman kalmamıştı. Rasûlullah (s.a.s.) düşmanları arasında, en büyük tehlike karşısında yapayalnız bulunuyordu.
--------------------------------------------------------------------------------
(120) el-Buhârî, 4/ 255; Tecrid Tercemesi, 10/86
(121) İbn Hişâm, 2/112; Zâdü'l-Meâd, 2/136; Tarîh-i Din-i İslâm, 2/320
(122) Bkz. el-Enfâl Sûresi 72, 74; Tevbe Sûresi, 20, 100; Nahl Sûresi, 41,110; Hac Sûresi, 58; Haşr Sûresi, 9; Fetih Sûresi, 10,18, 29,
(123) Zâdü'l-Meâd, 2/136
(124) el-Buhârî, 4/255; İbn Hişâm, 2/ 124; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/101
--------------------------------------------------------------------------------
2- HZ. PEYGAMBER (S.A.S.)'İN HİCRETİ
a) Dâru'n-Nedve'nin Korkunç Kararı
Akabe görüşmeleri ile Müslümanlık Medine'de yayılmağa başlamış, müşrikler korktuklarına uğramışlardı. Üstelik Mekke'deki Müslümanlar da Medine'ye göç etmişlerdi. Şimdi Hz. Muhammed (s.a.s.)'de Medine'ye gider, Müslümanların başına geçerse, Mekke'lilerin Şam ticâret yolu kapanabilirdi. Mekke müşrikleri Müslümanlara son derece kötü davranmışlar, târihte eşine ender rastlanan işkence ve hakarette bulunmuşlardı. Bunlar Medine'lilerle birleşip, kuvvetlendikten sonra kendilerinden öç alabilirlerdi. Esâsen Mekke'lilerle Medine'liler arasında, öteden beri geçimsizlik vardı. Çünkü Mekke'liler Adnânîlerden; Medine'liler ise Kâhtânîlerdendi. Durumun ciddiliğini anlayan Kureyş müşrikleri, Mekke'de yapayalnız kalan Peygamber Efendimize ne yapmak gerektiğini kararlaştırmak üzere Dâru'n-nedve'de toplandılar. Toplantıda Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ebu'l-Bahterî, Utbe b. Rabîa, Cübeyr b. Mut'im, Nadr b.Hâris, Ümeyye b.Halef, Hakim b.Hızâm...... gibi Mekke ileri gelenlerinin hemen hepsi vardı. Müslümanlık tehlikesinin önlenmesiyle ilgili çeşitli fikirler ileri sürdüler. İçlerinden Ebûl Bahteri:
- Muhammed (s.a.s.)'i bağlayıp her tarafı kapalı bir yerde ölünceye kadar hapsedelim, dedi. Amr oğlu Hişâm:
- O'nu bir deveye bindirip Mekke'den çıkaralım, uzak yerlere sürelim, dedi. Ebû Cehil ise:
- Kureyş'in bütün kollarından birer temsilci seçelim. Bunlar aynı anda hücûm edip Muhammed (s.a.s.)'i bir hamlede öldürsünler. Kimin vurduğu, kimin darbesiyle öldüğü belli olmasın. Böylece kanı bütün Kureyş kabîlesine dağılsın, Hâşimîler bütün Kureyş kollarına karşı çıkamayacaklarından kan davasına kalkışamazlar. Çâresiz diyete (kan bedeline) râzı olurlar. Bu iş böylece kapanır... dedi. Ebû Cehil'in teklifi ittifakla kabûl edildi. Diğer teklifler beğenilmedi. Hemen Kureyş kollarında 40 yeminli kişi seçip toplantıyı bitirdiler.(125)
Müşriklerin Dâru'n-Nedve'deki bu konuşma ve plânları el-Enfâl Sûresi'nin 30'uncu âyetinde şöyle özetlenmektedir.
"Ya Muhammed, hatırla şu zamanı ki, inkâr edenler (Mekke müşrikleri) seni bir yere kapatmak veya (hepsi birden) öldürmek yahut da (Mekke'den) çıkarmak için sana tuzak hazırlıyorlardı. Onlar sana tuzak kurarken, Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Allah tuzakların en iyisini kurar."
b) Rasûlullah (s.a.s.)'in Evinin Müşrikler tarafından Kuşatılması
Müşriklerin bu korkunç plânını Cebrâil (a.s.) Peygamber Efendimize haber verdi. "Bu gece, her zaman yatmakta olduğun yatağında yatmayacaksın, evini terkedeceksin..." dedi. Böylece Rasûlullah (s.a.s.)'e de hicret için izin verildi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Hz. Ali'yi çağırdı.
"Ben Medine'ye gidiyorum. Sen bu gece benim yatağımda yat, hırkamı üstüne ört. Müşrikler beni yatıyor sansınlar, onlara bir şey sezdirme. Sabahleyin şu emânetleri sâhiplerine ver.(126) Ondan sonra sen de hemen gel" dedi.
Ortalık kararınca, Kureyş'in seçme cânileri evin etrâfını sardılar.(127) Sabahleyin evinden çıkarken hep birden saldırıp öldüreceklerdi. Hz. Ali, Rasûlullah (s.a.s.)'in yatağına yattı. Hz. Peygamber (s.a.s.) eline bir avuç kum alıp, evini çeviren müşriklerin üzerine saçtı. Saçılan kum taneleri cânilerden herbirine isâbet etmiş, hepsi de derin bir uykuya dalmışlardı. Rasûlullah (s.a.s.) "Yâ-Sîn Sûresi"nin başından:
"Biz onların önlerine ve arkalarına birer sed çektik, böylece gözlerini perdeledik. Onlar artık elbette görmezler" anlamındaki 9'uncu âyetine kadar olan kısmı okuyarak, aralarından geçip gitti.(128) Müşrikler Hz. Muhammed (s.a.s.)'in yatağında yattığını sanıyorlardı. Sabahleyin, yatakta yatanın Ali olduğunu görünce, donakaldılar, ne yapacaklarını şaşırdılar; hiddetlerinden çıldıracak hâle geldiler. Hemen her tarafı aramağa koyuldular. Mekke'yi alt üst ettiler. Fakat Hz. Peygamber yoktu.
Muhammed (s.a.s.)'i bulana 100 deve verilecek, diye ilân ettiler. Bu haber duyulunca, ne kadar mâceracı, cânî, katil varsa, hepsi etrâfa yayıldı. Mekke'de ve Mekke dışında, harıl harıl Hz. Peygamber (s.a.s.)'i arıyorlardı.
Rasûlullah (s.a.s.), gece evinden ayrıldıktan sonra Kâbe'yi tavâf etti. "Ey Mekke, sen Allah katında yeryüzünün en hayırlı ve bana en sevimli yerisin; eğer çıkmak zorunda bırakılmasaydım, senden ayrılmazdım", dedi.(129) Ertesi gün öğle sıcağında Hz. Ebû Bekir'in evine vardı. Allah'ın emri ile, berâber hicret edeceklerini bildirdi. Hz. Ebû Bekir, sevinç göz yaşları ile, 4 aydır dışarıya bırakmayıp, ağaç yaprakları ile beslemekte olduğu iki cins devesini işâret ederek:
Dilediğini seç, Yâ Rasûlallah, dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bedelini ödeyerek devenin birini aldı.
Rasûlullah (s.a.s.) ve Ebû Bekir için hazırlanan yol azığı bir dağarcığa konuldu. Ebû Bekir'in kızı Esmâ, belindeki bez kemeri ikiye ayırıp bir parçası ile bu dağarcığın ağzını bağladığı için Esma'ya "Zâtü'n-nitâkayn" (iki kemerli) ünvânı verild.(130/1)
c) Mağarada Gizlenmesi
Gece olunca, her ikisi evin arka penceresinden çıktılar. Ayakkabılarını çıkarıp, ayaklarının uçlarına basarak ıssız yollardan Mekke'nin güneyine doğru ilerlediler. 1.5 saat (3 mil) mesafede Sevr Dağı'nın tepesindeki mağaraya vardılar. Kureyşin araması bitinceye kadar, (perşembeyi cumaya bağlayan geceden pazar gününe kadar) üç gün bu mağarada gizlendiler.
Ebû Bekir'in oğlu Abdullah, geceleri mağaraya gelip Mekke'de olup biteni anlatıyor, ortalık ağarmadan gene Mekke'ye dönüyordu. Kölesi Âmr b. Füheyre de koyunlarını otlatırken akşamları Sevr dağına götürüp onlara süt veriyordu.
Peygamber Efendimizi ve Ebû Bekir'i arayanlar, iz sürerek, nihâyet Sevr'deki mağaranın ağzına kadar geldiler. Ayak sesleri ve konuşmaları içeriden duyuluyordu. Hz. Ebû Bekir, başını kaldırdığı zaman onların ayaklarını görmüş ve heyecanla:
-"Yâ Rasûlallah, eğilip baksalar, bizi görecekler, demişti, bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
-"Korkma, Allah'ın yardımı bizimledir.(130/2) İki yoldaş ki, üçüncüsü Allah'tır, hiç endişe edilir mi?" buyurdu.(131)
Tâkipçiler Sevr dağı'na henüz çıkmadan, bir örümcek mağaranın ağzına ağ örmüş, bir çift beyaz güvercin yuva yapıp yumurtlamıştı. Bu durumda Kureyşliler mağaranın içine bakmanın ahmaklık olacağını düşünerek bırakıp gittiler.(132)
Kureyşlilerin aramaları üç gün sürdü. Peygamber Efendimiz ile Ebû Bekir Mekke'de iken Abdullah b. Uraykıt adında henüz müslüman olmamış, fakat son derece emîn bir şahsı kılavuz olarak kiralayıp develeri de ona teslim etmişlerdi.(133) Kılavuz Abdullah, üç gün sonra, dördüncü günün (Pazar) sabahı develeri mağaraya getirdi. Devenin birine Rasûlullah (s.a.s.) ile Ebû Bekir diğerine ise kılavuz Abdullah ile Ebû Bekir'in kölesi Âmir b. Füheyre bindiler. Sâhili takibederek Medine'ye doğru 24 saat hiç dinlenmeden yol aldılar Deve yürüyüşü ile 13 günlük olan Medine yolunu 8 günde katederek 12 Rabiulevvel/23 Eylül 622 pazartesi günü Kuba'ya ulaştılar.
Rasûlullah (s.a.s.)ilk vahiy Hîra (Nûr) dağı'ndaki mağarada gelmişti. Hira'daki mağara ile Sevr'deki mağara arasında geçen müddet, Rasûlullah (s.a.s.) 'in Peygamberlik hayatının Mekke Devri'ni teşkil etmişti. Sevr dağı'ndaki mağaradan başlayan hicret ise, Mekke Devri'nin sonu, Medine Devri'nin başı olmaktaydı.
d) Rasûlullah (s.a.s.)'i Tâkibedenler
Hicret yolculuğunda Peygamber Efendimiz iki önemli takiple karşılaştı.
Müdliçoğullarından Sürâka, Kureyş'in ilân ettiği mükâfâtı ele geçirmek hevesiyle, kendi bölgelerinden geçmiş olan hicret kafilesini tâkibe koyuldu. Atını dört nala sürerek Rasûlullah (s.a.s.) ve arkadaşlarına yaklaştığı sırada, atı sürçüp kapaklandı. Kendisi de yere yuvarlandı. Yeniden atına binip koşturdu. Tam yaklaştığı sırada, atının ön ayakları kuma saplandığı için, yine düştü. Atını zorlukla kurtardı. Sürâka'nın morali iyice bozulmuştu. Rasûlullah (s.a.s.)'den özür diledi. Yazılı bir emânnâme alarak geri döndü; diğer tâkipçileri de "ben aradım, boşuna yorulmayın, bu tarafta yok..." diyerek geri çevirdi.(134)
Eslemoğullarından Büreyde de, Kureyşin ilân ettiği mükâfâtı alabilmek için Rasûlullah'ı tâkibe başlamıştı. Fakat ilk görüşte, yanındakilerle beraber Müslüman oldu. Daha sonra başındaki beyaz sarığı çözerek mızrağının ucuna bağladı. "Sizin gibi şanlı bir kafile bayraksız gitmez. İzin verirseniz ilk alemdârınız olayım" diyerek ta Kuba Köyü'ne kadar Rasûlullah (s.a.s.)'e bayraktarlık yaptı.
Daha sonra, Şam'dan Mekke'ye dönmekte olan bir ticâret kafilesine rastladılar. Kafilede bulunan, ilk 8 Müslümandan Avvâm oğlu Zübeyr, Rasûlullah (s.a.s.) ve Ebû Bekir'e beyaz elbiseler giydirdi.(135) Ve Medine'lilerin kendilerini sabırsızlıkla beklediklerini haber verdi.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın yola çıktığı Medine'de duyulmuştu. Bu yüzden Medineliler, Rasûlullah (s.a.s.)'i karşılamak üzere her sabah şehir dışına çıkıp bekliyorlardı. 12 Rabiulevvel /23 Eylül 622 Pazartesi günü yine öğleye kadar beklemişler, sıcak bastırınca ümitlerini kesip dönmüşlerdi. Bu esnâda bir iş için evinin yüksek kulesinden etrafı seyreden bir Yahûdî, beyazlar giyinmiş bir kafilenin uzaktan gelmekte olduğunu gördü ve yüksek sesle:
İşte günlerdir yolunu beklediğiniz devletli geliyor, diye haykırdı.
--------------------------------------------------------------------------------
(125) Bkz. İbn Hişâm, 2/125-126, İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/102; Zâdü'l-Meâd, 2/ 136-137; Tecrid Tercemesi, 10/87-88
(126) Mekke'de en güvenilir kimse olduğu için, bütün Mekkeliler en değerli şeylerini Hz. Peygamber (s.a.s.)'e emânet ederlerdi. Bu güvenirliği yüzünden O'na "Muhammedü'l-Emin" diyorlardı. (İbn Hişâm, 2/129)
(127) Bu câniler arasında:Ebû Cehil, Hakem b.el-Âs, Ukbe b. Ebî Muayt, Nadr b. Hâris, Ümeyye b. Halef, Zem'a b.Esved ve Ebû Leheb de vardı. (Tecrid Tercemesi, 10/88; Târih-i Din-i İslâm,2/32)
(128) Kur'ân-ı Kerîm'de bu olaya işâretle: (Habibim, bir avuç kumu onların üzerine) attığın zaman sen atmadın, ancak Allah attı, hedeflerine O ulaştırdı. (el-Enfâl Sûresi, 17) buyrulmuştur.
(129) İbn Mâce, 2/1037 (Hadis No: 3108), Kahire, 1378/1953; Tirmizi, 5/722 (Hadis No: 3925), Kahire, 1385/1965; Asr-ı Saâdet, 1/294
(130/1) Tecrid Tercemesi, 8/415 (Hadis No: 125) ve 10/100 (Hadis No : 1ğ)
(130/2) et-Tevbe Sûresi, 40
(131) el-Buhârî, 4/263; Tecrid Tercemesi, 10/119 (Hadis No: 1557)
(132) Zâdü'l-Meâd, 2/137; Târih-i Din-i İslâm 2/330; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, 1/124
(133) Zâdü'l-Meâd, 2/137
(134) el-Buhârî, 4/256-257; Tecrid Tercemesi, 10/102-104; (Hadis No: 1ğ)
(135) el-Buhârî, 4/257; Tecrid Tercemesi, 10/105 (Hadis No: 1ğ)
--------------------------------------------------------------------------------
3- MEDİNE'YE VARIŞ
a) Hz. Peygamber (s.a.s.) Kuba'da
Medineliler derhal silahlanarak, bir bayram sevinci içinde yollara döküldüler. Rasûlullah (s.a.s.)'i Medine'ye bir saat uzaklıkta Kuba Köyünde karşıladılar. Rasûlullah (s.a.s.) burada Amr b. Avf Oğulları'nda 14 gece misâfir kaldı.(136) Bu esnâda Kur'ân-ı Kerîm'de "takvâ üzere yapıldığı" bildirilen Kuba Mescidi'ni binâ etti ve burada namaz kıldı.(137)
Rasûlullah (s.a.s.)'den 3 gün sonra tek başına yola çıkmış olan Hz. Ali de, gündüzleri gizlenip, geceleri yürüyerek, Kuba'da iken kafileye yetişti.
b) İlk Cuma Namazı ve İlk Hutbe
14 gün sonra, bir cuma günü Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz devesine bindi. Karşılamağa gelenlerle muhteşem bir alay içinde Medine'ye hareket etti. Yolda "Sâlim b. Avf oğulları"na âit "Rânûnâ Vâdisi"nde öğle vakti oldu. Rasûlullah (s.a.s.) burada arka arkaya iki hutbe okuyarak ilk Cuma Namazını kıldırdı.
İlk hutbede Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra:
Ey nâs, ölmeden önce Allah'a tevbe ediniz, fırsat elde iken iyi işlere koşunuz. Allah'ı çok anmak, gizli ve âşikâr çok sadaka vermek sûretiyle O'nunla aranızdaki bağı kuvvetlendiriniz. Böyle yaparsanız, rızıklandırılır, yardım görürsünüz, kaçırdıklarınızı tekrâr elde edersiniz.
Biliniz ki, Cenab-ı Hakk, içinde bulunduğum yılın bu ayında, bugün şu bulunduğum yerde Cuma namazını kıyâmete kadar, üzerinize farz kıldı. Hayâtımda veya benden sonra, -âdil veya zâlim- bir imamı olduğu halde, önemsiz gördüğü veya inkâr ettiği için kim bu namazı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve hiç bir işine hayır vermesin. Biliniz ki, böylesinin, tevbe etmedikçe, ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de herhangi bir iyiliği Allah katında bir değer taşır. Ancak, kim tevbe ederse Allah tevbesini kabûl eder.(138)
Ey Nâs, kendinize âhiret için azık hazırlayıp önceden gönderin. Hepiniz ölecek ve sürünüzü çobansız bırakacaksınız. Sonra Rabbınız, -arada tercümân veya perdedâr olmaksızın- bizzat:
- Sana benim peygamberim gelip haber vermedi mi? Ben sana mal vermiş, ihsânda bulunmuştum. Sen bunlardan âhiretin için ne gönderdin? diye soracaktır. O kimse sağına, soluna bakacak, hiç bir şey göremeyecek. Sonra önüne bakacak, orada Cehennem'i görecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa, kendini ateşten korumağa gücü yeten, bunu yapsın. Buna gücü yetmeyen, bâri güzel sözle kendini kurtarsın. Çünkü bir iyiliğe 10'dan 700 katına kadar sevap verilir. Allah'ın selâm ve rahmeti üzerinize olsun.(139)
Rasûlullah (s.a.s.) birinci hutbeyi böylece bitirdikten sonra ikinci hutbede de şunları söylemiştir.
Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdeder. O'ndan yardım dileriz. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü işlerimizden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidâyet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola koyamaz.
Allah'tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O birdir, eşi , ortağı ve benzeri yoktur.
Sözlerin en güzeli, Allah Kitabı (Kur'ân-ı Kerîm) dir. Allah'ın kalbini Kur'ân ile süslediği, küfürden sonra İslâm'a soktuğu, Kur'ân'ı diğer sözlere tercîh eden kimse felâh bulup kurtulmuştur.
Allah'ın sevdiğini seviniz. Allah'ı bütün kalbinizle (can ve gönülden) seviniz. Allah Kelâmı Kur'an'dan ve zikrinden usanmayınız.
Allah'ın Kelâmına karşı kalbiniz katılaşmasın.
Yalnız Allah'a kulluk edip ibâdetinizde O'na hiç bir şeyi ortak yapmayınız. O'ndan hakkıyla sakınınız. Yaptığınız iyi şeyleri dilinizle doğrulayınız. Aranızda Allah'ın rahmet ve merhametiyle sevişiniz. Allah'ın selâm ve rahmeti üzerinize olsun.(140)
c) Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medine'de Karşılanışı
Cuma namazından sonra Rasûlullah (s.a.s.) Medine'ye hareket etti.(141) Medine, târihinin en önemli gününü yaşıyordu. Halk bayram sevinci içinde, Kuba'dan itibâren yolu iki taraflı doldurmuştu. Kadınlar şiirler söylüyor, çocuklar "Rasûlullah geldi, Rasûlullah geldi" diye bağrışıyor, küçük kızlar def çalarak şenlik yapıyorlardı. Medine halkı, Rasûlullah (s.a.s.)'in gelişinden duyduğu sevinci, hiç bir şeyden duymamıştı.
Herkes Peygamber Efendimizi kendi evinde misâfir etmek istiyor, "Ey Allah'ın Rasûlü, bize buyurunuz... "diyerek deveyi durdurmak istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.) ise, kimseyi gücendirmemek için devesini serbest bırakmıştı.
- "Siz deveyi kendi hâline bırakınız. O memurdur, emrolunduğu yere gider," diyerek dâvet edenlerden izin istiyordu. Nihâyet deve, hâlen "Mescidü'n-Nebi"nin bulunduğu boş arsada çöktü, Rasûlullah (s.a.s.) inmedi. Deve kalkarak bir kaç adım gittikten sonra geri dönüp ilk çöktüğü yere yeniden çöktü, bir daha kalkmadı. Rasûlullah (s.a.s.) üzerinden inerek:
- "Akrabamızdan en yakın kimin evi?" diyerek etrâfındakilere sordu. Zeyd oğlu Hâlid.(142)
- İşte evim, işte kapısı, buyurunuz Yâ Rasûlallâh... diyerek Rasûlullah (s.a.s.)'i dâvet etti. Peygamber Efendimiz böylece Hz. Hâlid'in misâfiri oldu. Bu misâfirlik "Mescidü'n-Nebî"nin inşâatı tamamlanıncaya kadar 7 ay devam etti.(143)
--------------------------------------------------------------------------------
(136) el-Buhârî, 1/11; Tecrid Tercemesi, 2/306 (Hadis No: 270
(137) (Hicretin) ilk gününde, takva temeli üzerine kurulan (Kuba'daki)Mescidde namaz kılman daha uygundur. Bu mescidde temiz olmayı sevenler vardır. Allah da temiz olanları sever. (et-Tevbe Sûresi, 108)
(138) İbn Mâce, es-Sünen, 1/343, (Hadis No: 1081); Tecrid Tercemesi, 3/63, (Hadis No: 487'nin izâhı)
(139) İbn Hişâm, 2/146; Şerafettin Yaltkaya, Hatiplik ve Hutbeler, 22; Kısas-ı Enbiyâ, 1/176; Asr-ı Saâdet, 2/828
(140) İbn Hişâm, 2/147; Hatiplik ve Hutbeler, 22, 24; Kısıs-ı Enbiyâ, 1/177; Asr-ı Saâdet, 2/829
(141) Medine'nin eski adı Yesrib'ti. Rasûlüllah (s.a.s.) hicret edip yerleştikten sonra "Peygamber Şehri" anlamında "Medinetü'n-Nebî" denildi. Daha sonra kısaltılarak sâdece Medinetü'l Münevvere denilmiştir.
(142) Hâlid b. Zeyd Ebû Eyyûb el– Ensâri, Neccâr oğullarından ve Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib'in annesi Selmâ Hatun'un âilesindendir. Müslüman Araplar tarafından yapılan ilk İstanbul kuşatmasında bulunmuş ve şehit düşmüştür. Fâtih, İstanbul'u fethedince Hz. Hâlid'in kabrini buldurmuş, hâlen ziyâret edilmekte olan türbesini yaptırmıştır. İstanbul'da türbenin bulunduğu semt (Eyyüb), adını onun isminden almıştır.
(143) İbn Hişâm, 2/143
4- HİCRETİN İSLÂM TARİHİNDEKİ ÖNEMİ
Hicret, Müslümanları müşriklerin zulüm ve baskılarından kurtarmış, İslâm'a yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm inkılâbının başlangıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer'in hilâfeti esnâsında Hz. Peygamber (s.a.s.)'in hicret ettiği yılın 1 Muharrem'i olan 16 Temmuz 622 tarihi, Hicrî-Kamerî Takvim için "takvim başı" olarak kabûl edilmiştir.
Rasûlullah (s.a.s.)'in hicreti Peygamberliğin 13'üncü yılında, 12 Rebiulevvel / 23 Eylül 622'de olmuştur. Bu tarih aynı zamanda Peygamber Efendimizin 53'üncü doğum yıldönümüdür.
Hicretle, 23 yıl süren Peygamberlik devrinin 13 yıllık Mekke Devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamıştır.
İKİNCİ BÖLÜM
MEDİNE DEVRİ
I- HİCRETİN BİRİNCİ YILI (622-623 M.)
"Doğrusu inanıp hicret edenler Allah Yolunda mallarıyla, canlarıyla cihâd edenler ve muhâcirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin dostudurlar."
(el-Enfâl Sûresi, 72)
1- MEDİNE'DE GENEL DURUM
Medine, Mekke'nin kuzeyinde, üç tarafı dağlarla çevrili, güneyi ise ovalık bir şehirdir. Havası güzel, toprağı zirâate elverişli, hurmalıkları boldur.
Rasûlullah (s.a.s.)'in hicreti esnâsında, Medine'de Evs ve Hazrec adlı iki Arap kâbilesi ile, Kaynuka, Nadîr ve Kurayzaoğulları adlı üç Yahûdi kabîlesi vardı. Arap kabileleri buraya "Seylü'l-arim" denilen sel felâketinden sonra Yemen'den; Yahûdîler ise, Romalıların Kudüs'ü işgal ve tahriplerinden sonra Kudüs'ten gelip yerleşmişlerdi.
Başlangıçta, bir müddet Araplarla Yahûdîler iyi geçinmişlerse de, Yahûdîlerin çıkarcı davranışları yüzünden zamanla araları açılmış, Arablar Yahûdîleri yenerek Medine'de hâkim duruma gelmişlerdi. Fakat çok geçmeden Yahûdîlerin entrikaları ile birbirlerine düştüler ve iki kardeş kabîle uzun yıllar birbirleriyle savaştılar. Bu savaşların en sonuncusu Buâs Harbi'dir. Hicretten yaklaşık 5 yıl önce sona eren ve bazı fâsılalarla tam 120 yıl süren bu savaşta her iki taraf da büyük kayıp vererek zayıf düşmüşlerdir. Bu yüzden, Hicret esnâsında Yahûdîler, özellikle iktisâdî yönden Medine'de hâkim durumda bulunuyorlardı.
Evs ve Hazrec kabîleleri, aralarındaki bu düşmanlığın ancak Rasûlullah (s.a.s.)'in hakemliği, İslâm'ın getirdiği adâlet, sevgi ve kaynaşma ile ortadan kalkabileceğini anlayarak Müslümanlığa sımsıkı bağlandılar. Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Medîne'ye gelmesiyle, bu iki kardeş kabile arasında asırlarca sürmüş olan kin ve düşmanlıktan eser kalmamıştır.(144)
2- MESCİD-İ NEBÎ'NİN İNŞÂSI
Hicret esnâsında Medîne'de câmi yoktu. Rasûlullah (s.a.s.) namaz vaktinde nerede bulunursa namazı orada kıldırırdı. İlk mescid, hicretin ilk günlerinde Kuba'da yapıldı.
Hicret sırasında, Rasûlullah (s.a.s.)'in devesinin çöktüğü, Halid b. Zeyd'in evinin karşısındaki boş arsaya mescid yapılacaktı. Neccâroğullarından iki yetim çocuğa âit olan bu arsayı, Neccâroğulları hibe etmek istedilerse de Peygamber (s.a.s.) Efendimiz kabûl etmedi. Bedeli olan 10 miskal (40.9 gr) altını Hz. Ebû Bekir ödedi.
Arsada müşrik kabirleri, yabâni hurmalar ve engebeler vardı. Kabirler başka yere nakledildi. Hurma ağaçları kesildi, çukurlar düzlendi. Mescid'in yapımında bizzât Rasûlullah (s.a.s.)'de bir işçi gibi çalıştı. Temeli taştan, duvarları kerpiçten, direkleri hurma ağaçlarından yapıldı. Üzeri de hurma dallarıyla örtüldü; zemini ise topraktı. Kıblesi Kudüs'e doğru olan bu mescid'in, biri mihrab'ın karşısındaki ana kapı, biri Rasûlullah (s.a.s.)'in evine açılan kapı, diğeri de "Bab-ı Rahmet" denilen kapı olmak üzere üç kapısı vardı. Kıble'nin değişmesinden sonra, ana kapı ile mihrap yer değiştirdiler.(145/1)
3- HÂNE-İ SAÂDET'İN İNŞÂSI ve RASÛLÜLLAH (S.A.S.)'İN HZ. ÂİŞE İLE EVLENMESİ
İnşâsı 7 ay süren Mescid'in bir tarafına Rasûlullah (s.a.s.) ve âilesinin ikameti için odalar (hücreler) yapıldı. Bu odaların sayısı daha sonra dokuza çıkmıştır. Odalardan her birinin genişliği 3-3,5 arşın, uzunluğu 5 arşın, yüksekliği ise bir adam boyu kadardı. Hz. Aişe, Safiyye ve Sevde'nin odaları Mescid'in güneyinde; Ümmü Seleme, Ümmü Habibe, Meymûne, Cüveyriye, Zeyneb bt. Cahş ve Zeyneb bt. Huzeyme'nin odaları ise Mescidin kuzeyinde bulunuyordu. Rasûlullah (s.a.s.)'in hâlen "Kabr-i Saâdet"inin bulunduğu yer, Hz. Âişe'ye tahsis edilen oda idi.
Mescid ve hücrelerin yapımı tamamlanınca, Hz. Peygamber (s.a.s.) misâfir kaldığı Halid b. Zeyd'in evinden buraya taşındı. Evlâtlığı Zeyd b. Hârise ve Ebû Râfi'i Mekke'ye gönderip kendi âilesi ile Ebû Bekir'in âilesini de Medine'ye getirtti. Kendi âilesi, Hz. Hatice'nin vefâtından sonra evlendiği Zem'a kızı Hz. Sevde ile kızları Ümmü Gülsüm ve Fâtıma idi. Kızlarından Rukiyye daha önce eşi Hz. Osman'la birlikte hicret etmişti. Diğer kızı Zeyneb, kocası henüz müşrik olduğu için gelemedi.(145/2) (Zeyneb, Bedir savaşından sonra hicret edebildi)
Ebû Bekir'in âilesi ise, karısı Ümmü Rumân ile çocukları Abdullah, Esmâ ve Âişe'den ibâretti. Bunlarla berâber Zeyd b. Hârise'nin eşi Ümmü Eymen ile oğlu Üsâme de Medine'ye geldiler.
Hz. Ebû Bekir'in kızı Âişe ile Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) hicretten önce Mekke'de iken nişanlanmışlardı. Hicretten 8 ay sonra, Şevval ayında Medine'de evlendiler. Böylece, Rasûlullah (s.a.s.) ile Hz. Ebû Bekir arasındaki mânevi bağ, akrabalık bağı ile daha da kuvvetlenmiş oldu.
Hz. Âişe son derece zeki, bilgili ve kültürlü bir hanımdı. Dinî hükümlerin, Müslüman kadınlara öğretilmesinde büyük gayreti yanında, özellikle Rasûlullah (s.a.s.)'in ev ve âile hayatıyla ilgili bilgileri Müslümanlar O'ndan öğrenmişlerdir. Kendisinden 2210 hadis rivâyet edilmiştir.
.4- SUFFE ASHÂBI (ASHÂB-I SUFFE)
Mescid'in bir tarafına da, etrâfı açık, üstü hurma dallarıyla örtülü bir gölgelik, (çardak, suffe) yapıldı. Evi ve âilesi olmayan fakir Müslümanlar burada kaldıkları için onlara "Ashâb-ı Suffe" denilmiştir.
Suffe ashâbı son derece fakirdi. İş buldukları zaman çalışırlar, diğer zamanlarda Mescidde ilim ve ibâdetle meşgul olurlardı. Burası İslâm Târihinde ilk yatılı öğretmen okulu durumundaydı. Bu okulun dershanesi mescid, yatakhanesi suffe, öğrencileri suffe ashâbı, öğretmenleri de bizzat Rasûlullah (s.a.s.) idi. Medine'nin dışında yeni Müslüman olan topluluklara İslâm'ı öğretmek üzere bir öğretmen göndermek gerektiğinde, bunlar arasından gönderiliyordu. Sayıları 70 ile 400 arasında değişen Suffe ashâbının ihtiyaçları, ashâbın zenginleri tarafından karşılanıyordu. Rasûlullah (s.a.s.) her akşam bunlardan bir kısmını kendi sofrasına alır, bir kısmını da ashâb arasına dağıtırdı. Getirilen sadakaları tamamen bunlara gönderir, kendisine gelen hediyelerden de suffe ashâbı için hisse ayırırdı.(146/1) Rasûlullah (s.a.s.)'den en çok hadis rivâyet etmiş olan Ebû Hüreyre de suffe ashâbındandı.
5- FARZ NAMAZLARIN DÖRT REKAT OLMASI
Mirâctan önce Müslümanlar akşam ve sabah olmak üzere iki vakit namaz kılıyorlardı. Beş vakit namaz mirâcta farz kılındı. Ancak, Hicretten önce, akşam namazının farzı üç rekât, diğer vakitlerin hepsi de ikişer rekâttı, Hicretten sonra, öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dört rekâta çıkarıldı. Sefer zamanlarında ise ilk farz kılındığı sayıda bırakıldı.(146/2)
6- EZÂN'IN MEŞRÛİYETİ
Mescid-i Nebi'nin inşâsı bittikten sonra, namaz vakitlerinin Müslümanlara duyurulmasına ihtiyaç duyuldu. Çünkü, namaza erken gelenler vaktin girmesini bekleyip işlerinden kalıyorlar; geç gelenler ise cemâate yetişemedikleri için üzülüyorlardı.
Rasûlullah (s.a.s.) vahiy gelmeyen konularda ashâbı ile istişâre ederdi.(147) Bu konuda yapılan istişâre esnâsında, namaz vakitlerinin "çan veya boru çalınarak, ateş yakılarak, yüksek bir yere bayrak çekilerek duyurulması" teklifleri yapıldı. Rasûlullah (s.a.s.), "çan çalmak Hristiyanların, boru çalmak Yahûdîlerin, ateş yakmak Mecûsîlerin âdetidir." diyerek kabûl etmedi. Bayrak çekme teklifi de beğenilmedi. İstişâre sonunda hiç bir şeye karar verilemedi.
Ensârdan Zeyd oğlu Abdullah, rüyâsında elinde nâkûs (çan) bulunan birini görmüş, namaz vakitlerini duyurmak için bu nâkûsu satın almak istemiş, Rüyâsında gördüğü bu zât ona:
-"Ben sana daha güzelini öğreteyim" diyerek ezân lafızlarını söylemiş. Abdullah uyanınca, Rasûlullah (s.a.s.)'e gelerek rüyasında gördüklerini haber verdi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
-"İnşâllah hak rüyâdır. Bilâl'in sesi seninkinden gür. Gördüğünü ona öğret. Namaz vaktinde ezânı o okusun", buyurdu. Bilâlin okuduğu ezân, Medine'nin her tarafından duyuldu. Aynı rüyâyı Hz. Ömer de görmüş, fakat Abdullah daha önce haber vermişti.(148) Daha sonra Bilâl, sabah ezânlarına "es-salâtü hayrun minen-nevm" (namaz uykudan hayırlıdır.) cümlesini de eklemiştir.
Ezân, şeâir-i İslâmiye'dendir. Vâcib derecesinde kuvvetli bir sünnetdir. Yalnız rüyâ ile değil, Rasûlullah (s.a.s.)'in sünneti ve daha sonra inen âyetlerle de sâbittir.(149)
7- ENSÂR İLE MUHÂCİRLER ARASINDA KARDEŞLİK
Mekke'li Müslümanlar, dinleri uğrunda bütün servet ve varlıklarını Mekke'de bırakmışlar, Medine'ye hicret ederek muhâcir olmuşlardı. Medineli Müslümanlar, onları kendi nefislerine bile tercih ederek, her türlü yardımı yapmışlar, onların bütün ihtiyâçlarını karşılamışlardı.(150) Fakat muhâcirler, ensâr'a yük oluyoruz, kendi kazancımız yok, diye üzülüyorlardı.
Rasûlullah (s.a.s.) muhâcirlerin bu üzüntüsünü gidermek, aradaki sevgi ve samimiyeti güçlendirmek, herhangi ayrılık belirtisini önlemek için Hicretin 7'inci ayında muhâcirlerle ensârı, Mâlik oğlu Enes'in evinde topladı.(151) Burada, bir muhâciri, bir ensârla kardeş yaparak 90 (veya 360 kişi asarında kardeşlik bağı kurdu.(152) Ensâr, muhâcir kardeşlerini alıp evlerine götürdüler Mallarına ortak ettiler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e başvurarak:
-Ya Rasûlallah, hurmalıklarımızı, muhâcir kardeşlerimizle aramızda paylaştır... dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
-Hayır, mülkiyet size âit. Muhâcir kardeşlerinizle birlikte çalışacak, mahsûlü paylaşacaksınız... buyurdu.(153/1) İki taraf buna râzı oldular. Kardeşler birbirlerine o derece bağlandılar ki, başlangıçta, zev'il-erhâmdan önce birbirlerine mirâsçı bile oldular.(153/2)
Ensâr'dan Reb'i oğlu Sa'd, muhâcir Avf oğlu Abdurrahman'a:
-Ben malca ensârın en zenginiyim. Rasûlullah (s.a.s.) ikimizi kardeş yaptı. Malımın yarısı senindir. İki zevcem var, dilediğini boşayacağım. Onu da nikâhlarsın... dedi. Abdurrahman:
-Allah malını da, zevceni de sana mübârek kılsın. Benim bunlara ihtiyâcım yok. Sen bana çarşıyı göster... dedi.(154)
Abdurrahman ticârete başladı, kısa zamanda zengin oldu. Muhâcirlerin büyük kısmı ticâretle hayatlarını kazandılar.
Ensâr ve muhâcirlerden belirli kimseler arasında Hz. Peygamber tarafından yapılan kardeşlik, daha sonra "Mü'minler ancak kardeştirler"(el-Hucurât Sûresi, 10) âyet-i celîlesiyle genişledi. Fakat bu kardeşliğin, mirâsla ilgili hükmü, Bedir Savaşı'ndan sonra "...Akraba olanlar (mîrâs hususunda) Allah'ın Kitabında mü'minlerden ve muhâcirlerden daha yakındır.." (el-Ahzâb Sûresi, 6) ve "Allah'ın Kitâbında (mirâs hususunda) hısımlar birbirlerine daha yakındır." (el-Enfâl Sûresi, 75) ayet-i kerimeleri ile kaldırıldı.(155/1) Çünkü muhâcirler, çalışıp ticâret yaparak ilk sıkıntılı günlerinden kurtuldular. Bedir Savaşı ganimetlerinden de yararlandıktan sonra, artık ensârın yardımına ihtiyaçları kalmadı.
8- MÜSLÜMANLARLA YAHÛDÎLER ARASINDA VATANDAŞLIK ANLAŞMASI
Rasûlullah (s.a.s.) Mekkeli muhâcirlerle, Medineli ensârı kardeş yaparak birbirlerine bağladıktan sonra, Medine'yi dış düşmanlara karşı müştereken savunmak üzere muhâcirler, ensâr ve Medine'deki Yahûdîler arasında yazılı bir "vatandaşlık anlaşması" yaptı. Bu anlaşmaya göre:
a) Diyet ve fidyelere ait kurallar, eskiden olduğu şekilde devam edecek:
b) Yahûdîler kendi dinlerinde serbest olacaklar;
c) Müslümanlarla Yahûdîler, barış içinde yaşayacaklar,
d) İki taraftan biri, üçünçü bir tarafla savaşırsa, diğer taraf yardımcı olacak,
e) Taraflardan biri Kureyşle dostluk kurmayacak ve onları himâyesine almayacak,
f) Dışardan bir tecâvüz olursa, Medine müştereken savunulacak,
g) İki taraftan biri, üçüncü bir tarafla sulh yaparsa, diğer taraf bu sulhü tanıyacak,
h) Müslümanlarla Yahûdîler arasında çıkacak her türlü anlaşmazlıkta Hz. Peygamber (s.a.s.) hakem kabûl edilecekti. (155/2)
9- MEDİNE'DE MÜSLÜMANLARIN DURUMU
Müslümanlar Medineye göç etmekle rahata kavuşmuş olmadılar. Bir bakıma tehlike ve düşmanları daha da çoğaldı. Hicretten önce karşılarında düşman olarak yalnızca Mekke müşrikleri vardı. Hicretten sonra puta tapıcı müşrikler, münâfıklar ve Yahûdîler olmak üzere üç sınıf düşmanla karşı karşıya geldiler.
a) Puta tapıcı müşrik Arablar: Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde Kâbe'yi ve putlarını ziyârete gelen Arab kabîleleri sâyesinde bol kazanç elde eden Mekkeliler, maddî çıkarlarını putperestliğin yaşamasında gördükleri için, Müslümanlığa düşman olmuşlar, Müslümanları yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Müslümanlığın, Şam ticâret yolu üzerinde bulunan Medine'de yayılması da onların işine gelmedi. Bu sebeple hicretten sonra, Müslümanların peşini bırakmadılar. Müslümanlığı henüz kuvvetlenmeden yok edebilmek için her tedbire başvurdular.
b) Yahûdîler: Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki anlaşmazlığı körükleyerek onları zayıf düşürüp, Medine'de ekonomik yönden hâkim duruma gelen Yahûdîlerin de, Müslümanlık menfaatlerine uygun gelmemişti. Hz. peygember (s.a.s.) Efendimiz bunlardan gelecek tehlikeleri önlemek için Yahûdî kabîlelerinin her biriyle ayrı ayrı anlaşmalar yapmıştı. Fakat, bunlar anlaşmalara sâdık kalmıyorlar, Kureyş kabîlesi ve Müslümanlara düşman olan diğer unsurlarla işbirliği yapıyorlardı.
c) Münâfıklar: Hicretten önce Hazrec kabîlesinin ileri gelenlerinden Übeyy oğlu Abdullah'ın (Abdullah b. Übeyy b. Selûl) Hazrec kabîlesine reis olması kararlaştırılmıştı. Taraftarları ona süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine'de süratle yayılması ve Rasûlullah (s.a.s.)'in hicret etmesi, Abdullah'ın reisliğine engel oldu. Bu yüzden Abdullah ve taraftarları Müslümanlığa düşman oldular. Fakat mücâdele ve bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için, imân etmedikleri halde Müslüman göründüler. Böylece bir de "Münafıklar zümresi" meydana geldi. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bunları bilyor, fakat ayıplarını yüzlerine vurmuyordu.
Mekkeli müşrikler, Medine'deki Yahûdîlerle münâfıkları, Müslümanlara karşı el altından devâmlı teşvik ve tahrik ediyorlar, Medine etrafındaki müşrik Arab kabîleleriyle anlaşmalar yaparak Medine'ye baskın yapmağa hazırlanıyorlardı. Münâfıkların reisi Übeyy oğlu Abdullah'a bir mektup yazarak:
"Siz Muhammed (s.a.s.)'in yurdunuzda barınmasına izin verdiniz. O'nu ya öldürmez veya bize teslim etmez, yahut da Medine'den çıkarmazsanız hepinizi öldürmek, esir etmek ve kadınlarınıza tecâvüzde bulunmak üzere Medine'yi basacağız" (156/1) diye münâfıkları bile tehdit etmişlerdi. Medine'lilerin gözlerini korkutmak ve Müslümanlara yardımcı olmaktan vazgeçirmek için bir defa da Câbir oğlu Kürz komutasındaki bir çete ile Medine'lilerin mer'ada otlamakta olan hayvanlarını sürüp götürmüşlerdi.
Görüldüğü üzere Müslümanlar, Medine'ye hicretten sonra da güven içinde olmadılar. Bu yüzden Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Medine'nin savunmasıyla ilgili bütün tedbirleri aldı. Medine'deki Yahûdîler ve Medine etrâfındaki müşrik Arab kabîleleri ile saldırmazlık anlaşmaları yaptı. Etrafa seriyyeler (küçük askeri birlikler) göndererek, düşmanın hareketlerini kontrol altına aldı. Mekkelilerin Şam ticâret yolunu kapattı. Müşriklerin gece baskını ihtimâline karşı geceleri Medine sokaklarında ashâb nöbet tuttu. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bile ancak kapısında nöbet beklendiği zamanlarda endişesiz uyuyabiliyordu.(156/2)
10- İLK NÜFUS SAYIMI
Savunma ile ilgili alınan tedbirler arasında, Müslümanların sayısını bilmeğe de lüzûm görüldüğünden, Rasûlullah (s.a.s.) "Bana Müslüman olduklarını söyleyenlerin isimlerini yazınız," buyurmuştur. Sayım sonunda Medine'de 1500 müslüman bulunduğu anlaşılmıştır.(157)
11- İLK SERİYYELER
Rasûlullah (s.a.s.) düşmanın hareketini kontrol altında tutmak, Medine'yi muhtemel bir tecâvüzden korumak için, civârdaki bazı bölgelere "keşif kolları" (seriyye) göndermiş, fakat kendilerine silahlı tecavüz olmadıkça çarpışma izni vermemiştir.
Hicretin ilk yılında üç seriyye gönderilmiştir. İlk seriyye, Hz Peygamber (s.a.s.)'in amcası. Hz. Hamza komutasındaki 30 kişilik seriyyedir. İslâm'da ilk sancak bu seriyyeye verilmiştir.
2'inci seriyye, Rasûlullah (s.a.s.)'in amcalarından Hâris'in oğlu Ubeyde komutasında; 3'üncüsü ise Sa'd b. Ebî Vakkas komutasında gönderilmiştir.
Bunlar Kureyş kervanlarını takip için gönderilmişlerdi. İlk iki seriyyede karşılaşma olduğu halde çarpışma olmamıştır. Sadece Sa'd b. Ebî Vakkas, ikinci seriyye'de bir ok atmıştır ki İslâm'da Allah yolunda atılan ilk ok budur.
Bu seriyyeler, hicretin 7-8 ve 9' uncu (Ramazan, Şevval ve Zilkade) aylarında gönderilmiştir.
Seriyye: Rasûlullah (s.a.s.)'in kendisinin bulunmadığı küçük harp müfrezesi demektir. Rasûlullah (s.a.s.)'in katıldığı ve bizzât idare ettiği askeri harekâta ise "Gazve" denir. Seriyyeler, genellikle gece çıkarılan ve sayıları 5-400 arasında değişen askeri birliklerdir. Gazvelerin sayısı 19'dur. Seriyyelerin sayısı daha çoktur.
--------------------------------------------------------------------------------
(144) "Hepiniz, toptan sımsıkı Allah'ın ipine (İslâm Dini'ne ve Kur'ân-ı Kerîm'e) sarılın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinizin düşmanları idiniz de O, kalblerinizi birleştirmişti. İşte O'nun bu nimeti sâyesinde kardeş olmuştunuz. Siz bir ateş çukurunun kenarında iken sizi oradan da O kurtarmıştı." (Âl-i İmrân Sûresi, 103)
(145/1) el-Buhârhi, 1/ 111; Tecrid Tercemesi, 2/306 (Hadis No: 270); Zâdü'l-Meâd, 2/145-146; Tarih-i Din-i İslâm, 3/21-26
(145/2) Târih-i Din-i İslâm, 3/14
(146/1) Tecrid Tercemesi, 12/202-207 (Hadis No: 2027);Târih-i Din-i İslâm, 3/26-27
(146/2) Bkz. el-Buhârî, 1/93; Tecrid Tercemesi, 2/233, (Hadis No: 228); İbn Hişâm, 260
(147) Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 159
(148) Bkz. Ebû Dâvud, es-Sünen, 1/116 (Hadis No: 499), Mısır, 1371/1952; Tecrid Tercemesi, 2/451, (Hadis No: 358);
(149) Bkz.el-Mâide Sûresi, 58; el-Cum'a Sûresi,9; Tecrid Tercemesi, 2/451 (358 No. lu hadisin açıklaması)
(150) Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imânı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendilerine hicret eden muhâcirleri severler, onlara verilen şeylerden dolayı, içlerinde bir çekememezlik duymazlar, zaruret içinde olsalar bile, muhacirleri kendilerine tercih ederler... (el-Hâşr Sûresi,9)
(151) Tecrid Tercemesi, 7/99 (Hadis No: 1035); Zâdü'l-Meâd, 2/146
(152) Kimin kime kardeş olduğu için bkz. İbn Hişâm, 2/150-153; Tecrid Tercemesi, 7/102-106
(153/1) Tecrid Tercemesi, 8/66-69, (Hadis No: 1145)
(153/2) İmân idip hicret eden ve Allah yolunda malları ve canlarıyla cihâd eden muhâcirlerle, bu muhâcirleri barındırıp onlara yardımcı olanlar (ensâr) bir birlerinin velisidir. (el-Enfâl Sûresi, 72)
(154) Bkz. el-Buhârî 3/3 Tecrid Tercemesi, 6/407, (Hadis No:958)
(155/1) Tecrid Tercemesi, 7/99-106 (1035 numaralı hadisin izahı); Zâdü'l-Meâd, 2/146
(155/2) 47 maddelik bu yazılı antlaşmanın tam metni için bkz. İbn Hişâm, es Sîretü'n-Nebeviyye, 2/147-150; Tuğ, Doç.Dr.Salih, İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, 31-40, İst., 1969; M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, 1/131-134, İst., 1966
(156/1) Asrı Saâdet, 1/327
(156/2) Bkz. el-Buhârî, 4/İ; Tecrid Tercemesi, 8/372 (Hadis No: 1217)
(157) Bkz. el-Buhârî, 4/34; Tecrid Tercemesi, 8/483 (Hadis No: 1277)
--------------------------------------------------------------------------------
II- HİCRETİN İKİNCİ YILI (623-624 M.)
"Sizinle savaşanlara karşı, Allah yolunda siz de savaşın. Aşırı gitmeyin; doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez"
(el- Bakara Sûresi, 190)
1- SAVAŞA İZİN VERİLMESİ
İslâm'da asıl olan barıştır. Savaş, zulmün önlenmesi, hakkın kabûl ettirilmesi için meşrû kılınmıştır. 13 seneye yaklaşan Mekke Devri'nde ve Medine Devrinin ilk yılında, müşriklerden gördükleri bunca zulüm, işkence ve haksızlığa rağmen, mü'minlere sabırlı olmaları, Allah'ın dinini güzellikle tebliğe çalışmaları emredilmiş(158), savaşa izin verilmemişti. Müslümanlardan:
-Ey Allah'ın Rasûlü, nedir bu çektiklerimiz? İzin ver de şunları gizli gizli öldürelim, diye izin istiyenlere Hz. Peygamber (s.a.s.):
-Henüz savaş izni verilmedi, sabredin Allah'ın yardımı yakındır, çektiğiniz çilelerin mükâfâtını göreceksiniz, diye cevap vermişti.
Hicretten sonra Müslümanlar, giderek müşriklere karşı koyabilecek duruma geldiler. Üstelik Müslümanların düşmanları çoğaldı, sabır yolu ile barışı sürdürmek artık mümkün değildi. Bundan dolayı Hicretin 2'inci yılı başlarında Safer ayında;
"Zulüm ve haksızlığa uğratılarak, kendilerine savaş açılan kimselere (mü'minlere) savaş izni verildi. Allah onlara yardım etmeğe elbette Kâdirdir. Onlar, 'Rabbımız Allah'tır' dediler diye, haksız yere yurtlarından (Mekke'den) çıkarıldılar..." (el-Hacc Sûresi, 39-40) anlamındaki âyet-i kerimelerle Müslümanlara, kendilerini savunmak üzere savaş izni verildi.
2-İLK GAZVELER
Mekke müşrikleri, Medine'ye baskın hazırlığı içindeydiler. Rasûlullah (s.a.s.) düşmanın hazırlıkları hakkında bilgi edinmek için zaman zaman seriyyeler gönderdiği gibi, Medine ile Mekke arasındaki kabîlelerle görüşüp anlaşmalar yapmak, kureyş'in planladığı yağmaları önlemek için bizzat kendisi de askerî yürüyüşlere katıldı. Rasûlullah (s.a.s.)'in katılıp bizzât idâre ettiği askeri harekâta "Gazve" denir.
Rasûlullah (s.a.s.)'in ilk gazvesi, 60 kişilik müfreze ile Ebvâ Köyüne yapılan gazvedir.(159) Hicretin ikinci yılı Safer ayı başında yapılmıştır. Aynı yıl içinde sırasıyla Buvat, Uşeyre, Küçük Bedir ve Büyük Bedir Gazveleri olmuştur. İlk dördünde düşmanla karşılaşma olmamış, kan dökülmemiştir. Büyük Bedir Gazvesi, Müslümanların yaptığı ilk savaş olmuştur.
3- KIBLENİN DEĞİŞMESİ
İslâm'ın ilk yıllarında namaz, Beyt-i Makdis'e (Kudüs'e) doğru kılınıyordu. Ancak, Hicret'ten önce Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'de namaz kılarken, mümkün mertebe Kâbe'yi arkasına almaz; Kâbe, kendisiyle Beyt-i Makdis arasında kalacak şekilde, Rükn-i Yemânî ile Rükn-i Hacer-i esved arasında namaza dururdu. Böylece hem Kâbe'ye hem de Kudüsteki Mescid-i Aksa'ya yönelmiş oluyordu. Hicretten sonra Medine'de Mescid-i Aksa'ya yöneldiğinde Kâbe'nin arka tarafta kalmasından Rasûlullah (s.a.s.) üzüntü duyuyor, kıblenin Kâbe'ye çevrilmesini içten arzu ediyordu.(160) Çünkü Kâbe, atası Hz. İbrahim'in kıblesiydi.
Hicretten 16-17 ay kadar sonra, Şaban ayının 15'inci günü Hz. Peygamber (sa.s.) Medine'de Selemeoğulları Yurdu'nda öğle namazı kıldırırken, ikinci rek'atın sonunda;(161)
"Yüzünü gök yüzüne çevirip durduğunu görüyoruz. Seni elbette hoşnut olduğun kıbleye çevireceğiz. Hemen yüzünü Mescid-i Harâm'a doğru çevir. (Ey mü'minler) siz de nerede olursanız, (namazda) yüzlerinizi, onun tarafına çeviriniz..." (el-Bakara Sûresi, 144) anlamındaki âyet nâzil oldu. Hz. Peygamber yönünü hemen Kudüs'ten Mescid-i Harâm'a çevirdi. Cemâat da saflarıyla birlikte döndüler. Kudüs'e doğru başlanılan namazın, son iki rek'atı, Kâbe'ye yönelinerek tamamlandı. Bu yüzden Selemeoğulları Mescidine "Mescid-i Kıbleteyn" (iki kıbleli mescid) denilmiştir
4- CAHŞ OĞLU ABDULLAH SERİYYESİ ve BATN-I NAHLE OLAYI
Medine'ye baskın hazırlığı yapan Kureyş'in harekâtından haber almak üzere, Peygamber Efendimiz, Recep ayının son günlerinde, Mekke tarafına halasının oğlu Cahş oğlu Abdullah komutasında, 8 kişilik bir seriyye gönderdi. İki gün sonra açılmak üzere Abdullah'a bir de mektup vermişti. Mektupta, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle Vâdisi'ne kadar gidilmesi, Kureyş'in faâliyetleri konusunda bilgi toplanması isteniyordu.(162)
Nahle Vâdisinde, Kureyş'in Tâif'ten dönmekte olan bir kervanına rastladılar. Kervanın reisi Hadramî oğlu Amr'ı öldürüp ele geçirdikleri iki esir ve zaptettikleri mallarla Medine'ye döndüler. Rasûlullah (s.a.s.) bu olayı hoş karşılamadı. Çünkü kendilerine çarpışma izni verilmemişti. Üstelik bu olay, kan dökülmesi yasak sayılan "eşhür-i hurum"dan Recep ayında meydana gelmişti. Mekke müşrikleri bu olayda öldürülen Hadramî oğlu Amr'ın intikamını vesile ederek savaş hazırlıklarını hızlandırdılar. "Muhammed harâm aylara bile saygı göstermiyor, harâm aylarda kan döküyor, yağma yapıyor.." diye de yaygara kopardılar.(163)
5- BEDİR SAVAŞI (17 Ramazan 2 H/13 Mart 624 M.)
"Siz güçsüz bir durumda iken Allah size Bedir'de yardım etmişti".
(Âl-i İmran Sûresi, 123)
a) Kureyş'in Gönderdiği Kervan
Kureyş Medine'yi basıp Rasûlullah (s.a.s.)'i öldürmek, Müslümanlığı ortadan kaldırmak için hazırlanıyordu. Yapılacak savaşın masraflarını karşılamak üzere, Ebû Süfyân'ın başkanlığında büyük bir ticâret kervanını Medine yolu ile Şam'a göndermişlerdi. Nahle Vâdisinde öldürülen Hadramî oğlu Amr'ın kardeşi Âmir, Mekke sokaklarında çırılçıplak:
-"Vâh Emrâh, vâh Amrâh..." diyerek dolaşıyor, halkı savaşa ve intikama teşvik ediyordu. Kervan döner dönmez, Medine'ye hücûm edeceklerdi.
Gönderdiği seriyyeler (keşif birlikleri) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.s.), Mekke'de olup bitenleri, yapılan hazırlıkları tamâmen öğrenmişti. Ebû Süfyân'ın idâresindeki ticâret kervanından elde edilecek kazanç, Müslümanlarla yapılacak savaş için kullanılacaktı. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.s.) Şam'a giderken engel olmak üzere "Uşeyre" denilen yere kadar bu kervanı tâkip etmiş fakat yetişememişti. Dönüşünü haber alınca, kervanı ele geçirmek üzere, Ramazan'ın 12'inci günü Abdullah b. Ümmi Mektûm'u imâm bırakarak 313 kişi ile Medine'den çıktı. Yolda ensârdan Ebû Lübâbe'yi Medineye muhâfız tâyin ederek, geri çevirdi. 8 kişi de mâzeretleri sebebiyle izin aldıklarından 64'ü muhâcir, diğerleri de ensârdan omak üzere 305 kişi kaldılar. 6 zırh, 8 kılıç, 3 at, 70 develeri vardı. Binek yetişmediği için develere nöbetleşe biniyorlardı.
Ebû Süfyan, dönüşte Müslümanların kervana saldırma ihtimâline karşı Mekke'ye haberci göndererek korunması için yardım istemişti. Esâsen aylardan beri savaş hazırlığı içinde olan Mekkeliler kervanı kurtarmak ve Müslümanlardan intikam almak üzere Ebû Cehil'in komutasında 950-1000 kişilik bir ordu ile hareket ettiler. Ebû Leheb'den başka bütün Kureyş ulularının katıldığı bu ordunun 200'ü atlı, 700'ü develi, diğerleri de yaya idi. Zırh, ok, mızrak, kılıç gibi her türlü savaş âlet ve silahları tamamdı. Ebû Leheb, hastalığı sebebiyle sefere katılamamış, yerine bedel göndermişti.
b) İki Tâifeden Biri
Kervanı araştırdığı esnâda, yolda Safrâ yakınlarında Zefiran Vâdisi'nde Kureyş'in büyük bir ordu ile kervanı kurtarmak üzere Medine'ye doğru yürümekte olduğunu haber alan Rasûlüllah (s.a.s.) durumu Müslümanlara anlatarak:
-Kureyş Mekke'den çıkmış, üzerimize doğru geliyor. Kervanı mı tâkip edelim, yoksa kureyş ordusunu mu karşılayalım, diye istişârede bulundu. Medine'den savaş hazırlığı ile çıkılmadığı için, çoğunluk kervanın tâkibini istiyordu.(164)
Rasûlullah (s.a.s.)'in bu duruma üzüldüğünü gören Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer sıra ile ayağa kalkarak, Kureyş ordusuna karşı çıkmanın daha uygun olacağını savundular. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu konuda ensâr'ın düşüncesini öğrenmek istiyordu. Sonra ilk Müslümanlardan Mikdad b. Esved, Muhâcirler adına söz alarak:
-Biz, kavminin Hz. Musa'ya "Sen ve Rabbın gidin ve düşmana karşı savaşın. Biz burada oturup bekleyelim,(165) dedikleri gibi demeyiz. Biz senin sağında, solunda, önünde arkanda çarpışırız. Allah ve Rasûlünün emri ne ise ona itâat ederiz. Sen nereye gidersen oraya gideriz,(166) dedi. Ensar adına konuşan Sa'd b. Muâz da:
-"Ey Allah'ın Rasûlü, biz sana imân ettik. Getirdiğin Kur'ân'ın hakk olduğuna şehâdet ettik, sözlerini dinlemeğe ve itâat etmeğe, düşmana karşı seni korumağa söz verdik. Sen nasıl istersen öyle yap. Seni hak Peygamber gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen bize denizi gösterip dalsan biz de dalarız, hiç birimiz geri dönmeyiz. Biz düşmanla savaşmayı, harpte sebât göstermeyi biliriz. Allah'a güvenerek düşman ordusunun üzerine gidelim..." (167) dedi. Rasûlullah (s.a.s.) bu konuşmadan son derece memnun oldu.
-Öyleyse haydi Allah'ın bereketine yürüyünüz. Size müjdelerim ki, "Allah iki tâifeden birini (kervanın ele geçirilmesi veya Kureyş ordusunun yenilgisini) bize vâdetti".(168) Zaferimiz kesindir. Ben şimdiden Kureyş reislerinin harp meydanında yıkılacakları yerleri görüyor gibiyim, buyurdu. Sonra da Bedir'e doğru hareket etti.(169)
Bedir deve yürüyüşü ile Medine'ye 3; Mekke'ye ise 10 günlük (80 mil) mesâfede bir köydü. Her yıl burada panayır kurulur, bu sebeple Suriye'ye giden kervanlar buradan geçerdi. Kureyş ordusu buraya Müslümanlardan önce gelip, suyun başını tutmuştu. Ebû Süfyân idâresindeki 50 kişilik Kureyş kervanı ise, henüz Müslümanlar Medine'den çıktıkları sıralarda, sâhil yolunu izleyerek Medine'den uzaklaşmış, Kureyşlilere de geri dönmeleri için haber göndermişti. Fakat, ordusuna çok güvenen Ebû Cehil, mutlaka savaşmak istiyordu. Bu yüzden Mekkeliler geri dönmeyip, Bedir'e kadar ilerlemişler ve burada karargâh kurmuşlardı.
c) İki tarafın durumu
17 Ramazan 2 H./13 Mart 624 M. Cuma sabahı iki ordu Bedir'de karşılaştı. Araplar ötedenberi hep kabîlecilik gayretiyle savaşmışlardı. Bu savaşta ise din uğrunda aynı kabîlenin insanları birbirleriyle çarpışacak, kardeş, amca, yeğen, hatta, baba-oğul birbirlerini öldüreceklerdi.(170/1)
Müslümanların sancaktarı Mus'ab b. Umeyr'in kardeşi Ebû Azîz, Kureyş'in bayraktarıydı. Utbe b. Rabîa'nın oğullarından Velîd kendi yanında, ikinci oğlu Ebû Huzeyfe mü'minlerin arasındaydı. Hz. Ebû Bekir'in bir oğlu Abdullah kendisiyle beraber, diğer oğlu Abdurrahman ise müşrik saflarındaydı. Rasûlullah (s.a.s.)'in amcalarından Hz. Hamza kendi yanında, diğer amcası Abbâs ise karşı tarafta yer almıştı. Hz. Peygamberi ömrü boyunca himâye etmiş olan amcası Ebû Tâlib'in bir oğlu Hz. Ali Müslümanlar içinde, diğer oğlu (Ali'nin kardeşi) Âkil ise müşrikler safında bulunuyordu. Rasûlullah (s.a.s.)in ilk hanımı Hz. Hatice'nin kardeşi Nevfel ile damadı (kızı Zeyneb'in eşi) Ebu'l-Âs müşrikler içinde yer almışlardı.(170/2)
Düşman ordusu sayı, silah, tecrübe ve maddi kuvvet bakımından Müslümanlardan kat kat üstündü. Bulundukları yer de savaş için daha elverişliydi. Ancak, sabaha karşı yağan yağmur, üzerinde rahat yürünemeyen kumlu zemini sertleştirmiş ve Müslümanların su ihtiyacını gidermişti. Böylece Müslümanların moralleri yükselmiş, Allahın yardımına sonsuz güven duymaya başlamışlardı. Kendileri için ölüm-kalım demek olan bu savaşta, İslâm'ın izzeti ve üstünlüğü için Müslümanlar, Allah'a duâ ediyorlardı.
d) Savaş Başlıyor.
Kureyş adım adım Müslümanlara yaklaşıyordu. Manzara pek hazîndi. Bir avuç Müslüman, "Allah adını yüceltmek için", tepeden tırnağa silahlı koca şirk ordusunun karşısına çıkıyordu. Rasûlullah (s.a.s.) yanına Hz Ebû Bekir'i alarak, kendisi için hazırlanan gölgeliğe çekildi, ellerini semâya kaldırıp:
-Yâ Rabb, işte Kureyş bütün gurûr ve azametiyle senin dinini ortadan kaldırmak için geldi. Sana meydan okuyor, Peygamberini yalanlıyor. Yâ Rabb, peygamberlerine yardım edeceğine dâir ahdini, bana verdiğin zafer va'dini lütfet. Şu bir avuç mü'min telef olup yok olursa, bu günden sonra yeryüzünde sana ibadet ve kulluk edecek kimse kalmayacak.. "diye dua ediyordu.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) vecd içinde, kendinden geçerek, o kadar çok duâ etmiş ve ellerini öylesine semâya kaldırmıştı ki, sırtından ridâsının düştüğünün farkına varmamıştı. Hz. Ebû Bekir ridâsını örttü, elinden tutarak:
-Ey Allah'ın Rasûlü, yetişir artık, duan arşı titretti, Allah va'dini yerine getirecektir, dedi. Rasûlullah (s.a.s.)'in bu hâlini gören müslümanlar heyecandan ağlıyorlardı. Nihâyet Rasul-i Ekrem (s.a.s.): "Taplulukları bozulacak, arkalarını dönüp kaçacaklar" (el- Kamer Sûresi, 45) anlamındaki âyet-i kerîmeyi okuyarak çadırdan çıktı.(171) Allah yardımını böylece müjdelemiş, zaferin Müslümanların olacağını bildirmişti.(172)
Savaşı Kureyş başlattı. Batn-ı Nahl'e de kardeşi öldürülen Hadramî oğlu Âmir'in attığı ok, Hz. Ömer'in azatlısı Mihca'a isâbet ederek şehit etti.
Savaştan önce, her iki taraftan birer ikişer kişinin ortaya çıkıp çarpışarak tarafları kızıştırması âdetti. Buna "mübâreze" denirdi. Kureyş reislerinden Utbe b. Rabîa, kardeşi Şeybe ile oğlu Velîd; birlikte ilerlediler. Müslümanlardan kendilerine karşı çıkacak er dilediler. Bunlara karşı Hz. Peygamber (s.a.s.)'in emri ile Ubeyde, Hamza ve Ali çıktılar. Hamza Şeybe'yi, Ali de Velîd'i birer hamlede öldürdüler. Sonra yaralı Ubeyde'nin yardımına koşup Utbe'nin de işini bitirdiler.(173)
e) Sonuç: Hakk'ın Bâtıla Zaferi
Artık savaş kızışmıştı, müşrikler saldırıya geçtiler, mü'minler kahramanca karşı koydular, Allah'ın yardımı ile müşrik ordusunu bozguna uğrattılar.(174) Müşrikler savaş alanında 70 ölü, 70 esir bırakarak kaçtılar. Öldürülenlerden 24'ü Müslümanlara en çok düşmanlık gösteren Kureyş büyükleriydi. Savaşın başkomutanı Ebû Cehil de ölenler arasındaydı.(175/1) Müslümanlardan şehit düşenler ise 6'sı muhâcirlerden, 8'i de ensârdan olmak üzere 14 kişiydi. (175/2)
Bedir Zaferi Medine'de bayram sevinci meydana getirdi. Mekke ise mâteme büründü. Ebû Leheb bir hafta sonra üzüntüsünden öldü. Fakat Kureyşîler, Müslümanlar sevinmesinler diye yas tutmadılar.
Zaferden sora Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Bedir'de üç gün daha kaldı. Şehitler defnedildi. Meydanda kalan müşrik ölüleri açılan bir çukura gömüldü.
Kureyş eşrâfından 24 kişinin cesetleri ise pislik atılan susuz kuyulardan birine atıldı. Rasûlullah (s.a.s.) Bedir'den ayrılacağı sırada bu kuyunun başına varıp, içindeki cesetlerin herbirinin adını söyleyerek:
-Ey filân oğlu filân, biz Rabb'ımızın bize va'dettiği zaferi gerçek bulduk, siz de rabbınızın size va'dettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslendi. (176) Hz. Ömer:
-Ey Allah'ın Rasûlü, ruhları olmayan cesetlerle mi konuşuyorsun? dediğinde, Rasûlullah (s.a.s.):
-Allah'a yemin ederim ki, söylediklerimi siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz, buyurdu.(177)
f) Bedir Esirleri
Hz. Peygamber (s.a.s.) yolda Safra denilen yerde, elde edilen ganimetleri gazîlere eşit olarak paylaştırdı. Mâzeretleri sebebiyle ordudan ayrılmış olan 8 kişiye de pay ayırdı. Esirlerle ilgili henüz bir hüküm inmemişti. Medine'ye gelince Rasûlullah (s.a.s.) bu konuyu ashâbıyla istişâre etti. Hz Ebû Bekir, fidye (kurtuluş bedeli) karşılığında serbest bırakılmalarını; Hz. Ömer ise hepsinin boyunları vurularak öldürülmelerini istedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) ve ashâbın çoğunluğu Hz. Ebû Bekir'in teklifini uygun buldular.(178) Esirlerden fidyelerini ödeyenler, hemen serbest bırakıldı, ödeyemeyenler ise, her biri Medine'li 10 çocuğa okuyup yazma öğretme karşılığında hürriyetini kazandı.
Bu olay, dinimizin ilme ve okuyup yazmağa ne kadar çok önem verdiğini; Rasûlullah (s.a.s.)'in, Müslümanların düşmanı olan müşriklere bile öğretmenlik yaptırmakta sakınca görmediğini göstermektedir.
6- BENÎ KAYNUKA YAHÛDÎLERİNİN MEDİNE'DEN ÇIKARIL-MASI (Şevval 2 H./Nisan 624 M.)
Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'de Yahûdîlerle anlaşmalar yapmış, onlarla barış içinde olmak istemişti. Fakat Yahûdiler dâima düşmanca bir davranış içinde oldular. Her fırsatta Evs ve Hazrec Kabîleleri arasındaki eski düşmanlıkları hatırlatıp, Müslümanları birbirine düşürmeğe çalıştılar. Kendileri ehl-i kitâb ve tek Allah inancında oldukları halde, "müşrikler, mü'minlerden daha doğru yolda" (179) dediler. Sabahleyin Müslüman olmuş görünüp, akşam dönerek(180), Müslümanlarla alay ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve Müslümanlar aleyhine şiirler yazdılar. Oysa, ellerinde bulunan Tevrat'taki bilgilerden Hz. Muhammed (s.a.s.)'in hak peygamber olduğunu da biliyorlar(181), buna rağmen düşmanlık ediyorlardı.
Müslümanlarla Medine'deki Yahûdî kabîleleri arasında yapılan vatandaşlık anlaşmasını ilk bozan Kaynukaoğulları oldu. (182)
Müslümanlardan bir kadın, Kaynuka yahûdilerinden bir kuyumcunun dükkanında alış- veriş ederken, bir Yahûdî, kadın duymadan örtüsünün eteğini arkasına bağlamış, kadın kalkıp gitmek isteyince her tarafı açılıvermişti. Kadının feryâdı üzerine yetişen bir Müslüman bu Yahûdîyi öldürmüş, orada bulunan Yahûdîler de bu Müslümanı öldürmüşlerdi. Bu olay yüzünden Kaynukaoğulları ile Müslümanların arası açıldı.(183) Rasûlullah (s.a.s.) Beni Kaynuka'ya muâhedeyi yenilemeyi teklif etti, onlar buna yanaşmadılar.
-"Sen bizi, savaş bilmeyen Mekkeliler mi sanıyorsun? Biz savaşa hazırız...." dediler.(184) Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Lübâbe'yi Medine'de vekil bırakarak Şevval ayı ortalarında ordusu ile Benî Kaynuka'yı muhasara etti. Kuşatma 15 gün sürdü. Kaynukaoğulları diğer Yahûdî kabîleleri ve münâfıklardan bekledikleri yardımı göremeyince, teslim olmağa mecbûr oldular. Muâhedeyi bozdukları, vatana ihânet ettikleri için öldürülmeleri gerekiyordu. Kaynukaoğulları daha önce Hazrec kabîlesinin himâyesindeydi. Hazrec kabîlesi eşrâfından, münâfıkların başı Ubeyy oğlu Abdullah, bunu bahâne ederek bunların öldürülmemeleri için ısrar ettiğinden, Rasûlullah (s.a.s.) Medine'den çıkarılmalarını emretti. Böylece, 700 kişiden ibâret Kaynuka Yahûdîleri, Medine'den Şam tarafına sürüldüler.(185) Ele geçen ganimet mallarının beşte biri Beytü'l-mâle (Devlet hazinesine) ayrıldı.(186) Geri kalanı gazilere paylaştırıldı. Toprakları da, topraksız Müslümanlara verildi. Böylece Müslümanlar, Yahûdîlerin en cesûru sayılan Kaynukaoğullarının kötülüklerinden kurtulmuş oldular.
7-SEVİK GAZASI (Zilhicce 2 H./Mayıs 624 M.2)
Bedir Savaşında Mekkelilerin ileri gelenleri ölmüş, Kureyşin başına Ebû Süfyan geçmişti. Ebû Süfyan, Müslümanlarla savaşıp, Bedir yenilgisinin öcünü almadıkça kadınlarına yaklaşmayacağına, yıkanmayacağına ve koku sürmeyeceğine yemin etmişti. 200 atlı ile Mekke'den çıkarak Medine'ye bir saatlik mesâfede Urayz Köyü'ne gelmiş, çift sürmekte olan ensârdan Sa'd b. Âmir ile hizmetçisini şehit edip bir kaç ev ve hurma ağacını ateşe verdikten sonra, "yeminim yerine geldi", diyerek dönüp kaçmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumu duyunca 80 süvâri, 120 yaya ile hemen tâkibe çıkmış ise de Ebû süfyân sür'atle kaçtığı için yetişememiştir. Mekkelilerin erzak olarak getirip, kaçarken ağırlık olmasın diye bıraktıkları çuvallar dolusu, kavrulmuş un (sevik) Müslümanların eline geçtiğinden bu gazveye Sevik (kavrulmuş un, kavut) Gazası denilmiştir.(187)
8- HİCRETİN İKİNCİ YILINDA DİĞER OLAYLAR
Medine Devri'nin 2'nci yılında, Bedir Savaşı'ndan önce Şaban ayında Ramazan orucu farz kılındı. Zekât da hicretin 2'inci yılında farz kılınmıştır. Bazı İslâm bilginleri, zekâtın Mekke devride farz kılındığı, Medine Devrinde ise, zekâtın verileceği yerlerin belirlendiği görüşündedir.(188) Gene bu yılda Ramazan ve Kurban bayramları namazları ile fıtır sadakası ve kurban kesmek meşrû kılınmıştır.(189)
Rasûlullah (s.a.s.)'in kızı Hz. Osman'ın zevcesi Rukiyye Bedir zaferi esnâsında Medine'de vefât etmiştir. Eşinin hastalığı sebebiyle Hz. Osman Bedir Savaşı'na katılamamıştır.
Rasûlullah (s.a.s.)'e ilk vahyin geldiği yıl doğmuş olan en küçük kızı Hz. Fâtıma ile Hz.Ali bu yılda evlenmişlerdir. Evleninceye kadar Hz. Ali Rasûlullah (s.a.s.)'in yanında kalmış ve O'nun elinde yetişmişti. Evliliğinden sonra ayrı bir eve çıktılar. Rasûlullah (s.a.s.)'in en sevgili kızı Fâtıma'ya çeyiz olarak verdiği eşya, bir yatak, bir şilte, (minder), bir su tulumu, bir el değirmeni, iki su ibriği ve bir su kabından ibârettir.
Bedir esirleri arasında Hz. Paygamber (s.a.s.)'in damadı, Zeyneb'in eşi Ebu'l-As da bulunuyordu. Zeyneb, eşinin fidyesi (kurtuluş bedeli) için kendisine annesi Hz. Hatice'nin düğün hediyesi olarak verdiği gerdanlığı da göndermişti. Bu durumdan çok hislenen Rasûlullah (s.a.s.) ve ashâbı, Ebu'l-Âs'ı fidye almadan serbest bırakmışlar, Zeyneb'in gerdanlığını da geri göndermişlerdir. Ancak Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Ebu'l-Âs'dan müşrik olduğu için Zeyneb'in kendisine helâl olmadığını, bu yüzden hemen Medine'ye göndermesini istedi. Ebu'l-Âs sözünü yerine getirdi. Böylece Rasûlullah (s.a.s.)'in en büyük kızı Zeyneb de bu yıl içinde Medine'ye hicret etmiştir.(190)
--------------------------------------------------------------------------------
(158) "Rabbının yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde tartış..." (en-Nahl Sûresi, 125)
(159) İbn Hişâm, 2/241
(160) Zâdü'l-Meâd, 2/147
(161) Bkz. el-Buhârî, 1/15; Tecrid Tercemesi, 1/41 (Hadis No: 38); İbnü'l-Esîr, a.g.e., 3/252; Târih-i Din-i İslâm 3/65; Tahir Olgun, İbâdet Tarihi, s. 80, İst., 1946; M. Zihni Efendi, Kitabü's-Salât, s.75, İst.,1326
(162) İbn Hişâm, 2/252; İbü'l-Esîr, a.g.e.,2/113
(163) İbn Hişâm, 2/254; Yahûdîlerin ve Kureyşin "Muhammed harâm aylara saygı göstermedi" yaygaraları üzrine inen âyet-i kerime'de şöyle buyrulmuştur.
"Sana harâm ayı ve o ayda yapılan savaşı sorarlar. De ki: O ayda savaşmak, büyük günah ise de, insanları Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr etmek, Mescid'i Harâm'ın ziyâretlerine engel olmak, halkını oradan çıkarmak, Allah katında daha büyük günahtır.." (el-Bakara Sûresi, 217)
(164) Bkz. el-Enfâl Sûresi, 5-6
(165) Mâide Sûresi, 24
(166) Bkz. El-Buhârî, 5/4; Tecrid Tercemesi, 10-146 (Hadis No: 1562); İbn Hişâm 2/266; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/120
(167) İbn Hişâm, 2/267; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/120; Müslim, 3/1403, (Hadis No: 1779) Kahire 1375/1955
(168) Enfâl Sûresi, 7
(169) İbn Hişâm, 2/267; Zâdü'l-Meâd, 2/217; Tecrid Tercemesi, 10/148-149
(170/1) Karşı karşıya gelen iki topluluğun durumlarında sizin için ibret vardır. Bunlardan biri Allah yolunda savaşan topluluk, diğeri ise onları (müslümanları) kendilerinin iki katı gören kâfir topluluk. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Bunda gerçeği görebilenler için ibret vardır. (Âl-i İmrân Sûresi,13)
(170/2) Bkz. Târih-i Din-i İslâm, 3/100-101
(171) Bkz. el-Buhârî, 3/230; Müslim, 3/1384, (Hadis No: 1763) İbn Hişâm, 2/ 279; İbn'ül-Esîr, a.g.e., 2/125; Tecrid Tercemesi, 8/385 (Hadis No:1228)
(172) "Rabbın meleklere 'Ben sizinleyim, mü'minleri destekleyin' diye vahyetti ve 'ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım, artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın' dedi" (el-Enfâl Sûresi, 12) " (Bedir'de) Rabbınızın yardımına sığınıyordunuz. O, 'Ben size birbiri peşinden bin melekle yardım edeceğim' diye cevap vermişti." (el-Enfâl Sûresi,9)
(173) İbn Hişâm, 2/277; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/125
(174) Siz Bedir'de düşkün bir durumda iken, Allah size yardım etmişti. (Âl-i İmrân Sûresi, 123)
(175/1) Bkz. Tecrid Tercemesi, 8/ 507-509 (Hadis No:1298)
(175/2) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/136
(176) el-Bûharî; 1/65; Tecrid Tercemesi, 1/161-164 (Hadis No: 177) ve 2/ 377-378 (Hadis No: 314)
(177) Bkz. el-Buhârî 5/8; Tecrid Tercemesi, 4/734, (Hadis No: 673) ve 10/160 (Hadis No: 1567); İbn Hişâm, 2/292; İbnü'l-Esîr, 2/129
(178) İbnü'l-Esîr, 2/136 "Yeryüzünde düşmanı yere sermeden esir almak, hiç bir peygambere yaraşmaz. Siz dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah, âhireti kazanmanızı ister. Allah azizdir, hakîmdir. Eğer Allah'ın geçmiş bir yazısı olmasaydı, aldığınız fidyelerden dolayı size büyük bir azab dokunurdu" (el-Enfâl Sûresi, 67-68)
(179) Bkz. en-Nisâ Sûresi, 51
(180) Bkz. Âl–i İmrân Sûresi, 72
(181) Bkz. el–Bakara Sûresi, 146
(182) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/137
(183) İbn Hîşâm, 3/51; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/138
(184) İbn Hîşâm, 3/50; İbnü'l-Esîr a.g.e., 2/137
(185) Zâdü'l-Meâd, 2/230
(186) Bkz. el-Enfâl Sûresi, 41; İbnü'l-Esîr a.g.e., 2/138
(187) İbn Hişâm, 3/47-48; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/139-140; Zâdü'l-Meâd, 2/229
(188) Bkz. Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, 7/5438, İst.,1938
(189) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/115 ve 2/138
(190) İbn Hişâm, 2/306-308
--------------------------------------------------------------------------------
III-HİCRETİN ÜÇÜNÇÜ YILI (624-625 M.)
1- UHUD SAVAŞI (11 Şevval 3 H./27 Mart 625 M.)
"Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inan-mışsanız üstün gelecek sizsiniz.
(Âl-i İmrân Sûresi, 139)
a) Savaşın Sebebi
Bedir Savaşında Mekke müşriklerinden 70 kişi ölmüştü. Bunlar arasında Ebû Cehil, Ukbe, Utbe, Şeybe, Ümeyye, Âs b. Hişâm gibi Kureyş'in önde gelen simâları vardı. Bu yüzden Mekkeliler Bedir yenilgisini unutamıyorlar, intikam ateşiyle yanıyorlardı.
Bedir'de,babalarını, kardeşlerini, oğullarını ve diğer yakınlarını kaybedenler. Mekke reisi Ebû Süfyân'a başvurdular. Dârun'-Nedve'de toplanarak, Şam kervanının kazancı ile bir ordu toplayıp Medine'yi basmağa ve Müslümanlardan öç almağa karar verdiler.(191)
Mekke dışındaki müşrik Arap kabîlelerine, şâirler, hatipler gönderdiler. Bunlar, Bedir'de öldürülenler için, şiirler, mersiyeler söyleyerek halkı heyecâna getirdiler. 50 bin altın olan kervan kazancının yarısı ile Mekke dışındaki müşrik kabilelerden 2000 asker topladılar. Mekke'den katılanlarla, 700'ü zırhlı, 200'ü atlı omak üzere, Ebû Süfyan'ın komutasında 3000 kişilik mükemmel bir ordu ile Medine üzerine yürüdüler. Orduda ayrıca 300 deve, şarab tulumları, şarkıcı ve rakkase kadınlar vardı. Bunlardan Başka, başta Ebû Süfyân'ın karısı Hind olmak üzere Kureyş ileri gelenlerinden 14 tane evli kadın da kocaları ile birlikte bulunuyorlardı.
b) Abbâs'ın Mektubu
Rasûlullah (s.a.s.)'in Mekke'deki amcası Abbâs, Bedir'de esir düştükten sonra Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizlemişti. Bedir'de çok zarar gördüğünü bahâne ederek, bu orduya katılmadı. Özel haberciyle bir mektup göndererek, durumdan Rasûlullah (s.a.s.)'i haberdar etti. Gönderilen keşif kolları da, Kureyş ordusunun Medine'ye yaklaştığını haber verdiler.
Vahiy gelmeyen konularda, karâr vermeden önce Rasûlullah (s.a.s.) ashâbla istişâre ederdi. Muhâcirleri ve ensârı toplayarak:
-Düşmanı Medine dışında mı karşılayalım, yoksa şehir içinde savunma tedbirleri mi alalım? diye istişârede bulundu.
Peygamber Efendimiz, bir gece önce rüyâsında, kılıcında bir gedik açıldığını,yanında bir sığırın boğazlandığını ve mübârek elini zırhı içinde muhâfaza ettiğini görmüştü. Kılıcında açılan gediği, ehl-i beytinden birinin şehid olması; sığırın boğazlanmasını, ashâbından bazılarının şehit düşmeleri; zırhı da Medine ile tâbir etmiş, bu yüzden Medine dışına çıkılmayarak, şehirde savunma yapılmasını uygun görmüştü.(192) Hz. Ebû Bekir, Sa'd b. Muâz gibi ashâbın büyükleriyle münâfıkların başı Übeyy oğlu Abdullah da bu görüşteydiler. Fakat ashâbın çoğunluğu, bilhassa Bedir savaşı'nda bulunamamış olan genç Müslümanlarla Hz. Hamza:
- Biz böyle bir günü beklemekteydik, düşmanla Medine dışında savaşalım, diye isrâr ettiler.(193) Rasûlullah (s.a.s.) çoğunluğun arzusuna uyarak, birbiri üzerine iki zırh giyip, miğferini başına geçirerek hâne-i saâdetinden çıktı. Medine dışında savaşılmasını isteyenler, Peygamber Efendimizin arzusuna aykırı davranmakla hata ettiklerini anlayarak fikirlerinden caydılar. Fakat Rasûlullah (s.a.s.):
c) Peygamber Zırhını Giydikten Sonra
-"Bir peygamber zırhını giydikten sonra, savaşmadan onu çıkarmaz."(194) Eğer sabreder, görevinizi tam yaparsanız, Allah'ın yardımıyla zafer bizimdir, dedi.
Kureyş ordusu, Medine'nin 5 km. kadar kuzeyindeki Uhud dağı eteklerinde karargâhını kurmuştu. Rasûlullah (s.a.s.) Abdullah b. Ümmi Mektûm'u Medine'de vekil bırakarak, 1000 kişilik kuvvetle, cuma namazından sonra Medine'den çıktı. O gün Uhud'a kadar ilerlemeyip geceyi "Şeyheyn" denilen yerde geçirdi. Sabahleyin şafakla beraber Uhud'a vardı, savaş için en elverişli yeri seçti.
Yolda Übeyy oğlu Abdullah, "Muhammed (s.a.s.) bizim gibi yaşlı ve tecrübelileri dinlemedi, çocukların sözüne uydu. Ben meydan savaşını uygun görmemiştim..." bahânesiyle, kendisine bağlı 300 münâfıkla, ordudan ayrıldı. Böylece Müslümanların sayısı 700'e düştü.
d) Rasûlullah (s.a.s.)'in Savaş Düzeni
Peygamber Efendimiz, ordusunun arkasını Uhud Dağı'na vererek Medine'ye karşı saf yaptı. Solundaki Ayneyn tepesi'ne "Cübeyr oğlu Abdullah" komutasında 50 okçu yerleştirdi.
-Galip de gelsek mağlup da olsak, benden emir gelmedikçe yerinizden ayılmayacaksınız, Şu vâdiden, düşman atlıları arkamıza dolaşıp bizi kuşatabilirler. Oklarınızla onları buradan geçirmeyin, çünkü at, oku yeyince ilerleyemez, dedi.(195) Müslümanların karşısında savaş durumu alan müşrik ordusu, sayıca Müslümanların 4 katından daha fazlaydı. Üstelik bunlardan 700'ü zırhlı, 200'ü atlıydı. Müslümanların ise 100 zırhı ve sadece 2 atları vardı. Sağ koluna Ukâşe, sol koluna ise Ebû Mesleme memûr edilmişti. Rasûlullah (s.a.s.) ise ortada bulunuyordu.
Ebû Süfyân komutasındaki 3000 kişilik müşrik ordusunun sağ kanadına Velid oğlu Hâlid, sol kanadına Ebû Cehil'in oğlu İkrime, süvârilere Ümeyye oğlu Safvân, okçulara ise Rabîa oğlu Abdullah komuta ediyordu.
Kureyşli kadınlar, Bedir'de ölenler için mersiyeler okuyorlar, defler çalıp şarkılar söyleyerek askerler arasında dolaşıyorlar, onları savaşa teşvik ediyorlardı.
Savaş, o devrin âdeti üzerine mübâreze ile (meydanda teke tek çarpışma ile) başladı. Kureyş'in bayrağını taşıyan Abdüddâr oğullarından ortaya çıkan 9 kişi birer birer Müslümanlar tarafından öldürüldü.
Rasûlullah (s.a.s.) elindeki kılıcı göstererek:
-Hakkını ödemek şartıyla bu kılıcı kim ister? diye sordu. Ensârdan Ebû Dücâne:
-Bunun hakkı nedir, Ya Rasûlallah? diye sordu. Rasûlullah (s.a.s.):
-Eğilip bükülünceye kadar düşmanla savaşmak, diye cevap verdi.
Ebû Dücâne bu şartla aldığı kılıçla düşman üzerine saldırdı, müşrik safları arasına girdi.(196) Hamza, Ali, sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Dücâne gibi kahramanların hücûmlarıyla savaşın ilk anında 20'den fazla ölü veren Kureyş, bozguna uğramış, sağ ve sol kanat geri çekilmiş, def çalarak Kureyşlileri savaşa teşvik eden kadınlar, feryadlar kopararak yüksek tepelere kaçmışlardı. İman kuvveti karşısında sayı ve malzeme üstünlüğü işe yaramamış, müşrikler kaçmağa başlamışlardı.
e) Okçular Yerlerini terkedince
Böylece ilk safhada müslümanlar savaşı kazandılar. Fakat kaçan düşmanı sonuna kadar tâkib etmeden, savaş alanına dağılarak, ganimet (düşmandan kalan malları) toplamağa koyuldular. Ellerine geçen fırsatı yeterince değerlendiremediler. Ayneyn tepesinden durumu seyreden okçular da birbirlerine:
-Burada ne bekliyoruz, savaş bitti, zafer kazanıldı, biz de gidip ganimet toplayalım, dediler.(197) Abdullah b. Cübeyr:
-Arkadaşlar, Rasûlullah (s.a.s.)'in emrini unuttunuz mu? O'ndan emir almadıkca yerimizden ayrılmayacağız... diye ısrâr ettiyse de dinlemediler.(198) Abdullah'ın yanında sadece 8 okçu kaldı.
Düşmanın sağ kanat komutanı Hâlid b. Velîd, Rasûlullah (s.a.s.)'in okçularla koruduğu Ayneyn vâdîsinden geçerken Müslümanları arkadan kuşatmayı denemiş, okçular bu geçidi bekledikleri için başaramamıştı. Okçuların buradan ayrıldığını görünce, emrindeki süvârilerle hücûma geçti. Cübeyr oğlu Abdullah ile 8 sâdık arkadaşını şehit edip, ganimet toplamakla meşgul Müslüman ordusunu arkadan çevirdi. Müşrikler, geri dönüp yeniden hücûma geçtiler. Tepelere çekilen kadınlar da def çalarak aşağıya indiler. Müslümanlar, önden ve arkadan iki hücûmun arasında şaşırıp kaldılar. Savaşı kazanmışken kaybetmeğe başladılar. Birbirlerinden ayrılmış ve dağılmış bir durumda oldukları için, canlarını kurtarma sevdâsına düştüler. (199)
f) Hz. Hamza'nın Şehid Düşmesi
Bedir Savaşı'nda babası Utbe, kardeşi Velîd ve amcası Şeybe'yi kaybetmiş olan Ebû Süfyân'ın karısı Hind, babasını öldüren Hamza'dan öç almak istiyordu. Hamza'nın karşısında kimse duramadığı için, Cübeyr b. Mut'im'in kölesi ve iyi bir nişancı (atıcı) olan Habeşli Vahşî'ye Hamza'yı öldürdüğü takdirde, büyük menfaatler vâdetmiş, efendisi Cübeyr de âzâd etmeğe söz vermişti.
Vahşî, Hamza'nın karşısına çıkmaya cesâret edemedi. Bir taşın arkasına gizlenip, Hamza'nın önünden geçmesini bekledi.Hamza ise savaş alanında durmadan sağa sola koşuyor, elinde kılıç önüne gelen müşrikleri tepeliyordu. O gün tam 8 müşrik öldürmüştü. Bunlardan Abdu'l-Uzza oğlu-Sibah'ı öldürdüğü sırada, Vahşî'nin tam önünde bulunuyordu. Vahşî fırsatı kaçırmadı. Habeşlilerin çok iyi kullandığı harbesini (kısa mızrağını) gizlendiği yerden fırlattı; kahraman Hamza'yı kasığından vurarak şehit etti.(200) Hamza'nın ölümünü duyan Hind, koşarak geldi. Karnını yarıp, ciğerini çıkararak dişledi, fakat yutamadı. Vahşi'yi mükâfatlandırdı ve kölelikten kurtardı.
Savaşın en şiddetli anında Hz. Hamza'nın şehit düşmesi, Müslümanlar için büyük kayıp oldu. Esâsen, ansızın önden ve arkadan uğradıkları hücûm sebebiyle ne yapacaklarını şaşırmışlar, bir çok şehid vererek, şuraya buraya dağılmışlardı. Bir ara, Rasûlullah (s.a.s.)'in etrafında sâdece, ikisi muhâcirlerden, yedisi ensârdan olmak üzere 9 kişi kalmış, bunlar da birer birer şehid düşmüşlerdi.(201)
g) Rasûlullah (s.a.s.)'in Öldüğü Şâyiası
İbni Kamie el-Leysi adlı bir müşrik, Hz.Peygamber (s.a.s.)'e benzeterek, İslâm ordusunun sancaktarı Mus'ab b. Umeyr'i şehit etmiş ve Muhammed (s.a.s.)'i öldürdüm, diye ilân etmişti.(202) Bu şâyia üzerine İslâm ordusunda panik başladı. Rasûlullah (s.a.s.):
-Ey Allah'ın kulları, bana geliniz,etrafımda toplanınız, diye sesleniyor, fakat kimse O'nu duymuyordu.
Müslümanlar birbirinden habersiz üç fırka olmuşlardı.
l) Rasûlullah şehid olduysa, Allah bâkidir. O'nun yolunda biz de şehit oluruz, diyerek savaşa devâm edenler. Enes b. Nadr (Enes b. Mâlik'in amcası) bunlardandı.Yetmişten fazla yara aldıktan sonra şehid düşmüştür.
2) Rasûlullah (s.a.s.)'in etrâfını çevirip, vücûdlarıyla O'na siper olan, O'nu düşman saldırısına karşı koruyanlar. Bunlar "14" kişi kadardı. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdurrahman b. Avf, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Ebî Vakkas, Ebû Dücâne bunlardandır.
3) Rasûlullah şehid olduktan sonra, burada durmanın manası yok, diyerek, savaş alanından ayrılanlar.(203) Bunlardan bir kısmı dağlara çekilmişler, bazıları ise Medine'ye dönmüşlerdi.
Müslümanların bu dağınık durumlarından yararlanan müşrikler, Rasûlullah (s.a.s.)'in yanına kadar sokuldular. Atılan bir taşla Peygamber Efendimizin dudağı yarıldı, dişi kırıldı ve İbni Kamie'nin kılıç darbesiyle yere yıkıldı. Zırhından kopan iki halka yanağına battığından yüzünden de yaralandı.(204)
Ashâb-ı kirâm, savaş alanında Rasûlullah (s.a.s.)'i bir türlü bulamıyordu. Halbuki, Rasûlullah(s.a.s.) bulunduğu yerden hiç ayrılmamıştı. Nihâyet Hz. Peygamber Efendimizi Ka'b b. Mâlik gördü ve:
-Ey mü'minler, Rasûlullah (s.a.s.) burada, diye haykırdı. Ka'b'ın sesini duyan Müslümanlar, hemen Rasûlullah (s.a.s.)'in etrâfında toplanarak, müşriklerin saldırılarını durdurdular.(205)
h) Ebû Süfyân'la Hz.Ömer Arasında Geçen Muhâvere
Müşriklerin saldırıları yavaşlayınca, Peygamber Efendimiz etrâfında toplanmış olan Müslümanlarla Uhud Dağı tepelerinden birine çekildi. Müslümanların bir tepede toplandığını gören Ebû Süfyân da, onların karşısında başka bir tepeyi işgal etti. Ebû Süfyân, Peygamberimizin sağ olup olmadığını kesinlike öğrenemediğinden merak içindeydi. Bu sebeple yüksek sesle üç defa:
-İçinizde Muhammed (s.a.s.) var mı? Ebû Bekir varmı? Ömer var mı? diye seslendi. Rasûlullah (s.a.s.) cevap verilmemesini emretmişti. Kimseden ses çıkmayınca, müşriklere dönerek:
-"Görüyorsunuz, hepsi de ölmüş. Artık iş bitmiştir, diye söylendi. Hz. Ömer dayanamadı.
-"Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı, sorduklarının hepsi sağ, hepside burada, diye cevap verdi. Ebû Süfyân:
-Savaşta üstünlük nöbetledir, bugün biz Bedir'in öcünü aldık, üstünlük bizde... diye gururlandı. Ömer:
-Bizden ölenler Cennet'de, sizinkiler ise Cehennem'de diye cevâp verdi.
-Ya Ömer, Allah aşkına gerçeği söyle. Biz Muhammed (s.a.s.) 'i öldürdük mü?
-Rasûlullah (s.a.s.) sağ ve senin bu sözlerini de işitiyor.
-Ya Ömer, ben senin sözlerine İbni Kamie'nin sözünden daha çok inanırım. Ölülerinize yapılan fenâlıkları ben emretmedim(206), fakat çirkin de görmedim. Gelecek yıl Bedir'de buluşalım, dedi. Hz. Ömer de:
-"İnşallah, diye cevap verdi.(207) Hz. Ömer'le Ebû Süfyân arasında yapılan bu konuşmadan sonra, müşrikler Uhud'dan ayrıldılar. Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i öldürmek, Medine'yi basıp müslümanları imhâ etmek, müslümanlığı ortadan kaldırmak için Mekke'den gelmişlerdi. Fakat Allah kalblerine korku saldı. Üstünlük kendilerinde olduğu ve Rasûlullah (s.a.s.)'in de sağ bulunduğunu öğrendikleri halde, savaşa devam etmeğe cesâret edemediler. Tek bir esir bile alamadan, geri döndüler.
l) Uhud Savaşı'ndan Üç Safha
Uhud Savaşı'nda üç safha yaşandı:
İlk safhada Müslümanlar üstün geldiler, 20'den çok düşman öldürerek, müşrikleri bozguna uğrattılar.
İkinci safhada, kaçan müşrikleri kovalamayı bırakıp, kesin sonuç almadan ganimet toplamaya koyulmaları ve Rasûlullah (s.a.s.)'in yerlerinden ayrılmamalarını emrettiği okçu birliğinin görevlerini terketmeleri yüzünden, Müslümanlar 70 şehit vererek mağlup duruma düştüler.
Üçüncü safhada ise, dağılmış olan Müslümanlar, Rasûlullah (s.a.s.)'in etrâfında toplanıp, karşı hücûma geçerek, düşman hücûmunu durdurdular.
Müşriklerin Uhud'dan ayrılmasından sonra Rasûlullah (s.a.s.) şehitleri yıkanmadan, kanlı elbiseleriyle, ikişer üçer defnettirdi.(208) Cenâze namazlarını ise, bu târihten 8 sene sonra kıldı.(209)
2- HAMRÂÜ'L-ESED GAZVESİ
Müşrikler, elde ettikleri üstünlükten yararlanıp Müslümanları imhâ etmeden savaş alanından ayrıldıklarına pişmân oldular. Aralarında, geri dönüp Medine'yi basmayı konuştular. Rasûlullah (s.a.s.) bu durumdan haberdar olunca, Medineye dönüşünden bir gün sonra, Uhud Savaşı'na katılmış olan ashâbını toplayarak Medine'den 16 km. kadar uzakta "Hamrâ'ü'l-Esed" denilen yere kadar müşrikleri takibetti. Gece olunca, burada 500 kadar ateş yaktırdı. Müşrikler, takib edildiklerini öğrenince, korktular; Medine'yi basma düşüncesinden vazgeçerek, süratle Mekke'ye döndüler.(210/1)
3- HİCRETİN ÜÇÜNCÜ YILINDA DİĞER OLAYLAR
a) Rasûlullah (s.a.s.)'in Hz. Hafsa ve Huzeyme Kızı Zeyneb'le Evlenmesi.
Hz. Ömer'in kızı Hafsa'nın ilk eşi Huneys b. Huzâfe, Kureyş ileri gelenlerinden ve Habeşistan'a hicret eden ilk Müslümanlardandı. Sonra Medine'ye hicret etmiş, Bedir ve Uhud Savaşlarına katılmıştı. Uhud Savaşında aldığı bir yaradan, Medine'de vefât etti.
Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.s.) ile kızı Hafsa'nın evlenmesini şöyle anlatmıştır:
-Hafsa dul kalınca, Osman'a onunla evlenmesini teklif ettim. Hele bir düşüneyim, diye cevap verdi. Sonra kaşılaştığımızda, şu sırada evlenmeyi uygun görmüyorum, dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir'e istersen Hafsa'yı sana vereyim, dedim. Ebû Bekir sustu. Müsbet veya menfi cevap vermedi. Ebû Bekir'in susmasına Osman'ın teklifimi geri çevirmesinden daha çok üzüldüm. Keyfiyeti Rasûlullah (s.a.s.)'e arzedince:
-Üzülme yâ Ömer, Hafsa'yı Osman'dan hayırlısı alacak; Osman da Hafsa'dan daha iyisi ile evlenecek(210/2), buyurarak, Hafsa'nın izdivâcına tâlip oldu; Osman'ı da kızı Ümmü Gülsüm'le evlendirdi. Sonra Ebû Bekir bana rastladığında:
-Sanıyorum, Hafsa'yı bana teklif ettiğinde cevap vermediğime gücenmiştin. Ben Hafsa'yı Rasûlullah(s.a.s.)'in alacağını biliyordum. (Bana bunu söylemişti.) Rasûlullah (s.a.s.)'in sırrını ifşâ etmeyi uygun bulmadağım için sana cevap vermedim. Eğer böyle olmasaydı, teklifini kabûl ederdim, dedi.(211)
Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Hafsa ile evlenerek, hem en yakın arkadaşlarından Hz.Ömer'in üzüntüsünü giderdi, hem de Hz. Ebû Bekir gibi Hz. Ömer'i de akrabalık bağı ile kendisine bağlamış oldu. (Şaban 3 H / Ocak 625 M)
Hilâloğullarından Huzeyme kızı Zeyneb, ilk kocasından ayrılmış; Rasûlullah (s.a.s.)'in halasının oğlu olan ikinci kocası Cahşoğlu Abdullah ise, Uhud Savaşı'nda şehid düşmüştü. Zeyneb genç ve güzel değildi, orta yaşlı ve merhametli bir hanımdı. Fakirleri, yoksulları, kimsesizleri gözettiği için, kendisine "Ümmü'l-mesâkin" ünvânı verilmişti.
Eşinin şehit düşmesiyle himayeye muhtaç kalan bu şefkatli hanımı Rasûlullah (s.a.s.) nikâhladı. Fakat Zeyneb çok yaşamadı, evlenmesinden üç ay kadar sonra vefât etti.
Rasûlullah (s.a.s.)'in torunu Hz. Hasan da bu yıl Ramazan ortalarında doğmuştur.(212)
b) Rasûlullah (s.a.s.)'in kızı Ümmü Gülsüm'ün Hz. Osmanla Evlenmesi
Hz. Osman, Rasûlullah (s.a.s.)'in ikinci kızı Rukiyye ile evliydi. Rukiyye, Bedir Savaşı esnâsında vefât etmişti. Bir yıl sonra, Rasûlullah (s.a.s.) Hz. Osman'ı üçüncü kızı Ümmü Gülsüm'le evlendirdi. Rasûlullah (s.a.s.)'in iki kızı ile evlenmiş olduğu için Hz. Osman'a "Zi'n-nûreyn" (iki nûr sâhibi) denilmiştir.
--------------------------------------------------------------------------------
(191) İbnü'l-Esîr, 2/148-149
(192) İbn Hişâm, 3/66-67; İbnü'l-Esîr, 2/150; Zâdü'l-Meâd, 2/232
(193) İbn Hişâm, 3/67
(194) Zâdü'l-Meâd, 2/231; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/150
(195) Bkz. el.Buhârî, 4/26 ve 5/29; Tecrid Tercemesi, 8/457 (Hadis No: 1269); İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/152
(196) Riyâzü's-Salihin Tercemesi, 1/128, (Hadis No: 91); İbnü'l-Esîr, 2/152
(197) Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 152
(198) el-Buhârî, 4/26-27 ve 5/29-30; Tecrid Tercemesi, 8/457-460 (Hadis No: 1269)
(199) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/154
(200) el-Buhârî, 5/36,37; Tecrid Tercemesi, 10/216-221 (Hadis No: 1585); İbn Hişâm, 3/75
(201) Müslim, 3/1415, (Hadis No: 1789)
(202) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/155; İbn Hişâm, 3/77
(203) "Muhammed ancak bir peygamberdir. O'ndan önce de bir çok peygamberler gelip geçti. Şâyet o ölseydi veya öldürülseydi, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi dönecektiniz?..." (Âl-i İmran Sûresi, 144)
(204) el-Buhârî, 5/35; Müslim, 3/ 1416 (Hadis No: 1790); İbn Hişâm, 3/84; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/154; Zâdü'l-Meâd, 2/234
(205) İbnü'l-Esîr, 2/157; İbn Hîşâm, 3/88; Zâdü'l-Meâd, 2/235
(206) Kureyşli kadınlar savaş alanının tenhalığından yararlanarak, Bedir'de öldürülen yakınlarının öçlerini almak için şehitlerin kulak ve burunlarını kesmişler, karınlarını yararak ciğerlerini çıkarmışlardı.
(207) Bkz. el-Buhârî, 4/26 ve 5/30; Tecrid Tercemesi, 8/457 (Hadis No: 1269) Zâdü'l-Meâd, 2/236-238
(208) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/162; Zâdü'l-Meâd, 2/246
(209) el-Buhârî, 2/94; Tecrid Tercemesi, 4/655 (Hadis No: 661)
(210/1) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/164
(210/2) İbn Sa'd, Tabakat, 8/82-83; İbn Hacer, el-İsâbe, 8/51, Kahire, 1972; İbn Abdi'l-Berr el-İstîab, 4/1811, Kahire, 1960
(211) el-Buhârî, 6/130; Tecrid Tercemesi, 10/166 (Hadis No: 1571) ve 11/338- 339 (1803 No. lu hadisin izâhı); Riyâzü's-sâlihin, 2/98 (Hadis No: 689)
(212) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/166
--------------------------------------------------------------------------------
IV-HiCRETİN DÖRDÜNCÜ YILI
(625-626 M.)
1- RACİ' OLAYI (Safer 4 H./ Temmuz 625 m.)
Uhud savaşı'ndan sonra müşriklerin cesâretleri arttığı için Medine'de Müslümanların güvenliği geniş ölçüde sarsıldı. Rasûlullah (s.a.s.) bir taraftan gerekli savunma tedbirleri alıyor, bir taraftan da İslâm'ı yaymak için her fırsattan yararlanmağa çalışıyordu. Müslümanlığı kabûl edip, dinin hükümlerini ve Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek isteyen kabîlelere mürşitler gönderiyordu.
Adal ve Kare kabîlelerinden bir hey'et, Rasûlullah (s.a.s.)'e başvurarak, kabîlelerine Müslümanlığı ve Kur'an-ı Kerim'i öğretecek mürşidler gönderilmesini istediler. Rasûlullah (s.a.s.) bunlara Sâbit oğlu Âsım başkanlığında, 10 kişi gönderdi. Yolda, Usfan ile Mekke arasında Raci' suyu yakınlarında Hüzeyl kabîlesi'nden 100 kişilik bir çetenin hücûmuna uğradılar. Mürşitlerden 8'i çarpışarak şehid oldu, 2'si teslim oldu. Zeyd b. Desine ve Hubeyb b. Adiy adlarındaki bu iki zâtı Hüzeyl'liler Mekke'ye götürüp sattılar.(213)
Zeyd'i, Bedir Savaşı'nda öldürülen babası Ümeyye'nin öcünü almak için, Ümeyye oğlu Safvan satın almış, öldürülmesini seyretmek üzere bütün Mekke ileri gelenlerini dâvet etmişti. Ebû Süfyân Zeyd'e yaklaşarak:
-Doğru söyle, hayâtının kurtarılması için, senin yerine Muhammed (s.a.s.)'in öldürülmesini istemez miydin? demişti.
Zeyd hiç tereddüt göstermeden:
-Asla, Rasûlullah (s.a.s.)'in hayâtı yanında, benim hayâtım hiçtir. Benim kurtulmam için değil O'nun öldürülmesini, Medine'de ayağına bir diken batmasını bile istemem, diye cevap verdi. Bu kuvvetli iman karşısında Ebû Süfyân:
-Gerçek şu ki,hiç kimse, arkadaşları tarafından Muhammed (s.a.s.) kadar sevilmemiştir, demekten kendini alamadı.
Hubeyb, Uhud Savaşı'nda Âmir oğlu Hâris'i öldürmüştü. Babasının intikamını almak üzere onu da Haris'in kızı satın almıştı. Hubeyb öldürüldüğü esnâda hiç metânetini kaybetmedi. İzin alarak, 2 rek'at namaz kıldı. Ölümden korktu da uzattı, demeyesiniz diye kısa kestim, dedi.(214) O zamandan beri idâm edilen müslümanların, infâzdan önce namaz kılmaları âdet olmuştur.(215)
Dininden dönersen, serbest bırakacağız, dedikleri zaman:
-Benim için, Müslüman olarak öldürülmek, dinimden dönmekten daha hayırlıdır, diye cevap verdi. Müşrikler tarafından bir direğe asılarak şehid edildi.
Olay. Medine'de duyulunca, Rasûlullah (s.a.s.) ve Müslümanlar son derece üzüldüler. Medine'li Şâir Hassân, Zeyd ve Hubeyb için mersiyeler yazdı. Rasûlullah (s.a.s.)'de:
-"Allah lâyık oldukları cezâyı versin" diyerek, cânileri Allah'a havâle etti.
2- MEÛNE KUYUSU FÂCİASI (Safer 4 H./ Temmuz 625 M.)
Necid Şeyhi Ebû Berâ Mâlikoğlu Âmir, Medine'ye gelerek Rasûlullah (s.a.s.)'e:
-Eğer Necid Bölgesine bir irşât hey'eti gönderirseniz, büyük bir kısmının Müslüman olacağını ümüd ediyorum, dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
Necid Bölgesi halkına güvenemiyorum, diye cevap verdi. Ebû Berâ, mürşitlerin hayatı için kabîlesi adına kesin teminât verdiğinden, Rasûlullah (s.a.s) Ebû Berâ'nın kardeşinin oğlu Âmir b. Tufeyl'e bir mektup yazdırarak, Münzir b. Amr'ın başkanlığında 70 kişilik bir hey'eti Necid Bölgesine gönderdi. Bunların hepsi de Suffe ashâbındandı. Kafile Medine'den 4 konak uzaklıkta Meûne Kuyusu (Bi'r-i Meûne) denilen yere varınca, içlerinden Harâm b. Milhân ile Rasûlullah (s.a.s.)'in mektubunu Âmir b. Tufey'le gönderdiler. Âmir mektubu bile okumadan Harâm'ı şehid etti. Hey'etin tamamını öldürmek üzere kabîlesini (Âmiroğulların'ı) teşvik ettiyse de onlar "Biz Ebû Berâ'nın emân ve sözünü ayaklar altına alamayız", diyerek ona uymadılar. Âmir b. Tufeyl Süleym Kabîlesi'ne mensûp Usayye, Rı'l, Zekvân ve Lihyânoğuları ile Harâm b. Milhân'ın dönmesini beklemekte olan mürşitler üzerine hücum etti. Hepsi şehid oldu. İçlerinden yalnızca Ka'b b. Zeyd yaralı olarak kurtulmuştu. O da Hendek Savaşı'nda şehid oldu.
Rasûlullah (s.a.s.)'i, Cibrîl bu fâciadan haberdar etti. Seriyyedeki bütün ashâbın Rablarına kavuştular, Allah onlardan râzı oldu... diye bildirdi. Rasûlullah (s.a.s.) bu fâciadan son derece elem duydu. Tam 40 sabah Rı'l, Zekvân, Usayye ve Lihyanoğulları için bedduâ etti.(216)
Amr b. Ümeyye ise, olay esnâsında develeri otlatmakla görevli olduğu için esir düşmüş, sonra kurtulmuştu. Medine'ye dönerken, iki Necidliye rastladı. Şehid edilen arkadaşlarının öcünü almak için bunları uyurken öldürdü. Halbuki bunlar, müslümanların himâyesinde olan Âmir oğullarındandı. Bu sebeple bunların âilelerine diyetleri (kan bedelleri) ödendi.
3- NADÎROĞULLARI GAZVESİ (Rabiulevvel 4 H./Ağustos 625 M.)
Benî Nadîr Yahûdîleri Medine'ye iki saatlik bir mesâfede oturuyorlardı. Aralarındaki anlaşma gereğince, Müslümanların ödedikleri diyete, Yahudî kabîlelerinin de katılması gerekiyordu. Âmir oğullarından, Amr b. Ümeyye'nin yanlışlıkla öldürdüğü iki kişinin diyeti ödenecekti. Rasûlullah (s.a.s.) yanına ashâbından 10 kişi alarak, diyetten paylarına düşeni istemek üzere Nadîroğulları yurduna gitti. Yahudîler, Rasûlullah (s.a.s.)'in teklifini kabul etmiş göründüler, fakat ayaklarına kadar gelişini fırsat sayarak, Rasûlullah (s.a.s.)'e sû-i kast yapmayı planladılar.
Bir evin gölgesinde oturmakta olan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in üzerine, evin saçağından bırakacakları büyük bir taşla O'nu öldürmek istediler.(217)
Cenâb-ı Hakk, peygamberini Yahûdîlerin hazırlığından haberdar etti. Rasûlullah (s.a.s.) oradan ayrılıp Medine'ye döndü. Yahûdîlerin tuzağını ashâbına bildirdi. Bu davranışlarıyla Nadîroğulları anlaşmayı bozmuşlardı. Rasûlullah (s.a.s.), Muhammed b. Mesleme'yi bunlara göndererek 10 gün içinde Medine'yi terk etmelerini, 10 günden sonra kim kalırsa boynunu vuracağını kendilerine bildirdi. Yahûdîler yol hazırlığına başladılar. Fakat, münafıkların başı Übeyyoğlu Abdullah:
-"Medine'den çıkmayın, biz size yardım ederiz, Kurayzaoğulları da yardım edecek, diye gizlice haber gönderdi. (218) Bu sebeple Nadîroğulları yol hazırlığından vazgeçip kendilerini savunmaya karar verdiler.
Rasûlullah (s.a.s.) Rabiulevvel'de Nadîroğulları yurdunu kuşattı. Nadîroğulları bir yıllık yiyeceklerini depo ettikleri kalelerinin sağlamlığına güveniyorlard.(219) Kuşatma, 15-20 gün sürdü. Savaş sokaktan sokağa, evden eve atlayarak devâm etti. Rasûlullah (s.a.s.) Yahûdîlere siper olan, savaşı zorlaştıran hurma ağaçlarını kestirdi.(220)
Nadîroğulları, münâfıklardan da, Kurayzaoğullarından da bekledikleri yardımı görmediler. Muhâsaranın kaldırılması için emân dilediler. Berâberlerinde götürebildikleri kadar mal ile Medine'den çıkmalarına izin verildi. 600 deve yükü eşya ile Medine'den ayrıldılar. Bir kısmı Şam'a, bir kısmı Filistin'e göç etti. Selâm, Kinâne ve Huyey ismindeki reisleri ise Hayber'e sığındılar. Üzüntülerini belli etmemek için, şarkılar söyleyip, defler çalarak Medine'den ayrıldılar. Bunlar daha sonra Hendek Savaşı'nı hazırladılar.
50 zırh, 50 miğfer, 340 kılıç ve diğer bazı mallar ganimet olarak Müslümanlara kaldı. Rasûlullah (s.a.s.) bu ganimetleri muhâcirlere ve yoksullara dağıttı.(221)
Uhud Savaşı'ndan sonra Müslümanların itibârı sarsılmıştı. Nadîroğulları'nın Medine'den çıkarılmasıyla, Medine civârındaki müşrik kabîleleri arasında Rasûlullah (s.a.s.) 'in nüfûzu tekrar kuvvetlenmiş oldu.
4- RASÛLULLAH (S.A.S.)'İN HZ. ÜMMÜ SELEME İLE EVLENMESİ
Asıl adı Hind olan Ümmü Seleme, Ebû Ümeyye el-Mahzûmî'nin kızıdır. İlk kocası Ebû Seleme Abdullah b. Abdülesed, Abdülmüttalib'in kızı Berre'nin oğlu olup, Rasûlullah (s.a.s.)'in halazâdesi idi. Kocası ile birlikte Habeşistan'a hicret etmiş, ilk çocuğu Seleme orada doğmuştu.
Ümmü Seleme'nin ilk eşi Ebû Seleme, Uhud Savaşı'nda aldığı yara sebebiyle vefât etti. Rasûlullah (s.a.s.) Ebû Seleme'yi çok severdi. Vefâtından sonra dört çocuğu ile kimsesiz ve himâyesiz kalan eşi Ümmü Seleme'yi nikâhlayarak himâyesi altına aldı. Ümmü Seleme, fazilet ve olgunluk yönünden Hz. Aişe'den sonra Ezvâc-ı tâhirâtın en üstünüydü. Ezvâc-ı tâhirât içinde en son vefât eden, Ümmü Seleme olmuştur. Hicretin 59'uncu yılı 84 yaşında vefat etmiş, Baki kabristanına defnedilmiştir.
5-İÇKİ VE KUMARIN HARAM KILINMASI
Mekke devrinde içki ve kumar yasaklanmış değildi. Müslümanlardan da içki içen ve kumar oynayanlar vardı. Rasûlullah (s.a.s.) bunlara ses çıkarmıyordu. İçki ve kumarın yasaklanması birden bire değil, tedricen olmuştur.
İçki ile ilgili Kur'ân-ı Kerîm'de 4 âyet vardır. Mekke'de inen ilk âyetde:
"Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden içki yapar, güzel bir rızık edinirsiniz", (en-Nahl Sûresi, 67) buyrulmuş, içki yasaklanmamıştır. Medine devrinde Hz Ömer ve Muâz gibi bazı sahâbe:
-Ey Allah'ın Rasûlü, içki hakkında bize yol göster, çünkü şarab aklı gideriyor, diye Rasûlullah (s.a.s.)'e baş vurdular: Hicretin 4'üncü yılı Şevvâl ayında:
"Sana içki ve kumarı soruyorlar. De ki: Bunlar da hem büyük günah, hem de insanlara bazı yararlar var, fakat günahları menfaatlerinden daha büyük..." (el-Bakara Sûresi, 219) anlamındaki âyet indi. İçkiyi ilk yasaklayan âyet bu oldu. Fakat bu âyetle içki kesinlikle yasaklanmadığından, "günahı var" diye bırakanlar olduğu gibi, "faydası da var" diye eskisi gibi içenler de vardı.
Abdurrahman b. Avf'ın verdiği bir ziyâfette dâvetliler içki de içmişlerdi. Akşam namazında cemâte imâm olan zât "el-Kâfirûn Sûresi"ni sarhoşluk sebebiyle yanlış okudu. Âyetlerin anlamları değişti. Bunun üzerine:
"Ey inananlar, ne söylediğinizi bilecek duruma gelmedikçe, sarhoş iken namaza yaklaşmayın," (en-Nisâ Sûresi, 43) anlamındaki âyet indi.
Bir müddet sonra Ensardan Mâlik oğlu Itbâ'nın ziyâfetinde dâvetliler sarhoş oldular. Sa'd b. Ebî Vakkas bir şiir okuyarak kendi soyunu övdü, ensârı ise yerdi. Ensârdan bir zât da, sofrada yedikleri devenin çene kemiğini Sa'd'a vurup başını yardı. Sa'd, Hz. Peygamber (s.a.s)'e şikâyette bulundu. O zaman:
"Ey İnananlar, içki, kumar, tapınılmak için dikilmiş taşlar (putlar), fal okları, ancak şeytanın işinden birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz..." (el-Mâide Sûresi, 90) anlamında inen âyetle içki ve kumar kesinlikle yasaklandı. Rasûlullah (s.a.s) bu yasağı hemen ilân ettirdi. Bütün Müslümanlar içkiyi bıraktılar. Evlerinde, dükkânlarında bulunan bütün içkileri sokaklara döktüler.
Rasûlullah (s.a.s) Efendimiz içkiyle ilgili olarak:
"Sarhoş edici bütün içkiler haramdır." (Müslim,3/ 1575-1576; et-Tâc, 3/141).
"Çoğu sarhoşluk veren içkinin azı da haramdır" buyurmuştur. (İbn Mâce, es-Sünen, 2/l124 Hadis No: 3392;et-Tâc 3/142)
"İçki, bütün kötülüklerin anasıdır." (Keşfü'l Hafâ, l/382 (Hadis No: 1225, Beyrut 1351) buyurmuştur.
--------------------------------------------------------------------------------
(191) İbnü'l-Esîr, 2/148-149
(192) İbn Hişâm, 3/66-67; İbnü'l-Esîr, 2/150; Zâdü'l-Meâd, 2/232
(193) İbn Hişâm, 3/67
(194) Zâdü'l-Meâd, 2/231; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/150
(195) Bkz. el.Buhârî, 4/26 ve 5/29; Tecrid Tercemesi, 8/457 (Hadis No: 1269); İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/152
(196) Riyâzü's-Salihin Tercemesi, 1/128, (Hadis No: 91); İbnü'l-Esîr, 2/152
(197) Bkz. Âl-i İmrân Sûresi, 152
(198) el-Buhârî, 4/26-27 ve 5/29-30; Tecrid Tercemesi, 8/457-460 (Hadis No: 1269)
(199) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/154
(200) el-Buhârî, 5/36,37; Tecrid Tercemesi, 10/216-221 (Hadis No: 1585); İbn Hişâm, 3/75
(201) Müslim, 3/1415, (Hadis No: 1789)
(202) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/155; İbn Hişâm, 3/77
(203) "Muhammed ancak bir peygamberdir. O'ndan önce de bir çok peygamberler gelip geçti. Şâyet o ölseydi veya öldürülseydi, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi dönecektiniz?..." (Âl-i İmran Sûresi, 144)
(204) el-Buhârî, 5/35; Müslim, 3/ 1416 (Hadis No: 1790); İbn Hişâm, 3/84; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/154; Zâdü'l-Meâd, 2/234
(205) İbnü'l-Esîr, 2/157; İbn Hîşâm, 3/88; Zâdü'l-Meâd, 2/235
(206) Kureyşli kadınlar savaş alanının tenhalığından yararlanarak, Bedir'de öldürülen yakınlarının öçlerini almak için şehitlerin kulak ve burunlarını kesmişler, karınlarını yararak ciğerlerini çıkarmışlardı.
(207) Bkz. el-Buhârî, 4/26 ve 5/30; Tecrid Tercemesi, 8/457 (Hadis No: 1269) Zâdü'l-Meâd, 2/236-238
(208) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/162; Zâdü'l-Meâd, 2/246
(209) el-Buhârî, 2/94; Tecrid Tercemesi, 4/655 (Hadis No: 661)
(210/1) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/164
(210/2) İbn Sa'd, Tabakat, 8/82-83; İbn Hacer, el-İsâbe, 8/51, Kahire, 1972; İbn Abdi'l-Berr el-İstîab, 4/1811, Kahire, 1960
(211) el-Buhârî, 6/130; Tecrid Tercemesi, 10/166 (Hadis No: 1571) ve 11/338- 339 (1803 No. lu hadisin izâhı); Riyâzü's-sâlihin, 2/98 (Hadis No: 689)
(212) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/166
(213) Bkz-el-Buhârî, 5/40; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/167
(214) Bkz. el-Buhârî, 5/41
(215) İbn'ül-Esîr, a.g.e., 2/168; Tafsilât için bkz. Riyâzü's-Salih'in, 3/97-101, (Hadis No: 1538)
(216) el-Buhârî, 3/204 ve 5/41-42; Tecrid Tercemesi, 8/305, (Hadis No : 1183)
(217) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/173
(218) Bkz. el-Haşr Sûresi, 11
(219) Bkz. el-Haşr Sûresi, 2
(220) Bkz. el-Haşr Sûresi, 5; el-Buhârî, 5/ 23; Tecrid Tercemesi, 10/175 (Hadis No: 1576)
(221) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/174; Târih-i Din-i İslâm, 3/215
--------------------------------------------------------------------------------
V-HİCRETİN BEŞİNCİ YILI
(626-627 M.)
1- BENÎ MUSTALIK GAZÂSI (MÜREYSİ' SAVAŞI)
(2 Şabân 5 H./17 Aralık 626 M.)
Mustalikoğulları Huzâa kabilesindendir. Necid bölgesinde, Medine'ye 9 günlük bir yerde yerleşmişlerdi. Müslümanlarla iyi geçiniyorlardı. Fakat, Kureyşlilerin teşvikiyle kabîle reisi Ebû Dırâr oğlu Hâris çevrede yaşayan bedevi kabîlelerle birleşerek Medine'ye baskın için hazırlığa başladı. Rasûlullah (s.a.s) durumu öğrenince, Medine'de Zeyd b. Hârise'yi kaymakam bıraktı. 30'u atlı, 1000 kişilik bir kuvvetle Benî Mustalık üzerine yürüdü. (2 Şabân 5 H./17 Aralık 626 M.)
Bedevîler, Müslümanların üzerlerine geldiğini duyunca, korkup dağıldılar. Hâris'in etrafında sâdece kendi kabilesi kaldı.
Benî Mustalık Müreysi' suyu yanında toplanmış henüz hazırlıklarını tamamlayamamıştı. Müslüman olmaları teklif edildi, kabûl etmediler. Fakat Müslümanların düzenli hücûmlarına karşı duramayıp bir saat içinde dağıldılar.
Savaş sonunda, Müslümanlardan bir kişi şehid oldu, müşrikler ise 10 ölü verdiler. Ayrıca, Müslümanlar ganimet olarak 700 esir, 5000 koyun, 2000 deve ele geçirdiler.
2- RASÛLULLAH (S.A.S.)'IN CÜVEYRİYE İLE EVLENMESİ
Esirler arasında, kabile reisi Hâris'in kızı Cüveyriye de vardı. Kocası Safvan oğlu Müsâfî savaşta ölmüş, kendisi de esir düşmüştü. Ganimetlerin taksiminde, Sâbit b. Kays'ın payına ayrılmıştı. Babası Hâris, Peygamber (s.a.s)'e başvurarak kızının şerefinin korunmasını istedi.
Hz. Peygamber (s.a.s), Cüveyriye'nin bedelini Sâbit b. Kays'a ödeyerek onu serbest bıraktı. Cüveyriye kabîlesine dönmedi, kendi isteği ile Rasûlullah (s.a.s)'la evlendi. Bunun üzerine ashâb:
-"Rasûlullah (s.a.s)'in eşinin yakınları esir tutulmaz" diyerek ellerindeki bütün esirleri serbest bıraktılar. Bu sebeple Hz.Âişe:
-Kavmi için, Cüveyriye kadar hayırlı başka bir kadın bilmiyorum, demiştir.(222/1)
Görüldüğü üzere Peygamber (s.a.s) Efendimizin Cüveyriye ile evlenmesinin amacı siyâsî idi. Bu evlilik sebebiyle,bütün esirler fidye ödemeden serbest bırakıldılar. Mustalıkdğulları daha sonra toptan Müslüman oldu.
3- TEYEMMÜMÜN MEŞRÛ KILINMASI
Rasûlullah (s.a.s) her sefere çıkışında, aralarında kur'a çekerek hanımlarından birini yanında götürürdü. Benî Mustalık Gazâsında, Hz. Âişe'yi götürmüştü. Dönüşte, bir gece konak yerinden hareket edileceği sıra Hz. Âişe'nin gerdanlığının kaybolduğu anlaşıldı. Rasûlullah (s.a.s), aranmasını emretti, bu yüzden hareket gecikti. Derken sabah namazı vakti oldu. Oysa abdest için yanlarında yeterli su yoktu. Zamanında hareket edilebilseydi, su başına yetişilecekti. Namaz vakti çıkacak, diye herkes telâş içindeydi. Hz. Ebû Bekir, bu hâle sebep olan kızı Âişe'yi azarlamış hatta hırpalamıştı. İşte Müslümanlar böyle bir sıkıntı içindeyken, su bulunmadığında temiz toprakla teyemmüm yapılacağını bildiren âyet indi.(222/2) Müslümanlar son derece sevindiler, hemen teyemmüm yaparak namazlarını kıldılar.
Hareket edileceği sırada, gerdanlık bulundu. Hz.Âişe'nin çökmüş olan devesinin altında kalmıştı.(223)
4- İFK (İFTİRA) OLAYI (224)
Mureysi' Savaşı dönüşünde, bir konaklama sırasında Hz Âişe kazâ-i hâcet için mahfesinden* çıkarak, konaklama yerinden uzaklaşmıştı. Bu sırada Yemen boncuğundan yapılmış gerdanlığı düşmüş, onu ararken gecikmişti. Dönüşünde, kafileyi yerinde bulamadı. O'nu mahfesinde sandıkları için, beklemeyip hareket etmişlerdi.
Hz. Aişe, -mahfede olmadığım anlaşılınca,- beni ararlar, diye olduğu yerde beklerken, arkadan askerin bıraktığı şeyleri toplamakla görevlendirilen Safvân b. Muattal geldi. Hz. Âişe'yi görünce, devesini çöktürdü; Hz.Âişe bindi. Safvân deveyi önünden çekerek ilerledi. Öğle sıcağında başka bir konak yerinde kafileye yetiştiler.
Münâfıklar bu olayı fırsat bildiler. Hz. Âişe tamâmen örtülü olduğu ve Safvân ile aralarında konuşma bile geçmediği halde, Hz. Âişe'nin iffetine iftirâ etmekten çekinmediler. Rasûlullah (s.a.s) son derece üzüldü. Hz. Âişe kederinden hastalandı. Sonunda masûm olduğu âyetle bildirildi.(225) İftirâcılara da "hadd-i kazf"(iffetli kimselere iftira cezâsı) uygulandı. Her birine 80'er deynek vuruldu.(226)
5- HENDEK SAVAŞI (Şevval 5 H./ Şubat 627 M.)
Mü'minler, müttefik düşman birliklerini
gördüklerinde, "İşte Allah ve Rasûlünün
bize vâdettiği şey budur. Allah ve Peygamber doğru söylemiştir" dediler. Bu, onların imân ve teslimiyetlerini artırmaktan başka bir şey yapmadı."
(el-Ahzâb Sûresi, 22)
Bir taraftan karşı tarafa geçmeyi engelleyen derin ve uzun çukara"hendek" denir. Medine'yi savunmak üzere, çevresine hendek kazıldığı için bu savaşa, "Hendek Gazvesi" denildiği gibi, bir çok müşrik ve Yahûdî kabîlesi, Müslümanlara karşı birleştiği için" Ahzâb Harbi" de denilmiştir.
"Ahzâb", "hızb" kelimesinin çoğuludur. Hizb, aynı düşünce, inanç ve kanaatı paylaşan insan topluluğu demektir.
a) Yahûdîlerin Müşriklerle İşbirliği
Medine'den sürülen Benî Nadîr Yahûdîlerinin reisleri, Hayber'e sağınmışları. Müslümanlardan öc almak istiyorlardı. Başta Ahtaboğlu Huyey olmak üzere, 20 kadar Yahûdî lideri 70 kişilik bir hey'et ile Mekke'ye gittiler.
-Müslümanlar gün geçtikçe kuvvetleniyor. Onlara kırşı birlikte hareket etmeliyiz. Biz savaş için hazırız. Medine'deki Benî Kurayzalı kardeşlerimiz de savaşta Müslümanları arkadan vuracak... diye müşriklere işbirliği teklif ettiler. Kendileri "ehl-i kitab" ve tek tanrı inancında oldukları halde, putperest müşriklere hoş görünmek için:
-"Sizin tuttuğunuz yol, (sizin dininiz) Müslümanlarınkinden daha doğru..."(227) dediler. Daha sonra Mekke dışındaki Gatafan, Esed, Kinâne, Süleym, Fezâre, Mürre, Eşca ve Eslem... gibi bedevi Arap kabileleriyle görüştüler. Hayber'in bir yıllık hurma mahsûlünü vermeği va'd ederek, onların da savaşa katılmalarını sağladılar.
Mekke'liler 300'ü atlı, 1500'ü develi 4000 kişilik bir kuvvet hazırladılar. Mekke dışındaki bedevî kabîlelerin katılmasıyla ordunun sayısı 10 bine ulaştı. Şimdiye kadar böyle bir kuvvet toplanmamıştı. Medine'yi basıp Müslümanlığı yok edeceklerdi. Ordunun başkomutanı Ebû Süfyân idi.
b) Medine Çevresine Hendek Kazılması
Rasûlullah (s.a.s.) Mekke'deki hazırlıkları, Kureyş ordusu henüz hareket etmeden haber aldı. Ashâbını toplayarak, bu korkunç saldırıya nasıl karşı koyacaklarını istişâre etti. Müzâkere sırasında, aslen İranlı olan Selmân (Selmân-ı Fârisî):
-Yâ Rasûlallah, İran'da düşman saldırısından korunmak için, şehrin etrâfına, hendek kazarlar. Biz de öyle yapalım, dedi.
Esâsen Medine'nin üç tarafı, evlerin yüksek dış duvarları, yalçın kayalıklar ve sık hurmalıklarla çevrilmişti. Düşman saldırısına karşı, sadece kuzey yönü açıktı. Bu tarafa da, düşmanın geçemeyeceği derinlikte bir hendek kazılırsa, savunma kolaylaşırdı.
Arablarca bilinmeyen bu savunma şekli uygun görüldü. Saldırıya elverişli olan kuzey tarafda hendek kazılacak yer işâretlendi.
Rasûlullah (s.a.s.), ashâbını 10'ar kişilik gruplara ayırdı. Her grubun kazacağı kısmı belirledi. Mevsim kış, hava soğuktu. Esen rüzgâr, hendekte çalışanların ellerini ayaklarını âdeta donduruyordu. Medine'de kıtlık vardı. Müslümanlar üç gün bir şey yemeden aç çalıştılar.* Rasûlullah (s.a.s.) bile açlıktan karnı üzerine taş bağlamıştı.(228) Ashâbla birlikte Hz. Peygamber (s.a.s.) bizzât toprak kazıyor, açlığa, soğuğa, yorgunluğa karşı gayretlerini artırıcı sözler söylüyordu. Bir ara, sert bir kaya çıkmış, kimse parçalayamamıştı. Rasûlullah (s.a.s.) hendeğe indi, ilk vuruşta, kayanın üçte biri koptu. Hz. Rasûlullah (s.a.s.):
-Allâhü Ekber, bana Şam'ın anahtarları verildi. Şu anda Şam'ın kırmızı köşklerini görmekteyim, dedi. İkinci vuruşta kayanın yarısı daha koptu. Rasûlullah (s.a.s.):
-Allâhü Ekber, bana Fars ülkesinin anahtarları verildi. Şu anda, Kisrânın beyaz köşklerini görmekteyim, buyurdu. Üçüncü darbede kaya, tamâmen parçalandı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
-Allâhü Ekber, bana Yemenin anahtarları verildi. Şimdi ben San'a'a'nın kapılarını görüyorum, buyurarak bütün bu ülkelerin pek yakında Müslümanların olacağını müjdeledi.(229) Münâfıklar, Rasûlullah (s.a.s.)'in bu müjdelerini, hayal sayıyorlardı.
"Münafıklar ve kablerinde hastalık olanlar: Allah ve Rasûlü bize sâdece kuru vaadlerde bulundular, diyorlardı." (Ahzâb Sûresi, 12)
Açlığa, soğuğa ve her türlü sıkıntıya rağmen, yaklaşık 5,5 km, uzunlukta bir atın karşıya sıçrayamayacağı genişlik ve derinlikte kazılan hendek, düşman gelmeden önce, iki hafta içinde tamamlandı.
c) Müşriklerin Medine'yi Kuşatması
Müşrikler, Medine önünde, şimdiye kadar benzerini görmedikleri derin bir hendekle karşılaşınca, şaşırdılar. Bir hamlede Medine'yi alt üst edip, Müslümanları yok edeceklerini hayâl etmişlerdi. Bunun kolay olmayacağını gördüler. Hendek boyunca, aşağı-yukarı ilerlediler, geçecek bir yer bulamadılar. Sonunda, Kureyşliler hendeğin batı kısmına, Bedevî kabîleler de doğu kısmına karargâh kurdular. Böylece Medine'yi kuşattılar. (Şevvâl 5 H./Şubat 627M.)
d) Sıkıntılı Günler
10 bin kişlik müşrik ordusu karşısında, Müslümanların sayısı 3 bin kadardı.Yalnızca 36 atları vardı. Önlerinde hendek, arkalarında ise Sel‘ Dağı bulunuyordu. Ancak Benî Kurayza anlaşmayı bozar da müşriklerle işbirliği yaparsa, Müslümanlar çok tehlikeli bir duruma düşeceklerdi. Bu takdirde, Müslümanlar Hendek önünde düşmanla uğraşırken, Yahûdîlerin Medine'yi basıp, kadınları ve çocukları kılıçtan geçirmeleri mümkündü.
Karşılıklı ok ve taşların atılmasıyla başlayan kuşatma, aralıksız 27 gün sürdü. Müslümanlar açlık ve sefâlet içinde, zor ve sıkıntılı günler geçirdiler. Savaşın en tehlikeli bir ânında, Benî Nadir Reisi Ahtab oğlu Huyey'in teşvikiyle Benî Kurayza Yahûdîleri de anlaşmayı bozup, müşriklerle işbirliğine başladılar. Rasûlullah (s.a.s.)'in nasihat için kendilerine gönderdiği Evs kabilesi Reisi Sa'd b. Muâz'ı dinlemediler. Düşmanlıklarını açıkça bildirdiler.
Müslümanlar, hendek önünde 10 bin kişilik müşrik ordusuna karşı durmağa çalışırken, bir yandan da, Medine'yi Yahûdîlerin baskınından korumak zorunda kaldılar. Böyle tehlikeli bir anda, münâfıklar da bozgunculuğa başladılar. Hem savaşı bıraktılar, hem de askerin mâneviyâtını sarsıcı propaganda yaptılar.(230)
Kuşatmanın uzayıp gitmesi, müşrikleri de usandırdı. Mevsim kış, havalar soğuktu. Esâsen onlar, böyle günlerce sürecek bir kuşatma için değil, bir kaç saatte sonuca ulaşılacak bir zafer için gelmişlerdi. İşi bir an önce bitirmek için bütün güçleriyle genel bir hücûma geçtiler. Bir taraftan Müslümanların üzerine ok yağmuru yağdırırken içlerinden (Dırâr, Cübeyre, Nevfel, Amr b. Abdivedd gibi) bir kaç tanesi de, elverişli bir yerden atlarıyla hendeği geçtiler. Bunların her biri, Araplar arasında bin kişiye denk sayılıyordu. En meşhûrları olan Amr b. Abdivedd mübâreze sonuda Hz. Ali tarafından öldürüldü; diğerleri kaçtılar. Nevfel kaçarken hendeğe düştü ve Hz. Ali'nin kılıcıyla can verdi.
Ertesi gün, savaşın en çetin günü oldu. Bir taraftan müşrikler, diğer taraftan Benî Kurayza Yahûdîleri hücûma geçtiler, aralıksız akşama kadar ok yağmurunu sürdürdüler. Rasûlullah (s.a.s.) ve Müslümanlar, o gün namaz kılmak için bile fırsat bulamadılar. Öğle, ikindi ve akşam namazlarını, yatsıdan önce, tek ezanla, tertip üzere kazâ ettiler.(231)
e) Harb Hiledir
Gatafan Kabilesinden Nuaym b. Mes'ûd, bu sırada müslüman olmuştu. Bundan kimsenin haberi yoktu. Rasûlullah (s.a.s.)'la gizlice görüşerek, müşriklerle Yahûdîlerin arasını açmak için izin istedi. Rasûlullah (s.a.s.):
-Harp hiledir*, yapabilirsen yap, buyurdu. Nuaym önce Benî Kurayza'ya gitti.
-Benim size olan dostluğumu bilirsiniz. Sizin için endişe ediyorum. Mekkeliler bu işten usandı, bırakıp giderlerse, Müslümanlar karşısında yapayalnız kalacaksınız. O zaman hâliniz nice olur? Onlardan bir kaç rehin isteyin, aksi halde yardım etmeyin... dedi. Sonra Ebû Süfyân'a geldi:
-Duydun mu, Benî Kurayza anlaşmayı bozduğuna pişman olmuş. Sizi bırakıp giderler diye, Müslümanlarla yeniden anlaşmaya başlamış. Sizden rehin alıp, onlara teslim etmeği vadetmiş, dedi. Ebû Süfyân esâsen Yahûdîlere pek güvenemiyordu. Ertesi gün, denemek için Yahûdîlerden yardım istedi. Yahûdîler hemen rehin istediler. Ebû Süfyân isteklerini kabûl etmeyince, her iki taraf da:
-Nuaym doğru söylemiş, dediler. Aralarında güven kalmadı. (232)
f) Rasûlullah (s.a.s.)'in Duâsı ve Kuşatmanın Sona Ermesi
Rasûlullah (s.a.s.), o sıkıntılı gün:
-Allah'ım, ey Kur'ân'ı indiren ve hesâbı tez gören Rabbım; Şu Arap kabîlelerini dağıt, topluluklarını boz, iradelerini sars. (233) diye duâ etti. Duâsı bitince, Rasûlullah (s.a.s.)'in yüzünde sevinç eseri görüldü. Rabb'ımın yardım va'dini size müjdelerim, buyurdu. İşte o akşam, âyet-i celîle ve hadis-i şerifte bildirilen "sabâ rüzgârı" esmeğe başladı.(234) Fırtına ve kasırga çadırları söküp uçurdu, yemek kazanları devrildi, ocaklar söndü, develer ve atlar birbirine karıştı. Müşriklerin ağızları, burunları, gözleri toz-toprakla doldu. Karargâhları alt üst oldu. Ortalığı dehşet kapladı. Neye uğradıklarını bilemediler.
Müşriklerin mâneviyâtı iyice bozulmuştu. İçlerine korku düştü. Uzun süren ve hiç bir sonuç alınamayan kuşatmadan usanıp bezmişlerdi. Ebû Süfyân:
-"Ben dönüyorum, siz de gelin, diyerek devesine bindi. Mekke'nin yolunu tuttu. Diğerleri de onu izlediler.
Panik pek âni ve şuursuzca olmuştu. Bu yüzden, müşrikler pek çok techizât, gıda maddesi ve eşyayı toplayamadan çekildiler. Sabah olunca, Müslümanlar düşmandan kalan eşyâyı ve sağa-sola dağılan develeri toplayıp ordugâhlarına getirdiler. Ebû Süfyân'ın Yahûdîlerden aldığı 20 deve yükü hurma da ele geçen ganimetler arasındaydı. Böylece, Müslümanlar hem kuşatmadan, hem de açlık sıkıntısından kurtuldular.
Kur'an-ı Kerîm'de bu durum şöle anlatılmaktadır:
"Ey inananlar, Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın. Üzerinize ordular gelmişti, Biz de onların üzerine rüzgâr ve sizin göremediğiniz ordular (Melekler) göndermiştik." (el-Ahzâb Sûresi.9)
"Allah, kâfirleri hiçbir zafer elde edemeden, kin ve öfkeleriyle geri çevirdi. Savaşta mü'minlere Allah'ın yardımı yetti. Allah yegâne kuvvetli ve galib olandır." (el-Ahzâb Sûresi, 25)
Bu savaşta, müşriklerden 4 kişi ölmüş, Müslümanlardan 5 kişi şehid düşmüştür. Savaştan sonra Rasûlullah (s.a.s.):
-"Bundan sonra sıra bizde. Müşrikler artık üzerimize gelemeyecek, biz onların üzerine gideceğiz." buyurdu.(235) Gerçekten de öyle oldu.
6- KURAYZAOĞULLARI GAZVESİ (Zilkade 5 H,/Mart 627 M.)
a) Savaşın Sebebi
Rasûlullah (s.a.s.) Medine'deki Yahûdî kabîleleriyle ayrı ayrı anlaşmalar yapmıştı. Bunlardan Kaynuka ve Nadîroğullarının, anlaşma hükümlerine uymadıkları için Medine'den çıkarıldıklarını daha önce görmüştük. Kurayza oğulları ise, Uhud Savaş'ından sonra anlaşmayı yeniledikleri için yerlerinde kalmışlardı.
Hendek Savaşında, Benî Kurayza Yahûdîleri önce anlaşmaya bağlı kaldılar. Hendek kazılırken, kazma, kürek gibi âletler vererek Müslümanlara yardımcı oldular. Ancak, savaşın en tehlikeli bir ânında, Benî Nadîr Reisi Huyey b. Ahtab'ın teşvikiyle anlaşmayı bozdular. Müslümanlarla birlikte Medine'yi savunmaları gerekirken, müşriklerle birlikte, Müslümanlara karşı savaşa girdiler.(236) Böylece vatana ihânet suçu işlediler. Rasûlullah (s.a.s.)'in nasihat için gönderdiği Evs Kabilesi Reisi Sa'd b. Muâz'ın sözlerine de kulak asmadılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında çirkin sözler söyleyerek düşmanlıklarını açıkça ilân ettiler. Ancak, Benî Kurayza'dan yaptıklarının hesâbı sorulacaktı. Bu sebeple, Hendek Savaşından Medine'ye döner dönmez, Benî Kurayza üzerine sefer emri verildi.
Rasûlullah (s.a.s.) Hendek Savaşı'ndan dönmüş silahlarını çıkarmış, üzerindeki toz-toprağı temizlemek için, gusletmek istemişti. Bu esnâda Cibrîl (a.s.) at üstünde ve toz-toprak içnde geldi:
-"Aa, silahını çıkardın mı; vallâhi biz melekler çıkarmadık. Haydi, şunların üzerine yürü", diye Kurayzaoğullarını işâret etti. (237) Rasûlullah (s.a.s.) derhal Benî Kurayza'ya sefer ilân etti. Ashâbın sür'atle yola çıkmalarını sağlamak için,
-Hiç kimse ikindi namazını sakın başka yerde kılmasın, ancak Benî Kurayza yurdunda kılsın, buyurdu.
Ashâbın bir kısmı bu emrin zâhirine uyarak, namazlarını Benî Kurayza yurduna varınca kıldılar. Bir kısmı da Peygamber (s.a.s.)'in maksadı, acele etmemizi sağlamaktır, diyerek, vakit çıkmadan yolda kıldılar. Hz. Rasûlullah (s.a.s.) her iki zümrenin yaptığını da hoş gördü.(238)
Müslümanların toplanması yatsıya kadar devâm etti sayıları 3 bini buldu. Müslümanların üzerlerine geldiğini görünce sövüp-sayarak kalelerine çekilen Beni Kurayza'nın sayısı 900 kadardı.
b) Benî Kurayza'ya Verilen Cezâ
Kuşatma 25 gün sürdü. Kurayzaoğulları anlaşmayı bozduklarına pişman oldular. Diğer Yahudî kabileleri gibi Medine'den çıkıp gitmek için izin istediler. Fakat Hz. Rasûlullah (s.a.s.) kayıtsız şartsız teslim olmalarını istedi. Reisleri Ka'b b. Esed'in başkanlığında toplandılar. Ka'b:
-"Tevratta bildirilen son peygamberin bu olduğu anlaşıldı. Müslüman olup kurtulalım, dedi Yahûdîler:
-Biz Tevrat üzerine başka kitab kabul etmeyiz, dediler, Ka'b:
-Öyleyse,kadınları ve çocukları öldürelim. Sonra kaleden çıkıp çarpışalım, belki başarırız, dedi. Onlar:
-Çoluk-cocuğumuz öldükten sonra, yaşamanın ne önemi var, diye cevâp verdiler. Ka'b:
-O halde, yarın cumartesi, Müslümanlar bizden emîndir. Ansızın hücûm edelim, onları gafil avlayalım, dedi.
-Biz cumartesinin hürmetini bozamayız, diye reddettiler. Sonunda kayıtsız şartsız teslim oldular. Ancak haklarında Evs Kabilesi Reisi Sa'd b. Muâz'ın hüküm vermesini istediler.
Benî Kurayza, Evs kabilesinin himâyesindeydi. Bu yüzden, Sa'd b. Muâz'ın hakemliğini istiyorlardı. Sa'd, hastaydı. Hendek Savaşı'nda kolundan okla yaralandığı için tedâvi görüyordu. Haberi alınca geldi.
-Kur'an-ı Kerîm'e göre mi, yoksa kendi kanunlarına göre mi hüküm vermemi istiyorlar, diye sordu. Yâhudîler, kendi kanunlarına göre hüküm verilmesini istediler. Sa'd da Tevrât'a göre karar verdi.(239)
a) Savaşabilecek durumdaki erkeklerin öldürülmesine,
b) Kadınların ve çocukların esir edilmesine,
c) Bütün mallarının da zaptedilmesine hükmetti.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
"Ey Sa'd, Allah'ın rızâsına uygun hükmettin" buyurdu. (240) Yahudiler de karârın Tevrât'a uygun olduğunu itirâf ettiler. Sa'd'in bu hükmü, Tevrât'ın Tesniye kitabının 20. Babının 10-14 üncü âyetlerine uygun düşmüştü. Bu gün de vatana ihânet edenlere ölüm cezâsı verilmektedir.
Benî Kurayza hakkındaki hükmü Hz. Ali ve Hz. Zübeyr icrâ ettiler. Kazılan büyük bir hendeğin kenarında 600 kadar Yahûdînin birer birer boyunlarını vurup hendeğe attılar. İçlerinden 4 tanesi Müslüman olup hayatlarını kurtardılar. Benî Nadîr Reisi Huyey b. Ahtab ile Benî Kurayza Reisi Ka'b b. Esed de öldürülenler arasındaydı.
Benî Kurayza'nın malları, mücâhidlere paylaştırıldı. Arâzisi ise, ensarın rızâsiyle muhâcirlere verildi.
"Allah, Ehl-i Kitab'dan müşrikleri destekleyen (Benî Kurayza Yahûdî)lerini kalelerinden indirmiş, kalblerine korku salmıştı. Onların kimini öldürüyor, kimini de esir alıyordunuz. Yerlerini yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı bile basmadığınız toprakları Allah size mirâs olarak verdi. Allah her şeye kadirdir ". (el-Ahzâb Sûresi, 26-27)
7- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)'İN CAHŞ KIZI ZEYNEB'LE EVLENMESİ:
Zeyneb, Rasûlullah (s.a.s.)'in öz halası Ümeyme'nin kızıdır. Abdülmuttalib'in torunudur. Hz Peygamber (s.a.s.), Zeyneb'i azadlısı Zeyd b. Hârise'yle evlendirmişti. Dindar olmasına rağmen, azadlı bir kölenin eşi olmak Zeyneb'e ağır geldi. Asâlet ve güzelliğini ileri sürerek, dâima Zeyd'in kalbini kırdı. Bu yüzden, Rasûlullah (s.a.s.)'in:
-"Eşini tut, Allah'tan kork" (241) emrine rağmen, sonunda Zeyd O'nu boşadı.
Esâsen gerek Zeyneb, gerek kardeşi Abdullah bu evliliği başlangıçta istememişler, "halanızın kızını azadlınıza mı lâyık görüyorsunuz?" demişlerdi. Fakat:
-"Allah ve Rasûlü, bir şeye hükmettiği zaman, mü'min erkek ve mü'min kadın için muhayyerlik yoktur." (el-Ahzâb Sûresi, 36) anlamındaki âyet inince, istemeyerek rızâ göstermişlerdi. Çünkü Zeyneb, Kureyş'in Hâşimî kolundandı. Soylu bir kadındı. İslâm'dan önceki Arap örfüne göre soylu bir kadın, azadlı da olsa, bir köleyle evlenemezdi. Onlar, Zeyneb'in Rasûlullah (s.a.s.)'la evlenmesini istiyorlardı. Oysa İslâm Dini bütün insanları, yaratılış bakımından eşit saymıştı.(242)
Hz. Peygamber (s.a.s.), öz halasının kızı Zeyneb'i azadlısı ve evlâdlığı Zeyd ile evlendirerek, Arapların yanlış anlayışını yıkmış oldu.
Diğer taraftan, Rasûlullah (s.a.s.), peygamberliğinden önce Zeyd'i evlâd edinmişti. Arabların örfüne göre, evlâdlık öz çocuk gibi sayılır, evlâd edinen kişinin mirâsçısı ve mahremi olurdu. Bu sebeple, evlâdlığın boşadığı kadın, evlâd edinen kişiyle evlenemezdi. Kur'ân-ı Kerîm Arapların bu örfünü hükümsüz saymış, evlâdlık âdetini kaldırmıştır.(243) Bu sebeple, evlâdlığın dul kalan eşiyle, babalığın evlenmesi helâldir.
Rasûlullah (s.a.s.)'in, Arapların bu örfünü de yıkması gerekiyordu. Bu sabeple Zeyd'den boşanan Zeyneb'i Allah'ın emriyle nikâhladı.(244) Böylece hem Zeyneb'i hem de yakınlarını memnûn etmiş oldu.
Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu evliliği, dinî hükümlerin uygulanması ile ilgilidir.
--------------------------------------------------------------------------------
(222/1) İbn Hişâm, 3/308; İbn Sâd, Tabakat, 8/ 177; İbn Hacer, el-İsâbe, 7/565
(222/2) Bkz. en-Nisâ Sûresi, 43 ve el-Mâide Sûresi, 6
(223) Bkz. el-Buhârî, 1/86); Tecrid Tercemesi, 2/201-204 (Hadis No: İ)
(224) Olay hakkında geniş bilgi için bkz. el-Buhârî, 3/154 Tecrid Tercemesi, 8/85-112 (Hadis No: 1151); İbn Hişâm, 3/309-321; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/195-199
(*) Mahfe: Deve ve fil gibi hayvanların üzerinde seyahat edenlerin içine oturdukları kafesli çadır veya sepet
(225) en-Nûr Sûresi, 11-13
(226) en-Nûr Sûresi, 40
(227) Bkz. en-Nisâ Sûresi, 51-52
* bk. Riyâzü's-Sâlihîn, 1/543-548 Hadis No: 522
(228) el-Buhârî, 5/45; Tecrid Tercemesi 10/227 (Hadis No: 1588)
(229) İbn Hişâm, 3/230; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/179; Târih-i Din-i İslâm, 3/258-259
(230) İçlerinden bir güruh (münâfıklar), Ey Medineliler, tutunacak yeriniz yok, hemen geri dönün, demişlerdi. Bir kısmı da Peygamber (s.a.s.)'den evlerimiz düşman saldırısına açık diye izin istemişlerdi. Oysa evleri açık değildi, sadece savaştan kaçmak istiyorlardı. (el-Ahzâb Sûresi, 13)
(231) Bu savaştan başka, hiçbir olayda Rasûlüllah (s.a.s.)'ın namazını geçirdiği nakledilmemiştir. Burada üç vakit namazını kazaya bırakması, Hendek savaşının ne derece sıkıntılı ve meşakkatli geçtiğinin en büyük delilidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.):
- "Allah onların dünyada evlerini, âhirette kabirlerini ateşle doldursun. Bize ikindiyi kılacak fırsat vermediler, nihâyet güneş battı" diye bedduâ etmiştir. (el-Buhârî, 5/48 ve 3/233; Tecrid Tercemesi, 2/238 (Hadis No: 353) ve 8/396, (1233 numaralı hadisin izâhı,)
* el-Buhârî, 4/24 (K. el-Cihad, B. 157)
(232) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/182-184
(233) el-Buhârî, 3/234 ve 5/49; Tecrid Tercemes, 8/395 (Hadis No: 1233)
(234) Bkz. el-Buhârî, 5/47 "Ben sabâ rüzgarıyle yardım olundum, Ad kavmi ise debur (lodos) rüzgârıyla helâk edildi." (bkz.el-Hakka Sûresi, 6)
(235) el-Buhârî, 5/48; Tecrid Tercemesi, 10/230 (Hadis No: 1589); İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/184
(236) el-Ahzâb Sûresi, 26
(237) el-Buhârî, 5/49-51; Tecrid Tercemesi, 8/ 325 (Hadis No: 1191)
(238) el-Buhârî, 5/50; Müslim, 3/1391 (Hadis No: 1770)
(239) Bkz. Tevrât, Tesniye Kitabı, Bab: 20, Ayet:10-14
(240) Bkz. el-Buhârî, 5/50; Tecrid Tercemesi, 10/ 245 (Hadis No: 1591)
(241) Bkz. el-Ahzâb Sûresi, 37
(242) "Allah katında en üstününüz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır". (Hucûrat Sûresi, 13) "Ey insanlar Rabb'ınız birdir, babanız birdir. Arabın Acem'e (Arab olmayana), Acemin Arab'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza veya kızılderiliye üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir." (Müsned-i Ahmed b. Hanbel, 5/ 411; Mecmeu'z-Zevâid, 3/266 ve 8/84)
(243) "Allah evlâtlıklarınızı, oğullarınız gibi tutmanızı meşrû kılmamıştır". (el-Ahzâb Sûresi 4)
(244) "... Sonunda Zeyd, eşiyle ilgisini kestiğinde, onu seninle evlendirdik ki, evlâtlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onlarla evlenmek hususunda mü'minlere sorumluluk olmadığı bilinsin." (Ahzâb Sûresi, 37)
--------------------------------------------------------------------------------
VI- HİCRETİN ALTINCI YILI
(627-628 M.)
l– HUDEYBİYE BARIŞI (Zilkade 6 H./Mart 628 M.)
"Ey Muhammed, Biz sana apaçık bir zafer sağladık."
(Fetih Sûresi, 1)
a) Müslümanların Kâbe'yi Ziyâret Arzusu
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), Medine'ye hicret edeli 6 yıl olmuştu. Bu süre içinde Mekke müşrikleriyle, Medine'de bulunan Müslümanlar arasında, sırasıyla Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları oldu. Mekke müşrikleri Medine'yi basmak, Hz. Rasûlullah (s.a.s.)'i öldürmek, Müslümanlığı yok etmek için her çâreye baş vurdular; bütün imkân ve güçlerini ortaya koydular; fakat amaçlarına ulaşamadılar. Müslümanların günden güne güçlenmelerine, sayılarının artmasına engel olamadılar.
Ancak Medine dışındaki kabîleler, Müslümanlığın ne olduğunu yeterince bilmiyorlardı. Kâbe'nin komşusu ve koruycusu olduğu için saygı duydukları Kureyş kabîlesi, kendi içlerinden çıktığı halde Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliğini kabûl etmemiş,hatta O'nu yurdundan çıkarmışlardı. Bu yüzden, Müslümanlığın Medine dışındaki kabîlelere tanıtılabilmesi ve geniş ölçüde yayılmasının sağlanabilmesi için, Mekke'lilerle barış yapılmasına ihtiyaç vardı. Rasûlullah (s.a.s.), geçici de olsa Mekkelilerle barış yaparak, diğer kabîlelerle serbestçe ilişkiler kurmayı arzu ediyordu.
Diğer taraftan, Mekkeli Müslümanlar, doğup büyüdükleri ve her şeylerini bırakıp ayrıldıkları yurtlarını çok özlemişlerdi. Her namazda yöneldikleri kutsal Kâbe'yi 6 yıldan beri ziyâret edemiyorlardı. Kâbe'yi ziyâret, bütün Müslümanların en büyük ortak özlemleri olumştu.
b) Rasûlullah (s.a.s.)'in Rüyâsı
Hicretin 6'ıncı yılı, Rasûlullah (s.a.s.), gördüğü bir rüyâ üzerine(245) hep birlikte Kâbe'yi ziyâret edeceklerini ashâbına müjdeledi.(246) Hazırlıklar tamamlandı. Savaş yapılması yasak olan aylardan Zilkade'nin ilk pazartesi günü (2 Zilkade 6 H./14 Mart 628 M.), yerine Mektûm oğlu Abdullah'ı vekil (kaymakam) bırakarak, ashâbından 1400 kişi ile(247) Medine'den ayrıldı. Hanımlarından Ümmü Seleme de berâberinde bulunuyordu. Maksadı savaş olmayıp, yalnızca Kâbe'yi ziyâret etmekti. Mekkelileri telâşlandırmamak için, ashâbının silah taşımalarına izin vermemiş, sadece yolcu silâhı olarak birer kılıç almışlardı. (248) Hac için Mekke'ye gelecek düşman kabîlelerle yolda karşılaşmamak için, Kâbe ziyâretini hac günlerinden önce yapmayı uygun görmüştü. Yanlarındaki 70 kurbanlık deveyi kıladelediler ve Zülhuleyfe'de "umre" niyyetiyle ihrama girdiler.(249) Yol güvenliğini sağlamak için 20 kadar süvâriyi öncü olarak gönderdiler.
c) Mekkelilerin Tepkisi
Mekkeliler, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Kâbe'yi ziyâret için yola çıktığını duyunca telâşlandılar. Müslümanları Mekke'ye sokmamağa karar verdiler. Velîd oğlu Hâlid ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime'yi 200 süvâri ile öncü olarak gönderdiler.
Resûlullah (s.a.s.), Mekkelilerin bu kararını önden gönderdiği gözcüleri vasıtasiyle öğrendi. Sağ tarafa sapıp, yol güzergâhını değiştirerek, Hudeybiye'ye kadar ilerledi.(250) Rasûlullah (s.a.s.)'in bindiği "Kasvâ" adlı deve burada çöktü, bütün gayretlere rağmen kalkmadı. Müslümanlar:
-Kasvâ harin oldu, çöktü kalkmıyor, diye söylenmeğe başladılar. Rasûlullah (s.a.s.):
-"Kasvâ harinleşmez, onun çökme huyu da yoktur. Fakat vaktiyle Fil'in Mekke'ye girmesine engel olan ilahi kudret, şimdi de Kasvâ'yı ilerletmiyor. Allah'a yemin olsun ki, Kureyş Cenâb-ı Hakk'ın kutsal kıldığı şeylere hürmet ve tâzim kasdıyle benden her ne isterse, ne kadar ağır olursa olsun, istediklerini kabûl edeceğim.. " buyurdu.(251)
d) Barış Müzakereleri
Bu sırada Huzâa kabîlesi reisi Büdeyl çıkageldi. Kureyşin, Müslümanları Mekke'ye sokmamak için müşrik kabilelerle anlaştığını ve savaş hazırlığı içinde olduklarını haber verdi.(252)
Rasûlullah (s.a.s.) savaş maksadiyle değil, sâdece Kâbe'yi ziyâret için geldiklerini, daha önce yapılan savaşlarda Kureyş'in uğradığı kayıpları anlattı.
-İsterlerse belirli bir süre onlarla barış yapalım. Benimle diğer kabîlelerin arasını serbest bıraksınlar, (karışmasınlar). Eğer ben üstün gelirde, Araplar İslâmiyeti kabûl ederlerse, Mekkeliler de isterlerse bu dine girebilirler. Şayet Araplar bana üstün gelirlerse, Kureyş savaş külfeti çekmeden istediğini elde etmiş olur. Aksi halde, Allah'a yemin ederim ki, O'nun yolunda ölünceye kadar onlarla savaşırım, Allah da yardımını gerçekleştirir, dinini üstün kılar, buyurdu.(253)
Büdeyl, Rasûlullah (s.a.s.)'den duyduklarını Kureyş'e iletti. Kureyş ileri gelenleri de savaşa taraftar değildi. Sakif kabilesi reisi Tâifli Mes'ûd oğlu Urve'yi Hz. Peygamber (s.a.s.)'e gönderdiler. Rasûlullah (s.a.s.) Büdeyl'e söylediklerini Urve'ye de anlattı. Urve hem Rasul-i Ekrem (s.a.s.)'le konuşuyor, hem de Müslümanların durumunu ve bütün davranışlarını dikkatle tâkip ediyordu. Dönüşünde gördüklerini özetle şöyle anlattı:
-Bilirsiniz ki ben birçok devlet başkanını ziyâret ettim, Rum Kayseri, Fars Kisrâsı, Habeş Necâşi'sinin huzurunda elçi olarak bulundum. Yemin ederim ki, Müslümanların Muhammed (s.a.s.)'e gösterdikleri hürmet, sevgi ve bağlılığı bunların hiçbirinin sarayında görmedim... Sözlerini dikkatle dinliyorlar. Bir şey sorunca, alçak (hafif) sesle cevâp veriyorlar. İsteklerini derhal yerine getiriyorlar. Saygılarından yüzüne dikkatle bakamıyorlar. Abdestinden artan suyu bile,-teberrük için-aralarında paylaşıyorlar... Madem ki, bize barış teklif ediyor, kabûl edelim, dedi.
Mekkeliler, Urve'nin sözlerinden hoşlanmadılar. Bir iki elçi daha gidip geldi, fakat hiç bir sonuca varılamadı.
Rasûlullah (s.a.s.), Kureyş'ten gelen eçilerle sonuca ulaşılamadığını gördü. Kureyş'le görüşmek üzere Hz.Ömer'i Mekke'ye göndermeyi düşündü. Ömer:
-Yâ Rasûlallah, Mekkeliler benim kendilerine olan düşmanlığımı bilirler, himâyesine sığınabileceğim bir yakınım da yok. Osman'ın Mekke'de akrabası çok, Ebû Süfyân ile amcazâde. Osman bu işi benden daha iyi başarır, dedi.
Hz. Osman Mekke'ye gitti. Ebû Süfyân ve diğer Kureyş ileri gelenleriyle görüştü. Maksatlarının sâdece Kâbe'yi ziyâret olduğunu anlattı. Mekkeliler:
-Hepinizi Mekke'ye bırakırsak, Araplar, "Kureyş Müslümanlardan korktu," derler. Fakat istersen Kâbe'yi sen tavâf et, hepiniz birden olmaz, dediler. Hz. Osman, Kâbe'yi Müslümanlardan ayrı olarak ziyâret etmeği kabûl etmedi.
-Rasûlullah (s.a.s.) tavâf etmedikce, ben de etmem, diyerek tekliflerini reddetti. O'nun bu davranışı Mekkelileri kızdırdı, göz hapsine aldılar ve dönmesine izin vermediler.
2- RIDVÂN BÎATI:
"Allah, mü'minlerden ağacın altında sana bîat ederlerken hoşnud olmuştur.Gönüllerindekini bilerek onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol ganimetler bahşetmiştir."
(el-Fetih Sûresi, 18-19)
Hz. Osman'ın gecikmesi, Müslümanları telâşlandırdı. Öldürüleceğine dâir söylentiler çıktı. Böyle bir ihtimâle karşı Resûlullah (s.a.s.) gereken tedbirleri aldı. Müslümanları Allah yolunda yapacakları savaşta, canlarını fedâ etmekten çekinmeyeceklerine dâir, kendisine bîat etmeğe çağırdı. "Artık bunlarla vuruşmadan buradan ayrılamayız," buyurdu.
İlk biat eden Ebû Sinan el-Esedî oldu. "Rasûlullah (s.a.s.)'in gönlündeki muradı ne ise, onun gerçekleşmesi üzerine biat ediyorum." dedi.
Hudeybiye'de bodur bir ağacın aldında,(254) bütün Müslümanlar sırayla Rasûlullah (s.a.s.)in ellerini tutarak bîat ettiler. Allah yolunda ölünceye kadar savaşmağa, düşmandan kaçmamaya söz verdiler. Hz. Peygamber (s.a.s.), Hz. Osman adına da bir elini diğeriyle tuttu, onu da böylece bîata kattı. Yalnızca Cedd b. Kays adlı münâfık, devesinin arkasında gizlendi, bîata katılmadı.
Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de, Hudeybiye'de Rasûlullah (s.a.s.)'e bîat eden mü'minlerden hoşnud olduğunu bildirmiştir. (255) Bu sebeple, İslâm Târihinde bu bîata "Rıdvân Bîatı" adı verilmiştir.
Müslümanların kararlılığını ve Rasûlullah (s.a.s.)'e bağlılıklarını gösteren bu bîatın Mekkeliler üzerindeki etkisi büyük oldu. Derhal Hz. Osman'ı serbest bıraktılar ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'le barış yapmak üzere Amr oğlu Süheyl başkanlığında bir hey'et gönderdiler.
a) Barış Şartları
Uzun müzâkere ve tartışmalardan sonra kabûl edilen barış şartları şunlardır:
1- Müslümanlar bu sene Kâbe'yi ziyâret etmeden dönecekler, bir yıl sonra ziyâret edecekler.
2- Müslümanlar Kâbe'yi ziyâret için geldiklerinde, Mekke'de üç günden çok kalmayacaklar ve yanlarında birer kılıçtan başka silah bulundurmayacaklar.
3- Müslümanların Mekke'de bulunduğu günlerde, Kureyşliler Mekke dışına çıkacaklar, Müslümanlarla temâs etmeyecekler.
4- Mekkelilerden biri Müslümanlara sığınırsa, Müslüman bile olsa, geri verilecek; fakat Müslümanlardan Mekkelilere sığınan olursa, geri istenmeyecek.
5- Kureyş dışında kalan diğer kabileler, iki taraftan istediklerinin himâyesine girmekte ve anlaşma yapmakta serbest olacaklar.
6- Bu anlaşma on yıl geçerli olacak, bu müddet içinde iki taraf arasında tecâvüz ve savaş olmayacak.
b) Barış Anlaşmasının Yazılması
Barış şartlarını Rasûlullah (s.a.s) Hz. Ali'ye yazdırdı. "Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm. Bu anlaşma, Muhammed Rasûlullah ile Kureyş elçisi Süheyl arasında yapılmıştır." diye yazılmasına Süheyl itiraz etti.
- "Rahmân" sözünü anlamıyoruz, ayrıca senin Rasûlullah olduğunu kabûl etseydik, bu anlaşmaya gerek yoktu "Bismike'llâhümme (Allah'ım, senin adınla). Bu anlaşma Abdullah'ın oğlu Muhammed ile Kureyş elçisi Süheyl arasında yapılmıştır." diye yazılmasını istedi.(256/1)
-Rasûlullah (s.a.s) mutlaka barışı sağlamak istiyordu. Daha işin başında, "Allah'a yemin olsun ki Kureyş benden Cenab-ı Hakk'ın kutsal kıldığı şeylere hürmet kasdiyle her ne isterse, ne kadar ağır olursa olsun, isteklerini kabûl edeceğim," buyurmuştu. Bu sebeple, bütün bu ağır şartları kabûl etti.
Fakat müslümalar son derece üzgündüler. Büyük bir ümit ve heyecanla gelmişlerdi. Oysa şimdi Kâbe'yi ziyâret edemeden döneceklerdi.
Anlaşmanın yazılması henüz bitmişti ki, Süheyl'in oğlu Ebû Cendel, ayağındaki zinciri sürükleyerek çıkageldi. Babası onu Müslüman olduğu için, zincire vurarak hapsetmişti. Her nasılsa kurtulmuş, bin bir güçlükle Mekke'den kaçmış, Müslümanlara sığınmağa gelmişti.
Süheyl oğlunun geri verilmesinde isrâr etti. Aksi halde anlaşmayı imzalamadan döneceğini söyledi. Bütün çabalara rağmen, inadından dönmedi. Barışın sağlanabilmesi için, Ebû Cendel'in müşriklere teslimi gerekiyordu. Çektiği işkenceleri ve acıklı hâlini anlatarak müşriklerin elinde bırakılmamasını isteyen Ebû Cendel'i Rasûlullah (s.a.s):
-Ey Ebû Cendel, biraz daha sabret, pek yakında Yüce Rabbım sana ve senin gibilere kurtuluş yolunu açacaktır, diye teselli etti.
c) Ashâbın Üzüntüsü
Fakat bu son durum, artık Müslümanların üzüntülerini dayanılmaz hâle getirmişti. Hepsinin sinirleri gergindi. Hz. Ömer dayanamadı. Rasûlullah (s.a.s) 'ın huzuruna gelerek:
-Sen Allah'ın Peygamberi değil misin? Bizim dinimiz hak değil mi? Neden bu zilleti kabûl ediyoruz, neden? diye söylendi. Hz. Peygamber (s.a.s):
-Evet ben Allah'ın Peygamberiyim. Bu yaptığım işlerde Allah'a isyan etmiş de değilim. O, benim yardımcımdır, diye cevap verdi. Fakat Ömer'in üzüntü ve öfkesi devâm ediyordu.
-Sen bize Kâbe'yi tavaf edeceğiz., demedin mi? diye sordu. Rasûlullah (s.a.s):
-Evet, dedim. Fakat bu sene ziyâret edeceğimizi söylemedim, Tekrâr ediyorum, Kâbe'yi hep beraber tavâf ve ziyaaret edeceğiz, buyurdu.(256/2) Anlaşmanın imzalanmasından sonra Rasûlullah (s.a.s) ashâbına:
-Haydi, artık kurbanlarınızı kesiniz, sonra tıraş olup ihramdan çıkınız, emrini üç defa tekrarladığı halde, hiç kimse yerinden kıpırdamamıştı.(257) Hz Peygamber (s.a.s), ashâbının bu ilgisizliğine üzülerek, eşi Ümmü Seleme'nin yanına gitti. Ümmü Seleme:
-Yâ Rasûlallah, onlar üzüntülerinden ilgisiz görünüyorlar. Siz kimseyle konuşmadan kendiniz kurbanınızı kesin, tıraş olun. Onlar size uyacaklardır, dedi.
Ashâb, Hz. Peygamber (s.a.s) 'in kurbanını kesip tıraş olduğunu görünce, hemen onlar da kurbanlarını kesip, birbirlerini tıraş etmeğe başladılar.(258)
d) Hudeybiye Barışı Aslında Zaferdi.
Hudeybiye Barışı'nın hemen bütün şartları, Müslümanların aleyhine görünüyordu. Fakat barışın Müslümanların yararına ve sonucun lehlerine olacağını Rasûlullah (s.a.s) biliyordu. Bu sebeple,barışı sağlamak için, aleyhlerinde görünen en ağır şartları kabûl etmişti.
Rasûlullah (s.a.s) barış anlaşmasının imzalanmasından üç gün sonra Medine'ye döndü. Böylece Müslümanlar Hudeybiye'de 19-20 gün kalmış oldular.
Dönüşte yolda "Fetih Sûresi" indi, Cenâb- Hakk Hudeybiye anlaşmasının Müslümanlar için zillet ve yenilgi değil, aksine zafer olduğunu bildiriyordu.(259)
Gerçekten Hudeybiye anlaşması, Müslümanlığın Medine dışında yayılmasına bir başlangıç oldu. Mekkeliler o zamana kadar müslümanlara, dağılıp yok olmağa mahkûm, derme-çatma bir toplululk gözü ile bakıyorlardı. Bu anlaşma ile Müslümanları bir devlet olarak tanımış oldular.
Anlaşmadan sonra Müslümanlarla müşrikler arasında görüşme ve temâslar arttı. Hz. Peygamber (s.a.s) İslâm'ı serbestçe yaymağa başladı. Hudeybiye musâlahasından Mekke'nin fethine kadar geçen 21 aylık devrede Müslüman olanların sayısı, İslâm'ın doğuşundan, Hudeybiye Barışına kadar geçen 19 yılda Müslüman olanların sayısından kat kat fazla oldu. Hayber'in ve Mekke'nin fethi gibi zaferler, Hudeybiye musâlahasını takibetti. Dört yıl sonra, Rasûlullah (s.a.s)'ın vefâtında Müslümanlık bütün Arab yarımadasına yayılmış bulunuyordu.
e) Barış Şartlarının Müslümanlar Lehine Dönmesi
Hz. Peygamber (s.a.s.) anlaşmaya bağlı kaldı. Mekkeliler istemedikçe, hiç bir hükmünü tek taraflı kaldırmadı. Kısa bir süre sonra, Kureyş'le aralarında anlaşma bulunan Sakîf kabîlesinden Ebû Basîr adında biri, Medine'ye gelip Müslümanlara sığındı. Ebû Basîr de Ebû Cendel gibi işkence gören Müslümanlardandı. Mekkeliler, arkasından hemen iki kişi gönderip Ebû Basîr'in iâdesini istediler. Rasûlullah (s.a.s):
-Ey Ebû Basîr, biliyorsun ki, biz Kureyşle bir sözleşme yaptık, ahdimizi bozamayız. Biraz daha sabret, Rabb'ım yakında bir kurtuluş yolu açacaktır, diyerek Ebû Basîr'i Kureyşlilere teslim etti.
Ebû Basîr, Mekke'ye ölüme götürüldüğünü biliyordu. Bu sebeple, bu adamların elinden kurtulması gerekiyordu. Yolda, Zülhuleyfe'de(260) yemek için oturdular. Ebû Basîr, bunlara saf ve samîmî göründü. Bir ara:
-Kılıcın ne kadar da güzelmiş, bakmama müsaade eder misin? diyerek, birinin elinden kılıcı aldı, hemen üzerine atılıp onu öldürdü; diğeri ise kaçıp kurtuldu.
Ebû Basîr öldürdüğü Kureyşlinin atına bindi, silahını kuşandı, tekrar Medine'ye döndü. Rasûlullah (s.a.s)'ın huzuruna çıkıp:
-"Ey Allah'ın Rasûlü, siz sözünüzü yerine getirdiniz. Beni onlara teslim ettiniz. Fakat Allah beni kurtardı, dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) ona anlaşma şartlarına göre Medine'de kalmasının mümkün olmadığını anlattı. Ebû Basîr Medine'den çıktı. Mekke'ye dönemezdi. Medine'de kalamıyordu. Deniz kıyısında, Mekke- Şam yolu üzerinde "İys" denilen bir yere yerleşti. Mekke'de Müslümanlıklarını gizleyenler ve işkence görenler, birer, ikişer kaçıp, Ebû Basîr'in yanında toplandılar. Ebû Cendel de kaçıp buraya geldi. Kısa zamanda sayıları 70'e yükseldi, daha sonra 300 oldular. Mekkelilerin Şam ticâretini önleyecek bir kuvvet hâline geldiler.
Ebû Basîr'in yanında toplananlar, Hudeybiye anlaşması hükümlerine bağlı değildiler. Kureyşin Şam ticâret yolu tehlikeye girmişti. Mekkeliler telâşlandılar. Anlaşmanın, Medine'ye sığınan Mekkelilerin geri verilmesiyle ilgili maddesini hükümsüz saymaktan başka çâre yoktu. Baskı ile Müslümanlığın önlenemeyeceğini anladılar. Hemen, Hz Peygamber (s.a.s)'e Ebû Süfyan'ı elçi olarak gönderip, bu maddenin kaldırılmasını ve Mekke'den kaçan bütün Müslümanların Medine'ye kabûlünü istediler. Anlaşma yapılırken en çok ısrar gösterdikleri bu madde, gene onların isteğiyle kaldırılmış oldu.
Peygamber (s.a.s.), Ebû Basîr ve arkadaşlarını Medine'ye çağırdı. Bu sırada Ebû Basîr ölüm yatağında idi. Vefât edince orada defnettiler. Arkadaşlarını Ebû Cendel toplayıp Medine'ye götürdü. Böylece Kureyşin Şam ticâret yolu açıldı. Müslümanlar da anlaşmanın en ağır hükmünden kurtulmuş oldular.
Hudeybiye Barışı 2 yıl devâm etti. Anlaşmayı Kureyş bozdu. İki yıl sonra Mekke, Müslümanlar tarafından fethedildi. (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)
3- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)'IN ÜMMÜ HABÎBE'YLE EVLENMESİ
Ümmü Habîbe Ebû Süfyân'ın kızıdır. Mekke Devrinde Müslüman olmuş ve kocası Ubeydullah b. Cahş'la birlikte Habeşistan'a hicret eden ikinci kafileye katılmıştı. Alkolik bir adam olan kocası, Habeşistan'da Hristiyan oldu. Ümmü Habîbe Müslümanlıkta sebât edip kocasından ayrıldı. Bu yüzden, yabancı bir ülkede kimsesiz ve himâyesiz kaldı. Henüz müşrik olan babasının yanına da dönemezdi.
Rasûlullah (s.a.s), Hicretin 6'ıncı yılı Habeşistan'a bir elçi gönderdi. Habeş Necâşi'sini vekil yaparak Ümmü Habîbe'yi nikâhladı.(261) Nikâh merâsiminde Câfer Tayyar ve diğer Müslümanlar da bulundu. Nikâhtan sonra Necâşi Ümmü Habîbe'yi Medine'ye gönderdi. Bu evlilikten önce şu âyet inmişti:
"Allah'ın, sizinle düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında dostluk ve sevgi yaratması mümkündür." (el-Mümtehine Sûresi,7)
Gerçekten bu evlilikten sonra Ebû Süfyân'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e olan düşmanlığında bir yumuşama başlamıştır.
--------------------------------------------------------------------------------
(245) "Andolsun ki, Allah peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan, Mescid-i Haram'a gireceksiniz.." (el-Fetih Sûresi, 27)
(246) Medine civârındaki henüz Müslüman olmayan Müzeyne, Cüheyne, Gıfâr, Eslem, Eşca', gibi kabileler de birlikte Kâbe'yi ziyâret için dâvet edilmişlerse de, bunlar Kureyş'ten çekindikleri için, Müslümanlara katılmadılar. (Tecrid Tercemesi, 8/177, 1164 numaralı hadisin izâhı)
(247) el-Buhârî, 5/62-63; Tecrid Tercemesi, 8/ 264 (Hadis No: 1599)
(248) O devirde, çölde yırtıcı hayvanlara ve çapulculara karşı her yolcunun bir kılıç bulundurması âdet ve zarûri idi.
(249) Umre, ihrâmlı olarak Kâbe'yi tavâf ve ziyâret etmek, Safâ ile Merve arasında Sa'y yaptıktan sonra tıraş olarak ihramdan çıkmaktan ibârettir. Umre için belirli bir zaman yoktur, her zaman yapılabilir. Hac ise belirli zamanda (ancak hac mevsiminde) yapılır.
(250) Hudeybiye, Medine'ye 9 konak, Mekke'ye ise 1 günlük mesâfede küçük bir köydür. Adını, buradaki aynı adı taşıyan bir kuyudan almıştır. (Tecrid Tercemesi, 10/258)
(251) Bkz. el-Buhârî, 3/178; Tercid Tercemesi, 8/178 (Hadis No: 1164) Müslümanların indiği yerdeki "Samed" adlı kuyuda çok az su vardı. Herkes almaya başlayınca, bir anda suyu tükeniverdi. Susuzluktan şikâyet başladı. Rasûlüllah (s.a.s.) ok torbasından çıkardığı bir oku, kuyunun dibine koymalarını emretti. Artık oradan ayrılıncaya kadar su sıkıntısı çekmediler. (bkz. el-Buhârî 3/178 ve 5/62; Tecrid Ter. 8/179 Hadis No: 1164 ve 10/261 Hadis No:1598)
(252) Huzâa kabîlesiyle, Hâşimoğulları arasında câhiliyyet devrinde dostluk vardı. Huzâalılar bu dostluğu İslâmdan sonra da devâm ettirdiler. Müslüman olsun müşrik olsun, bütün Huzâalılar, Mekke'de olup biteni Rasûlüllah (s.a.s. )'den gizlemezler, gizlice O'na bildirirlerdi.
(253) Bkz. el-Buhârî, 3/79; Tecrid Tercemesi, 8/181 (Hadis No: 1164)
(254) Bu ağaç, müslümanlar arasında zamanla kutsal sayılabilir, düşüncesiyle halifeliği sırasında Hz. Ömer'in emriyle kesilmiştir. (Tecrid Ter., 10/260)
(255) el-Feth Sûresi, 18
(256/1) Bkz. Tecrid Tercemesi, 8/136-141 (Hadis No: 1158)
(256/2) Hz. Ömer, daha sonra Rasûlüllah (s.a.s.) 'e karşı saygısız davrandım diye bu sözlerinden pişmanlık duymuştur. (el-Buhârî, 5/67; Tecrid Tercemesi, 10/267; Asr-ı Saâdet, 1/427)
(257) Rasûlüllah (s.a.s.)'in emrini ashâbın hemen yerine getirmemesi, muhâlefet için değildi. Şartları ağır olan bu anlaşmanın vahiy ile kaldırılacağını, böylece Kâbe'yi ziyâret edebileceklerini ümit ediyorlardı.
(258) İslâm bilginleri bu olaydan, fiilî sünnetin, kavlî (sözlü) sünnetden daha kuvvetli olduğu sonucuna varmışlardır.
(259) (Ey Muhammed, Hudeybiye anlaşmasıyla) Biz sana apaçık bir fetih (zafer) verdik. (el-Fetih Sûresi, 1)
(260) Zülhuleyfe Medine'ye bir konak, yaklaşık 10 km. mesâfede bir yerdir. Medineliler ve Medine'ye uğrayarak hac veye umre için Mekke'ye gidenler ihrama burada girerler. Şimdi bu yere "Abâr-ı Ali" denilmektedir.
(261) Zâdü'l-Meâd, 2/120
--------------------------------------------------------------------------------
VII-HİCRETİN YEDİNCİ YILI (628-629 M.)
1- İSLÂMA DAVET İÇİN ELÇİLER GÖNDERİLMESİ
"Ya Muhamed! De ki; doğrusu ben, göklerin ve yerin yegâne mâliki, kendisinden başka ilâh olmayan; dirilten ve öldüren Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim..."
(el-A'raf Sûresi, 158)
Hz. Muhammed (s.a.s), daha önceki peygamberler gibi, sâdece Arapların veya belli bir toplumun peygamberi değildir. O'nun peygamberliği umûmîdir. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara peygamber ve âlemlere rahmet olmak üzere gönderilmiştir.(262) Bu sebeple İslâm'ı her tarafa yayması, peygamberliğini bütün dünyaya duyurması gerekiyordu. Fakat şimdiye kadar Mekke müşrikleri buna imkân vermemişlerdi.
Hudeybiye Anlaşmasıyle iki taraf arasında barış ve güvenlik sağlandı. Artık, Müslümanlığın yayılması için herkese ve her tarafa duyurma zamanı gelmişti. Rasûlullah (s.a.s) Hudeybiye'den dönünce bu konuyu ashâbıyle istişâre etti. Büyük ve komşu devletlerin hükümdarlarıyla bazı Arap beyliklerine mektup ve elçi gönderilmesi kararlaştırıldı. Kaşında "Muhammed Rasûlullah" yazılı gümüş bir yüzük yaptırıldı, mektuplar bununla mühürlendi.(263)
Elçiler ve Gönderildikleri Hükümdarlar
Bizans Kayser'i Hirakliyus'a, Halîfe oğlu Dihyetü'l-Kelbî; İran Kisrâ'sı Hüsrev Perviz'e, Huzâfe oğlu Abdullah; Habeşistan Necâşisi Ashame'ye, Ümeyye oğlu Amr; Mısır (İskenderiyye) Mukavkısı Çüreyc'e, Ebû Beltea oğlu Hâtıb; Gassan Emîri Hâris b. Ebî Şemmer'e, Vehb oğlu Şuca'; Yemâme Emîri Hevze b.Ali'ye de Amr oğlu Salît elçi olarak mektup götürdüler.(264)
2- HZ. PEYGAMBER (S.A.S.)'İN HÜKÜMDARLARA YAZDIRDIĞI MEKTUPLAR
a) Bizans Kayseri'ne Gönderilen Mektûp
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahim... Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'den, Rum'un büyüğü Hirakl'e. Hidâyet yoluna uyanlara selâm olsun. Bundan sonra: Ben seni İslâm'a ve onu yayma hizmetine dâvet ediyorum. Müslüman ol ki, selâmete eresin, Allah da sana ecrini iki kat versin. Eğer kabûl etmezsen, halkının vebâli senin boynundadır."
"Ey Ehl-i Kitab! Bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin: Ancak Allah'a kulluk edelim. O'na kullukta hiç bir şeyi ortak yapmayalım. Allah'ı bırakıp bir kısmınız diğer kısmınızı Rab edinmesin. Eğer yüz cevirirlerse, 'şâhid olun, biz Müslümanız' deyin" (Âl-i İmrân Sûresi, 64).(265)
Dihye, Rasûlullah (s.a.s.)'in mektubunu Hirakl'e götürdüğü zaman Hirakl Kudüs'te bulunuyordu. Elçiyi iyi karşıladı. Rasûlullah (s.a.s) hakkında bilgi edinmek için, bölgede bulunan Arap tâcirlerinin huzûruna getirilmesini emretti.
Mekke'den bir ticâret kafilesi o sırada bu bölgede bulunuyordu. Kafilede Kureyş'in reisi Ebû Süfyân da vardı. Ebû Süfyan ve arkadaşları getirildiğinde, Bizans'ın ileri gelen din ve devlet adamları, piskoposlar, papazlar İmparator Hirakl'in etrâfında sıralanmışlardı. Kayser tercüman vâsıtasiyle:
-Peygamberlik davasında bulunan bu zâta, içinizde soyca en yakın olan kim? diye sordu. Ebû Süfyân:
-Burada nesebce O'na en yakın benim, diye ilerledi. Kayser Ebû Süfyân'ı arkadaşlarının önüne oturttu. Sorularıma doğru cevâp vermezse, siz düzeltin, dedi. Sonra İmparator ile Ebû Süfyân arasında şu konuşma geçti:
-İçinizde Muhammed (s.a.s.)'in soyu nasıldır?
-Asil bir soydandır.
-Memleketinizde ondan önce Peygamberlik davasında bulunan oldu mu?
-Hayır.
-Sülâlesinde hükümdar var mı?
-Hayır.
-O'nun dinine girenler halkın eşrâfı mı, zayıfları mı?
-Çoğunlukla fakir ve zayıf kimseler.
-O'na uyanlar gün geçtikce çoğalıyor mu, azalıyor mu?
-Çoğalıyor.
-Dinine girdikten sonra, beğenmeyip ayrılanlar oldu mu?
-Olmadı.
-Daha önce yalan söylediği olur muydu?
-Aslâ olmazdı.
-Hiç sözünde durmadığı oldu mu?
-Olmadı, ancak şimdi biz onunla barış yaptık. Bu müddet içinde nasıl davranacağını bilmiyoruz.
-O'nunla hiç savaştınız mı?
-Evet savaştık.
-Netice ne oldu ?
-Bazan biz, bazan O kazandı.
-Size ne emrediyor?
-Yalnız Allah'a kuluk edin, O'na hiç bir şeyi ortak yapmayın, dedelerinizin taptığı putları bırakın, diyor. Namaz kılmayı, doğru ve iffetli olmayı, akrabalık bağını kesmemeyi emrediyor.
Bundan sonra imparator sözlerine şöyle devam etti:
Nesebce asîl olduğunu söylediniz. Peygamberler dâima asil soydan gelmiştir. İçinizden daha önce böyle bir davada bulunan olmadığını anlattınız. O'halde eski bir davanın peşinde bir kişi sayılamaz. Soyunda hükümdar yoktur, dediniz. Bu durumda servet ve saltanat peşinde olduğu da söylenemez. Daha önce kesinlikle yalan söylemediğine şehâdet ediyorsunuz. İnsanlara yalan söylemeyen Allah'a karşı da yalan söylemez. O'na imân edenlerin çoğunlukla fakir ve zayıflar olduğunu ifade ettiniz. Peygamberlere ilk uyanlar dâima böyle olmuştur. O'na uyanların gün geçtikçe arttığını söylediniz. Hakk'a uyanlar azalmaz, dâima çağalır. Dinine girdikten sonra dönen hiç yok dediniz. İmân kalbde kökleşince çıkmaz. Sözünde durduğunu, kimseyi aldatmadığını itirâf ettiniz. Peygamberler kimseyi aldatmaz. Sizi ancak Allah'a kulluk etmeğe, O'na hiç bir şeyi ortak koşmamağa dâvet ettiğini açıkladınız. Eğer bu söyledikleriniz doğru ise, ayaklarımın bastığı şu topraklar, yakında O'nun olacaktır. Ben bir peygamber geleceğini biliyordum ama, sizden çıkacağını sanmazdım. Eğer O'na ulaşabileceğimi bilsem, her zahmete katlanırdım. Yanında olsam, ayaklarını yıkar, hizmet ederdim. dedi. Sonra mektûbu okuttu.
İmparatorun Ebû Süfyânla yaptığı konuşma, papazları kızdırmıştı. Mektup okununca salonda gürültü çoğaldı. İmparator işin kötüye varmasından korktu. Elçinin ve Arap tâcirlerin çıkmalarını istedi. Ben sizin dininize bağlılığınızın derecesini anlamak istemiştim, diyerek tutumunu değiştirdi.(266)
Kayser Hirakl'in kalbinde iman kıvılcımı belirmişti. Dünya hırsı ve saltanatını kaybetme korkusu, bu kıvılcımı söndürdü. Fakat elçiye saygısız davranmadı, hediyeler vererek nezâketle geri çevirdi.
b) İran Kisrâ'sına Gönderilen Mektup
Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahim. Allah'ın kulu ve Peygamberi Muhammed (s.a.s.)'den Fars'ın ulusu Kisrâ'ya. Hidâyete uyanlara, Allah ve Rasûlüne imân edenlere, Allah'tan başka hiç bir ilah olmayıp O'nun bir tek olduğuna, ortağı ve benzeri bulunmadığına, Muhammed (s.a.s.) 'in O'nun kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet edenlere selâm olsun. Ey Kisrâ! Seni Allah'ın dinine dâvet ediyorum. Çünkü ben, dirileri (Allah'ın azabıyla) uyarmak, kâfirler üzerine o söz (azab) hak olmak için, bütün insalara Peygamber gönderildim. Ey Kisrâ! müslüman ol ki selâmet bulasın. Eğer olmazsan, mecûsîlerin günâhı boynuna olsun.(267)
Rasûlullah (s.a.s.), mektubun Kisrâ'ya verilmek üzere, Bahreyn emiri Münzir'e teslimini emretmişti. Bahreyn, o zaman İran'a bağlıydı. Münzir mektubu Kisrâ'ya götürdü. Kisrâ mektubu okuyunca yırtıp parçaladı. Rasûlullah (s.a.s.) bundan haberdar olunca:
-Parça parça olsunlar, buyurdu.(268)
Çok geçmeden Kisrâ Hüsrev Perviz, oğlu Şirvehy tarafından karnı deşilerek öldürüldü. Hz. Ömer'in halifeliği sırasında da Kisrâ'nın imparatorluğu parçalandı, Sâsâni Sülâlesi son buldu. Bütün İran toprakları Müslümanların eline geçti.
c) Habeşistan Necâşisi'ne Gönderilen Mektup
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm. Allah'ın Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'den Habeş Meliki Necâşî'ye. Ey Melik, Müslüman ol. Ben, kendisinden başka ilâh olmayan, Melik, Kuddûs, Selâm, Mü'min, Müheymin (gibi yüce sıfatlarla muttasıf) Allah'ın sana olan nimetlerinden dolayı mesrûrum, senin adına hamdediyorum.
Şehâdet ederim ki, Meryem'in oğlu İsâ, Allah'ın ruhu ve kelimesidir. O'nu hiç evlenmemiş, tertemiz ve çok iffetli bir hanım olan Meryem'e ilka etti. Böylece Meryem İsâ'ya hâmile oldu. Âdem'i (anasız-babasız) kudretiyle yarattığı gibi, İsâ'yı da (babasız) olarak ruhundan ve nefhinden yarattı.
Ey Melik! Seni eşi ve benzeri olmayan tek bir Allah'a itâata, bana uymaya ve bana Allah'tan gelene imâna dâvet ediyorum. Çünkü ben Allah'ın Peygamberiyim. Seni ve askerlerini Allah'ın dinine çağırıyorum. Ben size tebliğ ve nasihat ettim. Nasihatımı kabûl edin. Selâm hidâyete uyanlara.(269)
Habeşistan'a hicret etmiş olan müslümanlardan bir grup ile, Hz. Ali'nin ağabeyi Câfer Tayyar hâlâ dönmemişlerdi. Rasûlullah (s.a.s.) elçisi vâsıtasiyle bunların gönderilmesini ve Ümmü Habîbe'nin de zât-ı risâletlerine nikâh edilerek, gönlünün hoş edilmesini istemişti.
Necâşi, Ümmü Habîbeyi Rasûlullah (s.a.s.)'e nikâhladı. Habeşistan'da bulunan Müslüman muhâcirleri gemiye bindirip gönderdi. Rasûl-i Ekrem'e bir mektup yazarak Müslüman olduğunu da bildiridi.
Rasûlullah (s.a.s.)'e Habeş Necâşi'sinin Mektubu
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r-rahîm, Allah'ın Rasûlü Mahammed (s.a.s.)'e Necâşi Ashame tarafından. Ey Allah'ın Peygamberi, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi üzerine olsun.
Ey Allah'ın Rasûlü, Hz. İsâ hakkındaki açıklamayı hâvi mektubunuz bana ulaştı. Göklerin ve yerin Rabbı olan Allah'a yemin ederim ki, Hz. İsa da, kendisiyle ilgili olarak, zikrettiğinizden ziyâde birşey söylememiştir. O'nun söyledikleri de, sizin buyurduğunuz gibidir. Bize tebliğ ettiğiniz şeyleri öğrendik. Amcanız oğlu (Câfer) ve arkadaşlarıyle tanıştık. Ben şehâdet ederim ki sen, Allah'ın geçmiş Peygamberleri tasdik eden, sözünde sâdık Rasûlüsün. Sana bîat ettim, (daha önce) amcanız oğluna bîat ederek, âlemlerin Rabb'ı Allah Teâla'ya imân edip Müslüman olmuştum.(270)
d) Mısır Meliki Mukavkıs'a Gönderilen Mektup
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r–rahîm. Allah'ın kulu ve Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'den Kıbt milletinin büyüğü Mukavkıs'a. Selâm hidâyet yoluna uyanlara. Ben, seni İslâm Dini'ne dâvet ediyorum. Müslüman ol ki selâmete eresin, Allah da ecrini iki kat versin. Kabûl etmez, yüz çevirirsen, Kıbt milletinin günâhı boynuna olsun." (Mektup, Âl-i İmrân Sûresi'nin 64'üncü âyetiyle son bulmaktadır.(271)
Mısır Mukavkısı Cüreyc, Rasûlullah (s.a.s.)'in elçisine hürmet gösterdi, fakat Müslüman olmadı. Elçiye bir mektup verdi, hediyelerle geri çevirdi.
Rasûlullah (s.a.s.)'e Mısır Mukavkısı'nın Mektubu
Bismi'llâhir'r-rahmâni'r-rahîm. Abdullah oğlu Muhammed (s.a.s.)'e, Kıbtın büyüğü Mukavkıs'tan, Selâm sana. Mektubunu okudum. Münderecâtını ve dâvetinizi anladım. Zuhûru beklenen bir peygamber kaldığını biliyordum. Fakat ben O'nun Şam'dan çıkacağını sanırdım. Elçinize ikram ettim. Size Kıbt milleti arasında mevkii yüksek iki câriye ile bir elbise ve binmeniz için de bir ester hediye gönderiyorum. Selâm sana muhterem Peygamber.(272)
Bu câriyelerden Mâriye'yi Rasûlullah (s.a.s.) kendisi aldı. İbrahim adındaki oğlu bundan oldu. Kardeşi Şirin'i ise şâiri, Hassan b. Sâbit'e verdi. Düldül adı verilen beyaz estere de bindi.
e)Yemâme Emiri Hevze'ye Gönderilen Mektup
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r–rahîm. Allah'ın Rasûlu Muhammed (s.a.s.)'den Ali oğlu Hevze'ye. Selâm hidâyet yolunda olanlara. Bil ki, Rabb'ım benim dinimi yakın bir zamanda, dünyanın en uzak ufuklarında parlatacak. Ey Hevze, Müslüman ol da selâmete er. Ben de idâren altındaki yerleri, senin idârende bırakayım.(273)
Hrıstiyan olan Hevze, Müslüman olmadı. Rasûlullah (s.a.s.)'e yazdığı cevapta:
-Beni dâvet ettiğin din çok güzel. Ancak Arablar benim yerime göz koymuşlardır. Beni veliahd yaparsan, sana tâbi olurum, dedi. Rasûllüllah (s.a.s.)'a Hevze'nin cevâbı okununca:
-Bu adam ne söylüyor? Bu şartla O'na bir karış yerin idaresini bile bırakmam, buyurdu.(274) Hevze, Mekkenin fethinden sonra öldü. Çok geçmeden bu bölge Müslüman oldu.
f) Gassân Emiri Hâris'e Gönderilen Mektup
"Bismi'llâhi'r-rahmâni'r–rahîm. Allah'ın Rasûlü Muhammed (s.a.s.)'den Ebû Şemmer oğlu Hâris'e. Selâm hidâyete uyan, bana imân edip nübüvvetimi tasdik edenler üzerine olsun. Seni, eşi ve benzeri olmayan tek bir Allah'a imân etmeğe dâvet ediyorum.Kabûl ettiğin takdirde, yerinde hümükdar olarak kalacaksın.(275)
Hâris, Rasûlullah (s.a.s.)'in mektubunu küstahca yere attı. Elçiye saygısız davrandı. Hatta, Bizans İmparatorundan Medine üzerine asker sevki istemiş, fakat Kayser reddetmişti. Elçi Şuca', Hâris'in davranışını arzedince Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
-Allah mülkünü elinden alsın, buyurdu.
Hâris, Mekke'nin fethi sırasında öldü. Ülkesi Hz. Ömer'in halifeliği sırasında İslâm sınırları içine girdi.
3- HAYBER'İN FETHİ (Muharrem 7 H./Mayıs 628 M.)
a) Savaşın Sebebi
Hayber Medine'nin kuzey-doğusunda, Suriye yolu üzerinde, Medine'ye 170 km. mesâfede büyük bir Yahûdî şehriydi. Yedi kalesi vardı. Hurmalıklarıyla meşhûr, münbit bir vâha'da kurulmuştu.
Hayber, Müslümanlara karşı bir fesâd ocağı hâline gelmişti. Daha önce Medine'den çıkarılmış olan Yahûdîler de oraya yerleşmişlerdi. Müslümanlara karşı, müşrik bedevî Arabları harekete geçiren, Hendek Savaşını hazırlayan bunlardı. Hendek Savaşında, Benî Kurayza Yahûdîlerine, düşmanla işbirliği yaptıranlar da bunlar olmuştu.
Rasûlullah (s.a.s.) Hayber ahalisiyle barış yapmak istiyordu. Hudeybiye'den döndükten sonra, Ravâha oğlu Abdullah'ı Hayber'e gönderdi. Fakat Yahûdîler barış teklifini kabûl etmediler. Onlar, komşuları Gatafan kabilesiyle birlikte Medine'yi basmak için hazırlanıyorlardı. Hudeybiye Barış Anlaşması'nın, Müslümanların aleyhine görünen maddeleri,onlara Müslümanları kuvvetsiz göstermişti. Münâfıklar da onları savaşa teşvik ediyorlardı.
Gatafan kabîlesi, Müslümanlara karşı Yahûdîlerle birlikte hareket etmeyi kübûl etmişti. Düşman hazırlığını tamamlamadan harekete geçmek gerekiyordu. Rasûlullah (s.a.s.), ashâbına:
-"Cihâdı isteyenler bizimle gelsin" diyerek Hayber üzerine yürüneceğini ilan etti. Hicretin 7'inci yılı Muharrem ayında 2000 atlı ve 1600 piyâde ile Medine'den çıktı. Harekâtını düşmana sezdirmeden, üç günde Raci' Vâdisi'ne ulaştı.(276) Burada ordugâhını kurdu. Böylece Gatafan kabîlesinden, Yahûdîlere gelecek yardımın yolunu kesmiş oldu.
b) Hayber'in Kuşatılması
Rasûlullah (s.a.s.) düşman üzerine gece vakti varırsa, hemen baskın yapmaz, sabahı beklerdi.(277) Bu sebeple geceyi Raci'de geçirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra, Hayber üzerine yürüdü.
Sabahleyin, kazma ve kürekleriyle işlerine gitmek üzere evlerinden çıkan Yahûdîler, karşılarında Müslüman ordusunu görünce şaşkınlıkla:
-Muhammed, vallâhi Muhammed ve askeri... diye bağrıştılar (278), geri dönüp kalelerine kapandılar.
Hayber'de hepsi de gayet sağlam 7 kale vardı. En kuvvetlisi ise Kamûs kalesiydi. Hepsinde de bol miktarda silah ve yiyecek vardı. Yahûdîler savaş için hazırlıklıydılar. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.s.)'in sulh teklifini kabûl etmediler.
c) Son Kale ve Fethin tamamlanması
Yirmi gün kadar devâm eden kuşatma ve savaş sonunda, bütün kaleler birer birer zaptedildi. Sadece Kamûs kalesi kaldı. Bu kalenin kumandanlığında, Arablarca bin cengâvere bedel sayılan meşhûr Yahûdî pehlivanı Merhab bulunuyordu. Her gün sıra ile ashabın ileri gelenlerinin komutasında yapılan hücumlardan bir sonuç alınamamıştı. Nihâyet Rasûlullah (s.a.s.) bir gün:
-Yarın sancağı bir kişiye vereceğim ki, Allah Hayber'in fethini O'nun eliyle müyesser kılacak. O kişi Allah ve Rasûlünü sever, Allah ve Rasûlü de onu sever, buyurdu. Bu yüce şerefin kime nasib olacağı bilinmediğinden, herkes o gece ümitle sabahlamıştı. Hz. Ali'nin gözlerinde şiddetli bir ağrı vardı. Bu yüzden hiç kimsenin hatırından O geçmiyordu. Sabah olunca Hz. Peygamber (s.a.s.):
-Ali nerede? Bana O'nu çağırın, buyurdu.
-Yâ Rasûlallah, gözleri ağrıyor, dediler ve yederek huzuruna getirdiler.
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) duâ edip üfledi. Hz. Ali'nin gözleri derhal iyileşti, sanki hiç ağrımamış gibi oldu. Sonra sancağı O'na verdi.(279)
Hz. Ali, Yahûdîleri önce İslâm'a çağırdı; kabûl etmediler. Sulh teklifine de yanaşmayıp, savaşa devâm ettiler.
İlk önce Merhab kaleden çıktı. Kahramanlık şiirleri söyleyerek meydan okudu. Karşısına çıkacak er diledi. O'na karşı bizzât Hz. Ali çıktı, kahramanca dövüşerek bu güçlü Yahûdîyi yere serdi. Merhab öldürülünce, Yahûdîler fazla dayanamadılar. Ümitsizliğe düşüp kaleyi teslim ettiler. Böylece Hayber feth edildi; Hz. Ali de Hayber Fâtihi oldu. Savaş sırasında Yahûdîlerden 93 kişi ölmüştü, Müslümanlar ise 15 şehit vermişlerdi.
d) Hayber Arâzisi
Savaş sonunda Hayber arâzisi, Müslümanların eline geçti. Ancak Yahûdîler, bu topraklarda yarıcı olarak çalışmak istediler; istekleri kabûl edildi. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) her yıl mahsûl zamanı Ravâhaoğlu Abdullah'ı Hayber'e gönderirdi. Abdullah da mahsûlü iki eşit kısma böler, yarısını Yahûdîlere bırakır, diğer yarısını da Medine'ye götürürdü.
Yahûdîler, Hz. Ömer'in hilâfeti zamanına kadar yerlerinde kaldılar. Hz. Ömer'in hilâfetinde, Arabistan dışına çıkarıldılar.
e) Hz. Peygamber (s.a.s.)'i Zehirleme Teşebbüsü
Hz. Peygamber (s.a.s.) fetihden sonra Hayber'de bir kaç gün daha kaldı. Yahûdîler gördükleri insânî muâmeleye rağmen, hâince davranışlarından vazgeçmediler. Rasûlullah (s.a.s)'e suikast yapmayı plânladılar.
Yahûdî reislerinden Hâris kızı Zeynep, bir ziyâfet hazırladı. Rasûlullah (s.a.s.)'i de bazı arkadaşlarıyla birlikte yemeğe dâvet etti. Fakat sofraya konulan koyun eti zehirliydi.
Hz. Peygamber (s.a.s.) durumu ilk lokmada anladı, çiğnediği parçayı ağzından çıkardı; ashâbına da yememelerini emretti. Fakat, Berâ oğlu Bişr bir kaç lokma yemişti. Rasulüllah (s.a.s.) bunu niçin yaptıklarını Yahûdîlere sorduğunda:
-Eğer yalancı isen, senden kurtuluruz, şayet hak peygamber isen, sana zarar vermez.. diye düşündük, diye, güya akıllıca bir cevap verdiler.(280)
Zeynep de suçunu inkâr etmedi.
-Babam, amcam, kocam ve kardeşlerim, hepsi savaşta öldüler. İntikam için yaptım, dedi. Rasûlullah (s.a.s.) şahsına karşı işlenen suçları affederdi. Bu sebeple Zeynep'i cezâlandırmadı. Ancak çok geçmeden zehirli etten yiyen Bişr ölünce, Zeynep de kısâs edilerek öldürülmüştür.(281)
4- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)'IN HZ. SAFİYYE İLE EVLENMESİ
Hayber esirleri arasında, Benî Nadîr reisi Ahtab oğlu Huyey'in kızı Safiyye de vardı. Safiyye Hz. Harun'un neslinden olup, annesi de Benî Kurayza reisinin kızıydı. Hayber Yahûdîlerinin reisi Rabi' oğlu Kinâne ile evlenmişti. Kocası savaşta ölmüş, kendisi esir düşmüştü. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) O'nu Dihyetü'l-Kelbî'ye vermişti. Ashâb bunu uygun bulmadılar:
-Hayber reisinin eşi Benî Kurayza ve Benî Nadîr'in en şerefli hanımının câriye olarak Dihye'ye verilmesi, Yahûdîler için son derece haysiyet kırıcı olur. Bu sebeple Safiyye'yi ancak sizin nikâhlamanız uygun olur, dediler.
Rasulüllah (s.a.s.) Dihye'ye başka bir câriye verdi. Safiyye'yi azâd etti ve onunla evlendi.(282) Böylece O'nun haysiyet ve şerefini korudu.
5- FEDEK VE VÂDİ'L-KURÂ'NIN ALINMASI
Fedek, Medine'ye iki günlük mesâfede, akar suları ve hurmalıkları bol, zengin bir Yahûdî köyü idi. Rasûlullah (s.a.s.), Hayber'in muhâsarası devam ederken, Fedeklileri, İslâm'a dâvet için bir elçi gönderdi. Fedekliler, Müslümanlığı kabûl etmediler. Topraklarımız sizin olsun, biz burada Hayberliler gibi, yarıcı olarak çalışalım, dediler. İstekleri kabûl edildi.
Vâdi'l-Kurâ ise, Hayber'le Medine arasında bir çok Yahûdî köyünün bulunduğu bir vâdi idi. Buradaki Yahûdîler de çevredeki Arap kabîleleriyle anlaşarak, Müslümanlarla savaş için hazırlanıyorlardı. Rasûlullah (s.a.s.)
Hayberden dönerken buraya uğrayıp onları da İslâm'a dâvet etti, kabûl etmediler, Müslümanlara ok yağdırarak savaşı başlattılar. Dört gün süren çarpışma sonrasında yenik düştüler. Hayber gibi, elde edecekleri mahsûlün yarısı kendilerinin olmak üzere, yerlerinde bırakıldılar.
Devâmlı Müslümanlara düşmanlık besleyen Yahûdîlerin işi böylece tamamlanmış oldu. Müslümanlar Safer ayında Medine'ye döndüler.
Ele Geçen Arâzi
Müslümanların, düşmandan (kâfirlerden) savaşarak aldıkları mallara "ganimet" denir. Ganimet malların, beşte dördü savaşa katılan mücâhidlere paylaştırılır. Beşte biri ise beytü'l-mâl'e (Devlet Hazinesine) bırakılır.(283) Düşmandan (Kâfirlerden) savaşmadan barış ve anlaşma yolu ile elde edilen mallara ise "fey" adı verilir. Fey'in tamamı beyt'ül mâl'e aittir. (284) Rasûlullah (s.a.s.) hayatta iken, Beytü'l-mâle âit malların tasarrufu O'na âitti.
Bu sebeple savaşsız ele geçen Fedek arazisinin tamamı ile Hayber ve Vâdi'l-Kurâ topraklarının beşte biri Rasûlullah (s.a.s.)'ın emrine ayrıldı. Beni Nadîr arâzisi de, daha önce böyle olmuştu.(285) Hayber ve Vâdi'l-Kurâ'nın kalan arâzîsi, mücâhidlere verildi.
6- HABEŞİSTAN GÖÇMENLERİNİN DÖNÜŞÜ
Habeşistan'a hicret etmiş bulunan Müslümanların 16 kişilik son kafilesi de, Hayber'in fethi sırasında döndü.(286) Başlarında Hz. Ali'nin kardeşi Câfer Tayyar vardı. Rasûlullah (s.a.s.) son derece memnun oldu.
-Hangisine sevineceğimi bilemiyorum, Hayber'in fethine mi, yoksa Câfer'in gelişine mi? buyurdu.(287) Ganimetlerden onlara da hisse ayırdı.(288)
7- KÂBE'Yİ ZİYARET (Umretü'l Kazâ)
(Zilkade 7 H./Mart 629 M.)
"Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın"
(el-Bakara Sûresi, 196)
Hudeybiye anlaşmasına göre, Müslümanlar Kâbe'yi bir yıl sonra ziyâret edebileceklerdi. Anlaşma gereğince üç günden fazla Mekke'de kalamayacaklardı. Mekkeliler de bu esnâda, şehrin dışına çekileceklerdi.
a) Bir Yıl Önce Edâ Edilemeyen Umre
Anlaşma'dan bir yıl sonra, Rasûlullah (s.a.s.), Hudeybiye'de bulunan Müslümanların, bir yıl önce edâ edemedikleri Umre'yi kazâ etmek üzere hazırlanmalarını emretti. Hicretin 7'inci yılı zilkade ayında (Mart 629) Medine'den hareket edildi. Hudeybiye'de bulunmayanlardan da katılanlar olduğu için, Kâbe'yi ziyârete gidenlerin sayısı 2000'i geçti.
Müşrikler, Müslümanların geldiğini duyunca Mekke'yi boşalttılar. Şehri çevreleyen yüksek tepelere kurdukları çadırlardan, Müslümanları merakla izlediler.
Müslümanların Mekke'ye girişleri çok heyecanlı oldu. Hz. Peygamber (s.a.s.) devesi Kasva üzerinde ilerliyor, hep birden yüksek sesle, "Lebbeyk, Allahümme lebbeyk...."(289) diye telbiye söylüyorlardı. Uzaktan Kâbe görülünce "Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâilâhe illallâhü vallâhü ekber..."(290) diye tekbir getirmeğe başladılar. Yıllardan beri hasretini çektikleri Kâbe, işte şimdi karşılarındaydı. Özellikle muhâcirler, yedi yıllık bir ayrılıştan sonra doğup büyüdükleri kutsal beldeye girerken ayrı bir heyecân duyuyorlardı.
Kâbe, usûlüne göre tavâf edildi, etrafı yedi defa dolaşıldı. (291) Safâ ve Merve tepeleri arasında sa'y yapıldı.(292)
Müşriklerin ileri gelenleri, Dâru'n-nedve önünde toplanmışlar, Müslümanları seyrediyorlardı. Aralarında:
-Medine'nin humması bunları zayıf düşürmüş.. diye konuşuyorlardı.
Rasûlullah (s.a.s.)
Müslümanların zayıf ve güçsüz olmadıklarını göstermek istedi. Sağ kolunu ihramın dışında tutup bâzûsunu şişirdi. Tavafın ilk üç şavtını kısa adımlarla koşarak yaptı. Ashâbına da böyle yapmalarını emretti.(293) "Bu gün kendini onlara kuvvetli gösterene Allah rahmet etsin" buyurdu.
Ertesi gün peygamber (s.a.s.) Efendimiz Kâbe'ye girdi. Öğle vaktine kadar orada kaldı. Kâbe hâlâ putlarla doluydu. Habeşli Bilal, Kâbe'nin damına çıkarak öğle ezanını okudu. Mekke ufukları "Allahü Ekber" sedâlarıyla çınladı. Rasûlullah (s.a.s.)'ın arkasında, cemâatle namazlarını kıldılar.
Daha sonra Müslümanlar tıraş olarak ihramdan çıktılar. Bir sene önce eda edemedikleri umreyi kazâ etmiş oldular Rasûlullah (s.a.s.)'in rüyâsı ve ashabına müjdesi de böylece gerçekleşmiş oldu. Bu sebeple, Hicretten sonra, müslümanların bu ilk Kâbe ziyâretine "Umretü'l-Kazâ (Kazâ Umresi) adı verilmiştir
b) Kazâ Umresi'nin Mekkeliler Üzerindeki Tesirleri
Müslümanlar, Hudeybiye Anlaşması uyarınca üç gün Mekke'de kaldıktan sonra, Medine'ye döndüler. Bu esnâda, müşrikler, uzaktan uzağa Müslümanların bütün hallerini, davranışlarını merakla ve dikkatle izlediler. Son derece kibâr ve nâzik,huzûr ve sükûn içinde kardeşçe geçinen insanlar olduklarını gördüler. Ne içki içip sarhoş olan, ne başkasına saygısız davranan var. Hepsi edepli, tertemiz, üstün ahlâklı insanlar. Topluca ibâdet ediyorlar, oturup sohbet ediyorlar, birbirlerini sevip sayıyorlar, kimseye kötülük etmiyorlar, dâima Allah'a itâat içinde bulunuyorlar.. Evet, bunlar ne iyi insanlar.
Müslümanların üstün meziyetleri, örnek davranış ve yaşayışları, Mekkeliler üzerinde büyük tesirler meydana getirdi. Müslümanlık hakkındaki düşünceleri değişmeye başladı. İçlerinde Müslüman olma arzusu belirenler bile oldu. Kureyş'in ileri gelenlerinden Velîd oğlu Hâlid, Âs oğlu Amr,Talha oğlu Osman bunlardandı.
8- RASÛLÜLLAH (S.A.S.)'İN MEYMÛNE İLE EVLENMESİ
Hz. Meymûne, Peygamber (s.a.s.) Efendimizin amcası Abbâs'ın eşi Ümmü'l-Fadl'ın kız kardeşidir. Hâris el-Hilâliye'nin kızıdır. Önce Amr oğlu Mes'ûd ile evlenmiş, sonra Adüluzza oğlu Ebû Rahm'in eşi iken dul kalmıştı. Rasûllüllah (s.a.s.)'ın eşleri arasında bulunmak en büyük emeliydi. Bu yüzden, külfetsiz ve mehirsiz olarak Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'in kendisini nikâhlamasını istiyordu.(294) Hz. Abbâs, dul baldızının isteğini Rasûlullah (s.a.s.)'a iletti. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, şeref ve asâletine hürmet ederek, Hz. Meymûne'nin teklifini kabûl buyurdu. Kaza Umresi esnâsında ihramlı iken nikah edip, ihrâmdan çıktıktan sonra zifâf oldu.(295)
Hz. Meymûne, Rasûlullah (s.a.s.)'ın nikâhlandığı son eşidir. Hicretin 51.'inci yılı, hac dönüşünde, Mekke'ye 6 mil mesâfede "Serif" denilen yerde vefât etmiştir.(296)
Teyze Anne Yerindedir
Hz. Hamza'nın küçük kızı Umâme, (veya Umâre) Mekke'de kalmıştı. Kazâ Umresi'nden Medine'ye dönerken, "amca, amca" diye Rasûlullah (s.a.s.)'in peşinden koştu. Hz. Ali onu kucaklayıp:
-Al, amcamızın kızı, diyerek eşi Hz. Fâtıma'ya verdi. Medine'ye varınca Hz. Ali, Hz. Câfer Tayyar ve Zeyd b. Harise hepsi de çocuğun bakımının kendilerine verilmesini istemişlerdi. Câfer Tayyar'ın eşi Esmâ,Ümâme'nin teyzesiydi. Rasûlullah (s.a.s.):
-Teyze, anne yerindedir, buyurdu ve çocuğun bakımını ona verdi.(297)
--------------------------------------------------------------------------------
(262) Bkz. el-Enbiyâ Sûresi, 107; Sebe' Sûresi, 28; el-A'raf Sûresi, 158; "Benden önceki peygamberler sadece kendi milletlerine gönderilmişti. Ben ise bütün insanlara, peygamber olarak gönderildim." (el-Buhârî, 1/86 ve 1/113; Tecrid Tercemesi, 2/204 Hadis No:223)
(263) el-Buhârî, 1/24; Tecrid Tercemesi, 1/62 (Hadis No: 59)
Bu yüzük, Rasûlüllah (s.a.s.)'in vefâtından sonra, halifelikleri esnâsında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman tarafından kullanıldı. Hz. Osman'ın parmağından Medine'de Eris kuyusuna düştü. Kuyunun suyu tamamen boşaltıldığı halde bulunamadı. (Abdurrahman Şeref, Zübdetü'l-Kısas, 1/153, İst. 1315)
(264) Zâdü'l-Meâd, 1/60-63; (O devirde Bizans İmparatorlarına "Kayser", İran Şahinşah-larına "Kisrâ", Habeş krallarına "Necâşi", Mısır Meliklerine "Mukavkıs", Türk hükümdarlarına da "Hâkan" denirdi.)
(265) el-Buhârî, 1/6; M. Hamîdullah, el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 109; Tecrid Tercemesi, 1/16; (Hadis No: 7); ve 12/414; Zâdü'l-Meâd, 3/126
(266) Bkz. el-Buhârî, 1/5-7; Tecrid Tercemesi, 1/14-23 (Hadis No:7)
(267) Zâdü'l-Meâd, 3/127; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 140; Tecrid Tercemesi, 12/416; İbnül-Esîr, a.g.e., 2/213
(268) el-Buhârî, 1/23,3/225 ve 5/136; Tecrid Tercemesi, 1/61-63 (Hadis No: 58) ve 10/487 ve 12/417
(269) Zâdü'l -Meâd, 3/127; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 100; Tecrid Tercemesi, 12/418-419
(270) Zâdü'l-Meâd, 3/128; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 104; Tecrid Tercemesi, 12/420
(271) Zâdü'l -Meâd, 3/128;el-Vesâiku's-Siyâsiyye,135; Tecrid Tercemesi, 12/422
(272) Zâdü'l -Meâd, 3/129; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 136; Tecrid Tercemesi 12/424
(273) Zâdü'l-Meâd, 3/132-133; el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 156; Tecrid Tercemesi, 12/425
(274) Zâdü'l-Meâd, 3/133; Tecrid Tercemesi, 12/426
(275) Zâdü'l-Meâd, 3/ 133-134;el-Vesâiku's-Siyâsiyye, 126; Tecrid Tercemesi, 12/427
(276) Yolda giderken, ashâb, yüksek sesle tekbir getiriyorlardı. Rasûlüllah (s.a.s.): "Kendinize acıyın, siz ne sağıra, ne de gaibe sesleniyorsunuz, sizi iyi işiten ve çok yakın olan Allah'a duâ ediyorsunuz. O her zaman sizinle beraberdir" buyurmuştur. (Buhârî, 5/75; Tecrid Tercemesi, 10/285, (Hadis No: 1608)
(277) el-Buhârî, 5/73.
(278) el-Buhârî, 5/73; Müslim, 2/1044 (Hadis No: 1428)
(279) el-Buhârî, 5/76; Tecrid Tercemesi, 10/302-303, 1617 numaralı hadisin izâhı.
(280) el-Buhârî, 4/ 66; Tecrid Tercemesi, 8/531 (Hadis No: 1310)
(281) Tecrid Tercemesi, 8/534; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/219-220
(282) Bkz. el-Buhârî, 1/98 ve 2/1044; Tecrid Tercemesi, 2/248-257 (hadis No: 241) ve 10/272, 1612 numaralı hadisin izahı; Müslim, 2/1044
(283) el-Enfâl Sûresi, 41
(284) el-Enfâl Sûresi, 1; el-Haşr Sûresi, 6-7
(285) Tecrid Tercemesi, 10/306 ve ll/412-413, 8/273 (Hadis No: 1173)
(286) el-Buhârî, 5/80; Tecrid Tercemesi, 10/295 (Hadis No: 1615)
(287) M. Zihni, el-Hakayık, 1/200; İbn Hişam, 4/3
(288) el-Buhârî, 5/81; Tecrid Tercemesi, 10/301 (Hadis No: 1617)
(289) Rabbım, dâvetine sözüm ve özümle tekrar-tekrar icâbet ettim. Emrine boyun eğdim. Rabb'ım emrine uymak boynumun borcudur, senin eşin ve ortağın yoktur. Rabb'ım bütün varlığımla sana yöneldim. Hamd senin, nimet senin, mülk de senin. Bütün bunlarla eşin ve ortağın yoktur senin.
(290) Allah büyüktür, Allah büyüktür. Allah'tan başka kulluk edilecek hiç bir ilah yoktur. Allah büyüktür, Allah büyüktür. Hamd O'na mahsustur.
(291) Hacer-i Esved'in bulunduğu köşeden başlayarak, Kâbe'nin etrafını 7 defa dolaşmağa "Tavâf" denir. Her bir devire "şavt" adı verilir.
(292) Mescid-i Harâm'ın doğusunda, Safa ve Merve adı verilen iki tepe arasında 4'ü gidiş 3'ü dönüş olmak üzere, 7 defa gidip gelmeğe "sa'y" denir.
(293) el-Buhârî, 5/86; Tecrid Tercemesi, 10/308
Tavâfın ilk üç şavtında, erkeklerin kısa adımlarla koşarak ve omuzları silkerek çalımlı ve sür'atli yürümelerine, "remel" denir.
İhrâmlı iken, ridâ denen örtünün bir ucunu sağ koltuğun altından geçirip sol omuzun üzerine atarak sağ omuz ve kolu, örtünün dışında bırakmağa "Iztıbâ" adı verilir. Iztıbâ ve remel, peşinden sa'y yapılacak olan tavaflar da sünnettir.
(294) Nefsini hibe eden Müslüman hanımları, mehirsiz olarak nikâhlaması, Ahzâb Sûresi'nin 50'inci âyetiyle Rasûlüllah (s.a.s.)'e helâl kılınmıştır.
(295) el-Buhârî, 5/86; Tecrid Tercemesi 10/309 (Hadis No: 1618)
(296) Tecrid Tercemesi 10/310
(297) el-Buhârî, 5/85; Tecrid Tercemesi, 8/136-139 (Hadis No: 1158); Riyâzüs-Sâlihîn
Tercemesi, 1/365 (Hadis No: 333); Zâdü'l-Meâd, 2/369
--------------------------------------------------------------------------------
VIII- HİCRETİN SEKİZİNCİ YILI (629-630 M.)
1- MÛTE SAVAŞI (Cumâde'l-ûlâ 8 H./Eylül 629 M.)
a) Savaşın Sebebi
Mûte Savaşı, Müslümanlarla Hristiyanlar (Rumlar ve Hristiyan Araplar) arasında yapılan ilk savaştır. Sebebi, Rasûlüllah (s.a.s.)'in elçisinin öldürülmesidir.
Rasûlüllah (s.a.s.), İslâm'a dâvet için hükümdarlara elçilerle mektuplar gönderdiği sırada, Sûriye'de Busrâ (şimdiki Havran) Emîri Şürahbil'e de Hâris b. Umeyr ile bir mektup göndermişti. Gassânî Araplarından Şürahbil, Hristiyandı. Bizans'ın himayesinde bulunuyordu.
Hâris, Şürahbil'e, Kudüs'ün iki konak güneyinde, bulunan Mûte kasabasında rastladı. Elçi olduğunu söyleyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)'in mektubunu verdi. Fakat, Şürahbil, devletler arası hukuk kurallarını çiğnedi, Rasûlüllah (s.a.s.) elçisini öldürttü.
Şimdiye kadar Hz. Peygamber (s.a.s.)'in elçilerinden hiçbiri öldürülmemişti. Bir elçinin öldürülmesi, tarih boyunca bütün toplumlarda insanlığa ve hukuk kurallarına aykırı bir davranış sayıldığı gibi, gönderene de en büyük hakaret ve meydan okuma demekti. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.s.) üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayarak, azadlı kölesi Hârise oğlu Zeyd'in komutasında yola çıkardı(298) Elçi Umeyr oğlu Hâris'in şehid edildiği Mûte'ye kadar gidilmesini, Şürahbil ve maiyetinin İslâm'a dâvet edilmesini, kabûl etmezlerse savaşılmasını emretti.(299) "Kadınları, çocukları, yaşlıları öldürmeyin. Evleri yıkıp hârap etmeyin, ağaçları kesip, tahribâtta bulunmayın!" dedi. Orduyu "Seniyyetü'l-vedâ" denilen ayrılık tepesi'ne kadar uğurlayan Hz. Peygamber (s.a.s.):
- "Zeyd şehid olursa, komutanlığı Câfer alsın; Câfer de şehit düşerse, Ravâha oğlu Abdullah komutan olsun." buyurdu.(300)
b) İki Tarafın Durumu ve Aradaki Eşitsizlik
Müslüman ordusunun hareketini Şürahbil duydu. Derhal Lahm, Cüzâm, Kayn, Belkın, Behrâ gibi Hristiyan Arap kabîlelerinden büyük bir kuvvet hazırladı. Ayrıca durumu Bizans İmparatoruna bildirerek, ondan da yardım istedi. Böylece Şürahbil, 200 bin kişilik büyük bir ordu topladı. Bunun 100 bini Rumlardan, 100 bini de Hristiyan Araplardan meydana gelmişti. (301) İmparator Hirakl de işi önemseyerek, Belkadaki Meab şehrine kadar geldi.
Müslümanlar, ancak Sûriye topraklarına girdikten sonra düşmanın gücü ve hazırlıkları hakkında bilgi edinebildiler.
İki taraf arasında gerek sayı, gerek silah ve teçhizât bakımından korkunç bir fark vardı. Tarihte, iki taraf arasında böylesine ölçüsüz bir fark görülmemiştir. 200 bin (bazı rivâyetlerde 100 bin) kişilik bir kuvvet karşısında üç bin mücâhid ne yapabilirdi? Fakat, savaşmadan geri dönülemezdi. Komutan Zeyd, Maan'da, Mücâhidlerin ileri gelenleriyle toplanıp durumu istişâre etti. Acaba, durumu Rasûlüllah (s.a.s.)'e bildirip alınacak cevâba göre mi hareket edilmeliydi? Fakat, Ravâhaoğlu Abdullah bütün tereddütleri giderdi.
- Arkadaşlar, çekindiğimiz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şeydir, yani şehid olmaktır. Dinimizi yüceltmek için savaşalım. Yâ şehid, ya gazi olacağız. Bunun ikisi de güzel değil mi ?(302) dedi.
Abdullah'ın konuşması mücâhitlerin maneviyâtını yükseltti. Hepsi de:
- Ravâhaoğlu doğru söylüyor. Savaşmalıyız, dediler.
c) Komutanlar Sırayla Şehâdet Şerbetini İçtiler
İki ordu Mûte'de karşılaştı. Zeyd, sancak elinde, ileri atıldı. Kahramanca çarpıştı, ölümden yılmadığını gösterdi. Fakat düşman mızraklarının arasında şehid düşdü.(303)
Zeyd şehid olunca, sancağı hemen Câfer aldı. Emsâlsiz kahramanlıklar gösterdi. Önce sağ eli kesildi, sancağı sol eliyle tuttu. Sol eli de kesilince, kollarıyla sancağa sarıldı. Pek çok yara aldığı halde son nefesine kadar sancağı bırakmadı. Nihâyet o da şehid oldu.(304)
Câferden sonra sancağı Ravâhaoğlu Abdullah aldı. O da şiirler söyleyerek, kahramanca savaştı. Vücudu delik deşik oldu. Sonunda o da şehid oldu.
d) Hâlid b. Velîd'in Üstün Mahâreti
Râvâhaoğlu da şehid olunca, asker komutansız kaldı, umûmî bir panik başladı. Dağılan askerin kaçışını Velîdoğlu Hâlid önledi. Mücâhidler, Hâlid'in etrâfında yeniden toplandılar. Hâlid komutayı aldı, sancak elinde akşama kadar çarpıştı. O gün elinde tam dokuz kılıç parçalandı.(305) Bu Müslüman olduktan sonra Hâlid'in katıldığı ilk savaştı.
Gece olunca, Hâlid askeri yeniden tertipledi. Öndekileri arkaya, arkadakileri öne, sağdakileri sola, soldakileri sağa aldı. Böylece düşmana, yardım için yeni kuvvetler gelmiş intibâını verdi. Sabah olunca da ansızın şiddetli bir hücuma geçerek, düşmanı bozguna uğrattı. Bu fırsattan yararlanarak, askerini ustalıkla geri çekti. Büyük bir kayba uğramadan Medine'ye döndü. İslâm ordusunu korkunç bir felâketten kurtardı.
200 bin kişiye karşı yapılan bu çetin savaşta, Müslümanlar sadece 12 şehid vermişlerdi. Bu durum, komutanların savaşı çok başarılı idâre etmeleri ve canlarını fedâ etmekten çekinmemelerinin bir sonucuydu.
e) Rasûlüllah (s.a.s.)'in Medine'den Savaşı Seyretmesi
Rasûlüllah (s.a.s.) savaşın bütün safhalarını, Medine'ye henüz hiç bir haber ulaşmadan, ashâbına bildirmişti.
Cenab-ı Hakk, zaman, mekân ve mesâfe kavramlarını kaldırarak, sevgili Peygamberine savaş meydanını olduğu gibi göstermişti. Mescid-i Nebî'de minber üzerine oturmuş bulunan Allah Rasûlü (s.a.s.) gözlerinden yaşlar akarak:
-İşte sancağı Zeyd aldı, Zeyd vuruldu, şehid düştü. Sonra Câfer aldı, O' da şehid oldu. Sonra Ravâhaoğlu aldı, O 'da şehid oldu. En sonunda sancağı, Allah'ın kılıçlarından bir kılıç, Velîdoğlu Hâlid aldı. Allah O'na fethi müyesser kıldı, buyurdu. (306)
Rasûlüllah (s.a.s.), Zeyd, Câfer ve Abdullah'ın şehid düştüklerini haber verdikçe, her biri için istiğfâr etmiş ve Cennete girdiklerini de müjdelemişti.(307) Sancağı Hâlid alınca ise:
-Allah'ım, Hâlid senin kılıçlarından bir kılçtır. Sen O'na nusret ihsan buyur, diye duâ etmişti.(308) Bundan sonra Hâlid'e "Seyfullah" (Allah'ın kılıcı) denildi.(309)
Câferin şehâdet haberini duyunca, âilesi feryâda başladılar. Rasûlüllah (s.a.s.)'de son derece üzgündü. Çok sevdiği, en değerli arkadaşlarını kaybetmişti. Câfer'in âilesini teselli etti. Acılıdırlar, yemek yapamazlar, diye evine yemek gönderdi.
-Allah Câfer'e, Mûte'de kesilen iki koluna bedel, iki kanat verdi. O'nu Cennet'te meleklerle birlikte uçuyor gördüm, diye müjdeledi.(310) Bu sebeple Câfer, bundan sonra Câfer Tayyâr diye anıldı.
2- ZÂTÜ'S-SELASÎL SAVAŞI (Cumâde'l-âhir 8 H./629 M.)
Kudâa kabîlesi'nin Uzre ve Belî kolları, Medine hayvanlarını yağmalamak üzere, Vâdi'l-Kurâ yakınlarında toplanmışlardı. Rasûlüllah (s.a.s.) durumdan haberdâr olunca, bunların üzerine Amr b. As (Âs oğlu Amr) komutasında 30'u atlı 300 kişilik bir seriyye gönderdi. Bunlar arasında Sa'd b. Ebî Vakkas, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b. Ubâde, Sâid b. Zeyd, Âmir b. Rabîa.. gibi ensâr ve muhâcirlerden ileri gelen kimseler de vardı.
Amr b. Âs. ashâbın büyüklerinden değildi. Henüz bir yıl kadar önce Müslüman olmuştu. Fakat dedesi Vâil'in annesi Belî kabîlesinden olduğu için Amr'ın bu kabîle ile ilgisi vardı. Amr, aynı zamanda savaş usûlünü iyi bilen, son derece zekî bir kimse idi. Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s.), komutanlığa O'nu seçmişti.
Amr, Vâdi'l-Kurâ civarında Selâsil suyu'na varınca, düşmanın sayıca üstün olduğunu öğrendi. Burada konaklayarak, bir haberci ile Rasûlüllah (s.a.s.)'den yardım istedi. Rasûlüllah (s.a.s.)'de Ebû Ubeyde b. Cerrâh komutasında 200 kişilik ek kuvvet gönderdi. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bunlar arasındaydı. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Ebû Ubeyde'yi gönderirken:
- Ayrılığa düşmeyin, işbirliği yapın, buyurmuştu. Amr b. Âs, Ebû Ubeyde'nin, askerlere imâm olarak namaz kıldırmasına itirâz etti.
- Sen bana yardıma geldin, kumandan benim, namazda ben imam olacağım, dedi.
Ebû Ubeyde yumuşak tabiatlı bir zâttı, hiç itirâz etmedi.
- Yâ Amr, Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz, ihtilâfa düşmememizi emretti. Sen bana uymazsan, ben sana uyarım, telâşa gerek yok, diye cevâp verdi. Amr bütün Müslümanlara sefer süresince imam olup namaz kıldırdı. Böylece Hz. Ömer ve Hz. Ebûbekir de Amr'ın idâresine girmiş oldular. Oysa Rasûlüllah (s.a.s.) Amr'ı ilk 300 kişiye; Ebû Ubeyde'yi de 200 kişiye kumandan tâyin etmişti. Ebû Ubeyde'yi Amr'ın emrine değil, yardımına göndermişt.(311)
Amr, düşmana yaklaşınca gerekli tedbirleri aldı. Hava çok soğuk ve sert olduğu halde, gece ateş yakmayı yasakladı. "Kim ateş yakarsa, onu yaktığı eteşin içine atarım," diye tehdit etti. Asker, soğuktan Ebû Bekir ve Ömer'e başvurdular. Hz. Ömer:
- Bu nasıl şey, herkesi soğuktan kıracak mı? diye Amr'a haber gönderdi. Amr b. Âs:
- Yâ Ömer, sen bana itâatle memûrsun, İşime karışma, diye , cevâp verdi. Hz. Ebû Bekir de:
Rasûlüllah (s.a.s.) O'nu savaş usûlünü iyi bildiği için kumandan yaptı. Madem ki kumandan O'dur, işine karışmamak gerekir, dedi. Böylece gece soğukta geçirildi. Çünkü ateş yakılsaydı, düşman Müslümanların azlığını öğrenecekti.
Amr, plânını kimseye söylemedi. Sabaha karşı, alaca karanlıkta ansızın düşman üzerine hücûma geçti ve savaşı kazandı. Düşman pek çok ganimet bırakarak kaçtı. Ashâb, düşmanın peşini tâkibetmek istedilerse de Amr buna da izin vermedi. Bir kaç gün orada kalıp etraftaki ganimet hayvan sürülerini topladıktan sonra, Medine'ye döndü.
Sefer esnâsında Amr b. Âs ihtilâm olmuş, hava soğuk olduğu için gusletmeyerek teyemmümle namaz kıldırmıştı.(312) Dönüşte ashâb, Rasûlüllah (s.a.s.)'e, Amr b. Âs'tan:
1- Hava çok soğuk olduğu halde, gece ateş yaktırmadı,
2- Galip geldiğimiz halde düşmanı tâkip ettirmedi,
3- Su bulunduğu halde gusletmeyip, teyemmümle namaz kıldırdı, diye şikâyette bulundular.
Amr bu şikâyetlere karşı:
1- Sayımızın az olduğunu düşman anlamasın diye ateş yaktırmadım.
2- Yardım için kuvet gönderebileceği düşüncesiyle düşmanı tâkip ettirmedim.
3- Soğukta yıkanmak tehlikeli olduğu ve Cenâb-ı Hakk "Elinizle kendinizi tehlikeye atmayın." (ElBakara Sûresi, l95) "Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size acımaktadır." (en-Nisâ Sûresi, 29) buyurduğu için gusletmeyip teyemmüm yaptım, diye cevâp verdi.
Rasûlüllah (s.a.s.) Amr'ın cevâplarını tebessümle karşıladı. (313)
Amr b. Âs, henüz yeni müslüman olduğu halde, ashâbın büyüklerinin de bulunduğu bir orduya kumandan tâyin edilmesinden dolayı gururlanmıştı. Savaşı da kazanarak dönünce, Rasûlüllah (s.a.s.)'in yanındaki derece ve itibârını öğrenmek istedi. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.)'e:
- En çok kimi seversiniz? diye sordu. Rasûlüllah (s.a.s.)
Âişe'yi diye cevâp verdi.
- Sonra kimi?
- Âişe'nin babasını, Ebû Bekir'i.
- Sonra kimi?
- Ömer'i.
Amr, en sonraya kendisinin kalacağından korkarak daha fazla sormaktan vazgeçti.(314)
--------------------------------------------------------------------------------
(298) Orduda ensâr ve muhâcirlerin ileri gelenleri de vardı. Azadlı bir köle hepsine komutan olmuştu. Bu olay İslâm'daki ehliyet ve eşitlik uygulamasının canlı örneklerinden biridir.
(299) Tecrid Tercemesi, 10/312
(300) el-Buhârî, 5/87; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/234; Tecrid Tercemesi, 10/313 (Hadis No: 1619)
(301) el-Buhârî, 5/87; İbnü'l-Esîr a.g.e., 2/234-235; Tecrid Tercemesi, 4/541, (Hadis No: 644'ün izâhı).
(302) Zâdü'l-Meâd, 2/375; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/235; İbn Hişâm, 4/17
(303) Zeyd, ilk Müslümanlardandır. Rasûlüllah (s.a.s.) onu çok severdi. Bedir'den itibâren bütün savaşlarda bulunmuştu. Ashâbdan Kur'ân-ı Kerim'de ismi geçen, sadece Zeyd'dir. (Ahzâb Sûresi, 37)
(304) Câfer, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın çok sevdiği hâmî amcası Ebû Tâlib'in büyük oğludur. Hz. Ali'den 10 yaş büyüktür. İkinci Habeşistan hicretinde, kafileye başkanlık etmiş, Hayber'in fethedildiği gün Medine'ye dönmüştü. Savaşta 90'dan çok yara almıştır. Bunlardan 50'si ön tarafındaydı. (el-Buhârî, 5/86-87; Tecrid Tercemesi, 10/313; Hadis No:1619)
(305) el-Buhârî, 5/87; Tecrid Tercemesi, 4/394 ve 10/315
(306) el-Buhârî, 2/72 ve 5/87; Tecrid Tercemesi, 4/391 (Hadis No: 623) ve 10/315; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/237
(307) İbnü'l -Esîr a.g.e., 2/273; Tecrid Tercemesi, 4/393
(308) Tecrid Tercemesi, 10/315
(309) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/238
(310) İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/238; M. Zihni Efendi, el-Hakayık, 1/201, İst. 1310
(311) İbn Hişâm,4/272; Zâdü'l-Meâd, 2/378; İbnü'l-Esir, a.g.e., 2/232
(312) Ebû Hanife ve Ebû Yûsuf'a göre abdest alan kimselerin teyemmüm yapana iktidâsı câizdir. İmâm Muhammed'e göre abdestlinin teyemmümlüye uyması câiz değildir. İhtilâf, halefiyyet su ile topraktan ibâret iki âlet arasında mıdır? Yoksa Abdest ve teyemmümden ibâret iki temizlik arasında mıdır? meselesinden doğmaktadır.
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, halefiyyet su ile toprak arasındadır.
İmâm Muhammed'e göre ise, iki temizlik (abdest ve teyemmüm) arasındadır. Abdestli teyemmümlüye uyarsa, kuvvetli zayıfa binâ edilmiş olur. Oysa imâm muktediden hâlen ednâ olmamalıdır. Abdest aslî temizlik, teyemmüm ise zarûri temizliktir. Aslî tahâret yapmış olan kimse zarûri tahâret yapmış olandan hâlen daha kuvvetlidir. (Bkz. Mehmet Zihni Efendi, Kitabü's-Salat,210-211, İst. 1326)
(313) Zâdü'l-Meâd, 2/379; Târih-i Din-i İslâm, 3/406
(314) el-Buhârî, 5/113; el-Câmiu's Sagîr Şerhi Feyzü'l-Kadîr, 1/168 (Hadis No: 205); Târih-i Din-i İslâm, 3/407
--------------------------------------------------------------------------------
3-MEKKE'NİN FETHİ
(20 Ramazân 8 H./11 Ocak 630 M.)
"Biz sana apaçık bir fetih ve zafer sağladık.
(el-Feth Sûresi, 1)
a) Hudeybiye Muâhedesinin Bozulması
Hudeybiye Barış Anlaşması, Müslümanlarla Kureyş arasında yapılmıştı. Anlaşma şartlarına göre, diğer Arap kabîleleri, iki taraftan birinin himâyesine girmekte, anlaşıp birleşmekte serbesttiler. Buna göre, Huzâa kabîlesi, Müslümanların Benî Bekir (Bekir oğulları) kabîlesi de Kureyş'in himâyesine girmişti.
Hicretin 8'inci yılı Şaban ayında, Benî Bekir kabîlesi, Peygamberimizin himâyesinde bulunan Huzâa kabîlesine ansızın bir gece baskını yaptı. Esâsen iki kabîle arasında öteden beri düşmanlık vardı. Bu baskında Benî Bekir, Kureyşten yardım ve teşvik görmüş, hatta İkrime, Safvân ve Süheyl.. gibi ileri gelen bir kısım Kureyş gençleri baskında bizzat bulunmuşlardı. Baskın sonunda Huzâalılardan 23 kişi ölmüş, sağ kalanlar Harem-i Şerîf'e sığınarak kurtulabilmişlerdi.
Bu olay üzerine Huzâalılar, 40 kişilik bir heyetle Medine'ye geldiler. Rasûlüllah (s.a.s.)'a durumu anlatıp yardımını istediler.
Huzâalılarla Müslümanlar arasında ötedenberi dostluk vardı. Bu dostluğun temeli, İslâm'dan öncesine kadar uzanıyordu. Bu sebeple Huzâalılar, Müslümanlarla ilgili, Mekke'de olup biten her şeyi Rasûlüllah (s.a.s.)'a gizlice bildirirlerdi. Hendek Savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.
Huzâa kabilesine yapılanlardan, Rasûlüllah (s.a.s.) son derece üzüldü. Kendilerine yardım edeceğini va'detti. Kureyş'e derhal bir elçi göndererek:
Öldürülen Huzâalılardan diyetlerinin ödenmesini, veya
Benî Bekir Kabîlesinin himâyesinden vazgeçilmesini istedi.
İki şarttan biri kabûl edilmediği takdirde, Hudeybiye Anlaşmasının bozulmuş sayılacağını, bildirdi.
Kureyşliler, ilk iki şartı kabûl etmeyip Hudeybiye anlaşmasını bozduklarını bildirdiler. Daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı, böylece resmen de bozmuş oldular.
b) Kureyş'in Barışı Yenileme Teşebbüsü
Kureyşliler, bir müddet sonra hatalarını anladılar. Alaşmayı bozduklarına pişmân oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebû Süfyân'ı Medine'ye yolladılar.
Ebû Süfyân, Medine'de önce, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın zevcelerinden kızı Ümmü Habîbe'ye gitti. Oturacağı sırada, Ümmü Habîbe minderi topladı. Halbuki evde üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebû Süfyân sordu:
- Kızım, minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi minderden? Kızı cevap verdi.:
- Bu, Rasûlüllah (s.a.s.)'e âittir. Sen ise müşriksin, pissin. Bu yüzden üzerine oturmanı istemedim.(315)
Ebû Süfyân, daha sonra Rasûlüllah (s.a.s.)'e başvurdu. Olumlu bir sonuç alamadı. Başta Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer olmak üzere ashâbın ileri gelenleriyle bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Hz. Fâtıma'yı ziyâret ederek O'ndan yardım bekledi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı; hiç bir netice elde edemedi. Eli boş dönmek istemiyordu. Hz. Ali'nin tavsiyesine uymaktan başka çâre yoktu. Mescide geldi:
- Ey nâs, ben her iki tarafı da himâyeme alarak, Hudeybiye barışını yeniliyorum. Sanırım, kimse benim ahdimi bozmaz.. dedi. Fakat, kimseden cevâp alamadı. Devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke'nin yolunu tuttu. Bir işâretle bütün Mekke'yi harekete geçiren Ebû Süfyan, Medine'de kimseye sözünü dinletememiş, öz kızına bile merâmını anlatamamıştı.
Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözlerini dinleyenler:
- Yazık, sen hiç bir şey yapmamışsın. Bize barış haberi getirmedin ki, güven içinde olalım, Savaş haberi getirmedin ki, hazırlanalım. Ali seninle alay etmiş. Senin tek başına ilân ettiğin barış neye yarar..., dediler.(316)
c) Fetih Hazırlığı
Ebû Süfyan Mekke'ye döndükten sonra Rasûlüllah (s.a.s.)gizlice fetih hazırlığına başladı. Ashâbına sefer için hazırlanmalarını emretti. Ayrıca, Gıfâr, Eslem, Eşca' Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabîlelere haber salarak Ramazan'ın ilk günlerinde Medine'de toplanmalarını istedi.
Rasûlüllah (s.a.s.),Mekke'nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Kureyş savunma için hazırlık yapar da karşı koyarsa, kan dökülürdü. Bu yüzden hazırlıklar son derece gizli tutuldu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi. Bu vazife Huzâa kabilesine verildi. İki taraf arasında sanki kuş uçmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de seriyye göndermişti.d) Ebû Beltea oğlu Hâtıb'ın Kureyş'e Yazdığı Mektup
Ancak ashabtan Ebû Beltea oğlu Hâtıb, durumdan Kureyş'i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke'ye göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), İlâhî vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi.
- Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp getirin,buyurdu.
Kadın önce inkâr etti, fakat, "seni şimdi çırılçıplak soyar, her tarafını ararız", deyince, çâresiz mektubu saçının hotozu arasından çıkardı.(317)
Mektupta, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın önüne durulamaycak bir ordu ile Mekke üzerine yürüyeceği bildiriliyordu. Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hâtıb'dan böyle bir şeyi kimse beklemiyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) bir hey'et önünde Hatıb'ı sorguya çekti.
- Ey Hâtıb, bu ne iş, niçin bunu yaptın, diye sordu. Hâtıb:
- Ya Rasûlüllah hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş'e anlaşarak bağlı bir kimseyim, fakat hiç bir zaman onların mahremi olmadım. Yanınızdaki muhacir kardeşlerimin, Mekke'de âilesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benimse kimsem yok. Mekkelilerden nimetdârlar kazanarak âilemi korumak istemiştim. Bu işi dinimden dönmek için yapmadım, ben Müslüman olduktan sonra, kat'iyyen küfre razı olmam, diye kendini savundu. Hz. Ömer, dayanamayıp:
- Yâ Rasûlallah, izin ver de şu münâfığın boynunu vurayım, demişti. Fakat, Rasûlüllah (s.a.s.) Hâtıb'ın suçunu bağışladı.
- Yâ Ömer, Hâtıb Bedir Gazası'nda bulundu, ne bilirsin belki de Cenâb-ı Hak Bedir ehline: "Bundan böyle istediğinizi yapın, sizi bağışladım" demiş olabilir, buyurdu.
Fakat bu olayla ilgili olarak:
"Ey inananlar, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen hakkı tanımadıkları ve Rabbımız olan Allah'a inandığınız için peygamberi de sizi de (yurdunuzdan) çıkardıkları halde onlara sevgi (mi) gösteriyorsunuz? Siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıkmışsanız, ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bildiğim halde, nasıl olur da onlara sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur." (el-Mümtehine Sûresi, 1) anlamındaki âyet-i kerime indirilmiştir.(318)
e) Mekke'ye Yürüyüş
Müslümanlığın temeli, "Tevhid İnancı" dır. Tevhid İnancı'nın, yeryüzünde en büyük âbidesi, Mekke'deki Kâbe'dir. Ancak bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi hâline getirilmişti. İslâm güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke'nin şirkten kurtulması, Kâbe'nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.
Rasûlüllah (s.a.s.), Hicretin 8'inci yılı, Ramazan'ın 10'uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine'den çıktı.(319) (1 Ocak 630) Yolda katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti.(320) O gün Rasûlüllah (s.a.s.) ve ashâbı oruçluydu. Yola çıktıktan sonra oruçlarını bozdular. (321)
Rasûlüllah (s.a.s.)'ın amcası Abbâs Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizliyerek Mekkede müşrikler arasında kalmıştı. Böylece Mekke'deki haberleri gizlice Rasûlüllah (s.a.s.)'e ulaştırıyordu. Artık Mekke'de yapılacak iş kalmamıştı. Hîcret için Mekke'den çıktı, fakat yarı yolda Fetih Ordusuyla karşılaştı. Eşyâsını çocuklarıyla Medine'ye gönderip O da orduya katıldı. Rasûlüllah (s.a.s.) Abbâs'ın gelişinden memnun oldu.
- Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhâcirlerin sonuncusu da sen; diye iltifatta bulundu.
Mekke'ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesâfede "Merru'z-zahrân" denilen yerde karargâh kuruldu. Rasûlüllah (s.a.s.), ortalık kararınca burada ordu mevcûdunun sayısınca ateş yakılmasını emretti. Böylece, ordunun haşmetini Kureyş'e göstermek istiyordu.
Yollar iyice tutulduğu için, İslâm ordusu Merru'zahrân'a gelinceye kadar Mekkeliler hiç bir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebû Süfyân durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek istiyordu. Yanına bir kaç kişi alarak, Mekke'den çıktı. Uzakta yanmakta olan ateşler, hacıların, Arafatta arefe gecesi yaktıkları ateşlere benziyordu. Merakla ateşlere doğru ilerledikleri sırada Rasûlüllah (s.a.s.)'ın muhâfızları tarafından yakalanarak Peygamber Efendimizin huzûruna getirildiler, Rasûlüllah (s.a.s.)'a karşı en çok kin besleyen Mekke'nin resi Ebû Süfyân burada müslüman oldu. Artık Mekke fethedilmiş demekti. Belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Hz. Abbâs:
- Yâ Rasûlallah, Ebû Süfyân övünmeyi sever, iftihâr edebileceği bir lütufta bulunsanız, demişti. Rasûl-i Ekrem:
- Her kim Ebû Süfyân'ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerîf'e girerse, emniyettedir. Ebû Süfyân bunu ilân etsin, buyurdu.(322) Daha dün, İslâm düşmanlarının lideri olan kişi, bugün Rasûlüllah'ın emirlerini tebliğ etmekle iftihâr edecek, şeref kazanacaktı.
Merru'z-zahrân'dan hareket edileceği sıra Rasûlüllah (s.a.s.) Hz. Abbas'a:
- Ebû Süfyân'ı yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun ihtişâmını görsün, diye emretti.
Hz. Abbâs, Ebû Süfyân'ı, ordunun geçeceği dar bir geçit yerine oturttu. Mücâhidler sırayla alay alay Ebû Süfyân'ın önünden geçtikçe Ebû Süfyân'ın yüreği burkuluyor, geçen her kafilenin hangi kabîle olduğunu soruyordu. Hz. Abbâs:
- Bunlar Gıfâr kabîlesi, şunlar Cüheyne.. diye geçen kabîleleri bir bir anlattıkça Ebû Süfyân:
- Şaşılacak şey, bunlarla benim aramda ne düşmanlık var ki , buraya kadar gelmişler, diye hayretini ifâde ediyordu. Bir ara:
- Yâ Abbâs, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş, dedi. Hz. Abbâs:
- Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir, diye cevâp verdi.
Nihâyet, Ebû Süfyân'ın daha önce benzerini görmediği bir birlik geçti. Bunlar, ensârdı. Başlarında Sa'd b. Ubâde sancağı taşıyordu. Son gelen birlik, sayıca hepsinden azdı. Bu birlikte Rasûlüllah (s.a.s.) ile ensar ve muhâcirlerden en yakın arkadaşları vardı. Rasûlüllah (s.a.s.)'in sancağını Avvâm oğlu Zübeyr taşıyordu.
Ensâr alayı, Uhud ve Hendek Savaşları'nda müşrik ordusunun başkomutanı Ebû Süfyân'ın önünden geçerken Sa'd b. Ubâde:
- Ey Ebû Süfyân, bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kâbe'de kan dökmenin helal kılındığı gündür, demişti. Ebû Süfyân Sa'd'ın sözlerini Rasûlüllah (s.a.s.)'a nakletti. Hz. Rasûlüllah (s.a.s.):
- Sa'd yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk'ın Kâbe'yi yücelteceği gündür. Bugün Kâbe'nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür, buyurdu.(323) Sa'd'ın kan dökmesinden endişelendiği için, hemen Hz. Ali'yi gönderdi, ensâr sancağının Sa'd'dan alınıp oğlu Kays'a verilmesini emretti.(324)
Müslüman mücâhidlerin geçit resmini baştan sona seyreden Ebû Süfyân, Mekke'nin tesliminden başka çâre olmadığını anladı. Hz. Abbas'tan ayrılarak, hemen Mekke'ye döndü. Harem-i Şerif'e vardı. Heyecân içinde kendisini bekleyen Mekkelilere yüksek sesle hitâbetti:
- Muhammed (s.a.s.) , karşı koymamıza imkân olmayan bir ordu ile geliyor:
1) Her kim Ebû Süfyan'ın evine gelirse emniyettedir.
2) Her kim silahını bırakır, evine kapanırsa emniyettedir.
3) Her kim, Harem-i Şerîf'e sığınırsa emniyettedir. Ey Kureyş, Müslüman olunki, selâmet bulasınız...
Ebu Süfyân'ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın aleyhinde bulunan bu adam, şimdi herkese "müslüman olun", diyordu. Herkeste bir telâş başladı. Kimisi küfrediyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimi de mukavemet için hazırlanıyordu. Çoğunluk ise Ebû Süfyân'ın sözlerine uyup evlerine çekildiler. Bir kısmı da Harem-i Şerîf'te ve Ebû Süfyân'ın evinde toplandılar.
f) Mekke'ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)
Rasûlüllah (s.a.s.), Mekke'ye girmeden önce, "Zî Tuvâ" denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin gireceği yerleri tâyin etti. "Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbûr kalmadıkça kan dökmeyin..." diye tenbihte bulundu.
Sekiz yıl önce, yurdundan üç kişilik bir kafile ile nasıl ayrılmıştı, şimdi nasıl bir ihtişâmla dönüyordu. Rasûlüllah (s.a.s.) devesinin üstünde bütün bunları düşünüyor, mağrûr bir fâtih gibi değil, son derece mütevâzi bir halde, başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış, tesbih, tehlil ve duâ ile, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütuflarına şükrederek ilerliyordu.
Bütün birlikler, kan dökmeden Mekke'ye girdiler. Yalnızca Velîd oğlu Hâlid'in komuta ettiği birlik tecâvüze uğradı. Kureyş'in azılılarından Ümeyye oğlu Safvân, Amr oğlu Süheyl ve Ebû Cehil'in oğlu İkrime bir çete kurdular. Hâlid'in birliklerini Mekke'ye girerken ok yağmuruna tutarak iki müslümanı şehid ettiler. Bu durumda Hâlid, saldırganlar üzerine hücûm ederek, bir hamlede onüç tanesini öldürdü, diğerleri dağılıp kaçtılar.
Rasûlüllah (s.a.s.) kan döküldüğünü duyunca üzüldü. Fakat, tecâvüzün müşriklerden başladığını öğrenince:
- İlahî takdir böyleymiş, buyurdu.
Rasûlüllah (s.a.s.) çadırını Kinâneoğulları yurdunda "Hacûn" denilen yerde kurdurdu. Mekke Devri'nin 7'inci yılında, Kureyş müşrikleriyle Kinâneoğulları burada küfr üzerine anlaşmışlardı(325). Bu anlaşma gereğince müslümanlar üç yıl muhasara altında çok acı günler yaşamışlardı.
Rasûlüllah (s.a.s.) çadırında gusledip 8 rek'at "duhâ namazı" kıldı, sonra, devesine binerek, Kâbe'ye geldi. Yol boyunca Fetih Sûresi'ni okuduğu işitiliyordu.(326) Deve üzerinde, ihrâmsız olarak Kâbe'yi tavâf etti. Elindeki ucu eğri değnekle hacer-i Esved'i istilâm etti.
g) Kâbe'nin Putlardan Temizlenmesi.
Kâbe etrâfında 360 put vardı. Bunların en büyüğü olan "Hubel", Kâbe'nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kâbe'nin etrafına ve içine yerleştirilmişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) değnekle bunları itiyor, her birini bizzât deviriyordu. Putlar yıkılırken:
"Hak geldi, bâtıl yok oldu, esasen bâtıl yok olmağa mahkûmdur."(327) "Hâk geldi, artık bâtıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir"(328) diyordu.(329)
Kâbe'ye girmek için Rasûlüllah (s.a.s.) anahtarını istedi. Talha oğlu Osmân anahtarı getirdi. "Emânettir Ya Rasûlallah", diyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)'e teslim etti. Kâbe'nin içi de putlarla doluydu. Duvarlarına resimler asılmıştı. Rasûlüllah (s.a.s.)'ın emriyle Hz. Ömer bunları dışarı attı. Müşrikler, ilah diye taptıkları putların parçalanışını şaşkın şaşkın seyrettiler. Dünkü mabûdlar bir anda moloz yığını haline gelmiş, çöplüklere atılmıştı. Sonra, Rasûlüllah (s.a.s.), yanına Üsâme, Bilal ve Talha oğlu Osmân'ı da alarak Kâbe'ye girdi, kapının karşısındaki duvara doğru namaz kıldı.(330) Beyt-i Şerifi dolaşıp her tarafında tekbir getirdi. Uzunca bir müddet içeride kaldı. Bu sırada bütün Kureyş Hârem-i Şerif'te toplanmış, sabırsızlıkla, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı.
h) Fetih Hutbesi ve Genel Af
Rasûlüllah (s.a.s.) Kâbe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve müslümanlara ellerinden gelen her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayâtı, şimdi O'nun iki dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı. Rasûlüllah (s.a.s.) 20 yıl boyunca çektiklerini bir anda zihninden geçirdi, sonra şöyle hitâbetti.
"Allah'tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O'nun eşi ve ortağı yoktur. O va'dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek başına bütün düşmanları hezîmete uğrattı.
İyi bilinki bütün câhiliyet âdetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız, Kâbe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicâbe ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.
Ey Kureyş Cemâati! Allah sizden câhiliyet gururunu, babalarla, soylarla büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Âdem'dendir, (O'nun çocuklarıdır.) Âdem de topraktan yaratılmıştır."
Sonra şu anlamdaki âyet-i kerîmeyi okudu.
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Övünesiniz diye değil, kolaylıkla tanışasınız diye, sizi milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her hâlinizi bilir, O her şeyden haberdârdır." (Hucurât Sûresi, 13)
Rasûlüllah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'ın geniş sâhasını dolduran kalabalığı mânâlı bir bakışla süzdükten sonra:
- Ey Kureyş cemaâtı! Size şimdi nasıl bir muâmele yapacağımı sanıyorsunuz? diye sordu. Mekkeliler hep bir ağızdan:
- Hayır umuyoruz. Sen kerîm bir kardeş, âlicenâb bir kardeş oğlusun, diye cevap verdiler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
- Ben de size Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi, "Bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok." (Yûsuf Sûresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz (331), buyurdu.
Böylece Rasûlüllah (s.a.s.) hepsini affetmişti. Halbuki bunlar Hz. Peygamber (s.a.s.)'e neler yapmamışlardı. Müslümanları en korkunç işkencelere tâbi tutmuşlar, akla hayâle gelmedik eziyetler yapmışlardı. Şimdi başkaları olsa ne yapardı; Hz. Peygamber (s.a.s.) ne yapmıştır? Bu mukayese Rasûlüllah (s.a.s.)'in büyüklüğünü ortaya koymağa kâfidir.
Bu hitâbesinden sonra Rasûlüllah (s.a.s.) Mescid-i Harâm'da oturdu. Sikaye (hacılara su ve zemzem dağıtma) hizmeti Abdülmuttaliboğullarındaydı. Bu hizmeti Hz. Abbâs yapıyordu. Hicâbe (Kâbeyi açıp-kapama ve anahtarını taşıma) hizmetini ise Ebû Talha oğulları yapıyordu. Bu esnâda Hz. Ali bu iki hizmetin Abdülmuttaliboğulları'nda birleştirilmesini istemişti. Fakat Rasûlüllah (s.a.s.) Osman b. Talha'yı çağırdı.
- Yâ Osmân, bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür, al işte anahtarın, buyurdu (332).
Öğle vakti, Hz. Bilâl Kâbe'nin üstüne çıktı. Güzel ve gür sesiyle ezana başladı. "Allâhü Ekber" nidâları müşriklerin yüreklerini burkuyordu. Bu esnâda, Ebû Süfyân, Esîd oğlu Attâb, Hişâm oğlu Hâris gibi Kureyşin ileri gelenlerinden birkaç kişi Kâbe'nin avlusunda bir köşeye toplanmış konuşuyorlardı. İçlerinden Attâb:
- Babam şanslı adammış, daha önce öldü de şu sesi işitmedi, dedi. Hâris de:
- Şunun hak olduğunu bilsem, vallâhi ben de icâbet ederdim, diye konuştu. Ebû Süfyân ise:
- Ben bir şey söylemeyeceğim. Bir şey konuşsam şu çakılların bile dile gelip O'na haber vereceğinden korkuyorum, dedi.
Az sonra yanlarına Rasûlüllah (s.a.s.), aralarında konuştuklarını bir bir söyledi. Bunun üzerine:
- Konuştuklarımızı kimse duymamıştı. Biz şehâdet ederiz ki, sen Allah'ın Rasûlüsün, diye şehâdet getirdiler.(333)
l) Mekke Halkının Bîatı
Öğle namazından sonra, Rasûlüllah (s.a.s.) Safâ tepesinin yüksekce bir yerinde oturdu. Önce erkeklerden, sonra da kadınlardan bîat aldı. Erkekler, İslâm ve cihâd üzerine bîat ettiler(334). Kadınlar ise aşağıda meâli yazılı âyet-i celîledeki esaslara uyacaklarına dâir bîat ettiler.
"Ey Peygamber, mü'min kadınlar Allah'a hiçbir eş ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek ve hiçbir güzel işte sana karşı gelmemek üzere sana biata geldiklerinde biâtlarını kabûl et, Onlara Allah'tan mağfiret dile, Çünkü Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir." (el-Mümtehine Sûresi, 12)
Erkekler, Rasûlüllah (s.a.s.)'in elini tutup musâfaha ederek biât ettiler. Kadınlar ise sözle ve Rasûlüllah (s.a.s.)'in bulunduğu su kabına ellerini batırarak bîat ettiler.(335) Rasûlüllah (s.a.s.) in eli, hiç bir zaman yabancı bir kadının eline değmemiştir. (336)
j) Rasûlüllah (s.a.s.)'in Ensâr'ın Endişesini Gidermesi
Fetihten sonra ensâr kendi aralarında :
- Cenâb-ı Hakk, Rasûlüne doğup büyüdüğü vatanının fethini müyesser kıldı. Artık bizimle döner mi, yoksa buraya mı yerleşir, diye endişelerini belirtmişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) bunu duyunca:
- Böyle bir şeyden Allah'a sığınırım. Ben memleketinize hicret ettim. Hayatınız, hayatım; ölümünüz ölümümdür, buyurdu. (337) Ensârın endişelerini giderdi.
--------------------------------------------------------------------------------
(315) Zâdü'l-Meâd, 2/386; İbn Hişâm, 4/38
(316) İbn Hişâm, 4/39; Zâdü'l-Meâd, 2/387; Târih-i Din-i İslâm, 3/415
(317) el-Buhârî, 5/89; Tecrid Tercemesi, 10/322; Târih-i Din-i İslâm, 3/417
(318) el-Buhârî, 5/89; Tecrid Tercemesi, 10/323
(319) el-Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No: 1622); Târih-i Din-i İslâm 3/418
(320) Tecrid Tercemesi, 10/235; Kısas-ı Enbiyâ, 1/410
(321) el-Buhârî, 5/90; Tecrid Tercemesi, 10/235 (Hadis No:1622)
(322) Zâdü'l-Meâd, 2/391; İbn Hişâm, 4/47; Tecrid Tercemesi, 10/332
(323) el-Buhârî, 5/91; Tecrid Tercemesi,10/331 (Hadis No: 1624)
(324) Zâdü'l-Meâd, 2/392; Tecrid Tercemesi, 10/332; İbn Hişâm, 4/49
(325) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 6/132 (Hadis No: 786) ve 10/335
(326) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 10/337 (Hadis No: 1625)
(327) el-İsrâ Sûresi, 81
(328) Sebe'Sûresi, 49
(329) el-Buhârî, 5/92; Tecrid Tercemesi, 10/338 (Hadis No: 1626)
(330) el-Buhârî, 5/93; Tecrid Tercemesi, 10/339 Buhârî'nin Abdullah b. Ömer'den rivâyetine göre, Rasûlüllah (s.a.s.) Mekke'nin fethi günü Kâbe'ye girdiğinde içerde namaz kılmıştır. Abdullah b. Abbas'tan rivâyetine göre ise namaz kılmamış sadece tekbir getirmiştir. (Buhârî, 5/93)
(331) İbn Hişâm, 4/54; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/252; Zâdü'l-Meâd, 2/394; Tecrid Tercemesi, 10/340-341
(332) İbn Hîşâm, 4/55; Zâdü'l-Meâd, 2/395; Tecrid Tercemesi, 10/342
Câhiliyet devrinde Kâbe'yi pazartesi ve perşembe günleri ziyarete açarlardı. Bir defasında Rasûlüllah (s.a.s) 'de gelmiş halkla birlikte O da içeri girmek istemişti. Fakat Osmân b. Talha kabalık etmiş, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın içeri girmesine engel olmuştu. Rasûlüllah (s.a.s.) hiç kızmadan:
-"Ya Osmân, yakında sen benim bu anahtarı dilediğim kişiye verebileceğim bir günü göreceksin..." buyurmuştu. Şimdi Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) anahtarı dilediğine verebilirdi. Fakat gene Osmân'a verdi. ve:
-Yâ Osmân, sana söylediğim söz gerçekleşti mi? diye sordu. Osmân, olayı hatırladı:
-Evet, gerçekleşti, şehâdet ederim ki sen, Allah'ın Rasûlüsün, dedi. (Zâdü'l-Meâd, 2/395; Tecrid Tercemesi, 10/342-343)
(333) İbn Hişâm, 4/56; Zâdü'l-Meâd, 2/395; İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/254
(334) İbnü'l-Esîr, 2/252-253
(335) Hak Dini Kur'ân Dili, 6/4916; Tecrid Tercemesi, 10/344
(336) el-Buhârî, 6/173; Müslim, 3/1489 (Hadis No: 1866); İbnü'l-Esîr, a.g.e., 2/254
(337) Zâdü'l-Meâd, 2/397; Müslim, 3/1405 - 1406 (Hadis No: 1780); Tecrid Tercemesi 10/346-347
--------------------------------------------------------------------------------
4- HUNEYN GAZVESİ (6 Şevval 8 H./ 27 Ocak 630 M.)
And olsunki, Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği, fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün bütün genişliğine rağmen size dar gelip de bozularak gerisin geriye döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti."
(et- Tevbe Sûresi, 25-26)
Huneyn, Mekke ile Tâif arasında, Mekke'ye yaklaşık 16 km. mesafede bir vâdidir. Câhiliyet devri Arap şâirlerinin şiir müsabâkası yaptıkları "Zü'l-mecâz" panayırı da bu vâdi kanarında kurulurdu. Huneyn Savaşı, Mekke'nin fethinden on altı gün sonra (6 Şevval Cumartesi) bu vâdide Hevâzin Kabîlesi ve müttefikleriyle yapıldı.
a) Savaşın Sebebi
Hevâzin, Arabistan'ın en büyük kabîlelerinden biriydi. Mekke'nin güney-doğusundaki dağlarda yaşıyorlardı. Mekke müslümanlar tarafından fethedilmiş, Kâbe'deki bütün putlar kırılmıştı. Hevâzin kabîlesi bu durumdan endişeye düştü. Tedbir alınmazsa, aynı hâl bir gün kendi başlarına gelebilirdi. Kabîle başkanı genç şâir Avf oğlu Mâlik'in teşvikiyle hemen savaş hazırlığına başladılar. Tâif'te bulunan Sakîf Kabîlesi de bunlarla birleşti. Bu iki büyük kabîle (Peygamber Efendimizin süt annesi Halîme'nin mensup olduğu) Sa'd Oğulları gibi bazı küçük kabîleleri de ittifakları içine aldılar. Böylece 20 bin kişilik bir kuvvetle Huneyn Vâdisi'nde toplandılar. Bu harekâtı, ölüm-kalım savaşı sayıyorlardı. Bu sebeple kadınlarını, çocuklarını, bütün hayvanlarını ve kıymetli eşyalarnı da berâberlerinde getirdiler. Ya savaşı kazanıp, Müslümanlığı ortadan kaldıracaklar, yahut da bu uğurda hepsi öleceklerdi.
b) Düşman Üzerine Yürüyüş
Rasûlüllah (s.a.s.) Mekke'de şehrin idâresini düzenlemekle meşguldü. Düşmanın Huneyn'de toplandığını öğrenince, Mekke'de Esîd oğlu Attâb'ı kaymakam bırakarak, 12 bin kişilik bir kuvvetle derhal düşmana karşı harekete geçti. Bu kuvvetin l0 bini, Mekke'nin fethi için Medine'den gelen mücâhidler, 2 bini ise, Mekke'nin fethinden sonra müslüman olan Kureyşlilerdendi. Ayrıca bunlar arasında 80 kadar da henüz müslüman olmamış Mekkeli müşrik vardı. Ümeyye oğlu Safvân bunlardan biriydi.
Müslüman ordusu gerek sayı, gerek silâh ve teçhizat bakımından mükemmeldi. Şimdiye kadar hiç bu kadar mükemmel bir orduları olmamıştı. Bu durum müslümanların bir çoğunu gururlandırıyor, "artık bu ordu yenilmez," diyorlardı.(338)
İki ordu Huneyn vâdisinde karşılaştı. Müslüman ordusu Huneyn'e sabah karanlığında ulaşmış, vâdinin alçak kısımlarında yer alabilmişti. Düşman kuvvetleri ise buraya önceden gelmişler, yüksek kısımlara ve en elverişli yerlere yerleşerek pusu kurmuşlardı.
c) Pusaya düşünce
İslam ordusunun öncü kuvveti, yeni müslüman olan Mekke'lilerle Süleym Oğullarından meydana gelmişti. Velîd oğlu Hâlid'in komutasında sabah karanlığında pervasız ve tedbirsizce ilerlerken, pusuya düşdüler. Ansızın karşılaştıkları ok yağmuruyla dağılıp geri çekildiler. Alaca karanlıkta her taraftan düşman hücûma başladı. Öncü kuvvetlerdeki çekilme, gerideki birliklere de sirâyet etti. Müslümanlar daracık vâdide, yamaçları tutmuş olan düşmanın ok yağmuru altında neye uğradıklarını anlayamadılar. Şaşırıp birbirlerine girdiler. Umûmî bir panik başladı. Böylece o yenilmez sanılan mükemmel ordu, daha savaş başlamadan dağıldı, herkes kaçmağa başladı.
Ancak Rasûlüllah (s.a.s.) bindiği katırı düşmana doğru sürüyordu. Sağında amcası Abbâs, solunda amcazâdesi Hâris oğlu Ebû Süfyân, katırın dizginlerini tutarak, ilerlemesine engel olmağa çalışıyorlardı(339). Rasûlullah (s.a.s. ) etrafında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Üsame...gibi, ashâbın ileri gelenlerinden ancak 80-100 kişi kalmıştı.
Bu âni bozgun, yeni müslüman olanlardan, henüz imânı zayıf kimselerin gerçek düşüncelerini ortaya çıkarıvermişti. Ebû Süfyan mânâlı bir tebessümle:
- Artık bu bozgunun denize kadar önü alınamaz, demişti. Kelede:
- Bugün sihir bozuldu, diye haykırmış, henüz müşrik olan kardeşi Safvân:
- Sus, ağzın kurusun, bana Hevâzinden biri hâkim olacağına Kureyş'den biri olsun, diyerek kardeşini azarlamıştı? Uhud Savaşında öldürülen Ebû Talha'nın oğlu Şeybe ise:
- Bugün Muhammed'den intikamım alınıyor, diyecek kadar ileri gitmişti. Mekke'de bile:
- Muhammed ölmüş, ordusu dağılmış, Arablar eski dinlerine dönecekler, diye söylentiler çıkmış, Rasûlüllah (s.a.s. ) kaymakam bıraktığı Attâb b. Esîd:
- Muhammed ölmüşse, Allah bâkidir, şerîatı duruyor, diye halkı teskine çalışmıştı.
d) Rasûlüllah (s.a.s. )'in Metâneti ve Düşmanın Hezîmeti
İşte böylesine tehlikeli bir anda Hz. Peygamber (s.a.s.), metânetle yerinde durup, kaçıp dağılan müslümanlara:
- Ey Allah'ın kulları! Buraya geliniz. Ben Allah'ın Peygamberiyim, bunda yalan yok! Ben Abdülmuttalib'in torunuyum, diyordu.(340)
Sonra Rasûlüllah (s.a.s. )'in emriyle Hz. Abbâs gür sesiyle haykırdı:
- "Ey Akabe'de bîat eden ensâr! Ey, Şecere-i Rıdvân altında, geri dönmemek üzere bîat edip söz veren ashâb! Muhammed (s.a.s.) burada. O'na doğru gelin.
Abbâs'ın sesini duyanlar,, derhal "Lebbeyk, lebbeyk" diyerek geri dönüp geldiler. Yâ Evs, Yâ Hazrec diye nidâ ederek bütün ensâr Rasûlüllah (s.a.s. )'in etrâfında yeniden toplandılar. Savaş bütün şiddetiyle yeniden başladı.(341)
Hz. Peygamber (s.a.s.), Cenâb-ı Hakk'a zafer ihsân etmesi için duâ ettikten sonra yerden bir avuç toprak alıp düşman üzerine savurdu. Düşmanlardan bu topraktan gözüne isâbet etmeyen hiç kimse kalmadı.(342) Cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla düşman hezimete uğradı. Darmadağın olup, kadınlarını, çocuklarını, hayvanlarını bırakıp kaçmağa başladılar. Müslümanlar arkalarından kovalayıp, yetişebildiklerini öldürdüler veya esir ettiler. Savaşı kazanmak üzere olan düşman, mağlup oldu; yenilmek üzere olan Müslümanlar ise galip geldi. Savaşta müşriklerden ölenlerin sayısı 70'i buldu, müslümanlardan ise 4 şehid vardı.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu savaş şöyle anlatılmaktadır:
"(Ey mü'minler), şüphesiz Allah size (Bedir, Hendek, Hudeybiye, Hayber ve Mekke gibi) bir çok yerlerde ve Huneyn gününde yardım etti. O gün Çokluğunuz size gurûr vermiş, böbürlendirmişti. Fakat bu çokluğun hiç bir faydası olmamış, yeryüzü bütün genişliği ile başınıza dar gelmişti. Sonra gerisin geriye dönüp kaçmıştınız. Bu hezîmetten sonra Allah, Peygamberine ve mü'minlere sükûnet veren rahmetini indirdi, görmediğiniz askerler (melekler) gönderdi, inkâr edenleri azâba uğrattı. Kâfirlerin cezâsı işte budur." (et-Tevbe Sûresi, 25-26)
--------------------------------------------------------------------------------
(338) et-Tevbe, Sûresi, 25-26
(339) Müslim, 3/1398 (Hadis No: 1775)
(340) el-Buhârî, 5/99; Müslim, 3/1400 (Hadis No: 1776); Tecrid Tercemesi, 10/353
(341) Müslim, 3/1398-1399 (Hadis No: 1775); İbn Hişâm, 4/87
(342) Müslim, 3/1402 (Hadis No: 1ş)
--------------------------------------------------------------------------------
5- EVTÂS SAVAŞI
Huneyn'de bozguna uğrayan düşmanın bir kısmı, bu bölgedeki Evtâs Vâdisi'nde toplandı. Bunların başında ihtiyar bir savaşçı olan Düreyd b. Simme vardı. Bir kısmı da Sakif kabîlesiyle birlikte Tâif'e çekildi. Bunların başında ise Hevâzin reisi Avfoğlu Mâlik bulunuyordu. Bunlar, hazırlıklarını tamamlayıp yeniden savaşmak istiyorlardı. Bu sebeple Rasûlüllah (s.a.s. ) Evtâs üzerine Ebû Mûsa'l-Eş'arî'nin amcası "Ebû Âmir" komutasında bir birlik gönderdi.
Yapılan savaşta Düreyd öldürüldü. Ebû Âmir de şehid oldu. Ebû Âmir, yaralandığı zaman, kumandayı yeğeni Ebû Mûsa'l-Eş'arî'ye bırakmıştı. Ebû Mûsâ savaşı kazandı. Birçok esir ve ganimetle geri döndü.(343)
Esirler arasında Sa'd Oğulları Kabîlesi'nden Rasûlüllah (s.a.s. )'in süt kardeşi "Şeymâ" da vardı. "Ben Peygamberin süt kardeşiyim" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s.)'e götürdüler. Rasûl-i Ekrem Şeymâ'yı görünce tanıdı. Üzüntüsünden gözleri yaşardı. Hemen hırkasını serip üzerine oturttu, hâl-hatır sorup ikrâmda bulundu. Bir köle, bir câriye, iki deve ve bir mikdâr koyun vererek, isteği üzerine kabilesine gönderdi.(344)
6- TÂİF MUHÂSARASI (Şevvâl 8 H./Şubat 630 M.)
Huneyn hezîmetinden sonra Sakif Kabîlesi, memleketleri olan Tâif'e çekilmişlerdi. Hevâzin Kabîlesinin reisi Avf oğlu Mâlik de bunlarla berâberdi. Huneyn Savaşı'nın kesin sonucunu almak için Tâif'te toplananların da takibi gerekiyordu.
Hz. Peygamber (s.a.s.), Hâlid b. Velîd'i bin kişilik öncü kuvvetle Tâif'i muhâsara için gönderdi. Huneyn ve Evtâs'ta ele geçen ganimet ve esirleri Mekke'ye yaklaşık 16 km. mesâfede "Ci'râne" denilen yerde muhâfaza altına aldıktan sonra, kendisi de ordusuyla Tâif üzerine yürüdü.
Tâif, Mekke'nin güney doğusunda, etrâfı yüksek kale duvarlarıyla çevrili eski bir şehirdi. Kale içinde bol miktarda erzâk ve silah depo edilmişti. Muhâsara yirmi günden fazla sürdü. Müslümanlar ilk defa bu muhâsarada, kale duvarlarını yıkmak için mancınık ve debbâbe denilen savaş âletlerini kullandılar.(345) Bu âletleri müslümanlara Sel-mân-ı Fârisî öğretmişti. Fakat kale duvarları çok sağlamdı. Tâifliler, duvarlar üzerindeki siperlerden ok atarak kaleyi savunuyorlar, gedik açılmasına imkân vermiyorlardı. Hatta, atılan oklarla 12 kişi şehid olmuştu. Bir ara Hâlid b. Velîd mubâreze için er diledi. Tâifliler:
- Sana karşı çıkabilecek kimsemiz yok, erzâkımız bitinceye kadar kaleyi savunacağız. Sonra hep birlikte çıkıp ölünceye kadar çarpışacığız, diye cevâp verdiler.
Tâiflilerin erzâkları tükenip teslim olmaları veya kaleden çıkmaları uzun sürecekti. Rasûlüllah (s.a.s). durumu, ashabı ile istişâre etti. Nevfel b. Muâviye:
- Tilki inine kapandı. Uzun müddet sıkıştırılırsa, mecbûr olup çıkar, böyle bırakılsa da zarar gelmez, dedi.(346) Muhâsaranın uzamasında yarar görülmedi. Rasûlüllah (s.a.s. ):
- Allah'ım, Sakif'e hidâyet nasip et, onları bize gönder, diye duâ etti.(347) Muhâsarayı kaldırıp, ganimetleri mücâhidlere dağıtmak üzere Ci'râne'ye döndü. Tâifliler bir sene sonra (Hicretin 9'uncu yılında) Medine'ye bir hey'et gönderip İslâm Dini'ni kabûl ettiklerini bildirdiler.
--------------------------------------------------------------------------------
(343) el-Buhârî, 5/101; Tecrid Tercemesi, 10/358 (Hadis No: 1629); İbn Hişâm, 4/97
(344) Tecrid Tercemesi, 7/134; İbn Hişâm, 100-101; Târih-i Din-i İslâm, 3/454
(345) İbn Hişâm, 4/126; Zâdü'l-Meâd, 2/462
Mancınık: Topun icâdından önce, kale duvarlarını dövmek için iri taş ve gülle atmakta kullanılan âlet.
Debbâbe: Tahtadan bir iskelet üzerine kalın deri gerilerek yapılan bir savaş âleti. İçine kale duvarlarını delecek askerler girip yavaş yavaş kale duvarı dibine kadar yaklaşırlar ve bu siperin içinde duvarı delerlerdi. Bu âlet, ilkel bir tank demekti.
(346) Zâdü'l-Meâd, 2/462; Tecrid Tercemesi, 10/365 (Hadis No: 163)
(347) Zâdü'l-Meâd, 2/463; İbn Hişâm, 4/131
.XXXXXXX
7- ESİRLER VE GANİMETLER
Huneyn ve Evtâs Savaşlarında, kadın erkek 6 bin esir, 24 bin deve, 40 bin okiyye (yaklaşık 5 ton) altın ve gümüş ve pek çok kıymetli eşyâ ele geçmiş, bunlar Ci'râne'de toplanmıştı. (348) O zamana kadar hiçbir savaşta bu kadar çok esir ve ganimet ele geçmemişti. Özellikle yeni Müslüman olmuş bedevî Araplar, Huneyn zaferinin ilk gününden itibâren, ganimet mallarını paylaştırılmasını istemişlerdi. Rasûlüllah (s.a.s.) ise bu mürâcaatlara:
- Tâif'ten döndüğümüzde, diye cevâp vermişti.
a) Esirlerin Serbest Bırakılması
Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) Tâif'ten Ci'râne'ye döndükten sonra esirleri ve ganimet mallarnı hemen paylaştırmadı. Esirleri kurtarmak üzere Hevâzinlilerin müracaatlarını bekledi.(349) Yeni müslüman olan bedevîler ise, kendilerine bir an önce ganimetlerin verilmesi için sabırsızlanıyorlardı.(350)
Nihâyet, Hevâzin Kabîlesinden 14 kişilik bir hey'et geldi. Bunların çoğu bu esnâda müslüman olmuşlardı. Aralarında Rasûlüllah (s.a.s.)'in süt annesi Halîme'nin mensûb olduğu Sa'doğulları'nın temsilcileri de vardı.
- Yâ Rasûlallah, biz asâlet ve aşîret sâhibi kimseliriz, başımıza geleni biliyorsunuz, dediler; esirlerin ve ganimet mallarının geri verilmesini istediler. İçlerinden Hz. Peygamber (s.a.s.)'in süt amcası Zübeyr:
- Ey Allâh'ın Rasûlü, esir kadınlar arasında süt halalarınız, süt teyzeleriniz de var. Onlar sana çocukluğunda hizmet ettiler. Sen ise yardım için başvurulacak insanların en hayırlısısın... dedi.(351) Rasûlüllah (s.a.s.) onları dinledikten sonra:
- Ben sizi bugüne kadar bekledim. Siz çok geç kaldınız. Halk etrâfımda, ganimetlerin paylaştırılmasını bekliyor. Şimdi siz ikisinden birini tercih edin. Kadınlarınızı ve çocuklarınızı mı istersiniz, yoksa mallarınızı mı? diye sordu. Hey'et:
- Elbette kadınlarımızı ve çocuklarımızı isteriz. Âile şerefini hiç bir şeyle değişmeyiz, dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.s.):
- Bana ve Abdülmuttalib oğullarının payına düşen esirler serbesttir, onları size bağışladım, buyurdu. Diğerlerinin de serbest bırakılması için, namazdan sonra, kendisini şefâatçi kılarak, müslamanlardan istemelerini söyledi. Hevâzin hey'eti, Rasûlüllah (s.a.s.) 'in öğrettiği gibi yaptılar: Öğle namazından sonra ayağa kalkıp:
- Biz, Rasûlüllah (s.a.s.)'i şefâtçi kılarak, Müslüman kardeşlerimizden, kadınlarımızı ve çocuklarımızı bağışlamalarını istiyoruz, dediler. Gönülleri coşturacak sözler söylediler. Rasûlüllah (s.a.s.) Cenâb-ı Hakk'a hamd ve sena ettikten sonra:
- Ashâbım, bana ve Abdülmuttalib oğullarının payına düşen bütün esirleri ben serbest bıraktım. İçinizden, kardeşlerinizin gönlünü hoş etmek, karşılığını Allah'dan almak isteyenler de böyle yapsın. Bedelsiz vermek istemeyenlere ise, Cenâb-ı Hakk'ın ihsân edeceği ilk ganimetten (her bir esir için 6 deve) vereceğim, buyurdu.
Bütün müslümanlar:
- Biz de hissemize düşeni, Rasûlüllah (s.a.s.)'a bağışladık, diye bağrıştılar. Böylece 6 bin esir bir anda kurtulmuş oldu.(352) İnsanlık târihinde bu olayın benzerini göstermek mümkün değildir. Bu büyüklük karşısında Hevâzin Kabîlesi toptan Müslüman oldu.
Bu esnâda, kabîle reisi Mâlik Tâif'teydi. Hz. Peygamber (s.a.s.) Hevâzin heyetine:
- Eğer Mâlik, gelir de Müslüman olursa,bütün âilesi ve mallarından başka ayrıca 100 de deve veririm, buyurdu. Mâlik bu heberi duyunca, gelip Müslüman oldu. Çocuklarıyla birlikte, bütün mallarını ve 100 deveyi alarak kabîlesine döndü. Rasûlüllah (s.a.s.) onu kabîlesine âmil (zekât toplama memuru) tâyin etti.(353)
b) Ganimetlerin Taksimi
Esirlerin hürriyete kavuşmasından sonra sıra ganimetlerin taksimine geldi. Esâsen Bedevîler:
- Artık bizim de deveden, davardan hakkımızı ver, diye taşkınlık yapıyorlar, Rasûlüllah (s.a.s.) 'ın peşini bırakmıyorlardı. Rasûl-i Ekrem bunlara hitâben:
- Ey nâs! Ne diye sabırsızlanıyorsunuz? Ganimet davarları, şu vâdinin ağaçları sayısınca bile olsa, dağıtacağım. Sonra yanındaki deveden aldığı bir tüyü parmaklarının arasında göstererek:
- Benim sizin ganimetlerinizle, değil bir deve, şu tüy kadar bile ilgim yok. Aldığım beşte bir hisse de gene size (fakirlerinize) sarfolunmaktadır. İğne-iplik bile olsa, aldığınız her şeyi teslim ediniz. Çünkü kıyâmet gününde en büyük ar ve azâb vesîlesidir, buyurdu.(354) Sonra ganimet mallarını dağıtmağa başladı.
Ganimetler beşe bölündü. Bir hisse Beytü'l-mâl için ayrıldı, dördü mücâhitlere paylaştırıldı. Beytü'l-mâl hissesinin tasarrufu (harcama yetkisi) Rasûlüllah (s.a.s.) 'e âitti.(355)
c) Müellefe-i Kulûb
Rasûlüllah (s.a.s.) , Mekke'nin fethinden sonra müslüman olmuş olan Kureyş ileri gelenlerine ganimetten paylarına düşenden ayrı olarak, Beytü'l-mâl hissesinden de bol mikdârda bağışda bulundu. Bunlar uzun yıllar, Rasûlüllah (s.a.s.)'a düşmanlık hareketinin öncülüğünü yapmışlar, Mekke'nin fethinden sonra çâresiz müslüman olmuşlardı. Ancak gönülleri İslâm'a ısınmamıştı. Bunca yıl İslâm düşmanlığı yaptıktan sonra, bir anda bütün kalbiyle Müslümanlığı benimseyivermek kolay bir iş değildi. Kur'ân-ı Kerîm, bu gibilere "el-müellefetü kulûbühüm" adını vermekte, gönüllerinin kazanılması, İslâm'a ısındırılması için bunlara zekât verilebileceğini bildirmektedir.(356) Rasûlüllah (s.a.s.) bunları İslâm'a ısındırmak istedi. Çünkü bunlar nüfûzlu ve itibârlı kimselerdi, halk üzerindeki tesirleri büyüktü. Samîmî müslüman oldukları takdirde, kendilerinden faydalı hizmetler beklenebilirdi.
"Müellefe-i kulûb" denilen bu kimselerin sayısı, 30 kadardı. Rasûlüllah (s.a.s.) bunların bir kısmına 100'er deve ile münâsip miktâr gümüş verdi. Ebû Süfyân ile oğlu Muâviye, Ebû Cehil'in oğlu İkrime, Amr oğlu Süheyl, Ümeyye oğlu Safvân, Ebû Talha oğlu Şeybe bunlardandır. Diğer kısmına ise, durumlarına göre 50'şer veya 40'ar deve, uygun mikdarda gümüş verildi.(357)
d) Ensâr'dan bir Kısım Gençlerin Yakışıksız Sözleri
Müellefe-i kulûb'a yapılan bu bağışlar, imânı zayıf olanları İslam'a ısındırmak, henüz imân etmemiş olanların, gerçek müslüman olmalarını sağlamak içindi.(358)
Ancak, Rasûlüllah (s.a.s.)'in bu yüksek düşüncesini ensârdan bazı gençler kavrayamamıştı. Kendi aralarında:
- Cenâb-ı Hak, Rasûlüne hayır ihsan buyursun, artık kendi kavmine kavuştu. Henüz kılıçlarımızdan Kureyş kanı damlarken, bizi bırakıp bütün ganimeti onlara verdi.(359) Savaş gibi zor işler olunca biz çağrılıyoruz, ganimete ise başkaları...(360) gibi sözlerle yakışıksız dedi-kodular yaptılar. Hatta münafıklardan biri:
- Bu taksimde Allah rızası gözetilmedi, demişti. (361/1)
Rasûlüllah (s.a.s.) bu tür dedi-koduları duyunca son derece üzüldü. Hemen Ensâr'ın toplanmalarını emretti. Allah'a hamd ve senâdan sonra:
- Ey Ensâr Cemâti! Siz yolunu şaşırmış müşriklerdiniz. Allah size benimle doğru yolu göstermedi
BÖYLE BİR DOSTUNUZ OLDU MU?
* Daima düşünceliydi.
* Susması konuşmasından uzun sürerdi.
* Luzumsuz yere konuşmazdı.
* Konuştuğunda ne fazla, ne de eksik söz kullanırdı.
* Dünya işleri için kızmazdı.
* Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı.
* Kötü söz söylemezdi.
* Affediciliği tabii idi, intikam almazdı.
* Düşmanlarını affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.
* Kimseyle çekişmezdi.
* Çok konuşmazdı.
* Boş şeylerle uğraşmazdı.
* Umanı umutsuzluğa düşürmezdi.
* Hoşlanmadığı bir şey hakkında susardı.
* Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ayıplardı.
* Kimsenin kusurunu araştırmazdı.
* Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi.
* Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi.
* Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi.
* Her zaman ağırbaşlıydı.
* Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı.
*Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı.
* Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü.
* Yürürken ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmazdı.
* Adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilirdi.
* Vakar ve sükunetle rahatça yürürdü.
* Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.
* Dostlarına şöyle derdi: “ Dünya da garip bir kimse, yahut bir yolcu gibi ol “
* Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir haletle dururdu.
* Adet üzere sarfedilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı.
*Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı.
* Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilmezdi.
* Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı.
* Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmezdi.
* Bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı.
* Sabahları evinden çıkarken şöyle derdi: “ İlahi, doğru yoldan sapmaktan ve
Saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve
Haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım “
*Sıradan değildi. Ama sıradan insanlar gibi yaşardı..
*** O, HZ. PEYGAMBERDİ. (SAV)***
PEYGAMBERİMİZİN AHLAKÎ ÖZELLİKLERİ
Peygamberimizin ahlâkının en önemli özelliği, Allah vergisi oluşudur. O bütün güzel vasıfları, çalışıp, emek verip, bir çaba sonucu kazanmış değildir. Onun ahlâkı Allah tarafından ihsan edilmiş, ikram edilmiştir. Yüce Allah onu insanların örnek alacağı kusursuz, eksiksiz ve seçkin bir şekilde yaratmıştır.
O dünyaya gözünü açıp kapayıncaya kadar hep aynı huy ve ahlâk üzerinde yaşamıştır. Ondaki güzel vasıflar yaratılışında mevcuttu. Onu eğiten, edep ve ahlâkın en üstün özellikleriyle süsleyen Yüce Rabbidir.
İşte bundan dolayı, onu kendisine örnek kabul eden insan, onu ne kadar taklit edebilirse, o kadar istifadesi fazla olur, o nurdan aldığı feyiz, o nisbette çoğalır.
Peygamberimizin ahlâkının en belirgin özelliklerinden birisi de, insan yaratılışında var olan birbirine zıt ve ters huyları en mükemmel şekilde bağdaştırıp, bütün duyguların ideal noktasını bulmasıdır. Hiçbir şekilde aşırılığa kaçmadan, orta yola, doğruya ulaşmasıdır.
Peygamberimiz, herkesin arzu edip de bir türlü ulaşamadığı en üstün değerleri ve olgunluğu mükemmel bir şekilde hayâtı boyunca ümmetine göstermiş, bütün insanlığın gözleri önüne sermiştir.
Bazı anlar olmuş, en cesur bir fedai olarak, düşmanın kat kat üstünlüğüne hiç aldırmadan, binlerce düşmana tek başına meydan okumuştur. Ama bu halinde bile yumuşak kalpliliğini, merhametini geri bırakmamıştır.
Meselâ bir savaş sonrası, öldürülmüş olarak gördüğü düşman çocuklarına o kadar acımıştı ki, düşman da olsa çocukların öldürülmemesi gerektiğini, çünkü onların suçsuz ve Cennetlik olduklarınıhaber vermişti.
O, bütün insanlığın kurtuluşu ve İslâmın dünyaya yayılması gibi yüce bir gaye için zihnini yorarken; bu arada binleri bulan ve Arabistan'ın her tarafına dal budak salan ümmetinin halini ve işlerini düşünürken; çevresinde bulunan yoksul ve fakir Müslümanları hiçbir zaman unutmamış; kendi çoluk çocuğunu, onların eğitim ve ihtiyaçlarını da ihmal etmemiştir. Birincisini büyük görürken, öbürünü küçümsememiştir.
Bu kadar ağır ve sorumluluk isteyen bir görev üzerinde bulunduğu halde, o yine kendisini Rabbine vermiş, günün büyük bir kısmını ibadet ve zikirle geçirmiştir.
Kalbi her an Allah'a bağlıdır. Bu haliyle dünya ile ilişkisini kesmiş gibi görünse de, yine o dünyanın içindedir. Bütün işlerinde Allah'ın rızasını gözetmiştir.
Peygamber Efendimiz, dâva arkadaşlarını gözü gibi korumuş, onlara ana-babalarından görmedikleri şefkat ve yakınlığı göstermiş, kendi şahsına yapılan kötülüğü affetmiş, intikam almayıdüşünmemiştir. Kendisini öldürmek için tuzak kuranları yakaladığında serbest bı-
rakmış, ama Allah düşmanlarını asla bağışlamamış, onların yakasını bırakmamıştır.
İçi bozuk, dıştan Müslüman gibi görünen münafıkların kalbine devamlı Cehennem korkusunu vermiş, âhiretteki acı hallerini hatırlatmıştır.
İslâm toprakları, güneyde Yemen'e kuzeyde İran ve Suriye sınırına dayandığı sırada Peygamberimiz, Arapların sultanı, Arabistan'ın hakimi idi. Savaş sonrası düşmanın bırakıp gittiği mallar ve ganimetler mescidin içini doldururken, en kıymetli mallar Müslümanların eline geçtiği halde, yine o kuru bir hasır üzerinde yatacak kadar engin ruhlu; içi ot dolu bir yastığa yaslanacak kadar mütevazı; her türlü imkân mevcutken, açlık sıkıntısı çekecek kadar kanaatkar ve tok gönüllü idi.
Hz. Ömer'in "Bizans kralı ve İran şahı dünya nimetleri içinde yüzerken, Resulullah kuru hasır üstünde yaşıyor" diyerek ağlaması üzerine, Sahabîsinin gönlünü hoş tutan yüce Peygamberimiz:
"Yâ Ömer, varsın, Kisra ve Kayser dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, keyif sürsünler. Âhiret nimeti bize yeter" diyerek tevekkül ve rızasını dile getiriyordu.
Peygamberimizin ahlâkı bir meleke halindeydi, öz olarak mevcuttu. Güneş nasıl ışık saçar, çiçekler nasıl rengi ve kokusuyla ortalığı Cennete çevirip burcu burcu kokular saçarsa; ağaçlar nasıl türlü türlü meyveler verir, yaratılışlarında var olanları ortaya çıkarırsa; Resul-i Ekrem Efendimizin ahlâkî hayâtı da o şekilde normal bir seyir içinde cereyan ediyordu.
Öyle ki, her gören, Peygamberimizin o faziletle birlikte yaratıldığı kanaatine varırdı. Hiç kimse ondan o fazilete aykırı bir şeyin görüleceğine inanmazdı. O her zaman muhtaçlara yardım eder; zayıfları korur; tatlı sözlü, güler yüzlü bulunur; izzet ve vakarını muhafaza eder; tevazu ve hoşgörüsünü hiç kimseden esirgemezdi. Güneş nasıl ki, Allah'a inananın da, inanmayanın da üzerine doğarsa, Peygamberimizin dünyayı kaplayan şefkati de küçük-büyük, gençihtiyar, müslim-gayr-i müslim herkese aynı şekilde yayılırdı.
www.sevde.de
Gül Bebek
GÜL, MUHAMMEDİN KOKUSUNA GIPTA EDER
KOKUMU O'NUN TERİNDEN ALDIM DER
Gelişi ile kurak Badiye yaylasını bolluk ve berekete kavuşturan istikbalin şanlı Peygamberi, gül kokulu bebbek, derin seziş ve engin kavrayışlı sütannenin ihtimamında büyüyor. Halime ve kocası, gül kokulu bebeğe hayran ve vurgunlar... O'nu ilk tanıdıkları dakikadan bu tarafa harikuladelikler artarak devam ediyor.
Görünüşe sütannenin engin titizliğinde, hakikatte ise ilahi himayede büyüyen insanlığın sultını sallallahü aleyhi ve sellem, iki aylık iken emeklemeye başladı; üçüncü ayda ayakta durabildi. Dördüncü ayda duvara tutunarak yüküyebildi. Yedi aylık olduğunda sağa-sola gidebiliyordu.
Konuşmaya başlaması da Peygamberliğine müjde taşıyan başka bir hikmet... sekiz aylıkken anlaşılacak kadar, dokuzuncu ayda açık bir lisanla konuştu. Konuştuğumda ilk defa ve yüksek sesle:
-La ilahe illallahü vallahü ekber. Velhümdülillahrabbil alemin / Kendinden başka ilah olmayan alemlerin Rabbine hamdolsun, dedi ve bundan sonra "Bismillah" demeden hiçbir işe başlamadı.
On aylık olduğunda, ok atan öbür çocuklarla beraber O da ok atıyordu. Yayla ahalisi hayrette:
-Sen kimsin ey çocuk? diye soruyorlar.
Harika çocuk:
-Ben arabın en hayırlısıyım. Harbde bahadır, mızrak atmada kuvvetliyim. Güzel ve haybetli görünüşlüyüm. Künyem, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'dir.
İki yaşına geldiğinde, dört yaşındaki bir çocuk gibi gürübüz ve kopumluydu.
Daha o yaşlarda mübarek işlerde sadece sağ elini kullandığı dikkat çekiyor.
Hazret-i Halime anlatıyor:
-Benden iki sene süt emdi. Bu zaman zarfında daima tertemizdim. Ak-pak yavrum, gece ve gündüz muayyen vakitlerde ihtiyacını görür, temizliği gaibden yapılırdı.
Allahü teala ekber kebiren, velhamdülillahi kesiren ve sübhanallahi bükreten ve asilen / Allah, büyüklerin en büyüğüdür. Övgülerle en çok övülmek Allah'a mahsustur. Sabah ve akşam noksan sıfatlardan tenzih ve kemal sıfatları ile tavsif edilerek, tesbih edilmeye layık olan ancak Allah'tır.
Sevgili makamındaki asil çocuğun sütten kesildiğinde bu duayı okuduğunu yine Halime anne haber veriyor. O'na sallallahü aleyhi ve selme, hizmet etme devlet ve nimetine eren aziz sütanne, gözlerinde saadet ışığı; inciden kelimelerle anlatmaya devam ediyor:
Diğer çocuklar gibi kat'iyyen ağlayıp yaramazlık yapmazdı. Cıvıl cıvıl oynayan küçüklerin bu çekici oyunlarına katılmaz ve "biz, oyun için yaratılmadık" derdi.
Sonraki yıllarda bizzat Sevgili Peygamberimiz, doğumlarına dair bir vak'ayı şöyle dile getirmişlerdir.
-Dünyaya geldiğim Pazartesi gecesi Yüce Allah, yedi kat göğü meleklerle doldurdu ki sayılarını kendisinden başka kimse bilmez. Bu melekler, kıyamete kadar tesbih ve takdis ile meşgullerdir. Sevabını ismim söylendiği vakit isteyerek ve severek bana salevat okuyanlara abağışlarlar. / Allahümme salli ala Muhammedin fil evvelin vel ahırin ve fi meleil a'la yevmiddin/
Babasız diye herkesin almaktan kaçtığı yetim sebebiyle, bu yayla evi bolluk ve bereketten yüzüyordu. Ne kadar mes'ud ve ne kadar huzurlu idiler... ama eşsiz çocuk, artık sütten kesilmişti. Bu ise O'nun dönüşü demekti. İki sene ne de çabuk geçmişti. Varlığı sadece o muhterem aileye değil, bütün kabileye ilahi rahmetin inmesine vesile oluyordu. Halime, Haris ve çocuklarına ondan uzak kalmak ve güneş yüzünü görmemek çok zor geliyordu...
Nur yavruyu yüreklerine oturan bu acı duygularla Mekke'ye getirdiler. Halime, ince ve zarif arabçasıyla efendimizi annesine sevgisinin bütün sıcaklığı ile anlata anlata bitiremedi.
Annelir en şanslısı ve en ulvisi, şüphesiz memnun ve mütebessim ve belki de gözlerinde billur damlalar:
-Oğlum yüksek şan sahibidir.
Halime anne:
-Vallahi, yavrunuzdan daha üstün bir insan görmedim, diyerek Amine hatunu doğruladı.
Ve bundan sonra pırlanta çocuğu yine beraberinde götürmek için dökmedik dil bırakmadı.. Mekke sıcaktı, veba hastalığı yaygındı. Çocuk farklı iklimden geliyordu. Allah, muhafaza buyursun sıhhatine bir zara olabilirdi.
Amine ciğerparesine olan derin hasretini birazcık olsun dindirdikten sonra; yerlerde ve göklerde övülen, O'ndaki bu muhabbet ve ikna kabiliyeti sebebi ile yine kadir-kıymet sahibi, insan evladıHalime'ye emanet etti.
Sütanneyi dinleyelim:
-O hazret-i alarak yurdumuza yöneldik. Yolda giderken Habeş hıristiyanlarından bir grup ile karşılaştık. Kainatın seçkini, hemen dikkatlerini çekti. Evladımı bir zaman süzdükten sonra bizi sual yağmuruna tuttular; ve sırtına bakarak mührü ve ceylan gözlerindeki hafif kırmızılığı gördüler.
Oğlunuzun göz ağrısından şikayeti olur mu?
-Hayır, hiç olmadı.
-Bu çocuğu bize verir misiniz? Karşılığında ne isterseniz ödemeye hazırız. Bizim kitabımızda "dünyaya gelecek bir Peygamber kaldı" diyor. O peygamber, ya geldi veya gelmesi yakındır. Çocukta bildirilen Peygambere ait izler görüyoruz. Taklifimize razı olursanız bize büyük iyilik etmiş olursunuz.
Halime ve kocası, bu ıssız yolda karşılarına çıkan adamlardan bayağı korkmuşlardı. Bu sebeple son sür'at oradan uzaklaşarak evlerine gidene kadar hiç durmadan hayvan koşturdular.
Badiye'ye sabah serinliğinde ve büyük yorgunluklarla girmişlerdir.
Halimelerde huzur şimdi yine elle tutulacak kadar canlı.
Çünkü O, dönmüştü...
Esselatü vesselamü aleyke ya Resulallah.
PEYGAMBERİMİZİN SABRl
Pekçok hâdise insanın arzu ve isteği dışında gelişir. İnsan sıkıntıya düşer, üzülür, zulme uğrar, başına musibet ve felaketler gelebilir. Ancak başa gelen her şey Allah'tan olduğuna göre, ilk anda görülmese de, neticesi itibariyle o musibette insan için bir fayda gözetilmiştir.
İşte, insan karşılaştığı bir hâdisede onun içindeki hayırlı neticeyi düşünüp içine sindirmelidir ki, tedirgin olmasın. Bunu anlayınca tahammül edip bekler; Allah'a tevekkül eder, kendisini olayların akışına kaptırmaz. İşte bu davranışın adı sabırdır.
Diğer taraftan, bazen olur, pekçok nimetten istifade eder. Olaylar arzu ettiği şekilde gelişir. Birçok nimete sahip olur, yahut kendisinde bulunup da başkasında olmayan bazı nimetleri hatırlar, bir lütuf olarak kendisine verildiğini idrak eder. Böylece, verilen nimetleri, verenin emri yolunda kullanacağını anlar, şükreder.
İşte olgun insan, üzücü olaylar karşısında anında sabır silâhını kullanır. Başına daha büyük bir musibet gelmediği için Rabbine şükreder.
Peygamberimiz sabır kahramanı olduğu gibi, şükür deryasıdır da. Çünkü en büyük bela ve musibetler onun başına gelmiş; bununla birlikte en büyük nimet ve imkânlar da kendisine verilmiştir.
Bir hadiste ifade buyurduğu gibi, "En çok musibet ve meşakkate uğrayanlar, insanların en hayırlıları ve olgunlarıdır."
Peygamberimiz de insanların en olgunu ve en hayırlısı olduğundan, imtihan için, Cenab-ı Hak en çetin musibetleri ona vermiştir.
Efendimizin hayâtını gözden geçirdiğimizde, en çok onun bela ve musibetlere uğradığını görürüz. Daha dünyaya gelmeden babasını kaybetmiş; altı yaşında annesinin, iki sene sonra dedesinin vefatını görmüştü. Peygamberliğini müteakip düşmanlarına karşı kendisini koruyan amcası Ebû Talib'in ve en çok desteğini gören hanımı Hz. Hatice'nin vefatına şahit olmuştu. Hz. Fatıma'danbaşka bütün çocukları, ya küçük yaşta veya genç yaşta vefat etmişlerdir.
Bütün bu musibetler Peygamberimizin gözlerini yaşartmış, fakat onun ağzından kaderi suçlayıcı biçimde tek bir söz duyulmamış, bir feryat işitilmemiştir. Bu felâketler karşısında asla sarsılmamış, yılgınlık duymamış, sadece sabretmiştir.
Peygamberliğinden sonra ise, insanları kurtuluşa çağırdığı için kendi kavmi, kabilesi ve yakın akrabaları tarafından ölümle tehdit edilmiş, işkence yapılmış, hakarete maruz kalmış, alaya alınmıştır. Bununla kalınmamış, varlığına tahammül edemeyenler, onu öldürmek için plân kurmuşlardır.
Bu kadar eziyetlere sabreden Peygamberimiz, sonunda doğup büyüdüğü, elli yıl hayâtını geçirdiği vatanını terk etme mecburiyetinde kalmıştır. Müşrikler, hicretine de engel olmak için her türlü yola başvurmuşlar; fakat kurdukları bütün tuzaklar sonuçsuz
kalmıştır. Aradan fazla bir zaman geçmeden de ordular düzenleyerek üzerine yürümüşlerdir.
Peygamberimiz müşriklerle yaptığı bu savaşlarda bir hayli zor anlar yaşadı, hayatî tehlikeler atlattı. Medine'yi savunmak için hendek kazdı, günlerce aç kaldı. O halde dahi en küçük bir bıkkınlık göstermeden sabır ve metanet gösterdi. Çünkü o biliyordu ki, sabreden, zafere erecektir.
İnsan geçici olan musibetlere dayanabilir, fakat peş peşe, arka arkaya gelen zincirleme felâketlere sabretmesi oldukça güçtür. İşte Peygamberimiz, hayâtı boyunca her çeşit musibete uğradığıhalde, sabır ve azminden, tevekkül ve itimadından hiçbir şey kaybetmemiştir. Felâketler arttıkça onun da dayanma gücü artmıştır.
Bu sabrı sonunda düşmanlar dize gelmiş, yılmışlar, bazıları da düşman oldukları İslâmı kabul ederek, sonunda Peygamber safında yer almışlardır.
GÜZEL AHLAKI
Aşağıdaki yazı, (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının üçüncü kısm, ikinci bâb, onuncu faslından terceme edilmişdir:
Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine verdiği iyilikleri, ihsânları sayarak, Onun mubârek kalbini okşarken, kendine güzel huylar verdiğini, (Sen güzel huylu olarak yaratıldın) meâlindeki âyet-i kerîme ile bildirmekdedir. Akreme buyuruyor ki, Abdüllah ibni Abbâsdan işitdim: Bu âyet-i kerîmedeki (Huluk-ı azîm), ya’nî güzel huylar, Kur’ân-ı kerîmin bildirdiği ahlâkdır. (Hadâik-ul-hakâyık) kitâbında diyor ki, (Âyet-i kerîmede, (Sen huluk-ı azîm üzeresin) buyuruldu. Huluk-ı azîm demek, Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel huylu olmakdemekdir. Çok kimselerin islâm dînine girmesine, Resûlullahın güzel ahlâkı sebeb oldu).
Muhammed aleyhisselâmın bin mu’cizesi göründü, dost düşman herkes de bunu söyledi. Bu kadar mu’cizelerin en kıymetlisi, edebli olması ve güzel huyları idi.
(Kimyâ-i Se’âdet) kitâbında diyor ki, (Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetcisi ile birlikde yirdi. Hizmetcisi el değirmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp torba içinde eve getirirdi. Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi. Bunlarla müsâfeha etmek için, mubârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beği, siyâhı ve beyâzı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağırılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafîf, aşağı görmezdi. Akşamdan sabâha ve sabâhdan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fekat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fekat, alçak tabî’atli değildi. Heybetli idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl ederdi. Fekat, kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fekat, isrâf etmez, fâidesiz yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mubârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi. Se’âdet, huzûr isteyen, Onun gibi olmalıdır.)
(Mesâbîh) kitâbında, Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” on sene hizmetcilik etdim. Bana bir kerre üf demedi. Şunu niçin böyle yapdın, bunu niçin yapmadın buyurmadı). Yine (Mesâbîh)de, Enes bin Mâlik diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” insanların en güzel huylusu idi. Beni birgün, bir yere gönderdi. Vallahi gitmem dedim. Fekat, gidecekdim. Emrini yapmak için dışarı çıkdım. Çocuklar sokakda oynuyordu. Onların yanından geçerken arkama bakdım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” arkamdan geliyordu. Mubârek yüzü gülüyordu. (Yâ Enes! Dediğim yere gitdin mi?) buyurdu. Evet gidiyorum yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem” dedim).
Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” diyor ki, (Bir gazâda, kâfirlerin yok olması için düâ buyurmasını söyledik. (Ben, la’net etmek için, insanların azâb çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzûra kavuşması için gönderildim) buyurdu). Enbiyâ sûresinin yüzyedinci âyetinin meâl-i şerîfi, (Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik)dir.
Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâsı, bâkire islâm kızlarının hayâlarından dahâ çokdu).
Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir kimse ile müsâfeha edince, o kimse elini çekmedikce, mubârek elini ondan ayırmazdı. O kimse, yüzünüçevirmedikce, mubârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken iki diz üzerinde oturur, ona saygı olmak için mubârek bacağını dikip oturmazdı).
Câbir bin Sümre “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” az konuşurdu. Lüzûmlu olduğu zemân veyâ birşey sorulunca söylerdi). Bundan anlaşılıyor ki, her müslimânın(Mâlâ-ya’nî), fâidesiz şey söylememesi, susması lâzımdır. Mubârek sözlerinde tertîl ve tersîl vardı. Ya’nî, gayet açık ve metodlu konuşur ve kolay anlaşılırdı.
Enes bin Mâlik “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” hastayı ziyârete gider, cenâze arkasında yürür, çağrılan yere giderdi. Eşeğe de binerdi. Resûl aleyhisselâmı Haybergazâsında gördüm. Yuları bir ip olan eşek üzerinde idi. Resûl “aleyhisselâm” sabâh nemâzından çıkınca, Medîne çocukları ve işçileri su dolu kablarını önüne getirirler. Mubârek parmağını içine sokmasını dilerlerdi. Kış ve soğuk su olsa da, herbirine mubârek parmağını sokar, gönüllerini yapardı). Yine Enes “radıyallahü anh” diyor ki, (Bir küçük kız, Resûl aleyhisselâmın elini tutup bir iş için götürseydi, birlikde gider, müşkilini hâl ederdi).
Câbir “radıyallahü anh” diyor ki, (Resûl aleyhisselâmdan birşey istenip de yok dediği işitilmedi).
Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” buyuruyor ki, (Resûl “aleyhisselâm” ile birlikde gidiyordum. Üzerinde bürd-i Necrânî vardı. Ya’nî Yemen kumaşından bir palto vardı. Arkadan bir köylü gelip, yakasından öyle çekdi ki, paltonun yakası mubârek boynunu çizdi, yeri kaldı. Resûl “aleyhisselâm” geriye döndü. Köylü zekât malından birşey istedi. Resûl “aleyhisselâm”, onun bu hâline güldü. Ona birşey verilmesi için emr buyurdu). (Tetimmet-ül mazher) kitâbında diyor ki, (Buradan anlaşılacağına göre, insanların başında bulunan kimsenin, Resûl aleyhisselâmauyarak, bunların ezâ ve sıkıntılarına katlanması lâzımdır. Zâten sıkıntıya katlanmak, herkes için iyi bir huydur. Üstlerin katlanması ise dahâ güzel olur).
(Zâd-ül Mukvîn) kitâbında diyor ki, (Resûl aleyhisselâmın komşusu bir ihtiyâr kadın vardı. Kızını Resûl aleyhisselâma gönderdi. Nemâz kılmak için örtünecek bir elbisem yok. Bana, nemâzdaörtünecek bir elbise gönder diye yalvardı. Resûl aleyhisselâmın o ânda başka elbisesi yokdu. Mubârek arkasındaki antârîyi çıkarıp, o kadına gönderdi. Nemâz vakti gelince, elbisesiz mescide gidemedi. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, bu hâli işitince, Resûl “aleyhisselâm” o kadar cömerdlik yapıyor ki, gömleksiz kalıp, mescide cemâ’ate gelemiyor. Biz deherşeyimizi fakîrlere dağıtalım dediler. Allahü teâlâ, hemen İsrâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetini gönderdi. Önce habîbine, hasîslik etme, birşey vermemezlik yapma buyurup, sonra da, sıkıntıya düşecek ve nemâzı kaçırarak, üzülecek kadar da dağıtma! Sadakada ortalama davran buyurdu. O gün, nemâzdan sonra, hazret-i Alî “kerremallahü vecheh”, Resûlullahın yanına gelip, (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Bugün, çoluk çocuğuma nafaka yapmak için sekiz dirhem gümüş ödünc almışdım. Bunun yarısını size vereyim. Kendinize antârî alınız) dedi. Resûl “aleyhisselâm” çarşıya çıkıp, iki dirhem ile bir antârî satın aldı. Geri kalan iki dirhem ile yiyecek almağa giderken gördü ki, bir a’mâ oturmuş, Allah rızâsı için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir diyordu. Almış olduğu antârîyi bu a’mâya verdi. A’mâ, antârîyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resûl aleyhisselâmın mubârek elinden geldiğini anladı. Çünki, Resûl aleyhisselâmın bir kerre giydiği herşey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. A’mâ düâ ederek, (Yâ Rabbî! Bu gömlek hurmetine, benim gözlerimi aç) dedi. İki gözü hemen açıldı. Resûl “aleyhisselâm”ın ayaklarına kapandı. Resûl “aleyhisselâm” oradan ayrıldı. Bir dirhem ile bir antârî satın aldı. Bir dirhem ile de yiyecek satın almağa giderken, bir hizmetci kızın ağladığını gördü. (Kızım, niçin böyle ağlıyorsun?) buyurdu. Bir yehûdînin hizmetcisiyim. Bana bir dirhem verdi. Yarım dirhem ile bir şişe ve yarım dirhem ile de yağ satın al dedi. Bunları alıp gidiyordum. Elimden düşdü. Hem şişe, hem de yağ gitdi. Şimdi ne yapacağımı şaşırdım dedi. Resûl “aleyhisselâm”, son dirhemini kıza verdi. (Bununla şişe ve yağ al. Evine götür) buyurdu. Kızcağız, eve geç kaldığım için, yehûdînin beni döğeceğinden korkuyorum dedi. Resûl “aleyhisselâm”, (Korkma! Seninle birlikde gelir, sana birşeyyapmamasını söylerim) buyurdu. Eve gelip, kapıyı çaldılar. Yehûdî kapıyı açıp, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” görünce şaşırıp kaldı. Yehûdîye, olanı biteni anlatıp, kıza birşeyyapmaması için şefâ’at buyurdu. Yehûdî, Resûlullahın ayaklarına kapanıp, (Binlerce insanın baş tâcı olan, binlerce arslanın, emrini yapmak için beklediği ey koca Peygamber! Bir hizmetci kız için, benim gibi bir miskînin kapısını şereflendirdin. Yâ Resûlallah! Bu kızı senin şerefine âzâd etdim. Bana îmânı, islâmı öğret. Huzûrunda müslimân olayım) dedi. Resûl “aleyhisselâm”, onamüslimânlığı öğretdi. Müslimân oldu. Evine girdi. Çoluğuna çocuğuna anlatdı. Hepsi müslimân oldu. Bunlar, hep Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” güzel huylarının bereketi ile oldu.
O hâlde, ey müslimân! Sen de Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” güzel huyları gibi ahlâklanmalısın! Hattâ, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmak, her müslimâna lâzımdır. Çünki, Resûl “aleyhisselâm” (Allahü teâlânın ahlâkı ile huylanınız!) buyurdu. Meselâ, Allahü teâlânın sıfatlarından biri (Settâr)dır. Ya’nî günâhları örtücüdür. Müslimânın da din kardeşinin aybını, kusûrunu örtmesi lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarının günâhlarını afv edicidir. Müslimânlar da, birbirlerinin kusûrlarını, kabâhatlerini afv etmelidir. Allahü teâlâ kerîmdir, rahîmdir. Ya’nî lutfü, ihsânı boldur ve merhameti çokdur. Müslimânın cömerd ve merhametli olması lâzımdır. Bütün güzel ahl böyledir.
Resûl aleyhisselâmın güzel huyları pek çokdur. Her müslimânın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâda ve âhıretde felâketlerden, sıkıntılardan kurtulmak ve O iki cihân efendisinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şefâ’atine kavuşmak nasîb olur.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şu düâyı çok okurdu: (Allahümme innî es’elüke-ssıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi birahmetike yâErhamerrâhimîn). Bunun ma’nâsı, (Ya Rabbî! Senden, sıhhat ve âfiyet ve emânete hıyânet etmemek ve güzel ahlâk ve kaderden râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sâhiblerinin en merhametlisi! Merhametin hakkı için, bunları bana ver!) demekdir. Biz zevallılar da, ulu ve şanlı Peygamberimiz gibi düâ etmeliyiz!
Efendimiz'in Merhamet Ahlakı
Efendimiz’in merhameti beşerî münâsebetlerde ortaya çıkan bir husustur. Onun insanî ilişkilerini bu gözle değerlendirdiğimiz zaman merhamet ahlâkının en şâhika örneklerini, hoşgörü ikliminin en müşahhas misallerini onda görürüz. Çünkü o lânetçi değil, rahmet peygamberiydi. (bk. el-Enbiyâ, 21/107) Âile hayatından toplum ve devlet hayatına varıncaya kadar onda bu höşgörü, merhamet, şefkât ve sevginin derin izleri vardır.
Rahmet peygamberinin insânî ilişkilerdeki temel özelliği merhametiydi, hoşgörü ve şefkatiydi. Kur’an onun bu özelliğini şu lâfızlarda takdim etmektedir:“Allah’ın rahmeti sâyesinde ey Muhammed sen insanlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı kalpli olsaydın, şüphesiz insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Onları bağışla, onlar için mağfiret dile, iş konusunda onlarla istişâre et. Bir kere karar verdin mi Allah’a tevekkül et! Allah kendisine güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 3/159) Bu âyette Allah Rasûlü’nün insânî ilişkilerinin zemini rahmet ve şefkat olarak belirleniyor. İnsanların yanlışlık ve taşkınlıklarına hoşgörü ile mukabele edilmesi ve onlar için Allah’dan bağışlanma dilenmesi öngörülüyor. Ayrıca yapılacak işlerin karar aşamasında insanların görüşlerine başvurulması tavsiye ediliyor. Ancak karar aşamasına gelmiş işlerde ise kararsızlık göstermeden Hakk’a tevekkülle işin sonuçlandırılması emrediliyor.
- Eş ve Baba olarak Âile Hayatındaki Merhamet Âhlakı
İnsanın olduğu gibi göründüğü yer âilesinin yanıdır. Hiç kimse âilesinin içinde, olduğundan fazla görünme şansına sâhip değildir. Bu yüzden insanların insanî ve ahlâkî özelliklerini en iyi bilenler, insanları âile içinde görüp tanıyanlardır. Bu açıdan Hz. Peygamber’in beşerî ilişkileri hakkında eşleri, çocukları ve hizmetçilerinin tesbit ve değerlendirmeleri büyük önem arzetmektedir. İlk eşi Hatice anamız onun hakkında şu tesbitlerde bulunmaktadır. “Sen yakınlık bağlarına saygı gösterir, kimsenin hakkına tecâvüz etmezsin.” (Buhârî, Bed’ü’l-vahy, 1) Hz. Âişe ahlâkını Kur’an olarak gördüğü Allah Rasûlü’nü şu lâfızlarla anlatmaktadır: “O evinde ayakkabılarını tâmir eden, söküğünü diken, önüne konursa yiyen, değilse asla istemeyen, insanların kusurlarını bağışlayan bir insandı.”
On yıl kadar onun hizmetinde bulunan Enes (r.a.)’in: “Beni yaptığım ve yapmadığım şeyler sebebiyle hiç azarlamadı.” sözü, Onun insan gönlüne verdiği değeri gösterir. Hz. Zeyd b. Hârise’nin onun yanında bulunmayı, baba ocağına tercih edişi insanların kişiliklerine gösterdiği saygıyı ifâde eder.
Torunları Hasan ve Hüseyin ile Zeyd’in oğlu Üsâme’yi kucağına alarak, okşayıp iltifat ederek gösterdiği şefkat tavrı, ondaki merhamet duygusunun bir başka tezâhürüdür.
-Mürebbî ve Mürşid Olarak Toplum Hayatındaki Merhamet Âhlakı
Allah Rasûlü, toplum hayatında inananlara karşı da, inanmayanlara karşı da hoşgörülüdür. O inananlara düşkündür: “Ey inananlar! Andolsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size çok düşkün, inananlara şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.” (et-Tevbe, 9/128) O bu düşkünlüğü sebebiyle onların her türlü acıları ve sancıları ile sevinçlerini paylaşır, onlara danışırdı. İnsanların kusurlarını asla yüzlerine vurmaz, azarlayıp ayıplamazdı. Gördüğü yanlışlıklarda “galat-ı rüyeti” kendisine izâfe ederek : “Bana ne oluyor da bazılarınızı şu şu hallerde görüyorum” derdi.
Mescide bevl gibi tabiî ihtiyacını görmeye kalkışan bedeviye müdâhale etmeye kalkışanlara bile mânî olmuş ve “Bırakın hâcetini görsün” buyurmuş ve ardından o mahalli bir kova su döktürerek temizletmişti.
Gençliğin verdiği taşkınlık ve şaşkınlıkla kendisinden zinâ etmek için izin isteyen genci azarlayıp ayıplamak yerine iknâ yöntemini seçmişti. Gence “böyle bir fiilin annesine, bacısına, teyzesine vs. yapılmasından memnûn olup olmayacağını” sorarak gönlündeki bu meyli önce suâl ve iknâ ile, ardından nazar ve duâ ile ber-taraf etmiştir. (bk. İbn Hanbel, I, 256-257)
Ganimet taksimi sırasında insanları yararak yanına sokulup ridâsının yakalarından tutarak kendisini sarsan ve “Devemi ganîmet mallarıyla doldur, babanın malını vermiyorsun?” diye kendisini inciten bedeviye karşı da merhametle muâmele etmişti.
O, inanmayanlara karşı da höşgörülüydü. Kendisine yapılan haksızlıkları affederdi. Nitekim Necid gazvesinden dönerken bir ağacın altında istirahata çekilmiş ve kılıcını da ağacın dalına asmıştı. Allah Rasûlü’nü yalnız başına gören müşrik ağaçta asılı kılıcı kaparak: “Şimdi seni benim elimden kim kurtarır?” diye Ona doğru hamle yapmıştı. Allah Rasûlü öyle bir “Allah!” dedi ki müşrikin elinden kılıç düştü. Bu sefer soru sırası kılıcı eline alan şanlı nebîye gelmişti. Müşrik hemen afv dileyince Allah Rasûlü onu bağışlayıverdi. Çünkü Allah Teâla ona:“İnsanlarla ilişkilerinde hoşgörü ve kolaylık tarafını gözet, iyiliği emret ve cahillerden yüzçevir!” (el-A’râf, 7/199) buyurmaktaydı. Kendini ve Rabbini bilmeyen câhillerin ahmakça sözlerine, akılsızca işlerine, ahlaksızca davranışlarına aldırma, onlara aynıyla mukabele etmeye kalkışma! Bu âyetin tefsiri sadedinde vârid olan şu hadis-i şerif bu konudaki ölçüleri ortaya koymaktadır: “Faziletlerin en yükseği, seninle ilişkisini keseni senin arayıp sorman, seni mahrum bırakana senin ihsanda bulunman ve sana zulmedeni senin bağışlamandır.” (İbn Hanbel, Müsned, III, 438)
Bu âyetin inmesinden sonra Allah Rasûlü: “Öfke gerçekleşmiş iken insanın nasıl kendisine hâkim olup câhillerden yüz çevirebileceğini” söyleyince devamındaki şu âyet nâzil oldu: “Eğer şeytandan bir gıcık seni tahrik edecek olursa hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki Allah işitir ve görür.” (el-A’raf, 7/200) Yâni şeytan sana emrolunduğun şeyin tersini yaptırmak üzere bir tahrik ve galeyan verecek olursa hemen Allah’a sığın. Nefsine hâkim ol!
-Devlet Başkanı Olarak Merhamet Ahlâkı:
Allah Rasûlü devlet başkanı olarak inananlara karşı da, inanamayanlara karşı da hoşgörülü ve merhametliydi. Mekke onun çok sevdiği yurduydu. Hem de çıkarılmasa, asla terk etmeyi düşünmediği yurduydu. O kendisini Mekke’den çıkaranları hattâ hicrette yakalamak üzere iken kumlara saplanan Süraka’yı, kendisini Mekke’den çıkartan Ebû Süfyan’ı ve eşi Hind’i, Hamza’yı öldüren Vahşî’yi vs. hep affetti. Ancak onun afv, musâmaha ve hoşgörüsü acz, zillet ve meskenet değildi, âlemşümûl vakarından ve merhametinden kaynaklanıyordu.
Müslüman izzet ve vakar sâhibidir. Allah Teâla: “İzzet, Allah’ın, Rasûlü’nün ve inananlarınındır. Fakat münâfıklar bunu bilmez.” (el-Münâfikun, 63/8) buyurur. Bu âyetin inmesine vesile olan Mustalık Gazvesi dönüşü yaşanan olaylardır. Münafıklar kuyu başında Müslümanlarla tartışmış ve münâfıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl “Medine’ye dönünce şerefliler şerefsizleri Medine’den çıkaracaklar” demişti. Bu tartışma sonunda İbn Selûl’un oğlu Abdullah babasını sözünü geri almaya zorlamış ve kan dökülmeye ramak kalmıştı. Allah Rasûlü büyük diplomasi ve hoşgörüyle Abdullah’ı babasını öldürmekten vazgeçirdi ve büyük bir fitneyi önledi.
Allah Rasûlü, bunu bir zillete rızâ göstermek için yapmamıştı. Medine İslâm toplumunda ortaya çıkabilecek fitneyi önlemek üzre yapmıştı. Devlet işinde duygulardan çok prensipler ve akıl önde olmalıydı.
Efendimiz’in, merhametinin gereği olarak bütün yaratıklara karşı şefkati ve bütün insanlığa afv ve hoşgörüsü sınırsızdı. Devlet başkanı olarak toplumun bütün kesimlerinin derdi Onun yüreğini kanatıyor ve ciğerini sızlatıyordu. Ona göre “Güneşin doğduğu yerde bulunan Müslümanın ayağına batan diken güneşin battığı yerdeki Müslümanın ayağını sızlatmalıydı.” Bu Müslümanın iman göstergesiydi.
O'nun İkliminde Yetişen Dahiler
Allah Rasûlü vahiyle müeyyed ufkuyla devleti ayakta tutacak dinamikleri çok iyi tesbit etmiş ve bunları israf etmeden yerli yerinde kullanmıştır. O, büyük erkân-ı harpler yetiştiren.. ilim düşüncesini coşturan ruha ve mâ’naya giden yollar açan sanatkâr düşüncelere yüksek gayeler belirleyen iç içe bir derinlikler menşurudur. O, kendi döneminde bir sürü erkan-ı harp yetiştirmiştir. Kendinden sonra, cihânın fethine uzanan yolda, Hâlid’den Ukbe’ye, Ukbe’den Ahnef’e, ondan Tarık’a ve ondan da Muhammed bin Kasım’a.. kadar büyük erkân-ı harpler yetişmiştir ki, münhasıran bu zaviyeden o büyük oluşumun kaynak ve mimarına baktığınız zaman, O’nu yalnız askerlikle iştigâl etmiş sanırsınız. Günümüzdeki Akkad gibi pek çok araştırmacı, saadet asrını, dehâya açık isti’datların harmanı gibi görürler. Evet, “Hz. Muhammed Medresesi”, isti’datları alabildiğince yükseltebilen ve yükseltmiş olan biricik medresedir. O medreseye uğrayan herkes, tabiatının müsaadesi ölçüsünde, aklî, kalbî, rûhî bütün melekelerini geliştirebilmiş ve dehalaşmıştır. Hz. Ebu Bekir, askerî, idarî ve ilmî bir dâhi.. Hz. Ömer, Osman, Ali (r.anhum) birer böyle dâhi.. Halid, Sa’d, Ebu Ubeyde, A’lâu’l-Hadramî, Ka’ka’ birer askerî dâhi... Ve daha yüzlercesiyle o ışık çağı âdetâ bir dehâ çağı görünümündedir. Daha doğrusu, o çağ, insandaki isti’dat ve kabiliyet sermayesinin zerresi dahi heder edilmeden değerlendirildiği, nemalandırıldığı bir altın çağdır.. ve yüzlerce dâhi ile ma’murdur. Afrika’yı bir solukda baştan başa İslâm hâkimiyeti altına alan Ukbe bin Nafi, dâhi değilse kim dâhi? Ukbe, on beş yaşında at sırtına sıçrar ve değişik halifeler döneminde büyük sorumluluklar yüklenir. Atlas okyanusuna kadar bütün Afrika’yı zabt ü rabt altına alır.. ve meşhûrdur, atını Arab’ın “Karanlık Deniz” dediği okyanusa sürer sonra da: “Allahım, bu deniz önüme çıktı, çıkmasa idi, Senin İsm-i Şerif’ini denizler aşırı tâ ötelere götürecektim” der124. Yine o medreseden yetişen Berberî bir köle Târık bin Ziyad da, dâhi bir erkân-ı harbdir. Doksan yüzbin kişilik İspanya ordusunu, onikibin kişilik ordusuyla bir öğleden sonra, altından vurur üstünden çıkar ve Toledo’da kralın saraylarına ulaşır125. O da bir dâhidir. A’lâu’l-Hadramî, o da büyük bir dâhidir.. ve Hz. Ömer (ra), devrinde “bu kadar çok dâhiyi kullanacak zeminimiz yok” denmiştir. Bahreyn’de tevakkûf ve savaşdan men’ azabına çarptırılmış bu dâhînin ibret dolu bir hayat hikayesi vardır. Tarih yazarları derler ki: Halid’i al, A’lâ’nın yerine koy, A’lâ’yı al onun yerine koy, herhangi bir boşluk olmayacaktır.
Nasıl olur? Nasıl bir devirde bu kadar dâhi birden zuhur eder? Sa’d ibni Ebi Vakkas bir dâhidir; İran’daki izlerini takip etsen bunu sen de anlayacaksın! Ebu Ubeyde bir dâhidir. Şurahbil bin Hasene bir dâhidir126. Yezid İbni Ebu Süfyan bir dâhidir. Ve Allah Rasûlü’nün arkasından daha niceleriyle bir dehâ silsilesi... Başka türlü çöl aşılamaz, Öküz nehrine, Sindâbâd’a, Çin seddine, Cebel-i Târık’a ulaşılamaz.. çeyrek asır gibi kısa bir zaman diliminde, buralarda hâkimiyet te’sis edilemez.. idâre ve asayiş sağlanamaz.. sağlansa devam ettirilemez... Hele geçmiş dinlerin, dinî teşkilatların iğfal, tadlîl, tahkir ve tecavüzlerine karşı konamazdı ve bütün dünyaya rağmen bu sistem, bunca badirelere rağmen 12 asır zirvede kalamazdı. Evet, onlardaki nübüvvet kaynaklı bu deha idi ki, uzun asırlar, cihanın peygamberâne idaresine muvaffak olunabilmişti. Evet sanki Allah Rasûlü gurûb ederken, o güneşler güneşi parçalanıyor, ve arkadan gelenlere taksim ediliyordu. Ve herkes o Muhammedî fetânetle dünya çapındaki bu büyük işleri temsil ediyordu. Bilmemki böyle bir dönemin eşini tahayyül ve tasavvur etmek mümkün mü? Görmek demiyorum, tasavvur etmek, hayallerde onu bulmak, hattâ rüyalarda öyle birşey misafir etmek mümkün mü? Size bir çırpıda nakletmeye çalıştığım bu isimler ve işaret ettiğim onların misyonları başlı başına, değişik araştırmalara esas teşkil edecek mahiyette muhtevalı konulardır.
Biz, İslâm’ın yetiştirdiği bu askerî ve idarî dehâlardan sadece ilk aklımıza gelen ve ilklerden sadece birkaçını zikrettik. Bütününü anlatmak ciltler istiâbında bir çalışma ister ki bizim bu mini fasılda o konuya ve o çapta yer ayırmamız zaten mümkün değildir. Biz bu konulara dolayısıyla girmiş olduk ve sadece Allah Rasûlü’nün, risaletiyle irtibatlandıracağımız hususlar üzerinde durduk. Beklentim ve ümidim, erbabı tarafından bu konuların genişce ele alınıp incelenmesidir. İşte o zaman, Peygamber Medresesi birkaç buuduyla daha ortaya çıkacak ve o sahaların lisanıyla “Muhammedur Resûlullah” dedirtecektir.
1. O Medresenin İlim Dahileri
Devlet adamı, idareci, erkan-ı harp kadar ilme de açık o medrese, dünya kadar ilim adamı, düşünce insanı, hukukçu, müçtehit ve mücedditler yetiştirmiştir. Raşit halifelerle başlayıp ilk üç asırda hep kıvrım kıvrım zirvelerde dolaşan bu ışıktan yolun yolcularını sayıp dökme, hem bu kitabın hacmini, hem de bizi aşar. Sadece bir dönemde Mekke’de çoban-lık yapan İbn Mes’ud’a bakmak yeter zannederim.
Kûfe O’nunla bir ilim merkezi haline gelmiş ve O’nun ilim, irfan ikliminde, Alkâme’ler, Esved b. Yezid’ler, İbrahim Nehâî’ler, Hammâd’lar, Ebû Hanîfe’ler gibi fıkıhta, hadîste, kelâm’da yüzlerce, binlerce devâsa kâmet yetişmiştir ki hepsi de her şeyi ile o kudsî me’haze medyun ve O’nun boynu tasmalı kapıkullarıdır. Biz bu büyük gerçeği görmemezlikten gelsek de, ilim tarihi bunları değerlendirip kaydetmiştir. Kaydedecektir.. ve bir kısım inatçı ruhlara rağmen, çok yakın bir gelecekte bir kere daha gürül gürül kâinatı velveleye verecektir...
a. Fıkıh Sahasında
Diğer bütün büyük ruhlar, sinelerimizdeki ihtiramla muhat yerlerinde kalsın ve bizi bağışlasınlar. Misal olarak içlerinden birini alıp kısaca onun üzerinde duracak “ve işte böyleydiler” diyerek diğerlerine de atıfta bulunacağız.
Ebû Hanîfe kimdir? Ebû Hanîfe bizim mezhep imamımız.. Türkiye’de büyük çoğunluğun mezhep imamı, ilmin, kültürün vicahî intikal döneminde etrafına topladığı dev adamlara düşüncelerini takrîr ve dikte eden, ders halkasında ilk dönemlerin aydınlık topluluğuna Şeyhülislâmlık yapan İmam Ebu Yusuf’ları, İmam Muhammed’leri, İmam Hasan Şeybânî’leri, İmam Züfer’leri ve Hz. Şafiî’nin üstadı Veki’leri yetiştiren bir üstadlar üstadıydı.. çağlara imzasını atıyor.. kendinden sonraki asırlara sesleniyor ve yüz milyonların imamı olma mevkiine yükseliyor.. onun ilk talebelerine ve hususiyle de İmam Muhammed’e dikte ettirdiği notları daha sonra Şemsü’l-Eimme Serahsî, otuz ciltlik meşhur Mebsût’uyla şerhetmiş.. hem de bir kuyunun, bir sarnıcın dibinde.. hergün, talebeleri sarnıcın etrafında kümelenir.. o takrîr eder, talebeleri de tesbit...
Latifdir, Serahsî’ye bir gün talebeleri: “İmam Şâfiî üçyüz dosya hadisi hıfzına almış, derler.” Bunun üzerine koca imam gayet mütevazi bir eda ile şöyle mırıldanır: “Demek benim hafızamdaki hadîsin zekâtıymış..!”127
Ne anlarsanız anlayın. İmam Şâfiî de kendi başına ayrı bir dâhi, Everest Tepesi.. İmam Malik öyle bir zirve.. Ahmet bin Hanbel de öyle bir şahika idi...
Şimdi bir kere daha soralım: Ebû Hanîfe kimdi? Ebû Hanîfe, Allah Rasûlü’nün ashabından İbn Mes’ûd (ra)’un, Alkame’nin, Yezid’in, Esved’in talebesi mi? Hayır, talebesinin talebesi. Yani Hammâd İbni Ebî Süleyman’ın talebesi. Gerçi Hammâd da ayrı bir fıkıh dâhîsi, bir hukuk dâhîsi idi ama, Allah Rasûlü’nün talebesinin talebesiydi.
Evet, âlemin karanlıklar içinde yüzdüğü, cihanın doğusunda batısında yalancı şafağın dahi olmadığı bir dönemde, insanlığı ve cihanları aydınlatacak bu ilim adamları birer birer Hz. Muhammed (sav) medresesinde yetişmişlerdi. “Cihanları aydınlatacak ilim, irfan ve varidatlarıyla kıymetlerüstü kıymet ifade eden bu insanlar, mebzuliyetlerine rağmen kıymetli idiler.” Kıymetleri nedretten kaynaklanmıyordu. Sadece Ebû Hânife döneminde, Kûfe’de belki o çapta elli tane dâhî saymak mümkündür. Toprak ne münbittir, zaman ne mübarektir. Daha doğrusu bütün bunlar, Hz. Muhammed Mustafa (sav)’nın nûrunun feyezânı ve irfan deryasının dalgalanmasındandır. Evet, O’nun sayesindedir ki bedevî bir cemaatten insanlığı on dört asır aydınlatan ve kıyamete kadar da inşaallah aydınlatacak olan bir ilim kadrosu fışkırmış ve dünyaları nûra garketmiştir.
b. Tefsir Sahasında
Tefsir bize göre başlı başına bir derya ve O’nun der-yasına nisbeten de damla.. o deryayı gösteren bir damla Hz. Ali’den İbn Abbas’a, ondan Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr’e, ondan da tâ İbn Cerir, Fahruddin er-Râzî, İbn Kesîr ve günümüzün allâme müfessirlerine kadar öyle bir dâhiler arenasıdır ki, Efendimiz’in, insanlığın efendisi olduğuna dair başka delil olmasa, şahit olarak bu zatların O’na intisabları yeter.
Mesela bunlardan İbn Cerir, başlı başına bir harikadır. Bakarsınız, tefsirinde, o âyetleri ve hadisleri, zamanüstü yorumlarıyla, semanın yedi kat oluşundan bahseder; arzın ve semânın, bir zamanlar bütün olduğuna ve sonra mevsimi geldiğinde infilak ettiğine dikkati çeker.. yağmurların rüzgarların temel prensiplerini ve bin sene sonra anlaşılabilecek şeylerden dem vuran bir müfessir ve başlı başına bir dâhîdir. İlmî araştırmalar, İbn Cerir’in hayatının her gününe, 15 sayfa düşecek şekilde eser telif ettiğinden bahsederler. Şimdi o, dâhî değil de ya kim dâhidir?
Evet, tefsir sahasında da İbn-i Cerîr’den Fahruddin er-Râzî’ye, ondan yüzlerce tefsiri tarayıp kocaman kitaplar hazırlayan İmam Suyûtî’ye ve devrimizin allâmelerine kadar, Hz. Muhammed (sav) mektebinde, tefsir sahasında yetişen öyle insanlar vardır ki, eğer bir dönemde, batıda bunlardan biri zuhûr etseydi, ona büyük bir âbide yapar ve onu bütün cihana ilan ederlerdi...
Bizim bir İmam Gazâlî’miz vardır ki, pek çok ilim dalında eşimenendi yoktur. Batılı, çok az insaflı olabilmiştir.. Bununla beraber bir insaflı anında Gibb, onu elinde asasıyla, insanları büyüleyen bir harika ruh olarak resmeder. İmam Gazalî’den İmam Rabbânî’ye ve ondan da Bediüzzaman’a uzanan çizgide, Efendimiz’in talebelerinden yüzlercesiyle kar-şılaşmak mümkündür.
c. Hadîs Sahasında
Hadîs sahasının devleri ise, apayrı birer ilim ve fazilet âbideleridir. İmam Buhârî, İmam Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmîzî, Nesâî, İbn Mâce, İmam Ahmed b. Hanbel, Dârekutnî, Beyhakî, Dârimî.. evet bütün bunların hepsi tek başına, kendi sahasında, dünyaya yetecek insanlardır. Tabiî ki, teker teker bu şahısların üzerinde durmamız ve onların ilmî yapılarını tahlil etmemiz, hele hedeflediğimiz şeyin hususiyetleri itibariyle kat’iyen mümkün değildir. Sadece şu kadar söyleyeyim ki, bunlardan İmam Buhârî, bir milyon hadîsi hafızasına aldıktan sonra, bunlardan sadece 4 bine yakınını Sahîh’ine almıştır. Almada gösterdiği titizlik ise, başlı başına bir destan. Her hadîs için abdest alıp iki rekat namaz kılar.. daha sonra, ruhen Hz. Ruh-u Seyyidü’l-Enâm’la münasebete geçer.. ve cevab-ı sevap alınca o hadisi kitabına dercedermiş. İşte böyle bir dev imam da, Efendimiz’in herhangi bir talebesidir ve O’nun ders halkasında yetişmiştir. Günlerce yol katettikten sonra kendisinden hadîs rivayet edecek olduğu şahsı, atına boş külahını gösterip, içinde arpa varmış gibi davrandığını görünce, hiçbir şey sormadan geriye döner.. ve niçin böyle yaptığını soranlara da: “Hayva-nı aldatan bir insanın beni de aldatıp aldatmayacağından emîn değilim” cevabını verir.. ve kimbilir, bütün hayatını böyle titizlikle geçiren daha nice dâhi hadîs imamları vardır. İşte dinin zeberced konağı, işte onun altın kanatlı hameleleri ve işte hiç yanıltmayan gümüşten yolumuz.
d. İlmin Dünya Buudu
Eski-yeni ilim tarihi adına taraflı, tarafsız ve mukayeseli o kadar muhteşem eserler yazıldı ki bunları okuyup ta muhteşem geçmişimize hayranlık duymamak kabil değildir. Müslümanların altın çağı sayılan bir dönemde, tıp, matematik, hendese ve bütün tabiî ilim dalları, fıkıhla, tefsirle, hadisle ve kelâmla atbaşıydı. El-Cabir’den (cebirin mürşîdi) İbni Sinâ’-ya, ondan İbni Batûta ve Harizmî’ye ve ondan, on asır yazdığı tıp kitapları Avrupa’da tedris edilen cerrahînin üstadı Zehravî’ye kadar, ki bir bilim mecmuası bu zâtı anlatırken, “On Asır Yaşayan İlim Adamı” diye başlık koydu bunların hepsi, yüzlercesi ve binlercesiyle Hz. Muhammed (sav) mektebinin çıraklarıdır.
Bizde niçin acaba, bu büyük insanlar görülüp bilinmemiş ve bugün de çokları tarafından hâlâ tanınmıyor? Görülmemesi bir galât-ı histir. Batıda, bunlar gözden kaçmaz; zira bunlar orada, düz ovalara nisbet, ara sıra yükselen tepeler gibidirler. Çok yüksek olmasalar da göze çarpabilirler. Buna karşılık, bizdeki zirveler ise mütemâdîdirler, bütündürler, ölçülememezlikleri bilinmezliklerini doğurmuş. Yani onlar, zirvelerin yan yana gelmesi gibidirler. Çukuru yoktur ki; bilinebilsinler. Bize gelince, biz vefasızlık ettik ve bu hâle geldik. Biz o âsârı değerlendiremedik. Batı onunla rönesansını tahakkuk ettirirken biz, bir kısım kuruntulardan sıyrılamadık. Kabahat bizde.. ilklerde değil sonraki mirasyedilerde, kabahat, deryanın içinde oldukları halde, deryanın kıymetini bilmeyenlerde.
“O mahiler ki deryada yaşar, deryayı bilmezler.”
2. Ruh Dünyasının Kahramanları
O’nun ikinci derecede bir buudu, velâyet.. velâyet adına Hz. Muhammed (sav), öyle insanlar yetiştirmiş ve açtığı kapı ile öylelerini evc-i kemâlat-ı insaniyeye yükseltmiştir ki, kimileri “perde-i gayb açılsa yakînim artmayacaktır” der. Kimileri, yerde iken Arş-ı A’zam’ı seyreder, kimileri, Hz. Cebrail’in o muhteşem heykelini müşahede ile kendinden geçer.. kimileri Kur’ân ve sünnetin sır buudlarını didik didik eder ve işaretlerden dantelalar örer.. işte, Celcelûtiye, işte Nehcu’l-Belâğa, işte Mesnevî, işte Fütûhulgayb, işte Füsûs ve Fütû-hât! Kadirşinaslığının depreştiği bir gün Edison şöyle der: “Ben elektriğe giden yolu Muhyiddin İbn Arabî’nin Futû-hât-ı Mekkiye’sinde buldum.” O, sırlı beyanlarıyla, Fütûhat-ı Mekkiye, bugün de elimizde.. Kur’ân’ın bir sırlı ifadesinden, elektriği, elektronları, ampülü istinbat etmek, bazı noktalardan tenkîd görse de tevili çıkmış bir hadisenin kritiğini yapmak bir bencillik gayreti olsa gerek. İnsan, pek çok hakikati, hem böyle velayet rampasıyla, hem de laboratuarlarla, araştırma merkezleriyle ulaşabilir. Biz, ulaşamamışsak, ulaşamıyorsak, o düşünce tutarsızlığında, muhakeme fakirliğinde; kalb za’fında, irade ve azim yetersizliğinde aranmalıdır. İbn Arabî, Mevlânâ, İmam-ı Rabbanî ve Bediüzzaman gibi çağlarını aşmış insanları anlamak şöyle dursun, onların keşfettikleri şeylere akıl erdirmek bile çok zordur. Bir Şah-ı Nakşibendî Hazretlerini, bir Marûf-u Kerhî’yi, bir Şazelî’yi, bir Şah-ı Geylanî’yi, bir Ahmet Bedevî’yi, bir Şeyhu’l-Harrânî’yi nasıl anlayacağız ki? İşte bütün bunlar, Hz. Muhammed (sav) mektebinin sadece çırakları ve tilmîzleridirler. Bize göre dâhî insanlardır ama, Hz. Muhammed (sav) mektebine ve medresesine göre sadece bir düzine çıraklardır o çıraklara ruhum feda olsun ve hep O şem’aya pervane olmuş, O’nun etrafında dönmüş, ışık âşıklarıdırlar. Gözleri gayba açılmışsa, (İmam-ı Suyûtî gibi: “Ben uykuda değil; uyanıkken hayatımda 28 defa Hz. Muhammed (sav)’le görüştüm” diyor) yine Allah Rasûlü’nden öğrendikleriyle açılmıştır.. ışığa koşmuşlarsa O’nun cazibesiyle olmuştur.
Bizler, derdest üç boyutlu mekanın hapisleri ve onun itibarî bir buudu olan zamanda esirleriyiz. Onlar ise zaman ve mekanı aşarak bir değişik buuda, belki hergün Hz. Muhammed Mustafa (sav) ile yüz yüze ve diz dize yaşıyorlar.! Hatta onlardan biri şöyle diyor: “Eğer bir lâhza O’nunla görüşmesem mahvolurum. Çünkü bütün varlığımı O’na borçluyum, günebakanın (ayçiçeğinin) açılıp kapanmasının güneşe programlandığı gibi, ben de hayatımı O’nu takip ve müşahedeye borçluyum. O, gönlümde battığı zaman, ben de bittim demektir.” Bunlar Hz. Muhammed (sav) mektebinin talebeleridir ve gelecekte de aynı kaynaktan yeni oluşumlar inşaallah fışkıracaktır. Velîlik benim saham değil. Ben velîler bezminde olsam olsam, onların kitmîri olabilirim.. veya o âlemin sadece hayranı. İnşaallah bir gün içinizdeki, hususi uyanmalar sayesinde, pek çok kimsenin hakaika gözleri açılacak ve beni tasdik edeceklerdir.
Hz. Muhammed (sav) ne muhteşem bir mürşiddir ki, bugün mistisizm dünyasında, yogizm dünyasında, O’nun çırakları, boşluğun, lafazan mürşit taslaklarını öyle bir silip geçmişlerdir ki, muhalif bir rüzgar esmezse, daha şimdiden “geleceğin dünyası bizimdir” diyebiliriz. Evet, Muhyiddin İbni Arabî bugün, batılıyı öyle büyülemiştir ki, Almanya’da hem de Alman ırkından binlerce Müslüman, Muhyiddin ve emsalinin neşrettiği nurlar sayesinde, Hz. Muhammed demektedir. Eğer bir yerde Abdulkadir Geylânî, Mevlânâ, Muhyiddin, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman, kalblere girip gönülleri Hz. Muhammed (sav)’e çevirebiliyorlarsa, bu tamamen onların üstadlarına ait bir kuvve-i kudsiyyedir.
Hz. Mevlânâ bir dev insandır. (Bazılarının, onu değişik bir zâviyeden ele almaları, hatta ve hatta Peygamber Efendimiz’in yerine koymaya çalışmaları, şubu peygamberidir demeleri bir yana) Hz. Mevlânâ namütenahiliğe yelken açmış, büyük kâmetlerden ve melekûta açık hikmet erlerindendir. Aşkın, ızdırabın, heyecanın, samimiyetin eşsiz temsilcisi.. ve teşbihlerle temsillerle hakîkat-ı uzmâ’ya, mutlak hakîkata ulaşmanın en büyük kâşiflerinden birisidir. Ve, Hz. Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, aynı zamanda bir söz üstadıdır. Erbâbına göre bir sihirli asa da onun elinde vardır ve iklimine giren mutlaka büyülenir.
3. ...Ve Dil ErbabıAllah Rasûlü Arap söz sultanlarının şahı, acem büleğasının da şehinşahıdır.
Bu sahada da O’nun dünya kadar şahidi vardır. Hasan bin Sâbit’den Ka’b bin Mâlik’e, Abdullah bin Revâha’dan Ka’b bin Züheyr bin Ebi Sülmâ’ya, Lebid’den Hansâ binti Züheyre.. ve ondan da bütün Abbâsî, Emevî, Selçukî ediplerine kadar gelmiş-geçmiş ne kadar söz üstadı varsa, en değerli beyanlarını O’nunla, O’nun mesajıyla ve O’nun sözleriye alâkalı ifade etmiş ve o üstadlarına karşı ta’zimde kusur etmemişlerdir. Ve hele İran şairleri... Goethe’nin bir gün Prens Müller’e şöyle dediğini Haydar Bammad naklediyor: “İslâm tarihinde özellikle Selçukluların, Abbâsîlerin ve İranlıların yaşadığı İran’da, çeşitli devirlerde dev şairler yetiş-miştir. Fakat İslâm dünyasında bunların sadece dördü, beşi kabul edilir.” Goethe gibi Almanya’da dile yeniden haysiyetini kazandıran ve onu yeniden keşfeden bilhassa Faust’u ile edebiyatta yeni çığır açan bu adam diyor ki: “Bu ülkede çeşitli devirlerde, dev insanlar yetişmiştir, fakat İslâm dünyası bunların beşini alır; Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hâfız, Firdevsî, Enverî, Nizamî. Bunun dışında hepsini atarlar, yani diğerlerini şair saymazlar. Edip değil diye attıkları arasında öyleleri vardır ki (Goethe’nin sözü) ben onların ellerine su dökemem.” Şaşkınlığımızla kalalım! Kimleri şişiriyor, balonlaştırıyoruz ve kimlere karşı alâkasız ve biganeyiz.!
Bilmiyorsak bilelim, Hâfız’ı taklit etmeyen batılı yoktur. Osmanlı edebiyatı da büyük ölçüde Hâfız’ın dünyasıyla içli dışlıdır. Evet işte, İranîsiyle Turanîsiyle bütün bunlar, Hz. Muhammed (sav) mektebinin çırakları ve O’nun bıraktığı malzemeyi kullanan mimarlardır.
Benim size arzetmeyi plânladığım daha pek çok şey olabilirdi.. ama, tasdi’ etmemek için kesiyorum; zira, O’nunla alâkalı, anlatmayı düşündüğüm daha pek çok şey var.. ve tabii bu arada O’nun askerlik yanı...
F.G
NA'T-I SERIF
Arsin kubbelerine adi nurla yazilan
Ismi semada Ahmed yerde Muhammed olan
Yedi katli göklerde Hak Cemalini gören
Evvel ahir yolcusu ya hazreti Muhammed
Sagnak nur yagmurlari inerken yedi kattan
O gece sendin gelen ezel kadar uzaktan
Melekler her zerreye müjde verirken haktan
O gece sendin gelen ya hazreti Muhammed
Günesler o gecenin nuruna secdederken
Yildizlar mesk icinde kainat vecdederken
Bütün hamd-ü senalar Yüce Rabbe giderken
O gece sendin gelen ya hazreti Muhammed
Kabede sirk taslari putlar yere dönerken
Cehalet bayraklari birer birer inerken
Bin yilik küfr atesi ebediyyen sönerken
O gece sendin gelen ya hazreti Muhammed
O gece save gölü mucizeyle kururken
Kisra saraylarinda sütunlar savrulurken
Arzdan arsa alemler rahmetini bulurken
O gece sendin gelen ya hazreti Muhammed
Senki dogum kundagi ak bulutla örülen
Dogar dogmaz Allah'a secde emri verilen
Alninda alemler rahmet taci görülen
Kainat efendisi ya hazreti Muhammed
Senki güzel huylarin ahlakin mesalesi
Sabir doruklarinda beserin en yücesi
Senin cennet mekanin fakirlerin hanesi
Gönüller hazinesi ya hazreti Muhammed
Sana sahid sonsuzlar ezelden beri her an
Sana sahid ayetler her zerre ve her mekan
Senden uzak kalmaya nasil dayanirki can
Sen her canda canansin ya hazreti Muhammed
Mirac gecesi bir bir aciliyorken gökler
Seni selamliyorken her katta peygamberler
Oyle bir an geldiki durdu bütün melekler
Hakka yalniz yürüdün ya hazreti Muhammed
Gönül gözü görmeyen can gözünü neylesin
Dünyada dönmeyen dil mahserde ne söylesin
Mevla bütün beseri ümmetinden eylesin
Sancaginin altinda ya hazreti Muhammed
Hak ile kul vuslat? o ilahi dügünde
Hic kimseden kimseye fayda olmayan günde
Hasatlar? has tartan o terazi önünde
Noksanlarim bagislat ya hazreti Muhammed
Biliriz ki hükmü yok bu dünya nimetinin
Gönüldür sermayesi ahiret servetinin
Sana salat ve selam gönderen ümmetinin
Cennetler sahidi ol ya hazreti Muhammed
Efendimizin mübarek isimleri ve manaları
Abdullah
Allah (cc)' ın kulu
Münîr
Nurlandıran, aydınlatan
Âbid
Kulluk eden, ibadet eden
Mürsel
Elçilikle görevlendirilmiş
Âdil
Adaletli
Mürtezâ
Beğenilmiş, seçilmiş
Ahmed
En çok övülmüş, sevilmiş
Muslih
Islah edeci, düzene koyucu
Ahsen
En güzel
Mustafa
Çok arınmış
Alî
Çok yüce
Müstakîm
Doğru yolda olan
Âlim
Bilgin, bilen
Mutî
Hakka itaat eden
Allâme
Çok bilen
Mu'tî
Veren ihsân eden
Âmil
İşleyici, iş ve aksiyon sahibi
Muzaffer
Zafer kazanan, üstün olan
Aziz
Çok yüce, çok şerefli olan
Müşâvir
Kendisine danışılan
Beşir
Müjdeleyici
Nakî
Çok temiz
Burhan
Sağlam delil
Nakîb
Halkın iyisi, kavmin en seçkini
Cebbâr
Kahredici, gâlip
Nâsih
Öğüt veren
Cevâd
Cömert
Nâtık
Konuşan, nutuk veren
Ecved
En iyi, en cömert
Nebî
Peygamber
Ekrem
En şerefli
Neciyullah
Allah' ın sırdaşı
Emin
Doğru ve güvenilir kimse
Necm(i)
Yıldız
Fadlullah
Allah-ü Teâla'nın ihsânı, fazlına ulaşan
Nesîb
Asil, temiz soydan gelen
Fâruk
Hakkı ve bâtılı ayıran
Nezîr
Uyarıcı, korkutucu
Fettâh
Yoldaki engelleri kaldıran
Nimet
İyilik, dirlik ve mutluluk
Gâlip
Hâkim ve üstün olan
Nûr
Aydınlık, parıltı, ışık
EY SEVGİLİ …
HZ.MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V)
SEVİYORUZ SENİ SEVGİLİ, HİCRET EDER GİBİ SEVİYORUZ, BİZ SENİ SÜMEYYELER GİBİ SEVEMESEKTE, BİLALLER GİBİ GÖĞSÜMÜZDE TAŞLAR YEŞERTEMESEKTE SEVİYORUZ SENİ SEVGİLİ. UHUDDA SANA OK İSABET ETMESİN DİYE ÖNÜNDE DUVAR OLAN SAHABEN GİBİ OLAMASAKTA.. SENİ ONLAR GİBİ SEVEMESEKTE AYNI SEVDAYLA SENİ SEVDİK, AYNI SEVDAYLA GÜLLERE SENİN KOKUNU VERDİĞİ İÇİN HAYRAN OLDUK, AYNI SEVDAYLA GÜLLERE BAKINCA KENDİMİZDEN GEÇTİK.. HEP AYNI SEVDAYLA YAŞADIK SEVGİLİ, SENİ GÖREMESEKTE GÜL EFENDİM SENİ GÖRME UMUDUYLA YAŞADIK, HEP İÇİMİZDEYDİN SEN SEVGİLİ, HİÇ ÇIKMADIN Kİ BU SEVDA HİÇ YÜREKLERİMİZDEN ÇIKMADI ONUN İÇİNDİR Kİ GÜLE SENİN KOKUN VERİLDİĞİ İÇİN AŞIK OLDUK… SEVGİNİN UĞRAMADIĞI DÜŞLER ÜLKEMİZDE SEVİYORUZ SENİ, KARANLIKLARDA AYDINLIĞINI GÖREREK SEVİYORUZ. SEVİYORUZ SEVGİLİ BİZLER SENİ GÖREMEDİK EY SEVGİLİ SENİN SÜNNETİNİ BİLDİK VE SENİN SÜNNETİNDE BULDUK SENİ SEVGİLİ, GÜLLERDE BULDUK, BİZE BIRAKTIKLARINDA BULDUK SENİ VE SENİN O YÜCE SEVDANI… SEVİYORUZ SENİ SEVGİLİ, SENİN BİZİ SEVDİĞİN GİBİ, ALLAH’IN RASULÜ OLDUĞUN HALDE GECELERCE AĞLAYIP SECDELERDEN KALKMADIĞIN ÜMMETİM DİYE GÖZYAŞI AKITTIĞIN SEVDAYLA SEVİYORUZ SENİ SEVGİLİ.. EY SEVGİLİ BİZLER AŞK LİMANINDA YİTİĞİNİ ARAYAN SEVDALILAR GİBİ SEVİYORUZ SENİ, SEVİYORUZ DÜŞLER, ÜLKESİNİN ÇIKMAZ SOKAKLARINDA AVUÇLARIMIZDAKİ YÜREKLERİMİZLE VE DÜŞLERİMİZİ BİR ZÜMRÜDÜ ANKANIN KANATLARINA VERİYORUZ... ÖTELERDEKİ SEVGİLİYE ULAŞTIRMASI İÇİN
EY SEVGİLİ, EY GÜZELLER GÜZELİ, EY GÜL EFENDİM.. SELAM OLSUN SANA, SELAM OLSUN GECEYE VE AYA, SELAM OLSUN GECENİN KARANLIĞINA, SELAM OLSUN GECEYİ KUŞATANA, SELAM OLSUN ÖMRÜNCE ÜMMETİM ÜMMETİM DİYE GÖZYAŞI AKITAN RASÜLE… EY SEVGİLİ, BİZ SENİ SEVİYORUZ VE HEP SEVECEĞİZ, TAKİ BU DÜNYADAN GÖÇ MÜJDESİ GELENE KADAR. GELENE KADAR O KUTLU MÜJDE SEVDALI GÖZLERLE BAKACAĞIZ HER GÜL GÖRÜŞÜMÜZDE, O SEVDAYLA BEKLEYECEĞİZ O GÜNÜ SEVGİLİ… YOLCULUK SÜRECEK SEVGİLİ... NEFES ALIP VERDİĞİMİZ SÜRECE, SÖYLEYECEK SÖZÜMÜZ HEP OLACAK..
EY SEVGİLİ, BİZ SENİ LEYLASI İÇİN DAĞLARI AŞAN MECNUN GİBİ SEVEMESEKTE, SEVEMESEKTE FERHAT GİBİ DELEMESEKTE DAĞLARI EY SEVGİLİ , BİZ SENİ AŞK İLE SEVDİK, BİLDİK Kİ AŞK SENDEDİR. BİZ GÜLLERE AŞIK OLDUK SEN YOKKEN. BİLİYORDUK Kİ GÜL SENDEN ALMIŞTI KOKUSUNU VE SENİN VUSLATINI SENİN KOKUNU GÜLLERDE BULDUK SEVGİLİ. BİZ GÜLÜ GÜL DİYE SEVMEDİK SEVGİLİ. BİZ GÜLDE BULDUK SENİN AŞKINI VUSLATINI, KOKUNU GÜLLERE VERENE ŞÜKRETTİK VE GÜLÜ SEVDİK SEVGİLİ. BİZLER DÜŞLER ÜLKESİNDEN SESLENİYORUZ SANA SEVGİLİ, DÜŞLER ÜLKESİNİN ÇIKMAZ SOKAKLARINDAN SESLENİYORUZ VE SEVGİNİ YEŞERTİYORUZ BU SOKAKLARDA... SENSİZ SENİN SEVDANLA… SEVİYORUZ SENİ SEVGİLİ, DERBEDER YÜREKLERİMİZLE SEVİYORUZ. Bİ-ÇARE OLMUŞ YÜREKLERLE SEVİYORUZ. ÇÖLLEŞMİŞ KALPLERİMİZLE SEVİYORUZ SENİ SEVGİLİ. YEŞERTEMEDİĞİMİZ SEVDAMIZLA, SEVDANLA SEVİYORUZ.. SEVİYORUZ SENİ EY SEVGİLİ, BÜLBÜLÜN GÜLÜ SEVDİĞİ GİBİ... BİZDE SENİN BÜLBÜLÜN OLMAK İSTİYORUZ SEVGİLİ EBEDİ AŞKI BULMAK İÇİN... SEVİYORUZ SENİ EY SEVGİLİ, YIPRANMIŞ VAKİTLERDE YIPRANMAYAN TEK GÜL OLDUĞUN İÇİN... SEVİYORUZ SENİ EY SEVGİLİ, SEVİYORUZ SENİ... SEVİYORUZ SENİ EY SEVGİLİ, ÇÖL SICAĞINDAKİ BİR KEVSER ŞELALESİ GİBİ... SEVİYORUZ SENİ EY SEVGİLİ, GÖZ YAŞLARIMIZLA SULADIĞIMIZ GÜLLERLE SEVİYORUZ SENİ... SEVİYORUZ SENİ EY SEVGİLİ, SANA AŞIK SANA MEFTUN OLAN ACİZ YÜREKLERİMİZLE SEVİYORUZ... SEVİYORUZ SENİ EY SEVGİLİ...
BİRGÜN GELDİ, İNSANLIK AĞACI DA OLGUNLUĞA ERDİ VE EN MÜKEMMEL MEYVESİNİ VERDİ. KÂİNATA MUHAMMED ALEYHİSSELÂM DOĞDU. KÂİNATIN EN MÜKEMMEL MEYVESİ OLAN İNSANLIK ÂLEMİNİN BÜTÜN MÜKEMMELLİKLERİNİ TEK BAŞINA KENDİSİNDE TOPLAYAN, TEK BAŞIYLA BİR KÂİNAT OLAN EN MÜKEMMEL VARLIKTI O.
ONUN GELİŞİYLE KÂİNAT OLGUNLUĞA ERDİ. ÇÜNKÜ KÂİNAT OLGUNLUĞA ERSİN DİYE YARATILMIŞTI. BİR DÜŞÜNÜN, “ONSUZ BİR DÜNYA NEYE YARARDI?” DİYE.
O ZAMAN ANLARSINIZ KÂİNATIN ONUN İÇİN YARATILDIĞINI.
EY ALLAHIN RASULÜ!..
SEN YOKTUN...HZ ADEM'DEYDİ NURUN. ÖNCE CENNETİ, SONRA YERYÜZÜNÜ ŞEREFLENDİRDİN. ADEM NURUNA AFFEDİLDİ
ARAFAT BU AFFA ŞAHİTTİ.
SEN YOKTUN NUH'UN GEMİSİNDEYDİ NURUN...DALGALAR YERYÜZÜNÜ BOĞARKEN TOPRAĞIN BAĞRINDAKİ SU GÖKYÜZÜYLE BULUŞURKEN VE BU BİR İLAHİ AZAP DERKEN, ALLAH NURUNU TAŞIDI BİNBİR SEBEBLE TUFAN,NURUNU SELAMLADI EDEPLE...
SEN YOKTUN...HZ.İSMAİL'İN ALNINDAYDI NURUN. İBRAHİMİ BİR DUA YÜKSELDİ KİMSESİZ ÇÖLLERDEN "RABBİMİZ" DEDİ, " ONLARA KENDİ İÇLERİNDEN SENİN AYETLERİNİ OKUYACAK KİTAP VE HİKMETİ ÖĞRETECEK ONLARA, ONLARI TEMİZLEYECEK BİR ELÇİ GÖNDER ";
AMİN DEDİ ON SEKİZ BİN ALEM NURUNLA AYDINLANAN MİNİCİK ELLERİNİ SEMAYA KALDIRARAK AMİN DEDİ İSMAİL. HİRA NUR DAĞI AMİN DİYEREK AYAĞA KALKTI MEDİNE'DEN ADI UHUD OLAN BİR AMİN YANKILANDI SEVR DAĞINDA.
SEN YOKTUN SULTANIM... HZ.İSA AHMED DİYE MUŞTULADI SENİ ALEMLERİN EFENDİSİ DİYE SANA SESLENDİ " ARTIK BEN SİZİNLE ÇOK SÖYLEŞMEM "DEDİ HAVARİLERİNE ÇÜNKÜ BU ALEMİN REİSİ GELİYOR...BEKLEYİN AHMED GELİYOR KAİNATA RAHMET GELİYOR...HAVARİLERİN YÜZÜNÜ OKŞAYAN,ÖLÜLERİ DİRİLTEN BİR NEFES OLDUN.
AMA SEN YOKTUN. SEN YOKTUN....HZ.ABDULLAHIN ALNINDAYDI NURUN BAŞI EĞİK GEZERDİ MAZLUM PUT EYLE GÖKLERDEN SENİ SORARDI VARAKA SENİ ARARDI SEMA'DA ANNELER KIZ ÇOCUKLARINI HEP AĞLAYARAK SEVDİLER. AĞLAYARAK SÜSLEDİLER ÖLÜME!...AĞLAYARAK HADİ DAYINA GİDİYORSUN DEDİLER.
SEN YOKTUN SULTANIM... CANLI CANLI TOPRAĞA GÖMÜLMENİN ADI İDİ DAYIYA GİTMEK, ANNE YÜREĞİNİN ÇILDIRTAN ÇARESİZLİĞİ İDİ, VE YAVRUSUNUN ÖLÜME GİDİŞİNİ SEYRETMESİYDİ. EN SON ÇOCUK ATILIRKEN ÇUKURA, ANNESİNİN SURETİNDE BİR MELEK TUTTU ONU VE TEBESSÜM EDEREK HİRA NUR DAĞINI GÖSTERDİ MELEKLER SÜSLÜYORDU HİRA'YI, EFENDİSİNE HAZIRLANIYORDU CEBEL-İ NUR EFENDİSİNE HAZIRLANIYORDU MEKKE ALEMLERİN EFENDİSİNE HAZIRLANIYORDU. KAİNATIN GÖZÜ HZ.AMİNE'DEYDİ TOPRAK YALVARIYORDU RABBİNE...GEL DİYE AĞLIYORDU MAZLUMLAR
GÖZLERİ SEMA'DA
VE BİR GELİŞİN VARDI YA RESÜLALLAH BİR İNİŞİN VARDI YERYÜZÜNE VE CEBRAİL ARDINDA YALIN KILIÇ MELEKLER BİR İNİŞİN VARDI YERYÜZÜNE YETİMLER EN HUZURLU GECEYİ GEÇİRDİLER BELKİ DE...DOYA DOYA. SONRA BİR SESSİZLİK KAPLADI SEHER VAKTİNİ HERŞEY SUS PUS OLMUŞTU. HADİ DİYORDU YILDIZLAR, HADİ DİYORDU AY, KAİNAT BİR İSİM DUYMAK İSTİYORDU VE BİR SES YÜKSELDİ AMİNENİN EVİNDEN MUHAMMED...
KARANLIKLAR AYDINLIĞA BIRAKTI YERİNİ MUHAMMED... SENİ YARATAN ALLAH'A KURBANIZ EY DÜRR-İ YEKTA... SANA O ADI VEREN RAHMANA KURBANIZ.
ARTIK SEN VARDIN...
SUSUZ TOPRAKLARA RAHMET İNDİ SENİNLE ANNENDEN SONRA , ANNE HALİME SEVNDİ SENİNLE YAĞMURA MI İHTİYAÇ VAR?... KALDIRIRDIN ŞEHADET PARMAĞINI... YAĞMURU SALSIN ALLAH SONRA TUT AĞACIN YAPRAĞINI KÖKLERİNİ ÇIKARTTIRIP YANINDA YÜRÜTSÜN ALLAH. YETER Kİ SEN İSTE SEN İSTE YA RESÜLALLAH DEKİ; BEN KİMİM?...
DAĞLAR,TAŞLAR DİLE GELSİN... DİLSİZ ÇOCUKLAR ELLERİNDEN TUTUP "ENTE RESÜLALLAH" DESİN.
SEN VARDIN... BEDİR KARDI, UHUD DARDI, HENDEK YARDI, YİĞİTLERİN VARDI. ÖLMEK İÇİN YARIŞAN YİĞİTLERİN. HELE BİR ENES'İN VARDI YA RESÜLALLAH. UHUD'DA ÖLDÜĞÜNÜ DUYUNCA ARKADAŞLARINA; " NİYE BURADA OTURUYORSUNUZ ? " DİYE SORDU... ONLARDA ;" ALLAH'IN RESÜL-Ü ÖLDÜRÜLMÜŞ.! " DEYİNCE... " PEKİ O ÖLDÜKTEN SONRA YAŞAYIPDA NE YAPACAKSINIZ, KALKIN VE O'NUN GİBİ ÖLÜN." DEMİŞTİ.
VE SAVAŞIN EN YOĞUN OLDUĞU YERDE ŞEHİT DÜŞMÜŞTÜ. HEM DE NE ŞEHİT EY NEBİ... VÜCUDU YARALARDAN TANINMAZ HALDE İDİ. KIZKARDEŞİ ANCAK PARMAKLARINDAN TANIDI ONU...
MUS’AB BİN UMEYER'İN VARDI SENİN... UHUD'DA SANCAĞINI TAŞIYAN, ÖYLE BİR AŞKLA SANA BAĞLIYDI Kİ!... ALLAH O GÜN MELEKLERİNİ MUS’AB'IN SURETİNDE İNDİRDİ.
EBU HUREYRE'N VARDI...ACIKINCA MESCİDİN ÖNÜNDE DURUR SANA BAKARDI, SEN ANLARDIN. " YA EBAHİR!..GEL " DERDİ.
VE SEN GİTTİN... BİR GİDİŞLE GİTTİN. ARDINDA HÜZNÜN KALDI, HASRETİN KALDI GÖKLERDE, BİLAL EZAN OKUYAMAZ OLDU NE ZAMAN TEŞEBBÜS ETSE. " MUHAMMED RESÜLALLAH " DEMEYE... DİZİNİN ÜSTÜNE ÇÖKER KENDİNDEN GEÇERDİ. SONRA GÜNLER AY, AYLAR YIL OLDU. ASIRLAR OLDU...SENSİZLİĞE AÇTIK GÖZLERİMİZİ AMA SEN BIRAKMAZSIN BİZİ!...
SEN VARSIN... EY ŞEHİTLERİN SULTANI SEN VARSIN. BİR ŞEHİT BİLE ÖLMEZKEN SANA NASIL YOK DERİZ. EBU TALİP ŞAM'A GİDERKEN, DEVESİNİN ÖNÜNE GEÇİP; " BENİ BURADA KİME BIRAKIP DA GİDİYORSUN " DEMİŞTİN " NE ANAM VAR NE BABAM..." EBU TALİP BIRAKMAMIŞTI BU YÜZDEN. SENSİZLİĞİN IZDIRABI İLE İNLEYEN ÜMMETİNİ KİME BIRAKIP GİDİYORSUN YA RESÜLALLAH.BIRAKMA BİZİ Kİ ; ALLAH " SEN ONLARIN İÇİNDEYKEN ONLARA AZAP EDECEK DEĞİLİZ." BUYURUYOR. BIRAKMA BİZİ !...
HAYATI SENİNLE ÖĞRETTİ RAHMAN, KULLUĞU SENİNLE TANIDIK, DUAYI SENDEN ÖĞRENDİK SEVGİLİ, HZ.ÖMER UMRE İÇİN SENDEN İZİN İSTEYİNCE, KARDEŞCİK DEDİN ONA; " DUANDA BANA DA YER AYIRIR MISIN ? " BİZLER ÖMER DEĞİLİZ AMA BÜTÜN DUALARIMIZ SENİN İÇİN.
EY RABBİMİZ!...RESÜLÜNÜ ANIŞIMIZDAN HABERDAR ET...
O'NA BİNLER SALAT,BİNLER SELAM... HABİBİNE MAKAM-I MAHMUD-U VER... O'NA VESİLE-İ LÜTFET... O'NU REFİK-İ ALA'YA YÜKSELT....
BİZİ DE AFFET... O'NUN HATIRINA AFFET... ZATININ HATIRINA AFFET...
NE OLUR AFFET BİZİ... BİZİ AFFET....
PEYGAMBER EFENDiMiZiN VEDA HUTBESi
(Efendimizin vefatından evvelki son hac ziyareti sırasında)
Bismillahirrahmanirrahim
"Ey insanlar! "
Sözümü iyi dinleyiniz!
Biliyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım.
"İnsanlar!
Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes ay ise, bu şehriniz (mekke)nasıl bir mubarek şehir ise, canlariniz,mallariniz, namuslarınızda öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
"Ashabım!
Muhakkaki Rabbinize kavuşacaksınız. O'da sizi yaptıklarınızdan dolayi sorguya çekecektir. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayiniz! Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara ulaştırsın. Olabilir ki burada bulunan kimse ,bunları daha iyi anlayan birisine ulaştırmış olur.
"Ashabım!
"Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin.biliniz ki faizin her çeşidi kaldırılmıştır. Allah böyle hükmetmiştir. İlk kaldırdığım faizde Abdulmuttalibin oğlu (amcam)abbasın faizidir. Lakin ana paranız size aittir, ne zulmediniz nede zulme uğrayınız.
"Ashabım!
"Dikkat ediniz ,cahiliyeden kalma bütün adetler kaldırılmıştır , ayağımın altındadır. cahiliye devrinde güdülen kan davalarıda tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdulmuttalibin torunu ilyas bin rabianın kan davasıdır.
"Ey insanlar!
"Muhakkakki şeytan şu toprağınızda kendisine tapınmaktan tamamen ümidini kesmiştir. Fakat siz bunun dışında ufak tefek işlerinizde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dinimizi korumak için bunlardanda sakınınız .
"Ey insanlar!
"Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah'ın emeneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emri ile helal kıldınız . Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınlarında sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri ,hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evinize almamalarıdır. Eğer gelmesine müsade etmediğiniz bir kimseyi evinize alırsa Allah size onları yataklarında yalnız bırakmanıza ve daha olmazsa hafifçe dövüp sakındırmanıza izin vermiştir. Kadınlarında sizin üzerinizdeki hakları ,meşru örf ve adete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.
"Ey müminler!
"Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşyımazsınız. O emanetler Allah'ın kitabı Kur' an-ı Kerim ve Peygamberinin sünnetidir.
"Müminler!
"Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanın kardeşidir ve böylece bütün müslümanlar kardeştirler. Bir müslümana kardeşinin kanıda, malıda helal olmaz. Fakat malını gönül hoşluğu ile vermişse o başkadır.
"Ey insanlar!
"Cenab-y Hak her hak sahibine hakkını vermiştir. Her insanın mirastan hissesi ayrılmyştır. Mirascıya vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir. Zina eden kimse için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan köle Allah'ın meleklerinin ve bütün insanların lanetine uğrasın.Cenab-ı hakk bu gibi insanların ne tevbelerini nede adalet ve Şehadetlerini kabul eder .
"Ey insanlar!
"Rabbiniz birdir .Babanızda birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arabın arap olmayana arab olmayanında arab üzerine üstünlüğü olmadiği gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Asıl üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. "Azası kesik siyahi bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allah'ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat ediniz. "Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu üzerine oğluda babasının suçu üzerine suçlanamaz. "Dikkat ediniz! şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız. Allah'ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı haksız yere öldürmeyeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız. İnsanlar "la ilahe illallah" deyinceye kadar onlarla cihad etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman kanlarını ve mallarını korumuş olurlar .Hesapları ise Allah'a aittir.
"İnsanlar!
"Yarın beni sizden soracaklar ne diyeceksiniz? Sahabei kiram hep birden şöyle dediler; "Allahın elçiliğini ifa ettiniz, vazifenizi hakkıyla yerine getirdiniz, bize vasiyet ve nasihatta bulundunuz, diye şehadet ederiz". Bunun üzerine Resul'i Ekrem Efendimiz şehadet parmağını kaldırdı, sonrada cemaatin üzerine çevirip indirdi ve şöyle buyurdu;
"Şahid ol yarab! Şahid ol yarab! Şahid ol yarab!"
PEYGAMBER EFENDİMİZDEN (sav) 10 NASİHAT VE 55 ALTIN ÖĞÜT
Sunarken :
Allahû Teâla (cc) bizlere elçisi Muhammed (sav)'e Rabbinden getirip tebliğ ettiği şeylerde O'na uymayı, örnek alıp yolundan gitmeyi emretmiştir.
Peygamber (sav)'in sünneti sözlü ve fiili şekildedir ki bunlar dinin gayesini anlama ve tafsili hükümleri kavramada bizlere yol gösteren ışıktır. Rasulullah (sav)'den sözlü ve fiili olarak sabit olan herşey Kur'an'da açık nas olarak zikredilmese dahi bizim için hüccettir. Kur'an'da zikredilmediği halde bizim için delil olan hadislerden bir tanesi de Ebu Hureyre (ra)'nin rivayet ettiği şu hadistir: "Bir erkek hanımı ile hanımının halasını, hanımı ile hanımının teyzesini bir nikahta birleştiremez."
Sünnet Kur'an'da açık ifade edilmesede delil sayılır. Allah Teâla (cc) şöyle buyurmuştur: "Rasul size hangi şeyi vermiş ise onu alınız, hangi şeyden de yasaklamış ise ondan geri durun. " (Haşr:7)
Bütün müslümanlara gereken şey peygamberlerinin sünnetine sarılmaları, öğrenmeleri ve müslümanlar arasında yaymak için gayret sarfetmeleridir. Bu kitabın düşüncesi de bu yolda atılmış başarılı bir adımdır. Zira kitaptaki hadisleri derleyen müellif-Allah O'nun sevabını versin-kitabı yayınlama hakkını bütün müslümanlara vermekle tüm tavsiyeleri toparlamayı ve kitaptaki nebevi tavsiye, öğüt ve yönlendirmelerdeki faideyi genelleştirmeyi uygun görmüştür. Başarı Allah'tandır.
Ahmet Muhammed Tâhûn
Başlarken :
Hamd Allah içindir. Selam Allah'ın seçtiği kullarına ve seçtiği en değerli peygamber olan Efendimiz Muhammed (sav)'edir ki O'na Rabbinden: "Biz Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya:107), hükmü indirildiği gibi yine: "Andolsun içinizden size öyle bir peygamber geldi ki sıkıntıya ugramanız O'na ağır gelir; size düşkün, mü'minlere şefkatli, merhametlidir" (Tevbe:128), diye bildirmiştir.
O ki söz ve fiillerinde bütün iyiliklere yol göstermiş, tüm kötülüklerden de uyarmıştır. Allah'a çağıran, yolları aydınlatan nurdur. Elinizdeki şu Ellibeş Peygamber Tavsiyeleri'ni kardeşimiz Ustad Hamza Muhammed Sâlih Ucâc hadis kitaplarından seçip derlemiştir ki böylece mü'minlere bir hatırlatma olsun, onlara hediye yerine geçsin. Allah ona yaptığı hizmetin karşılığını versin. Her kişi ameline göre karşılık alır. Eğer hayır ise hayırla, şer ise şerle karşılık görür.
Siz ey mü'minler Rabbinizden gönderilen kitabı okuyun ve düşünüp inceleyiniz. Zira size Enam Suresinde on, İsra Suresinde oniki tavsiyede bulunulduğu gibi daha pek çok yerde Kur'an'dan sizlere tavsiyeler mevcuttur. Yine sizler Rasulullah (sav)'in de tavsiyelerini okuyun, inceleyin ve onlara sımsıkı yapışınız. Kim Rasulun yoluna sarılırsa büyük kurtuluşa erer. Kim de yüz çevirirse apaçık zarara girer.
" Rasul size hangi şeyi vermişse onu alınız, hangişeyden de yasaklamışsa ondan geri durunuz. " (Haşr:7)
Allah bizi ve sizi, Rablerinden haklarında güzellikler geçipte lutfuyla cennete girdirilen kullardan olmanız için, söz dinleyen ve sözlerin en güzeline uyanlardan kılsın. Selam bütün peygamberlere olsun. Hamd de alemlerin rabbi Allah'adır.
Ahmet Abdu'l Cevvâd.
Önsöz :
Hamd alemlerin rabbi Allah'adır. Salat ve selam peygamberlerin en değerlisi Efendimiz Muhammed (sav)'e, O'nun ailesine ve arkadaşlarınadır. Ben hadis kitaplarında Efendimiz'in bazı sahabelere tavsiyelerini okumuştum. İstedim ki bunlardan bir kısmını küçük bir kitapçıkta toplayayım. Bu nedenle ellibeş tavsiyeyi şu kitaplardan faydalanarak seçtim. Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Sünen-i ebi Davud, Sünen-i Tirmizi, Et-Terğib ve't-Terhib, Riyazu's-Salihin, Kitabû't-Tac, Teysirû'l-Vusûl. Bu tavsiyeler her ne kadar bazı sahabelere söylenmiş olsada, bütün müslümanlara da hitap eder. Bunlar Allah'a ihlasla bir kul olmaya, şirkten arınmaya yöneltir. Kelimeyi Tevhid ve Allah'a secde etmenin fazileti, namaz, oruç ve geceleri ihya etmenin fazileti, ilim tahsili, sadaka vermek ve Allahı tesbih etmenin faziletlerini açıklar. Anne ve babaya itaate, güzel ahlaka, akraba ziyaretine, komşularla iyi geçinmeye, yemek yedirme ve fakirleri sevme gibi daha pek çok ameli salihaya da teşvik eder. Aynı manadaki bazı hadisleri de faidesinden dolayı fazladan olarak zikrettim. Allah'tan amelimizin tamamının salih ve kabul olunmasını, bu amelleri kendi rızasına halis kılmasını diler, bu tavsiyelerde gelen şeylerden bizleri faydalandırmasını, onlarla amel etmeyi nasip etmesini isteriz. Doğru yola götürecek olan Allah'tır. Allah, Efendimiz Muhammed(sav) ve O'nun ailesine, arkadaşlarına salat ve selam etsin.
Hamza Muhammed Sâlih Ucâc
ON NASİHAT
1- Hergün okuyabildiğin kadar Kur'an oku, Peygamber (sav)'e de salatı çokca getir.
2- Beş vakit namaz ile velevki iki rekat ta olsa gece ve kuşluk namazına devam et.
3- Üzerine farz olan zekatı ver. Az da olsa hergün sadaka ver. Eğer verecek bulamaz isen bu vazifeyi güzel söylemekle yerine getir. Ramazan orucu ile beraber her ayda üçgün oruç tut.
4- Allah'ın sevdiklerinden olmak istemez misin? Peygamber'in Muhammed (sav)'i, O'nun Ailesini sev, anne ve babaya iyilik yap.
5- Sen:" Ya Rabbi, Ya Rabbi" deyipte, Allah'ın: "Evet Ey kulum, iste istediğin verilir" dediği kimselerden olmak istemez misin? Ohalde yiyeceğini temizle ki duan kabul olsun. İnsanlara kendinden daha insaflı ol. İnsanlara güzel ahlakla davran.
6- Duası kabul edilenlerden ve Kıyamet günü sayfası nurla parlayanlardan olmayı istemez misin? Kalbini temizle, "La İlahe İllallah" zikrini çok yap, günahlarına, mü'min erkek ve mü'min kadınlar için tevbe ve istiğfar yap. Allah'ı hatırlamaktan habersiz olanlardan olma.
7- Allah'a hamdeden, şükreden, O'na yakın olanlardan olmak istemez misin? Şu var ki kul: El-Hamdülillah, derse, Allah: " Kulum Bana hamdetti, Bana şükretti" der. Ohalde: el-Hamdülillahi ve Selamün ala İbadihillezinestafa" zikrini çokça yap.
8- Allah'a şükredenlerden ve Allah'ın neslini islah ettiği kimselerden olmayı istemez misin? O halde şu iki ayetteki duaya devam etmelisin:
a- " Rabbim, bana ve anama, babama lutfettiğin nimete şükretme, Senin beğeneceğin faydalı bir iş yapmamı gönlüme ilham eyle ve Rahmetinle beni iyi kullarının arasına koy". (Neml:19).
b- " Rabbim beni, bana ve anama, babama verdiğin nimete şükretmeye razı olacağın yararlı işleri yapmaya sevkeyle, benim için neslimden de salahı devam ettir. Ben Sana yöneldim, Sana teslim oldum." (Akaf:15).
9- Hem dünyanı hem ahiretini toplayan şeyi sana göstereyim mi? Ohalde Allah'ın emirlerini gücün yettiği kadar yerine getirmeye çalış: " Ey insanlar, ruku edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz. " (Hac:77).
10- Bütün herşeyin özünü göstermemi ister misin? " Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru istikamet üzere ol. "
BİRİNCİ TAVSİYE
KELİME-İ TEVHİD'İN FAZİLETİ
Ebu Hureyre (ra) tarafından şöyle rivayet edilmiştir:" Dedim ki: "Ya Rasulallah, kıyamet günü şefaatinle insanların en mutlusu olan kimdir? Rasulallah (sav) şöyle buyurdu: Ey Ebu Hureyre, senin hadise olan düşkünlüğünden dolayı senden önce hiçbir kimsenin bu hadisten sormayacağını tahmin etmiştim. Kıyamet günü şefaatimle insanların en mutlusu olan; ihlasla, kalbi veya gönlü ile LA İLAHE İLLALLAH, diyen kimsedir. " (Buhari)
Ubade Bin Samit (ra)'dan Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim tek olan Allah'tan başka ilah olmadığına, O'nun ortağının bulunmadığına, Muhammed'in kulu ve elçisi olduğuna, İsa'nın Allah'ın kulu ve eliçisi olup Meryem'e kendisinden gönderdiği ruhu olan kelimesi olduğuna, cennet ve cehennemin hak olduğuna şahadet ederse Allah onun üzerinde bulunduğu amele göre cennete koyar. " (Buhari, Müslim, Tirmizi). " Cennetin sekiz kapısından hangisinden isterse" ilavesi de mevcuttur.
Müslim'in diğer rivayeti ise şu şekildedir:" Kim Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederse, Allah ona cehennemi haram kılar."
İKİNCİ TAVSİYE
TEVHİD ÜZERİNE GENEL TAVSİYELER
İbn-i Abbas (ra)'den rivayet edilmiştir: "Bir gün Hz. Peygamber (sav) terkisinde idim. Bana dedi ki: "Ey evlat! Ben sana bir takım kelimeler öğretiyorum; Allah'ı gözet ki O da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki karşında bulasın. Bir şey istediğinde Allah'tan iste. Yardım talebinde bulunduğunda Allah'tan yardım iste. Şunu bil ki, bütün halk sana fayda vermek üzere birleşseler, ancak Allah'ın sana takdir ettiği kadar fayda verebilirler ve eğer bütün halk sana zarar vermek için birleşseler ancak sana Allah'ın takdir ettiği kadar zarar verebilirler. Kalemler kaldırıldı, sahifeler kurudu." (Tirmizi, Müsned).
Tirmizi'nin dışındaki bir rivayette ise şöyle buyurmuştur:" Allah'ı gözet ki önünde bulasın, Allah'ı rahatlıkta tanı ki O da seni sıkıntıda tanısın. Şunu bil ki başına gelmeyecek olan şeyin, sana isabet edeceği de yoktur ve senin başına gelecek olanın da gelmemesi yoktur. Bil ki yardım ve zafer sabretmekle olur. Sevinç üzüntü ile beraberdir. Sıkıntı ve güçlük te kolaylıkla beraber olur."
ÜÇÜNCÜ TAVSİYE
İLİM TAHSİL ETMENİN FAZİLETİ
Kubeysa b. El-Muhârik (ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Rasulullah (sav)'in yanına gelmiştim. Bana:
-Ey Kubeysa seni buraya getiren nedir?, dedi.
Ben de:
-Yaşım ilerledi, kemiğim inceldi, sana geldim ki bana Allah'ın kendisiyle faydalandıracağı şeyleri öğretesin, dedim. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
-Ey Kubeysa bir taşa, bir ağaca, bir toprak yığınına uğrasan sana mutlaka istiğfar eder. Ey Kubeysa sabah namazını kılınca üç defa:" Sübhanellahi'l-Azim ve bihamdihi" de. Körlükten, cüzzamdan ve felçten kurtulursun. Ey Kubeysa şöyle dua et:" Allahümme inni Es'eluke mimma indeke ve efid aleyye min rahmetike ve enzil aleyye min berekatikeğ Ey Allah'ım ben senin yanındakilerden isterim, bana lutfundan gönder, bana rahmetini yay, bereketinden üzerime indir. " (Müsned).
İşte bu değerli tavsiye ilim tahsili yapanın değerine delâlet eder.
Ebu'd-Derdâ (ra) tarafından rivayet edilen hadiste ise şöyle buyrulur:" Kim ilim elde edeceği bir yola girerse Allah'ta ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Melekler ilim talibine yaptığı şeyden hoşnud olduklarından dolayı kanatlarını korlar. Alime gökte ve yerde olanlar hatta sudaki balıklar istiğfar getirip onun için Allah'tan bağışlama dilerler. Alimin Abid'e olan üstünlüğü dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz alimler peygamberlerin varisleridir. Muhakkak ki peygamberler ne bir dinar ne de bir dirhem miras bırakmazlar. Ama onlar ancak ilmi miras bırakırlar. Kim de onu alırsa büyük bir pay almış olur. " (Ebu Davud, Tirmizi, İbn-i Mace, İbn-i Hibban, Beyhaki)
Yine bu hususta Safvan b. Assâl el-MurâdŒ (ra)'dan rivayet edilen hadiste şöyle anlatır:" Peygamber(sav)'in yanına gelmiştim. O mescidde kırmızı hırkaya yaslanmıştı.
-Ya Resûl-i Ekrem (sav) ben ilim istemek için geldim, dedim. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
-İlim talibine merhaba, muhakkak ki ilim talibine melekler kanatlarını gerer, sonra da istediği şeye karşı sevgi ve muhabbetlerinden birbirine girerek dünya semasına ulaşırlar. " (Müsned, Taberani, İbn-i Hibban, Hakim)
DÖRDÜNCÜ TAVSİYE
ZORDA KALANA YARDIM ETMEK
Abdullah b. Ömer(ra) tarafından Efendimiz(sav)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmişti:" Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu (başkasına da bırakıp) teslim etmez. Kim karedeşinin bir hacetinde bulunursa Allah'ta onun hacetinde bulunur. Kim bir müslümanı üzüntüsünden rahatlatırsa Allah'ta onu kıyamet günü üzüntülerinden rahatlatır. Kim müslümanı örterse Allah'ta onu kıyamet günü örter." (Buhari, Müslim)
Bu hususta Ebu Hureyre (ra) tarafından da Hz. Peygamber(sav)'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Kim bir mü'mine dünya üzüntülerinden bir üzüntüden dolayı nefes aldırırsa, Allah'ta ona kıyamet günü üzüntülerinden bir üzüntüden dolayı nefes aldırır. Kim sıkıntıda olana kolaylık sağlarsa Allah'ta ona dünya ve ahirette kolaylık sağlar. Kim bir müslümanı örterse Allah'ta onu dünya ve ahirette örter. Kul kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah'ta o kulun yardımında olur. Kim ilim talep edeceği bir yola girerse Allah'ta ona bununla cenneti kolaylaştırır. Hiçbir topluluk yoktur ki, Allah'ın evlerinden bir evde Allah'ın kitabını okumak ve aralarında inceleyip araştırmak üzere toplansında üzerlerine sekine inmesin, rahmet onları kaplamasın, melekler onları kuşatmasın, Allah onları yanında bulunanlara anlatmasın. Kimi ameli geride kor ise onu soyu (öne geçirmek için) süratlendiremez. " (Müslim).
BEŞİNCİ TAVSİYE
ALLAH İÇİN SECDE ETMENİN FAZİLETİ
Ma'dân b. Ebi Talha (ra) anlatır: Rasulullah(sav)'in Mevlası Sevban ile karşılaştım ve ona şöyle dedim:
-Bana işlediğimde Allah'ın beni cennete koyacağı bir amel söyle veya diğer bir rivayete göre;
-(Allah'a en sevimli olan ameli) Bunun üzerine bir müddet sustu, sonra ben tekrar sordum, yine sustu, sonra üçüncü defa sordum şöyle dedi:
-Ben bu konu hakkında Rasulullah (sav)'e sordum. O da bana:" Çok secde etmeye bak. Çünki Allah için yaptığın her secde ile Allah seni bir derece yükseltir, senden bir hatayı da siler. " (Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace).
Ubâde b. es-Sâmit (ra)'ın Rasulullah(sav)'ı şöyle derken işittiği rivayet edilmiştir:" Allah için secde yapan hiçbir kul yoktur ki, Allah ona bu secde ile bir hasene(sevap) yazıp ondan da bir seyyieyi(günahı) silmesin ve onu secde ile bir derece yükseltmesin. Bu sebeple secdeyi çok yapınız. " (İbn-i Mace).
Yine bu hususta Huzeyfe(ra)'ın Efendimiz'in şöyle dediği rivayet edilir" Allah'ın, kendisini yüzünü yere koymuş secde eder halde iken kulunu gördüğü halden Allah'a daha sevimli gelebilecek kulun hiçbir hali yoktur. " (Taberani el-Evsat'ta zikreder).
ALTINCI TAVSİYE
SADAKANIN FAZİLETİ
Ka'b b. Ucre'den (ra) Rasulullah'ın (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
-Ey Ka'b b. Ucre haram kazançla beslenip büyüyen ne kan ne de et cennete giremez, cehennem ona daha uygundur.
-Ey Ka'b b. Ucre insanlar sabahleyin iki şekilde çıkarlar;(Birisi vardır ki) nefsinin esaret zincirini çözerek çıkan bu sebeple de onu azat edendir, (diğeri) ise onu bağlıyarak çıkar.
-Ey Ka'b b. Ucre; namaz yakınlıktır, oruç da zırhtır, sadaka ise tıpkı kırağının parlak taştan akıp gittiği gibi hataları söndürür. " (İbn-i Hibban) Muâz b. Cebel (ra) şöyle anlatır:" Peygamber (sav) ile beraber bir seferde idik. (Sonra Muaz (ra) hadisi anlatır, hadisin bir bölümü de şöyledir:) Peygamber (sav) dedi ki:
-Ey Muaz sana hayır kapılarını göstereyim mi? Ben de:
-Evet göster Ya Rasulullah, dedim. Rasulullah şöyle buyurdu:
-Oruç zırhtır, sadaka ise suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları söndürür. " (Tirmizi)
" Şüphesiz sadaka sahibinden kabirlerin ateşini söndürür. Ancak ve ancak mü'min Kıyamet Günü sadakasının gölgesinde gölgelenir. " (Taberani, Beyhaki).
Meymune b. Sa'd(ra) şöyle anlatır:" Ya Rasulellah bize sadakanın durumunu açıkla dedim, şöyle buyurdu: Şüpesiz sadaka Allah rızası için olupta sevabı da Allah'tan bekleyen için ateşten onu perdeleyip engel olur. " (Taberani).
YEDİNCİ TAVSİYE
İKİ REKAT KUŞLUK NAMAZI İLE HER AYDAN ÜÇGÜN ORUÇ TUTMANIN FAZİLETİ
Ebu Hureyre (ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Benim dostum (sav) bana her aydan üçgün oruç tutmamı, iki rekat kuşluk namazı kılmamı yatmadan öncede vitir namazını kılmamı tavsiye etti. " (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei).
İbn-u Huzeyme'nin kitabında ise şu lafızla rivayet edilmiştir:" Benim dostum (sav) terk etmediğim üç şeyi tavsiye etti; vitir namazını kılmadan uyumamamı, iki rekat kuşluk namazını bırakmamamı, çünki kuşluk namazı Allah'a yönelenlerin namazıdır, her aydan da üçgün oruç tutmamı. " Abdullah b. Amr b. el-âs (ra) Rasulullah'ın (sav) şöyle buyurduğunu söylemiştir:" Her aydan üçgün oruç tutmak bütün sene oruç tutmaktır. " (Buhari, Müslim)
Ebu Zer(ra)'dan Efendimiz(sav)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Sabaha çıkan sizin her bir ekleminden dolayı bir sadaka vardır;şu var ki her bir tesbih bir sadakadır. Her bir tahmid bir sadakadır, her bir tekbir bir sadakadır. İyiliği emretmek bir sadakadır. Kötülükten alıkoymak bir sadakadır. Kuşluk vakti kılınan iki rekat namaz da bunu karşılar. " (Müslim).
Yine Ebu Zer (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:Kim her aydan üçgün oruç tutarsa bu bir yıl oruç tutma demektir. "
Allah Taala da Kitab'ında bu hükmü tasdik için şöyle buyurmuştur:" Kim bir hasene getirirse ona on misli vardır. " (En'am:160) Bu nedenle birgün on güne tekabül eder. " (Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace, Müsned, İbn-i Huzeyme)
Abdullah b. Amr (ra)'dan şu hadis rivayet olunur ki:Bir adam Rasulullah(sav)'a oruç hakkında soru sormuştu. O da şöyle buyurdu:" Her ayın onüçüncü, ondördüncü ve onbeşinci gününde üçgün oruç tutmaya bak. " (Taberani, el-Evsat'ta rivayet eder).
Cerir(ra) da Rasulullah (sav)'den şu hadisi rivayet etmiştir:" Her aydan üçgün oruç tutmak bir sene oruç tutmaktır. Her ayın onüçü, ondördü ve onbeşinin sabahı Eyyamu'l-Biyd'dir. " (Nesei, Beyhaki)
SEKİZİNCİ TAVSİYE
TESBİH NAMAZI
Tabiinden İkrime, İbn-i Abbas(ra)'dan şu hadisi rivayet eder:" Rasulullah(sav) şöyle dedi:
-Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas, Ey amcacığğım Abbas, sana bir şey vereyim mi? Sana bir şey ağışlayayım mı?Sana bir şey hediye edeyim mi? Sana on tane günahlar dan bağışlatıcı haslet bildireyimmi ? bunu yaptığında Allah senin, önceki ve sonraki, eski ve yeni olan, gerek bilerek gerekse hata olarak yaptığın, gerek küçük gerek büyükgizli ve açık on tane özelliği bağışlar ;dört rekat namaz kılarsın, her rekatında Fatiha Suresini okursun, İlk rekatın kıraatını bitirdikten sonra ayakta iken " Subhanellahi vel-Hamdülillahi ve la ilahe illallahü vellahü ekber" diye onbeş defa söylersin, sonra rukuya varırsın, rukuda iken yine bu duayı on defa söylersin, sonra başını rukudankaldırır on defa daha söylersin, sonra secdeye varırsın ve secdede iken de on defa söylersin, sonra başını secdeden kaldırır yine on defa söylersin, sonra secde eder yine on defa söylersin, sonra başını kaldırırsın yine on defa söylersin. Tüm bunlar bir rekatta yetmişbeş tanedir. Bunları dört rekatta da yaparsın. Eğer bunu her günde bir defa kılmaya gücün yeterse yap. Eğer gücün yetmezse her cumada bir defa yap. Eğer yapamazsan her ayda bir defa yap. Eğer yapamaz isen her senede bir defa yap. Eğer yapamaz isen ömründe bir defa yap. " (Ebu Davud, İbn-i Mace, İbn-i Huzeyme).
Tesbih namazı diye isimlendirilen bu namazın görüldüğü gibi fazileti büyüktür. Ey müslüman kardeşim gücün yettiğince buna önem ver. Allah bizi ve seni hayırda muvaffak kılsın. Bazı alimler tesbih namazı hadisinin rivayet tariklerini zayıf görmüştür. İbn-i Abbas hadisi hasen hadis şartlarına yakındır. Ancak rivayet zincirindeki tek ravinin çokluğundan ve diğer namazlara şekil itibariiyle ayrıcalık arzetmesi nedeniyle şaz'dır. İbn-i Teymiye bu hadisi zayıf görmüştür. İmam Zehebi ise bu konuda durmuş bir şey söylememiştir. Ebu Mensur ed-Deylemi Müsnedü'l-Firdefs'te:" Tesbih namazı isnat yönüyle en sıhatli ve en meşhur namazdır" demiştir. Beyhaki ise:" Abdullah b. Mübarek bu namazı kılardı. Salih insanlar bunu birbirlerine aktarırlardı" demiştir. Abdullah b. Mübarek'ten önce yaşamış olan Abdülaziz b. Ebi Davud:" Kim cenneti istiyorsa tesbih namazına devam etsin" demiştir. Şafilerden Ebu Hamid, El-Cüveyni, El-Gazali ve diğerleri bu namazın müstehab olduğunu belirtirler.
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim Allah Taala'nın, şiddet ve üzüntü anlarında duasını kabul etmesini istiyorsa rahatlık anında da duayı çok yapsın. " (Tirmizi).
Abdullah b. Mesud(ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet eder:" Ey Allah'ım ben senden hidayet, takva, iffet ve zenginliği isterim. " (Müslim).
Târık b. eşyem el-Eşcâi(ra) şöyle demiştir:" Bir adam müslüman olduğunda Peygamber (sav) ona namazı kılmayı öğretir sonra da şu kelimelerle dua etmesini emrederdi;Allah'ım beni bağışla, bana merhamet et, beni hidayete eriştir, bana afiyet ver ve beni rızıklandır. " (Müslim).
Yine Müslim'in diğer bir rivayetinde Hz. Târık(ra) Peygamber(sav)'den şunu işitmiştir ki:Bir adam O'na gelip şöyle demiştir:
-Ya Rasulellah Rabbimden birşey istediğimde nasıl diyeyim?. O da şöyle buyurdu:
-Şöyle de; Allah'ım beni bağışla, bana merhamet et, bana afiyet ver ve beni rızıklandır. İşte tüm bunlar sana dünya ve ahiretini toplar. "
Ebu Hureyre(ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Rasulullah (sav) şöyle dedi:" Allah'ım üzerinde bulunduğum işimin(hatalardan) koruyucusu olan dinimi benim için islah et. İçerisinde geçimim olan dünyamı da benim için islah et. İçerisinde son mercim, dönüşüm olan ahiretimi de benim için islah et. Benim için bütün iyiliklerde hayatı artır. ölümü de bana her türlü şer ve kötülükten rahat kıl. " (Müslim).
Ebu İmame (ra) şöyle demiştir:" Rasulullah(sav) öyle bir dua etti ki biz ondan hiçbir şeyi ezberleyip muhafaza edemedik. Bunun üzerine de:
-Ya Rasulellah Sen pek çok dua ettin ki biz onlardan birşey ezberliyemedik, dedik. Şöyle buyurdu:
-Size tüm bunları toplayan şeyi göstereyim mi? Şöyle dersin:Allah'ım Peygamberin Muhammed (sav)'in Senden istetiklerinin hayırlı olanlarından Senden isterim. Peygamberin Muhammed(sav)'in Sana sığındığı şeyin şerli olanlarından da Sana sığınırız. Sen ki kendisinden yardım talebedilesin. Sonuç Sanadır. Allah'tan başka hiçbir kuvvet ve engel yoktur. " (Tirmizi)
DOKUZUNCU TAVSİYE
ALLAH'TAN BAĞIŞLANMA VE AFİYET DİLEYİNİZ
Ebu'l-Fadl el-Abbas b. Abdi'l-Muttalib(ra) şöyle demiştir:" Ya Rasulallah bana Allah'tan isteyeceğim birşey öğret" dedim, şöyle buyurdu:" Allah'tan afiyet isteyiniz. " Birkaç gün durdum, tekrar:" Ya Rasulellah bana Allah'tan isteyeceğim birşey öğret" dedim. Bana şöyle buyurdu:" Ey Abbas, Ey Rasulullah'ın amcası Allah'tan dünya ve ahirette afiyet isteyiniz" . (Tirmizi)
-Şimdi biz burada Rasulullah(sav)'den riivayet edilen ve Ashab'ına öğrettiği bazı duaları getireceğiz.
İbn-i Ömer (ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Rasulullah(sav) Ashab'ına şu kelimelerle dua etmeden meclisinden nadiren kalkardı:" Allah'ım bizimle sana karşı olan isyanların arasında engel olacak korkundan, bizi cennetine ulaştıracak taatından ve bize dünya musibetlerini kolaylaştıracağın yakin (sarsılmaz iman)'den bizlere taksimet. Yaşattığın müddetçe bizleri, kulaklarımızdan, gözlerimizden ve kuvvetlerimizden yararlandır. Bunları ölümümüze kadar kalıcı kıl. öcümüzü yalnız bize zulmedenlere karşı kıl. Bize karşı düşmanlık edenlere bizlere zafer nasibeyle. Musibetimizi dinimiz üzerine kılma, dünyayı en büyük kaygımız ve ilmimizin ulaşabileceği yerde kılma. Bizim üzerimize merhamet etmeyenleri de musallat etme. " (Tirmizi)
ONUNCU TAVSİYE
ORUÇ TUTMANIN FAZİLETİ
Ebu Umare'nin (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
-Ya Rasulellah bana bir amel emret, dedim. Şöyle buyurdu:
-Oruç tutmaya bak. Şu bir gerçektir ki onun yerine geçecek birşey yoktur.
-Ya Rasulellah bana bir amel emret dedim, şöyle buyurdu:
-Oruç tutmaya bak. Şu bir gerçektir ki onun yerine geçecek birşey yoktur.
-Ya Rasulellah bana bir amel emret dedim, şöyle buyurdu:
-Oruç tutmaya bak. Şu bir gerçektir ki onun bir benzeri yoktur. " (İbn-i Huzeyme, Nesei)
Nesei'nin rivayeti şu lafızladır:" Rasulullah bana Allah'ın kendisi ile beni faydalandıracağı bir iş emret, şöyle buyurdu:Oruç tutmaya bak. Şu bir gerçektir ki onun bir benzeri yoktur. "
Diğer bir rivayet ise şöyledir:" Ya Rasulellah bana kendisi ile cennete gireceğim bir amel göster, dedim. Şöyle buyurdu:Oruç tutmaya bak. Şu bir gerçektir ki onun bir benzeri yoktur. " Ravi sözüne şöyle devam etmiştir:" Onlara misafir gelmesi hariç, Ebu Umame(ra)'ın evinde gündüz duman görünmezdi. " (İbn-i Hibban).
Şu hadisi de iyi düşünmemiz gerekir.
Ebu Said (ra)'ın Rasulullah'in (sav) şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Allah yolunda bir gün oruç tutan bir kul olmasın ki Allah bu yüzden dolayı onun yüzünü cehennemden yetmiş yıl uzaklaştırmasın. " (Buhari, Tirmizi, Müslim, Nesei)
ON BİRİNCİ TAVSİYE
ALLAH'a TEVBE ETMENİN FAZİLETİ
Ağarr b. Yesar el-Müzeni(ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Ey insanlar, Allah'a tevbe ediniz, O'ndan bağışlama dileyiniz. Ben bile günde yüz defa tevbe ediyorum. " (Müslim).
Ebu Hureyre(ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Rasulullah(sav)'i şöyle derken işittim:" Allah'a yemin olsun ki ben günde yetmişten fazla Allah'tan bağışlanma dileyip, O'na tevbe ediyorum. " (Buhari).
Efendimiz(sav)'in hizmetkarı Ebu Hamza Enes b. Malik el-Ensari(ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Allah kulunun tevbesine, sizden birinizin çölde devesini kaybettiği haldeyken devesini bulmasından daha çok sevinir. " (Buhari, Müslim).
Müslim'in rivayeti ise şöyledir:" Allah, kulunun kendisine tevbe ettiği sırada onun tevbesine sizden birinizin şu haldeki durumundan da çok sevinçlidir ki sizden biriniz çöl bir arazide bineğinde iken, bineği üzerinde yiyeceği ve içeceği olduğu halde birden kaybolur, o da buna üzülüp bir ağaca gelip bineğine üzgün bir halde iken ağacın gölgesinde uzanmış olduğu sırada birden onu yanında ayakta durur bulur, yularından tutar, sonra da sevincinin şiddetinden dolayı:" Allah'ım sen benim kulumsun ben de senin rabbinim" deyipte hata eder. "
Ebu Musa Abdullah b. Kays el-Eşari(ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Allah Taala gündüz günah işleyenin tevbe etmesi için gece elini açar. Gece günah işleyenin tevbe etmesi için de güneşin batışından doğuşuna kadar gece elini açar. " (Müslim).
ON İKİNCİ TAVSİYE
İSLAM ESASLARI
Muaz b. Cebel(ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Rasulullah(sav) ile beraber bir seferde idim. Bir gün yakınında bulundum. Beraber yürürken: -Ya Rasulellah beni cennete koyan, cehennemden de uzaklaştıran bir amel bildir, dedim. Şöyle buyurdu:
-Sen gerçekten büyük bir şeyden sordun. Ama bu Allah'ın kendisine kolaylaştırdığı kimseye mutlaka kolay gelir. Allah'a O'na ortak koşmadan kulluk edersin, namazı dosdoğru kılarsın, zekatı verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Kabe'i de haccedersin.
Sonra şöyle buyurdu:" Sana hayır kapılarını göstereyim mi?" . Ben de:
-Evet Ya Rasulellah , dedim. Şöyle buyurdu:" Oruç zırhtır, sadata suyun ateşi söndürdüğü gibi hataları söndürür. Kişinin gecenin ortasında kıldığı namazdır. " Sonra da şu ayeti okudu:" Yanları yataklardan uzak durur(az uyurlar), Rablerine ümit ve korku iledua ederlerve kendilerine verdiğimiz rızıklardan harcarlar. " (Secde:16).
Sonra şöyle buyurdu:" İşin başını, temel direğini, en üst noktasını bildireyim mi?".
Ben de:" Evet bildir, Ya Rasulullah" dedim.
Şöyle buyurdu:" İşin başı İslam'dır, temel direği namaz, en üst noktası da Cihat'tır.
" Sonra şöyle buyurdu:" Bunların hepsini tutanı bildireyim mi?".
Ben de:" Evet bildir Ya Rasulellah" dedim.
Dilini işaret etti ve:" Şunu tutmandır" buyurdu.
Ben dedim ki:" Ya Rasulellah biz konuştuklarımızdan sorguya çekilecekmiyiz".
Şöyle buyurdu:" Hay Allah hayrını versin, insanlar dillerinin ekip biçtiğinden başka yüzüstü cehenneme sürülürler mi?". (Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace, Müsned).
ON ÜÇÜNCÜ TAVSİYE
ANNE BABAYA İYİ DAVRANMAK
Ebu Hureyre(ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Bir adam Rasulullah(sav)'e geldi ve şöyle dedi:
-Ya Rasulellah benim güzel muamele etmeme insanlardan en çok kim hak sahibidir?" . Şöyle buyurdu:
-Annendir.
-Sonra kimdir?, dedi.
-Annendir, buyurdu.
-Sonra kimdir?, dedi.
-Annendir, buyurdu.
-Sonra kimdir?, dedi.
-Babandır, buyurdu. " (Buhari, Müslim).
Ebu Hureyre(ra)'dan gelen bir diğer rivayette lafız şöyledir:" Ya Rasulellah güzel muameleye en çok hak sahibi olan kimdir?" . Şöyle buyurdu:"
Annendir, sonra yine annendir, sonra yine annendir, sonra da babandır, sonra da sana yakın olanlardır. " (Müslim).
Yine Ebu Hureyre(ra)'dan Hz. Peygamber(sav)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:" Yaşlandıkları sırada anne ve babasına, bunların birisine yahut her ikisine erişipte sonra da cennete giremeyen kişinin burnu sürtülsün, sonra yine burnu sürtülsün, sonra yine burnu sürtülsün. " (Müslim).
ON DÖRDÜNCÜ TAVSİYE
NAMAZA DEVAM ETMEK
Abdullah b. ömer (ra) Hz. Peygamber(sav)'in bir gün namazı andığı ve şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim namaza devam ederse onun için namaz Kıyamet Günü'nde kurtuluş, burhan ve nur olur. Kim de devam etmez ise onun ne kurtuluşu, ne burhanı ve ne de nuru olur. Kıyamet Günü de Karun, Firavn, Haman ve Ubey b. Halef ile beraber olur. " (Müsned).
Enes (ra) şöyle demiştir:" Namaz Hz. Peygamber(sav)'e Miraç Gecesi'nde elli vakit olarak farz kılınmış, sonra da beş vakte kadar indirilmiştir. Sonra da şöyle nida edilmiştir:" Ey Muhammed şu bir gerçektir ki katımda söz değiştirilemez. Sana bu beş vakitle elli vakit sevabı vardır. " (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace).
Ebu Katâde kanalı ile Hz. Peygamber(sav)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Allah şöyle buyurdu:" Ben ümmetine beş vakit namaz farz kıldım ve kendi katımda da şu sözü verdim ki kim bu beş vakit namazı vaktinde riayet ederek gelirse onu cennete koyarım. Kim de buna riayet etmez ise benim katında onun için bir söz yoktur. " (Ebu Davud)
Ebu Hureyre(ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:" Ne dersiniz. Sizin birinizin kapısında bir nehir olsa da ondan her gün beş defa yıkansa onun kirinden birşey kalır mı?" . Oradakiler:" -Hayır onun kirinden birşey kalmaz " dediler. Rasulullah da şöyle buyurdu:" İşte beş vakit namaz da böyledir. Allah onlarla hataları yokedip siler. " (Buhari, Müslim, Tirmiz, İbn-i Mace, Nesei)
Amr b. Said anlatır:" Hz. Osman(ra)'ın yanında idim. Abdest almak için su istedi ve şöyle dedi:" Rasulullah(sav)'i şöyle derken işittim:" Hiçbir müslüman kişi yoktur ki ona farz namazın vakti gelirde namazın abdestini, huşuunu, rukusunu, güzelce yapsında, namazdan önceki büyük günah işlemediği haldeki diğer günahlarını örtmesin . Bu durum her zaman için de böyledir. " (Müslim)
Osman b. Affan(ra) Rasulullah(sav)'i şöyle derken işittiğini rivayet etmiştir:" Kim cemaatle yatsı namazını kılarsa o sanki gecenin yarısını ihya etmiş gibidir. Kim de cemaatle sabah namazını kılarsa o sanki gecenin tümünü ihya etmiş gibidir. " (Müslim)
Ebu Musa (ra) Rasulullah(sav) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim sabah ve ikindi namazını kılarsa cennete girer. " (Buhari, Müslim).
ON BEŞİNCİ TAVSİYE
GÜZEL AHLAK
Ebu Derdâa (ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kıyamet Günü kulun mizan terazisinde güzel ahlaktan daha ağır gelen bir şey yoktur. Şüphesiz Allah çirkin işler yapan ve kötü söz söyleyene kızar. " (Ebu Davud, Tirmizi)
Ebu Hüreyre(ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Mü'minlerin iman bakımından en olgunu ahlakça en güzel olanıdır. Sizin en hayırlınız ailesine hayırlı olanınızdır. " (Ebu Davud, Tirmizi)
Câbir (ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Şüphesiz Kıyamet Günü meclis ve sohbet bakımından bana en yakın ve sevimli olanınız ahlakça güzel olanlarınızdır ve Kıyamet Günü meclis ve sohbet bakımından bana en uzak ve çirkin olanınız gevezelik, boşboğazlık yapan ve müteveyhik olan kimsedir. "
-Ya Rasulelah müteveyhik nedir?" dediler. Şöyle buyurdu:
-Kibirli olanlardır. " (Tirmizi)
ON ALTINCI TAVSİYE
NAMAZIN SONUNDA SÖYLENİLEN DUALAR
Muaz b. Cebel (ra) Rasulullah (sav)'in elinden tutup şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Ey Muaz vallahi Ben seni seviyorum. " Muaz (ra) da:" Anam babam Sana fada olsun Ya Rasulellah ben de Seni seviyorum dedi.
" Rasulullah:" Sana tavsiyede bulunuyorum. Ey muaz her namazın ardından şu duayı hiç bırakma:" Allahümme Einni alazikrike ve şükrike ve hüsni ibadetike (Allah'ım bana Seni zikretme, şükretme ve Sana güzel ibadet etmeme yardım et.) " (Ebu Davud, Nesei, İbn-i Huzeyme, İbn-i Hibban)
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim her namazdan sonra otuzüç defa Allah'ı tesbih eder(Subhanallah der), otuzüç defa Allah'a hamdeder (Elhamdülillah der), otuzüç defa tekbir getirir (Allahu Ekber der) ki bu doksan dokuz eder, sonra da:" La ilahe illallahu vahdehu la şerikelehü, lehü'l-Mülkü ve lehü'l-Hamdü ve hüve alaküllişeyin Kadir (Tek olan Allah'tan başka ilah yoktur, O'nun ortağı da yoktur, mülkiyet O'nundur, hamd O'nundur, O herşeye kadirdir. )" der de yüze tamamlarsa günahları deniz köpüğü kadarda olsa bağışlanır. " (Müslim)
Sa'd b. Ebi Vakkas(ra) Rasulullah (sav)'in her namazın ardından şu kelimelerle Allah'a sığındığını rivayet etmiştir:" Allahümme inni eûzü bike minel cübni vel buhli ve eûzü bike en uradde ila erzelil umri, ve eûzü bike min fitneti'd-Dünya, ve eûzü bike min fitneti'l-Kabri (Allah'ım ben cimrilik ve korkaklıktan Sana sığınırım, ömrümün en aşağısını döndürülmekten Sana sığınırım, dünya fitnesi ve imtihanından Sana sığınırım, kabir imtihanından Sana sığınırım.)" (Buhari)
Mü'minlerin annesi Cüveyriye b. el-Haris (ra) Bir gün Rasulullah (sav) sabahleyin erkenden O sabah namazını mescidinde kılarken yanından ayrıldığını sonra kuşluk vaktinde hâlˆ mescidinde otururken Rasulullah'ın tekrar yanına geldiğini ve şöyle buyurduğunu anlatır:" seni bıraktığım halde hâlâ öylece duruyor musun?".
Ben de:" Evet" dedim. Bunun üzerine Rasulullah(sav) şöyle buyurdu: " Ben senden sonra dörk kelime söyledim, eğer bugünden beri söylediklerinle tartılsalar onlar daha ağır gelir:" Subhanelahil AzŒm ve bi Hamdihi adeda halgıhi ve rızâ nefsihi ve zŒnete arşıhi ve midâde kelimâtihiğYüce Allah'ı yarattıklarının sayısınca, gönlünün rızasınca, arşıalasının ağırlığınca ve kelimelerinin mürekkebince tesbih eder, hamdederim".) (Müslim)
ON YEDİNCİ TAVSİYE
ZİKRİN FAZİLETİ
Abdullah b. Busr (ra) bir adamın Rasulullah (sav)'e şöyle dediğini rivayet etmiştir:" Ya Rasulellah İslam Şeriatı'nın kanunları bana çok gelmiştir. Bu nedenle bana yapabileceğim bir şey bildir. " Rasulullah şöyle buyurdu:" Dilinin Allah'ı zikirle devamlı ıslak kalmasıdır. " (Tirmizi, İbn-i Mace, Hakim, İbn-i Hibban)
Muaz b. Cebel (ra) kanalıyla bir adamın Rasulullah(sav)'e şöyle sorduğu rivayet edilmiştir:" Mücahidlerin hangisi ecir bakımından daha büyüktür?" . Rasulullah şöyle buyurdu:"
-Allah Taala'yı en çok ananlarıdır. " Addam:" Salihlerin hangisi ecir bakımından daha büyüktür?" dedi.
Rasulullah:" Allahû Teâla (cc)'yı en çok ananlarıdır. " buyurdu.
Sonra adam namazı, zekatı, haccı, sadakayı, bunların hepsini söyledi.
Rasulullah (sav) ise:" Allah Taala'yı en çok zikredenleridir" diyordu.
Ebu Bekr (ra) Ömer (ra)'a:" Ey Ebu Hafs Allah'ı ananlar herşeyi götürdüler" dedi.
Bunun üzerine Rasulullah(sav):" Evet" dedi. " (Müsned, Taberani)
ON SEKİZİNCİ TAVSİYE
NEFSİ TERBİYE ETMEK
Zeydu'l-Hayr(ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Ya Rasulellah, Allah'ın kendisi hakkında hayır dilediği kişideki Allah'ın alameti ile hayır dilemediği kişideki Allah'ın alameti nedir, bana bildir. " Şöyle buyurdu:
" -Ey Ebu Zeyd nasıl sabahladın?. "
Ben de:" Hayrı ve hayır ehlini isteyerek. Eğer hayra kudretim yetebildi ise ona yöneldim. Eğer kaçırdımsa buna üzüldüm, onu arzuladım" dedim.
Şöyle buyurdu:" İşte bu Allah'ın hayır dilediği kişideki Allah'ın alametleridir. Eğer sana Allah bu alametlerin dışındaki şeyleri dileseydi sana onları hazırlardı. " (Razzin)
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Peygamberlerin sünnetlerinden dört şey vardır. Bunlar;haya, koku sürme, evlenme ve misvak kullanmadır. " (Tirmizi)
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Size hayırlı ve şerli olanınızdan haber vereyim mi?" bunu üç defa söyledi.
Oradakiler:" Evet bildir" dediler.
Şöyle buyurdu: " Sizin hayırlınız, hayrı umulup şerrinden de emin olunandır. Şerliniz de hayrı umulmayıp şerrinden de emin olunmayandır. " (Tirmizi)
Ebu Bekre(ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Rasulullah(sav)'e şöyle soruldu:
-İnsanların hangisi daha hayırlıdır?, O da şöyle buyurdu:
-Ömrü uzun olupta ameli iyi olandır.
-İnsanların hangisi şerlidir?, dediler. Şöyle buyurdu:
-Ömrü uzun olupta ameli kötü olandır. " (Tirmizi)
ON DOKUZUNCU TAVSİYE
GÜNAHLARI BIRAKIP, ALLAH'a İTAAT EDİP O'nu ZİKRETMEYE SARILMAK
Ümmü Enes (ra)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:" Ya Rasulellah bana tavsiyede bulun.
" Rasulullah şöyle buyurmuştur:" Günahlardan hicret et (terket), zira bu hicretin en faziletlisidir. Farzlara devem et, zira bu cihadın en faziletlisidir. Allah'ı zikri de çok yap, çünkü sen Allah'a çok zikirden daha sevimli bir şey getiremezsin. " (Taberani)
Ebu Hureyre(ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Allah şöyle buyurur: Ben kulumun Bana olan zannının yanındayım ve Beni zikrettiğinde onun yanında olurum. Eğer Beni kendi içinde anarsa Ben de onu kendi içimde anarım. Eğer Beni bir toplulukta anarsa Ben de onu ondan daha hayırlı bir toplulukta anarım. Eğer Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Eğer Bana bir kulaç yaklaşırsa Ben ona iki kulaç yaklaşırım. Eğer Bana yürüyerek gelirse Ben de ona koşarak gelirim. " (Buhari, Müslim, Tirmizi)
Muaviye (ra) şöyle anlatır:Hz. Peygamber (sav) mescidde zikir halkasının yanına çıktı ve:" Sizi buraya hangi şey oturttu?" diye sordu.
Onlarda:" Allah'ı zikretmek, bizi İslam'a eriştirip bunula bize bağışta bulunduğu şeylere hamdetmek için oturduk" dediler.
O da şöyle dedi:" Allah için söyleyin, sizi ancak bu mu oturttu?" dedi.
Onlar:" Vallahi bizi ancak bu oturttu" dediler.
O da şöyle dedi:" Bakın Ben sizi itham ettiğim için yemin ettirmedim. Ancak şu var ki bana Cebrail geldi ve Allah Taala'nın sizinle meleklere iftihar edip öğündüğünü bildirdi. " (Müslim, Tirmizi, Nesei)
YİRMİNCİ TAVSİYE
SABAH NAMAZINDAKİ İKİ REKAT NAMAZIN FAZİLETİ
Abdullah b. Ömer (ra) şöyle anlatır:" Bir adam şöyle dedi:" Ya Rasulellah bana öyle bir amel göster ki Allah onunla beni faydalandırsın.
" Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:" Sabah namazının iki rekat sünnetine devam et, zira bunda fazilet vardır. " (Taberani)
Yine Abdullah b. ömer(ra) demiştir ki:" Rasulullah(sav)'i şöyle derken işittim:" Sabah namazından önceki iki rekat namazı bırakmayınız. Çünkü bu namazda rağbet ve iyilikler vardır. "
Hz. Aişe(ra) Peygamber(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Sabah namazının iki rekatı, dünya ve dünyadaki olan herşeyden daha hayırlıdır. " (Müslim, Tirmizi)
Müslim'in rivayetin de ise:" İki rekat, bana bütün dünyadan daha sevimlidir. "
YİRMİ BİRİNCİ TAVSİYE
NAMAZDA İKEN SAĞA SOLA DöNMEMEK
Enes (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:" Ey oğulcuğum namazda iken sağa sola dönmekten sakın, çünkü namazda böyle dönmek tehlikelidir. " (Tirmizi)
Ebu Hureyre(ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:" Kul namaza durduğunda o Rahman olan Allah'ın huzurundadır. Eğer sağa sola dönerse Allah Taala;Kime dönüyorsun?. Benden daha hayırlısına mı?. Ey Adem oğlu Bana yönel, Ben yönelip döndüğün şeylerin hepsinden daha hayırlıyımdır. " (El-Bezzar)
YİRMİ İKİNCİ TAVSİYE
İHLÂSLI OLMAK
Muaz b. Cebel (ra) Yemen'e gönderildiğinde Rasulullah (sav)'e:" Ya Rasulellah bana tavsiyede bulun " dediği
O'nun da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:" Dininde ihlâslı ol, az amel sana yeter. " (Hakim)
Sevban (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle derken işittiğini rivayet etmiştir:" Muhlislere ne mutlu. Onlar hidayet yolunun ışıklarıdır. Onlardan tüm karanlık fitneler uzaklaşır. " (Beyhaki)
Ebu İmame (ra) Rasulullah (sav)'ten rivayet ettiği hadiste şöyle denilmiştir:" Aziz ve celil Allah ameli ancak ihlâslı ve kendi rızası için yapıldığında kabul eder. (Ebu Davud, Nesei)
YİRMİ ÜÇÜNCÜ TAVSİYE
ALLAH'a BİR HACETİ OLAN KİMSENİN NE YAPACAĞI HAKKINDADIR
Abdullah b. Evfa (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kimin Allah'a veya Adem oğlundan birisine bir haceti olursa, o kişi bir abdest alsın ve abdesti de güzelce alsın ve iki rekat namaz kılsın. Sonra Allah'a hamd ve senada bulunsun, Peygamber'e de salat getirsin ve sonunda da şöyle desin:" Halim ve Kerim olan Allah'tan başka ilah yoktur. Yüce arşın Rabbini tesbih ederiz. Hamd alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. Allah'ım Senden rahmetinin gereklerini, mağfiretinin azimetlerini, her türlü iyilikten ganimet, her türlü kötülükten de selamet isterim. Benim için bağışlamayacağın bir günah, gidermeyeceğin bir üzüntü, rızana uygun olan yerine getirmeyeceğin ber hacet bırakma Ey merhamet edenlerin en merhametlisi. " (Tirmizi, İbn-i Mace)
İbn-i Mace'nin rivayetinde:" Ey merhamet edenlerin en merhametlisi" sözünden sonra şu ilave vardır:" Sonra da dünya ve ahiret işlerinden dilediğini ister. Şüphesiz Allah herşeyi takdir eder.
HACET NAMAZI VE DÛASI
Osman b. Hanif(ra) şöyle anlatır:" Rasulullah (sav)'e bir ama geldi ve:" Ey Rasulallah Allah'a gözümdeki perdeyi açması için dua et" dedi.
Peygamberimiz:" İstersen seni bırakayım sabret" dedi.
Adam :" Ya Rasulellah gözümün kaybı bana çok zor gelmiştir" dedi.
O da:" Git abdest al sonra da iki rekat namaz kıl sonra da şöyle de:" Ey Allah'ım ben Rahmet Peygamberi Peygamberim Muhammed ile Sana yöneliyor, Senden istiyorum. Ey Muhammed ben Rabbine Seninle gözümü açması için yöneliyorum. Allah'ım O'nu benim hakkımda şefaatçi kıl, beni kendime de şefaatçi kıl, " sonra adam gözleri açılmış olarak geri döner. " (Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace, İbn-i Huzeyme, Hakim)
YİRMİ DÖRDÜNCÜ TAVSİYE
NEFSİN AFETLERİ
Ebu Zer (ra) anlatır:Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:" Üç kişi vardır ki Allah Kıyamet Günü onların yüzüne bakmaz, onlarla konuşmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlara acıklı bir azap ta vardır. " . Rasulullah bunu üç defa söyledi.
Ben de:" Bunlar hüsrana uğradı, zarar ettiler, kim bunlar?" dedim.
Şöyle buyurdu:" Yürürken kibirle elbisesini uzatan, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yeminle malını sarfedendir. " (Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei)
Ebu Berze el-Eslemi(ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Sizin hakkınızda ençok korktuğum şey karınlarınızda ve belden aşağınızdaki sapıklık şehvetler ve fitneleridir. " (Razzin)
Cabir b. Abdillah el-Ensâr (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Zulümden sakınınız, zira zulüm Kıyamet Günü'nün zulumat ve karanlıklarıdır. Cimrilikten de sakınınız, zira cimrilik sizden öncekileri helak etmiş ve onları kanlarını dökmeye mahrem dokunulmazlıklarını helâl saymaya taşımıştır. " (Müslim)
Cündüb (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim (başkasının gizli kusurlarını) duydurup işittirirse Allah'ta onu duydurup işittirir. Kim (başkasının gizli kusurlarını) görürse Allah'da onu görür. " (Buhari, Müslim)
YİRMİ BEŞİNCİ TAVSİYE
ALLAH'tan İSTEMEK
Cabir (ra), diğer bir nüshaya göre İbn-i ömer(ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet temiştir:" Kim Allah ile sığınma isterse onu koruyun ve kim Allah ile isterse ona veriniz kimde sizi çağırır davet ederse ona icabet ediniz. Size iyilik yapanı ödüllendiriniz. Eğer onu ödüllendirecek birşey bulamazsanız kendinizin onu ödüllendirdiğinizi görmesi için ona dûa edin. " (Ebu Davud, Nesei, İbn-i Hibban, Hakim)
" Allah rızası için " diyerek birşey istemenin yasaklığı hakkında ise şu hadis mevcuttur:
Rafi (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:" Allah rızası için diyerek dilenen Rahmetten uzaktır. Kendisinden Allah rızası için istenilipte isteyene vermeyen de Rahmetten uzaktır. " (Taberani)
YİRMİ ALTINCI TAVSİYE
FATİHA SURESİ HAKKINDA
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'i şöyle derken işittiğini rivayet etmiştir:" Allah Taala şöyle buyurmuştur:" Namazı Benimle kulum arasında iki bölüme ayırdım. Kulum için de istetiği vardır. "
Diğer bir rivayette ise şöyledir:" Namazın yarısı Benim, yarısı da kulumundur. Kul, " el-Hamdülillahi Rabbilalemin" dediğinde, Allah:" Kulum Bana hamdetti" buyurur.
Kul:" er-Rahmanirrahim" dediğinde, Allah:" Kulum Beni övdü" buyurur.
Kul:" Maliki yevmiddin" dediğinde,
Allah:" Kulum Beni yüceltti" buyurur.
Kul:" Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım isteriz" dediğinde,
Allah:" Bu Benimle kulum arasındadır. Kuluma da istediği vardır" buyurur.
Kul:" İhdinassıratalmüstakim, Sıratallezine enamte a'leyhim ğayril mağdûbi aleyhim veladdallin" dediğinde,
Allah:" Bu kulum içindir ve kuluma da istediği vardır" buyurur. " (Müslim)
Ebu Said el-Mualli (ra) şöyle anlatır:" Mescidde namaz kılıyordum. Rasulullah(sav) beni çağırdı, ben hemen çağrısına cevap vermedim. Sonra yanına vardım ve:"
Ya Rasulallah ben namaz kılıyordum" dedim.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:" Allah:" Sizi çağırdığında Allah ve Rasulüne cevap veriniz" (Enfal:24), dememişmidir. Sonra şöyle dedi:" Sana mescidden çıkmadan önce bir sure öğreteceğim ki bu sure Kur'an'daki en büyük suredir. "
Elimden tuttu ve mescidden çıkmayı istetiğimizde ben:" Ya Rasulellah, Sen:" Kur'an'daki en büyük sureyi sana öğreteceğim" demiştin" dedim.
Şöyle buyurdu: " El-Hamdülillahi Rabilalemin ki bu es-Sebu'l-Mesâni (Yedi çift övgüdür) ve Bana verilen en büyük sûredir. " (Buhari, Ebu Davud, Nesei, İbn-i Mace)
YİRMİ YEDİNCİ TAVSİYE
KUR'AN'DAKİ BAZI SÛRE VE AYETLERİN FAZİLETLERİ HAKKINDA
Enes (ra), Rasulullah (sav)'in Ashab'ından bir adama şöyle dediğini rivayet etmiştir:
" -Sen evlendin mi?. Adam:
-Hayır, vallahi Ya Rasulellah benim yanımda evlenecek bir şeyde yoktur, dedi. Rasulullah:
-Yanında " Kul huvallahü Ahad. . . " yokmudur?, buyurdu. adam:
-Vardır, dedi. Rasulullah:
-Bu Kur'an'ın üçte biridir. Yanında " İzacae Nasrullahi vel-Feth. . . " yok mudur?, buyurdu. Adam:
-Vardır, dedi. Rasulullah:
-Bu Kur'an'ın dörtte biridir. Evlen, evlen, buyurdu. " (Tirmizi)
İhlas Suresi, Ayetel Kürsi ve Amenerrasulü hakkında ise şunları zikredebiliriz:
Muaz b. Enes el-Cüheni (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim " Kul-Huvallahü Ahad. . . " sonuna kadar on defa okursa Allah o kişiye cennette bir köşk yapar" . Bunu üzerine Hz. Ömer b. Hattab (ra) :" Ya Rasulellah o zaman biz de çokça yaparız" dedi. Rasulullah (sav) Allah daha çoktur ve daha iyidir" buyurdu. " (Müsned)
Ebu Zer (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Allah, Bakara Suresini iki ayetle bitirmiştir ki bu ikisini Bana arşının altındaki hazinesinden vermiştir. Onları öğreniniz ve çocuklarınıza ve kadınlarınıza öğretiniz. Zira o iki ayet namazdır, Kur'an'dır, duadır. " (Hakim)
Mü'minlerin annesi Aişe (ra) şöyle anlatır: "Rasulullah (sav) seriyyenin başında bir adam gönderdi. Bu kişi namazda arkadaşlarına kıraat okuyor ve " Kul hüvallahü Ahad..." ile bitiriyordu. Seriyye Medine'ye dönünce bunu Rasulullah (sav)'e bildirdiler.
Rasulullah da:" Sorun bakalım bunu hangi şeyden dolayı yapıyormuş?" dedi.
Onlarda sordular. Adam:" Çünkü bu Sure Rahman olan Allah'ın sıfatıdır. Ben de bunu okumayı çok seviyorum" dedi.
Bunun üzerine Rasulullah (sav):" Ona haber verin ki Allah onu seviyor buyurdu. " (Buhari, Müslim, Nesei)
Ebu Hureyre (ra) şöyle anlatır: "Rasulullah(sav) beni Ramazan ayının zekatını korumakla görevlendirmişti. Birden bana birisi belirdi ve yiyeceklerden almaya başladı. Ben de hemen onu yakaladım:" Seni Rasulullah'a götüreceğim" dedim.
Adam:" Ben muhtaç birisiyim, yanımda bakıma muhtaç ailem vardır. Ben de şiddetli sıkıntıdayım" dedi.
Ben de onu serbest bıraktım. Sabaha çıktığımda Rasulullah(sav):
" Ey Ebu Hureyre dün esirin ne yaptı?" buyurdu.
Ben de:" Ya Rasulallah, ihtiyacından ve bakmakla sorumlu olduğu ailesinden şikayette bulundu. Ben de ona acıdım ve bırakıverdim" dedim.
Bunun üzerine şöyle buyurdu:" Bak o yalan söyledi. Tekrar geri gelecektir" . Onun tekrar geri döneceğini Rasulullah (sav) sözünden öğrendim ve onu gözetledim. Birden belirip geldi ve yiyecekten alıyordu. Ben de:" seni mutlaka Rasullulah(sav)'e götüreceğim dedim.
" O da:" beni bırak ben ihtiyaç sahibiyim. Bakmakla sorumlu olduğum ailem vardır. Bir daha dönmem" dedi. Ben de ona acıdım ve salıverdim.
Sabaha çıktığımda Rasulullah (sav) bana:" Ey Ebu Hureyre dünkü esirin ne yaptı?" dedi.
Ben:" Ya Rasululah ihtiyacından ve bakmakla sorumlu olduğu ailesinden şikayette bulundu, ben de ona acıdım. Bırakıverdim" dedim.
Şöyle buyurdu:" O yalan söyledi ve tekrar geri dönecek" . Ben de üçüncü sefer gelmesini gözetledim. O da birden geldi, yiyecekten alıyordu, ben onu hemen tuttum ve :" Seni Rasulullah'a götüreceğim. Bu üçüncü defa gelmenin sonudur. Sen dönmeyeceğini söyleyip söz veriyorsun, sonra tekrar dönüyorsun" dedim.
Adam:" Beni bırak ben sana birtakım kelimeler öğretirim. Allah onlarla seni faydalandırır" dedi.
Ben:" Nedir onlar?" dedim.
Adam: " Yatağına girdiğinde Ayetel Kürsiyi oku. Zira senin başında devamlı sabaha kadar Allah tarafından gönderilmiş muhafız bekler, sana şeytan yaklaşamaz" dedi.
Ben de onu salıverdim. Sabaha çıktığımda Rasulullah(sav):
" Dün esirin ne yaptı?" dedi.
Ben de:" Ya Rasulellah bana Allah'ın kendileriyle beni faydalandıracağı bir takım kelimeler öğreteceğini sözverdi, ben de onu salıverdim" dedim.
Rasulullah (sav):" Onlar nedir?" dedi.
Ben de:" Yatağına girdiğinde Ayetel Kürsiyi oku. Bana dedi ki" Senin başından devamlı sabahlayana kadar Allah tarafından gönderilmiş bir muhafız bekler. Sana şeytan yaklaşamaz" dedi. Bunun üzerine Rasulullah:
" Bak o yalancı birisi olduğu halde sana doğru söylemiştir. Üç gündür kiminle karşılaştığını biliyor musun Ey Ebu Hureyre?" dedi. Ben de:
" Hayır" dedim.
" O şeytandır" dedi. " (Buhari)
Übey b. Ka'b (ra)'dan babasının şunu bildirdiği rivayet edilmiştir:" Kendilerinin hurmaların kurutulduğu ve saklandığı bir ambar vardı. Arasıra buraya uğrar ve hurmaları eksilir görür. Bir gece burayı bekler. Aniden yeni yetme bir oğlan çocuğu şeklinde bir canlı belirdi, selam verdi, o da selamını aldı ve:" Sen nesin?İnsan mı?Cin mi?" dedi.
" Cin" dedi.
" Elini uzat" dedim. Baktım sanki eli köpek eli gibi tüyleri de köpek tüyü gibiydi.
" Seni bu işi yapmaya yönelten nedir?" dedim. O:" Bana senin sadakayı sevdiğin ulaştı, bu nedenle senin yiyeceğinden birşeyler almayı istedim" dedi. Ben de:" Sizden bizi ne korur?" dedim. O da:
" Şu ayet, Ayetül Kürsi " dedi. Babası:
" Ben de onu bıraktım" demiştir. Übey sabahleyin Rasulullah (sav)'e gider ve durumu bildirir. Rasulullah:
" Pis herif doğru söyledi" demiştir. (İbn-i Hibban)
İhlas ve Felak-Nas Surelerinin fazileti hakkında ise şu hadisleri zikredebiliriz:
Muaz b. Abdullah b. Hubeyb babasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: Babası şöyle anlatır: " Yağmulu ve zifiri karanlık bir gecede bize namaz kıldırması talebiyle mescide çıktık. O'nu bulunca " söyle" dedi. Bir şey söylemedim.
Sonra" söyle" dedi. Ben yine birşey söyliyemedim. Sonra tekrar " söyle" dedi. Ben de:
" Ya Rasulellah ne söyliyeyim?" dedim. O da:
" Sabah ve akşama çıktığında Kul hüvallahü ahad, Felak, Nas Surelerini üç defa oku. Herşeye karşı sana yeter" dedi. " (Ebu Davud, Tirmizi)
Ukbe b. Amir (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Bu gece indirilen bir benzeri görülmemiş ayetleri bilmedinmi ki bunlar " Kul euzu bi Rabbil Felak ve Kul euzu bi Rabbin-Nas" 'dır. " (Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei)
Diğer bir rivayette ise şöyledir:" Rasulullah (sav) ile beraber bir seferde yürüyordum. Bana:" Ey Ukbe okunan hayırlı iki sureyi öğreteyim mi?" buyurdu ve bana Felak ve Nas Surelerini öğretti.
" Ebu Davud'un rivayetinde ise şöyledir:" Rasulullah (sav) ile beraber Cuhfe ile Ebva arasında yürürken birden bizi zifiri karanlıkla rüzgar sardı. Rasulullah(sav) de Felak ve Nas Sureleri'ni okuyarak Allah'a sığınmaya başladı ve şöyle diyordu:" Ey Ukbe bu ikisi ile Allah'a sığın. Hiçbir kimse bunların bir benzeriyle bunlar kadar Allah'a sığınamaz. "
Cabir b. Abdillah (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:" Oku ey Cabir" . Ben de:
" Anam babam Sana kurban olsun, ne okuyayım?" dedim.
" Felak ve Nas Sureleri'ni oku" buyurdu. Ben de bu ikisini okudum. Bana şöyle dedi:
" Bu ikisini oku. Bu ikisinin bir benzerini asla okuyamazsın. " (Nesei, İbn-i Hibban)
YİRMİ SEKİZİNCİ TAVSİYE
RASULULLAH (sav)'in SÜNNETİNİ YAŞATMA HAKKINDADIR
Amr b. Avf (ra) Efendimiz'in Bilal b. Haris(ra)'a şöyle dediğini rivayet etmiştir:" Ey Bilal! Bil" . O da:
" Ya Rasulullah neyi bileyim?" . Şöyle buyurdu:
" Şunu bil ki kim benden sonra sünnetlerimden öldürülmüş olan bir sünnetimi diriltirse ona bu sünnetle amel edenlerin ecri verilir. Onların ecirlerinden de eksilme olmaz. Kim de Allah ve Rasulü'nün razı olmadığı sapık bir bitat ortaya koyarsa ona da bu bitatla amel edenlerin ecri verilir, bidati işleyenlerin günahlarından da eksilme olmaz. " (Tirmizi, İbn-i Mace)
İbn-i Abbas (ra) Hz. Peygamber Efendimiz (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: " Ümmetimin bozulduğu bir sırada kim sünnetime sarılırsa ona yüz şehid sevabı vardır. " (Beyhaki, Taberani)
YİRMİ DOKUZUNCU TAVSİYE
DÜNYAYA ÖNEM VERMEMEK HAKKINDA
Ebu'l-Abbas Sehl b. Sa'd es-Saidi (ra) şöyle anlatır:" Bir adam Rasulullah (sav)'e geldi ve şöyle dedi:
" Ya Rasûlallah bana bir amel göster ki onu işlediğimde Allah beni sevsin, insanlar da beni sevsin. " Rasulullah:
" Dünyadaki şeylere önem verme, Allah seni sevsin, insanların yanındaki şeylere önem verme insanlar seni sevsin. " (İbn-i Mace)
Hz. Peygamber Efendimiz'in dünyaya önem vermemesi hususunda ise şu hadisi zikredebiliriz: Abdullah b. Mesud (ra) şöyle anlatır:" Rasulullah (sav) hasır üzerinde uyumuştu. Kalktığında yan tarafına hasır iz yapmıştı. Biz de:
" Ya Rasûlellah Sana döşek etsek" dedik. O da şöyle buyurdu:
" Dünyaya karşı Bana ne oluyor ki, Ben dünyada ağacın altında gölgelenipte sonra orayı bırakıp giden bir yolcudan başka değilim. " (Tirmizi)
Ubeydullah b. Muhsan el-Ensari el-Mutami (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Sizden kim gönlünde güven, bedeninde sıhhat, yanında da günlük azığı olarak sabahlarsa o kimseye sanki zinetleriyle dünya verilmiş gibidir. " (Tirmizi)
Sa'd b. Ebi Vakkas (ra) anlatır:" Peygamber (sav)'e bir adam geldi ve:" Ya Rasulellah bana bir tavsiyede bulun, ama kısa ve öz olsun" dedi. Peygamber(sav) şöyle buyurdu:
" İnsanların ellerindekileri ummamaya bak. Tamahtan da sakın, zira tamah hali hazırda bir fakirliktir. Mazur görülenlerden de sakın. " (Beyhaki)
İbn-i Ömer (ra) anlatır: Rasulullah (sav) omuzumdan tuttu ve:" Dünyada bir yabancı gibi veya bir yolcu gibi ol" buyurdu. İbn-i Ömer (ra) kendisi de şöyle dedi:
" Akşama eriştiğinde sabahı bekleme, sabaha eriştiğinde de akşamı bekleme, hastalığın için sağlığından bir şeyler, ölümün için de hayatından birşeyler al. " (Buhari)
OTUZUNCU TAVSİYE
CEHENNEMDEN KURTULUŞ
Haris b. Müslim et-Temimi (ra) Hz. Peygamber (sav)'in kendisine şöyle buyurduğunu söylemiştir: Sabah namazını kıldığında hiçbirşey konuşmadan önce yedi defa; Allahümme ecirni Mine'n-Nar Allah'ım beni cehennem ateşinden koru" söyle. Şunu bil ki sen bugün ölürsen Allah seni cehennemden korunanlardan kılar. Akşam namazını kıldığında da hiçbirşey konuşmadan önce yedi defa; Allahümme ecirni Mine'n-Nar" söyle. Şunu bil ki sen bu gece ölürsen Allah seni cehennemden korunanlardan kılar. " (Nesei, Ebu Davud)
OTUZ BİRİNCİ TAVSİYE
CENNETLİK BİR ADAM
Ebu Hureyre (ra) şöyle anlatır: Bedevi birisi Rasulullah(sav)'e geldi ve şöyle dedi:
" Ya Rasulellah bana bir amel göster ki onu işlediğimde cennete gireyim. " Rasulullah(sav) şöyle buyurdu:
" Allah'a kulluk eder, O'na hiçbirşeyi ortak koşmazsın, farz namazları kılar, farz olan zekatı verir, Ramazan orucunu tutarsın. " Adam:
" Canım elinde olan Allah'a yemin olsun ki ben bunu ne artırırım ne de eksiltirim" dedi. Bu kişi oradan ayrılınca Hz. Peygamber (sav):
" Kim cennetlik olan bir adama bakmak isterse buna baksın" buyurdu. (Buhari, Müslim)
OTUZ İKİNCİ TAVSİYE
İSTİHARE NAMAZI
Cabir b. Abdullah (ra) anlatır:" Rasulullah (sav) bütün işlerimizde bize Kur'an'dan bir sûre öğretir gibi istihareyi öğretir ve şöyle derdi:" Biriniz bir işe yönelirse nafile olarak iki rekat namaz kılsın, sonra da şöyle desin:" Allahümme, inni Estehiruke bi İlmike ve Estakdiruke bi Kudretike ve Eseluke min Fadlikel-Azim. Fe inneke takdiru vela Ekdiru ve Ta'lemu vela e'alemu ve ente Allamu'l-ğuyub Allahümme in Künte ta'lemu Enne Hazel. Emru hayrun li fi dini ve meaşi ve aki beti emri, Emru hayrun li fi dini ve meaşi ve aki beti emri, âcili emri ve ecilihi fakdur li ve yessir li sümme barik li fihi vein Künte Ta'lemu enne hazel emru şerrun li fi dini ve meaşi ve akıbeti emri fi acilihi ve ecilihi fasrifni anhu vakdur li'l-Hayra Haysü Kane Sümme Erdini bihi.
(Allah'ın ben Senin ilminle Senden hayrına muvafakiyet dilerim. Senden kudretinle kudret istirham ederim ve yüce fazlü Kereminden nasib etmeni temenni ederim. Çünkü Senin kudretin herşeye kadirdir. Benim gücüm ise yetmez. Sen herşeyi hakkı ile bilirsin, ben bilemem. Yine Sen bütün gaybı kemali ile bilirsin. Allah'ım eğer bu yapmaya hazırlandığım amel dinim hakkında, hayatım ve amellerimin akıbeti şuanki ve geleceği hususunda hayırlı ise onu bana takdir kıl ve kolaylaştır. Sonra bu amelimde bana bereket ihsan et. Yok eğer yapmaya hazırlandığım bu amel dinim hakkında, hayatım ve amelimin akıbeti, şuanki ve geleceği hakkında şerli (kötü) ise onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Hayır hangisinde ise onu bana takdir buyur, sonra beni de ona razı kıl. " de ve sonra ihtiyacını belirt. " (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace)
İstiharenin faydası hakkında ise şu hadisi zikredebiliriz:
Sa'd b. Ebi Vakkas (ra) Resulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Ademoğlunun Allah'a yaptığı istiharesi onun mesud ve bahtiyarlığındandır. " (Müsned)
Diğer rivayette ise şu ilave mevcuttur:" Ademoğlunun Allah'a istihareyi terk etmesi de onun bahtsızlığındandır. "
OTUZ ÜÇÜNCÜ TAVSİYE
ÜZÜNTÜ VE KEDERİN GİDERİLMESİ İÇİN DÛA
El-İsbehani, Enes (ra)'dan şu hadisi rivayet edr ki, Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur:" Ey Ali sana bir dua öğretiyorum ki eğer sana gam, keder gelirse bununla Rabbine dûa edersin, Allah'ın izniyle senin dûan kabul olunur, üzüntü senden gider. önce abdest al, iki rekat namaz kıl, Allah'a Hamdü senada bulun, Peygamberine salavat getir. Kendine ve mü'min erkek ve kadınlara istiğfarda bulun. Sonra da şöyle de:" Allahümme ente tahkumu beyne İbadike FŒma kânûfihi Yehtelifune, La ilahe illallahu'l-Azim. La ilahe illallahu'l-Halimu'l-Kerim.Emru hayrun li fi dini ve meaşi ve aki beti emri, acili emri ve ecilihi fakdur li ve yessir li sümme barik li fihi vein Künte Ta'lemu enne hazel emru şerrun li fi dini ve meaşi ve akıbeti emri fi acilihi ve ecilihi fasrifni anhu vakdur li'l-Hayra Haysü Kane Sümme Erdini bihiğAllah'ın ben Senin ilminle Senden hayrına muvaffakiyet dilerim. Senden kudretinle kudret istirham ederim ve yüce fazlü Kereminden nasib etmeni temenni ederim. Çünkü Senin kudretin herşeye kadirdir. Benim gücüm ise yetmez. Sen herşeyi hakkı ile bilirsin, ben bilemem. Yine Sen bütün gaybı kemali ile bilirsin. Allah'ım eğer bu yapmaya hazırlandığım amel dinim hakkında, hayatım ve amellerimin akıbeti şuanki ve geleceği hususunda hayırlı ise onu bana takdir kıl ve kolaylaştır. Sonra bu amelimde bana bereket ihsan et. Yok eğer yapmaya hazırlandığım bu amel dinim hakkında, hayatım ve amelimin akıbeti, şuanki ve geleceği hakkında şerli(kötü) ise onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Hayır hangisinde ise onu bana takdir buyur, sonra beni de ona razı kıl. " de ve sonra ihtiyacını belirt. " (Buhari, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn-i Mace)
Sübhanallahi Rabbi's-Semâvâti's-Sebi ve Rabbi'l-Arşi'l-Azim. el-Hamdü lillahi Rabbi'l-Alemin, Allahümme Kâşife'l-gammi, müferricel-Hemmi, mücibe da'veti'l-Muddarine iza deavke. Rahmane'd-Dünya ve'l-Ahira ve Rahimehuma ferhamni fi hâceti hezihi bi kadaiha ve necâhiha Rahmeten tuğni biha an Rahmeti men sivake.
İbn-i Abbas (ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Cebrail(as) Bana birtakım dualar getirdi ve " eğer Sana dünya içinden bir iş gelirse bu duaları öne koy ve sonra da ihtiyacını iste" dedi. Dua şudur:" Ya bedia's-Semâvâti ve'l-Ardı, Ya Ze'l-Celali ve'l-İkram. Ya Sariha'l- Mustesrihine, Ya Gıyâse'l-Müsteğisine, Ya Kâşife's-Sûi, Ya Erhame'r-Rahimine, Ya Mucibe da'veti'l- Muddarrine, Ya İlahe'l-Alemine, Bike Unzilu haceti ve Ente E'lemu biha fakdiha" (El-İsbehani)
OTUZ DÖRDÜNCÜ TAVSİYE
ÇOK SECDE ETMEK KİŞİYİ CENNETE KOYAR
Rasulullah (sav)'in hizmetkarı ve Ashab-ı Suffa'dan olan Ebu Firas Rabia b. Ka'b el-Eslemi (ra) şöyle anlatır:" Rasulullah (sav) ile beraber geceler, abdest suyu ve diğer ihtiyaçlarını getirirdim. Bana dedi ki:
" Benden bir şey dile" . Ben de:
" Cennette Sana arkadaşlık etmeyi dilerim" dedim.
" Bundan başka" dedi. Ben de:
" İsteğim budur" dedim.
" Sen de nefsine karşı çok secde etmekle Bana yardım et" buyurdu. " (Müslim)
Hz. Peygamber'in Mevlası Ebu Abdillah Sevban (ra) Rasulullah (sav)'ı şöyle derken işittiğini rivayet etmiştir:" Çok secde etmeye bak. Zira sen her secde edişinde Allah seni onunla bir derece yukarı kaldırır. Senden de bir günahı siler. " (Müslim)
Cabir (ra) Rasulullah (sav)'i şöyle derken işittiğini rivayet etmiştir:" Şüphesiz gecede bir saat vardır ki müslüman birisi ona rastlarsa Allah'tan dünya ve ahiret işinden hayırlı birşey isterse Allah ona mutlaka bunu verir. Bu her gecede böyledir. " (Müslim)
Ebu Malik el-Eşari (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Hiç bir adam yoktur ki geceleyin uyanır, hanımını da uyandırır, hatta hanımına uyku ağır basarsa yüzüne su serperde ikisi evlerinde namaza kalkar ve gecenin bir vaktinde Allah'ı zikrederse Allah o ikisinin günahlarını bağışlar. " (Taberani)
Muğire b. Şu'be (ra) anlatır:Bir gün Rasulullah (sav) öyle namaz kıldı ki hatta ayakları şişmişti. Kendisine:
" Allah Senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladı" denildi. O da şöyle buyurdu:
" Şükreden bir kul olmayayım mı?" . (Buhari, Müslim, Nesei)
İbn-i Abbas (ra) şöyle anlatır:" Rasulullah (sav) bize gece namazı kılmamızı emretti, hatta bu konuda teşvik edip şöyle buyurdu:" Bir rekatta olsa gece namazı kılmaya bakın. " (Taberani)
OTUZ BEŞİNCİ TAVSİYE
YEMEK YEDİRMEK, SELAMI YAYMAK VE GECE NAMAZI KILMAK
Ebu Hureyre (ra) şöyle anlatır:" Rasulullah (sav)'e :" Ya Rasulellah Seni gördüğümde gönlüm hoşlanır, gözüm aydınlanır, bana herşeyden haber ver" dedim. O da :
" Herşey sudan yaratıldı" buyurdu. Ben:
" Bana öyle birşey bildir ki onu yaptığımda cennete gireyim. " Şöyle buyurdu:
" Yemek yedir, selamı yay, akrabayı ziyaret et, insanlar uyurken gece namazını kıl;cennete güvenle girersin. " (Müsned, İbn-i Hibban)
Ebu Malik el-Eşari (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Cennette dışından içi, içinden de dışı görünen bir oda vardır ki Allah onu;yemek yediren, selamı yayan ve insanlar uyurken gece namazı kılan kimseler için hazırlamıştır. " (İbn-i Hibban)
OTUZ ALTINCI TAVSİYE
KOMŞUYA İKRAMDA BULUNMAK
Ebu zer (ra) Efendimiz'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Ey Ebu Zer çorba pişirdiğinde suyunu çok yapta komşularını gözet. " (Müslim)
Yine Ebu Zer(ra) şöyle demiştir:" Sadık dostum bana şunu tavsiye etti ve dedi ki:" Çorba pişirdiğinde suyunu çok yap, sonra da komşularından hanehalkına bak, çorbadan uygun bir şekilde onlara dök. "
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim Allah'a ve Kıyamet Günü'ne inanıyorsa komşusuna eziyet vermesin, kim Allah'a Kıyamet Günü'ne inanıyorsa misafirine ikram etsin, kim Allah'a ve Kıyamet Günü'ne inanıyorsa hayır konuşsun yahut sussun. " (Buhari, Müslim)
OTUZ YEDİNCİ TAVSİYE
FAKİR VE YOKSULLARI SEVMEK
Ebu Zer (ra) şöyle demiştir:" Sadık dostum bana yedi tavsiyede bulundu; Yoksulları sevmemi ve onlara yakın durmamı, benden aşağı olana bakmamı ve kendimin üstünde olanlara bakmamamı, bana eziyet verseler de akrabamı ziyaret etmemi, " La Havle vela Kuvvete illa billah" sözünü çokça söylememi, acıda olsa gerçeği konuşmamı, Allah hususunda kınayıcının kınamasının beni tutmamasını insanlardan da birşey istemememi. " (Müsned, Taberani)
OTUZ SEKİZİNCİ TAVSİYE
FAKİRLİK VE ZENGİNLİĞİN TANIMI
Ebu Zer (ra) Rasulullah (sav)'in kendisine şöyle dediğini rivayet etmiştir:" Ey Ebu Zer malın çokluğunu zenginlik olarak mı görürsün?" Ben de:
" Evet Ya Rasulellah" dedim. O da:
" Malın azlığını da fakirlik olarak mı görürsün?" dedi. Ben de:
" Evet Ya Rasulellah" dedim. O da şöyle buyurdu:
" Zenginlik ancak kalp ve gönül zenginliğidir. Fakirlik te kalp ve gönül fakirliğidir. Kimin kalbinde zenginlik varsa dünyada karşılaştığı ona zarar vermez. Kimin de kalbinde fakirlik varsa dünyadan daha fazla onu zengin edecek yoktur ve onun nefsine de dünyanın cimriliği zarar verebilir. " (İbn-i Hibban)
OTUZ DOKUZUNCU TAVSİYE
ALLAH'tan SAKINMAK
Ebu Zer (ra) anlatır:" Rasulullah(sav)'e :" Ya Rasulellah bana tavsiyede bulun" dedim. Şöyle buyurdu:
" Allah'tan sakın, zira bu tamamen işin başıdır. " Ben:
" Ya Rasulellah bana biraz daha tavsiye ver" dedim. O da:
" Kur'an okumaya bak. Çünkü bu sana dünyada nur, semada ise azıkolarak biriktirilmiş sermayedir. " (İbn-i Hibban)
KIRKINCI TAVSİYE
KUR'AN OKUMANIN FAZİLETİ HAKIKKINDA
Ebu Umame el-Bahili (ra) Rasulullah(sav)'i şöyle derken işittiğini rivayet etmiştir:" Kur'an'ı okuyunuz, zira Kur'an Kıyamet Günü Kur'an ehline şefaatçi olarak gelir. İki çiçek olan Bakara ve Al-i İmran Sureleri'ni de okuyunuz, zira bu ikisi Kıyamet Günü bulut gibi veya saf halinde iki kuş fırkası olarak Ashabını savunmak için gelir. Bakara Suresi'ni okuyunuz, zira bunun elde edilmesi berekettir, terkedilmesi zarardır. O'na sihirbazlar da güç yetiremez. " (Müslim)
Abdullah b. Amr b. el-As (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:" Kur'an Ashabına " Oku yüksel, dünyada düzgünce okuduğun gibi oku, senin makamın en son okuduğun ayete kadardır denilir. " (Tirmizi, Ebu Davud, İbn-i Mace, İbn-i Hibban)
KIRK BİRİNCİ TAVSİYE
HAYIR YOLLARI
Enes b. Malik (ra) anlatır:" Temim Kabilesi'den bir adam Rasulullah (sav)'e geldi ve:" Ya Rasulellah benim çok develerim var, mal, mülk ve arkadaş Sahibiyim. Bana nasıl yapacağımı, nasıl hayır yolunda sarfedeceğimibildir" dedi. Bunu üzerine Rasulullah(sav):
" Malından zekatını çıkarırsın, zira bu seni temizleyen bir nevi temizleyicidir. Akrabanla ilişkiyi sürdürürsün, yoksul komşu ve dilencinin hakkını tanırsın. " (Müsned)
KIRK İKİNCİ TAVSİYE
ÜZÜNTÜNÜN GİTMESİ, BORCUN ÖDENMESİ İÇİN DÛA
Ebu Said el-Hudri (ra) anlatır:" Bir Rasululla (sav) mescide girmişti. Baksa ki Ensar'dan Ebû İmame denilen bir adam mescidde oturuyordu. Ona:
" Ey Ebu Ümâme ne oluyor seni namaz vaktinin dışında mescidte oturuyor görüyorum. Durum nedir?" dedi. O da:
" Ya Rasulellah borçlar ve kederler beni bırakmıyor" dedi. Rasulullah(sav) :
" Sana bir söz öğreteyim mi? Eğer onu söylersen Allah teala üzüntünü giderir, borcunu ödetir" dedi. O da:
" Söyle ya Rasulallah " dedi. Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
" Sabaha çıktığında akşama eriştiğinde şöyle de:
" Allahümme eûzu bike mine'l-hemmi ve'l-hüzni ve eûzu bike mine'l-buhli ve'l cübni ve eûzu bike min galebeti'd deyni ve kahri'r ricâli" Ebu ümame sonra şöyle der:
" Ben bunu böylece yaptım Allah taala üzüntümü giderdi borcumu da ödememi nasip etti. " (Ebu Davud)
KIRK ÜÇÜNCÜ TAVSİYE
UYKUMA SIRASINDA OKUNACAK DÛA
Ebu Umare el-Bera b. Azib (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Ey falanca yatağına girdiğinde şöyle de:" Allahümme Eslemtü nefsi ileyke ve veccehtü vechi ileyke ve fevvadtü emri ileyke ve Elce'tü Zahri ileyke rağbeten ve Rahmeten ileyke la melce'e ve la mencâ minke illa ileyke amentü bi kitabike ellezi enzelte, ve nebiyyike ellezi erselte Fe inneke in mittü min leyletike mittü ala'l-Fıtrati ve in Esbahtü esbahtü hayran. " (Buhari, Müslim)
Ebu Said el-Hudri (ra) Efendimiz (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim yatağına girdiği sırada " Estağfirullahe ellezi la İlahe illa hü el Hayye'l-Kayyume ve etubü ileyh" derse, günahları denizin köpüğü, ağacın yaprağı, kum yığınının taneleri ve dünyanın günlerinin sayısı kadar da olsa affolunur. " (Tirmizi)
Enes b. Malik (ra) Rasulullah (sav)'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Kim yatağına girdiğinde:" el-Hamdülillahi'llezi Kefâni, ve'l-Hamdülillahi ellezi menne aleyye fe efdale" derse Allah'ı bütün mahlukatın övgüsü ile hamdetmiş olur. " (Beyhaki)
KIRK DÖRDÜNCÜ TAVSİYE
UYKUSU GELMEYEN KİMSENİN OKUYACAĞI DÛA
Zeyd b. Sabit (ra) şöyle demiştir:" Rasulullah (sav)'e bana musallat olan uykusuzluktan şikayet ettim, şöyle buyurdu: " Şöyle de:" Allahümme ğarati'n-Nucumu ve hede'eti'l-Uyuni ve ente Hayyun Kayyumun la te'huzuke sinetun vela nevmun Ya Hayyu Ya Kayyumu ehdi' leyli ve enim ayni" . Zeyd b. Sabit(ra) şöyle der:" Ben bu duayı okudum Allah Taala benden maruz kaldığım şeyi giderdi. " (İbnu Sünni)
Yine Rasulullah (sav) Halid b. Velid (ra)'a uykusuzluk musallat olduğunda ona şöyle dua etmesini öğretmiştir:" Allahümme Rabba's-Sema vati's-Seb'i vema ezallet. Ve Rabbe'l-ErdŒne vema ekallet ve Rabbe's-Şeyatine vema Edallet. Kun li Caren min şerri halgıke küllihim cemian en yefruta aleyye ahadun min hum ev en yetğa, Azze caruke ve Celle Senauke. " (Tirmizi, Taberani)
KIRK BEŞİNCİ TAVSİYE
İNSANLARIN EN DEĞERLİSİ
Ebu Said el-Hudri (ra) anlatır:Bir adam:" Ya Rasulellah insanların hangisi daha faziletlidir?" dedi. O da şöyle buyurdu:
" Mü'min olan ve canıyla malıyla Allah yolunda cihad edendir. " Adam:
" Sonra kim?" dedi. O da:
" Vadilerden bir vadiye çekilmiş Rabbine ibadet eden bir adamdır" dedi.
Diğer bir rivayette ise:" Allah'tan sakınır, insanları da şerrinden dolayı bırakır. " (Buhari, Müslim)
Yine Ebu Said el-Hudri (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Müslüman bir adamın en hayırlı malı koyunları olupta dinini fitnelerden kurtarmak için dağların tepelerine, kenar bölgelere onları sürüp götüreceği yakındır. " (Buhari)
KIRK ALTINCI TAVSİYE
OTURULAN MECLİSİN KEFFARETİ
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: " Kim bir mecliste otururda o mecliste şamata ve bağrışmalar çok olurda o kişi bu meclisinden kalkmadan önce:" Sübhanekellahümme bi Hamdike Eşhedü enlailahe illa ente Estağfiruke ve etûbü ileyke" derse bu meclisinde olan şeyleri ondan affolunur. " (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei, İbn-i Hibban)
KIRK YEDİNCİ TAVSİYE
TESBİH'in FAZİLETİ HAKKINDA
Ebu Zer (ra) anlatır:" Rasulullah (sav) bana, " sözün Allah'a en sevimli olanını sana bildireyim mi?" dedi. Ben de:
" Ya Rasulellah sözün Allah'a en sevimli olanını bana bildir" dedim. O da şöyle buyurdu:
" Allah Taala'ya sözün en sevimlisi, " Sübhanellahi ve bi Hamdihi" dir, buyurdu. " (Müslim, Nesei)
Yine Müslim'in rivayetinde Rasulullah (sav)'e: " Hangi söz daha faziletlidir" diye sorulduğu ve O'nun da şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:" Allah'ın melekleri ve kulları için seçtiği" Sübhanellahi ve bi Hamdihi" dir. "
Abdullah b. Amr (ra) Rasulullah(sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: " Kim, "Sübhanellahi ve bi hamdihi", derse ona cennette bir hurma ağacı dikilir. " (El-Bezzar)
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" "Sübhanellahi ve bi Hamdihi, Sübhanellahi'l-Azim", dile hafif mizanda ağır ve Rahman'a sevimli gelen iki sözdür. " (Buhari, Müslim, Tirmizi)
KIRK SEKİZİNCİ TAVSİYE
SEYYİDİ'L İSTİĞFAR
Seddad b. Evs (ra) Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Seyyidül İstiğfar (İstiğfar ve tevbenin en kıymetlisi) kulun şöyle demesidir:" Allahümme ente Rabbi la İlahe illa ente Halakteni ve ene Abduke ve ene ala Ahdike ve va'dike mesteta'tu Euzü bike min şerri ma sana'tü ebû ü leke bini'metike aleyye ve ebu ü bi zenbi fağfirli fe innehü la yeğfiru'z-zunübe illa ente" . Kim bunu inanarak gündüz söylerse ve de bugünde akşamdan önce vefat ederse o cennet ehlinden olur. Kim de bunu inanarak gece söylerse ve de bu gecede sabahtan önce vefat ederse o cennet ehlinden olur. " (Buhari)
KIRK DOKUZUNCU TAVSİYE
CENNET AĞACI
Ebu Hureyre (ra) ağaç dikerken kendisine Hz. Peygamber (sav)'in uğradığını ve şöyle dediğini rivayet etmiştir:" Ey Ebu Hureyre ne dikiyorsun?" . Ben de:
" Ağaç dikiyorum" dedim. O da:
" Ben sana bundan daha hayırlı ağacı göstereyim mi?. "Sübhanellahi ve'l-Handülillahi vela ilahe İllallahü vallahü ekber"dir ki bu dûanın her defasında cennette sana bir ağaç dikilir. " (İbn-i Mace, Hakim)
ELLİNCİ TAVSİYE
AKREP SOKMASINA KARŞI KORUNMA
Ebu hureyre (ra) anlatır:" Bir adam Peygamber (sav)'e geldi ve:" Ya Rasulellah dün beni ısıran akrepten neler çektim bir bilsen" dedi. Bunun üzerine O da şöyle dedi:
" Bak akşama çıktığınde eğer, " Euzü bi kelimatillahi et-Tammeti min şerri ma Halak" diye dua etseydin sana zarar vermezdi. " (Muvatta, Müslim, Tirmizi)
Tirmizi'nin rivayetinde ibare şu şekildedir:" Kim akşama çıktığında üç defa, " euzü bi kelimatillahi et-Tammeti min şerri ma Halaka" diye dûa ederse ona bu gecede zehirli mahlukat zarar veremez. " Süheyl der ki:" Aileme bu duayı öğrenmişti. Her gece okuyorlardı. Bu sırada bir cariyeyi haşere sokmuştu, ama o hiçbir acı duymadı. "
FATİHA SURESİ'Nİ OKUYARAK TEDAVİ ETMEK
Ebu Said el-Hudri (ra) anlatır:" Rasulullah( sav)'in Ashabı'ndan bir grup sefere çıkmıştı. Nihayet arap kabilelerinden bir kabileye konakladılar ve onlardan kendilerini misafir edinmelerini istediler, ama onlar misafir almayı kabul etmediler. Bu sırada kabilenin reisini haşerat ısırdı, hemen koşuşturdular, ama hiçbir şey fayda vermedi. Birisi: " Şu konaklayan topluluğa gitseniz belki yanlarında bazı şeyler olabilir" dedi. Onlar da hemen yanlarına gelip:
" Ey topluluk, reisimizi haşere soktu, tüm çabalarımız fayda vermedi. Acaba birinizin yanında birşey var mıdır?. " Ashab'tan birisi:
" Vallahi ben tedavi edebilirim. Ama şu var ki biz sizden misafir kabul edilmemizi istedikte siz bizi misafir edinmediniz. Ben de ücret vermesseniz size tedavi etmem. " dedi. Onlarda bir sürü koyunla anlaştılar. O da Fatiha Suresi'ni okuyup ve üfleyerek gitti. Reisleri sonunda bağdan çözülmüş gibi canlandı, yürüyüp kalktı. Hiçbir acı duymadı. Onlar da anlaştıkları ücreti ona verdiler. Arkadaşlarından birisi:
" Koyunları paylaştırınız" dedi. Tedavi eden de:
" Hayır Peygamber (sav)'e gidip durumu O'na anlatana kadar birşey yapmayın. O'nun ne emredeceğine bakalım" dedi. Rasulullah (sav)'e varıp durumu anlattılar. O da:
" Fatiha'nın tedavi edeceğini nereden bildin?. Size ganimet geldi onu bölüştürün, sizinle beraber Bana da pay ayırın" buyurdu ve güldü. " (Buhari)
ELLİ BİRİNCİ TAVSİYE
RIZKI GELİŞTİRME VE BORCU ÖDEME DÛASI
Mü'minlerin annesi Aişe Validemiz (ra) şöyle anlatır: " Ebu Bekir (ra) benim yanıma geldi ve: Rasulullah (sav)'den bana öğrettiği dûayı duydum. " Ben de:" Nedir o?" dedim. Şöyle dedi:
" Meryemoğlu İsa arkadaşlarına şöyle öğretiyordu: " Şayet sizden birinizin dağ dolusu altın borcu olsa ve Allah'a şu dûayı okusa Allah borcunu ödetir: "
"Allahümme fâricelhemmi Kâşifel ğammi mücîbedda'vetil-muddarriin Rahmanüddinya vel Ahira ve Rahimehuma ente turhimuni ferhamni bi Rahmetin tuğnini biha an Rahmeti men sivake"
Ebu Bekir (ra) der ki:Ben Allah'a bu şekilde dua ederdim, Allah bana faydalarını getirir, borcum ödenirdi. "
Hz. Aişe Validemiz der ki: " Ben de bu dûa ile dûa ederdim. Kısa zamanda Allah beni ne bana sadaka olarak verilmiş ne de miras yoluyla gelmiş olan bir rızıkla rızıklandırdı. Allah borcumu ödetti, aileme güzel bir şekilde bunu bölüştürdüm. Abdurrahman'ın kızını da bu maldan üç ukiyye (12 dirhem) süs ve zinet taktım, bize de geriye iyi bir mal arttı. " (Bezzar, Hakim, İsbehani)
Efendimiz şöyle buyurmuştur:" Ey Muaz sana dûa edebileceğin bir dûa öğreteyim mi?. Eğer üzerinden Sabir dağı kadar borç olsa Allah onu senden ödetir. Ey Muaz Allah'a şöyle dua et: " Kul Allahümme Malike'l Mülki tü'ti'l-mülke men teşâu ve tuizzü men teşâu ve tuzillü men teşâu biyedike'l- Hayri inneke ala Külli şey in Kadir. Tulicu'l-Leyle fi'n-Nehari ve tulicu'n-Nehari fi'l-Leyl. Ve tuhricu'l-Meyyite mine'l-Hayy ve türziku men teşâu biğayri hisab. Rahmane'd-Dünya ve'l-Ahirati ve Rahime huma tu'timen teşâu minha ve temneu menteşau, irhamni rahmeten tuğnini biha an Rahmeti men sivâke. " (Taberani)
ELLİ İKİNCİ TAVSİYE
HAYIR YOLLARINDA HARCAMA YAPMAK
Abdullah b. Amr b. el-As (ra) bir adamın Rasulullah (sav)'eşöyle sorduğunu rivayet etmiştir: " Müslümanlığın hangisi daha hayırlıdır?. " O da şöyle buyurur: " Yemek yedirirsin, selamı da tanıdığına ve tanımadığına verirsin. " (Buhari, Müslim)
Ebu hureyre (ra) Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: " Kulların içinde bulunduğu hiçbir gün yoktur ki, iki melek inipte bunlardan birisi, " Allah'ım hayır harcamada bulunanın malının devamını ver" diğeride, " Allah'ım eli sıkı olanın da malının telefini ver" demesin. " (Buhari, Müslim)
Abdullah b. Mesud (ra) Hz. Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: " Ancak iki şeyde hasetlik vardır ki bunlar; bir adam ki Allah ona mal vermiş o da malı hakyolda tüketmek nasip olmuştur. Yine bir adam ki Allah ona hikmet vermiş, o da bu hikmetle hükmeder ve bu hikmeti öğretir. " (Buhari, Müslim)
Yine Abdullah b. Mesud (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: " Hanginize varisi olduğu mal kendi malından daha sevimlidir?. " Ashab dedi ki:" Ya Rasulallah bizden hiçbiri yoktur ki kendi malı ona sevimli olmasın" dedi. O da şöyle buyurdu: " Onun malı hayatındayken (hayır yollarına) sunduğudur. Varisin malı da (hayır yoluna sunmayıp) geriye bıraktığıdır. " (Buhari)
Adiy b. Hatim (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Cehennemden bir yarım hurma ile de olsa korununuz. " (Buhari, Müslim)
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah şöyle buyurur: "Ey Ademoğlu hayır yoluna harcama yap ki sana da harcama yapılsın. " (Buhari, Müslim)
ELLİ ÜÇÜNCÜ TAVSİYE
SABAH VE AKŞAMA ERİŞİNCE VE EVİNDEN ÇIKTIĞINDA NASIL DÛA EDİLECEĞİ HAKKINDADIR
Ebu Hureyre (ra) Ebu Bekir (ra)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ya Rasulellah bana sabah ve akşama erişince söyliyeceğim bir takım sözlerden bana emret. O da şöyle buyurdu: "Allahümme Fâtıra's-Semâvâti ve'l-Ard, âlime'l-ğaybi ve'ş-Şehâdeti Rabbe Külli şey'in ve Melikehu. Eşhedu Enla İlahe illa ente euzü bike min şerri nefsi ve min şerri'ş-Şeytani ve şirkihi" bunu sabaha ve akşama eriştiğinde, yatağa girdiğinde oku" buyurdu. " (Ebu davud, Tirmizi)
Mü'minlerin annesi Ümmü Seleme (ra) anlatır: Efendimiz evinden çıktığı zaman şöyle derdi: " Bismillahi tevekkeltü Alallahi, Allahümme inni eûzü bike en edille ev Udalle ev ezille ev uzelle ev ezlime ev uzleme, ev echele ev yüchele aleyye. " (Ebu Davud, Tirmizi)
Enes(ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: Kim evinden çıkarken, " Bismillah tevekkeltü Alellahi la havle ve la kuvvete illa billahi" derse ona şöyle denilir:" Hidayete eriştirildin, işlerinde yeterlilik kazandırıldın, şerlerden korundun" ve ondan şeytan uzaklaşır. " (Ebu Davud, Tirmizi)
Enes b. Malik Rasulullah (sav)'in kızı Fatıma (ra)'a şöyle dediğini rivayet etmiştir:" Sana tavsiye edeceğim şeyleri dinlemekten sana hangi şey engel olabilir ki? Sabah ve akşama eriştiğinde şöyle dersin:" Ya Hayyu Ya Kayyum bi Rahmetike esteğisü, Eslih li şe'ni Küllehü vela tekilni ila nefsi tarfete aynin. " (Nesei, Bezzar)
ELLİ DÖRDÜNCÜ TAVSİYE İDARECİLİK İSTEMEYİNİZ
Ebu Said, Abdurrahman b. Sümra (ra) Rasullulah (sav)'in ken kendisine şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir. " Ey Abdurrahman b. Sümra idareciliği isteme çünkü şu var ki bu görev sana sen istemeden verilirse sana yardım edilir, eğer bu görev sana senin isteğinle verilirse sende bunun sorumluluğu altına girersin, bir şeye yemin ettikten sonra ondan daha iyisini görmüş isen daha iyi olanı yap yeminine de keffaret uygula. (Buhari, Müslim)
Ebu Zer (ra) anlatır:" Ya Rasullullah beni bir yerlerde çalıştırmak istemez misin?" dedim. O da omzuma dokundu ve şöyle buyurdu:" Ey Ebu Zer sen zayıfsın, vazife de emanettir. Vazife ve sorumluluk Kıyamet Günü'nde pişmanlık ve alçaklıktır. Ama bu vazifenin hakkını yerine getiren üzerindeki vazife ile ilgili sorumluluğun gereklerini yapan hariç. " (Müslim)
Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Sizler idarecilik hususunda çok ihtiraslı olacaksınız ama bu da Kıyamet Günü pişmanlık olacaktır. " (Buhari)
Ebu Said (ra) ve Ebu Hureyre (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: " Allah hiçbir Peygamber göndermemiş ve hiçbir halifeden bir halife tayin etmemiştir ki onun sır dostu olmasın. Bazı sır dostu ona iyiliği emreder, iyiliğe teşvik eder. Bazı sır dostu da kötülüğü emreder ve kötülüğe teşvik eder. Ancak günah ve hatalardan korunmuş olan ise Allah'ın koruduğu kimsedir. " (Buhari)
Aişe (ra) Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:" Allah bir idarecinin hayrını dilerse ona doğru yardımcı kılar da idareci vazife ve sorumluluğunu unutursa ona hatırlatır, hatırladığında ona yardım eder ve eğer Allah bunun dışında dilerse ona kötü yardımcı kılar o da vazifesini unutursa ona hatırlatmaz, hatırlarsa yardım etmez. " (Ebu Davud)
ELLİ BEŞİNCİ TAVSİYE
EVLERDE MESCİDLER EDİNMEK
Aişe (ra) şöyle buyurmuştur: " Rasulullah (sav) bize evlerde mescidler yapmamızı ve onu temizleyip güzelleştirmemizi emretti. " (Tirmizi, Ebu Davud, Müsned)
Semure b. Cündüb (ra) şöyle demiştir: " Rasulullah (sav) bize evlerimizde mescidler edinmemizi ve bunları da temiz tutmamızı emretti. " (Tirmizi, Müsned)
TAVSİYELERİN SONUNCUSU
Bu değerli tavsiyeleri Efendimiz İbrahim(as)'ın Muhammed Ümmetine olan tavsiyesi ile bitirmek istiyorum.
Abdullah b. Mesud (ra) Rasulullah(sav)'İn şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: " Mirac Gecesi'nde İbrahim (as) ile karşılaştım, Bana şöyle dedi: " Ey Muhammed ümmetine benden selam söyle ve şunu bildir ki; Cennet'in toprağı çok hoştur, suyu tatlıdır, arazisi düzdür (çakıllı tümsekli değildir). O 'nun ağacı da: " Sübhanellah vel Hamdülillahi vela İlahe İllallahü vallahü Ekber" dir. " (Tirmizi, Taberani).
Allah Efendimiz Muhammed'e, Ailesine ve Ashabı'na salat ve selam etsin, selam peygamberlerin üzerine Hamd ise alemlerin Rabbi Allah'adır.
EN İLK ve EN ÜSTÜN
Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin efendim
Hak'dan bize Sultan-ı müeyyedsin efendim.
(Şeyh Galip)
Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam, anlatıyor:
-Hazret-i Allah, beni yarattı. Onsekizbin yıl arz altında kaldım...
-Ey Cebrail seni kim yarattı?
-Sen yarattın yara Rabbi. Her şey senin ve sen her şeyi yaratansın... Bense... ben, güçsüz ve ihtiyaç sahibi bir mahlukum.
Konuşmadan sonra bir onsekizbin yıl daha geçti... Yüce Allah yine sordu:
-Seni kim yarattı?
-Ya Rabbi, beni yaratan; öldürmeye ve diriltmeye kudreti olan sensin. Bense kuvveti hiç bir şeye yetmez biçarayim.
Üçüncü onsekizbin yıl da geçti...
-Ey Cebrail, ben kimim, sen kimsin?...
-Allahım sen her şeyin yaratıcası ve sahibi; bense bir kulcağızım.
Bu cevabımın peşinden bir merakımı dile getirdim:
-Ya Rabbi benden üstün bir varlık halkettin mi?
-Karşına bak, buyurdu...
Yüce emre uyarak gösterilen yere baktığımda mbir nur gördüm. Ama nasıl bir nur? Güzelliğine hayran kaldım. Dört tarafında da dört ayrı nur?
-Allahım, gözlerimi alan bu harika aydınlık da ne?
-Seni, ne kadar melek varsa hepsini ve bütün her şeyi aşkına yarattığım nur!... O, en aziz kulum ve Peygamberimdir. O, canlı cansız her şeyin en üstünü ve en hayırlısı olan Muhammed Mustafa'dır "sallallahü aleyhhi ve sellem"
Sordum:
-Ya çevresindeki nurlar?
-Sağındaki Ebu Bekir Sıddik, solundaki Ömer ibni Hattab, önündeki Osman bin Affan, ardındaki Ali İbni Ebi Talib'dir. "Radıyallahü teala aleyhim".
-Ya Rabbi; bu beş kişinin diğer insanlardan üstün bir tarafı olmalı!
-Bu beşi kendime dost seçtim. Onları seven beni sevmiş, düşmanlık eden bana düşman olmmuş olur. Bunları sevenleri cennete, sevmeyenleri cehenneme koyacağım.
Hak yarattı alemi, aşkına Muhammed'in
Ay ü günü yarattı, şevkine Muhammed'in
İlk insan Adem Peygamber, arş üzerinde "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazısını görünce ismin sahibinin erişilmezliğini anladı. Ancak O'nun ismi sadece göklerin en yükseğinimahyalandırmamıştı. Kelime-i tevhid cennette her sarayda, her yaprakta, her çiçekte, her bucakta okunuyordu.
Adem aleyhisselam, bu hali oğlu Şit Peygambere anlatıyor:
-Cennette O'nun ismi ile güzelleşmemiş bir tek köşe bile görmedim. Her yan ve her yön o şerefli ismin pırıltılarını aksettiriyor.
-Peki, babacığım hanginiz daha kıymetlisiniz?
Şit aleyhisselamın sualine Adem Peygamber cevap vermek istememiş olacak ki sükutu tercih etti. Ne var ki aynı sual üçüncü kere tekrarlanınca ezeli hakikat daha o günden açıklandı.
Alemlerin Rabbi buyurdu:
-Ya Adem! Her şeyi senin için yarattım, seni ise o seçilmiş için!!! Cenneti o'nunla ve o'nun ümmetiyle dolduracağım. Kendisine arap dili ile Kur'an-ı kerim indireceğim. Bu kitabın emir ve hükümleri, hiç değişmeyerek dünyanın sonnuna kadar devam edecektir. Bu peygamber, benim en sevgili kulumdur. İyiliği her insana ulaşacaktır. O'na uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük şefaat sahibidir. İsmi yer yüzünde "Muhammed" göklerde "Ahmed"dir. O'nu dünyanın sonuna yakın göndereceğim. Hiç bir Peygamber O'ndan üstün olmadığı gibi, hiç bir ümmet de O'nun ümmetinin sayısına varamayacaktır. Ümmeti abdestli gezer. Öyle ki bunların yerdeki nurları yıldızların gökteki aydınlığı gibidir.
Ol dedi oldu alem, yazıldı levh ü kalem,
Okundu hatm-i kelam, şannına Muhammed'in
Adem babamız, cennetten çıkarılınca, üç yüz sene göz yaşı döktü. Çok üzgün ve çok pişmandı. Gaibden gelen bir sesin de hatırlatması ile el açıp-cennette iken Cebrail aleyhisselamdanöğrendiği bazı isimleri araya koyarak-dua etti:
-Ya Adem, kıyamete kadar gelecek evladının günahlarının bağışlanmasını isteseydin bu isimlerin sahiplerinin sevgisi için yine kabul ederdin...
Hep erenler geldiler, dergaha yüz sürdüler
Zikr-ü tevhid ettiler, nuruna Muhammed'in
O, müthiş tufandan önce Nuh aleyhisselama bir gemi yapması buyurulunca yüzyirmi dörtbin dört tane tahta hazırladı. Ve Cebrail'in tenbihi ile her tahtaya bir Peygamberin mübarek adını yazdı. Ancak ertesi gün tahtalardan isimler silinmişti. Olaya çok üzüldü. İsimleri tekrar yazdı. Devrisi sabah yazılar yine silindi. Bir daha yazdı ama bir sonraki gün tahtalar bomboştu... çok müteessir oldu... bir tuhaflık vardı bu işte. Sır, gelen vahiyle çözüldü.
-Tahtaların ilkine benim, sonuncusuna da habibim Muhammed Mustafa aleyhisselamın adını yaz ki şeytan öbür isimleri silmesin.
Nuh Peygamber, emredildiği gibi yaparak çalışıp gemisini tamamladı. Fakat dört tahta artmıştı. Bunu Cebrail aleyhisselamla konuştu:
-Ya Cebrail, fazla gelen dört tahtayı ne yapayım?
Vahiy meleği suali Hak teala'ya sundu.
İnsanlığın ikinci babası Nuh Peygambere haber geldi.
-Ey büyü peygamber! O dört tahtaya son peygamberimin dört halifesinin isimlerini yaz; gemi o zaman tamam olacaktır. Zira o dört insan, İsla dininin dört sütunu gibidir. İslamiyet onlarla ayakta kalır ve onlar sayesinde dünyanın her tarafına yayılır. Vahye uyularak denilenin yapılması ile gemi tamamlandı ve ondan sonra yüzebildi.
Nuh Peygaber, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali'nin isimlerini artan tahtalara yazarak bunları gemisine çakmadıkça görünüşteki kusursuzluğa rağmen geminin yüzmesi ve felaketten kurtulması mümkün olmamıştı.
Ya mü'minler... mü'minlerin de o dört büyük zatın ismini kalplerine yazmadıkça dıştan ne kadar olgun ve noksansız görünürlerse görünsünler büyük imtihanda kurtulmaları mümkün olabilir mi? Sadece iki cihan güneşi eşsiz ve emsalsiz Peygamberimizi değil, O'nun dostlarını da sevmek gerekiyor... Bu şart yerine gelmeden, O'nun sevdiklerinin aşkı kalbe yerleşmeden cezadan kurtulmak ne mümkün?...
Veysel Karani kazandı, ahir yine özendi
Sekiz uçmak bezendi, aşkına Muhammed'in
İbrahim aleyhisselam, bir gün rüyasında Cenneti gördü. Uzunluğu yer ile gök arasındaki mesafeden fazlaydı. Meleklere:
-Buralar kime mehsustur? diye sordu.
-Evlatlarından Muhammed Mustafa ve o'nun ümmeti içindir, diye cevap verdiler.
İbrahim Peygamber, dikkatle bakınca ağaçlarda"La ilahe illallah" budaklarında "Muhammedün Resulullah", meyvelerinde "Sübhanellah", "Velhamdülillah" cümlelerinin yazılı olduğunu gördü...
Uyandığında rüyasını milletine nakletti.
-Ümmeti Muhammed kimdir, diye sordular. İbrahim aleplisselam, düşünceye daldı. O anda Cebrail aleyhisselam peyda oldu ve:
-Ne düşünüyorsun ey Allah'ın dostu, dedi.
-Bir rüya gördüm... girdüklerimi ümmetime anlattım, Muhammed ümmetini öğremek istediler. Benimse bu hususta bilgim yok. Onun için düşünüyorum.
Cebrail aleyhisselam:
-Ben de fazla bir şey bilmiyorum, diyerek Cenab-ı Hakka arz etti:
Yüce Allah şöyle buyurdu:
-Muhammed, benim ahir zaman Peygamberimdir. Makbul kullarıma Peygamber olarak gönderecğim. O peygamberi bütün yaratılmışların arasından seçtim. Kendisini ve ümmetini yerden ve gökten yüzyirmi dört bin yıl evvel yarattım. Kıyamet günü O'nun yolundakilerin yüzü bütün insanların yüzünden daha ak, aydınlık ve abdest suyu değen vücut parçaları pırıl pırıl olacaktır.
Feriştehler geldiler, saf saf olup durdular
Beş vakit namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in
Tevrat, Musa aleyhisselama inince büyük Peygamber çok sevindi ve şükrünü dile getirdi. Cenab-ı Hak:
-İnsanların kalbine baktım. En mütevazi olarak seni gördüm. Bu sebeple seni Peygamber yaptım ve benimle konuşma devletine erdirdim, dedi ve ilave etti:
-Ölünceye kadar tevhid üzere ol. Sevgili Muhammed Mustafa'nın Resulüm olduğunu tasdik et ve kalbine O'nun muhabbetini yerleştir!
-Ya Rabbi, Muhammed kimdir; O'nu tanımıyorum?
-O öyle bir kimsedir ki yerleri ve gökleri yaratmadan binlerce sene evvel güzel ismini arşın üzerine yazdım. Ya Musa, sana çok yakın olmamı ister misin? Öyle bir yakınlık ki bedenine ruhdan ve gözünün siyahına beyazından daha yıkn olayım!..
-Allahım bundan gayrı ne arzum olabilir?...
-Öyleyse Habibime çok selavat oku.
Hak teala devam etti:
-Ölen bir kimse Muhammed aleyhisselamı inkar etmişse, o bedbahtı sürüterek cehenneme attırırım. Beni görmesini nasip etmem ve hiç bir melek ve peygamberin şefaat etmesine de için vermem!...
Bunu yolundakilere bildir.
-Ya Rabbi O'nun hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak isterim.
-Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı; yeri-göğü, cenneti-cehennemi ayı, güneşi, geceyi-gündüzü, melekleri, Peygamberleri ve hiç bir şeyi yaratmazdım. O'nun Peygamberliğini kabul etmezsen İbrahim halilulllah bile olsan sana eziyet ederim!...
-Onun Peygamberliğini ve yüksekliğini kabul ettim Ya Rabbi!...
Havada uçan kuşlar, yeşerüp dağ ü taşlar,
Yemiş verir ağaçlar, aşkına Muhammed'in
Davut aleyhisselam, bir gün Zebur okurken kitaptan bir nur yükseldiğini; bu nurun odayı doldurduğunu ve kalbinin rahatladığını gördü... Ve bu hal, her Zebur okuyuşunda tekrar etti. Nurunmahiyetinni Allahü tealaya sordu:
-Ya Rabbi bu nur neyin nesidir?
-O, habibim Muhammed Mustafa'nın nurudur. Cümle alemi onun hatırına yarattım.
Bu tüyler ürperten ilahi cevap üzerine Davut Peygamber, yüksek sesle "Lailahe illallah Muhammedün Resulullah" dedi. Bütün yırtıcı hayvanlar, kuşlar, böcekler ve yılanlar, çevresine toplandılar ve:
-Öyledir ya Davut! diyerek onu doğruladılar.
Bu olaydan sonra Davut Peygamber, Zubur okumaya başlarken kelime-i tevhid söyle oldu.
İmansızlar geldiler, andan iman aldılar
Beş vakt namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in
O'nu övmeye kalkan erir ve tükenir.
O'nu hiç bir lisan medhetmeye kafi gelmez. O' kelimeler üstü ve kelimeler ötesi ve gönüller dolusu sevgiye layıktır.
Yunus kim ede medhi, över Kur'an ayeti
Ah! vergil salevatı, aşkına Muhammed'in
Biz de... kendim, eşim, dostum, tanışım, arkadaşım, binler, onbinler, milyonlar, milyarlar, O'nu o en sevgili ve en üstün'ün Peygambeliğini kabul ettik ya Rabbi...
Bundan üstün devlet bilmiyoruz ya Rabbi
Bu iltifata canmı dayanır!
Peygamber efendimiz: "Ya Ali,yarın kıyamet gününde şu yedi sınıf hayırlı ibadeti yapan kullarına Allah-u Teala bahşedeceği ikram ve ihsanı gören Cebrail Aleyhisselam:
-Ah!Keşke bende melek değil de insan olsaydım ve bu güzel ibadetleri yaparak Rabcimin iltifat-ı ilâhîcesine nail olsaydım diye hayıflanacaktır. Bu yedi sınıf hayırlı ibadetse şunlardır:
1-Beş vakit namazı güzelce kılmak
2-Cenaze namazını kılmak
3-Su dağıtmak
4-İlmi sohbetlere devam etmek
5-Hastaları ziyaret etmek
6-Yetimlere saygı göstermek
7-İki kişinin arasını bulmak
Namazdan alıkoymak:
Ebe Cehil Allah Rasulunü namaz kılarken görürse,boynunu çiğneyip,yüzünü sürteceğine dair Lat ve Uzza adlı putlara yemin etmişti. Bir gün Rasulullahı(sav) namaz kılarken görmüş ve dediğini yapmak üzere yanına varmıştı. Fakat birdenbire arkasına dönerek elleriyle korunarak çekinmişti. Onu bu halde görenler: "Ne oldu sana?" demişlerdi. da şöyle cevap vermişti: "Onunla benim aramda ateşten bir hendek,bir takım kanatlar var.
Rasulullah(sav) buyurdular ki: "Ebe Cehil eğer bana yaklaşsaydı,melekler onu parça parça ederlerdi. Bu olay üzerine şu ayetler inmiştir: "Baksana o nehyedene,bir kulu namaz kıldığında. Baksana o hidayet üzerine giderse,Yahudi takva ile emrederse fena mı? Baksana yalanlar,aksine giderse iyi mi? Her halde Allah'ın görüyor olduğunu bilmiyor mu? Sakın Celâlcim hakkı için eğer akıllanıp vazgeçmezse, muhakkak sürükleyeceğiz biz o alını,yalancı cani alını. O vakit çağırsın o kurultayını,meclisini. Biz çağıracağız zebanileri. Sakın onu dinlemede,secde et ve yaklaş." (alan 9-19)
En büyük şehadet:
Şamdan iki hristiyan alimi gelmişlerdi.Medine'yi gördükleri zaman,biri diğerine: "Bu kasaba ahir zaman peygam- berinin kasabasına ne kadar benziyor." dedi. Sonra Rasulullah(sav)'ın huzuruna geldiklerinde,O'nu hususi sıfat- larıyla tanıdılar. Allah Rasulune: "Sen Muhammed'sin " dediler. Rasulullah (sav)'da : " Evet" buyurdular. "Hemde Ahmet'sin dediler. Rasulullah yine: "Evet" buyurdular. Bunun üzerine dediler ki: "Biz sana bir şey soracağız" Rasul "sorunuz" buyurdu. "Bize Allah'ın kitabında en büyük şehadeti haber ver." Bunun üzerine peygamber şu ayeti okudu: "Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahittir,bütün meleklerle ilim uluları,adalet ve hakkaniyetle durarak şahitdirler. O Aziz ve Hakim olan Allah'tan başka ilah yoktur."(Al-i İmran 18)
Kefaret:
Adamın biri Rasulullah(sav)'a gelerek "Ya Rasulullah,mahvoldum!" dedi. Rasulullah " seni mahveden nedir?" diye sordu. Adam: "Ramazanda gündüz vakti hanımımla cinsi münasebette bulundum." diye cevap verdi. -Bir köle azat edecek kadar mal bulabilir misin? Adam " hayır" dedi. -Peşpeşe iki ay oruç tutabilir misin? Adam "hayır " dedi. -Altmış miskine yedirecek kadar erzak bulabilir misin? Adam "hayır" dedi ve oturdu. Rasulullah ona hurma yaprağından örülmüş,içinde kefaret miktarınca hurma bulunan bir zembil getirdi. "İşte bunu al,sadaka olarak dağıt" dedi. Adamda " Bizden daha yoksul birine mi vereceğim? Allah'a and olsun ki,bu iki kara taşlı yerin arasında bu hurmalara bizden daha muhtaç bir aile yoktur" dedi. Bunun üzerine Rasulullahön dişleri görününceye kadar güldü ve:" Git de onları çoluk çocuğuna yedir" dedi.
Cennet'e götüren amel:
Muaz İbni Cebel anlatıyor: Bir seferinde,Peygamber Aleyhisselamla beraberdim. Bir gün yakınında sabah etmiştim. Yürüyorduk: "Ya Allah'ın Nebisi! Bana bir amelden haber ver ki beni cennete koysun,cehennemden uzaklaştırsın" dedim. Buyurdular ki: "Büyük bir şey sordun. Mâmâfih o,Allah-u Tealanın müesser kıldığı kimseye kolaydır. Allah'a ibadet edersin,O'na hiç bir ortak koşmazsın,namaz kılarsın,zekat verirsin,ramazan orucunu tutarsın,haccedersin. Allah Rasulu şöyle devam ettiler: "Sana hayrın kapılarını göstereyim mi? Oruç kalkandır,sadaka günahı söndürür. Gecenin göbeğinde adamın namazı.... Ve Rasulullah şu ayetleri okudular: "Görsen o vakit ki mücrimler,Rabb'lerinin huzurunda başlarını eğmişler:Ey Rabbimiz!gördük, dinledik. Şimdi bizi geri çevir,iyi bir amel işleyelim. Zirâ yakinen bildik derler. Eğer dilemiş olsaydık her nefse hidayet verirdik. Fakat,Ben'den şu söz hak oldu: Elbet ve elbet cehennemi cinlerden ve insanlardan dolduracağım.O halde,tadın unuttuğunuz için bu gününüzün çatmasını. İşte biz de seni unuttuk. Yapıp durduğunuz işler yüzünden tadın ebediyet azabını.Bizim ayetlerimize öyle kimseler iman ederler ki,onlarla kendilerine nasihat verildiği vakit secdelere kapanırlar ve Rabb'lerine hamd ile tesbih ederler de kibirlenmezler." (secde 12-15)
Allah'ın merhameti:
Hz. Ömer anlatıyor.Bir gün Rasul Ekrem esirler arasında çocuğundan ayrılmış bir kadın gördü. Kadın çocuğu- nun hasretinden rast gelen çocuğu kucağına alıyor,onu sevip emziriyordu. Rasul-iekrem ashabına: "Hiç bu kadın çocuğunu ateşe atar mı " diye sordu. Ashab "asla " cevabını verdi. Bunun üzerine Rasul-i ekrem : " O halde biliniz ki;Allah'ın kullarına merhameti,bu kadının çocuğuna merhametinden daha fazladır." buyurdu.
Kötü konuşana karşı:
Bir gün bir adam Allah Rasulünün huzurunda Hz. Ebubekir'e küfretmişti. Hz. Ebubekir cevap vermemiş,adam üçüncü defa küfredince Oda cevap vermiş. Bunun üzerine Allah Rasulü oradan kalkıp gitmişler. Hz. Ebubekir üzgün ve kırgın Rasulullah'ın yanına varmış ve demiş ki: "O bana küfrederken oturuyordunuz. Ben ona cevap verince kalktınız ve gittiniz. " Rasulullah şöyle buyurmuşlar: "Bir melek senin adına ona cevap veriyordu.Sen karşılık verince,o melek gitti ve yerine şeytan geldi. Şeytan gelince de ben orada oturamadım." Bunun üzerine şu ayet-i kerime indi: "Allah fena sözün açıklanmasını sevmez,ancak zulme uğrayanlar başkadır. Allah işiticidir,bilicidir. Bir hayrı açıklar veya gizlerseniz yahud bir kötülüğü affederseniz,şüphe yok ki Allah çok afedicidir. Çok güçlüdür." Bir başka rivayetde; bir kavme bir misafir gelmiş,yemek vermişler. Fakat şikayet etmiş. Şikayetinden dolayı da azarlanmış. Bunun üzerine yukarıda ki ayet inmiştir. Bu da gösteriyor ki, hakkına riayet edilmeyen misafir,mazlumlar sınıfından sayılır.
Resulullah’a(s.a.v) Mektup
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM.
Esselatü vesselamü aleyke ya RASULALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya HABİBALLAH
Esselatü vesselamü aleyke ya Seyyidel evveline vel'ahirin,Veselamün alel mürselin.
Rahman'ın günahkar,aciz,gafil,gözü yaşlı kulundan mektup.
Sana mektup yazmak ha!..Sana seslenebilmek, Sana hasret çekemeden, Sana layıkıyla ümmet olamadan Günahlarımla seni üzerek,Yaratılan her zerrenin senin aşkınla yandığını idrak edemeden,utanmadan sıkılmadan sana mektup yazmak ha!...
Affet YA RASULLALLAH(sav). Affet sultanım. Cüretimi bağışla.
Bir gün seni özlemiş,sana olan hasretiyle yanmış tutuşmuş bir güzel kul tanıdım,yemek ikram etmişlerdi ona.Rabbim'in nimetlerine hamdederek başladı.Yüzündeki o parlaklık ne güzeldi.
Ama gözlerinin altındaki kızarıklık,alnındaki kıvrımlar, sakalındaki bembeyaz kıllar,şakaklarına yağan karlar bir şeyler haykırıyordu YA RASULLALLAH.
Ümmetinden bir kul,Rahmanın güzel bir kulu.Gülüyordu çehresi, Nur saçıyordu. Yemek yiyorduk hep beraber,çok lezzetliydi.Dudaklarında daima bir kıpırdanma vardı, yemek yerken zorlanıyor zor yutkunuyordu,dertli kul.Yüzüne her bakışımda gözlerinin daima artan ışıltısı dikkatimi çekti.Ve birden ak düşmüş sakallarına doğru iki damla gözyaşnı yolculuğa çıkardı.Ağlıyordu ihtiyar amca, gözyaşlarını saklama ihtiyacı hissediyordu.Ama gözleri coşmuştu bir kere, yemeği bırakıp yanına oturdum. Amca dedim:
-Rahatsız mısınız? Birşeyiniz mi var?
-Hayır evladım iyiyim sağol!dedi.
-Peki amca, niye ağlıyorsun?dedim.
-Peygamberimiz (sav)aklıma geldi birden. Onu düşündüm ve ağlayıverdim kusura bakma.
Gözünün yaşını sildi,Elhamdülillah dedikten sonra çekildi sofradan. Kenarda bucakta bir yere oturdu, elinin tersiyle gözlerini siliyor ve cebindeki mendilini arıyordu. Ben de kalktım sofradan yeni demlenmiş çaydan getirdim ihtiyar amcama.Çayı karıştırırken elleri titriyor ve dudakları büzülüyordu.Mendiliyle tekrar sildi gözlerini.Çayını içti ve Rabbim'in selamı ile müsaade isteyerek ayrıldı yanımızdan.
Düşünce idrakini yitirmiş bir hal içinde düşünüyordum. Adamcağız yemek yerken seni anıyor ve ağlıyordu YA RASULLALLAH(sav). Sana yakın olmanın verdiği coşkuydu gözyaşları.
Senin ümmetinden bir kul.Nasıl oluyorda seni görmeden, kokunu almadan,mübarek ellerini öpmeden sanki yanıbaşındaymışın gibi seninle yaşıyor. Ben de anlamalıydım,çözmeliydim bu sırrı....
Seni YA RASULLALLAH(sav) evet seni tanımam,bilmem gerekiyordu. Ashab!ı Kiram efendilerimizin hayatından başladım işe. Onların hayatlarını okuyarak sana ulaşmalıydım YA RASULLALLAH (sav), okudum. Ebu Bekir Sıddık ,Ali bin Ebu Talip,Hz. Ömer Hz. Osman,Hz. Talha,Hz. Bilal,Sad bin Ebi Vakkas,Hz. Hamza,Abdullah bin Revaha,Ebu Hureyre,Muaz bin Cebel...
Hepsini okudum YA RASULLALLAH(sav).
Şimdi seni okuyorum. Halık'ı zül celal Rabbim'in sevgilisi,biricik kulu.Senin nurunun hürmetine varolan ben seni arıyorum Ya RASULLALLAH(sav). Ömrümün sonuna kadar her nerede ve ne zaman olursa olsun seni hakkıyla tanıyamayacağımı biliyorum.Ben senin deven Kusva'ya aşık oldum efendim.Dayandığın hurma kütüğünün yerinde olabilmek için bin canım olsun feda ederdim.Yeter ki inleyeyim,sen beni okşarsın susarım. Yanımdan ayrılırsan tekrar inlerim YA RASULLALLAH(sav).
Ebu Hureyre(ra) sıcak bir günün öyle vaktinde evinden çıkıp mescide gelmişti. Sende oradaydın YA RASULLALLAH(sav) Açlıktan evinde duramayıp mescidine sana koşmuşlardı. Sen de aç idin. Günlerdir bir şey yememiş açlıktan zayıf düşmüştünüz. Hendek günü karnına iki taş bağlayan da sendin YA RASULLALLAH(sav). Bir deri parçasını temizleyip kızarttıktan sonra açlığını dindiren Sad bin Ebi Vakkas (ra) değilmiydi EFENDİM.Bir hurma tanesini annesine saklayan Ebu Hureyre değil miydi?Bir avuç arpa ekmeğiyle yetinen HABİBULLAH sendin efendim. Ya ben midemin doluluğunun sarhoşluğuyla seni unutan ben değil miyim. Abdullah bin Revaha (ra) gibi elimdeki kemik parçasını fırlatıp ''ben hala bu dünyada yaşıyor muyum?''diyebilirmiyim?Senin ölümünle Hz.Bilal(ra) susmuştu.Bir daha ezan okumayacaktı.Kızgın çölde kayaların altında inlerken EHAD,EHAD diyerek senin nurunu görmüyor muydu YA RASULLALLAH(sav).
Sana nasıl kavuşacağız bilemiyorum.Günahlarımın derdiyle,hasretinin yangınıyla,Aşkının ateşiyle,sana ümmet olmanın sevinciyle arz ediyorum halimi. Sana gelmek var ölmeden önce, Şehrinde narına yanıp kül olmak var.Sana geldikten sonra bir daha dönmemek olsa (inşallah) yanında kalsam,ayak bastığın yerlere gömülsem. Kıyamete kadar yanında olsam.Toprağın altında dahi alırım kokunu YA RASULLALLAH(sav).
VE ÖLÜM...
Nikah saati :RABBİME ve SANA yolculuk.Tahta arabanın içinde keyifli seyahat....
Ölmeyi bilene kutlu olsun. EY DÜNYA!...
Anlat şimdi ayrılık acısını,Peygamber sana veda ederken çektiğin acıyı anlat.Bağır, durma, Haykır: VAĞLEMU ENNE FİKUM RASULLALLAH de...
O'nun vefat ettiği gün.Söyle ey dünya ne haldeydin.Her zerre O'nun ölümüyle yok olmak isterken sen nasıl raksettin.Yine sabahları güneşi davettin.Karanlığı nasıl kovdun.Söyleeeee...
Her gün raksedip dönmektesin değil mi ey dünya. Kainatta yalnız sen ONA kucak açtın,bu mutluluk senin değil mi. Güneş bile kıskanır seni ALLAH'ın Habibi yaşadı üzerinde. Ne kadar bahtiyardın o devirde varlığının şükrünü eda ediyordun. Denizlerin bir ayrı güzeldi O varken. Suların daha bir tatlıydı. Ağaçlar,dağlar ,ovalar,bitkiler, kuşlar ve sen ey dünya ne kadar mutluydunuz.
Ama o gün:RABBİM (c.c.) çağırıyordu Habib'ini.
Rabbim'in emriyle Cebrail yanına geldi YA RASULLALLAH(sav),Azrail (a.s.) kapıda senden izin bekliyordu. Kisra nın sarayını aydınlatan nurunla gelecektin.
Sessizlik acımasız ve dert yüklüydü,
Aniden peygamberin dudakları kıpırdadı,
YÜCE DOSTA ,REFİK'İ ALA'YA
PEYGAMBER vefat etti.
Usame seferden döndü,zafer müjdesiyle kavuşacaktı sana. Abi bin Ebu Talib'in dizine başını dayamıştın. Ölüm bile sana o kadar yakışmıştı ki, VUSLAT seninle güzel oldu. Kusva gözyaşlarıyla inlemekteydi. Hz. Ebu Bekir(ra.)geldi seni öptü öptü öptü....
Yokluğun acısıyla yanan gönüller, kardeşlerin, Seni çok özlediler Ya Rasullallah(sav)
Ben de özledim seni. Rüyalar da teselli bulan ümmetine şefaat eyle EY SEVGİLİ...
Beyaz Elbiseli Üç Kişi
“TERLERSE GÜLLER OLURDU HER TERİ
HOŞ DERLERDİ TERİNDEN GÜLLERİ”
Mevlid'den
Efendimiz üç yaşındalar.
Halime anne, O'nu bir gözünden öbürüne vermiyor. yabanın kurdu uğursuzu var. Büyüklüğüne bunca iz, işaret bulunurken, emsalsz emanetin kılına ziyan gelmemeli. O'nu korumak, O'nu istikbale teslim etmek, zamana karşı, insanlığa karşı ve ebedi nizama karşı kabullenilmiş şerefli bir borç.
Bu sebeple uyanık kalbli kadın, gözünü efendimizin üzerinden ayırmıyor... ama öz çocukları sadece akşamları evdeler.
Bu durum kainatın baş tacının dikkatinden kaçmaz.
Niçin?
-Onlar, yavrum, gündüzleri koyun gütmeye gidiyorlar.
Çobanlık yapmak... renk renk çiçeklerin açtığı; kelebeklerin, mutluluğu arılarla paylaştığı, hür rüzgarlı, hür ufuklu kırlarda yumuşak adımlarla yayılan koyunların peşi sıra gitmek; kardeşleri ile onları otlatmak, bir yamaçta güneşin ılık sıcaklığında eldeki çabukla toprağı çiziştirmek ve ucsuz bucaksız fezaya bakıp öteleri! düşünmek!
Anneciğim, beni de kardeşlerimle yolla. Ben de koyun gödeceğim...
Sütanne bin dereden su getiriyor. Ama ne söylüyor, ne anlıtıyorsa mümkün değil. O'nda bir kere bu arzu doğmuştur. Annecik nasıl dayanır artık.
-Ey gözümün nuru? Demek sen de koyun gütmeye gitmek istiyorsun öyle mi?
Cevap tek kelime:
-Evet.
Ertesi gün, güneş, sanki daha bir aceleyle tepeleri aşarak yükseliyor. Güneş, güneş olmaktan çıkmış; duru duru gülümseyen bir yüz gibi. O'na kırların ıtırlı ikliminde büseler konduracağına mı seviniyor acaba?
Güneş doğup, her tara ışıl ışıl olduğunda Halime anne, melek yavrucuğu ipek uykulardan uyandırıyor. Ve giydirip taradıktan sonra kardeşlerine emanet... evvela Allah'a sonra kardeşlerine emanet!. Elinde sopası ile efendimiz de aralarında olduğu halde çocuklar, neş'e içinde hayvanları alarak evden ayrıllıyorlar; fakat fazla uzağa değil. Anne evden açılmayı yasaklamıştır. Zira şimdi o var aralarında; en üstün ve en kıymetli olan:
Zaman, böylece akıyor. Havanın sıcak olduğu bir gün kuşluk vaktinde Halime, tam, Peygamberimizi düşünüp güneş çarpmasından korkarken süt kardeşlerden Şeyma, koyunların yanından çıka geldi. O Şeyma ki, Sevgili Peygamberimiz Allah'ın Resulü olduğunu tabliğe başlayacağı zaman, Peygamberliğine ilk iman edenlerden biri olacak ve müşriklerin, mü'minleri hiç bir mal alıp satmayarak onları ticari ve iktisadi ablukaya aldıkları günlerde, şahsi gayretleri ile bunu kırmaya çalışıp, müslümanlara yiyecek temin edebilen bir kahraman kadın...
Muhammed aleyhisselam için yazılmış en içli kasidelerden biri Şeyma radıyallahü anha hanıma ait.
Şeyma'cık, efendimizi bırakıp gelince annesinde merak ve telaş.
-Şeymacığım! Göz bebeğim Muhammed nerede?
-Sahrada anneciğim.
-Aman yavrum! O ciğerim bu sıcakta sehrede nasıl kalır?
Anne, kızgın güneşin, nur çocuğa ziyan vermesinden endişeli...
Şeyma, bir mucizenin şahidi. Görüp işitilmedik bir olayı anlatıyor:
Anneciğim, güneşten kardeşime hiç bir zarar yok. Çünkü başının üstünde bir bulut, kendisini takip ediyor. Nereye gitsek bulut üstümüzde. Duruyoruz duruyor, yürüyoruz yürüyor.
İlahi fermanla emir almış bir beyaz bulut, peygamberlerin efendisini kavurucu sıcakta serin gölgesine alarak O'nu ve yanındikelir muhafaza ediyor.
Halime'nin içi yine rahat değil.
-Dediğin doru mu? Allah için söyle kızım!
-Vallihi sahi söylüyorum.
-Bunun üzerine sütanne tatmin oluyor ve Peygamberimizi korktuklarından Allah'a ısmarlıyor.
İki-üç ay böyle geçti. Bir gün öğle üzeri efendimiz akranı olan çocuk ve süt kardeşleri ile bir vadideler. Çocuklar oynuyor, Habibullah da onları seyrediyor. Tam bu sırada öyle bir şey oldu ki küçükler akıllarını yitirecekler . Çığlık çığlığa bağrışıp oradan kaçıyorlar:
Sicim gibi göz yaşı döküp evine koşanlardan biri de Damra:
-Anneciğim kardeşime bir şeyler oldu. Çabuk koşun!
Halime, feryadlar içinde Damra'ya soruyor.
-N'oldu oğlum durma söyle!!!
Damra boğularak anlatıyor,
-Koyunların yanında idik. Birden bire gökten beyaz kıyafetli üç kişi indi. Kardeşimi aramızdan aldıkları gibi tepeye çıkardılar ve sırt üstü yatırarak bıçakla karnını yardılar. Öldü mü, yaşıyor mu bilmiyorum!!!
Bundan daha kötü haber olamazdı. Halime ve Haris'in kan beyinlerine sıçradı. Bir nefeste söylenen yere vardılar.
Devamını Halime'den dinleyelim:
-Koşa koşa vadiye geldik. Yüksek bir yere oturmuş, göğe doğru bakıyordu. Tabessüm eden güzel çocuğumun yüzü al al olmuştu.Alnını ve gözlerini öperken sordum:
-Ey gözümün ışığı, ey alemlere rahmet oğlum.Ne oldu, seni kim rahatsız etti?
İki cihan güneşinin kendi ifadelerinden anlıyoruz ku; gonca gül, kuzuları güderken beyaz elbiseli üç şahıs görmüştür. Birinin elinde gümüş bir ibrik, birinde içi kardan daha beyaz bir madde ile dolu zümrüt bir leğen vardı. O muhteremlerin en muhteremi Sallallahü aleyhi ve sellem'i vadiden zirveye iletince beyaz giyimli bu kimselerden biri, fahri kainatı usulcacık sırt üstü yere uzatır. Ve göğsünü göbeğine kadar yarar. Mübarek efendimiz hiç bir acı ve elem hissetmeden ameliyatı sürmeli gözleri ile takip ederler. Bu melek, elini sokarak iç organlarını çıkarıp kar gibi olan o sıvı ile yıkadıktan sonra tekrar yerlerine kor. Birinci meleğin işi bitince ikinci melek, birinciye;
Kalk! der, ben de hizmetimi eda edeyim, ilk meleğin kenara çekilmesi ile ikinci melek, elini uzatarak peygamberimizin kalbini yerinden çıkarır ve iki parçaya ayırdıktan sonra içinden pıhtılaşmış siyah bir kan parçasını alıp atar. Kalb üzerinde yapılan bu çalışmanın ardından iknici melek sırtüsütü yatan azizler azizine:
-Vücudunda şeytanın nasibi bu idi. O'nu atmakla seni şeytanın vesvese ve hilesinden emin ettik, anlamında bilgi arz eder.
Aynı melek, daha sonrra sevgili efendimizin sağ ve sol taraflarından bir şey alır gibi bir hareket yapar.
Bu sırada elinde nurdan bir mühür vardı. O kadar güzel bir mühür ki gören hayranlıktan kendini alamazdı.
Allah'ın resulünü dinleyelim:
-Bu nurdan mühürle kalbimi mühürledi. Ondan sonra kalbim nüvüvvet ve hikmet nuru ile dopdolu oldu.
Rahmet yuvası kalbi nurdan mühürle mühürlendikten sonra yerine iade ettiler. Halime ve Haris yanına vardıklarında, mübarek yavru mührün soğukluğunu hala vücudunda hissediyor.
İkinci meleğin işi bitince üçüncü melek, elini yarılan yere kor ve o an yara iyileşir...
Beyaz elbiseli bu üç kişi, daha sonra nazlı yavrunun elini ve yüzünü öperek ona güzel şeyler hazırlandığını müjdeler ve mavi gökte kaybolup giderler. Yaranın izi hala farkedilebiliyor.
............
Sevgili Peygamberimizi oradan alarak eve getirdiler Halime anne, çocuklarına:
Kardeşinizi bundan böyle dışarı götürmeyin!
Tenbihini yaptıktan sonra beyine:
-Bu saadetli çocuğu annesine götürelim. Aklına ziyan gelmesinden korkuyorum. Ne dersin, yol hazırlığı yapalım mı?...
Ardarda gelen mucize ve harikalar, artık Halime'nin gözünü korkutmaya başlamıştır. Olayların kendilerini aşmasından çekiniyor. Bu yüzden rahat değil..
Haris;
-Bundan daha mübarek bir çocuk doğmamıştır. Ne aklına bir ziyan gelir ne de bir şey, müsterih ol! Elde ettiğimiz saadet bunun bereketiyle. Ne var ki, bizi hased edenler olabilir. Zira kabilemiz, önceki halimizi gayet iyi biliyor. Fakir iken, üçyüzbüş koyunu olan hatırlı bir aile haline geldik. mümkündür ki dar gözlüler bir fenalık düşünebilirler...
-Öyleyse O'nu alarak kahine danışayım.
Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz, rahat olmalarını, gayet sıhhatli ve zannedilen kusurlardan uzak olduğunu her ne kadar söyledi ise de olanları işiten eş dost, Halime'yi kahine giderek, bir cin etkisi olup olmadığını tahkik etmesi için zorladılar.
Kahin, efendimizi konuşturarak, vakaları kendisinden dinliyor, Ama dinledikçe karanlık gözleri dışarı fırlayacak gibi... kulaklarına inanamıyor. Mübarek yavru, daha sözünü bitirmeden çirkin sesli büyücü, O'nu kaptığı gibi kucağına alarak meydana fırlıyor ve bas bas bağırıyor:
-Ey araboğulları! Başınıza bir bela gelmek üzere, Bu çocuğu öldümezseniz; büyüdüğünüzde dininize bozuk diyecek, sizi yeni bir dini kabule çağıracaktır. Bunu şimdiden ortadan kaldırın! Hem O'nu, hem beni öldürün!!!..
Saf ve temiz Halime anne, bu beklenmedik çıkış karşısında afallamış. Çocuğu adamın kirli ellerinden çektiği gibi:
Delinin tekiymişsin. Bilseydim semtine uğramazdım. O'nu değil seni katletsinler!...
Süt anne o dakikaları şöyle resmediyor:
-Allah için söylüyorum; nereye uğrasak, nereden geçsek, hangi sokağa girsek ve hangi meydana gelsek mübareğin güzel kokusu, burcu burcu yükselerek dört bir yanı tutuyor ve buralardan günlerce silinmiyordu.
.........
-Aman Halime! Dikkatli ol. Çocuğun başına bir şey gelebilir. Daha doğrusu sen O'nu ailesine teslim et. Şu kahinin kinine baksana!
Halime'nin akrabaları bunları söylüyor ve bereket vesilesi efendimizi dedesine teslem etmesi için telkinde bulunuyorlar. Çünkü Halime, müjde yüklü harikulade olaylardan bahsettikçe, bunların aklı başından gidiyor.
Halime Hatun:
-Söylenenler aslında fikrimi destekleyen sözler olduğu için bana cazib geldi. Üstelik bu sırada gaibden bir ses de işitiyordum:" "Ey Mekke'liler size müjdeler olsun. Hayır ve saadet, BeniSa'd'den size geliyor. Ey huyrul beşer, Sen Mekke'de olunca, bura halkı belalardan korunacaktır.
"Böylece o büyük emaneti sahiblerine iade etmek gerektiğine dair kanaatim kuvvet buldu ve yine merkebe binerek can yavrumu önüme alıp şehre inen bir grup yolcu ile yola çıktık. Mekke civarına varmıştık. Bir işimin yapılması için inci tanemi arkadaşlarımın yanına bırakarak bir süre oradan ayrıldım... az bir zaman geçmişti ki kulağıma garip sesler geldi. Hemen kafilenin konak yerine koştum. Eyvah! Dünyam yıkıldı, O yoktu."
Halime anne, ta yüreğinden vurulmuştur. Dizlerine karasular inmese, oracığa yığılıp kalmasa iyi. Bir mecnun, bir meczub gibi. Kimi bulsa soruyor:
-O'nu gördünüz mü? O'nu kendi sütümle besledim. Dedesine götürüyordum. O'nun yüzünden bol nimetlere kavuştuk. Eğer bulamazsam, kendimi kayalardan atıp parçalayacağım.
Manzara yürek parlayıcı. Sütanneyi üzünkülerle dinliyoruz?
-Ümidim kırıldı. Başımı yumrukluyor, "ah Muhammedim" diye dövünüyordum. Evlatların en azizini kaybeden annenin bu hali, orada bulunanlar da ağlattı. İnsan, nasıl dayanır da şerha şerhaolan bir anne yüreği önünde gözyaşlarını zapteder?
Tam bu sırada zayıf, kara-kuru bir yaşlı adam çıka gelir. Halime'yi böyle kanlı göz yaşları akıtır görünce:
-Hayrola bir derdin mi var?
Anne, sebebini söyler ve ekler:
-İbrahim Peygamberin Rabbinin hakkı için söylüyorum ki, Muhammed'i bulamazsam kendimi uçuruma atıp öldüreceğim!
-Oğlunu bulacak birini biliyorum.
Canım uğruna feda olsun çabuk söyle.
İhtiyar, ızdıraptan harab olmuş kadını bir an soluk gözlerle süzdükten sonra tane tane konuştu:
-Hübel adında büyük puta git, derdini anlat; o halleder, demez mi?
-Halime, tokat yemiş gibi oldu...
-O'nun yerine sen kaybol inşaallah! Muhammed'in doğduğu gece o bahsettiğin Hübel,Lat, Uzza'nın ne olduğunu hiç mi duymadın?
-Anlaşılan sen delirmişsin. Bari yerine ben gidip yalvarayım, diyerek Hübel'in yanına gelir ve etrafında yedi kere dolanıp putun başından öptükten sonra:
-Ey tanrım! Sen insanları muradına erdirensin. Halime kadın, oğlu Muhammed'i kaybetmiş bulamıyor; bu sebeble büyük üzüntü içinde. dertli anayı çocuğuna kavuştur.
Sevgili peygamberimiz'in yüce isminin anılması üzerine Hubel ve öbür putlar patır-patır yüzüstü yere düştü ve son peygamberi methetmeye başladılar.Allahü teala, ilah bilinerek, tapılan putlara o an için konuşma kabiliyeti vermişti.
-Ey ihtiyar! Muhammed aleyhisselam'ın dini bizim ve bizim nice sahte tanrının sonu olacaktır. Hakiki mabud olan Allahü teala, O'nu korur. Sizin gibi putperestleri ise helak edecektir.
Halime anne Mekke'ye girdiğinde bu ihtiyarı görür. Bastonu elinden düşmüş, konuşmaktan aciz, korkudan titrer, sefil bir haldedir. Bir müddet dinlendikten sonra:
-Ey kadın, senin oğlunun sahibi var. O'na zarar gelmez. merak etme yavruna kavuşacaksın. İsmi ile seslenerek ara, bulursun.
................
Halime ağlaya ağlaya Abdülmuttalib'e varır.
-Hayırdır inşaallah Halime! Bir sıkıntın mı var?
-Hem de nasıl?
-Yoksa oğlumu mu kaybettin?
-Maalesef!
O muhteşem insan, torununu bazı Kureyşlilerin öldürmek için kaçırdıklarını zannederek, kılıcını alarak bir dağ gibi Mekke'nin ortasına dikilir ve bağırır:
-Ey Kureyş!... Eyy Kureyş!...
-Buyur ey reis.
-Gözümün nuru, alemin süruru torunum kayboldu, yerini bilen var mı?
Kureyşliler, hemen atlarına binerek dört bir tarafa koştular. Atlarının nalları taşlara çarptıkça kıvılcımlar fışkıran sürücüler, ne kadar aradılarsa da, gözlerden gizlenen sultanı bulamayıp kırk kol ve kanatlarla geri geldiler...
Abdülmuttalib, yine duaya; yine Rabbine iltica ediyor. Kabe'yi yedi defa tavaf ettikten sonra, ellerini açmış, ciğeri kavrulurcasına istiyor:
-Allahım, O'na "Muhammed" ismini sen verdin. Yavrumu tekrar bana lütfet.
İşte bu sırada Kabe'den bir ses duyuyor:
-O'nun sahibi sevgilisini kaybeder mi?
-Ey Melek aman çabuk söyle torunum nerede?
-Tihame vadisindeki muz ağacının altında.
Abdülmuttalib, haber verilen tarafa koşar. Yolda varaka bir Nevfel ile karşılaşır ve O'nunla birlikte Tihame'ye giderler.
Efendimizi ağacın altında ayakta olduğu halde, muz yapraklarnı çekiştirirken heyecadan ağlıyor buldular.
Abdülmuttalib, torununu bağrına basıp derin derin kokladıktan sonra kucaklayarak atına bindi ve hayvanı Mekke'ye doğru mahmuzladı.
..................
Sevinçten uçan Halime, Abdülmuttalib'e verdiği zahmet ve üzüntülerden dolayı mahçub olduğu için tekrar tekrar af diliyor.
Hazret-i Amine, Halime'ye soruyor.
-Ey sütannesi, çocuğu niçin geri getirdin? Halbuki O'nu ne kadar ısrarla geri götürmüştün!
-Evladınız büyüdü. Başına bir felaket gelmesinden çekindim. korkuyorum. Bu sebeble size teslime karar verdim.
Abdülmuttalib, torununu özanne kadar seven bu samimi kadına bol ve kıymetli hediyeler vererek teşekkür etti.
Halime anne için tatlı bir rüya bitmişti artık. Son ana kadar hicran dolu duygularını konuşturuyor.
Alemin en makbulünü annesine ve dedesine bırakıp veda ettim. Ama cınım v gönlüm de onunla beraber ve orada kaldı.
Mübarek efendimiz, ileriki senelerde halime anneyi nerede ve ne zaman görse "anneciğim" hitapları ile iltifat edecek ve bazen omuzundaki ridayı bile sererek O'nu oturup gönlünü hep hoş tutacaktır.
Halime Hatun; Sevgili peygamberimiz, Hatice validemizle evlenmiş, fakat henüz Peygamber olmamışken birgün saadet ocağına gelecek ve kıtlık sebebi ile hayvanlarının öldüğünü bildirince,Hadicetül Kübra annemiz, O'na bir deve ile kırk koyun hediye edecektir.
Sonraki yıllarda efendimiz, Badiye'deki hizmetten memnun kaldıklarını şöyle ifade buyuracaklardır.
-Ben sizin en halis arab olanınızım; Kureyşliyim, Beni Sa'd bin Bekr'de emzirildim.
HADİSLERLE IŞIĞINDA FAZİLETİ BELİRTİLEN AMEL VE SÖZLER
- Muaz İbnu Cebel radıyallahu anh anlatıyor: "Bir seferde Resûlullah'la
beraberdik. Bir gün yakınına tesadüf ettim ve beraber yürüdük.
"Ey Allah'ın Resûlü, dedim. Beni cehennemden uzaklaştırıp cennete sokacak
bir amel söyle!"
"Mühim bir şey sordun. Bu, Allah'ın kolaylık nasib ettiği kimseye kolaydır;
Allah'a ibadet eder, Ona hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılarsın, zekât
verirsin, ramazan orucunu tutarsın, Beytullah'a hacc yaparsın!" buyurdular
ve devamla: "Sana hayır kapılarını göstereyim mi?" dediler.
"Evet ey Allah'ın Resûlü" dedim.
"Oruç (cehenneme) perdedir; sadaka hataları yok eder, tıpkı suyun ateşi
yoketmesi gibi. Kişinin geceleyin kıldığı namaz salihlerin şiarıdır"
buyurdular ve şu ayeti okudular. (Mealen): "Onlar ibadet etmek için gece
vakti yataklarından kalkar, Rablerinin azabından korkarak ve rahmetini ümid
ederek O'na dua ederler. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeyden de
bağışta bulunurlar" (Secde 16)
Sonra sordu: "Bu (din) işinin başını, direğini ve zirvesini sana haber
vereyim mi?"
"Evet, ey Allah'ın Resûlü!" dedim. "Dinle öyleyse" buyurdu ve açıkladı:
"Bu dinin başı İslâm'dır, direği namazdır, zirvesi cihâddır!"
Sonra şöyle devam buyurdu: "Sana bütün bunları (tamamlayan) baş amili haber
vereyim mi?"
"Evet ey Allah'ın Resûlü!" dedim.
"Şuna sahip ol!" dedi ve eliyle diline işaret etti. Ben tekrar sordum: "Ey
Allah'ın Resûlü! Biz konuştuklarımızdan sorumlu mu olacağız?"
"Anasız kalasıca Muâz! İnsanları yüzlerinin üstüne -veya burunlarının üstüne
dedi- ateşe atan, dilleriyle kazandıklarından başka bir şey midir?"
buyurdular."
Tirmizi, İman 8, (2619).
- Ebu'd-Derdâ radıyallahu anh anlatıyor. "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Kim namazı kılar, zekâtı verir ve Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölürse,
ona mağfiret etmek Allah üzerine bir hak olur. Hicret etse veya doğduğu
yerde ölse de!"
Dedik ki: "Ey Allah'ın Resûlü! Biz bunu halka anlatsak da sevinseler olmaz
mı?"
"Cennette yüz derece var. Her iki derece arasında arzla sema arasındaki
kadar mesafe var. Allah onu kendi yolunda cihad edenlere hazırladı. Ben
mü'minleri bindirebileceğim bir şey bulamamam sebebiyle onlar da (bu yüzden
cihada iştirak edemedikleri için) benden geri kalmalarına üzülmeleri
suretiyle mü'minlere meşakkat vermemiş olsaydım, hiçbir seriyyeden geri
kalmaz, (her birine) iştirak ederdim. Ben (cihad esnasında) öldürülüp, sonra
tekrar diriltilmeyi, tekrar öldürülmeyi isterim" buyurdular."
Nesai, Cihad 18, (6, 20).
- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri şöyle ferman buyurdu: "Kim benim veli kuluma
düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler
arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (ayni veya kifaye) şeyleri
eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda
sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü
güzü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum.
Benden birşey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu
himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü'min kulumun ruhunu
kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de
onun sevmediği şeyi sevmem."
Buhari, Rikak 38.
- Hz. Ebu Ümame radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Üç şey vardır; her birine Allah garanti vermiştir: "Allah yolunda cihad
etmek üzere yola çıkan kimse: Bu öldüğü takdirde cennete koyma hususunda,
ölmeyip döndüğü takdirde ganimet ve sevapla gelme hususunda garantilidir.
Mescide giden kimseye, öldüğü takdirde, Allah cennete koyma hususunda
garanti vermiştir. Kişi (fitne zamanında bulaşmayıp) evine çekildiği
takdirde Allah ona da garanti vermiştir."
Ebu Davud, Cihad 10, (2494).
- Muaz İbnu Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Namaz, oruç ve zikir Allah yolunda infak üzerine yediyüz misli katlanır."
Ebu Davud, Cihad 14, (2498).
- Hz. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: "Nu'man İbnu Nevfel (bir gün) dedi
ki: "Ey Allah'ın Resûlü! Farz namazlarımı kılsam, ramazan orucumu tutsam,
helali helal bilip haramı da haram tanısam ve bunlara hiçbir ilave (hayır ve
ibadet)de bulunmasam cennete gider miyim?"
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm: "Evet!" buyurdular. Nu'man: "Vallahi (bu
farzlara) hiçbir ilavede bulunmayacağım!" dedi."
Müslim, İman 16, (15).
- El-Hâris el-Eş'ari radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri, Yahya İbnu Zekeriyya aleyhimâsselam'a, beş kelime
söyleyip bunlarla amel etmesini ve onlarla amel etmelerini Beni İsrail'e de
söylemesini emir buyurdu. Ancak O, bu hususta ağır aldı. İsa aleyhisselâm
kendisine: "Allah sana beş kelime öretip onlarla amel etmeni ve Beni
İsrail'e de onlarla amel etmelerini emretmeni söyledi. Ya sen bunları onlara
emredersin veya bunları onlara ben emredeceğim" dedi. Yahye aleyhisselam:
"Onları emretmede benden önce davranacak olursan yere batırılmam veya azab
görmemden korkarım!" dedi ve halkı Beytu'l-Makdis'te topladı. Mescid ağzına
kadar doldu. Mahfillere de oturdular. (Söz alıp):
"Allah bana beş kelime gönderdi ve onlarla amel etmemi ve size de amel
etmenizi emretmemi bana emretti:
-Bunlardan birincisi Allah'a ibadet etmeniz, ona hiçbir ortak koşmamanızdır.
Allah'a ortak koşanın misali şudur: Bir adam, kendi öz malından altın veya
gümüş mukabilinde bir köle satın alır ve: "Bu benim evim, bu da işim. (Çalış
kazandığını) bana öde!" der. Köle çalışır, fakat kazancını efendisinden
başkasına öder. Kölenin böyle yapmasına hanginiz razı olur? Aynen bunun
gibi, Allah da size namazı emretti. Namaz kılarken (sağa-sola) bakınmayın.
Zira Allah yüzünü, namazda bulunan kulunnun yüzüne karşı diker, o sağa sola
bakmadığı müddetçe.
-Allah size orucu emretti. Bunun misali şu insanın misaline benzer; O bir
grup içerisindedir. Beraberinde bir çıkın içinde misk var. Herkes onun
kokusundan hoşlanmaktadır. Oruçlunun (ağzında hasıl olan) koku, Allah
indinde miskin kokusundan daha hoştur.
-Allah size sadakayı emretti. Bunun misali de şu adamın misaline benzer:
Düşmanlar onu esir edip ellerini boynuna bağlamışlar ve boynunu vurmaları
için cellatlara teslim etmişlerdir. Adam: "Ben az veya çok (bütün malımı)
vererek kendimi fidye mukabilinde kurtarmak istiyorum" der ve nefsini fidye
ödeyerek kurtarır.
-Allah size, Allah'ı zikretmenizi de emretti. Bunun da misali, peşinden
hızla düşmanın geldiği bir adamdır. Bu adam muhkem bir kaleye gelip,
düşmandan kendini korur. Kul da böyledir. Şeytana karşı kendisini sadece
zikrullahla koruyabilir."
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm (burada hikayeyi tamamlayarak) dedi ki:
"Ben de size beş şeyi emrediyorum: Allah onları bana emretti. Dinlemek,
itaat etmek, cihâd, hicret ve cemaat. Zira, kim cemaatten bir karışcık
ayrılırsa boynundaki İslam bağını çıkarıp atmıştır, geri dönen hariç. Kim de
cahiliye davası güderse o cehennem molozlarından biridir!"
Bir adam: "Ey Allah'ın Resulü! O kimse namazını kılar, orucunu tutar idiyse
(yine mi cehennemlik)?" diye sordu. Aleyhissalatu vesselam:
"Evet, namaz kılsa, oruç tutsa da! Ey Allah'ın kulları! Sizi müslümanlar,
mü'minler diye tesmiye eden Allah'ın çağrısı ile çağırın!" buyurdular."
Tirmizi, Emsal 3, (2867).
- İbnu Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Bu gece Rabbimden bir (melek, elçi olarak) geldi. -Bir rivayette ise şöyle
demiştir: "Rabbim bana en güzel bir surette geldi" -ve: "Ey Muhammed!" dedi.
"Buyur Rabbim, emrindeyim!" dedim.
"Mele-i A'la(da bulunanların) nelerde yarıştıklarını biliyor musun?" dedi.
"Hayır!" dedim. Bunun üzerine elini omuzlarımın arasına koydu. Hatta onun
serinliğini göğüslerimde hissettim. Derken semâvat ve arzda olanları
öğrendim. Sonra: "Ey Muhammed! Mele-i A'la (efradı) nelerde yarışır biliyor
musun?" dedi.
"Evet! Dereceler(i artıran ameller)de, keffâretlerde. (Keffaretler ise)"
yaya olarak cemaatlere gitmek, şiddetli soğuklarda abtesti tam almak,
namazdan sonra namaz beklemektir. Kiim bunlara devam ederse hayır üzere
yaşar, hayır üzere ölür, günah mevzuunda da annesinden doğduğu gündeki gibi
olur" dedim. Sonra tekrar: "Ey Muhammed!" dedi.
"Buyurun emrinizdeyim!" dedim.
"Namaz kıldığın vakit, dedi, şunu oku: "Allahım, senden hayırları yapmamı,
kötü şeyleri de terketmemi ve fakirleri sevmemi talep ediyorum! Kullarına
bir fitne arzu edersen, beni, fitneye düşmeden, yanına al!"
(Gece bana gelen elçi -veya Rabbim- son olarak) dedi ki: "Dereceler ise,
selamı yaymak, yemek yedirmek, insanlar uyurken gece namaz kılmaktır!"
Tirmizi, Tefsir, Sâd, (3231, 3232).
- Hz. Ali radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Cennette birtakım odalar vardır. Dışları içlerinden, içleri de dışlarından
görülür."
Bunu işiten bir bedevi ayağa kalkıp: "Bu odalar kim(ler)e ait ey Allah'ın
Resulü?" diye sordu. Aleyhissalatu vesselam: "Sözü güzel yapan, yemek
yediren, oruca devam eden, gece herkes uyurken namaz kılan kimse(lere) ait!"
buyurdu."
Tirmizi, Birr 53, (1985).
- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri diyor ki: "Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O,
beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden
anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat
içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira
yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım.
Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk
koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle
karşılarım."
Buhari, Tevhid 15, 35; Müslim, Zikr 2, (2675), Tevbe 1, (2675).
- Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri demiştir ki: "Kim bir hayır işlerse ona sevabının on
katı verilir veya arttırırım da. Kim bir günah işlerse bunun cezası misli
kadardır, veya affederim. Kim bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zirâ
yaklaşırım. Kim bana bir zirâ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim
bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana hiçbir şeyi şirk
koşmaksızın, arz dolusu hata ile kavuşursa ben de onu bir o kadar mağfiretle
karşılarım."
Müslim, Zikr 22, (2687).
- Ebu Malik el-Eş'ari radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Abdest imanın yarısıdır. Elhamdülilllah mizanı doldurur; sübhanallah
velhamdulillah arz ve sema arasını doldurur; namaz nurdur; sadaka bürhandır;
sabır ziyadır; Kur'ân ise lehine veya aleyhine bir hüccettir. Herkes
sabahleyin kalkar, nefsini satar; kimisi kurtarır, kimisi de helâk eder."
Müslim, Taharet 1, (223); Tirmizi, Da'avat 91, (3512); Nesai, Zekat 1, (5,
5-6).
- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm bir gün:
"Bugün sizden kim oruçlu olarak sabahladı?" diye sordular. Hz. Ebu Bekr
radıyallahu anh: "Ben!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bugün kim bir cenâzeye kadıldı?" dedi. Yine Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh:
"Ben!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Bugün kim bir fakire yedirdi?" dedi. Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh: "Ben!"
dedi. Aleyhissalatu vesselam:
"Bugün kim bir hastayı ziyaret etti?" dedi. Bu sefer de Hz. Ebu Bekr "Ben!"
dedi. Bunun üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm:
"Bunlar bir kimsede biraraya geldi mi, o kimse mutlaka cennete girer!"
buyurdu."
Müslim, Zekât 87, (1028).
- Hz. Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "(Ashabtan bazıları): "Ey Allah'ın
Resûlü! Zenginler ücretleriyle gittiler. Onlar da bizim gibi namaz kıldılar,
bizim gibi oruç tuttular, mallarının artanından da sadaka verdiler!"
dediler. Aleyhissalatu vesselam:
"Allah size de tasadduk edeceğiniz şeyler verdi: Her bir tesbih sadakadır,
her bir tekbir sadakadır, her bir tahmid sadakadır, her bir tehlil
sadakadır, emr-i bi'l-ma'ruf sadakadır, nehy-i ani'l-münker sadakadır,
herbirinizin (hanımıyla) cimaı sadakadır!" buyurdu. Derken cemaatten: "Ey
Allah'ın Resûlü! Yani birimizin şehvetine mubaşeret etmesine ücret mi var?"
diye soranlar oldu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"İhtiyacını haramla görmüş olsaydı bundan ona bir vebal var mıydı, yok muydu
ne dersiniz?" diye sual ettiler.
"Evet vardı!" demeleri üzerine:
"Öyleyse, ihtiyacını helal yolla gördü mü bunda onun için ücret vardır!"
buyurdular."
Müslim, Zekat 53, (1006).
- Tirmizi'nin bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur: "Kardeşine karşı izhar
edeceğin tebessümün bir sadakadır. Emr-i bi'l-mâ'rufun ve nehy-i
ani'l-münkerin sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen
sadakadır; gözü sakat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken,
kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına
su boşaltman sadakadır."
Tirmizi, Birr 36, (1957).
- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Üç şey vardır, bunlar kimde bulunursa, Allah onun üzerine himayesini açar
ve onu cennete koyar: "Zayıflara rıfk, anne-bebaya şefkat, kölelere ihsan."
Tirmizi, Kıyâmet 49, (2496).
4643 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Üç kimse vardır ki, bunlara yardım Allah üzerine bir haktır: Allah yolunda
cihad eden; borcunu ödemek isteyen mükâteb, iffetini korumak niyetiyle
evlenen kimsi."
Tirmizi, Fezâilu'l-Cihâd 20, (1655); Nesai, Nikâh 5, (6, 61).
- Hz. Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Üç kişi vardır, Allah onları sever, üç kişi de vardır Allah onlara
buğzeder.
Allah'ın sevdiği üç kişiye gelince: "Bir adam bir cemaate gelir, onlardan
Allah adına birşeyler ister, kendisiyle onlar arasında mevcut bir karâbet
sebebiyle istemez. Onun başvurduğu kimseler, istediğini vermezler.
İçlerinden biri cemaatin arkasına kayıp, isteyen kimseye gizlice ihsanda
bulunur. (Öyle gizli verir ki) onun verdiğini sadece Allah'la ihsanda
bulunduğu adam bilir.
(İkinci adam ise:) Bir cemaat yoldadır. Gece boyu da yürürler. Derken
(yorulurlar ve) uyku herşeyden kıymetli bir hal alır. Konaklarlar,
(başlarını koyup yatarlar.) Bir adam kalkıp bana karşı tevazu ve tazarruda
bulunur, ayetlerimi okur.
(Üçüncü adama gelince): Seriyyeye katılmıştır. Seriyye düşmanla karşılaşır,
hezimete uğrarlar. Ancak o ilerler, öldürülünceye veya başarıncaya kadar
savaşmaya devam eder.
Allah'ın buğzettiği üç kişiye gelince: Bunlar zâni ihtiyar, kibirli fakir,
zâlim zengindir."
Tirmizi, Cennet 25, (2571); Nesai, Zekat 75, (5, 84).
- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Yedi kişi var, Allah onları hiçbir gölgenin olmadığı Kıyamet gününde kendi
gölgesinde gölgeler:
-Adil imam,
-Allah'a ibadet içinde yetişen genç,
-Tekrar dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kimse,
-Allah için birbirlerini seven, Allah rızası için biraraya gelip, Allah
rızası için ayrılan iki kişi,
-Güzel ve makam sahibi bir kadın tarafından davet edildiği halde; "Ben
Allah'tan korkarım" de(yip icabet etmey)en kimse,
-Allah'ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş boşanan kimse."
Buhari, Ezan 36, Zekat 16, Rikâk 24, Hudûd 19; Müslim 91, (1031); Muvatta
14, (952, 953); Tirmizi, Zühd 53, (2392); Nesâi, Kudât 2, (8, 222, 223).
- Yine Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Kim bir hidayete davette bulunursa, buna uyanların sevaplarının bir misli
ona gelir ve bu durum, onların ücretlerinden hiçbir şey eksiltmez. Kim bir
dalâlete çağrıda bulunursa, buna uyanların günahlarından bir misli de ona
gelir ve bu onların günahlarından hiçbir eksiltme yapmaz."
Müslim, İlm 16, (2674); Tirmizi, İlm 15, (2676); Ebu Davud, Sünnet 7,
(4609); Muvatta, Kur'an 41, (1, 218).
- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor. "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Hayra delâlet eden onu yapan gibidir."
Tirmizi, İlm 14, (2672).
- Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor:
"Allah Teâla hazretleri meleklerine şöyle emreder: "Kulum kötü bir amel
yapmak isteyince, onu yapmadıkça yazmayın. Yapınca, onu aleyhine bir günah
olarak yazın. Eğer benim rızamı düşünerek terketti ise bunu onun lehine bir
sevap yazın. Kulum iyi bir iş yapmak arzu edince, yapmasa bile onu, lehine
bir sevap yazın. Eğer onu yaparsa, en az on misli olmak üzere yediyüz
misline kadar ona sevap yazın."
Buhari, Tevhid 35; Müslim, İman 203, 205, (128, 129); Tirmizi, Tefsir, En'âm
(3075).
- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Kulun gündüz veya gece amelini yazan hafaza melekleri, yazdıklarını Allah'a
yükseltirler. Allah sahifenin baş ve son kısmını hayırlı bulursa, meleklere
şöyle der: "Sizi şahid kılıyorum, ben kulumun sahifesinin iki tarafı
arasında kalan kısmını mağfiret ettim."
Tirmizi, Cenaiz 9, (981).
- Amr İbnu Abese radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Kim müslüman olduğu halde, saçından bir kıl beyazlarsa, bu, Kıyamet günü
onun için bir nûr olur. Kim Allah yolunda bir ok atarsa, bu düşmana değse de
değmese de, atan için bir köle azadı yerine geçer. Kim mü'min bir köleyi
azad ederse bu onun için cehennemden bir azadlık vesilesi olur: Her bir uzuv
için bir uzvu ateşten kurtulur.
Tirmizi, Fezailu'-Cihad, (1634); Nesai, Cihad 26, (6, 26); Ebu Davud, Itk
14, (3966).
- Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Kıyamet günü aziz ve celil olan Allah şöyle buyuracak:
"Ey ademoğlu! Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin!" Kul diyecek:
"Ey Rabbim, Sen Rabbülâlemin iken ben seni nasıl ziyaret ederim?" Rab Teâla
diyecek:
"Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin,
bilmiyor musun? Eğer onu etseydin, yanında beni bulacaktın!"
Rab Teâla diyecek:
"Ey ademoğlu ben senden yiyecek istedim ama sen beni doyurmadın?" Kul
diyecek:
"Ey Rabbim, ben seni nasıl doyururum. Sen ki alemlerin Rabbisin?" Rab Teâla
diyecek:
"Benim falan kulum senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin
ki, eğer sen ona yiyecek verseydin ben onu yanımda bulacaktım." Rab Teâla
diyecek:
"Ey Ademoğlu! Ben senden su istedim bana su vermedin!" Kul diyecek:
"Ey Rabbim, ben sana nasıl su içirebilirim, sen ki Alemlerin Rabbisin!" Rab
Teâla diyecek:
"Kulum falan senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona
su vermiş olsaydın, bunu benim yanımda bulacaktın!"
Müslim, Birr 43, (2569).
- Ebu Sa'id radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Kim temiz rızık yer ve sünnete uygun amelde bulunur, halk da kendisinden
bir kötülük gelmeyeceği hususunda güven duyarsa cennete girdi demektir."
Bir adam: "Ey Allah'ın Resûlü ! Bugün insanlar arasında böyleleri çoktur!"
dedi. Aleyhissalatu vesselam da:
"Benden sonraki zamanlarda da olacaklar!" buyurdu."
Tirmizi, Kıyamet 61, (2522).
- Hz. Bera radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Kim sağmal bir hayvanı veya parayı (karz-ı hasen olarak) iâreten verirse
veya yolunu kaybedene yolunu gösterirse veya âmâyı sokağına koyarsa
kendisine bir köle azad edenin sevabı verilir."
Tirmizi, Birr 37, (1958).
- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Hz. Peygamber aleyhissalatu
vesselam'a soruldu:
"Ey Allah'ın Resûlü! Bir adam gizli olarak hayırlı ameller yaparken bir de
bakarsın halk buna muttali olmuştur da bu onun hoşuna gitmiştir?"
Aleyhissalatu vesselam:
"Bu kimsenin iki ücreti vardır: Gizli yapmanın ücreti ve aleni yapmanın
ücreti."
Tirmizi, Zühd 49, (2385).
- Hz. Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah'a soruldu: "Ey
Allah'ın Resûlü! Kişi hayır yapsa halk da bu sebeple onu övse (bunun hükmü
nedir)?
"Bu mü'mine (Allah'ın razı olduğuna dair) peşin bir müjdedir" buyurdular."
Müslim, Birr 166, (2642).
- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu
vesselâm buyurdular ki:
"Allah için sefer yapanlar üçtür: Gâzi, hacı, umreci."
Nesai, Hacc 4, (5, 113).
- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
"Bir müslüman bir ağaç diker veya bir tohum eker de bunların mahsülatından
bir kuş veya insan veya hayvan yiyecek olsa, bu onun için bir sadaka olur."
Buhari, Hars 1, Edeb 27; Müslim, Müsakat 12, (1553); Tirmizi, Ahkâm 40,.
(1382).
ZİKİR BAHSİ
1. Buhârî Şerif hadislerinden; Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurdular ki: "Bir kimse, gece uykudan uyanıp bir taraftan diğer tarafına döner ve "Lâ ilâhe illallah vahdehû la şerîkeleh, lehülmülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr ve Allâhüm mağfirli” derse ve kalkıp abdest alıp, iki rekat namaz kılarsa yapacağı bütün duâlar kabul edilir."
2. Müslim-i Şerif hadislerinden; Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurdular ki: "Bir kimse süre-i Kehf' in evvelinden on âyet-i kerîme hıfzetse (ezberlese) (diğer bir rivâyete göre de, sonundan on ayet), Deccal' ın fitnesinden emin olur."
Açıklama: Sürenin evvelinden on ayet, sonundan on âyet ezberlerse iki rivâyeti de cem etmiş olur.
Ulemâ demiştir ki; Burada Deccal' dan murad, yalnız âhir zamanda zuhur edecek meşhur Deccal olmayıp, kendisinden, çok yalan ve fenâlık zuhur eden zamanın insanlarıdır.
3. Müslim-i Şerif hadislerinden; Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurdular ki: "Bir kimse farz namazlarından sonra "33 Sübhânallah, 33 Elhamdülillah, 33 Allâhüekber derse ve yüzüncü olarak da Lâ ilâhe illallah vahdehû la şerîkeleh, lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" derse, Cenab-ı Hak o kimsenin günahlarını affeder. İsterse günahları deniz köpüğü kadar olsa bile."
4. Buhârî ve Müslim Hadislerinden: Habib-i Kibriyâ Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdular; "Bir kimse sabah ve akşam yüzer defa "Sübhanallâhi ve bihamdih” derse, yevm-i kıyâmette ondan efdalkimse olmaz. Ancak bu kelimeyi yüzden fazla söyleyenler hariç!"
5. Buhârî ve Müslim Hadislerinden: Resûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır; "Bir kimse on defa "Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerîke leh, lehül mülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" derse, İsmaîl evladından dört köle azad etmiş kadar sevap alır."
6. Buhârî ve Müslim Hadislerinden: Resûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır; "Bir kimse yüz kere "Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerîke leh, lehül mülkü velehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr" duasını okursa, o kimse on köle azad etmiş gibi sevap alır, defterine yüz sevap yazılır, defterinden yüz günah silinir. O gün, o kimse şeytanın şerrinden emin olur, o gün o kimseden efdâl kimse olmaz; meğer ki bundan daha fazla yapmış olanlar."
7. Buhâri ve Müslim Hadislerinden: Resûl-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır; "Bir kimse inanarak, hulüs-i kalp ile Ramazan-ı Şerif orucunu tutar, terâvih namazını kılarsa, Cenab-ı Feyyâz Mutlak Hazretleri, o kimsenin geçmiş günahlarını affeder."
8. Buhârî Şerif Hadislerinden: Nebi-i Muhterem Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır; "Cenab-ı Hak' kın 99 Esmâ-i Hüsnâ' sı vardır. Bunları, her kim ezberler ve okursa Cennete dahil olur."
9. Buhâri Şerif Hadislerinden: Nebî-i Muhterem Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır; "Şu iki kelime vardır ki söylemesi lîsâna kolaydır, sevap yönünden mîzanda ağır gelir ve Cenab-ı Hak indinde, söylenen gayet sevgili olur: ‘Sübhânallahi ve bihamdih, sübhanallâhil azîm’ ”
10. Buhârî Şerif Hadislerinden: Sevgili Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır ki; "Her gece Kuran-ı Kerîm' in üçte birini okumak sizin elinizden gelmez mi?” Eshâb-ı Kirâm “Buna hangimiz kâdîr oluruzyâ Resûlallah?" dediler. Efendimiz de cevap olarak "Kulhüvallâhü ehad... sûresini okuyamaz mısınız? Bu sûre Kurân-ı Kerîm' in üçte birine denktir."
Aynı mâhiyette bir hadis-i şerif de Hz. Âişe vâlidemiz (r.anha) tarafından nakledilmiştir.
11. Müslim-i Şerif Hadislerinden:
Namaza şu kelime ile başlayan adama taaccüp ettim. 0 kimse namaza başlamadan evvel şöyle söyledi. "Allah-ü Ekber kebîrâ, velhamdülillâhi kesirâ ve sübhanallâhü bükraten ve asîlâ." Bir de baktım ki semanın kapıları o kelime-i şerifeler için açıldı.
Abdullah İbn-i Ömer Hazretleri (r.a) diyor ki; "Bu hadisi şerifi duyduktan sonra, bu kelimeleri okumayı terk etmedim.”
12. Şifâ Şerhi Aliyûl Kaâri (cilt 2, s.562):
"Bir kimse düşmanından korkarsa, "Hasbinallâhü ve ni'mel vekil" zikrine devam etsin" buyurulmuştur. (Vekil olarak Allah-ü Teâlâ yeter, O ne güzel vekîldir)
13. Bir hadis-i şerifte:
"Bir kimse Cuma geceleri süre-i Duhan' ı okursa, günahlan mağfiret olunur' buyurulmuştur.
14. Câmî-üs Sağir cilt 3, s.349:
"Bir kimse geceleri süre-i Duhan' ı okursa, evvelki günahları affolunur."
15. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinden (k.s)rivayet olunmuştur. "Bir kimse 70.000 defa 'Lâ ilâhe illallah' derse, günahları mağfiret olunur."
Muhyiddin-i Arabi Hazretleri (k.s) buyurdu ki; "Bu hadis-i şerifi gördüğümde 70.000 kelime-i tevhidi çekmiştim fakat sevabını kimseye bağışlamamıştım. Bir ziyafette idim, orada ehl-imükâşefeden (keşif ehli, meczub) bir genç vardı. Yemek esnasında bu genç birden ağlamaya başladı. Niçin ağladığını sordum. Anne ve babasını azapta olarak gördüğünü söyledi. Ben de içimden ‘Yarabbî okumuş olduğum 70.000 kelime-i tevhidin sevabını bu gencin anne ve babasının ruhuna bağışladım’ dedim. Genç birden gülmeye başladı. Anne ve babasının üzerinden azabın kaldırıldığını söyledi. O zaman anlaşıldı ki hadis sahihtir. Aynı zamanda genç de ehl-i keşiftendir."
16-17. Şifâ-i Şerif Aliyül Kârî cilt 2, s.399 ve Câmî-üs Sağîr cilt 1, s.145:
Resül-ü Kibriya Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır; "Bir kimse sabah ve akşam namazlarını kıldıktan sonra, kimse ile konuşmadan yedi defa `Allahümme ecirni minennâr' dûasını okursa ve o gün veya gecesinde vefat ederse, Cenab-ı Hak o kimseyi cehennemden hâlâs eder".
18. Câmî-üs Sağîr Cilt 3, s.348:Resûl-ü Kibriya Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır; "Bir kimse gecelerde yüz ayet okursa, o kimse gâfiller defterine yazılmaz." Bazı büyüklerimiz burada yüz ayetten murad, gece namazında okunan ayetlerdir diye tefsir etmişlerdir.
19. Resûl-ü Kibriya Efendimiz (s.a.v) buyurmuşlardır;"Bir kimse sûre-i Bakara' nın nihâyetinden geceleri iki ayet okursa, o kıraat o kimseye kâfi gelir, yani o geceyi ihyâdan ve kıraat-i Kur'an' dan ve itikata taalluk eden kelamlardan (din, zikir ve duadan) cem'isine tâbî olur. Şeytanın şerrinden de emin olmaya kâfıdir.” (Not: Bu ayetler Âmenerrasûlü' dür.)
20. İmam-ı Âzam Efendimizden (rh. a) rivayetle: Hâfız Necmül Mugayiddîn Hazretleri buyurdular ki "Kalbimden öyle geçirdim ki, eğer rüyamda Rabb'imi görürsem O'na Yâ Rabbi, mü'min kulların senin azabından nasıl necât bulurlar? diye sorayım. Sonra rüyamda gördüm ve Rabb'im dedi ki; "Bir adam her sabah ve akşam şu duayı okursa, benim azabımdan emin olur;
"Sübhânel ebediyyil ebed. Sübhânel vâhidil ehad. Sübhânel ferdis samed. Sübhâne râfi'issemâi biğayri amed. Sübhâne men basatal arda alâ mâin cemed. Sübhâne menhalakal halka fe ehsâhüm aded. Sübhâne men kasemel erzâke velem yense ehad. Sübhânellezî lem yettehiz sâhibeten ve lâ veled. Sübhânellezî lem yelid ve lem yûled velem yekün lehû küfüvven ehad.” Buna Süleyman Aleyhisselâmın Dûası da eklenmelidir; "Sübhâne men yerânî. Ve ya'rifu mekânî. Ve yesmeu kelâmi. Ve yerzuknî ve lâ yensânî."
21. Müslim ve Bezzâziye Fetvasında yazılıdır: "Mü'min ve müslim, şu duâyı sabah ve akşam okumalıdır (Bazı kitaplarda üçer defa okunması tavsiye edilir). Zîrâ bu duâ insanı küfürden muhafaza kılar."
"Allâhümme inni eûzü bike min üşrike bike şey'en ve ene e'alemü ve estağfıruke limâ lâ e'alemü inneke ente allâmül guyûb".
22. Seyyidül İstiğfâr; Buhârî hadislerinden: Resülullah Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki; "İstiğfar duâlarının seyyidi budur. "Allâhümme ente Rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve eneabdüke ve ene âlâ ahdike ve vâ’dike, mestetağtü eûzübike min şerri mâ senağtü, ebû-u leke bini’metike aleyye, ve ubûb-u bizenbi fağfirli feinnehû lâ yağfiruzzunûbe illâente".
Her kim bu duâyı kalbiyle, sevap fazîletine inanarak gündüz okursa ve o gün akşam olmadan ölürse veya gece okursa ve sabah olmadan ölürse ehl-i Cennet olur.
23. Buhârî cilt 12, s.368:
Eshâb-ı Kirâm' dan Huzeyfe (r.a) rivayet etmiştir:
"Bir kimse yatağa girince sağ tarafına dönüp sağ elinin sağ yanağının altına koyarak, şu duâyı okusun; "Bismüke, Allâhümme emûti ve ahya” (Allahım senin ismini anarak ölür ve dirilirim). Uykudan uyanırken de şöyle söylesin; "Elhamdülillezî ahyâna be’adema emâtemâ ve ileyhin nuşûr" (Allaha hamdederim ki beni uyuduktan sonra diriltti. Öldükten sonra da diriltecek)
24. Ashabtan Osman İbn-i Ebil As (r.a) rivayet etmiştir: Vücûdumdaki ağrı ve sızıdan Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimize şikayet ettim. Efendimiz buyurdular ki; "Elini vücudundaki ağrıyan yere koy, o halde üç kere Bismillah dedikten sonra şu duâyı elini kaldırmadan oku; "Eûzü bi izzetillâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidü ve üzâhürü".
25. Müslim-i Şeriften Âişe (r.anha) `dan rivâyet olunmuştur. Câmî-üs Sağîr’ den alınmıştır.
"Elini ağrıyan ve sızlayan yere koy, elini kaldırmadan şöyle dua et: "Bismillah, eûzü bi izzetillâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidü min vec'i hâzâ"". Bu duâyı iki kere okumalıdır, bilmeyene başkası da okuyabilir (İmam-ı Müslim' in rivâyetine göre yedi defa okumalıdır).
26. Ebu Davud ve Tirmizî' den rivâyetle:
"Bir kimse sabah ve akşam İhlâs ve Muvazzateyn sûrelerini üçer kere okumaya devam ederse, o kimseye kâfı gelir. Her türlü mekruhtan emin olur.°
Riyâzüssâlihîn s.552
27. Ebû Davud ve Tirmizî' den rivâyetle: İbn-i Abbas (r.a) 'dan rivâyet edilmiştir.
Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurmuşlardır ki; "Bir adam, bir hastanın ziyaretine giderse o hastanın karşısında şu duâyı yedi kere okusun. Eğer hastanın eceli gelmediyse Cenâb-ı HakTeâlâ şifâ ihsan eder; "Es'elullâhi el Azîm, Rabbül arşıl Azîm. En yeşfike" (Ben arş-ı âlânın Rabbi olan Allah-ü Azîmüşşan' dan sana şifâ ve âfiyet vermesini niyaz ederim)".
Riyâzüssâlihîn s.403
28. Ebû Davud ve Tirmizî' den rivâyetle: Hz. Osman (r.a)' dan rivâyet edilmiştir.
Resül-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurmuşlardır ki; "Her kim her sabah ve her akşam, üç kere Besmele-i Şerif-i bu şekilde okursa, o gün o adama hiçbir kimseden zarar gelmez;
"Bismillâhillezî lâ yedurru mâ ismihî şey'in filardi vemâ fıssemâ-i ve hüve semî-ül Alîm".
Riyâzüssâlihîn s.552, Raâmuz s.433
29. Tahtavi, Meraül Ferah, Ni'metil İslâm s.242, Raâmuz s.439
Hz. Ayşe (r.a)' den rivayetle:Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurmuşlardır ki; "Bir adam Cuma namazını tamamladıktan sonra yedişer defa; İhlâs, Felak ve Nas sûrelerini okursa, o Cuma gününden gelecek Cuma gününe kadar (başka bir rivayette 3 gün sonraya kadar) bütün fıtne ve belâlardan emin olur ve günahlarına da kefâret olur (diğer bir rivayette ek olarak yedi Fâtiha da okunması gerektiği bildirilmiştir)."
30. Müslim-i Şerif hadislerinden, Râvisi Cabir (r.a)'dır. Resül-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurmuşlardır ki; "Bir kimse evine her girdiği zaman Eûzü-besmeleyi şerifi okuyarak Allah-ü Teâlâ' yasığınırsa yahut bir şey yemeğe başlamadan yine Besmele-i Şerifi zikrederse, Şeytan aliyyillâne avânesine der ki; Bu evde sizler için eğlenmek, oturmak kalmadı. Bu yemeklerden de size birnasib yoktur. Eğer kişi evine geldiğinde eüzü besmeleyi okumazsa, Şeytan avânesine; Bu evde sizin oturmanıza müsaade vardır, der. Keza yemekte besmele okunmazsa, Şeytan avânesine; yine bu yemekte size nasib vardır, der."
31. Meşarık-ı Şerif hadislerinden, Ebu Hureyre (r.a)'dan rivayetle:
Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurmuşlardır ki; "Yâ Ebâ Hureyre, yatağına yatacağın vakit Ayet-el Kürsi' yi oku. Eğer Ayet-el Kürsî' yi okursanız Şeytan size yakın olup bir zarar veremez. O gece sabaha kadar Cenab-ı Hakkın emânında (emniyetinde, korumasında) olursunuz".
32. Câmî-üs Sağîr hadislerinden: Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurmuşlardır ki; "Bir adam cemaatle sabah namazını kıldıktan sonra otursa da, güneş doğup kerahat vakti çıkıncaya kadar zikir ve tevekkül etse, bundan sonra tekrar namaz kılsa (2 rekatlık İşrak Namazı, vakti güneş doğduktan 45 dakika geçtikten sonradır) o kimseye tam bir hac sevâbı verilir."
33. Şir’at-ül İslâm' dan alınmıştır. Bir kimse müşkil bir durumda kalırsa yahut ağır bir borç altında bulunursa, 1000 kere ‘Lâ havle velâ kuvvete illa billahil aliyyil azîm’ demelidir, bu durumdaCanab-ı Hak Teâlâ, O'nu müşkilinden kurtarır"
34. Riyâzüssâlihîn s.546, Mısır baskısı. Râvi İbn-i Abbas (r.a).
Nebî-i Muhterem (s.a.v) Efendimiz buyurmuşlardır; "Sizden biriniz ailesine yakın olmak istediği (eşiyle beraber olduğu) zaman şöyle desin: ‘Bismillah, Allahümme cennibneş şeytân ve cennibişeytân âlâ mâ rezaktenâ.’
35. Resûl-ü Ekrem (s.a.v) Efendimiz buyurmuşlardır ki; "Nikah altındaki kadının, kocasına itâati bir borçtur. Öyleyse evlatlarınıza nikah edeceğiniz adamları iyi seçin."
36. Diğer bir hadis-i şerifte; "Bir adam kızını bir fâsıka nikah ederse, o adama hergün bin kere lanet lâzım olur." (Fâsık: Günahı açıktan işleyendir, günah işlerken kimseden çekinmez, utanmaz, pervâsız davranır.)
37. Câmî-üs Sağîr hadislerinden: cilt 2,
"Bu ümmette ebdal otuz kişidir. Onlar için Cenâb-ı Hakk’a açılan tarik (yol), İbrahim Halilülrahmânın tariki üzerinedir. Onlardan biri vefat ettiğinde, Cenab-ı Hak Teâlâ 0'nun yerine başka birini getirir."
Bir kimse şu duayı hergün on defa okursa, Cenab-ı Hak Teâlâ onu ebdal zümresine yazar. "Allâhümme aslih ümmete Muhammed, Allâhümme ferric an ümmete Muhammed. Allâhümme merhanümmete Muhammed"
38. Ramazân-ı Şerif in âdâbı;
1. Orucun faziletini eksiltecek muamelattan (fenâlıklardan) sakınmak,
2. Ramazân-ı Şerif için temizlenmek ve tevbe etmek,
3. Acaba makbül bir oruç tutabilecek miyim?, diyerek korkmak,
4. Gıybet, bühtân, malayâniyi terketmek,
5. Mümkün mertebe helâl ile iftar etmek,
6. İftar vaktinde şükür ve duâyı çoğaltmak,
7. Zarûri kelamdan başka birşey konuşmamak,
8. Sükût etmek,
9. İstiğfar etmek,
10. Her iftar ve seherde salavât-ı şerife okumak,
11. Mümkünse hergün bir miktar sadaka vermek,
12. Hergün Kur'an-i Kerim' den bir cüz okumak, son 10 gün mümkün olursa itikâf etmek.
39. Raâmuz ve Câmî-üs Sağîr hadislerinden: Risâletpenah (s.a.v) Efendimiz buyurdular; "Bir kimse çarşıya gittiğinde şu duâyı okusun.'Lâ ilâhe illalâhü vahdehû la şerikeleh. Lehül mülkü velehül hamdü, yühyi ve yümitü ve hüve hayyün lâ yemûtü biyedihil hayr, ve hüve alâ külli şey'in kadîr.'
Cenâb-ı Hak, O kimsenin defterine 1000 kere 1000 sevab yazar."
Not: İmâm-ı Hasan Efendimiz (r.a), çarşıda bir işi olmadığı halde bu mübârek tesbihi okumak için çarşıya gidermiş, bu tesbihi okur ve geri dönermiş.
40. Raâmuz' dan alınmıştır, s.438: "Bir adam daima, abdest aldıktan sonra "Innâ enzelnâhü fî lelyletil Kadr..." sûresini 3 defa okumalıdır. Birinci okuduğunda sıddıklarla, ikinci okuduğunda şehitlerle ve üçüncü okuduğunda da Peygamberlerle haşrolunur."
41. Resül-ü Kibriyâ Efendimiz buyurmuşlardır: "Bir adam, bir gecede 1000 âyet-i kerime okursa, yüzü güleç olduğu halde Rabbine kavuşur" Bunun üzerine, bu nasıl olabilir diye sorulduğunda, Besmele-i şerife ile başlayarak Elhâkümüttekâsür süresini sonuna kadar okumuşlar ve ondan sonra buyurmuşlardır ki; "Allah' a yemin ederim ki, bu sûre 1000 âyete mukâbildir."
42. Müslîm-i Şerif hadislerinden, Câbir (r.a)' dan rivâyetle:
"Her gecede duaların müstecâb olduğu (kabul edildiği) bir saat vardır. Her hangi bir müslüman o vakte tesâdüf eder ve dünya ve ahireti hakkında Allah-ü Teâlâ Hazretlerine hayırlı dualar yaparsa, Cenab-ı Hak bu duayı mutlaka kabül eder. Eğer bir kimse, bu vakti bilmek isterse yatarken sûre-i Kehf’ in nihâyetindeki şu dört âyet-i kerimeyi okusun. 'İnnellezine âmenü...Rabbihîehade’ 0 kimse inâyet-i Hakk ile o vakitte uyanır."
1. Râvisi: İbn-i Mesud (r.a) Kitabı: Hatip, İbn-i Asâkir
Meâli: Ibrahim Aleyhisselâm, ateşe atıldığı zaman son sözü "Hasbiyallâhü ve ni'mel vekîl" olmuştur.
2. Râvisi: ibn-i Abbas (r.a) Kitabı: Deylemî
Meâli: "Dinin afeti (yani, dine zarar getirenler), şu üç kimsedir; Fitne, fücüra karışmış âlimler, zalim, bilgisiz hükümet başkanları, cahil müftüler"
3. Râvisi: İbn-i Mesud (r.a) Kitabı: Beyhakî
Meâli: "Faiz yiyen, yediren, kâtiplik yapan ve ona şahitlik yapanlar, bir de güzellik için vücuduna dövme yapan ve yaptıranlar, bir de zekatı istemiyerek verenler, bir de hicretten sonra dininden dönenler. Bunlar, kıyamet gününde Hz. Muhammed' in (S.A.V) lisânıyla mel'un olurlar"
4. Râvisi: Enes (r.a) Kitabı: Evsad ve Hakim
Meâli: "Her mütteki (gerçek olarak daima şüphelilerden dahi sakınan), Muhammed' in (S.A.V) âlidir (yakınıdır)"
5. Râvisi: Ebü Hureyre (r.a)
Kitabı: İbn-i Abban, Ebi Nâim, İbn-i Cerir
Meâli: "Size üç şeyi yapmanızı emrediyorum, sizin üç şeyden de çekinmenizi, sakınmanızı istiyorum. Yapmanızı istediğim; 1. Allah-ü Teâlâ' ya ibadet ediniz ve 0'na hiçbir şeyi şerik koşmayınız, 2. Allah-ü Teâlâ' nın ipi olan İslâm Dinine sımsıkı sarılınız, tefrika çıkarmayınız, 3. Allah-ü Teâlâ' nın başınıza getirdiği (sizden olan) amirlerinize itaat ediniz. Kaçınmanızı istediğim ise; 1. Dedikodu etmeyiniz, 2. Çok soru sormayınız, 3. Malınızı boş yere harcamayınız."
6. Râvisi:İbn-i Ömer (r.a) Kitabı: İbn-i Adiyi
Meâli: "Allah katında yükseklik isteyin" Sordular; "Nasıl isteyelim, yâ Resûlallah?". Buyurdu ki; "Sana cahillik edene tahammül göster, sana vermeyene ikramda bulun”.
Açıklama: Başka bir hadis-i şerifte "Şu üç hal, insanı cennete götürür" buyurulmuştur.
1. Sana gelmeyeni ziyaret etmek, 2. Sana zulmedeni affetmek, 3. Sana vermeyene istediğini vermek.
7. Râvisi: Yeşu'ğ (r.a)
Kitabı: Hakim' in Müsned kitabından;
Meâli: "Müjdeleyin! Çarşınıza mal getiren, Allah yolunda savaşan gibidir. Çarşınızda, ihtikâra kalkışan ise Allah kitabında inkârcı gibi addedilmektedir"
8. Râvisi: İbn-i Ebi Emâme (r.a) Kitabı: İbn-i Asâkir
Meâli: Halk içinde Allah' tan en uzak şu iki kişidir. Birisi; emirlerin yanında oturup, zulüm kokan sözlerine "Evet, doğrudur” diyen kimse, ikincisi; çocuklara öğretmenlik yapıp da aralarında adâleti göstermeyen ve yetim hakkında Allah' tan sakınmayan kimsedir."
9 . Râvisi: İbn-i Abbas (r.a) Kitabı: Buhârî, Beyhâkî
Meâli: "İnsanlar arasında, Allah' ın en buğz ettiği kimseler üçtür. Birincisi; doğruluktan ayrılan, ikincisi; İslâmda câihiliye kanununu isteyen, üçüncüsü de; haksız yere bir adamın öldürülmesini isteyen."
10. Râvisi: İbn-i Atâ (r.a) Kitabı: El Harâiki
Meâli: "Kıyamet giinünde mahlûkât içerisinde, Allah-ü Teâlâ' nın buğz ettiği kimseler şunlardır: Yalancı ve kibirli olanlar. Bir de (müslüman) kardeşlerine karşı kalplerinde kin besliyenler; onlarla kavuştukları zaman kendilerinden gibi görünürler, yanlarından ayrıldıktan sonra kinleri yine devam eder. Bir de, O kimselerdir ki Allah ve Resûlüne çağrıldıklarında tembel davranırlar, şeytana çağrıldıklarında ise hemen koşarlar."
Açıklama: Avârifik Maarif kitabında Enes İbn-i Mâlik (r.a) şöyle rivayet etmektedir: Sevgili Peygamberimiz buyurmuşlardır; "Ey oğul! Eğer senin elinden gelirse, sabaha çıkınca ve akşamolunce gönlünü yokla. Hiç kimseye karşı buğz olmadığı halde sabahla ve akşamla. Ey oğul! Böyle olmak benim sünnetimdir. Kim ki benim sünnetimi ihyâ ederse; yani onunla amel ederse ve öyle hareket ederse, o kimse beni ihyâ etmiş gibidir. Kim ki beni ihyâ ederse, yani sünnetimi yerine getirirse, o kişi cennette benimle beraber olur."
Not: Sünneti tutmak ahlâk güzelliği ile olur. Ahlâk güzelliği ise nefsi terbiye ile olur: Nefsi terbiye ise Allah-ü Teâlâ’ nın ve Resûlünün emirlerini yerine getirmekle olur çünkü sevgili peygamberimiz hakkında Kur'an-ı Azîmüşşân' da buyuruldu ki: "Ey Habîbim! Sen, en güzel ahlâk üzeresin."
ARŞIN GÖLGESİNDE BARINACAK YEDİ MUTLU İNSAN
450. Ebu Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Başka bir gölgenin bulunmadığı Kıyamet gününde Allah Teala,
yedi insanı, arşının gölgesinde barındıracaktır:
Adil devlet başkanı,
Rabbına kulluk ederek temiz bir hayat içinde serpilip büyüyen genç,
Kalbi mescidlere bağlı müslüman,
Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da ayrılmaları da Allah için olan iki insan,
Güzel ve mevki sahibi bir kadının beraber olma isteğine "Ben Allah'tan korkarım" diye yaklaşmayan yiğit,
Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka veren kimse,
Tenhada Allah'ı anıp göz yaşı döken kişi."[1]
Açıklamalar
Yedi mutlu kişiyi ya da yedi güzel adamı tanıtan hadîs-i şerifte
öncelikle üzerinde durulması gerekli bir iki ifade bulunmaktadır.
Bunlardan birisi "zıllullah= Allah'ın gölgesi" ifadesidir. Allah
Teala'nın gölgesi olamayacağına göre, bundan maksat, ya
Kabe'ye "beytu'llah = Allah'ın evi" denilmesi gibi bir şereflendirme
veya arşının gölgesi yahut Allah Teala'nın sağlayacağı bir
güvenliktir. Nitekim hadîs-i şerifin bazı rivayetlerinde açıkça
"Allah, onları arşının gölgesinde barındıracaktır" buyurulmuştur.
Bütün bu ifadelerle Allah Teala'nın o kullarını, ahiretteki
sıkıntılardan rahmetiyle koruyacağı anlatılmaktadır.
Öte yandan Allah'ın gölgesinde barınacak insanlar sadece bu yedi
sınıftan ibaret değildir. Zira başka hadislerde önemli niteliklere
sahip bazı kişiler daha sayılmıştır.[2] Bu hadiste yedi kimsenin
zikredilmiş olması, diğer rivayetlerde zikredilen bahtiyarları bu
mutluluktan asla mahrum bırakmaz.
Bu yedi sınıf insanı ayrı ayrı tanıtmadan önce bir hususa daha
işaret etmemiz uygun olacaktır. Ahirette, Allah'ın himayesine
kavuşacakları bildirilen insanların vasıflarına şöyle bir göz atılınca,
her birinin, büyük güçlükleri göğüslemiş, hemen hemen aynı
seviyede "zor"u başarmış kimseler oldukları, hepsinin bir çok
dahilî ve haricî manilere rağmen, soylu bir mücadele vermiş
oldukları anlaşılmaktadır. Yani hepsinin ortak özelliği, kullukta
sevgiye dayalı kahramanlıklarıdır. Ödülleri de ona göredir:
Kıyametin o dehşetli ortamında ilahî koruma altında olmak...
Şimdi hadisimizin haber verdiği yedi güzel insanı tek tek kısaca
tanıyalım:
Adil devlet başkanı. Müslümanların yönetimini üstlenmiş kişi
demektir. Müslümanlar dünyada onun himayesinde, bir başka
ifadeyle gölgesinde bulunmuşlardır. Bu sebeple böyle bir
yöneticinin ahirette göreceği karşılık da yaptığına uygun olarak
ilahî koruma altında olmaktır. Adil devlet başkanı, diğerlerinden
üstün olduğu için birinci sırada zikredilmiştir. Çünkü devlet
başkanının himayesi onların hepsini içine alır.
Allah'a kulluk içinde serpilip büyüyen genç. Gençlik yıllarını
namazlı-niyazlı dindar bir çizgide geçiren genç, nefsini Allah'ın
emirlerine muhalefetten korumuş, heva ve heveslerin, şehevî
duyguların, gemlenmesi güç arzuların etkisine karşı koyup kulluğa
sarılmıştır. Bu, ondaki derin Allah saygısının delilidir. Zira Allah'ın
emirlerine sarılıp günahlardan kaçınmak büyük bir fazilettir. Hele
bu, gençlik yıllarında gerçekleştirilmişse, her türlü takdirin
üstündedir.
Kalbi mescidlere sevgi ile bağlı müslüman. Kalbi sanki mescide
asılmış kandil gibi, sürekli mescidle ilgili olan, mescidlere
devamda kusur etmeyen, Allah'ın evi demek olan mescidleri ve
oralarda bulunmayı seven kişi, mescidlerle ilgilenmek suretiyle
Rabbine olan sevgisinde devamlılığını göstermiş demektir. Bunun
karşılığı olarak da ahirette arşın gölgesinde barındırılacaktır.
Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları ve ayrılmaları Allah için
olan iki insan. Allah rızası için birbirlerini seven, başka hiçbir
maksat taşımayan, bir araya gelmeleri Allah için, şayet
ayrılacaklarsa ayrılıkları yine Allah için olan yani bir arada iken de
ayrı iken de Allah için duydukları sevgiyi muhafaza eden iki insan,
sanki bir anlamda yekdiğerini Allah'ın emirlerine muhalefetten
korumaktadır. Zira mü'min mü'minin aynasıdır. Onların bu
birbirlerini Allah için sevmeleri ve dostluklarım bu çizgide
birbirlerine yardımcı olarak geçirmeleri, ahirette her ikisinin
birden ilahî koruma altına alınmaları ile ödüllendirilecektir. O halde
sevgimize ve sevdiklerimize bu açıdan iyice dikkat etmeliyiz.
Güzel ve mevki sahibi bir kadının gayr-i meşru davetine "Ben
Allah'tan korkarım" diye yaklaşmayan yiğit. Böylesine bir davete
içinden veya açıkça "Ben Allah'ın emrine muhalefet etmekten,
veya O'nun azabından ve gazabından korkarım" diyerek
yaklaşmayan, nefsini koruyan kişi gerçekten büyük bir yiğitlik
göstermiştir. "Allah'tan korkan kurtulmuştur" müjdesi gereği
onun da ödülü ahiretteki sıkıntılardan kurtulmaktır. Bu husus, her
türlü gayr-i meşru kadın-erkek ilişkilerinin kitle iletişim ve
haberleşme vasıtalarıyla yaygınlaştırılmaya çalışıldığı
günümüzde çok daha büyük önem arzetmektedir.
Sağ elinin verdiğini sol elinin bilemeyeceği kadar gizli sadaka
veren kimse. Allah için verdiği sadaka ve yaptığı iyilikleri mümkün
olduğunca gizli yapan, gösteriş ve riyadan uzak kalmaya çalışan
kimse, Allah'ın rızasını her şeyin üstünde tutmuş demektir. Bunun
karşılığı da, ahirette ilahî korumaya mazhar kılınmak suretiyle o
kişinin faziletinin açığa çıkarılmasıdır. Bu, gibta edilecek bir
durumdur.
Tenhada Allah'ı anıp göz yaşı döken kişi. İnsanlardan ve gözlerden
uzak, kimsenin bulunmadığı ortamlarda Allah'ı anarak gözlerinden
sevgi yaşları dökülen kimse, çoğu insanın başaramadığı bir kulluk
çizgisini yakalamış demektir. Onun bu samimi ve gizli kulluğunun
karşılığı da mahşer yerinde ilahî koruma altına alınmak suretiyle,
herkesin gözü önünde ödüllendirilmesidir. Böyle bir
ödüllendirmeyi kim istemez. Yüce Rabbimiz cümlemize nasip
eylesin.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Allah Teala, kullarının sadece kendi rızasına yönelik
amellerinden hoşnut olur ve onları, kimseden yardım görme
imkanının bulunmadığı yerde himayesine alır.
2. Hadîs-i şerifte sayılan yedi sınıf insanın vasıfları ve yaptıkları,
örnek alınacak üstün nitelikli işlerdir.
3. Her güzel ve makbul işin temelinde, sevdiğini Allah için sevmek
gibi bir üstün meziyet bulunmaktadır.
4. Gönülleri Allah sevgisi, Allah için sevme, Allah için buğzetme
duygusuyla diri tutmak lazımdır.
Hz. Muhammed'in Kısa Yaşam Öyküsü - Said Alpsoy
Nasıl bir dünya?
6.yy. sonlarında dünya hiç de içaçıcı bir yer değil.
Amerika kıtası uygarlıkları dünyanın geri kalanından, dünyanın geri kalanı da onlardan bihaber…
Yaklaşık 3000 senelik bir uygarlık geçmişine sahip olan Çin iç savaşlarla yorgun… Parçalanma sürecinde. Konfüçyüs düşüncesi artık gözde değil. Budizm yükselişte, fakat o da Çin insanının manevi/sosyal taleplerine gerçek bir çözüm sunamıyor. Budist tapınakları aslında birer banka ve rahipleri de tefeci.
Hindistan da Çin gibi 3000 seneyi aşkın bir uygarlık geçmişine sahip olmakla birlikte anarşi, iç savaşlar ve sömürüye mağlup bir çöküş dönemi içinde. Budizm kısa zamanda putperestliğe dönüşmüş, Hinduizm ve Brahmanizm’le beraber bu üç inanç sisteminin toplam put sayısı 400 milyonun üzerinde. Toplumun büyük kısmını “parya” haline getiren “kast sistemi” sayesinde, bu paryalardan birinin öldürülmesi durumunda sahibine ödenmesi gereken ölüm kefareti, köpeğin, kedinin, kurbağanın, karganın ve baykuşun kefareti ile aynı. Bir paryanın bir brahmana (din adamı) vurmasının cezası, kolunun kesilmesi… Kutsal kitap Veda’yı bir paryanın dinlemesi bile yasak ve yasağa uymamanın cezası kulaklarına sıvı kurşun dökülerek öldürülmesi. İnsanlar en yakınlarına bile alabildiğine zalim, acımasız:” Jal Parva” ismi verilen bir geleneğe göre her yeni evli çift doğan ilk çocuklarını, kutsal kabul edilen Ganj sularına bırakıyor ve herkesin bildiği o ünlü gelenek, kocası ölen kadınlar eşinin öte dünyada yalnızlık çekmemesi için onunla beraber yakılıyor… Diri, diri…
Türkler henüz Orta asya bozkırlarında… Doğu ve Batı kağanları tarafından yönetilen Göktürk devleti etkinliğini kaybetmiş ve halk Çin ve Hind kökenli kültür emperyalizminin etkisi altında.
Avrupa, Ortaçağ’ın en karanlık dönemlerini yaşıyor. Batı Roma imparatorluğu çökerek “her tarafı parçalanarak başı kalmış bir heykel” halini almış. Vizigotlar, İber yerlileri ve Franklarla, Normanlar da, İngiltere topraklarında, Saksonlarla savaş halinde. Bütün Avrupa vahşet ve cehalet içinde. Rahipler kadının insan olup olmadığını ve bir ruhu bulunup bulunmadığını tartışıyorlar, ciddi ciddi…
Doğu Roma’da halk “Maviler” ve “Yeşiller” ismiyle iki partiye bölünmüş ve nerdeyse savaş halinde. 532’de başkent Konstantiniyye’de yaşanan bir kargaşa sırasında 30.000 kişi ölmüş… Toplumsal hayat iki zıt kutbun çelişkisinde: Alabildiğine bir materyalizm ve zevk düşkünlüğü ile kopkoyu bir yobazlık… Jüstinyen kanunları köleliği yasaklamış gibi görünse de çocuklar bile babaların kölesi durumunda. Bir baba çocuğunu isterse öldürebiliyor ve hiçbir ceza da görmüyor. Artık kadının toplumsal statüsünü siz düşünün. Yasa maddelerinde kendisinden “şey” diye söz ediliyor. Hiçbir hakka sahip değil, hatta kul bile değil. Kiliseye gitmesi bile istenmiyor. Doğu Roma devleti Avrupa cephesinde güçlü, Asya cephesinde ise eski düşmanı Pers imparatorluğu karşısında istikrarsız bir durum sergiliyor… Bazen galip, bazen mağlup…
Hristiyanlık teolojik ve kurumsal yapısı itibariyle bu günkü şekline almış. 4.ve 5. yy.da yaşanan Tanrı’nın birliği-çokluğu tartışmaları büyük ölçüde sonuçlanmış ve Teslis teorisi galip gelmiş.
Yahudilik de aynı biçimde bu günkü durumuna gelmiş ve kendi evrimini(!) tamamlamış durumda.
Doğu Roma ile birlikte Orta Doğu’nun (ve aslında bilinen dünyanın bütününün) iki süper gücünden biri olan Pers imparatorluğu bütün yönleriyle, 6.yy. dünyasının en insanlık dışı, en baskıcı ve en zalim parçası. Nazi Almanyası ve Stalin Rusyası gibi totaliter rejimlerin 14 yy. geride kalmış bir prototipi olan Pers imparatorluğunda ateşe ve güneşe tapılıyor ve bir de imparatorun kendisine. Yeni bir Tanrı’ya tapınmak isteyenler, hâkim Tanrı(!) ateşe atılarak cezalandırılıyor. Tanrı(!) olduğu için imparatorun ismi ağza alınmıyor. Kan aldırmak ya da tedavi olmak istediğinde saray eliti ve başkent halkı bütün işine ve uğraşına ara vermek zorunda, çünkü Tanrının kanı akıtılıyor. Aksırdığında birinin kendisine dua etmesi ya da “çok yaşa” gibi bir dilekte bulunması yasak, çünkü o bir Tanrı(!) Toplumsal elite mensup birinin evini ziyaret etmişse o kişi, bütün mektuplarında ve işlemlerinde o günü tarihin başlangıcı olarak alıyor çünkü Tanrı(!) tarafından o gün onurlandırıldı. Bütün topraklar, mallar ve gelirler imparatorun kişisel mülkü sayılıyor. Yüzyıl başlarında halk arasında ciddi bir yayılım gösteren Mazdek inancı ise bir erken-dönem komünizm uygulaması… Başta kadınlar olmak üzere hemen her şeyi ortak sayan ve ahlak kavramını kökünden reddeden bir anlayış. Gerçi bir süre sonra Pers devletiyle girdiği çatışmada yenilip yeraltına çekilmek zorunda kalacak. Fakat yine de halk arasında geniş bir taraftar kitlesine sahip olmaya devam ediyor.
Bütün bu vahşete rağmen, aynı Doğu Roma gibi, Pers imparatorluğu da güçlü bir orduya ve güçlü bir devlete sahip. Bölgesinde ciddi bir endişe kaynağı. En büyük siyasi/askeri rakibi ise (yukarıda geçtiği gibi) Doğu Roma.
Bütün yüzyıl, Doğu Roma ve Pers imparatorlukları arasındaki mücadele ile geçiyor. Temel sorun Orta Doğu’nun ekonomik egemenliğini ele geçirme konusu... (Görüldüğü gibi 15 yy.dır çok bir şey değişmemiş) Çünkü bu egemenlik dünya egemenliğinin kilidi. İpek yolu üzerinde tam bir denetim kurmak için Pers imparatorluğunun ön bahçesi olarak gördüğü Ermenistan’ı ve Doğu Anadolu’yu ele geçirme peşinde olan Doğu Roma’ya karşı Persler de aynı amaçla Suriye ve Mısır’ın peşindeler. 502, 527, 540, 562 ve 572 yıllarında tekrar tekrar başlatılan savaşlar Hz. Muhammed’in bütün yaşamı boyunca da devam edecek.
Ve Arapların Durumu...
Büyük kısmı yaşama imkânı vermeyen çöllerden oluşan kocaman bir yarımada: Arap yarımadası. Kuzeyden Doğu Roma ve Pers imparatorlukları tarafından baskı altında tutulan, doğusu bomboş çöllerle, güneyi ve batısı ise denizlerle kuşatılmış, adeta dünyanın geri tarafından yalıtılmış bir coğrafya… Bu coğrafyanın sakinleri ise yaşadıkları topraklar kadar hırçın ve fakir insanlar: Araplar. Az sayıda şehirli, yerleşik nüfusa karşın büyük oranda göçebe kabilelerin oluşturduğu bir etnisite: Bedeviler.
Ne bu coğrafya ve ne bu coğrafyanın insanlarının 7.yy.dan itibaren insanlık tarihinin en büyük, en etkin ve en kalıcı devrimini başlatabileceği hayal gücü en geniş insan tarafından bile kurgulanamayacak bir ütopya… Fakat imkânsız olan kısa sürede gerçeğe dönüşecek.
Uygarlık geçmişine sahip olmayan Araplar, yaşamlarını büyük ölçüde, transit ticaret, kısıtlı olanakların elverdiği oranda da hayvancılık ve tarımla sürdürüyor. Toplumsal yapı tamamen kabile düzenine dayalı. En önemli bağ, kabile üyeliği. Kabileler arasında normal ilişki ise savaş ve yağma; barış kısa süreli ve istisnai. Coğrafyanın imkânsızlığı ve sömürüye değer bir ekonomik varlığa sahip bulunmaması nedeniyle büyük güçlerin işgallerinden korunmuş olan yarımadada kabileler üstü herhangi bir siyasi/sosyal organizasyon mevcut değil, yani devletsiz bir ülke. Yazılı bir kural ya da kanun, kavram olarak bile bilinmiyor. Düzeni sağlayan (bir orman düzeni olarak) sadece gelenekler. Ekonomik hayat küçük bir kentli elitin kontrolünde. Bir de az sayıda yahudi var, tefeci olarak. İnsani değerler açısından durum Hindistan ve Pers ülkesiyle yarışabilecek düzeyde. Doğu Roma ise bir hayli uygar sayılır.
Vahşetin en ileri boyutunu kız çocukların öldürülmesi temsil ediyor. Yeni doğum tebrikleri bile bir garip, anne-baba, erkek çocuk doğduğunda, kız çocuk ise öldüğünde tebrik ediliyor. Keşke bu, sadece kendiliğinden yaşanan ölümlerle sınırlı olsa. İnsanlar kendi çocuklarının katili oluyor. Gerekçeleri ise (böyle bir şeyin gerekçesi olabilirse eğer) çeşitli. Bu, bazen sofraya oturacak boğazlardan birini eksiltmek, bazen çocuğun ilerde bir ahlaksızlık yapıp babanın mahçup olmasını engellemek şeklinde. İkinci duyarlılık bazı babalarda öylesine uç noktalara taşınıyor ki, çok az sayıda örneği olmakla birlikte, ilerde “ya ırzlarına geçilirse” korkusuyla erkek çocuklar bile öldürülebiliyor. Çocuk cinayetlerinde en can yakıcı olan ise icra edilme biçimleri. Metotlardan birisi anneyi katil yapıyor: Nikâh sırasında verilen karara göre anne, doğumu, çölde açılan bir çukurun yanında gerçekleştiriyor. Çocuk eğer erkek ise kundaklayıp alıyor, fakat kız doğduğu taktirde hemen çukura atıp üzerine toprak dolduruyor ve kabilenin diğer kadınları da bu olaya tanıklık ediyorlar. En yaygın uygulama ise kız çocuğu yedi yaşına geldiğinde yaşanıyor. Baba, anneye ölüm şifresini “kızı hazırla da dayısına götüreyim” şeklinde veriyor. Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı en güzel elbisesini giyip, süslendikten sonra babasının elinden tutarak çöle düşüyor, bir akraba ziyaretinin sevinci ve neşesiyle… Daha önceden hazırlanmış ölüm kuyusunun başına geldiklerinde, baba bir şey arıyormuş gibi kuyuya eğiliyor, onunla beraber 7 yaşındaki masum da… Sonra kendi babası tarafından bir çöl kuyusuna savrulan kız çocuğunun feryatları… Ve babanın, çocuğunun üzerini toprakla doldurması… Tarihler Asım oğlu Kays isminde bir bedevinin bu vahşeti tam 12 kez tekrarladığını anlatıyor. Gerçi bu cinnet karşısında vicdanı isyan edenler de var. Örneğin bunlardan biri Naciye oğlu Sa’sa; 360 kız çocuğunu babalarından satın alarak kurtarmış, fakat Kays’lar karşısında Sa’sa’lar o kadar az ki.
İslam öncesi Arap toplumunun vahşet düzeyi için bundan sonra yazılacak her söz eksik, her örnek yavan kalır ama panoramayı tamamlamak için devam edelim.
Kendi çocuğuna karşı bile bu denli acımasız ve vahşi olabilen insan, başkalarına karşı neler yapmaz ki? Zulüm açıkça bir iftihar kaynağı olarak, kendine Arap şiirinde özel bir yer buluyor. “O, cesurdur. Zulme uğratılacak olursa çarçabuk zulümle karşılık verir. / Zulme uğratılmayacak olursa kendisi zulme başlar.” Ya da “Bir kimse kendi oymağını silahıyla savunmazsa zillete uğratılır./ Ve insanlara zulmetmeyen zulme maruz kalır.” Ya da “Biz haydut ve zalimleriz./ Zulme uğramış değiliz, zulmü biz yaparız.” Bu insanlar hakkında daha ne diyebilirsiniz ki?
Ama biz devam edelim.
Savaş ve baskınlarda esir alınan insanlar ya satılıyor ya da zevk için diri diri yakılıyor. Suçun kişiselliği diye bir kavram bilinmiyor, suçlu yakalanamamışsa, ceza ele geçen yakınlarına veriliyor. Boğarak öldürme gibi suçlarda hem suçlu hem de onun yakınlarından üç kişi daha öldürülüyor. Bu gibi uygulamalar da doğal olarak kan davalarını başlatıcısı. Ölmek üzere olan biri eğer 50 kişiyi kendi yerine öldürmeyi adamışsa bu adak onun yakınları için mutlaka yerine getirilmesi gereken bir şart oluyor.
Hayvanların canlı canlı etleri kesilip, yenilmekte. Kanları akıtılarak olduğu gibi içiliyor. Bazen de önce kaynatılıp, bazı tatlandırıcı, aromatik bitkiler de üzerine eklenerek içiliyor. Ya da kan, sucuk gibi bağırsaklara doldurularak önce kızartılıyor ve bu ancak misafirlere ikram edilen çok özel bir yemek.
Yaygın ölçüde fahişe olarak çalıştırılan cariyelerin yanı sıra özgür kadınlar da bu mesleği icra etmekte. Fuhuş çeşitleri ise klasik genelev sisteminden, aynı anda birkaç erkeğe birden hizmet veren kadınlara kadar değişken. Bu tür kadınlardan biri hamile kaldığında çocuğu canının istediği erkeğe dayandırabilir. Erkeğin ise itiraz etme şansı yok. Çıplaklık yaygın ve ayıp kabul edilmeyen bir olay. Yol ortasında ihtiyaç gidermek, herkesin gözü önünde yıkanmak, mahrem yerlerinin açılmasına aldırmamak normal kabul ediliyor. İbadetler bile bu sapkınlıktan payını almış. “İçinde günah işlediğimiz elbiselerle Tanrımıza ibadet edemeyiz.” anlayışıyla Kâbe anadan doğma tavaf ediliyor. Bu konuda kadınlar daha da rahat.
İçki alışkanlığı o boyutlara varmış ki, lisanlarında hepsi de içkiyi ifade etmek üzere kullanılan kelimelerin sayısı 100’ün üzerinde.
Kumara gelince, böyle bir toplumsal çürüme içerisinde kumarın da müstesna(!) bir yeri olacağı belli. Bazıları her şeyini kaybettikten sonra son olarak kendini oyuna koyuyor ve o kez de kaybettiği taktirde kazanan tarafın kölesi haline geliyor.
İslam öncesi Arapların dinleri de yukarıda özetlenen toplumsal yapının mükemmel(!) bir parçası. Diğer bir deyimle din dendiğinde tam bir “evlere şenlik” durumu var.
Tek ALLAH inancına dayalı gerçek dinin zaman içerisinde unutulmaya yüz tutmasıyla birlikte putperestlik başlamış. Mekke dışına çıkması gereken biri şehrine ve Kâbe’ye duyduğu bağlılığın eseri yanında Kâbe duvarından alınmış bir taş götürüyor ve sonraları dışarıdan başka taşlar da Mekke’ye getirilmeye başlanıyor, Kabe bunlarla dolu. Bu din, tam bir taş fetişizmi. Araplar şeklini beğendikleri her taşa “Bu bizim tanrımızdır.” diyerek tapınıyor. Daha güzelini bulduklarında eskisini bırakıp onu Tanrı(!) yapıyorlar. Kazara çölde putsuz kaldıkları zaman koyun sütüyle çöl kumunu harç yaparak güneşte kurutuyor ve ona tapınmaya başlıyorlar. Ya da uzun yolculuklara çıkacakları zaman küçük heykelcikler şeklinde un helvası yapıp, yol boyunca onlara tapınıyor ve yiyecekleri tükendiğinde ise oturup o helvadan Tanrıları(!) yiyorlar. Yanlarında taşıdıkları taşa oyulmuş tanrıları(!) kazara deveden düşürdükleri zaman da inip almaya üşeniyor ve birbirlerine “Tanrınız düştü kendinize yeni bir tanrı bulun.” diyorlar. Mola verdikleri yerde ilk iş olarak dört tane iri taş bulup üçünü ocak yakmakta kullanıp, en güzel olanını da başköşeye oturtup tanrı(!) olarak etrafını tavaf ediyorlar. Her evin putu başka başka. Aile üyeleri evden çıkarken son olarak putlarını selamlıyor ve geri döndüklerinde de ilk iş olarak yine puta saygılarını sunuyorlar. Bir de kabilelerin ortak putları var ki, bunlar genellikle Mekke’de Kâbe civarında. Sayıları 360’tan fazla. Hac zamanları her kabile, ticari amaçların yanı sıra kendi putunu da ziyaret için Mekke’ye geliyor ve bu durum Mekke aristokrasisinin servetinin kaynağını oluşturuyor. Putlar onlar için birer para makinesi.
Ve zaten hiç kimsenin gözünde gerçek bir saygınlıkları da yok. Babasının intikamını almak için bir putun önünde fal çeken bir bedevi “yasak” oku çıkınca kızıp fal oklarını putun yüzüne çarparak “Senin baban öldürülmüş olsaydı böyle yapmazdın.” diye haykırıyor. Bir diğeri ise, develeri puttan ürkerek kaçışınca putu taşlayıp “ALLAH senin tanrılığını kahretsin,” diyor, “develerimi kaçırttın.”
Puta tapınmanın derin psikolojik boyutunda ise cahiliye insanının “kibirli bilinçaltı” var. Bir de kendilerini ALLAH ile doğrudan muhatap kabul edemeyen aşağılık kompleksleri. Putları onları gerçek tanrı olan ALLAH’ a yaklaştıran aracılar. Dini sapkınlık sadece putlara tapınmakla da sınırlı değil. İnanç biçimleri bütünüyle saçma. Ölünün mezarına bir deve bağlayıp hayvan açlıktan ölünceye kadar orada tutuyorlar. Kıyamet günü ölü mezardan kalkınca o deveye binecek! Kuraklık zamanlarında ise bir ineğin kuyruğuna bir demet çalı bağlayıp tutuşturarak ineği dağlara salıp, böylece yağmurun yağacağına inanıyorlar.
Bu toplumda az sayıda dinsiz de bulunmakta. Bunlar günümüzün materyalistleri gibi. Hiçbir fizik ötesi kavrama inanmıyor ve ölüm ötesi hayatı da inkâr ediyorlar.
Ve bütün bunların ötesinde bir avuç denecek kadar doğru din inancına sahip Arap ile yahudi ve hristiyan azınlıklar da Arap toplumunun dini görünümünü tamamlıyor. Yemen ve Filistin’den çeşitli tarihlerde göç etmiş bulunan yahudiler belli başlı merkezlere yerleşmiş. Özellikle Medine nüfusunun yarıya yakını yahudi. Hristiyanlar ise daha da az ve yarımada içinde hiçbir yerde, Yemen hariç, kitlesel bir varlığa sahip değiller.
Fakat bir de madalyonun öbür yüzü var. Buraya kadar sayılan bütün olumsuzluklar ve insanlık dışı durumlar Arapların her çeşit uygar değerden habersiz ve yalıtılmış olmasından kaynaklanmakla birlikte bu durum gelecek açısından önemli bir avantaj da sağlıyor. Uygarlıktan uzak olmak, insani ve ahlaki değerlerden uzak olmakla beraber aynı zamanda her çeşit zihinsel karmaşadan ve tortudan da uzak olmak demek. Bu sayede Arap insanının zihni, üzerine hiç yazı yazılmamış, bakir bir kâğıt gibi. Bir biçimde sahip olacakları herhangi bir entelektüel formasyon onlar için ilk ve tek olacak. Yaklaşık 2 yy. önce Hristiyanlığın, Roma tarafından resmi din olarak kabul ediliş sürecinde yaşadığı karşılıklı kültürel alış veriş sonucu Roma putperest değerlerinin içselleştirilmesi ile başına gelen deformasyon İslam için söz konusu olmayacak. Çünkü İslam’ı kabul edecek olan halkın iyi ya da kötü hiçbir entelektüel birikimi yok. Aynı şekilde, merkezi bir devlet organizasyonunun olmayışı da bir diğer avantaj. Bu sayede kişilik gelişimleri hiçbir baskı mekanizmasının ezikliğini yaşamamış. Bu noktada sahip oldukları coğrafya bile bir avantaj. Sömürülebilir maddi değerler açısından fakir ve her yandan çöllerle, denizlerle yalıtılmış, o günün teknik ve lojistik koşulları altında askeri bakımdan ulaşılması, ele geçirilmesi ve elde tutulması çok zor ve yüksek maliyet gerektiren, adeta özenle hazırlanmış bir yarımada… İnsanlık tarihinin en büyük devrimine ve en büyük olayına…
Sir William Muir “Life of Mohammet” bu gerçeği şöyle dile getirir:
“Zaten yanardağ fışkırmaya ve lavlarını saçmaya hazır bir vaziyette idi ki, Muhammed tam zamanında ve yerinde geldi. Yanardağa ateşten bir kıvılcım uzattı, o da hemen etrafa lavlar saçmaya başladı.”
Ve bu sayede İslam, insanlığın en sade, en yalın, herkes tarafından en kolay anlaşılabilen dini olur. Başta bu dinin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim olmak üzere İslam öğretisinin bütünü hiçbir yabancı düşünce ile karışıp bulanmaksızın berraklığını korur… Günümüze kadar… Ve bu sayede İslam, ALLAH tarafından kendisine yüklenilen misyonu arızasız yerine getirebilir. Konuyu bitirmeden önce bir alıntı da ilk İslam fetihleri sırasında, henüz Hz. Muhammed’in vefatının üzerinden 10 sene bile geçmemişken, Perslere elçi olarak gönderilen bir Müslüman komutandan, Hz. Muhammed’in arkadaşlarından biri olan Amir oğlu Reb’i’den yapalım:
“Bizi buralara ALLAH gönderdi. ALLAH’ın dilediği kadarıyla kulları kullara kul olmaktan kurtarıp ALLAH’a kul etmektir, muradımız. Dünyanın darlığından, dünya ve ahiretin bolluğuna eriştirmektir maksadımız. Dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine getirmektir isteğimiz.”
İşte böyle bir dünya, 6.yy. dünyası…
Ve tarihler Hz. İsa’nın doğumunun 571. yılını göstermektedir. Miladi takvime göre Nisan’ın 20’sidir. İslam takvimine göre ise Rebiülevvel ayının 12 si, bir Pazartesi gecesi…
O doğar…
O’nun Gecesi… Doğum Gecesi…
Doğumu güneşin doğuşuna denk gelir. Anne Amine ve doğuma yardımcı olan 3 ebe bunun sıradan bir doğum olmadığında hem fikir. Evin içinin adeta ışıdığını, yıldızların sanki dünyaya daha da yaklaştığını hissederler. İçlerini anlam veremedikleri bir sevinç ve mutluluk kaplar. Muhammed bebek babasını birkaç hafta önce yitirmiştir. Ebelerden biri heyecanla dede Abdülmuttalib’e koşar; müjde verir. Oğlunun yası ile yaralı Abdülmuttalib torun Muhammed’i bir örtü ile sarmalayıp soluğu Kâbe’de alır. Tavaf ederken dudaklarından bir şiir dökülür:
“Örtülere sarılı,
Şu tertemiz bebeği veren ALLAH’a hamd olsun.
Daha beşikteyken tüm akranlarını geride bıraktı.
Kâbe’nin Rabbine havale ediyorum onu.
Onu olgun ve sapasağlam görmek için
Tüm kötülerin
Ve gözleri
Fıldır fıldır oynayan hasetçilerin
Şerrinden korusun diye
Kâbe’nin Rabbi’ne emanet ediyorum.”
Sonra sıra isim koyma törenine gelir. Abdülmuttalib, “Muhammed olsun!” der. İnsanlar “Niçin?” diye sorar, o “Çünkü” der, “onun gibisi olmayacak ve ümit ediyorum ki o yerde ve gökte sevilecek ve övülecektir.” Dede Abdülmuttalib de bir şeyler hissetmiş midir? Kim bilir?
Genç anne Amine bebesini ancak bir hafta emzirebilir sonra sütü kurur. Bu durum muhtemelen eşini birkaç hafta önce kaybetmiş olmasının sonucudur. Ve bir haftalık Muhammed bebe sütanneye verilir. Adı Süveybe olan sütanne bir köledir. İlerde can düşmanlarından biri olacak amcası Ebu Leheb’in cariyesi. Hz. Muhammed bu iyiliği ömür boyu unutmaz. 60 sene boyunca emdiği sütün karşılığı olarak sütanne Süveybe’yi gözetip, kollar, hediyeler verir. Süveybe’nin vefatından sonra da oğlu Mesruh’a sahip çıkar.
Fakat biz burada Hz. Muhammed’in çocukluğuna kısa bir ara verip, biraz geri dönelim.
Ana babası kimdir Hz. Muhammed’in? Nasıl bir ailede, hangi şartlar içinde dünyaya gelmiştir?
Anne Amine, Baba Abdullah
Her ikisi de Mekke’nin soylu ailelerinden. Hz. Muhammed’in soyu geriye doğru 20 nesil boyunca net olarak bilinmekte. Amine 15, Abdullah ise 18 yaşındadır. Hem komşu hem de yakın akrabadırlar. O nedenle de daha evlilik öncesinden birbirlerini iyi tanıdıkları kesin. Soylu fakat fakirdirler. Baba mesleği olan tüccarlığı devam ettiren Abdullah evlendikten 10 gün sonra ailesine daha rahat şartlar sunabilmek için, kârlı olmasını umut ettiği uzun bir sefere çıkar. Şam’a giden bir kervana katılır. Küçük bir sermayesi vardır. Ve biraz kâr da eder. Fakat geri dönüş yolculuğu sırasında hastalanır. Kervan Medine’ye vardığında yola devam edecek hali kalmaz, daha da ağırlaşır. Ve Medine’de eşinin akrabalarının yanında vefat eder. Vefat ettiği evin önüne de defnedilir. Acı haber tez ulaşır, Mekke’ye. 6.5 aylık gelin, 15 yaşındaki Amine dul, henüz ana karnında 6 aylık bebe Muhammed ise yetim kalır. Amine-Abdullah çifti 6.5 aylık evlilikleri boyunca topu topu 10 gün beraber olurlar. Muhammed bebe ise babasını hiç göremez bile. Açıkça bellidir ki kader bu evliliği sadece Hz. Muhammed’ in vücut bulabilmesi için onaylamıştır. Ve daha dünyaya gelirken babasız, altı yaşında da anasız kalması ise O’nun eliyle insanlığa sunulacak olan şefkat ve merhamet duygularını iliklerine kadar hissedebilmesi, yetim olmanın, ezik olmanın, garip olmanın, fakir ve sahipsiz bulunmanın ne demek olduğunu, bu acıların ne denli derin ve yakıcı olduğunu bizzat yaşayarak öğrenebilmesi içindir. Bu sayede yetim, fakir ve zulme uğramış insanlara yardım etmenin değerini anlar, bu duygular O’nu bütün yaşamı boyunca ezilenlerin dostu ve sığınağı yapar. Hatta maddi yaşamı sonlandıktan sonra da bütün zamanlar boyunca ve O’nu biraz olsun tanıma olanağına sahip olmuş bütün mekânlarda.
20 Nisan 571’de dünyaya gözlerini açan Muhammed bebeği zor bir hayat beklemektedir.
Kendisi acılara doğar ama onunla beraber Mekke’de insanlar bolluğa kavuşur. O’nun doğduğu seneye Mekke Arapları “ bolluk senesi” der. Ve aynı sene içerisinde, Hz. Muhammed’in doğumundan 50 gün önce “ Fil Olayı” yaşanır. Mekke’nin ve Kâbe’nin dini-ticari işlevini kıskanıp, Yemen’e, kendi başkentine aktarma hevesinde olan Yemen kralı Ebrehe’nin komutasında büyük bir ordu, Mekke’ye saldırır. Maksatları Kâbe’yi yıkmaktır. Büyük savaş filleriyle de desteklenen ordu, Mekke sınırlarında bir mucizeyle karşılaşır ve ‘Ebabil’ adı verilen kuşların pençelerinde ve gagalarında taşıdıkları ‘Siccil’ denen cehennem taşlarıyla yok edilir.
Abdullah’tan Hz. Muhammed’e kalan bütün miras, bir hizmetçi, 5 deve, birkaç keçi, bir kılıç ve biraz da gümüş paradan ibarettir. Fakat çok anlamlıdır ki, 63 sene sonra Hz. Muhammed’ ten varislerine kalacak olan maddi miras bu kadar bile olmayacaktır.
Doğduğu andan itibaren çevresi O’nun sıradan bir çocuk olmadığını giderek daha net hisseder. İlk dikkat çeken fiziksel yetenekleri ve performansı olur. 2 aylıkken her tarafa yuvarlanmaktadır. 3 aylık olduğunda ayakta durmaya, 4 aylıkken duvara tutunarak yürümeye, 7 aylık olduğunda ise koşmaya başlar. 8 aylık olduğunda da konuşmaktadır.
Halime’nin de Yavrusu
Muhammed bebe henüz birkaç aylıktır. Yayla kabilelerinden gelen sütanneler Mekke’yi doldurmuştur. Araplarda adettir, şehirli çocuklar daha sağlıklı yetişmeleri ve Arap dilini kusursuz öğrenebilmeleri için doğumlarından kısa bir süre sonra yaylaya sütannelerin yanına verilir. Her sene belli zamanlarda bu amaçla sütanne adayları da Mekke’ye iner. Bu uygulama onlar için de iyi bir kazanç kapısı olur. Tabii çocuğun ailesi zenginse. O sene de Sa’d b. Bekir kabilesine mensup sütanneler Mekke’dedir. Ve o sene Sa’d b. Bekir yaylası kıtlıktan kırılmaktadır. Zengin ailelerin çocukları kısa zamanda kapışılır. Fakat Muhammed bebeğe ilgi gösteren olmaz. Çünkü o yetimdir ve ne anne Amine’ nin, ne de dede Abdülmuttalib’in verecek fazla bir parası yoktur. Muhammed bebe gibi eli böğründe kalan biri daha vardır: Halime… Az sayıdaki zengin bebe, başka sütanneler tarafından paylaşılmış, Halime de açıkta kalmıştır. Ve Halime’nin fakir ailesi son iki yıldır Sa’d b. Bekir yurdunu vuran kuraklıktan etkilenenlerin başında gelmektedir. Aslında açlıktan kendi çocuğuna bile verecek sütü yoktur, Halime’nin… İşini bitiren yayla insanları, geri dönüş hazırlıkları yaparken eli böğründe kalan Halime’nin karşısında ince, uzun siluetiyle bir ihtiyar belirir: Mekke’nin bilge kişisi ve Muhammed bebeğin dedesi, Abdülmuttalib. Yetim olduğu için hiç kimse tarafından alınmayan torunu Muhammed’i Halime’ye teklif eder:
“ Ey Halime!” der,”Benim yetim bir torunum var. Fakat Sa’d b. Bekir kadınlarının hiç biri onu almak istemedi. Çünkü verecek fazla paramız yok ve görüyorum ki sen eli boş kalmışsın. Acaba Muhammed’i almayı düşünür müsün? Belki bu iyiliğinin karşılığını ALLAH’tan görürsün. O sana Muhammed sayesinde bereket ve mutluluk verir.”
Halime önce kocasına danışır ve kabul eder. Sonra Abdülmuttalib ile beraber hızla Amine’nin evine giderler. Halime o anı şöyle anlatır:
“Odaya girdiğimde Muhammed’in, beşiğinde, bembeyaz, yünlü bir kumaşa sarılmış ve altında yeşil ipekten bir kumaş olduğu halde uyuduğunu gördüm. Kendisinden misk gibi bir koku geliyordu. Sevimliliği ve yüzünün güzelliği beni hayran etmişti. Uyandırmaya kıyamadım. Ellerimi yavaşça göğsünün üzerine koydum fakat bu kadarcık bir temas bile onu uyandırdı. Gözlerini açtı ve bana bakarak gülümsedi. Ben de onu iki gözünün arasından öptüm ve yavaşça kucakladım. İçim anlatamayacağım duygularla dolmuştu. Sevinç, huzur ve mutluluk karışımı bir haldeydim ve sanki ayaklarım yerden kesilmişti. Onu alıp hemen çadırımıza geri döndüm. Bir an önce emzirmek istiyordum. Ağzına önce sol mememi verdim. Emmedi. Sonra sağ mememi denedim. Onu emdi. Sol mememi de kendi oğlum ve Muhammed’in sütkardeşi Abdullah’a verdim. O da emmeye başladı. Ben ise hayret ve hayranlık içindeydim, çünkü aylardan beri ilk defa sütüm kesilmeden gelmeye devam ediyordu. Hem de taşarcasına…”
Sa’d kabilesinin en fakiri, Mekkeli süt bebelerinin en fakirini alır.
Halime ve ailesi sonraki aylarda da hayret edip, Muhammed bebeğe hayranlık duymaya devam eder. Muhammed bebe sütannesinin hep sağ memesini emer, solu ise sütkardeşi Abdullah’a bırakır. Onunla beraber Halime’nin ailesine bereket gelir. Açlıktan kurumuş hayvanları da süt vermeye başlar, artık ailede kimse karnı iyice doymadan sofradan kalkmaz. Muhammed bebe toplam dört sene Halime’nin yanında kalır. Ve bu sürede onda gözlemlenen olağanüstülükler sadece yiyeceklerin bereketlenmesinden ibaret değildir. Sıcak havalarda dışarı çıktığı zaman bir bulutun sürekli üzerinde durarak onu gölgelediği görülür. Sütanne Halime boynuna kolye şeklinde bir nazar boncuğu geçirmek istediğinde küçük Muhammed kolyeyi çıkartıp atar:
“Beni koruyan var!” der.
Halime’nin yanında geçen dört seneden sonra bir gün insan şeklinde iki melek tarafından göğsü yarılıp, temizlenir. Bu, bir peygamberlik hazırlığıdır. Fakat Halime ve eşi doğal olarak olaya bir anlam veremez ve Amine’nin emanetine kötü bir şey olacağından endişe ederler. Sonra küçük Muhammed Mekke’ye annesinin yanına iade edilir. Anne Amine ile başbaşa geçireceği topu topu iki yıllık süre başlar. Boodley, Sa’d b.Bekir yurdunda geçen bu dört seneyi şöyle yorumlar:
“O, ilk konuşmasına ve ilk adım atmasına çölün efendileri arasında başladı. O çölün efendileri ki, bir gün gelecek ve ellerinde yetiştirdikleri bu çocukla önce savaşacaklar, ama sonunda ona boyun eğip, teslim olacaklar ve o güne kadar adını sanını duymadıkları ve bilmedikleri topraklara O’nun ismini ve davetini taşıyacaklardı…”
Sa’d kabilesinin bir diğer özelliği de Arap dilini en iyi telaffuz eden kabile oluşudur. Nitekim O da yıllar sonra bu özelliğini vurgulayacak ve
“ Ben, Arapçayı Sa’d yurdunda öğrendim.” diyecektir.
Yanlarında geçirdiği bu dört senenin neden olacağı vefa ve minnettarlık duygularını da, tıpkı kendisini birkaç ay emziren ilk sütanne Süveybe’ye karşı olduğu gibi, ömür boyu unutmaz. Örneğin 25 yaşında ilk eşi Hz. Hatice ile evlendiği sıralarda yine bir kuraklığın pençesinde kıvranmakta olan Halime’ye yardım olarak 40 küçükbaş hayvan, yiyecek ve üzeri her çeşitten malla dolu bir deve verir, her karşılaştıklarında kendisini “anneciğim” diyerek selamlar. Mekke’nin fethinden sonra kız kardeşinden Halime’nin vefat haberini gözleri yaşararak dinler ve o gün ona da 200 dirhem para, elbise ve koşum takımıyla beraber bir binek devesi hediye eder. Mekke’ nin fethinden iki ay sonra yapılan Huneyn savaşında Müslümanların aldığı esirler arasında sütkardeşi Şeyma ve Sa’d kabilesinin de olduğunu öğrenince kendi şahsına düşen esirleri ve ganimetleri bağışlayarak diğer arkadaşlarına örnek olur, aynı şeyi yapmaları için onları da teşvik eder. Ve o gün esirlerin hepsi azad edilir… Tam 6000 kişi… Bütün malları da kendilerine iade edilir… Tam 500 milyon dirhem…
Hz. Muhammed, bütün erdemlerde olduğu gibi vefada da ulaşılmaz bir zirvedir.
Amine de Gider…
Dört yaşından altı yaşına kadar annesinin yanındadır. Ana-oğulun bir arada olabildikleri bütün süre de bu iki seneden ibaret kalır.
Küçük Muhammed altı yaşındadır. 577 senesinin yazında annesi ve dadısı ile beraber Medine’ye gider. Babasının mezarını ziyaret ederler. Medine misafirlikleri bir ay sürer. Medine günlerinde en yakın oyun arkadaşı Enise isminde küçük bir kız olur. Şehrin içindeki havuzlarda yüzme öğrenir. Misafir kaldıkları akraba evinin renk renk güvercinleri vardır. Onlarla da oynar. Ve sonra zaman dolar, geri dönüş yolculuğu başlar. Acı bir dönüş olacaktır bu. 6 sene önce Medine onu babasından etmişti, şimdi dönüşü de anadan edecektir.
Medine’ye 23 mil uzaklıkta bulunan Ebva isimli köyün yakınlarında anne Amine aniden hastalanır. Yüksek ateşle yarı baygın, yatağa düşer. Küçük Muhammed ıslak bir bezle sürekli anacığının terini silip, onu rahatlatmaya çalışır. Ve kim bilir? Elinden daha fazlası gelmediği için de belki kahrolur. Ana oğlun son günleri bir köy evinde birbirlerine sarılıp ağlaşmakla geçer. Gelenin ölüm olduğunu her ikisi de hissetmiştir. Son gününde bitkin, gözü yaşlı Amine, ciğer parçasını karşısına alır, yüreğinin sesini dile getiren bir şiir okuyarak onunla vedalaşır:
“ Her canlı ölür
Her yeni eskir
Her yaşlanan, kocayan, zeval bulur, yok olur…
Ben de öleceğim.
Fakat sonsuza dek anılacağım. Çünkü temiz bir oğul doğurdum ve arkamda hayırlı bir evlat bıraktım.”
Amine’nin başı sağa düşer, gözleri ötelere takılı kalır.
Fakat bu anının etkisi Hz. Muhammed’de ömür boyu devam eder. Söz, “Hz. Amine” nin yazarı Aişe Abdurrahman’ın:
“Evet, Hz. Muhammed, kendisine şefkat gösteren kadınların hepsinde de annesini hatırladı, daha doğrusu bunlarda annesini hatırlatan bir şeyler buldu…
Yine kızları büyüyüp anne olduklarında, onlarda da hep annesine benzeyen bir taraf ve özellik buldu. Hatta yavrusuna şefkat ve merhamet gösteren her annede, kendi annesinin çehresini gördü. Zira O’nu, annelik şefkatinin gösterildiği yerde hissetmiş olduğu o kabına sığmayan duygu selinin etkilediği kadar başka hiçbir şeyin etkilediği görülmemiştir. Ve ALLAH’ın kullarına olan şefkat ve merhametini ashabına anlatmak için, bir annenin yavrusuna olan şefkat ve merhametinden daha güçlü bir örnek bulamamıştır.”
Fakat O da bir insandır ve altı yaşında ana hasretini bütün yaşamı boyunca içinde hisseder. Yıllar sonra elli yaşını geçmiş bir peygamber iken bile;
“Ben yatsı namazını kılarken, Fatiha’yı okuduktan sonra, anne-babama ya da onlardan sadece birine bile kavuşsaydım da bana ‘Ya Muhammed’ diye seslenselerdi, kesinlikle ‘Lebbeyk! Buyur anneciğim’ diye cevap verirdim”
Kısacası henüz altı yaşında yaşadığı bu acı olay, Hz. Muhammed’in vicdanındaki şefkat madenini patlatan bir bomba olur. Evet, henüz altı yaşındadır ve peygamberliğe bir adım daha yaklaşmıştır.
Daha sonra dadı Ümmü Eymen’ in kucağında ve bir devenin sırtında Mekke’ye dönülür. Şimdi de annenin yerini tutma sırası Ümmü Eymen’e gelmiştir. Dede Abdülmuttalib babalık yaparken, dadı Ümmü Eymen de iyi bir ana olmaya çalışır. Ve böylelikle o da Hz. Muhammed’in vefa hazinesinden payına düşeni alır. Hz. Muhammed onu da bir ömür boyu “ anneciğim” diye anar. “Öz annemden sonra bana ana oldu.” der. Yaşlılığında, Ümmü Eymen’in yüzüne bakar ve “ailemden geriye tek kalan” diyerek gönlünü alır.Ve kendisi peygamber olduktan sonra da hiç kimse O’na Ümmü Eymen kadar rahat ve teklifsiz davranamaz. Ümmü Eymen, bir defasında herkesin ortasında “ Ey ALLAH’ın Elçisi! Bana su ver!” der ve insanların şaşkın bakışlarına karşı da “Benim O’na hizmetim bundan daha çoktur!” diye ilave eder. Hz. Muhammed de bu manzarayı tebessümle “Evet! Doğru söylüyor.” diye tamamlar.
Abdülmuttalib’li Yıllar
Sene 577’dir ve küçük Muhammed dadısı Ümmü Eymen tarafından dede Abdülmuttalib’e getirilip, teslim edilir. Abdülmuttalib, Mekke şehir devletinin 10 bakanından biri, yaşlı ve bilge kişisi olarak geniş bir itibara sahiptir. Fakir ama saygındır. Küçük Muhammed’in öksüz ve yetim hali Abdülmuttalib’in ona olan ilgisine, sevgisine özel bir katkı sağlar. Alabildiğine iltifat görür, el üstünde tutulur, adeta Abdülmuttalib’in sevgilisi olur. Abdülmuttalib, odasında yalnız olarak uyurken hiç kimsenin yanına girip onu rahatsız edebilmesi mümkün değildir, küçük Muhammed hariç… Kâbe’nin yanına serili minderine hiç kimsenin oturabilmesi mümkün değildir, küçük Muhammed hariç… Muhammed sofrada yoksa Abdülmuttalib yemeğe başlamaz, gelince de dizine oturtur ve kendi eliyle yedirir hem de yemeğin en güzel yerlerini… Torunu Muhammed onun Mekkelilere karşı en büyük iftihar kaynağıdır:
“Bu çocukta Kureyşlilerin güzelliği, Medinelilerin terbiye ve cömertliği, Sa’d kabilesinin de mükemmel lisanı var.” Der.
Bir gün Abdülmuttalib kaybolan devesini aramaları için oğullarını gönderir. Onlar da gecikince küçük Muhammed de arkalarından gider ve O da gelmez. Aradan uzun bir süre geçer, Muhammed’in endişesi deveyi ve diğer oğulları unutturur. Abdülmuttalib, Kâbe’de ALLAH’a yalvarmaya başlar.
“Ey Rabbim! Muhammed’i bana geri çevir.”
Bir süre sonra da istediğine kavuşur. Bütün gücüyle torununu kucaklarken bir yandan:
“Bu güne kadar hiç bu kadar korkmadım. Bu güne kadar hiç bu kadar üzülmedim. Artık seni hiçbir yere göndermem, artık seni yanımdan hiçbir zaman ayırmam.” demektedir. Ve genç amca Zübeyr de yetim Muhammed’ e ilgi, sevgi gösterenlerin içinde dede Abdülmuttalib’ten sonra ikinci sırayı alır. Fakat bu mutlu zaman da ancak iki sene sürer. Sonra küçük Muhammed yeni bir ölümle sarsılır. Dede Abdülmuttalib’in ölümüdür bu…
Abdülmuttalib 102 yaşında ve hastadır. Ölüm hastalığında en yakın bakıcısı Muhammed olur. Yemeklerini O getirir, yerken yemek tabağını O tutar. Ve dede Abdülmuttalib’in son günlerinde en büyük endişesi yine torunu Muhammed’le ilgilidir. Kendisinden sonra O’nu kim himaye edecektir. Bütün oğullarını hasta yatağının çevresi toplar. Önce Ebu Leheb talip olur, fakat Abdülmuttalib bundan pek hoşlanmaz.
“Senin servetin çok ama kalbin katı!” der, geri çevirir. Gönlü Ebu Talip’ ten yanadır fakat o da fakirdir. En sonunda çareyi, kararı Muhammed’e bırakmakta bulur. Ve Muhammed yerinden fırlayıp amcası Ebu Talib’in boynuna sarılır. Bundan sonra da yıllarca “Ebu Talib’in yetimi” olarak anılacaktır.
Ve beklenen an gelir, Abdülmuttalib de vefat eder. Dadı Ümmü Eymen, yıllar sonra o anları anlatırken küçük Muhammed’in, Abdülmuttalib’in yattığı yatağın arkasında sessiz sessiz ağladığını söyleyecektir.
Mekke çarşısı da uzun süre kapalı kalarak Abdülmuttalib’in yasına katılır.
Ebu Talib’in Yetimi
Çocuk Muhammed artık sekiz yaşındadır. Ebu Talib’in evine geçer. Fakir Ebu Talib yaşamını sürdürebilmek için çocuklarını bile çalıştırmak zorundadır. Onlar da çobanlık yaparak aileye katkıda bulunurlar. Muhammed de çalışmaya başlar, o da çoban olur. Zaten bütün peygamberler yaşamlarının bir döneminde bu işi yapmıştır. Bu, ilerdeki misyonu için ihtiyaç duyacağı sabır eğitiminin önemli bir parçası olur. Zaten bir peygamberin bütün hayatı onu var oluş misyonuna hazırlamaya dönük olarak düzenlenir. İlahi kader yaşadıkları en küçük ve basit olayı bile özel bir amaca dayandırır.
Muhammed, ilk günler Ebu Talib’in evinde alabildiğine çekingendir. Aile sofraya oturduğunda kuzenleri ellerini rahat rahat yemeğe uzatırken o yetimliğinin, öksüzlüğünün ve şimdi baba yerini tutan dedeyi de kaybetmiş olmanın bütün burukluğu ve garipliğiyle bir kenarda boynu bükük kalır. Sofradan bir kat daha garip ve aç olarak kalkar. Ve daha sekiz yaşında bir çocuktur. Fakat çok sürmez, amca Ebu Talib O’ndaki bu burukluğun derinliğini hisseder ve bütün şefkatiyle, bütün sevgisiyle Abdullah’ın, Amine’nin ve Abdülmuttalib’in boşluğunu doldurmaya soyunur. Kendi çocuklarından daha fazla sever, sahip çıkar. Bu hassasiyetinde eşi Esed kızı Fatıma da onu yalnız bırakmaz. O da, bütün gayretiyle gerçek bir anne olmaya çalışır. Ve bu ilgisi Hz. Muhammed’in vefa hazinesinden Fatıma yengeye de yüklü bir pay kazandırır. Seneler sonra anne yerini tutan yengesi Fatıma’nın vefatında o günleri yeniden hatırlayacak ve onu mezarına kendi hırkasıyla kefenlemiş halde, kendi elleriyle yerleştirirken, gözleri yaşlı:
“Sen benim annemden sonra annem oldun. Karnımı doyurdun, giydirdin, bana baktın, güzel bir yiyecek bulduğunda kendin yemedin, bana yedirdin.” sözleriyle uğurlayacaktır.
Fakat bütün bunlara rağmen hepsi hepsi sekiz yaşında bir çocuktur. Ve gerçek anneden de gerçek babadan da çok uzaktır. Acaba kaç Mekke gecesinde insanlar uykudayken O, örtüyü başına çekmiş ve “ Anne!” diye ağlamıştır? Acaba kaç Bayram sabahında anne - babalarının elinden tutmuş Mekkeli çocukları gördükçe halinin burukluğuyla Bayram’ı zehir olmuş ve sonra da bir köşeye sinip, garipliğini hıçkırıklar halinde yine kendi göğsüne gömmüştür?
İşte, çocukluğunun kalan kısmı da öyle geçer.
Delikanlı Muhammed
Ebu Talib’in yanında geçen yıllar içinde gelişip, serpilir, güçlü, alımlı, erkek güzeli denilen cinsten bir delikanlı olur. Geçen zamanla birlikte “ farklılığı” daha belirgin bir hal alır. Amcalarından kılıç kullanma ve yakın dövüş dersleri alırken okçuluğa özel bir yeteneği olduğu anlaşılır. Gözlerinin çok keskin olduğu görülür. 17 yaşındayken amcası Zübeyr ile Yemen’e giden bir ticaret kervanına katılır. Yolculuk sırasında, bir vadide hiç kimseye geçit vermeyen azgın bir deve ile karşılaşırlar. Genç Muhammed hiç telaş göstermeden devenin boynuna bir yular geçirir ve kenara çeker. Aynı kervan, dönüşünde de, sel suyuyla kaplanmış ve geçit vermeyen bir vadiyle yollarının kesildiğini görür. Herkesin korkup, durakladığı bu engel karşısında O, yine pervasız, öne geçer ve sadece:
“Beni takip edin!” der. Kervan sağ salim yoluna devam eder. Ve genç Muhammed, bu yaşlarda amcalarının eşliğinde, ticaret kervanlarıyla, genel olarak bilinenlerden, daha fazla yer gezer. Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi.
Sadece fiziksel değil kişilik özellikleriyle de dikkat çeker. Hiç kimse, hiçbir konuda ağzından bir şikâyet sözcüğünün çıktığına şahit olmaz. Ne açlık, ne susuzluk… Yiyecek bir şey bulamazsa Kâbe’deki kutsal “ Zemzem” suyuyla açlığını giderir. Daha sonra biri kendisine yiyecek bir şeyler vermek isterse teşekkür eder:
“Ben tokum, istemiyorum.” der.
Daha küçük bir çocukken bile hiç kimsenin karşısında soyunup, bedenini çıplak olarak hiç kimseye göstermez. Baba yerini tutan amca Ebu Talib’e bile.
Fakat asıl ilginç olan “farklılıkları” manevi nitelikli olanlardır. Bunların ilk farkına varanlardan biri amca Ebu Talib olur ve bu şaşırtıcı deneyimlerini bir diğer amca Abbas’la paylaşır:
“Muhammed’in yatağından mis gibi bir koku geliyor. Hâlbuki evde hiç kimse böyle bir koku kullanmıyor. Bir gece O uyurken vücuduna bakmak istedim fakat yemin olsun ki yerinde yoktu. Göremedim. Çevreyi yokladım, adını seslendim o zaman uyandı ve: ‘Amca ben buradayım.’, dedi. “Hayret içinde kaldım.”
Putlara karşı ise alabildiğine tepkilidir. Bir bayram günü halaları ve amcaları O’nu da Buvane’deki putu ziyaret etmek için yanlarında götürmek isterler. Genç Muhammed ise gönülsüzdür. Fakat onlar da ısrarcı. İstemeye, istemeye putun yanına yaklaştıklarında geri dönüp, hızla oradan uzaklaşır. Bu duruma kimse bir anlam veremez. Daha sonra kendisi:
“Aklımı yitirmekten korkuyorum.” der. “ Putun yanına yaklaştığımda uzun boylu, beyaz elbiseli ve korku verici bir adam karşımda belirdi ve buz gibi bir sesle: Sakın ona dokunma, dedi.”
Hz. Muhammed, peygamberlik öncesi de dahil bütün hayatı boyunca hiçbir puta tapmaz.
Anlam olarak buna benzer diğer bir olay da yine çocukluk yıllarında yaşanır. Daha sonraları kendi bu olayı şöyle anlatır:
“Kureyş çocukları ile birlikte bir oyun oynamak üzere taş taşıyorduk. Her birimiz, elbisesini sıyırıp boynuna dolamış, taşı, onun üzerinde taşıyordu. Görmediğim biri ansızın arkama vurup: İndir elbiseni, dedi. Ben de hemen toparlandım.”
Ficar Savaşı ve Erdemliler Topluluğu
586 yılında Hz. Muhammed ilk savaşına katılır. Henüz 15 yaşındadır ve doğrudan savaşmaz, sadece düşman tarafından gelen okları toplayıp, amcalarına verir. Daha sonraları ise o savaşta bu kadarlık bile yer almaktan hoşnut olmadığını söyleyecektir. Çünkü bu savaş hiçbir haklı ve yüce gaye içermeyen, Araplar arasında benzerlerinin sık sık yaşandığı, basit, ekonomik amaçlı boğazlaşmalardan biridir. Ve savaş zorunlu, haklı olmadıkça Hz. Muhammed’in nefret ettiği bir olgudur. Medine hicreti sonrasına kadar da ( yaklaşık 40 sene) başka hiçbir savaşta yer almaz.
Ficar savaşının üzerinden dört sene geçer. Mekke’de savaşla birlikte bozulan düzen ve asayiş bir daha kurulamaz. Arap yarımadasının her bakımdan başkenti durumunda olmasına rağmen şehir, bir anarşi merkezine döner. Güçlü olan her istediğini yapmakta, hiç kimsenin canı, malı ve ırzı güvence altında bulunmamaktadır. Bardağı taşıran son damla Zübeyd kabilesinden bir bedevinin malına Mekke aristokrasisinin önde gelenlerinden Vail oğlu As tarafından el konması olur. Zavallı bedevi çaresizlik içinde önüne gelen her kapıyı çalar, Mekke’nin güçlü ailelerinden kendisine yardım etmelerini ister. Fakat hiç kimse Vail oğlu As’la düşman olmaya yanaşmaz. Bütün umutlarını yitiren bedevi gün ışırken Mekke’ye hakim Ebu Kubeys dağının eteklerine tırmanır ve bir şiirle uğradığı haksızlığı, vicdanı henüz ölmemiş Mekkelilere şikayet eder. Ve bu, bazı Mekkelilere “yeter artık” dedirtir. Başını Hz. Muhammed’in amcası Zübeyr’in çektiği ve aralarında Hz. Muhammed’in de bulunduğu bir grup Kureyşli, Cüd’an oğlu Abdullah’ın evinde bir araya gelip, and içer. Artık Mekke’de hiç kimseye zulmedilmeyecek, hiç kimse, hiç kimsenin canına, malına ve namusuna haksız biçimde el uzatamayacaktır. Zalimler, karşılarında and içen o topluluğu bulacaklardır. Onlara Erdemliler Topluluğu “Hılf’ul-Fudul” denir. Yeminleri ise göz alıcıdır:
“ALLAH’a yemin ederiz ki zulme uğrayanın yanında ve zalim, ona, el koyduğu malını geri verinceye kadar hepimiz bir tek el gibi olacağız. Bu birlik, denizlerde bir kılı ıslatacak su bulunduğu, Hira ve Sebir dağları yeryüzünde dikili durduğu sürece devam edecektir.”
İlk uygulama da Vail oğlu As’a karşı yapılır. Zalim, hiçbir tepki göstermeden, bedeviye malını iade eder. Hz. Muhammed, andlaşmanın ve uygulamanın her aşamasında en önde yer alır.
Bu olayın hemen sonrasında, Erdemliler Topluluğu için ikinci bir fırsat daha doğar. Bu kez de baba-kız Mekke’ye gelmiş olan bir aile haksızlığa uğratılmıştır. Has’am kabilesinden olan kız, yaşlı ve güçsüz babanın feryatlarına bakılmadan güpegündüz ve sokak ortasında kaçırılır. Katul isminde genç ve çok güzel bir kızdır, bu. Kaçıran ise Mekkeli zorbalardan Haccac oğlu Nübeyh. Zavallı baba etrafındakilere kimden yardım isteyebileceğini sorar. İnsanlar, “Erdemliler Topluluğu” diye cevap verir. Kısa süre önce yaşanan Vail oğlu As olayı, topluluğu bütün Mekke’de ünlü kılmaya yetmiştir. Yaşlı baba Kâbe’nin avlusunda var gücüyle bağırır:
“Ya Hılf’ul-Fudul! Yetişin!”
Göz açıp kapayana kadar etrafı, belleri kılıçlı bir grup genç erkek tarafından çevrilir:
“İşte yardım yetişti! Ne oldu sana?” derler.
Hasamlı ihtiyar başına gelenleri bir solukta anlatır. Ve Erdemliler Topluluğu da bir solukta ırz düşmanının evini kuşatır:
“Çabuk kızı getir!” derler. Haccac oğlu Nübeyh yalvarıp, onları yumuşatmaya çalışır:
“Ne olur” der, “bari bir gece bende kalsa!” Hz. Muhammed’in de aralarında bulunduğu Erdemliler’in tavrı kesindir:
“Değil bir gece, bir süt sağımı kadar bile olmaz. Ya hemen kızı teslim edersin ya da girer biz alırız!”
Nübeyh kızı teslim eder.
Mekke’ye huzur ve güven geri gelir. Ve Hz. Muhammed bu andlaşmayı yaşamının son yıllarında şu sözlerle yâd eder:
“Gençliğimde Cüd’an oğlu Abdullah’ın evinde öyle bir andlaşmaya katılmıştım ki o, benim için dünyadaki her şeyden daha değerlidir. ALLAH’ a yemin olsun ki bu gün de o andlaşma gereği bir göreve çağrılsam, hiç tereddüt etmez, giderim.”
Hz. Muhammed, henüz peygamber olmadan önce de kişiliği gereği, erdemli olan her şeyin yanındadır.
Güvenilir Bir Tüccar
O, 591’den itibaren, yirmili yaşlarında ve ticaret yaparak hayatını kazanan, genç bir erkektir. Zaten Arap yarımadasında ticaret denince akla Kureyş yani Mekke sakinleri gelir.“Bir insan Kureyşli olup da tacir değilse onda iş yoktur.” sözü, Araplar arasında yaygın kullanılan bir deyimdir. Ve Hz. Muhammed de kabile geleneğine uyar, ticarete atılır. Fakat kendine ait sermayesi çok azdır. Genellikle bir ortakla çalışır ya da başka büyük tüccarların sermayelerini işletip onlardan pay alır. Bu yaşlarda yaptığı ticari faaliyet Hz. Muhammed’e iki önemli nitelik kazandırır. Birincisi, genç yaşta, ticaret gibi zekâ ve beceri gerektiren bir uğraş aracılığıyla yaşamın bütün gerçeklerini, bütün çıplaklıklarıyla tanıması olur. Ve bu doğrultuda, dürüst, hilekâr, kurnaz vs. binlerce insan karakteriyle tanışır. İkincisi ise, insanlar tarafından tanınmasıdır. Hz. Muhammed yirmili yaşlardan itibaren “Güvenilir” ( el-Emin) ünvanıyla anılmaya başlanır. O kadar ki, Mekke’de “el-Emin”, dendiğinde hemen O hatırlanır. Bu dönemde ortaklık yaptığı insanlardan biri olan Sa’ib oğlu Kays daha sonraları O’nu şöyle anlatacaktır:
“Eğer kendisine seyahate giderken bir mal vermişsem, dönüp geldiğinde, beni tam olarak memnun edecek bir biçimde hesap görmeden kendi evine gitmezdi. Fakat tam aksine, benim çıktığım bir ticaret yolculuğunda, O bana bir mal vermişse, geri döndüğümde diğer sermaye sahiplerinin hepsi kendi mallarının satışıyla ilgili şeyler sorarken, Muhammed bana sadece sağlığımı, durumumu ve iyi olup olmadığımı sorardı.”
Hz. Muhammed’in ortağı Mekke’nin fethinde Müslüman olur. Hz. Osman’la, Hz. Züheyr’in onu övmeye başlamaları karşısında, Hz. Muhammed:
“Siz onu bana anlatmayın.” diyecektir. “ Ben, O’nu çok iyi bilirim. O benim arkadaşımdı, ortağımdı.”
Bunun üzerine, eski ortağı da kendisine yönelerek:
“Evet! Ey ALLAH’ın Elçisi,” diyecektir, “doğru buyurdun. Anam, babam sana feda olsun. Sen ne güzel arkadaştın! Sen ne güzel ortaktın! Ve Hz. Muhammed de aynı şekilde cevap verecektir:
“Merhaba kardeşime ve ortağıma ki, sen ne fitne, fesat yollarına sapar ve ne de kimseyle boş yere çekişirdin! Cahiliye döneminde yapmayı huy edindiğin şeyleri yapmaya Müslüman olduktan sonra da devam et. Konuğu ağırla, yetimi gözet, komşuna iyilik yap.”
Başka bir olayda ise, Ebu’l-Hamsa oğlu Abdullah isminde biriyle Mekke’nin belli bir noktasında buluşmak üzere randevulaşır. Abdullah, randevusunu unutur ve daha sonra buluşma yerinde Hz. Muhammed’in üç günden beridir beklemekte olduğunu öğrenir. Son derece mahçup bir biçimde yanına gittiğinde ise O’ndan duyduğu bütün serzeniş, sadece:
“Ey delikanlı beni sıkıntıya soktun! Ben, burada üç günden beri seni bekliyorum.” sözleri olur.
Henüz peygamber olmasına onlarca sene vardır. Fakat şimdiden dürüstlüğü, ciddiyeti, samimiyeti, hoşgörüsü, her çeşit kapris ve kompleksten arınmış dengeli kişiliğiyle bütün Mekke toplumunun dikkatini çeken “Emin” insan olur. Ve daha bu yıllardan itibaren evi, bütün Kureyş’in emanet sandığı haline gelir.
Sene 596 olur ve Hz. Muhammed 25 yaşına ulaşır. Artık ufukta evlilik vardır. 25 yıl sürecek, mutlu bir evlilik…
Eş: Hz. Hadice
Hz. Muhammed’in sermayesini işlettiği büyük tüccarların başında Hz. Hadice gelir. Hadice o kadar zengindir ki Mekke’den Yemen ve Şam’a kalkan ticaret kervanlarının yarısı tek başına ona ait malları taşımaktadır. Ve Hz. Hadice, “yetimlerin anası” olarak anılacak ölçüde iyilik yapmaya da açık bir insandır.
Hz. Muhammed’den, “Güvenilir” unvanıyla anılmaya başlanması Hz. Hadice’nin de dikkatini çeker ve o sıralarda kaldırmaya hazırlandığı bir kervanın yönetimini O’na teklif eder. Hz. Muhammed kabul eder. Yanında Hz. Hadice’nin gözü-kulağı olmak üzere köle Meysere de vardır. Hz. Muhammed’e ücret olarak genç bir erkek deve verilir. Sefer, son derece karlı geçer. Bundan sonra da arka arkaya Şam’a ve Yemen’e başka seferler düzenlenir. Bunlar üçyüz kişi ve binbeşyüz deveden oluşan dev kervanlardır. Mekke’de pek çok insan bu kervanların yöneticisi olabilmek için can atsa bile Hz. Muhammed’in halası Safiyye, yeğeninin başka insanların hizmetinde, ücret karşılığı çalışıyor oluşunu içine sindiremez ve tepkisini o kervanlardan birinin Mekke’den uğurlanışı sırasında gösterir. Ağlayarak, babasının ve Hz. Muhammed’in babası olan kardeşinin ruhlarına seslenir:
“Ey Abdülmuttalib, ey Abdullah” der, “mezarlarınızdan kalkıp, bakın da şu mübareğin halini görün!”
Hz. Muhammed de duygulanır. O da gözyaşını tutamaz. Kendisini uğurlamaya gelen akrabalarına sadece:
“Beni sakın unutmayın.” diyebilir. Bu da peygamberlik eğitiminin bir parçasıdır. Kibir gibi bir duygunun gelişmesi engellenmekte ve tevazu duygusunu içselleştirmesi sağlanmaktadır.
Son olarak, Hz. Hadice’nin Şam’a göndermek üzere çok büyük bir kervan hazırlamakta olduğu duyulur. Birçok Mekkeli bu kervanın yöneticiliğine talip olur. Fakat doğal çekingenliği ve mahcubiyeti Hz. Muhammed’in de kendiliğinden gidip iş istemesini engeller. Devreye amcası Ebu Talib girer. Hz. Muhammed’den O’nun adına Hz. Hadice ile konuşmak için onay alır ve Hadice’nin kapısını çalar. Hz. Hadice hiç itiraz etmez. Kervanı Şam’a Hz. Muhammed götürecektir. Fakat ücret belirsizdir ve Ebu Talib ikinci bir kez bunun için de devreye girer. Hz. Hadice ile bir daha görüşür. Normal ücretin iki katını ister. Hz. Hadice oralı bile olmaz:
“Sen bu ücreti düşmanım için bile istemiş olsaydın hiç itirazsız kabul ederdim. Oysa bize dost ve akraba biri için istiyorsun.” der. Hz. Hadice anlaşılmaz bir biçimde neşe ve sevinç doludur.
Bu kervanda birçok dikkat çekici olay yaşanır. Mal yüklü develerden ikisi yorulup geride kalmaya başlamıştır. Hz. Muhammed develeri bizzat tedavi eder. Ayaklarının altını ve kemiklerini elleriyle uzun uzun ovalar. Develer, kısa sürede iyileşir, dinçleşir. Mallar, Şam’a yakın önemli bir pazar olan Busra çarşısında, o güne kadar görülmemiş bir kârla satılır. O kadar ki kervanda Hz. Hadice’nin gözetmeni olarak bulunan Meysere bile:
“Ey Muhammed” der, “Hadice için 40 yıl ticaret yapsaydık yine de sayende elde ettiğimiz şu kazançtan daha fazlasını gerçekleştiremezdik!”
Meysere’nin kalbinde Hz. Muhammed’e karşı derin bir hayranlık ve sevgi oluşur. Ve Mekke’ye döndüklerinde bütün duygularını Hz. Hadice ile paylaşır. Fakat Hadice, Hz. Muhammed’e hayran olmaya dünden hazırdır zaten.
Hadice, 40 yaşındadır. Yani Hz. Muhammed’den 15 yaş daha büyük. İki evlilik geçirmiştir ve üç tane de çocuğu vardır. Medine’de ünvanı “Tahire” yani “temiz ve namuslu kadın”dır. Ve şimdi de Hz. Muhammed’e âşık olmuştur. En yakın arkadaşı Nefise bu hayırlı işin aracısı olur. Hz. Hadice önce ona açılır. Nefise:
“Merak etme sen ve bu işi bana bırak.” der. Sonra da soluğu Hz. Muhammed’in yanında alır. Bu işler için tam da biçilmiş kaftan olan Nefise, erkeklerin karşısında çekinmeden rahat konuşabilen bir kişiliğe sahiptir. Ve deyim yerindeyse Hz. Muhammed’e cepheden yüklenir:
“Ey Muhammed!” der, “Niçin evlenmiyorsun?” Hz. Muhammed, şaşırır, utanarak:
“Evlenecek kadar param yok!” diye cevap verir.
“Eğer seninle evlenmek isteyen zengin, güzel ve saygın bir aday bulursan?”
“Bu kim olabilir ki?”
“Hadice!”
“O’nun beni kabul etmesi olanaksız! Mekke’nin bütün zenginleri kendisini istiyor fakat o hiç birinin yüzüne bile bakmıyor.”
“Sen orasını bana bırak.” der Nefise ve hızla Hadice’nin yanına döner. Hadice sevincinden havaya uçacak gibi olur. İkinci görüşme Hz. Hadice ile Hz. Muhammed arasındadır. Hz. Muhammed’in mahcubiyetinden yüzü yerde, Hz. Hadice ise sevinç ve heyecan içindedir.
“Amcamın oğlu” der, “ bu insanların arasında en güvenilir, en erdemli, en dürüst ve en iyi huylu olduğun için seninle evlenmeyi arzu ettim. Amcam, Esed oğlu Amr’dan beni iste!” Hadice’nin babası Huveylid yıllar önce vefat etmiştir. Evet, o gün Hz. Muhammed’de Hadice’nin saydığı bütün nitelikler vardır ama ayrıca, Hadice’nin görüp de söyleyemediği başka şeyler de vardır.
25 yaşında olan Hz. Muhammed, alabildiğine yakışıklı bir erkektir. Kırmızı yanaklara, iri, siyah ve son derece de keskin gözlere sahiptir. Hem de Ülker takımyıldızının onbirini de seçip, sayacak kadar… Göz yuvarlakları geniş, kirpikleri ise uzundur. Teni beyaz fakat güneşten bronzlaşmıştır. Görenlerin inciye benzettiği parlak dişleri vardır. Alnı geniş, başı iri ve vücudunun diğer organları ile orantılıdır. Kaşları ise burnunun üst hizasında birbirine kavuşacak kadar yakın ve hilal şeklindedir. Burnu uzun ve kemerlidir. Yüzü nur gibi parlar. Saçları, sakalıyla beraber sık ve siyahtır. Ayrıca saçları, kıvırcık, düz arası, hafif dalgalıdır. Zaman zaman onları omuzlarına düşecek kadar uzatır. Karnı göğsüyle aynı hizadadır. Boyu ortadan biraz uzun, vücudu kaslı ve sıkıdır. Göğsü geniş, bacakları ince ve uzundur. Gövdesinde göğsünden göbeğine doğru inen ince bir çizgiden başka hiç kıl yoktur… El ayaları dolgun, ayakları ise muntazamdır. Sesi tatlı ve berraktır. Tane tane konuşur, öyle ki isteyen biri ağzından çıkan kelimeleri tek tek sayabilir. Yürüyüşü yokuş aşağı iniyormuş gibi öne doğru ve hızlıdır. Ellili yaşlarındayken bile arkadaşlarından biri O’nun güzelliğini anlatırken“dolunaydan bile daha güzeldi” diyecektir.
Kesin tavırlıdır. Ne yaparsa yapsın bütün dikkatini işine verir ve vücudunun duruşuyla da bunu belli eder. Giysisi dikenlere takılsa bile asla omuzunun üzerinden geriye dönüp bakmaz, bütün vücuduyla döner. Biriyle konuşurken yan durmaz, muhatabını tam karşısına alarak konuşur. Tokalaştığında, elini karşısındakinden önce çekmez. Çocukluktan delikanlılığa geçerken amcalarından aldığı derslerle keskin bir okçu, iyi bir kılıç adamı ve güçlü bir güreşçidir.
Ve işte bu Muhammed için hemen kız istemeye gidilir. Amca Ebu Talib, yanına yeğeni Muhammed’i de alarak, her şeyi kendi kulaklarıyla duymak için Hadice’nin yanına gider. İnsanlar şaşırmakta haklıdır çünkü bu evlilik kolay kolay akla gelebilecek bir olay değildir. Hz. Hadice, Hz. Muhammed’in bütün anlattıklarını onaylar ve:
“Ey Ebu Talib amcama git de beni Muhammed’e iste!” der. Ebu Talib’in cevabı:
“Ey Hadice benimle şaka yapma!” olur. Hadice ise çok mutlu ve bir o kadar da ciddidir.
“Bu işi ALLAH yaptı.” diye cevaplar Ebu Talib’i. Ebu Talib hızla yerinden kalkar ve Hadice’yi istemek için amcası Esed oğlu Amr’a gider. Yanında Hz. Muhammed’in diğer amcalarından Abbas ve Hamza da vardır. İsteme seremonisinden sonra hızla nikâh töreni hazırlıklarına başlanır. Hz. Muhammed ise bütün bunlar olurken sessiz, mahçup, heyecanlı ve mutludur. Hz. Muhammed’in ve Hz. Hadice’nin akrabaları ve yakınları yaklaşık 200 kişi olarak toplanır. Karşılıklı olarak yapılması adet olan konuşmalar yapılır, yemekler yenir ve Hz. Muhammed ile Hadice dünya evine girer. Hz. Hadice’nin mihri 500 dirhem gümüş ve 20 genç deve olur. Fakat bu, Hadice’nin serveti ve ona daha önce yapılmış olan teklifler göz önünde bulundurulduğunda, gelin ve damadın onurlarını korumaya yönelik göstermelik bir miktardır. O kadar ki Hz. Hadice sevincinden, düğün töreninde bulunan Hz. Muhammed’in sütannesi Halime’ye bile 40 baş koyun hediye eder.
Fakat bu düğüne sevinmeyen biri de vardır. İslam’a davet dönemi başladıktan sonra, ölünceye kadar Hz. Muhammed’in baş düşmanı olacak olan Ebu Cehil… Çünkü o da Hz. Hadice ile evlenebilmek için çok uğraşmış, Hadice’ye servet denebilecek ölçülerde mihir teklif etmiş ve her defasında da kesin bir red cevabıyla karşılaşmıştır. Nikâh haberini duyunca hırsından ve kıskançlığından nefesi kesilecek gibi olur ve sadece:
“O Hadice” der,“evlenmek için bula bula Ebu Talib’in yetimini mi bulmuş!” Daha sonra göstereceği azılı düşmanlıkta muhtemelen Hadice’nin “seçiminin” önemli bir payı vardır.
Hz. Hadice’nin daha önceki evliliklerinden olan çeşitli yaşlarda üç çocuğu vardır. Hz. Muhammed onlara öz baba gibi olur ve onlar da Hz. Muhammed’e öz evlat gibi… Öyle ki bunlardan biri olan Hind, doğrudan Hz. Muhammed tarafından yetiştirilecek, İslam’a çağrı dönemi başladıktan sonra, ilk iman edenlerden olacak ve o uğurda, Hz. Muhammed’in yaşamı boyunca yapılan bütün savaşlara katılacaktır. Adı yine Hind olan bir kız çocuğu ise ilk doğuracağı çocuğa üvey babasının ismi olan Muhammed’ i verecek kadar O’nu sevecektir.
Evliliğin ilk günleri Ebu Talib’in evinde geçer ve sonra Hz. Hadice’nin evine taşınılır. Fakat Hz. Hadice’nin ailenin maddi bütçesine olan katkısı sadece bu evden ibaret kalır. Bu koşullar altında kolaylıkla akla gelebilecek olanın tersine, ailenin geçimi tamamen Hz. Muhammed tarafından karşılanır. Hz. Hadice’nin parası aile bütçesine karıştırılmaz. Hatta Hz. Muhammed bundan sonra da yıllarca, eskiden olduğu gibi, Hadice’nin sermayesini işletmeye devam eder. Ve muhtemelen, eşine ait olduğu için de bu defa her hangi bir ücret almadan…
Ve sonra bu evde 25 sene sürecek mutlu bir yaşam başlar. Altı çocukları da burada dünyaya gelecek ve Hz. Hadice, kocasının davası uğrunda bütün servetini, bir kefen bezi bile alamayacak kadar tüketmiş, fakat mutlu ve huzurlu bir biçimde yine bu evde vefat edecektir. Ve Hz. Muhammed yine bu ev sayesinde, çocukluk arkadaşı ve İslam davetinden sonra da en yakın yardımcısı Hz. Ebubekir’le komşu olur.
Ve Bir de Evlatlık: Harise Oğlu Zeyd
Hz. Muhammed - Hz. Hadice evliliğinin ilk yılları… Hz. Hadice’nin yeğeni Hizam oğlu Hakim bir köle satın alır ve halası Hadice’ye hediye eder. Kölenin adı Zeyd’dir. Harise oğlu Zeyd. Çöl kabilelerinden birinin reisinin oğludur. Annesiyle beraber bir akraba ziyaretine giderken esir edilmiş ve Hakim tarafından 400 dirheme satın alınmıştır. Daha sekiz yaşındadır, Zeyd. Hz. Muhammed kendisini görür görmez ona karşı bir yakınlık hissetmeye başlar. Karşılıklı olur bu yakınlık. Kısa bir süre sonra da küçük köle Zeyd hakkında eşi Hadice’ye nazlanır:
“Eğer bu köle benim olsaydı, onu mutlaka azad ederdim.” der. Mesaj alınmıştır. Hz. Hadice de gülerek:
“Haydi! Onu sana bağışladım, gitti!” diye cevap verir. Ve Zeyd o an özgürlüğüne kavuşur. Muhtemeldir ki, Hz. Muhammed, bu sekiz yaşında, kısa boylu, kara yağız, yassı burunlu çocuğun esir, ana-babadan uzak garipliğinde kendi çocukluğunu ve yetimliğini görür. O’na sadece acımakla kalmaz, halini, hissettiklerini tam olarak anlar, adeta kendiyle özdeşleştirir.
Ve böylece 7 sene geçer. Zeyd, Hz. Muhammed’in himayesinde büyüyüp, serpilir, delikanlılık çağına ulaşır. Sonunda da yıllardan beri oğlunun izini aramakta olan babası tarafından Mekke’de olduğu tespit edilir. Zeyd’in babası Harise yanına kendi kardeşini ve Zeyd için yüklü bir kurtulmalık akçesini alarak hızla Mekke’ye gelir. Kısa bir soruşturmadan sonra oğlunun Muhammed isimli bir tüccarın yanında olduğunu tespit eder. Soluğu kardeşiyle birlikte Hz. Muhammed’in evinde alır. Kendini tanıtır ve hemen teklifini yapar. O, Zeyd’i hala Hz. Muhammed’in kölesi sanmaktadır. Durumu anlayan Hz. Muhammed tebessüm eder:
“Kurtulmalık akçesine gerek yok.” der. “Eğer Zeyd, sizinle gitmek isterse, serbesttir. Eğer beni tercih ederse ALLAH’a yemin olsun ki ben, hiçbir şeyi, beni tercih edene tercih etmem!”
Baba ve amca duydukları karşısında şaşırırlar. Muhammed onlara Zeyd’i beş parasız iade edeceğini söylemektedir. Ve bu durumda, bir evladın ailesini tercih etmeyebileceği olasılığı akıllarına bile gelmez. Fakat akıllarına gelmeyen başlarına gelir. Az sonra yanlarına gelen Zeyd’e Hz. Muhammed sorar:
“Ey Zeyd! Bunları tanıyor musun?”
“Evet, biri babamdır, diğeri de amcam!”
“Onlar seni almak üzere gelmişler. Ve sen şu an serbestsin, dilersen onlarla gidersin, dilersen de benimle kalırsın!”
Zeyd, herkesi şaşırtır. Baba ve amcasına dönerek:
“Kusura bakmayın” der, “ama ben bu insanda öyle şeyler gördüm ki onu bırakamam. Artık benim annem de, babam da, bütün ailem de o!”
Baba ve amca önce öfkeyle dolar.
“Ey Zeyd” derler, “sana yazıklar olsun! Demek sen bir yabancıyı ailene tercih ediyorsun?”Zeyd, başı dik cevap verir:
“Ben Muhammed’den hiçbir zaman ayrılmam. Ben, hiç kimseyi ona tercih etmem”.
Fakat az sonra tanık olacakları bir olay, Harise ile kardeşinin sinirlerini yatıştırır. Bu konuşmalardan sonra Hz. Muhammed, Zeyd’in elinden tutup onu Mekke’nin şehir merkezi demek olan Kâbe’nin avlusuna götürür. Peşlerinde de baba Harise ve kardeşi olduğu halde… Ve Hz. Muhammed, orada birçok Mekkelinin meraklı bakışları altında bir duyuru yapar:
“Ey Mekkeliler! Siz şahit olun ki, Zeyd bundan sonra benim oğlumdur. Ben ona varisim ve o da bana varistir.”
Zeyd’in adı, yıllar sonra Kur’an tarafından yasaklanıncaya kadar, Muhammed oğlu Zeyd olur.
Gördükleri, baba ve amcayı sakinleştirip, rahatlatır. Çocuklarını çok özel bir insana emanet etmenin huzuru ve güveni içinde yurtlarına rahat dönerler.
Ve en önemlisi, böylesine ağır bir sınav geçirip, alnı ak çıkan, babası ve ailesi bile olsalar hiç kimseyi Hz. Muhammed’e tercih etmeyen Zeyd, ALLAH tarafından da özel bir tercihe konu olur. Zeyd, Kur’an da ismi açıkça geçen tek sahabidir.
Bir Baba
Hz. Muhammed - Hz. Hadice çiftinin 596–605 yılları arasında, Kasım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma ve Abdullah isimlerinde ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı tane çocukları olur. İlk önce bir erkek, Kasım doğar ve iki yaşında vefat eder. Arkadan ilk kız gelir, Zeynep. O doğduğunda Hz. Muhammed 30 yaşındadır. 33 yaşındayken de ikinci kız olur, Rukiyye. Sonra üçüncü kız, Ümmü Gülsüm. Ve dördüncü kız, Fatıma. Son olarak da ikinci erkek çocuk doğar, Abdullah. Bunlar Hz. Muhammed’in sahip olacağı toplam yedi çocuğun ilk altısıdır ve biri hariç (Fatıma) hepsi Hz. Muhammed’in sağlığında vefat edecek ve O’nun tarafından toprağa verilecektir.
Evlendiklerinde bile 40 yaşında olan Hz Hadice, bir süre sonra yaşlılığın etkisiyle analık yeteneğini kaybedince, Hz. Muhammed’e yeni çocuk sahibi olabilmesi için genç bir hanımla evlenmesini teklif eder. Cevap nettir:
“Ey Hadice! Bunu bir daha söyleme, üzülürüm!”
O’nun gözünü açtığı dünyanın koşullarını anlatırken değindiğimiz üzere, kız çocuk babası olmanın insanı kendi evladının katili yaptığı bir dünyada, Hz. Muhammed:
“Ben, kızlar babasıyım!” diye övünecek; arkadaşlarına, Cennet’e gidebilmeleri için erkek çocuklarını kızlara tercih etmemeleri gerektiğini söyleyecek hatta çevresindekileri önce şaşırtacak bir biçimde, “Erkek çocuklarını sevin!” sözüne bir arkadaşının “Niçin ey ALLAH’ın Elçisi?” demesi üzerine, tebessüm ederek “Çünkü kızlar zaten kendilerini sevdirirler.” diye cevap verecektir. Çağının insanlık dışı ve ilkel koşullarıyla hiçbir ilgisi olmayan bir insandır, Hz. Muhammed. Ve insanlık tarihinin en büyük devrimi de işte böyle böyle, O’nun tarafından gerçekleştirilmiş ve O’nun adını almıştır: Hz. MUHAMMED DEVRİMİ.
Fiziksel anlamda kendi çocuğu olmasa da ruhsal açıdan O’nun çocuğu gibi yetişen biri daha vardır: Hz. Ali.
Baba yerini tutan amcası Ebu Talib’in oğlu olarak dünyaya gelen Hz. Ali, doğduğunda Hz. Muhammed 30 yaşındadır. Kuzen Ali doğduğunda babası Ebu Talib Mekke dışındadır. Aile adına doğumla ilgilenme işini Hz. Muhammed takip eder. Ve doğum gerçekleşince Arap geleneklerine uyarak, Ali’nin ağzına verilen ilk şey O’nun tükürüğü olur. Bir hurmayı kendi ağzında ezip, ıslatarak emmesi için Ali’ye verir. Ve küçük Ali, dünya gıdası adına ilk olarak o hurma parçasını eme eme uyur. Ertesi gün sütanneye verilir fakat meme emmeyi reddeder. Anne ve sütanne zor durumda kaldıklarını görünce tekrar Hz. Muhammed’i çağırırlar. Ve Ali yine O’nun ağzında ezilip, ıslatılmış bir hurma parçasını emerek uyur. Bu durum, Ali bebe, süt emmeye alışana kadar daha birkaç gün böyle devam eder. Bebeğe, Ali ismini de O koyar.
Hz. Ali ile Hz. Muhammed arasındaki bu özel ilişki sadece Ali’nin ilk günleriyle sınırlı kalmayacak, beş yıl sonra, Mekke ekonomisini alt-üst edip, birçok aileyi açlık sınırının altında bir yaşam standardına mahkûm eden şiddetli bir kuraklık sırasında ikinci dönemine girecektir. Kalabalık ailesini geçindirmekte büyük zorluk yaşayan Ebu Talib’e yardımcı olmak için Hz. Muhammed Ali’nin bakımını üstlenir ve onu kendi evine alır. (ki Hz. Ali o andan itibaren Hz. Muhammed’ in kızı Hz. Fatıma ile evlenip aynı zamanda O’nun damadı da oluncaya kadar artık hep bir arada kalacaklardır.) Ve Ali henüz beş yaşında küçük bir çocuktur. Bu dönemi de Hz. Ali’den dinleyelim:
“ALLAH’ın Elçisi beni evine aldığında küçük bir çocuktum. Gece O’na sarılır, sıcaklığını hisseder ve kokusunu içime çekerek uyurdum. Küçükken, O lokmaları önce kendi ağzında çiğner ve beni kendi elleriyle beslerdi. Biraz büyüyüp de aklım ermeğe başladıktan sonra, O nu hiç aldatmadım. Hiç yalan söylemedim. O, benim için yol gösteren bir yıldız oldu. Her hareketini, her davranışını yakından izlerdim. İşte ben bu yüceliklerle dolu ALLAH’ın Elçisi’ni anasının ayak izlerini takip eden bir yavru deve gibi takip ettim.”
Ve önce kuzen, sonra damat, gerçekte ise bütün yaşamı boyunca adeta bir evlat gibi olan Hz. Ali, kişilik eğitimini ve İslami terbiyesini baştan sona kadar doğrudan Hz. Muhammed’den alır. Bu sayede de O’nun vefatından sonra davasının en önde gelen savunucularından ve başlattığı soy ile de günümüze kadar uzanan o özel çizginin iki temel direğinden biri olur.
Lider ve Hakem: Kâbe’nin Tamiri
Hz. Muhammed 35 yaşındadır ve peygamberliğine daha beş sene vardır. Kâbe’nin tamiri olayı O’nun sadece çok iyi ve merhametli biri olmakla kalmayıp, aynı zamanda üstün bir muhakeme yeteneği ve keskin bir zekâyla birlikte doğal bir liderlik yeteneğine de sahip bulunduğunu belgeler.
Çok uzun yıllardan, Hz. İbrahim’in Mekke’de yaşadığı dönemden kalan kutsal Kâbe, her ne kadar bölge insanının yaşadığı manevi dejenerasyonu kanıtlarcasına gerçek anlamından saptırılıp, bir panteon (put merkezi) haline dönüştürülmüş olsa da kökeni açısından kutsal bir yer olmaya devam etmektedir. Fakat son yıllarda arka arkaya yaşadığı yangın ve sel felaketleriyle tamamen yıkılacak hale gelir. Çatısı çökmüş, duvarları bir adam boyu kadar kalmış ve içindeki hazinelere de hırsızlar dadanmıştır. Bu durum Mekkeliler için hem kendi vicdanlarına ve hem de diğer Araplara karşı ciddi bir utanç vesilesi oluşturur. Ve şehir meclisi Kâbe’yi tamir etme kararı alır. Kader de bu karara yardım eder. O günlerde Mısır’dan Yemen’e bir kilise için inşaat malzemeleri taşımakta olan bir gemi Mekke’nin liman şehri Şu’ayba yakınlarında karaya oturarak, parçalanır. Mekkeliler kazazedelere yakınlık gösterir ve inşaat malzemelerini de satın alırlar. Hatta gemide bulunan bazı inşaat ustaları da ücretle tutulur. Kureyş’i oluşturan boylar aralarında görev paylaşımı yapar ve her biri Kâbe binasının bir tarafı için kolları sıvar.
Kâbe’nin yanında bulunan ve içinde değerli malların saklandığı kuyuya dev bir yılan musallat olmuştur ve onun korkusundan kimse işe başlayamamaktadır. Kureyş bu duruma bir çare bulmak için Makam-ı İbrahim’in yanında ALLAH’a dua eder. Dua kabul edilir. Gökte muazzam büyüklükte bir Afrika Doğanı belirir ve yılanı kaptığı gibi çöllere götürüp, bilinmeyen bir yere atar. Bu olay, Mekkelilere niyet ettikleri işin ALLAH’ın hoşnutluğuna neden olduğunu düşündürür. Moralleri kuvvetlenir, gayretleri artar. Fakat yine de yıkıma başlamak onlar için ciddi bir endişe nedenidir. Hiç kimse kutsal Kâbe binasından ilk taşı söken olmak istemez. Korkarlar. “Ya bir şey olursa, ya o ilk cesur insanın başına bir felaket gelirse” diye. Sonunda en yaşlılarından biri olan Mugire oğlu Velid, gözünü karartır:
“ALLAH’ım! Sen de biliyorsun ki bizim niyetimiz sadece iyilik ve Sen’in evini onarmak.”dedikten sonra elleri titreyerek ilk taşı söker ve sonra da diğerlerini. İnsanlar dehşet içinde onu seyreder. Gece olur. O gece Velid’in başına bir felaket geleceğinden endişe edilir. Fakat hiçbir şey olmaz. Ve ertesi gün bütün Kureyş büyük bir istek ve enerjiyle işe koyulur.
Bina Hz. İbrahim’in attığı temellere kadar yıkılır. O noktada karşılarına yeşil renkli dev temel taşları çıkar. Öyle ki birini kaldırmak için bile 30’dan fazla adam lazımdır. Ve bu taşlar da yerinden oynatılmaya teşebbüs edilince bütün Mekke sarsılmaya başlar. Bu arada binanın temelleri arasında yazılı, daha küçük, başka bir taş da bulunur. İlkin taşın üzerindeki yazıyı kimse okuyamaz fakat bir süre sonra okuyacak biri bulunur. Kâbe’nin ilk zamanlarına ve gerçek din dönemine ait ilginç bir yazıdır, bu:
“İyilik eken iyilik biçer. Kötülük eken pişmanlık biçer. Hem kötülük edeceksiniz, hem de güzellikle ödüllendirileceksiniz?! Tabii ki hayır! Tıpkı dikenden üzüm çıkmayacağı gibi...Kureyş, yıkımda daha ileri gitmemeleri gerektiğini düşünür. Artık duvarların yükseltilmesine başlanır.
Taş taşıyanlardan biri de Hz. Muhammed’dir. Ve o günlerde ilginç bir olay yaşar. Kendinden üç yaş büyük amcası Abbas ile sırtlarında taş taşıdıkları bir sırada, Abbas, kendisine elbisesinin eteğini omuzuna kaldırıp taşı da onun üzerine koymasını ve böylelikle derisinin zedelenmemesini tavsiye eder. Hz. Muhammed de tavsiyeye uyar. Ve eteğini kaldırıp bacaklarının biraz açılmasıyla beraber olduğu yere yıkılıp, bayılır. Telaşla yardıma koşan Abbas’a, az sonra kendine geldiğinde, gökten korkunç bir sesin:
“Ey Muhammed! Vücudunu ört!” dediğini söyler.
Sesin sahibi vahiy meleği Cebrail’dir.
Kâbe’nin onarımı bitmeye yaklaşır ve sıra kutsal binanın en kutsal parçası olan “Hacerü’l-Esved” taşının yerine konmasına gelir. Kureyş’i oluşturan boyların her biri bu onura ancak kendilerinin layık olduğunu düşünür. Gerilimle dolu 4–5 gün geçer, herkesi tatmin edecek bir çare bulunamaz. Kan dolu çanaklara eller batırılarak ölüm andları içilir. İç savaş Mekke’nin kapısına dayanmıştır. Ve her şeye rağmen kanlı gidişi engellemek için uğraşan Kureyş’in ihtiyarları en sonunda herkesin razı olduğu bir çözüm bulmayı başarır. Çare, Kâbe’nin avlusuna Ben-i Şeybe kapısından ilk girecek kişinin hakem olması ve o ne karar verirse versin buna bütün Kureyş boylarının tartışmasız uyması olur. Bu, o an için iç savaşı önlemenin tek yoludur. Ve gözler heyecanla Ben-i Şeybe kapısına çevrilir. Ve az sonra insanlar heyecanla, sevinçle ayağa fırlayıp, alkışlamaya başlarlar.
“İşte” derler, “el-Emin! Biz O’nun kararına razıyız!”
Üzerinde siyah-beyaz çizgili Arap işi ince bir elbise, belinde kaplan derisinden bir kemer olduğu halde, Hz. Muhammed Kâbe’nin avlusuna süzülür. Bulduğu çözüm, kendisine duyulan güveni haklı çıkartır. Kureyşlilere bir örtü getirmelerini söyler, sonra Hacerü’l-Esved’i o örtüye kendi eliyle yerleştirir. Örtünün uçlarını Kureyş boylarının her birinden bir temsilci tutar. Taşı konulacağı yere beraber taşırlar. Ve yine kendi elleriyle taşı tutup yerine yerleştirir. Sorun halledilmiştir. Bu sırada Necidli bir ihtiyar belirir. Çirkin bir yüzü, itici bir konuşması vardır. Hacerü’l-Esved’i yerine sıkıştırması için Hz. Muhammed’e bir taş uzatır. Fakat O, taşı geri çevirir ve:
“Bizden olmayan biri ALLAH’ın Evin’i bizimle beraber onaramaz.” der. İhtiyar, Kureyş ulularına döner ve acı acı bağırır:
“Şaşılır o topluluğun haline ki, kendileri onur, akıl ve servet sahibi olmalarına rağmen, yaşça en küçüklerini, servetçe en fakirlerini kendilerine baş yaptılar. O’nun emrine girdiler, sanki O’nun hizmetçileri gibi oldular. Fakat yemin olsun ki O, onlara, üstün gelecek, hâkim olacak, onların topluluklarını dağıtacaktır. Bundan sonra sadece O’nun şanı yücelecektir.”
Evet, ilerleyen yıllar o ihtiyarı haklı çıkartacaktır. Ve o zaman anlaşılacaktır ki bu olay Hz. Muhammed’in Kureyş ve bütün Araplar hatta giderek bütün insanlık üzerinde oynayacağı tarihsel rolün bir erken haber vericisi, o an için sadece o ihtiyarın anlayabildiği, gizli bir kader işaretidir.
O Necidli ihtiyar, şeytandır.
Peygamberliğe Giden Yol: Hira
O, artık 35 yaşındadır ve kendisinden sonraya kalacak tek çocuğu ve soyunu devam ettirecek olan kızı, Hz. Fatıma o sene doğar. Ve o sene Hz. Muhammed peygamberliğe giden yolda deyim yerindeyse son dönemeci alır.
Mekke’ye yaklaşık 5 km. mesafede bulunan Hira (Nur) dağında inziva dönemi başlar. 860 m. yüksekliği olan bir dağdır, Hira… Hemen dikkati çeken tuhaf bir görünüşü vardır. Çevresindeki diğer tepelerden kolaylıkla ayırt edilebilen Hira’nın tepesindeki inziva mağarası ise üst üste göçmüş kayalardan oluşmuş küçük bir kubbeli kovuktur. İçi, bir insan boyunda yüksekliğe ve aynı ölçüde bir genişliğe sahiptir. Ve mağaranın içinde ancak yüz Kâbe’ye dönük olacak şekilde oturulabilir.
Daha önceleri dede Abdülmuttalib’in de bazen aynı yerde inzivaya çekildiği bilinmektedir. Hz. Muhammed’in Hira inzivaları bu beş sene boyunca artarak sürer. Bu inzivaların nedeni nedir ve inzivada ne yapmaktadır, Hz. Muhammed?
İnzivalar, insanların içinde bulundukları perişanlığın O’nun ruhunda meydana getirdiği bunalımın sonucudur. Fakat başını kuma gömercesine bir kaçış değildir bu. Tam aksine bir çıkış, bir çözüm arayışıdır. Ok gibi daha ileri gidebilmek için arkaya doğru gerilme sürecidir. Olay, Zeynel Abidin Rahnuma’nın dilinde, ifadesini şöyle bulur:
“Muhammed, esaret zincirleri içinde eziyet çeken bir aslan gibiydi ve bu sıkıntıdan kurtulmanın çaresini şehirden uzaklaşıp, kendisini çöle atmakta buluyordu.”
Hz. Muhammed, Hira inzivalarında en çok ALLAH’ı düşünür. Sonra da kendi varlığını, yaratılış amacını… Ve Evren’in niçin var olduğunu, bu dağların, yıldızların, gökyüzünün, ovaların ve her şeyin amacını… Fakat O’nu en çok üzen konular, muhtemelen, insanlarla ilgili olanlardır. Diri diri toprağa gömülen çocuklar, kendi elleriyle oydukları taş ve tahta parçalarına Tanrı(!) diye tapınan zavallı insanlar, hayvan kadar bile değerleri olmayan köleler, bir avuç mutlu azınlığın lüksü için alabildiğine sömürülen koca kitleler… Ünlü İslam âlimi İbn Kesir’in deyimiyle, Hz. Muhammed’in o beş yıl süresince ibadeti, düşünmek olur. Yani bütün zamanlar boyunca, bütün ibadetlerin çıkış noktası ve temeli olan şey, insanı diğer canlılardan ayırıp, insan kılan temel ve en değerli erdem… Thomas Carlyle“Kahramanlar (Heroes and Hero Worship)” te, bu düşünce ibadetine dikkat çeker:
“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve samimi davranmaktan kaçınmayan ender insanlardandı. Tabiat ana O’nu samimi olmak üzere yaratmıştı. Diğer insanlar bir takım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, bu adam kendini hazır reçetelere, bir takım kalıplara uyduramazdı. O, kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile başbaşa kalmış bir insandı… Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya tabiatın öz varlığının sesiydi. İnsanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Hem de başka hiçbir şeyi dinlemedikleri kadar. Çünkü bundan başka her şey, bununla karşılaştırıldığında boş laftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kutsal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce yaşamıştır: Ben neyim? İnsanların Evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Yaşam nedir? Ölüm nedir? Hira Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi ıssız çöller, bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu.”
Bu beş sene boyunca Hz. Muhammed, doğrudan doğruya ALLAH’tan mesaj almak demek olan “Vahy” i kabul edecek bir düzeye gelebilmek için gerekli olan bütün ruhani arınma aşamalarından geçer. Ve ilk üç seneden sonra bu süreç yeni ve son virajı alır, iyice hızlanır. Bu tarihten itibaren, çeşitli zamanlarda çevresinde parıldayan nurlar görmekte, bu dünyaya ait olmayan sesler duymaktadır. Önceleri bunlara bir anlam veremez, hatta cinlerin bir oyunu olmasından ve onların eline düşmüş bulunmaktan endişelenir.
38 yaşından sonraki Hira inzivalarının süresi, aralıksız bir aya kadar uzamaya başlar. Artık kendisine yalnızlık iyice sevdirilmiştir. Öyle ki Mekkeliler “Muhammed Rabbine aşık oldu!”demektedir. Azığı tükendikçe evine inip almakta ve hiç oyalanmadan tekrar mağarasına dönmektedir. Ve son seneye girildiğinde ticareti de bırakır ve zamanının hemen hemen tamamını inzivada geçirmeye başlar. Eşi Hz. Hadice bütün bu olup biteni anlayışla karşılar. Bazen, bugün “İcabe mescidi” olarak bilinen ve yarı yolda kalan bir yerde buluşup, hasret giderirler. Hatta bazen O’nun azığını Hz. Hadice bizzat Hira’ya kendi taşır ve o da birkaç gün O’nun mağarasının yakınına kurduğu bir çadırda kendi inzivasına çekilir. Zaten evlendikleri günden beri kocasının bambaşka bir insan olduğunun farkındadır.
O beş sene de tamamlanır ve Hz. Muhammed’in yaşı kırkı bulur. Artık vahiy ve peygamberlik zeminine girilmiştir. Vahyin inişinden altı ay önce gördüğü rüyalar, ilk somut işaretler olur. Gece rüyasında gördükleri ertesi gün “sabahın aydınlığı” gibi çıkmaya başlar. Bu, ruhun vahyi alabilecek mükemmelliğe ulaştığının işaretidir.
Peygamberliğe Giden Yol: Hira
O, artık 35 yaşındadır ve kendisinden sonraya kalacak tek çocuğu ve soyunu devam ettirecek olan kızı, Hz. Fatıma o sene doğar. Ve o sene Hz. Muhammed peygamberliğe giden yolda deyim yerindeyse son dönemeci alır.
Mekke’ye yaklaşık 5 km. mesafede bulunan Hira (Nur) dağında inziva dönemi başlar. 860 m. yüksekliği olan bir dağdır, Hira… Hemen dikkati çeken tuhaf bir görünüşü vardır. Çevresindeki diğer tepelerden kolaylıkla ayırt edilebilen Hira’nın tepesindeki inziva mağarası ise üst üste göçmüş kayalardan oluşmuş küçük bir kubbeli kovuktur. İçi, bir insan boyunda yüksekliğe ve aynı ölçüde bir genişliğe sahiptir. Ve mağaranın içinde ancak yüz Kâbe’ye dönük olacak şekilde oturulabilir.
Daha önceleri dede Abdülmuttalib’in de bazen aynı yerde inzivaya çekildiği bilinmektedir. Hz. Muhammed’in Hira inzivaları bu beş sene boyunca artarak sürer. Bu inzivaların nedeni nedir ve inzivada ne yapmaktadır, Hz. Muhammed?
İnzivalar, insanların içinde bulundukları perişanlığın O’nun ruhunda meydana getirdiği bunalımın sonucudur. Fakat başını kuma gömercesine bir kaçış değildir bu. Tam aksine bir çıkış, bir çözüm arayışıdır. Ok gibi daha ileri gidebilmek için arkaya doğru gerilme sürecidir. Olay, Zeynel Abidin Rahnuma’nın dilinde, ifadesini şöyle bulur:
“Muhammed, esaret zincirleri içinde eziyet çeken bir aslan gibiydi ve bu sıkıntıdan kurtulmanın çaresini şehirden uzaklaşıp, kendisini çöle atmakta buluyordu.”
Hz. Muhammed, Hira inzivalarında en çok ALLAH’ı düşünür. Sonra da kendi varlığını, yaratılış amacını… Ve Evren’in niçin var olduğunu, bu dağların, yıldızların, gökyüzünün, ovaların ve her şeyin amacını… Fakat O’nu en çok üzen konular, muhtemelen, insanlarla ilgili olanlardır. Diri diri toprağa gömülen çocuklar, kendi elleriyle oydukları taş ve tahta parçalarına Tanrı(!) diye tapınan zavallı insanlar, hayvan kadar bile değerleri olmayan köleler, bir avuç mutlu azınlığın lüksü için alabildiğine sömürülen koca kitleler… Ünlü İslam âlimi İbn Kesir’in deyimiyle, Hz. Muhammed’in o beş yıl süresince ibadeti, düşünmek olur. Yani bütün zamanlar boyunca, bütün ibadetlerin çıkış noktası ve temeli olan şey, insanı diğer canlılardan ayırıp, insan kılan temel ve en değerli erdem… Thomas Carlyle“Kahramanlar (Heroes and Hero Worship)” te, bu düşünce ibadetine dikkat çeker:
“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu çöl çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünce vardı. Sessiz, yüce bir ruh. O, dürüst ve samimi davranmaktan kaçınmayan ender insanlardandı. Tabiat ana O’nu samimi olmak üzere yaratmıştı. Diğer insanlar bir takım kalıplar ve söylentilerle hareket eder ve bununla yetinirken, bu adam kendini hazır reçetelere, bir takım kalıplara uyduramazdı. O, kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile başbaşa kalmış bir insandı… Böyle bir adamın sözü, doğrudan doğruya tabiatın öz varlığının sesiydi. İnsanlar bu sözü dinlerler. Dinlemelidirler de. Hem de başka hiçbir şeyi dinlemedikleri kadar. Çünkü bundan başka her şey, bununla karşılaştırıldığında boş laftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kutsal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce yaşamıştır: Ben neyim? İnsanların Evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz şey nedir? Yaşam nedir? Ölüm nedir? Hira Dağı’nın sarp kayalıkları, vahşi ıssız çöller, bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi parıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu.”
Bu beş sene boyunca Hz. Muhammed, doğrudan doğruya ALLAH’tan mesaj almak demek olan “Vahy” i kabul edecek bir düzeye gelebilmek için gerekli olan bütün ruhani arınma aşamalarından geçer. Ve ilk üç seneden sonra bu süreç yeni ve son virajı alır, iyice hızlanır. Bu tarihten itibaren, çeşitli zamanlarda çevresinde parıldayan nurlar görmekte, bu dünyaya ait olmayan sesler duymaktadır. Önceleri bunlara bir anlam veremez, hatta cinlerin bir oyunu olmasından ve onların eline düşmüş bulunmaktan endişelenir.
38 yaşından sonraki Hira inzivalarının süresi, aralıksız bir aya kadar uzamaya başlar. Artık kendisine yalnızlık iyice sevdirilmiştir. Öyle ki Mekkeliler “Muhammed Rabbine aşık oldu!”demektedir. Azığı tükendikçe evine inip almakta ve hiç oyalanmadan tekrar mağarasına dönmektedir. Ve son seneye girildiğinde ticareti de bırakır ve zamanının hemen hemen tamamını inzivada geçirmeye başlar. Eşi Hz. Hadice bütün bu olup biteni anlayışla karşılar. Bazen, bugün “İcabe mescidi” olarak bilinen ve yarı yolda kalan bir yerde buluşup, hasret giderirler. Hatta bazen O’nun azığını Hz. Hadice bizzat Hira’ya kendi taşır ve o da birkaç gün O’nun mağarasının yakınına kurduğu bir çadırda kendi inzivasına çekilir. Zaten evlendikleri günden beri kocasının bambaşka bir insan olduğunun farkındadır.
O beş sene de tamamlanır ve Hz. Muhammed’in yaşı kırkı bulur. Artık vahiy ve peygamberlik zeminine girilmiştir. Vahyin inişinden altı ay önce gördüğü rüyalar, ilk somut işaretler olur. Gece rüyasında gördükleri ertesi gün “sabahın aydınlığı” gibi çıkmaya başlar. Bu, ruhun vahyi alabilecek mükemmelliğe ulaştığının işaretidir.
Oku! Yaradan Rabbinin adı ile…”
610 senesinin Ramazan ayı… İnsanlık tarihinin en önemli olayı yaşanır. Hz. Muhammed, vahye hazırdır artık. Son altı aydır görmekte olduğu rüyalara bir yenisi daha eklenir. On gün kadar sonra gerçekte yaşayacağı vahiy olayını ilkin rüyasında görür. ALLAH böylelikle O nu bu şok edici, ağır olaya hazırlar. Fazla yıpranmaması sağlanmış olur.
Ve tarihler 610 senesi ramazanının 27. gecesi gösterdiği anda ilk vahiy inmeye başlar. Gecenin ilerlemiş bir saatidir, Hz. Muhammed, başını mağaranın duvarına yaslamış uyumaktadır. Anlayamadığı bir varlık tarafından anlayamadığı bir biçimde uyandırılır önce, mağara nur dolmuş, her yan ışıl ışıl parlamaktadır. Şaşırır, korkar… Her yönden aynı anda gelen bir ses, bütün benliğini doldurur:
“Oku!”
Şaşkınlık ve korkuyla cevap verir:
“Ben okuma bilmem ki!” Göremediği bir kuvvet tarafından şiddetle sıkıldığını hisseder. Kaburgalarının çatırtısını duyar, ölecek gibi olur. Ses, tekrarlar:
“Oku!" O, yine :
“Ben okuma bilmem ki!”, der. Ve tekrar aynı şekilde sıkılır. Aynı emir bir kez daha yinelenir:
“Oku!” O, ise üçüncü kez okuma bilmediğini tekrarlar. Bütün “Oku!” emirleri ve sıkıp bırakmalar, Hz. Muhammed’in vahiy hazırlığının son aşamalarıdır. Çünkü O bir insandır ama vahiy olayında insandan bambaşka bir canlı türü olan melekle doğrudan iletişim kurması gerekmektedir. Bunun için de ya meleğin insanlaşması ya da insanın melekle aynı yaşam boyutuna geçmesi şarttır. Daha sonra vahiy indirilirken melek Cebrail’in insanlaştığı ve Hz. Muhammed’in yaşam boyutuna geçerek O nunla iletişim kurduğu da görülecektir ama bu ilk olayda ALLAH’ın dileği, Hz. Muhammed’in melekleşmesi şeklindedir. Tekrarlanan oku emirleri ve o sıkıp bırakmalar da işte buna yöneliktir. İlk üç “Oku!” emrine verdiği “Ben okuma bilmem ki!” cevabı hala bilincinin yerinde olduğunun yani hala insani yaşam boyutunda bulunduğunun göstergesidir. İlk üç sıkmadan sonra istenilen gerçekleşir ve Hz. Muhammed, deyim yerindeyse tam olarak vahiy moduna geçer. Melek Cebrail üzerinden, ALLAH’tan insana doğru kutsal bir iletişim kurulur, vahiy denilen o manevi nehir çağlamaya başlar:
“Oku! Yaradan Rabbinin adı ile! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle yazmayı öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir.” (Alak,96:1-5)
İlk vahiy aynı zamanda hangi anlam ve biçimde olursa olsun her tür okumanın ancak ALLAH’ın ismiyle, yani O na dayanarak, O nun gösterdiği bakış açısıyla gerçekleşebileceğini, O nun işaret ettiği değerlerden yola çıkmayan bilgi ve bilinç sahibi olma girişimlerinin kişiyi hiçbir yere götürmeyeceğinin habercisi olur.
Ve ilk vahyin “Oku!” emriyle başlıyor oluşu bu işin Hz. Muhammed’in zaman içinde kendi düşünce süreci sonucunda oluşan bir şey olmadığının da göstergesidir. Eğer öyle olsaydı ilk ifade şekli başka bir iradenin komutu şeklinde olmayacaktı.
Hz. Muhammed gösterdiği ilk tepkiyle kendisinde peygamber olacağına dair en küçük bir tahmin ve ön hazırlık bulunmadığını, tam aksi büyük bir tevazu içinde olduğunu da kanıtlamış olur.
Ama niçin Hz. Muhammed seçilmiştir? Bu sorunun cevabı O nun arkada bıraktığı 40.5 senelik yaşamda gizlidir. Özellikle de son beş senesinde. Evet, Son Elçi olarak O seçilmiştir. Çünkü O nun yaşadığı dünyada ALLAH’ı, insanı, Evren’i, bu ikisinin var oluş amacını ve insanlığı bunaltan sorunları, O ndan daha çok düşünen, bunların çözümünü kendine O ndan daha çok dert edinen başka biri yoktur. Ve işte bu yüzden bütün o soruların yanıtları ve sorunların çözümleri O nun eliyle insanlığa ulaştırılacaktır.
O nu Son Elçi yapan neden budur.
İlk vahiy bu beş ayetle son bulur. 20. yy. ın önemli İslam düşünürü Mevdudi, bu olayı şöyle yorumlar:
“Vahyin gelişiyle ilgili, bu ilk tecrübe idi ve Hz. Peygamber bundan ilk kez geçiyordu. Bu ilahi mesajda kendisinin ne kadar büyük bir mevkiye getirildiği belirtilmemişti. İlerde kendisini ne gibi bir görev beklediği açıklanmamıştı. Aksine, bu ilk ve belki de eksik bir tanışma idi. Maksat Hz. Peygamber’i fazla heyecanlandırmamak, yıpratmamaktı. Bu ilk ve ani şok geçtikten sonra kendisi zihnen vahyi kabul etmeye ve peygamberlik görevini yürütmeye hazır olunca ayrıntılara girilecekti. Nitekim böyle yapıldı.”
Sonra mağara eski karanlığına ve sessizliğine bürünür. Hz. Muhammed yorgun ve heyecan içindedir. Dışarı çıkar, Mekke’ye yönelir. Ve Cebrail, bir kez daha belirir. Bu kez görünmektedir. Görüntüsü bütün göğü kaplamıştır. Artık vahyin dışında bir nitelikle konuşmaktadır. Sanki dev bir insan gibidir:
“Ey Muhammed’” der. “Sen ALLAH’ın Elçisisin. Ben ise Cebrail’im.” Olduğu yere çakılıp kalır. Uzun bir süre hiç kıpırdamadan, bakışları göğe sabitlenmiş durumda bekler. Mevdudi’nin sözünü ettiği aşamaların ikincisine geçilmiştir. Yavaş yavaş kim olduğu ve kendisinden ne beklendiği iletilmeye başlanır.
Eve, Hadice’nin yanına vardığında heyecanı hala geçmiş değildir. Titremektedir. Sadece:
“Beni örtün!” diyebilir. Biraz kendine gelince de merakla başında beklemekte olan Hadice’ye yaşadıklarını bir çırpıda anlatır. Hadice’nin işi O nu sakinleştirmek olur:
“Ey amcamın oğlu” der, “Korkma! ALLAH seni korur. Zarar görmene izin vermez. Çünkü sen akrabalarını gözetirsin, acizlerin yükünü paylaşırsın, yoksula yardım eder, doğru konuşursun ve emanete de sahip çıkarsın.” Sonra birlikte Hz. Hadice’nin kuzeni Nevfel oğlu Varaka’nın yanına giderler. Varaka, Mekke’nin en bilgililerinden biri ve ALLAH’ın birliğini kabul etmiş bir Hristiyandır. Hz. Muhammed’i dikkatle dinler. Sonra da:
“Sevin ey Muhammed!” der. “Çünkü sen gelmesi beklenen Son Elçi’sin! Sana görünen de peygamberlere vahiy getiren melek Cebrail’dir. Eğer insanları açıkça dinine davet edeceğin günlere yetişebilirsem sana ilk iman edeceklerden biri de ben olurum. Eğer toplumun seni bu şehirden sürgün ettiklerinde hayatta olursam ben de seninle beraber göçerim!” Hz. Muhammed bir kez daha şaşırır ve sorar:
“Halkım beni kendi şehrimden sürgün mü edecek?” bilge Varaka başını acı acı sallar:
“Senin getirdiğin şeyleri getiripte insanlardan düşmanlık görmemiş kim vardır ki?”
İlk Günler
Cebrail o gün tekrar görünür ve Hz. Muhammed’e abdest almayı ve namaz kılmayı öğretir. İlk namaz uygulaması gün doğarken ve batarken olmak üzere iki seferdir. İlk namazlar ikişer rekât olarak kılınır. Ve Hz. Muhammed’in ilk namaz öğrencisi de kendisine ilk iman eden, eşi, Hz. Hadice olur. İkisi beraber cemaat olarak ilk namazlarını kılarlar. Bu, İslam’ın ilk günü, bir pazartesidir. Hz. Hadice aynı gün içinde ilk inanan olma ayrıcalığını kazanır. Bunun ifade ettiği özel anlamı Hz. Muhammed biyografisi yazarlarından Baswort Smith şöyle dile getirir:
“Dikkat edelim; insanın iç yüzünü, gerçek niteliğini ve gönlünde olanları, eşi herkesten daha iyi bilir. İnsanın kusurlarını, noksanlarını ve ayıplarını eşinden daha iyi tanıyan bulunmaz. Hz. Muhammed’i peygamberlik davasında ilk onaylayan eşi Hz. Hadice olmamış mıdır? Eşi, O’nun bütün gizliliklerini bilmekteydi. O’nu tereddütsüz onaylaması O’nun peygamberliğinin doğruluğuna en kuvvetli kanıt değil midir?”
Ve peygamberliğin ilk yıllarında O’nun üzerinden Hz. Hadice’nin ilgisi, sevgisi hiç eksik olmaz. Gölgesi gibi Hz. Muhammed’i takip eder. Hira ziyaretlerine ve orada Cebrail’le görüşmeye devam eden eşinin azığını çoğu zaman bizzat götürür. Bir defasında tam üç gün O’nun mağarasına yakın bir kayanın gölgesinde oturur, eşinin bekçiliğini yapar. Öyle ki Hadice’nin orada olduğunu bilmeyen Hz. Muhammed’i Cebrail uyarır:
“O, hep burada” der. “Senin himayen için en zor görevi o yapıyor.”
Bir başka gün, mağarada, karşıdan elinde azık çıkınıyla Hz. Hadice’nin gelişini gösteren Cebrail:
“Şu gelen Hadice’dir. Yanında azık torbası da var. Buraya geldiğinde ona Rabbi’nden ve benden selam söyle. Ve onu içinde hiçbir gürültü ve yorgunluk bulunmayan bir Cennet sarayıyla müjdele!” Cebrail’in sözleri kendisine iletilince Hz. Hadice kendisine verilen selamı, aklının ve kavrayışının derinliğini kanıtlayan kelimelerle alır:
“Selam, yüce Rabbimizin kendisidir ve selam O’ndandır. ALLAH’ın rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ey ALLAH’ın Elçisi! Ve Cebrail’e de selam olsun!”
Peygamber babalarına iman edip, sahip çıkmakta kızları da annelerini takip ederler.
Peygamberliğin ikinci günü Hz. Muhammed, ikinci inananı kazanır: Hz. Ali. Kendi deyimiyle, anasının adımlarını takip eden bir yavru deve gibi Hz. Muhammed’in peşinden hiç ayrılmayan Ali, Salı günü Hz. Muhammed’in arkasında namaz kılan ikinci insan ve ilk erkek çocuk olur. Ali o sırada on yaşındadır. Putperestlik kirine hiç bulaşmamış, putların karşısında hiç secde etmemiştir. O, Hz. Muhammed’in ikinci inananı ve ilk öğrencisidir. Pazartesi günü Hz. Muhammed ile Hadice’yi, muhtemelen ilk namazlarını kılarken görmüş ve:
“Bu nedir?” diye sormuştur. Hz. Muhammed’in:
“Bu ALLAH’ın Kendisi için seçtiği ve Peygamberler gönderdiği dinidir. Ben de seni ortağı olmayan bir tek ALLAH’a iman etmeye ve bu dine davet ediyorum!” deyişi üzerine o gece düşünmek için izin ister ve ertesi günü Müslüman olur. İkinci günden itibaren artık ALLAH’a kulluk edenler üç kişidir: bir peygamber, bir kadın ve bir de çocuk.
Kinde’li Afif’in, İslam’ın bu üç kişilik topluluğuyla ilgili ilginç bir anısı vardır:
“Ben, ticaretle uğraşırdım. Mekke’ye mal almaya gelmiş ve Abdülmuttalib oğlu Abbas’ın misafiri olmuştum. Bir gün Abbas’la beraber Kâbe’nin avlusunda oturuyorduk. Gençten, güzel yüzlü biri Kâbe’ye geldi. Başını göğe kaldırıp, baktı. Sonra da ayakta, Kâbe’ye yöneldi. Sonra bir çocuk gelip O’nun sağına durdu. Sonra da bir kadın gelip, onların arkalarına durdu. O, rükuya gitti. Arkasından çocuk ve kadın da. O, secdeye vardı, arkasından çocuk ve kadın da. Ben merakla Abbas’a : ‘Bunlar kim ve ne yapıyorlar’ diye sordum. O, şöyle cevap verdi: ‘öndeki, benim kardeşimin oğlu Muhammed’dir. Arkasındaki çocuk Ali, o da kardeşimin oğludur. Ve o kadın da Hadice, Muhammed’in eşidir. Namaz kılıyorlar. Muhammed kendisinin ALLAH’ın gönderdiği son Elçi olduğunu söylüyor. Bu, yeni bir din. Ve ALLAH’a yemin olsun ki bu dine uyan bu üç kişiden başkasını tanımıyorum!’
Kinse’li Afif bu anıyı anlattığı gün, sözlerine şunu da ekleyecektir:
“Keşke o gün ben de iman etseydim ve onların dördüncüleri olsaydım!”
Daha sonra Hz. Muhammed’in kızları ve evlatlığı Zeyd de bu kutlular kervanına katılır ve Müslümanlar ufacık bir topluluk haline gelir. Fakat bütün Mekke’nin açıkça putları terk edip ALLAH’ın dinine davet edilmelerine daha üç sene vardır.
İlk Yıllar
O ilk zamanlarda Hz. Muhammed, Ali ve Zeyd’le beraber bazen Kâbe’nin avlusunda, sık sık ta Mekke çevresindeki vadi ve tepelerde namaz kılmaya devam eder. İslam’ın haberi Mekke’de yavaş yavaş duyulmaya başlar. Önceleri sert tepki gösteren olmaz. Henüz putlarına ve zalim sömürü düzenlerine dokunmadığı için Mekke’liler olup biteni boş bir fantezi olarak algılar ve ilgisizce izlerler.
Ve Hz. Ebubekir de iman eder. Elbise ve kumaş ticaretiyle uğraşan bir Mekke’li olan Hz. Ebubekir, Hz Muhammed’den üç yaş küçüktür. Soyları yedinci batında birleşmektedir. O’nunla Hz. Muhammed’in 20 yaşında olduğu, Hılfu’l-Fudul günlerinden beri yakın arkadaştır. Ve Hz. Muhammed Hz. Hadice ile evlendiğinden beri de komşusu… Hz. Muhammed’in peygamberliğinin Mekke’de günden güne yayıldığı sırada Hz. Ebubekir ticaret amacıyla Şam’dadır. Kendisini çok etkileyen bir rüya görür. Ay yarılmış ve Mekke’nin bütün evlerine bir parçası dağılmıştır. En sonunda bütün parçaları kendi evinde bir araya gelir ve ay tekrar dolun halini alır. Rüyasını bir tabirciye yorumlatır. Başkasıyla da paylaşmaz. Mekke’ye döndüğünde duyduğu ilk şey, komşusu ve arkadaşı Muhammed’in peygamberliğini iddia ettiği olur. Kendisinden duyup, emin olmak ister. Hz. Muhammed, onaylar. Son Elçi olduğunu söyler. Hz. Ebubekir hiç düşünmeden sorar:
“Peygamber olduğunun kanıtı nedir?”
“Şam’da gördüğün rüyadır” der, Hz. Muhammed. Ebubekir, O’nun elini iki eli arasına alır heyecanla sıkar:
“Ben şahidlik ederim ki sen ALLAH’ın Elçisisin! Çünkü o rüyayı sadece ben ve anlattığım tabirci biliyordu ve bir de ALLAH!” Müslüman topluluğunun gelişmesi bu andan itibaren yeni bir ivme kazanır. Hz. Muhammed yıllar sonra o anı yadederken:
“Ben bu dini kime teklif etmişsem, kısa bir süre bile olsa düşünmüş ve tereddüt etmiştir. Fakat Ebubekir hariç. O, hiç tereddüt etmedi” diyecektir.
Bu noktada insanın aklına doğal olarak Ebu Talib’in ne yaptığı sorusu gelir. Ne yazık ki sorunun cevabı pek iç açıcı değildir. O, İslam hakkında kötü bir yorum yapmaz, oğlu Ali’nin iman etmesine de ses çıkarmaz fakat kendisi… Gururu, imanına engel olur. Namazdaki secde hareketini tuhaf bulur, gülerek:
“Hiçbir kuvvet benim arkamı bu şekilde havaya kaldıramaz!” der ve ekler, “Ey kardeşimin oğlu! Ben atalarımın dininden ayrılmam” başka bir defasında da iman etmemesine gerekçe olarak:
“Eğer Kureyş kadınlarının beni alay konusu yapmalarından endişe etmeseydim Muhammed’e uyardım” diyecektir. Fakat ilk günden itibaren yeğenine kol kanat gerer. Her tehlike karşısında O’na göğsünü gerer, siper olur.
O günlerin kahramanı Hz. Ebubekir’dir. Büyük bir aşk ile kolları sıvar ve teke tek olarak İslam’ı güvendiği Mekke’lilere anlatmaya başlar. Hz. Ebubekir ciddi ve güven veren bir kişiliğe sahip olmanın yanında iyi bir hatiptir de. Ayrıca Mekke’lileri çok iyi tanımakta, kendisiyle ilişki kurulup, İslam’ın anlatacağı insanları seçmekte hiç hataya düşmemektedir. Zaten Mekke’de ruhu bunalmış, yaşadıkları insanlık ve ahlak dışı ortam karşısında vicdanı isyan halinde olan fakat ne yapacağını, çıkışın ve kurtuluşun nerede olduğunu bilmeyen çok sayıda insan vardır. İşte bunlar Ebubekir’in ilk “kazanımları” olur. Karşısındakinin biraz yumuşayıp, etkilendiğini görünce onu doğruca Hz. Muhammed’in karşısına götürmekte ve deyim yerindeyse gerisini de O “halletmektedir”. Affan oğlu Osman bunlardan biri olur:
“Yanına gittiğimiz de Hz. Muhammed, bana, ‘ALLAH’tan başka İlah yoktur’ deyince, tüylerim diken diken oldu. Sonra O, ‘Rızkınız ve size vaad edilen şeyler göktedir. Göğün ve yerin Rabbine yemin ederim ki, O sizin söylediğiniz gibi gerçekten haktır.’ ayetini okudu. Sonra kalktı, gitti. Ben de arkasından çıktım. Ona yetiştim ve Müslüman oldum.
İslam’ın ilk üç senesindeki gizli ve bireysel davetin sonucu 133 mümindir. Mekke nüfusuna oranla bir hayli küçük fakat tarihsel misyonu açısından bir dev olan bu topluluğun ortak özelliği nedir? Birçok insanın düşündüğü gibi tamamı Mekke’nin en zayıf, en yoksul ve her anlamda en ezik insanları mıdır? Hayır! Açıklamayı Abdurrahman Şarkavi’nin “Özgürlük Peygamberi” nden alıntılayalım:
“(İlk Müslüman olanların bir kısmı) mal ve insan gücü bakımından çok güçlü insanlardı. Hepsinin de ortak özelliği, iyi kalpli olmalarıydı. Hiç kimse onlarla alay edemezdi. Artık Kureyş’in zenginleri ve soylularından hiçbiri Muhammed’in öğretilerini küçümseyemezdi. Çünkü yeni dine sarılanlar; sadece işçiler, köleler ve ezilenler değildi. Artık iyiliksever tacirler de yeni dine inanıyorlardı. Bunlar, halkın ileri gelenleri ve Kureyş’te dengi olmayan kültürlü insanlardı. Hepsi de Muhammed’e iman etmişti; kendileri ve Kureyş’in soylu ailelerine mensup olan hanımları…”
İlk Müslüman topluluğu Mekke toplumunun bütün unsurlarını barındıran küçültülmüş bir modeli gibidir. Çünkü İslam, toplumun belli bir sosyal ya da ekonomik sınıfının değil tamamının dinidir.
Üç senelik, gizli tebliğ döneminde Mekke halkı ve özellikle egemen güçler önemli bir tepki göstermez… Çünkü henüz, sömürü düzenlerine ve zulümlerine doğrudan bir müdahale yapılmamakta, ALLAH’ın birliği sürekli vurgulanmakla beraber, putlar hakkında pek bir şey söylenmemekte, kısaca kurulu düzen henüz kendini İslam’dan kaynaklanan bir tehdit altında hissetmemektedir. Müslümanlar, egemenler tarafından hafife alınır, alay konusu olur. Hz. Muhammed bir topluluğun yanına girdiğinde:
“Kendisine göklerden haber gelen Abdülmuttalib oğullarının yiğidi budur!” diye gösterilir. Bıyık altından gülünür. Sadece küçük bir olay olur. Üç senenin bitimine altı ay kala, gündüz saatlerinde bir grup Müslüman Mekke yakınlarındaki bir tepede toplanmış ve cemaat halinde namaz kılmaktadır. Oradan geçmekte olan birkaç putperest secde hareketi ile alay ederek, onlara sataşır. Müslümanlarda sataşmaya cevap verince tartışma büyür ve kavgaya dönüşür. Yaşanan, aslında küçük çaplı bir arbededir. Sadece putperestlerden birinin başı yarılır. Fakat bu bile gelebilecek tehlikeler hakkında Hz. Muhammed’i uyarmaya yeter. Önlem olarak Bib Erkam oğlu Erkam’ın evi İslam’ın ilk sabit merkezi ve üssü olur. Hz. Muhammed hemen hemen sürekli orda kalmaya başlar. Artık toplu namazlar ve sohbetler de oraya taşınır. Ev, Mekke’nin biraz dışında, Safa tapesi yamacında, gözlerden ırak ve bu iş için seçilmiş kaftandır. Ne kadar isabetli bir seçim olduğu sonraki yıllar da çok daha iyi anlaşılır.
Bu ilk üç yıl içinde yaşanan başka sıkıntılar da olur. Cebrail, o gece Hira’daki mağarada ilk vahyi indirmiş ve bir daha da vahiy indirmek için görünmemiştir. Gerçi insan biçiminde sürekli görünmekte ve Hz. Muhammed ile konuşmaktadır ama vahiy bambaşka bir şeydir. Hele bir peygamber için, hele bir kez alıp alıştıktan sonra… Bu üç senelik vahiy kesintisi Hz. Muhammed’in peygamberlik hayatındaki en büyük sıkıntılarından ve sınavlarından birini oluşturur. Mekke putperestlerinin alayları da sıkıntısının üzerine tuz biber eker:
“Ne o Muhammed!” derler, “Rabbin seni terk mi etti?”
O olayın ikinci bir kez tekrarlanmasının ümidi ya da belki de bir kez daha tekrarlanmayacak oluşunun korkusuyla başını alır sık sık dağlara çıkar. Sıkıntı içinde tepeden tepeye dolaşılırken bazen Cebrail melek kimliğiyle görünmekte ve :
“Ey Muhammed! Sen ALLAH’ın gerçek Elçisisin!” demektedir. Ama hepsi bu kadar. Yaşamının ilk 40 senesinde peygamberlik için eğitilmiştir, şimdi ise peygamberlik içinde eğitilmektedir. Bu üç sene O’nun için, insan psikolojisinin iki temel ve belirleyici çizgisi üzerinde eğitildiği bir zaman dilimi olur: Ümit ve korku… Ayrıca dört büyük melekten bir diğeri olan İsrafil tarafından da niteliği ve detayları hakkında bilgi sahibi olamadığımız başka bir manevi eğitim de görür. İsrafil O’na eşyayı ve kelimeyi öğretir. Başka bir deyimle tek tek varlıkların gerçeğini ve hikmetini…
Ve en sonunda bir gün… belki de hiç beklemediği bir gün, alacakaranlık bir akşam vakti birilerinin alay ettiği ve kendisinin de korktuğu gibi Rabbi tarafından terk edilmediğinin müjdesi gelir, vahiy yeniden inmeye başlar:
“Kuşluk vaktine ve sükuna erdiğinde geceye yemin ederim ki, Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı.” (Duha,93:1-3)
Kalk ve Uyar: Açık Davet
Tarih, 613… Hz. Muhammed’e peygamberlik verilişinin dördüncü yılı… Nebilikten Resullüğe yani sadece ALLAH’tan vahiy alan bir peygamber olmaktan, kendisine ait bağımsız bir sistem (şeriat) sahibi olan bir üst düzey peygamberlik aşamasına geçilir. Hz. Adem’den O’na kadar gelmiş toplam 124.000 peygamber içinde Resül olanlar sadece 313 tanedir.
Üç yıllık sıkıntılı bekleyişin intikamını almak istercesine yeni vahiyler peşpeşe gelir:
“Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar, sadece Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut, kötü şeylerden uzak dur, yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma, Rabbin için sabret.” (Müddessir,74:1-7)
“ Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüzçevir” (Hicr,15:94)
“Önce en yakın akrabalarını uyar!” (Şuara,26:214)
Son ayet hem ne yapması gerektiğini söylemekte hem de bunu nasıl yapması gerektiğini öğretmektedir. İşe en yakınlarından başlayacaktır. O ana kadar gizli bir biçimde ve tek tek özenle seçilmiş kişilere ulaşılmış, tepki görme riski asgariye indirilmiştir ama şimdi durum değişmektedir. İçinde her çeşit insan bulunan toplulukların karşısına çıkarak net bir biçimde peygamber olduğunu ve kendisine uymaları gerektiğini söylemesi istenir. Bu, Hz. Muhammed için hayatının en zor olaylarından biri olur. Bir ay evinden dışarı çıkmaz. Sürekli düşünür. Bir yanda Rabbinin emri diğer yanda ise en yakın akrabaları bile olsa böyle bir çağrıyla karşılaşan insanların gösterecekleri muhtemel tepki vardır. Ve çok zor bir iştir bu… Tam 40 senedir kendisini ‘Ebu Talib’in yetimi’ kimliğiyle tanımış insanlardan bir anda bir peygamber olduğunu kabul etmelerini ve kendisine iman etmelerini beklemek… Bu sırada en büyük tesellisi ve yardımcısı eşi Hz. Hadice olur. Kendisinin, sıkıntıyla:
“Şimdi bana kim inanır?” deyişine, huzurlu bir özgüvenle:
“Merak etme” diye cevap verir, “hiç kimse inanmasa bile ben inanırım!”
Sonra hastalandığını zanneden halaları kendisini ziyaret eder. Gerçeği öğrendikleri zaman da cesaret verirler:
“Hiç durma! Rabbinin emrini yerine getir ve herkesi çağır” derler, “ama Ebu Leheb’i değil! Çünkü o böyle bir şeyi asla kabullenmez ve mutlaka bozmaya çalışır”
Halaları çok yerinde bir uyarıda bulunmuşlardır. Bu destekten aldığı cesaretin de etkisiyle Hz. Ali’yi çağırır. Ona az miktarda pide, et ve sütten oluşan mütevazı bir yemek hazırlamasını söyler. O günlerin bol çeşitli, zengin sofralarının aksine özellikle mütevazı bir sofradır bu. Daha ilk adımdan itibaren ve bütün detaylarda İslami değerleri temsil etmeye başlamıştır. Güç göstergesi ve övünme aracı lüks sofralar yerine işlevsel ve israfa yer vermeyen insani alternatifleri… Hz. Ali, kendisinden istenileni hızla hazırlar ve hemen ertesi günü Abdülmuttalib oğullarının önde gelenlerini evine davet eder. İçlerinde iki kadının da bulunduğu yaklaşık 40 kişi olan misafirler sofranın etrafına sıralanırlar. Servisi Ali yapar, Hz. Muhammed yemeğe oturmaz, bir kenarda bekler. Önce yemekler yenir ve herkes hayret içinde kalır. Görüntüye göre birkaç kişiyi bile doyuramayacakmış gibi duran o azıcık yemek ve süt, 40 tan fazla insanı, hem de tıka basa doyurmuş ve geriye de hiç el sürülmemiş gibi kalmıştır. Bu, bir mucizedir. Hz. Muhammed’in bilinen ilk mucizesi… O andan itibaren vefat edinceye kadar binden fazla başka mucizeleri de görülecektir (bu rakam sadece bir biçimde kitaplara geçmiş olanların sayısıdır, tamamı ise bilinmemektedir).
Gerçi modern insanın zihni mucizelerin gerçekliğini kabullenmekte zorlanır. Onları, arkadan gelen takipçileri tarafından peygamberlerine duydukları kültleştirme eğiliminin abartılı bir görünümü olarak yorumlar. Ama biz, bir an için durup kendimize şu soruyu soralım. ALLAH var mıdır? Yanıtımız hayırsa zaten bu konuda konuşacak ve düşünecek hiçbir şey kalmamıştır. Eğer yanıt evetse, o zaman da ikinci soru. ALLAH’ın gücü, bilgisi, iradesi ve hikmeti sonsuz mudur? Bu soruya geldiğimize göre yanıt evet olmak zorundadır. Çünkü yukarıda sıralanan nitelikleri sonsuz olmayan bir varlığın ALLAH olabilme olasılığı bulunmamaktadır. O zaman da son soru, bu durumda ALLAH’ın peygamberlik gibi son derece zor ve başkaları açısından normal koşullarda kabulü neredeyse olanaksız bir göreve destek olmak üzere peygamberlerini mucizelerle donatması son derece anlamlı ve gerekli olmaz mı? Evet, mucize peygamberlik görevinin zorluğunu dengeleyen bir tür kimlik kartıdır. Bu sayede ALLAH, peygamberin muhatabı olan insanlara olayların diliyle:
“Bu insan sıradan biri değil özel bir varlık, ALLAH’ın insanlara gönderdiği bir Elçi’dir ki onun eliyle doğa yasaları geçersiz hale gelebilmekte, değişmekte, başkaları için olanaksız olan şeyler onlar için mümkün olabilmektedir” mesajı verilmiş olur. Fakat mucizeler sadece gerçeğin peşinde olan önyargısız insanlara etki eder. Maddi çıkarlarına kitlenmiş olanlara onların bile söyleyeceği bir şey yoktur. Ve bu ayrım Hz. Muhammed’in kalan 20 senelik yaşamında yüzlerce örnekle kendini tekrar tekrar gösterecektir.
Yemek faslı biter ve sıra toplanma amacına gelir. Gerçi herkes ne için orada olduğunu bilmektedir ama konunun açığa dökülmesi için Hz. Muhammed’in konuşması beklenir. Ve o anda olanlar olur.
Amca Ebu Leheb ayağa fırlar ve açar ağzını yumar gözünü… adeta lav püskürmektedir. İlk olarak az önce yaşadıkları yemek mucizesinden söz eder. İnsanlardan onun etkisini gidermek ister ve bu olayda Hz. Muhammed’i sihir yapmakla suçlar. Zaten başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün peygamberler yaşadıkları dönemlerde, gösterdikleri mucizeler karşısında, inkara şartlanmış olanlar tarafından sihirbazlıkla suçlanmışlardır. Ebu Leheb’in bu yorumu sonraki zamanlarda birçok kez tekrarlanacaktır. Ve bu girişten sonra sözü Hz. Muhammed’e yöneltir:
“Ey Muhammed!” der, “bunlar senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Bu sapkınlıktan vazgeç! İyi bil ki bu topluluk senin için bütün Araplarla savaşmayı göze alacak değildir. O nedenle başımıza bir bela getirmeden senin hakkından ilk önce bizim gelmemiz gerekir. Ey Muhammed! Ben kendi ailesi ve yakınları için senden daha şerli ve uğursuz bir kimse görmedim!”
Sinek uçsa sesi duyulacaktır. Ebu Leheb o an için tam bir zafer kazanır. Hiç kimse Hz. Muhammed’in lehine bir yorum yapma cesaretini kendinde bulamaz ve Abdülmuttalib oğulları topluluğu sessizce dağılır.
Hz. Muhammed’in yaptığı deneme araya Ebu Leheb gibi bozguncu bir unsur girmese bile zaten yeterince zordur, çünkü Muhammed Hamidullah’ın işaret ettiği gibi:
“İnsan topluluklarında çok az kimse teolojinin soyut konularıyla ilgilenmekte fakat toplumun hemen hemen bütünü, atalardan gelen örflerde bir sapma ve bu adetlerde bir yenilik hareketi başlatılmasına karşı ayaklanmaktadır.” Ve o gün Hz. Muhammed için bir de Ebu Leheb faktörü ortaya çıkmış ve bütün bu zorlukların üzerine tuz biber ekmiştir.
Kimdir bu provakatör? Kimdir bu Ebu Leheb denen adam?
Hz. Muhammed’in babası Abdullah ile farklı annelerden dünyaya gelmiş olan bu amca, Abdülmuttalib’in on oğlu içinde kesinlikle ahlaken en düşkün olanıdır. Sert mizaçlı, hırçın biridir. Yanakları, ateş fışkıracak gibi kan kırmızıdır. Bu nedenle gerçek ismi Abdüluzza yerine “Ateş Babası” anlamına gelen Ebu Leheb künyesiyle çağrılır. Alabildiğine çıkarcı ve para canlısıdır. Hz. Muhammed’e gösterdiği amansız düşmanlığın araka planında ise bu yeni din tartışması yüzünden Abdülmuttalib oğullarının Kureyş içindeki konumunun sarsılması ve bunun sonucunda da maddi çıkarlarının zarar görmesi korkusu yar alır. Ebu Leheb, özellikle baba Abdülmuttalib vefat ettikten sonra iyice yoldan çıkar. Kendini tamamen içkiye ve sefahate verir. Sürekli Kureyş gençleriyle beraber içki âlemlerindedir. Öyle ki bu işler için parası bittiğinde tutar Kâbe’de muhafaza edilen mücevherleri çalar ve Kureyş içinde büyük bir huzursuzluk nedeni olur. Zaten Hz. Muhammed’e karşı yıllar öncesinden getirdiği gizli bir kini vardır. Bir gün bilemediğimiz bir nedenden Ebu Talib ile Ebu Leheb kavga etmiş ve Ebu Leheb galib gelerek Ebu Talib’in göğsü üstüne oturup, onu tokatlamaya başlamıştır. Bu durumu gören genç Muhammed’de kavgaya karışarak onu Ebu Talib’in göğsünden atmıştır. Ebu Leheb, bu müdahaleye alınmış ve:
“Ben de senin amcanım. Bunu hiç unutmayacağım!” demiştir. Ve unutmamıştır da.
Ebu Leheb’in İslam düşmanlığının bir diğer nedeni de en yaygın nedendir: “kibir”. Daha sonra ki yıllarda Hz. Muhammed’e Müslüman olduğu taktirde kendisine köle ve yoksul Müslümanlardan nasıl bir üstünlük verileceğini sormuş:
“Hiçbir şey!” yanıtını alınca da:
“Benimle şunları bir tutan dine yazıklar olsun!” diyecektir.
Ve bu olay da Hz. Muhammed’in sınavının ve eğitiminin yeni bir bölümünü oluşturur. Sabır ve dayanıklılık, engeller karşısında yılmama… Dersini iyi alır ve Hz. Ali’ye hemen ertesi gün:
“Aynı yemekleri tekrar hazırla ve aynı insanları yeniden çeğır!” der. Ali kendinden istenenleri hızla yerine getirir ve aynı topluluk, Hz. Muhammed’in evinde yine sofranın başında bir araya gelir. Ve aynı yemek mucizesi de bir kez daha tekrarlanır. Ebu Leheb dün yapacağını yapmış ve bu gün aynı şeyleri tekrarlamanın aleyhine olabileceği hatta Muhammed’e puan kazandırabileceği endişesiyle suskun kalır. Yemek bitince Hz. Muhammed ayağa kalkarak:
“Hamd sadece ALLAH’a dır” der ve ekler, “Ben de O’na hamd ederim. Yardımı da O’ndan dilerim. O’na inanır, O’na dayanırım. Bilir ve bildiririm ki ALLAH’tan başka ilah yoktur. O, birdir; O’nun eşi ve ortağı yoktur. ALLAH’a yemin olsun ki sizler uyur gibi ölecek ve uykudan uyanır gibi de diriltilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. İyiliklerinizin ödülünü görecek ve kötülükleriniz yüzünden de ceza çekeceksiniz. İnsanlardan ilk olarak uyardığım kişiler, sizlersiniz. Ey Abdülmuttalib oğulları! ALLAH’a yemin olsun ki, Araplar içinde benim size getirdiğim şeyden, dünya ve ahiretiniz için daha hayırlı ve daha üstününü getirmiş birini bilmiyorum. Ben sizi dile kolay gelen fakat mahşer meydanında kurulacak olan terazide ağır basan iki söze çağırıyorum. Bunlar, ALLAH’tan başka ilah olmadığına ve benim de, ALLAH’ın kulu ve Elçi’si olduğuma tanıklık etmenizdir. Yüce ALLAH bana, size bunları duyurmamı emretti. Ey Abdülmuttalib oğulları! Ben, size ve bütün insanlara gönderilmiş ALLAH’ın Son Elçisiyim! Bu konuda hanginiz bana yardımcı ve kardeşim olmayı ve Cennet’i kazanmayı kabul eder? Hanginiz bu yolda kardeşim ve yardımcım olmak üzere bana itaat eder?”
Yemek salonunda derin bir sessizlik oluşur. Ve yerinden kalkan tek insan, cılız bacakları üzerinde on üç yaşındaki Hz. Ali olur:
“Ben ey ALLAH’ın Elçisi!” der. Hz. Muhammed ona:
“Otur ey Ali!” diye yanıt verir ve sorusunu tekrarlar. Yine Hz. Ali’den başka ayağa kalkıp, yanıt veren biri olmaz. Abdülmuttalib oğulları birbirlerine bakmaktadır. Sonra soru üçüncü kez tekrarlanır. Yanıt verip, ayağa kalkan yine sadece Ali olur. Bu kez Hz. Muhammed, Ali’ye “Otur!” demez. Elini eline alır:
“İçinizde bu insan benim kardeşim, vasim ve vekilim olmuştur” der. “Sözlerini dinleyin ve kendisine itaat edin. Bu işe amcalarım olmaksızın, amcamın oğlu varis oldu!” diyerek sözlerini bitirir. Bu konuşma bazılarının gülüşmesine yol açar, Ebu Talib’e dönüp:
“Bak sana oğluna itaat etmeni emrediyor! İtaat et ona!” derler. Ebu Talib ise ciddiyetini bozmaz:
“Bırakın Ali’yi” diyerek yanıt verir. “Amcasının oğlu onun başına hayırdan başka bir şey getirmez.” Sonra da Hz. Muhammed’e döner:
“Ey Muhammed!” der, “sen emrolunduğun şeye devam et. Yemin olsun ki ben etrafını kuşatır seni her tür tehlike ve düşmanlıktan korurum. Ama Abdülmuttalib’in dininden ayrılamam. Ben ancak onun öldüğü din üzerinde ölürüm!” bu konuşma diğerlerini de etkiler. Herkes sırayla Ebu Talib’in sözlerine benzer şeyler söyler ama Ali’den başka hiç kimse iman etmez. Sadece Hz. Muhammed’i bu yolda başkalarından gelebilecek tehlikelerden koruyacakları sözünü verirler ki bu, İslam’a duyulan herhangi bir sempatiden çok Arap toplumunun bel kemiğini oluşturan kabile ve soy dayanışmasının bir gereğidir. Tahmin edileceği üzere günün tek çatlak sesi Ebu Leheb’ten gelir. Fakat bu kez kısık ve bitkindir. Sadece:
“Ey Abdülmuttalib oğulları!” der, “bunun sizi çağırdığı şey yemin olsun ki bir kötülüktür. Başkaları O’nu bu işten alıkoymadan önce ilk engelleyen siz olun. Eğer siz bu gün O’na boyun eğecek ve O’nu destekleyecek olursanız aşağılanır ve hakarete uğrarsınız. O’nu korumaya kalkışacak olursanız, öldürülürsünüz!” O’nun hakkından da amca Ebu Talib ve dirayetli hala Safiyye gelirler:
“Ey kardeşim!” der Safiyye, “kardeşinin oğlunu yardımsız bırakmak sana yakışır mı?” ebu Talib ise daha sert çıkar ve:
“Ey korkak adam” diyerek seslenir Ebu Leheb’e, “ALLAH’a yemin olsun ki biz, sağ oldukça O’na yardım edecek, savunacak ve koruyacağız!
Toplantı, Ebu Talib’in Hz. Muhammed’e söylediği sözlerle son bulur:
“Ey kardeşimin oğlu! İnsanları toplu olarak dinine davet etmek istediğin zamanı bildir! Hepimiz silahlanıp, seninle birlikte ortaya çıkalım!”
Baskın Var: “Ya Sabahah”
Yemek davetinin üzerinden çok geçmez… Hz. Muhammed’in bir sabah Mekke’ye hâkim tepelerden Safa’nın üzerine çıktığı görülür. Sesinin olanca gücüyle haykırır:
“Ya Sabahah!” Bu, Araplarda alarm işaretidir. Ya da her an bir baskın korkusuyla yaşayan Arap kabilelerinde bir tehlike parolası. İşte o sabah Hz. Muhammed’de bu parolayı kullanır. Aslında O’nun dikkat çektiği tehlike çok daha farklı türdedir ve çok daha büyük! Mekke halkı endişe içinde sesin geldiği yöne döner ve az sonra da Safa tepesinin eteklerini binlerce Mekkeli doldurur. Çağrıyı yapan, yabana atılacak biri değildir. O, el-Emin dedikleri insandır. Ve üstelik Kureyş’i oluşturan bütün boylarla akrabadır. Gelenler merak ve endişeyle sorarlar:
“Ey Muhammed! Neler oluyor, bizi niçin topladın?” yeteri kadar insan biriktikten sonra konuşmaya başlar:
“Ben size şu dağın arkasından ya da şu vadiden sizi yağmalamak isteyen bir takım atlıların çıkıvereceğini ya da akşama sabaha düşman baskınına uğrayacağınızı haber versem bana inanır mısınız?” Mekkeliler hiç duraksamaz:
“Elbette” derler. “Çünkü sen Emin’sin. Bu güne kadar yalan söylediğini, birini aldattığını hiç görmedik”
“Öyleyse ben de sizleri büyük bir tehlike, şiddetli bir azaba karşı uyarıyorum!” sonra tek tek Kureyş kabilesini oluşturan boyların isimlerini sayar. Ve en sonunda:
“Yüce ALLAH beni insanları uyarmam için görevlendirdi. Sizler, ‘ALLAH’tan başka ilah yoktur’ demedikçe ben size ne dünyada ne de ahirette bir yarar sağlayamam.”Konuşmasına yine tek tek Kureyş’in boylarını sayıp, “Kendinizi Cehennem ateşinden kurtarın!” uyarısıyla devam eder ve ekler:
“Ben sizi ALLAH’ın azabından kurtarabilecek hiçbir şeye sahip değilim!”
Korku ve şaşkınlık genel bir kızgınlığa dönüşür. İlk öne çıkan amca Ebu Leheb olur. Hırsla yerden bir avuç toprak alıp, yeğenine doğru savurur:
“ALLAH belanı versin” der, “bizi buraya bunun için mi topladın?” ve ekler “ellerin kurusun!” Yanıt, ilerleyen zaman içerisinde ALLAH’tan gelecektir. Müslümanlar tarafından“Tebbet” diye isimlendirilen bir sure indirilecektir. Konusu Ebu Leheb ve bir de düşmanlıkta, saldırganlıkta ondan geri kalmayan eşi Ümmü Cemil olan:
“Ebu Leheb’in elleri kurusun, zaten o helak oldu. Onu, malı ve kazandığı şey kurtarmadı. O, alevli bir ateşe girecektir. Karısı da odun hamalı olarak. Boynunda da bükülmüş bir ip olacaktır.” (Tebbet,111:1-5) “Tebbet” suresi iki açıdan özel bir anlam taşır. Birincisi, bu sure indirildikten sonra Müslüman ya da putperest hiç kimse Ebu Leheb’in ve eşinin Hz. Muhammed’e gösterdiği düşmanlığa önem vermeyecek, insanlar onların hakkında “kişisel kinleriyle hareket edip, uğradıkları aşağılamanın intikamını almaya çalışıyorlar” diye düşüneceklerdir. Çatışma kişiselleştirilmiş ve böylelikle düşman da etkisizleştirilmiştir. İkincisi ise Kur’an’ın Hz. Muhammed’in yazdığı bir kitap olmayıp ALLAH tarafından indirildiğine net bir kanıt oluşudur. Çünkü bu sure indirildiğinde henüz Ebu Leheb ve eşi hayattadır ve ölümlerine de daha yıllar vardır. Hz. Muhammed’i yalancı çıkarmak için, görünüşte bile olsa Müslüman olduklarını ileri sürebilirlerdi ve o zaman Hz. Muhammed’e çok da yapacak bir şey kalmazdı. Çünkü sure Cehennem’den yani gelecekten söz etmektedir. Ve onu indiren ya da yazan hem de Hz. Muhammed gibi aklı ve zekâsı hakkın da bütün tarih boyunca dost ya da düşman hiç kimseden hiçbir eleştiri almamış biri ise bu kadar tehlikeli bir hata yapmaz, rakiplerinin eline bu denli açık bir koz vermezdi. Ve Ebu Leheb ile eşi kalan yıllarını son derece istikrarlı birer putperest olarak geçirirler.
Artık bu yeni din, Hz. Muhammed ve Müslümanlar Mekke’nin bir numaralı gündem konusudur. Medine’ye hicret edilinceye kadar takip eden 10 sene boyunca da hep öyle kalacaktır.
O günden sonra yeni vahiyler birbiri peşi sıra akmaya başlar. Bu dönemde inen Kur’an pasajlarının karakteristik özelliklerini düşünür Mevdudi şöyle özetlemektedir:
“Bunların dili çok temiz ve duru, uslubu etkileyici ve tatlı idi. Bu tanrısal söz, kendisine seslenmekte olduğu toplumun dil bilgisi, şiir ve edebiyata olan merakına uygun olarak biraz renkli ve süslüydü. Kelimeler ok gibi dinleyenin kalbine inerdi. Kulaklar ister istemez onlardaki uyuma verilmiş olurdu. Uyumları nedeniyle de derhal dillere yerleşiverirdi. Ayrıca bunlarda bölgenin özellikleri de vardı. Bu sözlerle evrensel ve ölümsüz gerçekler dile getiriliyordu, ama verilen kanıt ve örnekler hep yerliydi ve herkesin alışık olduğu havayı taşıyordu. Bütün telkin ve öğütler, Arap toplumunun ve Mekke’lilerin tarihlerine, örf ve adetlerine, her gün gözlemledikleri şeylere ve elde ettikleri izlenimlere, inanç, iman, ahlak toplum ve kültürlerine dayanarak ve onların kötü tarafları ortaya konulmak ve eleştirilmek biçiminde yapılıyordu. Amaç, Arapların ve Mekke’lilerin yapılan çağrı ve telkini kolayca kabul etmelerini sağlamaktı.”
Aynı konuda Muhammed Hamidullah’ın değerlendirmeleri de ilginç ve önemlidir:
“ALLAH’ın Elçisi, toplumu düzeltme hareketini ancak, putperest ve çok tanrı inancına sahip, kendi doğduğu şehrin halkı ile başlatabilirdi. İşte bu nedenledir ki ilk inen Kur’an ayetleri özellikle iki konu üzerinde durmuştur: 1. hiçbir ortağı bulunmayan, gücüne sınır tanınmayan, yüce ve her yerde hazır ve nazır bir tek yaratıcıya iman ve 2. İçinde iyi ve güzel hareketler bulunan doğru yolda bir hayat sürme zorunluluğu. ‘İman etmek ve iyi işler, güzel hareketlerde bulunmak’ kavramı Kur’an’ı Kerim’de durmaksızın tekrarlanan bir konudur; bütün bunlar için de kanıt olarak Kur’an’ı Kerim’de: ’İnsan da dâhil şu evreni kim yarattı? Çok doğal olarak insan değil!.. Bu ancak ALLAH’dır ki O, ebedidir, her şeyin yaratanıdır, yoktan var etmiştir; yaşamın ve ölümün ve bunun bir sonucu olarak öldükten sonra dirilme gününün sahibi de O’dur. O, yoktan var eder de, öldükten sonra insanlar için dirilmeyi mümkün kılamaz mı hiç!.. Bu dirilişten sonra onları cezalandırması ya da ödüllendirmesi mümkün olamaz mı?’şeklinde uyarılar yapılmaktadır. Bütün bunlardan başka Kur’an, ‘her şeyi bilen ve duyan ALLAH’ın muhakkak insanların bu dünyada işlediklerini yazıp bir Deftere kaydetmek suretiyle Hesap Günü bunların muhasebesini mutlaka çıkaracağını’anlatmaktadır.”
Bu günlerin Müslümanları, daha önceden de değindiğimiz gibi aslında Mekke’nin toplumsal profilinin tam bir örneğini oluşturmakla beraber doğal olarak iki toplumsal kesit büyük çoğunluğu oluşturur: gençler ve Köleler, yoksullar, ezilenler… Yani bütün insanlık tarihi boyunca toplumsal hareketlerin iki belirleyici dinamosu… Zaten Mekke toplumunun da sayısal olarak büyük çoğunluğu bunlardan oluşmaktadır. Bu olguyu Karen Armstrong şöyle vurgular:
“Başlangıçta İslam inancı gençlerin ve Mekke şehrinde marjinal bir konuma itildiklerini hisseden insanların bir hareketiydi…Ona inanan ilk insanların çoğunun Mekke’deki ezilenler olması şaşırtıcı değildi; köleler ve kadınlar, bu yeni dinin kendilerine bir umut ışığı olabileceğini hemen anlamışlardı. Göreceğimiz gibi, daha sonraları daha zengin kabilelerden de İslam dinine geçenler oldu ama en güçlü ve aristokrat Kureyşliler hep uzak kaldılar. Müslümanlar Kâbe’de toplandıklarında, büyük Abdülmuttalib’in torununun bir araya gelmeyi sevdiği ayak takımına küçümseyerek bakıyorlardı. İslam daha da güçlendiğinde, Hz. Muhammed’in en yakın yandaşları üst sınıf zengin Müslümanlar değil, Kureyş’in daha yoksul boylarından gelen kişilerdi. Bunların hiç biri kişisel tercih meselesi değildi. Hz. Muhammed ilk Müslümanlar için bir örnek oluşturması gerektiğini ve ALLAH’ın adaletsizlikten ve sömürüden nefret ettiğini biliyordu. Tanrı’nın iradesini yansıtan bir toplum, tamamen eşitlikçi bir yaşam tarzı geliştirmeliydi.”
İslam’ın içerdiği bu özgürlükçü, eşitlikçi ve her çeşit zulüm-baskı düzeninin karşısında olan karakter bir kaç yıl sonra, Hz. Muhammed’in çölden gelen kabile üyelerini İslam davet etme girişimlerinden birinde de açık biçimde kendini gösterir. Müsenna isminde bir bedevi Hz. Muhammed’i dinledikten sonra O’na yanıt verirken:
“Senin bizi davet ettiğin şey tahmin ederim ki hükümdarların hoşuna gitmeyen bir şeydir” diyecektir.”
Ve Safa tepesindeki açık davetten sonra Mekke’de İslam her ne kadar gündemin birinci maddesi haline gelirse de hala Kureyş’in genel tepkisi küçümseme ve alay etme şeklinde olur. Fakat bu durum çok sürmez. Çünkü şimdi sırada İslam’ın birinci evrensel önceliği vardır: ALLAH’ın birliği. Ve doğal olarak bu bağlamda putlar ve atalar kültü hedef tahtasına konur. Ondan sonra da kızılca kıyamet kopar.
Çatışma Başlıyor
İslam pragmatist bir din değildir. İçki gibi insanın ve imanın özüyle ilgili olmayan ve fiziksel bağımlılığı da bulunan kötülüklerin zamana yayılarak yasaklanmasına karşın ALLAH’ın tekliği ve kozmik egemenliği gibi var oluşun temel konularında devrimci ve pazarlıksız bir yaklaşıma sahiptir. Ve içinde bulunulan koşullar, güç dengeleri gibi duyarlılıklar göz önünde bulundurulmaksızın egemen inanç biçimine ve doğal olarak da ona dayalı bulunan toplumsal düzene savaş açar. Zaten Tek Tanrı inancı ile putperestlik arasında bir yumuşak geçiş ve pazarlık süreci niteliksel olarak da olanaksız bir şeydir. Sonuçta Mekkeli putperestler kulaklarına inanamazlar.
“(Putperestler) Onu (ALLAH’ı) bırakıp hiçbir şey yaratmayan, aksine kendileri yaratılmış olan, bizzat kendilerine bile ne bir zarar ne de fayda verebilen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen ilahlar edindiler.” (Furkan,25:3)
“ALLAH’ı bırakıp da, kendisine kıyamete kadar cevap vermeyecek şeylere tapandan daha sapık kim var?” (Ahkaf,46:5)
“Siz ve ALLAH’tan başka taptıklarınız Cehennem yakıtısınız. Siz, oraya gireceksiniz. Eğer bunlar tanrı olsalardı oraya girmezlerdi. Hâlbuki hepsi orada ebedi kalacaklardır.” (Enbiya,21:98–99)
Kimdir bu Müslümanlar? Nesine güvenmektedir bu Muhammed?
Mekke derin bir şok yaşar. Nefret sadece putlarına ve atalarına duydukları derin saygıdan kaynaklanmaz. Gerçek neden daha derinlerdedir ve Mekke’nin can damarıyla ilgilidir. Bütün Arap yarımadasının kendilerine çalıştığı sömürü düzelerinin tepe takla gelmesi olasılığıdır Kureyş’i o derece korkutan…
Niçin İnanmadılar?
En başından itibaren Mekkelilerin İslam’a karşı oluşları temelde ekonomik nedenlere dayanır. Mekke ekonomisini ayakta tutmanın ötesinde bütün bir Arap yarımadasının merkezi kılan ve bütün ekonomik rantın Mekke tarafından sömürülmesine olanak sağlayan kurulu putperest düzendir. Kâbe’de bulunan yüzlerce put, gerçekte Mekke elitinin hizmetçileri ve başlıca maddi yaşam kaynaklarıdır. Ve bu arada tanrının kaç tane olduğu da aslında pek umurlarında değildir. Ayrıca İslam kabul edildiği takdirde buna bağlı olarak toplumsal yapının tamamen değişeceğini gördüler. Böyle bir gelişme ise kabile reisleri, dini karizmalar, kâhinler, falcılar gibi birçok etkin sosyal pozisyon ve meslek ya tamamen ortadan kalkacak ya da etkisini büyük ölçüde yitirecektir. Hâlbuki sözü edilen meslek ve pozisyonlar, İslam öncesi Arap toplumunu yöneten kurumlardır. Ve İslam’a karşı büyük bir duyarlılıkla tepki gösterirler. Bu çatışmayı kaybettikleri takdirde her şeylerini kaybedeceklerini çok iyi anlamışlardır:
“ ‘Biz seninle birlikte doğru yola uyarsak yurdumuzdan atılırız.’ dediler.” (Kasas, 28:57) Kur’an’ın bu ayeti putperestlerin İslam’a itirazlarının özünü ortaya koyar ve ifade tamamen onların ağzından dile getirilir. Nitekim Kureyş elitinden Amir oğlu Haris de bir gün Hz. Muhammed’e bu gerçeği itiraf edecektir:
“Ey Muhammed! ALLAH’a yemin olsun ki sen bize hiç yalan söylemedin. Ama biz sana uyarsak, yerimizden, yurdumuzdan olacağız. Bundan dolayı inanmıyoruz.”
Bütün Arap kabilelerinin en saygın ve büyük putları Kâbe’de barınmaktadır. Her sene özellikle Hac mevsiminde, kabileler putlarını ziyaret amacıyla Mekke’ye gelmekte ve günlerce, hatta haftalarca orada kalmaktadır. Kureyş geçen yüzyıllar içerisinde bu işi mükemmel bir organizasyona kavuşturmuştur. Görünüşteki bu dini turizm etkinliği büyük bir ekonomik olay haline dönüşmüştür. Araplar, geçen bir sene boyunca ürettikleri malları bu dönemde Mekke’de kurulan fuarlarda satmakta ve gelecek senenin ihtiyaçlarını da yine bu fuarlarda satın almaktadır. Bütün bu etkinliğin nedeni ise Kutsal Kâbe ve orada barınan putlardır. Ayrıca, yine aynı kutsallık avantajı sayesinde, yani Kâbe’nin ve putların bekçileri oldukları için Kureyş, bütün kabilelerce üstün kabul edilir. Ticaret gezileri sırasında, en azından başka kabilelerin üyelerine oranla, daha güvende olurlar. Ve yine bu sayede Mekke, baskın ve yağma tehlikesi açısından Arap yarımadasının en güvenli şehri olmayı sürdürür.
İkinci önemli neden, kibir duygusudur.
“Zikir (Kur’an), aramızdan O’na mı indirildi, dediler” (Sad, 38:8) Hz. Muhammed, onların gözünde onlarca seneden beri Ebu Talib’in yetimidir. Çok akıllı, güvenilir, dürüst biridir ama zengin ve güçlü değildir. O yüzden de peygamberliğe layık değildir… Modern toplumla yarışacak ölçüde materyalist Mekke’nin değer yargıları, kendilerini böyle bir“yetim”e iman etmekten alıkoyar. Hatta öfkelenirler bile:
“Bütün güçleriyle ALLAH’a and içerek kendilerine bir uyarıcı gelirse, herhangi bir ümmetten daha çok doğru yolda olacaklarına dair yemin etmişlerdi. Fakat kendilerine uyarıcı gelince bu, nefretlerinden başka bir şeyi artırmadı.” (Fatır, 35:42)
Bedir savaşında öldürülünceye kadar İslam’ın ve Hz. Muhammed’in baş düşmanı olmaya devam edecek olan Ebu Cehil’e bir gün Hz. Ali:
“Hala iman etmeyecek misin?” diye sorduğunda o:
“İman edeceğim fakat” der, “niçin O?”
Diğer nedenler; atalar kültüne ve geleneklerine fanatizm derecesinde bağlılıkları, Kur’an ayetlerinin onlar hakkındaki ifadelerinin neden olduğu kızgınlık ve gurur kırıklığı, İslam’ın eşitlikçi bir toplum yapısından yana olduğunu açık bir biçimde ortaya koyması, Kureyş’i oluşturan boylar arasındaki rekabet ve çekememezlik duygusudur.
Öyleyse bu zor dönemde İslam’ı kabul edenlerin tercihlerini kolaylaştıran nedenler nelerdir?
Temel neden İslam’ın içerdiği güçlü ahlaki yapı ve bunun karşısında iman edenlerin sahip oldukları üstün kişilik özellikleridir. Akıllı ve vicdanı diri insanlardır bunlar. Haksızlığı ve zulmü içselleştirmemiş, köklü bir değişiklik arayışı içinde olan insanlar. Ve bu bağlamda, yukarıda da değindiğimiz gibi, gençler, köleler ve kadınlar ön plandadır. İman açısından ise İslam’ın anlattığı ALLAH inancının alternatifinin zorluğu ve mantık dışılığı vardır. Bir düşünün! Gücü, bilgisi, iradesi sonsuz, zamandan ve mekândan bağımsız her şeyi yaratan ve egemenliğinde tutan ve her şeyin üzerinde olan bir tek Tanrıya mı inanmak daha kolaydır, yoksa taştan ve tahtadan kendi ellerinizle oyduğunuz ya da daha beteri yolda tipini beğendiğiniz taşlara mı?
Mekke putperestlerinden biri, Hz. Ebubekir’i tekrar eski dinine döndürmeyi kendine görev edinir ve:
“Seni Lat ile Uzza’ya çağırıyorum” der. Hz. Ebubekir, sorar kendisine:
“Lat nedir?”
“Rabbimizdir”
“Peki, Uzza ve diğerleri nedir?”
“ALLAH’ın kızlarıdır.”
“Peki, anneleri kimdir?” Putperest bakakalır. Yanındakilere döner:
“Biriniz şu adama cevap verse ya!” der. Hiç kimseden ses çıkmaz.
Ebu Talib’e Şikâyet!
Mekkelilerin tepkilerinin ilk somut şekli Hz. Muhammed’i amcası Ebu Talib’e şikâyet etmek olur. Aslında Ebu Talib, Hz. Muhammed’in amcası olmanın ötesinde bir anlama sahiptir. Mekke’nin en saygın ihtiyar bilgelerinden biri, belki de birincisidir. Ve bu noktada iman etmemiş olması, Hz. Muhammed’in ve Müslümanların lehine olur. Bu sayede Mekkeli putperestler, Hz. Muhammed için en azından yaşamsal bir tehdit oluşturamazlar. Ebu Talib’den çekindikleri için sadece O’nu kıstırdıkları yerde alay etmek ve dövmekle yetinirler. 10 kişilik bir topluluk Kureyş adına Ebu Talib’i ziyaret eder ve Hz. Muhammed’in atalarına ve putlarına dil uzattığından şikâyet ederek:
“Zaten sen de bizim gibi inanıyorsun. Sustur şu yeğenini!” der. Ebu Talib, bu ilk şikâyeti tatlı sözlerle geçiştirir, Kureyş’in sinirini yatıştırmaya çalışır.
Mekke’de En Uzun Zaman: Kan, Zulüm, İşkence…
Ve yavaş yavaş İslam tarihinin Mekke dönemini karakterize eden olaylar başlar. Başta Hz. Muhammed olmak üzere bütün Müslümanlar 10 uzun sene boyunca kan kusacaktır… Giderek artan bir biçimde…
İlk saldırılar en yakın olanlardan gelir. Taktiği ise Hz. Muhammed düşmanlığının beyni durumunda olan Ebu Cehil vermiştir:
“Muhammed’i kendi kendiyle meşgul edin!”
Uygulamayı başlatanlar ise amca Ebu Leheb ve eşi Ümmü Cemil olur. Hz. Muhammed’in kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm Ebu Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlıdır. Utbe’ye Hz. Muhammed’in kızını boşadığı takdirde Kureyş kabilesinden dilediği kızı seçmesi teklif edilir. O da günün havasına uyar ve Ümeyye oğullarından güzel bir kızı seçer. Hatta kızını boşadığı haberini, babası Ebu Leheb’in kışkırtmasıyla, Hz. Muhammed’in yakasını çekiştirip, yüzüne tükürerek verir. Hakaretin bu derecesine dayanamayan Hz. Muhammed ise ona beddua eder:
“ALLAH sana bir itini musallat etsin!” Dua kabul edilir. Ticaret için Şam yolunda oldukları ve mola verdikleri bir gece kamp yerini basan bir aslan tarafından parçalanır. Son sözleri:
“Ben size Muhammed insanların en doğru sözlüsüdür, dememiş miydim?” olur.
Aynı girişim en büyük kızı olan Hz. Zeyneb için de gündeme gelir. O, Ebu’l As ile evlidir. Babasının peygamber olmasından bir sene önce evlenmişlerdir. Ve Ebu’l As, Utbe ile Uteybe’den farklı bir kişiliğe sahiptir. Bütün baskılara göğüs gerer, bütün göz alıcı tekliflere dudak büker ve eşi Hz. Zeyneb’ten ayrılmayı kabul etmez:
“Ben eşimi boşamayacağım” der ve ekler, “o dünyanın en güzel kadınıdır.”
Ama karısının sözüne uydu denilmesinden ve kılıbık bir erkek olarak görülmesinden endişe ettiği için Müslüman da olmaz.
Ve kızlarının boşanması sadece başlangıç olur. Ebu Leheb tarafından sabahları evinden çıkarken sık sık taşa tutulur. Öyle ki o sıralarda arkasına siper aldığı kaya yüzyıllar boyunca Mekke’de bilinmeye devam edecektir. Kaderin cilvesi, kapı komşusudurlar. Kureyş’in başka azgınları ile birlikte sık sık Hz. Muhammed’in kapısı ve kapı önü, geceden dışkı ile sıvanır. Sabah kapısını açar açmaz ilk karşılaştığı şey amca Ebu Leheb’in ve arkadaşlarının o gece ki marifetleri olur. Bu olay o kadar çok tekrarlanır ki Hz. Muhammed, yüksek bir duvar örerek onların evleriyle kendisininkinin arasını iyice ayırmak zorunda kalır. Abdest almak için kullandığı çömleğin içine koyun dışkısı doldururlar. Namaz kılarken de aynı şeyi doğrudan üzerine atarlar. Bazen de evinin avlusunda yemek pişirilirken aynı şeyleri yemek tenceresinin üzerine atarlar. Bütün bu saldırılar karşısında Hz. Muhammed’in tek yapabildiği, aradaki akrabalık bağını hatırlatarak:
“Ey Abdimenaf oğulları! Bu nasıl komşuluk?” demekten ibaret kalır.
Ümmü Cemil ise geceleri Hz. Muhammed’in geçeceği yollara diken serper. Ebu Leheb’in kinini her fırsatı kullanarak körükler. En sonunda “Tebbet” suresinde kendisine de özel bir yer ayrılıp, “odun hammalı” olarak vasıflandırıldığını öğrendiğinde eline irice bir taş alıp, Hz. Muhammed’in ağzına vurmak için Kâbe’yi basar fakat karşısında durduğu halde bir türlü O’nu göremez, gözü dönmüş bir şekilde dolanır durur.
Hz. Muhammed’e acı çektirme uğrunda hiçbir ahlak kuralı tanımazlar. Vicdanları ise… Zaten yoktur. İlk doğan çocuğu Kasım’dan sonra Abdullah’ın da peygamberlik yılları içinde vefat edip hiç oğlu kalmamış olması bile onlar için bir fırsat olur. Hz. Muhammed’e soyu kesilmiş anlamında “Ebter” diye isim takar, evlat acısıyla bile alay ederler. Bunda da başı çeken amcası Ebu Leheb olur. Küçük Abdullah’ın vefat haberini alınca sevinç içinde diğer putperestlere koşar, müjde verir:
“Muhammed bugün oğulsuz kaldı” der ve ekler, “yani kökü kazındı!”
Rabbi ise O’na “Kevser” suresini indirir, teselli eder.
Yine o günlerde Dimad isminde, işi akıl hastalarına okumak olan biri Mekke’ye gelir. Kureyşliler Dimad’ı Hz. Muhammed’e gönderir:
“O’na da oku!” derler, “belki sayende şifa bulur, aklını başına toplar.” Dimad, becerisinden emin:
“Ben ona bir okuyayım hiçbir şeyi kalmaz!” der. Yanına gittiğinde, Hz. Muhammed’e ilk sözü:
“Ey Muhammed! Ben hastalara okur, onları iyileştiririm. Ne dersin sana da okuyayım mı?”Hz. Muhammed, bütün sükûn ve ciddiyetiyle:
“Hamd, ancak ALLAH’a özgüdür!” der ve devam eder. “O’na hamd eder, O’dan yardım dileriz. ALLAH kimi doğru yola iletirse artık onu kimse saptıramaz. Kimi de saptırırsa onu kimse doğru yola yöneltemez. Ben tanıklık ederim ki: ALLAH’tan başka hiçbir ilah yoktur. O, birdir, ortağı yoktur. Yine tanıklık ederim ki, Muhammed, O’nun kulu ve elçisidir.” Dimad afallamıştır:
“Şu sözleri bir daha tekrar edebilir misin?” der. Ve onları Hz. Muhammed’e tam üç kez tekrar ettirir. Sonra da:
“Ben birçok kâhin, sihirbaz ve şairlerin sözlerini duydum. Senin sözlerinin bir benzerini ise onların hiçbirinden dinlemedim. Bu sözler insanı denizlerin dibine bile ulaştırır. Ey Muhammed! Uzat elini sana iman edeyim!” Dimad ilk Müslümanlardan olur.
Fakat o günlerde bu gibi olaylar, kızgın çölde insanın yüzüne düşen birkaç damla su gibidir. Hz. Muhammed’e ve O’na inananlara uygulanan baskı ve zulüm şiddetini her gün biraz daha arttırır. Bu zalimlerin içinde öyle biri vardır ki onun yanında amca Ebu Leheb bile insaflı kalır. İsmi tarihte kinin, vahşetin, cehaletin ve din düşmanlığının simgesi haline dönüşüp, ebedileşecektir. Bu insan Ebu Cehil’dir… Gerçek adı Hişam oğlu Amr olmakla birlikte tarihe Hz. Muhammed tarafından kendisine takılmış olan isimle (künye) geçer. Anlamı “Cehaletin Babası/Cahil Başı”dır. İslam öncesi dönemde ise kendisine zekâsının keskinliğinden ötürü“Ebu’l-Hikem” (Hikmetler Babası)denmektedir. Yine o dönemden, çok istediği Hz. Hadice’nin kendisinin yerine Muhammed’i seçmiş olmasından derin bir nefret duymaktadır. Ve yeni din olayı yüzünden Hz. Muhammed’in bütün Kureyş ile karşı karşıya gelmiş olması Ebu Cehil için arayıp da bulamayacağı bir fırsat olur. Yılların kini ile yüklenir. Sadece O’na da değil bütün Müslümanlara… İnkârının temel nedeni kibirdir. İslam’ın açıktan tebliğ edilmeye başlandığı ilk günlerde tavrını ve kibrini net bir biçimde ortaya koyar. O günlerde Hz. Muhammed ile Mekke’de, sokakta karşılaşırlar. Hz. Muhammed:
“Ey Ebu’l-Hikem!” der, “Ben seni ALLAH’a davet ediyorum!” Ebu Cehil O’na:
“Muhammed! Sen bizim tanrılarımızı kötülemekten vazgeçmeyecek misin? Sen bizden yarın ALLAH katında Elçi’lik görevini yaptığına dair tanıklık etmemizi istiyorsan, söz, sana tanıklık ederiz. Yemin olsun ki bu anlattıklarının gerçek olduğunu bilseydim sana iman ederdim. Fakat bir şey beni, sana iman etmekten alıkoyuyor. İçimizden Kusay oğulları (Hz. Muhammed’in soyu) ‘Hicabet’ (Kâbe’nin anahtarlarını bulundurmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Sikayet’ (Hacılara su dağıtmak) onuru bizimdir dediler, evet dedik. ‘Nedved’ (Mekke’nin yönetimi ile ilgili toplantıları organize etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik. Sonra ‘Liva’ (Savaşta bayrağı taşıma ve orduya komuta etme) onuru bizimdir dediler, ona da evet dedik. Ve şimdi bizden bir de peygamber çıktı diyorlar. ALLAH’a yemin ederim ki ben buna da evet demeyeceğim!”
Kısacası kibiri perde olur. Hz. Muhammed gerçeğini görmesini engeller. Bu durum yüzyıllar sonra ünlü İslam mutasavvıflarından Beyazıt Bistami ile Sultan Gazneli Mahmud arasında hoş ve hikmetli bir nükteye konu olacaktır. Beyazıt Bistami’nin:
“Beni göreni Cehennem ateşi yakmaz!” dediğini duyan Sultan, Bayezit’e hayretle soracaktır:
“Üstad nasıl olur? Ebu Cehil, Hz. Muhammed’i defalarca gördü, ama şimdi o bile Cehennem’de…” Beyazıt’ın yanıtı anlam doludur:
“O, Hz. Muhammed’i göremedi… Ebu Talib’in yetimi Muhammed’i gördü!”
Bu düşmanlık her gün biraz daha artarak kısa sürede aklı zorlayan boyutlara ulaşır. Hem o sıralar Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara saldırmak, kişiye Kureyş içerinde oldukça prim kazandıran bir davranıştır. Ebu Cehil öğünerek, etrafına hava atar:
“Muhammed’in yüzünü yere depdirerek (secde ederek) namaz kıldığını gördünüz mü? Bunu yapmayı O’na yasak ettim! Ve Lat ile Uzza üzerine yemin ederim benim emrimi dinlemeyecek olursa, yüzü yerdeyken ayağımı ensesine bastırıp yüzünü yerlerde sürteceğim!” Çok geçmez, yeminini yerine getirme fırsatını yakalar. Hz. Muhammed, Kâbe’de namaz kılmaktadır. Meraklı bakışların önünde hışımla üstüne yürür. Ve tam ayağını kaldırdığı sırada elleriyle yüzünü perdeleyip, dehşet içinde geri çekildiği görülür. Bembeyaz olmuştur:
“Benimle O’nun arasında” der, “ateşle dolu bir hendek, dev kanatlar ve korkunç şeyler belirdi!” Kaderin kendisine çizdiği sınırı zorlamış ve Cehennem’le karşılaşmıştır. Sonra bu olayı anlatan bir vahiy gelir:
“Namaz kılarken bir kulu yasaklayanı gördün mü? Ne dersin, O doğru yolda ise. Ya da ALLAH’a karşı saygılı olmayı emrediyorsa. Ne dersin o yasaklayan yalanlıyor ve doğru yoldan yüz çeviriyorsa. Bu adam ALLAH’ın yaptıklarını gördüğünü bilmez mi? Hayır, hayır eğer vazgeçmezse, derhal onu perçeminden, o yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız. O hemen gidip kendi topluluğunu çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır! Ona uyma, ALLAH’a secde et ve yalnızca O’na yaklaş.” (Alak, 96:9–19)
Başka bir defa da yine secde de Hz. Muhammed’in başını taşla ezip, O’nu öldürmeye kalkışır ve aynı olay bir kez daha yinelenir. Bu yıllar içindeki Hz. Muhammed - Ebu Cehil çatışması İslam’ın sadece inanç ve ibadet boyutuyla sınırlı kalmaz. Toplumsal bir karakter de kazanır. Hz. Muhammed, Ebu Cehil’in kimsesiz ve yoksul insanlar üzerindeki zulmü nedeniyle de onun karşısına dikilir. Sadece bir ahiret peygamberinin ötesinde dünyadan da sorumlu olduğunu sergiler. Hem de maddi açıdan en zayıf olduğu dönemde ve en zor koşullar altında… Çölden gelmiş yalnız bir bedevi Ebu Cehil’e mal satar, parasını ise alamaz. Kendisine sürekli “bugün git, yarın gel” denir ve en sonunda Ebu Cehil’den hakkını almaktan ümit kesen bedevi, Kâbe’de oturmakta olan Kureyş ulularına giderek durumunu anlatır, onlardan yardım ister. Garip bir bedevi için Ebu Cehil’le çatışmayı kim göze alabilir ki? Yardım yerine bedeviyi alaya alırlar. Ciddiyetlerini hiç bozmadan az ötede oturmakta olan Hz. Muhammed’i göstererek:
“İşte” derler, “senin hakkını Ebu Cehil’den ancak şu adam alabilir!” Kendisine oynanan oyundan habersiz zavallı, ümitle Hz. Muhammed’in yanına gider, derdini anlatır. O, bedeviyi ve arkada birbirlerini dürterek gülen Mekkelileri bir kez süzer ve:
“Düş arkama” der, bedeviye “gidip, paranı, Ebu Cehil’den alalım!” Kureyş’in uluları ellerini ovuşturur:
“Bugün bize iyi bir eğlence çıktı.” derler. Hz. Muhammed önde, bedevi O’nun peşinde ve“eğlence meraklıları” da en geride, hep beraber Ebu Cehil’in evine varılır. Kapıyı Hz. Muhammed çalar. Ebu Cehil şaşkındır, Hz. Muhammed, ona sadece:
“Öde bu adamın parasını!” der. Karşısındaki hiç yanıt vermeden içeri döner ve az sonra bedevi alacağını tahsil etmiş olur. Şaşırma sırası da “Kureyş’in uluları”na gelir. Bir araya geldiklerinde:
“Neden” derler, “Muhammed’in sözünü ikiletmedin?” Ebu Cehil, zavallı bir biçimde yanıt verir:
“O sırada yanında azgın bir deve gördüm. Az daha beni yiyecekti!”
Fakat Hz Muhammed’e eziyet etmeyi kendine görev bilen tek Mekkeli Ebu Cehil değildir. Her zalim ve güçten yana tavır almaktan başka bir değer ölçüsüne sahip olmayan kişilik o günlerde kendini belli eder. Başta Hz. Muhammed, Müslümanlar hedef tahtasına konulur. Cesaret edip, şimdilik, denemedikleri tek şey öldürmeye kalkışmak olur. O noktada Ebu Talib’e duydukları saygı/korku ve Kureyş içinde bir kan davası başlatma endişesi onları durdurur. Ama sadece o kadar bunun dışında o 10 sene boyunca öyle günler yaşanır ki Hz. Muhammed bunları daha sonraları:
“Andolsun hiç kimse aynı nedenle korkutulmazken ben ALLAH yolunda olduğum için korkutuldum. Hiç kimse aynı nedenden ötürü eziyet görmezken, ben ALLAH uğrunda eziyete uğradım. Üzerimden öyle bir otuz gün ve gece geçti ki, benim de Bilal’in de canlı bir kimsenin yiyebileceği-Bilal’in koltuk altında gizleyebildiği az bir şeyden başka-hiçbir şey yoktu.”
Ve bütün baskı ve eziyetler karşısında, dayanabildiği tek insani sığınak, eşi Hz. Hadice’nin sinesi olur. Hz. Hadice hem karı-koca, hem peygamber-ümmet, hem öğretmen öğrenci ve hem de arkadaş ve birbirlerine destek, yoldaştırlar. İlk İslam tarihçilerinden İbn İshak’ın anlatımıyla:
“Hz. Hadice, O’nu güçlendirmiş, yükünü hafifletmiş, doğru söylediğine inanmıştı.”
Fakat her Müslüman değişik ölçülerde Müslüman oluşunun bedelini öder. Mekke yıllarından baskı ve eziyetten kendini koruyabilen hiç kimse olmaz. Köle ya da Kureyş’ten olmayan, dolayısıyla kendisini savunabilecek bir boya sahip bulunmayan zavallılar için yaşadıkları baskı ve eziyet boyutlarını çok aşar. Sözcüğün gerçek anlamıyla bir işkence ve sadizm gösterisine dönüşür. O 10 sene boyunca çok sayıda insan Müslüman olduğu için sakat bırakılır, kör edilir ve öldürülür. Fakat sadist putperestler bir şeyin farkında değildir:
Hak yumruklandıkça kuvvetlenir ve gerçek din çivi gibidir ne kadar sert vurulursa o kadar derine girer. İslam’ın kaderi de işte tam bu olacaktır.
Fakat o günler çile günleridir.
Yasir ailesi, köle değildir ama Kureyş’e de mensup değildir. Yani onları Mekke’de koruyup, kollayacak hiçbir yakınları bulunmamaktadır. Zengin de değildirler. Ve Müslüman olmuşlardır. Müslümanlıkları da bilinmektedir. İşte bütün bunlar Yasir ailesini putperest sadistler için ideal bir hedef haline getirir. Yaşlı baba Yasir, anne Sümeyye ile genç oğulları Ammar ve Abdullah’tan oluşan bu ailenin belalısı Ebu Cehil’dir. Aile, öğlenin en sıcak zamanında güneşin kızdırdığı Mekke kayalıklarına sırt üstü yatırılır ve akla gelen her tür işkence kendilerine uygulanır. Bunlardan birinde Hz. Muhammed’in yanlarına geldiğini gören yaşlı Yasir, dayanamayıp sorar:
“ALLAH’ın Elçisi! Günler hep böyle işkenceli mi olacak?” Hz. Muhammed, elinden bir şey gelmiyor olmasının çaresizliğiyle alabildiğine üzgündür sadece:
“Sabredin Yasir ailesi!” diyebilir. Sonra da ALLAH’a yönelir:
“ALLAH’ım Yasir ailesini bağışla, zaten mutlaka bağışlamışsındır!” der. Ne kadar devam ettiğini bilemediğimiz işkence sürecinin sonunda baba Yasir, Ebu Cehil tarafından oklanarak öldürülür. Sonra da oğul Abdullah… Sıra anne Sümeyye’ye gelir. Yaşlı bir kadındır ama yine de Ebu Cehil ona:
“Sen Muhammed’e âşık olduğun için Müslüman oldun!” der. Fiziki işkence ve hakaret, aşağılama bir arada uygulanır. En sonunda da gözü tamamen dönen Ebu Cehil, bu yaşlı kadının bir ayağından bir deveye, diğer ayağından da başka deveye bağlanmasını emreder. Develer aksi yönlere doğru kırbaçlanır. Yaşlı kadının kemikleri çatırdamaya başlar, vücudu parçalanmak üzeredir. Fakat sadist Ebu Cehil, daha fazla beklemez karşısındaki görüntünün verdiği coşkuyla, elindeki mızrağı Sümeyye ananın kadınlık organına saplar ve sonra da yukarı doğru çekerek bütün gövdesini parçalar. O da şehit olur. İslam’ın ilk şehidi… Dünyadan ayrılırken son sözleri:
“ALLAH, birdir, Muhammed de O’nun kulu ve elçisidir.” Son sırada ailenin son bireyi, Ammar vardır. O da günün en sıcak saatlerinde Mekke’nin, “Ramda” ismi verilen kayalıklarına götürülür. Demir bir gömlek giydirilip, vücud yağları eriyinceye kadar yakıcı güneş altında tutulur. En sonunda ne söylediğini bilemeyecek hale gelir. Aynı şey günlerce tekrarlanır. Bazen de sırtı ateşle yakılır. Ateşin sırtında bıraktığı izler ölünceye dek kapanmaz. Ona uygulanan başka bir işkence metodu da, güneşin altında göğsüne ağır kaya parçaları konmasıdır. Bazen de boğulacağı ana kadar suya batırılır. Bu işkencenin yapıldığı sırada Hz. Muhammed onun yanına gelir. Delikanlı Ammar, hıçkırıklarla ağlamaktadır. Ammar’ın hali O’nun içini acıtır. Elini Ammar’ın gözlerine sürer ve kulağına:
“Bir daha inançsızlar seni suya batırıp, onların putlarına tekrar döndüğünü söylemeni isterlerse, sen de istediklerini söyle ellerinden kurtul!” diye fısıldar. Ve birkaç gün sonra Ammar kendisine verilen izni kullanır. Haber, Mekke’de hızla duyulur. Müslümanlar üzülmüştür. Hz. Muhammed’e gelip:
“ALLAH’ın Elçisi!” derler,”Ammar, dininden dönmüş!” O, yanıt verir:
“Hayır! Ammar, tepesinden tırnağına kadar iman ile doludur! İman onun etine, kanına işlemiştir!” Az sonra da Ammar’ın kendisi çıka gelir. Yine ağlamaktadır ama bu kez acıdan değil suçluluk duygusu ve pişmanlıktan… Yine gözyaşlarını silen Hz. Muhammed olur. Ve sorar:
“Ne oldu sana? Neyin var?”
“ALLAH’ın Elçisi! Sana sövmedikçe ve onların putlarının senin dininden daha üstün olduğunu söylemedikçe beni bırakmadılar!”
“Onların istediklerini söylerken kalbin nasıldı?”
“ALLAH’a, sana vedinime olan bağlılığım, demirden bile daha sağlamdı.”
“Öyle ise senin için çekineceğin bir şey yok! Ammar! Aynı duruma bir daha düşersen yine aynı şekilde kendini kurtarabilirsin!” Ammar’ın başına gelenler, ayet inmesine neden olur ve o günden kıyamete kadar aynı koşullarla karşılaşan Müslümanlar için ALLAH tarafından bir çıkış kapısı açılır:
“Kalbi imanla dolu olduğu halde dinden dönmeye zorlanan hariç, kim iman ettikten sonra ALLAH’ı inkâr edip, gönlünü inançsızlığa açarsa, onların üzerine ALLAH’tan bir gazap ve büyük bir ceza vardır.” (Nahl, 16:106) Ve o gün Hz. Muhammed’in Yasir oğlu Ammar’a son sözü bir dua olur:
“ALLAH, anneni katledenleri kahretsin!” Duanın kabul vadesi Bedir gününedir!
Rebah oğlu Bilal, Mekke’nin en kibirli aristokratlarından Halef oğlu Ümeyye’nin oniki kölesinden biridir. Görevi, Ümeyye’nin özel puthanesinin bekçiliğidir. Ve o günlerde Müslümanlığını gizlemeyip açığa vurabilen yedi kişiden de biridir. Üstelik Kâbe’deki putlar hakkında da ileri geri konuştuğu duyulur ve bir gün de bekçisi olduğu putların hepsini secde durumuna getirip, yüz üstü yere yatırır ve yaptığını inkâr etmez de… Ve başlarında Ebu Cehil olduğu halde Kureyş’in uzman işkence ekibi tarafından, sahibi Ümeyye’den teslim alınır:
“Zaten beş para etmez zenci bir köle” der, Ümeyye, “alın sizin olsun. Ne yaparsanız yapın!” Artık Ebu Cehil’in insafına terk edilmiştir. Yani onun hiç sahip olmadığı tek şeye… Ve açık sözlülüğünün bedeli Bilal için çok ağır olur. Ona da Ramda kayalıklarında, kızgın güneşin altında ağır kaya parçaları yüklenir, o da bir gün bir gece susuz bırakıldıktan sonra üzerine demir gömlek giydirilip, vücut yağları eritilir. Boynuna bir ip takılıp, çocukların ellerine teslim edilir ve Mekke sokaklarında alay, hakaret, tükürük ve taş yağmuru altında bir köpek gibi koşturulur, tekmelenir. Fakat bunların hiç biri Bilal’i yıldırmaz. Kendisine teklif edilen, putlara iman ve Hz. Muhammed’i inkâr sözlerine:
“Dilim onlara dönmüyor!” diye cevap verir. Bilal’in dili gerçekten dönmez ama sadece “Ş”lere onları “S” olarak telaffuz eder. Mekkeli sadistler hırslarından çıldıracak gibi olur, işkence son haddine ulaştığında Bilal canının acısını “Ah! Of!” gibi ünlemlerle dışarıya vurmaz. Bu kadarcık bile olsa, sadistleri sevindirmez. Ama o da bir insandır kendini tutamadığı anlarda ciğerinin bütün gücüyle “Ehad!” (ALLAH TEK!) diye bağırır. İçinin yangınını dışarıya ancak o şekilde vurur. Ve Batha’nın, Ramda’nın kayalıkları zenci köle Bilal’in “Ehad! Ehad!” haykırışlarıyla çın çın öter. Haftalar, aylar boyu… Öyle günler yaşanır ki Müslüman oldukları için sahiplerinden ya da Ebu Cehil’in uzman ekibinden işkence gören kölelerin hepsi, Hz. Muhammed’in verdiği izne dayanarak, işkencecilerin istediklerini söyler, sadece Bilal hariç… O kölelere Bilal de aralarında olduğu halde toplu olarak işkence yapıldığı günlerde akşam olup da hava karardığı ve işkenceciler yorulup işin devamı ertesi güne bırakıldığı zamanlarda her zavallının, kendisi ziyaret edip, birkaç yudum su veren, sırtına ıslak bir bez koyan, ailesinden birileri olur, sadece Bilal hariç, onun hiç teselli edeni olmaz. Bilal, akşamları da yalnız geçirir. Ve zenci köle Bilal’in çilesi mutlu biter. Mekke putperestlerinin elinde işkence görmekte olan altı köleyle birlikte Rebah oğlu Bilal de Hz. Ebubekir tarafından sahibi Halef oğlu Ümeyye’den satın alınıp azad edilir. İslam’ı tercih edişi, aylarca işkence görmesi bir yana bırakılırsa, Bilal’e dünyada da büyük bir ödül kazandırır. Özgürlüğüne kavuşturur. Ebubekir ile Ümeyye arasındaki pazarlık ise ilginç bir seyir takip eder. Ümeyye Bilal için on altın ister, Hz. Ebubekir’den ve o da kabul eder. İş bittikten sonra Ümeyye, pişkin pişkin:
“Pazarlık etseydin bu siyah köleyi bir altına da bırakacaktım”der, Ebubekir’i duyarlılığına pişman etmeye çalışır fakat Ebubekir’in gülerek verdiği yanıt Ümeyye’nin içine oturur:
“Sen derdine yan! Eğer onun için yüz altın da isteseydin gözden çıkarmıştım, verecektim.”
Bu dönem içinde Hz. Ebubekir, servetinin büyük bölümünü işkence gören Müslüman köleleri özgürlüklerine kavuşturmak için harcar. Kadın ve erkek toplam yedi kişidir bunlar. Bu uğurda babası Ebu Kuhafe’yle bile karşı karşıya gelir. Hala bir putperesttir Ebu Kuhafe ve oğlunun yaptığı şeyin gerçek nedenini anlayabilme bilincinden de uzaktır. Sadece ALLAH rızası ve Müslüman kardeşliği için koca bir servetin harcanmasını aklı alamadığından oğluna çıkışır:
“Görüyorum ki” der, “bazı zayıf, işe yaramaz köleleri azad edip duruyorsun. Bari ihtiyaç duyduğunda işine yarayacak, zor zamanında yanında yer alıp sana güç katacak, kuvvetli adamları azad etsen!” Hz. Ebubekir:
“Babacığım!” diye cevap verir:“Ben bununla kendimi güçlendirmek değil Rabbimin rızasını kazanmak istiyorum!” Baba Ebu Kuhafe gene anlamaz, sadece dudak büker.
Bilal’in Hz. Ebubekir tarafından özgürlüğüne kavuşturulma haberinin Müslümanlar arasında veriliş biçimi ise Hz. Muhammed Devrimi’nin daha ilk yıllardan itibaren kurulu toplumsal düzeni ve egemen eşitliksiz yargıları dönüştürmede ne kadar etkin olduğunun bir kanıtıdır. Müslümanlar birbirlerine:
“Ebubekir efendimiz Bilal efendimizi özgürlüğüne kavuşturmuş!” diyerek olayı haber verirler.
En amansız işkencelere uğratılanlardan biri de azadlı köle Ered oğlu Habbab olur. Bir demirci köledir, Habbab. Ona da standart metot olan Ramda kayalıklarında demirden gömlek giydirilip, kızgın güneşe bırakma cezası uygulanır. Farklı olarak da çıplak vücudu dikenler içinde sürüklenir. Bir gün yere ateş korları döşenir ve Habbab boylu boyunca onların üzerine yatırılır. Yıllar sonra bu olayı anlatırken:
“ALLAH’a yemin olsun ki” diyecektir, “o gün, o korlar ancak sırtımdan akan etimin yağlarıyla söndü!” ve o günün hatırası olan yumruları ölünceye kadar sırtında taşır. Yine yıllar sonra Hz. Ömer, Habbab’ın sırtını gördüğünde:
“Doğrusu ben hiç böyle bir insan sırtı görmemiştim!” der. Eski sahibesi Ümmü Enmar, Habbab’a sahip çıkan kimse olmayacağını bilmenin güveni ile ateşte kızdırılan demirlerle onun başını dağlar.
İşkencelerde erkek, kadın ayrımı gözetilmez. Özellikle köle kadınların hissesine, bu zulüm sağanağından büyük bir pay düşer. Bunlardan birinin ismi Zinnire’dir. Bizans kökenli bir cariye olan Zinnire ilk iman edenlerden olur. Hz. Ömer, kolları iki yana düşüp, öldü zannedilecek hale gelene kadar boğazını sıkar. Ebu cehil, yaptığı işkencelerle kör olmasına neden olur. Sonra da pişkin bir tavırla:
“Gördün mü?” der, “Lat ve Uzza senin gözlerini kör etti!” Zinnire, öyle bir anda bile onurunu korur:
“Hayır!” diye yanıt verir. “Onlar hiçbir şey yapamaz. Hiçbir zarar ya da yarar veremezler. Bu, göklerde verilmiş bir karardır. Ve dilerse benim Rabbim bana gözlerimi geri verecek gücü olandır!” Zinnire’nin gözleri ertesi gün açılır. Putperestler:
“Bu da Muhammed’in sihirlerinden biridir!” der.
Zinnire de Hz. Ebubekir tarafından satın alınıp, özgürlüğüne kavuşturulur.
Lübeyne de bir cariyedir. O da Hz. Ömer’den çeker. Öldüresiye döver ve yorulunca da Lübeyne ile alay ederek dinlenir:
“Senden özür dilerim.” der, “Sadece yorulduğum için ara verdim. Biraz dinleneyim tekrar devam ederim.” Lübeyne’yi de Hz. Ebubekir kurtarır.
İşkence yüzünden gözlerini kaybeden kadınlardan biri de Guzeyye’dir. Diğerlerinden farklı olarak o, özgür bir kadındır. Devs kabilesine mensuptur. Erken bir tarihte Müslüman olan Guzeyye, dinini gizler ve ticaret bahanesiyle Kureyş kadınları arasına karışıp, İslam’ı anlatır. Fakat bir süre sonra eylemleri belirlenir ve o da Ebu Cehil’e teslim edilir. Ağır işkencelere uğratıldıktan sonra da Mekke’den sürülür. Kendi kabilesi olan Devs’e sığınır. Fakat bu, Guzeyye için her şeyin daha da kötüleşmesi demek olur. Kureyş egemenlerine yaranma isteğiyle Devsliler de işkenceye başlarlar ve Guzeyye kendi kabilesi tarafından kör edilir. Yine de yılmaz, İslam’ı anlatmaya devam eder. Ve sonunda kazanan Guzeyye olur. Yıllar sonra onun çalışmaları sonunda bütün Devs kabilesi İslam’ı kabul edecektir.
Bizans kökenli azaldı kölelerden Sinan oğlu Süheyb hafızasını yitirir, ne dediğini anlamaz bir hal alır.
Ebu Fükeyhe, Ümeyye tarafından ayağından bir iple taşların üzerinde sürüklenerek Ramda işkenceliğine götürülür. İşkence sırasında efendisi Ümeyye, yanlarından geçmekte olan bir“Cual”, (osurgaç) böceğini göstererek:
“Benim rabbim şu ‘Cual’ böceğidir de, seni bırakayım.” der. Ebu Fükeyhe, Müslümanlık onurunu korur. Yanıtı:
“Benim Rabbim ALLAH’tır.” olur. Ve ekler: “Beni de yaratan, seni de yaratan O’dur. Ve Cual böceğini de O yaratmıştır.” Ümeyye deliye döner. Ancak öldüğünü zannederek Ebu Fükeyhe’yi bırakır. Onu da Hz. Ebubekir kurtarır.
Fakat Hz. Ebubekir bile kendini baskı ve eziyetten tamamen koruyacak halde değildir.“Kureyş Aslanı” denen Mekke’nin belalılarından Huveylid oğlu Nevfel, Ubeydullah oğlu Talha ile ikisini namaz kılmalarına engel olmak için iple birbirlerine bağlar. Nevfel korkusundan kimse onları çözmeye cesaret edemez. Bu halleri onlara yaşam boyu devam edecek tatlı bir anı ve bir de unvan kazandırır. “Ayrılmaz iki arkadaş” anlamında “Karineyn” denir. Talha, kendi ailesinden bile zulüm görür. Öz kardeşi Osman yetmezmiş gibi annesi Sa’ba bile onu Kâbe’nin yanında elleri boynuna bağlı, öz oğluna küfürler ve lanetler okuyarak önüne katar, aşağılar.
Avvam oğlu Zübeyr’e, amcası tarafından işkence yapılır. Amca Nevfel, son metot olarak, yeğenini bir iple bağlayıp bir hasırın içine sarar ve ikisini birlikte duvara asar. Sonra da altından hasırı ateşe verir, Zübeyr dumandan boğulacak gibi olur. Gün bitimine kadar yanmış hasırın içinde duvarda asılı kalır. Bu orijinal işkence bittiğinde, derisi dumandan simsiyah olmuş, gözleri de nar gibi kızarmıştır.
Hz. Osman da yine kendi amcası tarafından aynı cezaya uğratılır.
Fakat bütün bunlar putperestleri istedikleri sonuca götürmez. Anlık sarsıntılar hariç Müslümanların cesaretleri, gayretleri ve inançları zayıflamaz. Tam aksine güçlenir. Mekke putperestleri kendilerini çaresiz hissetmeye başlarlar. Bu gerçeğin bir kanıtı o günlerde Mesud oğlu Abdullah’ın Kâbe’de Kur’an okuması olur. Ufak tefek biridir Abdullah. Üstelik kendisini koruyacak güçlü akrabaları da yoktur. Ve Kâbe’de ilk defa açıkça Kur’an okuyan Müslüman olma onuruna sahip olmak ister. Arkadaşları kendisini vazgeçirmeye çalışırlar ama boşuna. Bir sabah Kâbe’nin karşısında ayakta durur ve “Rahman” suresini yüksek sesle ağır ağır okumaya başlar. Putperestler önce şaşırır. Okunan şeyin ne olduğunu anlayamazlar. Ve bu ölçüde bir meydan okuma da düşünebilecekleri şey değildir. Sonra anlarlar ve var güçleriyle çullanırlar Mesud oğlu Abdullah’a… O ise her yandan üzerine yağan tekme yumruk yağmurunun altında okuyabildiği kadar okur. Müslüman arkadaşlarının yanına döndüğünde yüzü gözü kan içindedir. Arkadaşları onun yerine de hayıflanır:
“Keşke bizi dinleseydin!” derler. Fakat Abdullah, halinden memnundur. Cevabı:
“O putperestler benim gözüme hiç bugünkü kadar zayıf ve zavallı görünmemişlerdi.” olur. Ve ekler:
“Yarın da gidip, aynı şeyi tekrar edeceğim.” Fakat bu kez arkadaşları önüne geçer, bırakmazlar.
Bu kadar işkence ve zulümden sonra psikolojik baskı ve alay etme gibi eylemlerden söz edilip örnek verilmesi gereksiz olur. Yoksa bu durum hiç kimseye söz edilen tarzda eziyetlerin yapılmadığını düşündürmemelidir. Onlar, Müslümanlar için günlük yaşamlarının önemsiz bir parçası olmuştur.
Bu noktada insan aklına zorunlu olarak bir soru gelir: Nasıl olur da ALLAH bütün bunlara izin verir? Kendisine samimiyetle iman eden o bir avuç insanın, sadist putperestlerin elinde her çeşit zulmü ve işkenceyi yaşamalarına, sakat kalmalarına hatta ölmelerine göz yumar?
Bu ve benzeri sorulara verilecek ilk cevap, bu dünyanın bir sınav meydanı olduğudur. İkinci olarak ise, bilinmelidir ki Müslümanların dinlerini yaşamalarının ödülü ahirette verilecektir, burada değil. Daha kısa bir ifade ile bu dünya sınav yeridir; ahiret ise ödül. Ve bu konuya özel cevap ise yukarıda işaret ettiğimiz gerçektir: Hak, yumruklandıkça kuvvetlenir ya da tarih felsefecisi Arnold Toynbee’nin deyimiyle, yeni bir toplumsal oluşumu hedef alan saldırı ve baskılar onu ortadan kaldırmayı başaramazsa sonuçta daha güçlü kılar. Mekke Müslümanları da bu on sene boyunca yaşadıkları baskı ve saldırılar sayesinde polatlaşırlar, dinleri onlar için canları da dahil bütün varlıklarından daha değerli hale gelir. Ve sonrasında da ona göre sahip çıkarlar. Yaklaşık 1440 seneden beridir devam ede gelen İslam gerçeği de varlığını işte bu birkaç yüz kişiye borçludur. Ama bu “çok özel” birkaç yüz kişiye…
Ve Hz. Muhammed’in tarihin bu dönemini okuyuşu da bu dönemde yaşanan işkenceleri yorumlayışı da – kendisi o işkencelerden hem fiziken, hem psikolojik olarak en çok etkilenenlerden biri olmasına rağmen – çok farklıdır. Sırtında ateş söndürülenlerden biri, Ered oğlu Habbab zulmün en ağır yaşandığı günler içinde Hz. Muhammed’e yalvararak bir dilekte bulunur:
“ALLAH’ın Elçisi!” der, “Ne olur, Rabbimize dua etsen de bu sıkıntıyı bizden artık giderse ve Müslümanları hâkim hale getirse!” Hz. Muhammed, oturduğu yerden toparlanır. Yüzünün rengi değişir. Kızmıştır. Cevabı kaşları çatık olduğu halde verir:
“Sizden önceki iman eden topluluklar öyle işkencelere uğratılmışlardı ki, testereyle vücutları ortadan ikiye ayrılırdı ya da demirden taraklarla etleri ve sinirleri kemiklerinin üzerlerinden taranırdı fakat onlar yine de dinlerinden dönmezlerdi.
ALLAH’tan korkun ve sabırlı olun. ALLAH bu işi mutlaka sonucuna ulaştıracaktır. Öyle ki bir insan tek başına devesine binecek ve ALLAH’tan başka hiçbir varlıktan korkmaksızın San’a’dan Hadramevt’e kadar gidecektir.”
Hz. Muhammed’in cevabında ilginç olan, işaret ettiği hedeftir. Vurguladığı şey sadece Müslümanlara ait bir başarı, hâkimiyet ya da siyasi bir zafer değil toplumsal asayiştir. O, bu cevabıyla işkenceleri çeken insanlara, katlandıkları zulmün hem nedenini hem de sonucunu açıklamış olur. Ve asıl dikkat edilmesi gereken hedefin ne olduğunu öğretir. Hem onlara, hem de kıyamet kopuncaya kadar yaşayacak bütün Müslümanlara…
Değişik Taktikler
İşkence ve terör tüm hızıyla devam ederken bunların her tip insan için yeterli olamayacağını düşünen putperestler, başka taktikleri de devreye sokarlar. İlk önce Hz. Muhammed’in Kur’an’ı başkalarından öğrendiği iddiası ortaya atılır. Bu, “başkaları”, Mekke’de demircilik yapan Bizanslı bir hristiyan köledir. Zihinler, bulandırılmaya çalışılır. Çamur atılır, tutmasa da izi kalsın istenir. Kur’an, onların bu tür iftiralarını kayda geçer:
“Sonra O’dan yüz çevirdiler ve:’Bu, öğretilmiş bir delidir’dediler.”(Duhan, 44:14)
“Şüphesiz Biz onların: ‘Onu bir insan öğretiyor.’dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili yabancıdır. (Arapça değildir) Bu ise apaçık Arapça bir dildir!” (Nahl,16:103) aslında Kur’an’ın verdiği cevap, sorunu kökünden halleder niteliktedir. Evet, yarım yamalak Arapça bilen bir köle nasıl Kur’an gibi bir kitabın kaynağı olabilir. Üstelik Mekke’deki hristiyanlar, hizmetçilik yapan cahil insanlardı ve bunlar Kur’an’ın içerdiği uzak geçmişe dair doğru ve detay bilgilere (örneğin, Antik Mısır’la ilgili, 20.yy.a kadar bilinmeyen bilgilere) gelecekle ilgili tespitlere ve yüzlerce bilimsel/olgusal detaya nasıl vakıf olabilirlerdi? Ve Tevrat’ın ilk Arapça çevirisi, ancak 718’de yapıldığı göz önünde tutulduğunda! Yani Hz. Muhammed’in vefatından 86 sene sonra…
Aslında bu konuda bile düşünce birliğine sahip değildirler. Putperestlerin içinde önemli bir topluluk, 40 sene “el-Emin” diye bildikleri bir insanın bir anda sabah-akşam hiç dinlenmeden yalan söyleyen birine dönüşemeyeceğini kabul eder fakat iman edemezler. Bu durumda ara bir yol olarak Hz. Muhammed’in peygamberlik iddiasında samimi fakat aldatılmış olduğunu ileri sürerler. Kur’an, buna da yer verir:
“Onların söylediğinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler, ALLAH’ın ayetlerini inkâr ediyorlar.” (En’am, 6:33) yani onların bir çoğu, öldükten sonra dirilme ve öte dünya gibi gerçekleri olanaksız gördükleri için doğrudan ALLAH’ı inkar ediyor ve Hz. Muhammed’in de bir ruh hastası olduğunu ve vahiy zannettiği sanrılar yaşadığını düşünüyordu. O’nun bir ruh hastası olduğu iddiasının en güzel cevabı yine O’nun kendi yaşamı ve tarihte bıraktığı izidir.
Bilgi ve zekâsına çok güvenen bazı putperestler ise Hz. Muhammed’in aslında mantıklı ve sağduyu sahibi bir insan olduğunu ve tartışılarak ikna edilebileceğini düşünür. Ayrıca bir insan için düşünülebilecek en büyük maddi nimetleri de kendi rızalarıyla O’nun ayaklarına sermeyi kararlaştırırlar. Üstü kapalı bir rüşvettir bu… Ama çok büyük bir rüşvet. Ve Kureyş adına elçilik görevini Rebia oğlu Utbe üstlenir. Kureyş aristokrasisi Mekke’nin hükümet konağı olan Dar’un Nedve’de toplanır. Amaç Hz. Muhammed problemini kesin olarak ortadan kaldırmaktır. Bu kez tatlılıkla halletmeye çalışırlar. Temsilci seçilen Utbe, Hz. Muhammed’i ziyaret eder:
“Muhammed!” der, “Sen mi daha akıllısın yoksa deden Abdülmuttalib mi?” bu soruyla Hz. Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib’in de kendileri gibi bir putperest olduğunu ima eder ve Hz. Muhammed’i köşeye sıkıştırmaya çalışır. Çünkü o dönemin en önemli dogmalarından biri atalar kültüdür ve birinin kendisini atalarından üstün göstermeye kalkışması aklın alacağı bir şey değildir. Hz. Muhammed, Utbe’nin sorusuna susarak cevap verir. Utbe soruyu yineler:
“Sen mi akıllısın baban Abdullah mı?” aynı taktik bir kez daha tekrarlanır. Hz. Muhammed yine suskun kalır. Utbe, O’nun bu halini kendi adına bir başarı sayar ve yüklenir:
“Eğer onlar senden daha akıllı iseler bil ki onlar senin ayıpladığın tanrılara tapmışlardı. Yok, eğer sen daha akıllı isen, seni dinleyelim. ALLAH’a yemin olsun ki hiç kimse kendi toplumuna senin kadar uğursuz ve zararlı olmamıştır. Aramıza ikilik soktun, işimizi alt-üst bizi darmadağın ettin. Kureyş’i Araplar içinde alay konusu yaptın. Bugün bütün kabileler, ‘Kureyş içinde bir büyücü, bir kâhin çıkmış’ diyerek bizimle alay ediyorlar. Neredeyse kılıçları çekip, birbirimizin kökünü kazıyacak hale geldik. Bre adam! Sen ne istiyorsun? Eğer istediğin mal ve paraysa, seni Kureyş’in en zengini yapıncaya kadar aramızda mal toplayalım. Eğer istediğin bize baş olmak ise, bayraklarımızı senin için bağlayalım ölünceye kadar bizim yöneticimiz ol. Eğer kadın istiyorsan evli ya da bakire, söyle her istediğin kadını sana alalım. Eğer cinler tarafından tutulmuşsan, mallarımızı seni iyileştirmek için harcayalım. Develerin gidebileceği her yere kadar gidip, en iyi cincilere seni okutalım.”
Utbe heyecandan nefes nefese kalmıştır ve yaptığı göz kamaştırıcı teklifler ile başarılı kınamanın Muhammed’i etkilediğinden emindir. Hz. Muhammed, her zamanki sükûneti içerisinde sorar:
“Söyleyeceklerin bitti mi?” Utbe, O’nda hiçbir etkilenme belirtisi olmadığını fark eder ve şaşkın bir biçimde:
“Evet!” der. Hz. Muhammed, Kur’an okumaya başlar:
“Ha. Mim. (Bu sure) Rahman ve Rahim olan (ALLAH) katından indirilmiştir. Ayetleri bilen bir topluluk için Arapça bir Kur’an olarak açıklanmış bir Kitap’tır. (Bu Kitap) müjdeleyici ve uyarıcıdır. Onların çoğu yüz çevirmiştir artık dinlemezler. Ve dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır, kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. O halde sen (istediğini) yap. Çünkü biz de yapıyoruz.’De ki : ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin. O’dan bağışlanmanızı dileyin. Ortak koşanların vay haline!’ Onlar zekâtı vermezler. Ahireti inkâr edenler de onlardır. Şüphesiz iman edip İslam’ı yaşayanlar için başa kakılmayan bir ödül vardır. De ki: ‘Gerçekten siz yeri iki dönemde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz. O, Âlemlerin Rabbi’dir. O, yeryüzüne üstünden sabit dağlar yerleştirdi, orada bereketler yarattı ve orada tam dört dönemde (yeryüzünün) gıdalarını takdir etti. Bu, soranlar için bir açıklamadır. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi. Ona ve yerküreye: ‘İsteyerek ya da istemeyerek gelin.’ dedi. İkisi de: ‘İsteyerek geldik.’ dediler. Böylece onları iki dönemde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz yakın semayı kandillerle donattık ve (bozulmaktan da) koruduk. İşte bu Aziz (her şeyden üstün ve güçlü) ve Alim (her şeyi bilen) ALLAH’ın takdiridir. Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: ‘İşte sizi Ad ve Semud’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyarıyorum.’”(Fussilet, 41:1-13)
Son cümleden sonra Utbe Kur’an’ı dinlemeye daha fazla dayanamaz. Eliyle Hz. Muhammed’in ağzını kapatır:
“ALLAH aşkına sus!” der. Sonra da evine kapanır ve dışarı çıkmaz. Olup bitenler Mekke egemenlerinde derin bir şok meydana getirir. Muhammed’i kazanalım derlerken Utbe’den de olma tehlikesi belirmiştir. Ve Utbe’yi geri kazanmanın derdine düşerler. Bunun için de Ebu Cehil devreye girer. Utbe’nin yakınıdır ve ona nasıl yaklaşılacağını, zayıf tarafının neresi olduğunu iyi bilir:
“Kureyşliler” der, “zannederim Muhammed, Utbe’yi de yoldan çıkardı. Her halde Muhammed’in yemeği ona tatlı geldi. Kalkın ona gidelim!” Ebu Cehil önde, Utbe’nin evine giderler. Sözü yine Ebu Cehil alır ve Utbe’yi en zayıf yerinden, gururundan yakalar:
“Biz sana Muhammed’in dinine girdiğini düşündüğümüz için geldik ve seni tekrar eski dininde görmek için dilediğin kadar mal vermeyi teklif ediyoruz!” Ebu Cehil, yaptığı teklifin Utbe üzerinde neden olacağı etkiyi bildiği için bıyık altından gülmektedir. Taktik başarılı olur. Utbe, kızgınlıkla yerinden fırlar:
“Siz kim oluyorsunuz ki” der, “bana mal teklif ediyorsunuz. Siz benim Kureyş’in en zengini olduğumu bilmiyor musunuz? Ben O’na gittim ve yapılabilecek bütün teklifleri yaptım. Fakat O bana öyle bir şeyle cevap verdi ki o şey ne sihir ne şiir ne de kehanetti. ‘Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: ‘İşte sizi Ad ve Semud’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyarıyorum.’ şeklinde bir şey okudu. Doğrusu ben korktum ve ağzını tutup, ‘ALLAH aşkına sus!’ dedim. Çünkü siz de bilirsiniz ki Muhammed, bir şey söylediği zaman yalan konuşmaz. Gerçekten başınıza bir azap geleceğinden korktum.
Kureyşliler! Beni bugün dinleyin ve bundan sonra da isterseniz bir daha hiç dinlemeyin! Bu adamı kendi haline bırakın ve ondan uzak durun. Çünkü kesin olarak O bu davadan vazgeçmeyecek. Onu, diğer Araplarla baş başa bırakın. Eğer O, onları yenerse bu sizin de zaferiniz olur. Eğer Araplar O’nu yenerse, hiçbirinizin burnu bile kanamadan ondan kurtulmuş olursunuz!” Utbe, inançsız fakat olağanüstü zeki biridir. Ne var ki bu mantıklı teklif Kureyş aristokrasisinin hoşuna gitmez. Yanından ayrılırlarken:
“Utbe!” derler, “Anlaşılan sen de O’nun dinine girdin!”
Bu olayda önemli bir nokta vardır. Hz. Muhammed kendisine yapılan göz alıcı teklifleri reddederken, pragmatist biçimde düşünmediğini, siyasi iktidarı bir şekilde ele geçirip sonra ona dayanarak toplumun dinini değiştirmeyi tercih etmediğini de ortaya koymuş olur. O’na göre en önemli konu siyaset ve onun kurumları değil ALLAH’ın varlığının ve birliğinin herkes tarafından kabul edilmesi O’nun dininin herkes tarafından yaşanır hale gelmesidir. Çünkü bilir ki bunlar başarıldığı takdirde gerisi kendiliğinden gelecektir. Ve bu arada Müslüman için olmazsa olmaz olan ahlaki hassasiyet korunmuş, hiç kimse aldatılmamış olacaktır.
Sihirbaz!
Ve Hac mevsimi yaklaşır. Zaten Mekke’de olup bitenler çölün diline düşmüştür. Fakat şimdi Mekke’ye gelecek olan hacılara bu yeni dinle ilgili tatmin edici bir açıklama yapılmalıdır. Ağız birliği edilmeli, herkes aynı açıklamayı tekrarlamalıdır. Aksi takdirde İslam’ın Mekke dışına da sıçramasından korkarlar. Ve bir kez de bu amaçla Dar’un Nedve’de bir araya gelinir. Bu kez işin başını Mugire oğlu Velid çeker:
“SöyleyinKureyşliler” der, “Araplara Muhammed hakkında ne diyeceğiz?” Birkaç kişi:
“O, bir kâhindir!” denmesini teklif eder. Velid, bu teklifi uygun bulmaz:
“Biz kâhinlerin nasıl adamlar olduğunu iyi biliriz. Onlar sahtekârdır, her zaman bir şeyler mırıldanırlar ve laf ebeliği yaparlar. Muhammed’in böyle şeylerle hiç ilgisi yoktur.” Başka birileri:
“Mecnundur diyelim!” der. Velid bunu da kabul etmez:
“Biz çok mecnun da gördük. Muhammed’in ise saçma sapan konuştuğuna, çarpınıp titrediğine ya da evhamlandığına ise hiç şahit olmadık.” Üçüncü teklif:
“Şairdir diyelim!” olur. Bu da kabul görmez:
“O bir şair değildir. Ben şiirin her şeyini bilirim. Vurgusundan, sırasından, tertibinden, vezninden iyi anlarım. Onun söyledikleri şiir değildir.” Ve son olarak da sihirbazdır denmesi teklif edilir. Velid buna da burun kıvırır. Fakat başka söylenebilecek bir şey de kalmamıştır. Elçi’liğinin kabulü dışında… Çaresiz son teklifte karar kılınır. O’nun için“sihirbaz” denecektir. Velid, bu seçeneğin açıklamasını şöyle yapar:
“ALLAH’a yemin olsun ki O’nun söylediği sözlerde öyle bir güzellik ve tatlılık var ki sanki kökü bir hurma ağacıdır ve dalı da meyve vermiştir. Ayrıca O, söylediği şeylerle baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin, karı ile kocanın ve kişi ile kabilesinin arasını açıyor bu ancak bir sihir olabilir.” Ve Mekkeliler şehrin girişlerine dağılır, her geleni alınan karar uyarınca Muhammed ve Müslümanlar hakkında aydınlatırlar(!):
“Sakın” derler, “aldanmayın!” Ve plan o sıralarda başarılı da olur. Arap hacılar Hz. Muhammed’den uzak dururlar. Fakat bu olay Mugire oğlu Velid hakkında pek hayırlı olmaz. Onunla ilgili inen ayetlerin bir benzeri başka hiçbir insan hakkında inmemiştir:
“Tek başıma yarattığımı Bana bırak. Kendisine bol bol servet, kendisi ile birlikte olan oğullar verdiğim, nimetleri önüne serdiğim kimseyi. O bunu daha da arttırmamı umuyor. Ama hayır, çünkü o bizim ayetlerimize karşı son derece inatçıdır. Ben onu dik bir yokuşa süreceğim. Çünkü o düşündü, taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti! Sonra düşündü, sonra suratını astı, kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve kibirlendi. Ve dedi ki: ‘Bu sadece öteden beri nakledilegelen bir sihirdir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir.’Ben onu Sekar’a atacağım. Sen Sekar’ın ne olduğunu bilir misin? O ne geri bırakır ne de azaptan vazgeçer. İnsanın derisini kavurur.” (Müddessir, 74:11-29)
Bu arada yapılan karşıt propaganda sayesinde Hz. Muhammed’in adı bütün Arap yarımadasına yayılır.
Gerçek din yerine gürültü ve eğlence!
Hac mevsimi kapanır ve Mekke’de insanlar putperest ve Müslüman başbaşa kalır. Yeni bir taktik devreye konur.
Kur’an’ı dinleyenleri engellemek... Ama onlar henüz Müslüman olmadıkları için baskı ve zulümle değil. İçki ve eğlence ile. Bu işin başını da Haris oğlu Nadr isminde bir animasyon uzmanı çeker. Pers ülkesinde uzun zaman kalmış olan Nadr, Rüstem ve İsfendiyar gibi ünlü Pers imparatorlarına ait çok sayıda masal ezberlemiştir. Ayrıca dansözlük ve fahişelik yapan iki de cariye satın alır ve sonra Kureyş egemenlerine:
“Siz Muhammed’e şair, sihirbaz, kâhin gibi kendinizin bile inanmadığınız boş iddialarla engel olamazsınız.” der. “Bunun için eylem gerekir. Onu dinleyenlere öyle alternatifler sunalım ki Muhammed’in anlattıklarından daha çok hoşlarına gitsin ve onunla ilgilenmesinler.” Teklif çok parlak görünür. Ve kesinlikle o güne kadar uygulanan bütün yöntemlerden çok daha çekicidir. Hemen uygulamaya geçer. Adım adım Hz. Muhammed’i takip eder. O bir topluluğun yanına uğrayıp onlara Kur’an okumuş, İslam’ı anlatmışsa aynı yere O’nun arkasından hemen Nadr damlar. Yanında fahişe dansözleri, hokkabazları ve komedyenleri de olduğu halde… Sonra da dört dörtlük bir eğlence sahnesi kurulur. Hem de bedava… Önce kendisi Pers ülkesinden öğrendiği masalları anlatır ve her defasında da araya sıkıştırmayı unutmaz:
“Muhammed’in size okudukları da işte benimkilere benzer masallar. Ama söyleyin! Benimkiler O’nun okuduklarından daha eğlenceli değil mi?” ‘Muhammed’in okudukları’derken kastettiği geçmişpeygamberlere ait olayları anlatanayetlerdir. Ve Mekke yıllarında bu ayetlerden çok sayıda vahyedilmiştir. Kur’an onun bu orijinal bozgunculuğuna da yer verir:
“Onlara: ‘Rabbiniz ne indirdi dendiği zaman: ‘Eskilerin masallarını’dediler.’” (Nahl, 16:24)
Birinin Hz. Muhammed’le çokça bir arada görülmeye başlandığını duyduğu zaman hemen“sanatçı(!)” cariyelerinden birini ona yollar ve:
“O adamı Muhammed’den soğutuncaya kadar yedir, içir, eğlendir!” der. Ayrıca Hz. Muhammed’in, Kur’an’ı Hıristiyan bir köleden öğrendiği iddiasını da yayan odur.
Putperestlerin insanları Hz. Muhammed’den uzak tutmak için kullandıkları bir diğer yöntem de küçümseme ve itibarsızlaştırmadır.
“Seni gördüklerinde: ‘Bu mu ALLAH’ın peygamber olarak gönderdiği’ diye, seni hep alaya alıyorlar!” (Furkan, 25:41)
Birinin Müslüman olduğunu öğrendiklerinde, onu soru, alay, itirazlarla bunaltıp yaptığına pişman etmeye ve toplum içerisinde onu da itibarsızlaştırmaya çalışırlar:
“Doğrusu günahkârlar, inananlara gülerlerdi. Onlara uğradıklarında birbirlerine göz kırparlardı. Ailelerine döndüklerinde zevklenerek dönerlerdi. Mü’minleri gördüklerinde: ‘İşte bunlar sapıklardır.’ derlerdi. Hâlbuki onlar Mü’minler üzerine bekçi gönderilmemişlerdi.” (Mutaffifin, 83:29-33)
Özellikle, Bilal, Habbab, Suheyb, Ammar gibi yoksul Müslümanlar bu alayların baş hedefi olur. Putperestler, onları birbirlerine gösterip:
“Şu Muhammed’in arkadaşlarına bakın hele” derler, “demek ki içimizden ALLAH’ın lütfuna ve hidayetine layık olanlar bunlarmış!”
Özel Muamele İsteği
En sinsi taktiklerden biri de Hz. Muhammed ile yoksul Müslümanların arasına nifak sokma çabaları olur. Özellikle yukarıda isimleri sayılanlar başta olmak üzere yoksul arkadaşlarını bırakması istenir kendisinden. İstek Kureyş adına bir grup temsilci tarafından iletilir. Ve son derece haklı gibi de gösterilmeye çalışılır:
“Bizim için ayrı bir meclis oluştur.” derler, “Araplar bizim üstünlüğümüzü bilir. Arap elçilerinin gelip de bizi bu kölelerle görmelerinden utanıyoruz. Biz seni dinlemeye geldiğimiz zaman bunları yanından uzaklaştır. Sonra isterlerse gelip yine otursunlar.”Bununla da yetinmeyip bir de yazılı senet isterler. Hz. Muhammed, dinini anlatabilmek için yumuşar. Onların isteklerini kabul edecek gibi olur. Hz. Ali’ye senedi yazdırmaya hazırlanırken vahiy devreye girer. ALLAH’ın niyet edilen işe rızası yoktur. Hz. Muhammed, iyi niyetli fakat yanlış bir yorum yapmıştır. Ayetlerle uyarılır:
“Sırf ALLAH’ın rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin. Onlar da senin hesabından sorumlu değiller ki, onları kovasın da zalimlerden olasın.” (En’am, 6:52) Her şey orada kalır ve putperestlere red cevabı yollanır. İstiyorlarsa herkesle beraber Hz. Muhammed’i dinleyeceklerdir. Fakat hiç kimseye özel muamele uygulanmayacaktır. Hz. Muhammed, o yoksul arkadaşlarını çağırır. Ve onları ayakta, tebessüm ederek karşılar. Dudaklarında şu ayet vardır:
“Sabah akşam Rablerine, O’nun rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte candan sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek, gözlerini onlardan çevirme. Kalbini bizi anmaktan gafil kıldığımız, kötü arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme.” (Kehf, 18:28)
Onları ellerinden tutar, yanına oturtur. Sonra da:
“Hoş geldiniz!” der. “Rabbimin beni azarlamasına neden olan mübarek insanlar!” Ve o günden sonra, meclisi terk eden onlar olmadıkça, Hz. Muhammed, hiçbir kez ilk kalkan olmaz. O’nun kalkacağı zaman gelince ilk önce o yoksul arkadaşları kalkarlar ki Peygamberleri de rahat hareket edebilsin. Ve bu ayetler, Kur’an’ın Hz. Muhammed tarafından yazıldığı iddialarına karşı önemli birer kanıt oluşturur.
Soruşturma
Müslümanların sayılarının bütün teröre rağmen, yavaş da olsa istikrarlı bir biçimde artıyor olması, Hz. Muhammed’in doğduğu günden beri çok iyi bilinen kişiliği, özellikle doğru sözlülüğü ve özel meclis isteklerinin reddi gibi İslam’ın ahlaki yapısını kanıtlayan olgular bazı putperestlerin içindeki şüpheyi derinleştirmektedir. “Acaba İslam gerçek din olabilir mi?” ve “Muhammed de Son Elçi?” Tereddütlerini netleştirmek için de akıllarına iyi bir yol gelir. Medine’deki Yahudi bilginlerine sormak.
Bu iş için putperestlerin en hızlılarından iki isim seçilir: Ebu Muayt oğlu Ukbe ve ünlü animasyon uzmanı Haris oğlu Nadr… Yahudi bilginleri de, onlara, Hz. Muhammed’in gerçekliğini test etmeleri için üç tane soru öğretir. Eski zamanlarda yaşamış olan gençlerin durumları… Yeryüzünü doğusundan batısına kadar gezip dolaşan adamın kim olduğu… Ve Ruh’un niteliği… Derler ki gerçek peygamber değilse bunların cevaplarını bilmesi mümkün değildir. İki kafadar heyecan içinde Mekke’ye geri döner. Ve hemen sorular Hz. Muhammed’e iletilir, cevap istenir. O, rahattır. Nasılsa ALLAH vahiy indirecek ve kendisi de istenilen cevapları kolaylıkla verecektir. Rahatlığı küçük bir hata işlemesine neden olur:
“Cevabınızı yarın veririm!” derken, “ALLAH’ın izniyle” demeyi unutur. Ve yarın olur putperestlerle sözleşilen yerde bir araya gelinilir fakat cevap veremez. Çünkü vahiy inmemiştir. Tam onbeş gün boyunca da hiçbir vahiy inmez. Putperestler, sevinç içindedir. Sürekli:
“Muhammed yarın haber veririm demişti ama günler oldu hala hiçbir ses çıkmıyor! Rabbi Muhammed’i terk mi etti?” derler. Yaygaraları bütün Mekke’yi kaplar. Hz. Muhammed son derece üzgün, Müslümanlar sessiz ve mahcuptur. En sonunda Cebrail yine görünür. İlahi uyarı bitmiş, beklenilen cevaplar gelmiştir. Hem de fazlasıyla… Önce Duha sonra Hz. Muhammed’e bir teselli ve gönül alıcı olmak üzere, sonra da Kehf suresi ile İsra suresinin 85. ayeti sorulan sorulara cevap olarak iner. Cevaplar istediklerinden de uzun ve ayrıntılıdır… Ve tabii ki doğru:
“Kuşluk vaktine ve sükûna erdiğinde geceye yemin ederim ki, Rabbin seni bırakmadı ve sana darılmadı”. (Duha, 93:1-3)
Bu olay da Kur’an’ın Hz. Muhammed tarafından yazılmadığının bir diğer kanıtını oluşturur. Ya da Martin Lings’in dediği gibi:
“Eğer Muhammed daha önceki vahiyleri uydurdu ise, bu kadar alay edilme ve üzüntüye rağmen bu kez vahyi geciktirmesi anlamsız değil miydi?” Ve vahiy yoluyla Hz. Muhammed’in uyarılması, yaptığı küçük bazı hataların düzeltilmesi örnekleri bu ikisinden de ibaret değildir. Kendi küçük anlamlarının ötesinde Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in doğruluğuna, gerçekliğine kanıt olmak gibi çok daha büyük bir anlam ve değer taşıyan bu tür olayların belki de en ünlü olanları Hz. Muhammed’in ayetlerle uyarılmasıdır.
Mugire oğlu Velid, Hz. Muhammed’le görüşmektedir. Her zamanki tavrından farklıdır. Dikkatle ve sanki ön yargılarını bir yana bırakmış dedirtecek bir beden diliyle dinlemektedir, Hz. Muhammed’i. Ve Son Elçi’de onun bu duruşundan ümide kapılmış, heyecanla anlatmaktadır. Hatta bir ara sözünü keser ve:
“Bu anlattıklarımda sana yanlış gelen bir şey görüyor musun?” diye sorar. Velid, hangi niyetle ya da ne düşünerek bilinmez:
“Hayır!” deyince, daha bir ümide kapılarak anlatmaya devam eder, Hz. Muhammed. Bu arada ama bir arkadaşı Hz. Muhammed’e yanaşarak bir şeyler sormak ister. Gözleri görmediği için de Hz. Muhammed’in içinde bulunduğu meşguliyeti ve durumun hassasiyetini değerlendiremez. Hz. Muhammed ise o sırada Velid için demirin tam da tavına geldiğini zannetmektedir ve sözlerinin kesilmesini istemez. Fakat âmâ Müslüman Ümmü Mektum oğlu Abdullah ısrarcıdır. Hz. Muhammed’in elbisesini yakalamış çekiştirmektedir. Dikkatinin dağıtılması Hz. Muhammed’i hoşnutsuz eder ve bu durum yüz ifadesine de yansır. Ama ALLAH’ın rızası başka yöndedir. Ayet iner, Hz. Muhammed uyarılır:
“Yanına kör bir kimse geldi diye Peygamber yüzünü asıp çevirdi. Ne bilirsin belki o temizlenecekti. Ya da öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti. Kendini Sana muhtaç görmeyene gelince, Sen ona yöneliyorsun. Oysaki onun arınmasından Sen sorumlu değilsin. Fakat Sen koşarak ve korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun. Hayır! Öyle yapma! Şüphesiz bunlar değerli ve güvenilir kâtiplerin elleriyle yazılıp tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır.” (Abese, 80:1-16)
Böylelikle kıyamet kopuncaya kadar gelecek bütün Müslümanlara, İslam’ı anlatmada, sosyal statüye değil istek ve samimiyete öncelik verilmesi gerektiği öğretilmiş olur. Zaten bütün peygamberlik yaşamı boyunca Hz. Muhammed’in işlediği ve ayetlerle uyarılan bütün hatalar (ki toplamı 10’dan azdır) aynı amaca yönelik olarak O’na işlettirilmiştir. Müslümanlara o konuda bir ölçü ve kural konması için.
Ama arkadaşı Abdullah ise o andan itibaren ve olayın hatırası olarak yaşamı boyunca Hz. Muhammed’den sürekli bir ilgi ve iltifat görür. Medine’de İslam devleti kurulduktan sonra, şehir dışına çıkacağı zamanlar birçok kez yerine Abdullah’ı vekil bırakır. Onunla karşılaştığında:
“Hakkında Rabbimin beni azarladığı insan, merhaba!” diyerek selam verir, gönlünü alır.
Fakat yine de inanmazlar. Müslüman oldukları takdirde ayrıcalıklarından ve kazançlarından olma korkusu bazılarının vicdanlarında kıpırdamaya başlamış olan gerçeği arayış dürtüsüne üstün gelir.
Bu dikişin de tutmadığını gördüklerinde yeni bir yola başvuracaklardır. Bu yeni yol Kur’an karşısında giderek kabaran öfkelerini de iyice açığa vurur. Bunlardan biri Kur’an okunurken gürültü yapıp insanların onu dinlemelerini engellemektir. Bağırıp çağırırlar, alkış ve ıslık çalarlar. Sanki Kur’an’ın etrafına gözle görülmez bir duvarla kapatmaya çalışırlar. Kur’an kendi hakkındaki bu gürültü eylemine de yer vermiştir:
“İnkâr edenler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız.’dediler.” (Fussilet, 41:26) Gürültü özellikle Hz. Muhammed, Erkam’ın evinde arkadaşlarına namaz kıldırırken son haddini bulur ve bu durum Müslümanlar arasında hala devam eden bir uygulamanın başlatılmasına neden olur. O gürültüler, Müslümanlar arasında kıyamete kadar sürecek bir hatıraya dönüşür:
“Namazında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisi arasında bir yol tut!” (İsra, 17:110)
Gizli Dinleme
Hiçbir ateist tam bir ateist değildir. Hiç kimseye itiraf edemese bile içinde bir yerlerde ALLAH’ın var olduğuna dair bir şeyler kıpırdar. Çünkü bu, insan doğasının gereğidir. İşte aynen onun gibi Mekkeli putperestler de, en azından belli bir zekâ ve bilgi düzeyine sahip olanları, Hz. Muhammed’in bir peygamber değil de –hâşâ- bir yalancı olduğundan; Kur’an’ın ALLAH’ın vahyi değil de –hâşâ- Hz. Muhammed’in düzmecesi olduğundan emin olamaz. Ayrıcalıkları ve çıkarları inancın ses duvarını aşmalarını engeller belki ama içleri de bir türlü rahat durmaz. Ve bu yolda hem kendi kendilerini hem de birbirlerini aldatırlar.
Hz. Muhammed geceleri Kâbe’de Kur’an okumaktadır. Ve Kur’an, bir de O’nun sesinden okununca öyle etkileyicidir ki… Bunu anlayabilecek düzeyde olan putperestler de gizliden bir hayranlık duymaktadır… Bazıları, Ebu Cehil’in ki gibi, hasetle karışık olan bir hayranlık… Üç kişidir bunlar: Harb oğlu Ebu Süfyan, Ebu Cehil ve Şurayk oğlu Ahnes. Bir gece üçü de birbirlerinden habersiz, Kâbe’nin örtüsüne saklanarak Hz. Muhammed’in Kur’an okuyuşunu dinlerler. Sabaha kadar hayran hayran… Evlerine dönerken de birbirlerine yakalanırlar. Her biri diğerini eleştirir:
“Sakın” derler, “bir daha bu hatayı yapmayalım. Yoksa, duyulur ve artık Mekke’ye hâkim olamayız. Herkes Müslüman olur.” Sözleşir ve ayrılırlar. Sonra aynı şey bir kez daha tekrarlanır. Ve sonra bir kez daha… Üçüncü de iyice kızmış ve korkmuşlardır. Ve yemin ederler bu kez.
Sabah olunca da Şurayk oğlu Ahnes eline asasını alır ve Ebu Süfyan’ın kapısına dayanır:
“Ebu Süfyan!” der, “Muhammed hakkında ne diyorsun?” O, cevap verir:
“ALLAH’a yemin ederim ki O’ndan anlamını ve amacını anladığım şeyler de duydum, hiçbir anlam veremediğim şeyler de.” Ahnes, onun bu tespitine aynen katıldığını söyler. Aslında ikisi de birbirinden çekinmekte ve her yana çekilebilir cevaplar vermektedir. Ahnes daha sonra Ebu Cehil’e gider. Ona da aynı soruyu sorar. Ebu Cehil daha açık sözlüdür:
“Biz Mahzum oğullarıyla Muhammed’in mensup olduğu Abdimenaf oğulları hep çekişme halinde olduk. Onlar, halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar, kavga eden taraflar arasında arabuluculuk ederek, ödemeye güç yetiremeyenlerin diyetlerini yüklendiler biz de yüklendik. Onlar, halka bağışta bulundular, biz de bulunduk. Ta ki kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna geldik. Onlar, şimdi kendisine gökten haber gelen bir peygambere sahip olduklarını iddia ediyorlar. Şimdi biz O’nun dengini nereden bulup, onlara yetişelim! Hayır! ALLAH’a yemin olsun ki biz hiçbir zaman O’na inanmayız.”
İman Ederiz Ama…
Putperestlerin önde gelenlerinin içlerinde taşıdıkları bu ikircikli tutum ve ilkesiz, oportünist, çıkarcı düşünce biçimleri iman konusunda yumuşamalarına da neden olur. Durumları “ya tutarsa” deyip Beyşehir gölüne maya çalan Nasreddin Hoca’yı hatırlatır. Hz. Muhammed’e bir teklifte bulunurlar:
“Bize mucize göster!” Bu kez, aralarında Utbe, Ebu Süfyan, Nadr, Velid ve Ebu Cehil gibi kodamanların da bulunduğu 13 kişilik bir heyet seçilir. Ve bir akşamüstü Hz. Muhammed görüşmek üzere Kâbe’ye davet edilir. Önce Utbe’nin eski teklifi tekrarlanır. Mal, makam, kadın… Hz. Muhammed:
“Söylediklerinizin hiç birinde gözüm yok.” der. “ALLAH beni Elçi olarak gönderdi ve bana bir Kitap indirdi. Sizden iman edenler için Cennet’in müjdesini, reddedenler için de Cehennem’in tehdidini bildiriyorum. Size getirdiğim şeyi kabul ederseniz, bu dünyada ve ahirette sizin azığınız olur. Eğer reddederseniz, yüce ALLAH benimle sizin arasındaki hükmünü verinceye kadar ben her güçlüğe göğüs gerip katlanırım.” Ve putperestler sözü asıl amaçlarına getirir:
“Muhammed!” derler, “Bilirsin ki geçimi bizden daha kıt ve sıkıntılı olan bir topluluk yeryüzünde yoktur. Şimdi sen Rabbinden dile de Mekke’yi sıkıp daraltan şu dağları ortadan kaldırıp şehrimizi açsın, rahatlatsın. Bizim için Şam ve Irak nehirleri gibi nehirler akıtsın. Yanında seni doğrulayacak bir melek göndersin. Hem iste de sana bağlar, bostanlar ve altından, gümüşten köşkler yapsın da seni çalışmaktan kurtarsın; çünkü sen de bizim gibi çarşılarda dolaşıyor, geçimlik arıyorsun. Hem söyle Rabbine ölmüş baba ve atalarımızı diriltsin. Ve biz onlara senin peygamberliğinin gerçek olup olmadığını soralım.”
Hz. Muhammed’in bütün bu isteklere cevabı:
“Ben bunlar için gönderilmedim.” olur. Fakat putperestler ısrarcıdır:
“Öyle ise haydi iste Rabbinden de göğü parçalayıp üstümüze düşürsün. Yoksa sana asla inanmayacağız.” Hz. Muhammed:
“O iş ALLAH’a aittir. O ne dilerse yapar!” der. Putperestler ısrarlarını ve baskılarını arttırırlar.
“Doğruysan bize azabı getir.” derler. “Gözümüzün önünde göğe merdiven kurup çıkmadıkça ve bize oradan dört tane melek getirmedikçe sana hiçbir zaman inanmayacağız!” derler. En sonunda istekleri hezeyan haline dönüşür. Hz. Muhammed, bir an için bir umuda kapılmıştır. Ailesinin yanına bir hayal kırıklığı daha yaşamış olarak döner. Olay tam olarak Bediüzzaman’ın:
“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.”tespitini haklı çıkartan niteliktedir. Ve yaşananlar Kur’an’da da yankı bulur:
“Onlar şöyle dediler: ‘Bu ne biçim Peygamber ki, yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor. Ona, kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? Ya da kendisine bir hazine verilmeli ya da içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?’O zalimler: ‘Siz, olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız.’dediler. Senin hakkında bak ne biçim örnekler verdiler de saptılar. Artık bir daha doğru yolu bulamazlar. ALLAH’ın şanı yücedir. O, dilerse sana daha iyisini, alt tarafından ırmaklar akan cennetler verir ve senin için saraylar ihsan eder.” (Furkan, 25:7-10)
“İnkâr edenler: ‘O’na Rabbinden bir ayet indirilmeli değil miydi?’derler. Sen ancak bir uyarıcısın her toplumun bir rehberi vardır.” (Ra’d, 13:7)
İkinci ayet, putperestlerin mucize taleplerinin reddedilme nedenini de açıklar.
Öyleyse Değiştir Kur’an’ı!
Bir süre sonra başka bir taktik denenir. Mucizeler yoluyla bir anda zengin olamayacaklarını anlamışlardır. Bu kez, İslam’ı kendilerine göre arındırıp(!) kurulu düzenle uyumlu, yeniden dizayn edilmiş bir din arayışına girerler. Ve Hz. Muhammed’in karşısına yeni bir teklifle çıkarlar:
“Eğer sana iman etmemizi istiyorsan, putlarımızı terk etmemizi söylemeyen, onları kötülemeyen başka bir Kur’an getir. Eğer ALLAH sana öyle bir Kur’an indirmezse sen uydur. Ya da elindeki Kur’an’ı değiştir. Haramı helal, helali haram yap. Azaptan sözeden ayetleri değiştir, rahmet ayetleri haline getir.” Cevap, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in sahibi olan ALLAH’tan gelir:
“Bize kavuşmayı beklemeyenler, kendilerine ayetlerimiz açıkça okunduğu zaman: ‘Bize bundan başka bir Kur’an getir ya da bunu değiştir!’dediler. De ki: ‘Kur’an’ı kendiliğimden değiştirmem benim için mümkün değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Eğer Rabbime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.’De ki: ‘ALLAH isteseydi, onu size okumazdım. ALLAH da onu size bildirmezdi. Ben bundan önce bir ömür boyu içiniz de kalmıştım. Hala akıl erdiremiyor musunuz?’” (Yunus,10:15-16)
Ve görüldüğü gibi gökyüzünün altında yeni olan hiçbir şey yoktur.
Bir Seninkine Bir Bizimkilere!
Mekke’de Hz. Muhammed’in insanları açık olarak İslam’a çağırmaya başlamasıyla Medine’ye hicret arasındaki süre 10 yıldır. Çok çetin ve mücadeleli geçen bir 10 yıl. Süre ilerledikçe putperestlerin ümitleri azalmış ve buna paralel olarak kinleri, terörleri ise artmıştır. Ve bu süre içerisinde yukarıda bir örneği verildiği üzere anlaşma, uyuşma yoluyla Hz. Muhammed’i ve İslam’ı etkisizleştirmeye yönelik birçok taktik de denenmiştir. Bunlardan biri de tanrılara sırayla tapılması teklifi olur. Aklın ve mantığın sınırlarını zorlayan, putperest umutlarının bir mum gibi tükenişini simgeleyen bir teklif olur bu…
Eşit sürelerle, kendilerinin Müslüman olup, sadece ALLAH’a ibadet etmelerini ve Hz. Muhammed ile Müslümanların da onların putlarına tapmalarını teklif ederler. Ve bu teklife kendilerince bir mantık makyajı da yaparlar:
“Böylece eğer senin dinin hak ise biz de ondan nasip almış oluruz, yok eğer bizim dinimiz hak ise siz de ondan nasip almış olursunuz.” Aslında tekliflerini dayadıkları mantık, Hz. Muhammed’in çağrısından ve “din” gerçeğinden hiçbir şey anlamadıklarının ve akıllarının pragmatizmle tamamen körelmiş olduğunun kanıtıdır.
Teklifin yapılışının ertesi günü Hz. Muhammed, Kâbe’de başlarına dikilir ve o gece teklife ALLAH’tan gelen cevabı iletir:
“De ki: ‘Ey kafirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmayacağım. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edici değilsiniz. Ben asla sizin taptıklarınıza tapıcı değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edici değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.’” (Kafirun,109:1-6)
Fakat putperestlerin aklı tek bir tanrıyı bir türlü almaz:
“Bizim 360 tane tanrımız Mekke’yi bile idare edemezken senin bir tek Tanrı’n bütün dünyayı nasıl yönetir?” derler.
Güneşi Sağ, Ayı Sol Elime…
Hz. Muhammed’in Safa tepesinde yaptığı ilk açık daveti takip eden günlerde Kureyş, Ebu Talib’e başvurmuş ve ondan yeğenini susturmasını istemiştir. Ebu Talib de onları tatlı sözlerle oyalamış ve sorunu o gün için ötelemeyi başarmıştır. Daha sonra da Kureyş, İslam’ın önünü alabilmek için akıllarına gelen her önleme el atmış fakat bir türlü başarılı olamamıştır.
Ve tekrar Ebu Talib’e geri dönerler. Fakat bu kez sert, tavizsiz ve bunun son olduğunu gösteren bir söylemle:
“Ebu Talib! Sen bizim aramızda yaş, onur ve mevki açısından herkesten ileride olan en saygın büyüğümüzsün! Biz daha önce kardeşinin oğlunu bizimle ve ilahlarımızla uğraşmaktan vazgeçirmeni sana söylemiştik. Fakat sen bunu başaramadın. Ve tanrılarımıza yemin olsun ki O’nun daha fazla tanrılarımıza dil uzatmasına, bizi akılsızlıkla suçlamasına sabretmeyeceğiz. Şimdi sen ya O’nu bunlardan vazgeçirtirsin ya da iki taraftan biri yok olup yeryüzünden silininceye kadar sizinle savaşırız!”
Ve ne kadar ciddi olduklarının anlaşılması için de Ebu Talib’in bir şey söylemesine fırsat bırakmadan geldikleri gibi hışımla dönüp giderler. Ebu Talib çok zor bir durumda olduğunu düşünür. Bir yanda kabilesi vardır diğer yanda da canından bile çok sevdiği, kardeşinin hatırası yeğeni ve Abdülmuttalib oğulları boyunun onuru… Kendini çaresiz hisseder ve yeğeni Muhammed’in anlayışına başvurmaya karar verir:
“Kardeşimin oğlu” der, “Kureyş’in önde gelenleri bana geldiler ve seni şikâyet ettiler. Lütfen onların atalarına, tanrılarına ve akıllarına dil uzatma! Hoşlanmayacakları şeyleri yapmaktan vazgeç! Hem bana hem kendine acı! Lütfen güç yetiremeyeceğim, altından kalkamayacağım yükü bana yükleme!”
Hz. Muhammed Ebu Talib’in bu sözlerinden onun da fikir değiştirdiğini ve artık kendisine sahip çıkmayacağını düşünür. Fakat kendisi daha en başından her ne pahasına olursa olsun demiştir bir kere:
“Amca!” der, “ALLAH’a yemin olsun ki, güneşi sağ, ayı da sol elime koysalar bile ben bu davadan vazgeçmem. ALLAH beni bu yolda ya galip getirir ya da ölüp giderim.” Ve ağlamaya başlar. Ebu Talib de duygulanmış ve yeğenini ağlar durumda görmesi bütün tereddütlerini yok etmiştir. Odadan çıkmak üzere olan Hz. Muhammed’i geri çağırır:
“Gel kardeşimin oğlu!” der. “Ve ne istiyorsan onu söyle, ne istersen onu yap! ALLAH’a yemin olsun ki ben her ne pahasına olursa olsun sonuna kadar seninleyim!”
Ve bu olaydan sonra Ebu Talib üzerinden bir şey yapamayacaklarını anlayan putperestler, özellikle yoksul, köle ve korumasız Müslümanlara yaptıkları zulmü son derecesine vardırırlar. Onlar için Mekke yaşanmaz bir yer haline gelir. Nasıl olursa olsun bir çözüme ihtiyaç vardır. Bu çözüm Habeşistan’a göç etmek olur.
Habeşistan’a Birinci Göç
Hz. Muhammed’in Hz. Ebu Bekir ile Hira dağındaki mağarada bulundukları bir sırada Hz. Osman yanlarına gelir ve putperestlerin işkencelerine artık dayanamadığını söyler. Özellikle amcası Hakem’in yaptıkları her türlü tahammül sınırının üstündedir. Ve dolayısıyla Hz. Osman’ı savunabilecek hiç kimse yoktur. Son Elçi’den kendisine bir çıkış yolu göstermesini ister:
“Habeşistan’a gidin.” der, Hz. Muhammed, “Yanına eşin Rukiyye’yi de al. Ve Müslümanlardan sizin durumunuzda olan daha kim varsa onlar da gitsinler. Çünkü orası bir doğruluk ülkesidir ve orada kendisine sığınanlara zulmetmeyen bir kral vardır. ALLAH size bir kurtuluş yolu açıncaya kadar da orada kalın.”
Haber o gece Müslümanlar arasında yayılır ve birçok kişi gizlice yol hazırlıklarına koyulur. Sonra birer ikişer Mekke’yi terk ederek Kızıldeniz sahiline yönelirler. Birkaç gün sonra da Hz. Muhammed’e, Osman ile kızı Rukiyye’den ilk haberler gelir. Haberi getiren onları bir başlarına çölde yol alırlarken gördüğünü söyler. Hz. Muhammed, bir babanın merak ve heyecanıyla atılır:
“Nasıllardı? Onları gördüğünde ne haldeydiler?”
“Osman eşini zayıf bir merkebe bindirmişti kendisi de merkebi yularından çekiyordu.”Bunu duyan Hz. Muhammed’in bakışları çölün boşluğunda kaybolur. Sadece dudaklarından:
“ALLAH onların yardımcısı olsun!” cümlesi çıkar. Fısıltıyla. Fakat Hz. Muhammed’in duymadıkları da vardır. Rukiyye hamiledir ve kendilerini takip eden putperestlere yakalanmamak kaygısıyla, hızla yol almaya çalışırlarken çocuğunu düşürür.
Küçük gruplar halinde ve gizlice Mekke’den ayrılıp Habeş ülkesine yönelen Müslümanların toplamı yüz kişiye yakındır. Bir tek kafile halinde yola çıkamadıkları için bir yöneticileri de yoktur. Fakat Habeş ülkesinde kendilerine müjdelenen güven ve huzuru fazlasıyla bulurlar. Kureyş putperestleri onları yakalamak için arkalarından bir birlik gönderir ama başarılı olamazlar. Bu birinci Habeşistan hicreti yaklaşık üç ay sürer ve bir haber Müslüman muhacirleri sevince boğar. Bütün Mekke Müslüman olmuştur.
Putlar kuğuymuş hem de Allah’ın kızları(!)
Hz. Muhammed’e peygamberlik verilmesinin üzerinden beş yıl geçmiştir. Ramazan ayıdır. Hz. Muhammed Kâbe’de Kur’an okumaktadır:
“Lat’ı, Uzza’yı ve üçüncüleri olan öteki Menat’ı gördünüz mü? Demek erkek sizin dişi O’nun öyle mi?(Putperestler, putlarının ALLAH’ın kızları olduğuna inanmaktadır) Öyleyse bu zalimce bir taksim. Bunlar, sizin ve atalarınızın uydurduğu kuru isimlerden başka bir şey değildir. ALLAH, onlar hakkında bir delil indirmedi.” (Necm, 53:19-23) O, Kur’an okumaya devam ederken, putlarına daha da ağır sözler söyleneceğinden endişeye kapılan putperestler, araya yüksek sesle “Onlar, o yüce ak kuğulardır. Onların şefaati her zaman umut edilir.” cümlesini sıkıştırırlar, bu, Mekkelilerin putlarını selamlarken söyleyegeldikleri standart saygı ifadesinden alınmış bir bölümdür. Yaptıkları gürültüye rağmen Hz. Muhammed Kur’an okumaya devam eder. Surenin sonuncu ayeti aynı zamanda bir secde ayetidir:
“Haydi, ALLAH’a secde edip kulluk yapınız.” Hz. Muhammed secdeye gider. Yanında bulunan Müslümanlar da… Ve o sırada orada olan bütün putperestler de… Kimi okunan Kur’an’ın etkisinden, kimi de ortama uyarak fakat aslında putlarını ululamak için. Hatta secde edemeyecek kadar yaşlı, Halef oğlu Ümeyye bile yerden bir avuç toprak alıp alnına götürür ve
“Bana da bu kadarı yeter!” demiştir. Fakat olay Habeş ülkesine değişerek ulaşır. Bütün Mekke’nin iman ettiği söylenir ve bu durumda Müslüman muhacirler de haklı olarak artık orada kalmalarının gereksiz olduğunu düşünür. Hep birlikte, sevinç içinde dönüş yolculuğu başlar. Fakat Mekke’ye birkaç konak kala sevinç yerini hayal kırıklığına bırakır. Olay doğrusunu öğrenmişlerdir. Kararsız kalırlar. Bir kısmı geriye Habeş ülkesine dönülmesini savunurken bir kısmı da bu kadar yaklaşmışken devam edip Mekke’nin son durumunu görmekten yana çıkar. Devam etme tezi yanlıları ağır basar ve her biri bir Kureyşlinin himayesini elde ederek Mekke’ye girmeye çalışır. Çünkü geçerli olan toplumsal kurallara göre şehrini ve kabilesini göç ederek terk eden kişinin üzerinden her tür koruma kalkmaktadır. Ve şimdi her birinin yeni baştan, kabile içinde etkin olan birinin korumasına ihtiyacı vardır. 10 senelik Mekke sınavının en ağır anlarından biri, acı bir durumdur. Bazıları ise hiçbir putperestten koruma garantisi alamaz ve onlar da Mekke’ye gece, gizlice girebilirler.
Koruma altıda olan Müslümanlardan biri Maz’un oğlu Osman’dır. Amcası Mugire oğlu Velid’in koruması altındadır. Fakat korumasız Müslümanların uğratıldıkları zulüm ve işkenceler en sonunda vicdanını isyan ettirir. Amcasına gider ve:
“Korumanı benden al!” der. Sonra birlikte Kâbe’ye giderler ve Velid orada Osman’ın üzerindeki korumasını kaldırdığını duyurur. Ve Osman’ın çileli günleri başlar. Şair Lebid’in şiirlerini okuduğu meclise katılır. Lebid, şiirinin bir yerinde:
“ALLAH’tan başka her şey geçicidir, yok olmaya mahkûmdur.” der. Osman da onu onaylar:
“Evet! Doğru söyledin!” Fakat az sonra Lebid kendi gerçeğini belli eder:
“Bütün nimetler de geçicidir!” Osman buna karşı çıkar:
“Yanıldın! Cennet nimetleri sonsuza kadardır!” Lebid’in şairlik kibri kabarır:
“Kureyşliler!” der, “ALLAH’a yemin olsun ki eskiden sizin meclisleriniz de şairlere karşı böyle saygısızlıklar yapılmazdı. Çok değişmişsiniz.” Apaçık bir kışkırtmadır, bu. Ve başarılı da olur. Müslümanlara karşı en kinli olan Mekkelilerden biri:
“Sen ona bakma!” der. “O, zaten bizim en beyinsizlerimizdendir. Atalarının dinini terk etmiş bir sapıktır.” Hakaretin bu kadarı Osman’a fazla gelir. Kendini tutamaz ve putperestin suratına şamarı patlatır. Cevabı da gözüne yediği şiddetli bir yumruk olur. Osman’ın gözü kör olmuştur. Ve Velid de aynı mecliste olup biteni seyretmektedir. Osman’ın gözü kör olunca taşı gediğine koymanın sırası geldi diye düşünür. Osman’a:
“Yeğenim!” der, “Eğer beni dinleyip, himayemden çıkmasaydın gözünü yitirmezdin!”Fakat Osman o an da bile:
“Hayır! Diğer gözümün de ALLAH yolunda aynı belaya uğramaya ihtiyacı vardır.” Velid ısrar eder:
“İnat etme gel tekrar seni himayeme alayım!” Osman ise sınavı kazanır:
“Ben senden çok daha güçlü birinin, ALLAH’ın himayesindeyim!”
Habeş Ülkesine İkinci Göç
Kendileri için yaşama koşullarının daha da ağırlaştığını gören Müslümanlar, tekrar Hz. Muhammed’den izin ister. Yeniden Habeş ülkesine göç başlar. Bu kez 100 kişiden de kalabalıktırlar. Ve başlarında Ebu Talib’in diğer Müslüman oğlu Cafer vardır. Çoğu aile, ilkinde olduğu gibi gizlenmeden açıkça göç eder. Bunlardan biri de Amir ve eşi Leyla’dır. Hz. Ömer’e akrabadırlar. Yolculuk hazırlıkları yaptıklarını duyan Hz. Ömer, meraklanır, kendilerini ziyaret eder. Leyla’ya künyesiyle seslenerek:
“Abdullah’ın annesi!” der. “Demek yolculuk var, öyle mi?” Bu kadarı Leyla’ya fazla gelir. Hz. Ömer’in niyeti aslında hiç de öyle olmamasına rağmen, Leyla, onun kendileriyle alay ettiğini düşünür. Sert biçimde:
“Evet! ALLAH’a yemin olsun ki zulmünüz canımıza yetti! Çıkıp gidiyoruz işte! Habeş ülkesine! Ve ALLAH’ın dilediği kadar bir süre de geri gelmemek üzere!” yaptıkları baskı ve terörün birçoğu akrabaları ve yakınları, sevdikleri olan insanları ne hale soktuğunu, insanlara sadece inançları yüzünden neleri reva gördüklerini hiç bu kadar açık ve somut bir biçimde görmemiştir Hz. Ömer… Karşısındaki insanlar sadece onların şerlerinden güvende olabilmek için doğup, büyüdükleri yurtlarını, baba ocaklarını terk etmeye hazırlanmaktadır. Ve düşünür Hz. Ömer, ne hakları vardır bunları yapmaya; ne hakları vardır insanları kendileri gibi inanmaya ve düşünmeye zorlamaya… Düşünür ve üzüntüsünden Amir’in kapı eşiğine boş bir çuval gibi çöker. Suçlu gözlerle bakar akrabası Leyla’ya ve sadece:
“ALLAH yardımcınız olsun” diyebilir. Kısık bir sesle.
O anlar Müslümanlar için en karanlık zamanlardan biridir. Ama o evrensel İlahi yasa da işlemeye başlamıştır: karanlığın en koyu olduğu an içinde şafağın ilk ışıklarının da gizlendiği andır. Şimdilik belki birkaç kişiyle sınırlı da olsa, Hz. Ömer gibi bazı insanlar kendilerini sorgulamaya başlamıştır. Yavaş yavaş vicdanı ölmemiş olan putperestler yaptıkları zulmün kendi vicdan duvarlarına dayandığını duyumsar olmuşlardır ve bunun arkası gelecektir.
Leyla, eve dönen eşi Amir’e olup biteni anlatır. Hz. Ömer’in halinden etkilendiğini, sanki onda İslam’a karşı bir yumuşama hissettiğini söyler. Aslında haklıdır. Kadın önsezisi Leyla’yı aldatmamıştır. Fakat Amir dinlemez bile. Çünkü Ömer o güne kadar Müslümanlara yaptıklarıyla öyle imaja sahip olmuştur ki… O nedenle Amir’de haklıdır:
“Hattab’ın eşeği Müslüman olur fakat o Ömer gene de olmaz!” der. Hattab, Ömer’in babasıdır. Amir’in mahçup olacağı günler de gelecektir.
Ama henüz değil…
Habeşistan kafilesinin ayrılmasıyla Mekke iyice Müslümanlardan boşalır. Yüzden fazla Müslüman Habeş ülkesine göçmüştür. Tahminen bir o kadarı da Mekke’de fakat dinlerini gizleyerek yaşamaktadır, yani maddi güç dengeleri açısından yok hükmündedir. Ve Hz. Muhammed’le beraber kalan Müslümanların sayısı kırktan bile daha azdır. Ve putperestler gemi azıya almış durumdadır. Çünkü Kureyş’i oluşturan hemen her aileden bir Habeş muhaciri çıkmıştır. Mekke’nin bütün evleri bu işten doğrudan etkilenir.
Ve Kureyş, onların gidişinden kısa bir süre sonra buna izin verdikleri için pişman olur. Hızla karşı hamleye geçilir. Habeşistan’a bir elçilik heyeti gönderilecek ve Müslümanlar rüşvetle geri getirilecektir. Sonra da artık her aile kendi işini görecek gerekirse kendi Müslümanını öldürerek bu işi kökünden temizleyecektir. Elçi heyetine Kureyş’in uzun yola dayanabilecek genç ve ağzı iyi laf yapan becerikli üyeleri seçilir. Bunlardan biri As oğlu Amr’dır. O başkan olur. Heyet nihayet Habeş ülkesine varır.
Kızıldeniz’in karşılıklı iki yakasını paylaşmakta olan Habeşistan’la Mekke’nin ticari bağları oldukça yoğundur. Birbirlerini iyi tanırlar. Dünyada Hıristiyanlığı ilk kabul eden ülke Habeşistan’dır. Dindar bir kralın yönetimindedir. Ve kralları, gençliğinde uzun dönem Arapların arasında esir kalmıştır. Arapçayı iyi bilir. Onların sosyal yaşamlarını ve dinlerini de.
Habeşistan’da en çok rağbet gören Mekke malı, tabaklanmış deridir. Mekke heyeti yanında bunlardan yükler dolusu götürmüştür. Krala ve üst düzey kişilere rüşvet olarak dağıtmak üzere. Akıllıca bir planları da vardır. Kralın huzuruna çıkmadan önce Habeş ileri gelenlerine bunlardan bol bol dağıtırlar. Tabii kralın huzurunda kendilerini desteklemeleri şartıyla…
Sonra en büyük pay kralın (Necaşi) önüne konur ve kendinden emin, büyükelçi Amr konuşmaya başlar:
“Hükümdar hazretleri!” der, “bizim ülkemizden bazı akılsızlar size sığınmış bulunuyor! Bunlar, kendi toplumlarının dininden ayrılmış ve senin dinine de girmemişlerdir. Hiç kimsenin bilmediği yeni bir din icad ettiler. Ve onların babaları, amcaları olan Kureyş’in uluları da bizi sana gönderdiler ki onları bize iade edesin.” Amr’ın sözleri bitince, plan gereği, Necaşi’nin saray eliti devreye girer. Hep bir ağızdan:
“Bu adamlar doğru söylüyor” derler. “Kendi toplumları Müslüman denen bu insanları şüphesiz daha iyi tanır. Onları bu elçilere teslim edelim, alıp ülkelerine götürsünler.”Necaşi işin aceleye getirilmek istenmesine kızar, bir şeyler döndüğünden şüphelenir:
“Hayır!” der, “ALLAH’a yemin olsun ki gelip ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih ederek korumama girmiş bir topluluğu kendilerine söz hakkı tanımadan hiçbir yere göndermem hiç kimseye tercih etmem.” Sonra Müslümanları çağırtır. Necaşi’nin çağrısını duyan Müslümanlar hızla bir durum değerlendirmesi yapar ve onun huzuruna çıkınca:
“Ancak doğru bildiklerimizi ve ALLAH’ın Elçi’sinden öğrendiklerimizi söyleyeceğiz”derler, “hem de sözü hiç eğip, bükmeden. Bedeli her ne olursa olsun.” Bu, tehlike karşısında da Müslüman kalabilmenin, hiçbir nedenle İslam’ın onlara öğrettiği ahlaktan taviz vermemenin sınavıdır. Ve ellerinde Kur’an sayfaları olduğu halde çıkarlar, Necaşi’nin huzuruna.
Necaşi:
“Bu, kendisi yüzünden kendi toplumunuzu terk ettiğiniz ve başka bir dini de kabul etmediğiniz din nasıl bir dindir?” der, kestirmeden. Öne çıkan Cafer olur:
“Hükümdar!” der, “biz cahil bir toplum idik. Putlara tapar, leş yer, güçlüler zayıfları ezer, her kötülüğü işlerdik. Sonra yüce ALLAH, bize kendi içimizden soyunu bildiğimiz, doğru sözlü, güvenilir bir peygamber gönderdi. O, bize taştan ve ağaçtan yapılmış putlara tapmamızı yasaklayarak bizi ALLAH’ın birliğine ve sadece O’na tapmaya çağırdı. Bize doğru konuşmayı, emaneti sahibine vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşuya iyi davranmayı; haramlardan, haksız yere kan dökmekten, yalan söylemekten, yetim malına el uzatmaktan, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi yasakladı. Bize namazı, zekâtı ve orucu öğretti. Biz de bütün bunları kabul ve O’na iman ettik. Fakat kabilemiz üzerimize yürüdü, yeniden putlara tapmamız ve eski kötülüklere dönmemiz için bize her türlü baskıyı, işkenceyi reva gördü. En sonunda onların zulümlerine dayanamadık ve senin ülkene sığınmak zorunda kaldık.
Hükümdar! Biz seni başkalarına tercih ettik, sana sığındık. Senin yanında olduğumuz sürece hiçbir haksızlığa uğratılmayacağımıza inanıyoruz.” Cafer sözünü bitirdiğinde derin bir sessizlik olur. Herkes etkilenmiştir. Sessizliği Necaşi bozar:
“Yanında size ALLAH tarafından indirilmiş olan ayetlerden bir şey var mı?” Cafer:
“Evet!” deyince, Necaşi:
“Oku öyleyse” der ve Cafer Meryem suresini başından 35. ayetine kadar okur. Necaşi okunanları ilk kez duymaktadır ve canından çok sevdiği İsa’sı ile onun anası Meryem’in öyküsünün hiç bu kadar güzel bir anlatımını dinlememiştir. Hem dinler, hem ağlar, ta ki Cafer:
“Yüce olan ALLAH şüphesiz ki en doğruyu söylemiştir” deyip okumayı bitirinceye kadar. Onunla beraber Habeş kilisesinin rahipleri de ağlar. Gözyaşları sakallarını ıslatır. Ve o günkü görüşmeler Necaşi’nin sözleriyle son bulur. Mekke heyetine dönerek kesin bir tavırla:
“Muhakkak ki, bu kelimeler Musa’nın ve İsa’nın kandili ile aynı kaynaktan besleniyor. Aynı ışığı yayıyor. Bu insanları ne size teslim ederim ne de onlar için bir kötülük düşünürüm. Gidin artık!” Müslümanlar mutlu, putperestler hayal kırıklığı içinde Necaşi’nin huzurundan ayrılır.
O gece Müslümanlar sevinçli, putperestler ise üzgün ve kızgındır. Büyükelçi Amr’ın gözü dönmüştür:
“Yemin olsun ki” der, “yarın o Müslümanlara öyle bir tuzak kuracağım ki onların köklerini kazıyacağım!” Amr, tehlikeli ve her çeşit kötülüğe, ihanete açık, hiçbir ahlaki kaygısı olmayan biridir. Onu iyi tanıyan arkadaşları bile ürperir:
“İnsafı elden bırakma” derler, “ne de olsa bu insanlar, yakınlarımız ve akrabalarımızdır” fakat Amr’ın gözü dönmüştür:
“Yarın” der, “Necaşi’ye öyle bir şey söyleyeceğim ki, herkes şaşıracak!” Amr’ın hali yanındakileri bile ürkütür.
Ve yarın olur. Necaşi’nin huzurunda yeniden bir araya gelinilir. Amr, saygıyla bir adım öne çıkar:
“Yüce Hükümdar!” diyerek girer sözeve Müslümanları göstererek: “bunlar Meryem oğlu İsa hakkında çok kötü bir şey söylüyorlar.” Necaşi’nin kaşları çatılır, Müslümanlara bakarak:
“Ne diyorlarmış” diye sorar. Amr, kendince taşı gediğine yerleştirir:
“Kendilerine sor da cesaretleri varsa söylesinler!” Bakışlar Cafer’e döner. Müslümanlar dün aldıkları kararda sabittir. Bedeli ne olursa olsun eğip, bükmeden doğru bildiklerini söylemek. Cafer, başı dik ve kendinden emin bir sesle cevap verir:
“Biz Meryem oğlu İsa hakkında Rabbimizin ve O’nun Elçisi’nin bize öğrettiklerini söylüyoruz. O, ALLAH’ın kulu, elçisi, ruhu ve kendini ALLAH’a adamış olan annesi bakire Meryem’e yerleştirdiği kelimesidir.” Cevabı bu kadar olur, Cafer’in. Şimdi bütün nefesler tutulmuş, bütün bakışlar Necaşi’ye kilitlenmiş, onun ne söyleyeceği beklenmektedir. Necaşi yavaşça eğilir yerden bir çöp alır ve Cafer’e yönelerek:
“ALLAH’a yemin olsun ki” der, “İsa hakkında senin söylediğin ile gerçek arasında şu çöp parçası kadar bile bir fark yoktur!” Habeş eliti homurdanır. Aldıkları rüşvetin elden çıkma tehlikesi belirmiştir. Kumandanlar söylenmeye başlar. Ama Necaşi tavizsizdir:
“Siz homurdansanız bile” der, “gerçek olan budur.” Sonra Cafer’e ve Müslümanlara döner:
“Gidin” der, “ALLAH’a yemin olsun ki artık benim ülkemde güven içinde olacaksınız. Size söven ve sizi inciten kim olursa olsun karşısında beni bulacak ve ceza görecektir. Ben sizin eziyet görmeniz karşılığında bir dağ dolusu altını bile kabul etmem.” Sonra eliyle Kureyş elçilerini göstererek:
“Şunların hediyelerini de iade edin” der. “Benim onlara ihtiyacım yoktur. Hem ALLAH bana bu mülkü ve saltanatı verirken benden rüşvet mi aldı ki ben şimdi O’nun kullarını korumak için rüşvet kabul edeyim.”
Kureyş, Necaşi’nin huzurundan ayrılır. Müslümanlar ise yıllarca Habeş ülkesinde kalırlar. Huzur ve güven içinde. Rahatça dinlerini yaşayarak ve anlatarak. Hz. Muhammed’in ve Mekke’deki Müslümanların Medine’ye hicretlerinden sonra parça parça onlar da tekrar yola düşer ve Medine’ye Peygamberlerine kavuşurlar. Ve onların Habeş ülkesinde yaptıkları tebliğin sonucu olarak 20 Habeşli takip eden yıllarda Mekke’ye Hz. Muhammed’i ziyarete gidecek ve orada O’nun eliyle Müslüman olacaktır.
. ve Mekke’de Yaşam
Necaşi’den gördüğü davranışı Kureyş bir türlü hazmedemez. Başta Hz. Muhammed, ellerindeki bir avuç Müslüman onların intikam yürek soğutma aletleri olur. Saldırıları daha da artar. Ve bu duruma daha fazla dayanamayacağını hisseden Hz. Ebubekir de peygamberinden Habeşistan’a gitmek için izin ister. Kabul edilir. Yanında dayısının oğlu Haris’te olduğu halde o da yola düşer fakat Kızıldeniz sahiline yakın Berk el-Gımad denilen yerde durdurulur. Durduran o bölgenin hâkimi, Kare kabilesinin reisi Düğünne Oğlu’dur. Hz. Ebubekir’e yolculuğunun nereye olduğunu sorar. O, yaşadıkları eziyeti anlatarak, kurtulmak için Habeşistan’a gitmek istediklerini söyler. Düğünne Oğlu, eskiden beri Hz. Ebubekir’i tanımakta ve ciddi, dürüst kişiliğinden ötürü de takdir edip, sevmektedir. Ve Kureyş üzerinde de nüfuzu güçlü bir reistir. Bu duruma onun da vicdanı isyan eder:
“Ebubekir!” der, “senin gibi bir insan ne yurdundan çıkarılır ne de sürgün edilir. Dön geri memleketine seni ben himayeme alıyorum!” Ve birlikte Mekke’ye dönerler. Karşılarında Düğünne Oğlu’nu gören Kureyş’in boyunları eğilir, sadece:
“Fakat” derler, “söyle Ebubekir’e Kur’an’ı sadece evinde okusun, namazını sadece evinde kılsın ve bizim kadınlarımızı, gençlerimizi yoldan çıkarmasın!” Dini, toplumdan dışlayıp sadece kul ile ALLAH arasında bir vicdan konusu haline indirgeyen anlayışın ilk uygulamasıdır, bu. Onların koşulları da kabul edilir ve Hz. Ebubekir, Düğünne Oğlu gibi güçlü bir koruyucunun kanatları altında her çeşit zulüm ve baskıdan kurtulmuş olur. Sadece bir süre için. Çok zaman geçmez Rabbine evinde bir suçlu gibi ibadet edip Kur’an okumak Hz. Ebubekir’e dayanılmaz gelir. Sonra evinin önüne bir mescit yapar ve namazı ile Kur’an’ına orada devam etmeye başlar. Yanık yanık, ağlayarak öyle bir Kur’an okuyuşu vardır ki, Mekke’de vicdanı tamamen kabuk bağlamamış kim varsa kadın, çocuk, genç, yaşlı Ebubekir’in mescidinin önüne yığılıp sessizce onu dinler. Ve tabii Kureyş’in egemenleri yeniden ayaklanır, Düğünne Oğlu’na haber yollarlar. O da çıkar Mekke’ye gelir. Bu kez de kaşları çatıktır ama Hz. Ebubekir’e karşı…
“Ebubekir!” der, “sen anlaşmanın dışına çıktın. Verdiğin sözü bozdun. Beni Kureyş karşısında güç duruma düşürdün…” Uzun boylu sayar Düğünne Oğlu ama Hz. Ebubekir kararını çoktan vermiştir. Sözü hiç uzatmaz:
“Ben” der, “senin korumanı sana iade ediyor ve ALLAH’ın koruması altına giriyorum.”Sonra birlikte Kâbe’ye gider ve yeni durumu orada bütün Mekke’ye duyururlar. Kureyş’in sadistleri de duydukları karşısında ellerini ovalar, sevinirler. Cenaze görmüş akbabalar gibi…
ALLAH’ın korumasına girmek sınava girmektir. Hemen ve herkes mucizevî bir biçimde korunmayacaktır, doğal olarak. Ve Hz. Ebubekir’in sınavı o an, henüz Kâbe’nin yanındayken başlar. Onun korumasız kaldığını gören bir sadist yerden aldığı bir avuç toprağı Hz. Ebubekir’in başına saçar. Bu davranış Arap popüler kültüründe çok ağır bir hakaret ve aşağılama anlamı taşımaktadır. Ve o sırada kendisini gören Muğire oğlu Velid’de boş durmaz üzerine düşeni yapar:
“Bunu başına sen kendin getirdin!” Hz. Ebubekir ise her zaman ki sakinliğiyle bir yandan başındaki toprakları silkelerken bir yandan da:
“ALLAH’ım” demektedir,”ne kadar Halim’sin(yumuşak, sabırlı).”
Ve Mekke’nin bu azgın ortamında en ağır bedeli Hz. Muhammed- Hz.Ebubekir çifti ödeyecektir.
Başına İşkembe Konulduğu An
Bu günlerden itibaren Hz. Muhammed’in putperestlerden gördüğü eziyetlerin en hafifi, alay edilmektir. “Övülmüş” anlamına gelen Muhammed ismini “Yerilmiş” anlamı taşıyan “Müzemmen” le değiştirirler. Ama bunda onların akıllarının ermediği çok ince bir hikmet de vardır. Müzemmen ismi sayesinde, gerçekte Hz. Muhammed’e değil kendi zihinlerinde oluşturdukları sanal bir varlığa sövmüş olurlar. Ve Hz. Muhammed’de bu ilginç gerçeğe dikkat çeker. Müslüman arkadaşlarına:
“Hayret etmiyor musunuz?” der, “ALLAH benden Kureyş’in eziyetini nasıl kaldırıyor. Onlar Müzemmen’e sövüp, onunla alay ediyorlar. Oysaki ben Muhammed’im!”
Fakat bu hiçbir şeydir.
Safa tepesinin arkasında yalnız olarak namaz kılmaktadır. Ebu Cehil ve avenesinin hücumuna uğrar, topukları tekmelenir, başını toprak, üzerine deve dışkısı atılır. Ve bu arada O, sadece:
“Kureyşliler! Bana vuruyorsunuz ama ben sizin peygamberinizim!” demektedir.
Mekke egemenleri Kâbe’nin yanında Hicr denilen yerde oturmuş, Hz. Muhammed’i çekiştirmektedir. Ve bir türlü O’na hak ettiği(!) cezayı veremedikleri için de birbirlerini kınamaktadır. Tam bu sırada Hz. Muhammed çıkagelir, Kâbe’yi tavafa başlar. Kureyş kendisine laf atar. O önceleri sabreder. Fakat ikinci tavaf, derken üçüncü tavaf laf atmalar devam eder. Ve Hz. Muhammed’in de sabrı taşar. En sonunda karşılarına dikilir:
“Kureyş topluluğu!” der,”duyuyor musunuz? Canımı kudreti elinde tutan varlığa yemin ederim ki ben dünyaya bu dava uğrunda feda olmak için geldim!” Samimiyeti, kararlılığı, ciddiyeti ve hiçbir kelimenin tanımlayamayacağı o özel manevi hali… Kureyşlileri kanı damarlarında donar. Kilitlenirler. Söyleyebildikleri tek şey, özür dilercesine:
“Vazgeç Muhammed!” demek olur. “Sen cahil bir adam değilsin, uyma bizim laflarımıza!”ve ertesi gün aynı yerde yine aynı ekip olarak toplandıklarında bu kez de dünkü pısırıklıklarına pişman olurlar:
“O kadar kalabalık olduğumuz halde” derler, “nasıl oldu da bize o şekilde kafa tutmasına bir şey yapamadık. Bir de adeta özür diledik” Pişmanlıkları hınca dönüşür, birbirlerini bilerler. İlk fırsat ta dünün intikamını almaya karar verirler. Ve çok geçmez Hz. Muhammed yine görünür, yine yalnızdır. Bu kez bir kabadayı topluluğu halinde önünü keser, çevresini kuşatırlar. En belalılarından biri, Ebu Muayt oğlu Ukbe, kavgayı başlatabilmek için sırıtarak sorar:
“Sen bizim tanrılarımızı inkâr ediyor musun?” O’nun cevabı tek kelimedir:
“Evet!” Bu tek kelime sanki bir hücum emri olur. Hep birden üzerine çullanırlar. Olayı başlatan Ukbe, en hırlılarıdır. Hz. Muhammed’in kendi elbisesini boynuna dolamış onunla boğmaya çalışır. Hz. Muhammed’in soluğu kesilir, dizleri üzerine düşer ve kendisini son anda kurtaran Hz. Ebu Bekir olur:
“Rabbim ALLAH’tır dediği için bir insanı öldürecek misiniz?” der. Kureyş’li saldırganları dağıtır.
Bir başka gün Hz. Muhammed’i kurtaran on bir yaşındaki kızı Fatıma olur. Olay yine Kâbe’de olur. Hz. Muhammed yine tek başınadır ve namaz kılmaktadır. Saldırganlar ise bu konuda Kureyş içinde daima başı çeken yedi kişilik özel(!) bir gruptur. Gitgide daha çok hırslanarak ve söylenip birbirlerini tahrik ederek önce bir süre Hz. Muhammed’i seyrederler. Sonra Ebu Cehil’in gözüne bir gün önce putlara kurban edilerek orada kesilmiş bir devenin bağırsakları takılır. Aklına da çok parlak bir fikir! Gözleri ışıldayarak kafadarlarına döner:
“Şu bağırsakları” der, “kim yere kapandığı zaman Muhammed’in boynuna geçirir!” Bu işlerin adamı Ukbe’dir. Hiç düşünmeden kalkar yerinden ve dudaklarında şeytanca bir sırıtmayla yerden, bir gündür kızgın Arabistan güneşinin altında iyice kokuşmuş olan bağırsakları alır ve olup bitenden habersiz Hz. Muhammed’in sırtına bırakır. Hz. Muhammed, deve dışkısı ve kanının altından havasız kalır yavaşça boğulmaya başlar. Kureyş’li sadistler ise gördükleri karşısında yıkılmamak için birbirlerine tutunarak, göğüslerini yumruklayarak ve gözyaşları dökerek gülmektedirler. Bütün yaşamları boyunca hiç bu kadar eğlenmemişlerdir. Hz. Muhammed’i ise en küçük kızı Fatıma kurtarır. Zayıf bedeni, minik elleri deve işkembesine zar zor güç yetirir. Bir yandan hırsından ağlamaktadır küçük Fatıma ve bir yandan da işkembeyi çekiştirirken babasına bunları yapan insanlara var gücüyle sövüp saymaktadır. Nihayet babasının sırtından bağırsağı sıyırmayı başarır. Hz. Muhammed ise önce namazını bitirir. Sonra kahkahaları hala kesilmemiş olan sadistlerin karşısına geçer. Başından aşağıya doğru kokmuş kan ve dışkı karışımı sızmakta olduğu halde ellerini açar:
“ALLAH’ım” der, “Kureyş’i Sana havale ediyorum!” donup kalırlar. Çünkü bilirler ki Muhammed gibi birisinin, hem de bu haldeyken, hem de bu yerde yapacağı dua mutlaka kabul edilecektir. Fakat artık iş işten de geçmiştir. Yapılan şey gerçekte Hz. Muhammed’in onuruna değil O’nun ve Âlemlerin Rabbi olan ALLAH’ın gayretine dokunmuştur ve elbette ona göre bir bedeli olacaktır. Hz. Muhammed’in o anda okumakta olduğu beddua sadece bu gerçeğin bir gereği ve yansımasıdır. Ve Hz. Muhammed duasına devam eder:
“ALLAH’ım bu topluluğu Sana havale ediyorum. ALLAH’ım Ukbe’yi Sana havale ediyorum! ALLAH’ım Ümeyye’yi Sana havale ediyorum.” Sonra Utbe, Şeybe, Velid ve Umare der, yedi ismin hepsini tek tek sayar. Duydukları yedi kafadarı fazlasıyla rahatsız eder, korkutur.
Olayların akışı gösterir ki ALLAH O’nun o duasını sekiz sene sonraya vadeli olarak kabul etmiştir. Çünkü o yedi kişinin hepsi Bedir günü Müslüman kılıçları altında parçalanacaktır.
Fakat şimdilik Hak tarafında olanların sınav ve pişme, olgunlaşma günleridir. Ve o yüzden Müslümanların daha çekeceği vardır. Özellikle Hz. Muhammed ile Hz. Ebu Bekir’in.
Habeşistan’a göçenlerden sonra Mekke’de imanını açığa vuranların sayısı kırktan daha azdır. Mekke nüfusu ise 4000’den fazla… İşte bu güç dengesi(!) içinde, Hz. Ebubekir, Kâbe’de, yanında Hz. Muhammed’de olduğu halde ayağa kalkar ve insanları açıkça İslam’a davet etmeye başlar. Kureyş eliti bu davranışı doğrudan kendi egemenliklerine yöneltilmiş ve hem gerçek hem de, Kâbe’de yapıldığı için, sembolik anlam taşıyan açık bir saldırı olarak kabul ederler. Ve cevapları da ona göre olur. Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir öldürülesiye dövülür. Hz. Ebubekir’i döve döve yere yıkıp üzerine çıkarlar. Özellikle Rebia oğlu Utbe, ayakkabısının demir ökçesi ile burun kemiğini kırar, burnu yüzüyle bir olur, belirsiz hale gelir. Hz. Muhammed’de ona yakın ölçüde dayak yer. En sonunda ikisini de dayaktan öldü zannedip, bırakırlar. Daha sonra olay yerine gelen akrabaları Teymoğulları Hz. Ebubekir’i baygın halde bir çarşafın içine koyarak evine taşır. Durumu o kadar ağırdır ki, öleceğini düşünürler ve boy onurlarına dokunduğu için tekrar Kâbe’ye gidip, duyururlar:
“Eğer Ebubekir ölürse ALLAH’a yemin olsun ki biz de ona karşılık mutlaka Utbe’yi öldürürüz!”
Sonra da tekrar Hz. Ebubekir’in evine dönüp, başında beklemeye başlarlar. Hz. Ebubekir ise ancak akşama doğru kendine gelebilir. Annesi Ümmülhayr, bir yandan ağlamakta ve bir yandan da oğlunun vücudundaki yaraları ve kurumuş kan lekelerini ıslak bir bezle silmeye çalışmaktadır. Ve görür ki elini Hz. Ebubekir’in başında nereye değdirmişse bir avuç saç köküyle birlikte elinde kalmaktadır. Ümmülhayr’ın gözlerini açan oğluna ilk sözü:
“Bir şeyler yesen, içsen” olur. Hz. Ebubekir ise onu duymaz bile:
“ALLAH’ın Elçisi ne durumda?” der. Bu kadarı akrabaları olan Teymoğullarına fazla gelir, söylenirler:
“O’nun yüzünden ölmesine ramak kaldı ve hala gözünü açar açmaz Muhammed diyor!”Kızgınlıkla Hz. Ebubekir’in evini terk ederler. O ise oralı bile olmaz:
“O ne yapıyor nerededir?” der. Hz. Muhammed’in iyi olduğu haberini almadıkça bir şey yiyip, içmez. Başka hiçbir şeyle ilgilenmez. Annesi de ısrarla:
“ALLAH’a yemin olsun ki benim arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!” deyip, durur. Haklıdır da. Hz. Ebubekir:
“O zaman Hattab’ın kızı Ümmü Cemil’e sor!” der. Hz. Ömer’in de kız kardeşi olan Ümmü Cemil onların komşusu ve gizli Müslümanlardandır. Ondan Hz. Muhammed’in Erkam’ın evinde güvende ve bir ölçüde iyi durumda olduğu haberini alınca rahatlar. Ve sonra gece karanlığından yararlanarak, annesine ve Ümmü Cemil’e tutunup, O’nu görmeye Erkam’ın evine gider. Birbirlerini görünce kucaklaşırlar. Bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlamaktadırlar. Ve onlarla beraber Erkam’ın evinde olan bütün Müslümanlar da. Hz. Ebubekir, peygamberinin yüzünü, gözünü öper. Hz. Muhammed’de ısrarla ona nasıl olduğunu, canının çok yanıp yanmadığını sormaktadır. Hz. Ebubekir ise O’nu iyi durumda görmüş olmanın mutluluğuyla:
“ALLAH’ın Elçisi!” der, “o fasık adamın yüzümü gözümü belirsiz hale getirmesinden başka bir sıkıntım yok, iyiyim!” sonra o rahmetle dolu havayı fırsat bilir, Hz. Muhammed’den annesinin de İslam’ı kabul etmesi için dua etmesini ister. Anne Ümmülhayr’a o gün yaşadıkları yetmiştir zaten, peygamberin duası anneye çıkartılmış bir davetiye olur aynı zamanda. O evde o da Müslüman olur.
Gün içindeki şiddet, acı ve hüzün gün sonunda büyük bir ferahlığa dönüşür, böylelikle. Ama o günlerin kazancı sadece Hz. Ebubekir’in annesi Ümmülhayr’dan ibaret değildir. Biri daha vardır. İslam’ı kabul etmesiyle Hz. Muhammed’i ve bütün Müslümanları mutluluğa boğacak biri… Sadece birkaç hafta sonra…
Hamza: Aslan Avcısı
Hamza, Hz. Muhammed’in amcalarındandır. Fakat aralarındaki yaş farkı 5-6 yıldan fazla değildir. Kureyş içinde kolay kolay kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemeyeceği bir heybetin, kuvvet ve cesaretin sahibidir, Hamza. Kabadayıdır. İçkiye düşkündür, bir de ava… Avcılık bütün dünyasıdır Hamza’nın. Pek sosyal biri değildir, dünyası Mekke’yi çevreleyen çöllerdir. O çöllerde aslan avlar. Ve Mekke’de de aslan avcısı diye ünlenmiştir. O güne kadar, asosyal kişiliğinin de etkisiyle Mekke’deki din kavgasıyla pek ilgilenmemiş, atalarının dini putperestliğe bağlı kalmakla birlikte, Abdülmuttalib oğullarıyla Kureyş’in geri kalanı arasında yaşanan ve Hz. Muhammed’den kaynaklanan çatışmada da kendi boyunun ve Hz. Muhammed’in yanında yer almıştır. Ağabeyi Ebu Leheb gibi kendi boyuna karşı bir ihanetin içinde olmak aklından bile geçmemiştir Hamza’nın.
O gün de yaşananlar bir Mekke klasiği olarak tarihe geçebilecek ölçüde alışılmış olaylardır. Yine Safa tepesinde tek başına ibadet etmekte olan Hz. Muhammed, yine Ebu Cehil ve yandaşlarının hakaret ve saldırılarına hedef olmuştur. Gerçi o günküler sadece sözlü saldırılardan ibaret kalmıştır ama uğradığı ağır hakaretler Hz. Muhammed’i fazlasıyla rencide etmiş ve düşmanı daha fazla tahrik etmek istemediği için de hiç cevap vermeksizin bir taşın üzerinde oturarak, Ebu Cehil ve takımının usanıp çekip gitmelerini beklemiştir. Olayın bir de görgü tanığı vardır. Gizli Müslümanlardan bir cariye. Aynı gün avdan dönmekte olan Hamza’nın önünü keser ve:
“Ebu Umare!” der, “bugün Ebu Cehil’in yeğenin Muhammed’e yaptıklarını bilseydin böyle rahat olamazdın!” Hamza şaşırır ve ne olduğunu sorar. Cariye de her şeyi anlatır. Hamza duydukları karşısında bir öfke selinin bütün vücudunu kapladığını hisseder. Hedefi Kâbe’dir. Ebu Cehil’i orada bulabileceğini düşünür. Yanılmaz da. Önce hiçbir şey belli etmeden yanlarına oturur. O günkü av macerasını anlatmaya koyulur. Yayına dayanmış olarak, ayakta, kendisini merakla dinleyen Kureyş egemenlerine ki aralarında Ebu Cehil’de vardır,“şöyle yaptım, böyle ettim” diye anlatırken aniden yayını kaldırır ve bütün gücüyle Ebu Cehil’in kafasına indirir:
“Al sana bir yay, bir de kılıç” diyerek. Meclis karışır, Ebu Cehil neye uğradığını şaşırır. Yanındakiler Hamza’nın üstüne yürürler, fakat başından oluk gibi kan akmakta olmasına rağmen Ebu Cehil tarafından engellenirler. O an aklı başına gelmiştir Ebu Cehil’in ve daha ileri gidilirse Hamza’yı de kaybedeceklerini, onun da Müslüman olabileceğini görür ve:
“Dokunmayın Ebu Umare’ye” der. “O bana bunu yapmakta haklı, çünkü ben de bugün onun yeğenine çok kötü davrandım, hakaret ettim!” Akıllı hareket etmiştir Ebu Cehil ama geç kalmıştır. Öfkesini hala alamamış olan Hamza, bütün hiddetiyle meydan okur:
“İşte ben de artık O’nun dinindenim bundan sonra gücünüz yetiyorsa bana da aynı şeyleri yapın bakalım!” Ebu Cehil pişmanlık içinde kıvranır. Kendi elleriyle Müslümanların saflarına bir “aslan avcısı” kazandırmıştır. Aslında Hamza’nın Müslümanlığı o an için tepki ürünü bir tercihtir. Ne putların saçmalığı ve ne de ALLAH’ın birliği konusunda her zamankinden farklı bir görüşe sahip değildir. Kızgınlıkla, düşünmeden öylesine ağzından çıkıvermiştir işte. Sonra olup bitenin haberini vermek ve:
“İntikamın alınmıştır” diyerek gamını dağıtmak için Hz. Muhammed’in yanına, Erkam’ın evine yollanır. Yeğenine:
“Üzülme!” der, “Ebu Cehil’in sana bugün yaptıklarının intikamını aldım. Kafasını yardım, yüzünü kan içinde bıraktım” Hz. Muhammed’in tepkisi ise başta Hamza, herkesi şaşırtır:
“Ben böyle şeylere sevinemem!” Hamza, hayretler içinde sorar:
“Ya neye sevinirsin?” Hz. Muhammed taşı gediğine koyar:
“Senin Müslüman olmana!” Doğrudur. Bütün yaşamı boyunca Hz. Muhammed kötünün zarar görüp, kaybetmesinden çok iyinin kazanmasına sevinmiştir.
Hamza, bunun üzerine az önce Kâbe’de kızgınlık eseri söylediği şeyi tekrarlar. Müslüman olduğunu söyler. Herkes sevinir. Fakat bir öfke eseri olan ilk söylemin benzeri bu ikinci söylem de yeğenini sevindirmek için olmuştur. Ve o gece Hamza’yı uyku tutmaz. Sabaha kadar suçluluk duyguları içinde kıvranır. Kendi kendini eleştirir:
“Durduğum yerde” der, “babalarımın, atalarımın dininden mi çıkıyorum?” Hamza o gece ciddi olarak Müslüman olma yoluna girer. Ve sabahın ilk ışıklarıyla soluğu Kâbe’de alır. Henüz kimsecikler yoktur. Ellerini açar bütün samimiyeti ile ALLAH’a yalvarır:
“Kalbimden şüpheyi gider ve beni Senin hoşnut olacağın yola ilet!” der. Sonra da yeğeninin yanına gider. İçini O’na da açar. Kendisini İslam’ın gerçek din olduğu konusunda ikna etmesini ister. Bütün ön yargılarından sıyrılmış alabildiğine samimi bir haldedir, Hamza. Ve deyim yerindeyse tam da adamına gitmiştir. Ve yeğeni konuşmaya başlar. Varlığı, evreni, yaşamı, yaşamın amacını anlatır. Anlattıkça da Hamza karşısındaki insanın yeğeni olmaktan çıkıp, önderi, kurtarıcısı, müjdecisi ve tek kelimeyle peygamberi olmaya doğru dönüştüğünü görür. Teslim olur. Yaradılıştan bu yana tüm insan dillerinin söyleyebildiği en güzel cümleyi söyler. Ve o da dönüşür. Hamza olmaktan çıkar ALLAH’ın aslanı Hz. Hamza olur.
Fakat daha olacakları da vardır.
Hz. Hamza’nın Müslüman olmasının Mekke’deki yankısı güçlü olur. Kureyş egemenleri eski ataklığını kaybeder. En azından Hz. Muhammed’in kendine olan saldırılarını sınırlamak gereğini duyarlar. Artık Müslümanlar tamamen zayıf ve ezilebilir bir avuç zavallı olmaktan çıkmaya başlamışlardır. Şimdi aralarında yaşamını aslan avlayarak geçiren bir avcı da vardır. Ve kendileri de aslan olabilmekten çok uzaktır.
Anlaşma Teklifi… Yeniden
Kureyş, Ebu Talib’e ya da Hz. Muhammed’in kendisine yaptıkları anlaşma tekliflerinde zaman zaman aklın ve mantığın sınırlarını zorlamıştır. Bir defasında Ebu Talib’e öldürmek üzere Muhammed’i kendilerine teslim etmelerini karşılığında da Velid’in oğlu Umare’yi kendisine yeğen olarak akmasını teklif etmişlerdir. Ebu Talib, kendisine yapılan teklif karşısında gülsün mü ağlasın mı karar verememiş, sadece:
“Yani” demiştir, “siz benim oğlumu alıp keseceksiniz ve O’nun yerine de kendi oğlunuzu bana beslettireceksiniz!” Ebu Talib’in cevabını alınca onlar bile yaptıkları teklifin garabetini anlamış ve böyle gülünç bir duruma düşmenin pişmanlığıyla ısrar edememişlerdir.
Fakat Hz. Hamza’nın Müslüman oluşundan sonra yaptıkları anlaşma teklifleri çok daha mantıklı olur. Sanki Hz. Hamza’nın Ebu Cehil’in başına indirdiği yay, onunla beraber bütün Kureyş’i de akıllandırmıştır. Fakat hiçbir somut sonuca ulaşılmaz. Sadece herkes Kureyş egemenlerinin Hz. Muhammed karşısında ilk defa gerilediklerini görür. Oysa bu daha başlangıçtır.
Aslan Avcısı Değil Ama… Ömer
Tarih 616 olmuştur… Peygamberlikten sonra 6. yıl… Hamza’nın Müslümanlığı bütün Mekke’yi sarsar. Kureyş egemenleri Dar’un Nedve’de acil durum toplantısı yaparlar. Ebu Cehil, en zekileri olarak, altlarındaki zeminin hızla kaydığını hissetmektedir. Ve büyük bir telaş içindedir. Artık her şeyi göze almak gerektiğini düşünür. Abdülmuttalib oğullarıyla Kureyş’in diğer boyları arasında Mekke’yi kana boyayacak bir iç savaş çıkacaksa, çare yok… Çıkacaktır. “Muhammed’in kellesine” diyerek ortaya büyük bir ödül koyar: 100 kızıl deve, 1000 okiyye altın, sayısız misk göbeği (ticari değeri yüksek güzel bir koku), çok sayıda elbise v.s. koca bir servettir bu. Hattab oğlu Ömer atılır:
“Söz mü?” der, Ebu Cehil’e. anlaşırlar ve bir de yazılı senet imzalarlar. O sırada zil zurna sarhoştur Hattab oğlu Ömer.
Ömer, Mekke’nin kabadayısıdır, sarhoşudur, karşısına çok az kimsenin çıkmaya cesaret edebildiği güçlü güreşçisidir. Diğer kabilelerle yapılan görüşmelerde Mekke’yi temsil eden delege, deyim yerindeyse, Mekke’nin dış işleri bakanıdır. Ve pek belli etmese de vicdanlı insanıdır. Müslümanlara en çok işkence edenlerden biri iken bile Habeşistan’a göç etmek zorunda kalanların yürek sızlatan hali karşısında ilk kez yaptıklarını sorgulamış, içinde bir şeyler kıpırdanmıştır. İkinci kıpırdanış, bir gün Kâbe’de Hz. Muhammed’den Kur’an dinlerken olur. O, “Hakka” suresini okumaktadır. Ömer de arkasında durup sessizce dinler:
“Hakka(kıyamet) nedir o Hakka? Hakka’nın ne olduğunu sana ne bildirdi? Semud ve Ad kapılarını çalacak felaketi yalanladılar. Semud kavmi korkunç bir sesle helak edildiler. Ad kavmi ise, uğultulu azgın bir fırtına ile yok edildiler…” (Hakka,69:1-6) şeklinde başlayan sure Hz. Ömer’i derinden etkiler. Kur’an’ın O’nun tarafından yazıldığını düşündüğü için, kendi kendine, Hz. Muhammed hakkında:
“Amma şair miş!” diye düşünür ki, Hz. Muhammed, o sırada surenin 38. ayetini okumaya başlar:
“Gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim ki, şüphesiz o şerefli bir peygamberin sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Siz ne kadar az inanıyorsunuz!” (Hakka,69:38-41) Telaşla çevresine bakınır Ömer, sanki Hz. Muhammed içinden geçenleri okumuştur. Bu kez de:
“Herhalde bu bir kâhin, aklımdan geçenleri bildi!” derken, Hz. Muhammed, 42. ayetten devam eder:
“O, bir kâhin sözü de değildir. Siz ne de az düşünüyorsunuz. O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.” (Hakka,69:42-43) Yaşadığı bu olay sarsıcı bir deneyim olur Ömer için. Daha sonraları itiraf edeceği üzere ilk olarak o gece kalbinde İslam’a karşı bir sıcaklık, bir sempati hisseder.
Başka bir gece de içki içmek için meyhaneye uğramıştır fakat orada kafa dengi kimse bulamaz. Canı sıkılır, başka bir içkicinin yanına gider. O da yerinde yoktur. Bunun üzerine:
“Bari” der, “Kâbe’ye gidip tavaf edeyim” Ve o gece de yalnız olarak Hz. Muhammed’i görür, yine gecenin sessizliği içinde kendinden geçmiş Kur’an okumaktadır. Varlığını belli etmekten çekinir, Ömer ve Kâbe örtüsünün içine gizlenir. Oradan dinler Kur’an’ı. O gece Ömer’in kalbi İslam’a bir adım daha yaklaşır. Ama bütün olaylar, bir an için parlayıp sonra külün altında gözlerden gizlenen köz gibidir. Devem etmez, içten içe yanar varlığını hissettirmez. Hatta kişinin kendine bile.
Ve Ömer, o sarhoş haliyle, bütün bunları unutmuş olarak Ebu Cehil’in ortaya koyduğu servete tamah edip, Hz. Muhammed’in canına talib olur. Antik Mısırlılar:
“İnsanlar plan yapar, kader güler!” derlermiş. Ömer’in macerası tam da bu türdendir. Hz. Hamza’nın Müslüman oluşunun üzerinden henüz üç gün geçmiştir. Manevi havaya bakarak rüzgârın Rahmet yönünden, hem de kuvvetli estiğini gören Hz. Muhammed, “fırsat budur”demiş üç günden beridir dua etmektedir:
“ALLAH’ım! Bu dini iki Ömer’den biriyle destekle: Hattab oğlu Ömer ya da Hişam oğlu Amr (=Ömer=Ebu cehil) hangisi Sana daha sevimli ise!” dua, Hattab oğlunun lehine kabul edilir. Tabii o sırada Hattab oğlunun hiçbir şeyden haberi yoktur. O kendi dünyasında, içkinin ve Ebu Cehil’in koyduğu ödülün heyecanıyla kıpkırmızı, Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara hınçla dolu, beline kılıcını takmış, pür hiddet Erkam’ın evine doğru seyir halindedir. Yolda gizli Müslümanlardan Abdullah oğlu Nuaym ile karşılaşır. Nuaym, Ömer’in bu beli kılıçlı, pür hiddet halinden ve Erkam’ın evi doğrultusundaki gidişinden şüphelenir ona:
“Hattab’ın oğlu!” der, “böyle kılıcınla nereye?” Şüphesi haklı çıkar, Ömer:
“Erkam’ın evine” diye cevap verir, “o Muhammed’i ortadan kaldırıp bu ikiliğe son vermeye” Nuaym’ın içinde bir şey “cız” eder, ama hiç renk vermez, sadece Ömer’den önce Erkam’ın evine yetişip, Hz. Muhammed’i ve Müslümanları durumdan haberdar etmeyi düşünür. Ama bir anda, uzun boylu plan yapacak zamanı yoktur. Aklına ilk gelen çareye sarılır. Alaycı bir biçimde:
“sen” der, “bırak Muhammed’i de önce kendi evine bak!” bir anda kurulan plan başarılı olmuştur. Durur, Ömer ve meraklı bakışlarla:
“Sen ne demek istiyorsun?” diye sorar. Çaresizdir Nuaym, peygamberini kurtarabilmek için başka iki gizli Müslümanı deşifre edecektir:
“Kız kardeşin Fatıma ile kocası Said, sen git de önce onlarla ilgilen. Hem Muhammed’e dokunursan Abdülmuttalib oğullarının seni sağ bırakacaklarını mı zannedersin?”Nuaym’ın sözlerinin tehdit kısmını duymaz bile ama kız kardeşi ile eniştesi… Şok olur. Ve gerisin geriye döner. Şimdi hedefi eniştesi Zeyd oğlu Said’in evidir. Denk gelir. O sırada azadlı köle, demirci Habbab Said ile eşi Fatma’ya en son nazil olan Taha suresinin yazılı olduğu yaprakları getirmiş, okutup, ezberlemektedir. Evin kapısında durup, içeriden gelen seslere kulak kabartan Hz. Ömer sevinir. Suçüstü yaptığını anlar. Sonra da var gücüyle:
“Açın kapıyı!” diye bağırıp, yumruklamaya başlar. Evin içi bir anda karışır. Kolay değil, Ömer’dir haykıran… Ukaz panayırında deve yavruları ile güreş tutan, ayaklı şarap testisi Ömer… Ve bağırışıyla kapıya inen yumruklarından da bellidir ki bu hayırlı bir geliş değildir. Habbab hemen bir perdenin arkasına saklanır. Mushaf yaprakları ise Fatıma’nın elbisesine. Sonra Fatıma kapıyı açar. Sakin görünmeye çalışarak. Ömer hışımla içeriye dalarken sorar:
“Ne okuyordunuz? Çabuk çıkarın!” Said ve Fatıma sağıra yatarlar:
“Bir şey okumuyorduk yanlış duymuşsun” falan diyecek olurlar ama boşuna. Sille, tokat eniştesi Said’e yumulur Hz. Ömer ve bir anda yüzünü gözünü kan içinde bırakır, altına alır. Fatıma kocasını Ömer’in elinden kurtarmaya çalışır. Arada birkaç tane de o yer. Onun da ağzından burnundan kan boşanır. Ve bu kadarı fazla gelir Fatıma’ya. Ömer’e hücum eder. Sonuçta o da Hattab’ın kızı, Ömer’in dişi versiyonudur. Dikilir ağabeyinin karşısına ve kükrer:
“Kur’an okuyorduk! Biz de Müslümanız! Var mı bir diyeceğin!” Fatıma’nın kükremesi ve kanlı görüntüsü… Durdurur Ömer’i. Bir anda sakinleşir:
“Getir bakayım” der, “neler yazılıymış şu okuduğunuz sayfalarda” Fakat Fatıma korkunun ses duvarını aşmıştır artık. Aynı tonda devam eder:
“Sen putperestsin ve o yüzden de pissin! Kur’an sayfalarına el süremezsin önce banyo yap!” Aslan, dişi aslan karşısında kuzuya döner. Sessizce kalkar, bir duş alır. Sonra da Tahasuresinin yazılı olduğu sayfaları:
“Ta. Ha. Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye değil, ancak ALLAH’a karşı saygıyla dolu olanlara bir öğüt olsun diye indirdik. Kur’an yeri ve yüce gökleri yaratan ALLAH tarafından peyderpey indirilmiştir. Rahman Arş’ı kaplamıştır. Göklerde, yerde ve ikisi arasında bulunan şeyler ile toprağın altında olanlar hep O’nundur. Eğer sen sözü açıktan söylersen, şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin daha gizlisini de bilir. ALLAH, Kendisinden başka tanrı olmayandır. En güzel isimler O’na aittir.” (Taha,20:1-8)
büyülenmiş gibidir, sadece:
“Bunlar ne güzel sözler!” diyebilir. Herkes şaşırır, sevinir, ümide kapılır. Habbab saklandığı yerden çıkar:
“Ömer” der,”ben zaten ALLAH’ın Elçi’sinin senin hakkında yaptığı duanın kabul edileceğini biliyordum” Ömer şaşırır:
“Muhammed benim için dua mı etti?” diyebilir, sadece. Habbab, onu onaylar:
“Evet!” der, “dün, bu dinin seninle ya da Ebu cehil’le desteklenmesi için dua ediyordu. Demek ki ALLAH’ın tercihi sen oldun” Hem ALLAH hem Hz. Muhammed… Duyduğu jestler ve iltifatlar Ömer için bardağı taşıran son damlalar olur ve taşar, Ömer… Taşar, değişir, dönüşür, başkalaşır…
Sonra da peşinde Habbab oğlu halde Said’in evini terk eder. Doğrultusu yine Erkam’ın evidir, hedefi yine Hz. Muhammed’dir ama bu kez bambaşka bir niyetle ve bambaşka bir Ömer olarak. Fakat tabii ki Erkam’ın evindekilerin bu kısa sürede Ömer’in yaşadığı büyük devrimden haberleri yoktur. Sadece onun beli silahlı, öfkesi burnunda oraya doğru gelmekte olduğunu haber almışlardır. Hepsi o kadar. Ve haberi aldıklarından beri de gergin bir bekleyiş içindedirler. Ve işte kapıdadır, Hattab’ın oğlu Ömer. İlk öne çıkan üç günlük Müslüman aslan avcısı Hz. Hamza olur. Ömer tarafından vurulan kapıya bakarak:
“Açın kapıyı” der, “eğer iyi niyetle geldiyse ona ikramda bulunuruz, eğer niyeti kötüyse kendi kafasını kendi kılıcıyla kopartırız!” O an, bir aslan ve bir aslan avcısı karşı karşıyadır. Ama görünüşte… Gerçekte ise herkes ALLAH’ın Elçisinin çevresinde birer sevimli kediciktir.
Ömer içeri girer ve ona doğru ilk hamle, beklenenin aksine, Hz. Muhammed’den gelir. Hz. Hamza’nın da önüne geçer çünkü Abdurrahman Şarkavi’nin anlatımıyla:
“Ama Muhammed, içten içe Ömer’i kendisi teslim almak istiyordu… Bugünden sonra artık gücüne güvenerek böbürlenemeyecekti. Ebu Cehil’i Hamza ezmişti. Ömer’i Muhammed ezecekti.”
Elini Ömer’in kuşağına sokar ve sertçe sasarak kendine doğru çeker:
“Ömer” der, “ne yapıyosun? Hala inanmayacak mısın? ALLAH’tan belanı mı istiyorsun?”Hz. Muhammed, insan sarrafı denilen durumun da çok üzerindedir. Bütün tarih boyunca kime nasıl konuşulacağını O’nun kadar mükemmel bilen bir insan gelmemiştir. Ömer kısık bir sesle, sadece:
“ALLAH’ın Elçisi” diyebilir,”ben, ALLAH’a, ALLAH’ın Elçisine ve O’na ALLAH’tan gelen şeylere iman etmek için senin yanına geldim.” Hz. Muhammed’in bu sözlere cevabı sadece iki kelime olur:
“ALLAH’u Ekber!” sonra aynı kelimeler o evde bulunan herkes tarafından hep birlikte tekrarlanır. Dalga dalga Mekke sokaklarına yayılır, yayılır, yayılır…
Ömer’in Hz. Ömer olduktan sonra ilk düşüncesi gene Ömer’ce olur. Peygamberine döner:
“Müslüman olup ta bu yüzden dayak yemeyen, işkence yapılmayan kimse görmedim ve bu konuda bir istisna olmak benim hoşuma gitmez.” Der. Sonra o gece sabaha kadar bunun için ne yapabileceğini düşünür. Ve Müslümanlığının ikinci günü sabah erkenden gidip Ebu Cehil’in kapısını çalar. O, kendisini gülerek karşılar:
“Kız kardeşimin oğlu hoş geldin” der ve sorar “ne haberler getirdin?” Ömer’in cevabı:
“ALLAH’a ve O’nun Elçisi olan Muhammed’e iman ettiğimi ve kendisinin getirip bildirdiği şeyleri doğruladığımı sana haber vermek için geldim” der. Gülümsemesi Ebu Cehil’in suratında donar. Kendine gelmesi birkaç saniye sürer. Sonra kırarcasına Hz. Ömer’in yüzüne çarparken de ekler:
“ALLAH senin de senin getirdiğin haberin de belasını versin” fakat Hz. Ömer’in istediği olmamış, kavga çıkmamıştır. İkinci olarak dayısı Mugire oğlu Velid’in evine yollanır. Ona da aynı haberi verir:
“Haberin olsun ben de Muhammed’in dinine girdim” der. Yaşlı ve kurnaz Velid, alttan alır:
“Sakın yapma!” der. Hz. Ömer:
“Yaptım bile” dite cevaplar. Sonra da ekler: “Bu iş oldu bitti. Sen benim Müslüman olduğumu Kureyş’e duyur!” Velid yüzünü asar, kapıyı kaparken:
“Hayır!” der, “senin de yoldan çıktığını Kureyş’e ilk duyuran ben olmayacağım”
Hz. Ömer onun kapısından da kendi kendine:
“Bu da olmadı!” diyerek ayrılır ve kendi kendine söylenir:
“Müslüman halkı dövüyorlar fakat beni hiç kimse dövmüyor!” son çare olarak Kureyş’in ayaklı gazetesi Mamer oğlu Cemil’e gider. Cemil’e söylenen bir haber, hele bir de çarpıcıysa, en geç yarım saatte bütün Mekke’ye yayılmış demektir. Ve Hz. Hamza’nın Müslümanlığının çalkantısı henüz duyulmamış Mekke’de Hz. Ömer’in de Müslüman olduğu haberinden daha çarpıcı ne olabilir?
Belki Ebu Cehil’in de Müslüman olduğu haberi…
Cemil, haberi Hz. Ömer’den alır almaz ayağa fırlar, bir anda gözleri parlamıştır. Hemen eteklerini toplar ve anında ortadan kaybolur. Şimdi ayaklı gazetecilik kariyerinin zirvesini yapmaktadır. Hz. Ömer de artık rahatlamış olarak onun ardından şehir merkezi durumunda olan Kâbe’ye doğru seğirir. Ve istediğine de kavuşur. Az önce Cemil den haberi duymuş bulunan Kureyş’liler Hz. Ömer’in etrafını çevirir ve saatlerce yumruklaşırlar. En sonunda Kureyş’in zeki ve yaşlı aristokratlarından Vail oğlu As gelene kadar (Kureyş’in Habeşistan büyükelçisi! Amr’ın babası). O, olayın daha fazla büyüyüp, Hz. Ömer’in boyu Adiy oğullarının da karşı tarafa kaymaması için görünüşte özgürlükçü bir tavır takınır. Hz. Ömer’le dövüşenleri azarlayarak:
“Size ne ?” der, “adam kendi dininden çıkmış yeni bir dine girmiş. Siz ne karışıyorsunuz?” Bu uyarı Hz. Ömer’le dövüşenleri onun ifadesiyle “bir elbisenin insanın üzerinden soyulup sıyrılışı gibi” etrafından dağıtır. Ve böylelikle Hz. Ömer, Müslümanlıktaki ilk tam gününü bitirmiş olur. Müslüman olduktan sonra ki ilk muradına ermiş, deyim yerindeyse, bütün kurtlarını dökmüştür.
Peki, ama Hz. Muhammed’in duası niçin Ebu Cehil’in değil de Hz. Ömer’in lehine kabul edilmiştir? İkisi de putperesttir. İkisi de Müslüman düşmanıdır ve ikisi de İslam’a destek olacak bir kişisel ve toplumsal gücün, etkinliğin sahibidir. Öyleyse niçin Hz. Ömer? Çünkü Hz. Ömer ne olursa olsun hiçbir zaman vicdanını tam olarak köreltmemiştir. Habeşistan’a göç edenler karşısındaki üzüntüsü, Kâbe’de Hz. Muhammed’den Kur’an dinlerken sahip olduğu samimi hatta naif hali ve benzeri örnekler onu İslam’a taşıyan yolun kilometre taşları olmuştur. Ve Ebu Cehil bunların birine bile sahip değildir. Vicdan ve samimiyet gibi kavramlar karşısında Ebu Cehil’in durumu suyun karşısında ateşin durumundan farksızdır. O, sadece bir kibir heykelidir. Baştan aşağı…
Ve Hz. Hamza’dan üç gün sonra Hz. Ömer’in de Müslüman olması Mekke’nin güç dengelerinde önemli bir sarsıntıya neden olur. Müslümanlar hem fiziki güç hem de moral güç açısından önemli bir aşama kaydetmişlerdir. İlk kez Hz. Ömer’in teklifi ve Hz. Muhammed’in de kabulü ile topluca Kâbe’ye gidip orada yine toplu olarak namaz kılarlar. Bu, Mekke’deki dengeler açısından bir devrim demektir. Habeşistan’dakiler ve kendisini gizlemek zorunda olanlarla birlikte Müslümanların toplam sayısı 300’ü geçmiştir. Artık Erkam’ın evinde saklanmaya gerek kalmaz. Bu olay üzerine oradan da çıkılıp bütün şehre dağınılır. Hz. Muhammed:
“Ömer Müslüman olalı saygınlığımız arttı” der. Hz. Ömer’in Müslüman olmasının taşıdığı tarihsel değeri en iyi özetleyen, Kâbe’de ilk kez açıktan Kur’an okumuş ve bu yüzden de feci bir biçimde dövülmüş olan Mesud oğlu Abdullah’ın sözleridir:
“Ömer’in Müslüman oluşu bir fetih, hicret edişi bir zafer, Müminlerin emiri oluşu bir rahmetti. ALLAH’a and olsun ki, Ömer Müslüman oluncaya kadar biz Kâbe’nin yanında açıktan namaz kılamazdık!”
Boykot!
Hz. ve Hz. Ömer’in Müslüman olmalarının neden olduğu şok ve ondan kısa bir süre önce Habeş Necaşisinden gördükleri aşağılanma Kureyş egemenlerini Müslümanlara karşı köklü bir strateji değişikliğine yöneltir: Müslümanları ve boy dayanışması gereği onlara sahip çıkan putperest akrabalarını toplum dışına itme, sosyal ve ekonomik nitelikli bir boykot uygulayarak yaşamdan soyutlama ve dayanamayıp çözülmelerini sağlama. Üç yıl sürecek zorlu bir dönem başlar. Büyük acılar çekilir. Fakat sonuç Kureyş aristokrasisinin planladığının tam tersi olur. Farkında olmadan karşılarındaki cepheyi genişletirler. Çekilen acılar Müslümanları daha çok biler, dinlerine daha sıkı bağlanmalarını sağlar. Sırf akrabalık gereği onların yanında yer alıp bu uzun süre boyunca aynı acılara göğüs germek zorunda kalan putperest akrabalar ise Müslümanların yıllardan beri yaşayageldikleri aynı acıları kendileri tadar. Ve böylece onlarla olan empatileri güçlenir ki bu da kendilerini İslam’a yaklaştırır. Ayrıca Kureyş’in İslam düşmanı zalim çevrelerine karşı onlarda ciddi bir soğukluk ve tepki oluşur. Ve son olarak ta İslam düşmanı Kureyş çevreleri de kendi aralarında şahinler ve ılımlılar olmak üzere ikiye bölünür. Hatta üç yılın sonuna doğru birbirleriyle savaşacak duruma gelirler.
Süreci başlatan olay, Hz. Muhammed’e bir suikast hazırlandığı haberleri olur. Önceki benzerlerinden farklı olarak bu suikastin, muhtemelen, Hz. Muhammed gece uyurken gizlice yapılması planlanır. Böylece katilin kimliği bilinemeyeceğinden olayın Kureyş içinde bir kan davasını tetiklemeyeceği hesaplanır. Bu taktik değişikliği bile İslam karşısında Kureyş elitinin kaybettiği mevzileri belgelemesi adına oldukça anlamlıdır. Artık rahat ve açıktan hareket edememektedirler.
Haberi alan Ebu Talib ise bu kez her zamankinden daha fazla telaşlanır. Özellikle Kureyş’li elebaşlarının görecekleri bir saatte Kâbe örtüsünün içine girerek ALLAH’a dua eder:
“ALLAH’ım! Kendi halkımız bize karşı azgınlaştı, taşkınlaştı. Bize yardım et. Onlara engel ol. Kardeşimin oğlunu öldürmelerine olanak verme!” Dua, Kureyş’li zalimleri iyice kızdırır ve bu kez de yüzüne karşı Ebu Talib’i de ölümle tehdit ederler ve Abdülmuttalib oğullarıyla aralarındaki bütün bağları attıklarını duyururlar. Artık ipler tamamen kopmuş, Kureyş birbirine karşıt iki kampa ayrılmıştır. Abdülmuttalboğullarının bağlı olduğu bir üst boy olan Haşimoğulları da bu ayrımda Hz. Muhammed’in yanında yer alır. Bütün Müslümanlar ve Haşimoğulları Mekke’yi çevreleyen dar vadilerden birinde yer alan Ebu Talib’in evi etrafında kümelenmeye başlar. Bu aynı zamanda fiziki bir ayrışmadır. Ebu Talib mahallesinin Kâbe’ye uzaklığı 3 km. dir. Ve herkes Ebu Talib mahallesinde/vadisinde çadırını kurar. Ebu Leheb hariç. O, putperestlerin ve Kureyş’in büyük parçasının yanında yer alır. İhanetini kurumsallaştırır. Gerçek neden, çıkar kaygısıdır. Ama Ebu Leheb bu tavrını putlara olan bağlılığıyla örtmeye çalışır. O günlerden birinde 7 sene sonra Uhud’da Hz. Hamza’nın ciğerlerini çiğneyecek olan Utbe’nin kızı ve Ebu Süfyan’ın eşi Hind ile yolda karşılaşır:
“Utbe’nin kızı!” der, Hind’e, “Lat ve Uzza’yı inkâr edenlere karşı çıkmak ve onlardan bağlarımı koparmakla, Lat ve Uzza’ya hizmet etmiş oldum mu?” Hind, ona beklediği aferini cömertçe verir:
“Evet, ALLAH seni hayırla ödüllendirsin!”
Kureyş, Haşimoğulları karşısındaki kararlılığını pekiştirmek için yazıya döker. Onlarla bütün sosyal ve medeni ilişkiler dondurulacak, onlara hiçbir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey alınmayacaktır. Tam bir ambargodur bu. Ve boykotun kaldırılmasının tek şartı da Hz. Muhammed’in öldürülmek üzere kendilerine teslim edilmesidir. Kureyş bunları yazdığı parşömeni, kutsallık ve sağlamlık kazanması için Kâbe’nin içine asar. Fakat “Sahife” adı verilen parşömenin yazıldığı gün, yazıcısı Mansur’un sağ eli kurur, çolak kalır. İçlerinden bazıları bunu Haşimoğullarına karşı haksız olduklarının bir kanıtı bazıları da Muhammed’in yeni bir sihri olarak yorumlar. Fakat Mansur’un başına gelen şey ortada kalır, hiçbir somut sonuca yol açmaz.
Bu arada Ebu Talib Hz. Muhammed’e sahip çıkmakta aynı kararlılığını sürdürmektedir. Bu konudaki tavrını o çağların en etkin toplumsal iletişim aracı olan şiirle dile getirir:
“Kâbe’ye and olsun ki mızraklar ve oklarla savaşmadıkça,
Çoluk, çocuğumuzu bize unutturacak derece de,
Kendisinin çevresinde çarpışarak yerlere serilmedikçe,
Muhammed’i teslim etmeyeceğiz.”
Ve sadece şiirler söylemekle kalmaz. Somut önlemler de alır. Kureyş’in suikast niyeti bilindiğinden her gece Hz. Muhammed’in yattığı yeri değiştirir. O’nun yatağında kendi çocuklarından ya da diğer akrabalarından birini yatırır.
Büyün bu olup bitenler bile Hz. Muhammed’i günlük eylemlerinden ve özellikle her gün Kâbe’ye gidip insanları İslam’a davet etmekten alıkoymaz. Fakat boykot Müslümanlar ve Haşimoğulları için çok etkili olmuştur. Açlıktan onlarca çocuk, yaşlı ve hasta insan ölür. Hz. Muhammed’in, Ebu Talib’in, Hz. Ebubekir’in ve Hz. Hadice’nin maddi birikimleri boykotu sürdüğü üç yıl içinde tamamen erir. Güç bela ve gizli olarak bulunabilen yiyecekler, Ebu Talib mahallesi sakinlerine en az beş kat fiyata satılır. O da bin bir güçlükle Kureyş gençleri gece gündüz Ebu Talib Mahallesi etrafında silahlı nöbet tutmaktadır. Ve az miktardaki yiyecekte bu kuşatmadan kaçırılarak içeriye sokulabilir ya da beş kat fiyatla satın alınabilir. Aslında Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibileri çoğu kez ona bile olanak vermemektedir. Mekke’ye yiyecek getiren tüccarlar onlar tarafından Müslümanlara mal satmamaları için uyarılır. Hatta ellerinde kalan yiyecekler Müslümanların eline geçmemesi için birkaç kat fazla fiyat ödenerek yine bunlar tarafından satın alınır. Sadece “Haram Aylar” süresince ortalık biraz sakinleşir. Müslümanlar da herkesle birlikte, Mekke ve çevresinde kurulan fuarlara katılarak ihtiyaçlarını giderebilirler. Fakat bunlar topu topu senede dört aydır ve tabii ki yeterli değildir. İnsanlar ağaç yapraklarını yemek zorunda kalır. Açlıktan ağlayan çocukların sesleri Ebu Talib mahallesinin dışından bile duyulabilmektedir. Bazıları bulabildikleri deri parçalarını suda ıslatıp yumuşattıktan sonra ateşte kızartıp yemekte ve bunun üzerine de üç gün yiyecek başka hiçbir şey bulamamaktadır.
Bir gün Hz. Hadice’nin yeğeni Hizam oğlu Hakim Ebu Talib mahallesine yiyecek sokmaya çalışırken Ebu Cehil’e yakalanır. Öfkeden kendini kaybeden Ebu Cehil Hakim’in üzerine yürür:
“Seni bütün Mekke’ye rezil edeceğim!” der. Gürültü üzerine yanlarına gelen bir başka Kureyş’li, Hişam oğlu Ebu’l-Bahteri ise ne olduğunu öğrenince Ebu Cehil’e çıkışır:
“Sana ne” der, “adam halasına yiyecek götürüyor, ne diye engel oluyorsun?” Ebu’l-Bahteri ile Ebu Cehil arasındaki tartışma büyür, kavgaya dönüşür. Ebu’l-Bahteri bir deve kemiği ile Ebu Cehil’in başını yarar. Sonra yere yıkıp üzerine çıkar ve pestilini çıkartır. Bu sırada Ebu Talib mahallesinin sınırında Hz. Hamza olup biteni sessizce seyretmektedir. Kureyş çatlamıştır. Tam da vicdanından… Hakim içeriye yiyecek kaçıranların başında gelmektedir. Sonra ona Amr oğlu Hişam da katılır, çatlak giderek büyür. O üç yıl içinde Mekke’de müthiş bir kuraklığa uğrar, Kureyş’te bir ara yiyecek bulamaz. Hz. Muhammed:
“ALLAH’ım bunlara Yusuf’un kıtlık yıllarındaki gibi bir kıtlık ver!” diye dua etmiş ve kısa bir süre içinde yağmurlar kesilmiş yer de kurumuştur. Onlardan da birçok insan açlıktan ölür. Ölmüş hayvanları köpekleri, deve yünü ile kanın karışımından yapılan şeyleri yemek zorunda kalırlar. Kıtlığın dayanılmaz hale geldiği sıralarda Ebu Süfyan Hz. Muhammed’e gelerek yalvarır:
“Ne olursun” der, “dua et ALLAH üzerimizden bu belayı kaldırsın. O zaman söz veriyoruz sana iman edeceğiz!” Hz. Muhammed dua eder, kuraklık ve kıtlık son bulur fakat Kureyş sözünde durmaz.
Fakat ilahi takdirin Müslümanların o sınavı için biçtiği süre sonuna yaklaşır. Üç yıl tamam olur. Cebrail, Hz. Muhammed’e Kâbe’de asılı olan “Sahife”nin bir güve tarafından yendiği haberini getirir. Sadece ALLAH kelimeleri sağlam kalmıştır. Hz. Muhammed haberi, amcası Ebu Talib’e iletir. Ebu Talib de önce diğer kardeşlerine ve sonra da Kureyş aristokrasisine…
“Eğer” der, “bu haber doğru ise haksız olduğunuzu kabul edin ve bu zulmü bitirin. Eğer yanlış ise ben de o zaman Muhammed’i size teslim edeyim ne isterseniz yapın!” Kureyş bu teklife çok sevinir. Heyecanla kabul ederler. Sonra “Sahife” bulunduğu yerden indirilip açılır. Ve aynen Ebu Talib’in söylediği gibi olduğu görülür. ALLAH’tan başka her şey silinmiştir. Görenler dehşet içinde kalır. Kureyş’lilerin elleri yanlarına düşer. Ebu Talib fırsatı değerlendirir ve var gücüyle karşısındaki efendilere! Yüklenir:
“Herhalde” der, “haksız olduğunuz, akrabalarınıza zulmettiğiniz, kötü yolda olduğunuz tamamen ortaya çıktı, değil mi?” Çoğunun başı öne düşer fakat bazıları hala inat etmektedir:
“Hayır!” derler, “kabul etmeyiz. Bu da Muhammed’in sihirlerinden biridir” fakat o andaki durum ne olursa olsun Kureyş bu konuda kesin olarak ikiye bölünmüş ve Ebu Talib mahallesi sakinlerine tünelin ucu görünmüştür. Ebu Talib Kâbe’yi terk etmeden kutsal örtünün içine girerek bir dua daha eder:
“ALLAH’ım! Zalimlere, akrabalarına düşmanlık edenlere ve haramları helal hale getirenlere karşı bize yardım et!” Artık Kureyş’in önemli bir bölümü açık açık:
“Bu, kardeşlerimize karşı bizim yaptığımız büyük bir zulümdür!” demetledir.
Hz. Muhammed’e peygamberlik verilişinin yedinci yılında başlamış olan boykot onuncu yılda biter. Amr oğlu Hişam’ın başını çektiği bir grup silahlanarak Kâbe’ye gider ve Kureyş’in geri kalanına artık boykot anlaşmasını tanımadıklarını ve gerekirse bu yolda çarpışmaya da hazır olduklarını bildirir. Bir iki küçük itiraz denemesi dışında kimse ciddi olarak bu ültimatoma karşı çıkma cesareti gösteremez ve üç yıl aradan sonra bu silahlı grupların eşlik ettiği Müslümanlar ve Haşim oğulları Ebu Talib mahallesinden çıkar, evlerine geri dönerler.
Boykot sona ermiştir. Fakat arkasında büyük acılar ve ağır bir bedel bırakarak. Hz. Muhammed’in 65 yaşındaki eşi ve dokuz çocuk anası Hz. Hadice ölmek üzeredir. O yıllar da Hz. Hadice’yi açlıktan, kurumuş deve derisi parçalarını yemeye çalışırken görenler olmuştur. Bir zamanlar 500 develik ticaret kervanları kaldıran Mekke’nin en zengin kadını boykotun sona ermesine yakın bir gün eşinin karşısına üzerindeki yamalardan kendisi görünmeyen bir elbise ile çıkmış ve muhtemelen onun eski günlerini hatırlayan Hz. Muhammed yaşlı eşini o kıyafet içinde görünce gözyaşlarına hâkim olamamıştır. Ve aynı biçimde kızı Hz. Fatıma’da boykot bittiğinde on beş yaşındadır ve on üç sene sonra ölümüne neden olacak bir hastalığa yakalanmıştır. O üç yıl içinde çektikleri yüzünden. Benzer nedenlerden ötürü Ebu Talib de tükenmiş, o da ömrünün sonuna gelmiştir.
Rumlar Yenildiler Fakat Yenecekler…
Boykot yılları içinde ilginç bir olay yaşanır. Bizans-Pers imparatorlukları arasındaki savaşlar ve onlara bağlı olarak Hz. Ebubekir ile ünlü Kureyş’lilerden Halef oğlu Übeyy arasındaki iddia… Peygamberliğin sekizinci, boykotun ikinci yılıdır. Bizans, Pers imparatorluğu karşısında ağır bir yenilgiye uğrar. Kudüs ve oradaki kutsal emanetler bile Perslerin eline geçer. Pers orduları Konstantiniyye kapılarına dayanır ve Bizans o güne kadar pek benzeri görülmemiş çok ağır bir tazminat ödemeyi kabullenerek Perslerden barış istemek zorunda kalır. Haber Mekke putperestlerini sevindirir. Çünkü onlar, putperest oldukları için kendilerini Perslerle; semavi bir dine sahip oldukları içinde Müslümanları Rumlarla özdeşleştirmektedir. O nedenle de Perslerin zaferini kendi hesaplarına bir moral zafer sayar ve Müslümanlara:
“Biz de sizi aynı şekilde hezimete uğratacağız!” derler. Fakat Hz. Muhammed Persleri kastederek:
“Onlar kesinlikle mağlup olacaklar!” hükmünü verir. Çünkü bununla ilgili olarak bazı ayetler inmiştir:
“Elif. Lam. Mim. Rumlar en alçak bir yerde yenilgiye uğradılar. Oysa onlar yenilgilerinden sonra galip geleceklerdir. Birkaç yıl içinde. Önce de sonra da emir ALLAH’ındır. O gün müminler sevineceklerdir. ALLAH’ın yardımıyla. O, dilediğine yardım eder, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyendir. ALLAH vaat etmiştir. ALLAH vaadinden dönmez; fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30:1-6)
Bu haberden cesaret alan Hz. Ebubekir de, putperest Übeyy ile iddialaşır. Bir iki yıl içinde Rumların tekrar galip gelecekleri üzerine on deve iddiaya tutuşurlar. Fakat Hz. Muhammed ayette geçen “birkaç” ifadesinin Arapçada üç ile dokuz arasını kastettiğine dikkat çekerek Hz. Ebubekir’i uyarır ve:
“Git Übeyy’e hem süreyi hem de develeri arttır” der. Übeyy, Hz. Ebubekir’in değişiklik teklifini kabul eder ve süre dokuz yıla uzatılır develer de yüze arttırılır.
Ve dokuz sene sonra Bizans Pers imparatorluğunu Büyük İskender’den beri yaşamadığı bir mağlubiyete uğratmış, Hz. Ebubekir de çoktan ölmüş olan Übeyy’in varislerinden yüz devesini almıştır. Fakat kendine değil. Hz. Muhammed’in emriyle develerin hepsi kesilerek etleri Medine’nin fakirlerine dağıtılır.
Bu surenin ikinci ayeti (Rumlar en alçak bir yerde yenilgiye uğradılar) aynı zamanda bir Kur’an mucizesini de oluşturur. Rumların Persler karşısında yenildikleri yer Lut gölü kıyılarıdır ve günümüze yakın tarihlerde anlaşılacağı üzere burası deniz seviyesinin 399 m. Altındaki rakımıyla dünyanın “en alçak” yeridir.
Üçüncü En Büyük Mucize: Ayın Yarılması
Boykot yılların da bundan da çok daha ilginç ikinci bir olay daha yaşanır: Ay’ın yarılması… Hz. Muhammed’in en büyük mucizesi, O’nun çağından günümüze kadar bütün Müslümanların fikir birliğiyle, Kur’an’ı Kerim’dir. İkincisi ise kendi kişiliği, dürüstlüğü ve ahlakı. Üçüncüsü de Ay’ın yarılması.
Bizans-Pers savaşı ile aynı yıl içinde gerçekleşen mucize, Ay’ın dolun halinde olduğu bir gece Mekke’nin Taif (güney) doğrultusundaki banliyösü Mina’da yaşanır. Olay, akılları sıra Kureyş putperestlerinden Velid, Ebu Cehil ve Nadr gibi önde gelenlerinde yer aldığı bir grubun:
“Madem peygambersin öyleyse mucize göster” diyerek Hz. Muhammed’i sıkıştırmak istemeleri üzerine yaşanır. Hz. Muhammed, onlara nasıl bir mucize istediklerini sorar. Onlar, kendilerini garantiye almak için, en olanaksız gördükleri şeyi yapıp Ay’ı parçalamasını isterler. Hem de derler:
“Ay’ın yarısı Ebu Kubeys yarısı da Kuaykıan dağının arkasına gitmeli, ikiye ayrıldığı iyice belli olmalı” Hz. Muhammed sorar:
“Eğer istediğiniz olursa iman edecek misiniz?”
“Söz!” derler. O zaman o da önce dua eder. Duanın kabul edildiği haberi Cebrail tarafından bildirildikten sonra da:
Müslüman ya da putperest bütün Mina halkı olduğu yerde donar. İki yarım daireye bölünen Ay putperestlerin istediği dağların arkasına doğru hareket eder… Daha doğrusu Ay’ın parçaları hareket ederler. Kısa bir süre o halde durur ve sonra tekrar eski durumuna döner. İnsanlar nefeslerini tutmuş olup biteni seyrederken Hz. Muhammed orada bulunan bazı önde gelen isimleri tek tek sayar ve:
“Şahit olun!” der. Fakat putperestler gene yan çizecektir. Bu kez mazeretleri, Hz. Muhammed’in Ay’ı değil onları sihirlediği olur. Modern anlatımla aslında Ay’a bir şey olmamış fakat kendilerine Muhammed tarafından kitle hipnotizması uygulanıp Ay’ı parçalanmış gibi görmeleri sağlanmıştır. En hızlıları yine Ebu Cehil’dir:
“Bizi sihirlediyse bile” der, “bütün çölü de sihirleyecek değil ya! Çevre kabilelere adam gönderip soralım, onlar da böyle bir olaya şahit olmuşlar mı?” Teklif, Hz. Muhammed’de dahil herkes tarafından uygun karşılanır. Kureyş’in en çevik habercileri çöle dağılır. Birkaç gün içinde hepsi geri dönmüştür ve hepsi de çevre kabilelerden hayret haberleri getirmiştir. Yüzlerce kilometre yarıçaplı bir bölgede olayı gören daha binlerce tanık vardır. Önce Kureyş ne yorum yapacağını bilemez, susa kalır. Sonra da yüzsüzlüğü son haddine tırmandırırlar ve Hz. Muhammed’i kastederek:
“Ebu Kebşe’nin oğlunun sihri” derler, “gökteki yıldızları bile parçalıyor!” Ama “Birdir ALLAH O’dan başka İlah yok!” diyemezler. İşlerine gelmez. Olay, Kur’an’da da yer alır:
“Kıyamet yaklaştı ve Ay yarıldı. Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve:’Bu, ardı arkası kesilmeyen bir büyüdür’ derler. Yalanladılar, kendi heveslerine uydular. Oysa her iş kendini bekleyen sona ulaşacaktır. Andolsun onlara vazgeçirecek nice önemli haberler gelmiştir. Bu büyük bir hikmettir. Fakat uyarılar fayda vermiyor!” (Kamer,54:1-5)
Daha önce de belirttiğimiz üzere modern insan mucizelere inanmaya pek eğilimli olmadığı için burada küçük satır arası yapıp, “Ay’ın Yarılması” mucizesinin tarihsel/olgusal kanıtlarını sorgulayalım. Bu konuda ne yazık ki özel bir inceleme ve araştırma yapılmamış olmasına rağmen yine de kendiliğinden denebilecek biçimde ortaya çıkan tarihsel bulgular şöyledir:
1-Güneydoğu Asya’da “Malabar” (Endonezya) mihracesi tarafından böyle bir olayın görüldüğüne ve onun emriyle kayda geçirildiğinden söz eden belgeler. (Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, I, Sh:347, Mevdudi)
2-Hindistan’da “Dhar” racası tarafından tutturulmuş olan kayıt. Aynı dönemden kalma bir Hind kitabında da “Ay’ın ikiye bölündüğü sene yazılmıştır” şeklinde bir not bulunmaktadır. (Muvazzah İlm-i Kelam, sh:161, Ö. Nasuhi Bilmen’den aktaran, İki Cihan Güneşi Peygamberimiz, sh:204, Cüneyd Suavi)
3-“4 Mayıs 1967 tarihinde Florida’da Cape Kennedy Uzay Üssü’nden fırlatılan ‘Orbiter 4’ uydusundan çekilen Ay fotoğrafları… ‘Orbiter 4’ün bu çalışmasında, Ay’ın dünyamızdan görülmeyen arka yüzü resimlenmiş ve 3000 km. mesafeden çekilen yakın plan fotoğraflarıyla, Ay yüzeyinin % 95’lik bölümü incelenebilmiştir. 67-1805 numara ile arşivlenen bu fotoğraflarda, daha önce küçük bölümler halinde çekilen Ay fotoğraflarında fark edilemeyen bazı hususlar göze çarpmaktadır. Ay’ın arka yüzeyi, uzunluğu 240 genişliği de yer yer 8 km.yi bulan bir yarık tarafından boylu boyunca kuşatılmaktadır. Bu çatlağın merkezi, 65 derece güney ve 105 derece doğu olarak belirlenmiştir. Tabii sebeplerle meydana gelen çatlaklar, dalgalı ve düzensiz bir çizgi oluşturdukları halde, bu çatlak mükemmel bir düz çizgi halindedir.” (The Muslim Digest, vol.34, Nos.3-4, p.35’ten aktaran, Gerçeğe Doğru II, Bölüm: 2, sh: 3)
4-“Amerikalılar bu çatlağa ‘Radley Rille’ adını vermişlerdir. Bu çatlakla ilgili olarak Apollo-15 ile gerçekleştirilen derinliğine araştırmalar, anlaşıldığına göre, halka açıklanmayacaktır; zira 29 temmuz 1971’de yayınlanan günlük ‘The Guardian’ adlı İngiliz gazetesinde yayınlanan yorum-haber büyük bir korku yaratmıştır. Orada çıkan bir yazıda, Müslümanların daha şimdiden bu fotoğraflara dayanmak suretiyle, İslam Peygamberine atfedilen ‘Ay’ın Yarılması’ mucizesinin gerçekliğine dair ispat yoluna girdikleri açıklanmaktadır” (İslam Peygamberi,I,sh: 127, Muhammed Hamidullah)
5-1685’te İtalyan astronom Cassini’nin çizdiği Ay haritasında, Ay yüzeyinin tamamını kuşatan ve tesadüfen oluşmayacak kadar düzgün olan bir çizgi açıkça görünmektedir. (Cumhuriyet Ansiklopedisi, II, sh:542’den aktaran, Gerçeğe Doğru II, Bölüm: 2, sh: 3)
“Erken Doğan”ın Ölümü…
Hadice, ‘erken doğan’ demektir. Dünyaya erken doğar Hadice… Hz. Muhammed’den on beş sene önce. İslam’a da erken doğar, eşine ilk vahyin indirildiği o ilk “Kadir” gecesinde, Hz. Muhammed’den sonra ilk Müslüman o olur. Dünyadan gurub etmesi de erken olur Hadice’nin ve ahirete doğması da… 65 yaşındadır. Son üç senenin sıkıntıları yiyip bitirmiştir Hadice’yi. Boykotun bitişine ve eski sıkıntılı ama artık onlara normal gelen düzene geri dönmüş olmalarına sevinemez bile. Ağır hastadır. Eşi ve Peygamberi başucunda dikilir, gözleri nemlidir:
“Hadice” der, “benim yüzümden çok acılar çektin!” Tebessüm eder Hadice, hiç pişman değildir ve hala sevmektedir. İlk günkü gibi… Hizmetçisi Meysere ile beraber onun kervanının başında Mekke’yi girişini seyrettiği andaki gibi… Nefise’nin O’ndan getirdiği müjdeyle havalara uçtuğu andaki gibi… Muhammed’i onu teselli etmeye çalışır:
“Bu acını hafifletmek için sana ne desem Hadice?” der, “ALLAH bazen acı duyduğumuz, hoşumuza gitmeyen şeylerde büyük hayırlar yaratır. Biliyor musun Cennet’te yeniden birlikte olacağız.” Hadice acılı yatağında umutla doğrulur:
“Gerçekten mi?” O, müjdesini tamamlar:
“Evet!” Hadice aldığı müjdeye ana yüreğini ve kadın duyarlılığını da ekler:
“Çocuklarmızla birlikte ve huzur içinde olur inşaALLAH!” O acılı anlarında Müslüman arkadaşları da onları hiç yalnız bırakmaz, ellerinden bir şey gelmese bile en azından varlıklarıyla destek olup hem Hadice’nin hem Hz. Muhammed’in sıkıntılarını hafifletmeye çalışırlar. Ve çok zaman geçmez, ‘son geceye’ gelinir. İyice ağırlaşır Hadice anne. Zorlukla nefes alabilmektedir. Sadece birkaç saati kaldığı elle tutulacak gözle görülecek kadar açıktır. O zaman bir incelik daha gösterir Müslümanlar onları yalnız bırakırlar. Ve o son saatler… Hadice annenin başı eşinin, ebed arkadaşının, kurtarıcısının, peygamberinin kucağında, gözyaşları ise birbirine karışmakta… Kim bilir arkalarında bıraktıkları yıllar içinde kaç kez Hz. Muhammed insanlardan gördüğü hakaretlerin, uğradığı saldırıların, itilmelerin, kakılmaların ruhunda açtığı yarayı gelip Hadice’nin sinesine gömmüş şu anın tam tersine O Hadice’nin kucağına başını yaslayıp gözyaşı dökmüştü.
Hadice ana ALLAH’a yürür… Ve O’dan gelen ince jeste bakın ki o gece de bir “Kadir” gecesidir. İlk “Kadir” gecesinde ve ümmet olarak ilk doğan, o gecenin 10. yıldönümünde bir kez daha doğar. 10 sene önce İslam’a doğmuştur şimdi ise Cennet’e doğmaktadır. Hadice’dir çünkü o… “Erken Doğan”…
Ve Hz. Muhammed Hadicesini kefenlemek için bir arkadaşından borç para alır. Hadicelere ve Muhammedlere böyle olmak yakışır. Davası için servetini son kuruşuna kadar harcamış, kendine bir kefen parası bile bırakmamıştır. O servetin eriyişine tanık olan Müslümanlardan biri yıllar sonra şunları anlatacaktır:
“Bir defasında ALLAH’ın Elçisi ondan yardım istediğinde, o sırada evde bulunan bütün altın ve gümüşleri getirip O’nun önüne döktü. Ben bu kadar altın ve gümüşü hiç bir arada görmemiştim!”
Hadice’yi mezarına kendi elleriyle yerleştirir. İlk toprağı O atar.
Fatıma’yı da O teselli eder. Ana acısıyla yanan genç kızları sorar:
“Baba! Annem şimdi nerede?”
“Cennette kamıştan bir köşk içerisinde”
“Şu bildiğimiz kamış mı?”
“Hayır! İnci, yakut ve mercanla süslenmiş bir kamış!”
Zaten aynı müjde yıllar önce de verilmiştir. Cebrail daha ilk gelişlerinden birinde:
“ALLAH’ın Elçisi!” demiştir, “söyle Hadice’ye ALLAH onu, Cennette, hiçbir gürültü ve kargaşanın bulunmadığı bir köşkle müjdeliyor” Ama O’nun da teselliye ihtiyacı vardır. Bunu da diğer kızları, Ümmü Gülsüm üstlenir. Evde Hadice’nin yokluğunu olabildiğince hissettirmemeye çalışır. Hz. Muhammed’in hüznü ise bir bakışta görülecek kadar belirgindir. Arkadaşlarından biri O’nun bu haline dayanamaz ve:
“ALLAH’ın Elçisi!” der, “görüyorum ki Hadice’nin kaybından ötürü bitap düşmüşsün!” O, acı bir tebessümle cevaplar:
“Evet! Çünkü Hadice benim çocuklarımın anası, evimin hanımıydı!” Ve o günden itibaren ölünceye kadar bir daha Hadice’yi hiç unutmaz:
“Ben, onun sevgisiyle rızıklandırıldım” der.
“Bu ümmetin en üstün kadını Hadice’dir” der.
Daha sonra evleneceği Hz. Ayşe, O’nun Hadice’nin hatırasına olan bağlılığını anlatırken:
“Ne zaman bir koyun kessek bir kısmını mutlaka Hadice’nin arkadaşlarına gönderirdi. Bir gün Hadice’nin kızkardeşi Hale bize gelmişti. Kapıda onun sesini duyunca bir anda heyecanlandı. Belki de bir an için onu Hadice zannetti. Sonra ‘ALLAH’a yemin olsun ki bu Hale’dir’ dedi. Ben kıskandım ve ‘ALLAH’ın Elçisi!’ dedim, ‘Hadice, Kureyş içinde ağzında diş kalmamış yaşlı bir kadındı… ALLAH size ondan çok daha güzelini ve gencini nasip etmedi mi?’ fakat öyle bir tepki gösterdi ki söylediğime pişman oldum. Kaşları çatıldı, yüzü kızardı ve sert bir tonda, ‘ALLAH’a yemin olsun ki hayır!’ dedi. ‘ALLAH bana Hadice’den sonra ondan daha üstün birini vermedi. Herkesin beni yalanladığı zaman o bana iman etti. Herkesin bana sırt çevirdiği zaman o bütün servetini benim emrime verdi. Ve ALLAH ondan bana boy boy çocuklar bağışladı.”
Hz. Ayşe özür diler:
“ALLAH’a yemin olsun ki bundan sonra Hadice aleyhinde tek bir söz bile etmeyeceğim!”
Yaşlı bir zenci kadın Hz. Ayşe’nin evinde Hz. Muhammed’i ziyaret eder. O; sırtından gömleğini çıkartıp, oturması için kadının altına serer. Hz. Ayşe bu denli iltifatı fazla bulur ve sebebini sorar, cevap yine Hadice’dir:
“O kadın Hadice’nin arkadaşlarındandı. Bize sık sık gelirdi. Ben onun sevdiklerini de severim.” Hadice’nin yeğeni ve Hale’nin oğlu Zeyd’i kucaklar, ondan Hadice’nin kokusunu almaya çalışır. Kendisine getirilen hediyeleri birçoğunu:
“Bunu falana götürün çünkü o Hadice’nin arkadaşı idi. Bunu da filana götürün çünkü o, Hadice’yi seviyordu” der, hep Hadice’nin hatırasına dağıtır.
Arkadaşları Hz. Muhammed, Hz. Hadice ilişkisini anlatırken:
“ALLAH’ın Elçisi Hadice’ye muhalefet etmezdi” diyerek özellikle not düşerler.
Ve o günden 11 sene sonra zafer kazanmış bir ordunun başkomutanı olarak Mekke’ye geri döndüğünde ilk işlerinden biri Hadice’sinin “Hacun” daki mezarını ziyaret olacaktır.
Hz. Hadice’nin O’nun için ifade ettiği anlamı Aişe Abdurrahman’ın sözleriyle noktalayalım:
“ALLAH’ın Elçisi, nezaket sahibi sevgili eşi Hz. Hadice’nin şahsında da ebedi hayata göç eden annesi Amine’yi andıran yön ve tavırlar görüyordu. Hz. Hadice, Hz. Peygamberin yirmi beş yaşından başlayarak hicretten üç yıl önce vefat edip Rabbine kavuşana kadar, kendisinde huzur ve sükûn bulduğu, ne kendisini boşayıp yerine başka bir kadınla evlendiği ve ne de onun üstüne başka bir eş getirdiği kadındır. Hayatı boyunca da onu asla unutmadı. Çünkü o, Hz. Peygamberin ‘Ebva’ köyünde annesine veda ettiği andan itibaren kaybettiği annelik şefkatini telafi ediyordu…”
... ve Ebu Talib de Gider…
Hz. Hadice’nin ALLAH’a yürüyüşünden kısa bir süre sonra sıra Ebu Talib’e gelir. O da üç yıllık boykot süresince fazlasıyla yıpranmış ve zaten ilerlemiş olan yaşının da etkisiyle hastalanıp yatağa düşmüştür. Kureyş egemenleri Ebu Talib’in ölüm döşeğinde olduğunu öğrenince telaşlanırlar. Son bir deneme daha yapıp, o ölmeden Hz. Muhammed’le anlaşmak isterler. Yeni teklifleri, “karşılıklı karışmazlık” olur. Hz. Muhammed onların putlarıyla ilgili hiçbir şey söylemeyecek, hiçbir eleştiride bulunmayacak, buna karşılık onlar da Müslümanlara ilişmeyecektir. Bu, İslam’ın temeli olan “Tevhid”e temelden ters bir tekliftir. Hz. Muhammed:
“Ben” der, “sizi bana teklif ettiğinizden çok daha hayırlı bir başka şeye çağırıyorum. Bir tek söze… Öyle bir söz ki onu söylediğinizde bütün Araplar size boyun eğecek, Arap olmayanlar da vergi ödeyecek!” İşin içinde güç ve kazanç olduğunu duyan Kureyş uluları heyecanlanır. En çokta Ebu Cehil:
“Babanın başı hakkı için” der, “bir değil on kelime söyleyelim. Neymiş o?”
“Birdir ALLAH, O’dan başka İlah yok!” Oldukları yerde sönerler. Gene işin ucu putlarına, yani kendi anlayışlarına göre, servetlerinin ve Araplar arasındaki üstünlüklerinin biricik kaynağına dokunmuştur:
“Muhammed!” derler, “bütün tanrıları bir tek tanrı mı yapmak istiyorsun? Bu, gerçekten şaşılacak bir şey!” Sonra da birbirlerine:
“Bu Muhammed’le anlaşabilmek olanaksız. Biz yine atalarımızın dininde kararlı olalım. Ta ki ALLAH O’nunla bizim aramızda hükmünü verinceye kadar!” deyip Ebu Talib’in evini terk ederler. Baş başa kaldıklarında Ebu Talib yeğenine:
“Kardeşimin oğlu!” der, “ALLAH’a yemin olsun ki senin onlardan istediğin, olanaksız bir şey değildi!” Hz. Muhammed, onun bu sözlerinden ümide kapılır, iman teklif eder:
“O bir tek cümleyi söyle sana Kıyamet Gününde şefaat edeyim” der. Fakat Ebu Talib’in cevabı bütün ümitleri kıracak niteliktedir:
“Ölümümden sonra Kureyş’lilerin ardımdan ölümden korktuğum için Müslüman olduğumu söyleyeceklerinden çekinmeseydim o cümleyi seni sevindirmek için söylerdim.” Ve bu cevapla da kendisine niçin iman nasip edilmediğinin ipucunu vermiş olur. ALLAH ve kendi için değil sadece Hz. Muhammed’i sevindirmek için… Ve Peygamber olduğu için de değil, çok sevdiği yeğeni olduğu için…
Boykotun sona erişinden 28 gün sonra, 86 yaşında vefat eder. Hz. Muhammed her şeye rağmen ellerini kaldırır ve:
“Senin hakkında dua etmekten yasaklanmadığım sürece, senin için mutlaka bağışlanma dileyeceğim!” O zaman vahiy gelir:
“Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; fakat ALLAH dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas, 28:56)
Ebu Talib, son günlerinde en çok kendisinden sonra Muhammed’e ne olacağını düşünür. Bu dünyada O’nu kime emanet edecektir. Kim O’nu koruyacaktır. Aklına Hz. Muhammed’in Medine’de oturan dayıları, Neccar oğulları gelir. Ve yeğenine de bu düşüncesini söyler. Vefatından sonra Medine’ye gidip, İslam’ı yayma işine oradan devam etmesini tavsiye eder. Adeta geleceği görmüştür…
Hz. Hadice’nin ve Ebu Talib’in vefatlarının neden olduğu hüzün, o günlerde Habeşistan’dan Mekke’ye gelen 20 kişinin iman etmesiyle bir ölçüde teselli edilmiş olur. Fakat yeni yeni hüzün ve acı nedenleri arka arkaya sıralanmaya başlamıştır bile. O kadar ki:
“Bu acılardan hangisine daha çok yanacağımı bilemiyorum!” deyip, günlerce evinden dışarı çıkmaz. Çıktığında ise nelerin değiştiğini çok acı bir biçimde görür. İlk gün sokak ortasında birkaç Kureyş’li serseri başına toprak atarlar. O sadece:
“Amcacığım! Yokluğun kendisini ne çabuk hissettirdi!” diyebilir. Sonra da tekrar evine döner. Kızı Ümmü Gülsüm hem ağlar hem de babasının başındaki yozu toprağı temizler. O ise kendi acısını ve kırılmışlığını unutur, ağlayan kızını teselli etmenin derdine düşer:
“Ağlama kızcağızım!” der, “muhakkak ALLAH, babanı koruyacaktır”
Fakat O’nu teselli eden olmaz.
Bu arada hiç beklenmeyen bir gelişme olur. Ebu Talib’in arkasından Abdülmuttalib ve Haşim oğullarının reisliğine soyunan Ebu Leheb, Hz. Muhammed’i korumasına aldığını duyurur:
“Git ne istiyorsan yap!” der, “Lat’a and olsun ki ben yaşadığım sürece hiç kimse sana dokunamaz” herkesşaşırır. Hz. Muhammed kısa bir süre rahat eder. Bütün Kureyş Ebu Leheb’den çekinmektedir. Fakat bu samimiyetsiz ve imansız koruma fazla sürmez. Kureyş’in önde gelenlerinden Ebu Muayt oğlu Ukbe her nasıl olursa olsun Ebu Leheb’le Hz. Muhammed’in aralarının açılması gerektiğini düşünür ve başarılı bir plan yapar. Deyim yerindeyse her ikisini de zayıf taraflarından vurur. Hz. Muhammed’i doğru sözlülüğünden, Ebu Leheb’i kibrinden… önce Ebu Leheb’e gider ve:
“Kardeşinin oğlu babanın nereye gittiğini söylüyor mu?” der. Soru Ebu Leheb’i tetikler ve aynısını o da Hz. Muhammed’e sorar. Hz. Muhammed soruyu kısaca:
“Kavminin yanındadır” diye cevaplar. Ukbe ise cevap kendisine iletilince:
“Yani” diye yorumlar, “o da kavmi ile beraber Cehennemdedir demek istemiş!” Ebu Leheb bu yorumu duyunca şaşırır, bozulur. Açıkça Hz. Muhammed’e iletip:
“Doğru mu?” diye sorar. O, ise emin, cesur ve dürüsttür:
“Evet!” der, “o ve putlara taparak ölmüş olan herkes Cehennemdedir!” Bunu duyan Ebu Leheb burnundan solur. Artık yeğeni Hz. Muhammed’le ipleri son kez ve sonsuza kadar atarken:
“Sen” der, “ne cesaretle Abdülmuttalib’e Cehennemlik dersin. ALLAH’a yemin olsun ki sana işkenceden nefes aldırmayacağım. Sonsuza kadar can düşmanın olacağım!”
Öyle de olur.
Ebu Leheb’le yaşadıkları Mekke’de çok hızlı duyulmuştur. Sonuçları da kendini göstermekte geç kalmaz. Son komplonun mimarı Ebu Muayt oğlu Ukbe güpegündüz herkesin içinde yüzüne tükürür. Hem de ağız dolusu. O, buna hiçbir şey yapamaz. Ukbe’nin tükürükleri yanaklarını kavurur ve vefatına kadar kalacak bir iz bırakır.
Başka bir gün yanında Hz. Osman ve Hz. Ebubekir olduğu halde Kâbe’yi tavaf ederlerken Ebu Cehil’in başını çektiği bir grup dövmek için üzerlerine saldırır. Yumruklar konuşur. Saldırganlar geri püskürtülür. Ve daha sonra kendisine evine kadar eşlik eden Hz. Ebubekir ve Hz. Osman’a:
“Sevinin!” der, “hiç şüphe yok ki yüce ALLAH, dinini açıklayacak, üstün kılacak, kelimesini (Kur’an) tamamlayacak, Elçi’sine yardım edecektir. Ve bugün bize saldıran kişiler, yüce ALLAH’ın en kısa zamanda sizin ellerinizle boğazlayacağı kişilerdir.” O gün saldıranların hepsi 4-5 sene sonra Bedir ve Uhud’da Müslümanların elleriyle boğazlanır.
Ve aynı yıl sona ermeden, Hz. Muhammed evindeki küçük çocuklarının bakımı için yaşlı bir dul olan Zem’a kızı Sevde ile evlenir. Sevde’nin de daha önceki evliliğinden beş tane çocuğu vardır.
En Kara Gün: Taif
O sene tarihe “Hüzün Yılı” olarak geçer. Aynı sene içinde Hz. Hadice ve Ebu Talib vefat etmiş ve Taif yolculuğu gerçekleşmiştir. Üç büyük musibetin en ağırı olan Taif yolculuğu… Hz. Muhammed’in kendi diliyle yaşamının en kara, en acı günü…
Hz. Muhammed Mekke’de İslam için artık denizin bittiğini görür. Habeşistan’a sığınanlar ve kendini gizlemekte olanlarla birlikte 300-400 civarında insan iman etmiştir gerçi ama işte hepsi o kadar… Şehir nüfusunun en az onda dokuzu gene putperest olarak kalmıştır. Ve bu noktaya da on senede gelinmiştir. Fakat Rabbinin O’na verdiği “Kalk ve uyar!” emri geçerliliğini devam ettirmektedir. Öyleyse ne yapması lazımdır? İşte o günün şartları içerisinde Hz. Muhammed’e göre bu sorunun cevabı “Mekke’nin dışına çıkmak gerekir” şeklindedir. O da öyle yapar. Bu durumda akla gelecek ilk yer olan Taif’e gitmeye karar verir.
Mekke’ye iki günlük mesafede yer alan Taif, havası hoş bir sayfiye şehridir. Yayladadır. Zengindir. Mekke kadar olmasa da kalabalıktır. Mekke ve Kureyş’le iyi ilişkiler içindedir.
Yanına evlatlığı Zeyd’i de alır. Ve yayan olarak Taif yoluna düşer. Yayan olarak, çünkü üç senelik boykot, Hz. Muhammed’e bir binek bile bırakmamıştır. Taif’i elinde bulunduran Sakif kabilesinin üç önde geleniyle görüşür. Bunlar, Abdi Yalil, Mesud ve Habib isminde üç kardeştir. Kendisinin ALLAH tarafından peygamber olarak gönderildiğini, insanları ALLAH’ın dinine davetle gönderildiğini ve Kureyş’in kendisine iman etmek yerine var gücüyle engellediğini anlatır. Gerçi bunlar Taif’lilerin mutlaka çok iyi bildiği şeylerdir. Ve onlara, kendisine iman edip, dinini duyurma davasında destek olmalarını, sahip çıkmalarını ister. Aldığı cevap ise neredeyse Kureyş’i de aratacak türdendir. Üç reis kardeşten biri:
“Eğer ALLAH peygamber olarak Seni göndermiş ise ben de Kâbe’nin örtüsünü çalmış olayım” der. Bu, Araplar arasında bir şeyin olanaksızlığını ifade etmek üzere kullanılan bir deyimdir. Diğerinin cevabı:
“ALLAH peygamber olarak göndermek için bula bula Seni mi buldu!” olur. Üçüncüleri ise:
“Ben artık Seninle konuşamam Sen koskoca bir peygambersin! Ben ise kimim ki!” olur. Bu konuşma Kur’an kaydına da geçer:
“Ve dediler ki:’Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilseydi olmaz mıydı?’Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık.” (Zuhruf, 43:31-32)
Sonuç belli olmuştur. Sonra da belki yüzlerce Taif’li hep aynı şeyleri tekrar eder:
“Kendi kabilen Seni reddetmiş ve Sen de kalkıp bize gelmişsin. Biz buna razı değiliz. Bu gelişten ürktük ve Seni aramızda istemiyoruz. Bizim yurdumuzdan uzak dur da nereye gidersen git!” Bir konuk ya da sığınmacı herhalde bundan daha kötü bir karşılık göremez. Ama O, bundan kötüsünü de görür.
Taif’te toplam 10 gün kadar kalır. Ve ayrılacağına yakın reis kardeşlere bir rica da bulunur:
“Hiç olmazsa” der, “buraya gelişim ve konuştuklarımız aramızda kalsın. Kureyş duymasın!” olup biteni öğrendiği takdirde Kureyş’in şımarıp, Müslümanlara karşı daha da saldırganlaşacağından endişe eder. Fakat bu dileği bile kabul görmez. Ve en acısı kendisine çok özel bir “güle güle töreni” düzenlenir.
Taif’te ne kadar ipsiz, ayak takımı varsa hepsi Hz. Muhammed ile Zeyd’in şehri terk edeceği gün üç reis kardeş tarafından organize edilerek yolun iki yanına dizilir. Sonra da güle güle(!) anlamında bir taş ve tükürük yağmuru başlar. Bunda bile ince bir hesap güdülür. Tükrükler bol bol her ikisinin de yüzüne yollanırken, taşlar, ölümüne neden olup ta bir kan davası başlatmaması için Hz. Muhammed’in belden aşağısına, Zeyd’in ise bir önemi olmadığından(!) gövdesine savrulur. Zavallı Zeyd, bir yandan peygamberini ve babalığını korumak için:
“Ne olursunuz atmayın!” diye yalvarırken, diğer yandan da iki kolunu açıp siper olarak O’nu olabildiğince yağan taş ve tükürük yağmurundan korumaya çalışır. Ve günümüzden bir şairin belirttiği gibi Zeyd’in asıl canını yakan taşlar vücuduna isabet edenler değil etmeyenlerdir. Çünkü onlar Hz. Muhammed’e isabet etmektedir. Ama öyle bile olsa ne kadar koruyabilir ki?. Taş ve tükürük yağmuru 360 derece, dört bir yandan gelmektedir. Ayakları kan içinde kalır. Zaman zaman gücünün, soluğunun kesildiğini hisseder, olduğu yere çöker. O anlarda Taif serserileri atışlarına ara verir, gülüşüp, yılışıp, alay ederek kollarına girip ayağa kalkmasına yardımcı olurlar ve bombardıman tekrar başlar. Ünlü İslam tarihçisi İbn Kesir’e göre bu durum 2.5 km. boyunca devam etmiştir. Hz. Muhammed de, Zeyd de Taif’ten iyice uzaklaşıp atış menzilinden tamamen çıkana kadar. Kendilerini bir üzüm bağına atarlar. Kan kaybetmiş, yaralanmış, yorulmuş ve en acısı tepeden tırnağa serseri tükürüğüne bulanmış, incinmiş, kırılmıştır. Taif’in bu akıl almaz vahşeti sergilemesinin arkasında da aslında bir dünya hesabı vardır. Böylece Kureyş’in gözündeki değerlerini arttırıp, ranta dönüştürebilmek…
Sadece Zeyd’de yüze yakın taş yarası vardır. Ve sonraki çağların bazı Hak Dostları meczup/velilerin her yerde çocuklar tarafından taşa tutulmalarını ve onların da bu halden hiç kaçmayıp adeta isteyerek katlanmalarını o günün hatırasına bir saygı ve O’na ait çok özel bir hali kendi nefislerinde de yaşama arzusu olarak yorumlayacaktır.
Bağ kenarında biraz soluklanıp, yaralarını ve akan kanları yıkarlar. Ve Hz. Muhammed, zaman geçirmeden namaza durur. İki rekât kılar. Bu haliyle de bir ders verir, Kur’an’dan aldığı bir dersi:
“Ey iman edenler’ Sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki ALLAH sabredenlerle beraberdir!” (Bakara, 2:153)
Namazın ardından da duaya durur. Maddi ya da manevi her bunalımda bütün Müslümanlara örnek olacak çok özel, rehber bir dua olur bu:
“ALLAH’ım! Gücümün yetersizliğini, çare ve vasıtalarımın acizliğini, insanların gözünde hakir görülüşümü Sana arz ediyor! Sana şikâyet ediyorum! Ey Merhametlilerin En Merhametlisi! Sensin zayıfların Rabbi ve Sensin benim Rabbim! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Senden uzak olan ve beni gördükçe suratını asan haşin kimselere mi? Yoksa davam da bana üstün getireceğin bir düşmana mı? Benim üzerime çöken bu musibet ve bela gerçekte Senin bana karşı gadab ve öfkenden ileri gelmiyorsa hiç gam çekmem. Ben, Senin Vechi’nin Nur’una sığınırım! O Nur’a ki, karanlıklar O’nun sayesinde açılmış, dünya ve ahiret işleri O’nunla düzelmiştir. Benim için Senin bağışlaman, gazabından daha geniştir. Ve her şey Senin hoşnutluğun içindir. Bütün kuvvet ve kudret ancak Senin elindedir.” Bu duanın manevi derinliklerinden birini, Mustafa Sıbai şöyle değerlendirir:
“O, Rabbine şöyle dua etmekte idi: ‘Gazabına uğramayayım da çektiğim sıkıntılara, belalara aldırmam.’ O, ALLAH’a, davasının tebliğinde kendisine kuvvet vermesi için yalvarırken, bizlere de davetçi için en büyük korkunun insanların düşüncelerinden öte ALLAH’ın gazabı olduğunu öğretmiştir.”
Garip bir tevafuk olarak sığındıkları bağ Kureyş’ten iki kardeşe aittir. İki hızlı İslam düşmanına… Rebi’nın oğulları Utbe ve Şeybe’ye. Hz. Ebubekir’in burnunu kırıp, dümdüz eden Utbe’ye… Onlar da Hz. Muhammed’e ve Zeyd’e yapılanları bağlarında, uzaktan izlerler. Ne hissederler, tahmin etmek güçtür. Fakat kendi hemşerileri olan birilerinin yabancı bir diyarda gördükleri bu davranış ve sonrasında da bilmeden de olsa gelip kendi bağlarına sığınmış olmaları herhalde biraz insaf duygularını harekete geçirir. Bağda çalıştırdıkları köle Addas’ı bir tabak üzümle Hz. Muhammed’e ve Zeyd’e gönderirler. O, elini üzüme uzatırken:
“Bismillah” der. Addas, şaşırır:
“Ben bu sözü buralar da hiç duymadım” der. Hz. Muhammed, ona nereli olduğunu sorar. Addas:
“Ninova” deyince de O:
“Demek sen salih insan Meta oğlu Yunus’un halkındansın” diye cevap verir. Addas bunun üzerine heyecanlanır. O’na Metta oğlu Yunus’u nereden bildiğini sorar. Çünkü o bölgelerde Hz. Yunus’u bilen yoktur. Hz. Muhammed:
“Çünkü” der. “ben ALLAH’ın Elçisiyim ve o da ALLAH’ın Elçisiydi. Bunu bana ALLAH bildirdi.” Sonra da kendisine Hz. Yunus ile ilgili vahyedilen ayetleri okur. Dikkat ve saygı ile dinleyen Addas, okuma bitince ellerine kapanır. Hıristiyanlıktan İslam’a geçer. Ve böylece daha sonraları “hayatımın en kara günü” diyeceği Taif yolculuğunun hikmeti de kendini göstermiş olur. Cüneyt Suavi’nin anlatımıyla:
“İman hizmeti o kadar büyüktü ki, yüce ALLAH, bir kölenin imana gelmesi için, en kıymetli peygamberinin taşlanmasına izin vermişti.”
Utbe ve Şeybe kardeşler uzaktan olup biteni izlemektedir. Addas’ın Hz. Muhammed’in ellerine kapandığını gördüklerinde birbirlerini kınarlar:
“Adam” derler, “köleyi de bozdu, yoldan çıkardı.”
Sonra dönüş yolculuğu başlar. Yarı yol olan “Karnüssealib”e geldiklerinde Cebrail, bir bulutun içinde görünür, yanında bulunan ikinci bir meleği işaret eder:
“ALLAH’ın Elçisi!” der, “ALLAH, o insanların size yaptıklarını gördü ve onlar için dilediğin emri veresin diye Sana dağlarla görevli meleği gönderdi.” Sonra dağlarla görevli melek konuşur:
“Eğer onların üzerine dağları kapatmamı emredersen, söyle, dilediğini yerine getireyim.” Ama O, her şeye rağmen kıyamaz Taif halkına:
“Hayır!” der, “ben sadece onların nesillerinden yalnız ALLAH’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak insanlar gelmesini dilerim.”
O gece Nahle denilen yerde konaklarlar. Mekke’ye iyice yaklaşmışlardır. Hz. Muhammed, teheccüd namazı kılmakta iken bir grup cin oradadır. O’nun okuyuşunu dinlerler. Etkilenirler. Kendisine görünür ve iman ederler. Sonra da İslam’ın cinler arasındaki ilk duyurucuları olmak için yeryüzüne dağılırlar. Bu olay da Kur’an kaydına geçer:
“Hani Biz, cinlerden bir grubu Kur’an dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar, O’nun huzuruna geldiklerinde birbirlerine: ‘Susun!’ dediler. Kur’an okunması bitince, uyarıcılar olarak toplumlarına döndüler. Şöyle dediler: ‘Ey kavmimiz! Kuşkusuz biz, Musa’dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri onaylayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! ALLAH’ın davetçisine uyun. O’na iman edin. Böylelikle ALLAH günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.”(Ahkaf, 46:29-31)
Çileli Taif yolculuğunun ikinci meyvesi de Müslüman cinler olur.
Fakat kendisi Zeyd’le birlikte Nahle’de günlerce kalır. Mekke’ye girememektedir. Çölün kurallarına göre şimdi şehrini ve kabilesini terk etmiş sayılmakta, üzerindeki bütün korumalar, kendi boyununki de dâhil olmak üzere, kalkmış sayılmaktadır. Artık Kureyş içinde meşru bir statüye sahip değildir. Ve Taif’te yaşananlar da Mekke’de çoktan duyulmuştur. Şu an Mekke’de herhangi biri tarafından rahatlıkla öldürülebilir ve bu olay da hiçbir sonuç doğurmaz. Kan davası başlatmaz. Nahle’de bekler ve Kureyş’in etkin isimlerinden bazılarına haber göndererek korunma talep eder. Ama Rabbine hiçbir kırgınlığı yoktur. Bu şartlar altında bile tam bir tevekkül içindedir. Kendisine:
Şimdi Mekke’ye nasıl gireceksin?” diye soran Zeyd’e:
“Hiç şüphesiz ALLAH senin göremediğin yerden bir kapı, bir çıkış yolu açacaktır. Şüphe yok ki ALLAH dininin ve Elçisinin yardımcısıdır” der.
Hira dağı civarında rastladıkları Uraykıt isminde bir çobandan kendisine ulaklık yapmasını rica eder. Ricayı kabul eden Uraykıt, Şerik oğlu Ahnes’e gidip, Hz. Muhammed’in koruma talebini iletir. Ahnes, reddeder. Uraykıt red cevabını getirdikten sonra ikinci bir kez daha Mekke’ye döner. Bu defa korunma Amr oğlu Süheyl’den istenir. O da reddeder. Geri dönen Uraykıt’a:
“Üçüncü defa Mekke’ye gider misin” demek kendisine çok zor gelir, mahcup olur ama çaresizdir. Fakat Uraykıt, gidip gelmeleri sorun yapmaz. Bir daha gider. Bu kez de boykotun bitişinde etkin rol oynamış isimlerden biri olan Adiyy oğlu Mutim’e… nihayet o koruması altına almayı kabul eder ve Hz. Muhammed ile evlatlığı Zeyd, günlerce Mekke kapılarında korunma bekledikten sonra en sonunda şehre girebilirler. O gece Mutim’in evinde yatılır. Sabah olunca da Mut’im ve oğulları silahlanmış olarak ortalarına Hz. Muhammed’i alıp Kâbe’ye giderler ve korumalarını orada bütün Kureyş’e duyururlar. Ebu Cehil ilk önce şaşırır, korkar, telaşlanır. Mut’im’e:
“Muhammed’e iman mı ettin yoksa koruma mı verdin?” diye sorar. Koruma verdiğini öğrenince de derin bir nefes alır, sevinir:
“Senin korumana aldığını biz de korumamıza aldık” der. Ve Hz. Muhammed, yapılan bu iyiliği hiç unutmaz. Mut’im birkaç sene sonra ölür. Bu olaydan 5 sene sonra Bedir’de alınan esirleri Mut’im’in oğlu Cübeyr’e gösterecek ve:
“Eğer baban sağ olsaydı ve benden bu kokmuşları hiç karşılıksız serbest bırakmamı isteseydi, sözünü ikiletmez, hemen bırakırdım.” diyecektir.
Mekke’de Son Üç Yıl: Kabileleri Davet
Kureyş içinde İslam’ın yayılımı adına deniz bitmiştir. Dışarıya çıkarak bir başka topluluğu dinine davet etme deneyimi de, en azından şimdilik ve görünüşte, başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fakat “Kalk ve Uyar” emri geçerliliğini ilk günkü gibi devam ettirmektedir. Ve Hz. Muhammed’in sözlüğünde, bir insan olmasının gereği geçici üzüntüler ve hayal kırıklıkları yaşasa da, “pes etmek” diye bir şey bulunmamaktadır. O’nun için her başarısızlık amaca hangi yoldan gidilemeyeceğine dair yeni bir bilgidir. Amaca ulaşma azmi ise yerinde durmaya devam etmektedir. Her defasında daha önce denenmemiş yeni bir yöntemle. Ve Taif yolculuğundan sonra üçüncü stratejiye geçilir: Çölden Mekke’ye gelen kabileleri İslam’a davet etmek. Bu strateji tam üç sene boyunca uygulanacak, bu uğurda da büyük acılar çekilecek ama sonuçta üçüncü de başarılı olunacaktır. Hem de insanlık tarihinin daha önce daha sonra başka bir benzerini kaydetmediği bir başarı…
Her sene Hacc mevsiminde Mekke’nin civarında üç büyük fuar kurulur: Ukaz, Mecenne ve Zülmecaz. Arap yarımadasını dolduran 15 büyük kabileye mensup insanlar hem Hac yapıp Kâbe’de bulunan putlarını ziyaret etmek hem de senelik alış verişlerini görmek için Mekke’yi ve bu fuarları doldurur. Hz. Muhammed de Taif dönüşünden sonra İslam anlatma eylemini sözü edilen fuarlarda Arap kabilelerinden o sene Mekke’ye gelmiş olanlar üzerine yoğunlaştırır. Onlardan ilah olarak sadece ALLAH’a inanıp ibadet etmelerini, dinini yayabilmek için kendisine yardımcı olup sahip çıkmalarını ister. Ve daha ilk istekleri arasında Tevhid Dinine uygun bir toplumsal yaşam da yer alır. Bu çerçevede baba ve anaya iyilik, yoksulluk korkusu ile kız çocukları öldürmemek, ALLAH’ın mübarek kıldığı cana kıymamak, yetimlerin malına el uzatmamak, ölçüyü, tartıyı tam ve doğru yapmak ta vardır. Fakat çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanır. Daha en baştan Kureyş önlemini sağlam almış, Mekke’nin bütün yollarına özel görevli insanlar dikmiştir. Toplam 17 kişiden oluşan bu ekibin görevi Hacca ve fuarlara gelen Arapları Hz. Muhammed hakkında uyarmak ve onun tarafından kandırılmamalarını(!) sağlamaktır. Zaten ünü Arap çölüne yayılmıştır. Hacıların birçoğu daha yola çıkmadan kendi kabileleri tarafından uyarılmakta:
“Sakın o Kureyşliyi dinlemeye kalkışmayın” diye sıkı sıkı öğütlenmektedir. Ama O bunların hiç birinden yılmaz her gittiği yere tekrar gider:
“Kureyş putperestleri beni Rabbimin Sözünü duyurmaktan alıkoydu. Bana sahip çıkacak, alıp kendi yurduna götürecek kimse yok mu?” der. Ve her yerden aldığı cevap hemen hemen aynıdır:
“O’nu kendi toplumu daha iyi bilir. Ne diye onlar seni dinlemiyorlar da bize geliyorsun. Bak hele! Kendi toplumunu bozup dağıtmış, fakat bizi düzeltecekmiş!” Tebliğ her defasında tartışmaya döner. Ama O hiç yılmaz. Gittiği kabilenin yanından yorgun ve reddedilmiş ayrılırken sadece:
“ALLAH’ım!” der, “Sen dileseydin böyle olmazlardı.”
Amca Ebu Leheb bu uğraşında da en büyük belalısıdır. O günlerin canlı tanıklarından Abbad oğlu Rebia daha sonraları yaşadıklarını şöyle anlatır:
“O’nu Zülmecaz panayırında görmüştüm.”İnsanlar! Birdir ALLAH O’dan başka ilah yok, deyin, kurtulun!’diyordu. Kendisi nereye yönelse insanlar da oraya toplanıyor, adeta başına üşüşüyordu. Arkasında da O’nu adım adım takip eden şaşı gözlü, saçları iki örgü yapılmış bir adam vardı. Sürekli olarak arkasından O’nu dinleyenlere seslenip: ‘İnsanlar! Bu sizi aldatıp ta atalarınızın dininden çevirmesin’ demekteydi. Ben merakla ‘Kim bu?’diye sordum çevredekiler:’Abdullah oğlu Muhammed’dir. Kendisinin peygamber olduğunu iddia ediyor’ dediler. ‘Peki, O’nu takip eden o şaşı gözlü adam kim?’dedim. ‘O da O’nun amcası Ebu Leheb’tir’ dediler.
Aynı durumun bir başka tanığı, Abdullah oğlu Tarık ise:
“ALLAH’ın Elçisi üzerinde kırmızı bir cübbe olduğu halde:’ALLAH’tan başka ilah yoktur, deyin ve kurtulun’ diye son sesi ile bağırıyor, bir adam da sürekli taş atarak O’nu takip ediyordu. O da bir yandan taş atarken bir yandan da: ‘İnsanlar! Sakın O’na inanmayın O bir yalancıdır’ diyordu. ALLAH’ın Elçisinin ayakları kan içindeydi!”
diye tanıklık eder.
Ezd kabilesinden Müdrik’in gördükleri ise hepsinden daha acıklıdır:
“Babamla birlikte Hacc yapıyordum. Mina’ya gelip konaklayınca bir toplulukla karşılaştık. Ben, babama onların kim olduklarını, niçin toplandıklarını sordum. O: ‘Şu kendi toplumunun dinini terk etmiş adam için’ dedi. ALLAH’ın Elçisi o sırada sürekli olarak: ‘Birdir ALLAH, O’dan başka ilah yoktur, deyin, kurtulun’ diyordu. Fakat çevresini sarmış olanların bazısı yüzüne tükürüyor, bazısı başına toprak saçıyor, bazısı da sövüp sayıyordu. Öğle saatlerine kadar bu durum devam etti. Ancak o zaman elinde su testisi bulunan bir genç kız çıka geldi. Ağlıyordu. ALLAH’ın Elçisi onun tuttuğu testiden elini yüzünü yıkadı, su içti ve ağlayan kıza da: ‘Kızım! Örtünü ört, yakan açılmış’ dedi ve ekledi ‘baban hakkında tuzağa düşürülecek ve öldürülecek diye korkma! O kızın kim olduğunu sordum. ‘Muhammed’in kızı Zeynep’tir’ dediler.”
Bazıları iyi niyetle dinleyip iman edecek gibi olur fakat onları da genellikle kendi içlerinden bir bozguncu vazgeçirtir. Bunlardan biri Sa’sa oğlu Amir oğullarıdır. Hz. Muhammed’i Ukaz fuarında dikkatle dinlemiş ve O’na sahip çıkıp, beraberlerinde yurtlarına götürmeye meyletmişlerdir. Fakat sonradan görüşmeye katılan önde gelenlerinden Beyhara isminde biri sorar:
“Eğer biz sana uyar ve galip gelirsen senden sonra hâkimiyet bize kalır mı?” O:
“Hâkimiyet ALLAH’ındır. Kime isterse ona verir!” der. Beyhara burun kıvırır:
“Yani” der, “göğüslerimiz senin uğrunda bütün Arapların oklarına hedef olacak ve Sen galip geldikten sonra hâkimiyet bize değil de başkasına geçecek öyle mi! Senin dinin bize gerekmez.” Ve kendi kabilesine döner:
“Şu insanlar arasında yurtlarına sizden daha kötü bir şeyle dönen kimse bilmiyorum. Demek siz bu adam yüzünden herkesle savaşmaya kalkışacak, kendinizi bütün Arapların tek yaydan atacağı oklara hedef edeceksiniz. Oysa kendi toplumu O’nu sizden daha iyi bilir. Eğer O’da bir hayır, bir güzellik görmüş olsalardı ilk önce onlar sahip çıkardı. Siz kendi toplumunun bile içlerinden sürüp attığı, yalanladığı birine yardım etmeye, O’nu barındırmaya kalkıyorsunuz. Bu ne kötü bir görüştür.” Ortalığı derin bir sessizlik kaplar. Beyhara iyi bir demagogtur ve o gün çok etkili konuşmuştur. Söyledikleri son derece mantıklı görünen şeylerdir. Hiç kimseden tek bir itiraz sesi yükselmez. O da kendinden emin, zafer kazanmış bir komutan tavrıyla Hz. Muhammed’e döner:
“Hemen kalk kendi yerine dön! ALLAH’a yemin olsun ki eğer şu an benim kabilemin misafiri olmasaydın senin boynunu vururdum.” Ve Hz. Muhammed devesine binerken Beyhara devenin böğrünü mızrağı ile dürter. Ürken hayvan da Hz. Muhammed’i üzerinden düşürür. Bu üç senenin çabalarını Lale Bahtiyar çok güzel özetlemiştir:
“Peygamber için halkın O’nu kızgınlık ve öfke içinde itmesi ya da hakaret ve alçaltıcı sözlerine devam ederek geri çekilmesi hiç önem taşımıyordu. O, sadece başka bir yere koşup, başka bir grubun arasına karışır ve tekrar baştan başlardı. Hiç işitilmeden ve anlaşılmadan bir kez daha çirkin sözlere, iftiralara, hakaretlere ve küçümsenmeye maruz kalır ve yine başka bir yere gider ve söylemek zorunda olduğu şeylere yine baştan başlardı.”
Kızı Hz. Fatıma ise o yılları:
“Babamın sadece Ukaz fuarında, ALLAH’ın dinini insanlara anlatmak için, hakkı ve gerçeği duyurmak için çekmiş olduğu sıkıntı ve zorluk, gündüzlerin başına gelseydi geceye dönüştürürdü.”
Ve tam bu noktada ALLAH’ın o ünlü yasası devreye girer. Gecenin karanlığının en koyu olduğu an aslında şafağın sökmek üzere olduğu andır. Ya da, ALLAH’ın yardımı daima son anda gelir ama asla geç kalmaz. Ya da, aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır. Ya da:
“Kim ALLAH’a karşı saygılı olursa ALLAH ona bir çıkış yolu gösterir ve hiç hesaba katmadığı bir yerden onu rızıklandırır. Kim ALLAH’a güvenip dayanırsa O, kendisine yeter.” (Talak, 65:2-3)
Bir yıl boyunca uğraşıp uğraşıp ta hiçbir şey elde edememiş gibi görünen Hz. Muhammed aniden ve hiç tahmin edilemeyecek birilerinden kendisine bir umut ışığı yakıldığını görür. Mekke’ye Hacca gelmiş altı Medine’li, gariban çiftçiden…
Tünelin Ucundaki Işık
Tarih, 620 sonları. Peygamberlikten 11 sene sonra.
Taif’ten yüzgeri edileli bir yıl olmuştur ve o zamandan beri gözle görülür hiçbir sonuç elde edemeden Mekke’ye Hacca gelen Arapları İslam’a davet edip durmaktadır. Medineli küçük bir grup, kendisini önyargısız bir biçimde ve ilgiyle dinler. Henüz ihramdan çıkmış bu kişiler: Zürare oğlu Es’ad, Haris oğlu Avf, Malik oğlu Rafi, Amir oğlu Kutbe, Amir oğlu Ukbe ve Abdullah oğlu Cabir’dir. Mekke’nin banliyösü Akabe’de karşılaşırlar. Hz. Muhammed sorar:
“Siz kimlersiniz?”
“Medine’nin Hazrec kabilesindeniz”
“Şu yahudilerin müttefiki olan Hazrec mi?”
“Evet” Hepsinin de temiz, saf bir yüz ifadeleri vardır. Hz. Muhammed beraber oturup sohbet etmelerini teklif eder. Otururlar. Sonra onlara ALLAH’ı ve İslam’ı anlatır. Dinledikleri şeyler Medinelilerin ilgisini çekmiş, hoşlarına gitmiştir. Devamını arzu ettikleri beden dillerine yansır. Bu durumdan cesaret alan Hz. Muhammed onlara Kur’an okur. İbrahim suresinin 35. ayetinden 52. ayetine kadar. İlk defa karşısında önyargısız ve kötü niyetsiz insanlar bulmuştur. Etkilenirler. Zaten müttefikleri olan Yahudilerden son Elçi’nin gelmek üzere olduğunu, Arapların deyimiyle “gölgesinin başlar üzerine düşmüş bulunduğunu” defalarca dinlemişlerdir. Hazırdılar. Birbirlerine:
“Elimizi çabuk tutalım” derler, “Yahudiler sahiplenmeden biz iman edelim!” sonra da Hz. Muhammed’e dönerler:
“Biz” derler, “hem birbirleriyle hem de Yahudilerle düşmanlık içinde olan bir topluluk bıraktık. Umarız ki ALLAH onları Senin sayende bir araya getirir. Biz geri döndüğümüzde Senin dinini onlara da anlatacağız. Eğer ALLAH onların kalbine de imanı yerleştirirse bil ki Senden daha üstün bir insan olamaz.”
Vedalaşırlarken de gelecek sene tekrar buluşmak üzere söz verirler. Tekrar buluşacakları zamana kadar da Medine’de boş durmayıp, insanlara İslam’ı anlatmak üzere… ve takip eden bir yıl boyunca Medine’de İslam’dan haberi olmayan hiç kimse kalmaz. İlk altı, sözlerinde durur, boş oturmazlar.
Mi’rac: Arş Yolcusu
Tarih, 621 olur. Peygamberliğin 12. yılı… Hicret’ten 18 ay önce… Bir gece vakti aniden Hz. Muhammed’in boyutlar ve gökler ötesi bir âleme niteliğini bilemeyeceğimiz fakat zamanın dışına çıkılarak gerçekleştiği anlaşılan bir biçimde yükseltilerek her çeşit nitelik ve nicelikten öte bir şekilde ALLAH’la görüşmesi, varlık katlarını, Cennet’i, Cehennem’i ve geçmiş büyük peygamberleri görmesi şeklinde tanımlanabilecek olan Mi’rac olayının sözü geçen tarihte yaşanmış olması hangi hikmete bağlıdır? Niçin başka herhangi bir zaman değil? Önce kısaca bu sorulara cevap arayalım. Muhammed Hamidullah’a göre Mi’rac’ın hikmeti:
“Semavi mükâfat ve nimetler daima, ALLAH’tan gelen bir takım sınama ve imtihanlardan sonra geçekleşirler. Bütün peygamberlerin kaderinde bu vardır. Adem (Taha,20:120), İdris (Meryem,19:57), İbrahim (En’am,6:75), Yusuf (Yusuf,12:24-33-34), Musa (A’raf,7:143), İsa (Nisa,4:158) peygamberler böyledir. Muhammed de bunlardan ayrı tutulmamıştır. Şöyle ki:
İlahi tebliğ görevine başlamasından itibaren en zor sınamalar altında kalıp ızdırap çekmiş ve güçlüklerin gitgide büyüyüp azgınlaşmasından başka bir gidişat görmemiştir. Fakat ALLAH’a olan inancını ve ALLAH kelimesini (Birdir ALLAH O’dan başka ilah yok ve Muhammed’de O’nun Elçisi!) üstün kılmak için hiçbir çıkar gözetmeksizin mücadelesine devam etme konusunda taşıdığı sarsılmaz kararlılığını daima korumuştu. İman edip etrafına toplaşan sahabelerden büyük kısmı, kendi vatanlarını terk edip Habeşistan’ı yurt edinmişlerdi. Bu sınamaların sonuncusu dehşet saçan bir sosyal boykota uğramalarıydı. Hemen bu badireden çıkıp kurtulunmuştu ki kendine bağlı hanımı ve kudretli amcasının vefatları, adeta O’nun için iki kanadının kırılması olmuştur. Nihayet denediği en sonuncu olanak, Taif’te bulunan uzak akrabaları yanında sığınılacak bir yer aramak olmuştur… Elinde bulunan araç ve olanaksızlıkların getirdiği ümitsizliğe garkolmuş durumda, ALLAH’a olan imanı eskisinden daha da artmış ve kuvvetlenmişti.
İşte tam bu şart ve durumlar ortasında bulunuyorken Muhammed ilahi ödüle layık görülmüştür. En büyük ve ulu mucize gerçekleşmiş ve bununla ALLAH O’nu göğe çekip almış ve kendisini huzuruna kabul etmek suretiyle de şereflendirmiştir.”
Recep ayının 27. gecesidir. Hz. Muhammed o geceyi Kâbe’ye yakın bir yerde bulunan amcasının kızı Ümmü Hani’nin evinde geçirir. Gecenin ilerlemiş bir saatinde bulunduğu evden yakınındaki Kâbe’ye gider ve bir süre tavaf ettikten sonra Hatim denilen yerde tekrar uykuya yatar. Orada uyumakta iken Cebrail tarafından uyandırılır. Kendisine yapacağı yolculuk haber verilir. İlk işlem ve Mirac yolculuğuna da bir hazırlık olmak üzere kalbi (ruhu ve bilinci) bir kez daha, niceliğini bilemediğimiz bir biçimde, iman ve hikmet ile doldurulur. Bu, o yolculuğun koşullarına uyum sağlayabilmesi için gereken bir işlemdir. İlk vahyi alışı öncesi yaşanan melekleştirmeye benzer biçimde maddiliğin ve dünyeviliğin eksik ve yanlışlarından tamamen temizlenmesi sağlanır. Ya da Bediüzzaman’ın deyimiyle, maddesi ve cesedi kalp ve ruhun hayat derecesine yükseltilir.
Sonra o gece yaşayacağı olayların birinci aşamasını oluşturan ve ismine “İsra” (Gece Yolculuğu) denen bölüm başlar. Yolculuğun bu bölümüne Kur’an’da da yer verilir:
“Geceleyin kulunu, ayetlerimizden bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren ALLAH, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir.”(İsra,17:1)
Bu yolculuk adına Burak denilen ve niceliği hakkında bilgi sahibi olamadığımız bir binek aracılığıyla yapılır. Fakat Burak’la ilgili en önemli şeyi Cumhuriyet döneminin ünlü ALLAH Dostlarından Safer efendi haber verir:
“Burak, Hz. Muhammed’in ALLAH’a olan aşkı imiş!” İlk durak 18 ay sonra hicret edeceği Medine olur. Orada durur ve iki rekât namaz kılar. İkinci durak Hz. Musa’ya vahyin verildiği Tur dağıdır. Hz. Muhammed bunu:
“İsra gecesinde Hz. Musa’ya uğradım. Kırmızı kum tepesinin yanındaki kabrinde namaz kılıyordu.” diye anlatır. Üçüncü durak Hz. İsa’nın doğum yeri Beyt’ül-Lahm olur. Ve Kudüs’e varılır. Burada yolculuğun Mekke’den başlayan ve yeryüzü yuvarlağına paralel bir seyir takip eden “İsra” kısmı biter. Mescid-i Aksa’da peygamberlerden oluşan bir topluluğa namaz kıldırır. Bu namaz dünyanın kalan ömrü içerisinde, bozulmuş bile olsalar, bütün semavi dinlerin bir gün O’nun dininin üstünlüğünü tanıyacağı ve İslam’a göre kendilerine yeniden çeki düzen verecekleri anlamını ve Hz. Muhammed’in eliyle gönderilen dinin o peygamberlerin dinlerinin temel değer ve anlamlarını içerdiğini sembolize eder. Namazı ardından kendisine üç çeşit içecek ikram edilir: Su, süt ve şarap. O, sütü seçer. Cebrail bu seçiminden ötürü kendisini:
“Sen fıtratı (doğal ve insan yaradılışına uygun olan) seçtin” diyerek tebrik eder. Hz. Muhammed’e dair önemli bir biyografi kaleme almış olan Karen Armstrong bu olayın anlamını
“Hz. Muhammed, bir tarafta çilecilik (su) ve diğer tarafta hedonizm (zevkçilik=şarap) arasında orta yolu bulmaya çalışan İslam’ın bir sembolü olarak sütü seçti.” şeklinde yorumlar.
Sonra da yolculuğun asıl kısmı olan Mi’rac başlar. “Mediven” anlamına gelen Mi’rac, aslında ölen her Müslümanın ruhunun kendisi aracılığıyla ALLAH’a yükseltileceği ve yine diğerleri gibi niceliğini (ve aslında tam olarak niteliğini de ) bilemediğimiz bir şeydir. Fakat Karen Armstrong’un Mi’rac merdiveninin anlamıyla ilgili söyledikleri de ilginçtir:
“Hz. Muhammed ölmeyecekti ama misyonunda geçmişiyle bağlarını koparması gereken yeni bir döneme başlıyordu ve bu da bir anlamda ölümdü.”
Olayın bundan sonraki bölümleri en azından İsra bölümünün açıklığıyla Kur’an’da yer almaz. Bu durum ALLAH’ın rahmetinin sonsuzluğundan beslenen ince bir hikmetin gereğidir. Bu hikmet Reşit Haylamaz’ın tespitiyle:
“Bilhassa Kur’an açısından bakıldığında konuyla ilgili ayetlerin belirsizlik içinde meseleyi ele aldıkları görülmektedir. Zira bu, ancak inanmakla kabul edilebilecek bir meseledir ve imanın dürbünüyle hareket edilmeden kavranılması zor bir hadisedir. Belki de, iradenin elinden seçme yeteneğini almamak için Yüce Mevla, İsra ve Mi’raç’la ilgili ayetlerde, sadece güçlü bir imanla bakanların anlayabileceği bir üslup kullanmış ve böylelikle, sınırlı alanda bocalayan aklına meseleyi onaylatamayanlar için de merhamet kapısını açık bırakmıştır. Aksi halde, apaçık ayetin ifade ettiği manayı inkâr eden, şüphesiz bu rahmetten yoksun kalacak ve bu yoksunluk ise, o insanı her şeyden yoksun edecekti.”
Aslında bu çözümleme Hz. Muhammed’in diğer mucizelerine de Kur’an’da niçin yer verilmediğinin güzel bir açıklamasıdır.
Yolculuk bundan sonraki kısmında bir roket gibi yeryüzünün dikine bir seyir takip eder. Yanında Cebrail’de olduğu halde yedi gök katı tek tek geçilir. Hz. Muhammed üzerinde yükseltilmeye başlandığı Mi’rac’la ilgili:
“Ben şimdiye kadar ondan daha güzel bir şey görmedim. O, öyle bir şeydir ki Müslümanlar ölüm anında gözlerini ona diker. Ruhları, göklere onun üzerinde çıkarılır.” der. Birinci gök katına gelirler. Orada, oturan ve her iki yanında bir takım karaltılar vardır. Sağındakilere baktıkça gülmekte, solundakilere baktıkça ağlamaktadır. Hz. Muhammed, ona selem verir. O, selamı:
“Hoş geldin, Salih peygamber! Salih oğlum!” diyerek alır. O, Hz. Âdem’dir. Çevresindekilerde onun soyundan gelen insanların ruhları. Sağındakiler Cennetlik olanlardır. Solundakiler, Cehennemlik. İkinci katta, teyze oğulları olan Hz. İsa ve Hz. Yahya ile karşılaşırlar. Hz. Muhammed onlara da selam verir. Ve onlar da verilen selamı:
“Hoş geldin! Salih Peygamber! Salih kardeş!” diyerek alırlar. Sonra karşılaşmaları aynı şekilde tekrarlanarak, üçüncü katta Hz. Yusuf’la; dördüncü katta Hz. İdris’le; beşinci katta Hz. Harun’la; altıncı katta Hz. Musa ile ve yedinci katta da aynı zamanda kendi atası da olan Hz. İbrahim ile karşılaşırlar. Burası gök katlarının bittiği yerdir. Hz. İbrahim sırtını Kâbe’nin gökler üstü âlemlerdeki izdüşümü olan Beyt-i Mamur’a dayamış olarak oturmaktadır. Hz. İbrahim tüm soyu içinde fizik olarak ta kendine en çok benzeyen torunu Hz. Muhammed’e:
“Hoş geldin! Salih peygamber! Salih oğlum!” dedikten sonra O’na ümmeti için bir de tavsiye de bulunur:
“Ümmetine benden selam söyle” der, “ve onlara Cennet’e fidan dikmeyi çoğaltmalarını söyle” Hz. Muhammed:
“Cennet’e dikilecek fidan nedir?” diye sorar. Hz. İbrahim:
“Sübhanallahi velhamdu lillahi vela ilahe illallahu vallahu Ekber” ve “La havle vela kuvvete illa billah’tır” diye cevap verir. Muhammed Hamidullah’a göre Mi’rac yolculuğunda bu sekiz peygamberle karşılaşmasının çok özel bir nedeni, hikmeti vardır:
“Bize göre bunun sebebi, işte bu sekiz peygamberin her birinin ayrı ayrı, kendine has ta olsa, Mi’rac olayını yaşamış olmalarıdır. Sonuç olarak ifade edebiliriz ki birini bir şeyde geçip aşabilmek için, önce ona o işte yetişmek, eşit duruma gelmek ve bundan sonradır ki onu aşıp geçmek zarureti bulunmaktadır.”
Ve sıra “Sidret’ül-Münteha”ya gelir. Sözcük anlamı “En Sondaki Ağaç” olan Sidret’ül-Münteha, en büyük yani ALLAH’ı en iyi bilenlerde dahil bütün yaratılmış varlıkların bilgilerinin son bulduğu yerdir. Ya da başka bir anlatımla yaradılmışların ve sebeblerin bittiği ve biz insanlar tarafından tanımlanamayacak, anlaşılamayacak bambaşka bir âlemin başladığı yer… Mevlid yazarı Süleyman Çelebi Sidret’ül-Münteha’yı ve onun ötesindeki âlemi:
“Bir feza oldu o demde ru-nüma
Ne mekân var anda ne arz ü sema
Kim ne halidür ne mali ol mahal
Akl ü fikr etmez o hali fehm ü hal” diyerek anlatır.
Bu noktada Cebrail kendisinden ayrılır. Cebrail’in bulunduğu o son noktanın meydana getirdiği dehşet ve ALLAH korkusundan “eskimiş bir deve çuluna” döndüğünü görür. Artık Hz. Muhammed tek başınadır. Orada kader kalemlerinin cızırtısını söyleyecektir, daha sonra. Artık “Kutsal bir Âlemin” içinde ALLAH ile baş başadır. Kendisine dünyaya ve maddeye ait olmayan bir sesin:
“Muhammed! Korkma! Yaklaş, yaklaş” dediğini duyar. Artık İlahi huzurdadır. O güne kadar hiçbir yaradılmışın ulaşamadığı bir yere ayak basmıştır. Hz. Muhammed’in dudaklarından namazda okunan “Tahiyyat”ın ilk cümlesi dökülür:
“et-Tahiyyatu l’illahi v’es-Salavatu v’et-Tayyibatu” (Kudsi, saf ve gönülden selamlar ALLAH’a dır!) ALLAH, her çeşit nitelik, nicelik ve tanımdan uzak bir biçimde cevap verir:
“es-Selamu aleyke eyyuh’en-nebiyyu ve rahmetullahi ve berekatuhu” (Ey Peygamber! Selam sana’ALLAH’ın rahmrti ve bereketi senin üzerine olsun) Konuşma Hz. Muhammed’in sözleriyle sona erer:
“es-Selamu aleyna ve ala İbadillah’is-Salihin” (Bizlere ve ALLAH’ın salih kullarına selam olsun) bu olay Kur’an tarafından da kayda geçirilir:
“Sonra peygambere yaklaştı da yaklaştı. Öyle ki iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu. Kuluna vahyettiğini vahyetti. O’nun gördüğünü kalb yalanlamadı. Şimdi siz gördüğü şey konusunda O’nunla tartışacak mısınız? Andolsun O’nu, bir başka inişte de Sidret’ül-Münteha’nın yanında gördü. Cennetü’l-Meva’da onun (Sidre’nin) yanındadır. O zaman, Sidre’yi kaplayan, kaplamıştı. Göz kaymadı ve (onu) aşmadı da. Andolsun ki O Rabbinin en büyük ayetlerinden bazılarını görmüştür.” (Necm,53:8-18) ayetlerde:
“Kuluna vahyettiğini vahyetti” ifadesiyle kastedilen, Bakara Suresinin son iki ayetidir. Sadece bu iki ayet arada Cebrail olmaksızın, orada, doğrudan ALLAH tarafından Hz. Muhammed’e vahyedilir. O an ve olay bütün Mi’rac sürecinin zirvesidir:
“Elçi, Rabbi’nden kendisine indirilene iman etti, mü’minlerde. Hepsi ALLAH’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti. ‘O’nun peygamberlerinden hiç birini diğerinden ayırmayız. İşittik, itaat ettik! Rabbimiz! Bağışlamanı dileriz. Dönüş ancak Sana’dır’ dediler. ALLAH kimseyi gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutmaz. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük de kendi zararınadır. ‘Rabbimiz! Unutur ya da yanılırsak, bizi sorumlu tutma! Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi, ağır bir yük yükleme! Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme. Bizi affet. Bizi bağışla. Bize acı! Sen bizim mevlamızsın! Kâfirler toplumuna karşı bize yardım et!” (Bakara,2:285-286)
“Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” hikmeti gereğince bu ayetler Müslümanlara, putperestlerin elinde çekmekte oldukları baskı ve zulümlerin bitmeye yaklaştığı müjdesini de verir. Bu Hicret’in ve Medine İslam Devletinin müjdesidir. Mevdudi, bu ayetlerin vahyedildikleri zaman ve zemin içerisindeki özel anlamlarını önemle belirtir:
“Bu duanın Mekke’de küfr ile İslam arasındaki savaşın en çetin safhaya geldiği zaman Müslümanlara öğretildiği unutulmamalıdır. Müslümanlar her taraftan kuşatılıyor, zulüm, eziyet ve işkenceye uğratılıyordu. Hicaz’ın her yeri ve her köşesi Müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Zira nerde bir Müslüman varsa, ona baskı ve zulüm yapılıyor, akıl almaz işkenceler reva görülüyordu. Bu şartlarda Müslümanların Mevlalarına dua etmeleri istendi ve bunu isteyen bizzat Âlemlerin Rabbi olduğu için Müslümanlar bir nebze rahat nefes alabildiler ve teselli buldular. Zira bu duayı öğreten Rableri bunun gerçekleşmesi için mutlaka tedbirler alıyordu. Aynı zamanda Müslümanların metanet ve sabrı ellerinden bırakmamaları istendi. Bir yandan Hakka tapmak suçundan Müslümanların hedef oldukları büyük zulme bir göz atın ve bir yandan da bu duaya bir bakın ki bunda muhalif ve düşmanlar için tek bir kötü söz ya da sövgü yoktur. Bir yandan Müslümanların çektikleri maddi ve manevi çileleri göz önünde canlandırın, bir yandan da bu duanın sözlerine bakın ki bunda dünyevi menfaat ya da kazançtan hiçbir eser yoktur. Bir tarafta o hak âşıklarının perişan durumuna bakın ve diğer tarafta bu kadar temiz, nezih ve yüksek sözlere bakın. Sadece bu husus, o ilk Müslümanların ne büyük ahlaki ve ruhani terbiyeden geçtiklerini göstermeye yeter.”
Mi’rac’ta Hz. Muhammed’e üç önemli şey verilir: beş vakit namaz, Bakara suresinin yukarıdaki son iki ayeti, Müslüman olarak ölenlerin eninde sonunda Cennet’e girecekleri müjdesi. Sonra dönüş yolculuğu başlar. Bu yolculukta Hz. Musa ile karşılaşır. O’na Rabbinden günde 50 vakit namaz emri aldığını söyler. Hz. Musa da bunun çok olduğunu ve ümmetinin bu kadar ağır bir sorumluluğa dayanamayacağını… Tekrar tekrar geri döner. Bunda namazlar beş vakte indirilir. Deyim yerindeyse bu mizansenin nedeni ALLAH’ın kullarına olan rahmetinin ve Hz. Muhammed’e olan sevgisinin gösterilmesidir. Bir de Hz. Muhammed’in ALLAH katında nasıl özel bir değere sahip bulunduğunun…
Bu yolculukta kendisine Cennet ve Cehennem de gösterilir. Mi’rac’ın amaçlarından biri daha gerçekleştirilmiş olur. Cebrail’le beraber dönüşte yine Kudüs’e inilir ve oradan da Burak’la Mekke’ye dönülür. Dönüşün dorudan Mekke’ye yerine Kudüs üzerinden yapılmış olmasının hikmeti ise kendini az sonra gösterecektir. Zaman’ın dışına çıkılarak yapılmış bir yolculuk olan Mi’rac, Ümmü Hani’nin evinde noktalanır. Hz. Muhammed, ev halkına sabah namazını kıldırdıktan sonra Mi’rac’ı haber verir. Ümmü Hani inanır ama duyduğu o inanılmaz şeyler yüzünden, Hz. Muhammed’i aşağılamak ve alay etmek için zaten fırsat arayan Kureyş putperestlerinin gösterecekleri tepkiyle kendisini rencide edip üzeceklerinden korkar. Gün ağarmaya başladığında Kâbe’ye gitmek üzere ayağa kalkan Hz. Muhammed’i elbisesinin ucundan çekerek:
“Amcamın oğlu!” der, “ne olursun bu olayı insanlara anlatma! Sonra Seni yalanlar ve üzerler!” O’nda ise hiçbir duraksama yoktur:
“ALLAH’a yemin olsun ki her şeyi anlatacağım!” der. Fakat yine de Kâbe’ye giderken Cebrail’e sormaktan kendini alamaz:
“Şimdi bana kim inanır?” Cebrail’in cevabı çok nettir:
“Hiç kimse inanmasa bile Ebubekir inanır!” ve Kâbe’nin yanında ayakta durarak orada bulunanlara o gece yaşadıklarını anlatır. Ama ilk önce sadece İsra bölümünü… Fakat bu bile bir şok yaşanmasına neden olur. Putperestler:
“Hiç böyle bir şey duyulmuş mudur?” derler, “Biz Kudüs’e develerimizin böğürlerini tepe tepe bir ayda zor gidiyoruz. Sen bir gece içinde nasıl oraya gidip tekrar geri dönermişsin?” Az sonra yanına heyecan içindeki Ebu Cehil gelir. Haberi kendi adamlarından henüz duymuştur. Ve Hz. Muhammed’in bu kadar mantıksız saçma(!) bir iddiada bulunmayacağına inandığı için de doğrudan O’nun ağzından duymak istemiştir. Alaylı bir tavırla:
“Bu gece başından geçen ilginç bir şeyler oldu mu?” diye sorar. Ve aralarındaki konuşma şöyle devam eder:
“Evet!”
“Ne imiş o?”
“Gece götürüldüm”
“Nereye?”
“Kudüs’e”
“Sonra da aramızda sabahladın ha!”
“Evet”
“Bana anlattıklarını bütün herkese de söyler misin?”
“Evet” Ve Ebu Cehil altın bulmuş bir harami gibi bağırmaya başlar. Nerdeyse bütün Kureyş’i Hz. Muhammed’i dinlemeye çağırır. Sonra da:
“Hadi!” der, “bana anlattıklarını kabilene de anlat!” Ve anlatır, Hz. Muhammed. Karşılığında gördüğü ise tam bir tımarhane manzarası olur. İnsanların kimi, el çırpmakta, kimi iki elini başına ve yanaklarına vurmakta, kimi ise kahkahalar atarak birbirlerinin göğsünü yumruklamaktadır.
Yeni Müslüman olmuş bazılarının dinden döndüğü bile görülür.
Ve sonra aralarından başını Ebu Cehil’in çektiği seçme bir grup doğruca Hz. Ebubekir’in evine yönelir. Umutludurlar. O’nun gibi sağduyulu bir insanın bu kadar büyük yalana(!) da itibar etmeyeceğini ve artık İslam’dan vazgeçeceğini umut ederler. En azından Hz. Muhammed’i sorgulayacağını. Kapıya çıkan Hz. Ebubekir olup bitenin haberini ilk kez onlardan duyar. Bin bir alay, çarpıtma ve aşağılamayla… Önce tam olarak ne olduğunu anlamaya çalışır. Sonra da bir tereddüdünü giderir:
“Siz” der, “Bütün bunları doğrudan ALLAH’ın Elçi’sinden mi duydunuz?” Kureyş egemenleri heyecanla:
“Evet!” derler ve sonra da iğne batırılmış bir balona dönerler:
“Bunda garipsenecek ne var? Ben gece ve gündüz daima O’na göklerin ötesinden haber geldiğine inanıyorum zaten!” Başları öne düşer. Sessizce dağılırlar.
Ve Hz. Ebubekir hızla Hz. Muhammed’in yanına gider. Kudüs’ü bir de O’nun ağzından dinler. Kendisi ticaret amacıyla birçok kez gittiği için orayı iyi bilmektedir. Kudüs’ün görüntüsü gözlerinin önünde belirir ve ona bakarak anlatır. Hz. Ebubekir anlatımın sonunda:
“Doğru söylüyorsun” der, “ben tanıklık ederim ki sen ALLAH’ın Elçisisin!”
“Ebubekir! Sen de ‘Sıddık’ın!” Hz. Ebubekir o anda ve o olay üzerine ismiyle beraber tarihe geçecek olan unvanını alır, ‘Sıddık’olur.
Sonra etraflarına toplanan putperestler de kendilerine Kudüs’ü anlatmasını isterler. Çünkü Hz. Muhammed’in daha önce hiç Kudüs’e gitmediği bilinmektedir. Fakat Kudüs’ü gece görmüştür ve putperestleri tatmin edecek ölçüde inceleyememiştir. Kendisini bir sıkıntı basmıştır ki aynı görüntü karşısında tekrar belirir. Ve Kudüs’ü bütün detaylarıyla anlatır. Bu kez yolda olan kervanlarıyla ilgili bilgi isterler. İstediklerinden de fazlasını anlatır. O kervanların birinden su içtiğini, en önde bulunan devenin özelliklerini; başka bir kervana da kaybettikleri develerini bulmaları için yardımcı olduğunu anlatır. Sonra herkes gelen kervanları beklemeye durur. Ve kervanlar geldiğinde de O’nun haber verdiklerinin tam olarak doğru olduğu ortaya çıkar. Yapacak başka bir şeyleri kalmamıştır:
“Bu apaçık bir sihir” derler ve Muhammed’de çok büyük bir sihirbaz. Mugire oğlu Velid doğru söylemiş!”
Hz. Muhammed Mi’rac’tan döndükten sonraki gün Cebrail kendisine vakitleri ve rekâtlarıyla beş vakit namazı öğretir. Uygulama bütün Müslümanlar tarafından hemen başlatılır.
Mi’rac’ın Derin Anlamı
Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız, Mi’rac’ın olgusal/tarihsel boyutu idi. Fakat asıl üzerinde durulması gereken bir bütün olarak Mi’rac’ın ne almama geldiğidir. Evrensel boyutudur. İnsanlık, Müslümanlar ve birey olarak tek tek her birimiz için ne anlam taşıdığıdır. Bu başlığı maddeler halinde değerlendirmeyi uygun bulduk:
1-Varoluşun temel anlamı demek olan “ALLAH’ın isimlerinin yansıması” açısından baktığımızda Mirac yolculuğu, ALLAH’ın bütün âlemlerdeki bütün isimlerinin yansımalarının, O isimlerin Evrendeki birinci muhatabı olan Hz. Muhammed’e gösterilmesi için yapılmıştır. Sidret’ül-Münteha’ya yükselişi boyunca O isimlerin yansımalarını görmüş, Sidre’de ise doğrudan O isimlerin Sahibiyle görüşmüştür.
2-Dolayısıyla Mi’rac, Hz. Muhammed’in değerini ve taşıdığı anlamı tam olarak bütün varlığa ilan etmiştir.
3-Mi’rac yolculuğu boyunca ALLAH’ın varlık âlemindeki ayetleri Hz. Muhammed’e ve varlığın en büyük ayeti olan Hz. Muhammed de geri kalan bütün varlık âlemine gösterilmiştir.
4-Mi’rac, Hz. Muhammed’in kendi ruhani/manevi yükselişinin zirvesidir. Sidret’ül-Münteha’da ALLAH’a ulaştığı noktada bir insanın hatta herhangi bir yaradılmışın ulaşabileceği son noktaya ulaşmıştır ki ondan sonrası zaten İlahi makamdır. Ve o noktaya da ne daha önce ve ne de daha sonra başka hiçbir yaradılmış ulaşamamıştır. Burada belirleyici olan bir incelikte Hz. Muhammed’in o “ulaşılmaz” noktaya ancak kulluğu sayesinde ulaşmış olabildiği gerçeğidir. Çünkü yolculuğun “İsra” bölümünü anlatan İsra Suresi’nin birinci ayeti Hz. Muhammed’den söz ederken başka isim ve sıfatlarını değil de, “kulunu” ifadesini kullanmaktadır ki bu kullanım önemli bir vurgudur. Yani en yücelere ancak tevazu ile ulaşılabileceğinin dersi verilmektedir.
5-Üç yıllık boykot, arkasından Hz. Hadice’nin ve Ebu Talib’in vefatları ve sonrasında Taif yolculuğu, Arap kabilelerinin ilgisiz tavırları… Ard arda sıralanan bütün bu gelişmelere bakınca Hz. Muhammed açısından nedenlerin bütünüyle tükendiği görünür. Tam bu sırada yaşanan Mi’rac ise yukarıda da kısaca vurgulandığı üzere, nedenlerin bütünüyle tükendiği noktada o nedenlerin sahibi ve yaratıcısı olan ALLAH’ın bütün varlığıyla ortaya çıkmasını Hz. Muhammed’in desteklenmesinin o güne kadar olduğu gibi nedenler eliyle değil, doğrudan Kendisi tarafından yapılacağının duyurulmasıdır. Yani nedenler tükenmeden onların yaratıcısı doğrudan devreye girmemektedir.
6-Mi’rac, Müslümanlara ALLAH tarafından yapılacak büyük lütufların; a-) sıkıntı son derecesini bulmadıkça başlamayacağını, b-) maddi lütuflardan (Hicret gibi) bir süre önce mutlaka manevi bir lütuf geleceğini (Mi’rac gibi), bu ön manevi lütufta kişinin o ana kadar olduğundan çok daha fazla kendisini ALLAH’a yakın hissedeceği ve günlük namazlarında ciddi bir artış/düzelme yaşanacağı sırlarını da içermektedir.
7-Madde: 6 ile bağlantılı bir biçimde Mi’rac, 18 ay sonra yaşanacak olan Hicret’in de müjdecisidir ve iki olay arasında doğrudan bir nitelik ilişkisi bulunmaktadır. Bu ilişki İ. Lütfi Çakan tarafından:
“…Hicret, önceki günlerin muhasebesi ve sonraki günlerin şekillendirilmesi için mutlak irade merkezinde çok özel bir görüşme yolculuğu demek olan Mi’rac ile birlikte düşünüldüğü zaman bambaşka bir derinlik ve boyut kazanmaktaydı. Yani Mi’rac, dikey bir Hicret; Hicret, yatay bir Mi’rac’tı. Ya da Mi’rac, zamanda bir Hicret; Hicret, mekânda bir Mi’rac’tı.”
şeklinde değerlendirilir.
Mi’rac’tan bir süre sonra Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir’in kızı Ayşe ile nişanlanır. Evlilik Medine’ye Hicret’ten sonra gerçekleşecektir.
Akabe’de Bir Gece Yarısı
Akabe, küçük tepecik demektir. Mekke’nin Hira dağı ve Taif çıkışındaki sık tepeciklere isim olmuştur. Bir sene önce yani 620’de yaşanan ilk görüşmede söz verdikleri üzere Medine’liler geri dönmüştür. Geçen bir sene boyunca İslam her yanda anlatılmış ve Mekke’deki gibi bir önyargı ile karşılaşmaksızın 12 kişi Müslüman olup, Hz. Muhammed’e bağlılık sözü vermek üzere geri dönmüştür. Bu 12 kişi Medine Müslümanlarının temelini oluşturacaktır.
Mekke putperestlerinin dikkatini çekmemesi için bir gece yarısından sonra Hz. Muhammed Medine’lilerle Akabe’de buluşur. O’na bağlılık sözü verip, “Biat” ederler. Bu biat, ALLAH’a hiçbir şeyi ortak koşmamak; varlıkta ve yoklukta, kesinlikle itaat etmek; aralarından atanacak olan yöneticilerle çekişmemek; her nerede olursa olsun hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmeden doğruyu ve gerçeği söyleyip, savunmak; hırsızlık yapmamak; zina etmemek; çocukları öldürmemek koşullarını içerir. Özü itibariyla Medineli yeni Müslümanlar kişisel yaşamlarında İslam’ı yaşama sözü verirler. Fakat henüz İslam’ı korumak ve yayılmasını sağlamak için gerekirse silaha sarılıp, savaşma sözkonusu olmadığı için buna “Kadınlar Biatı” denir. Fakat o 12 kişi Hz. Muhammed’i gördükten sonra O’na karşı büyük bir sevgi ve saygı beslemeye başlar. Onlardan biri, Saide oğlu Uveym:
“ALLAH’ın Elçisi!” der, “kalplerimizde ve yaşamlarımızda bambaşka bir yerin var. Senin uğrunda canlarımızı da fedaya hazırız.”
İslam, yaradılışın yasalarına uygun olarak aşamalı bir gelişme gösterir. Bir sene önce o 6 Medine’li iman etmişlerdi. Bu sene imanlarının gereği olarak İslam’ı yaşama sözü vermektedirler. Ve bir sene sonra da savaşma sözü vereceklerdir. I. Akabe Biatının anlamı konusunda iki Batılı yazar ilginç ve önemli değerlendirmelerde bulunur. İlki, Karen Armstrong:
“Bu, I. Akabe adıyla anılan toplantıda, politikadan çok din vurgulandı. Eski putperestlik Yesrib’deki (Medine) krizi çözmekte etkili olamamıştı ve insanlar yeni bir ideolojiye hazırdı. Hz. Muhammed’in dini şartları, Müslümanların diğer insanlara karşı belli haklara sahip bireyler olarak saygı duymasını sağlayacaktı; bu yeni ahlak değerleri, grubu bireylerden daha önemli kabul eden eski kabile idealinin yerini alacaktı. Bu yeni bireyselcilik, yeni tür bir toplumun temellerini mümkün kılacaktı, çünkü Yesrib’deki insanların, yeterli kaynakların bulunmadığı çöldeki durumun aksine, bir kişinin kazancının bir diğerinin kaybı anlamına gelmediğini anlamasını sağlayacaktı.”
Ve ikinci olarak, Anne-Marie Delcambre:
“Bu biat çok ciddi bir şeydir. Ataları ve soyağacı olmadan bireyin kavranamadığı bu çöl Arap toplumunda, Hz. Muhammed kendi sülalesiyle bütün bağlarını kendi isteğiyle keser. Böylece kabile yasasının aşıldığını ileri sürer; önemli olan kan bağları değildir, fakat ortak bir ideal üzerine kurulmuş fikir ve inanç birliğidir. Dolayısıyla kabile kavramının yerine artık “Ümmet” kavramı geçer.
Medine’liler geri döndükten sonra Hz. Muhammed’e bir mektup yazarak kendilerine bir öğretmen vermesini isterler. Onlara İslam’ı ve Kur’an okumayı öğretecek namaz kılmayı gösterecek bir öğretmen, Umeyr oğlu Mus’ab seçilir.
Mus’ab ilk Müslümanlardandır. Mekke’nin en yakışıklı ve zengin genci iken dünyaya ait her şeyi elinin tersi ile itmiş ve senelerden beridir, yarı aç yarı tok bir hayatı dini için canına minnet bilmiş olgun bir Müslüman… Medine’lilere öğreteceği şeyleri kendinden çok büyük bedeller ödeyerek öğrenmiş ve yaşamış bir Müslüman. Ve Medine’den gelenler, Mus’ab’la beraber 13 kişi olurlar.
Bir sene sonra tekrar geleceklerdir. Söz verirler.
Medine’nin Bir Yılı
Mus’ab Medine’de insanlara İslam’ı anlatmakta, Müslümanlara namaz kıldırıp, Kur’an öğretmektedir. İlk zamanlar, Mekke’dekine benzer bir süreç yaşanır. Mus’ab’ın anlattığı yeni din, Medine’nin önde gelenlerinin tepkisiyle karşılaşır. Bunlardan Useyd b. Hudayr, ölümle tehdit ederek Mus’ab’ın karşısına dikilir: “Canın sana lazımsa, bu şehri hemen terket!” der. Mus’ab, korkmaz, kızmaz da… Sakin sakin cevap verir: “Biraz oturup, söyleyeceklerimi dinlesen; beğenirsen kabul etsen, beğenmezsen, hoşuna gitmezse, yüz çevirsen olmaz mı?” der. Bu mantıklı ve kendine güvenen teklif, Mus’ab’ın dingin ve yumuşak havası, Useyd’i ikna etmeye yeter. Mızrağını yere saplar, merakla oturur: “Anlat”der, “dinliyorum.” Önyargı aşılmış, hidayetin alt yapısı sağlanmıştır. Ve Kur’an’ı okuyan da Mus’ab olunca… Dakikalar içinde çözülür Useyd b. Hudayr: “Bu ne kadar yüce, ne kadar güzel bir söz!” O da İslam kervanına katılır. Ve hemen ALLAH Davası’na omuz verir:“Medine’de öyle biri daha var ki,” der, “o da iman eder, bize katılırsa, bütün Medine peşinden gelir.” Sözünü ettiği kişi Sa’d b. Muaz’dır. Useyd, hemen Sa’d’ın yanına seğirtir. Elinden tutar, onu da Mus’ab’ın karşısına getirir. Ve Sa’d da çözülür. Hem Useyd’den de kolay. Ama onun hidayeti, Useyd’inki gibi bir kişi kazandırmaz… Aynı gün akşam olmadan yüzlerce Medine’li Müslüman olur. Sa’d, kendi kabilesini toplar ve onlara iman etmedikleri takdirde artık kendileriyle hiçbir ilgisinin kalmayacağını söyler. O denli sevilen biridir ki, bütün Abdüleşhel oğulları Müslüman olur. Biz de hidayetin her zaman bireyin bilinçli bir düşünce sürecinin eseri olamayacağını, kişilerin imaj ve karizmalarının, insanların İslam’la şereflenmesinde ne kadar etkin bir rol oynayabileceğinin dersini almış, gerçekçiliğin sınırları içinde kalmış oluruz.
Yaklaşık bir sene geçmiş, Medine’de içinde Müslüman olmayan bir ev kalmamıştır. Bu insanlar, artık dinlerini etraflarında yaymanın yanısıra Mekke’de sıkıntı içinde yaşamakta olan kardeşleri ile Peygamberlerinin derdini daha fazla hissetmeye başlamış: “ALLAH’ın Elçisi daha ne kadar zaman Mekke dağlarında itilip kakılmaya devam edecek?” der hale gelmiştir. Ve karar verirler, hac mevsiminde kalabalık kafile oluşturup, yol hazırlıklarına başlarlar. Amaç Mekkeli Mü’minleri ve Peygamberlerini Medine’ye davet edip, ALLAH’ın Dini’nin yardımcıları, sahip çıkanları haline gelmektir.
Akabe'de İkinci Biat
Olay, geçen senenin bir benzeri olarak tekrarlanır. Yine bir gece yarısı ve yine gözlerden ırak, sessiz tepeciklerin arasında… Ama bu kez sayıları yaklaşık altı kat daha fazladır: Yetmiş iki erkek, iki kadın. Hz. Muhammed de yanında amcası Abbas olduğu halde gelir. Abbas gerçi daha Müslüman değildir ama akrabalık düşüncesi ve yeğeninin güvenliği endişesi, onu da oraya getirmiştir.
İlk sözü, Abbas alır: “Eğer siz onun peygamberliğini kabul ediyor ve kendisini her çeşit tehlikeden, her ne pahasına olursa olsun, koruyacağınıza söz veriyorsanız, yanınızda götürün. Yoksa bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da biz onu burada korumaya devam ederiz.” der. Medineliler adına Es’ad b. Zürare ile Bera b. Marur cevap verir: “Ey ALLAH’ın Elçisi!” derler, “Bizim kanlarımız senin kanınla, ellerimiz senin elinledir. Kendimizi, çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuz her şeyden, seni de koruyacağız.” Sözlerinin sonu: “Bizden kendin için dilediğin sözü al, Rabbin için de istediğin şartı koş!” olur.
Sonra Hz. Muhammed ayağa kalkar. Önce Kur’an okur. Ardından orada bulunanlara ALLAH’ı ve İslam’ı anlatır ve devam eder: “Yüce Rabbim için sizden istediğim, O’na hiçbir şey ortak koşmadan ibadet etmenizdir. Kendim için ise beni ve ashabımı barındırmanız, yardımcı olup, savunmanızdır.” Medineli Ebu’l-Heysem sözün bu noktasında, bir tereddüdünü gidermek ister: “Ey ALLAH’ın Elçisi, ALLAH seni galip getirdikten sonra bizi bırakıp tekrar Mekke’ye kendi kabilenin yanına döner misin?” Bu masum soruya Hz. Muhammed kararlılıkla cevap verir: “Hayır! Bundan sonra sizin kanınız benim de kanım, sizin mezarlığınız benim de mezarlığımdır.” Ve tarih de böyle yaşanır. Sekiz sene sonra Mekke Müslümanlar tarafından fethedilecek fakat o Medinelileriyle beraber, kendisine vatan bellediği, söz verdiği şehre geri dönecektir. Ve söz verdiği gibi orada vefat edecek, mezarlığı Medine olacaktır. Hala da orada, sonuna kadar sözünün arkasındadır.
Sıra biatlaşmaya gelmiştir. Herkes atacağı adımın ne denli ciddi olduğunun farkındadır ama içlerinden biri, Abbas b. Ubade yine de arkadaşlarını son bir kez uyarmak ister. Araya girer, bütün bakışlar ona yönelir: “Ey Medineliler!” der, “Siz ALLAH’ın Elçisine biat etmekle neye söz verdiğinizin farkında mısınız?” Medineliler şaşkın ve sakin cevap verir: “Evet, farkındayız!” Abbas, cevabı duymazdan gelir ve devam eder: “Sizler, kızıl ve kara bütün insanlarla savaşmak üzere biat ediyorsunuz. Eğer sizler karşılaşacağınız musibetlerle mallarınız azaldığı, en değerli olanlarınız öldürüldüğü zaman, bunlardan pişman olup ona yardım etmeyecek ve kendisini düşmanlarının eline bırakacaksanız, ALLAH’a yemin olsun ki, böyle bir şey dünyada da ahirette de sizin için en büyük yüz karası olur. Şimdiden vazgeçin.” Medineliler ise her şeyin farkında ve sözlerinin de ardındadır:“Mallarımız yok olsa, bütün büyüklerimiz doğransa bile…” derler.
Sıra olurlar, biat etmek için. Söz verirler, ölüm pahasına da olsa dönmemek için.
Biat henüz tamamlanmıştır ki, acı bir çığlık duyulur. Şeytanın sesidir bu. Avaz avaz bağırmaktadır: “Ey hacılar, ey Mekkeliler, yetişin! Müzemmen (sövülmüş= hakaret amaçlı Hz. Muhammed’e takılan isim) insanları kandırdı, sizinle savaşmak için sözleştiler. Uyanın!” Uzun ve keskin bir çığlık halinde tekrar tekrar haykırır. Hz. Muhammed, ona cevap verir: “Ey ALLAH düşmanı! Senin de hakkından geleceğim!”
Ve herkes sessizce konak yerlerine dağılır.
Hicret
Medineli Müslümanların geri dönmelerinin üzerinden bir-iki hafta geçmiştir ki, Hicret başlar. Hz. Muhammed, Mekke’de zulüm ve baskı içinde yaşayan ümmetine kurtuluş yönü olarak Medine’yi gösterir: “Yüce ALLAH onları sizin için kardeş, Medine’yi de güvenlik ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.” der. Müslümanlar sessizlik içerisinde, hiç kimseye belli etmeden birer birer ya da ailelerden oluşan küçük gruplar halinde Mekke’den ayrılıp, Medine yoluna düşmektedir. Bunun tek istisnası Hz. Ömer olur. O, yol hazırlıklarını tamamladıktan sonra gün ortasında Kâbe’yi tavaf eder, kendisini şaşkınlıkla izlemekte olan Mekkeli putperestlere:“Gördüğünüz gibi,” der “ben ALLAH’ın Elçisi’nin emri üzere şimdi Medine’ye hicret ediyorum. Aranızda anasını ağlatmak, karısını dul, çocuğunu yetim bırakmak isteyen varsa engel olsun!” Sonra da çeker gider. Kâbe’nin avlusunda yaprak bile kıpırdamaz.
Kısa zamanda Mekke Müslümanlardan boşalır. Sadece hicret etmeye güç yetiremeyen, birkaç hasta ve yaşlı Mü’min ile Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir kalır. ALLAH, Peygamberini son sıraya bırakmıştır. Bütün Mü’minlerin güven içinde Mekke’den Medine’ye ulaşmalarından sonraya… Ve Hz. Muhammed de kendine yol arkadaşı olarak Hz. Ebubekir’i seçmiş, o da onu geri bıraktırmıştır. Hazırlıklar, en küçük detaylar bile göz önünde tutularak yapılır. En iyi cinsinden iki deve satın alınır. Develer, en iyi yemlerle beslenir. Ve ALLAH’tan hicret izni beklenmeye başlanır. En sonunda hicret izninin çıktığı gün, Mekke egemenleri de “artık bu işe kesin bir son vermek için” toplantı halindedir. Amaç Hz. Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırarak İslam’ı kökünden yok etmektir. Yöntem konusunda çeşitli fikirler ileri sürülür fakat hiçbiri beğenilmez. Hz. Muhammed’in ölümünün bir kan davası haline dönüşmesinden korkmaktadırlar. Bunu engellemek için en iyi planı yapmaya çalışırlar. Şeytan da çölden gelmiş bir ihtiyar kılığında aralarına karışmış, ileri sürülen fikirleri değerlendirmektedir. Ve “en iyi fikir”, “en akıllıları” olan Ebu Cehil’den gelir: “Kureyş kabilesini oluşturan bütün boylardan birer savaşçı genç seçelim” der,“kılıcı, hepsi birden vursun. Böylece Muhammed’in kanı bütün Kureyş boyları arasında dağılmış olur ve Haşimoğulları da geri kalan bütün kabileye savaş açamayacakları için kendilerine ödeyeceğimiz diyeti kabul etmek zorunda kalırlar. Böylelikle bu mesele de en kolay biçimde halledilmiş olur.” Fikir beğenilir. Şeytan bile heyecana kapılır: “İşte” der,“akıl dediğin böyle olur!” Ve dayanamayıp ekler, “Gel seni alnından öpeyim!”
Aynı saatlerde Hz. Muhammed, evinde Hz. Ebubekir’i ziyaret eder. ALLAH’tan emir geldiğini, o gece hicret edileceğini söyler. Hz. Ebubekir, bu şerefi paylaşmakta, ALLAH tarafından Peygamberine ortak kılındığı için sevincinden ağlar. Hz. Muhammed, Hz. Cebrail’in getirdiği emir üzerine, o gece her zamanki yerinde yatmaz. Hz. Ali’yi yatırır. Kendinde bulunan, Mekkeli putperestlere ait emanet mal ve paraları da sahiplerine iade edilmek üzere ona teslim eder.
Gece olur. Hz. Muhammed, ilk iş olarak yanına Hz. Ali’yi alıp Kâbe’ye gider. Binanın üzerindeki putu söküp yere atar. Sonra beraberce eve dönerler. Hz. Ali onun yatağına yatar. Bu arada evin etrafı Kureyşli suikast timi tarafından kuşatılmıştır. Vakit gelince Hz. Muhammed, evinden çıkar, suikastçıların arasından süzülür. Başlarına toprak serper. Bu, Arap kültüründe fiili bir hakaret ve aşağılama davranışıdır. Suikastçıların gözleri görmez, duyuları hissetmez olur. Evden çıkarken Hz. Muhammed’in dilinde, Kur’an’dan bir ayet vardır: “Önlerinden bir set, arkalarından bir set çektik de onları kapattık. Artık göremezler.” (36/Yasin:9)
Sonra yanına Hz. Ebubekir’i de alır. Beraberce Sevr dağına tırmanıp, bir mağaraya saklanırlar. Sevr dağı Medine’nin aksi yönünde, güneydedir. Peşlerine düşecek olan Mekkeli putperestlere verdikleri ilk şaşırtmaca, bu olacaktır. Her şey inceden inceye planlanmıştır. ALLAH’ın rahmeti üzerine hesap yapmak gibi bir tevekkül hatasına düşülmemiş, düşmandan korunmak ve hedefe selametle ulaşmak için güç yetirebildikleri bütün maddi önlemler titizlikle alınmıştır. Saklanacakları dağın kenarına geldiklerinde Hz. Ebubekir, Peygamberini sırtına alır ve ayakkabılarını da çıkarır. İz sürücülere olabildiğince az iz bırakmak için onu mağaraya kadar sırtında taşır. Mağarada üç gün saklanırlar. Ve daha ilk gün iki yüz silahlı takipçi, izlerini sürüyerek mağaranın kapısına kadar gelir. Fakat o anda ALLAH’ın bir kudret mucizesi gerçekleşir. Aniden mağaranın kapısında bir örümcek ağ örer. Bir güvercin ailesi de yuva yapar. Mağaranın ağzına kadar gelmiş bulunan putperestler, bu işe bir anlam veremeyip kendi aralarında söylenirler. Ebu Cehil: “Hissediyorum” der, “buradalar, ama o Muhammed yine bir büyü yaptı, onları göremiyoruz.” Değerlendirme bir kelime farkıyla doğrudur. “Yapılan” şey Hz. Muhammed’e ait bir büyü değil, ALLAH’a ait bir mucizedir. O sırada o kadar yakındadırlar ki, seneler sonra Hz. Ebubekir o anları anlatırken: “Eğer ayaklarının dibine baksalardı, bizi görürlerdi.” diyecektir. Bu en tehlikeli dakikalarda Hz. Ebubekir, “acaba Peygamberimin başına bir şey gelir mi?” korkusuyla titrerken, Hz. Muhammed son derece sakin ve huzurludur. Ve bu huzur hali, onun peygamberliğinin en belirgin kanıtlarından biridir. Hz. Ebubekir’i de sakinleştirmek için kendisine sorar: “Ey dostum, o iki kişi hakkındaki zannın nedir ki, üçüncüleri ALLAH’tır.” Aslında tuhaf bir sorudur bu. İki kişiyle kastedilenler bellidir: Kendisi ve Hz. Ebubekir… Ama ALLAH’ın üçüncü olarak sayılması ilk anda insana irkiltici gelir. ALLAH her zaman ve her durumda birinci olan değil midir? Hele bu sayım sıradan biri değil de, Hz. Muhammed tarafından yapılıyorsa. Ama onun her sözü ve davranışı gibi bunda da derin bir ders ve hikmet gizlidir: Müslümanlar kendi aralarında gerçekleştirmeleri gereken birlik ve dayanışmanın hakkını veriyorlarsa, ALLAH ancak o zaman, o topluluğa rahmeti ve kudreti ile yar olacak ve ancak o zaman o topluluğun “üçüncüsü”nü oluşturacaktır.
En sonunda Mekkeli putperestler, mağaradan içeri hiç kimsenin girmemiş olduğunu zannederek, geri dönerler. İlahi Kudret adeta kendileriyle alay etmiş, Peygamberini ve onun arkadaşını korumak için müthiş azap melekleri indirmek yerine, yaşlı bir örümcek ile üç güvercini yeterli görmüştür. Kur’an, daha sonra inecek bir ayetinde bu hatıraya şöyle yer verecektir: “Siz ona (Hz. Muhammed’e) yardım etmeseniz de, ALLAH ona yardım etti. Hani kâfirler onu (yurdundan) çıkardıklarında, mağaradaki iki kişiden biri olarak arkadaşına: ‘Üzülme! ALLAH bizimle beraberdir!’ diyordu. Bunun üzerine ALLAH ona (Hz. Ebubekir’e) sekinetini (huzur ve güven duygusu) indirdi. Onu da (Hz. Muhammed) sizin göremeyeceğiniz bir ordu ile destekledi. Ve kâfirlerin davasını alçalttı.” (9/Tevbe:40)
Mağarada geçen üç günden ve yakın tehlikenin azalmasından sonra yola koyulurlar. Mekke’nin uzağından dolanıp, Kızıldeniz’e doğru bir yarım çember çizip, kuzeye, Medine’ye yönelirler. Hz. Muhammed anavatanı, baba ocağı Mekke’sine son bir kez, uzaktan bakar, içi hüzünle dolar. Hz. Ebubekir, dudaklarından dökülen fısıltıları güçlükle işitebilmiştir: “Ey Mekke! Eğer senin halkın beni çıkarmış olmasaydı, ben seni terk etmezdim.”
Yolları, geleneksel kervan yolunun dışında, olabildiğince ıssız bir seyir çizer. Yine de tek tük insanlarla karşılaştıklarında, soranlara, Hz. Ebubekir, devesinin önünde ve yayan gitmekte olan Hz. Muhammed’i göstererek: “Rehberimdir! Bana yol gösteriyor.” der. O şartlarda bile yalan söylemez. Başlarına iki yüz deve ödül konmuştur ve bu büyük bir servettir.
Sekiz gün süren yolculukları sırasında, Ümmü Ma’bed isminde bir kadının çadırına uğrar, kendisinden yiyecek isterler. Kadın, onlara hiç yiyeceği olmadığı cevabını verir. Hz. Muhammed bir kenarda otlamaya çalışan zayıf bir koyunu işaret eder. Ümmü Ma’bed o koyunun hasta ve otlamaya bile çıkamayacak kadar güçsüz olduğunu söyler. Fakat Hz. Muhammed, Ümmü Mabed’den izin alıp, besmeleyle koyunun memelerini sıvazlamaya başlar. Kaplar dolusu süt gelir. Herkes kana kana içer, karnını doyurur. Ümmü Ma’bed’in gördükleri karşısındaki hayranlığı ve şaşkınlığı günlerce sürecek ve bir süre sonra koyunlarını otlatmaktan dönen kocasından, o hayran olduğu kişinin Hz. Muhammed olduğunu öğrenecektir.
Yolculuk devam eder. Birkaç gün sonra da kendilerini aramakta olan ödül avcısı Süraka b. Malik ile karşılaşırlar. Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir’in başlarına konmuş iki yüz develik ödülle başı dönmüş olan Süraka, en sonunda onları yakalar. Atını hırsla üzerlerine sürer. Hz. Ebubekir, Peygamberinin başına bir kötülük gelebileceği endişesiyle alabildiğine heyecanlı, Hz. Muhammed ise aynı oranda sakin ve huzurludur. Dörtnala üzerlerine at sürmekte olan Süraka’ya dönüp bakmaz bile. Her zamanki haliyle Kur’an okumaya devam eder. Usul bir sesle ve ağır ağır… Kendilerine iyice yaklaşmış olan Süraka’nın atının ayakları aniden kuma gömülür. Süraka da baş aşağı yere düşer. Toparlanıp, yeniden atına atlar. Ve bir kere daha aynı olay yaşanır. Sonra bir kere daha. Süraka anlar ki, gözle görülemeyip, elle tutulamayan fakat aynı zamanda her şeyi ve herkesi emri altında tutan bir güç, Hz. Muhammed ile yol arkadaşını korumaktadır ve onları kendisine av etmeyecektir. Niyetini değiştirir. Bu kez yanlarına hiçbir kötülük düşünmeden saygı ve endişeyle yaklaşır. Ve bu kez Süraka’nın atına bir şey olmaz. Süraka’ya da… Hz. Muhammed’e hizmet teklif eder. Yol azığı vermek ister. Hiçbir şeyini almazlar. Sadece onun gibi diğer ödül avcılarını şaşırtıp, başka yönlere çevirmesini isterler. Buna karşılık olarak da Süraka’ya İran imparatorunun altın bilezikleri vaad edilir. O günün şartlarında bu, inanılabilecek bir vaad değildir. Kendi canlarını korumakta bile zorlanıyor gibi görünen iki insan, o günün dünyasının iki süper gücünden birinin imparatorunun bileziklerini üleştirmektedir. Fakat Hz. Muhammed’in bütün vaadleri gibi bu da gerçek çıkacak ve Süraka yaşlılık yıllarında, Hz. Ömer’in halifeliği döneminde, Müslümanlar tarafından devleti haritadan silinen İran imparatorunun bileziklerine sahip olacaktır. Bilezikler, Peygamberinin bu vaadini bilen halife Hz. Ömer tarafından, Medine’ye getirilen İran imparatorluk hazinesinden alınarak, Süraka’ya teslim edilecek ve tarih bir kez daha Hz. Muhammed’i haklı çıkartacaktır.
Bu arada bir de çoban kendilerini uzaktan görüp tanıyacak ve hızla Mekke’ye ulaşıp, onları ihbar etmek ve başlarına konan ödülü almak isteyecektir. Bu olaydan Hz. Muhammed ile Hz. Ebubekir’in haberi bile olmaz. Fakat kulların tedbirinin yetersiz kaldığı yerde devreye, Alemlerin Rabbinin takdiri ve sonu, bitimi olmayan kudreti girer. Hep olduğu ve daima da olacağı gibi… Zavallı çoban Mekke’ye vardıktan sonra aptallaşır. Bir türlü oraya niçin geldiğini hatırlayamaz. Hafızasının o bölümü silinmiştir. Hz. Muhammed ve beraberindekiler, selametle Medine’ye ulaşacakları güne kadar ödül avcısı çoban Mekke’de şaşkın şaşkın dolaşır. Kendine sürekli olarak sorar, söylenir: “Ben buraya çok önemli bir şey için gelmiştim ama neydi o?”
Baba ocağını terk etmek zorunda kalmış olmasının hüznü, Hz. Muhammed’in içinde dipdiridir ve Medine’ye dört günlük yolları kalmıştır. Hicret’in yarısındadırlar ki, En Sevgili (OBS) kendisini En Çok Seven tarafından teselli edilir: “(Rasulüm!) Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan ALLAH, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.” (28/Kasas:85) Daha yolun yarısındadırlar ama dönüş müjdesini almışlardır bile… Ve ALLAH’ın kulu/elçisi Muhammed’e sevgisi, işte böyle bir şeydir. Onun dört günlük hüznü bile Rahman’ın rahmetini harekete geçirmeye yetmiştir.
Sonunda Hicret yolculuğunun başlamasının üzerinden sekiz gün geçmiştir ki, Hz. Muhammed ve yol arkadaşı Hz. Ebubekir, Medine’nin kenar mahallesi Kuba’ya varır.
Ve ancak 20.yy.’ın ileri ölçüm teknikleriyle anlaşılacaktır ki, Hicret sırasında takip edilen yol, Mekke ile Medine arasındaki en kısa güzergâhtır.
Medine Yılları
Kuba’da, İslam’ın ilk mescidi inşa edilir. Hz. Muhammed’in Kuba misafirliği on dört gün sürer. Cebrail’in getirdiği emir üzerine hazırlanır ve kıyamete kadar kendisine yurt seçtiği Medine’ye yönelir. Sonraki senelerde Hz. Muhammed’in şahsi hizmetine bakacak olan Enes b. Malik, o gün için: “Ben, ALLAH’ın Elçisi’nin Medine’ye geldiği o günden daha güzel, daha parlak bir gün görmedim.” diyecektir. Medineli minik kızlar, ellerinde tefler, şarkılar söylemektedir: “Neccar oğullarının kızlarıyız biz! Muhammed’in komşuluğundan ne kadar da sevinçliyiz!” Hz. Muhammed onlara tebessüm ederek sorar: “Beni seviyor musunuz?” “Evet, ey ALLAH’ın Elçisi!” Hz. Muhammed, cevabın kendisinde meydana getirdiği mutluluğu tam üç kez tekrar ederek, duyurur: “ALLAH’a yemin olsun ki, ben de sizleri seviyorum! ALLAH’a yemin olsun ki, ben de sizleri seviyorum! ALLAH’a yemin olsun ki, ben de sizleri seviyorum!” Bu durumu şu şekilde anlamak da mümkündür: O, kendisine duyulan sevgiye tam üç katı ile cevap verir.
Medine’de bütün Müslümanlar, O’nun, kendi evine inmesini ister. O ise kimseyi kırmaz. Sadece devesinin önünü açmalarını, Kasva’nın doğru yerde duracağını belirtir. Ve Kasva Ebu Eyyub’un evinin önünde çöker. Hz. Muhammed’in kendi evine sahip oluncaya kadar konuk kalacağı yer böylece belli olur: Ebu Eyyub el-Ensari… Yani bizim Eyyub Sultanımız. O ne büyük bir lütuftur ki Efendimiz’in ev sahibi, miladi 1453’ten beri bizim de ev sahibimizdir. Ve Hz. Muhammed’den öğrendiğimize göre İstanbul’da toprağa verilen bütün Müslümanlar, haşir sabahı Ebu Eyyub’un sancağı altında diriltilecektir.
Hz. Muhammed ondan sonraki yedi ayını, Eyyub Sultan’ın evinde geçirir.
İnsanlar o evde ziyaretine koşar, O’nun elinden hidayet bulurlar. Bunlardan biri de Medine’nin yahudi bilginlerinden Abdullah b. Selam olur. Abdullah, Müslüman olduktan sonra kendi öyküsünü şöyle anlatacaktır: “ALLAH’ın Elçisi geldi denilince, onu ziyarete giden insanların arasına karıştım ve ben de gittim. Evin kapısında durdum, o köşede oturuyordu. Tanıdıklarıma kendisini göstererek o mu diye sordum, evet dediler. Bunun üzerine hiç vakit geçirmeden, Müslüman olmaya karar verdim. İçeri girdim. Kendisine üç tane de soru sordum. Hepsine doğru cevap verdi. Ben de kelime-i şehadet getirdim, sözlerin en güzelini söyleyip, Müslüman olduğumu herkese ilan ettim. İnsanlar buna şaşırdılar. Nasıl bu kadar hızlı karar verdin dediler. Böyle bir simada yalan olmaz, eğer peygamberim diyorsa doğrudur, dedim.”
Abdullah b. Selam’ın ondan duyduğu ilk söz: “İnsanlar arasında selamı yayın, çünkü o Yüce ALLAH’ın isimlerindendir.” emri olur. O günler buna çok büyük ihtiyaç vardır. Çünkü henüz bütün Medine Müslüman olmamıştır. Ve hiç de tekin bir yer değildir. Übeyy b. Ka’b’ın anlatımıyla: “Bütün putperest Araplar, Müslümanları tek bir yaydan oka tuttu. Müslümanlar, silahsız olarak ne geceleyebilirler ve ne de sabahlayabilirlerdi.” Gece boyunca silahlı bir muhafız, Hz. Muhammed’in evinin önünde nöbet bekler. Bir gece şiddetli bir gürültü duyulur. Akla gelen ilk ihtimal düşman baskınıdır. İnsanlar telaşla uyanıp, organize olmaya ve Medine dışına keşif için bir birlik göndermeye çalışırken, Hz. Muhammed’in tek başına bir atın üzerinde geri döndüğünü görürler. O daha gürültüyü duyar duymaz fırlamış, kılıcını boynuna asıp, eline geçirdiği ilk ata atlamış ve tek başına keşfe çıkmıştır bile. İnsanlara, telaş etmemelerini, korkulacak bir şey olmadığını söyler. Sonra da atın sahibi Ebu Talha’ya döner: “Atın su gibi akıyor!”
Medine’ye, her şeylerini Mekke’de bırakarak hicret etmiş fakir muhacirler, Medineli Müslümanlarla kardeş ilan edilir. Gerçi Medinelilerin de büyük kısmı yoksul birer çiftçidir ama az ya da çok, sahip oldukları maddi varlıklarını Mekkeli muhacir kardeşleriyle paylaşırlar. Onların bütün varlıklarını Mekke’de bırakarak gelmekle yaptıkları fedakârlık, Medineli Müslümanları coşturmuştur. Muhacirleri aralarında paylaşarak evlerine almalarını yeterli görmemişler, Hz. Muhammed’e gelerek: “Ey ALLAH’ın Elçisi!” demişlerdir,“Hurmalıklarımızı da kardeşlerimizle aramızda paylaştır.” Hz. Muhammed’in bu kadarını fazla görüp kabul etmemesi üzerine de: “Öyleyse onlar da bizimle beraber hurmalıklarda çalışsınlar ve mahsule de ortak olsunlar.” derler. Bu teklif kabul edilir. Fazla arazilerini kendiliklerinden Mekkelilere hibe ederler. Hz. Muhammed’e: “İstersen evlerimizi de al!”derler. Hz. Muhammed bunu da kabul etmez. Onlara dua eder.
Hz. Eyyub’un evinin önünde, Kasva’nın çöktüğü alanda bir mescid yapılmasına karar verilir. Bu yapı, ünlü Medine mescidi olacak ve daha sonra Hz. Muhammed’in mezarını da içerecektir. Arsa, iki yetime aittir. Çocuklar para almak istemezler ama Hz. Muhammed, arsanın değerini fazlasıyla kendilerine verir. Çalışma başlar. O da bütün Müslümanlar gibi çalışır, inşaatta işçilik yapar. Omuzunda kerpiç taşırken bir sahabi: “Ey ALLAH’ın elçisi, ver o kerpici ben taşıyayım.” der. Hz. Muhammed kabul etmez: “Git sen de başkasını al. Sen ALLAH’a benden daha çok muhtaç değilsin!”
O da Müslümanların inşaatta çalışırken hep bir ağızdan söyledikleri şiirlere iştirak eder:
“Ahiret yaşantısından başka yaşantı yoktur!
Ey ALLAH’ım! Muhacirlere ve Ensar’a rahmet et!”
Mescidin inşaatı bittikten sonra, yanına da Hz. Muhammed’in evi olmak üzere birkaç tane oda yapılır.
Hicret’in ilk aylarında Mekkeli Müslümanların çoğu hastalanır. Ağır bir sıtmaya yakalanırlar. Memleket hasretinin ve gariplik duygusunun üzerine yüklenen bu yeni sınav, çoğunu ne söylediğini bilemeyip sayıklayacak hale getirir. En sonunda Hz. Muhammed’in duası devreye girer: “ALLAH’ım, bize Medine’yi sevdir. Bizim için Medine’yi sağlıklı kıl. Sıtmasını kaldır. Ölçülerini bereketlendir!” Bütün hastalar bir-iki haftada ayağa kalkar.
Müslümanlar Medine nüfusunun yaklaşık yüzde on beşini oluşturmalarına rağmen toplumun en bilinçli, dinamik ve organize unsurudur. Hz. Muhammed, bir tür anayasa niteliğine sahip bulunan bir sözleşme hazırlar. Bu, bazıları tarafından dünyanın ilk anayasa metni olarak kabul edilen “Medine Sözleşmesi”dir. Önce ashabıyla istişare eder. Hangi dine ve etnik kimliğe ait olursa olsun, bütün toplumsal unsurların karşılıklı olarak sorumluluk ve yetkileri kâğıda dökülür. Özellikle dış ilişkiler ve savunma konularında herkes eşit hak ve yükümlülüklere sahip kılınır. İslam devletine geçiş sürecini düzenleyen bu girişim ile mevcut kaotik ortamdan kaynaklaması muhtemel bütün çatışma nedenleri daha baştan engellenmiş olur. Hz. Muhammed’in, kısa bir süre sonra devlet başkanlığına dönüşecek olan “toplumsal organizatör” rolü herkes tarafından onaylanır. Ve fiili olarak ortaya konmuş olur ki, O’nun kontrolündeki toplum keyfilik değil, bir hukuk ve düzen toplumudur. Sosyo-politik tanımlamalar dini kriterlere göre yapılır. Toplum böylelikle yeniden inşa edilmekte ve “Din” doğru olarak, ne siyasi ne toplumsal nitelikli hiçbir istisna yapılmaksızın, insana ve topluma ait olan her şeyin tam merkezine yerleştirilmektedir. Çünkü “Din” her şeydir. Bu nokta Medine Sözleşmesi’nin hayati unsurudur. Metne hakim olan, seküler değil; aşkın (müteal) bir ruhtur. Örneğin yirminci madde beş vakit namaz ve orucun bütün Mü’minler için farz olduğunu ilan etmekte, yani ibadet, siyasi/dünyevi nitelikli bir metinde toplumsal yaptırıma bağlanmaktadır. Bu örnek, gerçek İslam anlayışının en berrak görünümlerinden biridir. Ve yine bu sözleşmeyle sınırlar netleştirilir, modern anlamıyla bile kabul edilebilecek biçimde İslam devletinin doğuşuna gerçekçi bir zemin hazırlanır.
Yine bu kapsamda olmak üzere ekonomik hayat yeniden düzenlenir. Pazar hakimiyeti yahudilerin elinden alınır. Hz. Muhammed tarafından Medineliler için yeni bir pazar yeri tespit edilir. Ve bu yeni pazarın da hiç kimsenin kişisel mülkü haline dönüşmemesi, haksız yere vergi alınmaması için gereken önlemler alınır. Tam anlamıyla bir “serbest Pazar” oluşturulur. Yeni pazar sık sık Hz. Muhammed tarafından denetlenir. Her tür hile ve aldatma engellenir. Bu denetlemelerden birinde, Hz. Muhammed elini bir buğday çuvalının içine daldırır. Alttaki buğdaylar ıslaktır. Satıcıya: “Bu nedir?” diye sorar. Satıcı: “Yağmur yağmıştı!” der. O, böyle bir mazereti kabul etmez: “Islak buğdayları insanların görmeleri için çuvalın üzerine çıkarman gerekirdi. Bizi aldatan bizden değildir!” diyerek satıcıyı uyarır. Pazar fiyatları belli olmadan alım-satım yapılması, henüz sahip olunmamış malın satımı, müşteri kızıştırmak gibi ticaret ahlakına uymayan davranışlar yasaklanır.
Ayrıca Hz. Muhammed, hangi dine mensup olursa olsun, bütün tarafların gönüllü kabulüyle Medine’nin hakimi olarak tanınır. Hukuki nitelikli anlaşmazlıklar ona getirilir. Kararı onun vermesi istenir. Hz. Muhammed, Mekke’de olduğu gibi Medine’de de “Emin”dir.
Ciddi bir su sıkıntısı yaşanmakta olan Medine’de, mülkiyeti bir yahudiye ait olan “Rume” isimli büyük bir kuyu Hz. Osman tarafından, yirmi dört bin dirhem gibi astronomik denilecek bir ücret karşılığında satın alınır. Ve önceki sahibi olan yahudi tarafından fahiş bir fiyatla satılmakta olan kuyunun suyu, fakir Müslümanlara ücretsiz olarak dağıtılmaya başlanır.
Fakir Müslümanların evlenmeleri kolaylaştırılır. Müslüman ailelerin sayısı arttırılır.
İslam’ın ilk eğitim kurumu olan “Suffa” kurulur. Medine mescidine bitişik, hurma dallarıyla örtülü bir gölgelik olarak inşa edilen “Suffa”da, fakir ve bekâr seksen civarında Müslüman erkek barınmaktadır. İlerleyen senelerde sayıları dört yüze kadar çıkacak olan bu insanlar, Kur’an ve hadis öğrenimi ile uğraşmakta, maddi ihtiyaçları ise diğer Müslümanlar tarafından karşılanmaktadır. Onlar adeta Hz. Muhammed’in aile bireyleri gibi kabul edilir.
Böylelikle, Pazar sisteminden okuluna kadar İslam toplumunun ve devletinin, bütün temel kurumları oluşturulur. Mekke seneleri Müslüman bireylerin yetiştirildiği dönem olmuştu, Medine ise artık İslam devletinin ve İslam toplumunun inşa dönemi olacaktır.
Cihada Giden Yol
Mekke senelerinde Müslümanlara ALLAH tarafından savaşma izni verilmemiştir. Henüz sayıları azdır. Putperestlerle karışık olarak aynı toplumu ve aynı sosyo-politik yapıyı oluşturmaktadırlar ve bu şartlarda verilecek bir savaş izni ya da emri, otomatik olarak bir iç savaş anlamına gelecektir. Oysa İslam, toplumların içinde bir savaş başlatmak için değil, o toplumların dünyasını, cennet gibi ve sonsuz yaşamlarını da Cennet yapmak için gönderilmiştir. Ayrıca savaş yoluyla korunacak bir İslam toplumu ve İslam devleti de henüz ortada yoktur. Fakat Hicret ile beraber her şey değişir. Artık Müslümanlar gerektiğinde kendi içlerinden bir ordu çıkartabilecek kadar güçlenmiş ve çoğalmış, yaşanacak savaşın bir iç savaş olma ihtimali ortadan kalkmış ve gerektiğinde savaşla da korunacak bir İslam devleti ve İslam toplumu oluşmuştur. Hepsinden önemlisi de Mekke putperestleri rahat durmamaktadır. Onlarca Müslümanın kuş gibi ellerinden uçuvermiş olması, kendilerine çok ağır gelmiştir. Ve üstüne üstlük bunlar, Medine’de kendilerine yeni bir yurt da bulmuşlar ve artık eskisi gibi istedikleri zaman işkence edip üzerlerinde her çeşit sadist duygularını tatmin edebilecekleri “zulüm köleleri” olmaktan kurtulmuşlardır. Bu ve benzeri etkenlerin bileşkesiyle iyice gözü dönmüş olan Mekkeli putperestler, sık sık Medine civarına baskınlar düzenlemekte, tek başına yakaladıkları Müslümanları ve onlarla ittifak etmiş olan Medineli putperestleri öldürüp, yüreklerini soğutmaya çalışmaktadır. Bu arada Abdullah b. Übeyy başkanlığındaki Medineli gizli İslam düşmanları ve Medine yahudileri de boş durmaz, bu Mekke azgınlarını Müslümanlara karşı el altından kışkırtmaya devam ederler.
İşte böyle bir ortamda indirilen ayetlerle, ALLAH tarafından İslam tarihinde yeni bir sayfa açılır: Cihad… İslam’ın altıncı farzı olan cihad…
“Kendileriyle savaşılanlara (Mü’minlere), zulme uğramış olmaları nedeniyle (savaşmak için) izin verildi. ALLAH onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (22/Hac:39)
Bedir’e giden yol böylece başlamış olur.
Bedir savaşından önce Kur’an, yahudilere karşı önlem alınmasını emreder. Bu kaypak ve hain toplum, Müslümanların kendilerine gösterdiği bütün şefkat ve iyi niyeti boşa çıkarmış, her fırsatta Medine’nin içindeki ya da Mekkeli İslam düşmanı putperestlerle iş birliğine gidip, sürekli Müslümanları arkadan vurmaya çalışmıştır. En sonunda ayetler devreye girer ve Müslümanlara, yahudilerle ilişkilerinin nasıl olması gerektiği bizzat ALLAH tarafından bildirilir: “Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size kötülük etmekten geri durmazlar. Sizin hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kinleri, ağızlarından taşmaktadır. Göğüslerinde gizledikleri düşmanlık ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, ayetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz. Oysa onlar, sizi sevmezler. Siz, bütün kitaplara inanırsınız. Onlar ise sizinle karşılaştıklarında: ‘İnandık!’ derler. Ama kendi başlarına kaldıklarında ise, size olan kinlerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: ‘Geberin kininizle!’ Şüphesiz ALLAH gönüllerin özünü bilendir. Size bir iyilik dokunsa, bu onları üzer. Size bir kötülük dokununca da sevinirler. Eğer siz sabreder ve ALLAH’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların tuzakları size hiçbir zarar veremez. Şüphesiz ALLAH, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.”(3/Al-i İmran:118-120)
Ve Hicret’in üzerinden yaklaşık bir buçuk sene geçmiştir ki kıble, Kudüs’ten Kâbe’ye çevrilir ve Ramazan orucu farz kılınır.
... ve Bedir
Müslümanların geride bıraktığı mallar Mekke putperestleri tarafından yağmalanıp, paylaşılmış ve nihayet Şam pazarında satılmak üzere bin develik bir kervan halinde kuzeye, Bizans’a yollanmıştır. Kervanın yönetimi Mekke’nin önde gelenlerinden Ebu Süfyan’ın elindedir. Medine’deki Müslümanlar, olup biteni ancak kervan Şam’a vardıktan sonra öğrenebilmiştir. Ebu Süfyan götürdüğü malları satıp yerlerine güneyde, Yemen pazarlarında para edecek olanlarını yükletir ve kervan dönüş yolculuğuna başlar. Akıllı! putperestler gasp ettikleri Müslüman sermayesiyle, servetlerine servet katmanın hesabındadırlar. Fakat o sıralarda putperest akıllarının ıskaladığı bir hesap daha vardır: ALLAH’ın hesabı… Ve pek çoğu, bu ıskalayışı birkaç gün sonra canıyla ödeyecektir.
Kervanın dönüşünü haber alan Müslümanlar, aceleyle bir birlik oluşturup Medine’den ayrılır. Birlik, üç yüz on üç kişiden oluşmaktadır. Fakat Ebu Süfyan dikkatli davranır ve her zamanki güzergâhı değiştirip, sahil yoluna sapar. Bu arada kervanın tehlikede olduğu haberi de Mekke’ye ulaşır. Haber üzerine, malları, canlarının sadece yongası değil, çok daha değerlisi olan Mekkeliler hop oturup hop kalkar. Görülmemiş bir hızla ordu hazırlanır. Yaklaşık bin kişi, Müslümanların üç katı… Silah donanımı açısından ise altı-yedi katı… Öyle ki, üç yüz on üç Müslümanın toplam iki atına karşılık, Mekke ordusunda tam iki yüz at vardır.
Bu arada kervanın tehlikede olduğu haberi henüz ulaşmadan, Hz. Muhammed’in halası Atike, garip bir rüya görür. Atike, Mekke’deki gizli Müslümanlardandır ve rüyasında, korkunç kılıklı birinin devesiyle Mekke’ye girip: “Ey nankör Kureyşliler! Üç gün içinde vurulup öleceğiniz yerlere yetişin!” diye bağırdığını ve sonra da Mekke’yi çevreleyen tepelerden en yükseği olan Ebu Kubeys’ten fırlayıp kopan bir kayanın patladığını ve Mekke’deki her bir eve, o kayadan bir parçanın saplandığını görür. Atike’nin rüyası Mekke’de duyulur. Ve duyan herkesin soğuk bir ürperti hissetmesine neden olur. Ebu Cehil, insanların morallerinin bu rüyadan etkilendiğini görünce, hıncını Atike’nin kardeşi ve Hz. Muhammed’in amcası Abbas’tan alır: “Erkeklerinizin peygamberliği yetmedi, şimdi kadınlarınızda mı vahiy almaya başladı?” der. Abbas sessiz kalır. Ebu Cehil’e cevap birkaç gün sonra verilecektir. Bedir sahrasında… Müslüman kılıçlarının keskin tarafıyla…
Yola çıkmadan önce birçok Mekkeli putperest Kâbe’ye gidip, Kendisine üç yüz altmış tane ortak koştukları ALLAH’tan zafer dilerler. Bunlardan biri de başkomutan Ebu Cehil’dir. Dualarının daha etkili olması için Kâbe örtüsünün içine girer: “Ey ALLAH’ım!” der, “Kim haklıysa, onu galip getir ve haksız olanı da mağlup et, perişan kıl!” Ebu Cehil’in duası aynen kabul edilecektir. Ve bu, ancak bir putperestte rastlanacak cinsten bir akıl tutulmasıdır. O ahmak kâfir: “ALLAH’ım! Kim haklıysa onu galip getir ve haksız olanın da gözünü aç, hidayet ver!” demeyi akıl edememiştir. Bu arada Mekkelilerin eski dostu iblis de sahneye çıkar. Var gücüyle, Mekke putperestlerini Müslümanlarla savaşmaya teşvik eder, ordunun sayısını arttırmaya çalışır. “Görmüyor musunuz!” der, “Ben de geliyorum, durmayın siz de katılın!” Ve onun da birkaç gün sonra Bedir sahrasında göreceği şeyler vardır. Mekkeliler ordularına birkaç tane dansöz almayı da ihmal etmezler. Akıllarında Müslümanları yenip yok ettikten sonra çölde alem yapıp, bütün bedevi kabilelerine hava atmak vardır.
Ve Mekke ordusunun şehirden ayrıldığı sıralarda, daha önceden harekete geçmiş bulunan İslam ordusu, Hz. Muhammed tarafından istişareye davet edilir. Anlaşılmıştır ki, sahil yoluna kaçan kervanın ele geçirilmesi artık mümkün değildir. Ve işitilmiştir ki, kendilerinden kat kat kalabalık ve güçlü bir ordu Mekke’den üzerlerine doğru yola çıkmıştır. Bu, hiç hesapta olmayan, planlarda değişiklik gerektiren bir gelişmedir. İstişare meclisi Hz. Muhammed’in yaptığı kısa durum değerlendirmesiyle açılır: “Medine’den kervana niyet ederek yola çıkmıştık ama” der, Hz. Muhammed, “kervan kaçtı ve ALLAH, karşımıza hiç hesapta olmayan bir ordu çıkardı. Şimdi ne yapmayı uygun görürsünüz. Savaşalım mı, dönelim mi?” Aslında sorunun altında Medineli Müslümanlara yönelik bir ima vardır. Çünkü ikinci Akabe biatında, Hz. Muhammed’e gerektiğinde savaşacaklarına dair de söz verirlerken, kastedilen Medine’de yapılacak savunma savaşları olmuştur. Bu durum ise hukuken o sözün kapsamının dışındadır. Ve İslam ordusunun büyük çoğunluğu Medinelilerden oluşmaktadır. Bu incelik başta anlaşılmaz ve ilk cevap veren Mikdat b. Amr olur. Fakat Hz. Mikdat bir muhacirdir, yani bir Mekkeli… “Rabbinin emri neyse onu yap!” der, Mikdat “Ve bil ki biz sonuna kadar senin yanındayız. ALLAH’a yemin olsun ki biz, sana bir zamanlar yahudilerin Hz. Musa’ya söylediklerini söylemeyeceğiz. Bu gün sana, ‘biz burada oturuyoruz, sen ve Rabbin gidin, düşmanlarınızla savaşın’ demeyeceğiz. Onun yerine deriz ki, sen ve Rabbin dünyanın neresinde, hangi düşmanla savaşıyorsanız, biz de sonuna kadar beraberiz. Ey ALLAH’ın Elçisi! Seni hak din ve Kitab ile gönderen ALLAH’a yemin olsun ki, sen, bizi Birkü’l-Gımad’a (dünyanın öbür ucu anlamında bir deyim) kadar götürecek olsan da seninle birlikteyiz.” Mikdat yalnız kendine değil, bütün muhacirlere de tercüman olmuştur. Duydukları Hz. Muhammed’in yüzünü aydınlatır. Mikdat’a dua eder:“Hayra eresin!” der. Fakat bu sözleri asıl Medinelilerden duymaya ihtiyacı vardır. Ve açıkça onlara yönelir: “Ey insanlar, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?” diye sorar. Ve o an bütün soluklar tutulur, başlar Medineliler adına konuşmak üzere yavaşça doğrulan Sa’d b. Muaz’dan yana döner. O anda Sa’d, sebepler açısından, yapacağı konuşma ile sadece bir savaşa ya da geri çekilmeye değil, İslam’ın ebedi kaderine de karar verecektir. Ve Sa’d konuşur. Bütün varlık alemi susar onu dinler. Sa’d konuşur, şanlı bir bayrak gibi tarihe geçer. Sa’d konuşur, melekler, yaratılmışlara adeta ‘susun ve dinleyin’ der. Ve Sa’d, duyabilenler için hala konuşmaktadır. Der ki: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Biz sana iman ettik. Seni doğruladık. Getirdiklerinin hak ve gerçek olduğuna şahit olduk. Bu yolda seni dinlemek ve itaat etmek üzere de söz verdik. Ey ALLAH’ın Elçisi! Sen ne istiyorsan onu yap! Seni hak ile gönderen ALLAH’a yemin ederim ki, bize denizi gösterip dalsan, biz de arkandan geliriz. İçimizden bir kişi bile geride kalmaz. Umulur ki ALLAH, sana bizim elimizle seni sevindirip, yüzünü ak edecek şeyler gösterecektir. Emret! Ve yürüt bizi ALLAH’ın bereketine doğru!”
Hz. Muhammed bütün ömrü boyunca bu kadar çok sevinmiş midir, bilemeyiz. Yüzü ışıl ışıldır. Ayağa kalkar, Mekkelisi, Medinelisiyle bütün ashabına, ümmetine, din kardeşlerine, can yoldaşlarına seslenir: “Haydi! Yürüyün ALLAH’ın bereketine doğru!” Ve ilave ettikleriyle de anlaşılır ki, o anda o bayrama meleklerin komutanı Hz. Cebrail de katılmış ve Ekber olan ALLAH’tan yeni bir haber getirmiştir. Ve gelen haber açığa vurulunca anlaşılır ki, oradaki bayram Arş’a da aksetmiştir. Haber, Hz. Muhammed’in diliyle duyurulur: “Size müjdeler olsun ki, ben şu anda o kâfir ordusunun vurulup, cansız düşeceği yerleri görüyor gibiyim!”
Sadece birkaç gün vardır ve Bedir aslında çoktan kazanılmıştır.
Yola koyulurlar. Üç yüz on üç kişi için sadece iki at ve yetmiş deve vardır ve ashab onlara nöbetleşe binmektedir. Kurada Hz. Muhammed’e, Hz. Ali ve Mersed b. Ebu Mersed isimli bir sahabiyle aynı deve çıkar. Diğerleri gönüllü olarak haklarından vaz geçip, devenin sürekli Hz. Muhammed’de kalmasını isterler. O bunu kabul etmez: “Siz” der, “benden daha güçlü değilsiniz ve ben de sevap kazanmaya sizden daha az muhtaç değilim!” Böyle bir cevap karşısında, Hz. Ali bile ne yapabilir ki? Deveye eşit sürelerle binilir. Ve aslında Bedir, o an kazanılır.
İslam ordusu yolda ihtiyar bir bedevi ile karşılaşır. Ondan Mekke ordusu hakkında bilgi isterler. Fakat ihtiyar kendilerinin kim olduklarını söylemedikleri takdirde Müslümanlara bilgi vermeyi reddeder. Bu ise tehlikelidir. Hz. Muhammed ihtiyar bedeviye söz verir: “Önce sen bildiklerini anlat” der, “biz de sana kim olduğumuzu söyleyelim!” Ve bedeviden, Mekke ordusuyla ilgili çok önemli istihbarat elde ederler. Sıra kendi kimliklerini açıklamaya gelmiştir. Hz. Muhammed sözünde durur ama ordusunu tehlikeye atmaz: “Bizler su insanlarıyız!” der. İhtiyar şaşırır: “Irak suyu mu (Şattü’l-Arap)?” diye sorar. İslam ordusu tekrar yola çıkmıştır bile.
Yolda Mekke’den kaçıp gelmiş baba-oğul, iki yeni Müslümanla karşılaşırlar. Hikâyeleri ilginçtir. Gizlice kaçmaya çalışırlarken, putperestler tarafından yakalanmışlar ve hangi düşünceyle bilinmez, sonra da serbest bırakılmışlardır. Yalnız Mekke putperestleri onlardan bir konuda söz almıştır: Muhammed’in ordusuna katılmayacaklar ve kendilerine karşı savaşmayacaklardır. Oysa karşılarında savaşa yürüyen Peygamberlerini ve kardeşlerini görünce: “Ey ALLAH’ın Elçisi” derler, “putperestlere verilen sözün bir değeri mi olur?! Birer kılıç verin, biz de savaşalım!” Hz. Muhammed’in cevabı, Hz. Muhammed’lik bir cevaptır: “Bizim askere ihtiyacımız yok ama ALLAH’ın yardımına ihtiyacımız çok!” Ve o günden bize kadar herkese öğretir ki, İslam davasının ahlak dışına çıkmasını gerektirecek hiçbir geçerli mazeret yoktur, olamaz. O iki kişi Medine’ye gönderilir. Oysa düşman ordusu sayıca üç kat daha kalabalıktır. Ve Bedir savaşı aslında o an kazanılır.
Bedir’e yaklaşıldığı sırada bir esir ele geçirilir. Sorgulanır. Adam, Mekke ordusunda yer alan önde gelenleri sayınca, Hz. Muhammed tebessüm eder: “Mekke, ciğer parçalarını önünüze attı!” der.
Nihayet savaşın yapılacağı yere varırlar. Gece her iki ordu, birbirinden güvenli bir mesafede konaklar. Hava alışılmadık şekilde soğuktur. Yağmur yağar. Fakat yağmur müşriklerin bulunduğu yere çok yağmış ve toprağı çamurlaştırarak, özellikle süvarilerin hareketini zorlaştırmıştır. Müslümanların olduğu bölgeye ise az yağmış ve bu sayede, kumlu yumuşak olan zeminin katılaşması sağlanarak, üzerinde hareket imkânı kolaylaşmıştır. Böylece, İslam zaferinin maddi sebepleri yavaş yavaş oluşturulmaya başlanır.
Manevi sebepler de ihmal edilmez. Sahabe ordusu, çetin geçeceği belli olan ertesi güne iyi hazırlanabilmek için geceyi uyuyarak geçirirken, aralarında hiç uyumayan biri de vardır: Hz. Muhammed. O bütün geceyi bir ağacın altında ve gözyaşı içinde namaz kılıp, dua ederek geçirir. Dinlenmekte olan ashabına bekçilik eder. Rabbinden zafer ister. Ashabını o gün sabah namazına, Hz. Muhammed kaldırır.
O gün Ramazan ayının on yedinci günüdür. Ve çok ilginçtir… O gün, Hz. Muhammed’in Hira dağında rüyasında gördüğü ilk vahyin yıl dönümüdür. İslam o gün on beş yaşını doldurmakta, on altısına basmaktadır. Ve o gün Müslümanlara, Rableri tarafından çok hoş bir doğum günü armağanı hazırlanmıştır.
Ordu sabah erkenden savaş hazırlıklarına başlar. Bölükler ayrılarak, uygun görülen yerlere yerleştirilir. Bedir kuyularının ortada ve istediği zaman düşman tarafından kontrol altına alınabilecek şekilde sahipsiz bırakıldığını gören Medineli Hubab b. Münzir, saygılı bir tavırla, Hz. Muhammed’e sorar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Bu Rabbinin emri mi yoksa senin tedbirin mi?” Emir, eğer ALLAH’tan ise, Hubab “benim anlamadığım bir hikmeti vardır” deyip, susacaktır. Bu, İslami düşünce biçimine mükemmel bir örnektir. Hz. Muhammed: “Benim tedbirim!” der. Ve onun üzerine Hubab b. Münzir yapılanın yanlış olduğunu, doğrusunun nasıl olması gerektiğini ayrıntılı biçimde izah eder. Hz. Muhammed de hiçbir kompleks duymadan, onun söylediği değişikliği yapar. Ve Bedir savaşı aslında o an kazanılır.
Ordular karşılıklı saf düzenine girer. Hz. Muhammed Mekke ordusuna bakar ve: “Ey ALLAH’ım!” der, “İşte Kureyş! Bütün kibri ve çalımıyla geldi. Onlar Sana düşmanlık etmekte ve Senin Elçini yalanlamaktadır. ALLAH’ım! Biz Senden, onlara karşı bize söz verdiğin yardımını istiyoruz. Bu gün onları helak et!” Her iki taraf da birbirinin gözüne az gösterilir. Fakat tam savaş başlayıp saflar birbirine karışmak üzere iken, bu durum putperestler için değişecek, Müslümanlar kâfirlerin gözüne gerçekte olduklarından iki misli daha kalabalık gösterilip, moralleri sarsılacaktır.
Hz. Muhammed, elinde bir ok olduğu halde Müslüman saflarını düzenlemekte, ileri ya da geri çıkmış olan askerleri uyarmaktadır. Bunlardan biri de Medineli Sevad b. Gaziye’dir. Biraz ileri çıkmıştır. Hz. Muhammed, elindeki okla göğsüne dokunarak geri gitmesini söyler. Sevad denileni yapar ama: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Okla canımı acıttın, kısas isterim!”demeyi de ihmal etmez. İnsanların dehşetle büyüyen bakışları altında Hz. Muhammed, oku Sevad’ın eline tutuşturur: “Al kısasını!” der. Sevad’ın cevabı: “Ama o sırada benim göğsüm çıplaktı!” demek olur. Hz. Muhammed hiç ikiletmez sıyırır elbisesini, açar göğsünü. Sevad, sarılır göğsünden öper, koklar peygamberini: “Bağışla beni” der, “amacım, belki de dünyadaki son günüm olan bugünde sana sarılıp, kokunu içime çektikten sonra şehit olmaktı!” Hz. Muhammed, tebessüm eder, şefkatle bakar kendisine. Gaziye’nin oğlu Sevad, o gün şehid düşer.
Hz. Muhammed, ordusunun hemen arkasında, küçük bir tepeciğin üzerine kurulmuş komuta yerine çekilir. Savaşın başlamasına artık dakikalar kalmıştır. Ve o ellerini göğe kaldırmış, sürekli aynı duayı tekrarlamaktadır: “ALLAH’ım! Bu gün bu ordu burada yenilirse artık yeryüzünde Sana iman eden hiç kimse kalmayacak!” Bu arada yaşlar sürekli yanaklarından aşağı süzülmektedir. Kaçıncı tekrardan sonra bilinmez, yine melekler ordusunun başkomutanı Hz. Cebrail, bütün alemlerin efendisinin karşısında belirir: “Sevin Ey ALLAH’ın Elçisi!” der, “Zafer sizin!” Henüz Bedir savaşı başlamamıştır. Ve Bedir savaşı aslında o an, başlamadan kazanılmıştır.
Artık arkası kolay gelir.
iblis, gökten meleklerin saf saf inmeye başladığını görür. Ve kuvveti tabana verir. Beraberinde bulunan Mekkeliler, arkasından seslenir: “Neden kaçıyorsun, sonuna kadar bizimle değil miydin?” derler. Cevabı: “Sizler benim gördüklerimi görmüyorsunuz!” olur. Bu olay Kur’an’da da kendisine yer bulur: “Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel göstermiş ve : ‘Bugün sizi yenecek hiçbir insan (topluluğu) yoktur. Ben de kesin olarak sizin yanınızdayım!’ demişti. Fakat iki ordu birbirine görününce, iki topuğu üzerine dönüp: ‘Ben sizden uzağım. Ben sizin göremediklerinizi (melekler) görüyorum. Ben ALLAH’tan korkarım. Çünkü ALLAH’ın cezası çok çetindir.’ demişti.” (8/Enfal:48)
O dönemin savaş adetlerinden biridir. Asıl çarpışma başlamadan önce düello yapılır. Mekke ordusu, en asil ailelere mensup üç kişi çıkartır. Müslümanlardan ilk olarak üç Medineli çıkar. Mekke’nin kibirli putperestleri rakiplerini küçük görür: “Siz zavallı çiftçilersiniz” derler,“kanınızla elimizi kirletemeyiz. Muhammed’e söyleyin, bize denk rakipler göndersin!”Bunun üzerine Hz. Muhammed, biri amcası ikisi de amcaoğlu olmak üzere, en yakınlarından üç kişi çıkartır. Mekkelilerin üçü de arzu ettikleri gibi soylu! Müslüman kılıçlarının altında can verir. Müslümanlardan biri şehid olur.
Ve savaş başlar. Hz. Muhammed, yerden bir avuç kum alıp, putperestlere doğru savurur:“Yüzleri kara olsun!” der. Dua eder: “ALLAH’ım! Onların kalplerine korku doldur. Ayaklarını tutmaz kıl!” Sonra kendi ordusuna döner: “Hep birlikte hücum!” emrini verir. Müslüman ordusu çok kısa bir süre içinde üstünlük sağlar. İnisiyatifi eline alır. Savaş naraları “Ehad, Ehad”tır. Yani “ALLAH Tek”. Ehad haykırışı, Hz. Bilal’in Mekke senelerinde, kendisine yapılan dayanılmaz işkenceler karşısındaki biricik sığınağı olmuştu ve şimdi ödeşme vaktidir. Öğle olmadan çarpışmanın kaderi belli olmuş, İslam ilk zaferini kazanmıştır. Savaşın devamı boyunca Hz. Muhammed, secdede: “Ya Hayyu ya Kayyum!”der.
Ebu Cehil de öldürülenler arasındadır. Hem de “çiftçi parçası” deyip beğenmedikleri Medinelilerden iki genç tarafından… Son sözü başını kesmek üzere göğsüne oturmuş olan mücahide: “Bugün devran kimindir?” diye sormak olur. Ve aldığı cevapla Ebu Cehil, ölmeden önce ölür: “Bugün devran ALLAH ile Rasulünün’dür!” Ebu Cehil’in kendi kılıcıyla kesilmiş başını getirip, Hz. Muhammed’in ayaklarına atarlar. O: “ALLAHu Ekber!” diyerek beş kez şükür secdesine kapanır: “Hamdolsun O ALLAH’a ki, sözünü yerine getirdi, kuluna yardım etti. Düşman topluluklarını tek başına bozguna uğrattı.” Ve Ebu Cehil’in yerde, toza toprağa bulanmış olarak yatan kellesine dönerek, ekler: “Bu, bu ümmetin firavunu idi!”
Mekke senelerinde, Hz. Muhammed’in isim isim saydığı yedi kişinin tamamı da dâhil olmak üzere, Kureyş’in seçkinlerinden yirmi dört tanesinin cesetleri, sürüklenerek bir kuyuya atılır. Bunlar, bir zamanlar Ukbe b. Ebu Muayt’ın, secdedeyken Hz. Muhammed’in başına deve işkembesini geçirip, onu boğmaya kalkışmasını kahkahalarla gülerek seyretmiş olanlardır. Ve hepsi kuyuda yatarken Hz. Muhammed başlarına gelir, konuşur: “Biz, Rabbimizin bize söz verdiği zaferi bugün, bu meydanda bir gerçek olarak gördük. Şimdi siz, Rabbinizin size söz verdiği Cehennem’i bir gerçek olarak yaşıyor musunuz?” Hz. Muhammed’in kastettiği söz daha Mekke’deyken ve ayet indirilerek verilmiş ve o gün de gereği yerine getirilmiş olan sözdür: “Yakında o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaktır.” (54/Kamer:45)
Aslında o gün Kur’an’ın hiç değişmeyecek bir hükmü, bir kez daha kendisini ispatlamıştır:“O kâfirler kendilerine mühlet vermemizin, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Onlara sadece günahlarını arttırsınlar diye mühlet veriyoruz. Onlar için zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (3/Al-i İmran:178)
Bedir günü melekler için de özel bir gün olur. Önce üç bin ve sonra iki bin olmak üzere tam beş bin melekle, gökler ötesinden Müslümanlara yardım edilir. Tarihte ilk ve son kez melekler doğrudan savaşır, düşman öldürürler. Kâfirlerden ya da Müslümanlardan birçok insan onları, kır atlara binmiş süvariler olarak gökyüzünden Bedir sahrasına doğru akarken görür. Hz. Ali bunlardan biridir: “Ben henüz savaş başlamak üzereyken, Bedir kuyusundan su çekiyordum ki, benzeri görülmemiş üç rüzgâr esti. Birincisi Cebrail idi, bin melekle ALLAH’ın Elçisi’nin yanına geldi. İkincisi, Mikail idi, bin melekle onun sağına indi. Ve üçüncüsü İsrafil idi, o da bin melekle soluna indi.”
Melekler varlıklarını putperestlere de hissettirirler. Onların melekleri algılayışı, madeni kapların içine düşen ufak ve sert taşların çıkardıkları sesler gibidir. Sesler hızla gökten yere doğru yaklaşmaktadır. Ve çok kısa bir sürede şiddetlenerek, önden, arkadan, yandan, dört bir yandan putperestleri kuşatır. Aralarında daha savaş başlamadan korkudan kalp krizi geçirip ölenler olur.
Hz. Muhammed, ileride bir gün Cebrail’e: “Bedir günü meleklerden ‘ilerle Hayzum’ diyen kimdi?” diye sorar. Cebrail’in cevabı: “Ben semadakilerin hepsini tanımıyorum ki!” olur.Meleklerin belirtileri, bir ucu sırtlarına doğru atılmış olan beyaz sarıktır. Onlar tarafından öldürülen putperestlerin başı, görünüşte, kendiliğinden kopmakta, darbe indiği sırada boyunlarından bir ateş çıkmakta ve kesilen yerde de ateşle dağlanmış gibi bir iz kalmaktadır.
Sonraki çağlardan bir tefsir alimi, Al-i İmran Suresi’nde bu olayın anlatıldığı 124-126. ayetlerin tefsirini yaparken: “O meleklerden bir tanesinin bir tek tüyü bile dünyayı alt-üst etmeye yeterken, niçin ALLAH beş bin tane gönderdi?” diye soracak ve cevabı da kendi verecektir: “Müslüman kulların ALLAH katındaki değeri bilinsin ve onlara şan olsun diye!”
Savaş bittikten sonra Hz. Cebrail, atının üzerinde zırha bürünmüş ve elinde de bir mızrak olduğu halde Hz. Muhammed’in karşısına dikilir: “Ey Muhammed!” der, “Rabbin olan ALLAH bana emretti ki, sen razı oluncaya kadar yanından ayrılmayalım. Bu gün bizden razı oldun mu?” Hz. Muhammed: “Evet, razı oldum!” buyurur. Melekler ordusu, başlarında Hz. Cebrail olduğu halde Bedir sahrasını terk eder.
Bedir’in üzerinden seneler geçecek ve bir gün Hz. Muhammed vahiy dostu Hz. Cebrail ile söyleşirken Cebrail, kendisine soracaktır: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Sizin aranızda en değerli ve en üstün olanlarınız kimlerdir?” “Bedir’e katılmış olanlar!” “ALLAH’a yemin olsun ki, meleklerin arasında da öyledir!”
Bedir sahrasında daha üç gün kalınır ve sonra Medine’ye doğru yola çıkılır. Artık bütün Arabistan çölü, Müslümanların sadece haklı değil, aynı zamanda güçlü de olduğunu görmüştür.
Dönüş sırasında bir gece mola yerinde, esirlerden Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın, elleri bağlı olduğu için sürekli inlediği duyulur. Onun sesi Hz. Muhammed’i de uyutmaz. Durumun farkına varan sahabiler, Abbas’ın ellerini çözer ve bunun üzerine Hz. Muhammed emir verir, bütün esirlerin elleri çözülür. İslam’ın şefkatinin bir göz boyama taktiği değil, art niyetsiz bir gerçek olduğu, esirlerin hepsine yaşatarak gösterilir. Öyle ki, sahabiler hurma yemeye razı olur fakat esirlerini ekmekle besler, Medine yolunda kendileri yayan yürür, fakat yetmiş esirin hepsi de bineğe bindirilir.
Medine’de bir bayram havası vardır. Ama Hz. Muhammed, bu sevince katılamaz, birkaç gün önce kızı ve Hz. Osman’ın eşi olan Hz. Rukiyye vefat etmiştir. Bu da bir hikmettir. ALLAH, çok sevdiklerinin, bu dünyada eksiksiz bir sevinç yaşamasına razı değildir. Bu, onlar için ahirete bırakılmış bir imtiyazdır.
Mekkeli esirler fidye karşılığında serbest bırakılmaya başlanır. Parası olmayanların özgürlük bedeli ise on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmektir. Fidye ödeyecek olanlardan biri de Hz. Muhammed’in damadı Ebu’l-As’tır. Kızı Zeyneb’in kocası... Ebu’l-As, İslam’ın ilk senelerinde, Mekkeli putperestlerin Hz. Muhammed’in kızı olduğundan ötürü eşi Hz. Zeyneb’i boşaması için yaptıkları ağır baskılara göğüs germiş, her şeye rağmen Zeyneb’e sevgisini ve bağlılığını koruyup, göstermiştir. Ve şimdi ödeşme zamanıdır. Ebu’l-As’ın fidyesini Mekke’den Hz. Zeyneb gönderir. Fidye, bir gerdanlıktır. Hz. Hadice’nin gerdanlığı… Evlenirken, büyük kızı Zeyneb’in boynuna düğün hediyesi olarak onun tarafından takılmıştır. Gerdanlığı eline alınca Hz. Muhammed’in gözleri buğulanır. Hadice’yi hatırlar. Ve kim bilir Hadice’yle birlikte ona ait daha neleri… Gerdanlık elinde, fısıldadığı duyulur:“Bu, Hadice’nin idi!” Çevresinde bulunan arkadaşlarına yavaşça: “Ebu’l-As’ı da” der,“karşılıksız bıraksak!” Durumu anlayan ashab ikiletmez bile: “Ey ALLAH’ın Elçisi!” derler,“Siz nasıl emrederseniz!” Gerdanlık Ebu’l-As’la beraber Zeyneb’e iade edilir.
Ve Bedir’in haberi Mekke’ye de ulaşmıştır. Her eve ateş düşmüş gibi olur. Önceleri duyduklarına inanamazlar. Hz. Muhammed’in İslam düşmanı amcası Ebu Leheb, savaşı anlatan görgü şahidi bir köleyi: “Yalan söylüyorsun!” diyerek dövmeye kalkışır. Köle, bu arada gizlice Müslüman olmuş bulunan bir diğer amca, Hz. Abbas’a aittir. Hz. Abbas’ın eşi Ümmü Fadl durumu görünce: “Efendisi olmayan bir köleyi dövmeye utanmıyor musun!”der ve Ebu Leheb’in başına bir kalas indirir. Ümmü Fadl da Mekke’nin yeni ve gizli Müslümanlarındandır. Ebu Leheb’in kafası yarılır, mikrop kapar. Birkaç gün korkunç bir ateş ve acılar içinde kıvranır, sonra o da Bedir kuyusunda yatmakta olan yoldaşlarına katılır. Vücudundan yayılan koku nedeniyle, oğulları bile yanına yaklaşamaz. Cesedini yıkamak niyetine uzaktan biraz su serperler. Ağaç kütükleriyle ite ite Mekke’nin dışına çıkartıp, üzerini taşlarla örterler. ALLAH, Bedir’de başlattığı temizliği Mekke’de tamamlar. Hz. Muhammed’i defalarca taş yağmuruna tutup: “Ellerin kurusun!” diye beddua eden, bir taş yığınının altında kurur kalır.
Uhud'a Giden Yol
Başta Ebu Süfyan olmak üzere birçok Mekkeli, intikamları alınıncaya kadar yıkanmamaya ve eşlerine yaklaşmamaya yemin eder. Hırs ve kinle gözleri dönmüş olarak yeni bir savaşın hazırlıklarına girişirler. İlk hareketler, Medine çevresine düzenlenen vur-kaç saldırılarıdır. Fakat hepsi Müslümanlar tarafından püskürtülür.
Bu arada Medine’deki yahudi kabilelerinden Kaynukaoğulları şehirden sürülür. yahudi bir kuyumcudan alışveriş etmekte olan Müslüman bir kadına, Kaynukaoğulları’na mensup bazı yahudi serseriler tarafından sarkıntılık edilmesi üzerine kavga çıkar. Her iki taraftan da ölenler olur. yahudiler özür dilemez, geri adım atmaz ve Medine’den sürgün edilirler. Şimdi geride, iki yahudi kabilesi daha kalmıştır. Onlar da kendi vakitlerini beklemeye başlar.
Bedir’le Uhud arasında yaşanan olaylardan biri de Hz. Ali-Hz. Fatıma evliliğidir. Hiçbir maddi birikimi olmayan Hz. Ali, zırhını Hz. Osman’a 480 dirheme satar ve bu parayla evlenir. Zırh, birkaç gün sonra Hz. Osman tarafından kendisine düğün hediyesi olarak iade edilecektir. Hz. Fatıma’nın çeyizi de Hz. Ali’nin zırh parasına denk bir şeydir: Bütün vücutlarını örtmeye yetmeyen kısa bir yorgan, beş yastık, içleri ot dolu iki döşek, bir koç postu, hurma lifinden örülmüş bir yatak, bir su tulumu, iki toprak çanak, bir deri su bardağı, bir elek, iki el değirmeni ve iki kat elbise. Peygamberleri, düğün gecesi kendilerine: “ALLAH ikinizi hayırda birleştirsin!” diye dua eder. Altı ay boyunca onun tarafından uyandırılıp, sabah namazına davet edilirler. Davet, her sabah kapılarında Hz. Muhammed tarafından: “Ey Muhammed’in ev halkı! Haydi, namaza!” seslenişini takip eden, “Ey Ehl-i Beyt! (Peygamberin ev halkı) ALLAH sizden kusuru gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (33/Ahzab:33) ayeti okunarak yapılır.
Ve zekât, Bedir-Uhud arası dönemde farz kılınır.
yahudi savaş kışkırtıcılarından Ka’b b. Eşref öldürülür. Ka’b, Kur’an’ın haklarında: “Onlar, (münafıklar) Mü’minlerle karşılaştıkları zaman: ‘Biz de iman ettik.’ derler. Fakat şeytanlarıyla (Ka’b b. Eşref gibiler) başbaşa kaldıklarında: ‘Emin olun biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyoruz.’ derler.” (2/Bakara:14) dediği kişilerdendir. Yani insan kılığında bir şeytan. Birkaç Medineli Müslüman, bir gece yarısı defterini dürüverir.
Hz. Ali-Hz. Fatıma çiftinin ilk çocukları Hz. Hasan dünyaya gelir. Babası ona “Harb” (Savaş) ismini koyar, dedesi bu ismi beğenmez, değiştirir: “Hasan (Güzelcik) olsun!” der. Hasan’ın başı ve göğsü tıpkı dedesi gibidir. Annesi, Hasan’ı: “Ali’ye değil, Peygambere benzeyen yavru!” diyerek sever. Dedesi, bir sene sonra dünyaya gelecek olan kardeşi Hüseyin ile Hasan’ı dizlerine oturtup: “ALLAH’ım! Ben onları seviyorum, Sen de sev! Onları sevenleri de sev! Onlar benim dünyada öpüp kokladığım iki reyhanımdır!” diyerek sevecek, dua edecektir.
Zaman, Hicret’in üçüncü senesinin Şevval ayıdır ve zaman Uhud zamanıdır.
Uhud
Uhud bir dağdır. Medine’nin kuzeyinde… Rengi kırmızımsı, Medine’ye uzaklığı beş km. kadar… Mutluluk Çağı’nın en acılı günlerinden, en ağır sınavlarından birine şahit olmuş bir dağdır Uhud…
Bedir’de Müslümanların elinden kurtulan kervanın bütünü, Uhud savaşı için harcanır. Tam elli bin dinar. Bin kişi Mekke’den çıkar. İki bin kişi de Arap çölünden paralı asker olarak toplanır. Ve üç bin kişilik bir ordu düzülür. En iyi şekilde silahlandırılır. Hepsi bindirilmiş durumdadır. Üç bin kişilik orduda üç binden fazla deve, iki yüz de at vardır. Kur’an, bu gayretlere: “Kâfirler, mallarını, insanları ALLAH yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu, onlar için bir yürek acısı olacak ve yenilgiye uğrayacaklardır. Kâfirler Cehennem’e toplanacaklardır.” (8/Enfal:36) ayetleriyle yer verir.
Ve sürekli birbirlerini Müslümanlara karşı kışkırtırlar. Mızrak atmadaki ustalığıyla ünlü zenci köle Vahşi, Bedir’de Mekke’nin önde gelenlerini kırıp geçirmiş olan Hz. Hamza’yı öldürme karşılığında, azad edilme garantisi alır. Ebu Cehil’in ölümünden beri Mekke’nin efendisi durumunda olan Ebu Süfyan’ın karısı Hind ise Vahşi ile her karşılaştığında: “Ey Vahşi! Şifa ver şifalan!” der. Kışkırtılan Vahşi, şifa Hz. Hamza’nın katlidir.
Bedir sonrası gizlice Müslüman olan Hz. Abbas, Mekke’de Hz. Muhammed’in casusluğunu yapar. Medine’nin olup bitenlerden zamanında haberdar olmasını sağlayıp, baskına uğramalarına engel olur. Hz. Muhammed, onun bu gayretlerini: “Sen bulunduğun yerde daha güzel cihad etmektesin. Senin Mekke’de oturman daha hayırlıdır!” diyerek takdir eder. Stratejik hizmetlerin ne kadar önemli olduğuna, bütün ümmetinin dikkatini çeker.
Mekke’den Medine’ye doğru harekete geçen putperest ordusu, yolda, Hz. Muhammed’in annesinin mezarını açıp, kemiklerini parçalamaya kalkışır. Başı çeken Hind’dir. O da başka kadınlarla birlikte Mekke ordusundadır. Son anda bazı yaşlılar, bu girişime engel olur:“Araplar arasında kötü bir adet başlatmayalım!” derler. Mekke ordusu işte böyle bir “ordu”dur.
Müslümanlar da Medine’de hazırlanmaktadır. O günlerde Hz. Muhammed bir rüya görür:“ALLAH’a yemin olsun ki,” der, “ben hayırlı bir rüya gördüm. Bir sığır boğazlanmıştı. Kılıcımın ağzı kırılmıştı ve ben elimi bir zırhın içine sokmuştum.” Ve rüyayı tabir eder:“Sığırın boğazlanması, ashabımdan bazılarının şehid olacaklarına; kılıcımın kırılması, yakınlarımdan birinin de şehid olacağına, zırh ise Medine’ye işarettir.” Gelen putperest ordusuna karşı Medine’de kalıp, savunma savaşı yapmayı teklif eder.
Fakat teklif Müslüman gençlerden destek görmez. Onların deli akan kanları, savaş meydanında yüz yüze, kılıç kılıca yapılacak bir hesaplaşmadan yanadır. Ateşlerini ancak böyle bir çatışma söndürebilecektir. Hz. Hamza’nın da aralarında bulunduğu birçok Müslüman, ALLAH’tan sadece şehitlik istediklerini, şehirde yapılacak bir savunma savaşında ise bunun çok zayıf bir ihtimal olacağını söyleyip, Hz. Muhammed’den bu isteklerine engel olmamasını rica ederler. O da bu isteklerin hem niteliği hem de niceliği karşısında ısrar etmez, teklifini geri alır. Evine girip zırhını kuşanır. Bu arada Müslümanların önde gelenleri, gençleri ve heyecanlı savaşçıları kınar, yanlışlarını yüzlerine vurur: “O, arzusuna göre konuşmuyor.” (53/Necm:3) ayetini okurlar. Herkes pişmandır. Ve evinden zırhını kuşanmış olarak çıkan Hz. Muhammed’den özür dileyip, kayıtsız şartsız kendisinin emrine tabi olduklarını söylerler. Fakat artık çok geçtir. Hz. Muhammed’in cevabı bir Mü’min ve hele bir peygamber için onur ve istikrarın ne denli önemli olduğuna dikkat çeker: “Bir peygamber zırhını giyindikten sonra, ALLAH, düşmanlarıyla onun arasında hükmünü vermedikçe, o zırhı sırtından çıkartmaz. Bundan sonrasında ben size ne söylersem, onu yapmaya çalışın ve şimdi ALLAH’ın ismiyle yürüyün. Sabredip, direnirseniz ALLAH’ın yardımı sizinledir.”
İslam ordusu bin kişiden ibarettir. Yani Bedir’deki üçte birlik oran yine korunmuştur. Yaşları küçük olanlar, Medine’deki kadınları ve çocukları korumak üzere yoldan geri çevrilir. Ordu, Uhud dağının önündeki ovada mevzilenip, putperestleri beklemeye koyulur.
Ve savaştan önce hiç hesapta olmayan bir sınav yaşanır. Başlarını Abdullah b. Ubeyy’in çektiği münafıklar: “Ey insanlar! Biz burada kendimizi niçin öldürteceğiz?” diyerek geri döner. Sayıları üç yüz civarındadır. Şimdi İslam ordusu gerçekten “İslam ordusu” olmuş ve yedi yüz kişi kalmıştır. ALLAH o pisliklerin Uhud gibi bir onura ortak olmasına razı gelmemiştir. Sayılarının iyice azaldığını gören bazı sahabiler Hz. Muhammed’e, müttefik yahudi kabilelerinden yardım istemeyi teklif eder. O: “Bizim onlara ihtiyacımız yok!”diyerek teklifi reddeder. Bir pisliğin açığı, başka bir pislikle kapatılmayacaktır.
Hz. Muhammed ordusunu savaş düzenine sokar, son emirlerini verir: “Hiç kimse benden savaş emri almadıkça harekete geçmesin!” Elli kişilik bir okçu birliğini ayırıp, ordunun gerisinde bulunan Ayneyn tepesine yerleştirir: “Benden emir almadıkça” der, “bizim düşmanı tamamen yenip, ganimetlerini topladığımızı ya da yenilip, cenazelerimizin kuşlar tarafından parçalandığını görseniz bile, bu tepeyi terk etmeyeceksiniz!” Amaç arkadan kuşatılmayı önlemektir. Ve ALLAH’ın takdiri, savaşın kaderi bu tepede belli olacaktır.
Müslümanların Uhud’taki parolası “Emit! Emit! (Öldür! Öldür!)” tir.
Savaş, aynen Bedir’de olduğu gibi sabahın erken saatlerinde başlar ve kısa bir sürede Müslümanların lehine döner. Yedi yüz kişi, üç bin kişiyi dağıtmış ve kovalamaya başlamıştır. Putperest sancaktarları arka arkaya öldürülmektedir. Halid b. Velid komutasındaki süvariler, defalarca Müslümanları arkadan çevirmeye teşebbüs etmiş ve her defasında Hz. Muhammed’in Ayneyn tepesine yerleştirdiği elli okçu tarafından püskürtülmüştür.
Bu arada Müslümanların arasında bulunan İran kökenli bir sahabi dövüşürken: “Al bunu da ben Farslı köleden!” der ve bunu duyan Hz. Muhammed tarafından uyarılır: “Sen Farslı demesen de Ensar desen olmaz mı?!” Hz. Muhammed, Müslümanların İslami olmayan değerlerle övünmelerine savaş meydanında bile izin vermemektedir. Hele bunlar ırkçılık kokan şeyler olursa…
Mekke ordusunun geri çekilişi kısa sürede bir bozguna dönüşür. Kadını ve erkeğiyle, o üç bin kişilik ordu, can havliyle kaçmaya başlar. Medineli Müslümanlarından Bera b. Azib o anları:“ALLAH’a yemin olsun ki, putperest kadınları elbiselerini toplamışlar, bacaklarındaki halhalları, baldırları görünerek son hızla koşuşuyorlardı.” diyerek anlatacaktır.
Müslümanlar “artık zafer kazanıldı” düşüncesine kapılır. Birçok insan bozulmuş düşmanı takip etmeyi bırakarak, ganimetleri toplamaya başlar. Ayneyn tepesindeki okçuların büyük kısmı da kendilerine yapılan uyarıları unutmuş ve görev yerlerini terk ederek, ovaya ganimet toplayanların arasına inmiştir. Bu gaflet, Mekke süvari birliğinin komutanı ve bir savaş dehası olan Halid b. Velid’e, beklediği fırsatı verir. Ve İslam ordusu arkadan çevrilir. Dakikalar içinde savaşın kaderi tersine döner. ALLAH’ın takdiri yerini bulur. Ganimet için savaş düzenini terk etmiş bulunan Müslümanların, Halid b. Velid komutasındaki süvariler tarafından arkadan kuşatıldığının farkına varan Mekke ordusunun ana kütlesi de kaçışmayı bırakır ve geri dönüp Müslümanları iki ateş arasına alır.
Hz. Hamza, planlandığı üzere Vahşi tarafından mızraklanarak şehid edilir. Kısa sürede onlarca Müslüman Hz. Hamza’yı takip eder.
Hz. Muhammed dağılmakta olan ordusunu: “ALLAH’ın kulları bana gelin! ALLAH’ın kulları bana gelin!” diyerek kendi etrafında toplanmaya çağırır. Ve kendisine katılanlarla birlikte Uhud dağının eteklerine doğru geri çekilir. Uhud savaşının en sıkıntılı dakikaları işte o anlar olur. Artık putperestlerin hedefi doğrudan Hz. Muhammed’in kendisidir.
Ve onun etrafında canlı kalkan olan bir avuç Müslümanın fedakârlıkları, Uhud savaşını bir destan haline dönüştürecektir.
Tam o sıralarda bir de “Hz. Muhammed öldürüldü” dedikodusu çıkar ve bu Müslümanlar için sınav içinde sınav olur. Sa’d b. Rebi, bu iddia karşısında: “Ben Muhammed’in Rabbi tarafından verilen elçilik görevini yaptığına şehadet ederim.” der ve ekler, “Eğer Muhammed öldürülmüşse, ALLAH Hayy ve Layemut’tur, ölümsüzdür.” Sonra Uhud’un bir köşesinde toprağa düşer. Ağır yaralıdır. Son sözlerini arkadaşı Muhammed b. Mesleme’ye fısıldar: “ALLAH’ın Elçisine selamımı söyle! Ve ona ölmeden önce Cennet’in kokusunu aldığımı söyle. Arkadaşlarımıza da de ki, kirpiklerinizi açıp kapatacak kadar gücünüz olduğu halde ALLAH’ın Elçisine sahip çıkmaz, onu korumazsanız, yarın ahirette ALLAH’a verecek bir cevabınız da olmaz!” Ve sonra Sa’d, ALLAH’a yürür.
Enes b. Nadr, Hz. Muhammed’in şehid edildiğini duyunca, geri çekilmekte olan Müslümanlara seslenir: “Onun yaşamadığı bir dünyada yaşayıp da ne yapacaksınız?!”Ardından kılıcının kınını kırar ki bu davranış, ölme kararlılığını dile getirmektedir ve tek başına Mekke ordusunun içine dalar. Bu sırada o da Sa’d gibi: “ALLAH’a yemin olsun ki ben, şu anda Uhud dağının ötesinden, Cennet’in kokusunu alıyorum!” der. Akşam Medine’ye getirilen cenazesi, saatler sonra kız kardeşi tarafından ve ancak tırnaklarındaki kına sayesinde teşhis edilebilir. Enes’in yüzünde ve vücudunda seksenden fazla yara vardır.
Hz. Ömer ve kardeşi Zeyd, ellerindeki tek zırhı birbirlerine giydirebilmek için karşılıklı yemin ederler. Her ikisinin de amacı şehid olabilmektir. Çünkü artık Hz. Muhammed’in yaşamadığı bir dünyada, onlar da yaşamak istemezler.
O gün, Mekke ordusu tarafından Uhud eteklerindeki, Hz. Muhammed’e doğru yağdırılan oklar karşısında, onlarca sahabi kendisini canlı kalkan yapar. Bunlardan biri Sehl b. Huneyf’tir. Sehl, bir ara o ok yağmuru karşısında pasif canlı kalkan olmanın da yetersiz kaldığını görür ve bir hile düşünür. Çok daha net bir hedef oluşturacağı bir kayanın üzerine fırlayarak, avazı çıktığı kadar bağırır: “Oklarınızı kayanın üstündekine atın!” O kargaşada, bunun kendi taraflarından verilen bir emir olduğunu zanneden bütün putperest okçuları, Sehl’i nişan alır. Birkaç dakika içinde vücuduna saplanan oklardan Sehl’in elbisesi görünmez hale gelir. Sehl, şehid düşer, peygamberi kurtulur.
Erkeklerin yetmediği yerde bir hanım sahabi, Nesibe de kalkan olur. Bir kılıç darbesi kolunu omuzundan kopartacak hale getirir. Nesibe’nin o haline bakan Hz. Muhammed, ALLAH’a dua eder: “ALLAH’ım! Beni Nesibe’den ve onun ailesinden ayırma!”
İki ok Hz. Muhammed’in yüzünü koruyan demir miğferin halkalarına çarpar. Kırılan halkalar, diş etine saplanır. Yüzünden oluk oluk kan akmaya başlar. Bu görüntüyü yüreği kaldırmayan Ebu Ubeyde b. Cerrah halkaları çıkarmaya çalışır. Eliyle asıldığı taktirde peygamberinin canının çok acıyacağını anlayınca da usul usul çıkartabilmek için dişleriyle çeker. Başarılı olur ama bu arada iki ön dişini de kaybeder. Ve ondan sonra ölünceye kadar konuşması biraz tuhaflaşır. Ön dişleri olmadığı için bol bol “S” sesi çıkarır. Bu hali insanların tebessüm etmelerine sebep olur. Ve muhtemeldir bu durum, ALLAH’ın daha çok hoşuna gider. Tıpkı iftar zamanı, oruçlu Müslümanın ağız kokusunun daha çok hoşuna gitmesi gibi.
O günün canlı kalkanlarından on kişi şehid düşer. Bunlardan biri de Ziyad b. Seken’dir. Ziyad’ın ölüm derecesinde yaralandığını gören Hz. Muhammed: “Onu yanıma getirin!” der. Ve ayağını, başına yastık yapar. İkisi de gözlerini birbirine diker. Hz. Muhammed bir yandan Ziyad’ın kanlı başını okşar, bir yandan da ağlar. Ziyad, peygamberinin yüzünü okşayan elini öpüp koklarken ALLAH’a yürür.
Uhud’da canlı kalkan olanların zirvesini Mus’ab b. Umeyr oluşturur. Uhud dağı eteğinde, Hz. Muhammed’e giden bir patikanın başını tutmuş olan Mus’ab’ın karşısına, İbn Kamia isminde bir insan azmanı dikilir. Önce kıyasıya vuruşurlar. Senelerdir bir deri bir kemik olan Mus’ab, sonunda yorulur, güçten düşer. İbn Kamia’nın omuzuna indirdiği hamleyi karşılayamaz ve kolunu kaybeder. Kılıcı yere atar, sancağı yakalar. Az sonra aynı şey diğer kolunun da başını gelir. Kolsuz kalmış olan Mus’ab, peygamberinin eliyle bağlanıp ona teslim edilmiş olan sancağı düşürmemek için bacaklarıyla tutmaya çalışırken, istemeden başını öne doğru uzatmış bulunur. Adeta “bir bu kaldı bunu da al!” der gibidir. Ve İbn Kamia’nın kılıcı, bu kez de boynuna iner. Mus’ab, iki kol, bir baş ve bir gövde halinde dörde ayrılmış olarak Uhud toprağına düşer. Akşamüstü Hz. Muhammed savaş meydanını gezerken, Mus’ab’ın toprağa gömülmüş olan başını işaret ederek, yanındakilere sorar: “Mus’ab niçin başını toprağa gömmüş biliyor musunuz?” “ALLAH ve ALLAH’ın Rasulü bilir!” “İki sebepten: Bir, o bana gelen yolda son koruyucuydu ve kendisi de aşılınca, benim başıma bir şey gelebileceğini düşündü, o olayı görmemek için yüzünü toprağa gömmek istedi. İki, dünyadan ayrılıp ALLAH’ın huzuruna vardığında, Alemlerin Rabbi kendisine: ‘Ey Mus’ab! Muhammed’i kime bıraktın da geldin?’ derse, verecek bir cevabı olmadığı için mahcubiyetinden yüzünü saklamak istedi.” Kahramanlık kavramını anlamsızlaştıran Mus’ab için, gömülürken bütün vücudunu örtecek bir kefen bile bulamazlar. Kendi elbisesiyle kefenlenir. O da ancak vücudunun yarısını örter. Açık kalan yerleri “ızhır” otuyla kapatırlar. ALLAH davası yolunda çöle düşen Mus’ab’a, aynı çölün otu kefen olur.
O gün, Hz. Muhammed sevgisinde, Mus’ab’ın derecesini yakalamış bir kadın sahabi de vardır: Sümeyra. Sabah ordu Medine’den ayrılırken, o orduda asker olan beş en yakın erkeğin tek tek karşılarına geçmiş ve hepsine de aynı nasihati etmiştir. Bunlar, babası, kocası, ağabeyi ve iki oğludur. Demiştir ki onlara Medine’li Sümeyra: “ALLAH korusun, bugün Hz. Muhammed’e bir şey olursa, sen sakın canlı olarak Medine’ye dönme! Eğer dönersen…” Hepsine de tek tek der ki: “Artık senin bir kızın yok… Artık senin bir eşin yok… Artık senin bir bacın yok… Ve artık senin bir anan yok!” Ve sonraki saatlerde o yalan haber Medine’ye de varır: Hz. Muhammed şehit oldu! Ne yapacağını bilemez Sümeyra… Beş kilometreyi deli gibi koşar, Uhud ovasına dalar. Haykırışları çölün göğünü yırtar: “Muhammed nerede? Ona ne oldu?” Savaş bitmiş, Mekke ordusu uzaklaşmıştır. Sümeyra’yı tanıyan sahabiler kendisine bir cenaze gösterir: “Sümeyra! Bak baban!” derler. Onun cevabı: “Muhammed nerede?” olur. Kaderin cilvesi o gün Sümeyra’nın beş erkeği de Hz. Muhammed’in davasının haklılığının somut birer delili olarak cansız, Uhud toprağında yatmaktadır. Ve o gün Sümeyra, kendisine her: “Sümeyra bak!...” seslenişini aynı cevapla karşılamıştır: “Muhammed nerede? Ona ne oldu?” Sonunda Uhud dağının eteklerinde yaralı ama sağ, peygamberinin dizlerine kapanıp da o haberin bir yalan olduğunu anladığı zaman ağzından dökülenler, Sümeyra’ya Mus’ab rütbesi kazandırır: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Değil mi ki sen sağsın artık bütün acılar hafif kalır!”
Canlı kalkanlar Hz. Muhammed’i ölümden korur fakat yaralanmaktan kurtaramaz. Yanağı ve damağı yarılır. Yüzü, vücudu kan içinde kalır. O durumdayken kendisine: “Sana bunları yapanlara beddua et!” diyen sahabilerini dinlemez: “ALLAH’ım bana bunları yapanları affet çünkü bilmiyorlar!” diye dua eder. Aynı sırada elleriyle de kanını vücuduna sürer, yere damlamasına engel olur. Çünkü ALLAH’ın kanunudur, bir toplum kendilerine rahmet olarak gönderilen peygamberi, kanı toprağa damlayacak ölçüde yaralar ise kendilerine mehil verilmez; o anda ve toptan yok edilir. Kızı Hz. Fatıma bir hasırı yakar ve külünü yaraya bastırarak kanı durdurur. O gün Hz. Muhammed’in üzerine yetmişten fazla kılıç savrulmuştur.
Savaş meydanını ellerine geçiren putperestler, Müslümanların cenazelerine “müsle” yapar. Yani iç organlarını kesip çıkartır, yüzlerini parçalar ve bunlardan da kadınları için kolye yaparlar. O gün Uhud’un en çalışkan müslecileri, putperest kadınlar olur. Başlarında da Ebu Süfyan’ın karısı Hind. Hind, Bedir’de babasını öldürmüş olan Hz. Hamza’nın cenazesine yapmadığını bırakmaz. Bütün yüzünü parçalar, tanınmayacak hale getirir. Aslan avcısının burnunu ve kulaklarını gerdanlık yapıp, boynuna asar. Ciğerini çıkartıp, dişleriyle parçalar. Uğraşır fakat yutamaz, dışarı tükürür.
O gün akşamüstü, Mekke ordusu uzaklaşıp da Müslümanlar Uhud ovasına indiklerinde, amcasını o halde gören Hz. Muhammed hıçkırarak ağlar ve Hz. Hamza’ya bakarak: “Hiçbir zaman senin uğradığın gibi bir musibete uğranmayacaktır!” der.
Ve Hz. Muhammed’in yüreğini kavuran amca acısı, Medine’ye dönüldükten sonra da devam eder. Aynı gün akşamüstü, amcasının tek göz evinin kapalı kapısı Hz. Muhammed’in içini cız ettirir. O sırada bütün Medine “vah vah” diyerek şehidlerine ağlamaktadır. Ve Medine’de hiçbir yakını bulunmayan Hz. Hamza’nın hiç ağlayanı yoktur. Bir yanda o tek göz kulübeciğin boynu bükük, mahzun hali, bir yanda “vah Hamza” diyen bir tek sesin bile olmayışı… “Uhud yemiş” mahzun, yaralı peygamberi iki büklüm eder. Dayanamaz, ağzından bir fısıltı dökülür: “Ama Hamza’nın hiç ağlayanı yok!” Fısıltı duyulur. Sahabiler kendi yaralarını, acılarını unutur. Bütün Medine Hz. Muhammed’in acısına koşar, ortak olur. Ensar’ın önde gelenleri evleri tek tek dolaşır. Şehitlerine ağıt yakmakta olan kadınlar, kızlar toplanır. Hamza’nın evinin önüne getirilir. Ve onlara: “Şimdi ağlayın!” denir, “Hamza için ağlayın. Ciğerleriniz kuruyuncaya, yürekleriniz çatlayıncaya kadar ağlayın!” Ve o gece bütün Medine tek ses olur. Top gürültüsü gibi, yıldırım sesi gibi bir tek ses: “Vah Hamza, vah Hamza!” Ve bu ağıt Ümmet-i Muhammed tarafından bir sünnet olarak benimsenecek, yüzlerce yıl şehid yakınları, kendi şehidlerinden önce: “Vah Hamza!” deyip, ilk önce ona ağlayacaktır.
Sayısı yetmiş iki olan Uhud şehidleri, üzerlerindeki kanlı elbiselerle ve çoğu şehid düştükleri yerlere gömülür. Dünyada birbirlerini sevenler, yakın arkadaş olanlar aynı mezara, yan yana konur. Başta Hz. Hamza, çoğu için elbiselerinin açık bıraktığı yerlerini örtmeye tam bir kefen bulunamaz, hepsi Mus’ab gibi cenazeleri otla kapatılarak gömülür. Hz. Muhammed, onlar hakkında: “Uhud şehidlerinin ALLAH yolunda can verdiklerine Kıyamet Günü bizzat ben tanıklık edeceğim!” der ve ekler: “Onlar Mahşer Meydanı’na, yaralarından misk kokan bir kan akarak gelecekler.” Yine Hz. Muhammed’den öğreniriz ki, Uhud şehidleri, yeşil kuşlar şeklinde ALLAH’ın huzuruna çıktıklarında, gördükleri Cennet nimetlerini anlatabilmek için geçici olarak dünyaya geri dönmek isterler. ALLAH, kendilerine bu isteklerinin Kur’an ayetleri olarak yerine getirileceğini söyler. Böylece sadece sahabilere değil, kıyamete kadar gelecek bütün Mü’minlere seslenilmiş olacaktır:
“ALLAH yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Hayır! Onlar diridirler. Rableri katında yaşarlar, rızıklanırlar. ALLAH’ın, keremiyle kendilerine verdiklerinden sevinçli olarak, geride kalıp, kendilerine yetişemeyenlere, onlar için bir korku ve üzüntü olmadığını müjdelerler. Onlar, ALLAH’ın nimetine, lütfuna ve ALLAH’ın Mü’minlerin kazancını zayi etmeyeceğine sevinirler.” (3/Al-i İmran:169-171)
Artık Uhud şehidleri Kıyamete kadar Müslümanların en mübarek ziyaretgâhlarından biri olur. Hz. Fatıma, büyük amcası Hz. Hamza’nın mezarına iki-üç günde bir gelir, ağlar, dua eder, kabri elleriyle düzeltir. Hz. Muhammed onları hiç unutmaz, vefatına kadar her Perşembe ziyaretlerine gider.
Kırk altı sene sonra sel yatağından korunmaları için mezarları açıp, başka bir yere taşımak gerektiğinde, insanlar görürler ki hepsi bir dakika önce gömülmüş gibidir. Abdullah b. Amr gibi bazısının eli yarasının üstünden kaldırıldığında yara tekrar kanamaya başlar. Mezarlar açılınca bütün Uhud’u keskin bir misk kokusu bürür.
Uhud günü, Müslümanların tarihlerinde en acı günlerden biri olarak yerini alır ve bir dönüm noktası olur. Hz. Muhammed o gün için: “ALLAH bize fetih nasip edinceye kadar, putperestler bizi bir daha bunun gibi bir musibete uğratamayacaklar.” der.
Uhud’da Müslümanların yaşadığı bu acı ve yenilginin hikmetine gelince… Bu sayede sahabiler, Hz. Muhammed’e itaatsizliğe alışma tehlikesinden korunmuş, artık onun sözünden bir adım bile dışarı çıkılmaması gerektiğini anlamıştır. İkinci olarak, Müslüman olmanın bu dünyada her zaman başarıyı garanti etmediğini görüp, hayatı, yaratılışı ve kul-ALLAH ilişkisi doğru perspektife oturmuştur. Üçüncü olarak, arkadan gelecek Müslüman nesiller, hem yaşayacakları mağlubiyetlere karşı peşin bir teselliye sahip kılınmış ve “sahabiler bile yenilmişti” argümanını kazanmış ve en önemlisi mağlubiyet karşısında ne yapılması gerektiğinin dersini ve ölçüsünü en üst düzeyden, doğrudan ALLAH’ın Elçisi ve onun ashabı üzerinden almıştır. Ve Uhud sayesinde gerçek Müslümanlarla münafıklar birbirinden ayrılmıştır.
Ertesi gün Müslümanlara psikolojik üstünlüğü yeniden kazandıran ve Uhud’u onlar için stratejik yani kalıcı sonuçları olan, gerçek bir yenilgi olmaktan çıkarıp, taktik bir mağlubiyete dönüştüren yeni bir gelişme yaşanır: Hamraü’l-Esed seferi.
Hz. Muhammed’in çağrısıyla bir gün önce Uhud’a katılmış olan herkes yeniden toplanır. Ağır yaralılar bile geri kalmaz. Toplanan altı yüzü aşkın sahabinin içinde ağır ya da hafif fakat yarası olmayan hiç kimse yoktur. Hz. Muhammed dört yerinden yaralıdır. Abdurrahman b. Avf gibi yirmi dört yerinden yaralı olanlar da vardır. Ama herkes gönüllü olarak gelir ve yeniden savaş safına girer. Son dakikada ordudan ayrılmalarıyla, sebepler açısından yenilgide ciddi bir paya sahip olan münafıklar da başları, Abdullah b. Ubey’in önderliğinde ve pişmanlık görüntüsüyle bu kez orduda yer almak isterler fakat Hz. Muhammed onları kabul etmez, geri çevirir. Düşmanı takip etmek ve böylece hiçbir ciddi zarara uğramadıkları, savaş isteklerinden de hiçbir şey kaybetmedikleri mesajını, somut olarak vermek üzere yola çıkan İslam ordusunda, yürüyemeyecek olan ağır yaralılar, hafif yaralılar tarafından sırtlanır. Ve amaç tam olarak gerçekleşir. Düşman zaferine sevinmeyi bırakıp paniğe kapılır. Putperest ordusunda: “Henüz üstünlük bizdeyken bir an önce geri dönelim!”düşüncesi hâkim olur. Bu düşünce, o gece, Hz. Muhammed’in emri üzerine her bir sahabi tarafından bir kamp ateşi yakılması ve putperestlerin kendilerinden sandıkları bir gizli Müslümanın verdiği, Hz. Muhammed’in yeni takviyelerle güçlendirilmiş çok büyük bir ordu ile Medine’den yola çıktığı, Uhud’daki yenilginin intikamını almak üzere onları aradığı gibi yalan haberlerle pekiştirilir. Hızla savuşup Mekke’ye dönerler.
Bu arada kader Müslümanlara bir teselli sürprizi de hazırlamıştır. Bedir’de esir düşen putperestlerden Ebu Azze künyeli bir şair, fakir olduğu gerekçesiyle kurtuluş fidyesi ödemeden ve kendi de bilmediği için on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretme şartını da yerine getirmeden, karşılıksız olarak serbest bırakılmıştır. Ebu Azze bunun için Hz. Muhammed’e yalvarıp, gözyaşı dökmüş, çoluk çocuğunu öne sürüp: “Ben olmazsam, onlar da açlıktan ölürler!” deyip, Hz. Muhammed’i en hassas yerinden, merhametinden yakalamıştır. Ve istediğini de almıştır. Fakat bir tek şartla: Bir daha Müslümanlarla savaşmayacağına yemin etmesi karşılığında… Ama Uhud ordusu hazırlanırken Ebu Azze ganimet hırsıyla yeminini çiğner, kendi kendine: “Nasıl olsa Müslümanlar tamamen yok edilecekler…” der. Açgözlülüğün kurbanı olur. Hamraü’l-Esed seferinin, ikinci gününün sabahı da uyuyakaldığı için Mekke ordusunun yola çıkışını kaçırır ve yeniden Müslümanların eline esir düşer. Yine ağlayıp, yalvarmaya ve aynı oyunu bir kez daha oynamaya kalkışır. Hz. Muhammed ise hem ona hak ettiği cevabı verir, hem de benzer durumlar için çok önemli bir ölçü koyar: “Mü’min, bir yılanın deliğinden iki kere sokulmaz!” Sonra Ebu Azze’yi Zübeyr b. Avvam’a teslim eder. Kendisine hak ettiği muamele uygulanır.
Uhud’dan en fazla yarayla ayrılmış olan muhacir sahabilerden Abdurrahman b. Avf, seneler sonra genç Müslümanlardan birine Uhud savaşını anlatırken: “Al-i İmran Suresi’nin yüz yirminci ayetinden sonrasını oku! Bizimle Uhud’da bulunmuş gibi olursun!” diyecektir. Kur’an, Al-i İmran’ın yüz yirminci ayetinden itibaren tam altmış ayet boyunca Uhud’u anlatmaktadır. Ve bu somut durum Uhud’un Alemlerin Rabbi katındaki yerini, değerini ortaya koyan en net ölçüdür.
Uhud Sonrası
Uhud savaşının verdiği cesaretle, çöldeki putperest bedevi kabileleri Müslümanlara karşı ihanet yarışına girer. Amaç Mekke putperestlerinin gözüne girmek, aldatarak esir edecekleri Müslümanları, ölü ya da diri halde onlara satarak para kazanmaktır. Bu insan tacirlerinin ilki Adal ve Kare kabileleri olur. Medine’ye gelip, “Müslüman olmaya karar verdik, bize ALLAH’ın Dini’ni öğretecek öğretmenler verin.” derler. Ve yanlarına on tane Müslüman alarak yola çıkarlar. Önceden kararlaştırılmış pusu yerine gelindiğinde, gerçek yüzleri ortaya dökülür. On Müslümanın sekizi orada şehid olur. İkisi yaralı olarak Mekkelilere satılır: Hubeyb b. Adiyy ve Zeyd b. Desinne… Olay, tarihe Rec’i faciası olarak geçer. Hubeyb, Mekke dışında bir ağaca bağlanıp, babaları Bedir’de Müslümanlarca öldürülmüş bulunan küçük çocuklar tarafından mızrakla işkence edilerek, yavaş yavaş şehid edilir. Tam kırk çocuğun elinde kırk mızrak tarafından… Zeyd, aynı ağaca bağlandığında, işkence seansı henüz başlamadan Ebu Süfyan kendisine sorar: “Şu an senin yerinde Muhammed’in olmasını ve senin de sağ salim ailenin yanında bulunmanı ister miydin?” Zeyd’in cevabı tarihe geçecek cinstendir: “ALLAH’a yemin olsun ki, ailemin yanında sapa sağlam bulunmama karşılık, Muhammed’in bu direkte bağlı olmasını değil, onun topuğuna bir dikenin bile batmasını istemezdim.” Ebu Süfyan donup kalır, sadece dudaklarından:“İnsanlar arasında hiç kimse, Muhammed’in sevildiği kadar sevilmemiştir.” sözleri dökülür.
Ve hemen hemen aynı günlerde Medine’ye bir çöl kabilesi daha gelir. Amir b. Sa’saaoğulları… Görünüşte onların da amaçları aynıdır: Müslüman olmak. Gerçek amaçları da aynıdır: Müslümanların kanı ve canı üzerinden para kazanmak. Sayıları daha fazla olduğu için Medine’den çaldıkları öğretmen Müslümanlar da daha fazla olur: Tam yetmiş kişi… Ve aynı senaryo bir kez daha tekrarlanır. Bi’r-i Maune denen yere gelindiğinde gerçek yüzler ortaya çıkar. Amansız bir dövüş bir kez daha tekrarlanır. Ve öğretmenliğe niyet edip cihadla karşılaşan sahabiler teker teker toprağa düşer. Bunlardan biri de Hz. Ebubekir’in azadlı kölesi Amir b. Füheyre’dir. Amir’in katili olan putperest Cebbar, Müslüman olduktan sonra o anı şöyle anlatacaktır: “Müslümanlardan beni İslam’a davet eden bir adama, iki omzu arasından mızrağımı sapladım! Ve mızrağın ucunun onun göğsünden çıktığını gördüm! O sırada kendisinin: ‘ALLAH’a yemin olsun ki kazandım!’ dediğini işittim. Kendi kendime: ‘Neyi kazandı ki?! Ben şimdi bu adamı öldürmedim mi?!’ dedim.” Amir b. Füheyre o an Cennet’i görmüştür. “Kazandım” dediği de işte odur.
Bi’r-i Maune şehidleri son olarak Hz. Muhammed’e selam gönderir: “Ey ALLAH’ımız!”derler, “Şu an Rasulü’ne selamımızı iletecek sadece Sen varsın. Ona bizim selamımızı ilet!” Cebrail, selamı Hz. Muhammed’e iletir. O: “ALLAH’ın selamı” der, “onların da üzerlerine olsun!” Ve ağır yaralı olup da öldü zannedilen biri hariç hepsi çarpışarak, şehid edilir. Medine’de Hz. Muhammed yaşananları, etrafına toplanmış olan ashabına saniye saniye anlatır. Ve ekler: “Ben onların ALLAH’tan, ALLAH’ın da onlardan razı olduğunu bildirmek için size elçiyim!” Hizmetçisi Enes b. Malik: “Ben, ALLAH’ın Elçisi’nin Bi’r-i Maune şehidlerine yanıp üzüldüğü kadar hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim.” diyecektir. Rec’i ve Bi’r-i Maune facialarının haberi Medine’de Hz. Muhammed’e aynı gece ulaşır. Yüreği çifte acıyla birden kavrulur.
Medine’de kalan iki yahudi kabilesinden biri, Nadiroğulları da o aylarda sürgün edilir, son hesaplaşmayı beklemek üzere Hayber’e giderler. Sürgünün sebebi, Hz. Muhammed’i öldürmeye teşebbüs etmeleridir. Geride sadece Kurayzaoğulları kalır. Kendi ihanetlerini ve kendi cezalarını beklemek üzere…
Hicret’in dördüncü senesi olur ve içki haram kılınır. Nadiroğulları’nın sürgününden hemen sonra… “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi ALLAH’ı zikirden ve namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vaz geçtiniz değil mi?” (5/Maide:90-91) Bütün Müslümanlar: “Ey Rabbimiz! Vaz geçtik!”derler. Medine sokaklarında içkiler dere gibi akar.
Hicret’in beşinci senesi Medine’de üç olağanüstü doğa olayı yaşanır: Ay tutulması, güneş tutulması ve deprem. İnsanlar, eski kültürel alışkanlıklarının etkisiyle ay ve güneş tutulmalarını toplum içinde büyük bilinen birilerinin ölümüyle irtibatlandırır. Hz. Muhammed bu hatayı düzeltir: “Şüphesiz ki güneş ve ay, hiç kimsenin doğumu ya da ölümü için tutulmaz. Onlar, ALLAH’ın varlığını ve kudretini gösteren iki ayettir. Siz, onların tutulduklarını gördüğünüz zaman namaz kılın, dua edin!” der. Ve yine aynı sene içinde Medine’de yer sarsılır. Hz. Muhammed’in bu olay karşısındaki yorumu da: “Rabbiniz sizi hoşnut olacağı duruma döndürmek istiyor. Siz de O’nun hoşnutluğunu dileyin!” olur. İnsanlara, depremin, yaşantı ve davranışlarını gözden geçirip, kulluklarını düzeltme fırsatı olarak görülmesi gerektiğini öğretir.
Bir yarışta Hz. Muhammed’in devesi Adba geçilir. Hem de çölden gelmiş bilinmeyen bir deve ve binicisi tarafından. Hiç mağlubiyeti olmayan peygamber devesinin yaşadığı bu gizemli yenilgi, sahabilere çok ağır gelir. Böyle bir şeyin nasıl olabildiğini anlayamazlar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Adba geçildi!” derler. Hz. Muhammed, hikmeti izah eder: “Bir gerçektir ki, ALLAH, dünyaya ait bir şeyi yükselttikten sonra alçaltır. İnsanlar bir şeyi yükselttikleri zaman ALLAH onu alçaltır!” Ay-güneş tutulması, deprem ya da basit bir deve yarışı… Hz. Muhammed, bütün varlık ve olayların hikmetini, gerçeğini ve insanların onlar karşısında nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini açıklar. Bu, onun gönderiliş amacıdır.
Hz. Aişe’ye iftira atılır. Bir süre iftiranın sıkıntısı başta Hz. Aişe ve Hz. Muhammed olmak üzere bütün Mü’minleri derinden etkiler, üzer. Daha sonra indirilen ayetlerle ALLAH, Hz. Aişe’nin masum olduğunu bildirir. Sıkıntı büyük bir feraha döner. Ve bu olay üzerinden de insanlara öğretilir ki, dünya sınavında hiç kimse garanti altında değildir. ALLAH katında en değerli olan insanlar bile en ağır, can yakıcı ve “yakışıksız” sınavlar yaşayabilir. Hz. Aişe’nin yaşadıkları, Müslümanlara, benzeri bir durumla karşılaştıkları zaman, nasıl davranmaları gerektiğini öğretir.
Dönüm Noktası: Hendek Savaşı
Hicret’in beşinci senesidir. Hayber’e sürülmüş olan Nadiroğulları yahudileri içlerini yakan İslam düşmanlığını biraz olsun soğutmak için Müslümanlara karşı geniş cepheli bir askeri ittifak organize eder. Önce Mekke’ye gidip oradaki putperestleri ikna ederler. Onlara:“Sizin dininiz Müslümanların dininden daha doğrudur” der, bile bile ALLAH’a iftira etmeyi göze alırlar. Sonra da bir yandan Mekke putperestleri, bir yandan yahudiler… Bu İslam düşmanları, neredeyse bütün Arap çölünü Müslümanların aleyhine ayaklandırırlar. En büyük kabileler, bu anti-İslam ittifakta yer alır. O güne kadar benzeri Arap diyarında görülmemiş, on bin kişilik bir ordu kurulur.
Müslümanların savaş gücü ise üç bin kişidir. Bedir ve Uhud’un geleneği bozulmamış ve bire üç oranı yine korunmuştur. Uhud’dan alınan dersin de etkisiyle Müslümanlar Medine’de kalıp, savunma savaşı yapmaya karar verir. İranlı Selman’ın önerisi kabul görür ve hızla Medine’nin etrafına bir savunma hendeği kazılmaya başlanır. Savaşa adını verecek “Hendek”tir bu… Altı gün süren kazı boyunca Hz. Muhammed, kendisi için kurulan bir “Türk” çadırında yatıp kalkar ve kazı işinde çalışır. Ve bu, sembolik bir çalışma değildir… Altı gün boyunca o da herkes kadar çalışır. Kıtlık ve açlığın hâkim olduğu günlerdir… Sahabilerden biri hendeği kazarken açlıktan bayılmamak için karnına taş bağlamıştır. Ve ister ki, bu durumu Peygamberine de göstersin, ahirette onu bu fedakârlığına şahit tutabilsin. Hz. Muhammed’in önüne geçer: “Bak! Ey ALLAH’ın Elçisi!” der, karnını sıyırır, taşı gösterir. Sahabisinin niyetini anlayan ALLAH’ın Elçisi tebessüm eder ve: “Sen de buna bak öyleyse!” der ve o da elbisesini sıyırır. Hz. Muhammed’in karnında iki taş bağlıdır.
Hendek’i kazarlarken Mescid’in inşasında olduğu gibi Hz. Muhammed ve ashabı karşılıklı şiirler söyler, İslami bilinç ve maneviyatlarını diri tutarlar. Hz. Muhammed: “ALLAH’ım! Gerçek hayır, ahiret hayrıdır! Ensar’ı ve Muhacirler’i bağışla!” dedikçe, Ensar ve Muhacirler hep bir ağızdan cevap verir: “Bizler, sağ olup yaşadıkça, Muhammed’e İslam ve cihad üzere söz vermiş kişileriz!”
Bir ara içlerinde Hz. Selman ve Hz. Huzeyfe’nin de bulunduğu on sahabinin kıramadığı sert bir kayayla karşılaşılır. Hz. Muhammed’e haber yollanır. Bilirler ki kimsenin başaramadığı “en zor” işler, onun “işidir”. O, kayayı üç vuruşta un ufak eder ve her bir vuruşta parçalanan kayadan bir şimşek çıktığı görülür. Ashab tekbir getirir. Hz. Muhammed bu gizemli olayın hikmetini açıklar. Birinci vuruş ve şimşek başta İran, dünyanın doğularının Müslümanlara verildiğinin işaretidir. İkinci vuruş ve şimşek başta Bizans, kuzeylerin; üçüncü ise başta Yemen, güneylerin… Olay, Müslümanların imanını ve Rablerine olan güvenini arttırır, münafıklar ise alay ederler: “Biz korkumuzdan tuvalete gidemiyoruz, Muhammed ise adamlarına dünyanın en büyük mülklerini paylaştırıyor.” derler. Tarih, Hz. Muhammed’i ve Müslümanları haklı çıkartır.
Ve nihayet on bin kişilik kâfir ordusu gelip Hendek’in karşısında kamp kurar. Hendek henüz tamamlanamamıştır, ama kazı faaliyeti durdurulur ve Müslümanlar da savaş düzenine geçer. Hz. Muhammed, Hendek’in eksik kalmış en zayıf ve en tehlikeli yerinde mevziye girer. Böyle bir savaş taktiği bilmeyen putperest Araplar şaşkındır. İlk günler ne yapacaklarını bilemezler. Ayrıca o sıralar Medine ve çevresini kasıp kavurmakta olan kıtlık da kâfirlerin aleyhine olacak ancak onlar bu durumu iş işten geçtikten sonra anlayabilecektir. Savaşın başında kâfirlerin lehine olan önemli bir gelişme ise Medine’de kalmış son yahudi kabilesi olan Kurayzaoğullarının, Müslümanlara ihanetidir. Kurayzaoğulları, dışarıdan Medine’ye bir saldırı olduğu takdirde Arap ve Müslüman unsurlarla birlikte şehri savunup, savaşacaklarına dair yazılı söz vermişlerdir. Ama yahudilikleri baskın gelir ve bu muazzam ordu karşısında Müslümanların yok olmaktan kurtulamayacaklarını düşünüp, ganimetten yoksun kalmamak için sözlerini çiğnerler. Savaşın gidişatı, bu sayede, Müslümanlar için ağır bir bunalım halini alır. En sıkışık anlarında iki ateş arasında kalmışlardır. Zaten kâfir ordusunun üçte birinden bile daha az olan askeri güçlerinden beş yüz kişiyi ayırıp, yahudilere karşı gönderirler. Arkada bıraktıkları çoluk çocukları büyük bir tehdit altına girmiştir. Hz. Ebubekir o günleri: “Medine’de bıraktığımız ailelerimiz hakkında Kurayzaoğulları yahudilerinden duyduğumuz korku, karşımızdaki on bin kişilik putperest ordusundan duyduğumuz endişeden daha büyük idi!” diyerek anacaktır. Hz. Muhammed, yahudilerin ihanet edip, kendilerini arkadan vurduğu haberini: “HasbunALLAH ve ni’mel vekil! (ALLAH bize yeter! O, ne güzel Vekil’dir!)” diyerek karşılar. Bir süre olduğu yere uzanıp, sessiz ve hareketsiz kalır. Sonra yattığı yerden doğrulurken:“ALLAHuekber! Ey Müslümanlar topluluğu! Sevinin!” der. Tecrübeli sahabiler anlar ki, yahudilerin ihanetinden kendilerine bir zarar gelmeyecektir. Olayların akışı ashabı haklı çıkarır.
Kurayzaoğulları yahudileri Medine’deki kadın ve çocuklara saldırıp surları aşmayı dener. Fakat büyük kısmını Müslüman kadınların oluşturduğu savunmacılar tarafından püskürtülür, somut bir zarar veremezler. Ve daha ileri gitmeye de yürekleri yetmez. Kendi surlarının içinde ihanetleriyle başbaşa, Müslümanlarla putperestler arasındaki savaşın sonuçlanmasını beklemeye başlarlar.
İlk günlerin “Hendek” şaşkınlığını atlatan putperestler ise var güçleriyle Müslümanların üzerine yüklenir. Günler boyunca Hendek aşılmaya çalışılır. Hz. Muhammed, binlerce insan tarafından ok yağmuruna tutulur. Her hücum dalgası, Müslümanların büyük gayretleri sayesinde püskürtülür. Bu arada birçok namaz vaktinde kılınamaz, kaza edilmek zorunda kalınır. Ve bu sayede de kaza namazlarıyla ilgili hükümler konup, uygulamalı olarak netleştirilir. Ve Hz. Muhammed, buna neden olan kâfirlere lanet okur: “Onlar bizi nasıl orta (ikindi) namazından alıkoydularsa, ALLAH da öylece onların evlerine, karınlarına, mezarlarına ateş doldursun!” der. O güne kadar hiç kimseye, hiçbir sebepten böyle bir beddua etmemiştir. İnsanlar, vaktinde kılınan namazın ALLAH katında ne denli önemli olduğunu, bu olaya bakarak anlarlar.
Putperestler günler boyunca, bütün güçleriyle yüklenir fakat kalıcı bir başarı elde edemezler. Müslümanlar, onların Hendek’i aşmasına ya izin vermez ya da aşmayı becerebilen küçük birlikleri kısa sürede kuşatıp yok ederler. Teke tek yapılan ve Müslümanları genellikle Hz. Ali’nin temsil ettiği dövüşler de hep İslam’ın zaferiyle sonuçlanır.
Hz. Muhammed bir ara düşman ordusunun yarıya yakınını oluşturan Gatafanoğullarını putperest/yahudi koalisyonundan koparabilmek için Medine’nin bir senelik hurma ürününün üçte birini, kendilerine vermeyi düşünür. Ve bu düşüncesini de Medineli Müslümanların önde gelenleriyle istişare eder. Ensar’ın Hz. Muhammed’e cevabı, bir Müslüman bilincinin ve ruhunun, ulaşması gereken mükemmel kıvamın bir örneğidir: “Ey ALLAH’ın Elçisi!” derler,“Eğer bu düşünce Rabbinin bir emri ise bize ne soruyorsun, istersen hepsini ver. Eğer senin kendi tercihin ise yine serbestsin, biz, ne emredersen onu yaparız. Ama sadece bizim iyiliğimizi göz önünde tutup da böyle düşündüysen, bu işe razı değiliz. Nasıl olabiliriz ki, Gatafanoğulları, bizler kendi ellerimizle oyduğumuz putlara tapan zelil ve şaşkın insanlar olduğumuz zamanlarda bile, parayla satın aldıkları ya da bizim onlara ikram ettiklerimiz dışında Medine’nin bir tek hurmasına bile sahip olamamışlardır. Ve şimdi ALLAH bizi İslam’la şereflendirdikten sonra mı onlara rüşvet vereceğiz. Ellerinden geleni ardlarına koymasınlar!” Ashabının yiğitliği Hz. Muhammed’i hoşnut eder. Hiç şüphe yok ki Hz. Muhammed’in Rabbini de…
Sonunda ALLAH’ın takdirinin yerini bulacağı zaman gelir. “Savaş hileden ibarettir!” diyen Hz. Muhammed, bir hileyle Hendek Savaşı’nı sonuçlandırır. O günlerde gizlice Müslüman olan Gatafanoğullarından Nuaym b. Mesud, Hz. Muhammed’e gelerek kendisine nasıl hizmet edebileceğini sorar. Hz. Muhammed de Nuaym’a imanını gizli tutarak, düşman ittifakını parçalama görevi verir. Nuaym, bizim deyimimizle tam bir “laf ebesi”, böyle işler için biçilmiş kaftandır. Kendi kabilesini, Mekkelileri ve Kurayza yahudilerini tek tek dolaşır ve büyük bir ustalıkla her birinin kafasını karıştırır. Diğerlerine olan güvenlerini sarsar. Düşman koalisyonunu oluşturan taraflardan her birinin, uzayan savaş karşısında zaferden ümidi kestiğine ve gizlice Müslümanlarla anlaşmaya çalıştığına, diğer tarafları ikna eder. Zaten savaşma şevkini büyük ölçüde yitirmiş ve Medine çevresinde hüküm süren kıtlıktan her gün biraz daha etkilenen kâfirler, bu mükemmel komplo ile son dirençlerini de yitirir. Müslümanları bırakıp birbirlerini düşman gibi görmeye başlarlar. Nuaym’ın, kâfir topluluklarını birbirlerinden soğutup, birliklerini dağıtmak için aralarında dolaştığı saatleri Hz. Muhammed, “Türk çadırı”nda namaz ve duayla geçirir.
Son darbe de doğadan gelir. Daha önce benzeri görülmemiş bir fırtına, yahudi/putperest ordusunun kampını alt üst eder. Müthiş bir soğuk da fırtınanın tuzu biberi olur ve bu son darbe, Kur’an’da da kendisine yer bulur: “Ey iman edenler! ALLAH’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Hani birleşik ordular üzerinize saldırmıştı da, Biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik.” (33/Ahzab:9)
Küfrün bütün çeşitleri bir-iki gün içerisinde savuşur, Medine çevresini terkeder. Savaş toplam yirmi üç gün sürmüştür: “ALLAH, o kâfirleri elleri boş olarak, kin ve öfkeleriyle geri çevirdi. ALLAH(ın yardımı) savaşta Mü’minlere yetti. ALLAH, Kavi’dir, Aziz’dir (kuvveti sonsuz, her şeye üstün).” (33/Ahzab:25)
Hz. Muhammed, arkalarından bakar: “Bundan sonra onlar bize değil, biz onlara hücum edeceğiz!” der. Ve haber verir ki Hendek Savaşı, Mutluluk Çağı’nın özellikle siyasi/stratejik boyutunun en önemli kırılma noktasıdır. Tarih bu sözünde de Hz. Muhammed’i haklı çıkartacaktır.
Kurayzaoğulları: İhanetin Bedeli
İslam mücahidleri evlerine henüz dönmüş ve savaş zırhlarını çıkartmakta iken Hz. Cebrail, Hz. Muhammed’in yanında beliriverir: “ALLAH’a yemin olsun ki” der, “biz melekler, zırhlarımızı çıkartmadık. Siz de hemen silahlanın ve onların üzerlerine yürüyün!” Hz. Muhammed: “Kimlerin?” diye sorar. Hz. Cebrail, koluyla Kurayzaoğulları yahudilerinin kalesini işaret eder: “İşte oraya!” der. Üç bin kişilik İslam ordusu aynı gün ikindi namazını Kurayza yurdunda kılacaktır. Şimdi görülecek bir hesap ve bizim deyimimizle “dürülecek üçüncü bir defter” vardır.
Günlerdir karşılarına dikilecek bu hak edilmiş cezanın korkusuyla yaşamakta olan Kurayza yahudileri, önce ağıza alınamayacak sözcüklerle Hz. Muhammed’e söverler ve sonra bu yaptıklarına da pişman olup, az önce söylediklerini inkâra yeltenirler. Kuşatma çok uzun sürmez. Her iki taraf da Kurayzaoğullarının eski dostu ve Medineli Müslümanların önde gelenlerinden Sa’d b. Muaz’ın hakemliğine razı olur. Sa’d, Hendek Savaşı sırasında kolundan aldığı öldürücü bir ok yarası yüzünden yaralı çadırında yatmaktadır. Güçlükle kuşatma bölgesine gelir. Hükmünü açıklar: Yetişkin erkekler, ihanetlerinin bedelini canlarıyla ödeyecek, kadın ve çocuklar, bütün mallarla beraber ganimet olarak Müslüman mücahidlerin arasında paylaştırılacaktır. Hz. Muhammed: “Sa’d’ın hükmü, Arş’ın yani ALLAH’ın hükmüne denk düştü!” der, memnuniyetini belirtir. İhanet, hak ettiğini bulur, Kurayzaoğulları yahudileri, kelimenin her anlamıyla yeryüzünden silinir. Medine, münafıkları saymazsak, tam olarak temizlenmiş olur.
Hudeybiye
Zaman, Hicret’in altıncı senesinin son aylarıdır. Hz. Muhammed bir gece rüyasında ashabıyla beraber Kâbe’yi tavaf ettiklerini görür. Bunun sadık bir rüya ve ilahi bir işaret olduğunu anlar. Emir verir: Umre’ye gidilecektir. Bin dört yüz Müslüman, onunla beraber Medine’den yola çıkar. Yanlarına, bir savunma aracı olan kılıçtan başka bir silah almazlar. Fakat iki yüz deveye yüklenmiş her çeşit silah da bu umre kafilesini belli bir mesafeden takip etmektedir. İyi niyet ve tedbir dengelenmiştir. Hendek savaşının üzerinden bir seneden uzun bir süre geçmiştir. Hz. Muhammed, inisiyatifi kendi eline alıp düşmanı sıkıştırarak, bir moral zafer elde etmeye çalışmaktadır. Ve böylece kendi insanlarını da uzun süre hareketsiz kalmanın getireceği toplumsal komplikasyonlardan korumuş olacaktır. Mekke’ye yakın ve tam da harem sınırında yer alan Hudeybiye’de, Hz. Muhammed’in devesi Kasva birden çöker. Bu çöküşteki hikmet inceliğini anlayamayan sahabiler: “Kasva yoruldu!” derler. Hz. Muhammed düzeltir: “Hayır! Bir zamanlar Fil’i engelleyen, Kasva’yı da engelledi!” der ve Kasva’nın çöküşündeki ilahi tasarrufa dikkat çeker. Müslümanlar Hudeybiye’de konaklar. Yaklaşık üç hafta sürecek heyecanlı bir bekleyiş böylece başlamış olur.
İnsanlar Hudeybiye’de susuz kalır. Bunun üzerine, Hz. Muhammed’in en ünlü mucizelerinden biri gerçekleşir: Parmaklarının arasından buz gibi bir su akar. Bin dört yüz insan, yüzlerce hayvan doya doya içer, kaplarını doldurur. Mekke putperestleri gergin, savaş tehlikesi kapıdadır. Karşılıklı elçiler gelip gitmeye başlar. Mekke’den gelen yaklaşık yarım düzine elçinin en önemlilerinden biri, Taif eşrafından Urve b. Mesud’dur. Gerçi elçilik misyonu başarılı olmaz ama Hudeybiye’de gördüklerini Mekkelilere anlatması önemlidir. Urve, Hudeybiye’de sadece bin dört yüz umre adayı değil, Mekke’nin ve Arabistan’ın geleceğini de görmüştür: “Ey halkım!” der, “Ben, Kisra’ların, Kayser’lerin, Necaşi’lerin huzurlarında da bulunmuş biriyim. Ve ben bunlardan hiçbirinin, kendi toplumları tarafından Muhammed’in sevilip sayıldığı gibi sevilip, sayıldığını görmedim. Muhammed, bir şey emrettiği zaman, Müslümanlar hemen yerine getirebilmek için adeta birbirlerini çiğniyorlar. O’nun yanında ancak fısıltıyla konuşuyor, saygılarından Muhammed’in yüzüne bile bakamıyorlar. Ben orada istediği her şeyi yapabilecek, dilediği her yeri alabilecek insanlar gördüm. Sözümü dinleyin ve bu insanlarla çekişmeyin, bırakın umrelerini yapsınlar, kurbanlarını kessinler!” Urve sağduyuyu temsil eder fakat Mekkeli putperestlerin gözü dönmüş, akılları başlarından savuşmuştur. Hiçbir tavize yanaşmadan, Müslümanların hemen çekip gitmelerini talep ederler. Anlayamazlar ki bu talepleriyle bile çöl Arapları gözünde büyük bir itibar kaybı yaşamakta, “sadece ibadet niyetiyle gelmiş dindar insanları Kâbe’den engellemek” gibi büyük bir zulme imza atmaktadırlar. Bu algı Hz. Muhammed’in Hudeybiye’de elde ettiği en önemli başarılardan biri olur. Ama sadece biri ve ilki…
Urve ’den sonra bu kez de Hz. Osman Müslümanların elçisi olarak Mekke’ye gider. Mekkeli putperestler Hz. Osman’la barışı konuşmaya yanaşmaz ve Mekke’den ayrılmasına da izin vermezler. Elçi olarak giden Osman, esir olur. Fakat bu zorunlu ikamet günlerini değerlendirir, el altından Mekke’deki gizli Müslümanlarla irtibata geçer. O sırada Mekke’de, bir sebepten hicret etmeye güç yetiremeyen çok sayıda Müslüman vardır. Bunlar dinlerini gizli tutan insanlardır. Osman kendilerine müjde verir: “ALLAH’ın Elçisi size Mekke’nin fethedileceğini müjdeliyor. ‘Mekke’de imanın gizlenmeyeceği, açığa vurulacağı günün gölgesi üzerimize düşmüştür.’ buyuruyor!” der. Onlar: “ALLAH’ın Elçisi’ne bizden selam söyle. Onu Hudeybiye’ye getiren ALLAH, Mekke’ye girdirmeye de kadirdir!” diye cevap verirler. Hz. Osman daha sonra o günleri: “Mekke’de görüştüğüm Mü’minlerden bir erkekle bir kadına ALLAH’ın Elçisi’nin müjdesini haber verdiğim zaman, sevinçlerinden hüngür hüngür ağlamaya başladılar. O kadar ağladılar ki ölmelerinden korktum!” diyerek anlatacaktır. Üç gün sonra Mekkeliler Hz. Osman’ın ayrılmasına izin verirler. Ve kendisine isterse Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylerler. Vefası, Hz. Osman’ı senelerdir hasretiyle yaşadığı bu güzellikten alıkor. Putperestlere, tavafı ancak Hz. Muhammed ve diğer Müslümanlarla beraber yapabileceği cevabını verir.
Bu arada Hudeybiye’de Hz. Osman’ın şehid edildiğine dair bir haber yayılır. Mü’minler, bu haber üzerine umreden cihada yönelir. Osman’ın intikamını alıp Mekke’yi fethetmek ya da ölüp geri dönmemek üzere tek tek, yeniden Hz. Muhammed’e biat eder, söz verirler. Buna “ölüm biatı” denir. Bir ağacın altında yapılan bu biat, Akabeden sonra yapılan ikinci biattır. O dakikalar, Mutluluk Çağı’nın manevi zirvelerinden birine şahit olur. Hz. Muhammed, bu biat hakkında: “Ağaç altında biat edenlerden hiçbiri Cehennem’e girmeyecektir!”buyurur. Fakat o bin dört yüz kişi için en büyük övgü Kur’an’dan gelir: “Muhakkak ki, sana biat edenler (İslam uğrunda ölünceye kadar savaşmak üzere sana söz verenler), ancak ALLAH’a biat etmektedir. ALLAH’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Onun için her kim sözünden cayarsa, sadece kendi aleyhine caymış olur. Ve her kim, ALLAH’a verdiği sözü yerine getirirse, ALLAH da ona büyük bir karşılık verecektir.” (48/Fetih:10); “Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken, ALLAH, o Mü’minlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara sekine (güven ve huzur duygusu) indirmiş ve onları çok yakın bir fetihle mükâfatlandırmıştır.” (48/Fetih:18)
Ve barış en sonunda yapılır. Mekkeli Süheyl b. Amr, kendinden önceki delegelerden daha anlayışlı çıkar. On bir maddelik ve on sene süreli bir anlaşma imzalanır. Müslümanlar, o sene geri dönecek ve umrelerini gelecek sene yapacaktır. Taraflar artık birbiriyle savaşmayacaktır. Kervanlara ve yolculara dokunulmayacaktır. Üçüncü taraflar, kendi istekleriyle Mekkelilerle ya da Müslümanlarla ittifak oluşturabilecektir. Mekke’den Müslümanlara sığınanlar iade edilecek fakat Müslüman olup da dinden dönen ve Mekke’ye sığınanlar korunacak ve iade edilmeyecektir. Fakat bu madde ve o sene umre yapamayıp eli boş dönecek olmaları, Müslümanlara ağır gelir. ALLAH, “onları sorgusuz sualsiz itaat” sınavından geçirmektedir. Bir iki küçük huzursuzluktan sonra bütün Müslümanlar tam bir bağlılıkla itaat eder ve dönüş yolunda ALLAH “Fetih” Suresi’ni indirir. Hudeybiye’yi bir “fetih” olarak niteler. Bu, anlamı zaman içinde ortaya çıkacak derin bir hikmet ve büyük bir rahmettir.
İlk anda Müslümanlara onursuzca gelen “iade” maddesi, kısa bir süre sonra Mekkelilerin başına bela olur. Mekke’de gizlice Müslüman olup, anlaşma nedeniyle Medine’ye sığınamayacaklarını bilen gençler, oradan teker teker kaçıp, Mekke’nin kuzey ticaret yolları üzerinde bulunan “İs” adında sarp bir yerde mevzilenirler. Bu çözümü bulan ve Müslüman “komandolara” komuta eden, Ebu Basir isminde bir gençtir. Hukuken Medine İslam Devleti’ne ve dolayısıyla anlaşmaya da bağlı olmadıkları için Mekke kervanlarını vurmaya başlarlar. Sayıları yetmişe kadar çıkar. Putperestlerin ticaret yollarını yani ekonomik hayat damarını keserler. Ve Mekkeliler mecbur kalır, Hz. Muhammed’e elçi gönderip “iade” maddesinin değiştirilmesini talep ederler. Eşitlik sağlanır, Mekke’de Müslüman olanlara da Medine yolu açılır. Hz. Muhammed, hızla bir mektup yazıp son durumu “İs” komandolarına bildirir, Medine’ye gelebileceklerini haber verir. Mektup ellerine ulaştığında, Müslüman komandoların komutanı Ebu Basir, şehid olmak üzeredir. Peygamberinin mektubunu koklar, yüzüne gözüne sürer ve mutlu, mütebessim, gözleri kapalı gider… Bu olay üzerinden Müslümanlar bir kez daha anlamış olurlar ki, ALLAH, şerlerden hayır çıkarmaya gücü yetendir. Müslümanlara düşen ise her durumda ve her ne pahasına olursa olsun, Kur’an ve Sünnet’in açık ilkelerine bağlılıktan ayrılmamak, İslam ahlakından taviz vermemek, özellikle pragmatik gerekçelerle verilen sözden dönmemek ve tereddütsüz bir biçimde, sonuna kadar ALLAH’a güvenmeye devam etmektir. Sonuç ise daima takva sahiplerinin olacak ve ALLAH, Kendisine hakkıyla tevekkül eden kullarını, desteksiz bırakıp perişan etmeyecektir.
Hz. Muhammed’e peygamberlik verilişinin üzerinden on dokuz sene geçmiştir ve Hudeybiye’yi takip eden iki sene boyunca, o on dokuz senede Müslüman olanlardan daha fazla sayıda insan, İslam’la şereflenecektir. İşte o zaman herkes görüp anlayacaktır ki, Hudeybiye tam bir fetih olmuştur. Bu sayede İslam Devleti, Mekke tarafından da tanınıp eksiksiz bir meşruiyet kazanmış, barış ortamı sayesinde İslam davetçileri bütün Arap Yarımadası’na hatta dış ülkelere bile yayılıp rahatça dinlerini anlatmış… Böylelikle İslam davası Araplar arası bir “iç” mesele olmaktan çıkartılıp uluslararası ve dolayısıyla bütün Araplar için bir “milli” mesele haline getirilmiş ve bu sayede Uhud mağlubiyetine sebep olan askeri deha Halid b. Velid ve bir siyaset ustası olan Amr b. As gibi bir çok putperest karizma kendi istekleriyle İslam’a kazandırılmış… İslam, bütün Arapların gözünde “günün yükselen değeri”, Mekke ve Kureyş ise git gide zayıflayan ve modası geçmiş, gözden düşmüş unsurlar olarak algılanmaya başlanıp, psikolojik dengeler Müslümanların lehine döndürülmüş… Ve güney cephesi, on sene süreyle garanti altına alınırken, Mekke putperestleriyle Hayber yahudileri arasındaki siyasi/askeri stratejik ittifak dağıtılıp, Müslümanlar iki ateş arasında kalma tehlikesinden kurtarılmış, bütün güçleriyle Hayber yahudilerine yüklenebilmenin yolu açılmıştır. Tek kelimeyle, Hudeybiye tam bir fetihtir.
Hudeybiye Fethinden Mekkenin Fethine...
Hudeybiye’nin sağladığı barış ortamı sayesinde İslam, sadece Arap topraklarında büyük bir yayılma ivmesi yakalamakla kalmaz, dış dünyaya da açılır. Hz. Muhammed, İslam’a davet elçilerini, o günün dünyasının Arap Yarımadası’nı çevreleyen bütün hükümdarlarına gönderir. İran Kisra’sı, Doğu Roma Kayser’i, Habeş Necaşi’si, İskenderiye Emiri ve daha başkaları… Yola çıkarılan elçiler bir gece içerisinde gönderildikleri milletlerin dilini konuşur hale gelirler. Bu, Hz. Muhammed’in yeni bir mucizesidir. Hükümdarların kendilerine ulaşan davete tepkileri ise farklı farklı olur. Kimi, Habeş Necaşi’si gibi davet mektubunu büyük bir saygıyla kabul ederken, kimi de Doğu Roma Kayser’i Herakliyus gibi mektuba ve onu gönderene saygıda kusur etmez fakat iman da etmez. Ve aralarında Kisra gibileri de çıkar. Hakaretler yağdırır, mektubu parçalar… Kisra’nın mektubuna yaptığı hakaretlerin haberini alan Hz. Muhammed: “O, benim mektubumu parçaladı, ALLAH da onun mülkünü, saltanatını parçalasın!” der. Çok geçmez Kisra hançer darbeleriyle parçalanır, hem de öz oğlu tarafından… Cehennem’e yuvarlanır. Bunun da üzerinden çok geçmeyecek ve saltanatı, mülkü Hz. Ömer döneminde Müslüman ordular tarafından parçalanıp tarihe gömülecektir. Mektupların geneli hakkında bir fikir sahibi olmak için Doğu Roma Kayser’i Herakliyus’a gönderileni okuyabiliriz:
Bismillahirrahmanirrahim
ALLAH’ın kulu ve Elçisi Muhammed’ten Rumların büyüğü Herakliyus’a! Hidayete uyan, doğru yolu tutanlara selam olsun! Bundan sonra derim ki: Ben seni İslam davetiyle Müslümanlığa davet ediyorum. Müslüman ol, selameti bul da ALLAH sana ecrini iki kat versin. Eğer bu davetimi kabul etmezsen, yoksul çiftçilerin (köylü halkın) ve tebaan olan halkın vebali senin boynuna olsun. “ De ki: ‘Ey Kitab ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin: ALLAH’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. ALLAH’ı bırakıp da birbirimizi Rabler edinmeyelim.’ Yine yüz çevirirlerse, onlara deyin ki: ‘Şahit olun, biz muhakkak Müslümanlarız!’ ” (3/Al-i İmran:64)
Hicret’in yedinci senesinde, Medine’de anlaşmalı olarak oturmakta olan az sayıdaki yahudiden biri, Lebid b. A’sam, Hz. Muhammed’i büyülemeye kalkışır. Bazı yahudi elebaşları tarafından yönlendirilen Lebid’in amacı Hz. Muhammed’i öldürmektir. Büyü, saç telleri üzerinden yapılır. Hiç kimsenin bulamaması için de bir kuyunun içine bırakılır. Hz. Muhammed, büyüden etkilenir, hiçbir şey yeyip içemez hale gelir. Zayıflar, hastalanır ve en sonunda yatağa düşer. ALLAH’ın takdir ettiği zaman gelince de dua eder, ALLAH’a sığınır. Ve ALLAH iki melek aracılığıyla kendisine büyü yapıldığını, büyünün nerede saklandığını ve ondan kurtulması için neler yapması gerektiğini bildirir. Ayrıca büyüyü kimin yaptığını da haber verirler. Sonra büyü bulunur ve etkisi ortadan kaldırılır. yahudi Lebid de suçunu inkâr etmez. Bu büyüyü niçin yaptığı sorulunca: “Altın sevgisi için” der. Sahabiler, Hz. Muhammed’e yahudi büyücüyü ceza olarak öldürmeyi teklif eder. O, kabul etmez ve Lebid’in ahirette göreceği azabın daha şiddetli olacağına işaret eder. Lebid’e büyüyü yaptırtan yahudilerden de hiç kimseye ilişilmez, bu işin hesabı ahirete bırakılır. Çünkü Hz. Muhammed bütün hayatı boyunca kişisel sebeplerle hiç kimseden intikam almamıştır.
Aynı sene içinde Hayber seferi gerçekleştirilir. Arap Yarımadası’nın en verimli topraklarına sahip olan ve kuzeye giden ticaret yollarını denetleyebilen stratejik bir konumda bulunan Hayber yahudileri, en baştan itibaren İslam düşmanlığını kendilerine misyon edinmiştir. Çok zengin ve kalabalık bir topluluk oluşturan bu yahudi topluluğu, Hz. Muhammed’ten gelen davet mektubunu reddeder ve bütün güçleriyle savaşa hazırlanmaya başlar. Bu arada Müslümanlar, Hudeybiye anlaşması sayesinde stratejik açıdan kendilerini güvenceye almış bulunmaktadır. Mekke-Hayber ittifakı bitirilmiş, iki ateş arasında kalma riski sonlandırılmış ve böylece bütün askeri güç kuzeye, Hayber yahudilerine yönlendirilebilir hale gelmiştir.
Hudeybiye seferine, ganimet elde edemeyecekleri için katılmaktan kaçınmış olan Medine münafıkları, zengin bir bölge olan Hayber’in fethine katılmak için can atarlar fakat Hz. Muhammed izin vermez, Hudeybiye’ye gönderme yaparak: “Cihad etmek, ALLAH yolunda çarpışmak isteyenlerden başkası, bizimle gelmeyecektir. Onlara ganimetten de hiçbir şey verilmeyecektir!” der, münafıkların Medine’deki sosyal pozisyonlarını biraz daha daraltır.
İslam ordusu, bin dört yüzü piyade ve iki yüzü de atlı olmak üzere Medine’den yola çıkar. Sabahın erken saatlerinde, yahudiler henüz uykudayken, Hayber kaleleri basılır. Baskın avantajı tam olarak kullanılır. Hz. Muhammed yahudilerin büyük bir paniğe kapılmalarına bakarak: “ALLAHuekber! ALLAHuekber! Harap olup gitti Hayber! Biz, düşman bir toplumun yurduna baskın yapıp girdik mi, uyarılmış olan o kâfirlerin hali yaman olur!”der ve bunu üç kez tekrar eder. Ve ilk birkaç gün içinde, yahudilerin gözleri önünde hurma ağaçları kesilmeye başlanır. Bu taktikle, bir yahudi için ailesinden, dininden ve canından da değerli olan şeyi, malı elinden alınır… Gerçi psikolojik savaşın bir gereği olarak kesilen hurma ağaçlarının toplamı dört yüz tanedir yani Hayber ovasındaki dört yüz bin hurma ağacının ancak binde biri… Ama bu bile yahudilere yeter ve Hayber savaşı daha yeni başlamışken psikolojik üstünlük Müslümanların eline geçmiş olur. Savaşın sonuna kadar da Müslümanlar bu üstünlüğü ellerinde bulundurur. Oysa yahudi ordusu on bin kişidir, yani İslam ordusundan yaklaşık altı kat daha fazladır.
Hayber ovasındaki yahudi kaleleri tek tek düşürülür. Sonuncu ve en önemli kale, Hz. Ali tarafından fethedilir. Bu sırada, Hz. Muhammed’in Hz. Ali’ye verdiği bir talimat ve yaptığı bir hatırlatma, dünya durdukça İslam ve ALLAH’ın Adını Yüceltme Davası’nın en önemli motivasyon kaynağı haline gelecektir: “ALLAH’a yemin olsun ki, senin sayende ALLAH’ın bir insana hidayet vermesi, senin için kırmızı tüylü develerin (dünyanın en değerli ve en göz alıcı maddi nimetlerinin) sana bağışlanmasından daha değerlidir.”
Bu bilince sahip ve daha yeni Müslüman olmuş, ismini hadis ve tarih kitaplarının kaydedemediği bir meçhul kahraman, Hayber kalelerinden birinin düşürülmesini müteakip, ganimet paylaştırılırken kendi önüne de konan hisseye kalbi burularak bakar. Hz. Muhammed’e hitab ederek: “Ey ALLAH’ın Elçisi!” der, “Ben bunun için Müslüman olmadım!” Sonra eliyle boğazını işaret ederek ekler, “Ben Müslüman oldum ki, şuramdan bir okla vurulayım da Cennet’te ALLAH’ın rızasına ulaşmış olayım!” Hz. Muhammed, bu mübarek sahabisinin duygularına saygı gösterir, ganimet hissesini önünden geri çekerken de: “Sen ALLAH’ı doğrularsan ALLAH da seni doğrular!” der. Ve insanlar, aynı gün öğleden sonra o meçhul kahramanın cenazesinin tam da eliyle gösterdiği yere saplanmış bir okla, Hz. Muhammed’in önüne getirildiğine şahit olur. Hz. Muhammed bu kez de: “O, ALLAH’ı doğruladı, ALLAH da onu doğruladı!” der. İsimsiz kahramanını kendi cübbesiyle ve kendi elleriyle kefenler, cenaze namazını kıldırdıktan sonra da ALLAH’a yönelir ve dudaklarından şu sözcükler dökülür: “ALLAH’ım! Bu kulun, Senin yolunda muhacir olarak geldi ve şehid olarak öldürüldü! Ben bunun böyle olduğuna şahitlik ediyorum!” İsimsiz kahraman, bir avuç ganimetten vazgeçmesine bedel işte bunları kazanmıştır.
Hayber’in fethi tamamlandıktan sonra yenilen bir öğle yemeğinde Hz. Muhammed zehirlenir. İlk lokmadan yemeğin zehirli olduğunu anlar ve sahabilere de yememelerini söyler fakat zehir o denli şiddetlidir ki, bu arada bir lokma yutmuş bulunan Bera b. Azip isimli bir sahabisi vefat eder. Hz. Muhammed’in kendisi de o yemekten almış olduğu bir lokmanın etkisiyle, yaklaşık üç sene sonra vefat edecek ve son günlerinde Hz. Aişe’ye: “Hayber’de tatmış olduğum zehirli etin acısını zaman zaman duyuyordum. Şu anda da kalbimin damarının koptuğunu hissediyorum!” diyecektir. Bu hainliğin sahipleri de, tahmin edileceği üzere yahudilerdir.
Hayber’in fethedildiği günlerdir ki, Habeşistan’a hicret etmiş bulunan muhacirler, başlarında Hz. Ali’nin kardeşi ve Hz. Muhammed’in kuzeni Hz. Cafer olmak üzere çıka gelir. Hz. Muhammed’in sevinci adeta sonsuzdur. Amcaoğlu Cafer’i kucaklar, bağrına basar, iki gözünün ortasından, alnından öper: “Hangisine daha çok sevineyim” der, “Hayber’in fethine mi, Cafer’in gelişine mi?”
Hayber’in fethinden sonra kaza umresi yapılır. Bir sene önce imzalanan Hudeybiye anlaşması gereğince umrelerini gelecek seneye ertelemek zorunda kalan Müslümanlar, her ihtimale karşı yanlarında bol miktarda ve her çeşit silah ile savaş atları da bulunduğu halde iki bin kişi olarak Mekke’ye doğru yola çıkarlar. Bu miktar Mekke’nin bir savaş durumunda kendi içinden çıkarabileceği askeri gücün yaklaşık iki katıdır ve artık stratejik dengenin, Hayber fethinin de etkisiyle, Müslümanların lehine döndüğü çok açıktır. Ama Hz. Muhammed pragmatist bir önder değildir. Bu değişiklikten, attığı imzayı çiğneyerek, ahlak dışı bir biçimde yararlanma niyeti yoktur. Kılıçlar dışındaki bütün silahlar, ihram sınırlarının dışında bırakılır. Mekkelilerin ilk anda ağızlarına gelmiş bulunan yürekleri yatışır ve Müslümanların üç gün sürecek olan umreleri başlar. Mekkeliler bu süre boyunca şehri boşaltıp çevredeki dağlara çekilir. Hz. Muhammed’e ve Müslümanlara duydukları kin o derecededir ki, onlarla aynı şehirde bulunmaya bile tahammülleri yoktur. Ve tırmandıkları tepelerden dikkatle Müslümanları gözlerler. Onların tavaf ve sa’y sırasında sergiledikleri güçlü, çalımlı tavırlardan etkilenirler, moralleri biraz daha sarsılır.
Hz. Muhammed bu günlerde Hz. Meymune ile evlenir. Mekkelilere haber yollar: “İsterseniz üç gün daha kalıp, sizlere düğün yemeği ikram edeyim!” der. Amacı düşmanlığı daha fazla uzatmadan, kan dökmeden Mekkelinin kalbine girmektir. Fakat iyi niyet ve barış, kinle karşılık görür. Mekkelilerin, kendilerine yapılan teklife cevapları: “Seni de düğün yemeğini de istemeyiz. Süre doldu ve Mekke’yi derhal terket!” olur.
Umre kafilesi, hem sekiz senedir hasretiyle yaşadıkları baba ocaklarını ve Kâbe’lerini ziyaret etmiş, hem de putperest Mekke karşısında siyasi/moral bir mevzi daha kazanmış olarak Medine’ye geri döner.
Hicretin sekizinci senesinin ilk önemli olayı, Hz. Muhammed’in kızı Hz. Zeyneb’in vefatı olur. Orta yaşlı bir kadındır Hz. Zeyneb… Seneler önce Mekke’den Medine’ye hicret ederken yolda putperestler tarafından önü kesilmiştir. Sadist kâfirler mızraklarıyla Hz. Zeyneb’i dürtüp korkutmaya çalışmış ve bunu bir eğlence yerine koyup gülüşürlerken, Hz. Zeyneb’in devesinden düşmesine neden olmuşlardır. O sırada hamile olan Zeyneb ise bu düşmenin etkisiyle çocuğunu kaybetmiş ve kendisinde o olaydan sonra hiç kesilmeyen bir kanama başlamıştır. En sonunda iyice şiddetlenen kanamaya hiç kimse bir çare bulamaz ve Hz. Zeyneb vefat eder. Hz. Muhammed bir kez daha evlat acısıyla sınanan bir babadır. İçi kan ağlar… Kızını kendi eliyle kabrine yerleştirir, o yere ve o aleme alışması için bir süre mezarda Zeyneb’in yanına uzanır. İlginç olan ise, aynı sene içinde yaşanacak olan Mekke’nin fethinden sonra Hz. Zeyneb’in katili olan Hebbar b. Esved’i, Müslüman olması karşılığında affetmesi ve hiçbir intikam almaya kalkışmamasıdır. Hz. Muhammed’in gözünde, kızının katili bile olsa bir insanın iman edip, Rabbini tanıması her şeyden daha önemlidir. Çünkü insanların iman edip Rablerini tanımaları, onun bir insan olarak yaratılış ve bir peygamber olarak da gönderiliş nedenidir.
İslam’ın küresel düşmanlarıyla ilk kez yüzleşmesi de Hicret’in sekizinci senesinin önemli olayları arasındadır: Mute savaşı…
Hz. Muhammed’in Doğu Roma’ya gönderdiği elçilerden birinin, sınır bölgesinde yaşayan ve Doğu Roma’nın müttefiki bulunan hıristiyan-Arap Gassani kabilesi tarafından öldürülmesi ve bu durumun Doğu Roma tarafından da benimsenmesi üzerine, yapılan saldırıya karşılık verilmesi kararlaştırılır. Üç bin kişilik bir kuvvet hazırlanarak Doğu Roma üzerine gönderilir. Birleşik düşman ordusu ise yüz bin kişidir. Bu kez oran bire üç değil, bire otuz üçtür. Hz. Muhammed bu ordu için üç tane komutan tayin eder. Birincisi, evlatlığı Zeyd b. Harise’dir; ikincisi, daha yeni kavuştuğu amcaoğlu Cafer b. Ebu Talib ve üçüncüsü de Medine’li Müslümanlardan şair Abdullah b. Revaha… Hz. Muhammed, bu tayinleri yaptıktan sonra sözlerine şunu eklemiştir: “Eğer Abdullah’a da bir şey olursa komutayı, ALLAH’ın kılıçlarından bir kılıç alsın!” Müslümanlar o güne kadar yaşadıkları tecrübelerle öğrenmişlerdir ki, bu şekilde tayin edilen komutanlar için artık o seferden ve o savaştan geri dönüş yoktur: Hepsi şehid olacaktır. İşte bu yüzden Zeyd’in, Cafer’in ve Abdullah’ın aileleriyle vedalaşmaları diğerleri gibi olmaz. Onlar, eşleriyle ve çocuklarıyla artık ahirette görüşmek üzere vedalaşırlar. Hz. Muhammed, en yakınlarını, en tehlikeli göreve, en önde gönderir. Günümüz gerçekleri üzerinden bakınca anlaması çok zor bir şeydir bu…
Ve fasılalar halinde üç gün boyunca devam eden savaşta, beklendiği üzere üçü de şehit düşer. Sonra da Mute ordusunu oluşturan sahabilerin ortak kararıyla komutayı “ALLAH’ın kılıçlarından bir kılıç” ele alır: Halid b. Velid. Uhud mağlubiyetinin sebebi olan Hz. Halid, Hudeybiye’den sonra kendi isteğiyle Müslüman olup Medine’ye hicret etmiş ve bir er olarak Mute ordusunda görevlendirilmiştir. Şimdi ise komutandır. Halid, daha önce hiç bilinmeyen, orijinal taktiklerle düşmanı tereddüde düşürüp, etkisiz hale getirir. Savaşın son günü elinde yedi tane kılıç parçalanır ve sonunda da İslam ordusunu, bozulmadan, düzenli bir biçimde geri çeker. Görünürde savaş berabere bitmiştir fakat üç bin kişinin, üç gün boyunca yüz bin kişiyle çarpıştığı ve çatışma düzenini dağıtmadığı göz önünde bulundurulursa, Mute savaşını bir Müslüman zaferi olarak değerlendirmek her halde yanlış olmayacaktır.
Ve o üç gün, savaşın devam ettiği saatler boyunca, Hz. Muhammed Mute’den yüzlerce km. uzakta, Medine mescidinde etrafını saran sahabilere, çarpışmaları dakika dakika anlatır. Bütün detaylarıyla ve şaşmaz bir doğrulukla… Hatta şehid düşenlerin o andan itibaren Cennet’te yaşadıklarını da anlatımına ekleyerek olayı, dünya ötesi boyutlarına kadar genişletir. Ve Müslümanlar, Hz. Cafer’in, Mute’de Doğu Roma askerleri tarafından omuzundan kesilen iki koluna karşılık, iki kanat sahibi olup Cennet’te uçmaya başladığını, ondan öğrenirler. Ve o andan itibaren Cafer’in adı, Cafer-i Tayyar (Uçan Cafer) olur. Yine Hz. Muhammed, Halid’in komutayı devralışını: “Nihayet bayrağı ALLAH’ın kılıçlarından bir kılıç, Halid b. Velid aldı. İşte şimdi fırın tutuştu, savaş kızıştı! ALLAH, mücahidlere fethi nasip etti!” sözleriyle anlatır ve bir dua ile devam eder: “ALLAH’ım! Halid, Senin kılıçlarından bir kılıçtır! Sen ona yardımını ve zaferini ihsan buyur!” Halid, o andan itibaren vefat edinceye kadar girdiği hiçbir savaşta mağlub olmaz.
Ve sırada amcaoğlu Cafer’in ailesine, onun şehadet haberinin verilmesi vardır. O işi de Hz. Muhammed üstlenir. Tek tek Hz. Cafer’in yetimlerine sarılır, öpüp, koklar. Cafer’in eşi Esma ki zaten her an o haberi bekleyerek yaşamaktadır, endişeyle sorar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Yoksa Cafer’in şehadet haberi mi geldi?” Hz. Muhammed: “Evet, o bugün şehid düştü!” diye cevap verir. O gün kendisine, Cafer’in çocuklarına sarılıp ağlaması karşısında:“Bu nedir?” diye soran bir sahabiye de şu cevabı verir: “Bu, sevenin sevdiğini özleyişidir.”
Mute’den sonra sıra, sekiz sene önce en sıkıntılı günlerinden birinde, ALLAH tarafından Hz. Muhammed’e verilmiş olan bir sözün gerçekleştirilmesine gelmiştir: Mekke’nin fethine… Büyük bir Feth’e, “apaçık, tam ve eksiksiz” bir Feth’e…
Fethedilen Mekke...
Zaman, Hicret’in sekizinci senesinin Ramazan ayıdır.
Hudeybiye anlaşmasına göre Mekke ile ittifak halinde olan putperest Bekroğulları kabilesi, Müslümanların müttefiki bulunan Huzaa kabilesine bir gece baskın düzenler. Baskında kullanılan silahlar Mekke putperestleri tarafından sağlanır. Ve yüzleri maskeli bazı Mekkeliler de baskına katılıp, masum Huzaalıları katleder. Şehrin yakınlarında yaşanan baskından canlı kaçabilen bazı Huzaalılar, Mekke’nin içindeki evlere sığınır, fakat harem bölgesinin dokunulmazlığına bile aldırmayan katiller, burada da işlerine devam eder ve toplam olarak yirmi üç masum katledilir. Ertesi gün bütün Mekke’yi derin bir pişmanlık kaplar ama iş işten geçmiş, Hudeybiye anlaşması, imzalanmasının üzerinden on sekiz ay geçtikten sonra Mekkeliler tarafından bozulmuştur. Olaydan haberi olmayan, Mekke’nin yöneticisi Ebu Süfyan, aceleyle Medine’ye gidip, anlaşmayı yenilemek ister. Çünkü artık Müslümanların Mekke karşısında kesin askeri üstünlüğü ele geçirdiğinin ve Hudeybiye anlaşmasının bozulmasından sadece Mekkelilerin zararlı çıkacağının farkındadır ama olan olmuştur bir kere…
Bu arada Huzaa elçileri de uğradıkları zulmü şikayet edip yardım istemek üzere Medine’ye gelmiştir. Hz. Muhammed ise zaten baskının yapıldığı gece olup bitenlerin haberini Hz. Cebrail’den almış bulunmaktadır. Fakat Huzaa’nın acıklı feryatları onu çileden çıkarır:“Eğer yardım etmezsem, yardım görmeyeyim!” der ve ekler, “Huzaalar bendendir, ben de Huzaalar’danım!” Hz. Aişe, Hz. Muhammed’in o anki halini anlatırken: “Kendisini daha önce hiç bu kadar kızgın görmemiştim!” diyecektir. Yine de hemen savaşa başvurmaz, Mekkelilere üç teklif sunar: Bekroğulları’yla olan ittifak anlaşmasından vazgeçmeleri, öldürülen yirmi üç Huzaalı’nın kan bedellerini ödemeleri ya da savaş etmeleri. Mekke, ne kibrinden, ne de servetinden taviz vermeyi göze alabilir ve o zaman da tek çıkış yolu kalır: Savaş.
Bu arada, anlaşmayı yenileme ümidiyle Medine’ye gelmiş bulunan Ebu Süfyan, tam bir zavallılık örneği sergiler. Önce kızı ve Hz. Muhammed’in eşi olan Hz. Ümmü Habibe’nin evine gider. Ümmü Habibe Ebu Süfyan’ı Hz. Muhammed’in minderine oturtmaz. Mekke’nin soylu efendisi! daha ilk saatlerde kızından gördüğü bu muameleyle, yerle bir olur. Ve sonra putperest kibri, her saat bir tokat daha yer. Hz. Muhammed, baskın olayına rağmen hiçbir şey olmamış gibi kabul edip anlaşmayı yenilemeye yanaşmaz. Ebu Süfyan sırayla Müslümanların önde gelenlerini dolaşıp, onların himayelerini sağlamak ve bu sayede Hz. Muhammed’e anlaşmayı yenileme teklifini kabul ettirmek ister ama çaldığı bütün kapılar yüzüne kapanır. Öyle ki en sonunda altı yaşındaki Hz. Hasan’ın bile şefaatine sığınmaya kalkışır. Durumu, çaresizlikten hezeyan denilecek bir hal almıştır. Hasan’ın annesi Hz. Fatıma tarafından kendine getirilir: “Benim yavrum, ne insanlar arasında birini himaye edecek yaşa gelmiştir, ne de ALLAH’ın Elçisi’ne karşı kimseyi himayesine alabilir!”Şaşkınlığın son derecesine gelmiş bulunan Ebu Süfyan, bunun üzerine Mescid’de herkesin önünde, Mekke’yi kendi kendisinin himayesine aldığını ilan eder. İki eliyle kendi kendine toka yapar, güya biri Müslümanları, biri de Mekkelileri temsil etmektedir. Sahabiler, Ebu Süfyan’ı hayretten büyümüş gözlerle seyrederler. Hz. Muhammed ise “boş boş konuşma”demenin kibarcası olarak: “Ey Ebu Süfyan” der, “bunu sadece sen söylüyorsun, bu sadece senin sözündür!” Mekke’nin efendisi olarak yola çıkmış bulunan Ebu Süfyan, bir zavallı olarak geri döner ve Mekke’de de kınanmaktan kendini kurtaramaz. Mekkeliler şehrin girişinde Ebu Süfyan’ı: “ALLAH’a yemin olsun ki biz, bugüne kadar senin gibi bir elçi görmedik. Sen bize ne savaş haberi getirdin ki savaşa hazırlanalım, ne barış haberi getirdin ki güvende olalım!” diyerek karşılarlar.
Ebu Süfyan’ın eli böğründe Mekke’ye döndüğü sıralarda, Hz. Muhammed savaş hazırlıklarına başlamıştır bile. Ama çok gizli bir biçimde. En yakınları bile seferin tam olarak kime karşı olduğunu bilemez. O, çevredeki Müslüman çöl kabilelerine sadece şu haberi gönderir:“ALLAH’a ve ahiret gününe iman eden herkes Ramazan’da Medine’de hazır bulunsun!”Yaklaşık olarak yarısını Muhacirler ve Ensar’ın oluşturduğu on bin kişilik bir ordu toplanır. Kendisine ısrarla nereye gidileceğini soranlara: “ALLAH nereye gitmemizi dilerse, oraya!”cevabını verir.
Bu ordunun sıradan bir askeri kuvvet değil, bir Müslüman ordusu olduğu her haliyle belli olur. Mekke yolunda, yeni doğum yapmış bir dişi köpekle yavrularına rastlayan Hz. Muhammed, köpeklerin rahatsız edilmemeleri için başlarına bir nöbetçi diker ve ordu o noktaya geldiğinde, ikiye ayrılarak yoluna devam eder.
Mekke’ye yaklaştıklarında amcası Hz. Abbas da çıka gelir ve son Muhacir olarak tarihe geçer. Artık Mekke’de bir Müslüman casusa ihtiyaç yoktur çünkü şimdi Mekke bütünüyle Müslüman olmanın eşiğindedir. Kıyamete kadar…
Abbas’tan sonra amca oğullarından Ebu Süfyan da (bu meşhur Ebu Süfyan değil bir başkasıdır) küçük oğlu ile beraber yolda karşılarına çıkar. Amacı iman ve biat edip, özür dilemektir. Çünkü o ana kadar Mekke’de Hz. Muhammed’e en çok düşmanlık edenlerden biri olmuştur. Ve o anda da ne kadar samimi olduğu belli değildir. Hz. Muhammed, yüzünü çevirir, kendisini kabul etmek istemez. Çaresiz kalan Ebu Süfyan bir diğer kuzen, Hz. Ali’den yardım ister. Hz. Ali kendisine, Hz. Muhammed’in kapısını, Yusuf’un kardeşlerinin sözleriyle çalmasını öğütler. Ebu Süfyan bunun üzerine Hz. Muhammed’e: “V’ALLAH’i, ALLAH, seni bize üstün kıldı. Doğrusu bizler suçlu idik!” (12/Yusuf:91) der. Hz. Muhammed, tebessüm eder ve orada Yusuf olup, takip eden ayeti okuyarak cevap verir:“Bu gün size kınama yok. ALLAH sizi affetsin. O, merhametlilerin en merhametlisidir!”(12/Yusuf:92) Bir ayet, senelerce yaptığı bütün kötülüklere ağır basmış ve Ebu Süfyan hiçbir ceza görmeden bağışlanmıştır. Fakat Ebu Süfyan’ın kendisi, yaptıklarını unutamaz ve kendini ölünceye kadar bağışlayamaz. Müslüman olduktan sonra utancından bir kez bile başını kaldırıp, Hz. Muhammed’in yüzüne bakamaz. Onun önünde, hep başı eğik yaşar.
Amca oğlu Ebu Süfyan’ın ardından Mekke’nin efendisi, ünlü Ebu Süfyan da gelir. Mekke’nin fethinden önceki gece, o da İslam ordugahında, Hz. Abbas’ın himayesine sığınır. O sırada İslam ordusundaki her askerin, on tane kamp ateşi yakması emredilmiştir. Mekkeliler çevrelerindeki dağların tam yüz bin ateşin ışığıyla aydınlandığını görürler. Ve gördükleri şey içlerini karartır. Hz. Muhammed bu psikolojik taktikle, Mekke’nin topyekun direnme azmini büyük ölçüde ortadan kaldırmış olur. Ebu Süfyan’ın amacı, canını ve Mekkelilerin canlarını bağışlatmaktır. Hz. Muhammed, Hz. Abbas’ın himayesini kabul eder. Ebu Süfyan’a da İslam’ı anlayıp, düşünmesi için süre tanır. Ebu Süfyan o geceyi Müslümanların arasında geçirir. Sabah namazında, binlerce insanın uykudan kalkıp Hz. Muhammed’in etrafında kenetlendiğini, o abdest alırken su damlalarını havada kapışıp, yüzlerine gözlerine sürdüklerini görmek, Ebu Süfyan’ı hayretler içinde bırakır, gözlerine inanamaz. Hz. Abbas’a: “Ben bu güne dek ne Kisra’ya ne Kayser’e kendi halklarının böyle yaptıklarını görmedim. Kardeşinin oğlu kadar büyük bir hükümdar görmedim!” der. Hala hiçbir şey anlamamış olduğunu belli eder. Hz. Abbas onu düzeltir: “Ey Ebu Süfyan! Bu hükümdarlık değil peygamberliktir!” Yani onun hükümdarlığı altın tahtlara değil, gönüllere kurulmuştur. Ve hala sürmektedir.
Ebu Süfyan, günün ilerleyen saatlerinde yeniden Hz. Muhammed’in karşısına çıkıp imana doğru ilk adımlarını atar: “Ey Muhammed! Ben kendi ilahımdan, sen de kendi ALLAH’ından yardım diledin ve ben ne zaman seninle karşılaştıysam, hep senin bana galip geldiğini gördüm. Eğer benim taptığım ilahlar gerçek, seninki boş olsaydı, ben sana galip gelirdim!” Ölçüsünü hala güç ve galibiyet üzerinden alan Ebu Süfyan, Mekke’ye doğru harekete geçmiş bulunan İslam ordusunun maddi ihtişamını görmesi için, Hz. Abbas’ın refakatinde yüksek bir tepenin üzerine çıkartılır. Fetih ordusunun resmi geçidini seyreder. Ve daha sonra serbest bırakılır, Mekke’ye geri döner. Kabe avlusunda toplanmış, korku ve endişe içinde bekleşmekte olan Mekkelilere seslenir: “Ey Kureyş topluluğu! Müslüman olun, kurtulun!” Fakat o anda bile Mekkelilerin kibri ve kini korkularına ağır basar, Ebu Süfyan’ın üzerine yürürler: “Sus! ALLAH sana iyilik yüzü göstermesin. Sen elçilerin en kötüsüsün!”derler. Karısı Hind, Ebu Süfyan’a saldıranların başını çeker. Bir yandan sakalına yapışır, bir yandan da avazı çıktığı kadar çığırır: “Öldürün şu bunamış aptalı! Öldürün, çünkü o dininden döndü!” İslam ordugahında görüp yaşadıklarından sonra hiçbir şey Ebu Süfyan’ı heyecanlandırmaz, korkutmaz. Soğukkanlılığını sürdürür. Önce, kendisinin sakallarını yolmaya çalışan karısı Hind’in ellerini tutar: “Bırak sakalımı!” der, “Canımı kudret elinde tutan ALLAH’a and olsun ki, ya Müslüman olursun, ya boynun vurulur. Yürü evine!” Hind, sakinleşir. Ebu Süfyan daha sonra Mekke halkına yönelir: “Yazıklar olsun size! Kendi kendinizi aldatmayın! O, karşısında duramayacağınız, dayanamayacağınız ordularla üzerinize geliyor. Ve size şunu söylememi istedi: Benim evime sığınana, Kâbe’ye sığınana ya da kendi evine sığınıp kapısını kapatana dokunulmayacaktır.” Mekke çözülür. Birkaç maceraperest dışında herkes çil yavrusuna döner. Bir zamanlar Arap çölünün güçlü efendileri olan, kibirli Kureyş asilleri şimdi canını kurtarmak için birbirini çiğneyerek kaçışmakta, kapağı bir an önce evlerine atmaya çalışmaktadır. Hem de Kâbe’deki tanrılarını sahipsiz, korumasız bir başlarına bırakarak.
Ve öğle olmadan İslam ordusu beş koldan Mekke’ye girmeye başlar. Şehrin banliyösü olan Zi Tuva’ya gelindiğinde Hz. Muhammed, ordusunu durdurup son kez gözden geçirir. Sonra da hareket emrini verir.
Devesinin üzerinde başı eğerinin kaşına değecek kadar eğilmiş, bu nimeti karşısında adeta ALLAH’a nasıl hamd edeceğini bilemez bir halde… Secde durumunda ve dilinde, sürekli tekrarlanan: “ALLAH’ım! Hayat ancak ahiret hayatıdır!” kelimeleri ya da arka arkaya okuduğu Fetih Suresi… Tıpkı, seneler önce Medine’de ilk mescidi inşa eder gibi… Tıpkı seneler önce, birleşik küfür orduları karşısında Medine hendeğini kazar gibi… Ve yeryüzünün, kelimenin her anlamıyla anası, merkezi, göbeği Mekke… Yeryüzünde ALLAH için inşa edilmiş ilk mescidin sahibi kutsal kent Mekke… Karşısında ise muzaffer ve kahredici bir ordunun başında, bu manzarayı seyretmekte olan insanlar tarafından kibirli bir komutan gibi algılanmamak için secde vaziyetinde bir önder, başbuğ, komutan… Mekke’ye işte böyle girilir… Ve Mekke, aslına geri getirilir… Mekke, yeniden İslam olur.
Mekke’ye ilk giren görevli Müslümanlar, arkadan gelen birliklere yüksek sesle ve sürekli olarak tekrar ederler: “Mekke’de her kim evinin kapısını üzerine kapatmış, silah kullanmaktan el çekmiş ise ona dokunulmayacaktır. Yaralılar öldürülmeyecektir. Arkasına dönüp kaçanlar takip edilmeyecektir. Esir alınanlar, öldürülmeyecektir. Hiç kimsenin malına el uzatılmayacaktır!” Bütün bu iyi niyet ve merhamete rağmen bazı maceraperest Mekkeliler birkaç noktada İslam ordusuna direnmeye kalkışır, yirmi kadar ölü bırakıp dağılırlar.
Şehre girildikten sonra ashabı Hz. Muhammed’e nereye inmek istediğini, konaklamak için hangi evi seçtiğini sorar. Onun aklına kendi evleri gelir. Biri babasından, biri Hz. Hadice’den kalma iki ev… Fakat ikisine de hicretten sonra kuzeni ve Hz. Ali’nin kardeşi Akil tarafından el konmuştur. O ana kadar küfürde ve Hz. Muhammed’e düşmanlıkta ayak direyen Akil tarafından… Hz. Muhammed, soruya soruyla cevap verir: “Akil bize oturacak ev mi bıraktı?” Fakat evler Akil’den geri alınmaz, yaptıkları yüzünden ona hiçbir hesap sorulmaz. Sessizce affedilir. Akil Müslüman olur ve her şey yerinde kalır, aynen devam eder. Çünkü İslam ve iman, her şeye bedeldir.
Hz. Muhammed yemeğini bir grup kölenin davetlisi olarak açık havada, toprağın üstüne oturarak yer. Kölelere özgü fakir ve sade bir yemektir bu… Zihinsel özürlü bir kadın kendisine laf atar: “Şuna bak!” der, “Kölelerle beraber ve köleler gibi diz çökmüş de yemek yiyor!” O, kadına döner, gülümseyerek cevap verir: “Çünkü ben de ALLAH’ın kölesiyim!” O gün aniden Hz. Muhammed’i karşısında gören fakir bir Mekkeli ise heyecandan kendini kaybedip zangır zangır titremeye başlar ve Hz. Muhammed tarafından:“Arkadaş! Sakin ol, korkma! Ben bir hükümdar değil, sadece senin gibi anası güneşte kurutulmuş et yiyen (o günün Arap kültüründe yoksulluk, sadelik ve tevazu ifade eden bir deyim) bir kadının oğluyum!” sözleriyle sakinleştirilir.
İslam düşmanlığını kendine iş edinmiş, Müslümanlara ihanet etmiş, insan öldürmüş, mal yağmalamış… Bütün bu suçları işlemiş bulunan bir grup putperest hakkında ise fetihten önce vur emri çıkarılmıştır. Çoğu yine de affedilir. Fakat Abdullah b. Hatal gibi bazıları Kâbe’nin örtüsünün arasına gizlenmiş olmasına rağmen bağışlanmaz. Müslümanlar, suçun, kutsal değerler sömürülerek, üzerinin örtülmesi, takvalarının suiistimal edilip, enayi yerine konulmaya çalışılmaları karşısında sessiz kalmaz. Hatal’ın oğlu, gizlendiği yerden çıkarılır, boynu vurulur. Çünkü yukarıda sayılan suçların hepsini işlemiştir. Ve Hz. Muhammed bilir ki, kobralara merhamet etmek, zehirlenmiş ya da zehirlenecek masumlara ihanet etmektir.
Öldürülmekten korkup kaçanlardan Ebu Cehil’in oğlu İkrime’ye ise dokunulmazlık sözü verilir. Hz. Muhammed, kendisini ayakta, gülerek karşılar, yanına oturtur. Ebu Cehil, Hz. Muhammed tarafından “Bu ümmetin firavunu” olarak nitelenmiştir. Oğlu, üzülmesin diye Müslümanlara onun aleyhinde konuşmaları yasaklanır. İkrime, gördüklerinden o denli etkilenir ki, iman ettikten sonra Hz. Muhammed’e İslam düşmanlığı yolunda gösterdiği gayretin, harcadığı servetin iki katını bundan sonra İlay-ı Kelimetullah için harcayacağı sözünü verir. Ve sözünde de durur. Kur’an’ı her eline aldığında: “Rabbimin Kitabı! Rabbimin Kelamı!” der, ağlayarak öpüp koklar, yüzüne sürer. Yaşamının sonunu da Doğu Roma’ya karşı İslam’ı savunurken, Yermuk ovasında şehid düşerek noktalar. Bir diğer kaçak, Safvan b. Ümeyye’dir ve o da bağışlanır. İman etmek için düşünmesi gerektiğini söyler, iki ay süre ister. Hz. Muhammed dört ay verir. Safvan da kazanılır ve kazanır.
Hz. Muhammed öğleden sonra Kâbe’ye gelir. Burada bir mucize daha yaşanır. Çoğu zemine çivilenmiş olan koca putlar, onun elindeki asanın bir işaretiyle devrilmeye başlar. Bu sırada asa onlara dokunmaz bile ama yine de hepsi sırtları ya da burunları üzerine yıkılarak binlerce parçaya ayrılırlar. Bu sırada Hz. Muhammed’in dilinde Kur’an’ın şu ayeti vardır:“Hak geldi, batıl yıkılıp gitti! Gerçekten batıl çok zavallıdır!” (17/İsra:81) Bu put kırma şenliğine Müslümanlar da katılır. Hz. Muhammed emir verir, taştan olan bütün putlar kırılıp parçalanır. Tahtadan olanlar ise kırılıp, odun olarak yakılmak üzere istiflenir. Böylece ilk kez bir işe yaramış olacaklardır. Ve bu olay, mana aleminde, insanların gönüllerindeki soyut putların da ancak Hz. Muhammed’in manevi kişiliğiyle yani onun sünnetinin, insanın ruhuna ve yaşamına etkin bir biçimde hakim olmasıyla kırılabileceğinin, işaretini oluşturur.
Hz. Bilal’in Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okuması, o günün zirvesi olur. Ve muhtemeldir ki, Bilal’in hayali seneler öncesine kayar. Kâbe’nin damından Mekke’nin sokaklarını seyreder. Zalimler tarafından işkencenin her çeşidini tattıktan sonra, boynuna bir ip geçirilip, ucunun çocukların eline verilişini sonra da bir alay, kahkaha, hakaret, tükürük ve tekme yağmuru altında, dört ayaklı bir canlı gibi kovalanıp, sürüklenişini hatırlar… Ve o Bilal, Medine’de ezan okunmaya başladıktan sonra senelerce hiç aksatmamış, her ezandan sonra İslam’ın Kureyş’e galip gelmesi için sessizce dua etmiştir. Sonunda Bilal’in duaları kabul edilmiş ve o gün gelmiştir işte. Kim bilir Bilal, o ezan için Rabbine nasıl bir hamd ile hamd eder?
Müslüman mücahidler fethin ilk gecesini sabaha kadar namaz kılıp, Kâbe’yi tavaf ederek, tekbir ve tehlil getirerek geçirirler. Rablerine, bu büyük nimetinden ötürü şükreder, en küçük bir şımarıklık ve taşkınlık göstermezler. Ve bu halleri, belki de bütün Mekkeliler içinde İslam’a karşı en soğuk duran Hind’in bile kalbini yumuşatır. Uhud’da Hz. Hamza’nın ciğerlerini parçalayıp yemeye çalışan Hind’in… Daha o sabah, “Müslümanlara direnmeyin” dediği için kocasının üzerine atılıp, sakallarını yolmaya kalkışan Hind’in… O samimi iman ve kulluk tablosu, Hind gibisinin bile yüreğini yumuşatmıştır. Ve bu durum bizler için, İslam’ı insanlığa anlatma adına çok önemli, çok değerli bir ölçü ve işaret içermektedir. Sabaha kadar evinden, Kâbe’de ibadet eden Müslümanların halini seyreden Hind, fethin ikinci sabahında Ebu Süfyan’a: “Ben gidip Muhammed’e biat etmek istiyorum!” der. Ebu Süfyan, duyduğu şey karşısında küçük dilini yutacak gibi olur. Hind onun şaşkınlığını şu sözlerle giderir: “ALLAH’a yemin olsun ki, ben Kâbe’de bundan önce hiç bu kadar samimiyetle ibadet edildiğini görmedim!” Ve az sonra Hz. Muhammed’e biat ederken de şunları ekler:“Ben iyice anladım ki, gerçekten ALLAH ile birlikte başka tanrılar da olsaydı, bu başımıza gelenlerden bizi korurlardı!” Hz. Muhammed, kendisine Müslüman olmakla üstleneceği sorumlulukları sayar. Bunlar İslam’ın temel ibadet farzları ile birlikte ahlaki/toplumsal nitelikli farzlardır. Hind’in ondan duydukları karşısında yorumu: “Anam, babam sana feda olsun! Sen bizi ne kadar şerefli, ne kadar güzel şeylere davet ediyorsun!” demek olur. Ve evine dönen Hind, ilk iş olarak eline bir balta alıp aile putlarını parçalar. Ve baltayı putun tepesine indirirken, ona son kez seslenir: “Meğer biz senin yüzünden nasıl bir gurur ve aldanış içindeymişiz!”
İkinci günden itibaren fetih ordusu, Mekke dışındaki karargâhlarına çıkartılıp şehirden çekilir ve Müslüman Mekke’ye yönetici olarak kendi içlerinden biri, daha dün iman etmiş bir genç atanır. Tarihte bunun ikinci bir örneği de olmayacaktır.
Takip eden günlerde, Hz. Muhammed özel görevliler gönderir, Mekke çevresindeki putları da ortadan kaldırtır.
Sekiz buçuk sene önce Hicret sırasında ALLAH, Hz. Muhammed’e bir söz vermiştir:“Kur’an’ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan ALLAH, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir.” (28/Kasas:85)
ALLAH, verdiği sözde durandır.
Sınav: Huneyn
Mekke’nin fethinin üzerinden birkaç ay geçmiştir. Müslümanlar yeni bir sınava tabi tutulur: Huneyn. Kendilerini tehdit altında algılayan Hevazin kabilelerinin, Mekke üzerine yürüyüp, Müslümanlara baskın vermek niyetinde oldukları duyulur. Bunun üzerine Hz. Muhammed inisiyatifi ele alır ve ilk harekete geçen taraf olur. Hedef, Hevazin; strateji, baskını yapan taraf olup, düşmanın toparlanmasına izin vermemektir.
Mekke’ye on bin kişi olarak giren İslam ordusu, şehirden on iki bin kişi olarak ayrılır. İki bin kişisi, Mekke’nin fethi sonrasının yeni Müslümanlarıdır. Ve bu iki bin kişi, İslam ordusu Hevazin yolundayken, Huneyn’de yaşanacak olan o ağır sınavın altyapısını hazırlar. İslam onlarda henüz tazedir. Ruhlarına yavaş yavaş sinmeye başlamış, bilinçlerinde ise hiç yer etmemiştir. Derler ki: “Bu orduyu dünyada mağlup edecek hiçbir ordu yoktur!” Sayılarının kalabalıklığıyla mağrur olurlar. Ve bu kibir, Gayretullah’a dokunur.
Düşman arazisine girilmiştir. Sabahın erken saatlerinde, Huneyn vadisinin girişini oluşturan darboğazdan ilerlemeye çalışan İslam ordusu, o bölgede daha önce pusuya yatmış olan dört bin kişilik Hevazin kabilelerinin baskınına uğrar. Savaşın ilk aşaması kendini, İslam ordusunda büyük bir panik şeklinde gösterir. Baskına uğrayan öncü kuvvetlerde başlayan kaçış, salgın bir hastalık gibi hızla yayılır ve çok kısa bir sürede panik, kitle psikolojisiyle bütün İslam ordusunu pençesine alır.
Fakat ALLAH’ın inayeti yar olur, panik mağlubiyetle sonuçlanacak bir bozgun noktasına ulaşamaz. Toparlanmaya sebep olanlar ise tahmin edileceği üzere Hz. Muhammed’in etrafında kenetlenmiş bir avuç sahabidir. Tahmin edileceği üzere, eski Müslümanlar…
İslam ordusunun bozulması, Hz. Muhammed’i adeta kendinden geçirtecek ölçüde çileden çıkarır. Müslümanların “bir kara bozgun” şeklinde birbirlerini çiğneyerek kaçıştıkları ve bu manzara karşısında cesareti katlanan Hevazin kabilelerinin, Huneyn tepelerinin yamaçlarından aşağı dalgalar halinde hücuma geçtikleri dakikalarda… Hz. Muhammed, bineğinin üzerinde hamle yapıp ayağa kalkmakta, var gücüyle ve tek başına putperest ordusuna saldırmaya çalışırken, bir yandan da avazı çıktığı kadar tekrar tekrar haykırmaktadır: “Ben ALLAH’ın Elçisi’yim! Bunda yalan yok! Ben ALLAH’ın Elçisi’yim! Bunda yalan yok!” Yanında bulunan sahabiler bütün güçleriyle bineğin koşum takımlarını tutar ve O’nun kopup tek başına düşman ordusunun içine girmesini engeller. Sonra, Hz. Muhammed, amcası Hz. Abbas’a emreder. Yüksek bir kayanın üzerine çıkan Hz. Abbas, bütün gücüyle seslenmeye başlar: “Ey Ensar topluluğu! Ey Rıdvan ağacı altında biat edenler! Dağılmayın, Bedir’deki gibi, Uhud’daki gibi haydi bir kere daha kükreyin!” Hz. Abbas’ın sesi elektrik gibi yayılır, sahabileri uyarır ve insanlar birer birer Hz. Muhammed’in etrafında halkalanmaya durur. Bir sahabi, Hz. Muhammed merkezli bu koşuşturmacayı:“Yavrusunu çok özlemiş bir dişi devenin ona koştuğu gibi” benzetmesiyle anlatacaktır.
Ve savaşın gidişatı bir anda tersine döner. Hz. Muhammed, yerden aldığı bir avuç toprağı Hevazinlilere doğru savurur: “Kara olsun yüzleri!” der. Sonra da İslam ordusunun karşı saldırısı başlar. Düşman kesin bir mağlubiyete uğratılır. Altı bin esirin yanı sıra yirmi dört bin deve, kırk bin küçükbaş, dört bin okka da altın ve gümüş ele geçmiştir. Esirlerin büyük kısmı, düşmanın kadın ve çocuklarıdır. Bunların arasında Hz. Muhammed’in sütkardeşleri de olduğu anlaşılınca, onları kendi payı kabul edip serbest bırakır; bunu gören sahabiler de ellerindeki bütün esirleri azad eder.
Huneyn savaşının sonunda, Hevazin bölgesinden kaynaklanan askeri tehdit ortadan kaldırılmış ve bu kabilelere İslam’ın yolu açılmıştır. Bu savaştan iki önemli sonuç çıkarılır: Müslümanların, ALLAH’tan başka şeylere, özellikle sayı çokluğu ve maddi güç gibi sebeplere güvenip böbürlenmemeleri gerektiği… Ve merhum Necip Fazıl’ın ifadesiyle: “Huneyn, etrafında tek kişi kalmayınca, Peygamberin ne demek olduğu” gerçeği…
Elçiler Yılı
Huneyn zaferinden sonra yaşanan önemli olaylar, Arap Yarımadası’nın dört bir yanından Medine’ye gelen elçilik heyetleri ve Hz. Muhammed’in son çocuğu Hz. İbrahim’in dünyaya gelişidir.
Hicretten önce Mekke’de geçirilen o sıkıntılı üç sene tersine dönmüş gibidir. O senelerde Hz. Muhammed, hac için Mekke’ye gelen bütün Arap kabilelerinden iman edip İslam davasına sahip çıkmalarını istemiştir. Hem de defalarca… Fakat sayısı yirmiye yakın olan bu kabilelerden hemen hiçbiri, kendisine yumuşak bir yüz göstermemiştir. Şimdi ise Mekke’nin fethi ve Hevazin kabilelerinin darmadağın edilmesinden sonra bütün Arap Yarımadası bükülmeyen bileği öpme kuyruğuna girer ve Hicret’in dokuzuncu senesinde de devam edecek şekilde, Medine’ye üst üste elçilik heyetleri yağmaya başlar.
İskenderiye emiri Mukavkıs’ın kendisine yapılan İslam’a davet teklifine, iman etmese de, nazik ve siyasi bir karşılık vermiş olmak için Hz. Muhammed’e gönderdiği hediyelerden biri, Mariye isminde bir cariyedir. Ve Medine’de İslam’ı kabul eden Hz. Mariye, Hz. Muhammed’in son çocuğunu dünyaya getirir: Hz. İbrahim
Tebük Savaşı
Hicret’in dokuzuncu senesi… hristiyan Gassani Araplarının şehid ettiği Müslüman elçinin intikamını almak ve Mute savaşının ortaya çıkardığı stratejik belirsizliği netleştirmek için Bizans’ın üzerine yeni bir ordu hazırlanır. Fakat hikmetin gereği, havalar alabildiğine sıcak, mevsim de yazdır. Ve bütün Arap Yarımadası son yılların en büyük kuraklığıyla boğuşmaktadır. Bütün bunların üzerine, savaşılacak düşmanın herhangi bir Arap kabilesi değil de, o günün dünyasının “süper” gücü Bizans olması, Hz. Muhammed’i her zamankinden farklı bir yol izlemeye iter. Bu kez, düşmanın kim ve hedefin neresi olduğu baştan açık açık ilan edilir. Ve asker yazımına başlanır. Hz. Muhammed her zaman olduğu gibi bir no’lu asker olarak kaydedilir. Otuz bin kişilik bir ordu hazırlanır. Ve bu arada Medine münafıkları da şartları kendi açılarından son derece elverişli hissedip, bütün güçleriyle bir olumsuz propaganda kampanyası başlatır. Düşmanın Doğu Roma gibi bir “dev” oluşu, havaların çok sıcak oluşu gibi şeyler bahane edilerek, insanları orduya katılmaktan caydırmaya çalışırlar. Bu faaliyet Gayretullah’a o denli dokunur ki, haklarında şu ayetler iner: “ALLAH’ın Rasulü’nün arkasından gelmeyip, cihaddan geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. ALLAH yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin gördüler. Ve: ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi daha sıcak!’ Keşke anlasalardı. Artık, kazandıkları günahın cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.” (9/Tevbe:81-82) Hz. Muhammed yine ilk ve son defa olmak üzere, zengin ve fakir bütün Müslümanları Mescid’de toplayıp açıktan infak yarışı yaptırır. Herkesi daha fazla mal ve para vermesi için teşvik eder. Günün kahramanları Hz. Osman ve Hz. Ebubekir olur. Hz. Osman, bin dinar nakit ve yüz deve verir. Bu bağışa Hz. Muhammed’in çok sevindiğini görünce, coşar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Verdiğim kadar, bir daha verdim!” der. Yani bin dinar ve yüz deve daha… Hz. Cebrail bunun üzerine, ötelerden Kur’an ayeti cinsinden olmayan bir vahiy getirir: “Artık ne yaparsa yapsın, Osman’a günah yoktur!” Yani Hz. Osman’ın günah yetenekleri törpülenmiş, sadece hayır ve sevap üretebilecek hale dönüştürülmüştür. Hz. Ebubekir ise zaten çok az olan mal varlığının tümünü verir. “Çoluk çocuğuna ne bıraktın?” sorusunu da: “ALLAH’ı ve Rasulü’nü!” diye yanıtlar.
Ve Hicret’in dokuzuncu senesi yazında otuz bin kişilik İslam ordusu, Hz. Muhammed’in komutası altında, kuzeye, Tebuk’a doğru harekete geçer. Otuz günlük yani yaklaşık bin kilometrelik bir mesafede bulunan Tebuk’a gelindiğinde, İslam ordusu konaklar ve düşmanı beklemeye başlar. Fakat bir iki sene önce Mute’de yüz bin kişi oldukları halde, üç bin Müslümanla bile baş edememiş Doğu Roma hristiyanları ortalıkta görünmez. Tebuk sahrasında on gün konaklayan İslam ordusu, düşmanın savaşı göze alamayıp “hükmen” mağlubiyeti sineye çekmesi ve bu durumun, bütün çevre ülkelerde neden olduğu psikolojik galibiyeti kazanmış olarak geri dönüş yolculuğuna başlar.
Medine’ye dönüş yolunda yüzleri maskeli on yedi münafık, bir gece yalnız olduğu sırada, atlarını Hz. Muhammed’in üzerine sürüp, O’nu atıyla beraber bir uçurumdan aşağı yuvarlamaya çalışır. Hz. Muhammed o sırada yanında tek bir Müslüman bulunmasına rağmen, kendisine hamle yapanların üzerine hücum eder. Ve sonunda korkup dağılan, münafıklar olur.
Bizans’a karşı da üstünlüğünü ispat ettikten sonra Medine’de münafıklar tarafından inşa edilen “Dırar” mescidini yaktırır. Böylece münafıkların, İslam toplumunda kendilerini gizlemek zorunda bırakılmış bireyler halinden çıkıp, kurumsal bir yapı ve toplumsal bir meşruiyet kazanmalarının önü kapatılmış, bize de özellikle önümüzdeki seneler için çok önemli bir ölçü verilmiş olur.
Veda Haccı
Hicret’in onuncu senesinde güneş gruba meyleder. İlk önemli olay Veda Haccı’dır. O sene, Hz. Muhammed’le beraber Mekke’de toplanan Müslüman hacıların sayısı yüz yirmi bin civarındadır.
Hac yolunda Hz. Muhammed’in ve eşlerinin kişisel eşyalarını taşıyan yük devesi kafileden kaçar, izini kaybettirir. Medineli Müslümanların önde gelenlerinden Sa’d b. Ubade, derhal Hz. Muhammed’in yanına gelip, kendi eşyalarını O’na vermeyi teklif eder. Hz. Muhammed, Sa’d b. Ubade’ye mahcup bir tebessümle cevap verir: “Senelerdir veriyorsunuz zaten, bıkmadınız mı?” Hz. Sa’d’ın yüzü aydınlanır: “Ey ALLAH’ın Elçisi!” der, “Bizim en sevgili malımız, senin kullandıklarındır!” Az sonra kaçak deve bulunur.
Aynen Mekke’nin fethinde olduğu gibi, Hz. Muhammed Veda Haccı’nı da en alçak gönüllü maddi koşullar içerisinde yerine getirir. Devesi Adba’ya takılı olan koşum sadece dört dirhemdir. Çünkü piyasada daha ucuz bir deve koşumu bulunmamaktadır. Ve yine Mekke’nin fethinde olduğu gibi başı, eğerinin kaşına değmiş, secde eder durumdayken hacca başlangıç duası: “Ey ALLAH’ım! İçinde ne şöhret, ne de gösteriş olmayan bir hac nasib et!” olur.
Ünlü Veda Hutbesi’nde, Müslümanların, can, mal, kan ve ırz dokunulmazlıkları ilan edilir. “Babanın cinayetinden evlat sorumlu tutulmayacaktır” denilerek, cezaların kişiselliği vurgulanır. Faiz, bütün çeşitleriyle kaldırılır ve ayakaltına alınır. Mü’minlere, “orta ümmet” olmalarının gereği olarak “ne zalim olun, ne de mazlum” emri verilir. Mü’minler arasındaki bütün kan davaları ortadan kaldırılır. Ve Müslüman erkeklere, kadınların kendilerinde ALLAH’ın birer emaneti oldukları hatırlatılır. Hutbenin sonunda da kadın - erkek bütün Mü’minlere, kıyamet kopuncaya kadar devam edecek olan iki “evrensel emanet” bırakıldığı bildirilir: Kur’an ve Sünnet… Anlayanların gözünde Hz. Muhammed, sadece hutbesinin ya da haccının değil, yaşamının ve peygamberliğinin de sonuna gelmiştir: “Tebliğ ettim mi?” der, insanları şahit tutar. Yüz yirmi bin hançereden yükselen: “Evet!” cevabından sonra da işaret parmağını göğe uzatır; bu şehadete: “ALLAH’ım şahit ol!” der, ALLAH’ı şahit tutar.
Veda Hutbesi’nin son noktasını ALLAH koyar: “Bu gün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçtim.” (5/Maide:3)
Medine’ye dönüldükten sonra Hz. İbrahim vefat eder. Bir buçuk yaşındadır… Vefat sebebi, muhtemelen bir solunum rahatsızlığıdır. Son nefesini, babasının kucağında verir. Hz. Muhammed ağlayarak, İbrahim’i öpüp koklar, kendisine: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Sen de mi ağlıyorsun?” diye soran sahabisini cevaplar: “Göz yaşarır, kalp üzülür fakat biz Rabbimizin razı olmayacağı isyan sözleri söylemeyiz!” Sonra da oğluna yönelerek: “İbrahim! ALLAH’a yemin olsun ki, çok üzgünüm!” der ve az sonra Hz. İbrahim’in vefatı üzerine de ekler:“Benim oğlum süt emen bir kuzu idi, yarım kaldı; Cennet’te melekler tamamlayacak!”
Hz. İbrahim ile kendisinin vefatı arasında önemli bir olay yaşanmaz. Ve zaman, en acı anına yaklaşır…
Son Günler...
Son günler, Hz. Üsame ordusunun hazırlanması ile başlar. Doğu Roma’ya karşı hazırlanan ordunun başına, Hz. Muhammed, evlatlığı Zeyd’in oğlu Üsame’yi atar. Bu, Hz. Muhammed’in son cihadıdır ve ordunun başına 18 yaşında bir gencin atanması, artık kıyamet kopuncaya kadar, ALLAH’ın adını yüceltme işinin gençlerin omuzuna verildiğinin, Hz. Muhammed ruhunu bütün dünyada temsil ve yaşatma görevinin öncelikle onların işi olduğunun sırlı bir ifadesidir.
“Nasr” Suresi’nin inişi, Hz. Muhammed’e artık yolun sonuna geldiğini anlatan ilk işaret olur. Bu surenin inişinin “derin” anlamını Hz. Cebrail de doğrular. O: “Ey Cebrail! Sanki bana dünyadan gitmem gerektiği bildiriliyor.” deyince, Hz. Cebrail’in cevabı: “Ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” olur. İkinci işaret ise Hz. Cebrail’in, o senenin Ramazan ayında Hz. Muhammed’le yaptığı Kur’an mukabelesini (karşılıklı okuma) iki kez tekrar etmesidir. O, bunun anlamını Hz. Fatıma’ya gizlice fısıldar: “Cebrail, her sene Kur’an’ı bir kez mukabele ederdi. Bu sene iki kez oldu. Öyle sanıyorum ki ecelim yaklaştı.” der. Ve o Ramazan, itikâfta on gün yerine, yirmi gün geçirir.
Amcası Hz. Abbas bir rüya görür: Yeryüzü, göğe iplerle sımsıkı bağlanmış ve yukarı doğru çekilmektedir. Etkisinde kalır ve Peygamberinden yorumlamasını ister. O: “Bu, senin kardeşinin oğlunun vefatıdır.” buyurur.
Ve son bir aya girilir. Yakın sahabilerini Hz. Aişe’nin evinde bir araya toplar. Önce onları gözleriyle sessizce süzer, ağlamaya başlar: “Hoş geldiniz!” der, “ALLAH, sizlere uzun ve selametli bir ömür versin. Sizi rahmetiyle bağışlasın ve korusun.” Ve onlar için uzun uzun dua eder. Sonra da öğütlerini sıralar: “Size ALLAH’tan sakınmanızı tavsiye eder ve sizi O’na ısmarlarım. Ben, size ALLAH tarafından gönderilmiş apaçık bir sakındırıcı ve uyarıcıyım. ALLAH’ın kullarına ve yeryüzüne zulüm yaparak ALLAH’a başkaldırmayın. Çünkü Yüce ALLAH, benim için de sizin için de: ‘İşte ahiret yurdu! Biz onu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. Mutlu son, takva sahiplerinindir.’ (28/Kassas:83) ve ‘Kibirlenenler için cehennemde yer mi yoktur?’ (39/Zümer:60) buyurmuştur.” der. Sahabiler, sorar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Senin ecelin ne zaman?” O: “Ayrılık yaklaştı. ALLAH’a, Cennet’e, Ötelerin Ötesi’ne, En Yüce Dost’a, Nasib’e, Kutlu ve Mutlu bir hayata dönüş yaklaştı!” buyurur. Sahabiler, sormaya devam eder: “Seni kim yıkasın?”, “Ev halkımdan bana en yakın olanlar!”; “Seni neyle kefenleyelim?”, “Elbisemle!”; “Cenaze namazını kim kılsın?” Her şeyi dünyadan ibaret zannedip ölümü en büyük korku ve dehşet kaynağı görenlerin anlayamayacağı bir durumdur bu… Sanki birkaç günlük bir yolculuğa çıkılacak da onun hazırlıkları görülmektedir. Ama sahabinin de direnci buraya kadardır işte… Dayanamaz, ağlamaya başlarlar. O da ağlar. Ve devam eder: “ALLAH size rahmet etsin. Sizi benden ötürü hayırla ödüllendirsin. Beni yıkayıp kefenlediğiniz zaman, şu döşeğimin üzerine koyun ve bir süre odayı terk edin. Çünkü benim cenaze namazımı ilk olarak, dostum Cebrail, sonra Mikail, sonra İsrafil ve en son da yanında bütün melekler olduğu halde Azrail kıldıracaktır. Sonra grup grup içeriye girip benim namazımı kılın ve bana salât-ü selam getirin. Fakat beni överek, bağırıp ağlayarak rahatsız etmeyin. Ashabımdan burada bulunmayanlara benden selam söyleyin. Kıyamet gününe kadar dinime ve bana uyacak olanlara selam söyleyin.”
Dünyadan ayrılışının 13 gün öncesidir. Hz. Aişe’nin odasında olduğu bir gece, biraz uyuduktan sonra sessizce kalkar. Ayakkabısını giyip dışarı çıkar. Hz. Aişe de peşinden… Medine’nin mezarlığı Baki’ye gider. Bir süre ayakta, mezarlığı seyrettikten sonra ellerini açıp, duaya durur: “Selam size ey Mü’minler diyarı!” der, “Sizler bizden önce gittiniz. İnşaALLAH biz de size katılacağız. Ey ALLAH’ım! Onların sevaplarından bizi mahrum etme. Onlardan sonra bizi fitnelere uğratma!” Sonra bir süre daha sessiz, ayakta mezarlığı seyreder. ALLAH’tan aldığı emir üzerine, bu ziyaretlere üç gece boyunca devam eder ve mezarlığında yatmakta olan Müslümanlar için ALLAH’tan bağışlanma diler. Ve o gece vefat hastalığı başlar. İlk belirti şiddetli bir baş ağrısıdır.
İkinci gece yanında sahabi Ebu Müveyhibe de vardır. Hz. Muhammed, yine Baki’nin girişinde durup, ellerini kaldırır: “ALLAH’ın Selamı üzerinize olsun ey kabirler halkı!” buyurur ve ekler: “Sizin içinde olduğunuz şey, dünyadaki insanların içinde olduğu şeyden daha hayırlıdır. ALLAH’ın sizleri ondan kurtarmış olduğunu bir bilseydiniz. Birbiri ardında kıt’alar gibi karanlık geceler geliyor. Ve onların arkadan gelenleri, öncekilerden de kötü ve baskındır.” Yanındaki sahabisine döner: “Ey Ebu Müveyhibe! Bana, dünya hazinelerinin anahtarları ile birlikte dünyada kıyamet kopuncaya kadar kalmak ya da Rabbime kavuşmak sunuldu. Ben, Rabbime kavuşmayı tercih ettim.”
Aynı ziyaret, Uhud şehitlerine de yapılır. Dönüşte Mescid’in minberine çıkar. Bütün Müslümanlar çevresini sarmıştır. Heyecan içindedirler. Onlara da seslenir: “Ben, Kevser havuzuna ilk erişen ve sizi orada ilk karşılayan olacağım. Sizinle kavuşma yerimiz Kevser havuzudur. Ben, orada sizin hakkınızda şahitlik edeceğim. Şu anda o havuzu görüyorum. Şu anda bana yerin hazineleri verildi. Sizin için, benden sonra, yeniden putperestliğe dönersiniz diye korkmuyorum. Fakat dünyaya kapılır, onu birbirinizden kıskanır, birbiriniz öldürür ve bu nedenle sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olursunuz diye korkuyorum!” buyurur. Geçmişe ve bugüne bakınca anlarız ki, ne kadar da haklıymış; o uyarı ne kadar da yerindeymiş, gerekliymiş…
Hz. Meymune’nin evinde yedi gün kaldıktan sonra bütün eşlerini yanına çağırır. İlk beş gün göreli olarak hafif seyreden hastalığı iyice ağırlaşmıştır. Kalan günlerini Hz. Aişe’nin yanında geçirebilmek için onlardan izin ister. Çünkü O’nun sözüdür: “Peygamberler, ancak en çok sevdiği yerde vefat eder.” Gömleğini omuzlarına alır, Hz. Abbas ve Hz. Ali’ye dayanarak yürümeye çalışır. Artık ayakları bu dünya toprağını daha fazla çiğnemek istemiyor gibidir. Üç hastalığı; ateşli sıtma, Hayber’de yediği bir lokma zehirli etin etkisi ve nefes darlığı son haddine ulaşmak üzeredir.
O, hasta olan insanlara: “Ey insanların Rabbi! Zorlukları gider, şifa ver. Şifa veren Sensin. Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, bir daha hastalık geri dönmesin.” duasını okur. Hasta olduğu zamanlarda da bu duayı okuyup, elleriyle kendisini sıvazlar. Son hastalığında da Hz. Aişe, O istemediği halde, kendiliğinden aynı şeyi yapmaya teşebbüs eder. Ve sıvazlamayı Hz. Muhammed’in kendi elleriyle yapmak ister. Fakat O, ellerini geri çeker. Hz. Aişe’ye: “Bu okuduğun artık bana hiçbir yarar sağlamaz. Ben zamanımı bekliyorum.” buyurur. Ve o an yapılması doğru olan duayı, kendi eder:“Rabbim beni bağışla! Beni Yüce Dost’a ulaştır. Beni Huld Cenneti’ne yükselt!”
Hz. Osman kendisini ziyarete gelir. Ona, kulağını ağzına yaklaştırmasını söyler. Gizlice bir şeyler fısıldar. Sonra da açıkça sorar: “Sana söylediğim şeyi anladın mı?” Hz. Osman:“Evet!” der. Bunun üzerine onu tekrar yanına çağırır. Tekrar bir şeyler fısıldar. Ve yine sorar: “Sana söylediğim şeyi anladın mı?” Hz. Osman: “Evet!” der ve ekler:“Söylediklerini kulağım duydu, kalbim ezberledi.” İnsanlar tahmin ederler ki bu sır, Hz. Osman’ın karşılaşacağı belalar ve şehadetiyle ilgilidir. Peygamberi, ona “sonuna kadar dayan!” demiştir.
Son günleri içinde, peygamberlerin ve salih insanların mezarlarını mescid haline getirmemeleri konusunda insanları uyarır: “Bu günahı işleyenler, Kıyamet Günü’nde, ALLAH katında insanların en kötüleri olacaklardır.” buyurur.
Hastalığının iyice ağırlaştığı haberi sahabiler arasında dalga dalga yayılmıştır. İnsanlar işlerini bırakmış, “ya ölürse” endişesiyle Mescid’te toplanmıştır. Kadın - erkek bütün ashap gözyaşı dökmektedir. Bu durum kendisine anlatılınca, kuzeni Fadl’a seslenir: “Şu sarığımı başıma ver!” Sonra da ona tutunarak doğrulur. Güçlükle Mescid’e varır. Minber’e oturur. Bu, ashabıyla son buluşmasıdır. Önce Kelime-i Şehadet getirir. Ve devam eder: “Ey insanlar! Ben, size olan nimetinden ötürü O ALLAH’a hamd ederim ki, Kendisinden başka ilah yoktur.” Sonra her zaman yaptığı gibi Uhud şehidleri için ALLAH’tan bağışlanma diler. Ve sözü Mescid’te bulunanlara getirir. Ve onların üzerinden, kıyamet kopuncaya kadar gelecek bütün ümmetine…
“Ey insanlar! Bana söylendiğine göre siz, peygamberinizin vefat edeceğinden korkuyormuşsunuz. Benden önce gönderilmiş peygamberler içinde, ümmetinin arasında temelli kalmış bir peygamber var mıdır ki, ben de kalayım!
İyi bilin ki ben, yakında Rabbime kavuşacağım. Ve siz de O’na kavuşacaksınız.
Size ilk muhacirlere karşı hayırlı olmanızı ve onların da aralarında birbirlerine karşı hayırlı olmalarını tavsiye ederim.
Yüce ALLAH, Kur’an’da: ‘Asr’a andolsun ki, insan ziyandadır. Ancak iman edip, salih amel işleyenler (İslam’ı yaşayanlar), birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.’ (103/Asr:1-3) buyurmuştur.
Şurası kesin ki, her şey ancak Yüce ALLAH’ın izniyle gerçekleşir. Geç olacak şeyleri acele istemeniz, bir yarar sağlamaz. Çünkü Yüce ALLAH, kimsenin acele etmesiyle acele etmez. ALLAH, Kendisini yenmeğe kalkanı yener, mahveder. Aldatmaya kalkanı da zararlı çıkartır: ‘Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz mısınız?’ (47/Muhammed:22)
Hiçbir peygamber arkasında bir emanet bırakmadan vefat etmemiştir. Ben de size Ensar’ı bırakıyorum. ALLAH’tan sakının ve onlara iyi davranın. Bilirsiniz ki onlar, mallarını sizinle bölüştüler. Size darlıkta da bollukta da iyilik ettiler, sahip çıktılar. Onların hakkını gözetin. Çünkü onlar sizden önce, Medine’yi vatan ve iman yurdu edinmiş ve siz Muhacirlere iyilik etmiş kimselerdir. Onlar, meyvelerini ve bütün ürünlerini sizinle bölüşmediler mi? Yurtlarında size yer vermediler mi? Kendileri muhtaç oldukları halde, sizi kendilerine tercih etmediler mi? Ey Muhacirler! Siz çoğaldınız! Ensar ise çoğalmadı. Ey Muhacirler! İyi bilin ki, Ensar git gide azalacak, hatta yemeğin içindeki tuz gibi olacak. Siz ise çoğalacaksınız. Başka insanlar da çoğalacaklar. Size, Ensar’a karşı iyi davranmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar benim sırdaşlarım, sığınağım ve barınağım oldular. Onlar, üzerlerine aldıkları yardım görevini (Ensar, yardım edenler demektir) tam olarak yerine getirdiler. Şimdi kendilerine mükâfat verilmesi kalmıştır. Sizden ve Muhammed ümmetinden her kim iş başına geçer de, bir kişiye zarar ya da yarar sağlamaya gücü yeterse, Ensar’dan iyilik edenlerin iyiliğini kabul, kötülük edenlerin de kötülüğünü affetsin. Onların iyiliklerine iyilik edin ve kötülüklerinden de vazgeçin.
İyi bilin ki ben, sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim. Siz de gelip bana kavuşacaksınız. Dikkat edin, sizinle buluşma yerimiz Havuz’un başıdır.
Yarın benimle kavuşmak isteyen, elini ve dilini günahtan çeksin. Ey insanlar! Günah, nimetlerin değiştirilip alınmasına neden olur.
Halk iyi olduğu zaman yöneticileri de iyi olur. Halk, kötü olduğu zaman yöneticileri de kötü olur.
Varlığım, Kudret Eli’nde bulunan ALLAH’a yemin ederim ki, ben şu anda bulunduğum yerden Havuzuma bakıyorum.
Şanı Yüce ALLAH, bir kulu dünya nimetleri ile Kendi katında bulunanlar arasında serbest bıraktı. O kul da ahireti ve ALLAH’ın katında olanı tercih etti.”
Bu anda Hz. Muhammed’in ne demek istediğini, “bir kul” derken kimden bahsettiğini ilk anlayan, Hz. Ebubekir olur. Ağlamaya başlar: “Anam babam sana feda olsun!” der. Bu, ona az gelir, ekler: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Biz sana, babalarımızı, analarımızı, evlatlarımızı, canlarımızı, mallarımızı feda ederiz!” Hz. Ebubekir’in bu samimi duyguları, aynı şekilde karşılık bulur. O anda, Hz. Ebubekir’in “Peygamber sevgisi” hayatının zirvesine ulaşmıştır ve o anda Ebubekir’in manevi üstünlüğü de en açık biçimde ilan olunur. Hz. Muhammed, Ebubekir’e doğru döner: “Ey Ebubekir!” der, “Ağlama!” Sonra da sahabilerine yönelir, konu Ebubekir’dir: “Ey insanlar! İnsanlar arasında, canında, malında ve arkadaşlığında bana karşı Ebu Kuhafe’nin oğlu Ebubekir’den daha cömert kimse yoktur. Eğer Rabbimden başka insanlar arasında bir veli (yardımına sığınılacak güçlü kişi) edinecek olsaydım, kesin olarak Ebubekir’i veli edinirdim. Fakat İslam kardeşliği bundan daha üstündür. Haberiniz olsun ki o, Yüce ALLAH’ın dostudur. Benim bu Mescid’ime açılan bütün kapıları bugünden itibaren kapatın. Yalnız Ebubekir’in kapısı açık kalsın.”
Sonra o konuşmanın “son” olduğunu anlatan, başka bir konuya geçer. Çok önemli bir konuya:
“Ben, kimin tenine dokunmuşsam, işte tenim! O da dokunsun, ödeşelim. Ben, kimin sırtına kamçıyla vurmuşsam, işte sırtım! O da vursun, ödeşelim. Ben, kimin namusuna ve şerefine dil uzatmışsam, işte namusum ve şerefim! O da benden öcünü alsın. Ben kimin malında haksız olarak bir şey almışsam, işte malım! O da alsın. İyi bilin ki, benim gözümde sizin en sevgili olanınız, eğer bende bir hakkı varsa, hakkını alan ya da bana helal eden kişidir. Ben de bu sayede Rabbime, gönül hoşluğu ile kavuşmuş olayım. Hiç kimse: ‘Ben ALLAH’ın Elçisi’nin kininden ve düşmanlığından korkarım.’ diyemez. Kin ve düşmanlık asla benim huyum değildir!”
Son sözlerini üç kez tekrarlar ve susarak beklemeye başlar. Herkes merakla çevresine bakınır. Biri ayağa kalkarak: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Ben sana üç dirhem vermiştim.” der. Hz. Muhammed, kuzenine dönerek: “Doğru söylüyorsun! Fadl! Bu adama üç dirhem ver.”buyurur. Ve beklemeye devam eder. Biri daha kalkar.
Bu, Ukkaşe isminde, yaşlı, sessiz, kendi halinde bir sahabidir. Ayağa kalkar ve öylece durur. Belli ki, bu duruşuyla “hak sahibi” olduğu iddiasındadır. Sonra da kısık bir sesle konuşur: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Bir sefer dönüşünde, develerden inilirken, senin sopan benim sırtıma çarpmıştı.”
Mescid’e bomba düşmüş gibi olur. Ukkaşe, hem de bu hasta haliyle, Hz. Muhammed’in sırtına sopa vurma, kısas uygulama peşindedir. Soluk tutulur. ALLAH’ın Elçisi: “İyi ama”der, “ey Ukkaşe, o olay istemeden olmuştu.”
Ukkaşe, sessiz ayakta dikilmeye devam eder. Ve bu haliyle de dile getirmek ister ki, olay bir kaza olsa da o, hakkının peşindedir. Bunun üzerine Hz. Muhammed, Bilal-i Habeşi’ye döner, o sopayı kızı Fatıma’nın evinden getirmesini ister. Fatıma olayı öğrenince şoka girer. Bilal’e: “Söyle Hasan’la, Hüseyin’e, kısası kendilerine yaptırsınlar. Dedelerinin dövülmesine sakın izin vermesinler.” der. Mescid’teki dehşet duygusu da giderek büyür. Nakışlı sopa gelmiş, kısas uygulanmak üzeredir. Ebubekir kalkar: “Ey Ukkaşe!” der,“İstediğin, bir sırta sopa vurmaksa, işte benim sırtım! İstersen parçala! Ama sakın O’na dokunma!”
Ukkaşe oralı bile olmaz. Sopa elinde, Hz. Muhammed’in minberden inip sırtını eğmesini bekler.
Arka arkaya, Ömer kalkar, Ali kalkar… “Bize vur!” derler, “Ama sakın O’na dokunma!”
Hasan kalkar, Hüseyin kalkar… “Biz, O’nun torunlarıyız. Kısasını üstlenmek en başta bize düşer. O’na dokunma da istersen bize yüzer sopa vur!”
Adeta bütün Mescid ayaklanır. Ukkaşe’ye hurmalıklar, deve sürüleri teklif edilir. Altınlar, gümüşler ayağına serilir. O, söylenenleri duymuyormuş gibi, olduğu yerde sessiz dikilmeye devam eder.
En sonunda sahabiler, Hz. Muhammed tarafından sakinleştirilir. Ve O, minberden inip Ukkaşe’ye sırtını döner, aynı sopayı eline tutuşturur: “Haydi al hakkını!” der. Ukkaşe, sakin, cılız bir sesle konuşur: “Ey ALLAH’ın Elçisi! O gün benim sırtım çıplaktı!”
Gömlek sıyrılır, sırt açığa çıkar.
Mescid, bir ölüm sessizliğine gömülmüştür.
Ve sopa, Ukkaşe’nin elinden yavaşça kayar, yere düşer. Ve Ukkaşe de Hz. Muhammed’in sırtına… O’nu kucaklamış, katıla katıla ağlarken, bir yandan da peygamberlik mührünü öpüp koklamaktadır.
Ağlamaktan, biraz konuşmaya mecal bulunca da: “Anam babam sana feda olsun! Kimin gönlü sana vurmaya razı olur ki? Maksadım sadece bu idi. Ne olur beni bağışla!” der.
Hz. Muhammed, doğrulup gömleğini giyerken, Cebrail gelir. Ukkaşe hakkında bir haber getirmiştir. Hz. Muhammed, oturduğu yerde hıçkırmaya devam eden Hz. Ukkaşe’yi eliyle işaret eder ve Cebrail’in getirdiği haberi duyurur: “Kim benim Cennet’teki komşumu merak ediyorsa, Ukkaşe’ye baksın!”
Sonra da ellerini açıp, dua eder: “Ey ALLAH’ım! Ben ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır söz söylemişsem ya da kamçı vurmuş ya da lanet etmişsem Sen, bunları o Mü’min için Kıyamet Günü’nde Sana yakınlaşmasına vesile kıl!”
Sonra kapılar kapatılır. Ebubekir’in kapısı hariç… Hz. Ömer, kendi kapısının kapatılmamasını rica eder. O: “Hayır!” diye cevaplar. Hz. Abbas ise bu işin hikmetini merak eder. Tıpkı şu an sizin de merak ettiğiniz gibi… Hz. Muhammed: “Ey Abbas!” der,“Ben ne kendiliğinden açtım, ne de kendiliğinden kapattım!”
En son imamlık yaptığı namaz da o günlerde kılınır. Bir akşam namazıdır bu… Zamm-ı Sure olarak (Fatiha’dan sonra okuna) Mürselat’ı okur. Sonraki günlerde, bir kez daha cemaate katılıp, imamlık yapmaya teşebbüs eder fakat güç yetiremez. Defalarca abdest alır ve defalarca bayılır. O’nun yerine Hz. Ebubekir imamlık yapar. O, bir öğle namazı vaktinde, kendinde Mescid’e kadar yürüyecek gücü hisseder. Cemaat, Hz. Ebubekir’in imamlığında farzı kılmaktadır. Perde aralanıp da karşılarında Peygamberlerini gören insanlar, neredeyse heyecan ve sevinçten namazı bozacak gibi olurlar. Hz. Ebubekir, imamlıktan çekilip, yerini O’na bırakmak ister. Hz. Muhammed, eliyle “dur” işareti yapar. Kendisini Ebubekir’in yanına oturturlar. Ve O da namazını Hz. Ebubekir’e uyarak kılar. Aynı olay bir kez daha tekrarlanır. Birkaç gün sonra bir sabah namazında… Bun namazdan sonra Hz Muhammed:“Ümmetinden birisi kendisine imamlık etmedikçe, ahirete alınmış bir peygamber yoktur.” buyurur. Artık yaşadığı her şey, ahiret hazırlığıdır.
Vefatından önceki gün, Doğu Roma’ya karşı yola çıkmak için hazır bekleyen ordunun genç serdarı ve İslam’ın ilk “Fatih Sultan”ı Hz. Üsame, kendisini ziyaret eder. Artık konuşmaya bile gücü yetmemektedir. Üsame, yattığı yere uzanıp, O’nu yüzünden öper. Bilinci yerindedir. Üsame’yi tanımıştır. Ellerini göğe doğru uzatır, uzun uzun dua eder. ALLAH’tan başka hiç kimsenin duyamadığı bir duadır bu. Ve ellerini indirirken Üsame’yi kavrar. Anlarlar ki bu son dua, Üsame ve onun şahsında, kıyamete kadar gelecek bütün İslam gençliği, bütün İ’lay-ı Kelimetullah (ALLAH kelimesini yüceltme, İslam’a hizmet) erleri içindir. Sonra gün döner, Rebiülevvel’in on ikisi olur..
Son Gün
O gün, günlerden pazartesidir. On iki Rebiülevvel on bir (Hicri) ya da sekiz haziran altı yüz otuz iki…
Sabah namazında, Hz. Aişe’nin kapısının perdesi aralanır. Hz. Ebubekir’in imamlık ettiği ümmetini seyreder. Yüzü, bir sahabinin deyimiyle, Kur’an yaprağı gibi sarı beyaz arasıdır. Namaz kılan düzgün safları görünce, hoşnut olur. Tebessüm eder. Sahabiler, bir yandan namazlarını kılıp, Hz. Ebubekir’in okuduğu Kur’an’ı dinlemekte, bir yandan da göz ucuyla O’na bakmaktadır. Yine de hiçbiri namazı bozup, safını terk etmez. Bu, belki de ashabın O’nunla son kez imtihan oluşudur. Sergiledikleri bilinç ve disiplin, Peygamberlerini fazlasıyla memnun eder.
Ve O’ndan ümmetine kalan son görüntü, memnuniyetle tebessüm eden bir simadır.
Önceki günlere göre çok daha iyi gibidir. Bu da insanlarda büyük bir ferahlamaya yol açar. Birçokları: “ALLAH’ın Elçisi hastalığı atlattı. Artık iyileşiyor.” diye düşünür. Oysa bu, mumun sönmeden önceki son parlamasıdır. Son perde kapanır.
Takip eden saatlerde Üsame’ye hareket emrini verir. “Artık iyileşti” zannı, eşlerinde de vardır. Hep beraber, sevinç içinde O’nun saçlarını tararlar. Hz. Ebubekir de aynı yanlış zanla, Medine’nin uzak bir mahallesindeki evine gitmek için izin ister. Günlerden beridir, Mescid’te, Hz. Muhammed’in yanı başında hazır beklemektedir.
Kendinde konuşacak gücü hissedince, yanında bulunan en yakınlarını tekrar uyarır: “Ey insanlar!” der, “Ateş alevlendi. Karanlık gece parçaları gibi fitneler geliyor. Ey ALLAH’ın Elçisi Muhammed’in kızı Fatıma! Ey ALLAH’ın Elçisi’nin halası Safiyye! ALLAH katında, kabul edilecek işler yapın. Çünkü ben sizi, ALLAH’ın azabından kurtaramam.”
O gün bütün nakit parası yedi dinardan ibarettir. Hz. Aişe’ye bu parayı, Medineli fakirlere dağıtmasını söyler ve ardından fenalaşıp, bayılır. Telaşa kapılan Hz. Aişe, emri yerine getiremez. Fakat O’nun kendine gelir gelmez yaptığı ilk iş, paraları sormak olur. Hz. Aişe özür diler: “Senin bayılman beni meşgul etti.” der. O, paraları Aişe’den alır. Parmakları arasında çevirirken, bir yandan da şöyle mırıldandığı duyulur: “ALLAH’ın Elçisi Muhammed, bu paralar evinde bulunduğu halde Rabbine kavuşursa hali nasıl olur!” Sonra Medineli beş fakir ailenin isimlerini sayar, paraların onlar arasında paylaştırılmasını ister. Ve sıkar dişini, paralar yerlerine ulaşıncaya kadar bayılmaz.
Öğlene doğru hastalık birden çok ağırlaşır. Sürekli, yanında bulunan bir çanağa elini daldırıp, aldığı suyla yüzünü ıslatmakta, bir yandan da: “Ey ALLAH’ım! Ölümün akılları gideren acı ve sıkıntılarına karşı bana yardım et!” diye dua etmeye başlar.
Durumu iyice ağırlaşınca Hz. Ümmü Seleme, kendini tutamaz, feryat eder. Onu uyarır:“Sus! Kâfirlerden başkası feryat etmez!” Fatma’yı çağırtır: “Hoş geldin kızım!” dedikten sonra yanına oturmasını söyler. Ve kulağına gizlice bir şeyler fısıldar. Fatıma ağlamaya başlar. Sonra yine bir şeyler fısıldar. Ve bu kez Fatıma güler. Hz. Aişe, daha sonraki aylarda bu ağlama ve gülmenin sırrını soracak, Hz. Fatıma da şunları anlatacaktır: “Ağladım, çünkü babam bana artık vefat etmek üzere olduğunu söylemişti. Güldüm, çünkü bana, ev halkından kendisine ilk kavuşacak kişinin, ben olduğunu müjdelemişti.” Fatıma, altı ay sonra babasına ve Peygamberine kavuşur.
“Ali içeri girmek için izin istiyor.” derler. O: “Girsin!” buyurur. Yanında Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de vardır. Onlarla da vedalaşır.
Hz. Aişe’nin kardeşi, Abdurrahman da içeri girer. Elinde bir misvak vardır. Gözleriyle onu takip eder. Hz. Aişe isteğini anlamıştır. Sorar: “Ey ALLAH’ın Elçisi! O misvakı sana vermemi ister misin?”, başıyla: “Evet!” der. Hz. Aişe gördüklerini daha sonra şöyle anlatır:“ALLAH’ın Elçisi’nin misvakla dişlerini, bu kadar özenli, bu kadar güzel ovuşturduğunu daha önce hiç görmemiştim.” Çünkü bu kez hazırlık insanlar için değil, Alemlerin Rabbi içindir.
Sonra misvak elinden düşer.
O anlardaki ızdırabı Hz. Aişe’de şöyle dile gelir: “Yüzü bazen kızarıyor, bazen de sararıyordu. Acısından ellerini aşağı, yukarı çeviriyordu. Yanakları ter içindeydi. Yanındaki bir tastan ellerini ıslatıp yüzüne sürüyor ve sürekli: ‘ALLAH’ım, ölüm acısına karşı bana yardım et!’ diyordu.” Fakat bu halinde bile Hz. Aişe’ye karşı olan sevgisini belirtmekten geri kalmaz: “Cennet’te ey Aişe!” der, “Elinin beyazlığını gördüm ya, artık bu hastalık acısı benim canımı yakmaz!” O halinde bile kendinden çok çevresindekileri düşünür. Onların acılarını hafifletmek için çırpınır.
Hz. Fatıma da gördüğü acıya dayanamaz ve: “Vah babacığım! Vah babacığımın çektiği acı!” diye feryat eder. Hz. Muhammed, bir kez daha kendi sıkıntısını unutur, onu teselliye çalışır: “Kızım!” der, “Ağlama, Arş’ı taşıyan melekler, senin sesine ağladılar.” Ve ekler:“Bugünden sonra baban artık hiç acı çekmeyecek!” Ve Fatıma daha fazla dayanamaz. Hasan ile Hüseyin’i de alarak evine döner. O, arkalarından bakarken, gözyaşlarına hakim olamaz ve üç kez dua eder: “ALLAH’ım! Onlar, benim Ehl-i Beyt’im (ailem)! Ben, onları, tek tek bütün Mü’minlere emanet ediyorum.”
Ona ağlayanlardan biri de dadısı Ümmü Eymen’dir. Daha altı yaşındayken, Mekke yollarında Amine’yi kaybedip, anadan da öksüz kaldığı zaman, onu bağrına basıp Mekke’ye sağ salim kavuşturan Ümmü Eymen… Kocamış, yaşlı bir kadın, Ümmü Eymen… Onu da teselli etmeye çalışır: “Ağlama! ALLAH’ın Elçisi, Rabbinin katında olanı tercih etti.” buyurur. Ama Ümmü Eymen’i ağlatan neden çok başkadır. O: “Ben nasıl ağlamam ki, artık semadan gelen haber kesilecek, vahiy bitecek!” diye cevap verir. Hz. Muhammed, bu cevabın ifade ettiği bakış farkı ve derinliği karşısında susar.
Sonra, seneler önce Uhud meydanında inen ayetleri okur: “Muhammed, sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip, geçti. Şimdi o, ölür ya da öldürülürse, siz ökçeleriniz üzerinde (dininizden) geri mi döneceksiniz? Kim, ökçesi üzerine geri dönerse, ALLAH’a hiçbir zarar veremez. ALLAH, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (3/Al-i İmran:144)
Vakit, öğleyi geçmiştir ki, son dakikalara girilir. Başı, Hz. Aişe’nin göğsüne yaslıdır. Hz. Muhammed’in üzerine yine bir baygınlık gelir. Gözlerini açınca: “ALLAH’ım! Beni Refik-i Ala’ya (Cennet’teki ALLAH’a yakınlık mertebesi) al!” demeye başlar. Bu duayı duyunca, Hz. Aişe’nin zihninde bir çağrışım yaşanır. Hz. Muhammed, seneler önce: “Hiçbir peygamberin ruhu, Cennet’teki yerini görmedikçe, alınmaz.” demiştir. Ve o zaman, Hz. Aişe çok acı bir gerçeğin farkına varır, kendi kendine: “ALLAH’ın Elçisi bizi istemiyor artık!” der. Ve sonraki dakikalarda bu acı gerçek defalarca te’yit edilir. Artık, Hz. Aişe ne kadar: “Ey insanların Rabbi! Bu hastalığı kaldır. Gerçek tabip Sensin! Gerçek şifa veren Sensin!” diye dua etse de hepsi Hz. Muhammed tarafından geri çevrilmektedir. O, artık sürekli olarak Hz. Aişe’nin yaptığı duayı ve o dua ile sembolize edilen dünya hayatını reddeder bir tavırla: “Hayır! Ben, ALLAH’tan Refik-i Ala’yı, Cebrail, Mikail ve İsrafil ile birlikte olmayı istiyorum. ALLAH’ım, beni bağışla! Beni Refik-i Ala’ya kavuştur! ALLAH’ım, beni bağışla! Bana rahmetini ihsan et. Beni Refik-i Ala’ya al!” diye dua etmektedir.
Cebrail, odada belirir: “Kendini nasıl hissediyorsun?” diye sorar. O: “Sıkıntılı!” deyince, Hz. Cebrail: “Ey Ahmed!” der, “Azrail içeri girmek için izin istiyor. Oysa daha önce hiçbir insanın yanına girmek için izin istememişti. Ve bundan sonra da istemeyecektir!” İzin verilir ve Azrail de Cebrail’in yanı başında belirir: “Ey ALLAH’ın Elçisi! Ey Ahmed! Yüce ALLAH beni sana gönderdi. Ve senin her emrine itaat etmemi emretti. Eğer istersen, ruhunu alacağım. Ya da istersen, ruhunu sana bırakıp geri döneceğim!” Hz. Cebrail, devam eder: “Ey Ahmed! Yüce ALLAH seni özlüyor!” Hz. Muhammed fısıltıyla konuşur:“ALLAH katında olan daha hayırlı ve bitimsizdir. Ey Azrail! Emrolunduğun şeyi yerine getir. Al ruhumu!”
…
Sonra, sanki zaman durdu…
Yanındaki su kabına iki elini birden batırıp, yüzünü son bir kez yıkadı.
“La ilahe illALLAH!”
“Ölümün de akılları başlardan alan ızdırap ve şiddetleri var.” dedi.
Ellerini kaldırdı. Gözlerini odanın tavanına dikti.
Son sözleri: “Ey ALLAH’ım! Refik-i Ala!” oldu.
Eli, yanında duran suyun içine düştü.
Başı Hz. Aişe’den yana döndü.
Aişe, ilk anda, olanı anlamadı.
Hz. Muhammed’in ağzından kendi eline soğuk bir damla düştüğünü zannetti. Ürperdi.
Ve aniden O’nun vücudunun ağırlaştığını hissetti.
Başını yavaşça kucağından yastığa bıraktı.
Peygamberlik mührü sırtından silindi.
Hz. Cebrail, selam verdi: “Sana selam olsun ey ALLAH’ın Elçisi!”
Bütün Medine kapkaranlık oldu.
Güneş battı. Herkes üşüdü…
Kaynakça
AHATLI, Erdinç; Peygamberlik ve Hz. Muhammed’in Peygamberliği; Değişim Yay.; İstanbul, 2002
ALGÜL, Hüseyin; Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed; Türkiye Diyanet Vakfı; Ankara, 1999
ARI, Saim; Medine’nin Öncüleri; Işık Yay.; İzmir, 2008
ARMSTRONG, Karen; Hazreti Muhammed (sav); Koridor Yay.; İstanbul, 2005
ATEŞ, Ali Osman; Oryantalistlerin Hz. Peygamber ile İlgili İddialarına Cevaplar; Beyan Yay.; İstanbul, 1996
AZZAM, Abdurrahman; Peygamberimizin Örnek Ahlakı; Timaş Yay.; İstanbul, 2002
BALCI, Ramazan; En Sevgili’nin Dostları; Nesil Yay.; İstanbul, 2005
ÇELEBİ, Ahmet; İslam Öncesi Mekke ve Tarih Anlayışımız; Seriyye Kitapları; İstanbul, 1997
ÇETİN, Abdurrahman; Peygamberimizin Hayatı; Ensar Neşriyat; İstanbul, 2007
ÇETİN, Abdurrahman; Peygamberimiz ve Toplum; Ensar Neşriyat; İstanbul, 2007
ÇETİN, Abdurrahman; Peygamberimizin İbadetleri, Ensar Neşriyat, ;İstanbul, 2007
ÇETİN, Abdurrahman; Peygamberimizin Ahlakı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2007
DELCAMBRE, Anne-Marie; ALLAH’ın Resulü Hz. Muhammed; YKY, İstanbul, 2001
DERVEZE, İzzet; Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı (Tk.); Ekin Yay.; İstanbul, 1998
DÖNMEZ, Kâzım; O’nun Günleri; Okul Yay.; İstanbul, 2004
DURÎ, A. Aziz; İlk Dönem İslam Tarihi; Endülüs Yay.; İstanbul, 1991
EBU ZEHRA, Muhammed; Son Peygamber Hazreti Muhammed (Tk.); Kitabevi; İstanbul, 1997
Edisyon; Sahabîler Ansiklopedisi (Tk.); Nesil Yay; İstanbul, 2006
Edisyon; En Öndekiler; Işık Yay.; İzmir, 2007
EL-ASKALÂNÎ, İbn Hacer; Sahabe-i Kiram Ansiklopedisi (Tk.); İz Yay.; İstanbul, 2009
EL-BEKRÎ; Câhiliye Arapları; İz Yay.; İstanbul, 1998
EL-İSBEHÂNİ, Ebu’ş-Şeyh; Hz. Peygamber’in Edeb ve Ahlâkı; İz Yay.; İstanbul, 1997
EN-NEDVİ, Ebu’l-Hasen; Rahmet Peygamberi; İz Yay.; İstanbul, 1996
GAZALİ, Muhammed; Fıkhu’s Sîre (Resulullah’ın Hayatı); Risale Yay.; İstanbul, 2005
GÜLEN, M. Fethullah; Sonsuz Nur (Tk.); Zaman Yay.; İstanbul, 1994
HALİD, Halid Muhammed; Yeryüzünün Yıldızları; Beka Yay.; İstanbul, 2001
HAMİDULLAH, Muhammed; İslam Peygamberi (Tk.); İrfan Yay.; İstanbul, 1993
HAVVA, Said; Er Rasûl Hazreti Muhammed (sav); Petek Yay.; İstanbul, 1987
HAYLAMAZ, Reşit; Efendimiz (sav) (Tk.); Işık Yay.; İzmir, 2007
İBN-İ HİŞAM; İslam Tarihi (Tk.), Kahraman Yay.; İstanbul, 2001
KÂDİ İYAZ; Şifâ-i Şerîf; Bedir Yay.; İstanbul, 1993
KÂNDEHLEVÎ, M. Yusuf; Hadislerle Peygamber ve Ashâbının Yaşadığı İslâmiyet (Tk.); Divan Yay.; İstanbul, 1980
KANDEMİR, M. Yaşar; İki Cihan Güneşi; Erkam Yay.; İstanbul, 2004
KANDEMİR, M. Yaşar; Canım Arzular Seni; Erkam Yay.; İstanbul, 2002
KANDEMİR, M. Yaşar; Senin Yoluna; Erkam Yay.; İstanbul, 2004
KANDEMİR, M. Yaşar; Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed (sav); Erkam Yay.; İstanbul, 2004
KAZICI, Ziya; Hazret-i Muhammed’in Aile Hayatı ve Eşleri; Çamlıca Yay.; İstanbul, 2003
KESMEZ, Ümit; Fethin Mü’minleri; Işık Yay.; İzmir, 2008
KISAKÜREK, Necip Fazıl; Çöle İnen Nur; Büyük Doğu Yay.; İstanbul, 1998
KÖKSAL, M. Âsım; Hazreti Muhammed (as) ve İslâmiyet (Tk.); Işık Yay.; İzmir, 2010
KÖKSAL, M. Âsım; Peygamberimiz; Köksal Yay.; İstanbul, 1999
KÖKSAL, M. Âsım; Efendimiz ve Yolu; Gelenek Yay.; İstanbul, 2003
KURUCAN, Ahmet – MERCAN, Zühdü; Aşere-i Mübeşşere; Işık Yay.; 2007
KUTUP, Muhammed Ali; İslam Kahramanları (Tk.); Hisar Yay.; İstanbul, 1981
LINGS, Martin; Hz. Muhammed’in Hayatı; İnsan Yay.; İstanbul, 1984
MAHMUT EFENDİ, Ataullah b. Fazlullah Benlizâde; Sevgilinin Bahçesi; Gelenek Yay.; İstanbul, 2003
MEVDUDÎ; Hz. Peygamberin Hayatı (Tk.); Pınar Yay.; İstanbul, 1992
NURBAKİ, Halûk; Fahr-i Kâinat Efendimiz; Damla Yay.; İstanbul, 2000
RAHNUMA, Zeynel Abidin; Fahrıâlem Hz. Muhammed’in Hayatı; Elest Yay.; İstanbul, 2005
RODINSON, Maxime; Muhammed; Doruk Yay.; İstanbul, 2008
SARDAR, Ziauddin – MALİK, Zafar Abbas; Hz. Muhammed; Milliyet Yay.; İstanbul, 1996
SIBÂÎ, Mustafa; Peygamberimizin Hayatından Dersler ve İbretler; Risale Yay.; İstanbul, tarihsiz
ŞAKİR, Mahmud; Sahabe Hayatından Tablolar (Tk.); Ravza Yay.; İstanbul, tarihsiz
ŞAKİR, Mahmud; Gökteki Yıldızlar, Ravza Yay.; İstanbul, 2007
ŞARKAVİ, Abdurrahman; Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed; Birleşik Yay.; İstanbul, 1996
ŞERİATİ, Ali; Muhammed’i Tanıyalım; Fecr Yay.; Ankara, 2000
Garplıların üzerinde durdukları, zayıf veya yersiz gördükleri ve her zaman dillerine doladıkları meselelerden biri de çok kadınla evlenme meselesidir. Onlar, „İslam Dini buna nasıl müsaade ediyor? Bu hiç olur mu?!.“ der dururlar.
Hanım kardeşlerimin, belki de en çok korktukları meselelerden birisi de budur.
Hayır! Dinimizin diğer meselelerinde olduğu gibi, bu meselesinde de insan hukukuna, insan tabiatına, insan mantığına ve insan yaratılışına ters düşen hiçbir taraf yoktur. Bu mesele de gayet mâkul ve normaldir. Yeter ki meseleyi çok iyi bilelim, yeter ki her yönüyle tetkik edelim.
İslam dini, çok evlenmeye müsaade ederken kapıyı tamamen açık bırakmamıştır. Aksine, bu meseleyi çok ağır şartlara bağlamıştır. Öyle ki, her sabahtan kalkan; ,,Ben bir daha evleneceğim, bir kadın daha alacağım!..“ diyemez. Yağma yok, her erkek çok evlenmenin hakkından gelemez, hukukuna riayet edemez, günaha girer...
Kur'an-ı Kerim'in bu husustaki ayetini görelim:
,,Eğer, velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle kendilerine haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz; şayet aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz cariye ile yetinmelisiniz. Doğru yoldan sapmamanız için en uygunu budur.“
Rivayete göre, cahiliyyet devrinde bir erkek, on kadar kadınla evlenirdi. Yani nikâhı altında on tane kadın bulunabilirdi. Bundan başka, şayet kendi idaresi altında malı-mülkü olan yetim kız da varsa onu da malı için alırdı, başkasına vermezdi, hakkında adalet de göstermezdi, işte böyle adalete aykırı, hukuka aykırı, merhamete aykırı hal ve hareketlerden müslümanları menetmek için Cenab-ı Hakk ne yapmış? Yukarıda mealini kaydettiğimiz ayet-i kerime'yi göndermiştir.
Bu ayet-i celile'de, bir kimsenin idaresinde bulunan bir yetim kızın, sırf malına tama' ederek kendisine nikâh ettiği taktirde, hakkında adaletli davranmaktan korkarsa ne yapacak? Yetim olmayan ve aynı zamanda hoşuna giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder alması caizdir. Buna müsaade veriliyor. Veriliyor ama bu da serbest bırakılmıyor, keyfe bırakılmıyor, ağır bir şarta bağlanıyor, kadınlar arasında tam bir adalet şartı konuyor. Kişi, birden fazla alacağı kadınlar arasında adil olacağını, onların hukukuna harfi harfine riayet edeceğini kestirir ve bunu yüzde yüz göze alabiliyorsa, kendine güvenip ,,Ben adil olabilirim, hiçbirine gadretmem, her kadının hakkını hakkıyla veririm!..“ diyebiliyorsa ve buna kesin karar verebiliyorsa işte o zaman birden fazla evlenmesine müsaade ediliyor. Yok eğer adil olamamaktan korkuyorsa, ,,Acaba, ben birden fazla evlendiğim taktirde kadınların haklarından gelebilir miyim? Tam olarak adaleti tesis edebilir miyim? Her birine bir ev temin edebilir miyim? Sonu nasıl olur? Vebale girer miyim?..” şeklinde korku ve şübhe içinde bulunursa, tek bir kadınla yetinmesi emrediliyor. “Tek bir kadınla evleniniz!” deniyor.
Ayet-i kerime'de şu noktaya da dikkat çekilmektedir: Yetim hakkı çok ağırdır. Yetimin hukukuna tecavüz büyük bir zulümdür, insanı korkunç azaba sürükler.
Kadın hakkı da yetim hakkı gibidir, bir bu kadar mühimdir. Birden fazla olan kadınları arasında adil olamazsa, hak ve hukuklarına riayet etmezse, kimine iyi, kimine kötü davranırsa büyük bir zulüm yapmış, kendisini korkunç azaba sürüklemiş olur.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:
,,Bir kimsenin iki karısı olur da ikisi arasında adil davranmazsa, kıyamet gününde vücudunun bir tarafı çarpık olarak haşrolunur.”
Demek oluyor ki; birden fazla karı alan, çok çetin ve çok tehlikeli bir işin altına girmiş oluyor. Bu çok çetin ve çok tehlikeli işin hakkından gelmek, yüz aklığıyla altından kalkmak her babayiğidin kârı değildir.
Netice itibariyle şunu söyleyebiliriz: İslam dininde çok evlenme kapısı herkese açık değildir, çok ağır şarta bağlıdır.
Fakat bu çok ağır şartı yerine getireceğine aklı kesen kimseye müsaade etmiştir, kapıyı tamamen kapamamıştır. Çünkü buna ihtiyaç da var. Hem de birkaç yönden. Hem erkekler, yönünden hem de kadınlar yönünden.
Erkekler yönünden:
Kadınlar, erkeklere nazaran zayıf bünyeli, narin mizaçlı olarak yaratılmışlardır. Dolayısıyla marazlara, arızalara daha müsaittirler. Kadınların birçok vakitleri hayızla, lohusalıkla, gebeliğin ağır yükü ile geçer. Çocukların bakımı, görüp gözetilmesi meşguliyeti de kadınlara aittir. Bütün bunlar; kadınların daha çabuk ihtiyarlamalarına, çabuk çökmelerine ve nihayet çabuk yorgun düşmelerine sebebiyet verir. Kocalarının kocalık haklarını hakkıyla yerine getiremez, onlara karşı olan vazifelerini tam yapamazlar ve onları tatmin edemezler.
Tatmin olamayan koca ne yapacak?
Bir taraftan hırcınlaşacak, hanımına karşı sertleşecek, aradaki bağlar gevşemeye başlayacak, huzursuzluk kendini gösterecek, evin tadı, tuzu kalmayacaktır ve belki de bağların kopmasına, ailenin dağılmasına sebep olacaktır.
Diğer taraftan da kendini tatmin etme yollarını ve çarelerini arayacak, harama gidecek, zina yapacak ve namusunu lekeleyecektir. Bu da neslin bozulmasına yol açacaktır.
İşte bütün bunları nazar-ı itibare alan İslam dini ne yapmış? Bu gibi mahzurlara, sakıncalara meydan vermemek için tedbir almış; aralarında adaleti gözetmek şartiyle birden fazla evlenmeye izin vermiştir.
Kadınlar yönünden :
Çok evlenme kapısının açık bırakılması kadınlar yönünden de hikmet ve maslahata uygundur. Onların aleyhine değil, lehinedir. Zararlarına değil, faydalarınadır. Şöyleki:
Genellikle kadın sayısı erkekten çok oluyor. Ayrıca savaşlarda, kazalarda ölen erkekler, erkek sayısını daha da azaltıyor. Bu nedenle İslamiyet diyebiliyor ki, şimdi siz birden fazla kadınla evlenme kapısını tamamen kapatırsanız ve herkes ancak bir kadınla evlenecektir, derseniz, ya arta kalan kadınların hali ne olacak? Onlar nereden koça bulacaklar? Bunların ihtiyaçlarını kim giderecek, dertleriyle kim dertlenecek? Bunlar ortalıkta perişan mı olacaklar, namuslarını payımal mı edecekler? Bunlara kim evet diyebilir?
Ve işte, kadınların böyle bir duruma düşüp perişan olmamaları için, aynı zamanda beşerî ihtiyaçlarını meşru bir şekilde karşılayabilmeleri için, İslam dini çok kadınla evlenme kapısını -adalet şartını koyarak- açık bırakmıştır.
Yani iki yol var: Ya arta kalan kadınlar sokakta, şurada veya burada perişan olacaklar, himayesiz kalacaklar; fuhuş alabildiğine yayılacak, namusları gidecek. Ya da erkeklere, birden fazla kadınla evlenme kapısı açık kalacak. İslam dini ne yapmış? Bu iki yoldan ikincisini faydalı görmüş ve bir erkeğin adil olma kaydiyle, birden fazla kadınla evlenmesine müsaade etmiştir.
İslam dinini bu yönden tenkit etmek isteyen Avrupalı'lar, bu konuyu ya bu yönüyle anlayamıyorlar ya da anlamak istemiyorlar. Fakat Avrupalılar içerisinde insaflı düşünenler de yok değildir. Bakınız: Bu meseleden bahseden DoktorAnnie Besant ne diyor?
,,Bir tek kadınla evlilik, batıda sözde kalmıştır. Gerçekte ise sorumsuz bir şekilde çok kadınla evlenme usulü alıp yürümüştür. (Ama batılı buna çok evlilik demiyor da metres hayatı diyor ve kelime oyunu yapıyor...) Erkek, metresinden bıkınca ne yapıyor? Onu başından savuyor. O da yavaş yavaş kaldırım yosması, sokak kadını oluyor.
İşte, bu zavallı metresin durumu, çok kadınlı bir aile çatısı altında mevki sahibi, hürmet gören bir annenin durumu ile kıyaslanamaz. Avrupa'nın büyük şehirlerinde geceleri sokakları dolduran binlerce zavallı kadını gördüğümüz zaman anlıyoruz ki; çok evlenmeğe izin verdiği için İslam dinini kötülemeleri onların ağızlarına yakışmıyor.
Aldatılmış, sığınacak bir yerden ve sevgiden mahrum, babası belli olmayan çocuğu ile sokağa atılmış, yoldan geçenin zevkine kurban olmuş, herkesin nefret ve hakaretine uğramış bir halde yaşamaktansa, bir tek adamın hanımlarından biri olarak, kucağında çocuğu ile ve hürmet görerek bir aile yuvasında yaşamak, bir kadın için çok daha iyi, çok daha mesut ve çok daha muhteremdir.
Garbın bir başka ilim adamı da şöyle diyor:
„... Bir tek kadınla evlenmenin Hz. İsa tarafından savunulduğu hususu doğru değildir. Mesele içtimaî, ahlakî ve dinî bakımdan ele alındığı taktirde, birden fazla kadınla evlenmenin, medeniyetin en yüksek değer ölçülerine aykırı olmadığı isbat edilebilir. Bu dava, batıda kimsesiz ve bahtsız kadınların meselesinin halli için bir devadır, bir ilaçtır. Tersini iddia etmek fuhuşun, metres hayatının ve evde kalmış kızların davalarının devam etmesi ve çoğalması demektir.“
İslam'ın bu babdaki hükmünün taşıdığı hikmetleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Erkeğin beşerî ihtiyaçlarını gidermek,
2- Hiçbir kadını kocasız bırakmamak,
3- Erkek ve kadının namusunu korumak,
4- Adil olamamaktan korkan kimseye bu kapıyı kapamak
xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
KURANIN HZ PEYGAMBERİN SÜNNETİNE VERDİĞİ DEĞER - 1
Doç. Dr. Mevlüt Güngör
Beşerin dünya ve âhiret rehberi olarak Kur'ân-ı Kerim, onun ihtiyacı olan herşeyi göstermiştir. Bunların bir kısmına kendi âyetleri arasında yer vermiş, bir kısmının da açıklamasını Resûl-ü Ekrem Efendimiz'e bırakmıştır. Dolayısıyla Efendimizin beyanları, ya bir Kur'ân âyetinin açıklaması veya Kendilinin koyduğu yeni bir hükmün ifadesidir.
Bu böyle iken "her mes'elede ille de Kur'an âyeti isterim' diye tutturmak ilmîlik değil, dinî bilimlerden behre sahibi olmamanın remzidir. Bu tavır, insanı hadîsleri hafife almaya; Hz. Peygamber (sav)'i tanımamaya götürür. Kur'an-ı Kerim ise, bizi, mutlak olarak 'en güzel örnek olan' Hz. Peygamber'e uymaya çağırmaktadır."
Dini mevzuların tamamı karşısında böyle bir hassasiyet, dünya ve âhiret rüsvaylığından kurtaracaktır. Bu duygu içersinde yazımızı takdim ediyoruz.
Özellikle son zamanlarda birtakım kimseler: "Bize Kur ân kâfidir. Allah bize onu göndermiş ve sadece ona dayanmamızı istemiş başka bir kaynakla bizi mesul tutmamıştır" deyip bilerek veya bilmeyerek, maksatlı veya maksatsız Allah'ın Resûlü'nün sünnetini devreden çıkarmaya çalışmakta; O'nun dinde hüccet oluşu, sıhhati ve râvîleri hususunda şüphe uyandırmaya gayret etmekte;1 birtakım kimseler de Hz. Peygamber'in sünneti karşısında gevşek davranmakta "sünnete uyulsa da olur uyulmasa da olur" gibi bir tavır sergilemekte ve herhangi bir konuda bir hadîs delil olarak zikredildiği zaman da dudak bükmektedirler. Halbuki, İslâm'ın temel kaynağı olan Kur'ân'da Yüce Allah, Hz. Peygamberi ve O'nun sünnetini çok müstesna bir yere oturtmakta ve O'na itaati kendisine olan itâatla bir tutmaktadır.
İşte bu sebeple biz, bu çalışmamızda, İslâm'ın birinci kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîm'e göre, Hz. Peygamberin sünnetinin yerini ve değerini tekrar tespit etmeye ve bu konudaki bilgilerimizi tazelemeye çalışacağız.
Kur'ân'da, Hz. Peygamber'in, bilhassa inananlar için Allah'ın büyük bir lütfu olduğu belirtilmekte, O'na îman, O'na itâatla irtibatlandırılmakta; yine O, insanlar için en güzel bir örnek şahsiyet olarak gösterilmekte, O'na insanlara tebliğ edip öğretmesi için Kur'ân'ın yanında çoğu yerde sünnet anlamına gelen hikmetin de verildiği tesbiti yapılmakta, vahiy sadece Kur'ân ile sınırlandırılmamakta, pek Çok yerde Hz. Peygamber'e İtaat, Allah'a İtâatla birlikte zikredildiği gibi münferit olarak da O'na itâatin lüzûmu vurgulanmaktadır.
Bununla birlikte hiç şüphesiz sünnet, hiçbir zaman Kur'ân seviyesinde kabul edilmemiş, ilk sırada dâima Kur'ân yer almış, sünnete ondan sonra yer verilmiştir.
Nitekim bu durum, bizzat Hz. Peygamber tarafından Muaz b. Cebel Yemen'e vâli olarak gönderilirken verilen tâlimatta da açıkça tesbit edilmiştir.2 Ayrıca, ashâb-ı kirâmın uygulamaları da gerek Hz. Peygamberin sağlığında ve gerekse vefâtından sonra bu yönde olmuş problemlerinin çözümünde dâima, önce Kur'ân'a, ardından sünnete başvurma şeklinde olmuştur.3
Şimdi yapmış olduğumuz bu tesbitleri Kur'ân âyetlerinin nasıl ortaya koyduğunu görelim.
Hiç şüphesiz Yüce Allah'ın insan olarak bize, kendi içimizden bir kimseyi peygamber olarak seçip bizlere canlı bir hayat Örneği göstermiş olması büyük bir lütuftur.
1) Hz. Peygamber’in Yüce Allah'ın İnananlar İçin Büyük Bir Lütfü Olduğunu İfâde Eden Âyetler:
"Andolsun ki Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu; zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine Kitap ve hikmeti Öğreten bir Peygamber gönderdi" (Âl-i İmrân, 3/164).
"Andolsun, içinizden size öyle bir Peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız O'na ağır gelir; size düşkün mü'minlere şefkatlidir, merhametlidir, eğer yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter! O'ndan başka Tanrı yoktur. O'na dayandım, O, büyük arşın sâhibidir." (Tevbe, 9/128-129) .4
Hiç şüphesiz, insan olarak bize düşen bu büyük lütfun kıymetini bilerek, âyet-i kerîmede 5 de işâret edildiği gibi, O'nu canımızdan da aziz bilip çok sevmek ve her işimizde bize en güzel bir örnek olarak gösterilen bu yüce şahsiyetin yolundan gitmek olacaktır.
Hz. Peygamber'e îman müslüman olmanın önde gelen şartlarındandır. O'nun adı kelime-i şehâdette Yüce Allah'ın adı ile birlikte yer almıştır. Ayrıca O'na inanmanın lüzumu hakkında Kur'ân'da pek çok âyet-i kerîme mevcuttur.6 Hiç şüphesiz, Hz, Peygambere îman, O'nun sadece bir peygamber olduğuna inanmanın da ötesinde bir anlam ifâde etmektedir. Bu da, O'nun Allah'tan alıp bize bildiklerinin bütününü, bununla ilgili olarak, her türlü emir, yasak, öğüt, uygulama, yorum ve açıklamalarının doğruluğunun kabulünü, kısacası O'nun her bakımdan örnek alınmasını gerektirir.
İşte, Hz. Peygamber'in dindeki bu müstesnâ yerini ortaya koyan başka bir husus da Kur'ân'da bizzat Yüce Allah tarafından O'nun bize, her yönüyle kendimize örnek olarak alacağımız bir şahsiyet olarak takdim edilmesidir.
2) Hz. Peygamberi Örnek Bir İnsan Olarak Gösteren Âyetler:
Kur'ân'da gayet açık ifâdelerle Hz. Peygamber'in Yüce Allah tarafından mü'minler için örnek alınması gereken model bir insan olarak takdim edildiğini görmekteyiz. Konu ile ilgili âyetlerde şu veya bu konuda diye bir kayıt koyulmamış olması O'nun insanlar için her yönüyle örnek olarak gösterildiği anlaşılmaktadır.
İşte bu konudaki bazı âyetler şunlardır:
"Andolsun Allah'ın Resûlünde sizin için -Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için- (uyulacak) en güzel bir örnek vardır" (Ahzâb, 33/ 21).
Bu âyette, Resûlullah'ın, Allah'a ve âhiret gününe inananlar için örnek bir şahsiyet olarak ileri sürülmesi, böylece onu Örnek edinmenin Allah'a ve âhiret gününe îman hususuna bağlanması O'nun sünnetine dinde ne kadar değer verilmiş olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kur'ân, Hz. Peygamberin mü'minler için örnek bir insan olduğunu belirtmekle kalmaz aynı zamanda onun büyük bir ahlâk üzere olduğunu da şöyle vurgular:
"Nün. Kaleme ve yazdıklarına andolsun, Sen Rabb'inin nimetiyle ünlenmiş (bir deli) değilsin. Senin için kesintisiz bir mükâfat vardır. Ve sen, büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 68/ 1-4).
Sünnetin dindeki değerini ortaya koyan unsurlardan birisi de genelde onun da bir vahiy mahsûlü oluşudur. Nitekim, Kur'ân'a baktığımız zaman vahyin sadece kendisi ile sınırlandırılmadığına, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında da vahiy verildiğine dâir birçok işâretleri görürüz.
3) Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın Dışında da Vahiy Geldiğini İfâde Eden Ayetler:
Kur'ân'da Yüce Allah'ın kullarına olan vahyinin genelde şu şekillerden birisi ile olduğu belirtilir:
"Allah bir insanla ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderip izni ile dilediğini vahyeder. O çok yücedir, hâkimdir" (Şûrâ, 42/51).
Görüldüğü gibi bu âyette Yüce Allah, genel olarak dilediği kullarına bu yollardan herhangi birisi ile hitap ettiğini belirtmiş; kullarına olan hitâbını bir kitapla kayıtlamamıştır.
Bundan başka, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında da vahiy verildiğine delâlet eden hususlardan birisi de Kur'ân'da, Hz. Peygamber'e ve diğer bazı peygamberlere7 kendilerine verilen kitapların yanında bir de "hikmet"in verildiğinin ifâde edilmiş olmasıdır. Meselâ Bakara sûresinde şöyle buyrulur:
"Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimi okuyan, sizi (kötü inanç, fikir, söz ve fiillerden) arındıran, size Kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik1' (Bakara, 2/151). 8
Bu ve benzeri âyetlerde, Kitab'a ilâve olarak peygamberlere verildiği zikredilen bu "hikmet", âlimlerce genelde Allah'ın elçilerine verilen "sünnet" olarak tefsir edilmiştir. Meselâ, bunlardan İmâm-ı Şâfiî bu görüşünü şöyle dile getirir:
"Allah (burada) önce Kitab'ı -ki ondan maksat Kur'ân'dır- ardından da "hikmet"i zikretmiştir. Kur'ân ilimleri sahasında ehliyetlerinden emin olduğum kişilerden işittim ki, buradaki "hikmet"ten kasıt, Resûlullah'in sünnetidir... Çünkü önce Kur'ân zikredilmiş peşinden ayrı olarak "hikmet" eklenmiştir."9 el-Evzâî (Ö. 157/774) de, Hassan b. Atıyye'nin "Cibril, Kur'ân'ı indirdiği gibi, sünneti de Peygambere getiriyordu." dediğini nakleder.10
Kur'ân'da diğer peygamberlere de kendilerine gönderilen kitapların dışında vahy gönderildiğine dâir birtakım bilgilere rastlıyoruz. Lût kavmini helâk etmekle görevli olarak Hz. İbrahîm'e ve Hz. Lût (as)'a gönderilen meleklerin ifâdeleri" hiç şüphesiz bu türden vahiylerdir. Yine, Yüce Allah (cc) kendisine bir kitap gönderilmediğini bildiğimiz Hz. Zekeriya'ya (as) oğlu olacağına dâir müjdesi12 İle bir peygamber olmadığı halde Hz. Meryem'e hitâbı13 da bu nevidendir. Bu konuda, Hz. Peygamberin de Kur'ân vahyi dışında Yüce Allah ile irtibâtı olduğunu gösteren pek çok âyet vardır.14 Meselâ bunlardan birisi:
"Namazları ve orta namazını koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah'ın huzuruna durun. Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, yaya yahut binmiş olarak kılın; güvene kavuştuğunuz zaman ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı (namazınızda) anın" (Bakara, 2/238-239).
.
KURANIN HZ PEYGAMBERİN SÜNNETİNE VERDİĞİ DEĞER
Doç. Dr. Mevlüt Güngör
Tarihî bir mezheb olarak okuduğumuz ve tesiri bitti sandığımız Mutezile mezhebi, yeniden canlandırılıyor ve "Çağdaş Mutezile" olarak günümüzü etkilemeye çalışıyor.
Mutezile'nin en bariz vasfı olan Yunan felsefesi uğruna Kur'ân'ı te'vil etme, Hadisleri inkâr etme hastalığı, çağdaş Mutezilîlerde aynen devam etmektedir.
Günümüz modern Mutezilî veya Haricîleri de aynen, ya hadisleri inkâr etmekte veya bütün ömrünü hadislerin ezberlenip korunması uğruna fedâ eden mübarek himmet sahibi muhaddislerimizin gayretlerini istihfaf etmektedirler. Belki kendilerine kıyaslayarak, o yüce himmetler görmezden gelinmektedir. Bunu yaparken de -maalesef- rehberleri, batı olmaktadır.
Yazımızın geçen bölümünde Efendimizin, Allah'ın bir lütfu olduğu ve O'na itâatin Allah'a itâat olduğuna dair âyetler nakledilmişti. Bu bölümde de, Efendimiz (sav)'e hüküm koyma yetkisi veren, haram-helâl kılma görevini yükleyen âyetier nakledilecek ve benzen hususlara dikkat çekilerek En Yüce Örnek olan Hz. Peygamberin nümûne-i imtisal şahsiyeti nazara verilecektir.
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e izâha muhtaç Kur'ân âyetlerini açıklama yetkisini verdiği gibi, aynı şekilde O'na Kur'-ân'da olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir.
5) Peygambere Hüküm Koyma Yetkisi Tanıyan Âyetler:
Hz. Peygamber, sadece Kur'ân'da mevcut hükümlerle kayıtlı olmaksızın, genel olarak hüküm koyabilme yetkisine sahiptir. Nitekim, O, bazı konularda önce vahiy beklemiş, gelmeyince kendi içtihadına göre veya Kur'ân dışında aldığı bir vahiy ile hüküm vermiştir. O'nun bu hükümleri hiç şüphesiz vahyin kontrolü altında idi. Bu sebeble zaten büyük hatalar yapması düşünülmeyecek olan Hz. Peygamberin küçük bazı hataları bile vahiy tarafından düzeltiliyordu.
Bu bakımdan O'nun her türlü hükmü, bir nevi vahyin tasdikinden geçmiş hükümler oluyordu. Şimdi, Hz. Peygamberin genel olarak hüküm verme yetkisini ifâde eden bazı âyetleri kaydedelim:
"Hayır, Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla Teslim olmadıkça inanmış olamazlar." (Nisâ, 65).
"Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (Ahzâb, 36).
"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resûlü'ne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak: "İşittik ve itâat ettik" demeleridir. İşte saadete eren onlardır" (Nûr, 51).
"Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -eğer gerçekten Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resûlü'ne götürün..." (Nisâ, 59).28
Hz. Peygamber'in Kur'ân'da olmayan hususlarda koymuş olduğu hükümlere örnek olarak, beş vakit namazın zamanı, rekatları, nasıl kılınacağı, vitir namazının vacip oluşu, namazlarda Kabe'den önce Beyt-i Makdis'e yönelme, orucu bozan ve bozmayan şeyler, kimlere zekâtın farz olduğu, şer'î boşanmanın şekli, diyetlerle ilgili birçok hükümler, içki içmenin cezası, hırsız, hangi miktarda hırsızlık yaparsa cezâlandırabileceği, hayızlı kadının namaz kılamaması, oruç tutamaması, büyükannenin mirâsı gibi hususlardır.
Bu konu ile ilgili olarak kaynaklarda şöyle bir habere rastlıyoruz:
İmrân b. el-Husayn'ın (Ö.52/672) bulunduğu bir mecliste, adamın biri: "Kur'ân'da olandan başkasından bahsetmeyin" deyince, İmrân: "Sen akılsız bir adamsın! Öğle namazının (farzının) dört rekat olduğunu, onda kırâatın açıktan olamayacağını, Allah'ın Kitabında gördün mü?" Sonra zekâtı ve benzeri hükümleri sıraladı ve şöyle ilâve etti: "Bütün bunları Allah'ın
Kitâbında açıklanmış olarak buluyor musun? Kitâbullah bunları müphem bırakmıştır. Sünnet de açıklamıştır." 29
Hz. Peygamber'e genel olarak tatbikatta ortaya çıkan bazı konularda hüküm ve karar yetkisi verildiği gibi, Kur'ân'da olmayan hususlarda O'na. haram ve helâl koyma yetkisi de verilmiştir. Nitekim aşağıdaki âyetlerde bu husus ifâde edilmektedir.
6) Hz. Peygamber'e Helâl ve Haram Kılma Yetkisini Veren Ayetler:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrât ve İncil'de yazılı buldukları O elçiye, O ümmî peygambere uyarlar. O Peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten meneder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. O'na inanan, destekleyerek O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felâha erenler onlardır" (A'râf, 157).
"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (Tevbe, 29).
Bu konuya örnek verecek olursak, meselâ Hz. Peygamber ölü hayvan etinin haram olmasına rağmen30 deniz hayvanlarının bunun dışında olduğunu belirtmiş ve bunu "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir";31 helâl olduğunu da şöyle belirtmiştir: "İki ölü ve iki kan bizlere helâl kılınmıştır. İki ölü, çekirge ve balık; iki kan da ciğer ve dalaktır." 32
Bundan başka Hz. Peygamber, âyette nikâhı haram kılınanlar arasında sayılmamasına rağmen33 bunlara bir kadının halası, teyzesi, kızkardeşi, kızı ve erkek kardeşinin kızı üzerine de nikahlanamayacağını ilâve etmiştir.34
Yine, Kur'ân'da geçmeyen, katır, merkep, aslan, kaplan, fil, kurt, kirpi,35 maymun ve köpek gibi hayvanlarla, kartal, atmaca, şâhin ve doğan gibi yırtıcı kuşların etlerinin haramlığı da hadîslerle sâbit olmuştur.36 Erkeklere altın takmanın ve ipek giymenin haramlığı da yine hadîslerle sâbittir. Nesep ile haram olanların süt yoluyla da haram olacağı prensibi de bu cümledendir.
Hiç şüphesiz, Hz. Peygamber'in bu yetkisini Yüce Allah'tan tamamen bağımsız olarak değerlendirmemek gerekir. Elbette O, bu nevi hükümleri Yüce Allah'ın kendisine verdiği yetki ve O'nun kontrolü altında vermektedir. Zâten genelde, Hz. Peygamber, bu hükümleri verirken dâimâ Kur'ân'daki umumî bir prensibe dayanmıştır. Meselâ, ehlî merkeplerin ve yırtıcı kuşların etinin haram olduğunu belirten Hz. Peygamber'in bu hükmü, "O, size temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar" 37 âyetine râcîdir. Bu bakımdan asıl Şâri' yani kanun koyucu Allah'tır, Resûlü'ne de O'ndan aldığı bu yetkiye dayanarak mecâzen "Şâri" sıfatı verilmiştir.
Bu konuda Hz. Peygamber de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'ân ve onun bir misli daha verilmiştir. Karnı tok bir halde, rahat koltuğuna oturarak: 'Şu Kur'ân'a sarılınız; onda helâl olarak neyi görüyorsanız onu helâl kabul ediniz, neyi de haram olarak görüyorsanız onu haram biliniz.' diyecek bazı kimseler gelmek üzeredir. İyi bilin ki, Allah Resûlü'nün haram kıldığı şeyler de Allah'ın haram kıldıkları gibi-
Bundan başka, Kur'ân'da bize örnek olarak gösterilen büyük bir ahlâk üzere olduğu belirtilen bu yüksek şahsiyete itâat etmemiz emredilmiş ve itâat pek çok yerde Allah'a itâatla birlikte zikredilmiştir; böylece, Hz. Peygamber'e itâatin Allah'a itâat demek olduğu defâatle vurgulanmıştır. Hiç şüphesiz, Resûle itâat hayâtında olduğu gibi, Ölümünden sonra da farzdır. Bu itâat da elbette O'nun sünnetine uyularak gerçekleştirilecektir.19 Nitekim, Hz. Peygamber de bir hadîsinde şöyle buyurmaktadır: "Bana itâat eden Allah'a itâat etmiş, bana isyan eden de Allah'a isyan etmiş demektir. Bana itâat eden benim emrime uyan kimsedir." 40
7) Hz. Peygambere İtaati Emreden Ayetler:
"Kim, Peygamber' e itâat ederse Allah'a itâat etmiş olur..." (Nisâ, 80).
"... Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakla-dıysa ondan da sakının..." (Haşr, 7).
Şu âyette de Allah sevgisinin Hz. Peygamber'e itâata bağlanmış olması çok dikkat çekicidir:
"Deki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır.' De ki: 'Allah'a ve Pey-gamber'e itâat edin!' Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez" (Âl-i İmrân, 31-32).
Âyetteki hitap, sebeb-i nüzulünden de anlaşıldığı gibi özellikle inanmayanlara olduğuna göre,41 Resûlüne îman ve itâat olmadan Allah'a îman, O'nu sevme ve O'na itâat iddiâsı geçerli bir iddiâ olarak kabul edilmemektedir.
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itâat edilmekten başka bir amaçla göndermedik..." (Nisâ, 64).42
Hiç şüphesiz bu âyetlerde sözü edilen itâat sâdece, Yüce Allah'ın O'na indirdiği Kur'ân emirlerine itâat değildir. Çünkü bu durumda Kur'ân'ın pek çok yerinde peygambere itâatin Allah'a itâatla birlikte zikredilmesinin bir anlamı kalmazdı. Bu sebeble, hadîsler de alelâde bir insan sözü değil, Yüce Allah'ın emri ile kendisine itâat etmekle yükümlü olduğumuz bir Zât'ın sözleridir. Nitekim, Kur'ân'ın ilk muhâtapları olan ashâb da bunu böyle anlamış ve Hz. Peygamberin bütün emirlerini titizlikle uygulamaya, bilmedikleri her hususu ondan sorup öğrenmeye çalışmışlardır. 43
Yüce Allah, Kur'ân'da Hz. Peygamber'e itâati emrettiği gibi, O'na yapılabilecek her türlü isyânı da yasaklamaktadır.
8) Hz. Peygamber'e İsyan Etmeyi Yasaklayan Ayetler:
"Kim, Allah'a ve O'nun elçisine karşı gelir ve O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır" (Nisâ, 14).
"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!" (Nisâ, 115).
"Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah ve Resûlüne karşı çıktılar. Allah ve Resûlüne de kim karşı çıkarsa muhakkak ki, Allah'ın cezası çetin olur" (Enfal, 13).44
Hz. Peygambere itâati emreden ve O'na karşı gelmeyi yasaklayan bu âyetler, O'na itâatin isteğe bağlı değil, zorunlu olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu O'na inanmanın tabiî bir sonucudur.
Yüce Allah Kur'ân'da Hz. Peygamber'e kuru bir itâatin ve O'na karşı gelmemenin de ötesinde O'na karşı derin bir saygı ve sevgi duymamızı da istemektedir. Bu âyetler hiç şüphesiz Yüce Allah'ın Resûlullah'a verdiği şerefi ve değeri de açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
9) Hz. Peygamber'e Saygıyı ve Sevgiyi Emreden Ayetler:
"Peygamber müminler için kendi canlarından ileridir. O'nun eşleri de onların anneleridir..." (Ahzâb, 6).45
"Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber'e salât etmekte (yani, O'nun şerefini gözetmekte ve şanını yüceltmekte) dirler; o halde siz de îman edenler O'na salât edin (yani, O'nun şanını yüceltmeye özen gösterin); O'na içtenlikle selâm edin (esenlik dileyin) (Ahzâb, 56).
"Ey îman edenler! Allah ve Resûlü'nün önüne geçmeyin, Allah'dan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Ey iman edenler, seslerinizi, Peygamber'in sesinden fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider" (Hucurât, 1-2)46.
Son olarak, Hz.Peygamber'e itâat eden ve O'nun yolunda gidenleri O, doğru yola götürür. Bu hususu Yüce Allah pek çok âyette ifâde etmiştir:
10) Hz. Peygamber'in İnsanları Doğru Yola Götürdüğüne Dâir Âyetler:
"... Şâyet O'na itâat ederseniz doğru yolu bulursunuz..." (Nûr, 54).
"... Şüphesiz ki Sen (sana inananları) mutlaka doğru yola, göklerde ve yerde bulunan herşeyin sâhibi Allah'ın yoluna götürürsün" (Şûrâ, 52-53).
"Şüphesiz ki sen, onları doğru yola çağırıyorsun" (Mu'minûn, 73).47 Bu âyetlerden bizzat Yüce Allah'ın garantisi ve şahitliği ile anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber bütün sözleri, fiileri ve takrirleriyle doğru yoldadır ve insanları doğruya götürmektedir. Böyle bir şeyin mümkün olmaması ile birlikte şâyet O, kendisine uyanları doğru yoldan ayırmış veya Yüce Allah adına Kur'ân veya hadîs olarak (haşa, böyle bir ifadenin O'nun için zikri bile hoş değil!) bir söz uydurmuş olsaydı elbette Cenâb-ı Allah, bir âyet-i kerîmede48 işaret ettiği gibi buna en ağır bir şekilde müdâhale ederdi. Bu da Kur'ân'ın ve O'nunla birlikte sünnetin sağlamlığını bağlayıcılığını açıkça ortaya koymaktadır.
NETİCE
Netice olarak diyebiliriz ki: Yüce Allah'ın beşere kendi içinden birisini örnek seçerek bir peygamber göndermiş olması insanlık için en büyük bir lütuftur. O'na inanmak sadece O'nun peygamber olduğunu tasdik etmek demek olmayıp, O'na itâat etmeyi de gerektirir.
Yüce Allah O'nu bizzat kendisi terbiye etmiş, kitabında O'nun üstün bir ahlâk sahibi olduğunu ve örnek olarak alınması gerektiğini ifâde etmiştir.
HZ MUHAMMEDİN RİSALETİNİN EVRENSELLİĞİ
Prof. Dr. Muhammed Said Ramazan El-Bûtî
Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun! Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)'e, ailesine ve tüm ashabına salât ü selâm olsun.
Sahih bir hadiste Peygamber Efendimizin de haber verdiği üzere Allah (c.c), Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'e diğer bütün resûl ve nebilerden ayrı olarak beş meziyet bahşetmiştir.
Bu meziyetlerden birisi de; her resûl özellikle kendi kavmine gönderilirken, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in bütün insanlara gönderilmiş olmasıdır. Allah (c.c.)'ın Kitabı bu hususu pek çok âyetinde beyân etmektedir. Bunlardan birisi de:"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe, 34/28) âyetidir.
Öyleyse, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâleti, farklı yer ve asırlardaki bütün insanlara yöneliktir. Ve O'nun çağrısı, Allah (c.c), yeryüzüne ve onun üzerindekilere varis oluncaya kadar bütün insanlara yönelik kalacaktır.
Bizim "Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâleti, evrensel bir risâlettir" sözüyle anlatmak istediğimiz şey budur. Bu husus, izah edilmeye veya delil getirmeye ihtiyaç duymayan bir hakikattir. Ancak, bizim burada üzerinde duracağımız husus şu olacaktır: Acaba Kur'ân-ı
Kerîmin, risâletin evrenselliği ile ilgili haberini ve Peygamber Efendimizin kendisinin bütün insanlara gönderildiğini ifade eden hadis-i şerifini dikkate almadan, bu risâletin cihanşümûl olduğunu, bu risâleti bilip tanıyarak ve tabiatını araştırarak ortaya koymak imkânımız dahilinde midir?
Bu incelemenin sonucunda, muhteva ve konuları, insanlara hitap etme ve onlara risâleti anlatma yönüyle Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin evrenselliğinin apaçık olduğunu göreceğiz.
Evet, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâletinin ihtiva ettiği akîde, hukuk ve ahlâk esasları, bu risâletin temayül ve muhtevada, tezahür ve üslupta evrensel bir risâlet olduğunu gösteren hususlardır.
Fakat bana öyle geliyor ki, bu hakikati açıklamaya başlamadan önce, özellikle bu hakikati beyan sadedinde, bazan karmaşıklık ve belirsizliğin görüldüğü önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor...
"İslâm", kainat, insan ve hayat gerçeğini, bu hayatın vücut bulduğu esasları ve döneceği sonu ortaya koyan bir akîde olması yönüyle, bütün peygamberlere inen şeyin ortak adıdır. Uzun devirler boyunca ve değişik bölgelerde çok sayıda peygamberin gelmiş olması, onlardan her birinin kendi kavmine diğerlerinin getirdiğinden farklı bir akîde getirdiği anlamına gelmiyordu. Ancak, peygamberlerin çok sayıda gönderilmesi, kâinatın tek olan gerçeğini, değişmez akideyi ihtiyaca binâen te'kid etmeye matuf idi. Bu ise, bir peygamberin ardından uzun zaman geçtiğine veya birbirinden uzak millet ve toplumlar çoğaldığında yeni bir peygamberin gönderilmesiyle gerçekleşiyordu. Mahallî karakter ise, üslupta, bu akideyi sunmada ve açıklamada belirginleşiyordu...
Anlatılan bu durum, İslâm'ın esası ve özü olan akîde için geçerliydi. Akîdenin mütemmimlerinden olan ibadetler, hukuk ve genel davranış kuralları ise gerek şekil gerek muhtevada, mahallî ve zamanla değişebilir nitelikte idi. Bu durum, Allah (c.c.)'ın, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.v.)'i bütün insanlara elçi olarak göndermesine kadar devam etti. Fakat bundan böyle söz konusu kurallar, değişik zaman ve devirlere uygunluk içeren bir genişliğe ulaştığı gibi farklı millet ve toplumları içine alacak bir muhteva da kazandı. Kur'ân'ın: "Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz, bir tek ümmettir" (Mü'minûn Sûresi, 52) âyeti bunu beyan buyurur.
Öyleyse geçmiş peygamberlerden her birinin görevi yöresel ve sınırlı da olsa onların bütün insanlara getirdikleri inanç esasları daima aynı olmuştur. Demek ki tüm peygamberlerin getirmiş olduğu İslâm akidesi evrenseldir. Bu, böyle olmuştur ve hep böyle de kalacaktır. Nebi ve resûllerin çok sayıda olması akidenin de müteaddit olduğu veya bu akidenin bir peygamberle diğeri arasında farklılık gösterdiği anlamına gelmez. Kur'ân-ı Kerim bu gerçeği Allah (c.c.)'ın şu beyanı ile ilan etmiştir: "Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye din olarak Nûh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrâhim'e, Mûsa'ya, İsa'ya tavsiye ettiğimizi sizin için hukuk düzeni yaptı" (Şûra, 13/42). Hukuk ve ahlâk kurallarına gelince bunlar her millet ve topluma göre hususiyet arzederdi. Bu husus, Resûlullâh'ın gelişine kadar devam edegeldi. Bu ikinci hakikati de Kur’ân-ı Kerîm şu şekilde açıklar: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol belirlemişizdir." (Mâide, 5/ 48).
KUR'ÂN'IN ARAPÇA OLUŞU VE RİSÂLETİN EVRENSELLİĞİ
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâletiyle daha önceki semavi risâletler arasındaki ilişkiyi beyan ettikten sonra, O'nun risâletinin evrenselliğini izaha geçebiliriz. Kur'an, Allah (c.c.)'ın Hz. Muhammed (s.a.v.)'e gönderdiği risâletin ilk kaynağıdır. Kur'ân-ı Kerim'in Arapça indirildiği ve Arap kabilelerinin en üstün lehçesi olan Kureyş lehçesiyle formüle edildiği bilinen bir gerçektir.
Böyle bir kitap şayet semadan indirilmeyip yeryüzünde ortaya çıksaydı ilke ve fikirler itibariyle, üslup ve metot bakımından çevre, bölge veya aralarından çıktığı ve dillerini kullandığı milletin eğilimlerinden şu veya bu şekilde etkilenmiş olurdu. Nitekim söz konusu durum bütün kitap ve telifler için geçerli olmuştur; bunlar, içinde çıktığı çevrenin rengini mutlaka almıştır. Fakat biz, bu Kitab'a yani Kur'ân'a baktığımızda onda içinde çıktığı çevrenin izlerinden hiçbirine rastlayamıyoruz. Arapça olmasının ötesinde onda ne şekil ve metot bakımından ne de muhteva ve öz bakımından millet, kabile veya aşiret karakterinin herhangi bir tezahürünü göremiyoruz. Biz, baştan sona onda kendimizi mutlak insan karakteri karşısında buluruz. Bu, kendisinden kaynaklanan ister akîde ister ahlâk, ister şer'î hükümler olsun.. bütün bu alanlarda Kur'ân, reel, yani gerçek duruma, göze, mâhir bir terzi tarafından biçilip dikilmiş uygun bir elbise sunar. İnsanın yaratılışına tam gelir, ne eksik ne fazla. Bu elbiseyi ne kadar incelersek inceleyelim onda beşer toplumlarından hiçbirine veya herhangi bir tarih dönemine mensubiyet özelliği bulamayız. Evet ne içerik ve konu bakımından ne de görünüm ve tarz bakımından onda bu tür bir mensûbiyet bulamayız.
O halde, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâletinin yegane kaynağı olan Kur'ân, mutlak insan temayülünü yansıtmaktadır. İlke, konu ve hükümlerinin özü açısından, üslup ve metodu bakımından onun evrenselliği ile kastettiğimiz anlam işte budur. Aşağıda İslâm'ın bu evrenselliğinin Kur'ân kaynağındaki tezahürünü bu iki yönünü ayrı ayrı inceleyerek ele alacağız:
I- MUHTEVA BAKIMINDAN KUR'AN'DA İNSANÎ CİHET
Kur'an'ın ihtiva ettiği konular, akide, hukuk ve ahlâk esasları olarak özetlenebilir. Bu sınıflandırmanın dışında kalanlar ise, bunları teyit edici olmaktan öteye gitmezler. Bu konulardaki insanî temayülü ayrı ayrı görelim.
A-Akîde:
Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Allah'ın hakimiyyet ve uluhiyyetini herhangi bir millete tahsis etmeksizin ve bir bölge ile diğeri arasında ayrım yapmaksızın, O'nun varlığını, birliğini ve bütün âleme hükümranlığını, izah ve ispat etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ, sadece İsrailoğullarının veya Arapların ya da herhangi bir ırkın İlâhı değil, bütün insanların İlâhıdır. Cenab-ı Hakk bunu şu şekilde beyan eder: "Hamd (övme ve övülme) âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur" (Fatiha, 2), "Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi bütün âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. "(Casiye, 45/ 36).
Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v.)'in elçiliği, farklı bölge ve nesillerdeki bütün insanlara şâmildir. O'nun, belirli bir asırda ve Arap milleti gibi muayyen bir millet arasında ortaya çıkmış olması, risâletinin evrenselliğine bir halel getirmez. Aynı şekilde, Allah Teâlâ'nın, hitâbını diğer millet ve toplumlara ulaştırmada özel olarak Arapçayı seçmiş olması, Peygamber'in bu risâletinin cihanşümul olmasına bir halel getirmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Ey insanlar! Gerçekten Ben sizin hepinize, Allah'ın (gönderdiği) elçiyim. " (A'raf, 7/158), "Âlemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e Furkân'ı indiren Allah, yüceler yücesidir." (Furkân, 25/1).
Kur'an-ı Kerim, insanın Allah'a kulluğunu tesbit ederken, bu kullukta ve gereklerinde bir ırk veya çevre ile diğer bir ırk ve çevre arasında hiçbir fark olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Öyleyse, Arap olsun olmasın hiçbir millet diğerlerinden farklı imtiyazlara sahip değildir. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Araplar arasından çıkması ve onlara mensubiyeti ile Kur'ân-ı Kerim'in Arapça inmesi, İslâm ölçülerine göre, Araplara hukuk alanında veya dünyevî muamelelerde ya da Allah'a yakınlık hususunda birtakım ayrıcalıklar vermeyi gerektirmez. Biz bu gerçeği şu âyet-i kerimeden öğreniyoruz:
"Göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız kul olarak Rahman'a gelecektir. O, bunların hepsini kuşatmış ve bir bir tesbit etmiştir." (Meryem, 19/93-94).
Bu hakikat, şu âyette daha açık bir şekilde görülmektedir: "Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli ve üstün olanınız, Ondan en çok korkanınızdır. "(Hucurat, 49/13).
Kur'an-ı Kerim, insanların dikkatlerini Allah (c.c.)'ın varlığına ve birliğine çekerken, belirli bir çevreye özgü veya belirli bir toplumun alışkanlıklarına uygun düşen ya da bir kısım aydınların anlayabileceği delil serdetmez. Nerede bulunursa bulunsun, hangi düşünce ve kültür seviyesinde olursa olsun tüm insanların her yerde ve her zaman anlayabileceği deliller kullanır.
Allah (c.c.)'ın varlığına ve birliğine delil teşkil eden âyetler çok olup, bunları anlatarak konuyu uzatmaya gerek yoktur. Bunlara baktığımızda, onların, farklı grup ve topluluklardaki genel insan düşüncesine hitap ettiklerini görürüz.
Kur'an-ı Kerim, sahasında uzman kimselerin anlayabileceği, bu uzman kimselerin harikuladelikler gördükleri ilmî veya felsefî delillere başvurabilirdi. Fakat, bu deliller diğer insanlar için boş bir söz mesabesinde kalırdı. O takdirde Kur'an, sadece belirli bir kesim için manâlı bir söz olurdu.
İşte bu sebepten dolayıdır ki Kur'an-ı Kerim, insanlara verilen nimetlerin çeşitlerini arzetmek üzere getirdiği misalde, insanların emrine verilen binek çeşitlerinden atları, katırları ve eşekleri sayıp, zamanla ileride bulunacağını belirttiği diğer binek çeşitlerine işaretle şöyle buyurmuştur: "Atları, katırları ve eşekleri binmeniz ve süslenmeniz için yarattı. Allah, şu anda bilemeyeceğiniz nice (nakil vasıtaları) yaratır." (Nahl, 16/8). Böylece bu hitap, bu muhtevasıyla, geçmişteki, günümüzdeki ve gelecekteki nesillere seslenebilme özelliği kazanmıştır. Çünkü, "...şu anda bilemeyeceğiniz nice (nakil vasıtaları) yaratır." ifadesi, insanı taşımak ve bir yerden bir başka yere ulaştırmak için zamanla icat edilecek olan her vasıtayı içine alır.
Bu türden örneklere Kur'an-ı Kerim'de sıkça rastlarız.
B- Risaletin Hukuk Alanında Evrenselliği:
Dikkat edersek, her millet ve toplumun yasasının, ancak o toplumun yapısını aksettirdiğini ve o topluma özgü şartlara cevap verdiğini görürüz. Zira, bir milletin yasası, sadece o milletin ihtiyaç ve isteklerini göz önünde bulundurur.
Kendi problemlerini ya da hemcinslerinin problemlerini çözmeye çalışan insanoğlunun yapabileceği şeyin sınırı İşte budur. Her ne kadar görüş ve yargıda evrensel olmak istese de, yetiştiği çevrenin, geleneklerinin ve özlemlerinin etkisi altında kalır. Bu yüzden, ortaya koyduğu bakış ve çözüm yolu, içerisinde neşv u nema bulduğu atmosfere teslim olan bir yapıda ortaya çıkar. "Kişi çevresinin çocuğudur." sözüyle anlatılmak istenen şey budur.
Ancak, Kur'ân hukuku ve onun mütemmimi olan sünnetin beyanatlarına baktığımızda, onda, belirli bir ırka temayül, herhangi bir çevreden ya da muayyen geleneklerden etkilenme kesinlikle göremeyiz. Kur'ân hukuku, mutlak insan esas ve ilkelerini temel alan bir hukuk olduğu için, tüm ahkâm ve fürûları, bütün insanların ihtiyaç ve maslahatlarıyla tam bir uyum içerisinde bulunur.
Bu gerçeği açıklamak için birkaç misal verelim.
1- Nisa sûresi, aile düzeni, kadın hakları, yargı sistemi, adaleti tesis ve özünü korumaya ilişkin şeriat hükümlerini konu edinen surelerden biridir. Surenin, daha sonra gelecek olan hükümlerin temel dayanağını tesis ederek nasıl başladığına dikkat edelim. Bakalım da sûrenin esas hedefinin olanca kapsamı ile insanlık ailesi olduğunu görelim, değişmeye maruz özel şartlara önem vermediğini anlayalım.. İşte temel dayanak:
Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar meydana getiren Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allak sizin üzerinizde gözetleyicidir. " (Nisa, 4/1)
Demek ki tüm ahkâm ve bunlara tabi hukukların tesisinin çıkış noktası, kapsamlı insanlık ailesidir.
Sûreyi okumaya devam edince, söz konusu çıkış noktasındaki otoritenin şu hüküm ve düzenlemeler silsilesine uzandığını görüyoruz: Yetim hakları, kadın hakları, miras taksimatı, aile değerleri, yargı düzeni, hakimin otoritesi, sosyal adalet ve dengeleri. Ve iyice bakınca, Sûre, esası ve çıkış noktası olan bütün insanlara şamil bakış açısını konu edindiğinden, bu dalların hiç birisinde, belirli bölge veya ırka ait görüşün ya da sınıfsal ayrıcalıkların yansımasını bulamıyoruz.
Bu hakikati ortaya koyabilmek için bu fer'î hükümlerin hepsini teker teker anlatmaya imkanın bulunmadığı açıktır. Bunlardan birkaç şâhit getirerek yetiniyoruz.
2- Ta'me b. Übeyriq adında Medineli bir kişi, komşusu Katade b. En-Nu'man'ın zırhını çalar. Zırhı, bir un çuvalına saklayarak getirip, Zeyd b. es-Semin adındaki bir yahudinin yanına gizler. Halbuki çuval deliktir ve bu delikten akan unlar, zırhın önce Ta'me'nin evine kadar geldiğini, sonra da yahudinin evine gittiğini göstermektedir. Katade, Ta'me'yi hırsızlıkla suçlar, zırhı onda arar fakat bulamaz. Ta'me, yeminle, zırhı almadığını ve bu hususta bir bilgisinin de olmadığını söyler. Sonra, yola saçılan unun izini takip ederler ve yahudinin yanına varıp onu yakalarlar. Yahudi onlara: Onu bana Ta'me b. Übeyriq verdi" der. Kimse ona inanmaz. Ta'me'nin kavmi Beni Zafer, Rasulullah'a gelerek O'ndan, arkadaşları Ta'me'yi, yahudinin hırsızlıkla suçlamasına ve zırhı ona Ta'me'nin verdiği şeklindeki ithamına karşı müdâfâ etmesini isterler. Ta'me'nin arkadaşları, yahudinin kendisini dinleyecek kimse bulamaması için, Rasulullah'ı kendi taraflarına çekmek üzere aralarında gizlice anlaşmışlardı. Hz. Peygamber bu hususta onlara itimat etti ve Ta'me'yi beraat ettirip, yahudinin hırsız olduğuna hüküm vermek üzereydi ki, Peygambere hakikati açıklayan; münafıkların kendi aralarında kurdukları hileyi ifşa eden, Peygambere mücerret adaletle karar verme yolunu gösteren Nisâ suresindeki şu âyetler peş peşe indi (2):
Kur'ân-ı Kerîm'in Mu'cizevî Korunması
Prof. Dr. Muhammed Said Ramazan El-Bûtî
Huzurunda iki büklüm bizi kendisine ubûdiyetle şereflendiren; ulvî, ilâhî hitabına muhatap olma mertebesine/ehliyetine yükselten Yüce Allah'a hamd, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya, O'nun mübarek aile efradına ve güzide sahabesine salât ü selâm olsun.
Allah'ın kitabı Kur'ân-ı Kerîm'i diğer semavî kitaplardan ayıran ve üstün kılan hususiyetler pek çoktur ve çeşitlidir. Ancak ben bu mübarek toplantıda O'nun iki önemli özelliğine dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Zira bu iki husus, mu'cize oluşunun en bariz yönlerindendir ve başka hiçbir semavî kitap bu konuda onun eriştiği zirveye erişememiştir.
Bu iki önemli özellikten birisi hepimizin malumu olan şu husustur; Kur'ân-ı Kerîm Peygamber Efendimiz'in mübarek dudaklarından çıktıktan sonra, birbirine sımsıkı bağlı halkalar gibi son derece titiz ve dikkatli bir şekilde hem yazılmış/kitabîleştirilmiş, hem de şifahî olarak sağlam-kusursuz; yazılı-sözlü, kitabî-şifahî zaptetme metotları aynı anda, yan yana tam bir uyum ve ittifak hâlinde işletilmiş ve böylece günümüze kadar ulaşmıştır. Öyle ki biz yaşanan bu uzun süreçte, bu upuzun nakil zincirinde, şüphenin girebileceği en küçük bir boşluğun, bir gediğin veya her hangi bir kayıp halkanın olmadığını müşahede ediyoruz. Bu yüce ilâhî kitap, bulutsuz, berrak masmavi bir semada ışıl ışıl parlayan bir muhteşem güneş gibi yolumuzu aydınlatıyor, bizlere yol gösteriyor. Bu güneş o kadar güçlü ve parlak ki, ışığının bize ulaşmasını engelleyecek ne bir bulut parçası, ne bir fırtına ne de bir sis perdesi var karşısında.
Burada elbette, Kur'ân-ı Kerîm'in, Peygamber Efen-dimiz'in mübarek emir ve gözetimiyle vahiy kâtipleri tarafından birinci merhalede yazıya geçirilmesinden genişçe bahsetmeye vakit olmadığından hatırlatıp geçmekle yetiniyorum. Keza Hz. Ebû Bekir'in emriyle Hz. Zeyd b. Sâbit'in Kur'ân'ı ilk defa iki kapak arasında bir kitap şeklinde cemettiği ikinci yazım merhalesini de hatırlayalım. Üçüncü yazım merhalesi ise, Hz. Osman'ın emri ve himayesiyle, Sahabenin en önemli büyük kurra ve hafızlarından oluşan dört kişilik bir komisyon tarafından gerçekleşti. Bu komisyonda Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Zübeyr, Said b. el-Âs, Abdurrahman b. Hâris b. Hişam yer alıyordu. Komisyon Hz. Zeyd b. Sâbit'in başkanlığında ve onun Kur'ân nüshasını esas alarak Kur'ân'ı yedi nüsha olarak çoğalttılar. Bu çalışmada Zeyd b. Sâbit vahiy kâtiplerinin o güne kadar Peygamber Efendimiz'in hane-i saadetlerinde yazdıklarını esas almasının yanında, Kur'ân hafızlarından iki hafızın da o yazılı metnin doğruluğuna semaî olarak şahitlik etmesini şart koştu. Hz. Osman bu yedi nüshayı o gün İslâm dünyasının en önemli merkezleri olan Kûfe, Basra, Şam, Yemen, Mekke ve Bahreyn'e gönderdi. Hz. Ebû Bekir döneminde Zeyd b. Sâbit'in yazdığı ana nüshayı/ana mushafı ise Medine'de yanında tuttu.
Bu mübarek semavî kitabın, tarih denen bu harika zaman tünelinden, çağları aşarak, büyük bir ihtimam ve korunma ile günümüze kadar gelmesi muhteşem bir hâdisedir. Çeşitli zamanlarda sûiniyetli bazı çevreler, ona zarar vermek, kelimelerini değiştirmek, âyetlerini tahrif etmek için pek çok girişimde bulundular ise de hiçbir zaman başarılı olamadılar. Bu mu'cizevî korunmanın tek bir izahı olabilir ki, o da Kur'ân-ı Kerîm'in çağları aşan şu âyet-i kerimeleridir: "Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur'ân'ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz'iz Biz" (Hicr sûresi, 15/9); "O, eşsiz ve pek kıymetli bir kitaptır. Öyle bir kitaptır ki bâtıl ona ne önünden, ne ardından, hiçbir taraftan yol bulamaz. O, hakîm ve hamîd olan Allah tarafından indirilmiştir." (Fussilet sûresi, 41/41-42)
İkinci önemli özellik Kur'ân'ın her tarafında göze çarpan ulûhiyete ait, rubûbiyete ait celâlî tecellîlerdir ki, bu özellik Kur'ân'ın mu'cize oluşunun en bariz hususiyetlerinden birisini teşkil etmektedir. Onun bu hususiyetini, âyetlerindeki celâli, Arapça'yı derinlemesine bilmeyen normal insanlar bile hisseder; hatta Arap olmayan, Arapça bilmeyen, ruhunda taşıdığı derin ve samimi imanından başka sermayesi olmayan pek çok insan Kur'ân'ın bu yönünü gönlünde duyar, hisseder.
Ulûhiyetin, rubûbiyetin Kur'ân'daki celâlî tecellîsinden kastımız, O'nun beşerî her türlü sıfattan ve özellikten uzak oluşudur. Nitekim okuduğumuz veya dinlediğimiz Kur'ân âyetlerini dikkatlice düşünüp tetkik ettiğimizde, onları ulûhiyetin ulvî sıfatlarını ve rubûbiyetin muhteşem heybet ve celâlini yansıtan birer parlak ayna görürüz. Âyetlere hangi yönden bakarsak bakalım, onlarda bambaşka bir aşkınlık görürüz. İnsanların konuşma üslûplarında müşahede ettiğimiz ve beşerî eksiklikleri, zaaf ve ihtiyaçları ele veren üslûptan eser görmeyiz. Onda her zaman bir aşkınlık söz konusudur.
Bilindiği üzere sözler, konuşanın karakter ve ihtiyaçlarını yansıtan aynalarıdır. Öyle ki yazılı olsun sözlü olsun, söz gibi insanın iç dünyasını ele veren ve karakter haritasını ortaya çıkaran daha parlak bir ayna yoktur.
Bu açıdan bir yazarın bir başka yazarın üslûbunu taklit etmesi çok zordur. Meselâ pek çok insan el-Cahız'ın üslûbunu taklit etmek istedi; ama bunu başaramadı. Çünkü üslûp, ifadeleri, sadece belli söz kalıplarına dökerek seslendirmek değildir. Üslûp her şeyden önce söz sahibinin iç dünyasını yansıtan saf berrak bir aynadır. Bir insan başka birini belki, şekil bakımından ifade kalıplarıyla taklit edebilir; ancak iç dünyasıyla, psikolojik özellikleriyle ve karakter yapısıyla hiçbir zaman taklit edemez.
Mesele, insanî boyutta bu kadar vâzıh olunca, elbette evleviyetle, kesin olarak söyleyebiliriz ki; bir insanın beşerî ve insanî özelliklerinden sıyrılarak, sadece şe'n-i rubûbiyete has, beşerin zaaflarından fersah fersah uzak, yalnızca Zât-ı ulûhiyete ait olan evsafı, kendi evsafıymış gibi lanse edip söz söylemesi, hem de ulûhiyetin bütün mehâbet, azamet ve celâlini net, güçlü ve muhteşem bir üslûpla ifade etmesi mümkün değildir.
Şüphesiz bu imkânsızdır. Çünkü beşerî tabiat, insanî karakter, her zaman, hayatının her döneminde insanın bir parçasıdır ve ondan hiçbir zaman ayrılamaz. Halbuki Kur'ân beşeriyetin, insanî her türlü zaafın ve beşerî her türlü ihtiyacın üstündedir. O öyle muhteşem bir söz mecmuasıdır ki, onun her yanında yaratma, var etme, öldürme, diriltme, hükümranlık ve kuşatıcılık gibi ulûhiyete ait hususiyetleri görmek mümkündür. Bundan ötürüdür ki, o bir ışık gibi dile, lisana ait bütün farklılıkları aşar, bütün perdeleri deler ve böylece okuyucusunun ve dinleyicisinin ruhuna girer.
Rubûbiyet semalarından nazil olan şu âyetleri misal olarak dikkatlerinize arz etmek isterim. Bu âyetleri okurken her birimiz kendi kendine şu şoruyu sormalı: Bu muhteşem âyetleri bir insanın söylemesi, bu ifadelerin beşer karihasından çıkması mümkün mü?
"Senin Rabb'ine yemin olsun ki, Biz onları da, şeytanları da diriltip huzurumuza toplayacağız, sonra da cehennemin çevresinde dizüstü çökmüş vaziyette oraya getireceğiz. Sonra da her topluluktan, Rahmân'a isyan etmede aşırılık edenleri çekip ayıracağız. Sonra o cehennemi boylamaya daha çok müstahak olanları elbette Biz pek iyi biliriz. Sizden hiç kimse yoktur ki, cehenneme varmasın. Bu Rabb'inin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra Allah'ı sayıp günahlardan sakınanları kurtararak zalimleri dizüstü çökmüş vaziyette orada bırakacağız." (Meryem Sûresi, 19/68-72)
"Muhakkak ki Ben'im gerçek İlâh. Benden başka yoktur ilâh. O hâlde sen de yalnız Bana ibadet et! Beni anmak için namaz eda et!" (Tâhâ Sûresi, 20/14)
"Az kalsın, seni bile sana vahyettiğimizden başka bir şeyi uydurup, Bize mâl etmen için akılları sıra kandıracak ve ancak o takdirde seni dost edineceklerdi." (İsrâ Sûresi, 17/73)
"Kullarıma haber ver ki (günahları örten) gafur, (ihsanı bol olan) rahîm Ben'im. Bununla beraber azabım da elîm mi elîm!" (Hicr Sûresi, 15/49-50)
"Ben cinleri ve insanları sırf Beni tanıyıp yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan nafaka istemiyorum, Beni yedirip beslemelerini de istemiyorum. Asıl bütün mahlûkların rızıklarını veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi olan Allah Teâlâ'dır." (Zâriyât Sûresi, 51/56-58)
"Muhakkak ki hayatı veren de, hayatı alıp öldüren de Biziz. Evet, herkes Bizim huzurumuza dönecektir. Yerin yarılıp kendilerinin büyük bir hızla mahşer meydanına koşacakları gün, mutlaka gelecektir. Bu diriltip mahşerde toplama Bize göre çok kolaydır. Biz onların aykırı iddialarını pek iyi biliyoruz; ama sen onları kuvvet kullanarak imana getirecek bir zorba değilsin. Sen sadece uyaran bir elçisin. Senin yapacağın iş, sadece tehdidimden endişe edecek kimseleri Kur'ân ile irşad etmektir." (Kâf Sûresi, 50/43-45)
Yukarıda zikrettiğimiz ve bunlara benzer âyetleri düşünüp, bu âyetlerde parlayan rubûbiyetin celâlî tecellîlerini ve ilâhî kudreti anlayıp kendimize şöyle bir soru soralım: Bu kitap insanlardan birinin uydurabileceği, bir benzerini getirebileceği, sahtesini ortaya koyabileceği bir kitap olabilir mi?
Fıtrat yalan söylemez. İsterse zalim, ilâhlık iddia eden firavunlardan biri gelsin, rubûbiyet semalarından nazil olan, dinleyenlerin veya okuyanların gönüllerini hükümranlık ve celâl hisleriyle dolduran bu kelâmı ifade etmek istese de çenesini boşuna yormuş olacaktır. Ne kadar gayret etse de, bir kısmı diğerini açan, izah isteyen sözler söyleyecek, mutlaka içerisinde benzeme çabası olacaktır. Her şeye rağmen beşeriyeti ve insanî zaaflarının yansımaları onu ele verecek ve yalanlayacaktır.
Kur'ân hükmünü ortaya koyduğunda, meseleyi ele aldığında, söz söylediğinde insanı büyüler, onun gönlünü heybet ve ta'zim hisleriyle doldurur. Bütün bunları insanda uyandıran şey, rubûbiyetin celâlinin onda tecellîsidir ki, bu da Kur'ân'ın i'cazının en parlak tezahürlerindendir.
Burada yaşanmış tarihî bir hakikat tablosunu takdim etmek istiyorum:
Osmanlı padişahlarının dedesi Osman Gazi Hazretleri Bursa'da bir akrabasının yanında misafir kalır. Yatma vakti geldiğinde istirahat etmesi için kendisine hazırlanan odasına geçer. Odaya girdiğinde duvarda asılı bir şey gözüne ilişir. Ne olduğunu anlamak için yaklaştığında bir de ne görsün, duvarı süsleyen bir mushaf. Hemen bir askerin kumandanı karşısında durduğu gibi Kur'ân karşısında sabaha kadar el-pençe divan duruyor.
İşte bu Osman Gazi'nin şahsında tecellî eden, onun zâtında tesirini gösteren rubûbiyetin celâlinin saltanatıdır. Onun bu mümin şahsiyetinden ve kâmil vicdanından kaynaklanan tavrının semeresi, Cenab-ı Hakk'ın onların pâk nesline İslâm hilafetinin anahtarlarını nasip etmesiyle ortaya çıkacaktır. Nitekim İslâm'ın altın çağının yeryüzünde yeniden parlaması onlara nasip olmuştur.
*Dimaşk Üniversitesi Öğretim Üyesi/Suriye
rbuti@yeniumit.com.tr
Tercüme: Nevzat Savaş
Dipnot
1. Bu yazı, 9-10 Mayıs 2009 tarihlerinde FKM'de gerçekleştirilen Kur'ân'ın Mu'cizevî Korunması başlıklı sempozyumda Said Ramazan el-Bûtî'nin yaptığı açılış konferansının tercümesidir.
Kur'ân'da Mümin Tasvirleri
Doç. Dr. Murat Memiş
Kur'ân-ı Kerîm'in kavram dünyası ele alındığında ilk bahsedilmesi gerekenlerden biri hiç şüphesiz imandır. Bu mefhumu başlı başına ele alıp detaylı bir şekilde incelemeyen hemen hiçbir İslâmî ilim disiplini yoktur. Her ilim dalı kendi perspektifinden bu kavramın önemini dile getirmek için ciddi gayretler göstermiştir.Kur'ân-ı Kerîm, insanların tamamını muhatap olarak kabul eden ilahî bir kitaptır. Hangi kültür ve inanç dünyasına ait olursa olsun Kur'ân'ın söz söylemeyeceği insan yoktur. Bu sebeple meselâ müşrikler, Hristiyanlar, Yahudîler vs. ilahî kelâm tarafından dikkate alınmışlardır. Bununla birlikte konumuza Kur'ân perspektifinden baktığımızda, ilk plânda, asıl olarak İlahî hitaba muhatap olan insanların temel niteliğinin iman olduğuyla karşılaşırız. Hemen Kur'ân'ın ikinci sayfasında Bakara Sûresi'nin ilk âyetlerinde Kur'ân'ın muhatabı olan müminlerden mealen şöyle bahsedilir: "Onlar ki gaybe iman edip namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar. Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Âhiret'e de bunlar kesinlikle iman ederler. Bunlar, işte Rablerinden bir hidâyet üzerindedirler ve bunlar felaha erenlerdir." (2/Bakara:3-5). Dolayısıyla Kur'ân'ın muhatap olarak tercih ettiği, taşıdığı nitelikler sebebiyle övdüğü, üstün değerini belirttiği, iman sahibi insan olarak karşımızda durmaktadır. Yine Bakara Sûresi'nin son âyetlerinde bu müminlerin, kalblerini nereye bağladıkları, diğer bir ifadeyle asıl ilgilerinin ne olduğu mealen şöyle ifade edilir: "Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin hepsi de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. 'Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, işittik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır.' dediler." (2/Bakara: 285). İmanın rükünleri olarak tespit edilen bu hususlar, imanın alanını oluşturmaktadır. Özel bir eylem/durum olarak iman, özel bir alanla münasebetlidir. En basit mânâsıyla iman, insanın bu özel alanı bilgi ve duygu seviyesinde tasdikinden ibarettir. Dolayısıyla mümin, bir bütün olarak âlemin Allah'ın (celle celâluhu) yaratmasıyla var olduğunu, O'nun hükümranlık sahasında yer aldığını, tek bir Rabbin var olduğunu herhangi bir şüphe duymaksızın kabul eden kişidir. Bu inancı, Allah'a hakkıyla iman etmeye insanî düzeyde imkân sağlayan peygamberlere, kitaplara ve meleklere iman süreci takip eder. Allah Teâlâ'nın hükümranlığının bir ifadesi olarak kader konularının ve âhirete imanın bu yapıya dâhil olması da kaçınılmazdır. Böylece mümin, ideal bir insan olma serüveninde sağlam bir altyapıya kavuşmaktadır. Zîrâ iman, ahlâklı bir insan/insan-ı kâmil olma idealinin harekete geçirici gücünü oluşturmaktadır. Bu açıdan iman, hem işin başında bulunmakta hem de bütün sürecin en etkili unsuru olmaktadır.İman kelimesinin Arapçada sahip olduğu mânâ, emin olmak, emniyet/güven içinde olmak ile yakından alâkalıdır. Bu durum imanın, hem bilgi hem de duygu açısından insan için taşıdığı değere atıfta bulunmaktadır. Diğer bir ifadeyle insan, iman ile bağlandığı Rabbi hakkında hem marifet açısından tatmine ulaşmış hem de ona olan bağlılığı sayesinde bir güvenlik alanına dâhil olmuştur. Bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allah'a (celle celâluhu) iman ile başlayan bağlılık süreci, O'nun peygamberlerine, kitaplarına meleklerine ve âhiret gününe iman ile pekiştirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında Kur'ân-ı Kerîm'in ilk muhatapları, artık, eskiden sahip olmadıkları yepyeni bir mânâ dünyasına katılmış olmaktadırlar. Bu dünya, onları yaşıyor oldukları eski hâllerinden tamamen koparmış; temeli, yapısı, çatısı ve hedefleri itibarıyla kendilerini her anlamda daha iyi hissettikleri yeni bir hayata yönlendirmiştir. Bu hayatın temel değerleri, kalbin bütün imkânlarıyla yöneldiği iman esasları olarak belirlenmiştir.Yeni durumun ne mânâya geldiği, yukarıda zikrettiğimiz Bakara Sûresi'nin 285. âyeti ile yine aynı surenin 93. âyeti birlikte mütalâa edildiğinde daha iyi anlaşılmaktadır. Müminler imanlarını, yani Rablerine olan bağlılıklarını ifade ettikten sonra "işittik ve itaat ettik" (2/Bakara: 285) derler. Müminlerin bu sözü, tarihsel açıdan çok daha önce ilahî hitaba mazhar olmasına rağmen "işittik ve isyan ettik" (2/Bakara: 93) diyenlere tam olarak bir cevap niteliği taşımaktadır. Nitekim bu ikinci âyetin kapsamında mezkûr sözü söyleyenlerin kalblerinde Rablerinden başka bir şeye bağlılık zikredilmekte ve bunun nasıl bir iman olduğu sorgulanmaktadır. Bu ve benzer âyetlerin açıkça belirttiği husus, imanın, insana ait en temel değerler alanını baştanbaşa değiştirdiği ve mümin olmanın ancak bu değişimi yaşamakla elde edilebileceğidir. Allah Teâlâ'nın buyruklarına muhatap olan bir müminin, onları kulak ardı etmek, önemsememek gibi bir tavrı ortaya koyması asla kabul edilebilir bir tutum değildir. Öyleyse Kur'ân'a gerçek mânâda bağlanan mümin, en başta ve en büyük bir önemde, Rabbine olan imanını her şeyin önüne yerleştiren ve bunu vazgeçilemez bir prensip olarak benimseyen kişidir. Kur'ân-ı Kerîm'in bütünlüğü açısından baktığımızda bu, aynı zamanda insan olmanın gerçek konumuna da işaret etmektedir. Nitekim "Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer müminler iseniz, en üstün olan sizlersiniz." (3/Âl-i İmrân: 139) mealindeki âyet ile işaret edilen, bu durumdur.Bu açıdan bakıldığında imanın ve müminin Kur'ân-ı Kerîm'deki mânâsını pekiştiren kavramlar arasında küfür/kâfir ve nifak/münafık tabirlerinin de ele alınması faydalı olacaktır. Ancak bu yazının kapsamında bunlara ayrıntılı olarak değinmeyeceğiz. Şu kadarını belirtelim ki, Kur'ân açısından mümin, insan oluşun ideal tarafını sergilemekte iken, kâfir ve münâfık ile bu yapının tam tersi resmedilmektedir. Dolayısıyla mümin, bir taraftan kendisi için belirtilen üstün nitelikleri taşıyan, taşıma gayreti gösteren birisi olarak ele alınırken, diğer taraftan küfür ve nifak ile özdeşleşen itikâdî ve ahlâkî kötülüklerden uzak duran bir kişi tasvir edilmektedir. Diğer bir ifadeyle mümin, hem taşıdığı değerler hem de uzak kaldığı durumlar itibarıyla sembolleştirilen örnek bir şahsiyettir.Kur'ân-ı Kerîm, imanla birlikte zikrettiği ve bir açıdan imanın müminde somutlaşmasını gösteren olumlu nitelikleri sıklıkla dile getirir. Bu nitelikler bazen "salih amel", "hayır" gibi en genel çerçeve kavramlarla belirtildiği gibi, zaman zaman da belli tavır ve davranışlar olarak beyan edilmektedir.Öncelikle belirtmek isteriz ki, bütün unsurlarıyla birlikte yaratılmış olan âlem, Kur'ân açısından bir hayır/iyilik düzeni olarak takdim edilmektedir. Hiçbir şeyin boş yere yaratılmamış olması, her şeyin bir hikmete dayanması gibi hususlar yaratılışta hayrın esas alındığını göstermektedir. Bu sebeple İslâm düşünürleri genel olarak kâinatta hayrın yaygın asıl, şerr/kötülüğün ise ikinci derecede olduğunu kabul etmişlerdir. İşte mümin, kendi etrafında cereyan eden bu hayır sistemine kendi hür iradesiyle katılan ve hayrın bir parçası olmak için çabalayan kişi olarak görülmelidir. Bu açıdan mümin, aynı zamanda bu düzenin taşıyıcısı ve uygulayıcısı olarak kâinatın yerli yerinde ve tabiî bir unsuru olma niteliği kazanmaktadır. Güncel kavramlarla ifade etmek gerekirse, insan açısından doğal olan mümin olmak, yani hayır üzere kurulan doğanın uyumlu bir parçası olmaktır.Bu takdire şayan vasıf, hem tek tek her bir mümin hem de müminler tarafından oluşturulan toplum için geçerlidir. "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır." (3/Âl-i İmrân: 110) mealindeki âyet bu durumun en açık ifadelerinden biridir. Âyet-i kerîmede, hayrı esas almış imanlı insanlardan oluşan toplum, bütün insanlık için bir hayır vesilesi olarak gösterilmektedir. Fert ve toplum, bir bütün olarak hayır çerçevesinde yapılandırılmıştır. Buna binaen Kur'ân'ın öngördüğü ideal mümin birey ve mümin toplumun ahlakî açıdan hedefi, hayrı/iyiliği ikâme etmek üzere şekillenmiştir.Mümin ve amel-i sâlihMüminin sahip olduğu bu genel perspektifin yanı sıra, onun günlük hayatın her anında karşı karşıya kaldığı/kalabileceği durumlar ile ilgili Kur'ân-ı Kerîm'in özel beyanlarıyla da karşılaşmaktayız. Hayatın özel her durumu için sergilenecek tavır ve davranışlar müminin, imanı ile münasebetlendirilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de geçen ve hepsi de insanî açıdan olumlu birer nitelik olarak bahsedilen barışı esas alma1; Allah'ın kendisine verdiği malda harîs olmadan, ihtiyaç sahibi akraba, yoksul vs. insanları düşünmek ve elindeki imkânları onlarla paylaşmak2; bunu yaparken gösteriş ve başa kakmaktan kaçınmak3; her şart altında sabırlı olmak4; toplumun ekonomik istikrar ve dengesini bozan faiz ve tefecilik gibi uygulamalardan uzak durmak5; adaleti ayakta tutmak ve her ne pahasına olursa olsun şahitliği adalete uygun gerçekleştirmek6; ibadette devamlı olmak7; verilen sözleri yerine getirmek8; kişisel ve toplumsal bozulmanın sebepleri olan içki, kumar, zina, şirk, falcılık gibi kötülüklerden uzaklaşmak9; zulmü hayatından kovmak10, cimrilik ve israf gibi aşırılıkları terk edip mutedil/dengeli bir hayat sürmek11; haksız yere cana kıymamak12; sözünün eri olmak13 gibi pek çok haslet imanın bir gereği olarak ifade edilmektedir. Diğer bir deyişle mümin, âlemlerin Rabbine olan bağlılığı/imanı sebebiyle bu hasletleri yerine getirmeye hazır olan, yapmak için gayret gösteren ve yapan kişidir. Bütün bu nitelikler, Rabbinin onun için belirlediği sırat-ı müstakîm/dosdoğru bir yol olarak önünde durmaktadır. İnsanın küfür ve nifak yerine imanı tercihi, aynı zamanda bu nitelikleri taşıma tercihi mânâsına gelmektedir. İnsan hayatında var olan en küçük şeyler bile imanla münasebetlendirilerek değerler dünyasında mânâlı ve önemli bir yere yerleştirilir. Yoldaki bir taşı, insanlara zarar vermemesi için kenara atmanın imandan sayılmasını14, bu perspektifte değerlendirmek gerekmektedir.İmandaki güç İdeal bir insan tipi olarak müminin yerine getirmesi gereken bu ahlâkî faaliyetler için sahip olduğu imkânların en başında hiç şüphesiz kendi imanı gelmektedir. Dolayısıyla onun imanı hem bu amelleri gerçekleştirmesine sebep, hem de bunları yerine getirirken ihtiyaç duyacağı kuvvet/dayanak mânâsına gelmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in pek çok vesile ile tekrar tekrar dile getirdiği "Allah'ın müminlerin dostu olduğu"15 hususu bu açıdan önem arz etmektedir. Zîrâ mümin, yer ve göklerin her yanına yayılmış bir hikmet ve rahmet ile kuşatılmış olduğunu her daim hisseden insandır. Nitekim "Şâyet kullarım, beni soracak olurlarsa, gerçekten ben çok yakınım. Bana dua ettiğinde, dua edenin duasını kabul ederim. O halde onlar da benim davetime koşsunlar ve bana hakkıyla iman etsinler ki, doğruya ulaşabilsinler." (2/Bakara: 186) mealindeki âyette Cenab-ı Allah (celle celâluhu) kullarına olan yakınlığını ve onların ihtiyaçlarını görüp gözettiğini dile getirmektedir. Bütün insanlar için geçerli olan bu kurbiyet/yakınlık, mümin için özel bir anlam ifade etmektedir. Zîrâ mümin, Allah'ın kendisine yakın olduğunun farkında olan insandır. Bu sebeple o, her halükarda sınırsız bir merhametin muhatabı olarak hüzün, endişe ve korkudan uzak bir hayat sürer. Düşmanın amansız takibi altında, daracık ve karanlık bir mağarada, bütün olumsuz şartlar içerisinde "Üzülme! Muhakkak Allah bizimle." (9/Tevbe:40) diyebilmenin mânâsı bu olsa gerek. Böylesi bir imanın karşılığı ise âyetin devamında mealen şöyle ifade edilir: "Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir." (9/Tevbe: 40). İman dersini Allah'ın Resûlü'nden (sallallahu aleyhi ve sellem) alan müminler de aynı tavrı sergilemekte tereddüt etmezler: "İnsanlar onlara: 'Düşmanlarınız size karşı ordu topladı, onlardan korkun.' dediklerinde, bu, onların imanını artırdı ve şöyle dediler: 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.'." (3/Âl-i İmrân: 173). Sahip olduğu iman, mümin için bitmez tükenmez bir güç kaynağıdır. O, bütün problemlerinin, her şeye gücü yeten, hikmet ve merhamet sahibi Rabbi tarafından giderilebileceğini yakînen bilir ve hisseder. Bu sebeple mülkün gerçek Sahibi'ne, sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan gurur ve tekebbür ile değil, tam bir acziyet ve mahviyet ile yaklaşır; "lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah"16 der. Dünya başına yıkılsa Rabbine olan bağlılığında zerre miktar azalma olmaz. Çünkü o, âlemlerin Rabbi olmanın ne mânâya geldiğinin tam olarak idrakine varmıştır.Bununla birlikte müminin hayatında her şey her zaman istenildiği gibi gitmeyebilir. İmanın güzellikleri, bazen hata ve kusurlarla örtülebilir. Bu durumlarda da müminin yapması gereken, imanının gerektirdiği tevbedir. Yürüdüğü yolda bir ayak sürçmesi ve yere kapaklanma olarak görebileceğimiz günah/hatâ/ayıp, yeniden ayağa kalkma ve sırat-ı müstakîmde yürüme azmi olarak değerlendirdiğimiz tevbe ile giderilmesi gereken bir durumdur. Bir pişmanlık göstergesi olarak tevbe, içinde bulunduğu ahlâkî durumdan memnun olmayan müminin, Rabbinden yardım dilemesidir. "De ki: "Ey haddi aşarak nefislerine karşı israf etmiş olan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."" (39/Zümer: 53) mealindeki âyet-i kerîme, müminin Rabb'ine olan yakınlığını yitirdiği anlarda içine sürüklendiği felakete gidiş sürecinden, yine O'nun rahmetiyle kurtulabileceğini ifade eder. Bu aynı zamanda müminin sürekli olarak Allah'ın inâyetinde olduğunun da bir ifadesidir. Zîrâ aksi bir durum "Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." (49/Hucurât: 11) mealindeki âyette dile getirilen, imanın nurunu kaybedip, zulmün karanlığında kaybolmak mânâsına gelmektedir.*Dokuz Eylül Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim. Üyesi murat.memis@yeniumit.com.tr
Dipnotlar 1. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! Hepiniz barış ve selamete girin de Şeytanın adımlarına uymayın..." (2/Bakara: 208). 2. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! Kendisinde hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın…" (2/Bakara: 254). 3. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! Sadakalarınızı, başa kakmak, gönül kırmakla boşa gidermeyin. O adam gibi ki, insanlara gösteriş için malını dağıtır da ne Allah'a inanır, ne ahiret gününe…" (2/Bakara: 264). 4. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir" (2/Bakara: 153). 5. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz." (3/Âl-i İmrân: 130). 6. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutun (yerine getirin) ve kendiniz, ana-babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olun. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (4/Nisâ: 135). 7. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! rükû edin, secdeye varın, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki kurtulabilesiniz." (22/Hacc:77). 8. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! Sözleşmelerizi yerine getirin." (5/Mâide:1). 9. Örneğin bkz. "Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz." (5/Mâide:90). 10. Örneğin bkz. "İman edenler ve imanlarını zulüm ile karıştırmayanlar... İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (6/En'am:82). 11. Örneğin bkz. "Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla beraber malını saçıp savurma. Çünkü (malını) saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür." (8/Enfal:26-27). 12. Örneğin bkz. "Bir de geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da, size de rızkı biz veririz. Şüphesiz ki onları öldürmek, çok büyük bir suçtur. Zinaya da yaklaşmayın, çünkü o pek çirkindir ve kötü bir yoldur." (8/Enfal: 31-32). 13.Örneğin bkz. "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sağlam söz söyleyin" (33/Ahzab:70), "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, Allah yanında şiddetli bir buğza sebeb olur." (61/Saff: 2-3). 14. Bkz. İbn Mâce, Sünen, tah. Muhammed Fuad Abdülbâkî, Beyrut trs., I, 22, hadis no: 57; Tirmizî, Sünen, tah. Ahmed Muhammed Şâkir vd., Beyrut trs., V, 10, hadis no: 2614. 15. Mesela bkz. 2/Bakara: 257; 3/Âl-i İmrân: 68; 5/Mâide: 55; 7/A'raf:196. 16. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: "Size, Arş'ın altından, cennetin hazinelerinden bir söz öğreteyim mi? İşte o söz "Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" demenizdir. Bu söz üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur: Kulum işini bana teslim etti, selâmete erdi." Bkz. Hâkim en-Nisâbûrî, el-Müstedrek ale's-Sahihayn, tah. Mustafa Abdülkadir Atâ, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1990; I, 71, hadis no: 54. Bu söz hakkında daha geniş izah için bkz. Abdülhakim Yüce, "Bir Cennet Hazinesi: La Havle", Sayı:78 (Ekim-Kasım-Aralık 2007); http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/bir-cennet-hazinesi--la-havle---
KURANA GÖRE İNSANIN PSİKOLOJİK YAPISI
Dr. Nebil M. Tevfik Es-Semâlûtî
Gerçekte bir tevhid dini olan İslâm, önümüze insanın tabiatı, rolü, görevi, akıbeti ve psikolojik yapısıyla ilgili doğru, kapsamlı bir görüş koymuştur. Araştırmaları, mukayeseleri ve deneylerinin gerçekçi, sıhhatli ve doğru bir anlayıştan kaynaklanabilmesi için psikoloji, sosyoloji ve antropoloji ilimleriyle meşgul olanların, bu İslâmî görüşü açık seçik bilmesi gerekir. Çünkü bu, çarpıtma, sapıklık, dinsizlik, putperestlik, doğru yoldan ayrılma Batı ve Doğu düşünürlerinden birçoğunun içine düştüğü metod hataları karşısında yegâne teminattır.
I-KUR'AN'A GÖRE İNSANIN YAPISI ve GERÇEK YORUMU
Batı dünyasında insanın yapısı ve tabiatıyla ilgili birbiri ile çelişkili ve değersiz bazı teorilerin kısaca verilmesinden sonra, bu konuda gerçek İslâmî görüşün esaslarını araştırmamız gerekir. Bu görüşün bulunmaması, hem Batı ve hem Doğu dünyasında (Sovyetler, Doğu Avrupa ve Çin'de) dinsizlik akımlarının doğduğu bir kargaşa ve probleme sebeb olmuştur.
Gerçekte bir tevhid dini olan İslâm, önümüze insanın tabiatı, rolü, görevi, âkıbeti ve psikolojik yapısıyla ilgili doğru, kapsamlı bir görüş koymuştur. Araştırmaları, mukayeseleri ve deneylerinin gerçekçi, sıhhatli ve doğru bir anlayıştan kaynaklanabilmesi için psikoloji, sosyoloji ve antropoloji ilimleriyle meşgul olanların, bu İslâmî görüşü açık seçik bilmesi gerekir. Çünkü bu, çarpıtma, sapıklık, dinsizlik, putperestlik, doğru yoldan ayrılma Batı ve Doğu düşünürlerinden birçoğunun içine düştüğü metod hataları karşısında yegâne teminattır. Bu hataların en önemlisi bütünü araştırmadan ve kavramadan, parçayı bütün şeklinde değerlendirmektir. Gerçekte ve Kur'ân düşüncesine uygun olarak insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek kimseler mi yaratacaksın, dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri her halde ben bilirim, dedi. Allah, Adem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları, meleklere arzedip: Eğer siz görüşünüzde doğru iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hakim olan ancak Sensin dediler. (Bunun üzerine): Ey Âdem! Onların isimlerini meleklere haber ver, dedi. Âdem onların isimlerini onlara bildirince: Ben size, muhakkak göklerde ve yerde görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim; bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi. Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç, hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu. Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman, her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sâdece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları cennetten onları çıkardı. Bunun üzerine: Biriniz diğerinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lazımdır, dedik. Âdem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Hepiniz oradan inin, dedik; yalnız (iyi bilin ki) size benden bir hidayet geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkar edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise cehennemliktir, onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakam, 2/30-35) (**)
İşte bu, insanın mâhiyeti, yaradılışının şartları ve onun görevi konusunda doğru bir Kur'ân ifadesidir. Çünkü o, insanın iki yönünü de yani şehevî (kendisinde hayvanlarla müşterek olduğu toprakla ilgili yönü) ve ilâhî, rûhî, ulvî yönü ki bunun kaynağı Allah'ın ruhudur, ve akılda, iradede, üstün zihinsel kabiliyetlerde, zekada vs. kendini gösterir. İşte bunlar, onu kulluğa, tefekküre, yeryüzünde Allah'ın dinini hâkim kılmaya, beşerî ilişkilere ve yeryüzünü imâra ehil kılan kabiliyetlerdir. Gene bu ruhî güçler, göklerin, yerin ve dağların korktukları için kabul etmedikleri, fakat Allah'ın kendisine teklif ettiği o emaneti taşımağa onu ehil kılan güçlerdir. Nitekim: "Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi), doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir." (Ahzâb, 33/72) buyrulmaktadır. Bu tamamen doğru ve gerçeği getiren Kur'ân vasıtası ile biz insanı, yapısı ve görevi cihetleri ile tanıyabiliyoruz. Çünkü Yüce Allah, yeryüzünde insanı halife kıldı ve orada Allah'ın dinini yayması için üremesini ve çoğalmasını istedi. İşte (yeme, içme, uyuma ve cinsiyet gibi) arzuların yaratılış sebebi budur. İnsan, Allah'ın dinini yaymak ve O'na ibadet etmekle yükümlüdür ki bunlar yüksek potansiyellere (kudurât) ihtiyaç duyan vazifelerdir. İşte insandaki Allah'ın rûhunun yorumu budur. Ona görevini (Yüce Allah'ın kendisine çizdiği şekilde) yapma imkânı sağlayan güçleri veren de bu ruhtur. Bizzat Allah'ın insanın önceki durumunu ve onu yaratacağını melekler topluluğuna ilân etmesi, O'nun insana son derece değer verdiğini gösterir. Bu durumda melekler, bu haberden korkmuşlar, "Allah'ın emrine karşı gelmez, emrolunduklarını daima yerine getirirler."(Tahrim, 66/6) âyeti gereğince şimdiye kadar kendisine böyle bir müracaatta bulunmadıkları halde), o yeni yaratığı açıklayacak olan fazla bilgi ve izah isteğiyle Rablerine başvurmuşlardı. Sonra da iş, Rablerinin emriyle meleklerin Adem'e secde etmesiyle sonuçlanmıştı. Aslında bu, Allah'ın insanı yaratma mucizesine karşı bir secde idi. Allah'a halife olmak; inşâ, îcâd, îmâr, değiştirme, başkalaştırma ve irade faaliyetlerini kapsar. Bütün bunlar, kendisinden halîfesine bir kıvılcım veren ve türlü bilgilerle donatan Yüce Yaratıcının özelliklerindendir. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: "Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara. 2131)
Allah ona ilim vermiş, öğrenme ve keşfetme gücü bahşetmiştir. İşte bu, insana verilen ilâhî ruhtan kaynaklanan bir güçtür. Allah, insana bu büyük öğrenme kabiliyetini vererek göklerde ve yerde bulunan her şeyi onun hizmetine sunmuştur. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır. "Göklerde ve yerde olanların da hepsini emrinize vermiştir."(Câsiye. 45/13) Ancak insan, hayvanî ve toprağa ait yönü itibariyle, şehvet denilen birtakım arzulara ve içgüdülere sahip olarak yaratılmıştır. Allah Teâlâ insanın tabiatına, bunları belli bir hikmetle (beşer cinsinin devamı için cinsiyet içgüdüsü; ana-babaların çocuklarına bakması için analık-babalık içgüdüsü; benliğin korunması için yeme, içme, uyuma; dini, nefsi, malı ve evlâdı korumak için de savaş ve saldırganlık içgüdüsü vs.) koymuştur. Bu hususta da Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (câzip) gösterildi. Bunlar, sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır." (Âl-i İmran, 3/14)
Allah Teâlâ, insanı kendisiyle azmini ve iradesini ölçeceği bir imtihana tâbî tutmuştur. Bu ilâhî ve gerçek bir imtihandır. Hataya, tahrife, yalana ve sebatsızlığa mâruz beşerî ve nefsî imtihanlar gibi değildir. Bu ilâhî imtihan, yeryüzünden önce, cennette mahallî bir imtihandı. O, muayyen ağaca Adem'in yaklaşmaktan ve yemekten nehyedilmesi sûretiyle olmuştur. O ağaç, Âdem için bir şehvet (arzu) olmuştur. Ancak şeytanın vesvesesi, onun azmini, iradesini ve emri tutmasını zayıflatmış ve neticede bu imtihanı kaybetmiştir. Şeytanın kendisine vaadettiği ve eskimeyecek olan, o ebediyet ve saltanat ağacına tamah ederek onun vesveseleri karşısında dayanamamıştır. Nitekim âyette zikredilmektedir: "Andolsun Biz, önceden Âdem'e (o ağaçtan yememesini) emretmiştik, o unuttu. Biz onda günaha işlemeye karşı bir azim (ve sebat) bulmadık."(Tâhâ, 20/15) Şüphesiz ki insanı Allah yarattı ve nefsinin ona verdiği vesveseleri bilir ve O, ona şah damarından daha yakındır.
Adem'in hatasının, kendisinden ayrılmayan ve kıyamete kadar da ayrılmayacak olan ebedî bir hata (aslî suç) olduğuna, Mesih'in (Hz. Îsâ) insanlık için kanını fedâ ettiğine ve bir daha fedâ etmek üzere tekrar döneceğine kail olan yanlış kilise tasavvurunun aksine, İslâm'ın bu insan anlayışı, gerçekçi ve doğru bir anlayıştır. Çünkü o, insanın, şehvet sevgisiyle yaratılmış, şeytanın vesveselerine mâruz olan; ne kadar zayıf bir varlık olduğunu açıklamaktadır. Ancak bu beşerî zaaf, ebedî bir zaaf değildir. Nitekim Âdem (as)'in cennetteki hatası da kıyâmete kadar kendisinden ayrılmayan bir hata değildir. Çünkü Allah onu peygamber olarak seçmiş, tevbesini kabûl etmiştir ki Allah'ın rahmeti her şeyi kaplayacak kadar geniştir. Allah şöyle buyurur: "Âdem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Hepiniz oradan inin, dedik; yalnız (iyi bilin ki) size Benden bir hidâyet geldiği zaman, kim Benim hidâyetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise cehennemliktir, onlar orada ebedî kalacaklardır."(Bakara, 2/37-39)
II- İSLÂMÎ AÇIDAN NEFSİN SINIFLANDIRILMASI
İnsan nefsinde doğuştan bir zayıflık olduğu için, Allah onu; takvasını, yükselmesini ve ulvî derecelere ulaşmasını sağlayacak unsurlarla donatmıştır. Buna göre nefiste sadece cinsiyet ve saldırganlık içgüdülerininin doğuştan (fıtrî); içgüdülerin üstüne yükselme, arzuları frenleme, dindarlık ve değerlere bağlılık gibi kabiliyetlerin hepsinin yaradılışa aykırı olarak sonradan kazanılmış şeyler olduğunu iddia eden Freud nazariyesi, değerini kaybetmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 91/7-10)
İslâm'ın nefis hakkındaki objektif ve gerçeğe uygun tahlili, insan nefsinin üç mertebesinin bulunduğu esasına dayanır:
1. Nesf-i emmâre: (Kötülüğü emreden nefis): Bu bencil, saldırgan ve içgüdüsel nefistir. Bunlar insan fıtratının bazı yönleridir. Nitekim âyette: (Hz. Yusuf (as) dilinden) "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin esirgediği bir nefis ola. Rabbim bağışlayan ve esirgeyendir," (Yusuf; 12/53) buyrulmaktadır.
2. Nefs-i levvâme: Bu sahibine dönüp onu hakka, istiğfara ve doğru yola döndürmeğe çalışan nefistir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim. "(Kıyâme, 75/1-2)
3. Nefs-i mutmainne: Bu da Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna imân ile, Allah'ın emrettiği şeye uyması ve haram kıldığından kaçınması itibariyle, nefis mertebelerinin en yükseğidir. Allah Teâlâ: "Ey huzura eren nefis! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir."(Fecr, 89/27-30) buyrulmaktadır.
Denebilir ki, Freud, şahsiyet nazariyesiyle İslâm'ın nefis hakkındaki bu üçlü tasnifini çirkinleştirmiştir. O, bu nazariyesinde şahsiyeti id, ego ve süper ego şeklinde taksim eder. İd, nefsin ırsî, şehevî ve içgüdüsel yönüdür (cinsiyet ve saldırganlık). Ego, şahsiyetin gerçekleşen yönüdür ve sonradan kazanılmıştır. Süper ego, şahsiyetin ideal tarafıdır ve o da insan tabiatına zıt olarak sonradan edinilen kısmıdır. O, değerleri, dinî inançları ve yüce idealleri nefsin bu kısmından sayar ve bunları, tabiî arzuların şuuraltına itilmesi ve insanın arzularını gerçekleştirmede başarısızlığa uğraması sonucu meydana gelen psikolojik problemlerin birçoğunun sebebi olarak kabul eder. Freud, din duygusunun fıtrî oluşunu, insanın Yaratıcı ile irtibatının tabiî olduğunu ve böyle olmadığı takdirde ne din, ne ideal, ne de değer diye bir şeyin bulunamayacağını; dinlerin farklı oluşunun ise, tevhid dîni olan İslâm'la temsil edilen selim fıtrattan sapma sonucu meydana geldiğini bilmezlikten gelmiştir.
III- İNSANIN TEMÂYÜLLERİ VE İHTİYAÇLARINI KARŞILAMADA İSLÂMÎ DENGE
İnsanın ihtiyaçlarına ve isteklerine cevap vermede İslâm'ın öngördüğü çare, fevkalâde ince (dakik) bir ölçü ile temâyüz eder. Çünkü insan, bir yönüyle bedenî, yani içgüdüsel ve toprağa ait, diğer yönüyle de rûhî ve ilâhî bir yapıya sahiptir. Nitekim âyette: "Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir İnsan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın." (Sâd, 38/71-72) buyrulmaktadır.
Buna göre o, çift tabiatlı yegâne varlıktır; kendisi için yaratıldığı o büyük vazifesini yerine getirebilmesi için Allah Teâlâ, onu bu yaratılış özellikleriyle donatmıştır. Hayvanlar, sadece şehevî yönü, bunun aksine melekler de sadece nurânî yönü temsil ederler. İnsana gelince, onun iki yönlü bir tabiatı vardır ve biri diğerine galip gelmeyecek şekilde ölçülü ve dengeli olarak bu iki yönün doyurulması, tatmin edilmesi gerekir. Eğer Allah, insanın sadece ruhtan ibaret olmasını isteseydi muhakkak öyle yapardı; eğer onu sadece beden (madde) olarak yaratmak isteseydi, gene öyle yaratırdı. Allah Teâlâ, onun çift yönlü bir tabiata sahip olmasını istemiştir. Bu sebeple biri diğerine tecavüz etmeyecek şekilde hem ruhun, hem de bedenin ihtiyaçlarının karşılanması lâzımdır. Bu, İslâm'ın savunduğu bir görüştür ki o, israfı ve aşırılığı reddeder. Gene o, bedenî içgüdülerin doyurulması yönünden aşırı giden ve böylece insanı hayvan-mertebesine düşüren, ruhî yükselişini ve özelliğini kaybettiren; ayrıca Allah'ın, onun için belirlediği vazifesini de ortadan kaldıran maddeci görüşe karşı çıkmıştır. Diğer yandan İslâm, israfın ve taşkınlığın zıddı olan aşırı sûfîlik örneği üzerinde durur ki, bu anlayış (sûfîlik) de yanıltıcı bir denge düşüncesi esasına dayalı bir ruhbanlığa davet eder. Bu görüşe göre, beden ve ruh iki zıt yöndedir; beden zaafa uğradığı zaman ruh şeffaflaşma, yükselme, Allah'ı idrak etme ve O'nu görme gücü derecelerine ulaşır. Bunun için de bedenin zayıflaması ve şehvetlerin öldürülmesi gerekir ki, ruh saflaşsın ve yüce hallere ve makamlara ulaşsın. (Mutlak yalnızlık makamı ruhun saflaşmasına ulaşmaktır veya nirvanaya (cennete) ermektir. Nitekim, bazı ensarın halleri böyledir.)
Bu aşırı görüşlerin aksine, İslâm, ruhun istekleriyle bedenin istekleri yahut din ile dünya arasında tam bir denge sağlamak sûretiyle bu meseleyi çözüme kavuşturur. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah'ın sana verdiği (bu servet) içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma." (Kasas, 28/77). "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?" (A'raf, 7/32). "Yiyin, için, fakat israf etmeyin." (A'raf. 7/31) "Kadınlarınız sîzin tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz biçimde varın." (Bakara, 2/223)
Bir hadiste: "Ebediyyen yaşayacakmışsın gibi dünyan için çalış, yarın ölecekmişsin gibi de ahiretin için çalış"1 buyrulmaktadır.
İbadette aşırı giderek gecenin bütününde namaz kılan, devamlı oruç tutan, kadınlarla cinsî ilişkiden uzak duran kimsenin durumu Hz. Peygamber'e (sav) bildirildiği zaman şöyle buyurdu: "Allah'tan en çok korkanınız ve en müttakiniz olduğum halde ben, hem namaz kılarım, hem uyurum; hem oruç tutarım, hem iftar ederim (tutmam); kadınlardan da uzak durmam." Sonunda Hz. Peygamber umûmî bir kaide olarak şöyle dedi: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir."2
İslâm dini, insanın diğer insanlarla olan ilişkilerini tanzim ettiği gibi, insanın Allah'la olan ilişkisini de düzenlemiştir. İslâm, yemek, içmek ve cinsî ilişki kurmak gibi tabiî ihtiyaçları; haramlardan uzak, dengeli, ölçülü bir şekilde ve helâllik çerçevesinde mübah kılmıştır.
Yüce Allah, insanı güçlükleri göğüsleyebilmesi, kendi hayat yolunu çizebilmesi ve kendisi için yaratıldığı en büyük görevini yapmaya devam edebilmesi için mücadele etme, yarışma ve çalışma gücü ile donatmıştır. Bu yeryüzündeki görevini ve sorumluluğunu yerine getirebilmesi için zarûrî bir güçtür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah, bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir." (Bakara, 2/251)
Şu halde mücadele, hayatta temel ve sosyal bir ameliyedir. İbn Haldûn gibi bazı İslâm araştırmacıları, asabiyet konusundaki nazariyelerinin doğruluğuna delil olarak yukarıdaki ayeti göstermişlerdir. Buna ilâve olarak Yüce Allah, Âdem (as)'i peygamber olarak seçmiş, tevbesini kabul etmiş, hidayet vermiş ve onun için yeryüzünde ölene dek karar kılacağı yer ve geçimlik ihsan etmiştir: "Sizin için, yeryüzünde bir süreye kadar karar kılacağınız bir yer ve geçimlik vardır." (Bakara, 2/36)
İnsan, mücadele ve yarışma güçleriyle donatılmış olunca, karar kılacağı bir yere ve geçimliğe ihtiyacı vardır. O, kendisinden hidayet alabilmesi için Allah'la sürekli iletişim kurma ihtiyacı içindedir. "Hidayetime uyanlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de." (Bakara. 2/38) Allah'ın insana hidayet etmesi o doğmadan önce, henüz zürriyet âlemindeyken başlar: "Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da: Evet (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk, dediler." (A'raf, 7/172)
Çeşitli antropoloji araştırmaları, insanın Allah'a yönelişinin bütün insanlar arasında genel ve fıtrî bir yöneliş olduğunu ortaya koymuştur. Bu sebeple eski-yeni, ilkel-uygar hiçbir toplum yoktur ki belli bir Tanrı tasavvuru ile kendileriyle ona yaklaştıklarına inandıkları birtakım prensipler ve ibadetlerle ilgili dinî bir sisteme sahip bulunmasın. Müslüman olmayan bütün toplumlardaki bu anlayışlar, bozulmamış fıtrattan bir sapış olunca (çünkü Allah katında gerçek din İslâm'dır) bu durum, muhtevaları itibariyle terbiyenin ve aklın bozulmasından ileri gelmektedir. Kim doğru yola giderse, ancak kendi lehine gitmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Küfredenin de günahı ancak kendisinedir. İslâm terbiyesinin üslûbu budur, yani gerçekleri açık seçik ortaya koymaktır. Nitekim Kur'ân'da: "Biz ona iki yolu (doğru ve eğri) da gösterdik." (Beled, 90/10) buyrulmaktadır. Artık o, ister şükretsin, isterse küfretsin. İşte bu, özendirme (tergib) ve sakındırma (terhib) üslûbudur.
IV- İSLÂM'DA NEFİS KAVRAMI
Yunan filozofları akıl, ruh ve nefisten söz ederken onları safiyetlerine ve cevherlerinin ulviyetine göre derecelendirdiler. Onlara göre bunların ilki ve en şereflisi akıldır. Çünkü yine onların görüşüne göre, mutlak aklın cevheri Allah Teâlâdır ve ilâhî akıl maddeden ve heyûlâdan münezzeh olan faal akıldır (Poietikos). İnsan aklı veya münfail (pasif) akıl (Pothetikos) ondan sudûr eder. Bundan sonra safiyet ve şeref bakımından ruh ve nefis gelir. Onlara göre ruh, nur unsuruna daha yakındır. Nefis ise, hava ve toprak unsurlarına daha yakındır.
Tevhid dini olan İslâm'ın bu konudaki görüşüne gelince; onun, bu kuvveleri ilâhî sıfatlara yakınlık derecelerine göre tasnif etmiş olduğunu görüyoruz. Onların en aşağı derecede olanı, bu sıfatlardan en uzak olanıdır. Ruh, Allah'ın ruhundan istimdad etmiş olması ve insanın, duyu organlarımız tarafından algılanamayan gizli bir yanı bulunması ve ölümsüz bir unsur olması sebebiyle ve varlığın sırrı olduğu için, Yüce Allah onunla ilgili ilmi kendine tahsis etmiştir. Çünkü sınırlı insan aklının onu ihata etmeye ve kavramaya gücü yetmez, ancak onunla ilgili olan bazı ipuçları ve tezahürleri idrak edebilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size (onun hakkında) ancak az bir bilgi verilmiştir" (İsrâ. 17/85)
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl ve nefisle ilgili beyanlarından anlaşıldığına göre nefis, tabiata ve hayatî güce daha yakındır. Bu hayatî güç de hem içgüdüyü, hem de iradeyi içine alır. Hem şuurlu, hem şuursuz olarak görev yapar. Bu hayatî güç, geçtiği birçok ayette, uyku ile ortadan kalkan ve öldürme ile kaybolan güç, nimeti hisseden, taat ve isyanı ilham eden, yaptığı iyilik ve kötülüğün muhasebesini yapan kuvvet mânâlarına gelmektedir. Şu halde o, ya aklın rehberliği ile doğru yolu bulmuş, ya da tabiat ve hevanın temayüllerine boyun eğmiş olarak işleyen, irade eden ve kıyamet gününde kendisi için adalet terazileri kurulacak olan bir güçtür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: "Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır." (Zümer, 39/42). "Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen O'dur."(En'am, 6/60) Kur'ân-ı Kerîm'de nefsin öldürülmesi zikredildiğinde bu, fert veya cemaate hitaba göre insan veya insanların öldürülmesi mânâsına gelir; "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca, sapan kimse size zarar vermez."(Mâide, 5/105). "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur."(Mâide, 5/32). "Ve kendinizi öldürmeyin. Allah, size karşı gerçekten merhametlidir." (Nisâ, 4/29). "Sonra sizler, yine o kimselersiniz ki, birbirinizi öldürüyor, içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz."(Bakara, 2/ 85). Fakat insan kavramı, nefis kavramından daha geneldir. Çünkü insan, nefsi, hevaî arzularından alıkoymakla yükümlüdür: "Kim Rabbinin makamından korkmuş, nefsini de kötü arzulardan korumuşsa, onun barınağı da muhakkak cennet olacaktır."(Nâziât, 79/40-41).
Nefis, akıl ve ruhtan oluşan bu güçlerin hepsi, insanın benliğini meydana getirir. Bu kuvvelerden her biri insan benliğinin ilişkilerinden birini gösterir. İnsan benliği (şahsiyeti) herhangi bir şekilde müteaddi olamaz. Çünkü o benlik, hem nefis, hem akıl ve hem de ruh sahibidir. Ancak o, bütün bu hallerde tek bir insandır. Bunlar, bütün dillerde, zorunlu olarak, fonksiyonları ve tezahürleri idrak edilebilen, fakat kaynakları idrak edilemeyen gizli güçler şeklinde ifade edilirler. İnsanlar akıl, ruh, nefis melekelerinden bu şekilde söz etmişler, yine onlarla ilgili şuuraltı, şuur üstü, Allah fikri vicdan, hayal, hafıza, sezgi, zeka, düşünce ve modern psikolojideki aklî ve vicdanî diğer ameliyelerden bahsetmişlerdir. Bunlar, bilinen veya bilinmeyen kaynağı itibariyle bir olsa da, fonksiyonları ve görevlerini birbirinden ayırmak için farklı isimler altında zikredilmişlerdir. Bugün psikoloji mütehassıslarının incelediği tüm kuvveleri ile nefis, Kur'ân'da geçmektedir:
a) Nefs-i Emmâre: Bu, irsî yolla gelen içgüdüsel ve doğuştan (fıtrî) olan itici güç (motivasyon) karşılığıdır. "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin esirgediği bir nefis ola. Rabbim bağışlayan, esirgeyendir." (Yûsuf, 12/53)
b) Nefs-i Mülhime: Bu nefsin şuur (idrak) gücü mukabilidir. "Nefsi ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 91/7-10)
c) Nefs-i Levvâme: Bu, Allah'ı tefekkür etme gücü mukabilidir. Muhasebe eden ve muhasebeye çekilecek olan nefis, demektir. İşte bu sebepledir ki Kıyâme Sûresi'nde kıyâmet günü ile birlikte geçmektedir: "Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan nefse yemin ederim." (Kıyâme, 75/1-2)
d) Hata ve kusurlarını görüp tarayabilen nefis: Kur'ân'da buyrulduğu gibi: "Belki insan, birtakım mazeretler ileri sürerse de, öz nefsine karşı şahitlik edecek." (Kıyâme, 75/14-15)
e) Nefs-i Mutmainne: Bu, Allah'a ya da gayba tam inanma ve güvenme gücü mukabilidir: "Ey huzura eren nefis! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön." (Fecr, 89/27-28)
f) Yukarıdaki maddelerde insan nefsi tüm kuvveleri ile zikredilmiştir. Bu kuvvelerin hepsi Kur'ân-ı Kerim'de, Allah tarafından mükellef tutulan ve O'nun huzûrunda sorguya çekilecek olan varlık olarak tanımlanmış bulunan insan kavramında toplanır: "Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir." (Müddessir, 74/38). "Biz, kıyâmet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez." (Enbiyâ, 21/47). "Kendiniz için dünyadan ne iyilik yapıp gönderirseniz, onu Allah yanında daha büyük bulacak ve karşılık olarak daha büyük mükâfat elde edeceksiniz." (Müzzemmil, 73/20)." O günde ki, herkes işlediği ne iyilik varsa, onu önünde hazır bulacak." (Al-i İmrân, 3/30). "Gökyüzü yarıldığında, yıldızlar döküldüğünde, denizler birleşip birbirine karıştığında, kabirler altüst olup içindekiler dışarıya çıkarıldığında, herkes ne yapıp gönderdiğini ve neyi ihmal ettiğini anlayacaktır. Ey İnsan! Seni o ihsanı bol olan Rabbine karşı aldatan nedir? O ki, seni yarattı, yapma düzen verdi ve seni dimdik yapıp, dilediği en güzel şekli verdi." (İnfitar, 82/1-8). "Ruhlar (bedenlerle) birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda, (amellerin yazılı olduğu) defterler açıldığında, gökyüzü sıyrılıp alındığında, cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yaklaştırıldığında, kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır." (Tekvîr, 81/7-14)
"Nefislerin çiftleştirilmesi"nin anlamıyla ilgili olarak söylenenlerin hulâsası şudur: Nefisler, unsurları (mukavvimât) ve amelleri ile birleştirilir, ya da benzerleri ve akranları ile bir araya getirilir, demektir. Bu sebeple, nefsin hesaba çekilmesi demek, insanın hesaba çekilmesi demektir. Fakat insan kavramı, müstakil olarak zikredilmeleri halinde nefis, akıl ve ruh kavramlarından daha geneldir. Çünkü insan, nefsini hevâî arzularından nehyetmek için muhasebeye çeker. Ruh ise, Yaratıcı'nın bir işidir, onun hakkında da insan ancak Allah'ın öğrettiği kadarını bilebilir. Akıl, bu iki kuvve (nefis ve ruh) arasında bulunur; içgüdüleri disipline eder, ruhun da hidayetinden esinlenir.
Şu halde insan (Kur'ân'ın beyanına uygun olarak) aklıyla nefsine, ruhuyla da aklına hâkim olur. Bu sebeple insan, nefsi cihetiyle içgüdüleriyle ve biyolojik motivlerle ilgilidir; ruh yönüyle de ebediyet âlemiyle ve ilmi Allah yanında olan daimî varlık sırrı ile alâkası vardır. Akıl ancak, gücünün yettiği ve insan aklının sınırlılığı ölçüsünde Allah'ın kendisine müyesser kıldığı şeyleri idrak edebilir. Fakat o, mutlak hakikati, ancak Hâlik, Bâri ve Musavvir olan Allah'a mutlak îmânı yoluyla kavrayabilir.
(Devam edecek)
Çev: Doç. Dr. İsmail Durmuş M.Ü. İlah. Fak. Öğr. Üyesi
Yrd. Doç. Dr. Habil Şentürk S.D.Ü.İIah. Fak. Öğr. Üyesi
DİPNOTLAR
*) Bu yazı, yazarın "el-İslâm ve Kadâyâ İlmi'n-Nefsi'l-Hadis, Cidde 1984" adlı kitabının dördüncü bölümünün tercümesidir.
**) Âyet mealleri metne alınmıştır.
1) Hadisin kaynağı, yazının orjinalinde belirtilmemiştir. Hadisi bu ifadeyle kaynaklarda biz de bulamadık. Ancak mânâsı aynı, ifadesi ise farklı olsa da yakın bir hadis bulduk. "Hiç ölmeyeceğini zanneden kişinin yaptığı gibi dünyaya çalış, yarın öleceğinden korkan kimsenin çekindiği gibi de kötülüklerden sakın." Bk. Ahmed Gümüşhanevî, Râmûzu'l-Ehâdis, İstanbul; 1326, s. 75 (Ç.)
2) Müslim, Nikâh, 5
.
KUR'ÂN'A GÖRE İNSANIN PSİKOLOJİK YAPISI
Dr. Nebil M. Tevfik Es-Semâlûtî
İnsan, Kur'ân'ın beyanına uygun olarak, aklıyla nefsine, ruhuyla da aklına hakim olur. Bu sebeple insan nefsî cihetiyle, içgüdüleriyle ve biyolojik motivlerle ilgilidir; ruh yönüyle de ebediyet âlemiyle ve ilmi Allah yanında olan daimî varlık sırrı ile alâkası vardır. Akıl ancak, gücünün yettiği ve insan aklının sınırlılığı ölçüsünde Allah'ın kendisine müyesser kıldığı şeyleri idrak edebilir. Fakat o, mutlak hakikati, ancak Hâlik, Bâri ve Musavvir olan Allah'a mutlak imanı yoluyla kavrayabilir.
V- İslâm'a Göre İnsanın Psikolojik Tahlili
Daha önce işaret edildiği gibi insanın İslâmî bakımdan tahlili, onun ruh ve bedenden meydana gelmesi esasına dayanır. Ruh inancı Kur'ân'daki gaybî inançlardan biridir. Bu gaybî inançlar, tüm semavî dinlerde temel dînî esasların başında gelir. Şunu söylemek mümkündür ki, Kur'ân'daki gaybî inançların mümeyyiz vasfı, onlara inananların akıllarını devre dışı bırakmaması ve sorumlu akla hitap etmek suretiyle de yükümlülüğün gereğini yerine getirmesidir. Çünkü İslâm, fıtrat dinidir. Bu sebeple İslâm'ın prensipleri ve esasları ile sağlıklı düşüncenin esasları çelişmez, uygunluk arzeder. Gerçekte İslâm her şeyi, kendine ibadet edilen ve kendinden başka ilâh olmayan bir tek Allah'a teslim etmektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ruh ve beden birbirini tamamlar, ikisi birlikte insanın benliğini oluştururlar ve onun hayatı ancak ikisiyle beraber mümkün olur. Bunlardan biri, diğeri uğruna feda edilemez. Bu sebeple, Kur'ân'a inanan kişinin, ruhun haklarını tam vermek maksadıyla bedenin haklarını yemesi doğru olmaz; aynı şekilde, bedenin haklarını tam vermek için ruhun haklarını kısması caiz değildir. Yani birini veya diğerini memnun etme konusunda aşırı gitmesi hoş görülmez. İşte daha önce geçen, insan yapısının unsurları konusunda hassas İslâm dengesi dediğimiz şey budur. Kur'ân, bir haramı helâl kılmayı yasakladığı gibi, bir helâli haram kılmayı da yasaklamaktadır: "Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram kılmayın ve sınırı aşmayın; Allah sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiklerinden helâl ve temiz olanı yiyin ve kendisine inanmış olduğunuz Allah'tan korkun" (Maide, 5/87-88). (*)
Kur'ân-ı Kerîm mü'mine, kendi el emeği ile helâlinden kazanmayı ve ondan israfa kaçmadan infak etmeyi, yeryüzünün servet ve nimetlerinin helâl olanlarından istifade etmeyi öğretmektedir. Çünkü bunlar, şükredilecek nimetlerdir, onun için de bunlardan kaçınması ona helâl olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin; eğer O'na kulluk ediyorsanız" (Bakara, 2/172). "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temiz ve iyisinden ve sizin için yerden size yetiştirdiklerimizden Allah yolunda harcayın"(Bakara. 2/267).
İnsanın yeryüzünde geçimini sağlaması, orada hayvanları otlatması ve ondan zinetlerini temin etmesi, oradan araç-gereçlerini sağlaması, yeryüzü nimetlerinden gerek kendisi için çalışıp kazandığı ve gerekse Allah'ın ihsanı eseri olarak yeryüzünün ona bahşettiği hiçbir nimetten uzak durmaması, onun yeryüzüne yerleştirilmesinin bir gereğidir. Çünkü İslâm, âbidlik iddiası ile bazı mutasavvıfların yaptığı gibi dünyadan uzaklaşıp el-etek çekmeye ve ruhbanlığa karşıdır. Nitekim Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Atları, katırları ve eşekleri, binmeniz ve zînet olsun diye (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır. Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. Gökten suyu indiren O'dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler meydana gelir. Onunla size ekinleri, zeytinleri, hurma ağaçlarını, üzümleri ve bütün meyveleri yerden bitirir. Şüphesiz ki, bunda düşünenler için büyük ibret vardır" (Nahl, 16/8-11).
Allah'ın, dünyevî maksatlar için ve hayatın icaplarından dolayı zîneti (temizlik, kılık-kıyafet düzgünlüğü) gerekli kıldığı gibi ibadet için de gerekli kılması, O'nun kullara bir rahmeti ve kolaylığıdır. Belki de bunda, dînin insan temâyüllerini engellediğini ve bu yüzden insan davranışlarında anormalliklere sebep olduğunu ve onun zînetlerini ve şehevî arzularını engellemesi sonucunda psikolojik hastalıkların meydana geldiğini iddia eden (gerçekleri yansıtmayan bu iddia, muharref Hristiyanlık nazara alınarak söylenmiştir.) Freud ekolüne karşı kesin bir cevap vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz azıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, bu dünya hayatında mü'minler içindir, kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz" (A'raf, 7/31-32).
Yüce Allah, zînetleri ve tayyibâtı (helâl ve güzel olan şeyler) yasaklamıyor. O, ancak fuhşiyâtı, günahları, zulmü ve Allah'a ortak koşmak gibi insanı tehlikeye götüren her şeyi yasaklıyor: "De ki: Rabbim, ancak fuhşiyâtı, gerek açığını, gerek kapalısını; günahı ve haksız yere saldırmayı; hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır" (A'raf, 7/33). "Doğrusu Biz sizi yeryüzünde yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik" (A'raf, 7/10).
İşte İslâm böylece, ruhun istekleri ile bedenin istekleri arasında veya dünyevî isteklerle uhrevî istekler arasındaki dengeyi gerçekleştiriyor. Artık onlar arasında hiçbir çelişki, kopukluk ve çatışma yoktur: "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma" (Kasas, 28/77).
Şu halde, dünya için çalışmak âhiret yolundan sapmak değildir. Buna göre İslâm'da ruh ile beden, dünya ile âhiret, gökle yer, zâhirle batın veya görünenle görünmeyen âlem arasında hiçbir çelişki yoktur. İslâm inancı kaynaşma, sevgi, hidayet ve adâleti gerçekleştiren; aşırıya gitmeden ve yoldan sapmadan -ki, "Allah dileseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi" (En'am, 6/49)- ruhu geliştirdiği gibi bedeni de geliştiren dengeli bir inançtır. Allah, insanı ruhun mahiyetini düşünüp kavramakla mükellef tutmamıştır. Çünkü ruh, ancak Allah'ın bileceği bir iştir. Aksine, insandan yaratıkları üzerinde düşünmesini istemiştir: "De ki: Ruh,
Rabbimin ermindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (İsra, 17/85).
VI- İnsan veya İlâhî Tekliflere Muhatap Varlık
Kur'ân-ı Kerîm'i inceleyen bir kimse onun, insanın hidayeti için gönderilmiş ilâhî bir kitap olduğunu anlar. O bir tebliğ, ikna ve beyan kitabıdır. Ondaki bu üstünlüğün sırrı, onun rükünleri ile hükümleri, inançlarıyla ibadetleri, hüccetiyle maksadı arasında tam ve mucizevî bir uyumun bulunmasındadır. Onun her rüknü, diğer rükünlerine bütün detaylarıyla uyar. Aklın, insan hayatındaki tüm vazife ve özelliklerini açıklayan bu kitapta, insanın mükellef varlık olarak seçilmesiyle, akla hitap edilmesi arasında bulunan uyumdan daha tam ve mükemmel bir uyum yoktur. İnsanın Kur'ân'daki yeri inanç, düşünce ve yaratılış bakımından muhtelif varlıklar arasında en şerefli bir konumdadır. Çünkü varlıklar içinde yalnız o, emaneti ve sorumluluğu taşımakla mükellef tutulmuş varlıktır. "Mükellef varlık" tabiri ise filozofların (insanın tanımıyla ilgili olarak söyledikleri) "konuşan varlık" veya "konuşan canlı" tabirlerinden daha şerefli ve yücedir. Çünkü o, teklif emânetini taşımaya ehil kılınmamışsa, onda konuşma vasfının bulunmasının bir kıymeti yoktur. Bu teklif, Kur'ân'da insanın muhatap kabul edilmesi, hitabın da bütün kabiliyet ve fonksiyonları (ki, modern psikoloji bunlardan düşünme, hatırlama, hayal etme, muhakeme, tanıma, öğrenme vs. diye bahseder) ile Allah'ın insana bahşettiği bir nimet olan akla yöneltilmesi demektir.
Akıl, sahibini teklife ters düşen herşeyden koruyan bir frendir. Akıl anlamaktır, düşünmektir; o eşyanın çeşitli durumlarını ve işlerin gizli yönlerini inceler. Akıl, hidayetle dalâleti ayırdeden bir rehberdir.
Akıl, sebepleri görmek ve sonuçları çıkarmaktır. Akıl, gözlerin göremediğini gören bir basîrettir. Akıl, geçmişi hâle taşıyan, olanlardan olacaklara dair dersler çıkaran, onları muhafaza eden ve kendinde toplayıp değerlendiren bir hafızadır. Bütün bu boyutlarıyla akıl, sorumluluk sebepleriyle, iyi olanı emretmekle, kötü ve sakıncalı olandan nehyetmekle yakından ilgilidir. Bu sebeple akıl, mükelleflerin sorumlu tutulması hususunda bir delil teşkil eder. Yüce Allah şöyle buyurur: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru" (Âl-i İmrân, 3/190-191). "Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi?"(Rum, 30/8).
Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliği, eşsiz bir peygamberliktir. Çünkü, O'nun peygamber olarak gönderilmesinden önceki ümmetler, peygamberliği, gayba muttali olmak, kaybolan bir şeyin bulunması için yardımcı olacak ve talihle ilgili bilgiler verecek olan sırları keşfetmek şeklinde anlıyorlardı. Bu ümmetler içerisinde, peygamberliği, mabudla kulları arasında, O'na takdim edilen hediye ve kurbanlarla ilâhî inayeti sağlayacak olan bir vasıta şeklinde, yanlış bir anlayışa sahip olanlar vardı. Müstehak oldukları belâ ve musibetleri defetmek için peygamberlerin vasıta olmasını istiyorlardı. Buna karşılık İslâm inancı, dînî tebliğler içinde geçmiş hiçbir örneği olmayan, kendisinden sonra da hiçbir yenilemeye ihtiyaç duyurmayacak olan, mütekâmil ve büyük bir din olduğu için kendisine hiçbir yeni şey eklenemeyecek olan ebedî bir yenilik getirmiştir. Çünkü o, insanın ölümsüz sıfatına, onun mümeyyiz vasfı ve kendinden ayrılmaz özelliğine hitap etmektedir ki, bu da sorumlu tutulacak olan akıldır. Çünkü akıl, Allah (cc) karşısında insanın mükellefiyetini ve mesuliyetini taşıyan yegâne unsurdur. Hz. Muhammed (sav)'in nübüvveti de, müjdeleyen, tenzîr eden, hidayet eden, tebliğ eden ve açıklayan bir peygamberlik olup mü'minlere, aklıselimleri ile doğru yolu buldukları zaman kendi iradeleri -ki, Allah dilemedikçe onlar dileyemezler- ile nefisleri için yaptıktan dışında bir tesiri, bir faydası veya zararı olmayan bir nübüvvettir. Bu, geçmiş dinlerin de özüdür, fakat insanlar bunu anlamadılar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"De ki: Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır (mal, mülk) elde ederdim. Bana kötülük dokunmamış (beni cin çarpmamış)tır. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim" (A'raf, 7/188). "Andolsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum" (A'raf, 7/59). "De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı de bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören, hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?" (En'am, 6/50)
Yüce Allah, büyüklenenlere ve çarpık akıl sahiplerine karşı mucizelerin fayda vermeyeceğini açıklamıştır: "Onlara gökten bir kapı açsaydık da oradan yukarı çıksalardı; 'Herhalde gözlerimiz bulanmıştır; yok yok, büyüye tutulmuş insanlarız biz!' diyeceklerdi" (Hicr, 15/14-15). "Onlara hiçbir elçi gelmezdi ki, onunla alay etmesinler." (Hicr, 15/11)
İslâm dininden önce, İbrâhim (as)'den Hz. Muhammed (sav)'e kadar birçok büyük din gelmiştir. Ancak, İslâm dininin bu dinlerden ayrı olan yanı, bütün insanlara yöneltilmiş olması, tüm insanlığa hitap etmesi; emâneti taşıyan ve hesaba çekilecek mesul insan düşüncesini getirmesi; aynı şekilde tam ve mütekâmil bir sosyal düzenin esaslarını ortaya koymuş olmasıdır. Çünkü o, dinlerin sonuncusu, en mükemmeli ve en büyüğüdür. İslâm, büyüklere ve zorbalara boyun eğerek aklını devredışı bırakan hiçbir insanı mâzur görmez. Nitekim Kur'ân da şöyle buyurur: "Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işte idiniz (dîniniz için ne yapıyordunuz?)' dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik' diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler" (Nisa, 4/97). Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere dediler ki: "Size hidayet geldiği zaman, sizi ondan biz mi engelledik? Hayır, zaten siz, kendiniz suç işliyordunuz" (Sebe, 34/32).
İnsan aklı, insanın hakikati anlamak için kullanması gerekli olan, ilâhî bir nimettir. İnsan, fiillerinden sorumludur, onun bilenlerden sorması ve doğruyu öğrenmesi gerekir: "Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun" (Nahl, 16/43).
İnsan, Rabbinin huzurunda amellerinden sorguya çekilecektir. Hiçbir kimse ve hiçbir toplum, başkalarının günahı sebebiyle cezalandırılmaz: "Her insan kendi kazancından sorumludur" (Tur. 52/21). "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz" (Bakara, 2/134).
Kur'ân-ı Kerîm'e göre sorumluluğun sebepleri: Peygamberler vasıtasıyla insanların hidayeti için ilâhî tebliğin bulunması, insanların bu tebliğlerden haberdar olması, Allah'ın insana bu tebliğleri anlayacak bir akıl vermesi ve insanın yapmakta olduğu, kendilerinden hesaba çekileceği amelleridir. Kendisine tebliğin ulaşmadığı hiçbir kimse gaybî meselelerden sorumlu değildir. Nitekim Kur'ân'da şöyle bu-yurulur: "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara aslâ zulmedilmez" (Yunus, 10/47). "Hiçbir ümmet yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı (peygamber) bulunmasın"' (Fatır, 35/ 24)."Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azab edecek değiliz" (İsra, 17/15).
İlimle ilgili olarak Hz. Peygamber'e inen ilk âyet "Yaratan Rabbinin adıyla oku!"(Alâk, 96/ 1), ilmin önemine işaret etmektedir. Amele gelince, bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de iki şart öngörülmüştür: Mükellefe güç yetirebileceği amellerin teklif edilmesi ve bu amellerin Allah'a ve kişiye yönelik olması. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez" (Bakara, 2/286). "İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur" (Necm, 53/39). "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür" (Zilzal, 99/7-8).
Kur'ân-ı Kerîm, insanın kötü yanlarını açıklamıştır. Yaratıklar arasında sadece insan birtakım kötülüklerle nitelenebilir. Çünkü, mesûl olmayan hiçbir yaratık iyilik ve kötülükle nitelenemez. Ama insan küfür, zulüm, taşkınlık, azgınlık (tuğyân) ve isyanla nitelenmektedir. Çünkü ondan başka, inanma ve akletmeye ehil kılınmış; hür, akıllı, mükellef ve mesûl bir yaratık yoktur. Nitekim Kur'ân'da şöyle buyrulur: "Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür" (ibrahim, 14/34). "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar" (Alâk, 96/6-7). "İnsan gerçekten ziyan içindedir" (Asr. 103/2)."Fakat insan önündekini (kıyameti) yalanlamak ister" (Kıyame, 75/5). "İnsan, Rabbine karşı pek nankördür" (Âdiyat, 100/6) "Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik" (Cin, 95/4-5).
Kur'ân-ı Kerîm, insanın fizikî aslı konusunda bir izâha işaret etmektedir. Bu işaretler, Yüce Allah'ın insanı üstün kılması ve onun mesûl varlık olduğuna dair izahtan hâli değildir: "Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe (sperm) haline getirdik. Sonra nutfeyi alâkaya (embriyon) çevirdik, alâkayı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" (Mü'minûn, 23/12-14).
Yüce Allah, hidayetin ancak kendisinden olduğunu açıklamaktadır: "Allah sağlam sözle imân edenleri, hem dünya hayatında, hem de âhirette sapasağlam tutar. Allah, zâlimleri ise saptırır ve Allah dilediğini yapar" (İbrahim, 14/27).
SONUÇ
İnsanın psikolojik yapısı; tabiatı, istidat ve kabiliyetleri, yaratılış gayesi ve görevi ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'in görüşü üzerine sunduğumuz bu kısa malûmatla yetiniyorum. İnsan, Allah'ın iki yönlü olarak yarattığı bir varlıktır: 1) Şehevî, içgüdüsel ve toprakla ilgili yanı (Nefs-i emmâre). 2) Allah'ın rûhundan bir nefha olarak tezâhür eden yüce ve ilâhî yanı. Onun için insan, çifte tabiata sahiptir. O, içgüdülerin yönettiği hayvanlardan farklı olduğu gibi, aynı şekilde iradesi ve şehevî arzuları bulunmayan, emrolundukları şeyleri yapan ve Allah'ın emrinin dışına çıkmayan meleklerden de farklıdır. Yüce Allah, insanı muhtelif güçlerle donatmıştır. Bunların en önemlisi imân gücü ve tevhid istidadıdır. Çünkü Allah, onlar henüz zürriyet âlemindeyken insanlara hitap etmiş, ulûhiyetine ve rubûbiyetine onları şâhit tutmuştur. İkinci olarak, yine onları akılla; düşünme, icâd etme, âlet ve cihazları kullanma yeteneği ile de donatmış, onlara zekâ ve yüksek aklî kabiliyetler vermiştir. Üçüncü olarak, onları mücadele ve mücahede gücüyle donatmıştır. Dördüncü olarak, ilâhî irade; insan iradesi, şahsiyeti ve fiilleri yoluyla gerçekleştiği için, Allah'ın ezelî ilmi çerçevesinde onlara hür irade vermiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez" (Ra'd, 13/11)."Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu" (Bakara, 2/ 251). "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu" (Rum, 30/41).
Netice olarak, insan, Allah'ı tanımaya ve O'na ibadet etmeye yöneltilmiştir: "Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyat, 51/56).
Fıtrî bir şekilde o, Allah'ın sözlerini anlamaya ve hidayetine nail olmaya müsaittir. Bu sebeple kâfirin, İslâm'ı tanıdıktan sonra küfürde devam etmesinin hiçbir mazereti olamaz, Çünkü ona, yeryüzünde yerleşme, onu işleme (imar etme), muhtelif topluluk ve oymaklara bölünme, birbirleriyle tanışmayı gerçekleştirme istidadı verilmiştir. İnsanın zayıf noktası şehvetidir. Çünkü şehvet, şeytanın, kendisi vasıtasıyla insanın nefsine nüfuz ettiği bir yoldur. Ancak İslâm dîni, insanın şehevî arzularını tatmin etme tarzını meşru çerçevede ve haramlardan uzak olarak düzenlemiştir. Mü'min akıllı ve zekîdir. Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hz.Peygamber (sav)'in sünnetinin nuruyla aydınlanmaktadır.
Çev: Doç. Dr. İsmail Durmuş - M.Ü.İlah.Fak. Öğr. Üyesi
Yard. Doç. Dr. Habil Şentürk - S. D.Ü. İlah. Fak. Öğr. Üyesi
KURANDA EDEBÎ SANATLAR
Yusuf Bayram
Yusuf BAYRAM – Sabri ÇAP
Harflerin yerleştirilmesinde ve kelimelerin sıralanmasındaki harika duruma lûgavî güzellik diyoruz. İnsan, harfleri tabiî mahreçlerinden çıkararak Kur' ân okuyan bir zatı dinlediğinde, âyetlerde bulunan kelimelerin ve harflerin birbirine eklenme sindeki fonetik özellikten, devamlı sûrette tazelenen bir zevk alır. Kimisi tok sesli, kimisi ıslık sesli, bazısı hafi, bazısı zâhir, kimisi mehmûse, kimisi mechûre tarzında tecvîd ilminde gruplandırılan harf nevileri peş peşe gelir. Böylece Kur'ân, lîn ile şiddeti, sertlikle yumuşaklığı, muhkem ve dakik bir tarzda bağdaştırır. Harfleri ve harf sıfatlarının her birini, âdeta Ölçü ile öylesine tam yerine koyar ki, toplamından hayranlık veren bir ses armonisi meydana gelir. Bu lâfız düzeninde, bedevîliğin haşin olmayan ciddîliği ile medenîliğin gevşekliğe varmayan yumuşaklığı imtizaç eder. Bu ses kompozisyonu öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, insan kelâmı girmiş olsaydı, hem okuyanın ağzında, hem de dinleyenin kulağındaki âhenk hemen kaybolurdu.
İnsanlık için hidâyet rehberi olan Kur'ân, aynı zamanda Hâtemü'l-Enbiyâ olan Resûlullah (sav)'ın nübüvvetinin ispatı olup, O'nun (sav) en büyük mu'cizesidir. Kur'ân birçok yönleriyle mu'cize olmakla beraber O'nun i'câzının en yüksek yönü fesahat ve belagatına dayanan edebî i'cazıdır. Zira Allah-ü Teâlâ, peygamberlerinin elinde göstereceği mu'cizeyi, gönderilmiş oldukları toplumların en ileri gitmiş oldukları hususlarda göstermiştir. Kur'ân'ın nâzil olduğu devirde Arap yarımadasında revaçta olan meta', edebiyattı. Bunun için Kur'ân'ın başta gelen i'caz yönü edebî yönü olmuştur.
Kur'ân'ın bir benzerini, hatta bir sûresinin bile benzerini ortaya koymak beşer tâkatinin üzerindedir. Kur'ân, münkir muhataplarının en zirvede olduğu fesâhat ve belâgat hususunda onlara "Eğer kulumuz (Hz. Muhammed)'e indirdiğimiz Kur'ân hakkında şüpheniz varsa onun bir sûresinin benzerini getiriniz. Eğer iddianızda (O'nun beşer sözü olduğu hakkında) doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da yardıma çağırınız" (Bakara, 2/23) fermânıyla meydan okumuş ve kesinlikle lâfzî yönüyle onun bir benzerini getiremeyeceklerini ilân etmiştir. Ondört asırdır Kur'ân karşısında kimse başını kaldıramamış, Kur'ân'ın benzerini getirmeye çalışan birkaç kişi de rezîl ve rüsvâ olup gülünç duruma düşmüşlerdir.
Kur'ân; lâfız, lâfızla tamamlanan mânâ ve her ikisini bir arada toplayan nazım olmak üzere üç unsuru ihtivâ eder. Kur'ân iyice tedkik edilince bu unsurların çok mükemmel bir şekilde birbirine kaynaştığı görülür. Öyle ki, Kur'ân'ın kelimelerinden daha fasîh daha kuvvetli ve akıcı bir kelime, nazım yönüyle de daha mükemmel bir te'lif, bir insicâm ve âhenk manzûmesi görülemez. Manâsında ise, benzerleri arasında ona tekaddüm edecek, onun fevkalâde yüksek derecesine ulaşacak bir kelâmın bulunmadığına her akıl sahibi şahid olur.
Zira Kur'ân, tamamen Arapça olmakla beraber, Arapların daha önceden beri konuştukları kelimelerle nescedilmiş olmasına rağmen o, İlâhî Kelâm olması hüviyetiyle sanki Arapça değil "RABÇA" olmuş bundan dolayı da benzerinin getirilmesi imkânsız hâle gelmiştir.
Kur'ân'ın harfleri bile öyle sıralanmıştır ki, her harfin sesi kalbe bir musikî nağmesi gibi gelir. Bu musikî tesiridir ki, katı kalpleri yumuşatır, ruhları Kur'ân'a çeker. Kur'ân'da fâsılalar, duraklar, en ahenkli harflerinin kelimelerde, kelimelerin âyetlerde, âyetlerin sûrelerde tertip tarzı, Arapların tanıdıkları üslûba asla benzemez. Kur'ân'ın kelimelerinde harflerin, âyetlerde kelimelerin tertibinin öyle bir âhengi vardır ki, okurken tatlı bir âhenk halinde akar. Kur'ân'ın kelime ve harfleri öyle sıralanmıştır ki, o harflerden birinin yerini değiştirmek, bir harekeyi yerinden oynatmak derhal âhengi bozar.1
Kur'ân'da bütün harflerin ve kelimelerin bir intizam içinde olduğu görülür. Meselâ, Ra'd sûresi “Eliflammimra” harfleriyle başlıyor. Sûrede bu dört harfin çoktan aza doğru sıralanarak tekrarlandığını görürüz. Elif; 625; Lâm=479; Mim=260; Râ=137 defa tekrarlanmaktadır. Yine Bakara sûresinin başındaki "Eliflammim" harflerinden Elif=4592; Lâm=3204; Mim=2195 defa sûrenin içinde tekrarlanmaktadır.2
Kur'ân insanları hidâyete ulaştırırken, beşere geçmiş ve geleceğini, kâinatın esrârını anlatırken, ilâhî maksadlar ifade edilirken, bir vasıta olan lâfızlar birçok pırlantayla süslenmiştir. Bu pırlantalardan olan edebî sanatlar Kur'ân'da bolca mevcuttur. Bu yazı çerçevesinde sanatların bir kısmı üzerinde durmak istiyoruz:
1- ONAMATOPE:
Onamatope, tabiattaki seslerin harfler halinde aksetmesi, âdetâ kelimeleşmesidir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu sanata oldukça fazla yer verilmiştir. Zira mânâ ve maksad ifade edilirken hâfızların ses tonları, iç musikîye refakât etmektedir. Kur'ân, lâfza, ifade ve manâ ile beraber derin bir ses, yüce bir musikî vermiştir. Bu yönüyle Kur'ân kelimeleri, daha münâsibi bulunamayacak şekilde seçilmiştir.
İşte Kur'ân'daki bu ses ve mânâ âhengine birkaç misal:
a- "Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek (karnında) taşımıştır."(Lokman, 31/14). Âyetteki “vehn” kelimesinin tonu, hamile bir kadının iniltisini hatırlatmaktadır.
b- "Şeytanın adımlarına tâbi olmayınız"(Bakara, 2/168). Burada “tettebiu” ve “Hutuvat” kelimeleri özel bir hareket düşündürmektedir. Şeytan adım adım hareket ediyor, insanlar da onun peşinden gidiyorlar. Ayrıca “Hutuvat - adımlar" kelimesi, insan zihnine attığı, hayale hissettirdiği şekil ve gölge yanında, adımların sesini kulağa hissettirmektedir.3
c- İnançsızlığın verdiği sıkıntıyı zorla yukarıya çıkıp bunalmak mânâsını ifade eden “Yessaadü fissemai” (Enam, 6/125) kelimeleriyle anlatan Kur'ân "Yessaadü - yukarıya çıkıyor" kelimesindeki şeddeli ayn harfi ile havasız kalan insanın refleks bir hareketle ağız açısını da karakteristik özelliği ile beraber hissettirmiştir.4
d- Kur'ân'da, taşların çatlayıp içlerinden suların akışı "Yeşşakkaku - şak şak parçalanır" (Bakara, 2/74) ifadesiyle şakırtı nağmesi içinde duyulur. Fısıltı ve şakırtısı ile hâdise gözümüzün önüne getirilir.
Kur'ân'ın bu özelliği kelimelerde görüldüğü gibi sûrelerde de görülür. Meselâ, şeytanın fısıltı ve vesvesesinden Allah'a sığınmayı ifade eden Nâs Sûresi, içinde bolca tekrarlanan "S" sesiyle fısıltı ve vesvese atmosferini zihinlerde canlandırmaktadır.
Yine ölümden sonra dirilmeyi inkâr edenlere karşı cidal ve tehdit temasının hakim olduğu "Kâf' sûresinde, diğer yerlerde rastlandığından çok daha fazla kalkale harfleri bulunur. İki sahife gibi az bir yerde fazlasıyla bulunan bu tarrakalı harfler, mânâlarıyla olduğu gibi sesleriyle de münkirleri sustururlar.5
2- SYNESİS:
Synesis, mânâyı daha iyi ifade ettiği için, uygun görülen gramer kurallarındaki değişikliktir. Meselâ; "Zarif bir nükte-i Kur'âniyedir ki, ferman etmiş: "Ve kale nisvetün fil medineti - Şehirdeki kadınlar dediler..." (Yusuf, 12/ 30) müenneslerin (kadınların) cemaatine iki katlı müennes olduğu halde (hem manâ, hem de kelime yapısı yönünden) müzekker (erkek) fiili olan “kale” buyurması, hem "Kaletil a’rabü - Bedevi Araplar dediler" (Hucurât, 49/14) buyurmakla, müzekkerlerin (erkeklerin) cemaatine müennes (kadın) fiili olan tabiriyle lâtifâne işaret ediyor ki: Zaif ve halîm ve yumuşak kadınların cemiyeti kuvvetleşir, sertlik ve şiddet kesbedip bir nevi racûliyet (erkeklik) kazanır. Müzekker fiilini iktizâ ettiğinden “Nisvetün - kadınlar dediler) tabiriyle gayet güzel düşmüş. Kavî erkekler için cemiyetleri zaif olup hem ihtiyatkârlık, hem yumuşaklık vaziyetini aldığından bir nevi kadınlık hasiyeti takındıkları için, müennes fiilini iktizâ ettiğinden müennes fiiliyle tam yerindedir."(Kur'ân'm bu İfadeleri, toplum psikolojisi yönünden üzerinde önemle durulmalıdır).6
3- TEŞBİH:
Edebî sanatlardan biri olan teşbîh de Kur'ân-ı Kerîm'de mühim bir yer işgal eder. Teşbîh aralarında hakikî veya mecazî yönden ilgi kurulabilen iki varlıktan zayıf olanın kuvvetli olana benzetilmesi ile yapılan bir sanattır.7 "Onun nuru, içinde lâmba bulunan bir kandil yuvasına benzer" (Nûr, 24/35).
4- İSTİFHAM:
İstifham, soru yoluyla dikkat çekerek sözün tesirini artırıp mânâyı kuvvetlendirmek sanatıdır. Sanat soruyla yapılır, fakat karşılığında muhatabtan cevap beklenmez. Zaten sanatın yapılmasından maksad da bir cevap beklemek değildir.8
"Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe ha?"(ibrahim, 14/10).
"Ey insan, sana dîni yalan saydırtan nedir?"(Tin, 95/7).
5- TA'RİZ:
Ta'riz kelimenin, zikredilen mânâ dışında, zikredilmeyen bir mânâda kullanılmasıdır.
Misal: "Beni yaratana ne diye kulluk etmiyeyim?" (Yasin, 36/22). Burada esas maksad "ne diye sizi yaratana kulluk etmiyorsunuz?"dur. Bunu âyetin devamındaki "Siz O'na döndürüleceksiniz" ibaresinden anlıyoruz.
Diğer bir misal; "Ancak akıl sahipleri ibret alırlar"(Ra'd, 13/19).
Burada kâfirler zemmedilmekte ve ibret almadıklarından akılsız olan behâime (hayvanlara) benzetilmektedir.9
6- AKİS:
Akis, cümlenin bir kısmının takdim, diğer kısmının tehir edilmesi, sonra da tehir edilen cümlenin takdim, takdim edilen cümlenin tehir edilmesine denir.10 Akis sanatı yapılacak kelimelerin aralarında bir mânâ münâsebetinin bulunması gerekir. Böylece, onların meydana getirdiği cümleler arasında bir mânâ bağı olacak ve istenen mesaj farklı şekillerde söylenerek daha tesirli verilecektir. 11
Kur'ân'dan misale gelince; "Onlar sizin elbiseniz, siz de onların elbisesisiniz." (Bakara, 2/187)
7- ALLİTERASYON:
Ses âhengi oluşturmak maksadıyla bir söz içinde aynı harf veya hecelerin sık sık tekrarlanmasına alliterasyon denir.
(Nas, 114/4-5) = Burada âdetâ alliterasyon da aşılarak, bu sanat güzelliği yanında mânâ ile de tam bir âhenk ve uyum sağlanmıştır. Çünkü bu sûredeki âyetler şeytanın vesvese ve fısıltısından Allah'a sığınmayı ifade etmektedir. “sin” harfleriyle meydana getirilen alliterasyon da, sûrenin havasını fısıltı ve vesvese atmosferine çevirmektedir.12
8- CİNAS:
Yazılış ve söylenişi benzer, mânâsı ayrı iki kelimeyi bir araya getirme sanatına "cinas", bunu yapmaya da "tecnîs" denir. Diğer bir ifadeyle mânâları ayrı olan iki kelimenin, telâffuz ve yazılışlarında birbirine benzemesidir.
"Kıyamet koptuğu gün suçlular dünyada çok kısa bir vakitten fazla kalmadıklarına yemin ederler. " (Rûm, 30/55) Ayetteki ilk “essaatü” kelimesi kıyâmet, ikinci “essaatü” ise belirli kısa bir zaman dilimi manasınadır.
9- MECAZ:
Kur'ân'da kelimeler hakikî mânâda kullanıldığı gibi mecâzî mânâlarda da kullanılmıştır. Kur'ân'da mecâzın bulunduğu bazı âlimlerce kabul edilmemişse de, belâgat sahipleri mecâzın, hakikatten daha belîğ olduğunda ittifak etmişlerdir.
Mecaz, el-Mecâzü'l-Aklî ve el-Mecâzü'l-Lügavî diye ikiye ayrılır.13
1- El-Mecâzü'l-Aklî, (Aklî Mecâz): Bir fiil veya benzeri kelimenin, aralarında ma'nâ yakınlığı bulunması sebebiyle asıl olmayan mânâsına hamledilmesidir.
"Ticaretleri kâr etmedi" (Bakara, 2/16).Burada kâfirlerin hidâyete karşı dalâleti (seçmeleri) satın almaları sebebiyle hüsranda oldukları ifade edilmiş, ticaret ve kâr etme ifadeleri mecâz olarak kullanılmıştır.
2- el-Mecâzü'l-Lügâvî (Lügavî Mecâz): Kelimenin asıl mânâsı dışında başka bir mânâda kullanılmasıdır. Bu mecazın da bir çok çeşidi vardır.
"Yüzünüzü Mescid-i Haram tarafına çeviriniz" (Bakara, 2/144). Burada yüzden maksad bütün vücuttur.14
10- İSTİARE:
İstiâre, mecâzın teşbihle birleşmesinden meydana gelir. Teşbihin iki temel unsurlarından (müşebbeh ve müşebbehün bih) biriyle yapılan teşbihe istiâre denir. Birçok çeşidi olan istiâreye birkaç misâl vermekle iktifâ edeceğiz.
"Topluca Allah'ın ipine sarılınız" (Al-i İmrân, 3/103). Âyette, kulun Allah'a güvenmesi, ona dayanması kötülüklerden kurtulması, tehlikeye, uçuruma düşenin yukarıdan sarkıtılan ve kopma ihtimali olmayan sağlam bir ipe yapışmasına istiâre edilmiştir.15
"Baş ihtiyarlıkla tutuştu." (Meryem, 19/4) Hissî istiâre (istiâre-i mahsûsa)'ya misal olan bu âyette ateş, müsteâr minh (ki yanmak, tutuşmak mânâsına gelen “işteale” kelimesinden ateş, alev anlaşılmaktadır), “şeyben” yani saçların ağarması ise müsteâr lehtir. Benzetme yönü ise, ateşten çıkan ziyânın, aydınlığın, saçtaki ağarmaya, beyazlamaya benzetilmesidir. Yani "saçların ağardı" mânâsındadır.16
11- KİNÂYE:
Kinâye, kelimenin kendi mânâsına eşit bir başka mânâda kullanılmasıdır. Kur'ân'da kinâye, farklı şekillerde ve farklı maksatlar için yer almaktadır.
"İkisi de yemek yerlerdi" (Maide, 5/75). Hz. Meryem ve Îsâ (as)'ın ilâh olamayacaklarından kinâye olarak kullanılmıştır. Zira yemek yiyen başka şeylere muhtaç demektir. İhtiyaç içinde olan ilâh olamaz.
12- SECİ':
Seci, nesirde cümle içinde veya cümle sonunda yapılan kafiyedir. Kur'ân'da ise örneği pek çoktur.
"Dikensiz kirazlar, salkım saçak muzlar, uzanmış gölgeler"(Vakıa, 56/28-30).
"Tutup bağlayın onu, sonra cehenneme sallayın onu"(Hakka, 69/30-31).
Kur'ân'da seci' fâsılalarla ilgili bir husustur. Ve bu hususta bilhassa son Mekkî sûrelerde oldukça bol misâl vardır.
13- TEVRİYE:
Tevriye, bir kelimeyi birden çok mânâya gelecek şekilde kullanmaktır. Kelime, biri yakın, diğeri uzak iki mânâ taşır ve bu manâ ise müşterek, benzer veya hakikat ya da mecâz olur. Fakat uzak olan ikinci mânâ kastedilir.
"Rahmân (Allah) arşı istivâ etti" (Tahâ, 20/5) “isteva” kelimesinin birinde, bir mekânda yerleşmek, diğerinde mülkiyetine almak, kuşatmak, istilâ etmek mânâsı vardır. İkinci mânâ uzak olan mânâsı olmakla beraber, birinci mânâdan ikincisi tevriye yapılmıştır. Çünkü birincisi Allah (cc) için caiz değildir.
14- TEFVÎT:
Tefvît, mütekellimin medh, tavsif ve diğer hususlarda birbirinden ayrı mânâlar ifade eden, birbirine eşit uzunlukta cümleler kullanmasına tefvît denir. Bu cümleler uzun, kısa veya orta olabilir.
"Beni yaratan ve doğru yola eriştiren O'dur. Beni yediren, içiren de O'dur. Hasta olduğumda bana O şifa verir. Beni öldürecek ve sonra da diriltecek de O'dur"(Şuarâ, 26/78-81).
15- MÜBÂLAĞA:
Mütekellim, kasdettiği mânâdan daha beliğ olacak şekilde bir sıfatı zikretmesidir.
"Neredeyse ateş değmese de yağı ışık verir" (Nur, 24/35).
"Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete de giremezler." (A'raf, 7/40).17
16- MUTÂBAKAT:
Mutâbakat bir cümlede iki zıt mânâlı kelimeyi birleştirmektir.
"Az gülsünler çok ağlasınlar"(Tevbe, 9/82). Burada zıt mânâlı olan gülme ve ağlama ile az ve çok beraber zikredilmiştir.
"Güldüren de O'dur, ağlatan da, öldüren de O'dur, yaşatan da"(Necm, 53/43). Burada ise zıt mânâlı gülme-ağlama ile öldürme-yaşatma beraber zikredilmiştir.18
17- ÎCAZ:
Îcaz, maksudu en az kelimeyle ifade etmektir. Îcaz'ın birçok çeşidi vardır. Birkaç misal zikretmekle iktifa edeceğiz.
"Ey arz, suyunu tut ve ey gök, yağmuru tut denildi. Su çekildi ve iş bitirildi"(Hûd, 11/44). Onyedi kelimeden ibaret olan bu âyette yirmi çeşit bedi' sanatı bulunmaktadır. (Âyette mevcut olan sanatlar için bkz. el-İtkân Terc., 11/123).
Diğer bir misâl: Kısaca "Hamd Allah'a mahsustur" diye mânâ verdiğimiz Kur'ân'dan iki kelimelik cümlenin nahiv ve beyân ilminin kâidelerinin iktizâsına göre en kısa mânâsı "Ne kadar hamd ve medh varsa, kimden gelse, kime karşı da olsa, ezelden ebede kadar Allah-ü Teâlâ'ya hâs ve lâyıktır" şeklinde olur, İşte Kur'ân, bu kadar kelimeyle bile tam ifade edemediğimiz mânâyı iki kelimeyle vecîz bir şekilde ifade ediyor.
18- ITNÂB:
Itnâb, kastedilen mânâyı daha çok kelimeyle ifade etmektir. Birçok çeşidiyle Kur'ân'da mevcuttur, "Müşriklerin vay haline, onlar ki zekâtı vermezler"(Fussilet, 41/6-7). Müşriklerin zekât vermeleri düşünülemez. Maksad, mü'minleri zekât vermeye teşvik, vermemekten sakındırmaktır. Zekât vermemeyi Allah müşriklerin bir sıfatı olarak göstermiştir.
"Meleklerin hepsi topluca secde ettiler" (Hicr, 15/30) âyeti ise te'kid için yapılmış bir ıtnabtır.
Görüldüğü gibi Kur'ân, bir şiir veya bir edebiyat kitabı olmamakla beraber edebî sanatları en güzel bir şekilde kullanmış, her sûresinde, her âyetinde edebî bir mu'cize olduğunu göstermiştir. Onun maksadı edebî sanat yapmak değil, insanlara hidâyet kaynağı olmak, Yaratıcısı'nı ve kâinatı insana anlatmaktır. Şüphesiz, ne edebî sanatlar bu kadar az, ne de Kur'ân'daki örnekler bunlarla sınırlıdır. En meşhur sanatlara, sadece bir veya iki âyetle örnek verdik. Zikrettiğimiz âyetler sadece edebî yönden bile Kur'ân'ın ne büyük bir mu'cize olduğunu göstermektedir. Bunun aynı zamanda ümmî bir Nebînin mu'cizesi olduğu da unutulmamalıdır.
DİPNOTLAR
1 O. Keskioğlu, Kur'ân-ı Kerîm Bilgileri, Ank. 1987 s. 198-199.
2 S. Senîh, Kur'ân'da Edebî Veche, İzmir, s. 137-138.
3 a.g.e., s. 70-71.
4 a.g.e., s. 90.
5 S. Yıldırım, K. Kerim ve K. İlimlerine Giriş, s. 132.
6 Lem'alar, 20. Lem'a, 5. Sebep.
7 N. Şahiner, Edebî Sanatlar ve Mazmunlar, s. 30.
8 Şahiner, a.g.e., s. 95.
9 el-İtkân, 11/63.
10 a.g.e., 11/118.
11 a.g.e., s. 139.
12 Senîh, a.g.e., s. 87.
13 İ. Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, s. 177, 178.
14 el-İtkân, II/48.
15 a.g.e., II/60.
16 a-g.e., II/58.
17 a.g.e., II/121.
18 a.g.e., II/121.
.
KUR'ÂN ve İNSİCAM
Yusuf Bayram
KUR'ÂN MUCİZEDİR
Kur'ân'da, beşere, meleğe, cinne ve şeytana âit sözlerin nakledildiği doğrudur. Ancak, Kur'ân'ın bunları nakletmesi değil, naklediş keyfiyeti kullanılan malzeme ve motiflerin seçilişi mucizedir. Ayrıca, bu haberlerin gaybî olması yönüyle de mucizevî bir durumun varlığı söz konusudur.
Evet burada evvela, Kur'ân-ı Kerimde kullanılan malzemenin seçilişi harikuladedir. Yani Kur'ân, ele aldığı mevzuları öyle bir malzeme ve üslupla, ifade etmiştir ki daha ötesinde ifade olamaz.. evet böyle bir ifadeye ne cin, ne insan, ne de melek güç yetiremez. Ne var ki bu mucizevî keyfiyeti görmek için mutlaka Kur'ân âyetlerine ihatalı bir gözle bakmak icap eder. Şimdi isterseniz mes'eleyi müşahhaslaştırmak için biraz daha açalım:
Bizler, bazen ruhumuzda öyle şeyler hissederiz ki, bunları ifadeye kat'iyen güç yetiremeyiz.. yetiremeyiz de böyle durumlarda çok defa Akif'in dediği gibi:
"Ağlarım, ağlatamam; hissederim söyleyemem;
Dili bağlı kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! "
der ve çaresizlik içinde kalakalırız.
Evet, konuşurken, yazarken kendini ve iç derinliklerini dinleyebilen pek çok kimse, hep hissettiği şeyleri ifade edememenin çaresizliğini yaşar. Bu da bir yönüyle âcizlik demektir. Herşeyi çok kolaylıkla ifade edebilene kıyasla, böyle bir âcizlik diğerinin mucizeliğini netice verir. Mutlak plânda böyle bir mucizeliğe layık bir tek ifadeler mecmuası vardır; o da hiç şüphesiz ki Kur'ân'dır.
Şimdi, âyetler bu zâviyeden ele alındığında, diyebiliriz ki; Kur'ân'ın konuşturduğu şeytan olsun, cin olsun, melek olsun veya Firavun, Nemrut ya da Şeddat olsun maksadı ifadede kullanılan üslup tamamen Kur'ân'a aittir. Bu üslup öyle harikadır ki, bütün işârî, remzî ma'nâlara açık olduğu gibi, çok geniş yorumlara, tefsirlere de müsaittir. Hiç kimse böyle bir maksadı o türlü malzeme ve motiflerle ifade edememiştir ve edemez de.
İsterseniz konuyu daha farklı bir zaviyede ele alalım: Her kelâmın, kalp, sır, hafî, ahfâ gibi Rabbani latifelere bakan yönleri vardır. Eğer kelâm, bu mertebeler arasında ma'nâ yönüyle herhangi bir tenakuza, farklılığa sebebiyet veriyorsa, bu o kelâmın eksikliğine delâlet eder. Hemen hemen bütün beşerî kelâmlarda da bu eksiklik -nisbet farkı mahfuz- vardır. Kur'ân ise böyle bir eksiklikten muallâ ve müberrâdır.
Diğer taraftan, kalbe gelen ma'nâlar tahayyül, tasavvur, taakkul gibi süzgeçlerden geçip de ayniyetini koruyarak telaffuz seviyesine ulaşabilmişse mükemmel bir kelâm yakalanmış olur. Bazen de bir kelâm, bu kademeleri ayniyeti içinde aşamaz; nefsi olarak kalır ve telaffuz edilme şansını elde edemez.
Biz burada, sırf telaffuz edilebilen kelâm üzerinde durmak istiyoruz:
Eğer kelâm, tahayyüldeki şekliyle ifade edilebilmişse, yani niyet ve ifade azmi tam ifadeye uymuşsa o zaman bu kelâm tamdır. Aksine, tasavvur, tam tahayyülü kucaklayamamışsa bu, bir evvelkine göre kusurlu bir ifadedir ve eksiktir. Taakkül, kendine yüklenenleri ifadeye taşıyamamışsa, bir kısım derinlikler de onda elenmiş demektir. İşte bütün bu süzgeçlerden süzüle süzüle tahayyül mertebesine göre pek çok şey kaybeden kelâm eksik, tahayyüldeki derinlikleriyle ifade edilebilen ma'na, mefhûm ve niyet ise tamdır.. ve işte bu mükemmeliyetin biricik şaheseri de sadece Kur'ân-ı Kerim'dir. Ondaki bu mükemmeliyet sözü, kimden naklederse etsin, bir ma'nâda onun, tahayyül ve tasavvur ötesi derinlikleri korumasında aranmalıdır. Bu yönüyle de, bir başkasının böyle bir kelâm ve beyana muvaffak olması imkânsızdır. Evet beşer, veya başka varlıkların -ki cinler ve melekleri kasdediyorum- kelâmlarında, niyet ve tahayyül mertebesinden, ma'na ve mazmunun yakalanıp ifade edilmesi mümkün değildir. Yani, bizler söylenilen ölçüler içinde bir beyan ve bir kelâma muvaffak olmamız katiyen söz konusu olamaz. Öyleyse, bu mükemmeliyeti yakalayan Kur'ân mucizedir ve onun beyanı, başkalarının birşeyi ifadede ilk harekete geçirdikleri tahayyül ve niyetlerinin ifadesi olması itibariyle de bir taraftan vakıa mutabık, diğer taraftan da mucizevî ve Allah kelâmıdır. (Fasıldan Fasıla-2, s. 173-175)
Kâinat kitabını da, Kur'ân kâinatını da yaratan Allah (cc)'dır. Her ikisi de Allah Teâlâ'nın sıfatlarından nüzûl etmiştir. Birisi tekvini, diğeri ise tenzîlî kitaplardır. Kâinattaki insicam Kur'ân'da.. Kur'ân'daki insicam da kâinatta yansır. İnsan bu yansımalara şahit olarak nizamı, nazmı, insicamı tasdik eder ve tevhide ulaşır.
Kur'ân'daki insicam, beşerî kelâm ve beyanlardaki insicamdan farklıdır. Bir insan; sınırlı aklı, yanıltıcı hisleri, akıl ve hislerine karşı koyamayan gönlü ile mutlak beyanlarda bulunamaz. Mukayyed nazarıyla mutlak hakikatleri -nefsü'l-emir'deki- halleriyle, yani aslî mahiyetleriyle ihata ve ifade edemez. Beşer kelâmı ancak, belirli bir zamanda, belirli bir kitleye, belirli bir manâyı aktarabilir. İnsanın demek istediği cüz'îdir. Kasdettiği şeyler küllî olamaz. Akıl bir anda ancak bir mes'eleyi düşünebilir, dil bir anda ancak bir lafzı söyleyebilir.
Kur'ân'daki insicam, kâinattaki insicam gibidir. Kâinatta bütün mahlûkatın Yaratıcısı'nın eş zamanlı, sonsuz maksatlı ve hadsiz derecede hikmetli icraatı görülür. Bu icraattan mükemmel bir nazm, bir insicam ortaya çıkar. Kesret içinde vahdet belirir. Kaos gibi gözüken fenomenlerde kozmos hissedilir. Mahlûkatın birbirinin yardımına koştuğu, dayanışma sergilediği ve birbirine işaret ettiği görülür. Herşey birbirine bağlıdır. Kur'ân Kelâmullah'dır. Herşeyin Rabbi, şuurlu mahlûklarına, bilhassa insana hitap etmektedir. Bu hitap zaman ve mekânla sınırlı değildir. Muhataplar sadece hususî bir kitle değildir. Manâ ve maksatlar da cüz'î ve mahdut değildir. Herkesin bütün suallerinin cevabı, bütün ihtiyaçlarının karşılığı Kur'ân'da mevcuttur. Milyarlarca farklı mantalite, gönül sahibi insana layık oldukları hikmeti verir. Kur'ân'daki maksatlar küllidir, manâlar umumîdir, mesajlar muhittir.
Kur'ân'ın âyetleri gökyüzündeki yıldızlar gibidir; birbirine bakar, birbirine işaret eder ve birbirini şerhederler. Kur'ân'ı yine Kur'ân'la ve sahih hadislerle tefsir eden müfessirlerin beyan ettikleri manâlar, Arapça'nın kaidelerine ve usul-ü dîne muhalif olmamak şartıyla kabul edilebilir. Zira maksat ve hitap umumî ve küllî olduğu için o kelâmdan bu manâlar ve irade kasdedilmiştir, denilebilir. Kur'ân'ın bu "tefsire açık" mahiyeti, beşer beyanında çok cüz'îdir. Beşer kelâmının tefsiri biter, ama Kur'ân'ınki bitmez, çünkü âlemşümuldur.
İnsanlar cüz'î kârihalarıyla yine cüz'î kârihalara hitap ettikleri için maksatlarını olabildiğince açıklama mecburiyeti hissederler. Beyanlarının insicamlı olması için zincirleme bir fikir ve mantık silsilesi oluştururlar. Bu zincirin bazı halkaları kopuk olursa, çoğu zaman muhatap duraklar, idraki aksar, fehmi mola verir, belki de beyanı kabul etmez. Muhataplarının beyanlarını reddetmemesi için müellifler hemen hemen hiçbir şeyi atlamamaya dikkat ederler, zira hazf, yani bir kelâmda belli manâları kasten zihne havale etme, çok maharet gerektirir. Denge bozulursa beyan da bozulur. (Hazfle ilgili olarak 'Hazf ve Zikir' isimli yazımıza bakınız. Y.Ü.)
Kur'ân'daki insicamın oryantalistler ve uzantıları tarafından tenkit edilen tarafı hazflardır. Yani mevzudan mevzuya atlamalar olduğu, yapılan hazflar yüzünden insicamın bozulduğu iddia edilmektedir. Bu çürük iddia, Kur'ân'ı beşer kelâmı zannetmekten kaynaklanır. Kur'ân beşer beyanındaki gibi basit bir insicam taşımaz. Onda fazlalık yoktur. Mevzudan mevzuya geçilirken muhataplarını tefekküre sevk etmek için bazı yerlerde hazflar yapılır. Ancak bu hazflar kesinlikle idrake ve fehme zarar vermez. Temel direkler tespit edilerek mütebakisi zihne ve gönle havale edilir. Zaten Kur'ân'ın "tefsire açık mahiyeti" de bu noktada tebeyyün eder. Muhataplar, istidlaller, istintaclar ve teemmüllerle muhtemel manâ ve maksatları keşfetmeye çalışırlar. Böylelikle kimse nasipsiz kalmaz. Kasıtlı oryantalistler ise bu maksat ve manâları anlama arzusu taşımadıkları için insicamın koptuğunu zannederler. Kopukluk zihnî dünyalarında ve kalplerindedir.
Kur'ân'daki harflerin, kelimelerin, ayetlerin ve surelerin birbirlerine cevap vermesi, yardım etmesi ve dayanmasıyla ortaya çıkan selâset (akıcılık) ve selâmetin bazı yerlerde aksıyormuş gibi gözükmesinin bir hikmeti şu benzetmeyle anlaşılabilir: Bir ağacın gövdesi dümdüz değildir. Bazı yerlerde çıkıntılar, sivricikler vardır. Ancak bunlar ağacın tenasübünü bozmak için çıkmazlar. Ağacın zinetini, kemalini ve güzelliğini artıracak meyveleri vermek için çıkarlar. Kur'ân'daki selâset ve insicam, tefsir meyvelerini verecek şekilde tanzim edilmiştir.
Kur'ân-ı Kerim yirmi senede, farklı sebeplere binaen parça parça nüzul ettiği halde, âyetlerindeki mükemmel tesanüd gösteriyor ki sanki bir tek sebep için inmiştir. Farklı sorulara cevap vermek için geldiği halde imtizacı ve ittihadı gösteriyor ki sanki bir sorunun cevabını vermektedir. Farklı hâdiselerin hükümlerini beyan etmek için geldiği halde mükemmel intizamı gösteriyor ki sanki bir hâdiseyi beyan etmektedir. Farklı muhatapların idraklerine hitap edecek şekilde geldiği halde selâseti gösteriyor ki, sanki bir idrak derecesine hitap eden, su gibi akıcı bir beyandır. Bu muhatapların sınıfları farklı olduğu halde beyanındaki suhulet, nazmındaki cezalet ve ifhamındaki vuzuh gösteriyor ki, güya muhatabı tek bir sınıftır. Âdetâ her sınıf, muhatabın sadece kendisi olduğunu düşünür. Kur'ân farklı irşadı gayelere hidayet etmek için nazil olduğu halde intizamı ve muvazenesi göstermektedir ki sanki maksat birdir. İşte bu tür sebepler karışıklığa ve nizamsızlığa yol açacakken, benzetmedeki çıkıntılar ve meyveler misali, Kur'ân'ın selâset, i'caz, tenasüb ve insicamını artıracak şekilde kullanılmışlardır. Ancak bunları fark etmek için hastalıksız bir kalp, müstakim bir akıl, sağlam bir vicdan, selîm bir estetik anlayışı gereklidir. Bunlara sahip olamayan, Kur'ân'ın beyanındaki güzelim selâseti, rânâ tenasübü, hoş ahengi, yekta fesahati, berrak insicamı göremez. Bütün kâinatı, gizli ve açık bütün yönleriyle, bir sayfa gibi gören ve manâlarını söyleyen Kur'ân'daki gözü görmek için de vicdan eksenli gerçek bir sağduyuya, yanıltmayan selim bir ruh gözüne ihtiyaç vardır.
Kur'ân'daki insicamı mükemmel kılan unsurlardan birisi de dört temel maksadın Kur'ân'ın bütününe sinmiş olmasındadır. Tevhid, nübüvvet, haşr ve adalet maksatları gizli veya açık bir şekilde bütün Kur'ân'da bulunur. Müfessirler Kur'ân'ın nazım, i'caz ve insicamını gözler önüne sererken, bu temel maksatlar yanında her bir sure veya ayet grubunun da tâli bir maksat etrafında işlendiğine dikkat çekerler. Meselâ İslahî buna "amûd", Seyyid Kutup "mihver", Tabataba'î ise ''garaz" adını verir. Hattabî, Bakıllanî, Cürcanî ve Zemahşerî ise "nazm"ın, beyan unsurları arasındaki irtibattan ve manâların imtizacından doğduğuna dikkat çekerler. (Çağdaş Batılı dilbilimcilerden Teun van Digh'ın "makro-yapılar" kavramı, bir metindeki temel temaya, de Beaugrande ve Halliday'in "continuity of sense / meaning" kavramları ise metnin insicamını temin eder ve "manâ sürekliliği" ne işaret eder. Bediüzzaman Hazretleri ise; bu manâ sürekliliğini "nazm-ı maanî" olarak adlandırarak, dört temel maksat ışığında işaratü'l-İ'caz adlı tefsirinde Kur'ân'ın i'caz, nazım ve insicamını gözler önüne serer. "Bu kelimeyi makabiline bağlattıran cihet-i münasebet", "Bu âyetin kelimeleri arasında nazmı icab eden münasebetler" gibi ifadelerle sureler, ayetler, kelimeler ve hatta harfler arasındaki münasebet, alâka ve bağlılıkların ehemmiyetine işaret eder ve bunları keşfeder ve gözler önüne serer.
Efkâr-ı umumiye bir Kur'ân tefsiri istiyor. Zikir ve tefekkürle zihin ve gönüllerini olgunlaştırmış, müdekkik mütehassıslardan teşekkül edecek bir heyet; İşaratü'l-İ'caz'daki gibi, Kur'ân'ın nazm, i'caz ve insicamından hareketle, asıl maksatlar ışığında, tâli maksatları keşfederek, eski tefsirlerde kısım kısım bulunan mehasin ve kemalâtı yeni bir üslûpla bir araya getirip tasnif ederek, zamanın tefsir ettiği fenomenlerden istifade ederek, meşveretle Kur'ân'daki muhtemel maksat ve manâların büyük bir kısmını keşf ve tefsir edebilir. Bu arada, Batılı bilim adamlarının dilbilim, semiyoloji ve yorum-bilim (hermeneutics) gibi sahalarda yaptıkları akl-ı selime dayalı teshillerinden de istifade edilebilir. Himmeti milleti olan liderleri, ancak milletin himmeti idrak edebilir. Kur'ân'ın hakiki ve mufassal tefsirini de ancak ümmetin himmeti, meşvereti ve icması hazırlayıp mütalâaya arz edebilir.
KAYNAKLAR
de Beaugrende, Robert Alain ve Wolfgan Dressler (1981) Introduction to Textlinguistics. London; Longman von Dijk, Teun Andrianus (1980). Macro Structures.
Lewrance Erlbaum Assaciates Publishers.
Halliday, M.A.K ve Rukiya Hasan (1976). Cohesion in English London: Longman
Mir, Mustansir (1986). Coherence in the Qur'an Washington: American Trust Publications.
Nursî, Said (1985). "25. Söz" Sözler, İstanbul: Envâr Neşriyat.
Nursî, Said (1986). İşâratü'l-İ'caz, İstanbul: Envâr Neşriyat.
Nursî, Said (1987). Muhakemat, İstanbul: Sözler Yayınevi.
.
Hz. Musa Kıssasının Tebliğ Boyutu
Yücel Men
Hidayet ve şifa kaynağı Kur'ân'ın hikmetli kıssalarında muttaki mü'minler için; ferdi, ailevi, milli hayatlarının istikamet yörüngeli olması adına -dini, ahlaki, hukuki, idari, ticari, ruhi, içtimai- birçok ölçülerin, derslerin olduğu tesbit ve ifade edilir/edilmektedir. Peygamberlere varlık gayesi, tabilerine vacip bir vazife olan tebliğin esası, üslubu ve usulü adına da bu kıssalar çok sayıda temsilî bilgiler içerir. Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın mücahedesini anlatan ve Kur'ân'ın değişik yerlerinde farklı boyutlarıyla sürekli tablolaştırılan kıssada da tebliğ mesuliyetinin ifası ve tesiri için inananlara sır dolu mesajlar vardır.Bu bağlamda Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın kıssası incelendiğinde marufun emri münkerin nehyi yolunda şu hususların vurgulandığı görülür:İhlâslı olma Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın nübüvvet vazifesini yerine getirirken yaşadığı çileli hayat ve gösterdiği cehd "Gerçekten O Allah tarafından ihlâsa erdirilen bir kul idi, resul ve nebî idi." (Meryem 51) denilerek bir vasıfta özetlenir. Allah adına ortaya konulan her salih amelin, şeni rububiyetle bir neticeye dönüşüp hayat bulması ihlâslı olmasına bağlı olduğu gibi bugünün Müslümanları için farzlar üstü bir farz olduğu ifade edilen tebliğ hizmetinin de muhataplarda tesir göstermesi ihlâsa göredir.Bir peygamber hususiyeti olan ihlâsın, Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın temsil, tebliğ ve aksiyonunun temel dinamiği olduğu imtihan dolu hayat serencamından anlaşılmaktadır. Bir nehirle başlayan Firavun'la mücadelesinin Firavun'un Kızıl denizde boğulmasıyla bitmesine, kavmiyle Mısır'dan Tur'a oradan da Tih'e uzanan çizgide yaşadıkları onun ihlâsının, hasbiliğinin ve beklentisizliğinin Kur'ân'daki yazılı belgeleridir.Firavun'un: "Bırakın beni, şu Mûsa'yı öldüreyim. O da varsın Rabbine yalvarsın, bakalım O kendisini kurtaracak mı? Zira bu gidişle onun, sizin dininizi değiştireceğinden veya ülkede anarşi çıkaracağından endişe ediyorum." (Mü'min 26) diyerek tehdit savurmasına karşılık; Mü'min-i âl-i firavun'un: "Ne o, siz bir insan "Rabbim Allah'tır!" dedi diye kalkıp onu öldürecek misiniz?" (Mü'min 28) çıkışı da ihlâs adına onun beklentisizliğini göstermektedir.Leyyin üslup Tebliğ mesuliyetinin hakkının verilmesinde üslubun hayati önem taşıdığı Kur'ân'ın değişik yerlerinde örnekleriyle beraber üsluba yapılan vurgudan anlaşılmaktadır. Hz. Musa (aleyhisselâm) Mısır'dan ayrıldıktan on yıl sonra seçilerek peygamberlikle vazifelendirilir ve kardeşi Hz. Harun'la (aleyhisselâm) birlikte sarayında yetiştiği Firavun'a ilahi mesajı tebliğ için gönderilir. Hz. Âdem (aleyhisselâm) ile başlayan tebliğ misyonunun en önemli düşmanlarının karakterini bütün incelikleriyle yansıtan Kur'ân'daki Firavun tiplemesi karşısında Allah'ın Hz. Musa ve Hz. Harun'a "Gidin Firavun'a, zira o iyice azdı. Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitab edin. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir." (Tâhâ 43-44) diye kavl-i leyyin bir üslubu emretmesi çok önemli ve sırlı bir mesajdır. Muhatap Firavun gibi zalim, zorba ve despot bir insan da olsa tebliğ insanının söz ve tavırlarında fıtri bir tatlılık, yumuşaklık içerisinde olması gerekmektedir.1Firavun bir kraldır. Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın takındığı yumuşak üslup onun Hz. Musa ile bir devlet başkanı gibi değil de bir insan gibi konuşmasını sağlamıştır. Üslup Firavun'un konumunu sarsıcı bir özellik aksettirmediği için muhatap tartışma, saldırı, savunma, farklılık ve üstünlük psikolojisi içerisine sokulmamış ve onun düşünüp Hz. Musa'yı fark etmesi sağlanmıştır.2 Bu da en azından Hz. Musa (aleyhisselâm)'a peygamberliğini Firavun'a, "Firavun'un etrafındaki aristokrat sınıftan, büyük sermaye sahiplerinden, kaba kuvvet temsilcilerinden, üst düzey bürokratlardan, halkı idlal eden aydın görünümlü fikir adamlarından, heva ve heveslerinin esiri bazı sanatçılardan, sözde din erbabı ve onlarla çıkar ilişkilerine girmiş kimselerden müteşekkil bir topluluk olan "Mele"ye3, sihirbazlara ve Mısır halkına ifade etme, gösterme platformu oluşturmuştur.Hakikatini Hak'tan alan Kur'ân mesajının günümüzdeki Firavun ahlaklı ve mantıklı zümreler tarafından olumsuz sıfatlarla (Şiddet, terör vb…) yaftalanıp imajının yıkılmaması adına Hz. Musa (aleyhisselâm) gibi kavl-i leyyin, hal, kalp ve vicdanla hareket etme çok önemlidir. Aksi takdirde Mü'minin Allah ile insanlar arasındaki engelleri kaldırmak için gösterdiği cehd, üslup hatasıyla lekelenirse Allah'a yaklaştırılmak istenen kimseler maksadın tam aksine Allah'tan uzaklaştırılmış olur.Hazırlıklı olma Tebliğ hizmetinin muhataplara tesir etmesinde mübelliğin kendi değerlerini, insan fıtratını, mahiyetini ve psikolojisini iyi bilmesi sabit ve istikrarlı duruş açısından büyük ehemmiyete haizdir. Muhatabı okuma, onun karakterini süzme, hastalıklarını sezme ve her şeyi tedebbür içerisinde çözme değişik falsolar yaşamama adına gereklilik arz etmektedir.Sihir ve sihirbazlık Hz. Musa zamanının en mergup metasıdır. Bu metaın büyülediği kitleler Firavun tarafından adeta köleler haline getirilmiştir. Böyle bir zemine gönderilmeden önce Allah, Hz. Musa (aleyhisselâm)'a ileride yaşayacaklarının önceden provasını yaptırmış ve onu sihirbazlarla yapacağı mücadeleye hazırlıklı göndermiştir. Allah kendisine "Haydi asânı yere bırak!" (Kasas 31) dediği zaman onun çevikçe hareket eden bir yılana dönüştüğünü gören Hz.Mûsâ –fıtratı gereği heyecanlanıp- derhal kaçmış, bir kere olsun dönüp arkasına bile bakmamıştır. Allah kendisine "Gel Mûsâ! Endişe etme, çünkü sen güven içinde olanlardansın." (Kasas 31) deyince sakinleşmiştir. "Elini koynuna sok! Şimdi çıkar" (Kasas 32) emrini yerine getirince "kusursuz, pırıl pırıl ışık saçan" (Kasas 32) elini gördüğü an da yine heyecanlanıp kollarını yana doğru kanat gibi açmıştır.Bütün bunlardan sonra kollarını çekip toparlanan ve Mısır'a giden Hz. Musa (aleyhisselâm) Firavun ve sihirbazları karşısında gayet rahat ve kendi değerlerinden emin bir psikoloji içerisinde hareket etmiştir. Bu ön hazırlıkla hareket kabiliyeti daha da genişleyen Hz. Musa sihirbazlarla yapacağı müsabakayı kendi şartları içerisinde kabul ettirmiştir. Bütün bunlar tebliğ insanına muhataplar karşısında ezilmeme ve güven psikolojisi içerisinde hareket etme adına hazırlıklı olmanın, anlatacağı meseleleri iyi bilmenin vacipliğini anlatır mahiyettedir.İmkânları Değerlendirme Yukarıda Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın Allah'a olan sınırsız güveni ve davasının hakkaniyetini pratik yakin ufkunda temaşa etmesiyle Firavun'a müsabaka için kendi şartlarını kabul ettirdiğine değinmiştik. Hz. Musa'nın öne sürdüğü şartlar ve bunlarla hedeflediği şeyler de tebliğ adına önemli sırlar ve mesajlar içermektedir.Tebliğde zaman, mekân ve mesaj nasıl olmalıdır? Nasıl olursa bir taşla yüzlerce kuş vurulur? Elde edilen kredi nasıl kullanılırsa azami verime nail olunur? Sorularını bu şartlar cevaplar mahiyettedir. Bunlar Kur'ân'da : "Mûsâ: 'Karşılaşma zamanı, bayram günü olsun, halk sabahleyin toplansın' dedi." (Tâhâ 59) âyetiyle ifade edilenlerdir. Öncelikle bu müsabaka "Kapalı kapılar ardında olmamalı; herkesin serbestçe ve kolayca gelebileceği, düz, açık bir zeminde gerçekleşmeli ve bu düelloyu bütün mısır halkı seyretmelidir. Sonra milletin işinin gücünün olmadığı bir bayram günü seçilerek herkesin gelmesi sağlanmalıdır. Aynı zamanda bu müsabaka milletin üzerinden yorgunluğu attığı, kendini dinç hissettiği ve dipdiri olduğu bir vakitte, her şeyi en iyi muhakeme ettiği zamanda yani kuşluk vaktinde olmalıdır."4 Bu şartlar altında gerçekleşen müsabakayı Allah'ın ihsanıyla Hz. Musa (aleyhisselâm) kazanmış, fetanetiyle oraya topladığı insanların çoğu, başta sihirbazlar olmak üzere iman etmiş, Firavun ve melesinin kalpler ve kafalar üstündeki hâkimiyetine büyük bir darbe indirilmiştir.Bütün bunlar mü'mine, elde ettiği imkânları kadrini bilerek en uygun zamanda ve mekânda değerlendirirse Hz. Musa gibi aynı anda binlerin, on binlerin kalbini fethedebileceğini anlatır mahiyettedir.Dua Etme İnanmış insanın en önemli güç ve heyecan kaynağı olan duanın hayatın her anında büyük bir ehemmiyeti vardır. Zira Allah acz ve fakr içerisinde kıvranan insanların dualarına inayet ve sıyanet ile icabet etmiş, onlara ve dualarına büyük ehemmiyet vermiştir. Tarih boyunca tebliğ ve temsil insanları içine düştükleri çıkmazları dua ile aşmış, bela ve musibetleri sabırla karşılayıp dua ile uzaklaştırmış, kapalı kalpleri, kapıları ve kaleleri dua ile fethetmişlerdir.Firavun her an öldürmeye hazır orduları ile ölüm tehditleri savuran, sihirbazları, meleleri, hamanları ve karunları ile haddini aşmış rablık iddiasında bulunmuş mütekebbir bir zalimdir. Bununla beraber Hz. Musa (aleyhisselâm) onun karşısında malı, mülkü, dünyevi makamı olmayan tek başına yalnız bir tebliğ insanı, Allah'tan başka dayanağı ve sığınağı olmayan bir acz kahramanıdır.Allah'ın kudretini kendi acziyetini kabul ve itiraf ederek arkasına alan Hz. Musa (aleyhisselâm), O'na dua etmiş "Firavun'un sarayında neş'et etmiş olmanın hâsıl ettiği psikolojik bir ruh hâleti itibarıyla etkilenip konuşurken daha temkinli olacağı, hatta böyle bir ruh hâlinin birtakım sürçmelere bâdî olacağı mülâhazası ile hayatında Firavun'u hiç tanımamış ve hiç tesirine girmemiş, fakat ona karşı sürekli bilenmiş, serâzat ruhlu Hz. Harun'u kendisine yardımcı istemiş"5, sebepler planında kusur etmeme adına "Ya Rabbî! Genişlet göğsümü, kolaylaştır işimi, çözüver şu dilimin bağını. Ta ki anlasınlar sözümü!"(Tâhâ 25-28) diyerek Yüce Allah'a yakarmış ve Firavun'la yaptığı bütün mücahedelerden Allah'ın yardımıyla galip ayrılmıştır.Her dönemin tebliğ insanları gibi günümüzün tebliğ sevdalıları da acziyetlerini dua ile aşmalı ve dünyanın dört bir tarafında ışık gözleyen insanların imdadına koşmalıdırlar.Muhatabı tanımaKur'ân'a bakıldığında peygamberlerin kendilerine elçi olarak gönderildikleri toplumları, onların karakterlerini çok iyi tespit ettikleri ve okudukları anlaşılmaktadır. Bunun Kur'ân'daki en aşikâr misallerinden biri Hz. Musa (aleyhisselâm)'dır. O, her şeyi maddeyle düşünen ve ölçen, kalp ve kafaları metafiziğe yabancı bir topluma; İsrail oğullarına resul olarak gönderilmiştir.Kavminin: "Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız!"(Bakara 55) demelerine karşılık Onun da "Ya Rabbi! Göster bana Zatını, bakayım Sana!" (A'raf 143) diyerek Allah'ı görmeyi isteyişinin altında kavminin karakterini çok iyi okuması yatmaktadır. Zira "Her peygamber, gönderildiği kavmin bir prototipi gibidir; onun hususiyetlerini taşır. Kavmine vermesi gerekenleri önce kendinde duyacak, kendinde yaşayıp tecrübe edecek ki, sonra onları kavmine samimiyet ve itmi'nanla aktarabilsin."6İlahi beyanı halkının huzuruna levhalar üzerinde yazılı şekilde getirişi7 ve Tur'a giderken arkasında Hz. Harun'u vekil bırakışı da onun kavminin karakterini çok iyi bildiğini göstermektedir.Bu zaviyeden insanların parmak izleri, yüzleri, gözleri birbirinden farklı olduğu gibi fıtratları, huyları, ahlakları, anlayışları ve meseleleri kavrayışları da tamamen birbirinden ayrı olabilmektedir. Bu farklılıklara sebebiyet veren zaman, mekân, aile, çevre, kültür, din, medeniyet, eğitim ve sosyal statüler, milli karakterler iyice analiz edilmeden, muhatap her şeyiyle anlaşılmadan yapılacak tebliğin çok fazla hüsnü kabul görmeyeceği aşikârdır.Bir diğer husus da Samiri'nin Hz. Harun (aleyhisselâm)'ın başlarına vekil olarak bırakıldığı insanları maddi bir şeyle; buzağı heykeliyle yoldan çıkartmasıdır ki muhatapları tanıma ve onlara sahip çıkma açısından çok önemlidir. Zira mübelliğin muhatapları arasında maddeye karşı zaafı olan insanlar varsa bunlar Samiri gibiler tarafından bu zaafları kullanılarak yoldan çıkartılabilirler.Mesuliyet duygusu ve insan atlamamaPeygamberlerin gönderiliş gayelerinden birisi de insanların hesap meydanında bir bahane olarak Yüce Allah'a sunabilecekleri "bilmiyorduk" mazeretini ellerinden alıp, onları ilahi mesajlarla aydınlatmaktır.8 Bu husus Hz. Musa'ya: "Eğer senin halkın inkâr ve isyanları yüzünden kıyamet günü duruşmasında başlarına azap geldiğinde: 'Ey Ulu Rabbimiz, dünyada iken bize de peygamber göndermiş olsaydın, biz de âyetlerine uyarak müminler arasına dahil olurduk!' demesinler diye seni elçi gönderdik."(Kasas 47) beyanıyla anlatılmaktadır.Yüce Allah, ezelî ilmiyle bilmektedir ki Firavun, Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın davetine icabet etmeyecektir. Fakat bir nebi ve resul olarak onun vazifesi Firavun'u inandırmak değil misyonunu eda etmek ve mesajını sunmaktır. Bu mesuliyeti iliklerine kadar hisseden Hz. Musa (aleyhisselâm), kavminden hiç kimseyi atlamamaya çalışmış, Firavun gibi insanların elleri ahirette yakasında olmasın diye onlara da mesajlarını ulaştırma adına her müspet yolu denemiştir.9Bu bağlamda Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın halkı içinden hakkı anlatıp onunla insanları doğruya yönlendiren ve hidayetlerine vesile olan, yine hakka dayanarak doğru ve adaletli davranan, doğruluğu ve adaleti gerçekleştiren bir topluluğun10 içlerinden bazılarının kendilerine "Allah'ın yerle bir edeceği veya şiddetli bir felaket göndereceği şu gürûha ne diye boşuna öğüt verip duruyorsunuz?" diye sorduklarında; "Rabbinize mazeret arz edebilmek için! Bir de ne bilirsiniz, olur ki Allah'a karşı gelmekten nihayet sakınırlar ümidiyle öğüt veriyoruz"(A'raf 164) deyip cevap verdikleri anlatılmaktadır ki bu da tebliğ mesuliyetine ve bunu yaparken kimseyi dairenin dışında tutmamaya yapılan ayrı bir vurgudur.Ayrıca bu hadiseden de anlaşılmaktadır ki ümitsizlik dünyada hiçbir hususta caiz olmadığı gibi ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar insanların hidayete, tevbeye ve takvaya nail olabileceklerini ümit etmek ve tebliğe devam etmek mü'minlere bir vazifedir.11Tebliğ vazifesiyle mükellef bulunan Müslümanlar da, bu mesuliyetin hakkını vermek, mesuliyeti altındaki insanların yarın hesaplar görülürken kendilerinden davacı olmamasından emin olmak istiyorlarsa, Hz. Musa gibi her müspet yolu deneyerek hareket etmeli ve mesajını herkese ulaştırmaya çalışmalıdır.Kolektif şuur Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın Allah'ın kendisini peygamberlik vazifesinde istihdam etmek için seçmesinden sonra (Tâhâ 13), "Bana da ailemden birini, yardımcı kıl, Harun kardeşimi! Onunla beni takviye et! Onu bu işime ortak et!"(Tâhâ 29-32) diyerek bir yardımcı istemesi ve Allah'ın " Haydi kardeşinle birlikte âyetlerimle gidiniz, sakın Beni anmakta gevşeklik göstermeyiniz! Gidin Firavun'a, zira o iyice azdı." (Tâhâ 42-43) şeklinde her ikisine Firavun'a beraberce gitmelerini emretmesi tebliğ mesuliyetinin bazı şahıslara kolektif şuur içerisinde yapılması gerektiğini göstermesi açısından önemlidir. Çünkü hem Allah'ın birlik ve beraberlik içinde, uhuvvet ruhuyla yapılacak aksiyona ayrı bir ihsanı, hem de muhataptan gelebilecek her türlü tepki ihtimaline karşı mübelliğin desteğe ve takviyeye ihtiyacı vardır.Rehbersiz bırakmama Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın sözleşilen vakitte Tur'a giderken arkada kalan muhataplarına Hz. Harun (aleyhisselâm)'ı vekil bırakması tebliğin kesintiye uğramaması, insanların nefisleriyle baş başa kalıp eski alışkanlıklarına geri dönmemeleri, dağılmamaları, başkaları tarafından iğfal edilmemeleri zaviyesinden başa her zaman liyakatli, sağlam karakterli ve asılın yerini dolduracak ıslahçı ve uzlaşmacı bir rehberin bırakılması gerektiğini anlatır mahiyettedir.12Ana hatlarıyla belirtilmeye çalışılan Hz. Musa (aleyhisselâm)'ın kıssasındaki tebliğe ait ölçüler elbette sadece bunlar değildir. Bunların yanında onun Hz. Şuayb (aleyhisselâm)'ın kızının diliyle emniyetine yapılan vurgu (Kasas 26), muhataplarına hakkı yaşama ve tavsiye ederken karşılaşacakları sıkıntılara karşı Allah'tan yardım dilemeyi, sabrı (A'raf 128) ve tevekkülü salıklaması (Yunus 84), kavminden inhiraf edenler karşısında yılmayıp her şeye sil baştan başlaması (Bakara 54), Firavun'un ordusunun yaklaşması anında ümmetinin önünde sergilediği Allah'a güven duruşu (Şuarâ 62) ve takatini aşan durumlarda sıkıntıyı Allah'a havale etmesi (Yunus 88), hicreti esnasında tedbir için düşmanın gaflette olduğu geceleyin yürüyüşün emredilmesi (Tâhâ 77, Şuara 52), hem Allah'ın davetine zamanında icabet etmesi (A'raf 143) hem de sihirbazlarla yapacağı mücadeleye zamanında gelmesi (Taha 59), yaptıklarının muhasebesini yapması (Şuara 20-21) ve daha birçok dersler ve mesajlar Kur'an'daki Hz. Musa kıssasından çıkartılabilir. Bütün bunlar göstermektedir ki, Kur'an'daki kıssalar her hususta olduğu gibi tebliğ hususunda da esas alınması gereken mühim mesajlar içermektedir.Netice Ülü'l-Azm bir peygamber olan Hz. Musa (aleyhisselâm) nübüvvet vazifesini hakkıyla yerine getirme adına hayatı boyunca bir karar ve azim insanı olarak yaşamış; tebliğ vazifesinin kendisinden önceki ve sonraki temsilcileri gibi büyük cehdler sergilemiştir. Yaşadığı çileler ve gösterdiği çabalar Kur'ân tarafından farklı buudlarıyla beyan edilmiş ve tebliği varlık gayesi kabul edenlere/edeceklere başarılı olmaları adına nelere dikkat etmeleri gerektiği, onun hikmetler dolu kıssasıyla da Cenab-ı Hakk tarafından bildirilmiştir. Tebliği hayatları adına en önemli vazife gören müminler de kendi devirlerinin şartlarını ve muhataplarının durumunu dikkate alarak Kur'ân'ın bildirdiği ve Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) gösterdiği yolda yoluna devam etmelidir.
DİPNOTLAR1.. M. F. Gülen, İkindi Yağmurları, 249-255.2.. M. F. Gülen, Kur'ân'dan İdrake Yansıyanlar, 276.3.. M. F. Gülen, İkindi Yağmurları, 263.4.. M. F. Gülen, a.g.e., 277-278.5.. M. F. Gülen, Prizma 4, 18.6.. İsmail Ünal, Fethullah Gülen'le Amerikada Bir Ay, Işık Yayınları, İstanbul, 2001, 28.7.. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, 1971, IV, 2280.8.. Bkz. Nisa 1659.. Nureddin Turgay, ŞİA, "Tebliğ" Maddesi.10.. Bkz. A'raf 15911.. Elmalılı, a.g.e., 2313-2314.12.. M. F. Gülen, a.g.e, 17.
.
Dinî Hükümlerde Taabbudîlik
Dr. Yüksel Çayıroğlu
İslâm’ın getirdiği amelî hükümler; ibadetler ve muamelât olmak üzere iki ana başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma mânâlarına gelen ibadet, belli bir niyetle Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık ifade eden, formatı Allah tarafından belirlenmiş, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek vb. şuurluca yapılan fiillere denir. Muamelat ise, ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hükümlerdir. Evlenme, boşanma, akitler, cezalar, miras, şahitlik, alış-veriş, davalar vb. hususları ihtiva eder.1
Hükmü, âyet ve hadîslerde açık bulunmayan meseleler hakkında kıyas yapmak için, kıyasın en önemli rüknü olan illetin2 tespitine ihtiyaç vardır. Usul âlimleri, İslâm’da illeti tespit edilebilen veya aklın illetini kavrayamadığı nasları birbirinden tefrik etmişlerdir. İlleti tespit edilen nasların hükmü, kendileriyle aynı illeti taşıyan diğer meselelere de sirayet ederken, taabbudî dediğimiz ta’lil edilemeyen hükümlerde böyle bir kıyas yapılamaz.3 Yani şer’î hükümlerin taabbudî olanlar ve olmayanlar diye ayrılmasının temel sebebi, ictihad sahasını tespit etmektir.
Taabbudîliğin Mânâsı
Sözlükte ibadet etmek, itaat etmek, Allah’a kullukta bulunmak mânâlarına gelen taabbudîliğin ıstılahî mânâsı; aklın alanına girmediğinden dolayı illetleri bilinemeyen ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, onların arkasında emr-i İlâhî’den başka değişik sebepler aramama, zamanına, şekil ve formatına riayet ederek onları eda etme ve ibadetlerin netice ve semeresini de ahirette bekleme demektir.4 Mükellefler ibadetleri, nasların ibaresinden, işaretinden, delâletinden veya iktizasından anladıkları ile yetinip, eksiksiz noksansız ve nasıl eda edilmeleri isteniyorsa o şekilde yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu alanda yoruma gitmeleri ve hükümleri esnetmeleri de mümkün değildir.5
İbadetlerde akıl ve naklin yerini tefrik etmeli ve aklı naklin emrine vermeliyiz. Yani ibadetlerle ilgili hususlarda akıl nakle tâbi olmaya, ona hizmet etmeye mecburdur. Çünkü din bir yönüyle akıl üstüdür. Eğer akıl ve ilmin sahası iyi tespit edilmezse, ilim ve aklîlik adına dine yapılacak müdahaleler sadece dine zarar verecektir.6 Dolayısıyla bir kişinin ibadetleri kendi aklınca yorumlaması ve onları belli illetlere bağlama çabası aklı kendi alanı dışında kullanması demektir. İbadetlerin insan aklını aşan boyutu olduğu için, aklın bu alanda illet diye ortaya koyduğu hükümler ancak hikmet ve maslahat olabilir.
İbadetlerde Taabbudîlik
Genel olarak ifade edilecek olursa, ibadetlerde esas olan taabbudîliktir, muamelat alanına giren hükümlerde ise, meselenin gerekçesini (illetini) anlamak esastır. Yani akıl, muamelat kısmına dâhil olan hükümlerin konuluşundaki sebep ve illeti kavrayabilirken, ibadetlerde gözetilen mânâları her zaman idrak edemeyebilir. İbadetlerin şekli ve formatı din koyucu Şârî tarafından belirlenmiş yani vahye göre şekillenmiştir. Bunlar aklın muhakemesine bağlı olmayıp, sırf Allah emrettiği için yapılırlar. Bizi böyle bir neticeye götüren delil, istikra (tümevarım) yöntemidir. Yani tek tek bu alanlardaki hükümleri incelediğimizde böyle bir neticeye varabiliriz. Diğer yönden, insanların fetret dönemlerinde bir ibadet şekilleri bulamamaları da aklın yalnız başına taabbudî konuları kavramak ya da ortaya koymak gibi bir güce sahip olmadığını ortaya koymaktadır. Bunun için mutlaka bir dine ihtiyaç vardır.7
Muamelatta Taabbudîlik
Muamelat alanında da taabbudî kabul edebileceğimiz ve sırf Allah emrettiği için yerine getirdiğimiz hükümler vardır. Yani bu alana giren bütün hükümlerin illeti bilinemez. Nikâhta mehrin bulunmasını, miras konusunda belirlenen nispetleri, cezalarla ilgili tespit edilmiş hadleri, iddet sayılarını vs. daha birçok hükmü buna misâl verebiliriz.
Boşanan veya kocası vefat eden bir kadınının duruma göre dört ay on gün veya üç temizlik müddeti beklemesi gereken süreye iddet denir. Akıl, bu hükmü düşündüğünde değişik hikmetler bulabilir. Meselâ bunlardan en önemlisi, kadının hamile olup olmadığının anlaşılmasıdır. Günümüzde tıbbın ilerlemesiyle kadının hamileliği teşhis edilecek olsa bile, bunun hükme veya iddet sayılarına bir tesiri olmaz. Çünkü kadınların beklemeleri gereken iddet ve bunun süresi Cenâb-ı Hak tarafından emredilmiştir ve bu hükmün daha birçok hikmetleri vardır.
Akıl genellikle muamelat alanına giren hükümlerin illet ve hikmetlerini kavrasa da ibadetlerde olduğu gibi, ferdî, ailevî ve içtimaî hayatla alâkalı ortaya konmuş hükümlerin de bir taabbudîlik yanı vardır. Eğer insan, dünyevî menfaatlerden sarf-ı nazar ederek sırf Allah emrine itaat düşüncesiyle bu hükümleri yerine getirirse muamelatını ibadete çevirmiş olur. Bu, “gayr-i makuli’l-mânâ” diye tanımladığımız gerekçesini aklın kavrayamadığı hususi mânâdaki taabbudî hükümlerden farklı olup, genel mânâda bir taabbudîliktir. Buna göre dinin emrettiği veya nehyettiği bütün hükümleri, kendisine sağlayacağı fayda ve maslahata bakmadan yerine getiren bir Müslüman sevap kazanır.8
Esasen müçtehit olmadığından dolayı içtihat ve kıyasla alâkası olmayan bir Müslüman’ın, hangi alanla ilgili olduğuna bakmaksızın Allah’ın yapılmasını veya terk edilmesini istediği bütün hükümleri teslimiyet ve ubudiyet düşüncesiyle yerine getirmesi Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanma adına oldukça önemli bir husustur. Bu mülâhazalarla hareket eden bir insan, alış-veriş, nikâh, kira akdi, karz-ı hasen vb. gibi zaten günlük hayatta yapıla gelen bir takım muamelelerini Allah’ın tespit ettiği sınırlar içinde yerine getirirse Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine olan inkıyadından dolayı ecir kazanacaktır.
Haramlarda Taabbudîlik
Haramlarda da bu taabbudîlik sırrını görebiliriz. Meselâ, domuzun haram kılınmasındaki illet, bu hayvanın haramlığı hakkında nas bulunması9 yani Allah’ın nehyidir. Yoksa domuz etinin haram kılınmasının illeti onun bir kısım zararlı maddeleri ihtiva etmesi veya vücutta meydana getirdiği olumsuz neticeleri değildir. Onlar domuzun haram kılınmasındaki pek çok hikmetinden birkaçı olabilir.
Kumar oynamak, içki içmek, zina yapmak gibi İslâm’ın haram kıldığı fiillerin zararlarını akıl kavrayabilir. Akıl, bunların yasaklanmasının altında yatan birçok hikmet ortaya koyabilir. Hattâ akıl, hükmü bulunmayan meselelere kıyas yapabilmek için bazı haramların illetini ortaya koyabilir. Ancak haram olan bütün bu fiillerin haram kılınmasının hakiki illeti Cenâb-ı Hakk’ın nehyidir. Bu yönüyle kulluğun gereği, gerekçesini nazar-ı itibara almaksızın Allah’ın haram kıldığı bütün fiillerden uzak durmaktır.
Taabbudî Hükümlerde Değişiklik Olmaz
İnsanların ve cinlerin yaratılış gayesi, Allah’a kullukta bulunmaktır, yani taabbuddür (Bkz.: Zâriyat Suresi, 51/56). Bizler de her gün namazlarımızda Fâtiha Sûresi içinde kırk defa telaffuz ettiğimiz إِيَّاكَ نَعْبُدُ sözüyle bu hakikati ifade etmiyor muyuz? İbadet, Mevlâ-i Müteal’in istediği şekilde yapılan kulluk yani Cenâb-ı Erhamürrahimîn’in emirlerine kayıtsız şartsız teslim olmanın adı olduğuna göre, şekil ve formatlarını bizim belirlediğimiz yatıp kalkmaların veya değişik hâl ve davranışların ibadet adına ifade ettiği bir mânâ olmayacaktır. Hiç kimse kendi aklıyla Allah’a karşı nasıl kullukta bulunacağını, O’na karşı nasıl ibadet yapacağını bilemeyeceği için Cenâbı Hak ihsan-ı İlâhî olarak bizlere kulluk yolunu ta’lim etmiştir. Yani Allah’a karşı nasıl ta’zimât ve tekrîmâtta bulunacağımızı biz Kur’ân ve Sünnet’ten öğreniyoruz.10
Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri: “Şeairin taabbudî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbudîlik ciheti tereccuh ediyor (ağır basıyor), ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez.” şeklinde ifade etmiştir.11
İbadetlerdeki taabbudîlik esasındandır ki, bizler ibadetlere bir ekleme veya çıkarma yapamayacağımız gibi, onların formatlarında da bir değişikliğe gidemeyiz. Zaten ibadetlerimizin Allah katında bir değer ifade etmesi de, onların Cenâb-ı Hakk’ın vaz’ettiği formüllere uygun olarak ve ihlâsla yerine getirilmelerine bağlıdır. Yoksa biz kendi anlayışımıza göre Allah’ın emrettiği şekilden daha mükemmelini, daha meşakkatlisini ortaya koysak bile bunun bir değeri olmaz. Meselâ kurban, belirli özellikleri taşıyan bir hayvanı, tayin edilmiş bir vakitte boğazlamaktır. Burada kurbanın kanını akıtmak esas olduğundan dolayı kurban kesmek istemeyen birisi aynı miktar hattâ daha fazla bir parayı tasadduk etse veya kurbanlık hayvanı boğazlamadan başkasına hibe etse mükellefiyetini yerine getirmiş olmaz. Bu kişi eda ettiği ibadetin Allah katında makbul olması için kurbanın zamanına ve kurbanlık hayvanın özelliklerine de riayet etmek zorundadır.12
Zekât için de durum bundan farklı değildir. Farz olan zekâtını Kur’ân’da tayin edilen yerlere vermeyen bir kimse, vermesi gereken zekât miktarından daha fazla bir malı infak etse bile günahkâr olur.13 Çünkü kurban ve zekât birer ibadettir ve diğer ibadetlerde olduğu gibi belirli şartları vardır. Bir Müslüman’a düşen neden ve niçin sorularını sormaksızın Şâri tarafından ortaya konulmuş bu şartları yerine getirmektir.14
Bu misâlleri arttırmak mümkündür. Meselâ, namazın niçin günde beş vakit kılındığını, namazların rek’at sayılarının niye daha az veya fazla olmadığını, orucun Ramazan ayında tutulma sebebini, suyun yanında toprağın da hadesten taharette kullanıldığını (teyemmüm), zekât miktarlarının tayinini vs. anlamak mümkün değildir. Özellikle hac ibadetinde yapılan, şeytan taşlama, Kâbe’yi tavaf etme, Safa-Merve arasında yapılan sa’y ve bunların belli sayılarla sınırlandırılması gibi hususlar tamamen taabbudî olup, emr-i İlâhî’ye bakar.
Aslında ibadetler başta olmak üzere diğer taabbudî hükümlerde de birtakım hikmet ve maslahatlar vardır. Ancak taabbudî hükümlerde aklın anlayabildiği hikmetler objektif ve istikrarlı vasıflar olmadığından dolayı, bu alanda kıyas ve içtihat yapılamaz. Dolayısıyla da bu alandaki hükümlerde zamana, şartlara ve mükelleflerin durumuna göre değişikliğe gidilemez. Meselâ, “Namaz kılmanın gerekçesi, Allah’ı tazim etmek ve kulun Allah’a teslimiyet ve bağlılığını arttırmaktır. Dua da bu maksadı gerçekleştiriyorsa, kulun namaz kılmasına gerek yoktur.” türünden yapılacak bir kıyas hiçbir şekilde kabul edilemez. Aynı şekilde yukarıdaki gerekçeyle, Allah’a daha iyi kullukta bulunmak düşüncesiyle namaz vakitleri altıya çıkarılamaz, rek’at sayılarında oynama yapılamaz.15
İbadetlerin teşri kılınmasının akıl işi olmadığını gösterme sadedinde Hz. Ali ve Hz. Osman’dan rivayet edilen “Bu iş akıl işi olsaydı, mestin sırtı yerine altını meshetmek gerekirdi.”16 sözü oldukça ibret vericidir. Çünkü mestin toz-toprağa bulanan ve pislenen tarafı altıdır. Hâlbuki din mestin üstünü meshetmeyi istemiştir.
Dinde taabbudî dediğimiz, içtihada kapalı, gerekçesini aklın kavrayamadığı sabit ve değişmez hükümlerin bulunması, İslâm’ın akla verdiği önem ve dinin gelişmeye açık olmasıyla telif edilemeyebilir. Ancak İslâm zaman ve şartlara göre her şeyin değil, gerekli olan hükümlerin değişmesini ister. Taabbudî hükümler ise daha çok ibadet sahasıyla ilgili olduğundan, bir mânâda dinin asıllarını oluşturur, istikrarı sağlar ve kendimiz olarak kalabilmemizi temin eder. Diğer yandan dinin insanı aşan akıl üstü bir mahiyetinin olduğunu unutmamak gerekir. Bundan dolayı taabbudî hükümlerin illet ve gerekçelerini ortaya koyarak, başka meselelere kıyas yapma hakkı akla bırakılmamıştır. Buna gerek de yoktur. Bu alanda aklın vazifesi bu hükümlerin hikmetlerini ve insanlara olan faydalarını düşünerek dini daha iyi anlayıp yaşamaya çalışmaktır.
İbadetlerdeki İmtihan Unsuru ve Kulluk Sırrı
Dinin teşrîinde gözetilen temel hedef, kulların dünya veya ahirete yönelik olan maslahatlarını gözetmektir. Maslahat, faydalı olan şeyleri elde etmek (celb-i menâfi), zararlı olanları da def etmektir (def-i mefâsid).17 İnsan aklı bütün emir ve nehiylerin arkasında yatan maksatları her zaman kavrayamasa da, İslâm’ın bütün hükümleri bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir. İbadetler başta olmak üzere taabbudî alana giren hükümlerde gözetilen maslahatlarda, uhrevî yönün daha ağır bastığını söyleyebiliriz.
Hâlbuki insan illet ve hikmetini bildiği ve faydası görülen emirleri yerine getirmekte çok zorlanmaz. Özellikle bir emrin yerine getirilmesinde o kişinin dünyevî bir maslahatı varsa, bu emre ittiba etmek daha da kolay olur. Bundan dolayı sırf emre itaatteki inceliği düşünerek kullukta bulunmak nefse ağır gelir. Bu yönüyle taabbudî hükümler kul açısından birer imtihan vesilesidir.18 İnsan ile Allah arasındaki bu münasebet, efendi ile köle arasındaki münasebete benzetilebilir. Kölenin, efendisinden gelen emirleri kendine göre yorumlayarak efendisinin istediği tarzda tatbik etmemesi veya efendisi tarafından yapılması istenilen emirlerin maksadını anlamadığında onları yerine getirmekte ihmalkâr davranması, köle adına tasvip edilemeyecek davranışlardır. Çünkü köleye düşen vazife, emrin altında yatan maksadı ve sebebi anlasın veya anlamasın kayıtsız emre itaat etmektir.
Diğer yandan taabbudîlik düşüncesiyle yapılan ibadetler ihlâsı netice verir. Çünkü kulun ibadetlerini bu mülâhazaya bağlı götürmesinin mânâsı, dinî hükümlerin altında yatan hikmet ve maslahatlara bakmadan kayıtsız şartsız Allah’ın emirlerine boyun eğmesidir; ibadetlerinin karşılığının bu dünyada değil, cennette sürprizler hâlinde karşısına çıkacağına inanmasıdır. Bu mülâhazalarla hareket eden bir insan, yaptığı ibadetler karşısında beklentisiz olacağından, kulluğunu rıza-i ilâhîye bağlı götürmesi daha kolay olur.
İbadetlerdeki Hikmetler
Hakîm isminin muktezası Allah’ın her iş ve icraatında biz idrak edelim veya edemeyelim, muhakkak pek çok hikmet vardır. Bunların bir kısmı dünyaya bir kısmı da ahirete bakar. Çünkü dinin vaz’edilmesinin esas gayesinin, kulların maslahatlarını gerçekleştirmek olduğunu ifade etmiştik. Kâinatın hiçbir yerinde abesiyete ve başıboşluğa yer olmadığı gibi -hâşâ- Allah’ın emirlerinde de abes bir hüküm bulunmaz. Hattâ dinî hükümlerin ardında yatan bu maslahat ve hikmetleri araştırıp ortaya koymanın İslâm’ın daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı, Allah’ın kullarına olan şefkat ve merhametini daha iyi göstereceği ve özellikle imanda derinleşememiş kimseler için bir müşevvik olacağı muhakkaktır. Ancak akıl her zaman ibadetlerdeki bu hikmetleri kavrayamaz veya cüz’î bir kısmını kavrayabilir. Yoksa falan ibadetin hikmeti şudur diyecek olursak, dar aklımızla hikmeti tahdit etmiş, ona bir sınır koymuş oluruz ki, bu da geniş ve engin olanı daraltma demektir.19 Diğer yandan birçok hükmün hikmeti kişilerin anlayış derecelerine göre değişeceği gibi, zamana bağlı olarak ilmin ilerlemesiyle de değişecektir. Hem bir ibadetten gözetilen hikmet, o ibadeti yerine getiren bütün fertlerde ortaya çıkmayabilir. Dolayısıyla hikmetin değişmesiyle illet değişmez. İllet değişmeyeceğinden hüküm de değişmez.
Evet, ibadetleri düşündüğümüzde onlardaki birçok hikmeti bizler görebiliriz. Meselâ, oruç tutmanın, fakirlerin hâlini anlamaya sebep olduğu, nefsi sabra alıştırdığı, nimetlerin gerçek kıymetini anlamaya ve şükre vesile olduğu, sıhhî açıdan bedene faydalı olduğu vs. birçok hikmeti sayabiliriz. Aynı şekilde zekâtı düşündüğümüzde de, bunun zengin fakir arasında bir köprü olduğu, malları temizlediği, insanı cimrilikten uzaklaştırarak onu cömertliğe alıştırdığı ve yine insanın merhamet duygularını geliştirdiği söylenebilir. Bunlar gibi her bir ibadeti düşündüğümüzde birçok hikmet sayabiliriz. Kaldı ki, bu saydığımız hikmetler de bizim akledebildiğimiz ölçüdedir.
Ancak bizler ibadetlerimizi bu hikmetlere bağlı götürmeyiz. Yoksa sadece hikmet ve menfaatler gözetilerek yapılan şeyler ibadet sayılmayacakları gibi bunlar kişiye sevap da kazandırmazlar. Çünkü ibadetlerin yapılmasındaki sebep ve illet, emr-i ilâhî olduğu gibi bunların neticeleri ve semereleri de ahirette görülecektir. Ancak bu hikmetlerin ibadetleri yerine getirmeye teşvik edici yönlerinin olduğu da bir gerçektir. Anlatmaya çalıştığımız hususu Üstad Bediüzzaman Hazretleri şu veciz ifadeleriyle dile getirmiştir: “Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-i İlâhîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-i Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.”20
Taabbudî Hükümlerin Sorgulanması
İslâm’ın bütün hükümlerinin Müslümanların gerek dünyevî gerekse uhrevî maslahatlarını temin etmeye yönelik teşrî kılındığını ve Cenâb-ı Hakk’ın bütün emirlerinde bildiğimiz/bilemediğimiz sayısız hikmetler olduğunu ifade etmiştik. Bunları araştırıp bulmaya çalışmak, İslâm’ın daha iyi anlaşılması ve yorumlanması adına önemli bir husustur. Ancak taabbudî alana giren hükümlerin gerekçeleri bilinemediğinden, bunların illet ve sebebini anlamaya yönelik sorular sormayı ulema hoş karşılamamıştır. İmam Şatıbî, illet ve sebebini aklın kavrayamayacağı ibadetler alanıyla ilgili konularda “neden” ve “niçin” gibi sorular sormayı mekruh addetmiştir. Hayızlı kadının niye namazlarını kaza etmeyip de orucunu kaza ettiği hakkında soru sormayı da buna misâl vermiştir. Zîrâ bu kişi aklının yetmeyeceği bir meseleyi sormaktadır.21
Kadınların hayız zamanında yapamadığı ibadetlerin kazasıyla ilgili olarak Buhârî, Ebu’z-Zinad’ın şöyle dediğini nakleder: “Sünnetler ve hakkın çeşitli şekilleri (şer’î hükümler), çoğu kez insan aklının kavrayamayacağı şekilde gelir. Müslümanların ona uymaktan başka çaresi yoktur. Meselâ hayızlı kadın orucu kaza eder de, namazı kaza etmez.”22 Hz. Âişe de hayızlı kadının orucu kaza ettiği hâlde niçin namazı kaza etmediğini soran bir kadına; “Sen Harûra meşrepli misin?23 Biz orucu kaza etmekle emrolunur, namazı kaza etmekle emrolunmazdık” diyerek cevap vermiştir.24
Netice
Hâsılı, ibadetler yerine getirilirken, -onların ifade ettiği mânâlar ve hikmetler bilinsin veya bilinmesin- değişik mülâhazalara girilmeden sadece ubudiyet ve saf kulluk düşüncesiyle hareket edilmelidir. Allah’ın Hakîm isminin muktezası olarak ibadetlerin bize kazandıracağı bir kısım dünyevî hikmet ve maslahatlar olsa bile, bizim kulluğumuzun hakiki sebebi emr-i İlâhî olmalıdır ve ibadetlerimizin neticesi ve semeresi de bu dünyada değil ahirette olacaktır. İbadetler Allah emrettiği için yapıldığından ve mahiyetleri tam anlaşılamadığından dolayı da, onların arkasında bir kısım sebepler bulmaya yönelik sorular tevcih etmekten kaçınmak gerekir.
*Araştırmacı-Yazar
ycayiroglu@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Bkz. DİA, “Muamelât” ve “İbadet” maddeleri.
2. İllet, hükmü gösteren veya onu gerekli kılan ya da hükmün kendisine bağlandığı zâhir, munzabıt, objektif vasıf veya gerekçedir. (Bkz., Abdülvehhab Hallâf, İlmü usuli’l-fıkh, s. 71; Abdülkerim Zeydan, el-Veciz fî usuli’l-fıkh, s. 201-206)
3. Şelebi, Ta’lilü’l-ahkam, Beyrut, 1981, s. 229.
4. Bkz. Fethullah Gülen, Kırık Testi, s.32-33; İzz b. Abdisselam, Kavâidü’l-ahkâm, c. 1, s. 19.
5. Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkamın Değişmesi, İstanbul: Marmara İlahiyat Fakültesi Yayınları, 200, s. 109.
6. Süleyman Uludağ, İslam’da Emir ve Yasakların Hikmeti, Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları, 2005, s.23-24.
7. Şatıbi, el-Muvafakat, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul: İz Yayıncılık, 2003, s.304.
8. Abdullah Kahraman, İslam’da İbadetlerin Değişmezliği, s. 9, Akademi Yayıncılık, İstanbul, 2002.
9. “Şüphesiz Allah size ölü hayvan etini, kanı, domuz etini, Allah’tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır.” Bakara Suresi, 2/173.
10. Bkz: Fethullah Gülen, Fatiha Üzerine Mülahazalar, s.170-194.
11. Bediüzzaman, Mektubât, Şahdamar Yayınları, s.447.
12. Kaz, horoz, hindi vb. gibi hayvanlar kurban olmazlar. Çünkü hangi hayvanların kurban olacağı Peygamber Efendimiz tarafından ortaya konmuştur.
13. Şah Veliyullah Dehlevi, Huccetüllahi’l-baliga, c. 1., s. 387.
14. Bkz., Fethullah Gülen, Ümit Burcu, “Kurban Yerine Sadaka”, s. 71-78.
15. Bkz., Abdullah Kahraman, İslam’da İbadetlerin Değişmezliği, s. 11, Akademi Yayıncılı, İstanbul, 2002.
16. İbn Abdişşekur, Müsellemu’s-sübut, 2/315.
17. Abdülvehhâb Hallâf, İlmü usuli’l-fıkh, Daru’l-hadis, Kahire, 2002.
18. Şu âyet-i kerimelerde bu husus açıkça ifade edilmiştir: “Sizi mutlaka imtihan edeceğiz, ta ki içinizden mücahede edenleri, sabır ve sebat gösterenleri ortaya çıkaracak ve gösterdiğiniz yararlılıkları imtihan meydanlarında örnek göstereceğiz.” (Muhammed Sûresi, 47/31); “Allah, kendisini görmeksizin, gıyabında Kendisini tazim edip haramlardan sakınanları meydana çıkarmak için sizi av nevinden bir şeyle imtihan edecektir” (Maide Sûresi, 5/94); “Senin arzulayıp da şu anda yöneldiğin Kâbeyi kıble yapmamızın sebebi, sırf Peygamberin izinden gidenlerle ondan ayrılıp gerisin geriye dönecekleri meydana çıkarmaktır” (Bakara Suresi, 2/143).
19. “Öyle de: “Şeairin faidesi, yalnız malûm mesalihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: “Ezanın hikmeti, müslümanları namaza çağırmaktır; şu hâlde bir tüfenk atmak kâfidir.” Hâlbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır.” (Bediüzzaman, Mektubât, Şahdamar Yayınları, s.447)
20. Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, Şahdamar Yayınları, s.157.
21. Şatıbi, el-Muvafakat, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul: İz Yayıncılık, 2003, s. 324,
22. Buhârî, Savm 41.
23. Harûra, Hâricîlerin ilk defa toplandığı Kûfe yakınlarındaki bir köyün ismidir. Bundan dolayı Hz. Âişe kendisine soru soran kadına, “sen hâricî misin” demek istemiştir. Çünkü Hâricîler bu konuda icmaya aykırı olarak hayız hâlinde bulunan bir kadının namazlarını da kaza etmesi gerektiğini söylemişlerdir. (Aynî, Umdetü’l-kârî, c. 3, s. 207)
24. Buhârî, Hayız 20.
KUR'AN'ı KERÎM ve Ehadis'i Nebevi'yi Anlamada ÖLÇÜLER
Taha F. Ünal
Ondört asır önce Hâtemü'1-Enbiyâ'nın kalbine ekilen ve 'tenzil'le O'nun hayât-ı seniyyelerinin son yirmi üç senelik Risaleti döneminde çekirdek halinde toprağa nakşolup; Kendinden sonraki İslâm tarihinde bir ağaç halinde gövdesi üzerinde yükselip çiçek açan. yapraklanıp meyve veren Kur'ân-ı Kerim, yüzyıllarca yeryüzünün üçte birini gölgelendirmesinin ardından insanlığın nefsinde âdeta 'nisyan' karanlığına terkedilmiş ve bunun neticesinde modern Batılının, "insanlığın 'nefs-i emmaresi'nin azgın iştahı, doymak bilmez bir ahtapot halinde tüm yeryüzünü sarmıştır. Bilhassa, önceki asrın sonlarından itibaren bu ahtapotun suratındaki makyajın silinmeğe ve gerçek yüzünün olanca çirkinliği ve dehşetiyle ortaya çıkmaya başlaması üzerine müslümanlar yeniden bu Allah Kelâmı'na yönelme ihtiyacını hissetmişler ve bu Kelâm'ın nasıl ilk günkü tazeliğiyle yerinde durduğunu, "zamanın ihtiyarlamasına karşılık, onun gittikçe nasıl tazelendiğini" görmüşlerdir.
Batı patentli ahtapotun zehiriyle varlığı en derininden yaralanan 'ayakta kalabilen sağları'yla âcil bir şifa arayan insanlığın çâresiz başvuracağı ve büyük bir susuzlukla aradığı devâ, hiç şüphesiz Kur'ân-ı Kerimdir. Ne var ki, Batı'nın altın kupalarda sunulan zehirlerinin müslüman bedenlere kolayca şırınga edilmiş olması bir yana, onları Kur'ân'la karşılaması gereken bazı müslüman 'doktorlar da, bu zehirleri âdeta birer 'panzehir' görüp, Kur'ân'ın bütünüyle şifa verici devâsını onlarla aynileştirme, daha da kötüsü, Kur'ân'ın devasını o zehirlerin elde edildiği tüplerde 'denemek' gibi sakim yollara başvurmuşlardır. Kur'ân'ı anlamak, her şeyden önce onun dış yapısı olan dilini anlamayı gerektirir. Daha sonra, onu yaşamayı, hayata hayat yapmayı gerektirir. Onu zahiriyle, dilini ve bu dilin oturduğu çerçeveyi çok iyi bilen biri, belki belli ölçülerde Kur'ân'ı anlamış sayılabilirse de, bu yalnızca zahirde kalan bir anlayış olmaktan öte gitmeyecektir. Her türlü doğru bilgiyi En büyük Kutlu'nun ifadesiyle "Sahâbe-i Kiram'dan öncekilerin tarihini, sonrakilerin haberlerini ve aramızdaki mes'elelerin çözümünü" çekirdek halinde ihtiva eden Kur'ân'ın asıl varlığını teşkil eden mânâsına ancak, insanın da varlık özünü teşkil ederi mânâsı, yani kalbiyle, ruhuyla varılabilir. Bu da, ona yaklaşan kalbin, onun âyetleriyle temizlenmiş olmasını gerektirir; temizlenmek, onu yaşamakla birlikte yürür. O halde, her müslüman, her Kur'ân talebesi kalbi temizliği, basiretinin derinliği ölçüsünde Kur'ân'ı anlayabilir. Hiç bir zaman, tek bir anlam seviyesine hitab eden monoton bir kitap değildir Kur'ân. O, sınırsız ve ulaşılamayan derinlikte mânâ katmanlarıyla doludur; "bir bahr-ı bipâyândır; bu bahr'dan serçeler de alacağını alır, kartallar da": her biri kapasitesi ölçüsünde alır. Kur'ân karşısında hiç bir insan diğeriyle aynı değildir. Bundandır ki, o, Rasullerin yanısıra ülü'l-emr, evliyâ, zikir ehli. âlimler, İlimde rüsuh sahibi olanlar, dinde tefekkuh ehli, istinbat ehli, rabbâniler, imamlar, Allah'ın ledünnünden ve Kitab'dan bir ilme sahip olanlar'dan söz ettiği gibi, tefekkür, teemmül, teakkul, şuur, tefekkuh, tedebbür, tezekkür gibi melekelerden de söz eder. O halde Kur'ân'ın memelerinden musaffa süt emebilme bahtiyarlığına erişmiş her bir insana düşen, kendi kabına giren miktara bakıp "Kur'an budur" değil de, "benim Kur'ân'dan anlayabildiğim budur" demek olmalıdır.
"Şu büyük Kâinat Kitabının ezeli tercümesi; tekvini âyetleri okuyan çeşitli dillerin ebedi tercümanı; gayb âlemi ve şehâdet kitabının müfessiri; yerde ve gökte gizli İlâhi isimlerin mânevi hazinelerinin keşşâfı; hâdiselerin satırları altında yatan gizli hakikatların anahtarı... İslâmiyet mânevi âleminin güneşi, temeli, hendesesi ve uhrevi âlemlerin mukaddes haritası ve insaniyet âleminin terbiyecisi; beşerin hakiki hikmeti ve insanlığı saadete sevkeden hakiki mürşid ve hâdi; hem bir duâ, hem bir hikmet, hem bir kulluk ve hem bir 'kanun kitabı" olan Kur'ân'ı anlamak ve onu insanlığa takdim edebilmek; aynı şekilde Ehâdis-i Nebeviyeyi de lâyık-i vechile değerlendirebilmek için ehlinin vaz' ettiği ölmez ölçü ve prensipleri bundan böyle şerhetmeğe çalışacağız. Tevfik-i İlahi'nin yâr ve yardımcımız olmasını dileriz.
NESH VÂKIASI VE BAZI GERÇEKLER
Taha F. Ünal
Kur'ân olsun, İslâm olsun, 14 asır öncesi ve sonraki birkaç asırlık döneme has olmayıp, o günden Kıyâmet'e kadar gelmiş ve gelecek her ferd, her toplum, her zaman, her şart ve her seviye içindir. Hayat, hiçbir zaman durağan değil, sürekli hareket halinde tekâmül eden bir vakıadır. Ferdî ve içtimâî hayatta gel-gitler birbirini takip eder ve hadiseler serâ ile süreyyâ mesafesinde gider gelir; öyleyse bu gel-gitlerin her dairesi, hattâ dairedeki her insan, her şart ve her hadise için ayrı bir hüküm olmak gerektir ve bu hükümler İslâm'ın sadefinde birer dürr halinde mevcuddur. Mühim olan, bu dürrü bulmak, Kur'ân'ın dalga boylarını iyi keşfetmek, onun tek tek her şart, her zaman, her fert ve her seviyeye bakan aydınlatıcı tayfını görebilmektir. Bu yapılamadığı zaman, tartışmaların bunaltıcı havasından kurtulmak da mümkün olmayacaktır.
Nâsih-mensûh mevzuu Kur'ân ilimleri alanında en çok tartışılan mevzulardan biridir. Ebû Müslim el-İsfahanî(1) (Ö.H.322) gibi birkaç âlim dışında Kur'ân'da nesh'in mevcûdiyetini kabûl etmeyen yok gibiyse de, mensûh âyetlerin sayısı konusunda çok çeşitli görüşler vardır. Bir dergi yazısı çapındaki bu incelemede, nesh mevzûuna çeşitli yönleriyle yaklaşılmaya çalışılacak ve kanâat-i âcizânemce Kur'ân'ı ve İslâm'ı anlama hususunda çok mühim bir yeri olan bu mevzû, değişik açılardan irdelenecektir.
Nesh N-S-H fiil kökünden gelir. Kelime mâ'nâsı itibariyle, 'yok etmek, gidermek, değiştirmek' demektir. Günlük dilde, "Güneş gölgeyi neshetti-giderdi"; "İhtiyarlık gençliği neshetti-giderdi" gibi ifadelerde bu kelime mâ'nâları vardır. Ruhların bedenden bedene göçü hurâfesi için kullanılan tenasüh (geçişme) ile, bir kitabı çoğaltmak, kopyesini çıkarmak mâ'nâsındaki 'istinsah' ve çoğaltılmış suret demek olan nüsha kelimeleri de nesh kökünden gelir.(2)
Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah, şeytanın attığını iptal eder, giderir (nesheder); sonra da Kendi âyetlerini ihkâm buyurur" (Hacc, 22/52) âyetinde nesh, silme, giderme, yok etmek mâ'nâsında kullanılmakta; "Muhakkak ki işlediklerinizi yazıp çoğaltıyorduk" (Câsiye, 45/29) âyetinde istinsâh; "Ne zaman ki, Musa'nın öfkesi yatıştı ve o zaman levhaları aldı; onların nüshasında Rabb'lerinden korkanlar için hidâyet ve rahmet vardır" (A'raf, 7/154) âyetinde de nüsha kelimesi geçmektedir.
Nesh, Kur'ân ilimleri sahasında ıstılah olarak, 'bir nassın hükmünü sonra gelen bir nassla veya şer'î bir delil ile şer'î bir hükmü kaldırmaktır' şeklinde ta'rif edilir.(3) Neshin ıstılah mâ'nâsıyla Kur'ân-ı Kerîm'de, "Biz, benzerini veya daha iyisini getirmeden bir âyeti neshetmez veya unutturmayız" (Bakara, 2/106) âyetinde ve bunu açıklayıcı olarak da, "Biz bir âyetin yerine başka bir âyeti getirdiğimiz zaman, Allah ne indirdiğini bilirken , 'Sen iftira ediyorsun' derler. Hayır, çokları bilmiyorlar. De ki: "İman edenleri sağlamlaştırmak ve Müslümanlar için de hidâyet ve müjde olmak üzere onu Rûhü"l-Kuds' Rabb'inden hakla indiriyor" (Nahl, 16/101-102) âyetinde geçtiği ifade edilmiştir. Şu kadar ki, ikinci âyette nesh kelimesi yerine, neshi bir mâ'nâda açıklayıcı olarak, 'bir âyetin yerine başka bir âyetle değiştirme' mâ'nâsında 'tebdil' kelimesi kullanılmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'de neshin yanı sıra, 'unutturmak'' da söz konusu edilir. Nitekim, Bakara Sûresi'nin 106'ıncı âyetinde, "nesheder ya da unutturursak" denmektedir. Şu kadar ki, âyette geçen ve 'unutturursak' mâ'nâsı verilen, 'nünsiha kelimesi, Ömer, İbn Abbas, Nehâî, Atâ, Mücahid, Abd İbn Umeyr, İbn Kesir ve Ebû Amr tarafından 'nense'ha şeklinde okunmuştur ki, bu takdirde mâ'nâ, 'ertelersek' demek olur.(4) Alışverişte 'veresiye, geri bırakılmış borç' mâ'nâlarına gelen 'nesle' ve câhiliye döneminde haram ayların yerlerini değiştirme mâ'nâsında kullanılan 'nesî' kelimeleri bu kelimeyle münasebettardır. Kur'ân-ı Kerîm'de ayrıca "Sana okutacağız da unutmayacaksın, ancak Allah'ın dilediği müstesnâ" (A'lâ, 87/6-7) âyetinde unutturmaktan da söz edilmektedir.
Ebû Müslim el-İsfahanî'ye kadar âlimler Kur'ân-ı Kerîm'de umûmiyetle üç türlü neshin varlığına kâildiler:(5)
1. Hükmü neshedildiği halde, lâfzı bakî kalan âyetler. "Her nereye yönelirseniz, Allah'ın vechi orasıdır" (Bakara, 2/215) âyetini, "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" (Bakara, 2/144) âyetinin neshetmesi gibi.
2. Lâfzı neshedilip de, hükmü bakî olan âyetler. Rivayet olarak Hz. Ömer'e isnad edilen recm âyeti buna misal olarak verilmektedir.(5-a)
3. Hem hükmü, hem de lâfzı neshedilen âyetler. "Ademoğlu'nun iki vâdi dolusu malı olsa, bir üçüncüsünü de ister. Ademoğlu' nun iç boşluğunu topraktan başka bir şey doldurmaz. Ancak, tevbe edenin tevbesini Allah kabûl eder" meâlinde bir âyetin var olduğu rivayet edilmekte ve üçüncü tür neshe delil gösterilmektedir.
Müfessirler ilk dönemde mensûh âyetlerin sayısını 260'a çıkarıyorlardı. Mutezilî âlimlerden Ebû Müslim el-İsfahanî, Kur'ân'da neshin olmadığını iddia etti. Merhum Subhi es-Salih, neshi kabûl eden veya etmeyen müfessirlerin bir kısmının, Kur'ân âyetlerinin birbirini ve Sünnet'in de âyetlerin hükümlerini ta'mim, tahsis, tafsil, takyit etmesi gibi mühim gerçekleri neshle karıştırmış olabileceklerini ileri sürer.(6)
Celâleddin es-Suyûtî, Kur'ân'daki mensûh âyetlerin sayısını 20 olarak tesbit etmiştir.(7) Şah Veliyyullah Dehlevî, bu sayıyı 5'e, Türkiye'de Ömer Rıza DOĞRUL da 0'a indirdi. Ömer Rıza DOĞRUL, Tanrı Buyruğu'nda Müslim'in bazı hadislerini mevzû, Suyûtî'yi de pek zayıf ilân ettikten sonra, bütün hadis kitaplarını karıştırdığı halde, nesh hakkında tek bir rivayet bulamadığını belirtir ve Kur'ân'da nesh olmadığını iddia eder.(6-a) "Sana okutturacağız da unutmayacaksın" âyetini delil ittihaz edinir ve arkadan gelen istisnânın nefy ifade ettiğini ileri sürer. Bakara Sûresi'nde neshle ilgili âyetin, Kur'ân'ın, önceki şeriatları neshini ifade ettiği iddiasıyla, neshi Ömer Rıza DOĞRUL gibi dünden bugüne kabûl etmeyenler olmuştur.
Bu tür tartışmalara hiç girmeden, gerek Kur'ân-ı Kerîm'i gerekse nesh vakıasını anlamada "ibnü'l'vakt' olmaktan çıkıp, zamanın te'sirâtından tecerrüd edip, bir gavvas gibi mazinin a'makına girmek, mantığın terazisiyle tartıp, her şeyin menbaını bulmak" gereklidir.(8) Aksi halde, dar kalıpların içinde Kur'ân sadefindeki dürrü bulmak pek mümkün olmayacaktır.
Kur'ân olsun, İslâm olsun, 14 asır öncesi ve sonraki birkaç asırlık döneme has olmayıp, o günden Kıyâmet'e kadar gelmiş ve gelecek her fert, her toplum, her zaman, her şart ve her seviye içindir. Hayat, hiçbir zaman durağan değil, sürekli hareket halinde tekâmül eden bir vakıadır. Ferdî ve içtimaî hayatta gelgitler birbirini takip eder ve hadiseler serâ ile süreyyâ mesafesinde gider gelir; öyleyse bu gel-gitlerin her dairesi, hattâ dairedeki her insan, her şart ve her hadise için ayrı bir hüküm olmak gerektir ve bu hükümler İslâm'ın sadefinde birer dürr halinde mevcuddur. Mühim olan, bu dürrü bulmak, Kur'ân'ın dalga boylarını iyi keşfetmek, onun tek tek her şart, her zaman, her fert ve her seviyeye bakan aydınlatıcı tayfını görebilmektir. Bu yapılamadığı zaman, tartışmaların bunaltıcı havasından kurtulmak da mümkün olmayacaktır.
Şu üç âyete bakalım: "Size gece ve gündüzü iki âyet yaptık. Gecenin âyetini sildik, gündüzün âyetini aydınlatıcı kıldık.." (İsra, 17/12). "Allah, bâtılı siler, hakkı kelimeleriyle yerine getirir" (Şûrâ, 42/24). "Allah dilediğini siler ve dilediğini de yerinde tutar; ana kitap O'nun kalındadır" (Rad, 13/39).
Birinci âyette, gece ve gündüzün âyetinden kast aydınlık ve karanlık olabileceği gibi, İbn Abbas'ın tefsiri üzere, ay ve güneş de olabilir. Buradan, ayın bir zamanlar güneş gibi olduğu fikri doğmuştur. Aynı şekilde, bir zamanlar gece ve gündüzün olmayıp, yalnızca gece ve gündüzden birinin olduğu da anlaşılabilir. Sonradan bu iki âyetten biri silinip karartılmış, diğeri de ışıklı yapılmıştır ki, "Rabbimiz'den bir lütuf arayalım ve yılların sayısıyla hesabı bilebilelim." (İsra, 17/92). İkinci âyette, bâtılın silinip, hakkın yerine getirildiği belirtilmektedir. Bu âyetin birinci âyetle mâ'nâ münasebeti vardır. Gece bâtılı, gündüz de hakkı temsilen kullanılabilir. Tarihte zaman zaman bâtıl, bir köpük şeklinde hakkın üstünde görünebilir; fakat her defasında Allah onu siler ve yerine hakkı hâkim kılar. Demek ki, bu bir defaya has değildir; aynen gece ve gündüz gibi cereyan etmekte ve "O günler ki, Biz onları insanlar arasında döndürür dururuz." (Âl-i İmran, 3/140) âyetinde de ifade olunduğu üzere, bir devri dâim göstermektedir. Üçüncü âyette, gece gibi, bâtıl gibi veya daha başka şeyler gibi, Allah'ın dilediği bazı şeyleri sildiği, bazılarını yerinde bıraktığı ve bunun da ezelî ilminde saklı olduğu ifade edilmektedir.
İşte, nesh vâkıası aynen yukarıdaki âyetlerde açıklandığı şekildedir. Bu, Allah'ın koymuş olduğu bir kanundur ve hem kâinatta, hem insan hayatında ve dolayısıyla hem de İslâm'da cereyan etmektedir.
İslâm'ın insanın ferdî ve içtimaî hayatında gerçekleşme süreci Fetih Sûresinin sonunda bir ekine benzetilir. Bunun için önce, İslâm ekini veya ağacının tohumu olan 'Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlüllah' hakikati, kalp toprağına, ekilecek 'toprak' müsaitse orada kök salacak ve hem ferd plânında, hem toplum plânında gövdesini çıkaracak, yükselecek, dallanacak, zaman zaman budanacak, sonra yaprak-çiçek açacak, en sonunda da meyvesini verecektir. Bu her zaman, her yerde, tek tek her ferd ve her toplum için geçerlidir. Bu yüzden, İslâm'ın her hükmünü aynı şekilde değişik şartlarda herkese ve her topluma uygulamak büyük hatadır.
Bir gün bir sahabî Rasûlullah'a gelir ve "en hayırlı amel hangisidir ya Rasûlallah?" diye sorar. Cevap, "Allah'a iman" olarak gelir. Bu soru onlarca sahabî tarafından farklı zamanlarda Allah Rasûlü'ne sorulur ve cevaplar ekseriyetle değişik verilir. Namazın en fazla önem kazandığı, ''Sabır ve namazla Allah'tan yardım istenilmesinin" (Rad, 2/45, Bakara, 2/153) en çok gerekli olduğu bir zamanda namaz en hayırlı ameldir; hicretin önceliği aldığı bir zamanda hicret, zekâtın önceliği aldığı bir zamanda zekât, anne-babaya itaatin her şeyin üstüne çıktığı bir zamanda anne-babaya itaat ve bir durumda da hacc-ı mebrûr en hayırlı amel olur. Aynı şekilde, zekâtla mükellef olmayan bir kişi için "en hayırlı amel zekâttır" denmeyeceği gibi, hacca gidecek durumu olmayan kişi için de "en hayırlı amel, hacc-ı mebrûrdur" denmez. Bütün bunlarda, kişilerin husûsî durumları, İslâm ağacının hangi merhalede olduğu, toplumun İçinde bulunduğu şartlar ve zaman, ayrı ayrı pay sahibidir.(9)
Açıklamalarımızı misâllendirecek olursak:
İslâm'ın tebliği sürecinde henüz iman etmemiş bir insana "içki içme, kumar oynama, çalma" demek abes olabilir. İslâm'ın tevhîdî plânda hâkim olmadığı, kalb ve kafalara henüz tam olarak hükmetmediği, kendine has iktisadî ve içtimâî nizamını henüz kurmadığı bir dönemde, İslâmî hadleri uygulayacak bir makam da henüz olmadığından, hadler devreye konamaz. Bu çerçevede, meselâ, zina eden kadınların Allah, haklarında bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedilmesini Kur'ân emreder. Bilâhare, bunlara 100 değnek vurulması hükmü getirilir ve böylece hapsetme hükmü neshedilmiş olur. Bu hükümde, kadınların hür mü cariye mi, evli mi, bekâr mı olduğu tasrih edilmemiş, fakat sünnet, evliyken zina edenlerin recmini teşri' ile hükmü tafsil etmiş ve söz konusu hükmün bekârlar hakkında olduğunu ortaya koymuştur. Bu hüküm, kıyâmete kadar bakîdir fakat, İslâm yurdunda irtidad başgösterecek olur ve İslâm hayata hâkim olamazsa bu hüküm uygulanma imkânı bulamaz.
Yine, cihad, İslâm'ı yaşayıp yaşatma mücadelesine verilen addır. Bu, gerektiğinde sözle olur; gerektiğinde kalble, gerektiğinde elle olur. Elle, kılıçla yapılan cihadın adı 'kıtâl'dir. Kur'ân, 'kıtâl'e ancak Medine'de izin vermiştir. Böylece, Mekke'de kıtâlin yasak olması hükmü neshedilmiştir ama, bu daha sonra dünyanın herhangi bir yerinde, hattâ her yanında Mekkî şartların yeniden dirilmeyeceği mâ'nâsına gelmez. Bundandır ki, neshedilen hükümlerin lâfızları Kur'ân'da kalmıştır ve bunların elbet, belki de her zaman uygulanma şartı doğacaktır. Zamanı gelir, 'kıtâl' gerekir, zamanı gelir, 'kıtal'e izin olmaz; sözlü tebliğ şart olur. Bu, şartlara ve zamana göre değişiklik gösterebildiği gibi, aynı dönemde ve aynı şartlarda bazı kişilerin husûsî durumlarına göre de değişebilir. Mü'minlerin bazıları olur ki, en hassas yerlerde bulunurlar ve ağızlarını hiçbir zaman açmamaları, onlar için cihadın en efdâli haline gelir.
Kur'ân, bazen neshin illetini de söyler. Meselâ, bir dönem için "kâfirler üzerine ezici bir üstünlük sağlayıncaya ve husûsî plânda, savaş meydanında onları ezinceye kadar esir almanın yakışık almayacağını" ifade eder (Enfal, 8/67). Bu üstünlük sağlanınca da esir almakta beis olmaz. Fakat, öyle zaman olur, günler öyle dolaşır gelir ki, mü'minler yeniden henüz esir almanın caiz görüleceği üstünlük noktasına henüz erişmemiş olurlar. Bu noktada, esir almadan öldürme hükmü yeniden devreye girer.
Bir diğer, tipik misâl, zekât karşısında müellefe-i kulûbun durumudur. Sünnetin bile Kur'ân'ı neshedip neshedemeyeceği tartışmalı olduğu halde, Hz. Ömer'in müellefe-i kulûbu zekât verilecek sekiz sınıfın içinden çıkardığı bazı âlimlerce ileri sürülmüş, hattâ kabûl görmüştür. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti döneminde, Rasûlullah'ın kendi zamanında zekâttan pay verdiği müellefe-i kulûb'dan iki kişiye artık zekât ödenmesine karşı çıkmıştır. Aslında bu hâdise bir nesh hadisesi değildir. Ne kadar aziz ve büyük de olsa, Hz. Ömer'in Kur'ân'ı ve sünneti neshedemeyeceği ortadadır. Fakat, Kur'ân'ın rûhunu iyi kavramış bulunan Hz. Ömer'in bu davranışı, neshin mantığı gereğidir. Bu iki kişi, Hz. Peygamber (sav) zamanında müellefe-i kulûbun içine girdiği halde, Hz. Ebû Bekir zamanında girmiyorlardı ki, kendilerine zekât verilsin. Müellefe-i kulûb, kalbleri İslâm'a ısındıracakları ve şerlerinden emin olunması gereken kişileri içine alır. Hz. Ömer'in zekâttan düştüğü kişiler bu ikinci sınıftandı ve artık, Hz. Ömer'in de ifade ettiği üzere, İslâm'ın onlara ihtiyacı yoktu. Acaba, en az yüz yıldır Müslümanlar Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer dönemini mi yaşıyorlar ki, müellefe-i kulûb ebediyen ortadan kalkmış olsun? Aynı şekilde, Hz. Ömer, hattâ Yavuz ve Kanunî dönemlerinde bile dünyanın her yanında müellefe-i kulûb bulunabilirdi. Herkes Müslüman oluncaya kadar -o da olacaksa- müellefe-i kulûb müessesesi devam edecektir.
Demek oluyor ki nesh, İslâm'ın dinamizmini, her zaman, her şartta, her kişiye uygulanabilir ve her mes'eleye cevap verebilirliğini ortaya koyan çok mühim bir vakıadır. Bunu başka şekilde anlamak, bir yanda neshi bütünüyle reddetmek ve karşı yanda Kur'ân-ı Kerîm'de her zaman için Kıyamet'e kadar ve mutlak mâ'nâda mensûh âyetlerin varlığını kabûl etmek, kanaat-i âcizanemce, İslâm'ı en açık ve bilinmesi gerekli en hayâtı bir yanından mahrum bırakmak demek olur. Bu yüzden, İslâm'ın bu ilk şaşaalı asırlarında mensûh âyetlerin sayısını 260'a çıkarmak da, İmam Süyûtî'nin bu sayıyı 20'ye, Şah Veliyullah Dehlevî'nin 5'e indirmesi de herhalde yanlış ve birbirine zıt şeyler olmasa gerektir. Bu büyük imamlardan her biri mes'eleyi kendi zaman ve şartlarında değerlendirmiş olabileceği gibi, şu önemli hususu da nazara almış olabilirler:
Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri -ahkâm âyetleri dahil- hiçbir zaman tek bir mâ'nâya hamledilmez. Melekût âleminin hakikatları, şu madde âleminde, şarta, kişiye, zamana, renge, aynaya göre izafiyet arzetmektedir. Âyetlerin de bu şekilde şarta, kişiye, döneme, aynaya, renge bakan yönleri vardır. Bu sebeple, mensûh kabûl edilen bazı âyetler öyle mâ'nâları bünyesinde taşımaktadır ki, o âyet, o mâ'nâ katmanlarıyla Kur'ân'ın bütünlüğü İçinde çok mühim bir yer İşgal eder. Meselâ, "Her nereye yönelirseniz, Allah'ın vechi orasıdır" âyetinin, "Yüzünü Mescid-i Haram'a çevir" âyetiyle nesholduğu ileri sürülmektedir. Fakat, mensûh kabûl edilen bahis mevzûu âyetin ahkâm ifade etmesi, sadece bir yönüyledir. -Kaldı ki, Efendimiz (sav) Mescid-i Haram'dan önce herhangi bir tarafa değil, yine tek bir yöne, Kudüs tarafına yönelerek namaz kılıyorlardı; bu yüzden, bu âyetin kıble hükmü ihtiva edip etmediği bile tartışılabilir. Âyet, ayrıca, yönlerin izafîliği, Allah'ın her türlü yönden ve bir yönde bulunmaktan münezzeh olduğu ve asla mekâna tabi olmadığı, yeryüzünde kıble için tek bir yöne değil, namaz kılınan yerin Kâbe ile olan pozisyonu gereği her yöne yönelindiği, doğu-batı-güney-kuzey bütün yönlerin ve mekânın Allah'a ait olduğu, Nûr âyetinde de ifade olunduğu üzere, Allah'ın nûrunun, Kur'ân'ın ve İslâm'ın şark, garb gibi tek bir yöne ircâ edilemeyeceği ve zaman-mekân üstü olduğu, her yerde ve her şekilde Allah'ın rızasını kazanmaya bir yol bulunduğu, kişinin istediği zaman, istediği yerde ve her halükârda, arada hiçbir aracı olmaksızın yüzünü Allah'a çevirip O'nunla temasa geçebileceği, dünyanın her yanında Allah'tan gelmiş hakikatlerin bulunabileceği gibi ilk etapta akla gelen daha pek çok mâ'nâlara da muhtemeldir ki, mensûh âyetlerin sayısını bir hayli kısan âlimlerimiz, bu hususları da haklı olarak göz önüne almış olabilirler.
Netice olarak, ifrat da tefrit de zararlıdır; ehl-i hakikat belli zaman ve mekânla sınırlı olmamalıdır. Kur'ân'a yaklaşmada seleften a'zamî ölçüde istifade edilmekle beraber, onlara takılıp kalınmamalı ve Kur'ân'ın en karanlık noktalara da ışık tutan aydınlığını sonuna kadar keşfedebilmek için zamanı, mekânı, çevreyi, şartlan, husûsî durumları, İslâm'ın cihanşümullüğünü her zaman göz önüne almalı, her sahadaki ilmî gelişmeleri yakından takip etmeli; tefekkür, teemmül, tedebbür, teakkul, tefakkuh gibi Kur'ân'ın sıkça üzerinde durduğu melekeler sonuna kadar kullanılmalıdır.
DİPNOTLAR
1. Asli adı Muhammed b. Bahr'dır. Ebu Müslim el-İsfahanî ismiyle meşhurdur. Mu'tezile âlimlerinin büyüklerinden biridir. H.322'de vefat etti. En önemli eseri, Camiut-Te'vil'dir. (Subhi es-Sâlih, Mebâhis, s. 262)
2. Ragıp el-İsfahanî, el-Müfredat, s. 746-47, (İst. 1986, Kahraman Yay.)
3. Doç. Dr. Suat YILDIRIM, Kur'ân-ı Kerîm ve Kur'ân İlimlerine Giriş. s. 19,(İst, 1983).
4. E. Hamdi YAZIR, Hak Dini, Kur'ân Dili, I, 380 (İstanbul 1983, Azim Bsk.)
5. Zerkeşî, el-Burhan, H, 41-47
5a. Hadis için bkz.; Müsned, V/183; Darimî, II, 179; Müstedrek, IV, 360.
6. Subhi es-Sâlih, Mebahis, 259-274 (1990 Beyrut 18, Bsk.) Terc., Kur'ân İlimleri, s. 204-217, ç., S. Şimşek, (Konya - Hibaş yay. Ts.)
6a. Doğrul, Tanrı Buyruğu, İstanbul 1980 s. LXXXVl-XCI (4.Baskı)
7. Suyutî, el-İtkân, 11, 30 vd. (4. Bsk. 1978 - Mısır- el-Halebî Bsk.)
8. B. Said Nursî, Muhakemât, 5. Mukaddeme
9. Bu konuda Prof. Dr. İbrahim Canân'ın hazırladığı ve Ebedî Risâlet Sempozyumuna sunduğu basılmamış tebliğinde doyurucu malumat vardır. (Y.Ü.)
.
Kur'an ve Hadisler Işığında Yalan ve Zararları
Osman Oral
Giriş
İnsanlar arasındaki ilişkiler sevgi, saygı ve güvene dayanır. Doğruluk ve doğru söylemek toplumu kaynaştırırken, doğru ve dürüstlüğün tersi olan yalan ve yalancılık ise insanlar arasındaki saygı ve güveni, dostluk ve arkadaşlığı ortadan kaldırır, hakların kaybolmasına, adaletin yerini zulmün almasına sebep olur.
Haklının yerini haksız, haksızın yerine haklı geçer. Bîr çok ocaklar yalan dolayısıyla söner, servetler mahvolup gider, insanlar arasındaki karşılıklı güven, sevgi ve saygı duyguları yerlerini kuşku, kin ve düşmanlığa bırakır. Bu yüzden kanlar dökülür, cinayetler işlenir.
Bunun içindir ki atalarımız yalancının bir gün, hem de çok geçmeden foyasının, yalanının ortaya çıkacağını anlatmak için: Yalancının mumu yatsıya kadar yanar, demişler, yalancıya kimsenin güvenmeyeceğini anlatmak için de: Yalancının evi yanmış hiç kimse inanmamış, diyerek, yalan ve yalancılığın iyi bir şey olmadığını özlü bir şekilde anlatmışlardır.
Yalan veYalancılık Ne Demektir?
Kur anî bir kelime olarak kizb, yalan ve yalancılık demektir. Dilimizde kizb kelimesi tekzip etmek , tabirinde geçer; tekzip etmek , yalanlamak demektir. Yalan ve yalancılık, karşısındakini aldatmak maksadıyla söylenen ve gerçeğe uymayan söz ve bu sözü söylemektir. Sıdkın, doğruluğun zıddıdır.
Kizb, değişik türevleriyle Kur an da üç yüzden fazla âyette geçmekte, Allah Teâlâ (c.c.), Yalan sözden sakınınız! (Hac, 22/30) buyurmaktadır.
Dinimiz yalan ve yalancılığı kötü huyların ve günahların en büyüklerinden kabul eder ve şiddetle reddeder. Münafık ve kafirlerin özelliğinin de yalan ve yalancılık okluğunu belirtir.
Allah adına yalan söyleyen ve hak kendisine geldiği zaman onu yalanlayan kimseden daha zâlim kim vardır? Kâfirler için Cehennem de yer mi yok? (Zümer, 39/32)
Yalan, bir çok büyük günahla irtibatlıdır. Çoğunlukla diğer büyük günahlar müstakil, tek başına olduğu hâlde yalan ise neredeyse hepsiyle irtibatlıdır. Meselâ, gıybet, dedikodu yapan yalan söyler, içki içip aklını, şuurunu kaybeden yalan söylemeye çok müsaittir. Kumar oynayan, kaybettiklerini almak için yalanla içli dışlıdır. Zina yalanlarla dolu bir büyük günah çeşididir. Bühtan, iftira suçunda yalan olmadan olmaz. Allah Resûlü (s.a.s.), Müslümanlardan hırsızlık, zina, içki gibi had cezası gerektiren en ağır suçları işleyenlerin bile Cennet e girebileceğini belirtir, fakat yalanı Müslüman a bir türlü yakıştıramaz. Çünkü kizb, (yalancılık) küfrün esasıdır, kizb nifakın (münafıklığın, iki yüzlülüğün) birinci alâmetidir, kizb Kudret-i İlâhiye ye (Allah ın gücü ve kuvvetine) bir iftiradır, kizb hikmet-i Rabbaniye ye zıttır. Yüksek ahlâkı tahrip eden kizbdir, İslâm âlemini zehirlendiren ancak kizbdir, insanlık âleminin ahvalini fesada veren kizbdir, insanları kemalâttan (manevî-ahlâkî terakkiden) geri bırakan kizbdir, İslâmiyet in esası doğruluktur, sıdktır, imanın hassası (özü, özelliği) sıdktır, bütün kemalâta götüren doğruluktur, yüce ahlâkın hayatı doğruluktur.. (Nursi, 93)
Yalan sözden sakınınız (Hac 22/30). Ey İman edenler! Allah tan korkun ve doğru söz söyleyin (Ahzâb 33/70).
İçinde kuşku uyaran şeyleri bırak, terk et (kuşku olmayan bir iklimde yaşa). Doğruluk insanın içinde itmi nan (tam inanma, kalbin tatmin olması) ve oturaklaşma hâsıl eder. Yalana gelince burkuntudur, bulantıdır. (Tirmizî, Kıyame , 60)
Dâima doğruluğu araştırın; doğrulukta helâkinizi görseniz bile. Ancak muhakkak ki doğrulukta sizin kurtuluşunuz vardır. (Kenzü l-Ummal, 3/344)
Doğruluktan ayrılmayınız. Doğruluk sizi birr e, o da sizi Cennet e götürür. Kişi doğru olur ve daima doğruyu araştırırsa Allah katında sıddîklardan yazılır. Yalandan sakının. Yalan insanı günaha, o da Cehennem e götürür. Kişi durmadan yalan söyler ve yalan araştırırsa Allah katında yalancılardan yazılır. (Buhari, Edeb , 69)
Allah Resûlü (s.a.s.), etraftaki hükümdarlara İslâm a davet mektupları gönderiyordu. Bu mektuplardan birini de Roma imparatoru Hirakl e (Hireklius) göndermişti. Hirakl, mektubu baştan sona okudu. O sırada Şam bölgesinde bulunan Ebû Süfyan ı çağırttı ve aralarında şu şekilde bir konuşma oldu.
-O na en çok uyanlar kimlerdir, zenginler mi, fakirler mi?
-Fakirler.
-Hiç O na inananlardan dönenler oldu mu?
-Şimdiye kadar hayır.
-Artıyorlar mı, eksiliyorlar mı?
-Her geçen gün biraz daha artıp çoğalıyorlar.
-Hayatında hiç yalan söylediğini duydunuz mu?
-Hayır, O nu hiçbirimiz yalan söylerken duymadık.
Ve işte mektubun tesirinden sonra henüz Müslümanların en amansız düşmanı olan Ebû Süfyan dan aldığı bu cevaplarla çarpılan Hirakl, kendini tutamayarak şöyle dedi:
-Bir insanın bunca zaman, insanlara yalan söylemekten kaçınıp da Allah a karşı yalan söylemesi düşünülemez. (Buharî, Bed ül-vahy , 6)
Bana altı şey hakkında tekeffülde bulunun (söz verin) ben de size Cennet i tekeffül edeyim; 1- Konuştuğunuzu zaman doğru konuşun; 2- Söz verdiğinizde sözünüzü yerine getirin; 3- Emânete hıyanetlik yapmayın; 4- Apış aranızı koruyun; 5- Gözlerinizi harama kapayın; 6- Ellerinizi haramdan uzak tutun. (Müsned, 5/323)
Kim bana çeneleri ile bacakları arasındaki şeyler hususunda garanti verirse ben de ona Cennet hususunda garanti veririm. (Buharî, Rikak , 23; Tirmizî, Zühd , 61)
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? buyurmuş ve bunu üç kere tekrar etmişlerdi. Evet. deyince: Allah a şirk koşmak, anne-baba haklarına riayetsizlik, cana kıymak! buyurdular. Bu sırada dayanmış durumda idi, yere oturup:
Haberiniz olsun! Yalan söz, yalan şahitlik. dedi ve bunu o kadar tekrar etti ki, Keşke kesse artık! temennisinde bulunduk. (Buharî, Şehadet , 10; Müslim, İman , 143)
Yalanla İman Birarada Olur mu?
Ehl-i Sünnet e göre, kebîre, yani büyük günah işleyen kimse imandan çıkmaz ve küfre düşmez. Yalan sahibi mü mindir, kâfir değildir. Çünkü iman tasdikten ibarettir ve amel imandan bîr cüz değildir. Ancak işlenen günahı helâl saymamak, onu hafife ve alaya almamak şarttır. Haram olan günah meselâ yalan, helâl sayılırsa -Allah korusun- küfre düşülür.
Kişi zina edince iman ondan çıkar ve başının üstünde bir bulut gibi havada durur. Zinadan çıkınca iman kişiye geri döner. (Ebu Davud, Sünnet , 16; Tirmizî, İman , 11) Zina eden bir kimse, zina yaptığı sırada mü min olarak zina yapmaz, hırsız da çaldığı sırada mü min olarak hırsızlık yapmaz; içkici, içki İçtiği sırada mü min olduğu hâlde içki içmez; insanların, onun yüzünden gözlerini kendine kaldıracakları kadar nazarlarında kıymetli olan bir şeyi mü min olarak yağmalamaz. (Buharî, Mezalim , 30; Müslim, İman , 100)
Ehl-i Sünnet âlimleri hadiste kastedilen imanın kâmil mânâda iman olduğunu, -inkâr olmadığı sürece- kâfir olmadığını açıklarlar. Yalan söyleyenin de kâmil mânâda gerçek iman sahibi olmadığını belirtirler. Ancak ibadetlerden hiçbirini inkâr etmemesi, hepsinin doğruluğuna inanması gereklidir. (Aydüz, 26)
Müslüman, yalan ile imanın bir arada bulunamayacağını bilip yalandan kaçınarak doğruluğun temsilcisi olmalıdır. (Bkz. Müsned, 2/353)
Günlük Hayatta Yalan
Yalan, bir şeyin, gerçeğinin tersine, zıddına beyanda bulunma demektir ve dereceleri de oldukça çoktur. Bunlardan bir kısmı açık yalandır.
Diyelim ki önümüzde duran bir kırmızı halı var. Konuşurken mavi halı serili demek açıkça bir yalandır. Çünkü söylediğimiz söz gerçeğe uygun düşmemiştir. Diyelim ki saat dokuza üç dakika var. O sırada birisi size saatin kaç olduğunu sordu. Siz de Saat dokuz. dediniz, işte bu bir yalandır. İşin doğrusu o esnada saatiniz kaçı gösteriyorsa onu aynen ifade etmektir. Bir kısım beyanlar da vardır ki, onlar da gizli yalan sayılırlar. Meselâ, Allah rızası için yapılan işlerde, başkalarının kuvve-i mâneviyesini takviye adına anlatılan şeyler bazen abartılarak anlatılır; bu bir mübalâğadır ve zımni, gizli yalandır. Hattâ bu gibi yalanlar, mübalâğalar gayrelullaha dokunabilir, dolayısıyla da o işin bütün bütün bereketini de alıp götürür. Bundan başka da ruhlar ve ruhaniler de bundan ızdırap duyarlar. Kalbî ve ruhî hayat hazan görmüş gibi yaprak yaprak sararır ve solar. Şimdi eğer bir insan bu türden bile olsa. yalan söylüyorsa, o insanda münafıklıktan bir alâmet var demektir. (Gülen, 2/277)
Ey iman edenler! Allah tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Yalan söylemeyip doğru söylerseniz) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. (Ahzâb, 33/70-71)
Yalan, Münafığın Özelliği mi ?
Dil ile şehadet kelimesini veya kelime-i tevhidi söylediği hâlde, kalbi söylediğini tasdik ermeyen ve inanmayan kimseye münafık denir.
Münafık; sözü özüne uymayıp, olduğundan farklı göründüğünden gizli kâfir olup, asla mü min ve Müslüman değildir. İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları hâlde Allah a ve Âhiret Günü ne inandık derler. (Bakara, 2/8)
İnsanların inkâr bakımından en tehlikelisi münafıklardır. Onlar yalancıdırlar, imanları sözlerindedir, kalplerinde değil. Dünyaya ait bir menfaatlerinden veya benzeri başka maksatlardan dolayı Müslüman gözükürler.
Münafık olup da Müslüman olduklarını söyleyenlerin iç dünyasını araştırmak doğru değildir. İç dünyaları hakkında kesin hüküm veremeyeceğimizden ve insanların iç dünyasını araştırmaktan men edildiğimizden dolayı dünyada Müslüman gibi işlem görür, cezaları ise Âhiret e kalmıştır.
Şüphe yok ki münafıklar, Cehennem in en alt katındadırlar (derk-i esfel). Artık onlara asla bir yardımcı da bulamazsın. (Nisa, 4/145)
Dört özellik vardır; kimde bu özellikler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir özellik var demektir: Emanete hıyanet eder. Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünde durmaz. Husumet edince, kıskanınca haddi aşar. (Buharî, İman , 24; Müslim, İman , 106)
Yalancılar Defterine Yazılmak ve Kalbin Kararması
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
Doğruluk insanı Allah ı razı edecek iyiliğe götürür. İyilik de İnsanı Cennet e götürür. Kişi doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah indinde sıddîk=doğru sözlü diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe, Cehennem e götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah ın indinde yalancı diye kaydedilir. (Buharî, Edeb , 69; Müslim, Birr , 102-103)
Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdînde ‘yalancılar arasına kaydedilir. (Muvatta, Kelâm , 18)
İnsanları Güldürmek için Yalan Söylemek
İnsanları rencide edip üzmek elbette doğru değildir; İslâm âlimlerine göre, insanlara karşı mütebessim olmak güzel ve hoş karşılanmış, kahkaha atarak gülmenin ise kalbi öldüreceği belirtilmiştir.
İnsanları güldürmek için mizah tarzında komik konuşanlara Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söylerler! Yazık ona, yazık ona! (Ebu Davud, Edeb , 88; Tirmizî, Zühd , 10)
Anne ve Baba nın Çocuğuna, Kişinin Eşine Yalan Söylemesi
Bir öğretmen derse geç gelen öğrencisine Niye geç kaldın? diye ısrarcı bir şekilde her zaman soruyorsa öğrenci de her defasında değişik mazeretler uydurup -Allah korusun- yalan söylemesine vesile olabilir. Âyet ve hadisler bizlere iyi veya kötü şeylere vesile olanların o iyi veya kötülükten payları olduğunu söyler. (Bkz. Nisa, 4/85)
Anne veya baba da çocuğu ile iyi iletişim, iyi bir diyalog kuramazsa -Allah muhafaza- onları yalan söylemeye itebilir. Anne veya baba çocuğunun yanında yalana asla ve asla yer vermemeli, iyi bir örnek olmalıdır.
Telefonda bizi arayan birine görüşmek istemediğimizde Evde yok de, evde yok de! diye söylettiğimiz çocuğumuz, bizi yalancı olarak telâkki edecek, hiçbir zaman anne ve babasını örnek almayacaktır. Bu şekilde hareketlerin yalan günahı aldığını Peygamberimiz açıklıyor.
Abdullah b. Amir anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü evimizde otururken, annem beni çağırdı ve: Hele bir gel sana ne vereceğim dedi. Aleyhissalâtü vesselâm, anneme:
Çocuğa ne vermek istemiştin? diye sordu. Annem de, Ona bir hurma vermek istemiştim. deyince:
Dikkat et! Eğer ona bir şey vermeyecek olursan üzerine bir yalan yazılacak! buyurdular. (Ebû Davud, Edeb , 88)
Evlilik, doğruluk ve dürüstlük üzerine kurulur ve yürür. Toplumun temel taşı aile yuvasının devamı ve tamiri için, aldatmak için olmaksızın iyi niyetle yalan söylenebileceği belirtilmiştir. Bir adam Peygamberimiz e gelerek: Ey Allah ın Resûlü, ben eşime yalan söyleyebilir miyim? diye sordu: Peygamberimiz de: Yalanda hayır yoktur. buyurdular. Söz verme ve yararı için söylememe ne dersiniz diye tekrar sorunca Peygamberimiz {sallallahu aleyhi ve sellem): Öyleyse sana bir vebal yok. buyurdular. (Muvatta, Kelâm , 18)
Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurdular ki: Ey insanlar, pervanenin ateşe atılması gibi sizi yalanın peşine düşmeye sevkeden şey nedir? Hâlbuki, üç yer hariç yalanın her çeşidi Âdemoğluna haramdır. Bu üç yere gelince: Kişinin rızasını sağlamak için eşine yalanı; harpte söylenecek yalan; İki Müslüman ı barıştırmak niyetiyle söylenen yalan. (Tirmizî, Birr , 26)
Çocukların Yalanı Öğrenmesi
Temiz fıtratta olan çocuklar asla yalan söylemez. Ebû Hureyre (r.a) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. buyurdu ve sonra da Şu âyeti okuyun! dedi: Allah ın yaratılışta verdiği fıtrat... (Rûm, 30/30)
Sonra Resûlullah (s.a.s.) sözünü şöyle tamamladı: Öyle iken ana babasıdır ki onu yahudileştirir veya hırstiyanlaştırır veya mecusileştirir. Nitekim hayvan, derli toplu bir hayvan yavrular, içlerinde bir inenmiş (burnu veya diğer organları kesilmiş) görür müsünüz? (Ebu Davud, Edeb , 88; Tirmizî, Zühd , 10)
Hadisin bir başka rivâyeti de şöyledir; Her insanı annesi ‘fıtrat üzere dünyaya getirir. Bundan sonra anne babası onu yahudi, hıristiyan veya mecusi yapar. Eğer anne babası Müslüman ise, çocuk da Müslüman olur. (Buharî, Tefsir , 30; Müslim, Kader , 6)
Bu hadiste kişinin kazanacağı dinî, meslekî, ilmî vs. her çeşit şahsiyette terbiyenin, özellikle anne-babanın rolüne vurgu yapılmakta ve genel bir durumdan söz edilmektedir. Yoksa her anne-babası Müslüman olan çocuğun da ileride Müslüman olacağı veya kalacağı veya yahudi, hıristiyan, mecusinin çocuğunun bir gün gelip Müslüman olmayacağı kastedilmemektedir.
Gazali, temiz fıtratı şöyle izah etmektedir; Her çocuk sağlam bir fıtratla ve mutedil olarak, yani saf. her şeyi almaya kabiliyetli olarak doğar. Yöneltileceği her şeyi yapmaya hazırdır. (Gazalî, 3:55-56)
Bu ifadelerde çocuğun eğitiminin önemi anlatılmakta, temiz, saf ve duru bir yapıda olan çocuğun anne baba ve çevre doğru veya yanlış eğitimle, terbiyeyle iyi veya kötü yapmaktadır. (Öcal, 28) İslâm eğitimcileri, çocuk terbiyesini doğum olayının da öncesine götürmektedirler. Anne babanın yetişme tarzına, özellikle annenin hamilelik dönemindeki ruhî hayatına, aldığı gıdanın helâl olmasına varıncaya kadar her şeye inceden inceye dikkat etmekte, doğumdan sonra da anne baba ve çocuğun aldığı gıdaların helâl ve temiz olmasından başlayarak her tür konuşma ve davranışlara varıncaya kadar her şeye dikkat edilmesi gerektiği hususunda ısrar etmektedirler. (Canan, 52)
Her doğan çocuk aynı yaratılış üzeredirler, aynı temel kapasite ve temayüllere sahiptirler. Doğuştan masum, günahsız düzgün bir fıtratta olan çocuklar anne-baba ve çevrenin yönlendirmesiyle değişmekte, iyi veya kötü olmaktadırlar. (Topaloğlu, 3:476-477) Temiz fıtratta, yaratılışta olan çocuk anne, baba, öğretmen, çevre (akrabalar, dayı, amca vs. komşular)dan yalanı öğrenmektedir.
Melekler,Yalancıdan Uzaklaşır mı?
Meleklerin insanlardan uzaklaşmasını Ehl-i Sünnet âlimleri, meleklerin günahı sevmemesi olarak yorumlamışlardır. Hadisler meleklerin insanların yanlarından hiç ayrılmadıklarını anlatmakta, bazı durumlarda veya amellerde meleklerin insandan uzaklaşacağı haber verilmektedir.
Temiz fıtratları rahatsız eden her şeyden melekler de rahatsız olmaktadırlar. Kalp kırıcı tarzda tartışma ve kötü sözleri sarf edenlerin veya kötü amelleri yapanların yanında meleklerin kaçıp şeytanların olduğunu Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) haber vermektedir: Kul yalan söylediğinde meydana getirdiği şeyin fena kokusundan melek kendisinden bir mil uzaklaşır. (Tirmizî, Birr , 46)
Yalan Söyleyenler Kabir Azabı Çekecekler mi?
Yalan söylemek, Kur ân öğrenip ahkâmıyla amel etmemek, zina yapmak, faiz yemek: bu dört fiilin kabirde azap sebebi olacağına, rüya hadisi delildir. Peygamber Efendimiz in rüyasında azap içinde gördüğü kimselerin azap sebeplerinin bu dört fiil olduğunu Cebrail (aleyhisselâm) kendisine bildirmiştir. (Buhari, Cenaiz , 92)
Şaka Bile Olsa Yalanı Terk Etmek
Sözlerinin gerçeğe uygunluğu yönüyle Allah Resûlü nün sözlerinde şaka da olsa gerçeğe aykırı tek kelime yer almamıştır. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) yalanı ve yalancılığın terk edilmesini istemekte, şaka bile olsa yalan söylenmesini hoş karşılamamakta, kulun şaka da olsa yalan söylemeyi, doğru da olsa münakaşa etmemeyi bırakmadıkça iyi bir mü min olamayacağını ve yalanı terk edene Cennet te köşk verileceğini beyan buyurmaktadır: Şaka da dahil yalan söylemeyene Cennet te bir köşk garanti ederim. (Ebu Davud, Edeb , 7) Haklı bile olsa münakaşayı terk edenin, ahlâkı güzel olanın ve şaka bile olsa yalanı terk edenın Cennet in ortasında bir köşkü olacağı, salih amellere teşvik bakımından uzun uzun anlatılır.
Sizden kimse, ne şaka ne de ciddî olarak kardeşinin değneğini almasın. Kim kardeşinin değneğini almışsa hemen ona geri versin. (Ebu Davud, Edeb , 93; Tirmizî, Fiten , 3) Peygamberimiz ve arkadaşları bir yolculuk esnasında konaklama yerinde sahabelerden biri uyurken arkadaşı gidip şaka yapıp bineğinin ipini alır. Uyanınca ipini bulamayan zat kaybettim diye korkar. Durumu öğrenen Peygamber Efendimiz: Bir Muslüman a bir başka Müslümanı korkutmak helâl olmaz! buyurur (Ebu Davud, a.y.).
Yalancılık, Bir Hastalık mıdır, Tedavisi Var mıdır?
Yalan ve yalancılık, fert ve toplumları içten çökerten ve yıkan en büyük hastalıklardandır; insanın huy ve mizacını bozan bir hastalık. Bu yüzden yalan büyük günahlardan sayılmıştır. Allah ın verdiği her hastalığın devası (çaresi) da vardır; tedavi olun! (Buharî, Tıb , 1)
Tıp dilinde çok değişik isimlerle anılan psikolojik bozuklukların ana sebebi, ruh, akıl ve beden irtibatının normal dışı olmasıdır. (Abken, 2/39 vd.) İç sıkıntısı ve bunalımlar, pek çok hastalığın başta gelen sebebidir. Psikolojik rahatsızlık, kişinin duygu ve inanışlarında meydana gelen anormalliklerdir. Yalan söylemek de, huy ve karakter anormalliği olarak bilinir.
Yalan hastalığının ve benzeri hastalıkların tedavisi, nefsi terbiyede, onu kirleten küfür, cehalet, kötü duygular, yanlış inançlar, fena huylar gibi kötü şeylerden temizleyip, iman, ilim, irfan, iyiliksever duygular, güzel ilâhi ahlâk, takva özellikleriyle donatarak, ilâhi tecellilere açık hale getirmede yatar.
İslâm âlimleri, yaratılıştan gelen iyi özelliklerin, huyların, karakterin
iradî gayretle desteklenerek meleke hâline getirilmesine, kötü huyların da baskı altında tutularak sindirilmesine hükmederler. Hz. Ömer (r.a.), İnsanda on fıtrî ahlâk vardır, bunlardan dokuzu iyidir, birisi kötü. Bu kötü serbest kalırsa diğerlerini de bozar. demiştir. (Canan, Hadis Ansiklopedisi, 5:300)
Dinin mehâsin-i ahlâk ile mütehallık olma ve mesâvi-i ahlâktan içtinap etme ile ilgili emirleri tatbik edilse, kötülüğe iyilikle mukabelede bulunma.. en kötü insanlarla bile iyi geçinmesini bilme.. kobralara insanca yaşama adabını, erkânını öğretme.. akreplere insanları ısırma usûlünü unutturma.. yolu bulunmuş olacak ve vifak ve ittifak tam sağlanacaktır. Bugün insan en vahşi hayvanları dahi terbiye edebilmektedir. Oysa terbiyeye en müsait varlık âdemoğludur. Problemler karşısında her fert kendini gözden geçirse, başkasından hatasını anlayıp dönmesini bekleyeceğine kendisi örnek bir davranış sergileyip meselenin halline çalışsa, problem yarıyarıya azalmış, hattâ çözülmüş olacaktır. (Gülen, Kırık Testi, 239)
Alışverişte Doğruluk
Ticarette doğruluk, iktisadî kalkınmayı meydana getirir. Güven ve doğruluk sosyal hayatın en önemli özelliğidir. Yalan ve hile karıştırılmayan tüccarlığın dünya ve Âhiret te insana faydası olacağını Allah Resûlü haber vermektedir: Emin ve doğruluktan ayrılmayan ticaret ehli (âyette sırat-ı müstakim ashabı olarak zikredilen) peygamberler, sıddîkler, şehitler ve salihlerle beraberdir. (Tirmizî, Büyû , 4) Kıyamet günü tüccarlar facirler (günahkârlar) olarak diriltilecektir. Ancak Allah tan korkanlar, iyilik yapanlar ve doğruluktan ayrılmayanlar müstesna. (Tirmizî, a.y.; İbn Mace, Ticârât , 3)
Elden geldiğince doğru olan tüccarların bile sattıkları mallara haram karışmış olabileceği anlatılmakta ve şu tavsiyede bulunmaktadır: Ey tüccarlar! Satış işine yemin ve boş söz, yalan bulaşmaktadır. Siz Rabbin öfkesini söndüren sadaka karıştırın. (Ebu Davud, Büyû , 1; Tirmizî, Büyû , 4)
Alışverişin, Ticaretin Bereketli Olması
Alıp satanlar, alışverişi sıdk ve doğruluk üzere yapar, kusuru beyan ederlerse alışverişleri satan hakkında da alan hakkında da mübarek kılınır. Yalan söylerler, kusurları gizlerlerse, belli bir kâr sağlasalar bile, alışverişlerinin bereketini kaybederler. Yalan karışırsa alışverişlerinin bereketi yok edilir. Yalan yemin malı rağbetli, kazancı bereketsiz kılar. (Buharî, Büyû , 19, 22; Müslim, Büyû , 47)
Yalan söylenerek satılan malın ayıbı mutlaka ortaya çıkar. Müşteri, o tüccara artık kendisi uğramayacağı gibi başkalarının uğramasına da mani olur. Bu, kazancın bereketini gideren bir durumdur. Bir diğer rivâyette de: Ticarette yalan yemin mala rağbeti artırır, kazancı giderir buyrulmaktadır (Buharî, Büyû , 26).
Resûlullah (s.a.s.), çarşıda bir yiyecek yığınına rastlayınca elini yığına daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutubet bulaştı. Adama: Ey satıcı nedir bu? diye çıkıştı. Adam: Ey Allah ın Rasûlü, yağmur ıslattı. deyince, Bu yaşlığı üste getirip, herkesin görmesini sağlayamaz mıydın? Kim bizi aldatırsa o bizden değildir. buyurdu (Müslim, İman , 164; Tirmizî, Büyû , 74).
Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) müşteri kızıştırmayı da yasaklamıştır; Alıcı olmadığınız hâlde, fiyatları kızıştırmak için müşteri ile satıcının aralarına girmeyin. (Buharî, Büyû , 58-60) Müşteri kızıştıran, riba yiyen hâindir. Bu iş, bâtıl bir aldatmadır, helâl değildir. (Buharî, Büyû 60) Müslüman bir kimsenin, bir malda kusur olduğunu bildiği hâlde, müşteriye haber vermeden satması haramdır. (Buharî, Büyû , 19)
Cenab-ı Allah ın rahmet nazarıyla bakmayacağı kişiler; malını yalan yeminlerle satan kişi (Müslim, İman , 173) malını yalan yeminlerle reklâm yapan, yaptığı iyiliği başa kakan kişidir (Müslim, İman , 171).
Hadis Kaynakları Dışındaki Kaynaklar
Akben, Dr. Ali, Aile Sağlığı Ansiklopedisi, c:2.
Aydüz, Davut, İslâm da İadet ve İbadet-Amel İlişkisi.
Canan, İbrahim, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye.
††††-: Hadis Ansiklopedisi, c: 5.
Gazzalî, İhyau Ulûmi d-Din, c: 3.
Gülen, M. Felhullah, Fasıldan Fasıla, c: 2.
Nursi, Bediüzzaman Said, İşaratü 1-İ câz.
Öcal, Mustafa, Din Eğitimi ve Öğretiminde Metodlar..
Topaloglu, Bekir, Allah , DİA. c: 3.
.
Kur'an-ı Kerim'de Temenni
Osman Şimşek
Keşke!...
Hayatı bir açıdan tereddüt ve şüpheler içinde geçen insanoğlu, çok defa kendini his, düşünce ve amelde bir yol ayırımında veya çatallaşan bir yolda bulur ve dolayısıyla acil bir seçim yapmak mecburiyeti duyar. Doğru ya da yanlış bir seçim yapıp yoluna devam ederse de, seçim ve davranışlarının rıza-i ilâhî ye muvafık olup olmadığını, neticenin lehinde mi yoksa aleyhinde mi olacağını başlangıçta bilemeyebilir.
Doğru seçimlerin getirdiği hayır ve bereketlerin yanında, yanlış tercihlerin sebebiyet verdiği hatalar ve günahlar da vardır ki, bunların pek çoğu, kendi cinsinden tevbe ve istiğfar ile telafi edilmezse, nice gaileleri insanın başına açar ve onu çaresiz bırakır. Kader inancı çoğu kez yardıma koşar ve kul hatasından kaynaklanan üzüntü içinde, Hayır ve bereket, Allah ın takdir ettiği ve benim için seçtiği şeydedir. der, teselli bulur. Fakat, iradenin hakkını verememe hüznüyle burkulduğu anlar olduğu gibi, beşeriyet muktezası olarak bazen de dudaklardan şu âh u vâh dökülür: Keşke!...
Keşke, bir temenni sözüdür.. Hazreti Âdem den (a.s.) bize kadar dilden dile, gönülden gönüle dolaşıp duran ve bizden sonra da kıyamete hattâ öteki âleme kadar intikal edecek olan, belki sadece cennetliklerin Cennetin kapısında çıkarıp atacakları fıtratımıza yerleşmiş bir sözdür. Keşke demeyen yok gibidir. Kimisi çoğu zaman bir pişmanlığın akabinde keşke der inler. Bir başkası, henüz tahakkuk etmemiş olsa da gerçekleşmesini çok istediği şeyleri hatırlamakla telaffuz eder o hasret kelimesini. Bir diğeri, umduğunu bulamama, vaktini ve ömrünü değerlendirememe inkisarıyla dillendirir onu. Pek çokları, elindekilerle tatmin olmaz da daha iyi imkânlar, daha fazla dünyalık arzu ve isteğiyle refah, rahat ve lüks boyalı keşkeler seslendirir. Ve topyekün beşer, kıymetini bilemediği, elinden kaçırdığı nimetleri sonradan yâdeder; iç burukluklarını keşke hicranlarıyla mırıldanır.
Bu çeşit ifadelerin çoğu, İslâm nazarında, kaderi tenkit anlamı taşıyan ve hoş olmayan sözlerdir. Zira, istikbale irade ve sorumluluk açısından bakıp, gerekli plan ve programı yapmak gerekirken, maziyi kader yönüyle değerlendirmek uygundur. İstikbalde yolumuzu aydınlatmayacak, bizi sa ye ve hayra sevketmeyecekse; geçmişle alâkalı her yakınma, kaderi tenkit, ef âl-i İlâhiye ye karışma ve haddi tecavüz manâsına gelir. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü t-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde Eğer başına bir iş gelirse, ‘Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu. deme. ‘Allah ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı. de. Zira, ‘Keşke şöyle yapsaydım sözü, şeytanın vesvesesine yol açar. buyurmaktadır. (Müslim, Kader, 34)
İradenin hakkını veremeyişten, kadere ve takdir-i İlâhîye itimadın eksikliğinden kaynaklanan sızlanışların yanında bir de Allah ın rızasını celbeden, muhasebe ve murakabe buudlu, yapılan hayrın az görülmesi ve küçümsenmesinin neticesi olan, tevazu renkli keşke vardır ki, o, insanı bütün bütün kazanç kuşağında dolaştırır. Bu tür bir pişmanlık ve onun seslendirilişi, günah ve hatalardan dolayı tevbe ve istiğfarda bulunma, hayatın hesabını tutarak fevtedilenleri telafiye azmetme, istikbalde aynı vartalara düşmeme gibi hususları ihtiva ettiğinden dolayı yümün ve bereket yüklüdür.
Nitekim, Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem), Rabbinden gelen üns esintileriyle nazarlarını ötelere yönelttiği bir anda buyurur ki; Muhammed in nefsi yed-i kudretinde olan Allah a yemin ederim ki, ne kadar isterdim; keşke, Allah yolunda savaşsam ve öldürülsem. Sonra bana bir kere daha can nimeti bahşedilse ve yine cihadın hakkını versem, yine O nun uğruna öldürülsem. Sonra yine savaşsam ve öldürülsem. (Müslim, İmare, 103) Efendimizin bu sözleri de bir temenni ifadesidir. Fakat, kaderi tenkit, haddi aşmak yahut Meşîet-i İlâhiye ye karışmak değil, Allah yolunda bulunmanın ve O nun uğrunda şehadet şerbetini içmenin güzelliğinin beyanıdır. Kazanma kuşağına ait bu temenniyi Allah Rasulü nü rehber edinen hak erlerinin beyanlarında da görmek mümkündür. Onlar da sürekli هل من مزيد - Daha yok mu? ufkunu göstermiş; iyiliğe asla doymamış ve bu kadarı çok az; daha, biraz daha gibi himmet u gayret hislerini dile getirmişlerdir. Bundan başka, Allah a inkiyat ve teslimiyetin neticesi olarak, nefsi tenkit etme, benliği taşlama ve muhasebe şuuruyla gerilip hayır-hasenat adına yapılanı az görme duygusuyla iki büklüm olmanın işareti keşke! ler de vardır.
Lûgat Manâsıyla Temennî
Temenni, bir şeyi dilemek ve ummak manâsına gelir. Umulan, temennî olunan şeye اَلمِْنْيَةُ (minye/münye) ve اَلأُمْنِيَّةُ (ümniyye) denir. (M. Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 3/39) Temennî, okuma ve yazma manâlarında da kullanılmıştır. İbn Manzur, tilâvete ümniyye de dendiğini, çünkü, Kur an okuyanın rahmetle ilgili bir ayet geldiğinde onu temennî ettiğini, azap ayeti gelince de ondan kurtulmayı dilediğini söyler. Ayrıca, temennînin aslı olmayan sözü söylemek anlamında istimal edildiğini de belirtir. (İbni Manzur, Lisanu l Arab, 157293-5)
Temennide, gerçekleşmesi istenen ve husulü arzu edilen o şeyin (mütemennâ) husulünün mümkün olması da şart değildir. Muhal şeyler de temennî edilir; N olaydı gençliğim avdet edeydi! mısraında olduğu gibi. Adanavî Abdunnafi Efendi nin ifadesiyle, temennî edilen şey ya imkânsızdır veya imkân dairesinde olduğu halde gerçekleşmesi çok uzak bir ihtimaldir; fakat, temennî sözleriyle, isteğin olması, istenilenin meydana gelmesinden daha çok mücerret muhabbetin açığa vurulması kastedilmektedir. Bundan dolayı, temenni edilen şeyin bizatihî mümkün olması gerekmeyip, gerçekleşmesi mümkün bulunmayan şeyler dahi temenni edilir. Çok kere vaki olur ki, insan, kendisi için elde edilmesi muhal olan bir şeye muhabbet duyar ve onu temenni eder. Hasılı, temenni edilen şey bazen mümkün, bazen de muhal olur. (Abdunnâfî Efendi, 278-282)
Türkçe de temennî genellikle, geçmiş zaman için gereklilik kipinin rivayet ve hikâye sigalarıyla, gelecek zaman için de aynı kipin şart ve hikaye sigalarıyla ifade edilir. Diğer bir ifadeyle, gerçekleşmesi mümkün olsun veya olmasın bir dileği, bir arzuyu, bir isteği ortaya koymak için istek, dilek-şart ve gereklilik kipleri kullanılır ve bu şekildeki cümlelere de istek cümlesi denir. İstek cümleleri, Allah analı babalı büyüte ve Aşkın şarabından içem / Mecnûn olup dağa düşem / Sensin dün ü gün endişem / Bana Seni gerek Seni (Yunus Emre) örneklerinde olduğu üzere istek kipiyle kurulabildiği gibi; Fırsat bulsam da köyüme gitsem , Herkes sevgiye koşsa, düşmanlıklar unutulsa türünden dilek-şart kipiyle ya da Kur an ı en az ayda bir hatmetmeliyim ; Hareketlerime dikkat etmeli ve tebliğ vazifesiyle beraber temsilin de hakkını vermeliyim şeklindeki gereklilik kipiyle de kurulabilir.
Fiil kiplerine ilaveten, bari, tek, n olaydı ve keşke gibi edatlar da temennî bildirir. Veda eyler iken bakdı, dedi hasretle ol mehru / N olaydı olmayaydı beynimizde ülfet evvelden mısraında olduğu gibi n olaydı ; Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş / Tek zülfünü göreydim bahtım siyah olaydı sözündeki tek ; Ateş-i aşkın hakikat pek tahammülsüz imiş / Olmayaydım kaşki sen bîvefaya aşina beytindeki keşke ve Hakkımdaki tegâfülüne sabreder idim / Ağyara bâri etmemiş olsaydı iltifat mısralarındaki bari kelimeleri, temenni ifade etmek için kullanılır. (Tâhir ul Mevlevî, 64)
Kur an da Temennî Edatları
İnsan, arzuladığı ve ardından koştuğu şeylere karşı istek, özlem ve hasretini çeşitli şekillerde ifade edebilir. Her dilde, bu anlamda bir temenni için kullanılan değişik lafızlar vardır. Arapça da temenni denilince ilk olarak لَيْتَ akla gelir. هَلْ , لَوْ , لَعَلَّ ,َ أَلا edatları da, diğer manâlarının yanında temenni ifade ederler. هَلْ ve لَوْ edatlarının هَلاَّ ve لَوْلاَşeklinde temenni için kullanıldığı da olur.
Bari, tek, keşke, n olaydı, ne olurdu gibi manâlara gelen لَيْتَ , Kur an-ı Kerim de ondört yerde değişik şekillerde kullanılmıştır. Meselâ:
وَلَوْ تَرَىَ إِذْ وُقِفُواْ عَلَى النَّارِ فَقَالُواْ يَا لَيْتَنَا نُرَدُّ وَلاَ نُكَذِّبَ بِآيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Onlar ateşin karşısında durdurulup da, ‘Ah n olurdu, dünyaya bir geri döndürülsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, mü minlerden olsak! dedikleri zaman bir görsen, neler olacak neler! (En am, 6/27)
يَوْمَ تُقَلَّبُ وُجُوهُهُمْ فِي النَّارِ يَقُولُونَ يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا
Yüzleri ateşte gâh bu yana, gâh öbür yana çevrileceği gün: ‘Ah! derler, ‘ah ne olurdu! Keşke Allah a itaat etseydik, keşke Peygambere itaat etseydik ! (Ahzab, 33/66)
Genelde, gerçekleşmesi imkân dahilinde olmayan bir temenni için kullanılan edatlardan biri de keşke olsaydı anlamındaki لَوْ dir. Kur an-ı Kerim de çok yerde geçmekle birlikte, yaklaşık yirmi ayette temenni ifade etmektedir. Meselâ:
يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَعَصَوُاْ الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الأَرْضُ وَلاَ يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثاً
Dini inkâr edip Resûl e isyan edenler, işte o gün yerin dibine girmek, yerle bir olmak isteyecekler. Onlar hiçbir sözlerini, hiçbir kabahatlerini Allah tan gizleyemezler. (Nisa, 4/42)
وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ أَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا فِي أَصْحَابِ السَّعِيرِ
Ve ilave edecekler: Keşke biz gerçeği işiten ve aklını çalıştıran kimseler olsaydık, elbette bu alevli ateşe girenlerden olmazdık! (Mülk, 67/10)
Aslında bir soru edatı olan هَلْ ender de olsa temenni için de kullanılır. Kur an-ı Kerim de هَلْ in bu şekilde istimaline dair örnekler mevcuttur:
يَوْمَ نَقُولُ لِجَهَنَّمَ هَلِ امْتَلَأْتِ وَتَقُولُ هَلْ مِن مَّزِيدٍ
O gün cehenneme Biz: Doldun mu,? dedikçe O: Daha yok mu? diye iştahını dile getirir. (Kaf, 50/30)
لَعَلَّ edatı, tereccî yani, korkulan veya umulan bir işin, bir durumun beklenmesini ifade eder. Türkçe de umulur ki, ihtimal ki, ümit edilir ki, ola ki, keşke olsa, korkarım ki, umarım, belki gibi anlamlarla tercüme edilir. (M.Çelen, 243) لَعَلَّ nin temenni için kullanıldığı da olur. Bu noktada şu ayrımı yapmak da faydalı olacaktır: Temenni, nefsin olmasını arzu ettiği ama daha çok imkânsız istekler ve yakınmalardır. Tereccîde ise, istenilen iş mümkündür ve olması beklenir. Temennide hep arzulanan, nefsin hoşuna giden şeylere özlem vardır. Tereccîde ise, bazen hoşlanılmayan şeyleri bekleme de söz konusudur. Kur an-ı Kerim de لَعَلَّ nin temenni için kullanıldığı ayetler de vardır. Meselâ:
حَتَّى إِذَا جَاء أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحاً فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا
وَمِن وَرَائِهِم بَرْزَخٌ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Âhireti inkâr edenlerden birine ölüm gelip çatınca, işte o zaman: ‘Ya Rabbî! der, ‘ne olur beni dünyaya geri gönderin, ta ki zayi ettiğim ömrümü telafi edip iyi işler yapayım. Hayır, hayır! Bu, onun söylediği manâsız bir sözdür. Çünkü dünyadan ayrılanların önünde, artık, diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır. (Mü minûn, 23/99-100)
وَاتَّخَذُوا مِن دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنصَرُونَ
Tuttular, Allah tan başka tanrılar peşine düştüler, ümit ettiler ki yardıma nâil olacaklar! (Yasin, 36/74)
Arapça da, bir diğer temennî edatı أَلا dır. أَلا , temenni ederim, umarım, keşke manâlarına gelmektedir. Kur an-ı Kerim de tenbih, tevbih ve inkâr, olumsuz ifadeyle soru, arz ve tahdit manâlarında kullanılmıştır; fakat, temennî edatı olarak kullanıldığı yer yoktur.
Mü minlerin Keşke si ve Müflislerin Temennîsi
Kur an-ı Kerim, bir yandan iman mahrumlarının hem bu dünyada hem de âhirette pişmanlık, esef, korku ve dehşetle, temenni sözlerini birbiri ardına sıralayacaklarını belirtip misaller verirken, diğer taraftan da, mü minlerin Allah ı ve hak dini insanlara tanıtma, onları İslâm ın gölgesinde bir hayata sevketme ve bu vesileyle Rabb in rızasını kazanma gayesine matuf temennilerine de vurguda bulunur ve bu konuda örnekler serdeder. Evvelâ, Cenab-ı Hakk ın kullarına karşı merhametini gösteren †kendi Zat ına has †keşke ifadelerini nazara verir: Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi! (Ankebut, 29/64) Savaşa çıkmayıp Resûlullah tan ayrılarak geride kalanlar, oturmalarından memnun olup sevince garkoldular. Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmekten hoşlanmayıp ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın! dediler. De ki: ‘Cehennem ateşi, bundan da sıcak! Ona nasıl dayanacaksınız? Keşke bunu bilip anlasalardı! (Tevbe, 9/81) mealindeki ilâhi beyanlarda olduğu gibi bazı ayetleri Keşke bilselerdi, keşke anlasalardı fezlekesiyle bitirir. Daha sonra da, her devirde Allah elçilerinin ve salih kulların insanlığın imanı için yanıp yanıp tutuştuğunu, beşerin dünya ve ahiret saadetini ölesiye arzu ettiklerini ve temennilerini bu hususa bağladıklarını misalleriyle anlatır.
Böyle makbul bir temenniye örnek olarak Yâsin Suresi nde kendilerinden bahsedilen üç elçinin hikayesi verilebilir. Müfessirlere göre bunlar, Hazreti İsa nın (a.s.) Antakya halkına gönderdiği elçilerdir. Kur an, bunları, Sen şimdi onlara misal olarak şu şehir halkını anlat: Mâlum şehir halkını ki, hani onlara da elçiler gelmişti. Evet, iki resul gönderdik onlara, ‘Yalancı! deyip yalanladılar o ikisini. Bunun üzerine, güçlendirdik o iki elçiyi bir üçüncü resulle; dediler hep birden: ‘Biz Allah ın elçileriyiz size ! (Yasin, 36/13-14) ifadeleriyle takdim buyurur. Ayetlerden de anlaşılacağı üzere şehir halkı, Allah ın elçilerinden ilk gelen ikisine inanmaz ve onları yalanlarlar; dahası taşlayarak öldürmekle tehdit ederler. Derken üçüncü bir şahıs şehrin öbür ucundan koşarak onların bulunduğu yere gelir. Bu zat, tefsircilerin bildirdiğine göre Habib-i Neccar dır. O da elçilerin davetini seslendirir; N olur ey kavmim! Gelin siz bu resullere uyun! Sizden bir ücret istemeyen, sizden hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun. (Yasin, 36/20-21) der. Fakat halk, ona da hüsn-ü kabul göstermez. İnsanlar bütün gayzlarını ona boşaltmak istercesine üzerine yürürler. Eline herhangi bir şey geçiren durmaz, Habib e savurur; taşlarla, sopalarla vücudu harap olan o iman abidesi ise sözünden dönmez; Hem ne olmuş ki bana? Neden tapmayayım beni yaratana? Hem sizlerin de dönüşü olacak O na! (Yasin, 36/22) der durur.
Habib-i Neccar, azgınların işkencelerine ve taş yağmuruna dayanamayacağını anlayınca sükut eder. Tam ruhunu teslim edeceği, ötelere yürüyeceği sırada bir ses duyar; ona, Buyur, Cennete gir! (Yasin, 36/26) denilir. Bu sözü ister bir melekten duysun, isterse de kendi vicdanında hissetsin; onu duyunca içi burkulur.. burkulur da keşke der. Fakat onun keşke si kendi adına değildir. Anlatmıştır insanlara hak ve hakikati; ama taşla-sopayla mukabele görmüştür. Şehadet mertebesine ereceği an da insanlık için yaşayan ve halkın saadetini düşünen bir hak eri olarak kendine yakışır temenniyi seslendirmiş, Ah halkım bir bilseydi! demiş ve dünyaya şu sözle veda etmiştir: Ah keşke bir bilseler: Rabbimin beni affettiğini, beni ikramlara garkettiğini! (Yasin, 36/27)
Âyetlerden de anlaşıldığı üzere, temenninin, daha çok inançsızlara ve hayatlarını israf edenlere ait olan mezmum şekli, bir de, mü minlere, özellikle de ibadete ve Allah yolunda hizmete doymayan daha yok mu? ehline ait muhasebe, murakabe, himmet ü gayret ifade eden şekli vardır. Bu çalışmamızda, önce onun birinci şekli üzerinde duracağız.
Şeytanî Temenni
Hakiki mü minler, insanların Allah ın mesajlarını kabul etmelerini ve hak din etrafında toplanmalarını çok arzu ederler. Onlar, hayatlarını dini tebliğ ve temsile bağlar; Rabbilerini anlatabiliyorlarsa yaşamayı manâlı bulurlar; İlâhi davete tercüman olamadıklarını düşünürlerse yaşamayı da abes kabul ederler. Her gönle girebilmek, her kalbin bir beyt-i Hüdâ haline gelmesine vesile olabilmek için gayret eder; bu hedef istikametinde değişik yol ve üsluplar denerler. Şeytan ise, onların bu saf ve dupduru niyetlerini, halis gayretlerini bulandırmak, iman davasına komplolar kurmak, onun hakkında gönüllerde kuşkular uyandırmak ve hattâ onu temelden değiştirmek ister. Kendini dine adamış o insanlara vesveseler verir, onları asıl vazifelerinin dışında bazı hususlara çekmeye çalışır; Allah ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak olan en büyük gayeyi unutturur, insanları memnun etmek ve kendi safına çekmek gibi bir vesileyi ondan daha kıymetli ve önemliymiş gibi gösterir. Ve maalesef, müminlerden bazıları onun bu vesvesesine ve tuzağına düşerler de, Taraftarlarım çok olsun, insanlar beni dinlesinler gibi düşüncelerle bazen dinden taviz verircesine bir yumuşak tavır içine girer ve mümaşatta bulunur, muhataplarının fikirlerine katılıyormuş gibi görünür ve tavizkâr davranırlar. Bazen de iman hizmetindeki başarılarını kendilerinden bilir; riya, süm a ve ucba düşebilirler. Dahası, eğer ihlas kalesine sığınmazlarsa hiç farkına varmadan beklentilere girebilir ve tertemiz duygularla eda etmeleri gereken tebliğ ve temsil vazifelerini şahsî yatırımlar haline dönüştürebilirler. Nitekim, Allah Teâlâ, Senden önce hiçbir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde, Şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vermek ve ümidini kırmak istemesin. Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar. Zira Allah alîmdir, hakîmdir. (Her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). (Hac, 22/52) buyurmuş ve Peygamberlerin masumluğunu hükme bağlarken, diğer müminleri de bu tür aldanmalara ve düşünce kaymalarına karşı uyarmıştır.
.
Kur'ân-ı Kerim'de Temenni - 2
Osman Şimşek
Temenni, bir şeyi dilemek ve ummak manâsına gelir. Umulan, temennî olunan şeye minye/münye ve ümniyye denir. (M. Asım Efendi, Kamus Tercemesi, 3/39) Temennide, gerçekleşmesi istenen ve husulü arzu edilen o şeyin (mütemennâ) husulünün mümkün olması da şart değildir. Muhal şeyler de temennî edilir. Temennî sözleriyle, isteğin olması, istenilenin meydana gelmesinden daha çok mücerret muhabbetin açığa vurulması kastedilmektedir. Bundan dolayı, temenni edilen şeyin bizatihî mümkün olması gerekmeyip, gerçekleşmesi mümkün bulunmayan şeyler dahi temenni edilir.
Türkçe'de temenniyi genellikle keşke sözüyle ifade ederiz. Keşke, İslâm nazarında, çok defa kaderi tenkit anlamı taşıyan ve hoş olmayan sözlerdir. Zira, istikbale irade ve sorumluluk açısından bakıp, gerekli plân ve programı yapmak gerekirken, maziyi kader yönüyle değerlendirmek uygundur. İstikbalde yolumuzu aydınlatmayacak, bizi sa'ye ve hayra sevketmeyecekse; geçmişle alâkalı her yakınma, kaderi tenkit, ef'âl-i İlâhiyeye karışma ve haddi tecavüz manâsına gelir. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde "Eğer başına bir iş gelirse, 'Keşke şöyle yapsaydım; o zaman şöyle olurdu.' deme. 'Allah'ın takdiri böyleymiş; O dilediğini yaptı.' de. Zira, 'Keşke şöyle yapsaydım' sözü, şeytanın vesvesesine yol açar." buyurmaktadır. (Müslim, "Kader," 34)
İradenin hakkını veremeyişten, kadere ve takdir-i İlâhîye itimadın eksikliğinden kaynaklanan sızlanışların yanında bir de Allah'ın rızasını celbeden, muhasebe ve murakabe buudlu, yapılan hayrın az görülmesi ve küçümsenmesinin neticesi olan, tevazu renkli "keşke" vardır ki, o, insanı bütün bütün kazanç kuşağında dolaştırır. Bu tür bir pişmanlık ve onun seslendirilişi, günah ve hatalardan dolayı tevbe ve istiğfarda bulunma, hayatın hesabını tutarak fevtedilenleri telafiye azmetme, istikbalde aynı vartalara düşmeme gibi hususları ihtiva ettiğinden dolayı yümün ve bereket yüklüdür. Bundan başka insanlar, Âhiret'te de "keşke!" diyeceklerdir. İşte, daha önce (Yeni Ümit, sayı: 62) Rahmanî temenni, şeytanî temenni, iffet ü ismete kilitli temenni başlıkları altında ele aldığımız temenni çeşitlerine, müsbet ve menfî olanlarıyla devam edeceğiz:
Gayret u Himmet Televvünlü Temenni
Cenab-ı Hak, "Allah'ın sana ihsan ettiği bu servetle ebedî âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster, ama dünyadan da nasibini unutma!" (Kasas, 28/77) buyurmaktadır. Allah Teâlâ, "âhiret yurdunu mâmur etmeye gayret göster" derken " " fiili gibi istek ve talep bildiren bir başka kelimeyi değil de " "yı seçmiştir ki, bu fiil, talepte bir mübalağayı, çılgınca istemeyi, arzuda taşkınlığı iş'ar etmektedir. Dünyadaki nasip söz konusu olunca da " - unutmak" fiili kullanılmıştır. Oysa, dünyalık nasip de bir önceki fiile, yani " "ya atfedilebilir ya da yine aynı fiille " şeklinde bir ifade kullanılabilirdi. Fakat, öyle denmeyip " " kelimesi ihtiyar edilerek sadece "unutma" denmiş ve böylece bir mesaj verilmiştir. Evet, mü'min için mühim olan âhirettir; dünya nimetleri fânidir ve dünya, sadece esma-yı ilâhiyeye ve sıfât-ı sübhaniyeye âyine olması ve âhirete mezraalık yapması yönüyle kıymetlidir.
İşte mü'minler, bu emr-i sübhanîye ittiba eder, âyetteki nükteyi hakkıyla anlar, rıza-yı ilâhîyi kazanma adına durmak nedir bilmeden, Azrail (a.s.) ile karşılaşacakları ana kadar hayır yollarında koştururlar. Ellerindeki her şeyi bu yolda değerlendirirler. Cennet ve Cemâlüllah şerefini yakalayabilmek için mal ve canlarını Rabb-i Rahim'e feda ederler. Böyle bir alış-veriş koridorunda bulunurken de sürekli aksiyon sergilerler. Yaptıklarını az görür, sadece rıza-yı ilâhiyi tahsile vesile olacak mevzulardaki eksik ve kusurlarına hayıflanır ve "keşke" derler. Onların bu pişmanlık ve esefleri kat iyen dünya yörüngeli değildir; nedametleri âlîhimmet ve civanmert olmalarının neticesidir. Onların "keşke" ile örgüledikleri cümleler: "Keşke Hazret-i Muhammed aleyhisselâm'ın namını cihanın her yanında duyurabilseydik; her yerde O'nun sancağı dalgalansaydı!" "Keşke senelerimi daha verimli değerlendirseydim, kendimi daha iyi yetiştirseydim, daha güzel bir kul olabilseydim!" "Keşke salih bir insan olup ihsan sırrına erebilseydim!" şeklinde ötelerle irtibatlıdır.
Sahabe efendilerimizden Enes b. Nadr, Bedir'e katılamamıştı. Bundan dolayı kendini asla affetmiyor ve çok hayıflanıyordu. Bazen ellerini dizlerine vuruyor; "Yazık bana, bu ilk muharebede Allah Resûlü'yle beraber bulunamadım. Keşke O'nunla omuz omuza cihadın hakkını verseydim." diye sızlanıyordu. Böyle bir "keşke" ızdırabıyla kıvrım kıvrımken kendi kendine, "Allah bizi bir daha o kefereyle karşılaştırırsa onların benden çekeceği var..." diyordu.
Hazret-i Enes'in bu yakınışı tam bir sene devam etmişti. Nihayet Allah ona Uhud'da destan yazma fırsatını vermişti. Harbin iyiden iyiye kızıştığı bir anda Efendimizin vefat ettiği şayiası duyulmuştu. Bu şayia, Halid b. Velid liderliğindeki Mekke süvari birliğinin Müslümanların saflarına dalmasıyla aynı zamana denk gelince büyük bir panik başlamıştı. Herkes geri hamle yaparken ve saflardan çekilmeye niyetlenirken bir adam vardı ki o, geriye tek bir adım dahi atmamıştı. Hâlâ düşmanın üzerine yürüyor ve bir taraftan da "Onun öldüğü yerde siz niçin yaşıyorsunuz?" diye bağırıyordu. Bu adam Enes b. Nadr'dı. Temennisi ötelere kilitli olan Enes b. Nadr.. şehadet şerbeti içmeyi düşününce "keşke" diyen Enes b. Nadr.. Ve nihayet bir ara ellerini açmış ve:
"Allahım, şunların yaptıklarından sana sığınırım" demişti. İşaret ettiği kimseler, Allah'ı, Peygamberi tanımayan karanlığın çocuklarıydı. Enes b. Nadr onların yapıp ettiklerinden kendisinin beri ve uzak olduğunu ilan ediyordu.
Ve diğer taraftan da panik içindeki Müslümanlara bakıyordu. Mü'min saflardaki hal ona çok ağır gelmiş; gözleri yaşarmıştı. Düşman ona bir şey yapamamıştı; ama İslâm saflarında gördüğü çatlaklık zağlı bir ok, bir hançer gibi sinesine saplanmıştı.
Sözlerine şöyle devam etti:
"Allahım, şunların yaptıkları adına da senden özür diliyorum." (İbn Esir, Üsdü'l-Gâbe, 1/131-132)
Savaşın sonunda Allah Resûlü, şehitleri tesbit ettirmişti; Uhud'da Müslümanlar yetmişe yakın şehid vermişlerdi. Şehitler arasında Enes b. Nadr da vardı. Fakat, onun cesedini bir türlü bulamamışlardı. Bir aralık birini ona benzetmişler; ama kesin karar verememişlerdi. Zira, yerde yatanın vücudu paramparça olmuştu. Kızkardeşi çağrılıp cesede bakınca, "Ya Resûlallah, bu parmak Enes'in parmağı, bu Enes'tir." diyebilmişti. (Müslim, "İmare," 148)
Evet, pek çok insanın dünyalıklar ardında koşması ve fani işlerin peşinden "keşke" nakaratlı ağıtlar yakmasına mukabil Enes b. Nadr, âhiretin yamaçlarını temaşa ederek yaşamış ve sadece Allah yolunda geri kalışına esefler ederek, telafi temennilerinde bulunmuştu. Bundan dolayı da, -Enes b. Malik hazretlerinin ifadesiyle- Kur ân'ı Kerim onu ve onun gibi şehid olanlarla, aynı ahd ü peyman içinde bulunup, şehidliği bekleyenleri şöyle destanlaştırmıştı: "Mü'minlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlarını ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi, canını verdi, kimi de şehitliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler." (Ahzab, 33/23)
Şehadet ve Âhiret Temennisi
Uhud şehidlerinden Abdullah ibn Amr'ın (r.a.) oğlu Câbir ibn Abdullah (r.a.) anlatır: "Uhud günü, bir aralık Resûlullah'a (aleyhisselâm) rastladım; 'Ey Cabir, seni niye böyle kalben kırık (ve üzüntülü) görüyorum?' dediler. 'Ey Allah'ın Resûlü, babam şehit oldu, geride çoluk-çocuk ve borç bıraktı.' deyince; 'Allah Teâlâ babanı ne şekilde kabul buyurduğunu müjde vereyim mi?' diye sordular. 'Buyur, ya Resûlallah!' dedim. Dediler ki; 'Allah, her kimle konuştu ise mutlaka hicab gerisinden konuştuğu hâlde babanla vicâhen konuştu ve: 'Ey kulum! Benden ne dilersen dile, dilediğini sana vereyim!' dedi. O, 'Ey Rabbim! Beni bir kere daha ihya et, Senin yolunda ikinci kere öleyim!' dedi. Rab Teâla Hazretleri de: 'Benden daha önce şu hüküm sâdır oldu: Ölenler artık dünyaya bir daha dönmeyecekler' buyurdular. Baban: 'Ey Rabbim, öyleyse (benim durumumu) arkamda kalanlara ulaştır!' dedi. Bu talep üzerine şu âyet nazil oldu: Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetme! Bilakis onlar hayatta olup, Rabbilerinin katında yaşarlar, rızıklanırlar. Allah'ın lutf u kereminden ihsan ettiği nimetlere kavuşmaktan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayan müstakbel şehid dindaşlarına da, kendilerine hiçbir korku olmayacağına ve üzüntü hissetmeyeceklerine dair müjde vermek isterler." (Âl-i İmran, 3/169-170)
İşte bu ve benzeri hadis ve âyetlerden anlıyoruz ki, şehitlerin de kendilerine has temennileri vardır; Allah yolunda yürürken şehadet şerbetini içmenin büyük bir nimet ve lütuf koridoru olduğunu haleflerinin bilmesini isterler. Mü'minlerin bu tür hadîs ve âyetleri bilmeleri, ölüm ve ötesine kat i imanları onlarda âhiret özlemi hasıl etmiştir. Onlar ölümü bir şehirden bir başka şehre gitmek, sevgililer diyarına yolculuk etmek gibi görürler. Ölüm, ehl-i dalâlet için bütün sevdiklerinden ayrılmak, yalancı dünya cennetinden çıkıp yalnızlık ve vahşet içinde mezar zindanına girmek mânâsına gelse ve bir firak-ı ebedi olsa da; ehl-i iman için o, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbaplara kavuşma vesilesidir.. dünya hapishanesinden Cennet'e götüren bir vasıtadır.. hayat vazifesinden bir terhis, ubudiyet ve imtihanlardan bir paydos ve yapılan hizmete mukabil ücret almaya bir yoldur. Bundan dolayı mü'minler, âhirete müteveccihtirler; dünyayı Cennet'in bekleme salonu hükmünde görürler ve ecel tamamsa ölümü gülerek karşılarlar. Ölüm koridoruna girerken de şehadeti, Allah yolunda teslim-i ruh etmeyi arzu ederler.
Bu kabilden olarak, şu ibretâmiz ve pek meşhur hâdiseyi hatırlatmanın faydalı olacağını zannediyoruz: Abdullah b. Cahş ile Sa'd b. Ebî Vakkas, Uhud Harbi'nin alabildiğine kızıştığı bir sırada karşı karşıya gelir. Hazreti Abdullah, arkadaşının elinden tutar ve hızla bir yere doğru sürükler. Büyükçe bir taşın altına giderler. Hazreti Sa'd'a, "Sen duat et, ben âmin diyeyim; ben dua edeyim, sen âmin de." der. Önce Hz. Sa'd dua eder: "Allah'ım, benim karşıma güçlü bir kâfir çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım. Sonra onu mağlûp edip sevabını alayım ve Resûlüllah'ın karşısına gazilik şerefiyle çıkayım.." Abdullah b. Cahş, onun bu duasına "Âmin" derken bakışları, daha başka bir buuda kaymıştır. Gözleri âdeta etrafında olup bitenleri görmüyordur. O, şöyle dua eder: "Allah'ım, benim karşıma da güçlü bir kâfir çıkar. Onunla kıyasıya savaşayım ve önce gazilik unvanını alayım. Ardından, o beni şehid etsin. Ağzımı, burnumu, gözümü, kulağımı kessin ve Senin huzuruna öyle geleyim. Sen bana sor: 'Abdullah, ağzını, burnunu, gözünü, kulağını ne yaptın?' Ben de Sana cevap vereyim: 'Allah'ım, ben onlarla dünyada iken çok günah işledim. Onların şükrünü eda edemedim. Huzuruna öyle günahkâr âzâlarla gelmek de istemedim ve onları Senin uğruna döküp öyle geldim.' Sa'd b. Ebî Vakkas: 'Ben de' der, 'beynimi donduran bu duaya âmin dedim.' Sonra her ikimiz de düşman saflarına daldık. Allah'a kasem ederim, ben ne için dua etmişsem, onu aynen gördüm. Savaş bitince de Abdullah ibn Cahş'ı aradım. Baktım o da duasında istediklerini aynen elde etmiş; ne dudağı kalmış ne de burnu. Karnında mızraklar dönüp durmuş ve bağırsakları da deşilmiş." (İbn Hacer, el-İsâbe, 1/186)
Abdullah ibn Cahş'ın temennisi, Allah yolunda uzuvlarını dökerek onların günahlarla öteye gitmesine mani olmaktı. O da "keşke" demişti; ama, onun bu esefine Allah'ın nimetlerine tam şükredememe kaygısı ve şehadet arzusu hakimdi. Hazreti Abdullah'ın "keşke"si, Allah'tan başka hiçbir şeyle zatî alâkasının kalmaması, dünyevî dâvâ ve iddialardan kaçınarak Hak mehafetiyle oturup kalkması ve akıbeti hakkında da dolu dolu endişeler duymasının terennümünden ibaretti. Onun şehit olmayı istemesi, düşmanın üstün gelmesini temenni eder gibi, bizzat ölümü temenni etmek şeklinde de değildi. Zira o da Peygamber Efendimizin "Sizden hiç kimse, maruz kaldığı bir musibet sebebiyle ölümü temenni etmesin. Mutlaka bunu yapmak mecburiyetini hissederse, bari şöyle söylesin: 'Rabbim, hakkımda hayat hayırlı ise beni yaşat, ölüm hayırlı ise canımı al!'" (Buharî, "Merdâ" 19, "Da'avat" 30; Müslim, "Zikr" 10, (2680)) sözünü ve mücerret ölüm istememesi lazım geldiğini biliyordu. Onun temenni ve sözlerindeki asıl maksat, Hak yolunda şehitlik rütbesine erişmek ve Allah katında va'd edilmiş olan gerçek hayata ermekti ki, bunda ölümü isteme bir vesile olması bakımından zımnî (örtülü) idi.
Hasılı, ölmek için yaşamakla, âhirette gerçekten yaşamak için ölmek arasında pek büyük bir fark vardır. Hayata mazhariyet bize ait olmadığı gibi, ölümü arzu etmek ve istemek de bizim hakkımız değildir. Bir mü'min, Cenab-ı Hakk'a kavuşma mülâhazasını ruhunda hep canlı tutar, Yaratan çağırınca da severek O'na koşar; "biraz daha kal" dediğinde ise, vuslata karşı sabır mülâhazasıyla dişini sıkar ve O "artık gelebilirsin" diyene kadar dünyanın sıkıntılarına katlanır.
.
Kur'an-ı Kerim'de Havariler
Nefise Karaca
Havârî Kelimesinin Etimolojisi
Havârî lâfzı, حَوْرٌ havr kökünden türemiş bir kelimedir. Ancak, Arapça da bu kökten türeyen kelimelerin birbirinden farklı anlamları vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Havr, gözün beyazının çok beyaz, siyahının da çok siyah olması demektir. Ceylan ve sığır gözleri buna örnektir (İ. Manzur, 5/6: 296-303). Gözleri bu şekilde olan kadınlara havrâ denir ki; çoğulu ?hûrdur. Dilimizde kullandığımız hûrî kelimesi buradan gelmektedir. Tenleri ve cilt renkleri temiz ve beyaz olan kadınlarla, şehir kadınlarına da havâriyyât denir. Havr kökünden gelen havârî ise, elbise ağartan demektir. Bunun için Araplar, elbiseyi iyice temizleyip bembeyaz yaptıkları zaman havvartü s-siyâbe derler. Havârî kelimesi bütün ayıplardan arınmış anlamına da gelir ki; ağartılmış, halis una huvvâr denmesi bundandır. Ayrıca havârî, hâlis ve samimi dost, bir kimseye ileri derecede yardım eden demektir. (İ. Manzur, a.y.; ez-Zebidî, 3:160-164) Türeyen bu kelimeler genel itibariyle beyazlıkla, temizlikle alâkalıdır.
Havr, ayrıca rucü mânâsında olup bir hâlden bir hâle dönmek, demektir. Ayrıca eksiklik anlamı da vardır ki, burada ziyadeden noksanlığa doğru bir dönüş söz konusudur. Nitekim bir hadiste
الْحَوْرِ بَعْدَ الْكَوْرِ مِنَ أُعُوذُ بِاللهِ / Allah ım kemalden sonra ki noksanlıktan sana sığınırım. (Tirmizî, Deavât , 41) şeklinde geçmektedir. ( حَوَّرَاللهُ فُلاَنًا ) havvara llahü fülânen dendiğinde de, Allah onu perişan etsin! , yani Ona eksiklik versin. manâsı kastedilir. Başın etrafında döndürülmesinden dolayı sarığı sarmak mânâsı için de havr kelimesi kullanılmıştır. Yine havr kökünden ( أَحَارَ ) ehâra (red cevabı vermek), ( تَحَاوَرَ ) tehâvera (tartışmayı sürdürmek),( حَاوَرَ ) hâvera (tartışmak, karşılıklı konuşmak), ( حَاوَرَ ) istehâre (sorup cevap istemek) kelimeleri türemiştir. Hamuru açmak, devenin gözünün çevresini dağlamak anlamında ki (أَحَارَ) havvera lâfzı da buradan gelir. Bu bakımdan, oklavaya (مِحْوَرٌ ) mihver denir. Bütün bunlarda bir hâlden başkasına dönüşme söz konusudur. (İ. Manzur, a.y.; ez-Zebidî, a. y.)
Havr kökünden türeyen daha başka değişik kelimeler ise, zıtlık, düşmanlık; müşteri yıldızı; şehir, bölge; şaşmak gibi farklı manâlara sahiptir.
Lâfzın Kur ân da Kullanılması ve Kazandığı Anlamlar
Kur ân da havr kökünden türeyen kelimeler on üç ayrı yerde geçmektedir. Bunlardan İnşikak 84/14 de (تَحَاوُرَكُمَا ) yehûra şeklinde muzari kalıbında geçen kelime, ‘dönmek anlamındadır. Burada âhirette diriltilmeyeceklerini düşünüp kitabı arkadan verilenler anlatılmaktadır. Kehf 18/34 ile 37. âyetlerde ise ( يُحَاوِرُهُ ) yuhâviruhû şeklinde muzari kalıbında geçen kelime ‘iki kişinin karşılıklı konuşmasını ifade etmektedir. Mücadele 58/1 deki kullanımı (تَحَاوُرَكُمَا ) tehâvuraküma şeklinde mastar olup, iki kişi (Havle binti Sa lebe ile kocası Evs İbn Samit el-Ensarî) arasındaki tartışmayı ifade etmektedir (Razî 1991, 21:351). Duhan 44/54, Tûr 52/20, Rahmân 55/72 ve Vâkıa 56/22. âyetlerde ise (حُورٌ ) hûrun kelimesi geçmektedir. Hûr, ( أَحْوَارٌ ) ehvâr ve ( حَوْرَاءُ ) havrâ kelimelerinin çoğuludur; gözünün beyazı çok beyaz, siyahı da çok siyah, güzel kadınlara verilen isimdir. Âl-i İmrân 3/52, Mâide 5/112, Sâf 61/14. âyetlerde de ( حَوَارِيُّونَ ) havâriyyun olarak geçmekte ve fâil görevi görmektedir. Mâide 5/111. ve Saf 61/14. âyetlerde ise ( حَوَارِيِّينَ ) havâriyyin şeklinde ve mef ul görevindedir. Son iki kullanımda ‘havârîler mânâsına gelip, terim anlamındadır. Havârî kelimesi ışığında bu âyetlerin tefsirinden biraz bahsedelim:
Âl-i İmrân 3/52. âyetine göre, Hz. İsa, Yahudilerin inkârlarını ya açıkça söylemeleriyle ya da onların küfürde ısrarlı olduklarını, kendini öldürmeye niyetlendiklerini kendi yakınî bilgisiyle hissetti (Razî, 6:335). Bu hissetmeden sonra Hz. İsa dinini tebliğ ve kendini savunmaları için (Taberî 1996, 2:269) şöyle demiştir: Allah a (doğru giden yolda) bana yardım edecekler kim? Havârîler, biz Allah ın (dininin) yardımcılarıyız. Allah a inandık. Bizim Müslümanlar olduğumuza sen şahit ol! şeklinde cevap verdiler (Âl-i İmran, 3-52-53).
Âlimler, söz konusu âyetlerde havârîlerin niçin bu isimle adlandırıldıkları konusunda ihtilâf etmişlerdir. Onların elbiselerinin beyaz olması; her türlü nifak ve şüpheden arınmış bulunan kalblerinin beyaz bir elbiseye benzemesi; elbise temizlikçiliği yapmaları vb. sebeplerle (Razî, 6:335-344) onlara bu ismin verildiğine dair yorumlar yapılmıştır. Razî de geçen bir rivâyete göre Hz. İsa çamaşır yıkayan bir topluluğa uğramış ve onları imana çağırmıştır. Onlar da iman etmişlerdir. Çamaşır yıkayan kimseye Nabat dilinde ( هَوَارِي ) hevarî denilirdi ki, çamaşırcı manâsınadır. Daha sonra bu kelime Arapçalaştırılarak ( حَوَارِيٌّ ) havârî şeklini aldı (a.y.).
Bazı âlimlere göre ise havârîlere bu isim, Hz. İsa ya yardımcı olmaları sebebiyle verilmiştir. Çünkü Arapça da havârî kelimesi hemen hemen ensar kelimesi ile eş anlamlıdır (Mevdudi 1986, 1:229). Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Hendek Muharebesi nde insanları yardıma çağırınca, Zübeyr b. Avvam hemen icabet etmiş, sonra tekrar onları yardıma çağırmış, yine Zübeyr koşmuştu. Bunun üzerine Peygamberimiz, إِنَّ لِكُلِّ نَبِيٍّ حَوَارِيٌّ وَإِنَّ حَوَارِيِّي الزُّبَيْرُ بْنُ عَوَّامٍ / Her peygamberin bir havârîsi vardır, benim de havarim Zübeyr b. Avvam dır. buyurmuşlardır (Buhari, Fedailü Ashâbı n-Nebiyy , 65). Burada havârî kelimesi ensar anlamında kullanılmıştır. İslâm tarihinde Mekke muhacirlerine kucak açıp yardım eden Medine halkına ensar denilmişti. Mevdûdi merhum, ensar lâfzı ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır: Gerçekte bu, bir kulun ulaşabileceği en üst derecedir. Çünkü namaz kılarken, oruç tutarken ve bu gibi diğer ibadetleri yaparken insanın konumu sadece kul olmaktır. Fakat o, Allah ın dininin yayılmasına çalıştığında, Allah ın dostu ve (dininin) yardımcısı olma gibi eşsiz ve yüce bir konuma yükselmektedir. Bu da, bir insanın bu dünyada ruhî yücelme ile kazanabileceği en yüksek makamdır. (Mevdudi, 1:229) Ayrıca Saf 61/14 Ey inananlar, Allah ın yardımcıları olunuz. Nitekim, Meryem oğlu İsa da havârîlerine şöyle demişti: Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir? Havârîler: Allah ın dininin yardımcıları biziz, demişlerdi. âyetinde, havâriler Allah ın dininin yardımcıları olarak anılmaktadır. Âyetten de anlaşıldığına göre havârî kelimesi, bir kimsenin çok yakın dostu ve yardımcısı anlamına gelmektedir.
Bize ulaşan rivâyetlere göre havârîlerin bir kısmı balıkçı, bir kısmı idarede yüksek makam sahibi, bazısı da çamaşırcıdır. Ama hepsi, Hz. İsa ya yardım etme, ona itaat ve hizmet etmede son derecede ihlâslı ve samimi oldukları için, havârî olarak isimlendirilmişlerdir. (Razi, a.g.e., 6:335-344)
Havârîler نَحْنُ أَنْصَارُاللهِ / Biz Allah ın (dininin) yardımcılarıyız. dedikten sonra " /Allah a iman ettik ilavesinde bulunmuşlardır ki bu, Allah a iman ettiğimiz için O nun dinine yardım ederek, dostlarını savunarak, düşmanlarıyla savaşarak Allah a yardım etmemiz gerekir anlamında illet ve sebep bildiren bir ifadedir. Daha sonra onlar, " وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ / Bizim Müslümanlar olduğumuza sen şahit ol diyerek Hz. İsa yı, aynı zamanda Cenab-ı Allah ı (c.c.) kendi üzerlerine şahit tutmak istemişlerdir. Bu ifade hakkında iki açıklama yapılmıştır: a) İtaat ve teslimiyetimize şahit ol! demektir. b) Onların ve bütün peygamberlerin dinlerinin İslâm olduğuna dair havârîlerin ikrar ve itirafıdır (Razî, a.y.).
Havârîler Hz. İsa yı, iman ettikleri ve Müslüman oldukları hususunda şahit tutmalarının ardından, Allah a yalvararak Ey Rabbimiz, indirdiğine inandık, Elçiye uyduk. Bizi de şahit olanlarla (tanıklık edenlerle) birlikte yaz. diye dua etmişlerdir. Onlar, Allah a inandık demekle Allah a; senin indirdiğine inandık sözüyle Allah ın kitabına inandıklarını, elçine uyduk dediklerinde ise Allah ın Resûlü ne iman ve itaat üzere olduklarını beyan etmişlerdir. Allah a yaklaşmayı ve O nun sevabını umarak bizi şahit olanlarla birlikte yaz duasında bulunmuşlardır. Âyetten de anlaşıldığına göre, şahit olanlar, havârîlerden daha ileri dereceye sahiptirler (a.y.). Râzi, bu konuda müfessirlerin yapmış olduğu açıklamaları şöyle sunar:
a) Şahidlerle birlikte , Hz. Muhammed (s.a.s.) ve O nun ümmetiyle beraber demektir.
b) Bizi peygamberler zümresine kaydet. demektir. Çünkü Allah onların dualarını kabul etmiş, onların her birini nebî ve resûl yapmış, böylece onlar ölüleri diriltmiş ve Hz. İsa nın yapmış olduğu her şeyi yapmışlardır. (Tabiî ki bu, müfessirlerden bazısının görüşüdür.)
c) Bizi, senin birliğine ve peygamberlerin doğruluğuna şehadet edenler zümresinin içine yaz. manâsındadır.
d) Bizim adımız Mele-i A lâ ve mukarreb melekler yanında meşhur olsun. anlamındadır. Çünkü Allah, Gerçekten iyilerin defterleri illiyyîndedir. (Mutaffifîn, 83/18) demektedir.
e) Havârîler, istidlâl makamından, şuhûd ve mükâşefe makamına yükselmek istemişlerdir.
f) Bizi, kendilerine gelecek olan güçlük ve elemlere aldırış etmeyen kişiler kıl ki; bunun sonucunda verdiğimiz yardım sözünü hakkıyla yerine getirebilelim. demektir.
g) Adlarını kendi isminle beraber zikrettiğin ilim sahipleriyle beraber kıl. manâsında bir duadır. (Razî, 4:342)
Allah a, kitabına, peygamberine imanlarını bu şekilde dile getiren havârîler, kendilerinden daha üstün makama sahip şahit olanlarla beraber olma taleplerini de arz etmişlerdir.
Havârî kelimesinin geçtiği diğer bir âyet de Mâide 5/111 dir. Burada Hani havârîler, Ey Meryem oğlu İsa, senin Rabbin gökten bir sofra indirebilir mi? demişlerdi. O da: Gerçekten iman ediyorsanız, Allah tan korkun , dedi. buyurulmaktadır. Bu âyete göre bir kısım âlimler, havârîlerin gerçekten Allah ın gücünden ve dinlerinden şüphe ettiklerini, anlamışlardır (Taberî, 3:449). Hattâ merhum Seyyid Kutub, ilgili ayetin tefsirinde, bu sözle havarilerin dört-beş hatayı birden yaptıklarını kaydeder. Çünkü onlar, Hz. İsa nın hak peygamber olup olmadığını anlamak için mûcize isteyerek, Rabbin gökten sofra indirebilir mi? demişlerdir. Ayrıca Hz. İsa nın Gerçekten iman ediyorsanız, Allah tan korkun. şeklindeki cevabı, onların iman konusunda kâmil olmadıklarına delâlet etmektedir (Razî, 9:285). Abdullah b. Abbas tan bu konuda şu nakilde bulunulmaktadır:
Hz. İsa İsrailoğulları na, Sizler Allah için oruç tutup da sonra da bir şey dileyecek olursanız, O size dilediğinizi verir. Çünkü çalışanın ücretini onu çalıştıran verir. dedi. Onlar da 30 gün oruç tuttuktan sonra, Ey hayırların muallimi, bize, çalışanın ücretini onu çalıştıran verir, demiştin. Bize otuz gün oruç tutmamızı emrettin, biz onu yaptık. Biz, herhangi bir kimseye otuz gün çalışacak olsaydık o bizi, işi bitirir bitirmez yedirip doyururdu. Şimdi senin Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi? dediler. Hz. İsa da Eğer hakkıyla iman edenlerdenseniz, bu gibi soruları sormaktan dolayı Allah tan korkun. âyetini indirdi. (Taberî, 3:450)
Bu nakilde bulunan âlimler, bu sözü havarilerin iman zaaflarının göstergesi olarak yorumlamışlardır. Diğer bir grup âlime göre de bu soruyu soran havârîler, aslında Allah ın kudretinden şüphe etmiyorlardı, fakat Hz. İsa nın Allah tan yemek isteyip isteyemeyeceğini öğrenmek istiyorlardı. Böyle diyen âlimler âyeti هَلْ يَسْتَطِيعُ رَبُّكَ yerine هَلْ تَسْتَطِيعُ رَبَّكَ şeklinde okumuşlardır. Bu durumda anlam Rabbi nin gücü yeter mi? değil, Sen Rabbinden dileyebilir misin? olmaktadır (Taberî, 3:449). Bu okuyuşta Hz. İsa nın gücü ve kudretinden şüphe varsa da, bunun Allah ın gücü ve kudretinden şüphe etmekten daha evlâ olduğuna dair yorumlar yapılmıştır (Razî, 9:284). Üçüncü bir âlim grubu ise, havârîlerin ne Allah ın ne de Hz. İsa nın gücünden şüphe etmediklerini ancak fakir oldukları için bir sofra istediklerini söylemişlerdir. Çünkü onlar, Hz. İsa nın her gün üzerlerine indirdiği bir sofra ile geçinip, güç kazanıp Allah a ibadet etmek istiyorlardı. Hz. İsa ise imtihan sebebi olması korkusuyla ve de rızk konusunda Allah a tevekkül etmeleri için onları bu isteklerinden men etmek istemiştir (İ. Kesir 1984, 6:2523).
İhtimal Müslümanlıklarının ilk döneminde böyle bir istekte bulunmuş olan havariler, yaptıklarının hata olduğunu anlayıp, özür dileme makamında maksatlarını ve samimiyetlerini ifade için (Yazır, 3:365) …:Ondan yemeyi kalplerimizin iyice tatmin olması, bize doğru söylediğini bilmek ve ona şahitlik edenlerden olmak için istiyoruz açıklamasında bulunmuşlardır. Onların bu istekleri Hz. İbrahim in وَلَكِنَّ لِيَطْمَإِنَّ قَلْبِي / kalbimin iyice tatmin olması için. (Bakara, 2/260) demesine de benzetilmiştir. Onlar, Allah ın bunu yapabileceğini ortaya koyup takrir etmek istiyorlardı (Razî, 9:285) Yani taleplerini, yanlış bir uslûp olan böyle bir soru vesilesiyle dile getirmelerine rağmen, havârîlerin Allah a imanları tamdı ve Hz. İsa ya yardımları devamlıydı.
Ashab-ı Karye ye gönderilen elçilerin de (Yâ-Sîn, 36/13) Hz. İsa nın havârîleri olduğuna dair tefsirlerde yorumlar vardır (Yazır, 6:406). Şu kadar ki, bu yorumlar tahkik ehli müfessirlerce kuvvetli deliller ileri sürülerek fazla kabûl görmemiştir (Yazır, a.y.; Mevdudî, ilgili ayetlerin tefsirinde).
İslâm tarihi kaynaklarında havârî terimi, öncelikle Hz. İsa nın on iki yardımcısı için kullanılıyorsa da, Hz. Peygamber in İkinci Akabe Biatı ndan sonra Medinelilere vekil tayin ettiği üçü Evs kabilesinden, dokuzu da Hazrec kabilesinden olan toplam on iki kişiye de havârî denilmektedir. Bazı İslâmî kaynaklar ise, Kureyş ten Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Hamza, Cafer b. Ebî Talib, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Osman b. Maz un, Abburrahman b. Avf, Sa d b. Ebî Vakkâs, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam dan oluşan on iki sahabîyi havârî olarak adlandırmaktadır. (Cilacı, 16:515)
.
Kainatın Yapısında Kur'an'ın Tarzını Aramak
Mesut Şahin
Kur'ân-ı Kerim'in hepsini okumaya vakti ve imkânı olmayanlar, sürekli bir sûresini okusalar bile, onun feyzinden mahrum kalmazlar, tümünü okumakla alacakları dersleri -kavrama kabiliyetleri ölçüsünde- yine alabilirler. Aynı şekilde bir insanın kâinat kitabının her yerini okuması, bütün bilim dalları ile ilgilenmesi mümkün olmasa da, belirli bir alanda yapacağı araştırmalar ile kâinatın tümünden alacağı derslerin bir özetini alabilir.
İnsanı Yaratan Zât aynı zamanda ona kendisini anlatmış, insana nereden gelip nereye gittiğini, varoluş gayesini bildirmiştir. Cenab-ı Allah bunu hem gönderdiği İlâhî kitaplar ile hem de bütün yarattıklarını içine alan, her insanın müşahedesine sunulmuş bulunan "kâinat kitabı" ile yapmıştır ve yapmaktadır.
Kur'ân ve kâinat her ikisi de insanı yaratan Zat'ın insanla farklı şekillerde konuşmaları, kendisini insana tanıtmalarıdır. Öyle ise her konuşanın bir konuşma tarzı, her söyleyenin söylediklerini anlatırken kullandığı bazı metodlar olduğuna göre, Yüce Yaratıcı'nın da bu iki ayrı konuşmasında ortak olan, ona ait ulvî tarzları yakalayabilir miyiz? Bazıları klâsik müzik ustalarının üsluplarına aşina olan kulaklarıyla, çalınan bir-iki notadan, hemencecik o üstadların eserlerini tanıyıverirler. İşte aynı şekilde bir mü'min de Kur'ân ve kâinat kitaplarını okuyup, Yüce Yaratıcı'nın üsluplarını yakalayıp, kalbini onlara akortlayabilir.
Burada Kur'ân ve kâinat kitapları arasındaki ana benzerlik noktalarından dört tanesini ele alalım:
1. Bütünlük (Câmiiyyeti):
Kur'ân-ı Kerim'in mucizevî özelliklerinden biri de, bildirdiği esasların, âdeta her bir sûresine, her bir âyetine, hatta her bir kelime ve harfine sinmiş olmasıdır. Bundan ötürü ehli keşf olan bazı âlimler (gizli hakikatleri Allah'ın lütfu ile bilen kişiler) bütün Kur'ân'ın Fatiha sûresinde onun da Besmele'de özlü bir şekilde bulunabileceği konusunda ittifak etmişlerdir. Kur'an'ın bu özelliği holograma benzetilebilir. Hologram tekniği ile üretilen resimlerde, her bir resim parçacığı (detayları kaybederek de olsa) bütünün özelliklerini taşımaktadır. Yani resmin küçük bir parçasından orijinal resim tekrar elde edilebilmektedir. İşte Kur'ân-ı Kerim'in de her bir sûresinde, âyetinde, hatta kelimesinde, bütününde anlatılan hakikatlerin özü bulunabilir. Örneğin Kur'ân'da ele alınan dört temel esas olan tevhid, nübüvvet, haşir ve adaletin 'Bismillah'da nasıl saklı olduğunu Bediüzzaman Hazretleri İşarat-ul İ'caz adlı eserinde şöyle açıklamaktadır:
"Evet, 'kûl' (söyle - de ki! mânâsındaki) kelimesi, Kur'ân'ın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. Bu mezkûr veya mukadder olan 'kûl' kelimelerine esas olmak üzere 'Bismillah'dan evvel 'kûl' kelimesi mukadderdir. Yani, 'Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve talim et'. Demek Besmele'de İlâhî ve zımnî bir emir var. Binaenaleyh, şu mukadder olan 'kûl' emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünkü; Rasûl olmasaydı, tebliğ ve talime memur olmazdı. Kezalik, hasrı (hasretme, birine mahsus kılma) ifade eden 'câr' ve 'mecrûr'un takdimi, tevhide imadır. Ve keza, 'er-Rahman' nizam ve adalete, 'er-Rahim' de, haşre delâlet eder."1
Peki kâinat kitabında da bu holografik özellik görülebilir mi? Bir bakış açısıyla şöyle düşünülebilir: Her doğup, yaşayıp, ölen varlık kendisinden sıkıştırılmış bir numune olan tohumunu geriye bırakıyor. İnsanın ve bazı hayvanların yumurta ve spermleri, ağaçların çekirdekleri bunlara birer örnektir. Bir tek çekirdekte bütün bir ağaca ait özellikler; cinsi, ne tür özellikleri bulunduğu, yaprağının şeklinden meyvesinin kokusuna kadar bütün bilgiler saklanmıştır. Yani çekirdeği açıp okumak mümkün olsa orada ağacı görebileceğiz. Aynı şekilde insan yumurtası veya spermi içinde bulunan DNA zincirleri de bir ağacın çekirdekleri gibi o insana ait bütün özellikleri taşımaktadır. Bunun da ötesinde DNA zincirleri canlıların her bir hücresinde bulunmaktadır. Yani her bir hücrede insanın tümüne ait bilgiler ayrı ayrı yazılmıştır. İşte Kur'ân-ı Kerim'de gördüğümüz iç içelik; işte her bir harfe sinmiş esaslar prensibi! Aradaki benzerlik inkâr edilemez.
Kur'ân-ı Kerim'deki hurûf-u mukattaa' (sûre başlarında bulunan birli, ikili, üçlü vb. harfler) bu açıdan incelendiğinde insandaki DNA zincirlerine benziyor olduğu düşünülebilir. Büyük İslâm âlimleri bu harflerin, başlarında bulunduğu sûrelerin bir anahtarı olduğunu düşünmüşler, harflerin bu sûrelerde ve âyetlerde tekrarlanış adetlerini saymışlar, onlardan birçok hikmetleri sezmişlerdir. Sonra bu harflerin (insandaki DNA zincirleri gibi) Kur'ân'ın bir kodu, şifresi olduğu hükmüne varmışlar, ancak şifreyi çözememişlerdir. İşte kâinat kitabı ve onu Yaratan'ın yazılı mesajı Kur'ân, ve işte aradaki üslup benzerliği!
Şimdi de aynı holografik özelliği diğer bir bakış açısıyla inceleyelim. Pozitif bilim dallarının kâinatın farklı farklı parçalarını araştırıp sonra benzer sonuçlara varması da yukarıdaki konuya bir delildir. Belirli bir bilim dalı içerisinde (fizik gibi) birbirinden konu olarak çok farklı alanlarda (uzay ve atom fiziği gibi) çalışan iki bilim adamı tamamen ayrı iki sistemi modellemek için çok benzer formüllerle ortaya çıkıyorlar ise, bu her iki sistemin yapılışında da aynı elin dolaştığına bir delildir. Bu, Yaratıcı'nın birliğine (tevhide) delil olduğu gibi aynı zamanda şunu gösterir; İnsanlar kâinatın farklı parçalarını ele alıp inceleseler de, onu yaratan öyle bir hikmetle yapmış ki, hep benzer kaidelere ve prensiplere varıyorlar. Çünkü birlik, ancak Bir'den sudur eder. İşte yine Kur'ân-ı Kerim'in câmiiyyetine, her bir âyetine esaslarını sindirmesine benzerlik...
Kur'ân-ı Kerim'in hepsini okumaya vakti ve imkânı olmayanlar, sürekli bir sûresini okusalar bile, onun feyzinden mahrum kalmazlar, tümünü okumakla alacakları dersleri -kavrama kabiliyetleri ölçüsünde- yine alabilirler. Aynı şekilde bir insanın kâinat kitabının her yerini okuması, bütün bilim dalları ile ilgilenmesi mümkün olmasa da, belirli bir alanda yapacağı araştırmalar ile kâinatın tümünden alacağı derslerin bir özetini alabilir.
Örneğin fizikçiler inceledikleri sistemler arasında bir benzerlik, bir ortak dil olduğu sonucuna varıyorlar. Devasa gök cisimlerinden ana rahmindeki embriyoya kadar, hatta atomik seviyedeki olaylarda, hep belirli bir periyotla bir yörünge etrafında dönmeler var. Âdeta dönmek, kâinatın bir zikri, bir nakaratı. Her şey dönüyor. Dahası fizik biliminin telkin ettiği tevhid ile bilim adamları son yüzyılda dört temel kuvvetin birleştirilmesi peşine düşmüşlerdir. Kâinatta gözlenen birçok farklı kuvvet türü incelendiğinde dört temel kuvvet diye adlandırılan gravite (kütleler arası çekim), elektromanyetik, kuvvetli nükleer ve zayıf nükleer çekim kuvvetlerine indirgenebilmektedir. Bu kuvvetler işleme prensipleri ve takip ettikleri formüller açısından o kadar benzerlikler göstermektedirler ki, bilim adamları ister istemez bunun altında yatan fiziksel bir hakikat olduğu kanaatine varmışlardır. Einstein da dahil olmak üzere birçok fizikçinin hayal ettiği ve bugünlerde de çoklarının peşinde koştuğu bu teori "Büyük Birleşim Teorisi" (Grand Unified Theory-GUT) adıyla anılmaktadır. Henüz dört kuvvetin birleştirilmesi mümkün olmamakla beraber bu konudaki inanç yeni gelişmelerle günden güne güçlenmektedir. O kadar ki son on yıldaki gelişmelerle artık fizikçilerin hayallerini "Kâinat Teorisi" veya "Her şeyin Teorisi" diye çevirebileceğimiz (The Theory of Everything) bir teori süslemektedir. Bu teorilerin en popüleri seksenli yıllarda gündeme gelen "süper cisim teorisi" (suerstrings)dir. Kâinat teorisi yirminci yüzyılın ilk yarısında temelleri atılan "görecelik" (relativity) ve "kuantum teorileri" dahil bütün fizik teorilerini birleştirecek ve en küçük atom altı parçacığı dahi sade bir matematiksel model ile ifade edebilecektir2.
Bu konu yine tevhide delil olmasına rağmen aynı zamanda şunu gösterir ki; fiziğin gravite, elektromanyetik ve nükleer gibi çok ayrı konularında çalışan insanlar ele aldıkları sistemler arasındaki benzerlikler sebebiyle, aynı dersi fakat farklı şekillerde alıyorlar. Biri gezegenlerin arasındaki kuvveti hesaplarken diğeri çekirdeğin elektron üzerindeki cazibesini hesaplıyor, fakat özünde aynı dersi öğreniyorlar. O kadar ki sonunda bütün her şeyin altında bir tek fiziksel hakikatin yattığı kanaatine varabiliyorlar.
Matematiğin fiziksel sistemleri modellemek için kullanılmasıyla ortaya çıkan örnekler bunu daha açıkça ortaya koyuyor. Belirli bir alanda kullanılan formüller ve hatta bilimsel yaklaşım metodları başka bir alana rahatlıkla adapte edilebilmektedir. Mekanikte ısı transferi konusunda uğraşan bir bilim adamının bulduğu formüller (Fourier dönüşümleri) bugün elektronik, akustik ve hatta tıp konusunda kullanılabilmektedir. İnsanlar bir işaretin frekanslarına ayrılabileceğini bu dönüşümlerin keşfedilmesi ile öğrenmişlerdir. Fakat insan kulağı bu dönüşümün temelinde yatan frekans ayırma işlemini orta kulakta bulunan bir doku yardımı ile Hz. Âdem'den bu yana yapmaktadır. İnsanlar matematiği yüzyıllar boyunca çalışarak öğrenmiştir. Oysa kâinat o dili var oluşundan beri konuşmaktadır. Başka bir örnek; bir olasılık dağılım modeli (Poisson) insan ve diğer canlılardaki sinirlerin paketçikler hâlinde salgılanma miktarlarını modellediği gibi, bir X-ışını üreten elektron tüpünün yayınladığı foton sayısını da modelliyor. Biri canlı organizmasına dair biyolojik bir olay, diğeri ise Tungsten'in ısıtılması ile ortaya çıkan tamamen fiziksel bir özellik. Bir diğer örnek; İnsan vücudundaki kan basıncı, sıcaklık, nefes alma hızı gibi parametrelerin optimize edilmesi için kullanılan sistemler, sistem mühendisliği açısından, bir füzenin kontrolü için kullanılan optimizasyon formüllerinden farklı değildir.
Sistem mühendisliği genellikle elektronik alanında uygulama bulmaktadır. Oysa insan vücudundaki kompleks ve çok parametreli olan sinirsel ve enzimatik sistemlerinin oluşturduğu kapalı ve açık çevrim kontrolleri tamamen sistem mühendisliğinin metodları ile incelenebilir ve incelenmeye başlanmıştır. Bu da biyomedikal dediğimiz yeni bir sahaya girmektedir. Daha binlerce örnekler verilebilir... Burada dikkatleri çekmek istediğimiz asıl konu ise şudur: Kâinatta milyarlarca farklı sistem aynı matematiksel ifadeleri takip etmekte, bir başka deyişle matematik dili ile aynı hakikatları anlatmaktadırlar.
Matematik sadece dillerden bir dil. Yukarıda matematik ve fizik için yapılana benzer bir incelemeyi biyoloji, kimya gibi dallar için de yapabiliriz. Her bir ilim dalı bir dildir. Her bir ilim dalı Cenab-ı Allah'ın Hakîm, Adl, Musavvir gibi farklı isimlerine bakarlar. Kâinat kitabının birer sûresi veya âyeti gibi olan hayvanlar ve bitkiler âlemi gibi parçalarda bu isimler, bazıları daha kuvvetli olmak üzere, her biri ayrı ayrı tecelli ederler. Örneğin matematik gözlüğü ile yaklaşan bir araştırmacı incelediği sistemde Adl isminin tecellisini görürken, bir biyolog Hay ismini daha iyi görebilir. Ancak burada söylemek istediğimiz şudur; örneğin bir hücreyi inceleyen de bir insan organizmasını inceleyen de Cenab-ı Allah'ın isimlerini ve isimlerin gerekleri olan, bize öğrettiği esasları, inceledikleri o sistemlerden alabilirler.
Evet! Nasıl ki Kur'ân-ı Kerim'i kafası ve kalbi ilâhî esintilere açık kimseler kısa bir sûrede, hatta belki bir âyette Kur'ân'ın ruhunu hissedebiliyorlar ve bu Mu'cizevî Kitab'ın bütününün verdiği mesajdan nasiplerini alabiliyorlar ise; kâinatın küçük bir sistemini herhangi bir bilim dalı çerçevesinde incelemek de bize yaratılışın tamamı hakkında kuvvetli bilgiler verir. Sistemden sisteme geçtiğimizde kendimizi kaybetmeyiz. Kâinatta bir tutarlılık vardır. Hayatını hücreyi incelemeye vermiş bir kişi ile insanın tümünün fizyolojisini inceleyen bir kişi oralarda kullanılan hikmetlerin benzerlikleri sebebiyle, Cenab-ı Allah'ın hep Rahîm, Rezzak, Şafi', Hakîm gibi isimlerine giden yolları bulacaktır. Yani hepsinde Cenab-ı Allah'ın taklid edilmez mühürleri, isimleri ile karşılaşacaktır.
Sözün özü, Cenab-ı Allah hem Kur'ân'a hem de kâinat kitabına bu iç içe geçmiş parçada bütünü özetleyen üslûbu koymuştur.
2. Derinlik
Kur'ân-ı Kerim derinlemesine incelenmeden okunduğunda, sade bir anlatım üslubuna sahiptir. Âyetler lâfzında sevimli, hoş, lâtif, okunduğunda dinlendirici, duygulara hitap ederek dinleyeni kendine cezbedicidir. Diğer yandan, âyetler bilgili ve keskin nazarlar tarafından dikkatle incelendiğinde derinleşirler. Derinlere indikçe aklın payı artar, daha çok düşüncelere hitap etmeye başlarlar. Akıl hayrete düşer, önüne uçsuz bucaksız koridorlar açılır, dibi bulunmaz. Fıkıhla meşgul olanlar bir âyetten ibare, delâlet, işaret ve iktiza mânâları gibi dört tabaka mânâları alırken, aynı âyetten psikoloji kendine göre bir kanunu; sosyoloji içtimâî hayatın bir prensibini, tasavvuf başka bir inceliği, diğer ilimler de kendileriyle ilgili daha başka düsturları bulabilmektedir3. Bu şekilde bir âyet pek çok hakikatlere işaret etmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bir hadis-i şerifinde: "Muhakkak her âyet için bir zahirî (sarih) mânâ, bir batınî (işârî) mânâ ve muttali olunan bir had vardır. Ayrıca her bir had için dallar, furuat, budaklar (ayrı ayrı mevzular ve ilimlerle ilgili mânâlar) vardır."4 buyurmuştur.
Bu hikmetledir ki, onu okuyan bir deve çobanı da olsa, müdakkik bir âlim de olsa kendilerine göre değişik derinliklerde dersler alırlar. Nur âyetini okuyan bir kişi Cenab-ı Allah'ın nuruna dair lâtif bazı dersler alabileceği gibi, bir diğeri de aynı âyette elektrik ampulüne işaret eden deliller görebilir. Buna benzer verilebilecek binlerce örnek ile denilebilir ki, Kur'ân'ın lâfızlarındaki kulakları okşayan o lâtif ifadeler derinlemesine incelendiğinde aklı şaşırtan hikmetler zenginliğine açılan kapılar olurlar.
Peki kâinat kitabında da bu derinlik var mı? Şöyle bir çıksanız kırlara, her şeyin ne kadar lâtif, göze, kulağa ve bütün insan hissiyatına hoş gelen nağmeler ile dolu olduğu görülür. Zahirdeki bu güzellik ister istemez, insanı tefekküre sevk eder. Bu cazibeye kapılıp incelemeye koyulan bir bilim adamının ise kâinat artık daha çok aklına hitap etmeye başlar. Karşılaştığı sistemler, bir saatin çarkları gibi işleyen hassas dengeler, aralarındaki matematiksel ilişkiler onu şaşırtır, hayrete düşürür. İlerledikçe açılır, sonu hiç gelmez. Özellikle temel ilimlerle uğraşan herhangi bir bilim adamı ile beş dakikalığına bir görüşün. Konuştuğunuz kişi hangi inanç ve düşünce sistemine sahip olursa olsun, çalıştığı konuya hayran olduğunu ve konusunun dibi bulunmaz bir sırlar âlemi olduğuna inandığını göreceksiniz.
Kur'ân-ı Kerim'deki âyetler gibi bilim dünyasındaki sistemler de birçok hakikatlere işaret ederler, ama sırlarını hemen ele vermezler. Nöroloji biliminin sadece bir alt konusu olan sinir hücrelerinin (neuron) mesajı nasıl ilettiği sorusu, biyoloji, kimya, fizyoloji ve biyomedikal mühendisleri gibi farklı dallardan birçok araştırmacıyı yıllardır uğraştırmaktadır. Bulunanlar sadece sinir hücrelerinin genel davranışlarını modellemekten ileri gidememektedir. Her bulgu bilinmezlerden bir kapı açarken arkasında yüzlerce kapalı kapıyı ve soruyu karşımıza çıkarmaktadır. Sistemin can damarı olan, püf noktası tabir edebileceğimiz kısımlar ise hep perde arkasında kalmaktadır. Örneğin, sinirlerin sırrı henüz tamamen anlaşılmamıştır. Diğer fizyolojik sistemlerde olduğu gibi araştırmacı her elde ettiği bulgu sonucunda karşısına çıkan yeni sorularla bir dipsiz kuyuya iniyor hissine kapılmaktadır. İşte aynı derinlik, aynı ucu bulunmazlık Kur'ân'da da mevcuttur.
Kur'ân-ı Kerim'in ciddiyetle yaklaşmayanı kendisine muhatab kabul etmemesi, sırlarını açıp mesajını vermemesi de kâinat kitabına benzer. Hangi bilim dalı disiplinsiz ilerleyebilir? Hangi bilim adamı aşk derecesinde bir merakla kulak kabartmazsa yaratılışın hikmetlerini keşfedebilir? Sanki öncelikle o ilmi almaya hazır eden bir terbiyeden geçmek gerekir ki, İzzet-i İlahîyeye sonradan saygısızlık edilmesin; sırrı açılan hikmet basit görülmesin; şifresi açılmış bir kilit gibi kenara atılıp o hakikata hürmetsizlik edilmesin. Aynı şekilde insan ancak Kur'ân-ı Kerim'in mesajını çok iyi dinleyip onu kendi hayatına uygulamaya hazır hâle gelmişse, bu İlâhî Kitap o kimseyle konuşmaya başlar. Bu da tefekkürle ve ibadetle kazanılan bir terbiye ve disiplin ile olur. Böylece o hikmetlerin kapısı çalınır. Ondan sonra Kitap, kendisini bize muhatap alır ve konuşur. Emirlerini, yasaklarını bildirir. Bunların arkasındaki güzellikleri, İslâm'ın insan fıtratına nasıl da uyduğunu gösterir. Kişinin kalbine akar ve orada tahtını kurar. Aksi hâlde, o mesaja kendini hazırlamamış, o disiplini almamış kişilere emirler anlaşılmaz gelir. Hele Allah'ın kitabında haber verdiği kalbi mühürlenmiş olanlar O'nun bu ilâhî mesajına asla muhatap olamazlar.
Sözün özü, her iki kitabın kişiye konuşabilmesi için, o kişinin okuduğu kitapta çok derin, diğer ucu sonsuzda, ilâhi bir mesaj olduğuna inanmış, o disiplini almış, kalbine onun beklentisini koymuş olması gerekir. Aksi hâlde, kitap susar, değeri anlaşılmaz, elmas kristalleri değerindeki hakikatler cam parçaları gibi görünmeye başlar, kesifleşir.
3.Ahenk:
Bir başka üslup benzerliği de, iki kitapta da ortak olan ahenkte bulunabilir. Kur'ân-ı Kerim'in makamlı okunuşu ile ortaya çıkan kendine mahsus ses iniş-çıkışlarını, kafiyelerini ve "Halaka es-samavatu vel-ard"5 gibi lâfızlarını hatırlayalım. Bu Mu'cize Kitab'ı okumak, insanı ne monotonluk içerisinde sıkar ne de gelişi güzel iniş çıkışlarla huzursuz eder. Bir araya gelen bulmaca parçalarının birbirlerine uyması gibi insan ruhunun susuzluğuna su olur ve onu doyurur. Belki de Kur'ân-ı Kerim'deki bu kendine has ahenk ile insan ruhu arasında akordu sağlayan bilmediğimiz çok önemli benzeşimleri var. Belki de insanı doyuran bu ritim benzeşimidir.
Peki, yukarıdaki ahenk, kâinat kitabında da bulunabilir mi? Yemyeşil bir ovanın ufkunda doğmakta olan güneşi seyreden bir insan da böyle bir huzur duymaz mı? Kuş seslerini, kumsaldaki deniz dalgalarını, şırıl şırıl akan bir dereciği, lapa lapa yağan bir karı, altın sarısı başakları, binbir renge bürünmüş balıklar ve kuşlar alemini dahası uzayın kadife siyahı boşluğunda mevlevî gibi dönen mavili-beyazlı yerküreyi seyreden bir insan da böyle bir huzur duymaz mı? Tabiata daha yakın kırsal yörede yaşayan insanların ruhsal olarak çok daha huzurlu olduğunu göstermek için uzun bilimsel araştırmalara gerek yoktur her hâlde. Kâinatı yaratan Sanatkâr, ona öyle bir elbise giydirmiş ki temaşa eden insan huzur bulur. Ruhu kâinatta kendindeki ritimlerin aynılarını bulup onlara akort olur.
Kur'ân-ı Kerim'deki monotonluktan uzak, ancak rahatsız edici, bir ahenk kıtlığı içerisindeki değişimlerden de beri bir akış, kâinat kitabında da mevcuttur. İnsan dönme dolaptaki gibi dönüp dönüp aynı yere gelen bir sözde değişimden de sıkılır; onu da monoton görür. Diğer yandan çakıllı bir yolda giden at arabaları gibi beklenmedik ve ahenksiz sarsıntılarla dolu bir gidişi de sevmez. İnsan ruhuna hitap eden değişim şekli, günün aya, ayın mevsimlere, mevsimlerin yıllara dolanması gibi, dönüşümlü fakat aynı noktaya dönmeyen, güneş sisteminin uzaydaki yolculuğu gibi helezonik, her adımda bir ileri noktaya eren, ara sıra da yaz yağmuru, kışın gelen bir-iki güneşli gün gibi süprizlerle dolu bir ahenktir. Hem Kur'ân hem de kâinat işte böyle bir ahenkle yazılmış, okunması insanı hiç sıkmayan birer kitaptırlar.
Ayrıca böyle iniş çıkışlı bir ahengi, Kur'ân'ın yalnız okunuşunda değil, anlatımında da bulmak mümkündür. Her sûre belirli bir konuya atfedilmiş, olayları kronolojik sırayla anlatan monoton bir sıralanışa veya içerik olarak tek düze bir anlatışa kesinlikle sahip değildir. Konudan konuya geçer görünür, ancak hep aynı esasları öğretir. Ve sonunda "Alîmün Hakîm" "Ve Hüve ala Külli Şey'in Kadir", gibi tekrarlarla el-Esmâü'l-Hüsnâ'yı anarak, öğrettiği esaslara onları mühür yapar. Maksadın, verilen düsturun Allah'ın hangi güzel ismine baktığını söyleyerek konuyu noktalar ve dersini verir. Ve bu tekrarları Kur'ân'ın değişik yerlerinde görürüz. Aynen, kâinat kitabının zaman içerisinde geçirdiği safhalar olan tarihin kendisini tekrar edip önemli derslerini insana tekrar tekrar vermesi gibi...
4. Terbiye Metodu:
Kâinat kitabı ile Kur'ân arasındaki üslup benzeşimleri daha pek çoktur. Örneğin her iki kitabın da bir terbiye etme metodu vardır. Söylediklerinde son derece kararlı ve ortaya koyduğu kanunlar ile güçlü bir sistem örneği ortaya koyarlar. Olaylar karşısında her zaman bir tercihleri vardır. Dinleyen doğrunun bir tane olduğuna ikna olur. Lâkayt değillerdir, karşısındakine ciddiyet telkin ederler. Sanki dinleyicilerine bir ebeveynin olgunluk, kararlılık, bilgelik ve müşfikliği içerisinde ders verirler.
Gerçekten de Kur'ân gibi kâinatın da şa'şaalı ve görkemli bir sistemi vardır. Muhatapları bir yönetim, bir sistem, bir düzen ile karşı karşıya olduklarına kanaat getirirler; kâinatta bir düzensizlik göremezsiniz. Havadaki cansız zerrelerden tutun da canlılar âlemine kadar herhangi bir varlığın görevini yerine getirmediği, laubalilik yaptığı görülemez. Tabiat kanunlarından maksimum seviyede istifade etmek istenirse doğru olan metot birdir. Kaynaması için suyu her zaman ısıtmak gerekir. Havada bırakılan bir şey her zaman yere düşer. Yani kâinat insana bir mantık sistemi verir. Doğru nedir, yanlış nedir konusunda bir yol gösterir. Kimsesiz bir adada doğup büyüyen bir insan bile bu mantık sistemini, doğru ve yanlış kavramlarını az çok kendiliğinden, tabiattan aldığı dersler ile öğrenebilir. İşte Kur'ân-ı Kerim'deki ve kâinat kitabındaki bu ciddî, heybetli ve kararlı terbiye tarzları birbirlerine benzerler.
Kendisine uyan ile isyan edenleri bir tutmazlar. İtaatkârı alkışlar, sırtını sıvazlar, ödüllendirirler. İsyankârı ve düzen bozucuyu ise şiddetle kınar, ceza ile korkuturlar.
Hepimiz biliriz: Tabiat kanunlarına uyanlar, bir işi en çabuk ve en az zararla yaparlar. Aksi hâlde başını taşa vurur, kazalara sebep olurlar. İsyan edip tabiat kanunlarına tamamen uymayanların sonu ise felâkettir, mezarlıktır. Yani insan her iki kitap karşısında da terbiye ve disiplinin şart olduğu kanaatine varır. İşte bu gibi nedenlerledir ki hayattan birçok dersi alabilmiş olan yaşlı kişileri ekseriyetle çok ağırbaşlı, terbiyeli ve itaatkâr görürüz. Henüz hayatın acemisi, bilgi yönünden daha geri gençlerde bulunması gereken saygı ve terbiye yaşlılarda daha ziyade görülür. Çünkü hayat okulundan da Kur'ân'ın kitabı ve onun okuyucusu olan hayattan da, Kur'ân-ı Kerim gibi, insana kendisinin efendi değil kul olduğunu, kudret sahibi değil mutlak aciz olduğunu, zengin değil mutlak fakir olduğunu ve en menfaatli ve sevimli hareketinin isyan değil itaatkârlık olduğunu telkin edici olduğunu anlarlar. İşte Kâinat ve Kur'ân'ın insanı terbiye ederken kullandıkları bu metotlar birbirlerine çok benzerler.
Yukarıda kısaca değindiğimiz Yüce Yaratıcı'nın bu iki mesajlar kitabındaki konuşma üsluplarına dair misaller daha çok çoğaltılabilir. Ve belki bunlar kâinatın, Yapıcısının da, o kâinatın içindeki kullarına gönderdiği mesajlar kitabı Kur'ân-ı Kerim'in Sanatkârı'nın da ve her iki kitapta konuşanın da aynı Zât olduğuna inanan kalpler için binlerce delillerin üzerine bir delil daha olabilir. Meseleye sadece dikkatleri çekerek sözü bu konuda liyakatı olan kişilere bırakıyoruz.
Dipnotlar
1 Bediüzzaman Said Nursî, İşarat-ul İ'caz, s.12-13. • 2 P.C.W. Davies and J.Brown, Superstrings, Cambridge University Press, 1988. • 3 Safvet Sanih, Kur'ân ve İlimler, Nil A.Ş. İzmir, 1992. s. 2 • 4 Taberânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyub, el-Mu'cemul Kebir, Mektebü'l Ulûm, Musul, 1983, 9/136; Abdürrezzak, Ebû Bekir es-San'ânî Musannef, el-Mektebü'l İslamî, Beyrut,1982,3/358. • 5 En'am 6/1; A'raf 7/54; Tevbe 9/36
Kur'ân Mûsikisindeki İ'caz: Ses - Manâ Uyumu
Prof. Dr. Mehmet Soysaldı
İ'câz kelimesi lügatte, “âciz bırakmak” anlamına gelir (İ. Manzur 1990, 5: 369; el-İsfahanî 1992, 547). Bir şeyin benzerini yapmaktan âciz bırakan şeye de “mu'cize” denir (Müslim 1999, 18). Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'in en büyük ve ebedî mu'cizesidir.
Bütün peygamberler ilâhî bir vazife ile Allah tarafından gönderilmiş ve mu’cize ile teyit edilmişlerdir. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade etmektedir: “Gönderilen her peygambere nübüvvetini teyit eden mucizeler verilmiştir. Bana verilen ise, Allah'ın gönderdiği vahiydir. Onun için kıyamet günü ümmetimin sayıca diğer peygamberlerin ümmetinden çok olmasını ümit ediyorum.” (Buharî, “Fedailü'l-Kur’ân”, 1).
Geçmiş peygamberlerin mucizeleri, sadece o devirde yaşayanlar ve orada hazır bulunanlar tarafından müşahede edilebilirdi. Kısaca ifade etmek gerekirse, onların mucizeleri sürekli değil, geçici ve hissî idi. Meselâ, sihrin revaçta olduğu ve ünlü sihirbazların yaşadıkları bir devirde, Hz. Musa'ya sihirli bir âsâ verilmiş, bununla sihirbazlar mağlup edilmiştir. Tıbbın ilerlediği bir zamanda gelen Hz. İsa'ya ise bu alanda büyük mucizeler verilmiş ve O (a.s.), anadan doğma kör, dilsiz ve sağır olan hastaları iyileştirmiş, ölüleri diriltmiştir. Önceki peygamberlerin getirmiş oldukları hissi mucizeleri vefatlarından sonra varlık âleminden silinmişlerdir. Onların varlıkları ancak Kur’ân-ı Kerim'in haber vermesiyle bilinmektedir (Zerkanî 1980, 2: 336).
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in mucizesi ise bütün insan fakültelerine hitap ediyordu ve kalıcı idi. Onun zamanında Arap dili ve belâgatı en yüksek dereceye ulaşmış, âdeta altın çağını yaşıyordu. İşte böyle bir devirde sunulan en büyük mu’cize, hiç şüphesiz ki, belâgat ve fesahatin en büyük timsali olan ve taklidi mümkün bulunmayan Kur’ân-ı Kerim'in ümmi nebî Hz. Muhammed (s.a.s.)'e vahyedilmesi olmuştur. Kur’ân, Yüce Allah'ın ezelî kelâmıdır. Onun bir benzerini getirmek mümkün değildir.
Bir Arap şairi ne güzel der:
Önceki peygamberlerin getirdikleri mucizeleri yok olup gitti.
(Ey Muhammed!) Senin getirdiğin kitap kıyamete kadar yok olmayacaktır.
Çünkü zaman uzadıkça onun âyet-i kerimeleri yenilenmektedir.
Eski(mez)lik asaleti onun âyetlerini süslemektedir (Sabunî, 136-137).
Peygamber Efendimiz tebliğ vazifesine başlayınca, Araplar ondan risalet ve nübüvvet görevi ile görevlendirilmiş bir kişi olduğuna dair deliller istediler. Peygamberimiz onlara Allah Tealâ'nın şu âyetleriyle cevap verdi:
“Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım. Kendilerine ok unan bir Kitab'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır.” (Ankebût, 29/50-51).
Cenab-ı Hakk'ın, Resûlünün peygamberliğinin doğruluğuna ve onun ancak bir mübelliğ olduğuna dair Kur’ân'da bu âyetlerle vermiş olduğu teminata rağmen onlar, inatlarında ve inkârlarında ısrar ettiler ve ondan yüz çevirerek:
“Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman, 'İşittik, işittik! İstesek biz de aynısını söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır'.” (Enfâl, 8/31) dediler. Müşriklerin inkârcı tutumları karşısında Yüce Allah (c.c.), Peygamberinin haklılığını ve Kitabının eşsizliğini ispat için onlara meydan okuyarak şöyle buyurdu: “Doğru (sözlü) iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.” (Tûr, 52/34). Allah, onlara bu hususta uzunca mühlet verdi, yapamadılar. Sonra, asılsız uydurma şeyler dahi olsa tesir ve belâgat bakımından on sûrenin benzerini yapmalarını onlardan istedi: “Yoksa, 'O'nu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru (sözlü) iseniz Allah'tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın)!'” (Hûd, 11/13) Bunu da yapamayınca, bu defa Kur’ân'ın benzeri kısa bir sûre getirmelerini istedi:
“Yoksa 'O'nu uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer doğru (sözlü) iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!'” (Yûnus, 10/38) Bunu, daha sonra Bakara sûresi, 23. âyetinde de tekrar etti. Bütün gayret ve çabalarına rağmen Kur’ân'ın kısa bir sûresinin dahi bir benzerini getiremediler. Bundan sonra da ortaya çıkan acziyetlerini Yüce Allah şöyle ilân etti:
“De ki: 'Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur’ân'ın bir benzerini meydana getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini meydana getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar).'” (İsrâ, 17/88)
Kur’ân'ın açıkça meydan okuyuşu karşısında onların kin ve nefretleri galeyana geldi ve Kur’ân'ın bir benzerini yapmak için bir hayli uğraşıp didindiler. Çalışmalarının en ufak bir semeresini alamadıklarını görünce de şaşkına döndüler, Kur’ân'ın -hâşâ- bir “sihir”, veya “kehanet” veyahut da “şiir” olduğunu söylemeye cüret ettiler (Zuhruf, 43/30; Sâffât, 37/36). Kur’ân'ın bir benzerini ortaya koyamayınca, artık Müslümanlarla alay etmeye, onlara hakaret etmeye başladılar. Müslümanlara eziyet etme yolunu da denedikten sonra kılıca sarıldılar ve neticede de Hz. Peygamber Efendimiz'i asıl vatanı Mekke'den hicret etmek zorunda bıraktılar (Karaçam 1990, 116).
Kur’ân pek çok yönden mu'cizdir. Yani onun i’cazını sadece dili, üslubu ve fesahatinde aramak hatalıdır. Kur’ân 23 senede inmiş olmasına rağmen sanki bir defada inmiş gibi insicam ortaya koyması, ihtiva ettiği ilimler, geçmiş ve geleceğe dair verdiği gaybî haberler ve her asırda beşerin bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir nitelikte olması, onun i'caz yönlerinden bazılarıdır.
Kur’ân'da Lâfız, Manâ ve Ses Uyumu
Bazı İslâm âlimleri Kur’ân'ın mu’cizevi yönlerini iki yüze kadar çıkarmaktadır. İşte Kur’ân'ın mucizevi yönlerinden biri de âyetlerdeki kullanılan lafız, mana ve ses arasındaki uyumdur. Yani Yüce Allah, âyetlerde kullandığı lafızları öyle mükemmeldir ki, bu lafızların anlattığı manâ ile sesin bir uyum içinde olduğunu görmekteyiz. Biz burada Kur’ân'ın lâfız, mana ve ses uyumu açısından i'cazını örneklerle açıklamaya çalışacağız.
Örnek 1:
“Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir.” (En'âm, 6/125).
Bu âyette Yüce Allah, doğru yola iletmek istediği kimsenin gönlünü İslâm'a açacağını, saptırmak istediğinin gönlünü de göğe doğru çıkmak isteyen insanın göğsünün daralması gibi daraltıp sıkacağını bildirmektedir.
Bu âyette bir fizik yasasına işaret vardır. Yüce Allah: “Allah, kimi saptırmak isterse, onun gönlünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.” buyuruyor. Âyet, mü'minle kâfirin ruh halini belirtmek için verdiği örnekle göğe yükselen insanın göğsünün daralacağına, tıkanacağına, o adamın güçlük çekeceğine işaret etmiştir.
Bilindiği üzere yükseğe çıktıkça hava basıncı düşer nefes almak güçleşir. Nefes alması güçleştikçe göğsü daralıp sıkılmaya başlayan insan, boğulacak gibi olur. Her yüz metre yükseldikçe basınç bir derece azalır (Ganong 1996, 2: 841; Komisyon 1986, 2: 809-810). 15-16 bin metre yükselince özel cihazlar olmadığı takdirde insan nefes alamaz, havasızlıktan boğularak ölür.
İşte hava basıncını ölçen aletlerin bulunmadığı bir zamanda inen Kur’ân, göğe yükselen insanın göğsünün daralıp tıkanacağını söylemekle bu fizik kanununa da işaret etmiş olmaktadır. Hiç kuşkusuz bu ifade, bir Kur’ân mu’cizesidir. Ayrıca yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağını canlandırmak üzere “yessa'adü” kelimesinin seçilmesi de fevkalâde dikkat çekicidir. Bu kelimeyi telâffuz ederken âdeta boğaz tıkanmakta, nefes daralmaktadır. Seçilen kelime, aynı zamanda delâlet ettiği anlamı yansıtmaktadır. Yani manâ ile lâfız tam bir uyum içindedir; lâfız manânın tam kalıbıdır.
Örnek 2:
“(Ey Habibim!) De ki: ' İnsanlardan ve cinlerden ve insanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların İlâhı, insanların Melik'i ve insanların Rabbi olan Allah'a sığınırım.'” (Nâs, 114/1-6).
Bu sûrede cinlerden ve insanlardan, gizlice insana sokulup ona fısıltı ile kötü düşünceler telkin eden şeytanın ve şeytan gibi kimselerin şerrinden Allah'a sığınılması emredilmektedir. Şeytanın vesvesesi anlatılırken seçilen kelimeler vesveseyi, gizlice söylenenleri âdeta tasvir etmektedir. Sûreyi tecvid kaidelerine göre düzgün bir tarzda okuduğumuzda; Kul e'ûzü bi-rabbi'n-nâsi meliki'n-nâsi ilâhi'n-nâsi min-şerri'l-vesvâsi'l-hannâsi ellezî yüvesvisü fî sudûri'n-nâsi mine'l-cinneti ve'n-nâs. kulağımıza sürekli bir fısıltı sesi gelmektedir. Yani sûre boyu kelimelerinin sonunda, bazılarının hem sonunda hem ortasında (s)lerden kulağa bir fısıltı yankılanmaktadır. İşte böylece Kur’ân, kullandığı lafızlar ile ses tonları arasındaki uyumla bir bütünlük arz etmektedir.
Örnek 3:
“Onlar, mü'minlerle kâfirler arasında bocalayıp dururlar; ne onlara bağlanırlar ne de bunlara. Her kimi de Allah şaşırtırsa sen ona hiçbir yol bulamazsın.” (Nisâ, 4/143).
Bu âyette münafıkların durumu anlatılmaktadır. Onlar, iman ile küfür arasında kararsız bir şekilde ve sürekli tereddüt içinde devamlı zikzak çizmekte, mü'minlerle kâfirler arasında gidip gelmektedirler. Ne mü’minlere katılırlar, ne de kâfirlere, ikisi arasında bocalar dururlar, çünkü onları Allah şaşırtmıştır. Allah'ın şaşırttığına da artık yol bulunmaz. Münafıkların bu mütereddit durumlarını anlatmak için seçilen "müzebzebîne" kelimesi telaffuz edilirken ses de gidip gelmektedir. Âdeta onların bu durumları seçilen kelimedeki sesin gidip gelmesiyle ifade edilmektedir. Zıp burada zıp oradadırlar.
Örnek 4:
“İçlerinden biri: 'Yusuf'u öldürmeyin, onu bir kuyunun deriliklerine bırakın. Böyle yaparsanız yolculardan onu bulup alan olur' dedi.” (Yusuf, 12/10).
Hz. Yusuf'u (a.s.) kıskançlıklarından dolayı kardeşleri öldürmek isterler. Böylelikle babalarının teveccühünü kendilerine çevirmek düşüncesindeydiler. Yusuf'un kardeşleri onu öldürmeye karar verdiklerinde içlerinden biri, “Yusuf'u öldürmeyin; onu derin bir kuyunun dibine atın!” teklifinde bulundu. Bu teklifi kabul eden diğer kardeşleri onu kuyuya attılar. İşte bu âyette Hz. Yusuf'un derin kuyunun dibine atılması anlatırken "gayâbeti'l-cübb" terkibi kullanılmıştır. Bu lafızda ğayâbe kelimesi bir boşluk hissi verirken, cübb kelimesi ise suya atılan bir şeyin çıkardığı sesi vermektedir.
Örnek 5:
“Gök yarıldığı zaman.”(İnşikak, 84/1)
Bu âyette kıyametin kopması anında göğün yarılacağından bahsedilmektedir. Yarılmayı ifade ederken kullanılan "inşakkat" kelimesinin telâffuzunda çıkan ses, o yarılmayı insanın kulaklarında açık bir şekilde çınlatmaktadır.
Yine, “Sonra yeryüzünü öyle bir yardık ki.”
(Abese, 80/26) âyetinde ise, Yüce Allah, hayvanların ve insanların istifade etmesi için gökten yağmur yağdırdığını ve yeryüzünü göz göz yardığını ve orada ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdiğini anlatmaktadır. İşte Yüce Allah, yeryüzünü göz göz yardığını anlatırken kullandığı "şakaknâ" ve "şakka" kelimelerinin telâffuzunda çıkan şâk, şâk sesi o yarılışı insanın zihninde canlandırmaktadır.
Örnek 6:
“Vahşi hayvanlar toplanıp bir araya getirildiği zaman.”
(Tekvîr, 81/5).
.
Yakîn Kavramı Üzerine
Prof Dr. Mesut Erdal
Kur'an tefsirlerinde وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine kulluk et" (Hicr, 99) ayetindeki yakîn kelimesinin müfessirler tarafından dar bir anlamla sınırlandırılarak "mevt/ölüm" diye tefsir edildiğini görüyoruz. Meal yazarları da genellikle yakîn kelimesine "ölüm" anlamı verirler ve ayeti, "Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et" şeklinde dilimize çevirirler. Ne var ki yakîn kavramı ve türevlerinin Kur'an bütünlüğü içinde kazandığı anlamlara baktığımızda karşımızda geniş ve farklı ufuklar açıldığını görebiliriz.
Bu makalede "yakîn" kavramına müfessirlerimizin ve diğer bazı ulemânın yaklaşım biçimlerine değinilecek, akabinde de Kur'an'ın bütünlüğü içerisinde tercih ettiğimiz anlam üzerinde durulacaktır.
Yakînin sözlük ve terim anlamı
Yakîn, kesinliğe ve sübuta delalet eden bir sıfat-ı müşebbehe olup, ي- ق -ن maddesinden gelir. İnsanın şeksiz biçimde sahip olduğu bilgiye yakîn, ilmin en üst derecesine de ilme'l- yakîn denilir.1 Yakînin zıddı ise şek veya şüphedir.
Râğıb el-Isfahânî "Yakîn, ilme ait bir özelliktir. Marifet ve dirayetin fevkindedir. Bu nedenle ‘yakîn ilmi' denmiş ama, ‘yakîn marifeti' tabiri kullanılmamıştır." der.2 "Yakîn" kelimesi Kur'an'da sekiz kere geçmekte, türevleriyle birlikte ise toplam yirmi sekiz defa zikredilmektedir. Tekâsür suresinde ilme'l- yakîn ve ayne'l- yakîn terkibiyle, Vâkıa ve Hâkka surelerinde de hakku'l- yakîn tamlamasıyla zikredilir. Genel olarak yakîn ve türevlerine baktığımızda, yakîn müminlerin sahip oldukları veya ayetleri anlamak için sahip olmaları gereken bir sıfat şeklinde öne çıkarılırken, yakînden mahrum olanların küfür veya nifak içinde bulunanlar olduğu anlaşılır. Bir de içlerinde yakîn olduğu halde zulüm ve kibir sebebiyle inkara sapan kişilerden söz edilir.
Tasavvuf ilminde yakînin anlamı
Yakîn, mutasavvıflarca, "gaybla ilgili hükümlerin üzerindeki sır perdesinin açılıp hakikatinin gözükmesi, iman kuvvetiyle hakikati gözle görüyor gibi müşahede etmek, kalpteki itiraz ve çekişme halinin gitmesi, gaybı müşahede anında kalpteki şek ve şüphenin kalkması" gibi ifadelerle tanımlanmıştır.3
Ebu Tâlip el-Mekkî'ye göre yakîn halinin mertebeleri şunlardır: Evvela tövbe gelir. Sonra sırasıyla sabır, şükür, recâ, havf, zühd, tevekkül, rıza ve muhabbet.4
Abdullah el-Herevî yakîn mertebelerini şöyle sıralar: Yakîn bu yola sülûk edenlerin bineğidir. Avâm için yakîn varılacak en son hedeftir. Havâssa gelince, yakîn onların ilk durağıdır. Üç basamaktan oluşan yakînin ilk mertebesi, ilme'l- yakîndir. İlme'l- yakîn, Hak'tan bize zâhir olan ve bize ğâib olan her şeyi en baştan kabul etmek ve hakkı ikame etme konusunda dimdik durmaktır. İkinci mertebe ayne'l- yakîndir ki, delil getirme ve haber vermeye muhtaç olmayıp hakikati doğrudan doğruya müşahede etmek. Üçüncü mertebeye gelince hakka'l- yakîndir. Hakka'l- yakîn ise, keşf sabahının iyice aydınlanması, sonra yakînin külfetinden kurtulma ve en sonunda da hakka'l- yakînde fâni olmaktır.5
Hülasa yakîni bazıları şekten, şüpheden kurtulmak; doğru, sağlam ve kesinlerden kesin bir bilgiye, hem de herhangi bir tereddüt ve kuşkuya düşmeyecek şekilde ulaşmak ve o bilgiyi ruha mâl etmek, bazıları da onu, imanda delil ve burhanları aşarak, " latîfe-i rabbâniye" yoluyla gaybları müşâhede, eşyanın perde arkasını murâkabe ve sırları muhafaza şeklinde de anlamışlardır.
Hadislerde Yakîn kavramı
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde "Ümmetim hakkında yakîn zayıflığından ciddi endişe ediyorum."6 buyurmuştur. Bir diğer hadis ise şöyledir: "Yakîn zafiyetinin alâmetlerinden bazıları şunlardır: İnsanları Allah'ın gazabını celbeden konularda rıza ile karşılaman, Allah'ın verdiği rızıktan dolayı onları methetmen ve Allah'ın sana vermediği nimetlerden dolayı da onları kınamandır. Zira Allah'ın verdiği rızkı, hiçbir harîs (açgözlü) ve istemeyen kişi geri alamaz. Allah (cc) huzur ve sevinci rıza ve yakîne bağlamıştır. Keder ve gamı da şüphe ve öfkeye emanet etmiştir.7 Bu konuda çok bilinen hadislerden biri de şudur: "Ümmetim hakkında en ziyade korktuğum şeyler, şişmanlık, çok uyumak ve yakîn zayıflığıdır."8Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) mervî meşhur duâlardan birinde ise "Allahım, bize öyle bir haşyet/saygı nasib et ki seninle aramıza girecek olan günahlara engel olsun. Sana öyle itaat etmeyi nasip et ki, bizi cennetine nail eylesin. Öyle bir yakîn lütfeyle ki başımıza gelen/gelecek dünyevi belaları hafifletsin."9diye yalvardığı bildirilmiştir. Bu hadis de bize gösteriyor ki bela ve musibetlerin ağırlığını hissetmemenin yolu yakîni güçlendirmekten geçmektedir.
Kur'an'da müminlere nisbet edilen yakîn
"Hem sana indirilen kitabı, hem de senden önce indirilen kitapları tasdik ederler. Âhirete de kesin olarak inanırlar. (yûkinûn)" (Bakara, 2/4) "Onlar namazı hakkıyla ifa ederler, zekâtı verirler, âhirete de yakîn ile iman ederler. (yûkinûn)" (Lokman, 31/4) Yakînin geçtiği müminlere hitap eden ayetlerde genelde muzari kipi (yûkinûn vb.) kullanılmasında şöyle bir nükte vardır: Deliller ve ayetler sürekli yenilendiği ve mümin her zaman farklı delillerle karşılaştığı için yakîn'de de teceddüd veya yenilenme bahis mevzudur. Bu nedenle yakîn hakikati, "yûkinûn" ve "tûkinûn" şeklinde teceddüd ifade eden muzari sîgası/kipi ile beyan edilmiştir.
"Allah O'dur ki gökleri, sizin de görüp durduğunuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arşının üstünde kuruldu. Güneşi ve Ay'ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belirli bir vakte kadar dolaşmaktadır. Bütün işleri O yönetir. Âyetleri size açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza yakîn ile iman edesiniz. (tûkinûn)" (Ra'd, 13/2) ayetinde de Allah'ın deliller göstermesi müminlerin imanda yakîne ermesi için birer vesile olarak beyan edilmektedir. Aynı zamanda da yakîne ulaşma mümin için bir hedef olarak gösterilmiştir. Allah teklif-i mâlâ yutâktan müberra olduğuna göre, -eğer insanı yakîne ulaştıracak manevi cihazlar ve letâif körelmemişse- her mümin o yüksek hedefe kendi ufkunca ulaşabilir.
"Gerçeği bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle konuşmalı veya bize mûcize gösterilmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler de buna benzer sözler söylemişlerdi. Kalpleri nasıl da birbirine benziyor! İmanda yakîne erenler için delilleri apaçık gösterdik." (yûkinûn) (Bakara, 2/118) ayetinde ise imanda yakînden nasibi olmayanların mucizelerden dahi nasipdar olamayacakları beyan edilmekle, aynı zamanda Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine yakînlerini arttırma yönünde teşvikte bulunmaktadır. Yani birçok mucize karşısında lâkaydâne davranıp da "Allah bizimle konuşmalı" cür'etinde bulunanlar, yakînden yoksun olmalarından dolayı böyle demişlerdir. Ayet "Eğer sizler de bu duruma dûçâr olmak veya düşmek istemiyorsanız, imanda yakîninizi ziyadeleştiriniz, imanınızı taklitten tahkik mertebesine yükseltiniz" gibi mesajları ifham etmektedir.
Şu ayetlerde de doğrudan yakîn sahiplerine ya da yakîne ulaşma kabiliyetinde olan müminlere hitap edilmektedir: "Siz insanların yaratılışınızda ve Allah'ın dünyanın her tarafında yaydığı canlılarda, yakîn ile iman eden kimseler için deliller vardır." (yûkinûn) (Casiye, 45/4) "Yakîn sahipleri için yeryüzünde birçok deliller vardır."(mûkinîn) (Zâriyât, 51/20) "Bu Kur'ân, delilleri ile, fikirleri ve kalpleri aydınlatan basiret nurlarıdır, yakîn ile iman eden kimseler için hidâyet rehberi ve rahmettir." (Câsiye, 45/20)
"Şu bir gerçektir ki, sana verdiğimiz gibi Mûsâ'ya da kitap vermiş, sana vahyettiğimiz gibi ona da vahyetmiştik. Dolayısıyla onun da böyle bir vahiy aldığından hiç tereddüdün olmasın. Biz ona verdiğimiz kitabı, İsrailoğullarına rehber kıldık. O nebiler sabrettikleri ve âyetlerimize yakîn ile inandıkları müddetçe, Biz, emir ve irşadımızla onlardan doğru yolu gösteren önderler tayin ettik." (Secde, 32/24) ayetinde ise yakîn kahramanları olan peygamberlere ve pâk nesillerine iltifatta bulunulmaktadır. "Biz İbrâhim'e (şirkin çirkinliğini gösterdiğimiz gibi) imanında yakîne ulaşması için göklerin ve yerin melekûtunu da öylece gösteriyoruz." (En'âm, 6/75) ayeti ise yakîne ulaşmanın eşyanın perde arkasını ve nûrâni boyutunu bilmekle alâkalı olduğunu ihtar etmektedir.
Yakînden mahrum olanlar
"Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar yakîne ulaşmaya çalışmazlar" (Tûr, 52/36) ayetinde her insanın potansiyel olarak yakine ulaşma kabiliyeti olduğuna ama küfür ehlinin iradi olarak buna yanaşmadığına işaret edilmektedir. Bundan dolayı ehl-i küfür ve ilhad hakikatleri kendi içlerinde gizlemek ve insanlar nazarında da gizlenmesi için pozitivizm çağı olan yirminci yüzyılda bütün himmetlerini yaratılış hakikatine karşı, bilimsel! görünümlü evrim teorisini ispatlama yolunda sarf ettiler, bunda genel anlamda başarılı olamadılar; ama bir çok insanı bu düşüncelerle ilhad çıkmazına sürüklediler. Buna karşın hakiki müminlere düşen, kainat kitabını satır satır, harf harf inceleyip her dakika biraz daha yakinlerini ziyadeleştirmek ve kendileri ile birlikte insanlığın dünya-ukbâ saâdetine vesile olmaktır.
Üçlü sâlih dâire
İçinde yakîn kelimesi geçen izah etmeye çalıştığımız ayetlerle, en başta zikrettiğimiz "Sana yakîn gelinceye kadar Rabbine kulluk et!" (Hicr, 99) ayeti arasında şöyle bir münasebet söz konusudur:
1- Deliller ve tefekkür
2- İbadet
3- Yakîn
Bunu da şöyle izah edebiliriz: Delil ve ayetler mümini ibadete ve kulluğa sevk eder; kullukta derinleşen mümin ise yakîn mertebelerinde mesafe kat' eder. Bazı Hak dostlarının "Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Ma'bûd!" demesini, yakîn yolculuğu esnasında izhar edilen bir nevi acziyet veya hayret şeklinde anlarız. Fahr-i kâinât Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), ayakları şişinceye kadar ibadet etmesi karşısında şefkat hisleri kabaran Hz. Aişe annemize hitaben, "Şükreden bir kul olmayayım mı?" şeklinde tepki göstermesini başka türlü izah etmemiz oldukça güçtür.
Müfessirler, Efendimiz için beyan edilen yakînin, ilme'l- yakîn değil, bir vuslat ve Mahbub-u Ezelî'ye kavuşma anlamında hakka'l- yakîn olmasında müttefiktirler. Şayet ilme'l-yakîn denilirse, Rasulullah'ın ilme'l- yakîni yokmuş da gelecekte o ilme sahip olacakmış anlamı çıkar ki, böyle düşünmek küfürdür.10 Bazı mülhitlerin ayetteki "yakîn" hakkında ‘marifet' anlamı vermeleri ve buna göre insan marifete ulaşınca dini sorumluluğunun sakıt olacağı iddiası ise küfür, dalalet ve cehalet örneğidir. Zira Allah'ı en iyi bilenler peygamberler olduğu gibi Ona en çok kulluk yapanlar da yine enbiya-i kirâmdır.11
Yakînin mertebeleri
1. İlme'l-yakîn ki; apaçık delil ve burhanların aydınlık dünyasında, o delil ve burhanlar vesâyetinde hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz'ana ulaşma hâli,
2. Ayne'l-yakîn ki; keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin ruha kazandırdığı engin ve tarifler üstü mârifete ulaşabilme pâyesi,
3. Hakka'l-yakîn ki; perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihraz mazhariyeti diye yorumlanmıştır. Bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enaniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hak'la kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir.
Mezkûr üç yakîn mertebesi şu şekilde misallendirilmiştir: Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi "ilme'l-yakîn", gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi ve sekerat öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şahit olması "ayne'l-yakîn", ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da " hakka'l-yakîn "dir.
Buna göre bir insanın, istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme'l-yakîn; gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne'l-yakîn; istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka'l-yakîn denir.12
Yakîne ulaşmak her insan için müyesser olur mu?
Aslında her insan kendi ufkunca potansiyel bir yakîn kahramanı olabilecek mahiyettedir. Ama bunun ilk şartı Allah'a ve ondan gelen ayetlere şeksiz iman etmektir. Bu imanın ardından, onun karşısına çıkan her delil ve ayet onu yakîn semasına yükselten bir burak ya da refref olur. Kesbi, istidadı ve meşiet-i ilahinin tevfîki nisbetince, bazısı ilme'l-yakînde ârâm eyler, bazı "hel min mezîd?" kahramanları ise ayne'l- yakîne uğrar, bununla da iktifa etmez ve gider otağını hakka'l- yakîn zirvelerine kurar.
Sonuç olarak Ekrabü'l- mukarrabîn olan Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem)'e hitaben "yakîn sana gelinceye kadar kullukta devam et" buyrulması ona has bir iltifattır. Hem de çok özel bir iltifat! Ayetin Mekke yıllarının ilk zamanlarında nazil olduğunu dikkate aldığımızda, belki çok yakında onun teşrif edileceği isra ve mirac gibi hakka'l- yakîn yamaçlarının bişâretiydi bu iltifat. Öte yandan diğer müminler de ufukları, cehd ve gayretleri nisbetince Allah'ın izniyle, ilme'l yakîn, ayne'l- yakîn ve hakka'l- yakîn mertebelerini ihraz edebilirler. Yeter ki "azm u cezm u kast" eylesinler, yani kararlılıklarını ortaya koyabilsinler. Ne var ki yakîn mertebelerinde mazhar olunan keşiflerin mutlaka asfiyânın Kitap ve Sünnet objektif mizanlarıyla tartılması da bir zarurettir.
Dipnotlar
1. Ahmed Muhtar, Mu'cemu'l- lügati'l- arabiyyeti'l- muâsıra, Âlemu'l- kütüb, 2008, III/2516.
2. Ragıb el-Isfahani, el-Müfredat, Dâru Kahraman, İstanbul, 1986, s. 848.
3. Abdulkerim Kuşeyrî, Risâle, (çev: Dilaver Selvi), İstanbul, 2013, s.372.
4. Ebû Talip el-Mekkî, Kûtü'l- Kulûb, Beyrut, 2005, I, 9.
5. El-Herevî, Menâzilü's- sâirîn, Beyrut, 1988, s. 68.
6. Alâuddin el-Müttaki, Kenzü'l- ummâl,Müessesetü'r- risale, 1981, III/439.
7. Ebû Bekr el-Beyhakî, Şuabu'l- îmân, Mektebetü'r- Rüşd, Riyad, 2003, I/382.
8. Suyûtî, Cem'u'l- cevâmi', I/1210, www.al-islam.com
9. İbnu'l- Esîr, Câmiu'l- Usûl fî ehâdîsi'r- Resûl, Mektebetü'l- Hulvânî, 1970, IV/279.
10. Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Neşr., İstanbul, 1979, V/ 3080 vd.
11. İbn Kesir, Tefsir, Kahraman Neşr., İstanbul, 1992, IV/ 472.
.
Kur'ân'da Vesile Kavramı ve Tevessül Meselesi
Prof Dr. Mesut Erdal
Kendisiyle tevessül edilen şahıslar esas gaye ve maksat yerine geçirilmediği ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir salâhiyetlerinin bulunmadığı unutulmaz ve bütün bunlarda meşîet-i ilâhiyenin esas olduğu nazardan kaçırılmazsa tevessül vardır ve olmuştur. Bunun şirkle, uzaktan yakından herhangi bir alâka ve irtibatı da yoktur.
|
Tevessül’ Arap dilinde ‘vesile’den gelen bir kelimedir. Vesile ise Arapça’da hacet/ihtiyaç anlamında kullanılmıştır. Nitekim Antere bir şiirinde vesile kelimesiyle ihtiyaç (hâcet) anlamını kastetmiştir.1 Vesile kelimesine çoğu kaynaklarda ise yakınlık anlamı verilmiştir.2
Kur’ân’da “tevessül” tabiri geçmemekle birlikte, aynı kökten gelen “el-vesile” kelimesi Mâide Sûresi 35. ve İsrâ Sûresi 57. âyetlerde geçer. Bu âyetlerden konumuzla doğrudan ilgili olan birincisinin tefsiri üzerinde genişçe durulacaktır.
Bazı Arap dili sözlüklerinde “vesile” için özet olarak şu anlamlar verilmektedir: Sultanın yanındaki makam, derece, yakınlık. Meselâ:
ًوَسَلَ فُلاَنٌ إِلىَ اللّٰهِ وَسِيلَة denildiği zaman “kişi Allah’a yaklaşabildiği bir iş yaptı” anlamı kastedilir.
تَوَسَّلَ إِلَيْهِ بِوَسيِلَةٍ sözüyle de “Allah’a bir amel ile yakınlaştı” denilmek istenir.3 Diğer bir deyimle vesile, kendisiyle başkasına yaklaşılan şeydir. Çoğulu, “vüsül” ve “vesâil” gelir. Hadîslerde ise bu kelimeyle Allah’a yakınlık, bir kavle göre şefaat, bir diğer görüşe göre de cennetteki konaklardan biri kastedilmiştir.4
Râğıb el-Isfahânî’ye göre, vesile, bir şeye istekli ve arzulu olarak ulaşmaya gayret etmektir. Bu kelime, yani vesile, sad harfiyle yazılan vasîle’den daha özel bir anlama sahiptir. Çünkü vesile kelimesinde arzu ve rağbet anlamı mevcuttur.5
‘Vesile’den türetilen ve kavramlaşan ‘tevessül’ün terim anlamı ise Allah katında kıymet ve makam sahibi olan birini, duanın kabulü için vesile kılmaktır. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını, Allah ve Resulü’ne olan imanı, sâlih amelleri, Peygamberleri ve salih zatları vesile kılmaktır.6
Vesile ile alâkalı olarak, yukarıda işaret ettiğimiz iki âyetten, konumuzla doğrudan ilgili birincisini, yani Mâide Sûresi 35. âyeti ve tefsirini vereceğiz.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُوا فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve O’na yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”
Âyet iki cümleden teşekkül etmekte; ilkinde, takva dairesine girmemiz, ikincisinde ise Allah’a götüren/ulaştıran vesile aramamız ve cihad etmemiz istenmektedir. Buna göre âyette üç ana husustan söz edilmektedir: Takva, vesile aramak ve cihad. Netice ise dünyevî/uhrevî felah veya kurtuluş.
Kimi müfessirlerimiz âyetteki takva ve vesile arama eylemlerini aynı çizgi üzerinde mütalâa ederek, âyeti, “Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve O'na (ulaştıran) vesile arayın. Yani kendisiyle sevaba nail olacağınız şeyleri ve sizi ona yaklaştıran itaatleri yerine getirip isyanlardan da kaçının.”7 şeklinde tefsir etmişlerdir.
Bazıları ise vesile için “sevgi” anlamı vererek âyeti, ‘Allah sevgisine ulaşın, ya da kendinizi Allah’a sevdirin.’8 tarzında izah etmişlerdir. Bu izah da makuldür zîrâ, insanların gönlüne girebilmenin en iyi yolu ve yöntemi sevgidir. Sevginin açamayacağı kapı pek nadirdir.
Kimi de söz konusu âyeti, “İtaatte bulunarak ve hoşnut olduğu amelleri yaparak Allah’a yaklaşınız.” şeklinde tefsir etmektedir.9
Daha farklı bir yorum ise Seâlibî tarafından yapılmıştır; şöyle ki:
“Bu âyet Allah ve Rasulü’nün emir ve yasaklarına karşı harp eden kimseleri zikrettikten sonra gelmiş olup, Allah’tan bir öğüt ve nasihattir. Bu hitap, mücerret vaazdan daha beliğ ve etkilidir. Çünkü buradaki öğüt, insanlara, (önceki âyetin tehdidi ile) korkar ve titrer vaziyette oldukları hâlde gelmektedir. وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَifadesinin anlamı, Hz. Muhammed (s.a.s.) için, O’nun Allah’a daha yakın bulunması ve O’nun katında faziletli olmasını istemektir. O’nun hakkındaki bu talep, dünyada iken yakınlık ve fazilet verilmesine yöneliktir. Bunun âhiretteki meyvesi ise makâm-ı mahmûdda şefaat sahibi olmasıdır.”10
Zemahşerî, el-Keşşâf isimli tefsirinde ‘vesile’yi şöyle tarif etmiştir: “Vesile, kendisiyle tevessül edilen ve yaklaşmaya araç kılınan her türlü fiil ve davranıştır. Burada kendisiyle Allah’a yaklaşılan itaatleri yapmak ve isyanlardan kaçınmak anlamlarından mecaz olarak gelmiştir.”11 Hulâsa, vesile kelimesi ihtiyaç, yakınlık ve kurbiyet, hedefe ulaştıran vasıta ve Zemahşeri’nin dediği gibi yakınlaşma vasıtası olan her türlü fiil ve davranıştır.
Elmalılı Hamdi Yazır ise âyeti şöyle tefsir etmekte ve değerlendirmektedir: “Biz mü’miniz, Allah bizi sadece kendisine iman etmemizle sever deyip de lâubali olmayınız, Allah’tan korkunuz, kötü ahlâktan ve çirkin işlerden sakınınız. Sonra yalnız korkmak ve sakınmakla da kalmayınız, iradenizi sarf edip sebeplere de başvurunuz. Allah’ın emirlerini yerine getiriniz ve bununla da kalmayıp Allah’a yaklaşmak için daima vesile arayınız. Her fırsatı değerlendirerek kendi gönlünüz ve isteğinizle farz ve vaciplerin dışında güzel güzel işler ve Allah’ın rızasına uygun ameller yaparak kendi tarafınızdan da kendinizi Allah’a sevdirmek isteyiniz. İsteyerek, yalvararak çalışınız ve uğraşınız (…) Hâsılı vesile lüzumludur. Ve onu bulmak için isteyip aramak ve tevessül etmek de lâzımdır. Çünkü vesilenin vesilesi de iman ve ittika ile talebi sevdirme arzusudur. Ve işte “O’na vesile arayınız.” Bu kasd ü niyet ile esbabı araştırmak ve sevilen huylar, salih ameller gibi rıza-i ilâhîye muvafık güzel vesileler edinerek kulluğa yönelik sa’y ü gayret göstermeyi emreder. Ve bunun içindir ki bunun peşinden mücahede emri getirilmiştir. İman, ittika ile; ittika, vesileyi aramak ile; vesileyi aramak ise mücahede ile kemale erer.”12
Allâme Hamdi Yazır burada ‘vesile’nin İslâm’ın meşru dairesinde aranması gerektiğini vurgulamakta, ilâhî hoşnutluğa ve muhabbetullaha da ancak meşru çerçevede ulaşılabileceğine işaret etmektedir. Vesile kavramı, işârî tefsirlerden ‘Rûhu’l-beyân’da da şöyle izah edilmektedir: “Bil ki bu âyet-i kerime açıkça vesile aramanın ve peşine düşmenin gerekli olduğunu emreder. Çünkü Allah’a ancak vesile ile vâsıl olunur. Vesileler ise hakikat bilginleri ve tarikat meşâyihidir. Kişinin mürşid olmadan kendi kendine amellerde bulunması nefsini büyütür, ziyadeleştirir. Ama bir mürşidin işaretine uygun olarak ve peygamberlerin ve evliyanın rehberliği ile amel eden kişi ise nefsi varlıktan kurtarır, perdeyi kaldırır ve talibi Rabbu’l-erbâb’a ulaştırır.”13 Bursevî vesileye kendi meşrebi açısından bakmış ve alanını daraltmış olsa da kâmil mürşitlerin önemine dikkat çekmiş olmakla rıza-i ilâhîye ulaşmanın en önemli ve esaslı dinamik vesilelerinden birine işarette bulunmuştur.
Vesile kavramına ilişkin bilgi ve yorumları serdettikten sonra Kur’ân ve Sünnet’in engin ufkundan yararlanarak tevessülün konusunu daha açık şekilde ve kısımlarıyla şöyle ifade edebiliriz:
1. Allah’a İsim ve Sıfatlarını Vesile Kılarak Yalvarmak
Bu tevessül şöyle misâllendirilebilir. “Allah’ım, Senin Rahmân, Rezzak vb. isimlerinin hakkı için beni şununla rızıklandırmanı veya bana şunları ihsan etmeni diliyor ve dileniyorum.” Bu duada Allah’tan istenenler, O’nun Rahmân ve Rezzak ismi vesile kılınarak istenmektedir.
Efendimiz (s.a.s) de pek çok hadîslerinde Cenâb-ı Allah’a isim ve sıfatlarını vesile kılarak tazarru ve niyazda bulunmuşlardır. Allah Resulü (s.a.s) çok sıkıntılı olduğu anlarda, “Ey Hayy ve Kayyum olan Allah’ım! Sen’in rahmetinden medet bekliyorum.”14 diye yalvarmıştır.
Bir diğer dualarında ise şöyle buyurmuşlardır: “Bir kul başına gelen bir sıkıntı ve üzüntü karşısında, ‘Allah’ım, ben Sen’in kulunum, bir kulunun oğluyum, bir cariyenin oğluyum, benim bütün her şeyim Sen’in elindedir. Sen, hakkımda istediğin hükmü verirsin; Sen’in verdiğin bütün hükümler benim için âdilânedir. Kendini bize tanıttırdığın bütün isimlerinin hakkı için, kitabında inzal buyurduğun bütün isimlerinin hürmetine veyahut kullarından birine talim buyurduğun isimlerinin hürmetine yahut da gayb ilmindeki bize açıklamadığın isimlerinin hürmetine, Kur’ân’ı kalbime bahar kılmanı, gönlüme ışık yapmanı, onun vasıtasıyla sıkıntı ve üzüntümü gidermeni diliyorum.’ derse, Allah onun sıkıntı ve üzüntüsünü giderir ve o sıkıntılar yerini sevinç ve feraha bırakır.”15
2. Allah’a, Geçmişte Yapılan Salih Amelleri Vesile Kılarak Dua Etmek
Bu şekilde tevessül ile duaya örnek olarak, Allah Resulü’nden nakledilen, mağarada mahsur kalan üç adamın kıssası verilebilir. Hazreti Enes Allah Resulü’nden şöyle işittiğini anlatıyor:
“Üç kişi birlikte yürürken yağmura yakalanınca dağdaki bir mağaraya sığındılar. Dağdan kopup yuvarlanan bir kaya parçası, sığındıkları mağaranın ağzını kapattı ve onları mağaraya hapsetti. Birbirlerine şöyle dediler: ‘Allah için yaptığımız amelleri araştıralım ve o amellerle Allah’a dua edelim. Ümit edilir ki, Allah o amellerimizin hürmetine bizi bu sıkıntıdan kurtarır.’
Biri yaşlı ve ihtiyar anne ve babası olduğunu, eşi ve küçük çocuklarından önce onları doyurmak için sabaha kadar başlarında uyanmalarını beklediğini ifade ettikten sonra, ‘Allah’ım, eğer biliyorsan ki bunu yalnız senin rızan için yaptım, mağaranın ağzını birazcık arala da gökyüzünü görebilelim.’ diyerek yalvardı. Allah da bunun üzerine mağarayı biraz açtı, o aralıktan göğe baktılar.
İkincisi çok sevdiği bir amcakızından bahisle, onu çok sevdiğini, bir gün onunla yalnız kalarak evlilik dışı ilişki kurmayı talep ettiğini ve sonunda kızın direnmesi ve Allah’tan kork demesiyle vazgeçtiğini anlattıktan sonra, ‘Allah’ım, eğer bunu Sen’in için yaptığımı biliyorsan, mağaranın ağzını biraz daha arala.’ diyerek yalvardı. Allah da bu duaya mukabil mağaranın ağzını biraz daha açtı.
Üçüncü kişi de ücret mukabilinde işçi tuttuğunu ama işçinin hakkını almadan ayrılıp gittiğini, ancak o ücreti çalıştırarak nemalandırdığını, yıllar sonra o işçi yanına gelip de hakkı olan ücreti istediğinde sürülerle hayvanların ona ait olduğunu ve sonunda adamın o sürüleri götürdüğünü ifade ettikten sonra ‘Allah’ım, eğer bunları senin rızan için yaptığımı biliyorsan, mağaranın geri kalan kısmını da açıver.’ dedi. Akabinde Allah mağaranın geri kalan kısmını da açıverdi.”16 Anlaşıldığı üzere her üç mağara arkadaşı yaptıkları Salih bir işi Allah’a arz ederek o amellerle tevessülde bulunmuşlardır.
3. Allah’la İrtibatının Kuvvetli Olduğuna İnanılan Birini Vesile Kılarak Allah’a Dua Etmek
Bu tarz tevessül şöyle izah edilebilir: Birisi salih bir zâta gider ve ondan mevcut sıkıntısını gidermesi için Allah’a dua etmesini istirham eder. Hadîslerden buna misâl olarak Hazreti Ömer’in naklettiği şu rivayet zikredilir: “Allah Resulü’nden şöyle derken işittim: ‘Tâbiînin en hayırlısı, Üveys adındaki şahıstır. Onun bir annesi vardır. Vücudunda da beyazlık vardır. Ona söyleyin de sizin için Allah’a istiğfarda bulunsun.’” Diğer bir rivayette ise “Sizden kim onunla karşılaşırsa, sizin için dua etmesini istesin.” demiştir.17 İmam Nevevi bu hadisin şerhinde şöyle der: “Bu hadîsten, dua talep eden daha faziletli de olsa, salih zâtlardan dua istemenin müstehap olduğu anlaşılmaktadır.”18
Osman İbn Huneyf nakleder: Gözünden rahatsız olan bir adam Allah Resulü’ne geldi ve “Ey Allah’ın Resulü, bana afiyet ve sıhhat vermesi için Allah’a dua et.” Efendimiz, “İstersen dua edeyim ya da istersen sabret, bu senin için daha hayırlıdır.” Adam “Dua et” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü ona mükemmel ve kusursuz bir abdest almasını ve şu dua ile yalvarmasını tavsiye etti: "Allah’ım, rahmet peygamberi olan Sen’in peygamberin Muhammed’in hürmetine sana teveccüh ediyor ve senden istiyorum. Sen’inle bu ihtiyacımın giderilmesi konusunda Rabbime teveccüh ettim. Allah’ım, o Rahmet Peygamberi’ni benin iyileşmem için vesile eyle."19
4. Dua Esnasında, Bekâ Yurduna İrtihal Eden Peygamber, Veli ve Diğer Salih Kulları Vesile Kılmak
Bu nevi tevessül de önceki üç türde olduğu gibi, İslâm bilginlerinin çoğunluğu tarafından kabul görmüştür. Yani cumhur-u ulemanın kâhir ekseriyetinin genel görüşü budur. Buna göre bir peygamber, bir şehit veya velinin kabri ziyaret edildiğinde ziyaret edenle kabirde medfun olan zât arasında mânevî alışveriş söz konusudur. Karşılıklı istifade ve istifâza bahis mevzudur. Nitekim bu konuyu Allâme Fahreddin Razi şöyle izah etmektedir:
“İnsanın ruhu bedeni öldükten sonra ebedî olarak kalıcıdır. Bedenlerini terk eden ruhlar henüz bedenlerden çıkmamış ruhlardan pek çok yönden daha güçlüdürler. Şöyle ki ruhlar bedenlerini geride bıraktıkları zaman perdeler kalkar, onlara gayb perdesi ve âhiret menzillerine ait sırlar ayân olur. Ruh bedende, yani hayatta iken delille elde edilen bilgiler bedenden ayrıldıktan sonra zaruri/kesin bilgiye dönüşür. Beden kaybolunca bu ruhlar aydınlanır, nurlanır ve bir nevi kemale erer. Diğer taraftan henüz bedende olan ruhlar da bazı yönlerden bedenlerini terk etmiş ruhlardan daha güçlüdürler. Çünkü onlar talep etme/araştırma ve kazanma vesileleri olan tefekkür ve nazar sayesinde her gün yepyeni bilgilere ulaşırlar. Bu durum ölenlerin ruhlarında olmaz.
İkinci mesele ise şudur: Ruhların bedenleriyle olan ilişkisi şiddetli bir aşka ve tam bir sevgiye benzer. Bu sebeple, dünyada elde etmek istediğin her şeyi bu bedenini rahat ettirmek ve ona iyilik etmek için yaparsın. İnsan öldüğünde ve ruhu bedenini terk ettiğinde o muhabbet ve aşk kaybolmaz. Böylece ruhlar geride bıraktıkları bedenlerine meyilli ve müncezip olarak kalırlar. Bunların üzerine şunu bina edebiliriz: İnsan, kâmil ve etkili bir ruha sahip bir zatın kabrine vardığında ve orada bir süre durduğunda onun nefsi/ruhu o topraktan etkilenir. Ölen zatın ruhunun o toprakla olan ilişkisi malumunuzdur. İşte ziyaret esnasında canlı bedenin ruhu ile orada yatan zatın ruhu o toprak vesilesiyle karşılaşırlar. Sanki cilalanmış aynaya benzeyen bu iki ruh ışıklarını birbirine aksettirmeye başlarlar. Ziyaret edenin ruhunda hâsıl olan ilim, mârifet, fazilet, Allah’a boyun eğme ve kadere teslimiyet gibi güzellikler oradaki meyyitin ruhuna akseder. Diğer taraftan o meyyitin ruhundaki parlak ve kâmil ilimler de nur olarak ziyaret eden kişinin ruhuna akseder. Böylelikle bu ziyaret hem ziyaretçi hem de ziyaret edilen hakkında büyük bir menfaate ve güzelliğe vesile olur. Kabir ziyaretinin meşruiyetindeki asıl hikmet de budur. Burada zikrettiğimizden daha ince, daha esrarengiz sırlar da hâsıl olabilir; ama eşyanın hakikatlerini kuşatıcı şekilde bilmek Allah’a mahsustur.”20
Aynı şekilde Sa’duddin Teftâzânî de dünyada iken aralarında muârefe olan kişiler arasında kabir ziyareti anında mânevî alışveriş olacağından söz eder ve şöyle der: “Kabirleri ziyaret faydalıdır. Dünyada hayır yörüngesinde yaşamış olan şahsiyetlerin ruhlarından iyiliklerin celp edilmesi ve birtakım musibetlerin defedilmesi konusunda yardım istenebilir. Zîrâ insanın ruhu bedeninden ayrıldıktan sonra bedeni ve onun defnedildiği toprakla sımsıkı bir alâkası olur. Hayatta olan kişi o toprağı ziyaret ettiğinde iki ruh arasında bir mülâkat ve karşılıklı bir feyiz alışverişi olur.”21 Sözün tam burasında Allâme Kevserî der ki: “Büyük imamın bu meselede vardığı sonuç böyledir. Acaba bu imam da tevhid ile şirki ayırt edemeyen kimselerden midir? Tuh böyle tahayyül edenlerin yüzüne!”22
Konuyu tevessüle dair bazı ölçü ve prensiplerle bağlamak ve sonuçlandırmak istiyoruz:
a. Allah her şeyin yaratıcısıdır. Her şey O’nun kudret elindedir. Hakiki anlamda bütün işleri evirip çeviren O’dur. O’ndan başka Hâlık, Mûcid ve Müdebbir yoktur. Nebiler ve veliler ise kendilerinden yardım istenilen ve O’nun inayetine davetiye anlamında birer vesile-sebeptirler.
b. Bizim Allah’a ve Peygamber Efendimiz’e yönelik sevgimiz ve muhabbetimiz, O’nun dışındaki her şeyden bize daha sevimli olmalıdır. Allah’tan ötürü Efendimiz’i, velileri, şehitleri, sıddîkleri vs. severiz.
c. Hakiki anlamda Allah’ın dışında medet ve yardım edecek hiç kimse yoktur. Her ne kadar o yardımlarını yaratıklarının eliyle veya vasıtasıyla bize ulaştırıyorsa da bütün yardım ve medetler O’ndandır.
d. Bizler, dua ederken, “Nebinin hakkı için, onun yüzü suyu hürmetine veya filan veli kulunun hürmetine” dediğimizde, bu ifadelerle Allah’a daha yakınlaşmayı ve o zatların Allah katındaki mevkilerinin hürmetine dualarımızı kabul etmesini istiyoruz.
e. Tevessülün cevazı konusunda yaşayan biriyle vefat eden biri arasında ayrım yapmak, yani yaşayan biriyle tevessülü kabul edip de bekâ yurduna intikal edenlerle tevessülü reddetmek temelsiz bir iddiadır. Kaldı ki peygamberler ve şehitler bu dünyadan irtihal etmiş olsalar da, belirli bir hayat mertebesinde yaşamakta ve dünya ile alâkaları devam etmektedir. Dünya ile irtibatlı olan peygamber ve şehitleri vesile kılmakla bedeni ile hayatta olanı vesile kılmanın ne farkı olabilir ki?
f. Hakikatte tevessül, Allah’ın belirlediği ve takdir ettiği neticeler için yerine getirilmesi gereken sebeplerden sadece biridir. Hakiki tesir Allah’tan olmakla birlikte, Allah, varlık âleminde sebeplerle sonuçlar arasında bir mukarenet (birliktelik, yakın sebeplilik) kılmıştır. Buna göre tevessülün hükmü diğer sebeplerden farklı değildir. Zîrâ Allah’ın bir hastalığın iyileşmesini ve şifa bulmasını yahut herhangi bir ihtiyacın giderilmesini veya rızık genişliğine kavuşmayı salih kullarından birinin duasına bağlamış olabilir.23
Sonuç olarak, kendisiyle tevessül edilen şahıslar, esas gaye ve maksat yerine geçirilmemeli ve onların sadece bir vesile ve vasıta olmaktan öte hiçbir yetkilerinin bulunmadığı unutulmamalıdır. Bütün bunlarda İlâhî iradenin esas olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bu kıstaslara uyularak yapılacak bir tevessülün, şirkle ilgisi yoktur. Ancak her masum düşüncenin kötüye kullanımı mümkün olduğu gibi, bunu da suiistimal eden bir kısım cahiller bulunabilir. Bu, meselenin özüne zarar vermez.
* Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
merdal@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Ğazzî, İtkânu mâ Yahsünü mine’l- Ahbâri’d- Dâirati ale’l- Elsün, Kahire, 1415, I, 348; Suyûti, ed-Dürrü’l- Mensûr, Dâru’l- fikr, Beyrut, 1993, III, 71, Divanü Antere ibn Şeddad, www.adab.com; Ez-Zebidi, Tacü’l- Arûs, I, 6467
2. Şihâbuddîn Ahmed ibn Muhammed, et-Tibyân fî Tefsîri Ğarîbi’l- Kur’ân, Tah: Fethi Enver, Dâru’s- sahâbe, Kahire, 1992, I, 182.
3. İbn Manzûr, XI, 724.
4. İbn Manzûr, XI, 725. Ayrıca bkz. er-Râzî, Ebû Bekr, Muhtâru’s- Sıhâh, s. 300; el- Münâvî, Muhammed Abdurraûf, et-Tevkîf alâ Mühimmeti’t-Teârîf, I, 726.
5. Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi ğaribi’l-Kur’an, Kahraman yay., İstanbul, 1986, وسل mad.
6. Abdullah el-Hümeyri, et-Teemmül fi hakikati’s- tevessül, Dâru Kurtuba, Beyrut, 1422, s.11.
7. Beydâvî, Envâru’t- Tenzîl ve Esrâru’t- Te’vîl, I, 321.
8. Taberî, VI, 227.
9. İbn Kesîr, II, 53.
10. Abdurrahmân es-Seâlibî, el-Cevâhiru’l- Hisân fî Tefsîri’l- Kur’ân, I, 460.
11. Zemahşeri, el-Keşşaf an hakaiki ğavamidi’t-tenzil, Beyrut, 1995, I, 615.
12. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979, III, 1670.
13. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l- Beyân, II, 388.
14. Tirmizi, Sünen, Daru ihyai’t-türasi’l-arabi, Beyrut, Tarihsiz, V, 539, Hadis no: 3524.
15. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-VI, Müessesetü Kurtuba, Mısır, Tarihsiz, I, 452; Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, I-XX, Mektebetü’l-ulum ve’l-hikem, Musul, 1983, X, 169.
16. Müslim, Zikir, 27, Hadis no: 2743.
17. Müslim, Fedâilü’s- sahâbe, 55, Hadis no: 2542.
18. Ebu Zekeriyya en-Nevevi, Şerhu Sahihi Müslim, I-XVIII, Dâru ihyâi’t-türâsi’l-arabî, Beyrut, 1392, XVI, 95.
19. Tirmizi, Sünen, V/ 569; Nesâî, Sünen, VI/169.
20. Kevseri, Makâlât, s.383-384.
21. Et-Teftazânî, Şerhu’l- mekâsıd fî ilmi’l- kelâm, Pakistan, 1981, II/ 43.
22. Makâlât, s.385.
23. Abdullah el-Humeyri, et-Teemmül fi hakikati’t-tevessül, Dâru Kurtuba, Beyrut, 1422, s.50 vd.
.XX
-
İ'cazul-Kur'ân İlmi
Prof. Dr. Suat Yıldırım
İ’caz, za'f mânâsına gelen a'cz kökünden if’âl vezninde bir masdardır. Bir kimsenin aczini ortaya çıkarmak, birini aciz kılmak veya aciz bulmak demektir (Ragıp, ACZ md.; Zebidî, ACZ md.). Kur’ân–ı Kerim’de, bu anlamda acz kökünün fiil ve isim şekli kullanılmıştır. Meselâ:“Ne göklerde, ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur.” (Fâtır/35: 44) veya “siz Allah’ı âciz kılacak değilsiniz” (En’âm/6: 134) âyetlerinde böyledir.
Fakat bu kökün İslâm’da çok önemli iki dinî terim teşkil edecek olan i’caz masdarı ile onun ism–i faili olan mûcize kelimeleri Kur’ân’da geçmez. İ’cazın, “Hz. Muhammed'in (s.a.s.) nübüvvet iddiasını doğrulamak üzere, onun meydan okuması ile birlikte olarak, Kur’ân’ın benzerini getirmekten beşeriyeti âciz bırakma” şeklindeki ıstılah mânâsının (Suyutî, 2:116) ortaya çıktığı zamanı belirlemek zordur (Hımsî, 7). 4/10. asırdan itibaren yapılan müteaddid tarifler, kayda değer farklılık arzetmez. İ’caz kelimesi 3/9. asrın ikinci yarısından itibaren yayılmaya başlamış ve bu asrın sonlarında “belâgatça erişilmesi imkânsız” mânâsını ifade eder olmuştur (Encyclopedie de l’Islam, 3:1044). Üçüncü asrın başlarından kalan konu ile ilgili kitaplarda (Ali İbn Rabben et–Taberî’nin ed–Dîn ve’d–Devle fî İsbati’n–Nübüvve kitabı gibi) bu terime rastlanmaması, lâfzın yokluğunu değilse de, yaygın bir terim olmadığını gösterir. 4/10. asrın başlarında peygamberlerin nübüvvetini te’yid etmek üzere gösterdikleri ve benzerini yapmaktan beşeri âciz kılan harika şeyler hakkında mûcize terimi yaygınlaşıp eş anlamlısı olan âyet, burhan, sultan kelimelerinin kullanılışı hayli sınırlanmıştır (Hımsî, . Bazı araştırmacılar beşerin Kur’ân’ın benzerini getirememesi hakkında önce a’ceze fiilinin, sonra masdar şekli i’caz’ın kullanıldığını, kelimenin bilâhare, peygamberlerin gösterdikleri olağanüstü icraat yani mûcize mânâsını kazandığını söylerler (Hindî, 219).
Şunu hatırlatmakta fayda vardır: Kur’ân’ın meydan okumasında muarızlarından istediği nazire, Kur’ân’a aynen benzer bir kelâm değildir. Zaten bir edip tarafından söylenen söze tamamen benzer söz söylemenin imkânsızlığı ortadadır. İstenen bu olsaydı her çıkan diyebilirdi ki; “İşte ben de bir söz söylüyorum. Benzerini söyleyin bakalım!” Kur’ân’ın muarızından istediği şudur: “Tarzı ve usûlü ne olursa olsun, mizacı ne olursa olsun, sahibinin güzel bulup söyleyeceği bir kelâm.” Öyle ki, beyan üstünlüğünün kriterleri ile ölçüldüğünde Kur’ân’la at başı yürüyen veya ona yaklaşan bir kelâm olsun. Yani Kur’ân’ın beklediği yaklaşma, edebiyat yarışmalarında aranan yaklaşmadır (Draz, 115–116).
İ’caz hususunda hatıra gelen sorulardan biri de şudur: “Kur’ân’ın Allah kelâmı ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) O’nun elçisi olduğuna inanıyoruz, fakat bunların doğru olması için Kur’ân’ın mu’ciz olması şart mıdır?” Bu konuyu incelerken önce şu iki gerçeği göz önünde bulundurmak gerekir:
1– İ’caz–ı Kur’ân, Hûd, 13–14, İsrâ, 88 gibi tehaddî âyetleri denilen, meydan okuyucu âyetlerin bildirdiği üzere, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Allah’ın resûlü ve Kur’ân’ın da O’nun kelâmı olduğunun delilidir. Bu âyetler, Kur’ân’ın lâfzı, nazmı ve beyanı ile tehaddî etmekte, yani meydan okumaktadır.
2– Bir sözün Allah kelâmı olması, zarurî olarak mu’ciz olmasını gerektirmez. Nitekim Tevrat, İncil, Zebur da Allah kelâmı oldukları hâlde, i’caz vasıfları zikredilmemiştir (Suyuti, 2:118). Araplar ifade sanatında maharet kazandıklarındandır ki, Kur’ân’ın hakkaniyetini, sırf onu dinlemekle bilmeleri istenmiştir. Şu hâlde mu’ciz Kur’ân, nübüvvetin kesin delilidir; fakat nübüvvetin sıhhati Kur’ân’ın i’cazının delili değildir. Kur’ân’ın i’cazını incelemede gerek teoride gerek uygulamada, bu iki hususu birbirine karıştırmak, birbirinden ayırt etmemek, mazide ve hâlde şiddetli karışıklığa yol açmıştır. Hatta “İ’caz–ı Kur’ân ilmi”nin ve “Belâgat ilmi”nin ulaşmaları gereken noktanın gerisinde kalmalarına sebep olmuştur (Şakir, 17–18).
Demek ki Kur’ân, kendi ifadesi içinde, beşer kelâmı olmadığına dair yeterli delil taşımaktadır. Yoksa sırf Kur’ân’ı okuma sebebiyle Arap müşriklerinin bu gerçeği ikrar etmelerini istemenin mânâsı olmazdı.
İ’caz’ın esas sebebi
Kur’ân beşerin ifade vasıtası olan dili kullanıp, o dilde mevcut kelimelerin dışında bir vasıtası bulunmadığı hâlde bu i’cazın esas sebebi ne olabilir? Bu soruya şöyle bir cevap düşünülebilir:
Sözdeki belâgatın esasını, lâfzın mânâya mutabık olması teşkil eder. Bu da, o sözün sahibinin zihnine, dilde mevcut konu ile ilgili bütün kelimelerin bir anda gelmesine bağlıdır ki, kasdettiği mânâya en uygununu seçebilsin. İşte ifadenin belâgat, güzellik ve etki nisbeti, lâfzı meydana getirme, yani ifade tarzındaki maharetin yanısıra, o mânâ ile lâfzın arasındaki uygunluk derecesinde olur. Ne var ki insan, şu iki sebepten ötürü bu uyumu kemal derecesinde gerçekleştiremez:
1– Mânâlar ifade kalıplarından daha zengindir. Lâfızlar mânâları, duyguları, tasavvurları ifade etmekte fakir kalır.
2– Dillerde, özellikle Arapça’da eş anlamlı kelimeler, nüansları ifade eden lâfızlar pek çoktur. İnsan, bunların hepsini bir anda zihninde toplayamaz.
Bu noksanlarla malûl olmayan hiçbir edip ve şair yoktur. Kur’ân’ın sahibi, beşer değil, beşerin Rabbi olup, o da bu iki noksandan uzak olduğundandır ki i’caz vasfını haiz olmuştur. Demek ki, sarfe iddiası batıl olup, Kur’ân zatında mu’cizdir (Butî, 135–139).
İ’caz, Kur’ân’ın bizatihi beyanında bulunup, gerek Arap dilinde olan edebî nevilerden ve gerekse diğer dillerdeki ifade tarzlarından farklı olmasındadır.
Kur’ân’ın meydan okuduğu ilk muhataplar beşer kelâmı ile, beşer kelâmına ait olmayanı ayırd edecek kapasitede idiler.
Öyle ki, muhataplara biraz daha mühlet vermek için, istenen nazirenin Kur’ân gibi hakikatler, güzel fikirler, doğrular ihtiva etmesi de şart koşulmamış, insanları etkilemede Kur’ân’ınkine benzer bir tesir icra etmesi şartıyla rastgele fikirlerle, uydurmalarla dolu olmasına bile müsamaha gösterilmiştir (Hûd/11: 13).1
Arap ediplerinden en kolaylarına gelen şey istendi. Onlar bundan âciz kaldıklarından, kendileri için en zor, en tehlikeli yolu seçtiler, yani dünyada beceriksizlik, akılsızlık, savaş, mağlûbiyet, âhirette ise ebedî azap tarafını tercih etmeye mecbur kaldılar. Bu i’cazdan maksat “tehaddîye konu teşkil eden i’caz”dır. Kur’ân’ın beyan tarzının beşerin beyan tarzından farklı olduğunu anlayıp, böylece Allah’ın kelâmı olduğuna hükmetmelerini sağlayan i’cazdır (Şakir, 22). Yoksa Kur’ân’ın bundan başka: gaibden haber verme, fennî keşiflere işaret etme, mükemmel teşrî sahalarından olan i’cazı da (gaybî i’caz, fennî i’caz, teşrîî i’caz) vardır.
Kur’ân, müşrik Arap ediplerini, gururlarına dokunup kızdırarak meydana çağırmış, gitgide kolaya doğru, muhtelif safha ve şekillerde bu teklifini tekrarlamıştı: Kur’ân öylesine kızdırıyordu ki, bu tahrik en gayretsiz bir şahsın bile öfkesini alevlendirmeye yeterdi. Bilindiği üzere kızgınlık ve heyecan beliğ, etkili ifadenin başlıca vesilelerinden biridir. Şöyle ki, evvelâ; 1– Tamamının benzerini;2 2– Sonra on sûrenin benzerini;3 3– Müteakiben bir sûresinin benzerini;4 4– Daha sonra da bir sûresinin, her hangi bir yönden benzeri olabilecek bir naziresini yapmaya çağırmış5 ve her defasında diledikleri herkesten yardım alabileceklerini söylemiştir. Bu son mertebeye işaret etme şerefi M. Draz’a aittir. Onun dediği gibi, daha önceki Mekkî döneme ait aşamalarda mislehû diye benzeri teklif ediliyordu. Nüzul sırası bakımından da, konu ile ilgili en son âyet Bakara 23 âyetinde teb’iz ifade eden min mislihî buyurulmuş, böylece tahdîdî bir nazire değil, takrîbî bir nazire de olabileceği bildirilmiştir. Yani “Sizden tam bir nazire istemiyorum, bilâkis herhangi bir cihetle kayıtlı olmaksızın, herhangi bir şekilde benzer söz getirmeniz bile yeter” denilmiştir (Draz, 101). Kur’ân’ın mu’ciz olan, yani i’cazının ortaya çıktığı miktarı, kısa da olsa bir sûredir. Zira en sonki tehaddî âyeti (Bakara/2: 23) bir sûre istemiştir. Yoksa ne Mu’tezile’nin dediği gibi Kur’ân’ın tamamı, ne de bazılarının dediği gibi, sûreden az da olsa Kur’ân denilebilecek mikdardır (Zerkanî, 2:334).
Kur’ân’a nazire getirilemeyişini, Müslümanların cumhuru bizatihi i’caz olarak izah ederken, bazıları, sonradan sarfe nazariyesi denilen bir tarzda açıklamışlardır. Şunu unutmamak gerekir ki, tehaddînin konusu, Allah’ın kadîm sıfatı değil, kadîm sıfata delâlet eden lâfızlardır (Suyuti, 2:118).
Sarfe nazariyesi
Sarf, menetme mânâsına gelip, ıstılah olarak, “Aslında, Kur’ân’a nazire yapmaya muktedir olan nüzul asrındaki Arap ediplerinin Allah tarafından bir müdahale ile engellenmeleri” demektir. Bu fikri asıl geliştirip bir teori hâline getiren Ebû İshak en–Nazzam (ö. 220/834)dan sonra ise de, bazıları Ca’d b. Dirhem, Benan b. Sem’an vasıtasıyla, Kur’ân’ın mahlûk olduğunu iddia eden Lebîd İbnu’l–A’sam adlı bir Yahudiye çıkarırlar (Rafiî, 143–144). Bazılarına göre ise sarfe fikri Hint menşelidir (Müslim, 52). Sarfe fikri, Kur’ân’ın bizzat kendisinde mevcut olan i’caz vasfını red mânâsını ihtiva ettiğinden, Sünnî âlimler bu nazariyeyi şiddetle reddetmişlerdir. Hatta sarfe iddiası, Mu’tezile arasında yayılmasına rağmen, Mu’tezile’den de bazıları bu iddiayı çürütme işini üzerlerine almışlardır.
İbn Hazm i’cazı, biraz farklı şekilde anlar. O’na göre i’caz hem Kur’ân’ın nazmında, hem de gaybdan haber vermesindedir (İbn Hazım, 3: 16). Fakat nazmında olması, insanlarca bilinen en ileri belâgat düzeyinde olmasından ileri gelmez. Zira o seviyeye insanlardan edipler de ulaşabilir. İbn Hazm, Kur’ân’ın, “Allah’ın, kelâmı ile dilediği tesiri meydana getirmesi” mânâsında olarak en ileri belâgat (tesir) düzeyinde olduğunu kabul eder, yoksa bu belâgatın ediplerin sözlerini değerlendiren kıstaslarla olduğunu kabul etmez. Misal olarak der ki: “Huruf–u Mukatta’a bir insan kelâmında olsa beliğ sayılmaz, Allah’ın kelâmında beliğdir. Şu hâlde i’caz Allah’ın, onun mislini yapmaktan men etmesi, ona i’caz libasını giydirmesindendir. Bir sözü Allah söyleyip kendi kelâmı kılınca, o mu’ciz hâle gelir” (a.g.e. 18–19). Fakat burada şu hususu belirtmek gerekir ki, huruf–u mukatta’a, Kur’ân’da aldığı yer, yüklendiği mânâ ve fonksiyon ile de mûcizedir. Bir beşer, o harfleri harfler olarak zikretmez;
zikretse Kur’ân’ın onlara verdiği mânâ ve fonksiyonu veremez.
Meselâ, Câhız, üstadı Nazzam’dan biraz etkilense de, o da cumhur gibi, yani "Kur’ân belâgat bakımından birinci derecededir, misli gelmemiştir" fikrindedir (Rafiî, 143–144). Fakat Cahız’a göre sarfe, yani engelleme işi, aslında mu’ciz olan Kur’ân’a rekabet işinden mendir. Bu menden maksad da avamdan olan kimselerin yanılmalarını önlemektir (Câhız, 4:31; Hatîb, 368–369). Mu’tezile’den Kâdı Abdülcebbar da sarfe nazariyesini reddedenlerdendir (Abdülcebbar, 16:247).
Sarfe’yi aslında şöyle değerlendirmek de mümkündür: Bu fikir bazılarının ileri sürdüğü üzere, Kur’ân’ın değerini düşürme, yoldan sapma değildir. Özünde sakladığı za’f olmasaydı, Kur’ân’ın kelâmullah olduğunu ispatlamakta daha kesin olduğu da söylenebilirdi (Zarzur, 232). Zira insanların aslında yapabilecekleri bir şeyi yapmaktan menedilmelerinde âşikâr bir mûcize vardır. Isbahani, tefsirinde: “İ’caz iki nevidir: 1– Kur’ân’ın zatında olan i’caz, 2–İnsanların nazire yapmasına engel olmakla ortaya çıkan i’caz” der (Süyuti, 10–11). Fakat âlimlerin ekserisi, sarfe ile i’cazın ispatlanmasını kolaycı bir yol görüp, Kur’ân’ın belâgatını incelemeden yan çizme veya becerememe şeklinde değerlendirdiklerinden, sarfe görüşünü benimsememişlerdir.
Üçüncü asrın başlarında çoğu Mu’tezilî olan bazı kimselerin: “Kur’ân’ın fesahatı mu’ciz değildir.”, iddiası yayılınca âlimler, halkın şüpheye düşeceğini görüp Kur’ân’ın fesahatı, nazmı hakkında müstakil kitaplar yazmaya koyuldular. Zannımıza göre, yazdığı Nazmu’l–Kur’ân adlı eseri (İbnü’n Nedim, 210) ile i’cazdan ilk bahseden müellif olan Câhız (ö.255/868) başta olarak bu konuyu işlediler. Câhız bu eserinde, Kur’ân’ın çok zengin mânâları az lâfızla ifade eden üstün beyan tarzını tanıtmak istemiştir (Rafiî, 151). Bu kitap bize ulaşmadı ise de, Kitabu’l–Hayavân, el–Beyân ve’t–Tebyîn gibi kitaplarında ona bazı işaretlerde bulunmaktadır (Müslim, 40–41; Kitabü’l–Hayavân, 4:89).
Ehl–i Sünnet âlimlerinin, sarfe görüşüne yönelttikleri reddin genel çerçevesi şudur:
1– Onlar, Arap edebiyatındaki ifade üslûplarına (şiir, hutbe, mensur kelâma) yönelmiş, onlardan örnekler almış, onları belâgat yönünden incelemiş, onlardaki mecaz, teşbih, istiare, kinâye, seci, tazmin gibi edebî sanatları incelemiş, sonra bunları Kur’ân ifadeleri ile karşılaştırıp, Kur’ân’ın belâgatının beşer takati üzerinde olduğunu göstermeye gayret etmişlerdir (Müslim, 63).
2– Kur’ân’ın beyanında lâfızların nasıl seçildiğini, çok mânâyı az lâfızla ifade etme özelliğini, bu ifade tarzının beşerinkinden tamamen farklı ve üstün olduğunu göstermişlerdir.
Tehaddînin cevapsız kalacağının bildirilmesi
Kur’ân, nazire getirilmesi konusunda nüzul asrındaki ediplere meydan okumakla kalmamış, böyle bir nazirenin ebediyen getirilemeyeceğini de (Bakara/2: 24) kesin bir ifade ile ilân etmiştir. Şâyet Kur’ân bir beşerin sözü olsaydı, onun Sahibi asla böyle bir iddiaya girmezdi. Zira, onu inzal asrında piyasada en rağbet gören eşya, söz sanatı idi. Kendisini göstermek isteyenler, maharetlerini bu alanda ortaya koyuyorlardı. Söylediği sözün mânâsını bilen bir Arap asla böyle bir iddiada bulunmazdı. Zira Arap edipleri arasında edebî yarışma kapısının ardına kadar açık olduğunu ve fikrini işleten bir rakibin, tamamlayacağı bir eksik, dolduracağı bir boşluk veya daha mükemmel hâle getireceği bir kemal bulmakta güçlük çekmediğini tecrübe ile devamlı surette bilip görmekte idi. Bunu yapmak, üstelik kıyamete kadar gelecek nesilleri, hattâ bütün ins ve cinni karşısına almak ve bu hükmü vermek, ancak semadan gelen haberle, ilâhi kudretin te’yidi ile kucağını dolduran bir elçinin işi olabilirdi (Draz, 48–49).
Bazı müsteşriklerin yanlışları
İ’caz bahsi, batılı oryantalistlerin ya peşin hüküm veya ilmî yetersizlikleri yahut kasden anlamak istemeyişleri yüzünden açıkça yanlış anladıkları konulardandır. Bu yanlış anlama onların çoğunda görüldüğünden, oryantalistlerin ortak eseri durumunda olan İslâm Ansiklopedisi’nin yeni neşrinde de bu yanlış anlamanın devam ettiğini görüyoruz. İddiaya göre, “İ’caz kavramı, mûcizeleri bulunmayan Hz. Muhammed’e mûcize bulma ihtiyacından” doğmuştur. Bu da vahyin olağanüstü bir mahiyet, bir cevher taşımasını gerektirmiştir (Encyclopedie de l’Islam, 3:1044). Halbuki bu hususta gerçeği görmemenin hiçbir izahı olamaz. Zira, Peygamberimiz’in tevatüren gelen çok sayıda başka mûcizesi de bulunması bir yana, Kur’ân Mekke döneminde meydan okumuş, Medine’de de bunu devam ettirmiş olup, bununla ilgili âyetler bizzat Kur’ân’da vardır. Demek ki, Kur’ân i’cazından o kadar emindir ki, muarızlarını en mahir oldukları bir alanda rekabete davet etmiş, meydan okumuş ve aczlerini tescil ettirmiştir. Vahyin başlangıcından beri mevcut olan i’caz kavramı nasıl olur da inkâr edilebilir? Müslümanların hicri 3. asırdan itibaren yaptıkları, zaten mevcut olan bu i’cazın izahını yapmak, unsurlarını göstermek ve teknik tabirlerle öğretimini yapmaktır.
Bir diğer yanlış ise şudur: “Kur’ân, Arap müşriklerine meydan okudu. Madem ki onlar öfkelerine, kinlerine ve edebiyatta en ileri derecede olmalarına rağmen meydana çıkamadılar. Öyleyse Kur’ân mûcizedir.” diye düşünüldü (a.y.). Müslümanlardan da böyle düşünenler olmuştur. Bu düşünce, i'cazı idrak etmeyi tamamen taklit meselesi hâline getirmekte ve otorite deliline bağlı kalarak dogmatik bir zemine götürmektedir. Oysa Kur’ân’ın meydan okuması nüzul asrı ile sınırlı değildir (İbn Hazm, 3:16; Rafiî, 139; Hımsî, 15; Mühenna, c. 57 s. 1277–1283). Arap belâgatının en ileri derecesinin o asır olması da şart değildir. Ondan sonraki asırlarda daha da gelişmiş, zenginleşmiş olduğu da söylenebilir. Kur’ân’ın çağrısı nüzul asrından kıyamete kadar geçerlidir ve cevapsız kalmıştır. Yoksa Müslümanlar nezdinde i’cazın başlıca delili, nüzul asrındaki ediplerin nazire getirememiş olmaları değildir. Bu oryantalistlerin hatası, bundan sonraki safhada katmerli hâle gelmektedir. Şöyle ki: Müslümanlarca delil olmayan deminki “Arap ediplerinin cevap veremeyişini” güya delil gibi gösterip, sonra da o delilin bir başka çürük tezle desteklendiğini ileri sürmüş, şöyle ifade etmişlerdir: “Fakat bu ârızi ve sübjektif delil kabil–i cerh olduğundan tehaddiye, sarfe doktrini ilâve edildi. Böylece bizatihi i’caz fikrinden vazgeçiliyor, aslında Arap ediplerinin nazireye güçlerinin yettiği, fakat sırf ilâhi engelleme sebebiyle bunu gerçekleştiremedikleri ileri sürülüyordu” (Encyclopedie de l’Islam, 3:1044).
Halbuki ne birinci argüman, ne de güya onu telâfi için ileri sürülen yedek argüman, Müslümanların sahip çıktığı delil değildir. Bilâkis şiddetle tenkit edilmişlerdir. Birkaç Mu’tezilî’de İslâm’ın temsilciliğini görme, esasen bazı oryantalistlerin kendilerini kurtaramadıkları bir hastalıktır.
Oryantalistlerin bir başka yanlışı da, Sünnî Müslümanların Kur’ân’ın mahlûk olmadığına inanmaları, i’cazını böylece izah etmeleri, böylece de Hıristiyan inancına yaklaşmaları iddiasıdır (a.g.e., 3:1045). Halbuki Müslümanlar Allah’ın Kelâm sıfatına inanmakta ve onun Kur’ân’daki tecellisini, i’cazı olarak görmektedirler. Bu bir dogma değil, tarihen tescil edilmiş on dört asırlık bir gerçektir.
Nazire Denemeleri
Asr–ı Saadet’te Müseylime, daha sonra Ca’d b. Dirhem (ö.105/723), Abdullah İbnu’l–Mukaffa (ö.140/757), Beşşar İbn Burd (ö.166/783), Salih İbn Abdulkuddüs, Ebu’l–Atahiyye (ö.213/828), İbnu’r–Ravendi (ö.250/864), el–Maarrî (ö.449/1054) ve el–Mütenebbi (ö.354/964)’nin muaraza etmeye yeltendikleri (Abdü’l–Alîm, 229–230) bildirilir. Rafiî ve daha başkaları bu iddiaları ciddî bulmazlar (Rafiî, 180–187; Bûtî, 130–134). Nazire diye ileri sürülen metinler, Kur’ân’ın karşısında çok sönük kalmaktadır. Ya bunların nisbetleri sahih değildir, yahut Kur’ân’a cephe aldıklarından dilleri tutulmuş, aslında güzel ifade sahibi olmalarına rağmen başarısız olmuşlardır.
İ’cazın sırf lâfzî bakımdan ele alınması 20. asırda bazı tenkitlere de yol açmıştır. Bu fikre göre, Kur’ân’ın asıl i’cazı, ihtiva ettiği evrensel prensiplerde, fert ve toplumlarda geçekleştirdiği inkılâplardadır. Kur’ân’ın i’cazı, modern çağda ustaca yapılan bir tanıtma ve duyuru mesabesindedir. Muhatapların kulaklarını, gerek ferdin psikolojisinde, gerek toplum bünyesinde gerçekleştireceği inkılâplara hazırlama, söylenecek önemli fikirlere dikkat çeken bir mukaddime olma durumundadır. Kur’ân Arap olmayanlara da nazil olmuştur. Onlar ise Kur’ân’ın edebî güzelliklerini idrak edemezler. Onu prensip ve tatbikatlarından tanıyabilirler. Meselâ: “Allah katında sizin en değerli olanınız, en muttaki olanınızdır.” gibi evrensel prensiplerle tanırlar (el–Alîm, 183–185).
Bu fikrin elbette değerli tarafı vardır. Fakat Kur’ân’ın meydan okuması başta nüzul asrındaki muhatapların güçleri dahilinde olan bir nazire getirme hususunda idi. Yoksa Kur’ân muhtevasında ortaya çıkan mükemmellikle onları mükellef kılmamıştır. Şu hâlde daha önce yaptığımız ayrımı burada da hatırlatmak gerekir: Kur’ân’ın tehaddîye esas teşkil eden i’cazı lisan yönündendir. Fakat bunun dışında teşrîinde, muhtevasında, gaybî haberlerinde tezahür eden i’cazı da elbette vardır.
İslâm’ın yayılmasının üzerinden belirli bir zaman geçince, eski kültür ve inançlara sahip olanlardan bir kısmı bazı sorular sormaya başladılar. Kur’ân Peygamberimiz’in (s.a.s.) mûcizesi olduğuna göre, ondaki i’caz yönleri hangileridir. Bu soru bir süre cevapsız kaldı, derken bir takım âlimler bu işe giriştiler (Umerî, 19).
Fakat i’cazdan teknik yönü ile mufassal olarak ilk bahseden kitap Muhammed b. Zeyd (Yezîd) Vasıti’nin (ö. 306/917) kitabıdır (Rafiî, 152; İbnü’n Nedim, 220). Bunu Cürcanî şerh edip, el–Mu’tadad adını vermiştir.
“Buna göre, Vasıti, Câhız’ın başlattığına dayanmış, Cürcanî de Delâilu’l–i’caz’da Vasıti’ye dayanmıştır.” Sonra Ali İbn Isa er–Rummani (ö. 382/991), Bakıllâni (ö. 403/1011), Hamd İbn M. el–Hattabi (ö. 388/997), Muhammed İbn Yahya İbn Suraka (ö. 410/1018), İbn Sinan el–Hafaci (ö. 466/1073), eş–Şerifu’l–Murtada (ö. 436/1043), Abdu’l–Vahid İbn İsmail er–Ruyani (ö. 502/1109), el–Bakkâli (ö. 562 veya 576/1180), Kasım İbn Ferruh eş–Şatıbi (ö. 590/1193), Fahruddin Razi (ö. 606/1209), Nasır b. Abdusseyyid el–Mutarrızi (ö. 610/1213), Zemlekani (ö. 651/252), İbn Ebi’l–İsba’ (ö. 654/1256), Hazım el–Kartacani (ö. 684/1285), Celâluddin es–Suyuti (ö. 911/1502), İbn Kemal Paşa (ö. 938/1531) ile devam etmiştir.
Ebû Bekir M. el–Bakıllâni, kitabında muasırı olmalarına rağmen Vasıti, Rummani, Hattabi’ye temas etmemiş, sadece iki kelime ile Câhız’a değinmiş (Rafiî, 152); âdeta bu ilmi kendisinin yeni tesis ettiği intibaını vermiştir. Rafii, Bakıllâni’nin kitabını dağınık ve başarısız bulur, “Başkalarında tenkit ettiği hususlar kendisinde de vardır.” der. “Bu kitabın, i’caz alanının en temel ve naziri olmayan bir kitap diye tanıtılması doğru değildir. Zira Kur’ân, bütün asırlar için nazil oldu. Onun i’cazına da her asırda bir başka delil eklenebilir. Nitekim biz, bizden öncekilerin yazmadığı bazı şeyleri yazdık. Bizden sonra gelecek bazıları da, Allah’ın kendilerine açacağı bazı yeni tarafları yazacaklardır” (a.g.e. 154).
İ’caz–ı Kur’ân konusunda 10/16. asırdan sonra, özellikle 14/20. asırda önceki dönemlerde yazılanlardan daha fazla eserler yazılmıştır. Bunlar ayrı bir çalışmaya konu teşkil edecek genişlikte olduğundan, şimdilik bunu erteliyoruz. Vallahu A’lem.
1–“Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki, “İddianızda tutarlı iseniz, haydi belâgatta onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın!” (Hûd/11: 13).
2– “De ki: “Yemin ederim: Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir kitap meydana getiremezler” (İsrâ/17: 88).
3– “Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş” mu diyorlar. De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi belâgatta onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın!” (Hûd/11: 13).
4–“Yoksa: “Onu kendisi uydurmuş” mu diyorlar? De ki: “Öyleyse, iddianızda tutarlı iseniz, haydi onunkine benzer bir sûre ortaya koyun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz kim varsa hepsini de yardımınıza çağırın” (Yunus/10: 38).
5–“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– çırası insanlarla taşlar olan o ateşten sakının” (Bakara/2: 23–24).
Kaynaklar ve Bibliyografya
Alim, Ömer Lutfî, el–Müsteşrikûn ve’l–Kur’ân, Malta, Islamic World Studies Centre yay, 1991.
Blachere, R. Introduction au Coran, Paris, Lib. G. P. Maisonneuve, 1959.
Bûti, M. Saîd Ramadan, Min Revâii’l–Kur’ân, Dimaşk, 1975.
Câhız, el–Hayavân, 3. basım, Beyrut, 1969.
Draz, Muhammed Abdullah, en–Nebe’u’l–Azîm’in Türkçe Trc.: En Mühim Mesaj: Kur’ân (Suat Yıldırım tarafından), İzmir, Işık Yay. 1994.
Encyclopedie de l’Islam, Nouv. Ed. (EI), Leyde, Brille.
Hacımüftüoğlu, Nasrullah, Kelâm Açısından Kur’ân’ın İ’cazı, Erzurum, Atatürk Üniv. 1990 (Basılmamış doktora tezi)
Hatîb, Abdulkerim, el–İ’caz fî Dirasati’s–Sabıkîn, Kahire, 1974.
İbnü’n–Nedim, el–Fihrist, Thk.: Rıda Teceddüd, (yer ve tarih yok).
Hımsî, Naîm, Fikretu İ’cazi’l–Kur’ân, Beyrut, 1973.
Hindî, Abdu’l–Alîm, İ’cazu’l–Kur’ân, Islamic Culture, Haydarabad Dekkan, Ocak ve Nisan 1933, Kahire, 1974.
İbn Hazm, el–Fisal fi’l–Milel ve’l–Ehvâ’ ve’n–Nihal, Beyrut, 1986.
İsfehani, Ragıb, el–Müfredât fÎ Garîbi’l–Kur’ân, Mısır, el–Halebi,1381/1961.
Kadî, Abdulcebbar, el–Muğnî, C, XVI, Kahire, 1960.
Kasimirski, Le Coran, Paris, ed. Charpentier, 1869.
Müslim, Mustafa, Mebahis fî İ’cazi’l–Kur’ân, Cidde, 1988.
Nursi, B. Said, Sözler, İstanbul, Sinan Mat., 1958.
Rafiî, İ’cazu’l–Kur’ân, Daru’l–Kitabi’l–Arabî, Beyrut, 1990.
Rıda, Muhammed Reşid, Tefsîru’l–Menar, “faslun fi’l–i’caz”, I, 191–228, Mısır, 1373.
Şakir, Mahmud M. Faslun fî İ’cazi’l–Kur’ân (s. 7–50), (Malik b. Nebî’nin ez– Zahiretu’l–Kur’âniyye kitabının baş tarafında), Kuveyt, 1983.
Suyuti, el–İtkan fî Ulûmi’l–Kur’ân, Kahire, el–Halebi,1370/1951.
Umeri, Ahmed Cemal, Mefhûmu’l–İ’caz el–Kur’ânî, Kahire, 1982.
Watt, M. Modern Dünyada İslâm Vahyi, Trc.: M. Aydın, Ankara, 1982.
Zarzur, Adnan M., Ulûmu’l–Kur’ân, Beyrut–Dımeşk, 2. basım,1984.
Zebidi, M. Murtada, Tâcul’l–Arûs, Kahire, 1306,
Zerkani, Abdulazîm, Menâhilu’l–İrfan fi Ulûmi’l–Kur’ân, Kahire, 1943.
Âyetlerin Kronolojik Sıralanması
Prof. Dr. Suat Yıldırım
İslâm âlimleri, umumiyetle Kur ân vahyini bir bütün olarak telâkki ettikleri için, âyetleri nüzul seyrine göre sıralama işine çok büyük bir önem vermemişlerdir. Daha genel ve kolay bir tasnif ile âyetlerin iniş zamanını (hicretten önce ve sonrasını belirlemek üzere) Mekkî ve Medenî şeklinde ayırt etmişlerdir. Gerçi teşri tarihini incelemek bakımından âyetlerin iniş sıralamasını bilmek önem arzeder. Fakat Hz. Peygamber (aleyhisselâm) Kur ân ı bu sıraya göre yazdırmadığı için ve bu sıralamayı ümmetine bir görev olarak vermediği için, kesinlik ifade edecek tarzda sıralama âdeti yerleşmemiştir. O, Cebrail in (a.s.) işaretiyle, gelen bu yeni vahiy parçasının, elimizdeki1 mushaf tertibindeki yerine konulmasını kâtiplerden istiyordu. Buna mukabil, müsteşriklerin bu konuya çok önem verip sûre ve âyetleri kronolojik olarak dakik bir sıralama gayretine girdiklerini görmekteyiz. Müsteşrikler Kur ân ın Allah ın vahyi olduğuna inanmadıklarından, böyle bir sıralama ile -hâşâ- Hz. Peygamber in (s.a.s.) risalet sayfalarını, onun nasıl bir gelişme seyri izlediğini ve zamana göre davranışlarında tutarsızlık olup olmadığını anlamaya heveslenmişlerdi. Fakat elde kesin bilgiler pek az bulunduğundan, bilhassa kendileri peşin fikirle hareket ettiklerinden ve indî mütâlâalarla hüküm verdiklerinden dolayı bir çıkmaza girmişlerdir. Biz bu yazımızda bu müşkil konunun, üzerine eğildikçe güçlükler çıkaran ayrıntılarına girmeyeceğiz. Bu yolda müsteşriklerin nice gayretleri, sonuca varmadan tükenmeye mahkûm kalmıştır.
İslâmî gelenekte âyetleri nüzul sırasına göre ele almanın başlıca amili nesh meselesi olmuştur. Ahkâma dair bazı âyetlerde neshin vâki olduğu, tek tük itirazlara rağmen, hemen ittifakla kabûl edilen bir husustur. Kabûl edenler arasında, konunun ayrıntıları ve uygulaması hakkındaki ihtilâflar, şu anda bizim için önemli değildir. Nesh, nakil mânâsına da alınsa, yine de, aynı hâdise hakkında, değişik vakitlerde inen âyetleri bilmek gerekiyordu. Nesh ahkâm âyetleriyle ilgili olunca, onlar da genel olarak Medine devrinde gelince, Müslümanların bütün dikkatlerinin, ahkâm ihtiva eden sûre ve âyetler üzerinde merkezîleşmesinden başka bir şey beklenemezdi. İmdi, bu özelliği taşıyan sûrelerin yeri ve zamanı hususunda ciddî bir tereddüt yoktur. Sayıları on civarında dolaşan bazı kısa sûrelerin Mekkî mi, Medenî mi olduğu hakkında değişik görüşler bulunmaktadır; er-Ra d, er-Rahman, ed-Dehr, el-Kadr, ez-Zilzal, el-Felak, en-Nâs gibi. Ama dikkat edilirse, bu sûreler nesh yِönünden, bakışları üzerlerinde toplayacak şekilde -dar anlamda- ahkâm ihtiva etmemektedirler. Ayrıca şunu hatırlatmak gerekir ki, el-Kâdî Ebû Bekr in dediği gibi: Mekkî veya Medenî lik vasfı, Sahabenin hıfzına râcidir. Bu konuda Hz. Resûl den (s.a.s.) herhangi bir şey gelmiş değildir. Çünkü O, bununla emrolunmamıştı. Allah, bunları bilmeyi, dinin farzlarından kılmadı; ancak ilim ehline (sûre ve âyetlerin) bir kısmı için, nâsih ve mensuhun tarihî durumunu bilmek gereklidir. Fakat bu da, Resûl den (s.a.s.) gelen bir nassa dayanmaz.
Durum böyle olmakla beraber, sahabe devrinden beri, bütün Kur ân sûrelerinin tam veya kısmî sıralamasını yapan şahsiyetler eksik olmamıştır. Kısmen ihtiyatı davet etmekle beraber, sahabe ve tabiûn âlimlerinden birine çıkan rivâyetlerin bolluğu, bunu ortaya koymaktadır. Rivâyetler, Mekkî sûrelerin sıralanması konusunda dahi genel olarak fazla değişiklik göstermese bile, itmi nan verecek şartları haiz değildirler. Ancak, sûrelerin Mekkî veya Medenî oluşları hakkında şüpheye gerek olmayacak bir bilgi olduğunu söyleyebiliriz (yukarıda bahsettiğimiz on kadar kısa sûre hakkında, iki yönlü rivâyetlerin olması önemli değildir. Çeşitli durumları değerlendirmiş olan âlimlerin fikirlerinin oluşturduğu Cumhurun kanaati, bu sûrelerin yerlerini ve zamanlarını ta yin edecek görüşler ortaya koymuştur). Sıralama konusunun, daha büyük güçlüğü şundan ileri gelmektedir: Bilindiği gibi, Kur ân-ı Kerîm in bir kısım sûreleri bütünüyle bir defada indirilmemiştir. Birçok sûreye vahyin herhangi bir safhasında sonradan yerleştirilen âyetler olmuştur. Bunların zamanı hakkında kesin bir şey söylemek, sûreler hakkında hüküm vermekten daha müşkil, hattâ imkânsızdır. Elindeki Mushaf-ı Şerif te, onun Levh-i Mahfuz daki semavî arketipinin (archétype) aksini bulan İslâmî telâkki için hiçbir problem yoktur. Her sûrenin âyetleri arasında, kezâ ayrı ayrı sûrelerin Mushaf taki tertibi arasında tam bir tenasüp bulunması, ona yeterli bir kanaat vermektedir.
Lakin, durum, Müslüman olmayan İslâm araştırıcıları için, hiç de böyle değildir. Özellikle 19. asır Batı dünyasında moda olan rasyonalizm, dinlerin kutsal kitaplarına da el uzatmaktan geri durmamıştır. Hür fikirliler (ki Batı terminolojisinde din le kayıtlı olmayanları ifade eder), esassız olmayan bir teşbihe müsaade olunursa, Eski ve Yeni Ahid karşısında, fosillerin durumunu inceleyen bir paleontoloji uzmanı veya bir şeyler bulmak ümidiyle önündeki yeri alt üst eden bir arkeolog edasına girdi gireli ortalık karışmıştır. O günden beridir bu konuda çeşitli teoriler, ekoller, metodlar sürer gelir. Bu çalışmalar, belki teşekkülü bin seneyi aşkın bir zamana yayılan ve birçok şahsiyete mâledilen Eski Ahid ile birçok tereddütler uyandıracak Yeni Ahid metinleri için bir mânâ ifade edebilir. Bu sebeple, bu çalışmalar, o kitaplara inananların daha önceki bazı telâkkilerini değiştirmiş; en azından esnekleştirmiştir. Çünkü o metinler için, tenkidî çalışmanın yerinin olduğu söylenebilir.
Eskiden bilhassa dinsizlerin uyguladıkları bu çalışmalar, şimdi o kitaplara inananlarca da başka yönden yürütülmektedir. Birbirinden uzak inançlara sahip olan (lâik veya din adamı Hıristiyan, Yahudi, hür fikirli vb.) müsteşriklerden birçoğu, Kur ân araştırmalarına uygulanacak metodları hazır bulmanın hevesi içinde, Eski ve Yeni Ahid için ortaya atılan teorileri İslâmiyet e uygulamaya giriştiler. G. Weil in4 teklifi, Th. Nöِldeke5 tarafından uygulandı.
Mekke devri sûrelerini üç devreye ayırmak, Th. Nöldeke ile başlar. O zamandan beri Grimme, Hirschfeld, Muir, Rodvel, Schwally, Barth, Bell, Blachére, ve daha birçok müsteşrik, Kur ân metnini sıralama işiyle uğraşmışlardır.
Blachére in kendisinin razı olduğu nüzul sırasına göre hazırladığı Kur ân tercümesi6, yayın zamanına kadar ortaya çıkmış olan birçok müsteşrikin çalışmalarını yansıtmaktadır. Sadece bu eseri, özellikle bol miktardaki notlarını okumak, bu kadar çabanın neye müncer olduğunu anlamak için kâfidir. Dahilî tenkid adına üslûp, muhteva, kelime haznesi (vokabüler) ve tarihî olaylara işaretler (tabiatıyla birçok durumda peşin fikirler) gibi ölçülere başvuran bu çalışmalar, sûrelerin ve âyetlerin kronolojisi konusunda tam bir kargaşa arzetmektedir. Blachére den az önce Bell, Kur ân ın birimi olarak sûreleri değil de, kısa pasajlar ı alarak7 onu iyice okunmaz duruma getirmiştir.8 Aynı işi, az nisbette yapan Blachére bile, onun bu bölmelerine çok az bir güven atfetmiştir.9 Blachére eserinin ciddî tenkide dayanmayan taraflar ihtiva ettiğini bizzat kendisi de bildiğinden olacak ki, önsözünde Kur ân metnini yeniden tesis veya vahyedilen metinlerin kronolojisini bulmak gayesi taşımadığını, umumi istikamette, nisbî bir sıhhatle, önce Mekke, sonra Medine de risaletin devrelerini ele aldığını belirtmeye lüzum duymuştur.10 Bizim bu kısa notumuz, bu eserler hakkında tenkide girişmeye müsait değildir.
Fakat, bazı müsteşriklerin sadece iki husustaki tutumlarını ele alarak, ayrıntı gibi görünen taraflardan nasıl önemli sonuçlar çıkarmaya yeltendiklerini ve bu işteki tutarsızlıklarını arzedeceğiz. Onlar önce bir zanna dayanarak, Kur ân-ı Kerîm deki konulardan biri hakkında bir nüzul vakti belirliyor. Daha sonra da bundan önemli bir teolojik sonuç çıkarmak istiyorlar.
Gaudefroy-Demombynes Esmâ-yı Hüsnâ nın birbirine bitişik olarak (Tevvabu r-Rahim, Azizun Hakim gibi) kullanılmasının, ikinci Mekke devresinde, ilkin Tâhâ sûresi ile başladığını öne sürer.11 Buna göre, Nöldeke nin sıralamasında elli beşinci, Blachére inkinde ise elli yedinci sırada bulunan bu sûreden önce, bitişik isimlere rastlanmadığı düşünülür. Blachére de aşağı yukarı aynı fikri iddia eder.12 O, bundan şu neticeyi çıkarır: Bu kullanılış, ya dinî düşüncenin gelişmesi sebebiyle Ulûhiyyet in bazı nihayetsiz taraflarını belirtmek ihtiyacından veya bir ahenk unsuru olacak toplu okuma alışkanlığını teşvik etmek düşüncesinden ileri gelmiş olmalıdır. Oysa bu tesbit doğru değildir. Nöldeke nin başlattığı üç ayrı Mekke devresi ayrımına göre, ikinci devreye yerleştirilen sûrelerde bu durum fazla görülmekle beraber, daha önce de hiç de azımsanmayacak sayıda benzer kullanışlar bulunmaktadır. Tesbitin yanlışlığını göstermek için bizzat kendilerinin kabul ettikleri sıralamayı esas alarak, önce birinci Mekke döneminden şu örnekleri verebiliriz: Bürûc sûresinin sekizinci âyetinde el-Azizu l-Hamid, on dördüncü âyetinde de el-Gafûru l-Vedûd bulunur (Bu sûre Nöldeke ye göre yirmi ikinci, Blachére e göre kırk üçüncü sırada olarak l. Mekke devresine aittir). Tür sûresinin yirmi sekizinci âyetinde el-Berru r-Rahîm bulunur (Bu sûre Nöldeke ye göre 40., Blachére e göre 22. sıradadır.) Kamer sûresinin 42. âyetinde Azîzin Muktedir yer alır. (Bu sûre Blachére e göre 50. sıradadır). Dehr sûresinin 30. âyetinde Alîmen Hakîma yer alır (Bu sûre Blachére e göre 34. sıradadır).
Bazı müsteşrikler, Esmâ-yı Hüsnâ dan Rahman isminin, vahyin 2. Mekke dönemine has olduğunu söylemişlerdir. Nöldeke, Gaudefroy-Demambynes, Chelhod, L. Gardet, R. Caspar, J. Jamier, R. Blachére bunlardandır.13 Bu, ilk nazarda önemsiz bir ayrıntı zannedilir. Halbuki onlar önce bu faraziyeyi kurarlar. Sonra malzemeleri bu peşin hükme göre değerlendirerek bu tesbitin kesin bir kıstas olduğunu ileri sürerler. Nihayetinde ise bundan önemli bir dinî sonuç çıkarırlar. Kronolojik sıraya göre inceleme neticesinde: Kur ân ın Tanrısı Kendisini 1. Mekke devresinde Rabb, 2. Mekke devresinde Rahman, 3. Mekke devrelerinde Allah diye isimlendirir derler.14 Biri çıkıp, bundan, Hz. Muhammed in Tanrısını tavsif etme işinde tereddüt geçirdiği mânâsını çıkarır. Bir başkası, Rahman ın Cahiliye Araplarınca bilinmediğini, Yemame bölgesinde yaşayan ve Hıristiyanlık etkisinde bulunan bir topluluğun tesiri ile kullanılmış olabileceğini, binaenaleyh İslâm ın kaynağında Hıristiyanlık bulunduğunu iddia eder.15
Halbuki bu tesbit doğru değildir ki, ona dayanılarak birtakım spekülâsyonlar yapmakta da isabet bulunabilsin. Zira Rahman ismi 2. Mekke döِnemine mahsus değildir. Hem daha önce, hem de daha sonra kullanılışına dair örnekler vardır. Kendi sıralamalarından bu örnekleri gösterelim: Meselâ Rahman sûresi 1; Fatiha l ve 3; Nebe, 37 ve 38 örnekleri, Blachére ve Nöldeke ye göre de 1. Mekke devresinde yer alırlar. Ra d 30; Bakara 163 ve Haşr, 22 ise 2. Mekke ile Medine dönemi vahiyleri arasındadır.
Kaldı ki Allah ismi 3. Mekke döneminden sonraya mahsus değildir. 2. Mekke dönemi vahiylerinde Rahman ile birlikte, hattâ bazen aynı âyette kullanılmıştır.16
Bazı kimselerin sayılan bu eserleri (bilhassa Nöldeke, Blachére) klâsik kabul ederek çalışmalarını onlara bina etmeleri, onların geçerli olduklarını göstermez. Gayr-i müslimlerden gelen birkaç hükmü de nakledelim. Y. Moubarac, kronolojik sıralama çalışmalarını eleştirdikten sonra diyor ki: Böylece araştırıcı, tabii olarak, eski Sünnî metoda dönecektir. Ne var ki, onun çalışması, kritik sınıflama labirentinden geçmiş olduğundan, daha semereli olacaktır. Fakat o, bu labirenti aşacaktır. 17 R. Caspar, sûrelerin 2. ve 3. Mekke devresi içine konulmaları hakkında çok tesadüfî, tahminî olduğunu söyler. Rodinson da18 Bell ve Blachére in eserleri hakkında ihtiyata davet eder.19
Biz şu sonuca varıyoruz; Kur ân metninin günümüze kadar intikali hakkında ciddî hiçbir şüphe ortaya konulamadığı gibi, onun iddia olunan gelişmelerini , tenakuzlarını ortaya çıkarmak için yapılan kronolojik sıralama çabaları da başarısızlıkla sonuçlanmaya mahkûm olmuştur.
Kronolojik sıralama işinin ne derece müşkil olduğunu şu örneklerden anlamak mümkündür
Sûre
|
İslâmi Rivâyet
|
Bazergan
|
Muiran
|
Nöldeke
|
Blachére
|
Grimme
|
Fatiha |
5
|
32
|
6
|
48
|
45
|
79
|
Kâfirun |
18
|
26
|
38
|
45
|
44
|
92
|
İnfitar |
82
|
7
|
11
|
26
|
15
|
24
|
Tâhâ |
45
|
53
|
71
|
55
|
55
|
74
|
Dipnotlar
1. es-Suyûtî, el-Itkan, Kahire, 1370/1951, 1:11-12.
2. Aynı eser, 1:9.
3. Bu rivâyetler için bk. Aynı eser, 1:9-18.
4. G. Weil, Historich-Kritische Einleitung in der Koran, Bielefeld, 1844.
5. Th. Nِöldeke, Geschichte des Quorans, 1860.
6. R. Blachére, Le Coran. Traduction Selon un essai de reclassement des Sourates, II-III, Paris, 1949-1951.
7. M. Rodinson, Bilan des études mohammediennes , Revue historique, Paris, PUF, 229 (1963), s. 193.
8. Rishad Bell, The Qur an, Translated With a Cricital Rearrangement of the Surahs, Edinburgh, T. et T. Clark, 1937-1939, 2 cilt. Bu eserin bir tenkidi: S. Vahiduddin, R. Bell s Study of the Qur an, İslâmic Culture, 30 (1956), s. 263-272.
9. Rodinson, Bilan, s. 193.
10. Blachére, 2:5.
11. Sur Quelques Noms d Allah Dans le Coran, Annuaire Ecole Pratique deş Hautes Etudes, 1929-1930, s. 12 ve 20.
12. Le Coran Traduction Selon un Essai de Reclassement des Sourates, 2:133-134.
13. Onların bu iddialarına yer verdikleri eserleri için bkz. S. Yıldırım, Er-Rahman İsminin Kur ân da Kullanılışı , A.Ü.İ.F. Dergisi.
14. J. Chelhod, Note sur I emplui du Mot Rabb Dans le Coran, Arabica, 5 (1958), s. 159-167.
15. J. Jamier, Le Nom Divin al-Rahman Dans le Coran, Me langes L. Massignon da, t. II, s. 361-381, Damas, 1957.
16. Daha fazla tafsilat ve referanslar için bkz. Suat Yıldırım, Kur ân da Ulûhiyyet, İstanbul, 1987, s. 122-124.
17. Y. Moubarac, Abraham dans le Coran, Paris J. Vrin, 1958, s. 95.
18. R. Caspar, La Foi Selon le Coran, Proche-Orient Chretien Dergisi, 18 (1968), s. 20-21.
19. Rodinson, Bilan, s. 193.
İslamın Tanıttığı Allah
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Allah kelimesi, bütün ilahi sıfatları kendisinde toplayan Zat a delalet eden özel isimdir.Bu kutlu ismin etimolojisi hakkında çeşitli görüşler vardır. En kuvvetli ihtimale göre bu lafzın aslı, Ma bud manasına gelen ilah kelimesinin ma rife şekli olan El-İlah ‘tır. Buna göre Allah : belirli olan gerçek Tanrı demektir. Tanrının tek olması ve bu lafzın çok kullanılması sebebiyle, artık İlah denilince O hatıra geldiğinden, kısaltılarak Allah denilmiştir.
Uluhiyyeti belirtmek için gerek Akad, Ugarit, Fenike dilleri gibi ölü ve gerekse Arapça, İbranice gibi yaşayan Sami dillerde müşterek El lafzı, aynı Başlangıçtaki monoteizm tezinin doğruluğuna delil olmaktadır. Demek ki en eski dönemden beri bu pek geniş coğrafyayaya yayılmış insanlar, gerçek Tanrıya kulluk ediyorlardı. Cahiliye arapları gökleri ve yeri , kendilerini ve bütün canlıları yaratan, yağmuru indirip yeryüzünü canlandıranın Allah oduğunu kabul ediyorlardı. Fakat çok ötelerde düşündükleri bu Yüce Varlığı unutmuşlar, ibadetlerini O nun kızları ve oğulları diye iddia ettikleri bazı tanrılara yöneltmişlerdi. Bunların, O nun katında kendilerinin şefaatçileri olacaklarına inanıyor, Allah ı ancak bir felaket sırasında hatırlıyorlardı.
İnsanlar, hemcinsler arasındaki karışıklığı önlemek için birbirlerine özel isim veregelmişlerdir. Halbuki gerçek Tanrı tektir. Dolayısıyla Onu ayırd etme ihtiyacı olmadığına göre isminin bulunması gerekmez diyen bazı filozoflar bulunabilir. Fakat beşeri realitede isim, sadece hemcinsleri birbirinden ayırd ettiren basit bir etiket olmayıp, aynı zamanda varlığı ve şahsiyeti tamamlayan bir unsurdur. Öyle ki adı olmayan yok hükmündedir. Ancak var olanın adı sanı anılır. İşte bunun içindir ki Tanrı, benzeri olmasa da özel isim taşır. Kaldı ki isim objeye tekabül edip onu izhar eder. İnsanlar arasındaki ortak anlayışa göre, bir şahsın özü onun adında odaklaşır. Adsız adam adeta varlıktan da mahrum sayılır. Keza insanlar, bütün varlıklarıyla yöneldikleri Rab Tealaya yalvarır ve hitab ederken kullanacakları birtakım isimlerinin bulunmasında zaruret vardır.
Allah ın varlığı en bariz tarzda tezahür ettiğinden O, Zatını bu tezahürü ifade eden birçok isimle anmıştır. Allah ın zatı, sıfatları; sıfatları ise isimleriyle bilinir. Bütün kainat, Onun isimlerinin tecellilerinden ibarettir. İsimler ise ilahi vasıflardan ibarettir. Nitekim Allah ı zat olarak kabul eden her din, O nu tanıtmak için çok sayıda akli yüklemler kullanır. Bu yüklemler gerçeğe tekabül edip sembolik ifadeler değildirler. Mesela Allah Rahim dir , Allah Kadir dir , Allah Hakimdir , Allah Ğafurdur demek gibi. Allah ın isimleri daha fazla olmakla beraber, en meşhur olan 99 ismin, Müslümanların dini hayatlarında özel bir yeri vardır. Hz. Peygamber (a.s.m.) bunları belleyip zikredenin Cennete gireceğini bildirmiştir. Mümin her ismi zikredişinde,o vasıftan nasibini de düşünür. Zira Allahın ahlakı ile ahlâklanmak İslamın idealidir. Bu ideali gerçekleştirmede en önemli vesile Allah ın bu güzel isimlerini zikretmek, onları tefekkür edip , onlardan etkilenmektir. Bu vasıflardan bir kısmının geçtiği şu iki pasajı Kur an dan iktibas edelim: Bunlardan birincisi, İslam ibadet hayatının esası olan Fatiha suresidir:
Rahman ve Rahim olan Allah ın adı ile. Bütün hamdler, övgüler Alemlerin Rabbi Allah adır. O Rahman dır, Rahim dir (Zatında sonsuz rahmet sahibi olduğu gibi mahlûklarına da merhamet, af ve ihsanda bulunandır). Din (işlerin karşılığının alınacağı hesap) gününün Hakim idir (Kur an, 1:1-4)
Allah tır gerçek İlah. Ondan başka yoktur ilah. Görünmeyen ve görünen her şeyi Bilen dir. O Rahman dır, Rahim dir.
Allah tır gerçek İlah. Ondan başka yoktur ilah. O Melik tir (gerçek Hükümdardır), Kuddûs tur (her türlü eksikten beridir), Selâm dır (Kusurlardan salim olup esenlik ve barışın kaynağıdır), Mü min dir (güvenlik verendir), Muheymin dir (Her şeyin üzerinde gözeten ve kollayandır), Aziz dir (üstün kudret sahibi,mutlak galiptir), Cebbar dır (mahluklarının durumlarını düzelten ve mutlak iradesi ile onları yönetendir), Mütekebbir dir (büyükler Büyüğüdür). Allah, müşriklerin iddialarından münezzehtir.
Allah, o gerçek İlâhtır ki Hâlık tır (Yaratıcıdır), Bari dir (mahluklarını düzgün ve ahenkli tarzda yaratandır), Musavvir dir (mahluklara özel suretlerini verendir). Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onu takdis eder. O Aziz dir, Hakim dir (her şeyi yerli yerince yapandır) (Kur an, 59:22-24).
Allah ın isimleri içtihadi olmayıp tevkifidir, yani ancak vahiy yolu ile bildirilen isimler muteberdir. Bu isimler çeşitli tasniflere tabi tutulmuşlardır ki o ayrıntılara burada girmeyeceğiz. Çeşitli dillerde Uluhiyyet hakkında kullanılan özel isimler ise muteberdir.
Allah ın isimlerinin çokluğu, Onun fiillerinin çokluğunu anlamamızı kolaylaştırır. Ulûhiyyetin muhtevasına sınırsızlık verir. O nu kısıtlayıcı, dar anlayışlardan kurtarır. Özellikle birbirinin zıddı olan isimler, unutmamak gerekir ki zıd, mütenakız demek değildir; Ulûhiyyeti sınırlama eğilimi taşıyan anlayışlara etkili birer engel olurlar. Kimisi O nu sadece Zahir olarak görmek ister. Öyledir amma, Allah Batın dır aynı zamanda. O, Muizz olup dilediğini yükselttiği gibi, aynı zamanda Müzill olduğundan dilediğini alçaltır. Hayatı verip bütün kainatı canlandıran Muhyi olduğu gibi, Mümit olarak da, belirlediği vakit geldiğinde hayatı geri alır.
Allah ın vasıflarının çoğu isbat kabilinden olup selbi vasıflar az kullanılmışlardır. Yani Ulûhiyyetin mahiyetinin ne olmadığını bildirmekten ziyade, ne olduğu bildirilmiştir. Bu da insanlar arasında mükemmelliği bildiren bazı ideal sıfatlarla Allah ın tavsif edilmesi şeklinde tezahür etmiştir. Felsefi temayülün arzu ettiği gibi sadece selbi yön hakim olsa, yani Allah ın mekanı yoktur, sıfatları yoktur, görünmez, bilinmez, asla tasavvur bile edilemez vb. şeyler söylenseydi, bu asla bir tanıtma olmazdı. Halbuki insanın fıtratı ve aklı, var olanı, birtakım sıfatlarla tanıyabilir: Hayy (Diri), işiten, gören, irade eden, seven,merhamet eden,affeden, cezalandıran gibi. Ama Kur an ın tanıtma üslubu, isbat yönüne ağırlık vermekle beraber selbi yönü ihmal etmemiştir. Böylece insan fıtratına uygun tanıtma şeklinin, tek başına bu iki yönden hiç birinde olmayıp, bu iki zıddın birlikte olarak ahenk içinde bir bütün teşkil etmesinde olduğunu göstermiştir. Bu konuda en karakteristik olduğunu söyleyebileceğimiz şu bir tek ayetle Kur an, insan idrakinin Allah hakkında düşünebileceği en ideal bir marifeti özetlemiştir: Allah ın benzeri hiçbir şey yoktur. (Bununla beraber) O, İşitendir, Görendir (Kur an, 42, 11). Birinci kısım selb, ikinci kısım isbattır. Nitekim Allah ı tanıtan , şimdi meallerini iktibas edeceğimiz İhlas suresi ile Ayete l-Kürsi de iki yönü de dengeli olarak ihtiva etmektedir.
De ki: O, Allah tır, gerçek İlahtır. Allah Samed dir (Her şey O na muhtaçken O, hiçbir şeye muhtaç değildir). Ne doğurdu, ne doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O na denk oldu (Kur an, 114 (İhlas):1-4)
Allah O İlahtır ki, Kendisinden başka ilah yoktur. Hayy dir (Mutlak Diri, ezeli ebedi hayat sahibidir), Kayyum dur (Kendi Zatı ile var olup bütün varlıkları varlıkta tutan,onları yönetendir). Kendisini ne bir uyuklama, ne de uyku tutamaz. Göklerde ve yerde ne varsa O nundur. İzni olmadan huzurunda şefaat etmek kimin haddine? Yarattığı mahlukların önünde ardında ne var, hepsini bilir. Mahluklar ise O nun dilediğinden başka , ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O nun Kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O na ağır gelmez. O, öyle Ulu, öyle büyüktür (Kur an, 2:255).
İsbat unsurları Uluhiyyet hakkında insan düşüncesine bir tasavvur verir. O nu bildiğimiz birtakım varlık sıfatlarıyla tanıtır. Fakat öbür taraftan gelen selb ve tenzih unsurları bu tasavvuru buharlaştırır. O nun mahdut, fani idrakimize sığmayacağını, bütün tasavvurların ötesinde olduğunu bildirir. İşte zahiren teşbih (antropomorphisme) ifade eden ( Diri,Gören, İşiten, Konuşan, Affeden, İrade eden vb.), hatta O na rıza, gazap, sevgi, merhamet, Arş üzerine kurulma, el izafe eden müteşabih ayetleri anlamakta istikametten ayrılmamak gerekir. O da vahyin izafe ettiği sıfatları inkar etmemekle beraber Allah ı, herhangi bir hususta mahluklara benzemekten tenzih etmektir.
Allah a iman etmek, O nun yüce zatı hakkında vacib olan kemal sıfatlarını, imkansız olan noksan sıfatları ve mümkün olan sıfatları bilip öylece inanmaktır. O bütün mükemmelliklerle muttasıf, her türlü eksikten münezzehtir. Sıfatları: a) Sıfat-ı selbiyye b) Sıfat-ı sübutiyye c) Sıfat-ı fiiliyye olarak üç kısımdır.
Sıfat-ı selbiyye, varlıkla ilgili olmayıp Allah ın zatına dair şu sıfatlardır:
1-Var olma;
2-Kıdem (varlığının başlangıcı olmamak);
3-Beka (Varlığının sonu olmamak);
4-Muhalefe li l-havadis (Sonradan var olan varlıklara benzememek);
5-Kıyam bi-nefsihi (Varlığı zatından olup başkası ile kaim olmamak);
6-Vahdaniyyet (Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde Bir olmak. Yaratan, yöneten ve ibadete layık olanın yalnız Allah Teâlâ olması).
Sıfat-ı sübutiyye ise şu sekiz sıfattır:
1-Hayat (Diri, yani mutlak,ezeli ve ebedi hayat sahibi olmasıdır).
2-İlim (Her şeyi, vasıtalara muhtaç olmaksızın ezeli ilmiyle bilmesidir. İlim sıfatının taallukundan hiçbir şey hariç kalamaz).
3-İrade (Dilediği şeyi, dilediği nitelik ve vakte tahsis etmesi. Allah ın iradesi iki nevidir: Birincisi Tekvini irade olup taalluk ettiği şeyi mutlaka gerçekleştirir. Hayra ve taate olduğu gibi şer ve masiyete de taalluk eder. İkincisi: Teşrii iradedir ki taalluk ettiği hususun gerçekleşmesini gerektirmez, yalnız hayra ve taate talluk eder).
4-Kudret (Bütün makduratı, vakti gelince, ezeli iradesine uygun olarak yapmasıdır).
5-Sem (İşitilmesi mümkün olan her şeyi, vasıtalara muhtac olmaksızın işitmesidir).
6-Basar (Görülebilecek her şeyi vasıtalara muhtac olmaksızın görmesidir).
7-Kelam (Söylemek sıfatı olup ezelidir ve her şeye taalluk eder. Vahiyler, ilahi kitaplar, ilhamlar bu sıfatın taalluk etmesiyle zuhur etmiştir).
8-Tekvin (Yaratmak, yokluktan varlığa çıkarmak demektir. Bu sıfat, kudret sıfatından farklıdır. Kudret, makdurun varlığını gerektirmez; halbuki tekvin, makdurun varlığını gerekli kılar. Tekvin sıfatı; yaratma, rızıklandırma, diriltme, öldürme gibi Allah a ait fiillerin merciidir.
Sıfat-ı fiiliyye: Allah ın Zatının muktezası olmayıp, dilemesinin gereği olan kemal sıfatlarıdır. Dilediği zaman yapıp dilediği zaman yapmadığı yaratma, diriltme, öldürme, rızıklandırma, nimet verme, merhamet etme, affetme, tevbeyi kabul etme, aziz veya zelil kılma, razı olma veya gazab etme gibi fiillerdir. Bunların hepsinin mercii tekvin sıfatıdır.
Allah ın varlığının delilleri
Allah ın varlığı duyularla idrak edilemez. Bundan ötürü O nun varlığını elle tutulur, gözle görülür hale getirmek söz konusu olamaz. Fakat Allah ın duyularla idrak edilemeyeceğini söylemek, O nun varlığının akılla bilinememesi veya akla aykırı olması manasına gelmez. Bizde sevgi, nefret, özlem, inat gibi birçok duygu vardır ki onların mahiyetlerini idrak edemiyoruz. Ama varlıkları bedihidir, ortadadır. Allah Teâlâ nın varlığı da bedihidir. Bilimlerdeki aksiyomlar kabilindendir. Aksiyom nasıl çıkış noktasını oluşturur ve ispatlanmaya ihtiyacı olmazsa,bu muazzam kainatı var eden ve saymaya gelmez yaratıcı faaliyet eserleriyle dolduran Yaradan ın varlığı da öyledir. O, zuhurunun şiddetinden gizlidir. Çok kuvvetli ışığın göz kamaştırması, ona bakılamadığı için o ışık kaynağının görülememesi gibi, bu derecedeki zuhur, Allah ın varlığına adeta perde olmuştur.
Fatiha Suresi
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Bu süreye, muhteşem Kur'an sarayının kapısını açan hüviyeti dolayısiyle "Fatiha" isminin ve harika Kur'an ağacının dallan, budakları, çiçek ve meyvelerinin asıl ve kökü olması itibariyle de "Ümm'ül-Kur'ân';"Ümm'ül-Kitab"ve"el-Esâs" isimlerinin verilmesi pek münasip düşmüştür. Sure, harflerinin seçimi, duraklarında ki ahenk, iç musikisindeki uyum ve mânâ derinliğindeki üstünlükle tam bir hârikadır. Bu surenin ayetleri ve cümleleri hatta kelimeleri arasındaki mantıkî bağın güzelliği dikkatle takip ederek elle tutulur şekilde fark edenler için çok cazip ve çok çarpıcıdır. Bu yazıda, inci gibi incelik dizilmiş ve işlenmiş edebi nakışlar, enginlesen mânâ derinlikleri imkân nisbetinde gösterilmeye çalışılmıştır.Bazen (na'büdü'nün nun'unun elife tercihinde olduğu gibi) harf tercihlerinden doğan incelikler, ifade ettikleri mânâlar itibariyle nefes kesecek hüviyetdedir. Sırât-ı müstakim'in mâhiyetinin izahı ise, tutum ve davranış olarak bütün faaliyetlerimize ölçü getirecek seviyededir. Hidayet ve dalâlet in, keza gazaba uğramanın Kur an'da veciz şekildeki ifadesi altında yatan gerçekler, değişik yönleri ile birer birer ele alınmıştır.
Fatiha sûresi, Kur'ân-ı Kerimin ilk süresidir. "Bir yeri veya bir şeyi açan" mânâsına _elen fâtih sıfatından isme nakledilmiştir; sonundaki tâ nakl veya mübalağa belirtir, yoksa te'nîs alâmeti değildir. Kur'ân'ın tabiri caizse mukaddimesi durumunda olduğundan Fâtihatu'l-Kitâb veya el-Fâtiha. bu mübarek sûrenin adı olmuştur (1) Yirmiden fazla ismi, daha doğrusu vasfı vardır. Bu da onun pek şerefli olduğunu gösterir(2). Diğer sûrelerin aslı, kökü, tohumu ve Kur'ânın hülâsası durumunda olduğundan Ümmü'l-Kur'ân, Ümmü'l-Kitâb el-Esâs; başlı basına yeterli olduğundan el-Vâfİye, el-Kâfiye; Arş-ı İlâhînin altındaki hazineden indirilip(3) kelimenin tam mânâsiyle ulvî mânâlar hazinesi olduğundan el-Kenz; namazın her rek'atinde ve daha bir çok vesile ile tekrarlanan yedi ayetli bir sûre olması itibariyle es-Seb'ul-mesânî, namazda okunması vacib olduğundan Süretu's-Salât, hastalıklara şifâ olması itibariyle eş-Şifâ, eş-Şâfiye
bu sûrenin isimleri arasındadır.
Tam olarak inen ilk sûre olup Mekke'de ve risaletin başlangıç döneminde nazil olmuştur(4). 7 ayettir. Besmeleyi müstakil bir ayet saymayanlar kısmını bir ayet sayarlar. (Ayrıntılı bilgi için derginin nüshasına bakınız) İmam Şafiî'nin de aralarında bulunduğu birçok zevata göre Kur'ân'da sûrelerin başında yazılı besmeleler hem Fatiha'da hem de diğerlerinde sûrenin ilk ayetini teşkil eder, dolayısıyle namazda cehren okunur. Hanefiyyeye göre sûre başlarındaki besmeleler sûrelerden birer cüz olmaksızın, Kur'ân'ın müstakil bir ayetidir, namazda sirren (içten) okunur. İmam Mâlike göre. Nemi sûresinin 30. ayeti dışında, Kur'ân'dan olmadığından namazda sirren dahi okunmaz(5). İslâm ibâdet hayatının esası olması hasebiyle müminler bu sureyi her gün en az onyedi defa okumakla mükelleftirler, "Fâtihasız namaz olmaz" (6).
Fasılası mim ve nun harfleridir. Ayet sonlarında durulduğunda, yüksek bir mûsiki değeri olan bu harfler, medd-i arız sebebiyle, yâ harf-i meddin 2 ilâ 4 elif miktarı uzatılması sayesinde, şevk verici bir ahenk sağlarlar. Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Fatihayı, her ayet sonunda durarak okurlardı 7).
Biz, bu konuların tafsilatını tefsir kitaplarına havale ederek sûrenin, her müminin mutlaka bilmesi gereken veya bilmesinde fayda bulunan mânâ tarafı üzerinde, makale çerçevesinin imkân verdiği ölçüde durmak İstiyoruz.
Besmeledeki rahman ve rahîm vasıflarının delâlet ettiği nimetlere biz kullar elhamdülillah "hamd Allah'a mahsustur" diyerek şükürle mukabele ediyoruz (8). Bazı müfessirler elhamdülillah dan önce "şöyle deyiniz" anlamına gelen bir Kûlû fiilinin mukadder olduğunu belirtirler.(9) Hamd için zaman ve mekân zarfı zikredilmeyip istimrar İfade eden isim cümlesi kullanılması ve istiğrak lamı. bütün hamdlerin evvelen ve bizzat O'na ait olduğunu gösterir.
Müteakiben bu hükmün delili olarak "Hamd Allah'a mahsustur; çünkü Rabbul âlemindir; çünkü rahman rahimdir ve çünkü dîn gününün mâlikidir" buyurulur. Hüküm vasfa terettüb ettiğinden burada sıfatlar, bu istihkaka liyakatinin sebebini bildirirler (10) . Böylece bütün mekânlar, bütün zamanlar, bütün mahlûklar ve bütün nimetler O'nun olduğundan, bütün hamdlerin de O'na ait olması gerektiği vurgulanmış olur. "Allah" lafz-ı celâli diğer bütün esmây'-ı hüsnânın mânâlarını gerektirip kendinde toplayan Ulûhiyyetin alem-i hassıdır. Bununla beraber, bu icmali bir nebze açıklamak üzere Ulûhiyyetin başlıca hususiyetlerini ihtiva eden belli başlı vasıflar gelir. Rabb: O'nun fiili sıfatlarına, hükmünü yürütmesine, bütün mahlukları yaratıp ihtiyaçlarını vermesine, onları kemale erdirip idare etmesine delâlet eder. Rabbu'l-âlemîn: bütün eczasiyle bütün âlemlerin ve hususiyle, hepsine üstün olan akıllı varlıkların yegâne Rabbi demektir. Rabb: bir şeyi. kademe kademe kemâline eriştiren, yani terbiye eden" anlamınadır. Rabbu'l-âlemîn denince, her insan, kendi görebildiği kadar olsun, zihninden bütün âlemlere bir resmi geçit yaptırınca, terbiye kanununun ve muazzam bir rubübiyyetin asarını müşahede eder. Sadece şunu düşünse ki. kendisi, gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücre iken, halden hale geçirilerek, rubübiyyet mucizesi olarak yeryüzünün halifesi makamına getirilmekte, matlub olan geçit resminden sonra, dünya sahnesinden kaybolmaktadır. İradesiyle gelmeyen, iradesiyle varlığını sürdürmeyen ve iradesiyle gitmeyen insanlar ve diğer mahluklar, mütemadiyen her gün akıp akıp gidiyorlar. Rabbu'lsâlemîn, yarattığı her mahlûk İçin bir kemal noktası tayin etmiş ve oraya yükselmesi için ona bir meyi! vermiştir. Her mahlûk, o noktaya doğru giderken, o uzun seferinde kendisine yardı m eden, zararları giderip engelleri kaldıran, işte bu ilahî terbiyedir (11) .Halbuki "Rabb" yerine halik veya başka bir vasıf kullanılsaydı bu maksud hasıl olmazdı. Diğer taraftan, Hâlık'ı kabulde fazla ihtilaf yoktur, arna varlığı devam ettiren rubûbiyyeti, birçok insan inkâr etmektedir. Kur'ân ise rubübiyyeti vurgulamak istemektedir.(12)
İslâm geldiğinde dünya, çeşitli inanç, felsefe, efsane ve evham yığını ile dolu idi. Hakla batıl, dinle hurafe, efsane ile felsefe birbirine girmişti. Bu sebepten Kur'ân, Allah teâlâ nın sıfatları ve O'nun mahlûklarla münasebetlerini vazıh bir şekilde bildirmeye büyük bir ihtimam göstermiştir. Halis tevhid, şümullü Rubübiyyet itikadı: gerçekliği, güzelliği, sadeliği ve insan fıtratına münâsip düşmesiyle, kalb için olduğu kadar akıl için de büyük bir rahmet olmuştur(13)
Rahman: ihsan, kerem, şefkat ve lütfa dair esmaya delâlet eder. Rahim ise, zatî rahmetin, mahlûklara taallukunu belirtir (14). Adalet, hâkimiyet, kimsenin hakkını kimsede koymama, dilediği gibi tasarruf ve yönetme fiillerine İse Mâlik (veya öbür kıraatteki Melik) ismi delâlet eder. Bu dört kudsî vasfın muktezaları iyice düşünülürse yaratma, öldürme, rızıklandırma, lütuf, kahr, adalet, mağfiret vb. bütün fiilî sıfatlara delâlet ettiği anlaşılır (15). Cenâb-ı Allah, böylece tazim sebeplerinin tamamına sahip olarak âdeta: "Ey akıl sahipleri! Ulûhiyyetimi ikrar, ubûdiyyetinizi ilan ederek, sırat-ı müstakim isteyiniz ki Ben de cennete yerleştirince-ye kadar sizi koruyup felaha kavuşturayım" buyurmaktadır.
Mâlik-i yevmi'd-din, ilahî rahmeti ifade eden bir önceki vasfın neticesidir. Zira kıyametin koparılıp ebedî saadetin gelmesine en büyük delil rahmettir. Nimeti nimet yapan, ancak âhiret hakikatidir. Daha başka mânalara da gelen dînkelimesinin Fatihada iki muteber mânâsı vardır: "işlerin karşılığı" ve "mâruf dîn". Böylece dîn günü, işlerin karşılığının verileceği veya dînin bildirdiği hallerin gerçekleşeceği zaman parçasıdır. Allah, hem dünyanın hem de âhiretin Rabbi olduğu halde, "dîn gününün mâliki" vasfındaki tahsis söyle izah edilir: 1 - O gün, dinin bildirdiği hakikatler tam mânâsiyle zuhur edeceği için Allah'ın, izzetini perdelemek gayesiyle hikmeti icabı yarattığı zahiri sebepler nizâmı kaldırılıp her şeyin gerçek mahiyeti ortaya çıkarılacağından" dîn gününün tek mâliki" buyurulmuştur.
2- Maksad, o günün ehemmiyetine dikkat çekmektir
3- Dünyada insanların da zahirî malikiyetleri vardır. Ama o gün bu da zail olacak. Allah'ın hükümranlığı tam bir zuhurla müşahede edilecektir (16). Dünyada yapılan işlerin mükafat ya da ceza olarak ahirette karşılığını verecek Mâlik-i yevmi'd-dîne inanmak, insanları, geçici hayatın ilcaatının esiri olmaktan kurtaran pek mühim bir esastır. İnsanlık Hakka ve halka hizmet külfetinde, uğrunda fedakârlığa değen bir saadet diyarını her gün seyretmedikçe, yeryüzünde, Allah'ın emrettiği 1mükemmel nizâma göre bir toplum hayatı kurulması mümkün değildir (17).
Sûredeki ilk vakf-ı tâmma kadar bu hakikatler bildirildikten sonra, muhataba şevk veren bir iltifat üslûbu ile (18) gaibden hitaba geçilerek kuldan: "yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden medet umarız" demesi istenir. Bu, zımnî (mahzûf) "şöyle deyiniz" emriyle olur (19). Bir tefekkür silsilesi neticesinde yüce vasıflarını anladıktan sonra, Allah'ı, âdeta görüyorcasına, kul, O'na hitâp etme makamına çıkarılır. İyyeke n abudu demekle insan, dünyada mevcut her türlü şirk çeşidini terk ettiğini ilan eder (20)
Rubûbiyyetin matlub sıfatlan zikrolunduktan sonra, mükemmel ubudiyetin nasıl olması gerektiği böylece formülleştirilir. İbadet, hudû ve tezellünün en ileri derecesidir. (21) Şer"î ubûdîyyet, insanın, ruhen ve cismen, zahiren ve batınen. bütün mevcudiyetle yalnız Allah a yaptığı, şuurlu bir taat ve kurbettir (22)
Bu ayeti iyi anlayıp yaşamak, insanın en mühim tarafı olan kalb hayatını şifaya kavuşturur. Bu tedavi şu altı cüzden oluşur: 1- Yalnız Allah'a kulluk 2- O'nun emri ve İzniyle hareket 3- Başka heva ve heveslerle hareket etmemek 4- İnsanların re'y ve tahakkümleriyle hareket etmemek 5- 0'na kullukta Kendisinden yardım istemek 6- Şahsının veya mahlûkların güç ve kuvvetine dayanmamak. Şifa bulmayanın, bunlardan birinde noksanlığı var demektir (23). Bu ayet. kul ile Rabbi arasında bir akit durumundadır. Kendisine halis bir ubûdiyyet ve teslimiyet gösteren insana Allah, dünyada yardım ve hidayeti, ahirette İse cenneti, hikmet ve rahmet eseri olarak taahhüt etmektedir. Bu ayet, insanı, mahlûklara esaretten kurtaran hürriyetin kaynağı olduğu gibi toplum hayatına da büyük bir önem vermektedir. Zira akit, "ibadet ederim, yardım dilerim" diye insanlardan tek tek değil, "ederiz" şeklinde cemi sîgasiyle istenmektedir. Bu ayette cemaatle ibadetin faziletine İşaret edilmektedir. Fakat bu sevaba ermek için cemaatin teşekkül etmiş olması lazımdır. Halbuki cemaat, kuru kalabalık değil, aynı ruhla hareket edebilen muntazam bir birlik demektir, (24). Binaenaleyh cemaatin teşekkülü bir ruha ve içtimaî bir mîsaka bağlıdır. Allah her namazda bu içtimaî vicdanı eğitmek ve pekiştirmek istiyor. Bu mîsak da mezkûr ayetteki mukavele ile teşekkül edecektir. Hak teala vicdanlarda bu içtimaî ruhu geliştirmek için, cemaatin her bir ferdini diğerlerini temsilen konuşturuyor. Cemaatte temsil özelliği bulunmalıdır. Herkesin ben" "ben" diye bağırdığı yerde, cemaat değil, kendi başına buyruk kimseler vardır. İnsan tek başına namaz kıldığında da, melaike ve mü'min insanlar cemaatine vekâlet ettiğini hatırlamalıdır. Tefekkürünü biraz daha derinleştirirse mümin, içice şu üç dairenin merkezinde olarak bütün kâinatın ubudiyetini Rubûbiyyet dergâhına arz ettiğini tasavvur edecektir:!-Vücudundaki bütün âza ve zerreler cemaatinin 2- Melaike dahil bütün muvahhitler cemaatinin 3-0'-nun Rabbu'l-âlemîn olmasına mukabil bütün âlemlerin teşkil ettiği muazzam cemaatin: sözcüsü olarak küllî bir ubudiyet gerçekleştirecektir. (25). Cemaat namazına dahil olan mümin, kendi cüzi, mütevazi ve kusurlu ibadetini, reddolunmayacak melaike, enbiya ve evliyanın niyazına ilhak ederek sunmaya cesaret ederken, o salih kulları da kendisine bir nevi şefaatçi yapmaktadır (26). İyyeke neste în cümlesi, fiilin müteallakı göz önüne alınmaksızın veya müteallakı umumî takdir edilerek tefsir edilip şu mânâya gelir: "Ya Rabbi biz gerek Sana ibadet ve itaatımızda ve gerek diğer bütün işlerimizde ancak Senden medet umarız. Senden başka kimseden yardım dilenmeyiz. Seni tanımayan kâfirlerdir ki başkasından İstiane ederler". Cenâb-ı Allah. Resulünün (a.s.m.) lisâniyle de. mümine yaptırdığı bu duayı kabul buyurduğunu söyle bildirmektedir: "Namazı (yani namaz sûresi olan Fâtiha yı O kulumla paylaştım, yarısı Bana diğer yansı ona aittir. (Daha sonra ilk üç âyetin Allah'a, son üç ayetin kula ait olduğu bildirilip ortadaki bu ayet hakkında:) Kul İyyeke na budu ve iyyeke neste în" deyince Allah: "İşte burası Benimle kulum arasında müşterektir (İlk yansı Bana, ikinci yansı kuluma aittir) ve kuluma da istediği verilecektir" buyurur (27).
İşte böylece Fatiha, Yüce Allah'ın zât, sıfat ve ef'âlini bildirdiği gibi O'nun kudsî ahlâkının da büyük bir numunesini gösteriyor: Yoktan yarattığı bu mahlûkunu muhatap alıp. dünyada muvakkaten ihsan buyurduğu emanetlerini, o nimetlerin gerçek sahibi imiş gibi, yine onun için ebedileştirmek üzere-ona taraf muamelesi yapıp hukuk tanıyarak mübadele ediyor (28).
Kul, Allah'ın razı olduğu ubudiyeti yapıp dua makamına gelince, en mühim matlaba, yani sırât-ı müstakime hidayet istemesi bildiriliyor ki "hiçbir eğrilik ve meyil bulunmayan cadde, işlek geniş yol" olan Kur'ân yoludur. Bu tabirle, her türlü bozuk din ve ideoloji mücmel olarak reddedilir. Zira sırât-ı müstakim,hakkı bilmeyi, onu her şeye tercih etmeyi, ona teslim olup imkân nisbetinde onu hakim kılmak için gayret ve cihad etmeyi İhtiva eder (29). Sırat-ı müstakim, ifrat ve tefrît aşırılıklarından uzak, hayatın her sahasında muvazeneli hükümlere sahib olan islam dinidir. İslâm metodu, insanlığın râci olduğu şu üç ternel faaliyeti, fert ve toplum plânında dengede tutmakla, sırât-ı müstakimi gerçekleştirir: İnsana, menfaatlerini sağlamak üzere verilen kuvve-i şeheviyyenin (yani yemek, uyumak, cinsî hayat) ifratı fücur, yani helal haram demeden her şeyden istifade; tefriti humûd (isteksizlik), vasatı iffettir (helale isteği olup harama girmemek). Zararları savmak için verilen kuvve-i gadabiyenin ifratı tehevvür, hiçbir şeyden korkmamaktır ki.bütün istibdat ve zulümler bunun eseridir. Tefriti cebanet. korkaklıktır. İtidali ise şecaattir ki dînî ve dünyevî haklan İçin canını feda edip meşru olmayan şeylere karışmamaktır. Kuvve-i akliyenin ifratı cerbeze, yani hakkı batıl,batılı hak gösterecek kadar aldatıcı bir zekâdır. Tefriti gabavet, hiçbir şeyden haberi olmamaktır. İstikameti ise hikmettir ki hakikati bilip uymak, batılı bilip kaçmaktır. Demek ki sırât-ı müstakim, ideal faziletler mihrakı olan iffet, şecaat ve hikmetin mezcinden hasıl olan istikamettir. (30),
Nazarî kalmayıp, realitedeki tezahürünü göstermek için sırat ı müstakimin. Allah'ın, hidayet nimetine erdirdiği nebîler (a.s.), sıddîkler. şehidler ve salihlerin yolu olduğu (krş. Nisa sûresi. 69) bildirilir. Mahûd şeyler hakkında kullanılan İsm-i mevsûl " onların. Hz. Âdem (a.s.) dan beri her zaman tarih sahnesinde çoklukla mevcut olup. beşerî karanlıklar içinde elmas gibi parlayan nuranî zatlar olduğunu ifade eder ve o cemaatin ittifakına kulak verip, sağda solda oyalanmadan onları hak yoluna girmeye teşvik eder. Ayettekien amte in'âm ettiğin" fiili, doğru yol nimetine eriştirmekten Kinayedir. Demek bu nimet, mutlak nimettir. Bunu elde edince, diğer nimetler gölge gibi onu takib ederler. Böylece anlaşılır ki sırât-ı müstakime erdirmek: hem en mühim yardım, hem de en büyük nimettir. Hem de o zâtlara izafe edilen bu cadde, onların kendi vaz ları olmayıp ilahî bir vaz' ve nimettir, ama ona mazhariyet ve o yola girmeleri itibariyle "onların yolu" sayılmaktadır. Böylece insanları eğitmekte pek mühim bir yeri olan örnek İhtiyacı tatmin edilmektedir. Sırat-ı müstakimin ne olduğu belirtildiği kadar ne olmadığı da sûrenin son kısmında bildirilerek bu yolun, yahudiler misüllü mağdûb, hristiyanlar misüllü dallîn (sapkın) (31) olan yakın zıtlar gibi, öteki uzak zıtlann da aşırılıklarından uzak olduğu gösterilmiştir.
Bazı âlimlerimizin ciltlerle tefsir yazdığı, Hz. Alînin ise "isteseydim Ummu'l-Kur'ân ın (Fatihanın) tefsirine dair yetmiş deve yükü eser yazardım"(32) dediği bu bereket kaynağı sûrenin sunmaya çalıştığımız kısa tanıtmasından da anlaşılmış olacağı gibi Fâtiha-i şerife Kur'ân ın hülâsasıdır. Kur'ân mükemmel bir vücud. Fatiha onun başı. Besmele ise o baştaki tacdır Hülasa oluşu, tabiînden beri hemen bütün tefsirlerce belirtilir). Fakat bu fikrin tatbiki hususunda, aralarında ufak farklılıklar bulunur. Biz şunu zikredelim: Kur'ân ın esas maksadları tevhid, nübüvvet, âhiret ve istikamet (ibadet ve adalet) olmak üzere dörttür.Elhamdülilah ve İyyeke na budu tevhîde, Sıratallezine en amte aleyhim nübüvvete, Mâliki yevmiddinâhirete, Sırata l müstakim ise istikamete işarettir (35). Fatihada bu dört maksada başka işaretler varsa da biz bu kadarıyla yetinelim.
Şu halde Fatiha sûresi, Kur'ân ın ve İslam ın mükemmel ve ilahî bir hülâsasıdır. Baş tarafında mebde' ve meada ait marifetullahı. İslâm dininin mevzusunu ve prensiplerini, ortasında Kur'ân ilminin asıl mevzu ve gayesini, yaratılışın en büyük kanunu olan "insanın, Allah'a müntesip ve ait olması" keyfiyetini, içtimaî ve hukuki prensipleri tebliğ ettikten sonra, üç ayette de hak yol olan İslam dininin efradını cami, ağyarını mâni bir tarifini yapmış ve bunların hepsini, başındaki bir Elhamdülillah cümlesine dere edip mer'iyyetini, Allah namına ilan eylemiştir. İslam ı şöyle tarif ediyor: "Gadaba uğratmadan dalâlete düşürmeden, doğruca ve selâmetle Allah'a ve Allah'ın nimetlerine götürüp "Elhamdülillah" dedirten ve bu safi nimetlere tam mânâsiyle ermiş, hakikaten mes'ud gayr-i mağdûb ve gayr-i dâll zevat tarafından takib edildiği tarihen sabit ve tecrübe ile bilinen, büyük, aşikâr hak yolu, istikamet yolu". Bu dîni benimsemenin ilk prensibi evvelâ Allah tealâyı tanımak, hakların, vazifelerin ve müeyyidelerin kaynağı olarak yalnız O'nun dînini bilmektir. Bu hususta amelî olarak tevfik taleb etmek sizden, hidayet Allah'tandır. (36).
Fatiha, bu prensiplerin insanlığı ıslah ettiğine vakıayı da şahit gösterir. Peygamber efendimizin (a.s.m.) ve ashabının, sırat-ı müstakim sayesinde mazhar oldukları ilahî nimet ise bunun en aşikâr şahididir. Onun günümüzü de aydınlatamayacağını düşünmek, dünü aydınlatan güneşin bu günü de aydınlatacağını inkâr etmekten farksızdır. Binaenaleyh, Fatiha hakkında Peygamberimizin "Her hastalığın şifası" (37), ve "Kur'ân ın en büyük süresidir (38), buyurmasına hayret edilmemelidir.
DİPNOTLAR
1.ÂlÛsî,Rûrıu'l-ıneam. 1.34.
2.Süyutî, ei-h*an. 1.151-154.
3.a.g.e.. l.lll.
4.Beydavı. Envâru't-tenzfl. 1.4. Nesefi, Metiâ-
rtk. 1.4.
5.Elmalılı. Hak Dini.Kur'an Dili 1.15-17; F.
R3zî, Mefâtlhu'l-gayb. U 94; Bey d av./1.4
6.Bu mevzudaki hadisler için bkz. Ibn Kesir.
1.25-27; Cassâs. 1.13-17.
7.Suyûtî. e!-ltkan. l.lll'de Ebû Dâvud ve Tlr-
miiî'den.
8.S.Nursî. Işraratu'i-i'câz. s.I5.
9.M.Şenkltl. Eüvâu'l-beyan. 1.101.
10.Beydâvî. 1.12; S.Yıldırım, Fatiha sûresi tef
sin. s.21.
11.S.Nursî. Işârâtu'l-i'câz. s. 16 Krs -ıTaberî
Câmiül Beyan 1.62
12.F.Râzî. Mefâtîh. 1.180.
13.S, Kutub. Fi ZHâli'l-Kur'ân, 1.16-17.
14.Bu iki vasıf tık. farkların tafsilatı için
bkz.Alûsî. 1.58-66: S.Yıldmm. Kur'ânda Tan
rılık. s.103-10.
15.M.Abduh-R.Rıda.Tef.el-Uenâr, 1.75.
16.lşârâtu'1-ı 'eâz.s.17: S.Yıldırım. Fatiha sû
resi tefsiri, s.17-18.
17.S.Kutub. R Zılâlı'l-Kur'ân. 1.18.
18.Beydâvî, 1-13. 19. Taberî, 1.6!.
20.F.Râzî. Mefâtîh. 1.244-245.
21.Beydâvî. 1.14. 22. Elmalılı. 1,96.
23.Ibnu Kayyımı l-Cevziyye. et-Tefsûru'l-kayyim. s.47. 24. 24.Elmalılı. 1.110.
25.Isârâtu'l-i'câz. s.18.
26.F.Razî, L.248-249.
27.Sahmu Müslim. K.Salat 38 ve dürt ashâb-ı
Sünen.
28.Elmalılı. 1.104-105.
29.Ibnü Kayylmi'l-Cevziyye. et-tefsûru'l-
kayyim. s.49.
30.Işaratu'l-İ'câz. s.19-20: F.Râzî. 1,183.
31.Bu husustaki hadis-i şenf için bkz. Tlrmi-
zî.K.Tefsîr. Fatiha sûresinin tefsirinde.
M.A.Nâsıf. et-Tac, IV, 37' (Ahmed tbn Hanbel
ve sahih diyerek Ibnu Hibbân'dan), Taberi,
1.185; Tefsîru'l-Menâr. 1.97.
32.Süyütî. el-ltkân, IV.200.
33.Elmalılı. 1.56.
34.Suyûtî, el-[tkân, tll. 318'de tabiînden
Hasanu'l-Basrî (r.a.| den.
35.lşâratu'H'Câz.s.11 36.Elmalılı.1.142-144
37.Suyûtî. el-ltkan, IV,l37'deSaîd Ibn Man-
sûr ve el-BeyhakTden.
38.Sahîlıu'l-Buhâri. Fedâilu'l-Kur'an. 9 ve dört
ashâb-ı Sünen.
BİBLİYOGRAFYA
1.Kütüb-l Sİtte.
2.Taberî, Câmiu'l-beyân an te'vîli'l-Kur'an. Ka
hire. 3.bas. 1378/1968. l.
3.Fahruddîn Râzî. Mefathu'l-9ayb. Tahran. 2.
bas., c.!.
4.Beydâvî, Envâru't-tenzTl. (Sirbînî'nin hami*
sinde). Kahire, 1311. c.l.
5.Neşen. Medarlku't-tenzîl, Kahire.
1385/1966. c.l.
6.lbnuKayımı'ı-Cevıiyye.et-Tefsîrıj.'i-kayyim
7.Suyûtî. el-ltkân fi ulu mi'l-Kur'ân. Njr.
M.E.Ibrahlm, Kah.. 1387,1-IV.
8.M.E.es-Senkîtl Edvâ'ul-beyân fi îdahl'l-
Kur'ân. Riyad. 1403. c.l.
9.S.Nursî. Isaratu'l-i'câı. (Türkçe trc,). Anka
ra. 1959. s.11-25.
10.M.Abduh-R.Rıdâ. Tefsüru'i-Menar. Kahire.
4.bas.1373/i954. Kahire, e.I.
11.Elmalılı. M.H.Yazır. Hak Dini Kur'ân Dili.
istanbul. 1935.1,15-145.
12.âlüsî. Rühu'l-meânî. Beyrut, (ofset bas,),
l. 33-98.
13.S.Kütub. Fi Zılâin-Kur'an, Beyrut. S.bas..
tarihsiz, c.l.
14.Hasanu'l-Bennâ. Tefsîru Fâtlhati'l-Kitab,
Beyrut. 1391/1972, s.35-71.
15.Suat Yıldırım, Fatiha süresinin tefsiri, Er
zurum, 1979 (A.O.Islâmî ilimler Fak.). s.1 -26.
Hz. Peygamberin Kur'ân Tefsiri
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'an-ı Kerim'i anlama konusunda, İslâm tarihi boyunca farklı yaklaşımlar olmuştur. Asırlar boyunca meydana gelmiş olan çeşitli tefsir tarzları, bunun neticesidir.
Tefsir ilminin yapacağı ilk iş, Kur'an'ın açıklanmasında, Hz. Peygamber aleyhisselamın işlevini gözönünde bulundurmaktır. Allah Tealâ gönderdiği Kitabın tefsirini birinci derecede Resulüne havale etmiştir. Ezcümle şöyle buyurmuştur:
"Biz sana zikri indirdik. Tâ ki kendileri için indirilen Kur'an'ı insanlara açıklayasın ve tâ ki onlar da iyice
fikirlerini kullansınlar" (Nahl, 44). İndirilen zikr, vahy-i gayr-i metlüv olarak sünnettir. Kur'an'ı tefsir edip açıklamak üzere Peygamberimize bildirilmiştir. Bu âyetle bu manayı ifade eden birçok âyete dayanarak müslümanlar, Kur'ân tefsirinde Hz. Peygamber'in açıklamalarına birinci derecede yer verme konusunda ittifak etmişlerdir.
Allah Tealâ kitabını, insanların elleriyle tutacakları kağıtlar şeklinde değil, aramızdan seçtiği Resulünün kalbine vahiy yolu ile indirdi. O da kitabın metnini tebliğ etmekle yetinmedi, sözleriyle ve davranışlarıyla onu açıkladı ve uyguladı.
Demek ki Hz. Peygamberin Kur'an'la ilgili başlıca üç görevi vardı:
1- Tebliğ
2- Tebyin (açıklama)
3- Tatbik.
O'nun bütün hayatı bu işlerle doludur. Vahiy met¬ninin ulaştırılması, izhar edilmesi işi için Kur'an, belağ ve tebliğ kelimelerini kullanmıştır. Mesela;
"Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, sana verdiği risaleti (mesajı) tebliğ etmemiş olursun" (Mâide, 67). Kur'ân mesajı ulaştırmak hakkında tebliğ kelimesini defalarca kullanırken, demin zikrettiğimiz Nahl, 44 âyetinde tebyin kelimesinin tebliğ, ulaştırma, açığa vurma manasında kullanıldığını iddia etmenin hiçbir değeri olamaz.
Diğer taraftan bir âyette de şöyle buyurulmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Resule ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer herhangi bir hususta tartışıp ihtilaf ederseniz onu Allah'a ve Resulüne irca edin" (Nisa, 59).
Allah'a irca etmek O'nun kitabına götürmek, Resulüne irca etmek ise hayatta iken kendisine, vefatından sonra da O'nun hadislerine irca ederek, hadisleri hakem kılarak konuyu vuzuha kavuşturmak manasına gelir.
Sahabe neslinin sonlarında, dinin tek kaynağının Kur'an olduğunu iddia eden tek tük insan ortaya çıkmış, sahabiler bunlara karşı çok net bir tavır takınmışlardır. Bunlardan bildiğimiz iki hadiseyi nakledelim:
İmran İbn Husayn'ın (r.a) (öl. 52/672) bulunduğu bir mecliste adamın biri: "Kur'an'da bulunmayan şeyden bahsetmeyin" deyince İmran: "Sen ahmak bir adamsın! Öğle namazının dört rek'at olduğunu, onda kıraatin cehredilmeyeceğini Kitabullah’ta gördün mü?" Sonra namazı, zekâtı ve emsali hükümleri sıraladı ve ilave etti: "Bütün bunları Allah'ın Kitabında tefsir edilmiş olarak buluyor musun? Kitabullah bunları mübhem bırakmış, sünnet de tefsir etmiştir"
Sahabenin en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, sünnetin öngördüğü bütün davranışlar, temelde Kur'an'ın istediklerini yerine getirmektir. Haşr suresinin 7. âyeti, Hz. Peygamber'in sünnetine bu işlevi vermiştir. Nisa, 119. âyeti, Allah'ın yarattığını değiştirmeyi yasaklar. Fakat bu âyetin maksat ve kapsamını ancak Resulullah'ın anlayışı ve uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Abdullah İbn Mes'ud'a (r.a) Beni Esed kabilesinden bir kadın gelip şöyle dedi: "Ey Eba Abdirrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana lanet ettiğini duydum?" Abdullah İbn Mes'ud ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum ki, Resulullah (a.s)'in lanet ettiğine ve Kur'an'da belirtilene lanet etmeyeyim?" Kadın cevaben; "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım?" deyince İbn Mes'ud'un cevabı şöyle oldu: "Eğer layık-i veçhile okumuş olsaydın bulurdun. Zira Allah Tealâ buyuruyor ki: "Peygamberin size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin, O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" dedi.
Hicri ikinci asrın son çeyreğinde Basra'da bir grubun, hadislerin sübutu meselesinde şüpheye düştüklerinden sünneti ihmal ettiklerini görüyoruz. Bunlardan bazıları, âhad yolu ile rivayet edilen hadisleri kabul etmeyip mütevatirleri kabul ederken bazıları hepsini birden reddediyordu. Şüpheleri yersiz idi. Fakat şuna dikkat edelim ki bunların itirazı sünnetin Kur'ân'ı tefsir etmesine değildi; rivayetlerin sübutuna idi. İmam Şafiî el-Umm adlı eserinin Cimau'l-ilm bölümünde bu grubun sözcüsü ile olan münazarasını nakleder ve çok ikna edici delillerle sünnetin, Kur'ân'ı açıklayan, ümmeti bağlayan bir kaynak olduğunu açıklar. Şafiî'ye göre "İmamların bütün söyledikleri sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur'an-ı Kerim'in şerhidir."
Üçüncü asırdan itibaren sünnetin dindeki yerini reddeden müslümana rastlanmamıştır; tâ ki Avrupalıların 19. asırda İslâm ülkelerini istila etmeleri neticesi sömürge idaresi kurmalarına kadar, bu sapıklık görülmemiştir. Sömürgeciler Hz. Peygamber'e duydukları kin, peşin hükümle şartlanarak İslâm'a nefretle bakışları, müslümanların birliklerini parçalama, İslâm medeniyetini çekememe, müslümanlar arasında fitne ve ihtilaf çıkararak onları birbirleriyle uğraştırırken kendi hakimiyetlerini kolayca devam ettirme, müslümanların servetlerini yağmalamaya devam etme gayeleriyle bu ihtilafları körüklemişlerdir.
Zaten onların bu gayeye hizmet etmek için yetiştirdikleri oryantalistler, İslâmî incelemeler uzmanı olduklarını iddia ederek, İslâm aleyhinde birçok şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. İşte sömürgeci idare, birçok oryantalist tarafından üretilen bu iddiaların kulaklarına üfleneceği, bazı gafil, cahil, gevşek, ecnebi taklitçisi, menfaat peşinde koşan müslümanlar bulma imkânı verdi.
Müslüman toplumlarca hiç kabul görmemesine rağmen bu kabil iddiaların iki asır boyunca, arada bir ısıtılıp tekrar piyasaya sürülmesi de bu fitnenin gayr-i müslimler tarafından kaynatıldığının bariz delilidir. Zira onlarca önemli olan, bu görüşün galip gelmesi değildir. Bu aykırı iddiaların müslümanlar arasında yerleşemeyeceğini onlar da pek iyi bilirler. Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp müslümanları, hayatî meseleleriyle meşgul olmaktan, bir süre için bile olsa uzaklaştırmaları, onları birbirine düşürmeleri kendilerine yetmektedir. Her dönemde kulaklarına üflenecek beş-on gafil bulmak hiç de zor bir iş değildir.
Fakat bu gafil müslümanların aynı iddiaları ilmî olarak ileri süren oryantalistlerden temel farkları şudur: Onlar Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğine inanmazken, berikiler Kur'an'a iman ettiklerini söylerler. Bu da kendilerinin durumunu, daha da zorlaştırmaktadır. Zira bu iddialar İslâm toplumunun içinde çıkmış, bünyenin ihtiyacından ileri gelmiş meseleler olmayıp, Kur'ân'a ve İslâm'a inanmayan ecnebiler tarafından üretilmiştir. Dolayısıyla Kur'ân'a inanmadığını iddia ederek o sapıklıkları kabul ettirebilmek çok zordur, hatta imkânsızdır. Çünkü, eskiden bazı müslümanlar hadislerin sübutundan emin olmadıkları iddiasıyla hadisleri ihmal etmişlerdi. Ama bunlar Allah'ın Kur'an'da Resulüne verdiği Kitabı açıklama yetkisine itiraz etmektedirler. Oryantaliste göre iş kolay. Hatta Kur'an'da olması da onlar için çok şey ifade etmez. Onun içindir ki, hadiste ve Kur'an'da bulunan hakikatleri reddetmek veya saptırmak veya sathî olarak değerlendirmek veyahut pek önemsememek onlara göre normaldir. İşte görüyoruz ki, bu hususta onları taklid eden müslümanlar da onlardan etkilenmiş, dinî hassasiyetleri azalmış bulunmaktadır.
Bunlar Kur'an-ı Kerim'in bütün âyetlerini gözönünde bulundurarak değerlendirme yapan klasik İslâm âlimleri gibi davranmayıp, hevalarına göre mana vereceklerini düşündükleri bazı âyetleri münferit olarak ele alırlar. Şöyle ki: "Kur'an ''Allah size kitabı mufassal olarak indirmişken ondan başkasının hakemliğini arar mıyım?" (En'am, 114) buyurmaktadır. Demek ki hem Kur'an'ın açıklanmaya ihtiyacı yoktur, hem de Allah'tan başkasının hüküm yetkisi yoktur" derler.
Cevaben şöyle deriz: Bu âyet, Hz. Peygamber'in nübüvvetine itiraz eden kafirleri reddetmek muhtevasında varid olmuştur. Onlar keyiflerinin istediği bazı hârikulade şeyler, sihirbazvarî işler, Hz. Peygamber'in nübüvvetini başka otoritelerin onaylaması gibi şeyler peşinde idiler. Allah Tealâ ise birçok hakikatleri mufassal olarak açıkça bildiren ve mucize özelliği olan Kur'an'ı indirmesiyle kendisinin bu nübüvveti onayladığını bildirmişken, başka harikalara ve otoritelere hiçbir ihtiyaç olmadığını belirtmektedir.
Zira ilâhî hükmü anlamak için, diğer harika hallerin, mucizelerin delâleti Kitabın mucizesi kadar kuvvetli, açık ve tafsilatlı değildir. Mesela ay'ın ikiye yarılması mucizesinden bile Peygamberimiz'in nübüvvetine delâlet, ancak kısa bir an için ve onu gören mahdut kimseler için söz konusudur. Ama bundan istifadenin gerek açıklığı, gerek devamlılığı, kelâma, yani Kitaba dayanır. İşte burada bu mana hatırlatılarak buyuruluyor ki: "Allah, size diğer mucizelere muhtaç olmayacak olan böyle mufassal bir kitap indirmiş ve böylece hükmünü kesin olarak beyan ve tebliğ etmiş olduğu halde, ben şimdi şeytanların yaldızlı sözlerine meyledeceğim de (bundan önceki En'am 112 âyetinde bu durum sözkonusu edilmektedir) aramızda haklıyı haksızı ayırmak için Allah'ın hükmünü bırakıp, ona karşı Allah'tan başkasını mı hakem seçeceğim? Hayır, asla!"
Bu âyet, Allah'ın fermanıyla olan bu şehadetini kabul etmeyip, insanlardan birtakım hakemler, otoriteler teklif eden müşrikleri reddediyor. Nitekim nüzul sebebi rivayetine göre müşrikler Hz. Peygamber (a.s)'a "Seninle bizim aramızda yahudi hahamlarından veya hıristiyan piskoposlarından senin durumun hakkında hükmedecek bir hakem tayin et" diye teklifte bulunmuşlardı. Bunun üzerine bu âyetler indirilmiştir.
Demek âyet-i kerime, birinci derecede Hz. Peygamber'e hitab ederek nübüvvetinin başka otoritelerin tasdikine ihtiyacı olmadığını, Allah'ın Kur'ân'la olan şehadetinin buna fazlasıyla kâfi geldiğini bildirmek için nazil olmuştur.
Bu âyeti, Hz. Peygamber'in, hadisleriyle Kur'ân'ı açıklamasının aleyhinde delil getirmenin hiçbir manası yoktur. Bir kere böyle yapmak âyeti siyakından, muhtevasından çıkarmaktır.
Diyelim ki bu tuhaf iş yapıldı. Bu âyetten Hz. Peygamber'in hüküm koyma yetkisi olmadığı mânâsı çıkarıldı. Bizim buna itirazımız yok. Zaten hükmün tek kaynağının Allah olduğunu biz de söylüyoruz. Yalnız bunu hadislerin tefsir etme özelliğini reddederek değil, hadisi yerine yerleştirerek yapıyoruz. İşte bakın bu konuyu Şah Veliyyullah Dihlevî nasıl güzelce ifade ediyor:
"Helâl ve haram kılmak, herhangi bir şeyin melekût âleminde o fiil sebebiyle sorumlu tutulup tutulmayacağı hakkında geçerli bir hüküm icad etmektir. İşte bu icad, sorumlu tutulmaya veya tutulmamaya bir sebep teşkil eder. Bu ise, Allah'ın sıfatlarındandır. Helâl ve haramın bazen Resule nisbet edilmesinin sebebi, O'nun sözünün, Allah'ın helâl veya haram kılmasına delil olmasındandır. Müçtehidlere nisbeti ise, ya Şari'in nassından veya rivayet veya onun sözünden kasdedilen manayı istinbat etmeleri cihetiyledir.'
Demek ki müslüman gelenek, hadis-i şerifleri değerlendirmesiyle müçtehidlerin gayretleriyle; tefsir, hadis, usul-i fıkıh, fıkıh gibi ilimleriyle Allah'tan başka hakem, O'ndan başka hüküm kaynağı ortaya çıkarmış değil. Bilakis Allah Tealâ'yı tek hüküm kaynağı olarak bilmiş ve fakat o hükmün nasıl anlaşılıp tatbik edilmesi gerektiğini arayıp öğrenme yoluna girmiştir. Buna uymayan tutum ise Haricîler ile bazı oryantalistlerde ve onların kuklalarında görülmüştür.
Haricîler Hz. Ali'yi (r.a.) hakem tayin ettiği için kâfir ilân ettiler. Zira "Allah'tan başka hakem yoktur" dediler. Hz. Ali buna karşı meşhur cevabını şöylece vermişti: "Bu hak ve doğru bir sözdür, fakat bâtıl maksat için ileri sürülmektedir." Hz. Ali: "Tamam, Allah'tan başka hakem yok. Fakat O, hükmünü Kur'ân'da bildirmiştir. Kur'ân ise, hükmü uygulama mercii değildir. Ondaki hükmü insanların anlayıp uygulaması gerekir" diyordu.
Diğer bir iddia, Kur'ân'ın mufassal vasfını ileri sürerek, ayrıca tefsir edilmesine ihtiyaç olmadığını ileri sürmektir. Kur'ân-ı Kerim hak ile bâtılı iyice belli edip açıklamıştır. Birçok helâl ile haramı bildirmiştir. Onda birçok hakikat açıkça bildirilmiştir. Bu itibarla elbette mufassaldır.
Keza Kur'ân'ın mübîn vasfını ileri sürerler. Mübîn "açık, zahir veya açıklayan" mânâlarına gelir. Kur'ân Allah'ın fiil, isim ve sıfatlarına, ahiret hayatına, vahiy ve nübüvvete, önceki ümmetlerin hallerine, insanın dünyadaki vazifelerine, güzel ahlâk prensiplerine, Allah'ın insanlara vaz'ettiği talimat ve ahkâma dair birçok hakikati açıklamıştır. Demek ki Kur'ân'ın mübîn olması şu demektir:
1- Kur'ân'ın i'cazı, Hak Tealâ'dan geldiği aşikârdır, açıktır.
2- Dünya ve âhirete, mülk ve melekûta, gaybe dair bilgiler verir, birçok kıssa ve mev'izaları açıklar.
3- Hakkı bâtıldan, hayrı serden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırt eder.
4- Kur'ân'ın dili açık, fasih Arapça'dır. Arap dilinin muazzam ifade imkânlarını kullanmak suretiyle, ifade-i meram etmiş, diller içinde en sağlam bir beyan aracı ile gelmiştir.
Bütün bunlar, Kur'ân'ın mübîn vasfını fazlasıyla göstermektedir. Fakat Kur'ân'ın mübîn olması, ondaki her şey, her insanın, her seviyenin hemen anlayacağı şekilde meydandadır, tefsire hacet yoktur, demek değildir. Kur'ân, Kitap olarak gönderilmiştir. Kitap birçok ilimler ihtiva etmektedir. Muallimsiz kitap, insanlara bir şeyler öğretmek için geçerli olan bir yol değildir. Öğretimde kitap ile yetinen, öğretmeni ve okulu reddeden öğretim sistemi olamaz. Onun içindir ki Allah, Kitabını, mesajını sahipsiz, muallimsiz bırakmamıştır. Birçok âyette Peygamber'in kitap ve hikmeti öğretmesinden, açıklamasından bahsetmiştir.
Peygamberine tam bir itaat istemiş, O'na itaatin Allah'a itaat olduğunu bildirmiş, O'na itaat etmemenin, O'nun verdiği hükme boyun eğmemenin imansızlık alâmeti olduğunu bildirmiştir. Sadece birkaçının mealini verelim:
"O ümmilere kendilerinden bir peygamber gönderen Allah’tır. O Peygamber, onlara Allah'ın âyetlerini okur, onların iç ve dışlarını arındırıp temizler, onlara kitabı ve hikmeti öğretir" (Cumu'a, 2).
"Kim Peygamber'e itaat ederse, muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisa, 80).
"Peygamber'in size bildirdiği her şeyi alıp kabul edin O'nun menettiği her şeyden vazgeçin" (Haşr, 7).
"Hayır, hayır! Rabbine yemin ederim ki, aralarında tartışıp çekiştikleri şeylerde seni hakem kabul edip, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyet göstermedikçe iman etmiş olmazlar" (Nisa, 65).
"Ey Resulüm de ki; (Ey insanlar) Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın. Allah gafurdur, rahimdir"'(ÂI-i Imran, 31).
İşte Peygamber'in Kitabı öğretmesi, hikmeti yani sünneti öğretmesi, işte O'na yani O'nun hadislerinde bildirdiği hususlara itaat etmenin lüzumu, işte O'nun hakemliği... Bunlar, bu ve benzeri birçok âyette güneş gibi aşikârdır.
Kitapta, elbette o kitabı esas alarak öğretim yapan o en büyük Muallimin (a.s) öğreteceği, açıklayacağı, uygulayacağı birçok şey vardır. Mesela Kur'ân'ın en çok üzerinde durduğu farzlardan biri salat yani namazdır. Namaz emri açıktır, kesindir. Ancak nasıl ifa edileceği, o en büyük Muallimin açıklayıp öğretmesine havale edilmiştir. O'nun öğretmesine başvurmadan namazın eda edilişini Kur'ân'dan anlamak mümkün değildir.
Yoksa Kur'ân'ın mübîn ve mufassal olmasından, onu herkesin, okur yazar olmayan birinden tutun, ilimde en ileri seviyede olan, tefsir, fıkıh, kelâm âlimlerinin aynı şekilde anlayacağı manasını çıkaran kimse, bu iddiasını kimseye inandıramaz. Hele buna karşı: "İşte Kur'ân mucize olduğu içindir ve mübîn olduğu içindir ki onu herkes anlar, tefsir edilmesine ihtiyaç yoktur" demek tam bir mugalâtadır. Bunu iddia eden adam, Kur'ân'da 19 mucizesinin var olduğunu ileri sürüyor. Şimdiye kadar milyonlarca ilim adamı, yüz milyonlarca müslüman, her gün okudukları Kur'ân'da bunu neden göremediler? Kur'ân'dan kıyametin kopacağı tarihi çıkaran adam nasıl olur da bu iddiada bulunabilir? Bin dört yüz küsur sene milyonlarca insan niçin bu tarihi Kur'ân'da göremedi acaba? Dünyada anlaşılması en zor bir durumla karşı karşıyayız. Böylesi bir iddiada bulunan kişinin, Kur'ân'ın tefsire çok fazla ihtiyacı olduğunu ileri sürmesi beklenirdi. Demesi gerekirdi ki; "Tefsiri o kadar zor ki bakın, yüz milyonlarca insan, ilim adamı okudu göremedi, ben çıkarabildim." Geçerli olmasa da, bunu iddia etmesine bir şey diyemezdik. Fakat her okuyanın Kur'ân'da kesin olarak bulup anladığı demin naklettiğimiz o âyetleri inkâr ederken sonra da kalkıp böyle neticeler çıkaran kişi, akıldan mahrum bir mahlûktur. Aslında ciddiye alınması gerekmez. Fakat, iddialarını tam bilemeyip, tutarsızlıklarını iyice tesbit edemeyenlerin biraz ciddiye aldıklarını, veya tuhaf şeylere ilgi duymanın bir realite olduğunu gözönünde bulundurarak bir şeyler yazmak gerektiğini düşündüğüm için, bunları kamuoyuna arzetmekte fayda gördüm. Tevfik Allah'tandır.
Dipnotlar
1 İbn Abdilberr, Camiu Beyâni’l-ilm II, 234; Şatıbî, el-Muvafakat, IV. 19
2 Haşr, 7 Şatıbî, Muvafakat IV. 24; İbn Abdilberr, Camiu Beyani'l-İlm, II, 188
3 S. Yıldırım, Peygamberimiz'in Kur'ân'ı Tefsiri, İstanbul. 1983, s.102.
4 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, En'am, 114 ayetinin tefsirinde
5 Ebu's-Suud, İrşadu'l-Akli's-Selim, En'am 114 âyetinin tefsirinde
6 Hüccetullahi'l-Bâliğa, 1, 129-130
7 Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, Yusuf, 1 âyetinin tefsirinde
KUR'ÂN AÇISINDAN İLİM
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Ta'lim-i esmada muhatap sadece Hz. Adem değil, belki evveliyle, âhiriyle bütün insanoğullarıdır. Hz. Adem'e öğretilen şeylere gelince onların hepsi bir nüve, birer çekirdek mahiyetindedir. Yani nasıl ki onun sulbünde bütün kan grubları, bütün ırklar mündemiç idi; ona bildirilen ve öğretilen şeylerde de bütün ilimlerin nüvesi, çekirdeği vardı.
|
Kur’ân-ı Kerim’e göre insanı mümtaz kılan özelliklerin başında ilim kabiliyeti gelir. Beşeriyete verilen bu kabiliyet, insanların atası olan Hz. Adem (a.s.)’a, varlıkların isimlerini öğretme ile başlamıştır. Allah, yeryüzünde Kendisine vekil olacak bir mahluk yaratacağını bildirdiğinde melekler bundan hoşlanmadıklarını ifade ettiler. Allah, yaratacağı mahlukun bu işe layık olduğunu belirterek, ‘Ben, sizin bilemediğiniz çok şeyi bilirim.’ buyurdu. “Ve Adem’e bütün isimleri öğretti. Müteakiben önce onları meleklere göstererek, ‘İddianızda tutarlı iseniz haydi bana şunları isimleriyle bir bildirin bakalım.’ dedi. ‘Sübhansın ya Rab! Sen’in bize bildirdiğinden başka ne bilebiliriz ki? Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sen’sin.’ dediler. Allah, ‘Adem! Varlıkların isimlerini onlara sen bildir!’ dedi. O da isimleriyle onlara bildirince Allah buyurdu: ‘Ben size demedim mi ki göklerin ve yerin sırlarını Ben bilirim. Hem Ben sizin gizli-açık yapmakta olduğunuz her şeyi bilirim.’ O vakit meleklere, ‘Adem’in önünde eğilin!’ dedik. İblis dışında hepsi secde ettiler.” (Bakara, 2/30-34) Bunun anlamı şudur: Allah, insanlığa kapsamlı bir ilim kabiliyeti vererek Kendisinin isim ve sıfatlarının tecellisi olan hadsiz kâinat üzerinde tasarruf imkanı vermiş ve evreni onlara amade kılmıştır. Hz. Adem’e öğretilen, dünyanın sonuna kadar onun neslinden gelecek olan bütün insanlığa verilen ilim kabiliyetidir.1 Beşeriyetin gerçekleştireceği bütün maddi ve manevi gelişmeler, bunun neticesidir.
Kur’ân-ı Hakîm bazen münferit, cüz’i hadiseler zikrederek onun arkasındaki küllî düstura, ana prensibe dikkatleri çeker. Nitekim melaikenin Hz. Adem (a.s.) karşısındaki tutumları ve ona isimlerin öğretilmesi münferit bir olaydır. Ama onun ötesinde Allah Teala’nın insan nev’ine verdiği çok kapsamlı kabiliyetler sayesinde onun önüne, hadde, hesaba gelmez muazzam bir ilim âlemi açtığına, o ilimleri öğrenme ve adeta sınırsız denilebilecek kâinatı yönetme, orada istediği gibi tasarrufta bulunma özelliğine işaret eder. Böylece bu cüz’î hadisenin arkasındaki ana prensibe dikkat çeker. İnsan bu dünyaya ilim ve dua ile tekâmül etmek için gönderilmiştir. Mahiyet ve kabiliyet itibariyle her şey ilme bağlıdır.2 Bütün hakiki ilimlerin esası ve ruhu, Allah’ı tanımaktır. İlim ve marifetin kaynağı, Allah’ın güzel isimleridir. Her bir ilmin, her bir fennin hakikati, Allah’ın bir ismine istinad eder. Mesela: İlimler, O’nun el-Alîm isminden, hikmetler O’nun el-Hakîm isminden kaynaklanır. Tıp ilmi, O’nun Şâfî ismine dayanır. Hayat taşıyan bütün canlı varlıklar O’nun Hayy ve Muhyi isminin tecellisidirler. Bu şuur, kâinatı Allah namına okuma gayreti ve eğitimi verir. Onun için Kur’ân, ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku!’ hitabıyla başlamıştır.3 Demek istenilen, nasıl olursa olsun bir okuma olmayıp, “Rabbisinin adıyla” bir okumadır.
Kur’ân nazarında Rabbimizi bize tanıtan iki kitap vardır: Birisi, “Bakılan, incelenen tekvinî kitap”, diğeri, “Okunan, tenzilî kitap”tır. Kur’ân, her iki kitabın da birimlerine “ayet” adını verir. Kâinatı ve insanlığı yaratan Yaratıcı, evreni mükemmel bir ilim ve sanat harikası olarak yaratmış, isim ve sıfatlarını onunla tanıtmış, oraya nihayetsiz imkânlar yerleştirmiştir. Bunu yaratmaktan maksatlarını ve bundan istifade yollarını göstermek için de “kullanma kılavuzu” olarak “tenzilî kitabını” göndermiştir. Böylece Kur’ân’a göre, bilimsel gerçekle dini gerçek şeklinde iki ayrı gerçek değil, tek gerçek, tek kaynak vardır. Bu anlayış, yani bilimsel bütünlük anlayışı, İslâm dininin temel akidesi olan “tevhid”in, Allah’ın birliğinin neticesidir.
Rabbimiz bununla yetinmemiş, bu iki kitabın manalarını, onları nasıl okumak gerektiğini öğrettiği, model olarak yarattığı bir öğretmeni, rehberlik ve uygulamayı gösterme gayesiyle görevlendirmiştir. Çünkü öğretmensiz bir okul düşünülemez. Öğretmensiz kitap, manasız bir eşya olur. Yazıyı, okumayı, doğru düşünme yollarını gösteren bir rehber şarttır. Bundan ötürü Hz. Peygamber (aleyhisselam) ‘Ben, ancak öğretmen olarak gönderildim.’ demiştir.4 Aslında bütün peygamberler de böyledir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.), nübüvvet binasının son tuğlası olduğunu belirtmiştir. Allah O’na ve O’na tâbi olarak bütün mü’minlere şöyle dua etmelerini emretmiştir: “Ya Rabbi! Benim ilmimi artır!” (Taha, 20/114) Hz. Peygamber bir duasında ‘Ya Rabbi! Bana varlıkların hakikatini olduğu gibi göster!’ diyerek sırf gerçek peşinde olmayı ideal olarak göstermiştir. Keza ‘İki günü eşit olan (yani her gün ilmini artırmayan) aldanmıştır.’ buyurmuştur. Bedir savaşı esirlerinden yazı bilenlere, on Müslümana yazı öğretmeyi kurtuluş fidyesi yapmış, yazı öğreten esirleri serbest bırakmıştır.
Gerçekten, Kur’ân’ın ilme tahsis ettiği pek geniş bir alan vardır. Usandırmamak için bunlardan sadece birkaç tanesini zikretmekle yetinmek istiyorum:
وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولاً
“Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi azaların hepsi sorguya çekilecektir.” (İsra, 17/36) Şu halde insan daima hakikat peşinde, gerçek bilgi peşinde olacaktır. Tam bilgi edinmediği takdirde sorumlu olacaktır.
قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “De ki: İddianızda tutarlı iseniz delilinizi ortaya koyun!” (Bakara, 2/111) Öyle ise bilgi veya belgeye dayanmayan tez geçerli olamaz, mücerret iddiadan ibaret kalır.إِنَّمَا يَخْشَى الله مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ “Kulları içinde ancak âlimler, Allah’ı lazım geldiği tarzda tazim ederler.” (Fatır, 35/28)
Bu ve benzeri ayetlerden çıkarılan prensiplerle Kur’ân, İslâm medeniyetinin başlıca kurucusu olmuştur. Nahiv, Sarf, Lügat, Belagat, Tefsir, Hadis, Kelam, Kıraat, Fıkıh, Feraiz, Tasavvuf, Ahlak, Hat, Tezhip gibi sayısız ilimler Kur’ân’dan kaynaklanmıştır. Kur’ân’ın, ilimlerin esası olması, elbette ayrıntıları öğretme şeklinde olmamıştır. O, temel prensipleri vermiştir. Kur’ân’ın verdiği teşvik ve hareketle Müslümanlar diğer medeniyetlerdeki ilimleri de alıp özümsemişler, sadece taklit şeklinde almayıp kendilerine mal etmişler ve kısa zamanda o ilimlerde de öncülüğü ele almışlardır. 9. yüzyılda mesela tıp veya astronomi biliminin meseleleriyle meşgul olan bir bilgine ne yaptığı sorulduğunda o, tereddüt etmeden ‘Kur’ân’ı tefsir etmeye çalışıyorum.’ diyebiliyordu. Başka medeniyetlerden ilim almaya İslâm’da engel yoktur, bilakis teşvik vardır. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) “Hikmet, mü’minin yitiğidir. Nerede bulursa onu almaya en layık olan odur.”5 demiştir. Böylece Müslümanlar miladi 8. asırdan takriben 16. asra kadar tabiat bilimlerinde de öncü olmuş, Avrupa rönesansının başlıca faktörlerinden olmuşlardır. Gazzali’nin (v. 1111) el-Munkız mine’d-dalâl (Yanlışlıktan Kurtaran) adlı kitabı Kur’ân’ın verdiği bilimsel metodu güzel bir şekilde özetler. R. Descartes’in (ö. 1650) Discours de la methode (Metot Üzerine Konuşma) eserinde Gazzali’nin etkilerini öne süren birçok araştırmacılar vardır. Metodik şüphe, kesin bilgilerden hareket ederek yola çıkma, analiz, deney, sonunda kontrol etme gibi metod unsurları bakımından, bu iki eser arasında ilginç paralellikler bulunmaktadır. Alman oryantalisti C. Brockelmann’ın Geschichte der Arabischen Litteratur (Arapça Yazılmış Kültür Mirası) adlı beş ciltlik eseri ile Frankfurt Üniversitesinde çalışan Türk bilim adamı Fuat Sezgin’in Geschichte des Arabischen Schrifttums adlı on iki ciltlik eseri, günümüze ulaşan İslâm bilim mirasını yeterince gösteren kitaplar sözlüğünü teşkil ederler. Bu eserler, İslâm tarihinin ilk asrından itibaren o devirlerde mevcut bütün ilimlere dair yazılıp da bugün elimiz altında olan on binlerce kitap hakkında çok kısa bilgi verirler.
“İlm” maddesi, Kur’ân-ı Hakîm’de en çok kullanılan birkaç kökten biri olup çekimleri ve müştaklarıyla beraber yaklaşık dokuz yüz defa varid olmuştur. Kur’ân kelimelerinin toplamının 78.000 kadar olduğunu düşünürsek, yaklaşık her 90 kelimeden birinin ilmi hatırlattığını, bunun da çok dikkate değer bir sıklık teşkil ettiğini görürüz. İlim, bir şeyi tam, mükemmel bir şekilde bilmektir.6 Bu kökten gelen Âlim ismi, Kur’ân’da 153 yerde Allah’ı tavsif etmiştir. El-Alîm: “Olmuşu, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri bilen, Kendisine kâinattan hiçbir şey gizli kalmayan ve ilmi küçük-büyük, zâhir-bâtın, gizli-açık her şeyi kuşatan” tarzında tarif edilmektedir.7 Ma’rife, şu’ur, fıtna, akl, va’y, der’, idrak vb. gibi Arapçada bilmeyi ifade eden kelimeler, ilmin özel şekillerine delalet ederler. Cenab-ı Allah’ın, bilmesini ilm kavramı ile ifade edip, öteki kavramları Kur’ân’da insanlar için irad ettiği halde, Kendisine bir defa dahi izafe etmemesi, elbette dikkate alınması gereken bir husustur. Az önce saydıklarımızdan fıtna maddesi Kur’ân’da yer almaz. İdrak ise yalnız bir yerde gelmiş ise de8 müşakele babından kullanılmıştır, mutlak olarak Allah Teala’ya izafe edilmemiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ın, az önce zikrettiğimiz dünya çapındaki büyük ilmî inkılabı gerçekleştirmesinin tamamen makul olduğunu, bunda şaşılacak bir tarafın bulunmadığını anlayabiliriz.
Âlimler, erken bir dönemden beri, Kur’ân’ın öğretmesiyle varlığı: 1- Vacip (zorunlu) 2- Müstahil (imkansız) 3- Mümkin olarak üç kategoriye ayırmışlardır. Vacip olan Uluhiyet dışındaki pek geniş varlık alanının mümkinattan olduğunu görerek, Uluhiyet dışında her şeyin imkan dünyasında yer aldığını kabul etmişlerdir. Mesela insanın havada uçmasının, denizin tutuşup yanmasının, seslerin ve görüntülerin çok uzak yerlere ulaşmasının mümkinattan olduğunu, imkânsız olmayan her şeyin ise gerçekleştirilebileceğini söylemişlerdir. Onlara bu geniş ufukları açan, elbette Kur’ân olmuştur. Keza Kur’ân’dan aldıkları ders ile âlimler bilgi kaynaklarını şunlara hasr etmişlerdir: 1- Akıl 2- Haber-i sadık (vahiy) 3- Duyular ve deney. Bunların ne derece sağlam esaslar olduğu meydandadır (Keşif ve ilhamın, sadık rüyanın dini hayatta yeri olmasına rağmen ilim sebepleri arasında yer verilmemesi, İslâm âlimlerinin ölçülerinin ne derece objektif, sağlam ve evrensel olduğunu ortaya koymaktadır).
Kur’ân’ın ana konularının şu dört konu olduğunu söyleyebiliriz: 1- Gökleri ve yeri yaratan Allah’ı mükemmel sıfatlarıyla tanıtma, ibadetin yalnız O’na yapılması gerektiğini bildirme. 2- Allah’ın mesajlarını insanlara ulaştıran peygamberlere inanma. 3- Dünya hayatındaki inanç ve davranışların karşılıklarının verileceği ebedi ahiret hayatına inanma. 4- İnanç, fikir, davranışlarda, Allah ve diğer insanlarla ilişkilerde dürüstlük, adalet, en dengeli tutum içinde olma.
Son, yani dördüncü konu kapsamına giren başlıca beş temel maksat vardır:
1- Hayat. Allah’ın yarattığı her insanın yaşama hakkı vardır. Bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibi ağır bir günahtır. Hayatı korumak için gerekli tedbirler alınmalıdır.
2- Her insanın inanç hakkı vardır. Allah dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak için insanlığa din yolunu göstermiş, ibadetler koymuştur. Gerçek din bellidir. Bununla beraber insanların, dünya hayatında bunu kabul etmeyip başka dinleri seçme ve uygulama hakları da vardır.
3- Fikir hürriyeti. Akıl, Allah’ın insana verdiği en büyük nimetlerdendir. Sorumluluk ve yükümlülüğün esas kriteridir. Aklı korumak ve geliştirmek gerekir. Bu sebeple baskı, sarhoşluk verici madde kullanımı, uyuşturucu vs. günahtır. Eğitim, öğretim, fikir ve ifade, basın ve yayın özgürlükleri bu kapsamdadır.
4- İnsan neslinin devamı için aile esastır. Maddi ve manevi huzur ortamı sağlayan aile kurumunu koruma, geliştirme gereklidir. Bu kurumu tehdit eden zina, kürtaj, eşcinsel beraberlik günah sayıldığı gibi bu aileyi koruma için çok düzenlemeler yapılmıştır.
5- Ferdi mülkiyet hakkı vardır. İnsanlara çalışma, iş kurma gibi meşru imkanlar vermek gerektiği gibi başkasının malını gasp, rüşvet, hırsızlık, faizcilik, israf da günahtır.
Böylece insanlığın temel hak ve özgürlüklerinin ilahi vahye dayanarak insanlığa verildiğini görmekteyiz. Bu durum Kur’ân’da olduğu gibi, Allah tarafından daha önce gönderilen semavi kitaplarda da bildirilmiştir. Hatta ilk insan ailesinden itibaren mevcuttur. İlk insan Hz. Adem, aynı zamanda ilk peygamberdir. Temel beşeri sosyal değerlerin yani din, hayat, ilim, lisan, aile kurumlarının o zamandan beri bulunduğu aşikârdır. Bundan ötürü, insanlık tarihinin başlangıcında vahşet değil, medeniyet vardır. Seküler sosyolojinin iddiasıyla, Kur’ân sosyolojisinin arasındaki bu temel farka dikkat çekmeye, Müslümanlar olarak büyük önem veriyoruz. Belirtmeye gerek yoktur ki bu kurumların ilk çekirdeklerinin başlangıçta Allah tarafından ilham edildiğini söylemek istiyorum. Yoksa Allah’ın hayata ve beşeriyete tekâmül kanunu koyduğunu inkâr etmiyorum. Yüce Yaratıcı, insanlığı yaratmasından itibaren bir gelişme sürecine koymuştur. Dolayısıyla gelişme yavaş yavaş olmuştur. Bu bir realite olduğundan bunu tasrih etmeye gerek bile yoktur.
Kur’ân, insanı bedeni ve ruhu ile bir bütün kabul eder, her ikisinin ihtiyaçları arasında bir denge gerçekleştirir. İnsan ruhunu ancak ilahi din tatmin eder. Din, kalp, ruh ve akıl işidir. Kur’ân; insanın Rabbi ile, yakın çevresi, milleti ve nihayet bütün insanlık ile barış (selam) içinde yaşamasını öğretir. Dinin adı olarak İslâm “barış” demektir. Allah’ın isimlerinden biri “Selam; esenlik, barış veren”dir. Müslümanların aralarındaki iyi dilek temennisi “selam”dır. Ebedi cennetin adı “Daru’s-selam” (barış yurdu)’dur. Fertlerin ve toplulukların birlikte yaşayabilmeleri, birbirlerine bağlanmaları, birbirleriyle yardımlaşmaları, ancak dini terbiye ile yetişmeleri sayesinde mümkündür. Hayatı devam ettirmek için gerekli sevgi, şefkat, sabır, fedakarlık, dürüstlük, hayır, yardımlaşma gibi bütün faziletler, sadece dinden kaynaklanır. Bu erdemler dünyadan çekilirse hayat, sadece egoların maddi tatmininden ibaret kalır. Dini şuur olmayınca fazilet duyguları söner. Hayat yalnız ekmek ve kemik kavgasına raci olur.
Kur’ân’ın fazilet kavramına bakışını, nisbeten uzun olan şu bir tek ayete bakarak anlayabiliriz: “Fazilet, yüzlerinizi ibadet esnasında doğuya ya da batıya çevirme değildir. Lakin fazilet Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara iman eden; hoşlandığı malını Allah’ı hoşnud etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, gariplere, isteyenlere, hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, namazı hakkıyla yerine getirip zekatı veren, sözleştiği zaman sözlerinde duran, hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlardır inançlarında samimi olanlar ve işte onlardır her türlü fenalıktan korunanlar.” (Bakara, 2/177)
Kısaca arz edecek olursam Kur’ân; zina, sarhoşluk, terör, adam öldürme, işkence, yalan, iftira, zulüm, aldatma, israf, hırs, hıyanet, faizcilik, zayıfları sömürme, riya, gıybet vs. gibi toplumu kemiren her türlü kötülüğü yasaklamıştır. Dürüstlük, şefkat, fedakarlık, adalet, ahde vefa, iffet, sabır, yardımlaşma, tevazu, cömertlik vs. gibi faziletleri vurgulamıştır. Bütün bunlar akıl ve ilme dayandığından İslâm, ‘menat-ı teklif, akıldır.’ demiş, insanların dinen yükümlü olmasını akla bağlamıştır.
Kur’ân bilime karşı çıkmaz, araştırmaları engellemez. Bilakis ilim öğrenmeyi, öğretmeyi, aklı ve fikri çalıştırmayı teşvik eder. Tabiatı delil getirerek, tabiatın ötesinden haberdar eder. Yüce Yaratıcıya delil olması yönünden tabii bilimlerin alanına giren konulardan bahs eder. İma yoluyla o bilimlerde ortaya çıkan bazı keşiflere değinir. Kur’ân vahyinin kaynağı akıl değildir; fakat onun hükümleri makuldür, akıl ile anlaşılabilir. Ama bununla beraber, bir bilim kitabı gibi ayrıntılı olarak bilimleri öğretmez. Onları insanların akıllarını kullanmalarına ve tecrübelerine havale eder.
Hülasa Kur’ân, kendisine inananlar nezdinde, hangi yönden bakılırsa bakılsın, tutarlı bir metindir. Üstünde vahiy parıltıları fark edilir. Arkasında akli delillere dayanır, onlardan kuvvet alır. Ön tarafındaki hedefi, beşeriyetin dünya ve ahiret mutluluğu gibi en yüksek bir ideale yönelir. Sağına aklın ikrarını alır. Solunda kalp ve vicdanın tanıklığına başvurur. Müslümanın Kur’ân’da bulduğunu, bazen gayrimüslim okuyucular göremeyebilirler. H. Corbin9 eserinde bu konuda şöyle önemli bir hatırlatma yapar: “Kur’ân, şematik indeksi çıkarılmakla anlaşılmaz. Biz Avrupalıların herhangi bir kavramı Kur’ân’da bulup bulmamamız o kadar önemli değildir. Önemli olan, ona inanan ve onu uygulayan Müslüman şuurunun o meseleyi Kur’ân’da bulmasıdır.”
* Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
syildirim@yeniumit.com.tr
DİPNOTLAR
1 B. Said Nursi, Sözler, s. 323, Işık Yay., İstanbul-2002.
2 B. Said Nursi, a.g.e., s. 412.
3 Alak, 96/1.
4 İbn Mace, Mukaddime 17.
5 Tirmizi, İlm 19; İbn Mace, Zühd 15.
6 Firuzabadi, Besair, IV, 88, Kahire, 1393, Nşr. M. A. en-Neccar.
7 M.Murtaza ez-Zebidî, Tâcu’l-Arûs, İlm maddesi.
8 Bkz. En’am 6/103.
9 Histoire de la Philosophie Islamique (İslâm Düşüncesi Tarihi), Paris-1964
İ'câzu'l-Kur'an: Bakara Sûresi Örneği
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Bu makalemizde Muhterem Fethullah Gülen'in bu isimle yayınlanan kitabını1 tanıtmaya çalışacağız. Kur'ân-ı Hakim'in mukaddimesi konumunda olan Fatiha sûresinde Cenab-ı Allah insanlara "ihdinâ" dedirtir, yani"Bize hidayet yolunu göster" demelerini telkin eder. Hemen ondan sonra gelen Bakara sûresinin başında "huden lil-muttakîn" âyeti, duanın kabul edilip bu sûre ile hidayet rehberinin verildiğini bildirir. Müteakıben bu rehberin çağrısı mukabilinde beşer topluluklarının nasıl bir tutum sergilediklerini belirtir. Üç âyet onu kabul eden müminleri tavsif eder. Dördüncü âyet Ehl-i Kitab'a işaret eder. 6. ve 7. âyetler inkâr edenlerin, 8-20. arası on üç âyet ise münafıkların tutumlarını anlatır. Böylece mümin, Ehl-i kitap, kâfir ve münafık olarak bütün insan gruplarının tavırlarını özetledikten sonra Allah Teâlâ 20. âyet ile hepsine birden, "Ey insanlar! Hepinize toptan bir daha sesleniyorum; bu Kitab'ın rehberliğinde sizi yaratan Rabbinize tek ilah olarak ibadet ediniz!" buyurur. 23. âyet Kur'ân'ın Allah tarafından gönderilen kitap olmadığını iddia edenlere meydan okuyup tutarlı iseler onun gibi bir kitap ortaya koymalarını teklif eder. İşte i'câz-ı Kur'ân, yani Kur'ân'ın benzerini yapmaktan insanları aciz bırakan eşsiz ilahi kitap olması hadisesi budur. Kur'ân-ı Kerim ile ilgili en önemli mesele, onun bu özelliğidir. Ama 24. âyet bunu asla yapamayacaklarını bildirip buna rağmen inanmayanları cehennem azabının beklediğini, 25. âyet ise iman edip makbul işler yapanların ebedi cennet ile ödüllendirileceklerini ilan eder. Muhterem Fethullah Gülen, bu kitabında sûrenin bir hülasası durumunda olan bu miktarını tefsir etmektedir.Müellif kitabına i'câz hakkında "Dar bir açıdan bir kez daha Kur'ân" başlıklı bir giriş ile başlar (s.15-31). Îcaz, yani veciz, özlü ifade i'câzın pek önemli bir kısmı olması itibarıyla burada îcaz-ı kısar ve îcaz-ı hazf nevilerini Kur'ân'dan birçok örnekle açıklar. Birinci nev'e misallerden şunları zikredelim:خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ"Sen her zaman af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerle uğraşmaktan uzak dur!"2 Veciz İhlâs sûresinin üç müsbet, üç menfi cümleden oluştuğunu, bu altı cümle ile altı mertebe tevhidi ilan ile o miktarda da şirk çeşitlerini reddettiğini yazar. Bu bilgiyi, kendisinden iktibas etmesi vesilesi ile Bediüzzaman'ın İşârâtu'l-i'câz eserinin Kur'ân belagati açısından mutlaka okunması gereken bir şaheser olduğunu belirtir.3وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَا أُولِي الأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ"Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Böylece korunmayı umabilirsiniz."4 âyetindeki îcaz özelliklerini, Arap edebiyatındaki en meşhur örnek olan "اَلْقَتْلُ أَنْفٰى لِلْقَتْلِ" (öldürmek, öldürmeyi ortadan kaldırır) ile karşılaştırıp Kur'ân ifadesinin üstünlüklerini gösterir.5Daha sonra îcaz-ı hazf örneklerine geçip "Kelamın bazı kısımlarının, onlara delalet edecek lafzî veya manevi bir karîne bırakılarak hazf edilmesi" şeklindeki tarifini nakleder. Bu bölüme dair de dört örnek vermekle yetinir. Sonra i'câz vecihlerini, yani Kur'ân'ın mu'cizevî özelliklerini başlıklar halinde verir.6 Kur'ân kıssalarının anlatımı hakkında şu orijinal tespiti önemlidir: "Keza Kur'ân Hz.Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. İbrahim, Hz. Lut ve diğer enbiya-yı izam hazeratından (aleyhimüsselam) ve onların kavimlerinden bahseder, hem de onların karakter ve tabiatlarını gayet net çizgilerle ortaya koyarak tarih öncesi bu dönemleri öyle bir resmeder ki insan o upuzun geçmişi kendine has şivesi ve deseniyle görüyor gibi olur."7 Bu tespitin ışığında o kıssaları tahlil etmek, şüphesiz ki yeni katkılar sağlayacaktır. Burada verdiği bazı âyetleri tahlil ettiğine işaret etmeliyim. Ezcümle: "Romalılar size yakın bir yerde yenik düştüler; ne var ki bu mağlubiyetten sonra birkaç sene içinde onlar galebe çalacaklar, evvel ve âhir hüküm Allah'a aittir. O gün müminler de kendi açılarından sevineceklerdir."8 Keza aynı yerde Maide 5/67; Fetih 48/27; Fussilet 41/53; Nur 24/55 âyetlerini de bu açıdan kısaca tahlil eder.9Daha sonra Kur'ân-ı Hakim'in, kıyamete kadar gelecek bütün zamanlara hitap ettiğini göstermek için, nüzul döneminde insanlık tarafından bilinmeyip bin yıl kadar sonra keşfedilen bilimsel keşiflere işaretlerine örnekler verir.10 Çocuğun ana karnında yaratılmasına değinen Abese 80/17-19; Tarık 86/5-8; Mü'minun 23/12-14 âyetlerini ele alarak bunlarda yer alan bazı bilgilerin ancak çağdaş dönemde keşfedildiğini vurgular. Astronomi alanından "Güneş de kendisine ait bir yörüngede akar gider"11, "İnkâr edenler bilmediler mi ki göklerle yer bitişik (bir bütün) idi, onları Biz ayırdık"12 âyetlerinde işaret edilen gaybî haberlere yer verir. Kur'ân-ı Kerim'in bu kabil gaybî haberler ihtiva etmesini şu âyete dayandırır: "Biz ileride onlara delillerimizi gerek dış dünyada, gerek kendi özvarlıklarında göstereceğiz; ta ki Kur'ân'ın Allah tarafından gelen gerçeğin ta kendisi olduğu onlar tarafından da iyice anlaşılacak. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?"13 Müellifimiz bu âyeti kısaca tefsir ettikten sonra şöyle der: "Bu âyet, günümüzde dev teleskoplarla âfâkın keşfedilip değerlendirileceğini; ilm-i ebdân (tıp), ilm-i nefs (psikoloji), ilm-i ruh… gibi konuların da bizcesinin ortaya konacağını işaretlemektedir ki -yarınların daha nelere gebe olduğu mahfuz-bu babda da yine o Mu'cizbeyan Kitap selim vicdanlaraوَبِالْحَقِّ أَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ مُبَشِّرًا وَنَذِيرًا"O Kur'ân'ı Biz hakkın ta kendisi olarak indirdik ve o, mutlak hakkın kendisi olarak nazil oldu."14 hakkaniyetini tescil ettirmektedir"15.Müellifimiz Bakara sûresinin tefsirine başlarken önce "Sûrenin özeti" başlığı ile sûre-i şerifenin muhtevası ve genel yapısı, içerdiği akaid, ibadet, ahlak, hukuk, muâmelât, ukûbât ahkâmı hakkında bilgiler vererek onun, Kur'ân'ın uzunca bir hülasası olduğunu bildirir. Bakara sûresini izleyen sûrelerin, bu sûredeki muayyen konuları ayrıntılı bir şekilde ele aldıklarını söyleyerek, sûreler arası tenasüb konusunda dikkate değer bir not düşmektedir.16 Onun ayrıntıya girmediği bu tespitini ben sadece M. Reşid Rıza'nın (ö.1935) yaptığını biliyorum.17Ayetleri tek tek tefsir etmekle beraber onların pencere açtığı geniş perspektiflere de baktırır. Aşağıda bazı âyetlerdeki cüz'i hadiselerden küllî kaideler çıkarmasına örnekler vereceğiz.Hz. İbrahim (a.s) tevhid inancının, bütün monoteist dinlerin atasıdır esası: Daha önceki semavi kitaplara inanmalarından ötürü Ehl-i Kitapla ortak bir zemin belirleme, Mezopotamya'dan Filistin'e yerleşip oğlu Hz. İshak vasıtasıyla Yahudilerin atası olan Hz. İbrahim'in (a.s) aynı zamanda Mekke'de Ka'be'yi bina edip öteki oğlu Hz. İsmail vasıtasıyla da Arapların ve tüm Müslümanların ceddi olmasını hatırlatarak Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların tevhidin sembolü olan aynı babanın evlatları olduğunu bildirir. Böylece Kur'ân, irşad ve tebliğ adına ayrı bir menfez açar.18Dürüstlük bulmak isteyen kimse, dürüst olmalıdır kaidesi: "Ey İsrail'in evlatları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi düşünün. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki Ben de size karşı ahdimi yerine getireyim ve yalnız Ben'den korkun!"19 âyetinde Cenab-ı Allah, Kendisiyle bütün kulları arasında bir sözleşme bulunduğunu bildirmiş olmaktadır.20Söylediğini yaşamayanın sözü, insanlarda kabul görmez kaidesi:"Halka iyilik emr edip kendinizi unutuyor musunuz yoksa?"21 âyeti, Yahudilere hitabın ötesinde, "sözün başkasına tesirinin birinci şartının, söyleyen tarafından yaşanmasıdır" prensibini ortaya koyarak, yaşanmayan sözlerin sinelerde kabul görmeyeceğini anlatmaktadır.22Emsal (benzerler) birbirini iter kaidesi: "Ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar, sen onların dinlerine tabi olmadıkça senden razı olmazlar. Öyleyse de ki: "Allah'ın hidayet yolu olan İslam, doğru yolun ta kendisidir. Sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan Allah'a karşı hiçbir koruyucu ve yardımcı bulamazsın"23 âyetinden bu kuralı çıkarırken şöyle der: "Nitekim aynı kökten gelmeleri itibarıyla bugüne kadar İslam'a karşı en büyük muhalefetin, semavi dinlerin müntesipleri tarafından yapıldığı inkâr edilmez bir hakikattir. Zira bunlar arasında cibillî bir ihtilaf söz konusudur. Fakat bu, hiçbir zaman aralarında bir vahdetin tesis edilemeyeceği şeklinde de anlaşılmamalıdır".24Zaruretler haramları mübah kılar "Zaruretler, miktarına göre takdir edilir" kaideleri.25 "O, size lâşeyi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı. Kim mecbur kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını geçmemek şartıyla, bunlardan yemesinde bir günah yoktur."26Bu özetlemeyi şöyle bitirir: "Hâsılı, denebilir ki Bakara sûresinde bir müslümanın ferdî ve içtimaî hayatı adına lüzumlu olan bütün prensipler icmali olarak anlatılmış ve hiçbir boşluk bırakılmamıştır."27Sûrenin birinci âyeti Elif.Lam.Mim. vesilesiyle huruf-i mukatta'a hakkında izahlara önemli bir yer ayırır.28 Değerli yazarımızın, başka tespitleri arasında, bu konudaki şu orijinal izahını aktaralım: "Bu harfler, maddeyi meydana getiren atomlar ve insanı oluşturan hücreler mesabesindedir. Burada asıl mucize olan mevzu ise nasıl ki, canlıyı meydana getiren elementler bilindiği ve elde mevcut olduğu halde, hiç yoktan yeni bir canlı yaratılması mümkün değil, öyle de Kur'ân-ı Kerim de elif.be.te veya buradaki şekliyle Elif.Lam.Mim gibi herkesin bildiği harflerden müteşekkil olduğu halde, hiç kimsenin onun misli Mu'cizü'l-beyan bir kitap meydana getirememesidir. Zira Allah hilkatte mu'ciz olduğu gibi hitabında da mu'cizdir."29 Bir de başka bir eserde görmediğim şu tesbiti de iktibas etmeliyim: "Bir başka açıdan Elif.Lam.Mim, bir malum-i meçhulü anlatır. İnsan, Kur'ân-ı Kerim'i derinlemesine incelediğinde pek çok hakikate aşina olur. Fakat nasıl ki çeşitli ilimlerde ihtisas yapanların karşılarına çıkan bilmedikleri hususlar hakkında "Biz açtığımız her malum sahanın ötesinde bir meçhulle karşı karşıya kalıyoruz; bildiğimiz şeyler daima bizim karşımıza pek çok bilmediğimiz yeni şeyler çıkarıyor." demeleri gibi, mukatta'a harfleri ile karşılaşan bir kişi de Kur'ân-ı Kerim'in içindeki bütün sırları ve hakikatleri öğrense de, hakkıyla onun iç derinliğine ve ledünniyâtına vâkıf olamayacağını, bildiği şeylerin, bilmediği nice şeyleri gösterdiğini idrâk ederek Kur'ân karşısında her zaman aczini ifade etme durumunda kalacaktır."30 Demek bu gizemli harfler, bir bakıma, var olmakla beraber bilemediğimiz nice hakikatlerin de birer unvanı, birer simgesi durumundadır. Bilindiği üzere bu harfler 29 sûrenin başında bulunmakta olup haklarında otuzdan fazla görüş ileri sürülmektedir. Bu teklifleri naklettikten sonra müfessirler "Bunlardan asıl maksadın ne olduğunu sadece Allah Teâlâ bilir" derler. 31"Bu Kitap, müttakîler için rehberdir"32 âyeti, hidayeti takva sahiplerine mahsus kıldığı zannını uyandırmaktadır. Müfessirler burada neticenin gözetildiğini, yani cüz'î iradesini iman tarafına kullanarak neticede iman ve takva dairesine girecek olanların kastedildiğini 33, Kur'ân'ın aslında bütün insanlara hitap olduğunu, fakat sonuçta ondan istifade edenler sadece müttakîler olması itibarıyla (i'tibar-ı mâ se-yekûn), adeta onlara mahsus diye nitelendirilmesinin yerinde olduğunu belirtirler. Muhterem Fethullah Gülen konuya şöyle özetleyebileceğimiz bir başka açıdan daha yaklaşır: Hidayet için takva, takva için hidayet şart koşulunca, burada bir devr-i bâtıl bulunduğu zannedilebilir. "Ancak Kur'ân-ı Kerim'in söz konusu ettiği hidayetin bir manada farklı olması itibarıyla burada o şekilde bir kısır döngü yoktur. Kur'ân'daki hidayet mertebelerinin farklarını unutmamak lazımdır. Mesela kişinin, inkardan vazgeçip imana gelmesi, imanda derinleşip rüsuh kazanması, sonra onu tabiatına mal etmesi; meseleyi daha da detaylandıracak olursak, hidayetin ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn ve hakka'l-yakîn yollarından geçerek kemale ermesi; evet işte bütün bu mertebeleri cüz'î ve küllîdairede duyup zevk etmesi hidayetin çeşitlilikleri adına ortaya konabilecek farklılıklardandır. Kur'ân, hidayet dairesine giren bu kişinin elinden tutar ve onu o yanıltmayan rehberliğiyle farklı hidayet seviyelerinden biri ile taçlandırır. Hidayeti hem ibtidası (başlangıcı), hem de intihasıyla (sonu) Kur'ân'da görmek mümkündür. Sade bir bedevînin hidayetiyle Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselam)'in mazhar olduğu hidayet arasında sayılamayacak kadar mertebelerin olduğunu düşünelim. Bazı sosyologların da ifade ettiği gibi, şimdiye kadar hiçbir fikir, doktrin ve kitap Kur'ân-ı Kerim'in toplumda meydana getirdiği inkılâbı gerçekleştirememiştir. Başka oluşumlarda ancak üç-dört nesilde tamamlanan bir tekemmül sürecini Kur'ân sayesinde Hz. Peygamber bir nesilde tamamlamıştır. Demek Kur'ân'ın hidayeti birinci basamakla başlayıp kemâlâtta devamlı yükselen bir terakkî şeklinde seyretmektedir, adeta müminler adedince sonsuz denecek kadar mertebeleri vardır.Müellifimiz âyetleri tefsir ederken onları konu bütünlüğünü göz önünde bulundurarak gruplandırır (1-5. âyetler, 6-7. âyetler, 8-10. âyetler gibi). İzaha başlarken önce âyetlerdeki kelimelerin "müfredat manası"nı kaynaklara dayanarak etraflı bir şekilde verip açıklar. Açıklamasında sadece lügavî manalarla yetinmez, duruma göre Kelam, İslam düşüncesi, Fıkıh, Tasavvuf ilimlerindeki ıstılah manalarına da girer. Mesela 6. âyette geçen "keferû" kelimesini açıklarken kefr, kufr, küfran, kâfir, kâfûr, kâfire kelimelerinin anlamlarını34 verdikten sonra küfr terimini Kelam, Akaid, Mezhepler Tarihi, İslam Düşüncesi alanları açısından inceler. 35Müteâkıben aynı âyet grubunda "seçilen kelimelerdeki dil incelikleri" başlığı altında şu kabil bilgileri buluruz: inne te'kid edatının, ellezîne ism-i mevsulünün, sevâün kelimesinin, alâ edatının, başka çok müteradif kelimeler arasında inzar kelimesinin tercih edilmesi, zamirle anlatma imkanı varken zahir isim kullanılmasındaki incelikler sarf, nahiv, belagat ilimleri bakımından incelenir. Daha başka yerlerde îcaz, ıtnab, ma'rife, nekire, tenvin, isim cümlesi, fiil cümlesi, fiilin mazi veya muzari getirilmesi, kasr, istifham ilh. üsluplarının ihtiva ettiği incelikleri bildirerek Kur'ân'daki üstün edebi anlatımı, Kur'ân estetiğini imkan ölçüsünde okuyucuya intikal ettirmeyi hedefler.Eser Belagat incelikleri yönünden ağırlıklı olmakla birlikte onda, yeri geldiğinde Kelam,36 Fıkıh,37 İçtimaî Tefsir,38 Psikolojik Tefsir,39 Fennî (Bilimsel) Tefsir,40 Tasavvufî Tefsir41 bakımından dikkate değer izahlar bulmaktayız. 17-18. âyetler vesilesiyle münafıklar hakkındaki meselleri, Beyan ilmi açısından etraflı bir şekilde tahlil eder.42 Kur'ân'ın bu mesellerle onların tutarsızlıklarını, çarpık hâlet-i ruhiyelerini, bocalamalarını, kişilik bozukluklarını nasıl resmettiğini anlatır. Diğer taraftan Kur'ân'ın, yeri geldikçe mesel îrad etmek sûretiyle meseleleri müşahhas hale getirmesi hakkında genel mütalaasında da şöyle der: "Ve işte bu şekilde temsil yoluyla vehim akla, hayal de fikre teslim oluyor ve oldukça garip ve uzak meseleler hâzır haline geliyor. İnsan öldükten sonra dirilmeyi uzak bir ihtimal görebilir; ancak baharı görünce sanki çok uzak mesele olan o tekrar dirilme, gözünün önünde mahsûs (görülen) ve makul bir hal alıyor gibi olur. Bunun gibi temsil yoluyla manalar da adeta cisim giymiş olurlar. Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerindeki bu canlılığı Abdülkahir Cürcânî (ö.471/1079), Zemahşerî (ö.538/1144), Sekkâkî (ö. 626/1229), Bediüzzaman (ö.1960) ve Seyyid Kutub (ö.1966) gibi yüzlerce muhakkik çok iyi görmüş ve değerlendirmişlerdir."43Eserde değinemediğimiz daha birçok özellik elbette vardır. Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Hakim'in mufassal özeti olan 286 âyetli Bakara sûresini, makalemizin başında belirttiğimiz üzere adeta 25 âyette hülasa etmiş, ilk etapta vakti müsait olmayanlara kısa yoldan bir fikir vermek istemiştir. Tafsilat almak isteyenleri de devamını okumaya teşvik etmiştir. Muhterem Fethullah Gülen'in de tam bu miktarını tefsir etmesi, rastgele olmayıp kesinlikle böyle bir değerlendirme sonucunda olmuştur. Kendisi bu plandan söz etmese de, bu bende kesin bir kanaattir. Böylece birkaç ciltlik tefsiri okuma imkânı bulamayan geniş okuyucu kitlesine, bütünlük arz eden küçük bir cilt ile istifade imkânı vermiştir .44 Kendisine Kur'ân'a ve Müslümanlara hizmetinden dolayı teşekkürlerimizi sunuyor, Cenab-ı Hakk'ın ömrüne daha nice bereketler ihsan buyurmasını niyaz ediyoruz.
DİPNOTLAR1. İstanbul, Nil Yayınları, 2014,476 s.2. A'raf 7/199.3. İ'câz-ı Kur'ân, s.18.4. Bakara 2/179.5. İ'câz-ı Kur'ân, s.17-18.6. İ'câz-ı Kur'ân, s.21.7. İ'câz-ı Kur'ân, s..21-22.8. Rum 30/1-4.9. İ'câz-ı Kur'ân, s.21-2410. İ'câz-ı Kur'ân, s.25-31.11. Yasin 36/3812. Enbiya 21/30.13. Fussilet 41/53.14. İsra 17/105.15. İ'câz-ı Kur'ân, s.27.16. İ'câz-ı Kur'ân, s.59.17. Tefsiru'l-Menar, 7/288-289. En'am suresi tefsirinin girişinde özetle şöyle der: Bakara suresinden sonraki 3,4 ve 5. sureler Ehl-i Kitap ağırlıklı olup onların hatalarını düzeltir. 6. En'am suresi tevhidin özünü ve mahiyetini bildirip şirk ve küfrü iptale, 7. A'raf suresi tevhid tarihine, onu tebliğ eden peygamberlerin kavimleriyle mücadelelerine, 8. Enfal ve 9.Tevbe sureleri münafıkların davranışlarına ağırlık verir. Böylece Kur'an-ı Kerim'in ilk sülüsü (üçte biri) böyle bir bütünlük ortaya koyarak tamamlanır. Ayrıntılar nazara alınmaksızın genel bir bakışla bu, sureler arası tenasüp yönünden ilginç bir değerlendirmedir (krş. Suat Yıldırım, Fatiha ve En'am Surelerinin Tefsiri, İstanbul, 1989, s.44-45).18. İ'câz-ı Kur'ân,s.37.19. Bakara 2/40.20. İ'câz-ı Kur'ân,s.45.21. Bakara 2/44.22. İ'câz-ı Kur'ân,s.45.23. Bakara 2/120.24. İ'câz-ı Kur'ân,s.46.25. İ'câz-ı Kur'ân,s.47-48.26. Bakara, 173.27. İ'câz-ı Kur'ân,s. 49.28. İ'câz-ı Kur'ân, s. 58-61, ayrıca s. 71-82.29. İ'câz-ı Kur'ân, s. 59-60.30. İ'câz-ı Kur'ân, s. 7631. Suat Yıldırım, Kur'ân İlimlerine Giriş, İstanbul, Ensar Yay. 7. bas., 2011,s.107-109.32. Bakara 2/2.33. Nesefi, Medarik, bu âyetin tefsirinde.34. İ'câz-ı Kur'ân, s.146-147.35. İ'câz-ı Kur'ân, s.147-151.36.. Mesela s.149-150'de küfre sebep olan şeyler; s.156'da imanın mahiyeti; s.161-165'te cebr ve ihtiyar meseleleri.37. Mesela s. 47-48'de haram ve mübah konusu; s.114-115'te namazı ikame ve namazda tadil-i erkân konuları yer alır.38. Mesela s.119-122'de zekât ve sosyal adalet; s.344-345'temünafıkların taklit ve menfaatçilik zihniyeti.39. Mesela s.194-202'de nefs, şuur, vicdan hakkındaki izahlar; s.222-224'te münafıkların ıslah vedürüstlük iddiaları; s.346-347'de münafıkların düalite yaşamaları ve kişilik bozuklukları.40. İ'câz-ı Kur'ân,s. 25-31'de çağdaş tıp ve embriyonun ana karnındaki safhaları, keza astronomi alanında gök cisimlerinin yaratılması, güneş ve ayın hareketlerine dair Kur'ân-ı Hakim'deki işaretler.41. Mesela s.153-154'te kalb hakkında.42. İ'câz-ı Kur'ân, s.279-283.43. İ'câz-ı Kur'ân,s.28644. Önyargılı bazı kimseler, kitap tanıtımına dair bu makalem ile "kendi Hocamızı" ölçüsüz şekilde övdüğümüzü iddia edebilirler. Böyle düşünenleri, makalemizde ilmî ölçülere uymayan yerleri göstermeye davet ediyorum. Keza kitabı okuyup ilmî yönden değerlendirmelerini öneriyorum.
.
Kur'ân-ı Kerîm'i Özetleyen Bir Âyet
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'ân-ı Hakîm çok okunması gereken bir kitaptır. Fakat insanların çoğu, zaman ayıramadıklarından, bazı mazeretlerinden veya ihmallerinden ötürü onu layık olduğu şekilde okuyamazlar. Kur'ân'ın sahibi Yüce Allah'ın (celle celâluhu), böyle durumlarda olan kullarına lütufta bulunarak, Kur'ân'ın esas maksatlarını bir kısa sûrede, hattâ bazen bir âyette özetlemeyi dilemiştir. Bu âyetler içinde en barizlerinden biri de Bakara Sûresi'nin 177. âyetidir. Makalemizde bu âyeti izaha çalışacağız. M. Hamdi Yazır'ın ifadesiyle, bu âyet-i kerîme açıkça veya delalet yoluyla, insanlığın bütün üstün vasıflarını içinde toplamıştır. Buna işaretle Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) "men amile bihazihi'l-âyeti fe kad istekmele'l-iman" (Her kim bu âyet ile amel ederse, imanını kemale erdirmiş olur." buyurduğu rivâyet edilmiştir.1لَيْسَ الْبِرَّ أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آَمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآَخِرِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآَتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّائِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآَتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ (177)Meali: 177 – "İyilik (birr), yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir. Asıl iyilik; Allah'a, Âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, Sevdiği malını Allah'ı hoşnud etmek için Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, Namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren, Sözleştiği zaman sözlerinde duran, Hele hele sıkıntı ve hastalık hâllerinde, Savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlardır imanlarında samimi olanlar ..ve işte onlardır Allah'ı sayıp günahlardan korunan takvâlılar!"Ehl-i Kitap'ın, kıblenin Beytü'l-Makdis'ten Kâbe'ye değiştirilmesini dedikodu edip bu hususta ileri gitmeleri, Yahudi ve Hristiyanlardan her birinin kendi kıblelerine yönelmenin daha hayırlı olduğunu iddiada ısrar etmeleri üzerine bu âyet nazil olmuştur.2 Bunun için gerek onlara, gerek bu vesile ile bütün insanlara "İyilik (ve hayır), yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir." buyrulmuştur. Kıble meselesinin, hattâ Kâbe'ye bile yönelmenin önemi, zâtındaki bir özellikten değildir. Allah görünüşlere değil, hakikatlere önem verir. Asıl mühim olan, iman ve onun neticesi olan iyiliklerdir. "Birr", kulu Rabbine yaklaştıran her türlü iyilik ve hayır mânâsına gelen çok kapsamlı bir kavramdır. Kıblenin Kâbe yapılması ile mezkûr Ehl-i Kitap'ın tutumuna benzer bir tutuma girebilecek, "İşte asıl kıbleye ulaştık." diye düşünebilecek olan, yalnız görünüşlere takılıp kalan Müslümanların dikkatini asıl fazilete çekmektedir.3Bütün iyiliklerin kaynağı Allah'a imandır. Allah'a iman; insanın çeşitli kuvvetlere, çeşitli varlıklara ve çeşitli değerlere kulluktan kurtulması ve yalnız Allah'a ibadete yönelmesi demektir. Bu da; anarşiden nizama, çıkmazdan belli hedefe yöneliştir. Âhiret'e iman, insanların dünyada yaptıkları bütün işlerin karşılığını verecek olan mutlak İlâhî adalete inanma ve dünyadaki hayatın ölçüsüz ve gayesiz bir kargaşa olmadığına, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağına inanmadır. Kitaplara ve peygamberlere iman, bütün resûllere ve risaletlere, beşeriyetin aynı tek aileden geldiğine, aynı Yaratıcı'nın kulları olduğuna, O'nun (celle celâluhu) insanlar için vaz' ettiği tek dinin İslâm olduğuna imandır. Bütün peygamberlerin hepsine varis olma şuuru, mü'min açısından büyük kıymet ifade eder.4Allah'a (celle celâluhu) inanan O'ndan başkasının önünde eğilmez, bütün kalbiyle yalnız O'na ibadet eder. Bu iman kalbinde kökleşen insan, Allah'ın (celle celâluhu), insan türüne verdiği şerefli makama yükselir, zilletten kurtulur, hayatın bütün alanlarında Allah'tan (celle celâluhu) gelen hidâyet üzere hareket eder.Âhiret'e iman ölümden sonra dirilmeyi ve ondan sonra vaki olacak hesaba çekilmeyi, nasların ayrıntılı olarak açıkladığı mükâfat veya azabı tasdik etmeyi ihtiva eder. Âhiret'e iman, insanda iyilikleri sevme, başkalarına güzel davranışlarda bulunma, kötülüklerden ve günahlardan kaçınma duygularını geliştirir.5Melekler nuranî, lâtif cisimler olup çeşitli güzel şekillere girebilirler. Nurdan yaratılan melekler, Allah'a (celle celâluhu) asla isyan etmeyen, hep O'nun emirlerini icra eden görevlilerdir. Gerçek iman ile irtibatlandırılmaları, Allah'ın (celle celâluhu) vahyini peygamberlere ulaştırma görevlerinden ötürüdür. Bu elçilikleri Kur'ân'da ve hadîslerde bildirilmiştir. Onlara böyle iman etmeyen vahye, peygamberlere ve Âhiret'e de iman etmemiş olur.Bu âyette "kitap" Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü daha önceki kitapların da teminatı odur. Onların muteberliğinin ölçüsü Kur'ân'a muvafık olmalarıdır. Kur'ân'a aykırı olan taraflarının, tahrif edildiğine hükmedilir. Kur'ân'a iman, Allah katından insanlığa elçi olarak görevlendirilen peygamberlere ve gönderilen bütün kitaplara inanmayı gerektirir.Nebilere iman, Allah'ın insanlara gönderdiği hidâyeti ulaştırmak için seçtiği doğru, emin ve seçkin görevlilerine inanmak demektir. Bu nebilerin Kur'ân âyetleri ve hadîs-i şerîflerle sabit olmaları gerekir. Onlardan herhangi birinin peygamberliğini inkâr eden, iman yolundan çıkmış olur.Razi, imanın beş şeye tahsis edilmesini şöyle izah eder: Çünkü tasdik edilmesi gereken her şey, bu beş şeyin muhtevasına dâhildir. Böylece Allah'a iman etmenin içinde O'nun (celle celâluhu) birliğini, adaletini ve hikmetini bilmek, ahiret gününe iman etmenin içinde de mükâfat, ceza, kıyamet ve bununla alâkalı bütün şeyleri bilmek gibi hükümler girmiştir. Meleklere iman mefhumuna da, biz insanlara ulaştırması maksadıyla Hz. Peygamber'e (sallallahu aleyhi ve sellem) risaleti ulaştırmalarıyla alâkalı şeyler ile meleklerin durumu hakkında bilinmesi gerekli olan şeyler girmektedir. Kitaplara iman mefhumuna da Kur'ân ve Allah'ın (celle celâluhu) peygamberlerine indirdiği şeylerin tamamı dâhildir. Peygamberlere iman mefhumuna ise, onların peygamber oluşlarına ve şeriatlarının doğruluğuna iman etme hususları dâhildir. Böylece iman edilmesi gerekli olanlardan hiçbir şey geriye kalmamış, aksine hepsinin bu âyetin muhtevasına dâhil olduğu ortaya çıkmış olur.6İnsanın yüzünü şu veya bu tarafa çevirmesinde zorluk yoktur. Ama asıl zor ve önemli olan iman, takva, itaat, doğruluk, ihsan gibi gayret isteyen kapsamlı "birr" yani iyilik kavramını gerçekleştirmektir.7İman esaslarından sonra Cenab-ı Allah başlıca salih amellere, yani iyiliklere yer vererek önce muhtaçların yardımına koşmayı zikreder.وَآتَى الْـمَالَ عَلَى حُبِّهِ de mümkün olan üç mânâ vardır:81-Zamir mala raci olarak; sevdiği, değerli servetini verme. Çünkü böylesine infak, müminin imanının pek kuvvetli olduğuna, yüksek bir vicdan taşıdığına delalet eder ve onun derecesini yükseltir. Zîrâ şu hadîs-i şerîfte de vurgulandığı üzere, kendisi de kritik bir durumda iken verebilme çok önemlidir. Bir kişi Peygamberimiz'e (aleyhissalatüvesselâm): "Sevabı en çok olan sadaka hangisidir?" diye sorunca Efendimiz: "Sen sağlıklı, mala düşkün iken, işini geliştirme ile kaybetme tehlikesi arasında bir durumda iken verdiğin sadakadır. Sakın verme işini can boğaza geldiği vakte bırakma. O vakit 'Falana şu kadar, falana şu kadar.' demenin mânâsı yok. Zaten malın onlara miras kalmıştır."92-Zamir Allah'a râci olarak; "sırf Allah'ı sevdiği için, O'nun rızasına ulaşmak için" vermek.3-Zamir "ita" yani vermeye raci olarak; vererek, başkasını mutlu ederek, başkasını yaşatarak mutlu olmak için verir. Bu üç mânâ da, her biri ötekine ulaştıran bir özellik taşırlar. Allah'ı sevdiği için veren, kıymetli servetini de verir ve bunun güzel neticelerini gördükçe de mutluluğu artar. Muhtaç olan akrabanın öncelik hakkı vardır. Zîrâ hadîste geldiği üzere ona vermekte infak sevabından başka bir de sıla-i rahim görevini yerine getirme sevabı vardır.10Büluğ çağına varmadan babası vefat eden çocuğa yetim denir. Yetim fakir ise ihtiyacını giderecek kazancı olmadığından infak mahalli olarak ön sıralarda yer alır.11"Miskin" ya malı olmayan veya biraz malı olmakla beraber ihtiyacını karşılayamayan kimsedir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem): "Miskin, insanlara el açıp bir iki hurma ya da bir iki lokma ile gönderilen kimse değildir." buyurduğunda, yanındakiler "Peki kimdir?" diye sorunca O (sallallahu aleyhi ve sellem): "Muhtaç olduğu şeyleri bulamayan, hâlini gizlediği için kendisine yardım verilmeyen ve insanlardan bir şey istemeyen kimsedir."12 demiştir."İbnu's-sebîl", gurbette parasız kalmış veya misafir demektir.13Garip kimse, vatanına kavuşuncaya kadar desteklenmelidir. Bu âyet, müslümanların, ülkeleri farklı da olsa bir aile teşkil ettiklerini dolayısıyla şefkat ve yardımlaşmanın gereğini yapmalarını hatırlatmaktadır.14Âyet-i kerîmedeki "Sâil", isteyen demek olup, onun bu durumu, yardıma muhtaç olduğunu gösterir. Çünkü ekser durumda isteme, ihtiyacın alâmetidir."Rıkab" "rekaba"nın çoğuludur. Bu da aslında "boyun" demek olup mecazen bütün vücuda denir. Tıpkı "göz" mânâsındaki "ayn"ın casus anlamında kullanılması gibi. Boynu bağlı olan esir ve köleler hakkında da bu kelime kullanılmıştır. Düşmana esir düşmüş vatandaşları fidye karşılığında kurtarmak veya köleleri sahibinden satın alıp hürriyetlerine kavuşturmak için harcamayı ifade eder. Burada zikredilen bu altı sınıf, hasr için değildir, bunların dışında da harcama gereken çok yerler olabilir. Burada misal kabilinden en bariz örnekler verilmiştir.Bundan sonra sıra, belli başlı ibadetlere gelir. Bunlar imanın kuvvetinin ve ahlâkın güzelliğinin göstergesi olan özelliklerdir. "Namazı ikame": Allah'ın emrettiği şer'i vasfıyla rükünlerine, sünnetlerine, huşu şartına uygun olarak vakitlerinde, hülâsa; gereği gibi namazı eda etme demektir. Burada "zekât"tan maksat farz zekât olup, Sünnet-i Seniyyed'e ayrıntıları bildirilen mâlî ibadettir. Bu da "Zekâtlar sadece fakirlere, düşkünlere, zekât toplayan görevlilere, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlara, esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyenlere, borçlulara, Allah yoluna ve bir de muhtaç kalmış yolcu ve gariplere mahsustur."15 mealindeki âyette belirtilen ibadettir. İnfak emrinden sonra zekât getirilmesi gösterir ki, ihtiyaç zaman ve mekânlarına göre, malda zekât dışında da ödenmesi gereken bir hak vardır.16 Sadece zekât vermekle, âyetin başındaki "birr" mertebesine ulaşılamaz. Zenginler toplumdaki başlıca ihtiyaçları ve dertleri dindirmeye çalışmakla, takva ve birr sıfatına sahip olurlar.17Müteakiben çok önemli bir sıfat vurgulanır: "Sözleştiği zaman sözlerinde duranlar". Burada el-mûfûne şeklinde ism-i fail kullanılması, sözünde durma işinde sürekli olmalarına, bu özelliği her defasında sürdürme vasfına delâlet eder.18Sözünde durma, müminlerin imanlarının her türlü gereğini yerine getirme için, Allah'ın dinindeki bütün hükümlere bağlı olmayı ifade eder. Ayrıca başka insanlarla yapmış oldukları -helâli haram, haramı helâl kılmayan- her çeşit sözleşmeleri de kapsar. Onlar verdikleri sözü yerine getirir, yeminlerini tutar, söyledikleri zaman hep doğru söyler, kendilerine emanet edilen şeyleri korurlar.19 "İzâ âhedû" kaydı ise, verdikleri sözü tam zamanında, hiç geciktirmeksizin îfa etmeye delalet eder."Vessâbirîne" buyurularak itba yerine kat' üslubu tercih edilmesi şunu ifade eder: Onlar, sayılan bu vasıflarının üstünde, bir de pek mühim bir haslet olan sabır meziyetiyle donanmışlardır. Şiddetli imtihanlara, hastalıklara, yokluklara sabır, hele Allah yolunda, dini, Müslümanları ve vatanı koruma uğrunda savaştaki kayıplara, yaralara, sakatlıklara sabır elbette çok mühimdir. Çünkü sabır, halkın elinde olanlardan istiğna, kaçınılması mümkün olmayan hâllerde teslimiyet, dinini, Müslüman kardeşlerini, vatanını, namusunu ve malını, bütün bu değerleri koruma için ileri atılma gibi hasletlerin esasıdır.Yoksa sabır, zalim kuvvete boyun eğme, zulmü önleme için gayret göstermeme pasifliği değildir. Sabır, güzel akıbeti ümit ederek cihad edip güçlüklere galip gelmeye çalışmadır. Âyet-i kerîme, sabrın mertebelerini de sıralamıştır:1-Yoksulluğa 2-Hastalıklara 3-Savaş zorluklarına sabır. Yoksulluğa sabırdan daha zor olanı hastalıklara sabırdır. Savaş hâli, ölüm, yaralanma, sakatlık ise hastalıktan da daha zordur.Âyet-i kerîme, baştan beri sıralanan meziyetleri kendilerinde toplayanlar hakkındaki sözü أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ hükmü ile bitirmektedir. "Onlar" zamiri, yaşayışları sözlerini doğrulayan, yaşayışları ile inandıkları güzellikleri tasdik ederek Allah'ın rızasına erenlerin ancak bu müminler olduğunu bildirir. Müttaki, "korunma, sakınma" mânâsına olan ittika'dan ism-i fail olup din dilinde "Allah'ın istemediği her çeşit kötülükten kendini koruyan, O'nun (celle celâluhu) emir ve yasaklarına uyan, böylece ahiret azabından korunan" kimse demektir. "Ulâike" uzaktakiler için kullanılan işaret zamiridir. Mecazen o müttakilerin yüksek rütbelerine işaret eder. Çünkü uzakta bulunanlara bakan kimse, ancak kametçe en uzun olanlarını ilk anda fark eder. Böylece onların ahd-i zihnî ile bilinmelerinden ahd-i haricî ile bilinmelerine bir kapı açılır. Ahd-i haricîden onların imtiyazına intikal edilir ve nev-i beşer içinde onların parlamalarına bakılır. Sanki başını kaldırıp gözlerini açan herkese ancak bunlar görünecektir.20İsm-i işaretin tekrarı, onların yüksek makamlarına dikkat çekmek içindir. "Hüm" fasl zamiri olarak, tahsis anlamını tekit eder, müttaki sıfatının ancak onların hakkı olduğunu vurgular. Bu sadakat ve takva makamı, hem dünya, hem de ebedî hayat mutluluğudur.syildirim@yeniumit.com.trDipnotlar1. İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, 7/152, Hadis no:34219; Hak Dini Kur'an Dili ve Nesefi, Medarik, bu âyetin tefsirinde. 2. İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, 1/296. 3. Seyyid Tantavi, Tefsiru'l-Vasit. 4. Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an. 5. Tantavi, Tefsiru'l-Vasit. 6. Fahruddin Razi, Mefatihu'l-ğayb(Tefsir-i Kebir) trc. Suat Yıldırım ve ark., Akçağ Yay., Ankara, 1989,c.4, s.267-268. 7. Şa'ravi, Tefsiru'ş-Şa'ravi. 8. Fahruddin Razi, Mefatihu'l-ğayb(Tefsir-i Kebir) c.4, s.268-269. 9. Müslim, Zekat, 93; Buhari, Zekat, 11. 10. Tirmizi, Zekat,26; Nesai, Zekat,22; İbn Mace, Zekat,28. 11. Zemahşeri, Keşşaf; Tantavi, Tefsiru'l-Vasit. 12. Buhari, Zekat, 53; Müslim, Zekat, 101. 13. Zemahşeri, Keşşaf. 14. Seyyid Tantavi, Tefsiru'l-Vasit. 15. Tevbe 9/60. 16. Zemahşeri, Keşşaf 17. Seyyid Tantavi, Tefsiru'l-Vasit 18. A.y. 19. Fahruddin Razi, Mefatihu'l-ğayb (Tefsir-i Kebir) trc., c.4, s.276. 20. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratu'l-İ'caz, trc. Şadi Eren, İstanbul, Şahdamar yay., 2011, s.109. Ahd-i zihni, bir şeyin zihinde malum olmasıdır. Muhatabımıza "Üstad geldi mi?" derken, onun zihninde malum olan kimseyi kastederiz. Ahd-i harici ise, bir şeyin haricen malum olması, başkalarınca da bilinmesidir. Bu da "Üstad" denildiğinde artık herkes tarafından belli bir kimsenin anlaşılmasıyla gerçekleşir (A.y).
.
"Kur'ân'ın Kaynağını İspat Yöntemi" Kitabına Takdim
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Prof. Dr. Muhittin Akgül, bu kitabında Muhterem Fethullah Gülen'in yirmi kadar eserini inceleyerek Kur'ân'ın, Allah kelâmı olduğunu ispat etme delillerini ortaya koymaya yönelmektedir. Yazarımız önce Kur'ân-ı Kerîm'in fonksiyonel bir tarifini hatırlatır. Sonra onun belirli bir zaman veya mekânla kayıtlı, duyulara hitap eden geçici bir mucize nev'inden olmadığını söyler. "Zîrâ der, bu son peygamberlik müessesesi bütün milletlere ve gelecekteki bütün nesillere açıktır (…) maddî birtakım mucizeler vardır ki görenler ona mecburen inanır. Ne var ki sonraki dönemler için, anlatılan bir kıssadan öteye geçemez. Ancak Kur'ân bu kadar uzun zamandan beri herkese açık bir şekilde ortadadır ve onun i'cazı süreli ve sınırlı değildir."Hz. Peygamber aleyhi's-salatü ve's-selam'ın ilk muhatabı Mekke müşrikleri onun nübüvvetini reddetmek için çok çeşitli sebepler ileri sürüyorlardı. Kavminin önde gelen liderlerinden olmaması, şair, mecnun, kâhin, büyücü nitelemeleri, Kur'ân'ın bir kâtibe yazdırılan eskilerin masalları olduğu vb. bu bahanelerin başlıcalarını oluşturuyordu.1 Kur'ân'ın kaynağını inkâr için Mekke müşrikleri çok kapsamlı bir aleyhte kuşatma harekâtı içinde idiler. Sadece şu hâdiseyi hatırlayalım. Velid b. Muğire, sözünün üstüne söz söylenemeyen bir siyaset ve edebiyat otoritesi idi. Ebû Cehil onun Kur'ân hakkında önyargılı düşünme şiddetini biraz hafiflettiği havasını hissedince Velid'e gidip: "Duydun mu, amcacığım, Kureyş zenginleri sana vermek üzere para topluyorlar?" "Neden?" –"Muhammed'in seni mal ile kandırdığını sanıyorlar." Kurnaz Ebu Cehil, Velid'in en hassas damarına basmayı plânlamış ve hedefine de ulaşmıştı. "Ne demek, dedi, bütün Mekke bilir ki ben bu kavmin en zenginlerinden ve hiçbir surette satın alınamayacak en onurlularından biriyim." Bu sinsi plânla onun olumlu düşünmesinin yolunu daha ilk adımında önlemişti.Kur'ân müşriklerin bütün itiraz ve iddialarına elbette cevaplar veriyordu. Ezcümle: "De ki: Eğer Allah dileseydi ben Kur'ânı size okuyamazdım. Hiçbir suretle de size onu bildirmezdi. Bilirsiniz ki, daha önce bir ömür boyu aranızda yaşadım, böylesi bir iddiada bulunmadım. Aklınızı kullanmaz mısınız?"2 "Sen bu kitabın kalbine indirileceğini hiç ümid etmiş değildin. O ancak Rabbinden bir rahmet eseri olarak gönderildi." 3 Bunun da ötesinde Kur'ân, Allah'ın kelamı olduğunu inkâr eden edipleri Kur'ân gibi beliğ söz söyleme, ona nazire getirme konusunda onlara meydan okuyordu.Kur'ân'ın kaynağı hakkında Mekke müşriklerinin bu kabil iddialarından başka daha sonraki asırlarda ortaya çıkan oryantalist yaklaşımların çoğu önceki kutsal kitaplardan nakletmeye veya Peygamberin şuuraltına bağlamak istemişlerdir.Fethullah Gülen Hocaefendi, Kur'ân'ın kaynağını şu üç yönden inceler:1-Kur'ân'ın i'cazı açısından, 2-Kur'ân'ın muhtevası açısından, 3-Kur'ân'ın tebliğcisi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) açısından.Delillerle ispatlamada akıl ve nakil bakımından ele alınacak hemen bütün delilleri ortaya koyup meseleyi akıcı bir üslûpla açıkladığını görürüz. Kur'ân'ın bir lisan mucizesi olup dil yönünden onun eşsiz, benzeri söylenemez, nazire yapılamaz bir hitap olduğunu gösterir: "Kur'ân dil ve ifade yönünden hiçbir kitaba benzemez; Ayrıca üslûp, mânâ ve muhteva bakımından da eşsizdir. Başka hiçbir kitaba benzemediği kesin bir veri olunca, en aykırı ihtimal hepsinin altında olmasıdır. Bunu Şeytan bile iddia edemez. Öyle ise ikinci ihtimal olarak onun hepsinin üstünde olduğu kesinleşmiş olur. Demek ki beşer sözü değildir."Kur'ân'ın te'lifinde bütünlük vardır. Yirmi üç sene zarfında değişik hâdiseler, durumlar, farklı muhataplar karşısında parça parça inmesine rağmen onun sureleri ve âyetleri arasında birbirine zıt düşen, birbirinin ahengini bozan, tek bir ifade, tek bir cümle bulmak mümkün değildir. Onun bütünü, bir solukta söylenmiş bir hitap gibidir. Bu ise ancak 23 seneyi bir an gibi ihata eden münezzeh bir Zât'ın kelâmı olmakla açıklanabilir.Kur'ân'ın canlı tasvirlerindeki mükemmellik, okuyucuların gönüllerini hoplatacak bir etki uyandırır. Bu tasvire şu mealdeki âyeti misal verir: "Dini inkâr edenlere gelince onların işleri düz, ıssız bir çöldeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder. Nihayet yanına varınca su namına hiçbir şey bulamaz; ama Allah'ı bulur, O da onun hesabını tam tamına görür."4 Hocaefendi tasvir konusunda bilhassa Seyyid Kutub'un "Kur'ân'da Edebi Tasvir" kitabına atıflarda bulunur. Fethullah Hocaefendi'nin orijinal fikirlerinden biri, kıssalarda bahsedilen kavmin karakteristik özelliklerinin net bir şekilde yansıtıldığını vurgulamasıdır. Meselâ Hz. Nuh (a.s) hakkında konuşurken (Nuh 71/1-28; Hud 11/25-49) adeta o kavmin sesini, soluğunu muhataba duyurduğunu hissedersiniz. Bu üslûbu, diğer toplumlar hakkındaki üslûplardan ayırt edebilirsiniz. Hz. Nuh'un, kavmi ile konuşma tarzı, Hz. İbrahim'in (a.s) kavmi ile konuşma tarzından çok farklıdır (En'am 6/74-84; Bakara 2/258 bölümlerindeki anlatımla karşılaştırıldığında bu fark görülebilir).Hocaefendi Kur'ân'ın belağat bakımından üstünlüğünü geniş kitlenin anlayacağı tarzda açıklamaya çalışır. Ona göre güçlü bir hatip konuşurken jestleri, mimikleri, el kol hareketleri, hâsılı beden dili ile sözlerine kuvvet verir. Bu hatibi gözleriniz kapalı olarak dinlerseniz, anlattıklarının neredeyse yarısını kaçırmış olursunuz. Eğer hatibin ifadesi yazıya dökülürse mânâya tesir eden ses tonları, telâffuz özellikleri de kaybolur. Bu durumda kelâmın belağati ve tesiri azalır. Halbuki Kur'ân'ın beliğ ifadeleri, bu vasıtaların yokluğunda dahi, mânâyı anlatmada yine güçlü kalır. Bu da onun Allah kelâmı olmasından ileri gelir.Kur'ân-ı Kerîm'in bir özelliği de, hemen her seviyeye hitap etmesidir. Hocaefendi şöyle der: "Acaba şimdiye kadar okumuşu, okumamışı, ilkokullusu, üniversitelisi, mütefekkiri, avamı, fizikçisi, kimyacısı ve çobanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Şairin, mûsikişinâsın, hatîbin, içtimâîyatçının, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve siyasetçinin, terbiyeci ve öğreticinin, zikir, fikir ve tarikat yolu mensubunun okuyup istifade ettiği, yol ve mesleğine menfez ve düstur, meselesine çözüm, derdine şifa ve fikrine cila bulduğu; ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endâm edip Güneş gibi ışık saçan tek kitap sadece Kur'ân'dır."Hocaefendi'ye göre Kur'ân'ın mu'cizevî özelliklerinden biri her zaman tazeliğini korumasıdır. On beş asır önce geldiği hâlde şimdiki muhatapları da yeni nazil olmuş gibi onu iştiyakla okuyup üzerinde düşünüyorlar. Taze kalmasının tezahürlerinden biri kıssaların sunulmasındaki tasrif uygulamasıdır. Kur'ân bazı kıssaları farklı şekillerde, değişik kalıplarda tekrarlayarak her zaman yeni bir heyecan uyandırır. O bu konuyu anlatırken Elmalılı M. Hamdi Yazır'dan da konuyla ilgili edebi ve oldukça orijinal bir alıntı yapar:"Kur'ân'da her mana, gâh bir ses olup kulaklarda çınlar, gâh bir nakış olup gözlerde parıldar. Bu ses, bu nakış, gâh geçmişleri çekip getirir, gâh geleceklere alıp götürür; gâh bir nimetin cazibesi ile insanın iştihasını kabartıp iradeleri kamçılar ve gâh bir nikmet endişesiyle onun içine korkular saçarak kötülüklerden uzaklaştırır; bir ses nağmeden nağmeye, duraktan durağa çeşitli keyfiyetler içinde dizilir, kulaklara dökülür; çeşitli şekiller kazanıp göz önüne konulur. Daha sonra bütün bunlar aynı mânâ ile bir şuur, bir idrak, bir nur olup kalplere iner; derken o şuur ve idrak o kalpten yine aynı mana ile hareket eder, nefis ve beden tezgâhından geçerek birbirine benzer şekillerde ve çeşitli keyfiyetlerde birer fiil olarak ortaya çıkar. İlm-i İlâhî'de mazmun ve mefhum itibarıyla aynı olan hakikatler, yine ilm-i İlâhî'de tercihi yapılan kalıplar içinde arz-ı endam eder. Bu suretle, anlatılan hâdisenin hem siyak ve sibak açısından ifade ettiği mânâ derinlemesine ruhlara duyurulmuş, hem de aynı kıssayı bir kere daha okuyan ve dinleyen insanların bıkkınlık hissetmemeleri sağlanmış olur. Böylece Kur'ân, tasrifin hâsıl ettiği tazelik ve yenilik sayesinde muhataplarını her defasında daha farklı iklimlere alır, götürür."Müfessirlerin ekserisi ğaybî haberler vermesini de Kur'ân'ın i'caz vecihlerinden biri saymışlardır. Bakillani, Ebu Bekr İbnu'l-Arabi, Ebussuud, Şevkani, Alusi, M. Reşid Rıza bunlardandır. İ'caz vechi saymayanlar, Kur'ân'ın nazire getirilmesi hususunda meydan okuması kapsamına gaybdan haber vermenin dâhil olmadığı mülahazasını öne sürerler. Zîrâ beşer ilminin gayba nüfuz edemediği mâlûmdur. Dolayısıyla beşerden gayba dâir haber verme şartı aranamaz. Bununla beraber gaybî haberler vermesi ve onların gerçekleşmesi Kur'ân'ın beşer sözü olmayıp her şeyi bilen Allah'ın kelâmı olduğunu ispatlaması itibarıyla i'caz vecihlerinden biri sayılmaktadır. Yazarımız Muhittin Akgül, Hocaefendi'nin bu konu üzerinde önemle durduğunu, "Kur'ân'ın Altın İkliminde" kitabında gaybî haber örneklerine altmış sayfa gibi geniş bir bölüm ayırdığını belirtir.Fethullah Gülen Hocaefendi huruf-u mukatta'a'nın kullanılmasında dikkat çeken özellikler ve onların i'caza delaletleri üzerinde de durmuştur. Kur'ân; Elifba harflerinden huruf-u halk, mehmuse, mechure, şedide, rahve, müsta'liye, müntabıka, münfetiha gibi çift cinslerden her bir gruptan yarısını kullanmıştır. Bu harfler, Arapça Elifbasındaki harf sayısınca surenin, yani 29 surenin başında yer almıştır (Elif-i sakine dilcilerin bir kısmına göre bir harf sayılır. O hariç Arapçada 28 harf vardır. Kur'ân, huruf-u mukatta'a'da bu 28 harften 14'ünü yani yarısını kullanmıştır. Daha başka tevafukların da bulunması, tesadüf ihtimaline hiçbir yer bırakmaz. Fakat Muhittin Akgül, huruf-u mukatta'a konusunda başka hiçbir yerde rastlamadığım bir izah şeklini şöyle belirtmektedir:Konuyla ilgili olarak Hocaefendinin tespitleri şöyledir: "Meselâ: Ra'd Sûresi'nin başında المر Elif.lam.mim.ra harfleri vardır. Bu harfler, Kur'ân'da bu şekildedir. Yani birinci sırada "ا" elif, ikincide "ل" lam, üçüncüde "م" mim ve dördüncü sırada da "ر" ra vardır. Enteresandır ki, sûrede geçen bu harfler sayı bakımından da aynı şekilde sıralanmışlardır. Şöyle ki: Ra'd sûresinde 625 tane " ا " elif olup birinci sırada yer almıştır. En çok zikr edilen ikinci harf 479 rakamı ile "ل" lam, üçüncü harf 260 ile " م" mim , dördüncü sırada ise 127 rakamı ile "ر" ra vardır. Gördüğümüz üzere Elif.Lam.Mim.Ra diye başlayan bu sure de bu sıralamayı gözetmiştir. Bu durum sadece Ra'd Sûresi'ne mahsus da değildir. Meselâ, Bakara Sûresi'nin mukattaat harfleri olan الم Elif.lam.mim de sûre içinde aynı esasa göre tekrar edilmiştir. Bu sûrede 4592 " ا " elif, 3204 "ل" lam, 2195 tane de "م" mim vardır. Sıralanıştaki insicam Bakara Sûresi'nde de kendini korumuştur. Gerçekten de Hocaefendi'nin tespit ettiği bu husus, oldukça orijinaldir. Bütün bir Kur'ân'ı, onun 23 senede inişini, sûrelerin farklı zamanlarda ve parça parça indirilme keyfiyetini düşündüğümüzde, böyle bir hesabın asla rastlantılarla olamayacağını, tesadüflere verilemeyeceğini, bunun olsa olsa Kur'ân'ın eşsiz yönlerinden bir yönü olduğunu söyleyebiliriz.Kur'ân'ın i'caz vecihlerinden biri de tamamlanması çok geniş bir zamana yayılmasına rağmen onda tutarsızlık, kopukluk, dağınıklık ve çelişkinin bulunmamasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri gerçeklikte, muhkemlikte, hakka ve doğruluğa dayanmada, insanlara gerek dünya gerek âhiret mutluluğunu temin etmede, fesahat bakımından lâfızlarının birbirine uyum sağlamasında, mûciz üslûbunda birbirine benzer, bu hususlarda asla terslik söz konusu değildir. Yani Kur'ân 23 senelik risalet boyunca çok farklı zamanlarda, farklı mekânlarda, farklı şartlarda nâzil olduğundan âyetleri arasında irtibatsızlık, uyumsuzluk olması için her türlü sebep mevcut gibiydi. Beşer eseri olsaydı bunlar kaçınılmaz olurdu. Fakat âyetler hep birbirini tasdik ve teyit eder. Nüzul sebepleri, vakitleri, sorular çok fazla olduğu hâlde Kur'ân âdeta tek soruya verilen ve bir defada indirilen ahenkli bir cevap durumundadır. Yüce Allah'ın kudret, irade, meşiet ve ilim sıfatından gelen kâinat kitabıyla, kelâm sıfatından gelen Kur'ân kitabında asla bir tenakuzun olamayacağını çok belirgin ve kesin olarak belirten Hocaefendi, Yüce Kitabımız'la ilgili bu anlayışın, esas yakalanması ve mü'minlerde bulunması gereken en temel anlayış olması gerektiğini ve çağın aşılmasının yolunun da bundan geçtiğini belirtir.Bütün bunların yanında meseleye bir de dil felsefesi açısından bakar ve o dönemde şiirin, çok gelişmiş ve belli bir seviyeye ulaşmış olmasıyla beraber, dil açısından Arapçanın, metafizik mânâlar, ilmî, dinî ve felsefî mefhûm ve ifade şekillerinden, medenî bir lügatten mahrum olduğu, yalnızca çöl bedevisinin duygu ve düşüncelerini, onun dar hayatını ifade etmeğe yarayan bir lisân olmasına rağmen, Kur'ân'la birdenbire zenginlik kazanarak, ilmî, iktisadî, hukukî, içtimaî, siyasî, idarî ve metafizik bütün mevzû ve meseleleri ifâde edebilecek bir seviyeye ulaştığı, böyle bir filoloji inkılâbının ve bütün zaman ve mekânları kucaklayacak muazzam bir gelişmenin, değil ümmî bir Zât'tan, yüzlerce dil âliminden bile beklenemeyeceğini belirtir. Ve bunun gerekçelerini de bildirir.Değerli ilim adamı Prof. Dr. Muhittin Akgül, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Kur'ân Kitaplığı" diye nitelendirebileceğimiz çok zengin ve bereketli hazinesinden istifade ediyor. Bu hazinedeki yirmi kadar kitaptan "Kur'ân'ın kaynağını ispat metodu" konusundaki fikir, görüş ve delillerini tahlil edip, bazen farklı ilim adamlarının fikirleriyle karşılaştırmalar yaparak bir bütünlük ve sentez tarzında okuyuculara vermeye çalışıyor. Malzemesi bol olduğundan zorlanmaksızın konuyu esaslı bir şekilde, doyurucu bir tarzda takdim ediyor. İzahlarda ayrıntılara girse ve örnekleri çoğaltsaydı kitabın hacmi iki üç misli daha büyük olurdu. Anlaşılan o ki meseleleri uzatma yerine ihtisar etmeyi tercih etmiş. Çünkü "hayrü'l-kelam ma kalle ve delle" vecizesi gereği, konuları yeterli bir şekilde açıklayıp sözü uzatmama daha iyidir. Kitapta, bu tanıtım yazısında değinme imkânı bulamadığımız başka konular da elbette vardır. Bunlardan gereği gibi yararlanmak için kitabın tamamını dikkatle okumak icap eder. Tanıtımdan maksadımız da zaten eşantiyon göstererek okumaya teşvikten ibarettir. Bu önemli konuyu, geniş bir literatüre dayanarak, ilmi ölçülere uygun bir tarzda inceleyip, okunaklı bir üslûpla sunmasından ötürü Muhittin Bey'i kutluyor ve kitabın Kur'ân'ın hakkaniyetinin daha iyi anlaşılmasına büyük bir katkı sağlayacağını ümit ediyorum.*Fatih Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi syildirim@yeniumit.com.tr
Dipnotlar 1.Kalem suresi 68/15; Furkan 25/4-5. 2.Yunus 10/16. 3.Kasas 28/86. 4.Nur 24/39.
.
"Tefsirde Külli Kaideler" Kitabı
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur’ân, dünden bugüne kendisine gönül verenleri aldatıp şaşırtmadığı gibi, bundan sonra da aydınlık iklimine teveccüh edenleri aldatmayacak ve hayal kırıklığına uğratmayacaktır.
Son dönemde memleketimizin ilim ve kültür hayatındaki olumlu gelişmelerden biri de, halkımızın Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiği alâkanın artmasıdır. 1950 yılında bütün Türkiye’de sadece beş-on Kur’ân kursu varken 2013’te bu sayı on iki bini geçti. Ortaokullarda Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatı seçmeli ders olarak millî eğitim müfredatına girdi. Bu dersleri seçen talebelerin nispeti pek yüksek oldu. Kur’ân mealleri en çok yayımlanan kitaplar arasında yer alıyor. Bu alâka, Kur’ân’a mahsus kalmayıp, aynı zamanda tefsirine de gösterilmektedir. Öyle anlaşılıyor ki Kur’ân’ın mânâlarını öğrenmek için meal okuyanlardan önemli bir kısım, meal ile yetinmeyerek bilgilerini daha da artırıp derinleştirmek için tefsir okumaya da yönelmektedir. 2012 yılında yayın piyasasında yaklaşık otuz telif, otuz da tercüme olarak altmış tefsir bulunmakta idi. Bu tespitin, okurlarımızın büyük ekseriyetinin tahminlerinin çok üstünde olduğunu ve bu tezahür karşısında şaşırdıklarını söyleyebilirim. Bazıları niceliğin çok şey ifade etmediğini, asıl önemli olanın nitelik olduğunu düşünebilirler. Fakat şu bir gerçektir ki, okuyucu ihtiyaç duyuyor, yayıncılar da büyük yatırım yaparak bu kitapları yayımlıyor ve satabiliyorlar. Talep-arz dengesi bulunuyor. Bu tefsirler bedava dağıtılmıyor. Hatıra gelen şöyle bir soru olabilir: Bunların ne kadarı muteber ve kaliteli eserlerdir? İlmî kriterlere uymayanlar olsa da, çoğunun istifadeye medar olduğu söylenebilir. Acaba bu eserler ne kadar okunuyor, ne kadar istifade ediliyor? Bu, alanların şahsî durumlarına bağlıdır. Fedakârlık edip aldıkları kitaplardan faydalanmaya çalışmaları umulur. Bunların öşrü (onda biri) bile yerini bulsa, kazançlı sayılırız. Önceleri bu miktarın da çok gerilerindeydik. Bilinmelidir ki keyfiyet de, kemiyetten çıkar. Bununla beraber himmetimizi yüksek tutmanın da sonu yoktur. Bazılarının kötümser bakışlarından ise, bu iyimser değerlendirmeyi tercih ediyorum.
Benim neslimden olanların gençliklerinde devlet radyosunda haftada Kur’ân’dan yalnız bir aşir, seksenli yıllarda televizyondan sadece haftada bir defa Kur’ân ve dinî konuşma yayımlanırdı. Şimdi ise on kadar TV, günde bir cüz Kur’ân tilâveti ve meali yayımlıyor. Yakın bir zamana kadar Kur’ân yarışması denince hatırımıza gelen şey, güzel okuma veya ezberleme yarışması olurdu. Sevinerek gözlemliyoruz ki, son yıllarda Kur’ân’ın muhtevası, Kur’ân’ın ihtiva ettiği mânâ ve hükümler alanında da yarışmalar yapılmakta ve bu müsabakaya katılan gençlerimiz elli bini geçmektedir. Bu da kitaplardan faydalanan okuyucuların, hatırı sayılır bir nispette olduğunun delilidir. Tabiatıyla mevcutla yetinme doğru değil, nispeti yükseltmeyi hedeflemek ve teşvik etmek gereklidir. Ancak bu tezahürün, ülkemiz fikir ve kültür hayatında yeni bir hâdise olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Doç. Dr. Cüneyt Eren, bu ortamda “Tefsirde Külli Kaideler” konusunda bir kitap hazırlamayı düşünmüş. İsabetli bir tespitte bulunmuştur. Çünkü yeterli sayıda tefsirin ortaya çıktığı ve azımsanmayacak şekilde okunduğu bir toplumda, tefsir okuma kılavuzu tarzında eserlere ihtiyaç olduğu kabul edilmelidir. Dikkat çeken husus şudur: Yazar, kitabını başlıca iki bölüme ayırmıştır. Birinci bölümde Ulumu’l-Kur’ân (Kur’ân ilimleri) kaynaklarına başvurarak okuyucuyu Kur’ân’ın ve tefsirin mahiyeti konusunda derli toplu bilgilendirmek istemiştir. Bunu yaparken tavil-i mümill ve muhtasar-ı muhill olma arasındaki dengeyi kurmuştur. Verdiği bilgilerin bir kısmının kısa olduğu, matlubu anlatmaya yetmediği söylenebilir. Fakat bunları yapması hâlinde kitap en az üç misli daha hacimli olacaktı. Bu da alınıp okunma nispetini azaltacaktı. Yazarımız mevcut şartlardaki okuyucu profilinin psikolojik durumuna göre hareket etmiş görünüyor. Vakit darlığı içinde olan şimdiki okuyucunun muayyen bir zaman diliminden sonra ilgisini kitap üzerinde tutmak kolay değil. Geniş konular hakkında eşantiyon kabilinden bilgiler verip gerisini okuyucunun arzusuna bırakmanın daha uygun olduğu söylenebilir.
Yazar, Birinci Bölüm’de Kur’ân-ı Kerîm ve tefsiri hakkında ciddi denilecek şekilde bilgi sahibi olmak isteyen bir okuyucuya aşağıdaki konularda özet bilgi sunuyor: Tefsir, te’vil, tefsirin konusu ve hedefi… Usul-i tefsir, Kur’ân’ın genel özellikleri, müfessirin takip etmesi gereken metod, tefsir tarihi, tabakat-ı müfessirin, Hz. Peygamber aleyhisselam’ın tefsiri, sahabenin tefsiri, tabiunun tefsiri, tefsirde farklılık sebepleri, tefsir ekolleri, tefsir çeşitleri. Tefsirin başlıca üç unsuru vardır: 1-Kur’ân âyetleri Allah’ın kelâmıdır. 2-Allah’ın kelâmından maksadı haktır. 3-Allah’ın kelâmından murad şudur. İlk iki hususta ittifak vardır. Tefsirde farklılık sadece üçüncü kısımdadır ve asıl malzeme de bu alandadır.
Cüneyt Eren, daha fazla ağırlık verdiği İkinci Bölüm’de tefsirde külli kaideleri tespit etmeye çalışmıştır. Külli kaideler, kapsamlarına dâhil olan cüz’iyyatın tamamını ihtiva eden külli hükümlerdir. Fakat şunu unutmamalı ki bu genel kurallar, cüz’î meseleler hakkında hüküm verme işinde mutlak doğrular değildir. İstisnaları bulunabilen genel doğrular şeklinde kabul edilmeleri daha uygun olur. Keza bunlar daha başka şekillerde de formüle edilebilir. Aşağıda bu kuralların ekserisini zikredip bazılarıyla ilgili de açıklama yapacağız.
*Tefsir sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsus bir disiplin değildir. Tevrat, İncil, Hint Vedaları gibi insanlarca mukaddes kabul edilen diğer metinler de tefsir edilmişlerdir.
*Tefsir, Kur’ân’ın akletme/düşünme davetine icabettir.
*İslâmî ilimlerden ilk olarak ortaya çıkan ilim, tefsir ilmidir.
*Tefsirin ana hedefi, Kur’ân’ın esas maksatlarını ortaya koymaktır. Yazar bunları iman, ibadet ve ahlâk olarak üç maksat şeklinde belirler. Başka tasnifler de yapılmış olduğunu da belirtmemiz yerinde olur.
*Kur’ân ve tefsiri, bütün nev-i beşere ders vermektedir. Yani Kur’ân yalnız Peygamber Efendimiz’in (aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) getirmiş olduğu İslâm dinine inanmış müslüman kesime hitap etmez. Onun hitabı evrensel olup bütün insanlığı kapsar.
*Tefsîr Allah kelâmı Kur’ân’ın yorumu olması hasebiyle Cenab-ı Hakk’ın muradını ortaya koymaya çalışır. Bu bağlamda O’nun (celle celâluhu) adına söz söylemiş olur. “Tefsîr bir bakıma Allah adına söz söylemektir. Allah’ın (celle celâluhu) kelâmından muradın ne olduğunun tayin edilmesi mesuliyetli bir iştir.”
*Tefsîr, insan yorumu olduğundan en basitinden içtihad hatası denebilecek türden yanlışı barındırabilir.
*Bazı tefsirlerde Batınî yorumların bulunabileceği göz ardı edilmemelidir. Bazen ümmetin genel yapısının üzerinde ittifak ettiği yorumların dışında şaz denilebilecek tefsîr örnekleri de olabilir. Tefsîr okuyucusu bunları ayırt etmelidir
*Tefsirde işârî yorum eşyanın metafizik yönüne bakar. İşârî tefsîr ise, Kur’ân’ı yalnız tasavvuf erbâbına açılan ve zâhir mânâ ile bağdaştırılması imkân dahilinde olan gizli mânâlara ve işaretlere göre tefsîr etmek demektir.
*Sahabe-i kiramın (radiyallahu anhüm) anlayış ve uygulaması da tefsirdir. Bu kaynak, Hz. Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) sonra tefsîr sahasında en mühim mevkiye sahip olan sahâbenin tefsîr anlayışı ve sonraki nesillere aktardıkları tefsîr birikimini ifade eder. Onları bu alanda üst mertebeye çıkaran husus, Kur’ân âyetlerinin nüzûlüne bizzat şahit olmaları ve birçok âyetin tefsîrini bizzat Hz. Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) öğrenmeleridir.
*Tefsir yaşadığı çağın dilidir. Bu onun geçmiş mirası ret mânâsına gelmemelidir. Her asır, Kur’ân’a kendi ihtiyaçları doğrultusunda ve kendi zaviyesinden bakar. Bu itibarla onda içinde bulunduğu zaman diliminin önceliklerini arar. Zîrâ her insan yaşadığı zamanın oğludur (ibnu’z-zaman).
*Tefsirde tek doğru yoktur. Kur’ân âyetlerinin taşımış oldukları mânâlar, Arapçanın zenginliği sebebiyle, farklı yorumlanmalara müsaittir. Aslında bu yorumlar genellikle şekil yönüne bakan ihtilâfa girer. Yorumlar da birbirini nakzedici değil, tamamlayıcı özelliktedir.
*Tefsirin, Kur’ân’ın tamamını kapsaması gerekmez. Kur’ân metninin mânâsından bahseden bir ilim olarak eserin, tefsîr sayılabilmesi için baştan sona kadar bütün Kur’ân âyetlerini kapsaması gerekmez. Meselâ sahabe devrinde ihtiyaç ölçüsünde Kur’ân’ın bütününün tefsîri yapılmamıştır. Bazen bir âyetin izahı adına kaleme alınan çalışmaların özel mânâda tefsir örneği kabul edilmesine hiçbir mâni yoktur. Bu kabilden olmak üzere, asrımızda ön plâna çıkan materyalist ve pozitivist düşünceye Kur’ân’dan cevaplar olarak kaleme alınan Risâle-i Nûrlar da Kur’ân tefsiri kapsamındadır.
*İlk dönem tefsirlerinin niteliği günümüz tefsirlerinden farklıdır. İlk dönem kaleme alınmış tefsîrler, yaşanılan zaman diliminin gereği umumiyetle rivâyet ağırlıklı bir yapıya sahiptir.
*Cahiliye dönemi Arap şiiri tefsirin en önemli kaynaklarından biridir. Arap toplumunda özellikle sözlü edebiyatın en önemli parçası olan şiir, daha sonra tefsirlerde Kur’ân’da geçen bazı kelimelerin tarif ve tavzihi için kullanılan vazgeçilmez bir kaynak/şahit olmuştur. *Kur’ân’ın ilk müfessiri Hz. Peygamber’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) âyetleri tefsîr etmesi, programlı bir takrir şeklinde değildi, kitabın ilgili yerinde arz edilen çeşitli vesilelerle oluyordu.
*Siyer-i Nebi’yi bilmenin tefsir okumalarına önemli katkısı vardır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatına ve Kur’ân’ın vahiy sürecinde yaşanan hâdiselere kronolojik olarak vakıf olmak, bu hâdiselerin satır aralarından günümüze bakan izdüşümlerini görebilmek tefsîr okuyucusunun göz ardı etmemesi gereken önemli bir husustur
*Hz. Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) rivâyet edilen tefsir, mânâyı kayıtlamak anlamına gelmez. Herhangi bir âyetin izahını Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bazen lâzımı, bazen nazîri, bazen de semeresi ile yapmış olabilir. Bu hususlara dikkat edip, bazı hadîslerin hasr ifade ettiği tevehhüm edilmemelidir.
*Tefsir vaz’ edici değil, keşfedicidir. Bu başlıktan hareketle müfessir, aslında Kur’ân’a yerleştirilmiş olan mânâları gün yüzüne çıkarır. Kur’ân’a sonradan yeni bir hakikat va’z etmez.
*Kur’ân’ın mübîn olması, ondaki her şey, her insanın, her seviyenin hemen anlayacağı şekilde meydandadır; tefsire hacet yoktur, demek değildir.
*Kur’ân ilimleri tefsire hizmet eder. Kur’ân ilimleri’, terim olarak inişi, tertibi, toplanması, yazılması, okunması, tefsîri, i’câzı, nâsihi, mensûhu ve hakkındaki şüphelerin giderilmesi açısından Kur’ân’la alâkalı bütün ilimleri ifade eder. Yazarımız bunu 49. sıraya koymuş. Bana göre 1. sıraya konulması daha isabetli olurdu.
*Nesh kavramı hakkında isabetli bilgi, tefsirlerin doğru anlaşılmasına katkı sağlar. Bir yönüyle de nesh değişik şart ve ortamlarda, farklı konjonktürde, farklı şartlar doğrultusunda müslümanlara hareket esnekliği kazandıran Kur’ân’ın teşriî i’câzına örnek harikulâde ve bir o kadar da evrensel olan disiplini konumunda, İslâm’ın dinamizmini, her zaman, her şartta her kişiye uygulanabilir ve her meseleye cevap verebilirliğini ortaya koyan çok mühim bir vakıadır.
*Muhkem ve müteşabih âyetlerin tefsir metodu farklıdır.
*Müfessirin sosyal ve siyasal olaylardan etkilenmemesi düşünülemez.
*Fenni ve sosyal bilimler Kur’ân’ı tefsir eder. Çünkü her ikisi de Cenab-ı Hakk’ın eseri olarak birbirlerini tamamlar. Bu itibarla Tefsîr tabiat bilimlerine hizmet eder, tabiat bilimleri de tefsîre.
*Modern bilimin ulaşmış olduğu kesinleşmiş neticeler, Kur’ân âyetlerinin üzerinde ittifak ettiği kesin yorumlarıyla çatışmaz. Bunun için de olması gereken ideal tefsîr, her ilimde uzman olan âlimlerin oluşturduğu bir heyet tarafından gerçekleşebilir.
*Tefsirde geçen her şeyin, Kur’ân tefsirinden kabul edilmesi gerekmez.
*Kur’ân’ın anlaşılması, maksatlarının bilinmesi ve tanıtılması adına kaleme alınmış bütün çalışmalar (klâsik mânâda olmasa da) Kur’ân’ın ayrı ayrı birer tefsîri sayılır.
*Kur’ân salt Arapça bilgisi ile tefsir edilemez.
*Hermönetik yöntem Kur’ân tefsirine uygulanamaz.
*Tefsir, Kur’ân’ı muhafaza eder. Bir metnin korunması onun sadece lâfzî korunması mânâsına gelmemelidir. Korunmuşluktan kastedilen esas mânâ, nasla birlikte içinde yer alan değer ve yargıların muhafazasıdır.
*Tefsirde, İsrailiyata itibar edilmemeli.
Yazarımız külli kaideleri tespit ederek bu tefsir okuma kılavuzunu hazırlarken Türkiye’deki ilahiyat akademisyenleri gibi Mısır, Suriye, Ürdün, İrak, Pakistan, Malezya vd. İslâm ülkelerinde, keza Batı dünyasında yazılan eserleri de ihtiva eden çok zengin bir bibliyografyaya dayanmıştır.
Tefsir hocaları olarak bizler Kur’ân bilgisinin toplumda yayılmasını öteden beri arzu ederiz. Nitekim 2010 yılında Tefsir Ana Bilim Dalı ve İSAV tarafından düzenlenen “Tefsir ve Toplum” sempozyumunda bu gayeyi gerçekleştirmek için neler yapılması gerektiği üzerinde durmuştuk. Cüneyt Eren’in bu kitabının, makalemizin başında belirttiğimiz özellikleri ile dini ilimler öğrenimi yapmamış kesimin bile ilgisini çekeceğine ve toplumumuzda Kur’ân kültürünün ziyadeleşmesine katkıda bulunacağına inanıyorum.
*Fatih Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
syildirim@yeniumit.com.tr
.
Kur'an Müslümanlığı İddiası
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Asıl "Kur'ân müslümanlığı", Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) Efendimiz'in, Kur'ân ayetlerinin yanı sıra kendi ifade ve beyanlarıyla da tebliğ ettiği, sonra da İnsan-ı Kâmil oluşuna muvafık bir keyfiyette mükemmel bir temsille ortaya koyduğu ve Ashâb-ı Kiram efendilerimizin de Rehber-i Ekmel'den öğrenip uyguladıkları müslümanlıktır.
Kur'ân-ı Hakîm, İslâm ümmeti içinde ortaya çıkacak birtakım yanlışlıklara işaret ederek bu hususta Müslümanları uyarmıştır. Bunlardan biri de Kur'ân'ı açıklamada Peygamber Efendimiz'in (aleyhisselâm) hadîslerini devre dışı bırakma sapıklığıdır. Allah Teâlâ Kur'ân'ı gökten kâğıtlar hâlinde indirmeyip Peygamber olarak seçtiği zâtın kalbine vahyetti. O da kitabı insanlara tebliğ etti, açıkladı ve nasıl tatbik edeceklerini gösterdi. Allah Teâlâ, Resûlüne uymanın farz olduğunu açıkça bildirmektedir. Meselâ bir âyette şöyle buyurur: "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın."1 Bu mânâda başka âyetler de vardır. Buna rağmen Hicrî birinci asrın son çeyreğinde "Kur'ân Müslümanlığı" iddiasının ortaya çıktığını görüyoruz. Çok şükür ki, o dönemde henüz hayatta olan birkaç sahabî vardı. Bu iddiaya karşı Müslümanları uyardılar. Suriye, Irak, İran, Mısır gibi yerlerin fethi ile hayli genişlemiş İslâm devletinin bazı şehirlerinde Kur'ân'ı sathî anlayan birtakım şahıslar şöyle demeye başladılar: "Kur'ân'da lüzumlu her şeyin bildirildiğine2, âyetlerinin iyice açıklandığına3, rehber olarak yeterli olduğuna4 dâir âyetler var. Bunlar, Kur'ân dışında bir kaynağa ihtiyaç olmadığını bildiriyor. Öte yandan şu mesele var: "Kur'ân'ın metni kesindir. Hâlbuki hadîslerin nakli kesin değildir. Mütevatir (kesin) hadîslerin sayısı yirmiyi bile bulmaz. Kesin olmayan hadîslerle Kur'ân'ı açıklamak doğru olmaz." Bu iddia tamamen temelsizdir. Allah şu âyetinde Allah (celle celâluhu) ile Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) arasını ayırmak isteyenlerin ortaya çıkacağını haber vermiştir: "O kimseler ki Allah'ı da, resullerini de tanımaz ve Allah ile resullerinin arasını açmak isterler (…) İşte bunlar kâfirlerin ta kendileridir."5 Hadîsleri kabul etmemek, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) risaletini iptal etmek, onun Allah ile münasebetini kesmek mânâsına gelir.6 Hz. Peygamber de (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle diyerek bu tehlikeyi haber vermiştir: "Şunu kesin olarak biliniz ki bana Kur'ân ve onun bir misli daha verildi. Karnı tok bir hâlde rahat koltuğunda kurularak: ‘Şu Kur'ân'a sarılınız; onda helâl olarak ne görmüşseniz onu helâl kabul ediniz, neyi de haram görmüşseniz onu haram biliniz.' diyecek bazı kimseler çok geçmeden gelecektir."7
Hadîsleri kabul etmeme, tek cümle ile şu demektir: "Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) yirmi üç sene boyunca susmuş, nakledilecek hiçbir söz söylememiş, hiçbir iş yapmamıştır." Böyle bir şey asla kabul edilemez. Kaba bir hesapla bir günde, söz ve davranış olarak O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) –en az– on cümlelik bir şey söylemesi pek normaldir. Yirmi senede altmış bin hadîs yapar. Unutmamak gerekir ki bu hadîsler yüzlerce sahabîden gelmektedir. Aynı söz ve davranış farklı hadîsler hâlinde nakledilmiştir. Tekrarları ve diğer bazı unsurları da düşelim. Yine de on bin civarında hadîs kalır. Bu kadar hadîsin olması da düşünülebilecek en az miktardır.
Hadîsleri red iddiası 2. ve 3. Hicrî asırlarda büyük âlimler tarafından ilmî delillerle çürütüldü. Meselâ İmam Şafii bu iddia sahiplerinin düşüncelerini ve onlara verdiği cevapları ayrıntılı olarak nakletmiştir.8 Üçüncü Hicrî asırdan sonra Sünnet'in dindeki yerini reddeden Müslüman bilmiyoruz. Bu durum Avrupa devletlerinin İslâm ülkelerini istilâ edip sömürgeleştirmelerinden sonra 19. asra kadar devam etti. Sömürgeciler, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) aleyhindeki önyargıları ve duydukları nefret, keza İslâm medeniyetini çekememe sebebiyle Müslümanları zayıflatma ve bölme çareleri aradılar. Müslümanları ihtilâflı konularla meşgul ederken, hâkimiyetlerini kolayca sürdürme ve onların servetlerini yağmalama gayesiyle ihtilâflı meseleleri kurcalamaya giriştiler. Zaten kendi ülkelerinde yetiştirdikleri oryantalistler bu hususlarda kendilerine malzemeler de sunuyorlardı. Meselâ Aloys Sprenger (1813-1893) 1843'te hekim olarak Kalküta'ya gitmiş, İngiliz sömürge idaresinin asimilasyon atmosferinde idare ve eğitim alanında önemli roller üstlenmiş, devlet görevlilerini İslâm hukuku alanında yetiştiren bir yüksek okulun müdürlüğünü yapmıştı. Oryantalistler kadar bazı Müslüman düşünürleri de etkileyen bu kişinin en bariz yönlerinden biri hadîsleri reddetmesidir.9 Abraham Geiger, İ. Goldziher, L. Caetani, H.Lammens, D. Margoliouth, R. Nicholson, J. Schacht, Ph. Hitti gibi oryantalistler de bu iddiada bulunan kimseler arasında yer alırlar.10 Hindistan, Mısır, Suriye, Türkiye gibi İslâm ülkelerinde 19. yüzyıldan beri dinin tek kaynağının Kur'ân olduğunu ileri sürüp Sünnet'i saf dışı bırakmak isteyen iddialar çıkmaya başladı.11 Pakistan'da bakan yardımcılığı yapmış ve Karaçi'de Tuluu İslâm Araştırma Merkezi'nde çalışan Ğulam Ahmed Perviz Kur'ân tefsirinde hadîslerin değer taşımadığını iddia etmesiyle kötü bir şöhret sahibi olmuştur. Makam-ı Hadîs adlı iki ciltlik eseri (1953) ile bu iddiasını revaçlandırmaya çalışmıştır.12 Mısır'da Muhammed Ebu Zeyd, Kur'ân-ı Kerîm'i Kur'ân âyetleriyle tefsir etme iddiasıyla ortaya çıkmış, el-Hidaye ve'l-irfan fi tefsiri'l-Kur'âni bi'l-Kur'ân (1931) kitabını yayımlamış, aşırı görüşleri sebebiyle Ezher uleması tarafından din dışına çıkmakla itham edilmiştir.13 Bu iddiada bulunanlar sayı olarak son derece azdır. Fakat aykırı olma sebebiyle uyandırdıkları merakla seslerini duyurabildiler. Âlimlerin güçlü delilleri karşısında bunlar fazla tesirli olamayıp ortadan kayboldular. Fakat o zamandan beri günümüze kadar bu konunun arada bir yeni isimler tarafından tekrar ısıtılıp gündeme getirildiğini görüyoruz. Bu da dış tesir ihtimalini artırıyor. Yabancılar da bu iddianın Müslümanlar arasında yerleşemeyeceğini biliyorlar. Ama hiç değilse bir fitne çıkarıp Müslümanları hayatî meseleleri ile meşgul olmaktan bir süre için de olsa engellemeleri ve onları ihtilafa düşürmeleri onlara kâfi gelmektedir. Maalesef her dönemde kulaklarına üflenecek beş-on gafil bulmak kendileri için zor olmamaktadır.
Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur'ân-ı Kerîm hakkında üç görevi vardı: 1-Tebliğ 2-Tebyin 3-Tatbik. Tebliğ: Ulaştırma, nakletme mânâsına gelir ve Kur'ân bu görevi, bu kelimeyi kullanarak bildirir. Meselâ: "Ey Resûl! Rabb'in tarafından sana indirileni tebliğ et (belliğ)"14. Tebyin ise "Açıklama" demektir. Allah Teâlâ (celle celâluhu) şöyle buyurarak, gönderdiği Kur'ân'ı açıklama görev ve yetkisini, öncelikle Peygamberine verdiğini bildirmiştir: "Biz sana Zikr'i (Kur'ân'ı) indirdik. Ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve ta ki insanlar fikirlerini iyice kullansınlar."15 Kur'ân Müslümanlığı iddiasında bulunanlar buna da "tebliğ" mânâsı vermek isterler; ama kendilerinden başkasını kandıramazlar. Çünkü durum çok açıktır. Bir yerde de Allah, Kur'ân'ı Resûlü'nün kalbine, hafızasına yerleştirme ve onu okumasını sağlama işinin Kendisine ait olduğunu belirtmesini müteakip "Ayrıca onu açıklamak da Bize ait bir iştir."16buyurmuştur. Birçok müfessire göre buradaki açıklamaktan maksat, Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) teybin ve tefsir etmesidir.17 Tatbik ise, "Peygamber size ne verirse onu alın!"18 âyetinde belirtilir. Keza "Gerçekten, Allah'ın Resûlü'nde sizler için (…) en mükemmel bir numune vardır"19 âyeti, müminlerin onun tatbikatını örnek almalarını ister. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Kur'ân'daki birçok mücmel âyeti, keza uygulamaya dâir hükümleri açıklamıştır. Meselâ, Kur'ân'ın emrettiği en temel ibadet "salât" yani namazdır. Ama hadîsler olmaksızın "Bu farzın nasıl uygulanacağı; namazın kıyam, kıraat, rükû, sücud gibi rükünleri nelerdir? Rek'at ne demektir? Bu rükünleri ne miktar yapmak gerekir?" gibi soruların cevabını bilmek mümkün değildir. Çünkü bir kişi bu rükünleri bir kere yapmakla salât emrini yaptığını söyleyebilir. Sabah namazının farzının iki, öğlenin dört, akşamın üç rekât olduğunu Kur'ân'da bulamayız. Keza âyette Allah Teâlâ "Namaza kalktığınızda yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı (…) yıkayın"20 buyurarak abdest almayı emreder. Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlü açıklaması ve uygulaması ile öğreniyoruz ki, abdest bozulmadığı müddetçe birden fazla namaz kılınabilir. Yoksa her namaz için ayrı abdest almanın farz olduğu anlaşılırdı. Yahut zekât emrine bakalım. Kur'ân sadece "Zekât verin!" buyurur. Ama nisab, yani alt sınırı bildirmez. Hadîs olmasa, elde olan her şeyin zekâtını vermek gerekirdi. Mülkiyetin üzerinden bir sene geçtikten sonra zekât gerektiğini de hadîs bildirir. Aksi hâlde süreye bakmaksızın hemen vermek gerekirdi. Zekâta tâbi olan mallar ve tâbi olmayan mallar hangileridir, tâbi olanlardan hangi miktar verilir (altın, gümüş ve nakitten kırkta bir, madenden beşte bir, ekinden onda bir, emekle sulanan ekinden yirmide bir olduğunu, keza koyun, inek, deve gibi hayvanların farklı zekât miktarlarının neler olduğunu) bunları hadîsler bildirir. Hâsılı, en temel ve kesin olan namaz ve zekât farzlarında bile en az elli mesele vardır ki hadîslerin açıklaması olmaksızın bunları anlamak ve uygulamak mümkün değildir.
Fakat kendilerine Ehl-i Kur'ân veya Kur'âniyyun adını veren bazı kimseler ilgili âyetleri kendi heveslerine göre tevil ederler. Nitekim Sünnet'in dinin kaynağı olduğunun delillerinden olarak az önce zikrettiğimiz; "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın!"21 emrinin, ganimetin nasıl pay edileceği hâdisesi ile sınırlı olduğunu, başka konulara teşmil edilemeyeceğini ileri sürerler. Oysa Kur'ân tefsirinde başta gelen birkaç sahabîden Abdullah İbn Mes'ud (radıyallahu anh), nüzul sebebini çok iyi bilmesine rağmen, bu emrin umum ifade ettiğini bildirmişti. Beni Esed kabilesinden bir kadın ona gelip şöyle dedi: "Ey Ebû Abdurrahman! Senin dövme yaptırana ve yapana, yüzündeki kılları aldırana ve dişlerini güzellik için birbirinden ayırana, yani seyreltene lânet ettiğini duydum." İbn Mes'ud (r.a) ona şu cevabı verdi: "Ben kim oluyorum ki Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) lânet ettiğine ve Kur'ân'da belirtilene lânet etmeyeyim?" Kadın cevaben: "İki kapak arasındaki Kur'ân'ı (Kur'ân'ın tamamını) okudum. Fakat böyle bir şeye rastlamadım." deyince İbn Mes'ud'un cevabı şöyle oldu: "Eğer layığı veçhiyle okusaydın bulurdun. Zîrâ Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Peygamber size ne verirse onu alın, neyi men ederse onu bırakın!"22 Şu hâlde ashabın en ileri gelen müfessirlerinden İbn Mes'ud'a göre, Sünnet'in öngördüğü bütün davranışlar, temelde Kur'ân'ın istediklerini yerine getirmektir. Mezkûr âyet, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnet'ine bu işlevi vermiştir. Allah'ın yarattığını değiştirmeyi men eden Nisâ, 119 âyetinin maksat ve kapsamını ancak Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) anlayışı ve uygulamasıyla öğrenebiliriz.
Hadîsleri inkâr etmenin imkânsız olduğunu az önce söyledik. Hadîslerin korunması konusuna gelince, bu konuda; Kur'ân'ın prensipleri, Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) uyarmaları, sahabenin uygulamaları ile mükemmel metotlar devreye girmiştir. Sonra gelen âlimlerin de bunlardan hareketle geliştirdikleri hadîs ilimleri vasıtasıyla, çağdaş tarih kritik ve eleştirilerini imrendirecek tedbirler sayesinde, pek zengin hadîs mirasına sahip bulunmaktayız. Ancak aklını yitirmiş, çılgın bir mirasyedi olmak lâzım ki, bunlardan vazgeçilsin.
* Fatih Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
syildirim@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Haşr 59/7.
2. Nahl 16/89.
3. Hud 11/1.
4. Ankebut 29/51.
5. Nisa 4/150.
6. Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsiri, I/83 vd. "Kur'ân'la hadîsler arasında tenakuz iddiası" bölümü, İstanbul, 2006.
7. Ebu Davud, Sünen, Sünne, 5.bab, hadîs no:4604.
8. Şafii, el-Ümm, Beyrut, 2005, IX, s-5-19.
9. İlhan Erdem, DİA (İslâm Ansiklopedisi), Sprenger md., XXXVII, 421.
10. M.Yaşar Kandemir, a.g.e., Hadîs md. XV,42-44; Tahsin Görgün, a.g.e.,Goldziher md. , XIV, s.109
11. "İslâm dünyasında XX. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başlayan bu tavrın temelinde Avrupalı araştırmacıların tarihi tenkit metodu yatmaktadır. Bu metodu önce şarkiyatçılar, ardından da onlardan etkilenen Müslüman araştırmacılar, İslâm'ın dini metinleri olan Kur'ân ve hadîslere uygulamak istemişlerdir (…) Modern zihniyetli araştırmacılar, müsteşrikler gibi, hadîslerin büyük bir kısmının Hz. Peygamber'le ilgisi bulunmayıp ilk devir fukaha ve muhaddislerinin görüşü olduğunu ileri sürmüşlerdir" (M. Yaşar Kandemir, a.g.e., Hadîs md. XV, 47).
12. J. Baljon, Kur'ân Yorumunda Çağdaş Yönelimler, s.32 vd. trc. Şaban Ali Düzgün, Ankara, Fecr Yay. 1994. Baljon onun bu kitabı hakkında Pakistani views of Hadith (1958) başlıklı bir inceleme yayınladığını bildirmektedir.
13. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Ankara, 1985, s.302; J. Baljon, a.g.e, s.33.
14. Maide 5/67.
15. Nahl 16/44.
16. Kıyame 75/19.
17. Mukaddemetan, s. 195; Alusi, 29/142.
18. Haşr 59/7.
19. Ahzab 33/21.
20. Maide 5/6.
21. Haşr 59/7.
22. İbn Abdi'l-Berr, Cami'u beyani'l-ilm, II/188; Şatıbi, Muvafakat, IV/24.
.
Kur'ân'da Yardımlaşma ve İnfak
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Mümin, kâinatı bir yardımlaşma armonisi olarak görür ve "Kâinat tepeden tırnağa bir yardımlaşmadan ibarettir." der. Öyleyse insan da kâinattaki bu umumî âhenge uymalı, bu senfonizmayı, bu umumî mûsıkiyi bozmamak için o da hep yardıma koşmalıdır.
|
İnfak ve yardımlaşma konusunu daha net bir tarzda anlatabilmek ve hatıra gelebilecek başlıca hususları vurgulamak gayesiyle, soru-cevap şeklinde işlemekte fayda görmekteyim.
Soru: Yardımlaşma insan olmanın bir gereği midir? Hangi temel üzerine bina edilebilir? Tabir yerinde ise yardımlaşmanın felsefesi nedir?
Cevap: Yardımlaşma, varlığın en kapsamlı kanunudur. Yüce Yaratıcı’mız onu maddî kâinatta işlettiği gibi, dünyayı şenlendiren insanın içtimaî hayatına da koymuştur. Böylece küçük kâinat olan insanın, büyük kâinatla bütünleşmesini dilemiştir. Evrene baktığımızda, toprak, su, hava, ışık gibi cansız denilen unsurların, bitkilerin yardımına koştuğunu görürüz. Meselâ bir incir ağacı çamur yer, onu tatlı bir meyve hâline getirir ve canlılara ikram eder. Bitkiler, diğer canlıları beslerler. Hayvanlar sütleri, etleri, yumurtaları ve yünleri ile canlıların imdadına koşarlar. Cansızı, madenleri, bitkileri, hayvanları ile bütün kâinat da insanların ihtiyaçlarını temin etmek için seferber olur. Kandaki alyuvar hücreleri, canlı bedenin diğer hücrelerine yardım götürmek uğrunda kendilerini telef ederler. Dolayısıyla bütün bir kâinatın normal ve sağlıklı bir tarzda varlığını sürdürmesi, bu muazzam yardımlaşma sayesinde olur.1
Soru: İnsan ve toplum hayatının sağlıklı bir şekilde devamı neye bağlıdır?
C: Yardımlaşma kanununun zerrelerden güneşlere, büyük gök cisimlerine, hücrelerden bedenimizdeki organlara kadar pek kapsamlı bir kanun olarak işlediğini, kâinatın ancak böylece varlıkta devam ettiğini gördük. İşte küçük kâinat olan insanın ve insan toplumlarının da aksamadan, hastalanmadan devam etmesi için aynı yardımlaşma nizamını Yüce Rabb’imiz toplum hayatına da koymuş, irademizle gerçekleştirmemizi bizim sorumluluğumuza havale etmiştir. Kâinat gibi toplum hayatını da bir sistem hâlinde kurup insanları birbiri ile ilişkilendirmiş, toplum hâlinde yaşamaya mecbur etmiş, aralarında iş bölümü yaptırmak suretiyle herkesin bir işlev görmesini dilemiştir. Varlıklarını matlub olan bir biçimde sürdürebilmeleri için onları yardımlaşmaya mahkûm etmiştir.
Soru: Bu görevin dinimizdeki adı nedir?
C: Kur’ân-ı Hakîm’de yer alan “teavün” kelimesi, “yardımlaşma” mânâsına gelir. Bundan çok daha fazla olarak elli kadar âyette “infak” kavramı kullanılır. İnfak; gerekli ve gerçek ihtiyaçları karşılayacak yardımı, muhtaç olana ulaştırmak demektir. Bu yardım, imkân sahibinin yoksula bir lütfu değildir. Kur’ân’a göre, Allah Teâlâ’nın fakirler için belirlediği bir haktır. “Onların mallarında yardım isteyenler ve ihtiyaçlarını dile getirmekten çekinenler için belirli bir hak vardır.”2 Kur’ân-ı Kerîm ilk inen âyetlerinden itibaren bu yardımı vurgulamıştır. Daha sonra gelen bir âyet imandan, namazı gereği gibi kılmadan sonra üçüncü görev olarak infakı bildirmiştir: “O müttakiler gayba iman eder, namazlarını gereği gibi kılar ve kendilerine ihsân ettiğimiz nimetlerden infak ederler.”3 İnfak hakkındaki âyetlerden biri de şudur: “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını! İşte düşünesiniz diye Allah âyetlerini böyle açıklıyor.”4
Zekât miktarı belirlenmiş olarak farz kılınmadan (yani hicretin ikinci senesine kadar), kazanç sahipleri bu âyete göre kazançlarından kendilerine yetecek kadar alıp gerisini Allah yolunda infak ediyorlardı. Altın, gümüş gibi nakit sahipleri de bir yıllık geçimlerini alıp gerisini Allah rızası için veriyorlardı. “İlgili âyet ve hadîslerden, İslâm’ın getirdiği kardeşlik ve yardımlaşma kavramlarından bizde hâsıl olan kanaat ve anlayışa göre, toplum içinde temel hak ve ihtiyaçlarını temin edememiş insanlar bulunduğu müddetçe, bu ihtiyaçları gidermeye yardımcı olmayan kimseler, ihtiyaç fazlası malları sebebiyle sorumlu olacaklardır.”5
Soru: İnfakın, Allah’a kulluğumuzun ve yaratılışımızın bir gereği olmasını açıklar mısınız?
C: Allah’tan başka yaratıcı olmadığından mülkün tek sahibi O’dur. O elimiz altındaki bütün nimetleri emanet olarak vermiştir. Hayatı ve ölümü, kimin iyi bir iş ortaya koyacağını göstermek, imtihan etmek üzere o yaratmıştır. Maddî imkânlarımızın da ihtiyacımızdan fazla olan kısmını, muhtaçlara dağıtma şerefi ile bizi şereflendirmek istemektedir. İnfak, her şeyden önce serveti bize nasip eden Rabb’imize bir teşekkür, yani şükür görevini yerine getirmedir. Nimetini tanımamadan, nankörlük etmeden kurtuluştur. “Yapılan yardım, yoksulun eline girmeden önce Rahman’ın eline ulaşır.”6 hadîs-i şerîfi bu gerçeği belirtmektedir. Diğer taraftan infak, vereni geliştirir, olgunlaştırır. Şu âyet-i kerîme bunu açıkça bildirir: “Müminlerin mallarından zekât al ki bununla onları temizleyesin ve arındırasın.”7 Evet infak, kişinin şahsiyetini geliştirir. Yaratılışta eşitimiz olan ihtiyaç sahibi bir kardeşimizi sıkıntısından kurtarma hazzını tattırır. Din kardeşinin gönlünü kazanma, duasını alma sevincini yaşatır. Böylece karşılıklı bir etkileşimle maşeri vicdanı, toplumu da eğitir.
Müslüman infak ederek malına güvenmeyi bırakır, Rabb'ine güvendiğini ortaya kor. Bu da onun imanını güçlendirir, kişiliğini kuvvetlendirir. İstikbal endişesinden, maddî sebeplere ve şartlara esir olmaktan kurtarır. Allah Tealâ kuluna değer kazandırmak için, onun vermesini istiyor. Böylece veren insan, kendini aşıyor, içinde şeytana yardımcı olan hislere karşı koyuyor, fâniye aldanmamayı öğreniyor. İnsanın bu mertebeyi kazanması, Allah katında, onun çok mal sahibi olmasından veya çok mal harcamasından daha önemlidir. Ne mutlu Allah yolunda malını harcayan o kimseye ki infak ettiği fânî mal ile, bâki Allah’ı, O’nun hoşnutluğunu kazanır. En üstün mertebe olan “rızâ” mertebesine yükselir.
Soru: İnfak ile Zekât vermekle ve diğer yardımlarla mal eksilir mi?
C: Allah yolunda harcamanın mükâfatı, ahirette Cennet gibi ebedî bir mutluluktur. Dünyada ise, Allah için verdiği malın yerinin, O’nun tarafından doldurulmasıdır. O şöyle teminat veriyor: “De ki Rabbim dilediği kimsenin nasibini bollaştırır, dilediğinin nasibini de kısar. Siz hayır yolunda her ne harcarsanız Allah onun yerini doldurur. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”8 Peygamber Efendimiz Aleyhissalatüvesselam: “Mal, yardım sebebiyle noksanlaşmaz.”9 buyurmuştur. Sayısız tecrübelerle bu vaat yaşanmaktadır.
Zekât: “Artma, çoğalma, bereket, arındırma mânâlarına gelir. Yoksul zümrelerin hakkı olan zekâtın onlara ulaşması, her şeyden önce onların onurlarını korur, onların mâneviyatlarını yükseltir. Ayrıca artan satın alma gücü sayesinde yükselen genel talep hacmi, ekonomik hayatı da hareketlendirir.10 Bu noktada Hz. Ali’nin (ra) pek önemli bir tespiti hatırıma geldi. İktisat felsefesi bakımından son derece mühimdir, izin verirseniz aktarayım.
- Memnuniyetle!
- Hz. Ali, parayı eline alıp ona hitaben şöyle demiştir: “Ey para! Sen öyle bir şeysin ki ancak elden çıkarıldığın zaman işe yararsın.” Para, altın vs. külçe hâlinde insanın yanında dursa hiçbir işe yaramaz. Ne zaman insan onu yerinde sarf ederse, o zaman fonksiyonel olur, işe yarar. Evet, insan mal biriktirmekle sadece onu istif eden bir işçi olur. Toplama, yığma, kazanma, sayıp durma, sonra bir yere sevk etme, kazanç sağlama hâlinde hesaplarını tutma suretiyle oyalanarak hayatını tüketir. Kazanç sahibinin biraz da kendisine zaman ayırması gerekmez mi? Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîsinde bildirdiği gibi: “Âdemoğlu ‘malım’ ‘malım’ der. Senin malın sadece yiyip tükettiğin, giyinip eskittiğin ve Allah yolunda harcayıp ahirete gönderdiğindir. Bunun dışında kalan ise senin değildir, insanlara bıraktığındır.”11
Soru: İnfakın, başka hikmetleri de var mıdır?
C: Elbette! Kulluğun başlıca neticesi olan şükrü gerçekleştirme ve insanın mânen arınmasını sağlamaktan başka, çok hikmeti vardır. Zengin ile yoksul arasında hüsnüzan, güven, sevgi ve saygı köprüleri kurar, insanları kaynaştırır. Fakirleri hasetten, kıskançlıktan kurtarır. İsraf gibi Şeytanı sevindiren tarafları giderir. Hayırsızlık, dilencilik gibi durumları azaltır. İnsanın, toplumda beraber yaşadığı kimselere yardımı, sonuçta yine kendisine döner. Böylece insan, bencillik hastalığından ve zilletinden kurtulduğu gibi başkalarının da kurtulmasına vesile olur. Böylelikle bütün toplum kazanır. Toplum bozulur, fertleri birbirine ilgisiz, düşman hâle gelirse, topyekun millet birlikte mahvolur. İnsanlık tarihini iyi okuyacak olursak şu sonuca varırız: Bütün kargaşa ve savaşların sebebi şu iki düşüncedir: Birincisi: “Ben doyduktan sonra başkası ne olursa olsun.” İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.” İslâm zekât ve yardımlaşmayı farz kılarak birinci derdi ortadan kaldırır. Faizciliği yasaklamakla da ikinci derdi giderir. İnsanın insanı sömürmesini önler.12
Soru: Mal ve para dışında şeylerle de infak olur mu?
C: Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) infakın çerçevesinin çok geniş olduğunu bildirmiş, meselâ: “Her makbul şey sadakadır.”13 “Allah’ın kullarına selâm vermen sadakadır.”14 “Gülümsemen sadakadır.” 15 buyurmuştur.
Bilgisinden başkalarını yararlandırma, zamanını insanların hizmetinde değerlendirme, güzel işler yapma, gerektiğinde bedeni ile ihtiyacı olanlara yardım etme farklı infak alanlarıdır.
Soru: İnfak, sadece maddî durumu iyi olanlara mı mahsustur?
C: İslâm, infakı sadece zenginlere mahsus bir ayrıcalık görmez, bütün insanları da imkânları ölçüsünde bu güzellikten hissedar etmek ister. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): “Yarım hurma ile dahi olsa infak edin ki Allah da sizi ahirette kurtarsın!”16 buyurmuştur. Böylece eli dar olanlara da infak etmenin zevkini tattırmak istemiştir. Yüce Rabb’imiz şu âyet-i kerîmede eli dar olanları da infaka teşvik eder: “O müttakiler ki bollukta da, darlıkta da Allah yolunda infak ederler. Kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davrananları sever.”17 “Tatlı söz, kusur bağışlama; peşinden incitme gelen maddî yardımdan çok daha iyidir. Zîrâ Allah ğanidir (sizin böylesi yardımlarınıza muhtaç değildir), halimdir.”18
Soru: Yardım ederken dikkat etmemiz gereken hususları başlıklar hâlinde ifade etmek gerekirse, neler söylenebilir?
C: Dikkat edilmesi gereken durumlar çoktur. Aslında bunları biraz da açıklamak gerekir. Fakat yerimiz mahdut olduğundan sadece başlıklar hâlinde şunları söyleyebilirim:
Her şeyden önce yardım, sırf Allah rızasını kazanmak için, O bizden bunu istediği için, O’nun vaad ettiği mükâfatı umarak yapılmalı.
Peygamber Efendimiz’in yoluna uymak, O’nun Sünnet’ini yerine getirmek, böylece üzerimizdeki hakkını bir nebze ifa etmek ve onun şefaatine nail olmak için yapılmalı.
Sağlıklı, genç iken, zengin olmayı ummakla beraber kaybetme ve muhtaç olma endişesi taşırken verilmeli.
Tam ihtiyaç zamanında verilmeli. Geç kalan yardımın fazla değeri olmaz.
İnfakta el çabuk tutulmalı, çünkü insan ne kadar yaşayacağını bilemez.
Aynî yardım yapma hâlinde kaliteli mal verilmeli.
Yapılan yardımdan geri dönülmemeli.
Yardımcı olunan kimselerden karşılık beklenmemeli.
Riya ve gösterişten kesinlikle uzak durulmalı. İçe böyle bir his düşmesi hâlinde yardım gizli yapılarak isim duyurulmamalı.19
Gerçek ihtiyaç yerleri tespit edilmeye çalışılmalı. Meselâ milletin istikbaline hükmedecek olan yeni nesilleri iman, bilgi ve ahlâk yönlerinden güzelce yetiştirecek eğitim hizmetlerine, tam ihtiyaç sahiplerine öncelik verilmeli.
Soru: Müslümanlar zekâtın öneminin farkındalar mı?
C: Yapılan alan araştırmalarına, sağlıklı anketlere dayanmadan isabetli bir tespit yapmak zor. Fakat hüsnüzanda bulunarak, namazına dikkat eden Müslümanların zekâtlarını da verdiklerini zannediyorum. Zekât verenlerin önemli bir kısmı, zekâtlarını dernek ve vakıflar aracılığı ile vekâlet vermek suretiyle ulaştırıyor. Böyle vekâlet verenlerin güvenlerinin devam etmesi için, denetim işini de ihmal etmemeleri, verdiklerinin yerlerine ulaşıp ulaşmadığını takip etmeleri gerekir. Hayır ve yardımlaşma duygusunun toplumumuzda iyi düzeyde olduğunu düşünüyorum. Bildiğim nice insan var ki, onlar zekâtla yetinmeyip, onun çok daha fazlasını Allah yolunda infak etmekte, İslâm dininin yayılması ve din düşmanlarının tahribatlarının giderilmesi için cihad yapma hissi ile vermektedir. Zekât ve hayır potansiyelinin merkezî bir organizasyon ve plânlama ile yapılması ideal olarak düşünülebilir. Fakat bunu gerçekleştirmek çok zor olduğundan, herkes sesinin ve gücünün ulaştığı alanla bu işi yürütme durumundadır.
Zekâtı, Ramazan ayında verme âdeti ülkemizde yaygın. Bilindiği üzere böyle yapılması için bir hüküm yoktur. Fakat Ramazan’da amellerin sevabı kat kat fazla olduğundan böyle yapılması yerinde bir iştir. Hem de zekât için malın üzerinden bir yıl geçme süresi de böylece bir disiplin altına alınmış olur, daha kolay hatırlanıp vaktinde eda edilir. Aylık maaş gibi belirlenmiş gelirlerin zekâtını ise aydan aya vermek –merhum Mahir İz Hoca’mızın yapıp etrafına da tavsiye ettiği gibi– pratik bir uygulama olarak tavsiye edilebilir. Hem veren için daha kolay olur, hem verilen muhtaç için daha makbule geçer.
Soru: İsraf nedir, hangi davranışlarımız israf kapsamına girer?
C: İsraf, makul olan sınırın dışına çıkmaktır. Kur’ân’da dini inkâr, her türlü günah ve zulme dalma gibi geniş anlamda kullanılmakla beraber, İslâmî eserlerde yeme, içme, giyinme ve diğer tüketim alanlarında aşırı derecede harcama anlamında kullanılmaktadır. İnsan, Allah Tealâ’nın kendisine nasip ettiği her türlü imkânı meşru şekilde kullanma sorumluluğu taşımaktadır. Şu hadîs-i şerîf israfın geniş çerçevesini çizmektedir: “Ahirette insan şu beş şeyden; ömrünü nerede tükettiğinden, servetini nasıl kazanıp nerede harcadığından, ne gibi işler yaptığından, bedenini ne yolda yıprattığından ve bildiklerini uygulayıp uygulamadığından sorguya çekilmedikçe Allah’ın divanından ayrılamaz.”20 Dinimiz toplumun zararına harcamaları yasaklar. İçki, kumar, fuhuş, rüşvet, sefahet başlıca israf şekillerindendir. İnsanların hayatlarını sürdürmeleri için gerekli harcamalar meşru olup israf sayılmaz. Zorunlu olmasa da, hayatı kolaylaştıran imkânlardan da yararlanılabilir. Fakat bunun ötesinde, ihtiyaç giderme, rahatlık ve kolaylık gayesinin ötesinde gurur, kibir, faydasız rekabet, gösteriş, övülme, şöhret gibi bencil duyguların etkisi altında yapılan harcamalar kesinlikle israftır.21 İslâm’da sağlığı ve zamanı israf da haramdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “İki nimet vardır ki insanların çoğu bunlarda aldanmaktadırlar: Bunlar sıhhat ve boş zamandır.”22
Şahs-ı mânevî, tüzel kişilik olarak çalışan bazı dernek ve vakıflar takdire değer hizmetler vermektedirler. Dünya işlerinin çok çeşitlendiği, zorlaştığı bu zamanımızda yardım etmek isteyenlere rehberlik etmek, onların zekât, kurban ve diğer yardım ve bağışlarını muhtaçlara ulaştırmak çok önemli. Zîrâ insanların bizzat kendilerinin bu işleri takip etmeleri kolay değil. Güven verici işleri ve eserleriyle halkın teveccühünü kazanan derneklere destek olmak gerekir. Bunlar bizim yerimize iş yapıyor, farz-ı kifaye ifa ediyorlar. Meselâ Kimse Yok Mu Derneği, küresel bir yardım kurumu olmuş durumda. Pakistan, Şili, Sudan, Endonezya, Haiti, Gazze, Osetya, Somali gibi musibet yerlerine hemen ulaştıklarını görüyoruz. Musibete maruz kalan yerlere çadırlar, arama kurtarma ekipleri, evler, sağlık hizmetleri, yemek ikramları, kurak yerlerde su kuyuları açma, okullar, onlar için yardım kampanyaları organize etme, evlenme imkânı bulamayanları evlendirme çalışmaları, muhtaç annelere meslek edindirme gibi, aklımıza gelen ve gelmeyen daha başka faaliyetlerle pek kapsamlı çalışmalar yapan bu derneklerimize ve orada çalışan kardeşlerimize şükran borçluyuz. Allah onlardan razı olsun. Unutmayalım ki diğer insanların da onlara destek olma görevi vardır.
*Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi
syildirim@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 17. Lem’a, s.146 ve 155,İstanbul, Şahdamar Yay. 2007.
2. Mearic 24-25.
3. Bakara 3.
4. Bakara 219.
5. Diyanet İş. Bşk.lığı, Kur’ân Yolu Tefsiri, bu âyetin tefsirinde, 1/237.
6. İmam Ahmed, Müsned, 2/418 ve 541.
7. Tevbe 103.
8. Sebe’ 39.
9. Müslim, Birr 69; Tirmizi, Birr 83.
10. İ.Kafi Dönmez, İslam’da İnanç, İbadet Ansiklopedisi, İFAV, İstanbul, 1997, 4/523).
11. Müslim, Zühd 3; Tirmizi, Zühd 31.
12. Bediüzzaman S. Nursi, Sözler, İstanbul, Şahdamar Yay., 2007, s.771.
13. Buhari, Edeb 60.
14. Buhari sulh 11 ve cihad 2; Müslim, Edeb 160.
15. Müslim, Birr, 144.
16. Buhari, Edeb 34; Müslim,Zekât 66.
17. Ali İmran 134.
18. Bakara 263.
19. Dr. Nihat Temel, Kur’ân’da İnfak, s.37-54, İstanbul, İFAV, 2001.
20. Tirmizi, Kıyamet 1.
21. Mustafa Çağırıcı, İslam’da İnanç ve İbadet Ansiklopedisi, İsraf md., 2/442.
22. Buhari, Rikak 1.
.
Kur'ân Sempozyumunun Ardından
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur’ân’ın en birinci hedefi, bu kâinat meşherindeki kelime, satır, paragraf ve kitaplarla, Meşher Sahibini tanıttırmak, iman ve ibadet yolunu açmak; ferdî ve içtimaî hayatı düzenlemek; dünya saadetinin, ahirette dahi devam ve temadisini temin ederek insanı mutlak saadete ulaştırmaktır.
|
Kur'ân'ın Mucizevi Korunması" sempozyumu 9-10 Mayıs 2009'da İstanbul'da gerçekleşti. Toplantıyı ülkemizin çeşitli İlahiyat Fakültelerinden çok sayıda öğretim elemanı, din kültürü dersi öğretmeni, Diyanet İşleri Başkanlığı mensubu çoğunlukta olmak üzere değişik kesimlerden erkek ve hanım dinleyici izledi. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, YÖK üyesi ve İSAM Başkanı Prof. Dr. M. Âkif Aydın, Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hamza Aktan, Sudan, Irak, Mısır, Malezya, Kenya, Kongo, Tanzanya, Etiyopya gibi ülkelerden dinleyiciler de sempozyuma katıldılar. Yeni Ümit Dergisi ile Akademik Araştırmalar Vakfı bu toplantıyı tertip etmekle önemli bir hizmete vesile oldular.
Sempozyumlar, ekseriya muayyen bir bilim dalının belirli bir konusunu ele alır, uzmanlar orada yeni tespitlerini ortaya koyar, görüşür ve tartışır, böylece bilimin gelişmesine katkıda bulunurlar. Fakat halkın genelini ilgilendiren bilimsel konular da vardır. Şayet bu kabîl konularda bazı iddialar ortaya atılmış, bilişim araçları ile bunlar yayılmış ise, bu konularda ihtisas sahibi ilim adamlarının, konuya ilgi duyan geniş kitleyi bilgilendirmesi faydalı, hatta bazen gerekli olur. Uzmanlar iddiaları bilimsel yönden inceler, delillere dayanarak konuları aydınlatır, yanlışları düzeltirler. İlmî çalışmalarının sonuçlarını, vulgarize ederek geniş kitleye aktarırlar. Sosyal, özellikle dinî konularda bu ihtiyaç duyulabilir. Böylesi toplantıların, geniş bir salonda kamuya açık olması da iyi olur. Konuların spesifik, hatta yeni olması da şart değildir. Bu sempozyum, bu son grup toplantılar kabîlinden oldu.
Kur'ân'dan önceki İlahi mesajların tesbit ve nakil yöntemleri, Kur'ân-ı Kerim metninin muhafazasında uygulanan metod, hicretten önce Kur'ân metninin yazdırılması, Kur'ân'ın Hz. Ebu Bekir (r.a) döneminde Mushaf haline getirilmesi, vahyedilen metinleri unutulmaz kılan hâdiseler, Kur'ân'ın ezber yoluyla intikali, farklı Kur'ân kıraatleri, oryantalistlerin metnin intikali konusundaki tutarsız iddialarının yanlışlığı gibi ana konular ele alındı. İşlenen konuların hemen hepsinde aykırı iddialar ileri sürülmüş olup onlar hakkında toplumu aydınlatma hedefi güdüldüğü anlaşılıyor. Dolayısıyla konular arasında organik denebilecek bir bütünlük bulunuyordu. Bunlar hakkında yerli yerine oturmuş bilgiler vardır. Fakat zaman içinde medyada ve internet sitelerinde münferit iddialar halkımızı bilgi kirliliğine maruz bıraktığından, din esaslarında şüpheye düşen insanların olduğu da yaşadığımız bir vâkıadır.
Toplantıda açığa çıkarılan konulardan birini, nümune olmak üzere biraz ayrıntılı arz etmekte fayda görüyorum. O da, Hz. Peygamber (aleyhisselâm)ın, Kur'ân metnini değişmeksizin tesbit ettirme konusunda uyguladığı metoddur. Bu husus, Müslümanların çoğu tarafından yeterince bilinmediğinden, yanlış iddialar geçici de olsa ortalığı işgal edebilmekte ve onun için de kamuoyunu aydınlatmak gerekmektedir.
Hz. Peygamber vahyi ezberliyor ve yazı bilen bir sahabiye yazdırıyordu. Kur'ân'ın neresine yerleştirileceğini belirtiyordu. Kâtibin yazdığını okutarak kontrol ettikten sonra o metni evinde muhafaza ediyordu. Erkek ve kadın meclislerinde ayrı ayrı tebliğ ediyor, onların ezberlemelerini teşvik ediyordu. Yazı bilenler şahsî Mushaflar istinsah ediyorlardı. Kur'ân namazlarda okunuyordu. Her Ramazan ayında, o zamana kadar gelmiş olan kısmın tamamını Mescidde okuyor, Cebrail de bu mukabelede hazır bulunarak, gerektiğinde hatırlatmak üzere görev başında bulunuyordu. Bu sunuma "arza" denmiş olup, İslâm dünyasında devam eden "mukabele" oradan gelmektedir. Hz. Peygamber aleyhisselâm dünyadan ayrılacağı sene: "Cebrail'e her sene Kur'ân'ı bir kere arz ederdim. Bu yıl iki kere arz etmemi istedi. Bundan, vefatımın yaklaştığını anladım." buyurmuştu. Hz. Peygamber devrinde tam hafız sahabilerin sayısı hakkında 4 ila 30 arasında değişen rakamlar bildirilmektedir. Bu farklılığın sebebi, söyleyen sahabinin şahsî tespiti ve ortalama otuz yıl kadar bir zaman akışı içinde hafızlığını tamamlayanların sayısındaki artış olmalıdır. Bunlar arasında Ümmü Varaka adlı bir hanım sahabi de meşhurdur. Sahabeden Hz. Ali, Abdullah İbn Mes'ud, Übeyy ibn Ka'b, Mikdad, Ebu Musa el-Eş'ari'nin hususî Mushafları bulunuyordu. Muhaddis el-Hakim, Kur'ân metninin ilk derlemesinin Hz. Peygamber döneminde olduğunu söyleyip, Buhari ile Müslim'in şartlarına göre sahihlik vasfı taşıyan şu hadisi Zeyd İbn Sabit'ten nakleder. Hz. Ebu Bekir devrindeki resmi derlemenin ve Hz. Osman dönemindeki çoğaltma kurulunun başkanı olan Zeyd şöyle demiştir: "Biz Hz. Resulullah'ın nezaretinde Kur'ân'ı muhtelif parçalardan derlerdik." Öyle anlaşılıyor ki Hz. Peygamber, vahyi tamamlanan sûreleri bildiriyor, kâtipler de o metinleri bir araya getirerek sûreye son şeklini Hz. Peygamber'in huzurunda veriyorlardı. O hayatta iken vahiy devam ettiğinden, iki kapak arasında Mushaf haline getirmesi mümkün olmamıştı. Hz. Ebu Bekir'in hilafetinin başlangıcında Mescid'de derleme sırasında Hz. Peygamber'in evindeki metinler, öncelikle getirilmişti.
Kur'ân-ı Kerim yazılmış ve bazı sahabiler tarafından ezberlenmiş olmakla beraber, bütün ashabın onayını alması için, aleniyet ve şeffaflık içinde, herkesin yanındaki metinlerin değerlendirileceği resmî bir tarzda derlenmesi gerekiyordu. Böylece tereddüt halinde başvurulacak, bütün Müslümanların onayını almış resmî bir belge belirlenmiş olacaktı. Onun için ilan yapıldı, işin başına getirilmesinde ittifak olan Zeyd İbn Sabit, Müslümanların dini ve sosyal hayatlarının merkezi olan Mescidde tezgâhını kurdu. Hz. Peygamber'in hayatında yazılıp onayını almış en az iki belge olmadan hiçbir ayeti yazmadı. Çalışması bir sene kadar sürdü. 6236 ayetten sadece Tövbe sûresinin son iki ayetini Huzeyme'deki tek belgeye istinaden yazdı. Bu da, bir hâdise dolayısıyla Hz. Peygamber'in "Huzeyme'nin şahitliği iki şahit yerine geçer." demesindeki mucizevî bildirmesinin bir tasdiki oldu.
Bazı oryantalistlerin, hicretten önce vahyin yazı ile tesbit ettirilmediğini iddia etmeleri, bazı insanlar nezdinde şüpheye sebep olmuştur. Oysa ilk döneme ait vahiylerden Furkan suresinin 5. ayeti, yazıldığının açık belgelerinden biridir. Bu ayet, müşriklerin, Hz. Peygamber'i, "başkasına yazdırtmakla" itham ettiklerini bildirir. Abese suresi 13-16 ayetleri de başlangıçtan beri yazıldığını ispatlar. Hicretten 8 yıl önce Hz. Ömer 'in Taha ve Tekvir surelerini yazılı olarak okumasından sonra Müslüman olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Akabe biatında Hz. Peygamber, Medineli sahabi Rafi İbn Malik'e, o zamana kadar gelen Kur'ân metnini vererek Medine'ye götürmesini sağlamıştı.
İşte bu son derece titiz ve bilimsel metod sayesindedir ki on beş asır öncesine ait Kur'ân metni, bir kelimesi değişmeksizin korunmuştur. Efendimiz, Allah'ın kâinata koyduğu kanuna uygun davranarak, O'nun "Kur'ân'ı Biz koruyacağız." garantisinin vasıtası olmakla da bize örnek teşkil etmiştir. Dünyanın her tarafındaki milyardan fazla Mushafın aynı olması, herkesin gözlemlediği bir mucizedir. Çağdaş ünlülerin eser ve yazılarında- sayısız kayıt imkânlarına rağmen- görülen nüsha farklılıkları göz önüne alınırsa bu hükmümüzde mübalağa olmadığı anlaşılır.
Toplantıda konuları sunanların tamamı, ülkemiz İlahiyat Fakültelerinin hocalarıdır. Yalnız Prof. Dr. M. Said Ramazan el-Bûtî ile Dr. Abdurrahman Omer müstesnadır. Hocalarımız meselelerin gerçek durumlarını anlatarak toplumu aydınlattılar. Ama aynı zamanda, bazı kişilerin medyada ve bazı internet sitelerinde İlahiyat hocalarına yönelttiği töhmetin yersizliğini de ispatladılar. Güya "Kur'ân'daki yanlışları düzeltecek İlahiyat profesörleri" varmış! Böylece toplantı, değerli hocalarımızı bu ithamdan aklama işlevi de gördü.
Toplantıyı izleyenlerin dikkat etmesi gereken hususlardan biri şudur: Tebliğ sunan hocalarımız, verilen 20 dakika içinde, çalışmalarının eşantiyon kabîlinden pek azını sunabildiler. Acele sebebiyle eksik veya yanlış anlaşılabilen yerler de olabilir. Bu sebeple, Organizasyon, tebliğ metinlerini kitap halinde yayınlayacağını bildirdi. İzleyicilerin, boşlukları telafi için çıkacak kitabı okumaları önem arz etmektedir.
Tebliğ verenlerin hepsi genç idi. Anlaşılan, Organizasyonun, genç ilim adamlarının önünü açma gibi bir niyeti vardı. Tahminim doğruysa, bunu da önemsiyorum. Zira böylesi toplantılarda ekseriya daha ünlü, kıdemli hocalara öncelik verilir. Oysa ileride boşluk hissedilmemesi için bir planlama uygun olur. Toplantıda dış ülkelerden yaklaşık kırk kişi vardı. Ülkemize gelen bazı sathi bakışlılar, İslâm'ın güçlü bir şekilde devam etmesini önemsediklerini söylerler. Bu toplantıya katılan misafirler, devam şöyle dursun, Türkiye'de dinin konularını araştıran uzmanların kalitesini de öğrenme fırsatı buldular.
Bilimsel toplantılarda soru-cevap faslı önemlidir. Bu sayede tebliğler zenginleşir, kapalı yerler açığa kavuşur. Hocalar dar vakitte fırsat bulamadıkları noktaları açıklama imkânı bulur. Bu fasıl ihmal edilmese de, sorulara az yer verildi. Daha fazla olsa daha iyi olurdu. Dinleyicilerin çokluğunun, zamanın darlığının bu imkânı kısıtladığı anlaşılıyor.
Toplantıda zikre değer çok şey söylendi. Bu çerçeve onları özetlemeye müsait değil. Onun için, Sayın Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu'nun –çok önemsediğim- tespitini mealen nakletmekle yetineyim: "Kur'ân'ı okumak, hatta manasını bilmeden de okumak, manasını anlayıp yorumlamaya çalışmak ve yaşamak lazım. Bu üç esastan hiç biri diğerinin önemini azaltmaz, birbirinin yerini tutmaz. Doğru Kur'ân anlayışı bazı kişilerin münferit iddialarında değil, Müslüman ümmetin, asırların tecrübesinde berraklaşan telakkilerinde ve gönüllerinin delaletindedir". Onun bu ifadesi Prof. Dr. Henri Corbin'in l'Histoire de la philosophie İslâmique kitabının baş tarafındaki şu insaflı sözünü bana hatırlattı: "Biz oryantalistlerin, şematik indekslerini çıkarmamızla Kur'ân layıkıyla anlaşılmaz. Asıl önemli olan, ona inanan Müslüman şuurunun Kur'ân'ı nasıl anladığıdır."
* Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. E. Öğ. Üyesi
syildirim@yeniumit.com.tr
.
Elmalılı'nın Meali veya Sahipsizliğin Meali
Prof. Dr. Suat Yıldırım
İlk asırlardan günümüze, seviyeli-seviyesiz tercüme türünden bir kısım çevirilerin yanında bir hayli de meâl ve tefsir yazıldı.. şu anda da yazılıyor.. bundan sonra da yazılmaya devam edecektir. Biz, Kur'ân ruhunun seslendirilmesi ve ilahi maksatların anlaşılması adına gösterilen bütün samimi gayretleri alkışladık ve alkışlıyoruz.
|
Büyük müfessir merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın Kur'ân-ı Kerîm Meali'nin çok sayıda basımları yapıldı. Şahsen bunlardan on iki farklı yayınevi tarafından yayınlanan baskıları tespit ettim. Muhtemelen haberdar olmadıklarım da bulunmaktadır. Ne var ki bunlardan sadece bir basımı,2 eserin aynısıdır. Diğerleri, hazırlayan zâtlar tarafından sadeleştirilmiştir. Bu durumda, âdeta basımlar adedince farklı sayılabilecek metinler ortaya çıkmıştır. Geniş okuyucu kitlesi bundan haberdar değildir. Bunlardan herhangi bir basımı okuyan, Elmalılı'nın mealini okuduğunu zannediyor. Okuyucuların bir kısmı değiştirildiğini bilse de, bunun muteber tek sadeleştirme olduğunu düşünüyor. Oysa farklı Elmalılı neşirlerinin aslî (orijinal) metinle ve diğer her bir meal metniyle aralarındaki fark, neredeyse farklı yazarlar tarafından yapılmış mealler arasındaki fark kadar fazladır. Bunun başlıca sebebi şu olsa gerektir: Metni sadeleştiren her yazar, niçin neşrettiğinin gerekçesini teşkil etmesi için, kendisine göre yeni bir metin sunma ihtiyacı duymaktadır. Belki telif hakları mülâhazası da söz konusu olmaktadır. Bu da aynı eserin on birinci, on ikinci ilh. şeklini ortaya çıkarmaktadır. Bu tuhaflığa dikkat çeken fikir ve kalem erbabının olduğunu görmediğim için, bir tefsir profesörü olarak, konu üzerinde durmayı bir sorumluluk bildim; Allah'a karşı, ilim emanetine karşı, merhum müfessirimize karşı ve nihayet iyi niyetli okuyucu kitlemize karşı bir sorumluluk!
Her şeyden önce şunu düşünmemiz lâzım: Merhum müfessirimiz mealini müstakil bir eser olarak mı kaleme aldı, yoksa tefsirinin bir parçası olarak mı yazdı? Acizane kanaatimce o, bağımsız olarak yayınlanıp okunmak üzere değil, tefsiriyle beraber okunacağını düşünerek hazırlamıştır. Bu kanaatimi oluşturan sebepler şunlardır:
Evvelen: Bunu, meal hakkında tefsirinin önsözünde yazdıklarından çıkarmak mümkündür.3
Saniyen: Mealinde sık sık kırık cümle, devrik cümle kullanır. Nitekim eseri sadeleştirenlerin -bu kullanılışları, alışılmış Türkçe yazı üslûbuna pek uygun görmediklerinden- böyle cümleleri yeniden kurduklarını görüyoruz.
Salisen: Zaman zaman Türkçe'de kullanılmayan kelimeler kullandığını, Kur'ân'ın aslındaki tabirleri aynen aktardığını, böylece ancak tefsir sayesinde anlaşılabilecek terimler kullandığını veya anlaşılması pek zor, mücmel (çok kısa) bir çeviri yapıp bıraktığını görüyoruz (Az sonra mealinden yapacağımız bazı iktibaslar, aynı zamanda bu hususa da örnek teşkil etmektedir). İşte bütün bunlar müfessirimizin, mealini tefsiriyle birlikte okunmak mülâhazasıyla yazdığını göstermektedir.
Merhum'un meali böyle yazmasında, tefsirini ve mealini yazdığı senelerde "Türkçe Kur'ân" iddialarının tesiri olmuş mudur? Bizce bu ihtimal söz konusu olabilir. Zîrâ o dönemde bazı ünlü hâfızların Türkçe tercümeler tilâvet etme denemelerini biliyoruz. Ama bu ihtimal bir tarafa, şimdiki vâkıa karşısında her birimiz kendimize düşen görevi yerine getirme mecburiyetindeyiz. Yayıncılarımız mealin aslını neşretmek isterlerse, bunu yapabilirler. Zîrâ bu, bizzat müellifinin kaleminden çıkmıştır ve yayınlamakta fayda görenler pek tabiî olarak böylece neşredebilirler. Ama mealin mealini hazırlatıp yayınlamanın ciddi bir gerekçesi yoktur. Öyle anlaşılıyor ki yayıncılar, aslının anlaşılmasını problemli gördüklerinden onu neşretmek istemiyorlar. Fakat mealin mealinin mealini.. yayınlamak ve bunu Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'a mal etmek, ciddiyetle bağdaştırılamaz. Belli ki bunu yapmanın gayesi, onun şöhretinden maddi yarar sağlamaktır. Gerçekten bu bir vebaldir ve bu vebali yüklenmekten kaçınmak gereklidir. Büyük müfessirimizi on-onbeş değişik kılığa sokmayı, hangi vicdan meşru görebilir? Az sonra iktibas edeceğimiz birkaç numuneden anlaşılacağı üzere bu sadeleştirmelerde, şimdi az kullanılan kelimelere yeni karşılık vermekle yetinilmemiş, üslûp değişiklikleri yapılmış, hattâ Elmalılı'nın yazıp herkesin kullandığı Türkçe kelimeler bile bazen değiştirilmiştir. Bu değiştirmelerden haberi olmayıp, büyük âlimin Kur'ân Mealini dağıttırarak dine hizmet etmek isteyen bir kısım hayırseverlerin de basımları finanse ettikleri anlaşılmaktadır. Zîrâ Kur'ân mealini 1 TL gibi sembolik bir fiyata dağıtma, bunu göstermektedir.
Ben makalemin sonunda –yer müsait olmadığından- yalnız beş ayet mealindeki farklılıkları iktibas ederek, ne derece değişik Elmalılı ile karşılaştığımızı ortaya koyacağım. Maalesef mealin tamamı için benzer değişiklik söz konusudur. Mealleri sadeleştiren zevatın adlarını yazmayacağım. Bunun yerine yayınevlerinin4 isimlerini vererek meallere atıfta bulunacağım. Zîrâ bu makalede işimiz şahsiyat yapmak olmadığı gibi, bu çalışmaları değerlendirmek ve eleştirmek de değildir. Maksadımız, usûl olarak, değiştirme işini ele almaktır. Sadece şu temennimi dile getirebilirim: Bu zevatın mealin tamamını elden geçirip büyük zahmet çektikleri görülüyor. Bunu yapma yerine, kendileri birer meal hazırlayabilirlerdi. İşaret ettiğimiz neşirler içinden, yalnız İslâmoğlu Yayıncılık eseri aslında olduğu gibi yayınlamış, bazen ihtiyaç duyduğu açıklamaları parantez içine koymuş, bunları Elmalılı'nın tefsirinden aldığı yerleri dipnotta göstermiştir. Bu da bizim, bu mealin tefsirle birlikte okunması gerektiğine dair fikrimizi pekiştirmektedir.
Hassasiyetlere dokunmadan, kimseyi kırmak istemeden sadece şunu ifade etmekle yetinmek istiyorum: Netice olarak; özetlediğim bilgiler ışığında kanaatimce bu kitabı, neredeyse bütün cümlelerini değiştirerek yayınlamak, ilmen ve ahlâken doğru değildir. Makul gerekçesi olmadan yüz binlerce nüshayı isim satmak için yayınlamak büyük israftır. Bu işte dahli olan Müslüman Türk milleti mensupları olarak, lütfen bu ayıba son verelim.
Meal sadeleştirmelerinden bazı nümuneler:
Mürselat sûresi, 1 âyetinin meali:
Mealin aslı (Diyanet İşleri Reisliği, İstanbul, 1935-1939): "Kasem olsun o urf için gönderilenlere"
İslâmoğlu Yay. (İstanbul, 1993): "Kasem olsun o urf5 için gönderilenlere" Bu yayın dipnota koyduğu açıklamayı, eserin aslından almıştır.
Şenyıldız Yay. (İstanbul, 1997): "Birbiri ardınca gönderilenlere"
Ayfa Basın (İstanbul, 2007): "Yemin olsun o peşpeşe gönderilenlere"
Huzur Yay. (İstanbul, 1994): "Andolsun iyilik yapılması için (o birbiri ardınca) gönderilenlere"
Azim Dağıtım (İstanbul, tarihsiz): "Andolsun birbiri ardınca gönderilenlere"
Hikmet Neşr. (İstanbul, 2006): "Hayır için birbiri ardınca gönderilenlere"
Vera Yay. (İstanbul, 2008): "Yemin olsun, tanınmak için gönderilenlere"
Kamer sûresi, 4-5:
Mealin aslı: "Celalim hakkı için onlara kıssalardan öyleleri de geldi ki onlarda zecredecek haberler var. Bir hikmet-i bâliğa, fakat inzarlar faide vermiyor."
İslâmoğlu Yay.: "Celalim hakkı için, onlara kıssalardan öyleleri de geldi ki onlarda zecredecek haberler6 var; bir hikmet-i baliğa! Fakat inzarlar (uyarılar) fayda vermiyor."
Şenyıldız Yay.: "Kasem ederim ki onlara vazgeçirici haberler geldi. Son noktasına ulaşmış bir hikmet ki, buna rağmen uyarılar fayda vermedi."
Ayfa Basın: "Yüceliğime yemin olsun, onlara kıssalardan öyleleri de geldi ki, onlarda (yanlıştan) vazgeçirecek haberler var… Sağlamlığın ve hedefe isabetin en yüksek derecesine ermiş bir hikmet… Fakat uyarılar fayda vermiyor."
Huzur Yay.: "Andolsun ki, onlara kötülüklerden vazgeçirici haberleri de içeren kıssalar geldi. Bir hikmet-i bâliğa (hedefe ulaşmanın en yüksek derecesine ermiş bir hikmet) fakat uyarılar fayda vermiyor."
Azim Dağıtım: "Andolsun ki onlara (kötülükten ) vazgeçirecek nice önemli haberler gelmiştir. Bunlar üstün bir hikmettir fakat uyarılar fayda vermiyor."
Hikmet Neşr.: "Andolsun ki onlara (Kur'ân'da gelip geçenlerin) öyle haberleri geldi ki (ibret alsalar) onları (günahtan ve ısrardan) vazgeçirmeye kafi idi. Bunlar tam bir hikmettir. Fakat uyarılar bir fayda vermiyor."
Vera Yay.: "Yemin olsun ki, onlara, sakındıracak öğütler bulunan haberler geldi. (O haberler) son derece sağlam hikmet doludur. Ancak uyarılar fayda vermiyor."
A'raf sûresi, 2-3:
Mealin aslı: "Bir kitab ki sana indirildi, sakın bundan dolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın da bununla inzar edesin, mü'minlere de şu bir ihtar: "Rabbinizden size indirilene ittiba edin, onsuz birtakım velilere ittiba etmeyin, siz pek az düşünüyorsunuz."
İslâmoğlu: "Bir kitab ki sana indirildi, sakın bundan dolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın da bununla inzar edesin! (Mü'minlere de şu bir ihtar): Rabbinizden size indirilene ittiba edin (uyun), O'nsuz birtakım velilere ittiba etmeyin! Siz pek az düşünüyorsunuz."
Şenyıldız Yay.: "Bir kitab ki , sana indirildi, sakın bundan dolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın! Bununla kafirleri uyarıp mü'minlere de öğüt veresin! Rabbinizden size indirilene uyun!O'ndan başka birtakım dostlara uymayın!Sizler çok az düşünüyorsunuz."
Ayfa Basın: "Bu bir kitaptır ki sana indirildi… Sakın bundan dolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın da bununla (insanları) uyarasın… İnananlara da şu bir uyarı: "Rabbinizden size indirilene uyun, onsuz birtakım velilere uymayın… Siz pek az düşünüyorsunuz."
Huzur Yay.: "Bu, kendisiyle uyarasın diye ve mü'minlere bir ihtar olmak üzere sana indirilen bir kitaptır; sakın bundan dolayı yüreğinde bir sıkıntı olmasın! Rabbinizden size indirilene uyun, O'nsuz başka velilere uymayın! Sizler pek az düşünüyorsunuz!"
Azim Dağıtım: "(Bu) sana indirilen bir kitap'tır. Onunla (insanları) uyarman ve inananlara öğüt (vermen) hususunda göğsünde bir sıkıntı olmasın. (Ey insanlar) Rabbinizden size indirilene uyun ve O'ndan başka dostlara uymayın. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!"
Hikmet Neşr.: "(Ey Muhammed! Bu Kur'ân) sana indirilen bir Kitap'tır. Onunla (kafirleri) korkutman ve mü'minlere öğüt vermen için (indirildi). Ondan ötürü göğsünde bir harac (darlık) olmasın! (Onlara de ki:) Rabbinizden size indirilene (Kur'ân'a) tabi olun. Sakın O'ndan (Allah'tan) başka dostlara tabi olmayın. Siz ne kadar da az hatırlıyor (ve nasihat alıyor)sunuz!"
Vera Yay.: "(Bu) kendisiyle (insanları) uyarasın diye sana indirilen bir kitaptır. Bundan dolayı göğsünde bir darlık olmasın. O, müminlere bir uyarıdır. Rabbinizden size indirilene uyun. Onun dışındakileri koruyucu edinmeyin. Siz çok az düşünüyorsunuz!"
A'raf sûresi, 7:
Mealin aslı: "Soracağız da kendilerine karşı olan biteni mutlak bir ilim ile behemehal anlatacağız, öyle ya biz onlardan gaib değil idik."
İslâmoğlu Yay.: "Soracağız da kendilerine karşı olan-biteni mutlak bir ilim ile behemehal (mutlaka) anlatacağız. Öyle ya, biz onlardan gaib değildik!"
Şenyıldız Yay.: "Kendilerine karşı olan biteni mutlak bir ilim ile muhakkak anlatacağız. Öyle ya, biz onlardan uzakta, habersiz değildik!”
Ayfa Yay.: “Soracağız da olan biteni kendilerine kesin bir ilim ile mutlaka anlatacağız… Öyle ya biz onlardan uzakta, habersiz değildik!"
Ayfa Yay.: "Soracağız da olan biteni kendilerine kesin bir ilim ile mutlaka anlatacağız… Öyle ya biz onlardan gaib-uzak değildik."
Huzur Yay.: "Soracağız da kendilerine karşı olup biteni mutlak bir ilim ile herhalde anlatacağız. Çünkü Biz, her an onların yanındaydık."
Azim Dağıtım: "Ve elbette onlara olan-biten her şeyi bir bilgi ile anlatacağız; çünkü biz onlardan uzak değiliz."
Hikmet Neşr.: "Andolsun ki onlara (yaptıklarını) ilimle
haber vereceğiz. Ve (onlar isyanlarını sürdürürken) biz (onlardan) gaibler değildik."
Vera Yay.: "Olan biteni kendilerine mutlak bir bilgi ile anlatacağız. Öyle ya, Biz onlardan habersiz değildik."
Mülk sûresi, 20:
Mealin aslı: "Yoksa kimdir o Rahman'ın berisinden şu sizin ordularınız ki sizi kurtaracak? Kafirler başka değil, sade bir gurur içindedirler."
İslâmoğlu Yay.: "Yoksa kimdir o Rahman'ın berisinden şu sizin ordularınız ki sizi kurtaracak? Kafirler başka değil, sade bir gurur (aldanma) içindedirler."
Şenyıldız Yay.: "Yahut Rahman'a karşı size yardım edecek kimdir? Şu sizin askerleriniz mi? İnkarcılar sadece bir aldanma içindedirler."
Ayfa Basın: "Yoksa kimdir o Rahman'dan başka şu sizin ordularınız ki, sizi kurtaracak? Kafirler başka değil, ancak bir aldanış içindedirler."
Huzur Yay.: "Ya da kim oluyor sizin Rahman'dan başka
(yardım beklediğiniz) şu ordularınız ki, sizi kurtarsın? Kafirler ancak bir aldanış içindedirler."
Azim Dağıtım: "Rahman olan Allah'a karşı şu size yardım edecek askerleriniz hani kimlerdir? İnkarcılar ancak derin bir gaflet içinde bulunmaktadırlar."
Hikmet Neşr.: "Rahman (olan Allah)ın dışında sizi (O'nun azabından yardım edip) kurtaracak kimdir. Yoksa şu (put sürüsü) ordunuz mu (sizi kurtaracak)? Kafirler ancak aldanma içindedirler."
Vera Yay.: "Yoksa Rahman'ın azabından sizi kurtaracak o ordunuz kimdir? Kafirler ancak bir aldanma içindedir."
* syildirim@yeniumit.com.tr
Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Tefsir Anabilim Dalı Bşk (emekli)
Dipnotlar
1. Başlıktaki ikinci "meal" hem "âkıbet" hem de "meal" anlamında kullanılmıştır.
2. İslâmoğlu Yayınları, 1993.
3. Mesela şöyle der: "Sonra mefhum tarzında bir meal yazmaya başladım." "Meal: bir şeyi eksiltmek" mânâsına da gelir. (…) Bizim meal tabirini tercih etmemiz de bu eksiklikten dolayıdır."
4. Makalemde yer verdiğim sekiz yayınevinden başka İşaret, Frekans, Motif ve Huzur (2. farklı yayın) neşirleri de yapılmıştır.
5. "Tanınması lâzım gelen bir iyilik için" veya –hâl olduğu takdirde- "peyderpey"
(8/5519)
6. "Vazgeçirecek tehdid, sakındıracak öğüt" veya "sakınılması gereken acı haberler" (7/4639)
Elmalılı M. Hamdi Yazır'ın Müteşabih Ayetleri Anlamaya Katkısı
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Bu makalemizde muasır âlimlerimizden Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın müteşabih ayetleri nasıl ele aldığını incelemeye çalışarak Usul-i Tefsir ilminin önemli bir problematiğini teşkil eden bu konuya getirdiği açılımı dikkatlere sunacağız. Aralarında tefsir ehlinden bazı kimselerin de bulunduğu geniş kitlenin müteşabihler hakkındaki telakkileri şöyle özetlenebilir: 1- Müteşabih, mânâsı kapalı olup kesin maksadı anlaşılamayan ayetlerdir. 2- Buna binaen bu ayetlerin tefsir ve teviline girişmek doğru değildir. 3- Müteşabihler “yedullah”, “er-Rahmanu ale’l-arşi’steva”, “men fi’s-semai” gibi, Allah Teala’ya mahluklarda bulunan bazı özellikler nisbet eden ve sayıları son derece az birkaç ayetten ibarettir.
Bu anlayışın iyice irdelenmesi gerekir. a) Her şeyden önce müteşabih ayetlerin sayısı bu kadar az değil, yüzlercedir. Çünkü yaygın anlayıştaki müteşabihler, “müteşabihu’s-sıfat” denilen kısım olup bunlar, misalleri çok az olan küçük bir bölümünü teşkil eder. Oysa bunlar “hakiki müteşabihler” kısmının bir bölümüdür ve huruf-i mukatta’anın da içinde yer aldığı bu kısım, bir önceki bölüme göre biraz daha fazladır. Ama kevnî meselelerden, uhrevi hallerden ve başka bir kısım hakikatlerden bahseden “izafi müteşabihler” vardır ki bunların sayısı yüzleri geçer. b) Diğer taraftan, Allah Teala mânâsı anlaşılamayacak tarzda muhataplarına hitab etmekten münezzehtir. İlim ve hikmet sahibi bir insanın bile yapmayacağı yersiz bir davranış, nasıl olur da O’nun hakkında düşünülebilir? c) Bir de şunu hiç unutmamak gerekir: Teşabüh problematiği, aklı ve bütün kapasiteleri sınırlı olan insan yapısının ayrılmaz ontolojik bir gerçeğidir. İnsanın bu özelliği onun ifadesine de yansımış, lisanına yerleşmiştir. Beşer dilini kullanma durumunda olan Kur’ân da, haliyle müteşabih ifadelerle dolu olmuştur. d) Hem iyi değerlendirilmesi halinde, insanlar için müteşabihlerin Kur'ân’da bulunması büyük bir nimet, hatta mucizedir. Zira bu özelliğe sahip bir kitap, ilmi her şeyi ihata eden Allah’tan gelebilir. Kur’ân beşer sözü olsaydı, müteşabihler bulunmaz ve bilhassa müteşabihler konusunda insanların dikkatlerini çekip onları uyarmazdı.
Bu makalemizde düşüncelerini ele alacağımız müellif, konuyu sathi bir şekilde ele almakla yetinmeyip bu hususta zor olanı gerçekleştirmiş, meseleyi fikri ve felsefi yönden temellendirmiştir. Böylece müteşabihleri, nerdeyse mühmel, meskut, gölgede kalma durumundan kurtararak, tefsir için büyük bir zenginlik kaynağı olduğunu göstermiştir. Makalemizde bunu ispat edeceğimizi umuyor, bir yandan da son dönemde, Türkiye’de orijinal müelliflerin pek bulunmadığı zannını gidermeye de katkı sağlayacağını ümid ediyoruz.
Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın Müteşabihatla İlgili Görüşleri
Müfessirimiz müteşabihi açıklamaya başlarken önce şu önemli hususu vurgular: Esasında Mütekellim olan Cenab-ı Allah yönünden, keza işin gerçeği yönünden Kur’ân’da hiçbir şüphe olmadığı halde, muhatabın anlaması yönünden duruma göre, çeşitli şekillerde kapalılık ve farklı ihtimaller bulunur. Bu ihtimaller, muhkem ayetlerin ışığında vuzuha kavuşturulur.1
Onun vurguladığı diğer mühim husus şudur: Kur’ân’da mühmel yoktur. Huruf-i mukkatta’alarda bile çeşitli anlayış vecihleri vardır. Mesele, mefhumların tahdit edilip muhkemleştirilmesi ile, kastedilen mânânın tayin edilmesindedir. Faide-i hitab ise bu tayine bağlı değildir. Saymaya gelmez derecede araştırma konuları sezdirmek, beşer ilminin değerini tayin ettirmek, insanların seviyelerine göre onlara değişik zevkler tattırmak, nihayet rasih âlimleri sonsuz bir tefekkürle imtihan etmek gibi birçok faide-i hitab vardır.
1. Müteşabih’in Tarifine Katkısı
“Müteşabihat denildiği zaman mânâsız bir ibham-ı külli iddia edildiğini zannetmek büyük bir hata teşkil eder. Müteşabihat mânâsız ve mühmel değil, kesret-imeânîden dolayı muayyen bir murad tayini mümkün görünmeyen ve daha doğrusu ifade ettiği hakâik-i muhîta, zihn-i beşerle kabil-i istiab olmadığından mübhem görünen bir ifadedir. Bu öyle bir beyandır ki hakikat-mecaz, sarih-kinaye, temsil-tahkik, zâhir-hafî gibi vücuh-i beyanın mecmuunu havidir. Bunun için bâlâda buna “el-ma’lûmü’l-mechul” ifadesini arzetmiş idik. Zaten kelamda ibham, mevkiine göre en büyük vücuh-i belagatten birini teşkil eder.”
“Müteşabihat, murad olunabilecek gibi görünmekte birbirlerine benzer müteaddit mânâlara muhtemildir ki hepsi mi veya birisi mi murad olduğu zâhir bir surette seçilemez.” Müfessirimiz bu tarifini başka bir yerde biraz daha genişleterek şöyle der: “İki şeyin birbirine mütekabilen alettesâvi benzemelerine teşabüh ve bunların her birine müteşabih denilir ki yekdiğerinden seçilemez, zihin temyizlerinden aciz kalır. Teşbih ve müşabehette bir taraf fer’ ve nakıs, diğer taraf asıl ve tam olur. Teşabühte ise tarafeyn, aynı kuvvette mütesavi olurlar. Teşabühleri tefavütlerini setreder de iştibah u iltibas hasıl olur: “İnne’l-bakara teşâbehe aleyna”,” teşâbehet kulûbuhüm”, “ve ütû bihi müteşâbihen” gibi. Demek ki teşabüh, seçilememeye sebeptir. Temyiz olunamamak bunun bir mânâ-yı lâzımîsidir. Bu münasebetle, insanın doğrudan doğruya temyizine yol bulamadığı bir şeye dahi müteşabih ıtlak edilir ki hafî, müşkil demek gibidir. Bu ıtlak, var ile yok beyninde müsavi olması nokta-i nazarından da olabilir.” Bu sözün devamında müteşabihin başka anlamına geçerek şöyle devam eder: “Bu suretle Kur’ân’ın ve âyât-ı Kur’ân’ın ihkam ve teşabühü; elfazı, tenasuku, hüsnü, maânîsi, ahkamı gibi muhtelif vücuh ile mülahaza olunabilir. Ayetlerin fasılaları, müvazenetleri ve sairesi gibi sanayi-i bediiyyesi itibariyle teşabüh ve tenasuk, muhkemliğe mukabil değildir. Belki ayn-ı ihkamdır. Bu cihetle “uhkimet âyâtuhu”8, “kitaben müteşâbihen” mütekabil değil, yekdiğerinin izahıdır. Fakat nazmın delaleti itibariyle mülahaza edildiği zaman muhkem ile müteşabih, zıd ve mütekabildirler. Şüphe yok ki mânâsını kat’iyyetle bildiren muhkem, bildirmeyen gayr-ı muhkemdir. Bu ayette (Ali İmran, 7) muhkem ile müteşabih mukabil olarak zikredildikleri gibi maba’dinde te’vil karinesi de mânâya aittir ki İlm-i Usul’de de şer’an muhkem ve müteşabih, bu haysiyetle mülahaza edilmiştir.”
2- Müteşabihin Kapsamını Genişletmesi
Müfessirimiz şu pasajlarda müteşabih teriminin kapsamını genişletmektedir:
“Zâhir mukabilinde hafî, nass mukabilinde müşkil, müfesser mukabilinde mücmel, muhkem-i has mukabilinde mânâ-yı ehassıyla müteşabih vardır. Binaenaleyh kitab, külliyetiyle mülahaza olunduğu zaman, bu üslub-i hikmetle müteşabihatın muhkemata rücuu haysiyetiyle hepsi muhkemdir, “la raybe fih”11, “kitabun uhkimet âyâtuhû”12dur. Bilakis bu hikmete muhalif olarak müteşabihat ümmü’l-kitab farz edilir de muhkematın müteşabihat ile te’viline gidilirse o zaman da hepsi müteşabih olur. “Kitaben müteşabihen mesani tekşa’irru minhu cüludü’llezine yehşavne rabbehüm” hükmü tezahür eder.” Görüldüğü üzere burada hafî, müşkil ve mücmeli müteşabih kapsamına dahil ederek genişletme cihetine gitmiştir. Şu halde Kur’ânda hafî geldiğinde onu zâhir ışığında, müşkil geldiğinde onu nass ışığında, mücmel geldiğinde onu müfesser ışığında, mânâ-yı ehass ile müteşabih geldiğinde onu muhkem-i has ışığında anlamaya çalışmalıyız. Böyle yapmakla iştibah ve ihtimaller izale olunabilir.
Burada bir husus dikkat çekmektedir: Müteşabihatı esas alıp muhkematı ona göre anlamaya çalışmak, tenkit ve reddedilen bir iştir. Merhum müfessirimiz, naklettiğimiz mezkur ifadesinde, işi tersine çevirerek muhkemi müteşabihe irca edenler hakkında “kitaben müteşâbihen mesânî” ayetiyle istişhad etmesi tereddüde yol açmaktadır. Zira bildiğimiz kadarıyla bu ayette, 'ayetlerinin belagatte, hakikatleri bildirmekte birbirine benzer olması' itibariyle Kur’ân medh olunmaktadır. Yoksa burada muhkem mukabili olarak müteşabih söz konusu değildir. Dolayısıyla bu siyaka münasip olan ayet-i kerimenin, muhkemi bırakıp müteşabihleri fitne sebebi yapmak isteyenleri kınayan “fe emme’llezine fi kulûbihim zeyğun fe yettebiûne ma teşâbehe minhu…” olduğunu düşünüyoruz.
“Bir lafzın mücerret siğasına nazaran mânâ-yı muradı malum olursa ona zâhir denilir ki enva-ı muhkemin edna derecesidir. Bunun te’vile veya tahsise veya nesha ihtimali bulunabilir. Fakat bunlar karineye muhtaç olduğundan, karine olmadığı müddetçe zâhirinde kat’i olur. Eğer bu mânâ kelamda ma sîka leh olmuş, mütekellim, sözü bunun için sevk etmiş ise nass olur. Bunda artık te’vil ihtimali kalmaz. Ancak tahsis veya nesih ihtimali bulunabilir. Nihayet nesih ihtimali de yoksa ki ihbarat, te’yid edilmiş inşaiyyat bu kabildendir- bu da mânâ-yı hassıyle muhkem olur. Bunların hepsinin hükm-u icabı ilm ü ameldir. İndetteaâruz akvâ tercih olunur.
Bunlara mukabil, bir lafzın mânâ-yı muradı siğasından değil, başka bir emr-i ârız sebebiyle gizlenmiş bulunursa hafî, böyle değil de mânânın nefsinde ince, her nefsin nüfuz edemeyeceği, edenlerin de teemmülsüz kavrayamayacağı derecede gamız olması veya bir istiare-i bediiye bulunması gibi bir sebepten nâşi gizli, muhtac-ı teemmül bulunursa müşkil, siğa müteaddit mânâlara alesseviyye muhtemil olur ve hiçbirinin tercihine karine bulunmaz ve fakat bir beyan-ı tefsirin lühûku me’mul bulunursa mücmel, mânâ-yı muradı anlamak ümidi münkatı’ olursa hâlis müteşabih olur. Müteşabihat-ı Kur’ân’dan birçoğu böyle kesret-i meânîden dolayı bir şa’şaa-yı beyan içinde bulunduğundan nazarları kamaştırır…”
3-Müteşabihin Hikmet-i vücudu Hakkındaki Katkısı:
Müfessirimiz, ilahi kitaplarda müteşabihat bulunmamalı idi, gibi bir tevehhüme kapılmanın doğru olmayıp, bunların yer almasının hikmet-i vücudunu bildirmek üzere şöyle der: “Zira böyle bir tasavvur, cereyan-ı vücudun inkıtaını veya suret-i vahide altında yeknesak ve camid bir tevalisini ve malumat-ı ilahiyyenin tenahisini farz etmek veya bütün namütenahiliği ile ve bütün hayatiyetiyle malumat-ı ilahiyyenin muhkem bir surette beşere talimi ve Allah Tealaya bir şerik ve nazîr ihdası mümkün olduğunu tevehhüm eylemek ve yahut Allah Tealanın ilm-i beşeri sabit bir nokta-i tenahide tevkif edip malumattan mechulata18, noksandan kemale doğru ebedi bir hayata müteveccihen ilerlemesine mani olması lazım geleceğini iddia etmek, hasılı feyz-i ilahide buhl istemektir. Her tavr-ı terakkinin ilerisinde kat’ olunacak mesafe, keşf edilecek hakâik ve hiçbir zaman nüfuz edilip bitirilemeyecek mebâdi ve mekasıd mevcut olduğu halde, Allah Tealanın bunları istidadat-ı muhtelifeye göre sezdirmeyip ezher cihet gizlemesi ve bu mechulatı mümkün olduğu kadar hall ü keşfe medar ve mi’yar olmak üzere bahşettiği usûl ve delâil-i muhkemeyi, mütenahi ve camid bir noktada tutması, dünkü ilimden yarın, dünyadan ahiret için istifade ettirmemesi nasıl olur da mukteza-yı hikmet-i ilahiye farz edilebilir?”19 Müellif mütalaasının devamında her şeyi ispatlayıp vuzuha kavuşturduğunu iddia etmenin cehaletten başka bir şey olmadığını anlatır.
Bir başka hikmet-i vücut şudur: “Sonra edeb ü ahlak veya diğer hikmetlerden dolayı tasrihi hayır olmayan, kinaye ve ta’riz daha beliğ ve müessir bulunan mezâmin vardır”20. Görüldüğü gibi bazen adab gereği olarak bazı meseleleri üstü kapalı tarzda bildirmenin daha güzel ve etkili olduğunu vurgular.
Bir başka hikmet: “Nihayet bütün beyanat nizamı, tevhid üzere vahdetten kesrete veya kesretten vahdete giderken gerek nisbetlerde ve gerek hudud-i tasavvuratta lisan-ı beşerin henüz lügatini vaz’ etmediği, hatta hiç sezmediği, düşünmediği, misalini görmediği nice maânî ve hakâik vardır ki bunlar bir muhkem ile ifade olunmakla beraber, müteşabih bir misal ve ima ile sezdirildikleri zaman daha müfid olur. Bu gibilerin bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler”
Bilinen bir hikmeti de şöyle ifade eder: “Hükema derler ki: İlmin başı hayrettir. Bu itibar ile de Kur’ân’ın başında irşad ve hidayetin bidayetinde böyle hayretengiz bir tebliğin beliğ bir kuvve-i teshiriyyesi vardır.” Bunun mânâsı şudur: İnsanın bir şeyi merak etmesi önemlidir. Merakla başlayıp, derken hayret derecesine ulaşan insanın, hayreti nisbetinde konuya duyduğu ilgi artar, heyecan duyar. Mesele ile ilgili en ufak ayrıntıları bile kaçırmak istemez. Halbuki rasgele, sathi bir bakış atfetmekle konuyla sıkı bir irtibat kuramaz. İnsan ilgilendiği konuda, zihninin ihata edemediği tarafların kaldığını bildiği takdirde, onları öğrenmeye ihtiyacı ve iştiyakı artar. Bilimler böylelikle gelişip mükemmelleşir. Hayret uyandırılmazsa, genel bir bakışla, insan bazı ayrıntıları kaçırabilir.
4-Müteşabihleri Sınıflandırmaya Katkısı:
“Birçoğu da bir mânâ-yı muhkem etrafında onunla kabil-i ictima ve meratib-i muhtelife üzere müterettib müteaddit işarat ve delâlâtı ihtiva ettiğinden dolayı icmal veya işkal ve hafa ile calib-i dikkat olur. Bu suretle muhkem zımnında müteşabih, müteşabih maiyetinde muhkem de bulunur.” Buna göre bir kısım müteşabihler, muhkem bir mânâ ile bir arada bulunabilirler. Bu muhkem mânâlar, çeşitli aşamalarda ve merdiven basamakları gibi sıralanan, birbiri üzerine bina edilecek tarzda birçok işaret ve delaletler ihtiva etmeleri sebebiyle mücmel veya müşkil veya hafî haline gelebilirler.
Aşağıda görüleceği gibi hafî, müşkil ve mücmeli müteşabihin kısımları arasında sayar: “Hasılı aksam-ı müteşabihten hafînin hükmü taleb u taharri, müşkilin hükmü, bununla beraber teemmül, mücmelin hükmü bunlardan bir beyan-ı tefsire intizar ve taharri, asıl müteşabihin hükmü de tevakkuf ve Allah’a tefviz ile ilticadır.”
Aşağıdaki tasnif müfessirimizden önce de bulunup ona mahsus olmamakla beraber, onun tarafından derli toplu ifade edildiğini görmekteyiz:
“Müteşabihat için bir de şu taksim vardır: Lafız
cihetinden müteşabih, mânâ cihetinden müteşabih, her iki cihetten müteşabih. 1- Lafız cihetinden müteşabih ya elfaz-ı müfredede veya kelam-ı mürekkebdedir. Elfaz-ı müfrededeki mesela “ebben”, “yeziffûn” gibi garabetten veya “yed” ve “ayn” gibi iştirakten neş’et eder. Kelam-ı mürekkebdeki: a) ya ihtisardan b) veya basttan c) veya hususiyet-i nazımdan olmak üzere üç kısımdır. 2- Mânâ cihetiyle müteşabih evsaf-ı ilahiye ve evsaf-ı ahiret gibi hissi veya gayr-ı hissi bir suret-i misaliyyesine malik olamadığımızdan dolayı tasavvuruna yetişemeyeceğimiz maânîdir. 3- Her iki cihetten müteşabih başlıca beştir: a) Umum veya husus gibi kemmiyyet cihetinden, b) vücub veya nedib gibi keyfiyet cihetinden, c) nasih veya mensuh gibi zaman cihetinden, d) mekan cihetinden, veya e) ayetin nazil olduğu adet cihetinden -ki “Leyse’l-birre bi en te’tü’l-büyûte min zuhûrihâ”25 gibi- fiilin sıhhat u fesadındaki şurût cihetinden.”
5-Müteşabihin İşlevlerini Bildirmeye Katkısı:
Müteşabih ayetlerin işlevleri konusunda müfessirimiz şu orijinal vurguyu yapar: Müteşabihlerin, muhkem bir hakikati ihtiva ettiklerini unutmamak gerekir.
Müteşabihin önemli bir işlevini ve insanlığın ayrılmaz bir parçası olmasını şu pasajda ayrıntılı olarak bildirir:
Meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolunmaz. Meçhulat, malumat ile ve o malumatın derece-i kuvveti ile mütenasib olarak hallolunur. Ta’lim u irşad, malumat üzerine meçhulatı sezdirmek ve o meçhulatı malumata irca ettirmektir. Talibte malumat arttıkça, muallim, kuvvetine göre meçhulatı peyderpey sezdirir, ba’dehu hallettirir. Bu suretle mehulü sezmek de onu bilmenin bir şart-ı mütekaddimi olur. Cenab-ı Hak kullarına ilm-i hakkı böyle ihsan eder. İbtida kendini ve gayrı temyiz ettiren bir ilm-i muhkem bahşeder. Ba’dehu müteşabih bir halde meçhulatı sezdirir. Bunları kademe kademe muhkemata irca ettirerek malumat-ı yakiniyyeye tahvil eder…
Müfessirimizin bu mütalaasını şöyle özetleyebiliriz:
Göklerde, yerde, bütün kâinatta Allah’a gizli hiçbir şey yoktur. Ama O’ndan başkası için durum böyle değildir, onlar için çok sayıda bilinmeyen şeyler mevcuttur. Aynen bunun gibi, hakikatlere tam tamına mutabık olan Kur’ân-ı Kerim için de benzer bir durum söz konusudur. Öğretim, bilinenlere dayanıp bilinmeyenleri sezdirmek, derken bilinmeyenleri de bilinen şeylere dönüştürmektir. Bir meçhulü sezmek, onu bilmediğinin farkında olmak, onu öğrenmenin ön şartıdır. Allah, meçhulleri müteşabih halinde sezdirir, bunları derece derece muhkem, yani kesin bilgi haline dönüştürür. Allah’ın ilmi sınırsız, beşerinki ise sınırlıdır. İnsanın bunu idrak etmesi en büyük bir marifettir. İnsanın bilgisi ne kadar fazla olursa olsun, önünde bilmediği çok şeyin bulunduğunu sezmeye muhtaçtır. Bu ise, müteşabihat karşısında bulunduğunu bilmektir. Gerek maziye, gerek istikbale dair hiçbir beşeri bilgi, teşabühten kurtulamaz. Kesinlik sadece çok kısa bir an olan hazır zamanda olup her tecrübe anının bir adım gerisi veya bir adım ilerisi teşabühle alakalıdır. “İlmin en kuvvetli müeyyidesi olan tecrübe bile zaruri (kesin) bir müeyyide değildir. Bu babda en sağlam ve en umumi vesika beka-yı illetten çıkan ıttırad-ı âdidir (bu alanda en sağlam belge, varlık sebebinin devam etmesinden ileri gelen normal nizamdır) ki bu da irade-i ilahiyyeye istinaddır. Binaenaleyh ilm-i beşerin müteşabihattan kurtulması gayr-i mümkindir.”
Daha ileride, “İnsanların, Allah’ın ilmine havale edecekleri hakikatlerin her zaman bulunacağını bildirip 'muhkemattan sonra bile hakaik-i müteşabihenin mücerret mevcut olduğunu bilmek de ilm-i beşer için pek büyük bir kemal ve gaye-i beşer için pek mühim bir hayırdır' der. Bu pasajı dikkatle inceleyen bir muhatap, müteşabihatın nefis bir felsefesini ve müfessirimizin onu nasıl temellendirdiğini görerek hayran kalmaktan kendisini alamaz.
6-Müteşabihler Konusunda Rasih Âlimlerin Rolü:
Müellifimiz, cumhura uyarak “Ve ma ya’lemu te’vilehû illallah ve’r-râsihûne fi’l-ilmi”30 ayetinde lafz-ı celâle üzerinde vakf etmeyi tercih eder. Fakat az sonra açıkça söylemeksizin, sanki vakf “fi’l-ilmi”de imiş gibi tefsire başlar. Rasih âlimlerin üzerine düşen görevi vurgular. Bu tefsirin de, önceki gibi İbn Abbas (r.a)’dan nakledildiğini, mütekellimin ile müteahhir âlimlerin birçoğunun bunu tercih ettiklerini belirtir. Daha sonra her iki görüşün sentezi halinde şöyle der: “Bu babda te’vil ve içtihad başkalarının değil, meratib-i muhkemat ile meratib-i müteşabihatı seçer, te’vili caiz olup olmayanları temyiz eder, fitneden kendini ve herkesi iğfal etmekten sakınır, haddini bilir, ilm-i ilahiye tefviz edilmesi lazım gelenleri O’na tefviz eyler, imanı kamil, tarik-i ilimde kavi, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilir ve sever, hasılı hikmete mazhar ulema-yı rasihinin hakk u selahiyyetidir”31
Bir başka yazıda müteşabihler konusunda Bediüzzaman Said Nursi’nin izahlarını da değerlendirip onların bu değerli mütalaalarının müteşabihler konusundaki anlayışı yerli yerine oturtmanın da ötesinde, Kur’ân tefsir ve anlayışına da büyük bir zenginlik kattığı kanaatimizi paylaşmayı düşünüyoruz.
* Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Görevlisi
syildirim@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, 2/1036.
2. Yazır, a.g.e., 2/1047-1048.
3. Yazır, a.g.e., 1/159.
4. Yazır, a.g.e., 2/1037.
5. Bakara sûresi, 70.
6. Bakara sûresi, 118.
7. Bakara sûresi, 25.
8. Hud sûresi,1.
9. Zümer sûresi, 23.
10. Yazır, a.g.e., 2/1037.
11. Bakara sûresi, 2.
12. Hud sûresi, 1.
13. Zümer sûresi, 23.
14. Yazır, a.g.e., 2/1036.
15. Zümer sûresi, 23.
16. Al-i İmran sûresi, 7.
17. Yazır, a.g.e., 2/1037-1038.
18. Metinde böyledir. Zannedersem burada bir zühul bulunmakta olup siyaka göre: “meçhulattan malumata” olması gerekmektedir.
19. Yazır, a.g.e., 2/1042-1043
20. Yazır, a.g.e., 2/1038
21. Yazır, a.g.e., 2/1038-1039
22. Yazır, a.g.e., 1/159.
23. Yazır, a.g.e., 2/1038.
24. Yazır, a.g.e., 2/1039.
25. Bakara sûresi, 189.
26. Yazır, a.g.e., 2/1039-1040.
27. Yazır, a.g.e., 2/1043.
28. Yazır, a.g.e., 2/1041.
29. A.g.e.,2,1042.
30. Al-i İmran sûresi, 7.
31. Yazır, 2, 1045.
.
ELMALILI HAMDİ YAZIR VE TEFSİRİ
Prof. Dr. Suat Yıldırım
M. Hamdi Yazır merhum, bereketli Osmanlı pınarının sulayıp yetiştirdiği büyük kıymetlerimizin başında gelmektedir. Kıymeti, yaşadığı zaman dilimiyle kıyaslanırsa daha da artmaktadır. Çünkü Osmanlı Devlet-i Aliye'sinin, yani asırlık pınarın kurumaya yüz tuttuğu, çevresindeki herşeyin susuzluk tehlikesiyle karşılaştığı buhran döneminde yaşamıştır. Bir yanda parıltısı gözlerden, gönüllerden silinmeyen bir mazi, diğer yanda ise, ne şekil alacağı kestirilemeyen bunalımlarla dolu bir istikbâl... İşte Elmalılı Küçük Hamdi Efendi (küçüklüğü Hocası Büyük Hamdi Efendi ye hürmetinin sembolüdür), bu buhranlı dönemi tatlı bir geçişle, bir başka şanlı istikbâlin müjdesi olarak yaşamış, bu dönemde milletimizi şoka uğramaktan kurtaran büyük zâtlardan biridir. Büyüklüğünün bir alâmeti de içinde yaşadığımız şu 90'lı yıllarda, kıymetli tefsirinin halen aşılamamış bulunması ve aynı anda dört sadeleştirmesinin ilim âlemine sunulmasıdır. Hatırasını yâdederek en azından bir fatihaya vesile olabilme ümidiyle, hakkındaki bu kıymetli yazıyı, vefat ettiği Mayıs ayında siz okuyucularımıza takdim ediyoruz.
Müslüman Türk kütüphanesine "Hak Dinî Kur'ân Dili" adlı değerli tefsiri kazandırmış olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın vefatının üzerinden elli yıl geçti. Bu vesile ile bu büyük âlimin hayatı ve eseri hakkında okuyucularımıza kısa bilgi vermek istiyoruz.
M. Hamdi Yazır 1294 (1877) yılında Antalya'nın Elmalı kazasında dünyaya geldi. Babası, Burdur'un Gölhisar kazasının Yazır köyünden Numan Efendi'dir. Annesi Elmalı ulemasından Mehmet Efendi'nin kızı Fatıma Hanımdır. Numan Efendi Şer'iyye Mahkemesi Başkâtipliği görevinde çalışmıştır. Babası gibi dedeleri de ilmiye sınıfındandır. Hamdi Efendi, İlkokulu, Rüşdiye'yi ve hafızlığını tamamlayıp bazı İslâmî ilimlerde son bilgileri aldıktan sonra 1310 yılında dayısı Mustafa Sanlar Hocaefendi ile İstanbul'a gitti. Küçük Ayasofya medresesinde ders okumaya başladı. Orada başta gelen hocası, Tetkikat-ı Şer'iyye Meclisi Reisi Kayserili Büyük Hamdi Efendi olup, ondan ayırd edilmek maksadıyla kendisine Küçük Hamdi Efendi denilmiştir. İcazeti müteakip ayrılır. 1324'de rüus imtihanına girerek üstün başarı ile dersiâm oldu. Hakim yetiştiren Mekteb-i Nüvvabı da birincilikle bitirdi. Sonra Antalya milletvekili seçilerek ikinci meşrutiyetin ilk meclisine girdi. Dini ilimlerden başka matematik, felsefe, edebiyat tahsili yaptı. Bir iddia üzerine dört ay kadar kısa bir zamanda ileri seviyede Fransızca öğrendi. Mebusluğu sırasında Mekteb-i Nüvvab ve Mekteb-i Kuzat'ta hocalığına devam etti. Mebusluktan sonra da Medresetü'l-Vaizin, Süleymaniye medresesi, Mekteb-i Mülkiye gibi müesseselerde fıkıh, mantık gibi dersler okuttu ve Huzur-i Hûmayun dersi muhatabı oldu. Şeyhülislâmlığa bağlı olarak bir ilim akademisi durumunda olan Dârül Hikmeti'l-İslâmiyye âzâlığına 1918'de tayin edildi; 1919'da bu müessesenin başkanlığına yükseltildi.
Milletvekili iken Sultan II. Abdülhamid'in hal edilmesine dair fetvanın müsveddesinin hazırlanmasında rol almıştır.(1) O zamanki şartlar içinde, birçok ilim adamının, suret-i hakdan görünen ittihatçılara aldanması hakkında merhum Mahir İz şunları yazmıştır: "Meşhur ulemadan Mustafa Sabri, Elmalılı Küçük Hamdi, Adanalı Hayret Efendilerle dersiamlardan tanınmış kimseler, Mehmet Akif Bey, Babanzâde Naim Bey gibi, isimleri devrin tarihinde ebedileşmiş zevat, bidayette, kemâl-i safvet ve samimiyetlerinden dolayı bu dolaba girmişlerdi. Fakat çabuk başları döndü, tertemiz sıyrıldılar ve muhalefete geçerek halkı ikaz etmek istediler. Ne fayda ki iş işten geçmiş komite maksadına nail olmuş, devlet otoritesini eline geçirmişti."(2)
Cumhuriyetten sonra medreseler kapatıldı; okullarda Arapça dersi kaldırıldı. Artık Kur'ân-ı Kerîm'i anlayıp anlatacak bir nesil bu okullardan yetişmeyecekti. Öte yandan yanlışlarla dolu Kur'ân tercümeleri piyasaya çıkmaya başladı. Dini gayret ve hamiyeti olan Kastamonu Mebusu Mahir Bey, Denizli Mebusu Mazhar Müfid Bey gibi zatların teklifi ve Diyanet Müşavere Heyeti azası Aksekili Ahmed Hamdi Beyin gayreti ile, Türkçe bir tefsîr ve meal hazırlatma kararı Büyük Millet Meclisinden çıkarıldı. Bu iş için onikibin lira tahsisat ayrıldı. Ahmed Hamdi Efendi'nin ısrarları ile M. Hamdi Tefsîri, M. Akif de meali hazırlamayı kabul etti. Fakat M. Akif'in Mısır'dan meal gönderme konusundaki tereddüdü ve sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığı anlaşmayı feshetmesi üzerine, meal de M. Hamdi Efendi'nin uhdesine geçti. Tefsirine az sonra nisbeten tafsilatlı olarak temas edeceğiz.
Fakat hayatı hakkında verdiğimiz bilgiyi tamamlamadan önce şunları da ilâve etmemiz gerekir: M. Hamdi Efendi'nin dini ilimlerden başka şiir, dini musiki ve güzel yazı kabiliyetleri vardı. Sülüs, nesih, ta'lik, celi, rik'a hatlarında mahir idi. Tezhib ve teclid (ciltleme) sanatlarında usta idi. İstanbul'da Erenköy'de oturan M. Hamdi Efendi'nin dört çocuğu oldu. 27 Mayıs 1942'de vefat eden bu âlimin kabri Erenköy'de Sahray-ı Cedîd kabristanında olup, babasının kabrinin bitişiğindedir.
Tefsirinin sonunda yazdığı şu manzum niyaz ile hayatına hatime çekmek istemişti:
Geldim likâna ermek için işbu menzile
Haşret irenlerinle beni eyleyip kerem
Bir an imiş meâl-i kitabı vücudumun
Ömrüm şu tercemanım olan satr-ı mürtesem
Levh-i rızaya yazdır ilâhî bu satırımı
Her dem nevây-i hamdini kaydeylesin kalem
Cenab-ı Mevla niyazını kabul edip, garik-ı rahmet eylesin.
Daha küçüklüğünden itibaren üstün kabiliyeti ile dikkat çeken M. Hamdi Efendi, hayatında hep yükselen bir grafik çizmiştir. Kendisi, Tefsir, Kelâm, Usul-i Fıkıh, Fıkıh, Felsefe, Mantık sahalarında iktidar sahibi idi.
TEFSİRDEN BAŞKA ESERLERİ
1- “İrşadü'l-Ahlaf fî Ahkâmı'l-Evkaf” İstanbul, 1330/ 1911.
Vakıf eserleri hükümlerine dair bu eser, Mülkiye mektebinde okuttuğu ders notlarını ihtiva etmektedir.
2- "Sefer Bahri". Sefer mesafesinin mutad vasıta (tren) ile on sekiz saatlik mesafe olarak itibar edilmesi gerektiğine dair risalesidir. Bakara sûresinin 183. ayetinin tefsîrinde belirttiği bu tatbikine vaki itirazları kendisine nakleden Ahmed Hamdi Akseki'ye gönderdiği uzunca bir mektuptan ibaret olup, Tefsirin 1960 neşrinin 8 ve 9. ciltlerinin başına, oğlu Muhtar Yazır tarafından konulmuş olup, toplam 20 sayfa kadardır.
3- "Hz. Muhammed (sav)'in Dini". Anglikan Kilisesinin, Şeyhülislâmlık makamına, İslâmiyet hakkında sorduğu sorulara cevap mahiyetindedir.
4- "Tahlili Felsefe Tarihi: Metalib ve Mezahib", İstanbul, 1341/1922. Paul Janet ile Gabriel Seailes'in Felsefe tarihine ve felsefi ekollere dair bu eserinin, İlâhîyât ve Metafizik bahislerini, notlar koyarak Fransızca'dan tercüme etmiştir.
Tamamlanan bu eserlerinin dışında çeşitli makaleleri ile yarım kalan şu eserleri vardır: 'Usul-i Fıkha' dair bir eser, 'Hukuk Kamusu', 'Hüccetüllahi'l-Baliğâ Tercümesi' ve bir 'Şiir Divanı'.
TEFSİRİ
M. Hamdi Efendi'nin Hak Dinî Kur'ân Dili adını verdiği Türkçe tefsiri 10 cild olup, (10. cilt âyet ve hadislerin kaynakları, mufassal bir indeks ve sözlük kısmı olarak, Prof. Dr. Suat Yıldırım nezaretinde İlahiyat Fakültesi öğrencilerine tez olarak hazırlatılmıştır.) 6.433 sayfadır. 1926–1938 yılları arasında, devamlı bir mesai ile on iki yıl süren bir çalışma ile bitirmiştir.
Tefsirin Mufassal Mukaddimesinde, tefsiri kaleme almasının sebebini, yazma tarzını, Kur'ân tefsiri ile alâkalı bazı meseleleri ele almış, bazı terimleri açıklamış; bilhassa, tercüme, meal, tefsir, te'vîl hakkında pek kıymetli mütalaalar derc etmiştir.
Tefsîr'de sûre ve âyetler arasındaki münasebetlerin gösterilmesine önem vermiştir. Arapça kavaide dair tahlillere az temas etmiştir. Lafızlardan ziyade mânâları açıklamaya gayret göstermiştir. Esbab-ı nüzûle, nesh, mevaiz ve ahlâka, akaid ve amele, hakaik ve ahkâma dair izahlar yazmıştır. Zamanımızı ilgilendiren ilim ve felsefe bahislerine yer vermiş, bilhassa bu cihetten kendisinden önceki tefsirlerde pek bulunmayan veya pek güç anlaşılabilen konuları anlatmıştır.
Diyanet İşleri Başkanlığı ile müfessir arasında yapılan anlaşmada yer alan programa göre tefsirde şunlar nazar-ı itibara alınacaktır:
1. Ayetler arasındaki münasebetler.
2. Esbab-ı nüzul.
3. Aşere dışında olmamak şartı ile kıraatler.
4. Terkib ve kelimeler hakkında ihtiyaca göre lisanî izahat.
5. İtikadça, Ehl-i sünnet mezhebine; amelce, Hanefi mezhebine riayet olunacak; âyetlerin ihtiva ettiği dini, şer'î, hukukî, içtimaî, ahlâki hükümleri ve âyetlerin işaret ettiği veya ilgili bulunduğu hikmet, felsefe ve ilim bahisleri ele alınacaktır. Bilhassa tevhid, tezkir (irşad) ve mevaiz hususlarında âyetler, mümkün mertebe ayrıntılı tarzda izah edilecektir. Âyetlerle ilgili tarihî vak'alar üzerinde durulacaktır.
6. Batılı müsteşrik ve yazarlarca ifade edilen yanlışlar ve tahrifler düzeltilecek; bazı mühim meseleler aydınlatılacaktır. Elmalılı eserinde rivayetten ziyade dirayet özelliği göstermiştir. İslâm'ın meselelerine temas etmiş, kurtuluşu ancak İslâm'da gördüğünü yeri geldikçe beyan etmiştir. İlmî gerçeklerin İslâm'a aykırı gitmediğini anlatmıştır. F. Razî, Taberi, Ebû Hayyan, Âlusî, Cassas, Zemahşerî, Ebussuud, Beyzavî'nin tefsirleri Kütüb-i Sitte ile beraber başlıca kaynaklarını teşkil etmiştir.
M. Hamdi Efendi, bu hususları gerçekleştirmeye muvaffak olmuştur. Tefsirin bir ve ikinci ciltleri (1-5 sûreler) ile son iki cildi olan 7. (yarısı) ve 8. cildler (Tebareke ve Amme cüzleri) mufassal iken aradaki takriben yirmi cüzü teşkil eden sûrelerin tefsîri kısa kalmıştır.
Bunun sebepleri merak konusu olmuştur. Bunlar muhtemelen şunlardır:
1. Hâkim fikirlerini ilk ciltlerde yazdığından tekrarlamak istememiştir.
2. Diğer sûreleri de bu tafsilatla ele alması halinde tefsirin 25-30 ciltlik çok büyük bir hacme ulaşacağını görerek bundan kaçınmıştır.
3. Kalbinden rahatsız olduğu için emr-i Hak vaki olmadan muhtasar da olsa tefsiri tamamlamak istemiş; son cüzlere ulaştığında fırsat olduğunu görerek tafsilat vermiştir. M. Hamdi Efendi; sorumluluğuna müdrik olarak, tefsirini ihtimamla yazmıştır. Yaptığı işi beğenmektedir. Yazarken, kendi tabiriyle "tükendiğini" söylemiştir. Bununla beraber eserinin, gönlünce olmadığını yakınlarına ifade etmiştir. Ona göre mükemmel bir tefsir için 20-30 asistanın yardımı ile kendisine otuz yıllık bir çalışma gerekirdi. İdeale ulaşmak pek zordur; fakat verdiği bu eser, 14/20. asrın Müslüman Türklerin yüzakı mahiyetinde kuvvetli ve istifadeye değer bir tefsirdir. Cenâb-ı Allah istifade edenlerin sayısını artırsın; müellif-i merhuma bol bol ecirler ihsan etsin.
DİPNOTLAR
1) Yılların İzi, Mahir İz, (Sahife: 38-39). İst. /1989.
2) Oğlu Muhtar Yazır'ın, babasının defterinden naklettiğine göre M. Hamdi Efendi "Hayatımda yaptığım en büyük hata, Sultan Hamid'in haline karışmamdır" demiştir.
Mealimiz Münasebetiyle
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Suat Yıldırım Hocamızın, uğrunda neredeyse bir ömür tükettiği Kuran'ı anlama gayreti nihayet semeresini verdi. Ortaya çıkan meal, Ramazan ayında, Zaman gazetesinin bir kültür hizmeti olarak okuyucusuyla buluştu. Dostları ve sevenlerinin yıllardır büyük bir iştiyakla beklediği meal, nihayet basıldı. Bu yazıda Hocamız, mealinin özelliklerini birkaç başlık altında inceliyor. Dikkatli okuyucularımız, Hocamızın birkaç sayı önceki yazılarının hemen tamamıyla meallerde yanlış tercüme edilen kısımlarla ilgili olduğunu, bunları örnekleriyle gösterdiğini hatırlayacaklardır.
Bu yazısında da Hocamız hazırladığı mealle ilgili olarak kısaca:
a) Açık anlaşılır ve halkın kullandığı Türkçe ile yazıldığı;
b) Ayetler arası münasebetlere dikkat çekildiği ve üç bin kadar ayetin birbiriyle irtibatlarının nazara verildiği:
c) Sûre içinde bir konudan diğerine intikal ederken gerekli hassasiyetin gösterildiği, ilgili ayetlerden örneklerle, kopukluklar var zannedilen yerlerin mealinde olmadığı hususları üzerinde durmaktadır.
Mealde dikkat edilen hususlardan biri de Kur'an'ın hitab üslubunu aynen yansıtma cehdidir. Hocamız bunu -tevazu ifadesi olarak- kısmen gerçekleştirdiğini ifade ediyor. Saygılarımızla takdim ediyoruz.
Keremi bol Rabbimizin hazırlamaya muvaffak ettiği Kur'an-ı Hâkim ve Açıklamalı Meali isimli eserimiz Zaman gazetesince yayınlanıyor.
Kitabın yayınlandığı sırada yurdumuzdan uzakta, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi'nde görevli bulunmaktayım. Eser kamuoyuna sunulunca onun hakkında müellif olarak benim açıklamada bulunmamda fayda gören dostlarımızın tekliflerini makul buldum. Mealimizin başlıca özelliklerini kısa bir makale çerçevesine sığdırmaya çalışacağım. Şöyle ki:
Âyeti Açıklayan Başka ayetler
Tefsirde yapılacak ilk iş, ayeti açıklayan başka ayetleri bulmaya çalışmaktır. Kur'an'ın bir kısmı diğer kısmını tefsir eder prensibi müfessirler arasında darbımesel olmuştur. Onun için tefsirlerde bu prensibin uygulandığını görürüz; fakat kısa meallerde buna yer verilememektedir. Zannedersem ilk olarak bu mealimiz, ayeti açıklayan diğer ayetlere işaret etmektedir. Eserimizde üç binden fazla ayet birbiri ile irtibatlandırılmıştır. Ayetlerin meallerinin sonlarında bildirilen rakamlarla, sure ve ayet numarası verilerek o ayetin tefsirinde faydalı olan diğer ayetler bildirilmiştir.
Açık Türkçe İfade
Doğru mananın yanı sıra açık Türkçe ifade konusunda bir üslup çilesi çektiğimizi ifade edebiliriz. Metne sadık kalma iddiasıyla böylesi bir eserde ön planda bulundurulması gereken Türkçe anlatım tuhaf hale getirilmemeli, okur ürkütülmemelidir. Mesela: Fatiha Suresi'nde "Ceza gününün Malik' i" tuhaflığı ve Türkçe yönünden yanlışlığı yerine "Din gününün, hesap gününün tek hâkimi" , "Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı" müphemliği yerine "Allah gökleri ve yeri hak ve hikmetle (veya ciddi bir maksatla) yarattı.", "Allah'ı aciz bırakıcı değildirler" tuhaflığı yerine tefsirlerde belirtildiği üzere "Kaçıp Allah'ın elinden kurtulamazlar:",
"Biz onun için akıllı bir oğul müjdeledik" veya "biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik." Yerine "Akıllı bir oğlunun dünyaya geleceğini kendisine müjdeledik", "Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuştur" yerine "Allah, üç uknumdan biridir diyenler kâfir olmuşlardır." "Namaz kılmakla emrolundum." yerine "Namaz kılmam emredildi." demeyi tercih ettik.
Tenâsübü'l-Âyât
Kur'an hakkındaki önemli ilimlerden biri tenasübü'l-ayat denilen ve ayetler arasındaki insicam ve bağlantıyı gösteren ilimdir. Arap edebiyatında beliğ ve etkili sözde aranan başlıca şartlardan biri, onun veciz, yani özlü olmasıdır. Onun içindir ki Kur'an-ı Kerim, dikkatli muhatabın karinelerle anlayabileceği kelimeleri zikretmez, fakat başka bir dile tercüme halinde söylenmeyen kelimeleri karinelerle bulup yerleştirmek birçok durumda mümkün olmadığından meallerimizde ayetler birbirinden kopuk sanılmaktadır. Bu irtibatı kuramayan bazı tefsirler bile bulunmaktadır. Onun için bazı müsteşrikler ve meal okuyan başkaları Kur'an'ı, birçok yerde muktadab (öncesi ve sonrası ile münasebette olmayan) sözlerin toplamı sanmışlardır. Bu inceliği anlayamayan bazı müfessirler bile bunun, Kur'an'ın peyderpey indirilmiş olmasına raci olduğunu öne sürmüşlerdir. İşte böylesi yanlışlara meydan vermemek için Kur'an tefsiri veya meali yazan kimselerin ayetler arasındaki irtibat ve insicamı göstermeleri gerekir. Ta ki muhatap veya okur, bütünlük ortaya koyan bir hitap karşısında olduğunu anlasın. Halbuki irtibat kurmanın da ötesinde Nişaburi ve Fahruddin Razi gibi müfessirlere göre Kur'an tefsirinin nice güzellikleri münasebetlere derc edilmiştir. Tefsirlerin çoğu bunları göstermek için gerekli açıklamalarda bulunmuşlardır; fakat mealde bu izahları nakletmek mümkün olmadığı gibi gerekli de değildir. Mealin hazırlandığı dilin imkânları iyi kullanılabilirse o dildeki bağlaçlar kullanılarak nispeten veciz ve edebi bir üslup tutturulabilir.
Mealimizin önemli bir özelliği de bu hususa ihtimam göstermeye çalışmasıdır. Eksiklerimize rağmen, yapabildiğimiz kadarının bile, meal edebiyatımıza önemli katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu konuyu yazacağım sırada mealimizi açınca Neml suresi karşıma çıktı. Şimdi oradaki bu kabil özelliklerin bir kısmını nakledeceğim. Böylece tefsirde bu konunun önemini değerli okurlarımıza arz etmeye çalışacağım. Şöyle ki: 6. ayetin mealinin başında "Fakat sana gelince" denilmesi gerekir ki hem burada muhatap olan Hazret-i Peygamber Aleyhisselam'ın durumunun, bir önceki ayette bildirilen durumdan tamamen farklı olduğu gösterilsin, hem de irtibat kurulabilsin.
7. ayet mealinin başına "nitekim" bağlacı konulup muhatabın zihni önceki kısımla benzerlik kurmaya hazırlanmazsa, Hz. Peygamber'den bahsedilirken birden Hz. Musa'ya geçilmesini anlamak zor olacaktır.
10-12. ayetlerde Cenab-ı Allah, Musa Aleyhisselam'a risalet verirken ona hitabı şöyle devam etmektedir: "Korkma! Benim katımda peygamberler korkmaz; yalnız haksızlık eden bunun dışındadır. Kötü hali iyiliğe çeviren kimse bilsin ki Ben şüphesiz bağışlarım, merhamet ederim. Elini koynuna sok! Firavun ve milletine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz, bembeyaz çıksın." deniliyor.
a) Bu mealden, istisnanın peygamberlerden yapıldığı sanılmakta, dolayısıyla haksızlık eden peygamberler varmış zannı uyanmaktadır.
b) Söz, peygamberlerden, bir geçiş olmaksızın aniden kötü hali iyiliğe çeviren kimselere intikal etmektedir.
c) Hemen ardından "Elini koynuna sok," emri verilmekte geçiş bağlantısı kurulmamaktadır. Ayrıca elinin bembeyaz olduğu söylenmektedir. Oysa el hakkında beyaz sıfatı makbul sayılmaz. Burada maksat, projektör gibi pırıl pırıl ışık saçan mucizevi bir hale dönüşmesidir. Oysa biz mealimizde gerek fikir silsilesi, gerek lisan yönünden bağlantıyı şöylece kurmaya çalıştık: "Korkma, Musa!", buyurdu, "Çünkü Benim huzurumda resuller korkmazlar. Benden korkanlar, zulüm ve günah işleyenlerdir. Fakat onlar da o fenalıktan sonra güzel işler yaparlarsa, onlara karşıda Ben çok affedici geniş merhamet ve ihsan sahibi olarak muamele ederim. Haydi, elini koynuna sok! Şimdi çıkar: İşte kusursuz, pırıl pırıl ışık saçıyor. Böylece Firavun'a ve onun halkına göstereceğim dokuz mucizeye bu da dâhil olsun. Hakikaten onlar yoldan tam çıkmış bir güruhtur."
17. ayette Süleyman Aleyhisselam'ın ordusunu teftiş etmesi konusuna geçilirken, baş tarafta "günün birinde" denilmeyince yukarısıyla kopukluk meydana gelmektedir.
20. ayette Süleyman Aleyhisselam kuşları araştırarak "Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplarda mı? Bana açık bir delil getirmelidir." denilince başka grupları anlatmaktan kuşlara geçilmesi irtibatsız sanılmaktadır. Ayrıca burada ordudan kaybolması sebebiyle Hüdhüd'den beklenen, delil değil mazerettir. Keza Türkçede "kayıplarda mı?" yerine "Kayıplara mı karıştı?" demenin daha me'nus ve alışılmış bir tabir olduğunu da unutmayalım. Bunları göz önüne alarak şöyle meal vermek bize daha uygun geldi: "Bir de kuşları teftiş etti ve: 'Hüdhüd'ü neden göremiyorum; yoksa kayıplara mı karıştı? Kuvvetli ve geçerli bir mazeret ortaya koymadığı takdirde onu şiddetli bir şekilde cezalandıracağım yahut boynunu keseceğim.'"
Hüdhüd, Sebe kraliçesinden, 23. ayette övgü ile bahsetmektedir. Fakat sonra 24. ayette onun güneşe tapan müşrik biri olup şeytana uyduğunu söyleyince muhatap şaşırmaktadır; ama karşı fikre geçişte yani 24. ayet mealinin başında "Ne var ki" ve Hüdhüd görmediği şeyi anlatırken, Türkçede onu belirtecek bir ifade ile "Anlaşılan, şeytan onu yoldan çıkarmış." demekle aslında mevcut olan insicam belirtilmektedir.
39. ayette bir cinnînin marifeti bildirilip 40. ayette de ona üstün gelen insanlardan büyük bir âlimin, tahtı bir anda getirmesinden bahsedilmektedir. Bu mukayeseyi ve farkı belirten bir ifade kullanılmazsa anlatım kopuk ve yavan olmaktadır: "Cinlerden biri şöyle dedi: (...)", "Kitap ilmi olan şöyle dedi" denilince mukayese gizli kalmaktadır. Oysa 40. ayet mealinin başına sadece bir "ama" edatı konulmakla hem bağlantı kurulmakta, hem de mukayese gerçekleşmektedir.
Bu örnekler saymaya gelmeyecek kadar çoktur; fakat bu kadarı bile şunu göstermeye kâfidir: Tefsirlere bakıp münasebetlerin izahını öğrenen ve dikkatini yönelterek insicamı kavrayan müfessir, Türkçedeki imkânları da kullanmasını bilirse mealin başarı derecesi yükselebilir ve insanlar onu daha rahat okuyup yararlanabilirler. Yer darlığı sebebiyle burada sadece bir meali göz önünde bulundurduk. O da ülkemizin en yetkili dini kurumunun defalarca yayınladığı mealdir.
Hitap Üslubu
Kur'an-ı Kerim; incelenen yazılı bir kitap olmasının yanında okunan, beyanı ile etkili olan bir hitaptır. Bu hitap üslubunu imkân nispetinde Türkçesine intikal ettirmeyi arzuladık. Kısmen gerçekleştirmeyi başardığımızı zannediyorum. Mesela, Kadir Suresi'ne şöyle meal verdik:
"1. Biz Kur'an'ı indirdik Kadir Gecesi.
2. Bilir misin nedir Kadir Gecesi?
3. Bin aydan daha hayırlıdır Kadir Gecesi!
4. O gece Rab'lerinin izniyle ruh ve melekler, her türlü iş için iner de iner...
5. Artık o gece bir esenliktir gider. Ta tan ağar ana kadar."
Öyle umuyorum ki asla sadakatten ayrılmaksızın Kur'an'ın hitap üslubu Türkçenin imkânları kullanılarak bir nebze aksettirilmiştir. Benzeri yerler mealimizde az değildir.
Referans Sistemi
Meali hazırlarken müteaddit tefsirlerden ve meallerden istifade ettik; fakat tefsirlerden elde ettiğimiz manayı uygulamaya çalıştık. Yoksa onları bilgi olarak nakle lüzum görmedik. Açıklama kabilinden olan yerlerde de istifade ettiğimiz eserlerin ve yazarların isimlerini zikretmedik. Şunun için:
a) Bir cilde sığdırma ve her sayfada bir Kur'an sayfasının meal ve açıklamasını bitirme şartı buna imkân vermedi.
b) Böyle bir Kur'an mealinde okurun zikrini ve fikrini dağıtmak istemedik. Yazarlar ve kitap isimleri bildirilseydi birçok okurun zihni dağılacak; "Neden şu şahıs zikredildi, falanca zikredilmedi? Halbuki falan tefsire başvurulsaydı daha iyi olurdu. Yahut falan yazarın yanlış fikirleri var. Neden Kur'an tefsirinde ona yer verildi?" gibi düşüncelere gidilebilirdi.
c) Netice itibarıyla meal, umuma mal olmayan münferit görüşlere yer verme, değişik iddialarda bulunma yeri olmadığından ve sorumluluğunu yüklenmeyeceğimiz bilgileri nakletmediğimizden bu isimlere yer vermedik.
d) Bununla beraber müsveddelerimizde yararlandığımız eserler kayıtlıdır. Gerektiğinde onları kullanabiliriz.
Netice olarak: Şu bir gerçektir ki; bir Kur'an mealinin herkesi tatmin etmesi mümkün değildir. Onun içindir ki iddiadan uzağız, aczimizi bilmemiz lazımdır. Seleflerimizin gayretlerini yıkıcı tenkitle değil, takdirle yâd ediyoruz. Aslında mükemmel meal ve tefsirden insanı aciz bırakan, Kur'an'ın i'cazıdır. Bu şuurla Rabb'imizden bu eseri noksanlarıyla beraber nezdinde makbul olan eserlerden kılmasını niyaz ediyoruz.
Uluslararası İslam Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi
Meallerimizle Biz Bize
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Allah Teâla Kur'ân-ı Kerimi, dünyanın sonuna kadar gelecek, çeşitli dillerden bütün insanlara rehber olarak göndermiştir. Kur'ân'ın dili olan Arapça; Kur'ân'ın nazil oluşundan önce, evrensel Kur'ân mesajının ifade vasıtası olmaya âdeta hazırlanmıştı. Gerçekten, hele o zamanki şartlarda, dört milyon kilometrekareden fazla olan Arap yarımadası gibi çok geniş bir coğrafyaya rağmen bütün Araplar arasında müşterek bir edebî dilin teşekkül etmesi, başlı başına bir harikadır. Bu dilin ihtiva ettiği kelimelerin sadece kökleri göz önünde bulundurulursa yüz binin üzerinde olması, türemiş kelimeler itibarıyla milyonun çok üzerinde bulunması, muazzam bir iştikak (kelime türetme) kabiliyeti ve imkânı ihtiva etmesi, dilin çok işlenmiş olup Arapça olarak söylenen şiirlerin yüzbinlerce beyitlik bir şiir mirası teşkil etmesi gibi durumlar, bu dili mümtaz kılan başlıca özelliklerdendir.
Tarihen de sabit olduğu üzere, İslâm öncesi Araplarının fuarlarda teşhir ettikleri başlıca malları, edebî ürünler oluyordu. Arap toplumunda edebî tenkit çok gelişmişti. Panayırlarda şair ve edipler yeni eserlerini sunar, jüriler, hakemler önünde eleştiriye tâbi tutulur, sonra ona göre ülkede tutunur, yahut aksine rağbet görmez, unutulur giderdi.
Geçmiş tarihî dönemlerde, çeşitli milletlerin muayyen alanlarda uzmanlaşıp maharet kazandıklarını görmekteyiz. Babil'de astroloji (gök bilimi, nücum ilmi), Yunanlılarda heykeltıraşlık, Romalılarda hukuk ve siyaset, Mısırlılarda sihir, Türklerde askerlik, Filistin'de tıp alanları gibi. Arapların da başlıca maharetleri şiir ve belagat idi. Öyle ki kelime olarak dahi Arap, meramını kolay ve akıcı bir şekilde düzgün ifade ile beyân eden mânâsına geliyordu. Arapçada, arap olmayan herkese Acem (a'cemî) deniyor ve bu kelime dilinde tutukluk olan, meramını düzgün bir şekilde anlatamayan kimseyi nitelendiriyordu. Gerçekten Arapların lisanı bir yaratılışları vardı. Hayatlarında en ön sırayı alan kavram, beliğ ifade idi. Onun içindir ki Kur'ân nazil olduğunda Arapça, çok zengin üsluplara sahip, oldukça işlenmiş bir dil ve edebiyat sergiliyordu.
Arapçanın müstesna bir dil olmasının en çarpıcı delili şudur: Yirmi birinci yüzyıla girmek üzere olduğumuz bu sıralarda Kuveyt'ten Fas'a kadar bütün Arap dünyasının dili olan edebî Arapça, on beş asır öncesinin Arapçasıdır. Kur'ân'ın kullandığı Arapçadır. Arap edebiyatı çok geliştiği için, diğer dillerin bin küsur senede kazanacağı mesafeyi kazandığından gelişen dil ve edebiyat asırlarca ihtiyacını karşılayacak bir hazine biriktirmiştir. Halbuki diğer dillerin gelişme süreçleri daha farklıdır. Meselâ Kur'ân'ın nazil oluşundan yüz küsur sene sonradan (8. asırdan) kalma Orhun ve Yenisey Yazıtlarının Türkçesinden, şimdi uzmanların dışındaki Türkler fazla bir şey anlayamazlar. Diğer diller için de durum farklı değildir. Avrupa dillerinin, durumu da böyledir. Meselâ 12. asır Fransızcası 20. asırdakinden hayli farklıdır. Arapça da, bir dil olarak elbette diller hakkındaki genel kuralların dışına çıkamaz. Diller hakkındaki ilahî âdet onun hakkında da geçerlidir. Ne var ki, biz realitede gördüğümüz ve tarihen müşahede edilen bir özelliğine işaret etmek istedik. Zaten i'cazın, yani belagat yönünden Kur'ân ifadesinin eşsiz olmasının, Kur'ân'ın bütün ediplere, benzer bir eser getirmeleri konusunda meydan okumasının başlıca hikmeti de bu olsa gerektir. Zira Allah'ın hikmeti, peygamberlerin mucizelerinin, muhatap milletlerin en fazla ileri gittikleri alandan olmasını dilemiştir. Böylece en ileri gittikleri sanatta bile mu'cizeye nazire getirilememesinin, gösterilen mu'cizenin beşer eseri olmadığını, daha açık bir şekilde ispatlaması murad edilmiştir.
Kur'ân Araplara mahsus olmayıp bütün insanlığa gönderildiğine göre, Arap olmayanlara bu ilâhî mesaj nasıl ulaştırılacaktır? Belli ki o dillere tercüme edilmesi düşünülecektir. Fakat harfî tercümesi mümkün olmadığından tefsirler yazılmıştır. Ayrıca mealler hazırlanmıştır.
Mealler, bellidir ki Kur'ân'ın başka dillere tercümesi değildir. Zira, kelimenin tam anlamıyla harfî tercüme, beşerin edebî ürünleri için bile mümkün değildir. Ama tefsirî tercüme mümkündür, hatta lâzımdır. Çünkü, "Kendilerine apaçık anlatabilsin diye her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik" (İbrahim, 14:4) âyeti gibi bazı naslar, Kur'ân'ın mânâlarının, öteki dillere de nakledilmesini gerektirmektedir. Âlimlerimizin çoğu tefsîrî tercümeyi men'etmemişlerdir. Onun içindir ki mealler ortaya çıkmıştır. Unutmayalım ki meal, tercüme gibi kısa olsa da, ister istemez bir nevi kısa bir tefsir durumundadır. Zira birçok durumda, birden fazla ihtimal söz konusu olmakta, bunlardan birini tercih edip mealin yazıldığı dilde ifadeyi ona göre formüle etmek gerekmektedir.
İşte bu da meallerin müşkillerinden biridir. Muhtemel tefsirlerden birini tercih etmekten ileri gelen farklar, ifade ve üsluplardaki çeşitlilik, mealleri farklılaştırmaktadır. Ama muteber tefsirlere dayandığı müddetçe, meallerin bu farklı tercihlerinden her biri geçerli sayılmalıdır. Mealleri eksik bulan, bundan dolayı onlara soğuk duran bazı Müslümanlar vardır. Mealin, Kur'ân-ı Kerim'in mânâlarının tamamını naklettiğini iddia etmek çok güçtür. Yüzlerce cildi bulan tefsirlerin ihata etmediği mânâları kısa bir mealden beklemek elbette doğru olmaz.
İmdi, meâllerdeki eksik noktaların tesbit edilmesi de zor bir iş değildir. Şahsî kanaatime göre, hazırlanmış Türkçe meallerin büyük ekseriyeti makbul eserlerdir. Okuyucu ciddi ve samimi bir şekilde yönelerek okur, düşünerek okur, dikkatli olursa bu mealler vasıtası ile Kur'ân'ın temel mânâlarına ulaşabilir. Onları okumaktan istifade eder, feyiz alabilir. Kur'ân meali okumakla İslâmiyeti tanıyan ve birçok durumda da kabul edip benimseyen her dil ve milletten binlerce insan olduğu da meydandadır.
Mu'ciz olan, demin işaret ettiğimiz i'caz özelliği bulunan Kur'ân'ın i'cazını nakletmek mümkün olmadığından, meallerin istisnasız olarak her biri, eksik olmaya daha başından mahkûmdur. Ne var ki, gerekli şartları haiz olma nisbetinin yüksekliği nisbetinde meallerin başarıdaki nasibi de yükselebilir. Arap edebiyatına ve üsluplarına, mealin hazırlandığı dildeki beyan ve ifade imkânlarına vâkıf olma, tefsirlerden yararlanma, büyük emek sarfetme nisbetinde, beşer ölçüsündeki mükemmele yaklaşan mealler hazırlanabilir.
Biz bu makalemizde Türkçe meallerimizde rastlanan bazı önemli veya önemsiz zorluklardan bahsedeceğiz.
Bundan maksadımız, meal hazırlarken daha fazla dikkat gösterilmesine katkıda bulunmaktır. Demin işaret ettiğimiz gibi, genel mânâlar elbette mahfuz ve makbuldür.
Gaye Türkçede daha okunaklı, daha açık ve munis gelen, daha bir ilmî titizlikle hazırlanmış, üslûp çilesi çekilmiş meallere vesile olmaktır.
Meallerimizde rastladığım bazı noktalar üzerinde düşünmek, daha iyisini bulmaya çalışmak istiyorum. İnşaallah ortaya çıkacak birçok teşvik edici çalışma ile ülkemizde Kur'ân-ı Kerim'in mânâları üzerinde düşünme, mealleri arzu edilen tarzda okuyup değerlendirme işi, daha bir canlılık kazanır.
Meallerin okunup karşılaştırılması ile, tefsir, dil ve ifade hataları en aza indirilebilir. Yoksa sırf tenkit etmek, kendini göstermek, başkasının yanlışını söylemek, kendisini mükemmel ve kusursuz görmek gibi bir niyetimiz yoktur, olamaz ve olmamalıdır. Başlıca maksadımız, Kur'ân'ın daha çok okunması, Kur'ân'ın mânâları üzerinde daha fazla düşünülerek ondan en iyi bir şekilde etkilenmemiz ve faydalanmamızda.
Meallerde tesbit ettiğimiz eksikler çeşitli cihetlerde olmuştur. Onlardan biri, zamirlerin mercilerini belirlemekten ileri gelmektedir.
1- Zamirlerin mercilerini belirlemedeki eksikler.
Bazen zamirlerin mercilerini, kime ve neye ait olduklarını belirlemek zorlaşır. Bu da kimin ne söylediğini ve yaptığını takip etmeyi zorlaştırır. Neticede mânâyı anlamakta sorunlar ortaya çıkar. Böylesi durumlarda tefsirleri inceleyerek onların yardımı ile önce meseleyi etraflıca anlamak ve meali verirken ona göre yazmak uygun olur. Meselâ Kasas sûresi 62-64. âyetlerini ele alalım. 62. âyette, kıyamet günü müşriklere yöneltilen bir hitap vardır. Müteakip 63. âyette söz konusu olanlar ise o müşriklerin putlaştırdıkları kimselerdir. Ama her iki âyette geçen "onlar" zamirinin her ikisini de müşriklere ait kabul edince, bir karışıklık, bir mânâ kargaşası ortaya çıkmaktadır.
Halbuki Ebu's-Sûud Efendi'nin Tefsirine bakılsaydı, 63. âyette geçen “Ellezîne hakka aleyhimü’l-kavlü” (Yani haklarında azap hükmü kesinleşmiş olanlar)ın putlar olduğu anlaşılırdı.
Aşağıda, Türkçede en yaygın meallerimizden onikisinden bu bölümün mealini nakledeceğiz. Şunu söylemek gerekir ki, üç âyetlik iş bu Kasas 62-64 âyetlerinin meallerinde, bu eserlerden hiçbirinden net bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Zira az önce işaret ettiğimiz gibi zamirlerin mercileri belirtilmemekte ve önemli bir yanlış yapılarak, "putların sözü", "müşriklerin sözü" şeklinde gösterilmektedir. Halbuki 62. âyetin sonunda yer alan “mâ kânû iyyânâ ya’büdûn” "Onlar bize tapmazlardı" kısmının bu soruyu sordurması, yazarı netlik arayışına itmesi gerekirdi. Meal ve tercüme hazırlayanın hiçbir zaman unutmaması gereken prensibi şu olmalı: Yazdığını kendisi okuduğunda açık, net bir mânâ çıkıp çıkmadığını kontrol etme prensibi. Meallerde genellikle, her üç âyette geçen "onlar" zamiri, müşriklere ait sayılınca, mânâyı takip edip açık ve doğru bir şekilde anlamak, neredeyse imkânsız hâle gelmektedir. Halbuki 63. âyetteki söz onlara ait olmayıp, tam aksine onların putlarına aittir. Meal verirken, konuyu iyice anlayıp, zamir yerine sarih isim kullanmak uygun olur. Böyle yapmayınca 62. âyetteki kimseler ile 63. âyetteki kimseler aynı sanılmakta, iş karışmaktadır.
VERİLEN MEALLER:
1) Elmalılı Hamdı Yazır:
62-63. Hele onlara haykırıp da "Nerede o zu'mettiğiniz şeriklerim" diyeceği gün, aleyhlerinde söz hak olmuş (söylenen başlarına gelmiş) olanlar şöyle demektedir: "Ey bizim yegâne Rabbimiz! Daha işte şunlar, o azdırdığımız kimseler! Biz onları kendi azdığımız gibi azdırdık, Sana teberri (iltica) ettik, onlar bizlere tapmıyorlardı." 64. Bir de "Haydin yalvarın bakalım şeriklerinize" denilmiştir. Binaenaleyh yalvarmışlardır, fakat kendilerine icabet etmemişler ve azabı görmüşlerdir. Vaktiyle hakkı görselerdi ya!
2) Hasan Basri Çantay:
62. O günde ki (Allah) onlara nida edip: "Hani bâtıl zan ile iddia edip durduğunuz ortaklarım nerede?" diyecektir.
63. (O gün) aleyhlerinde söz hak olanlar (şöyle) demiştir (diyecektir): "Ey Rabbimiz, işte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak onları da öylece azdırdık. Uzaklaştık, sana (döndük. Zaten) onlar bize tapmıyorlardı. "
64. (O gün onlara): "Çağırın ortaklarınızı" denilmiştir (denilecektir) de onları çağırmışlardır. Fakat bunlar kendilerine icabet etmemişlerdir ve (onların uğradıkları) azabı görmüşlerdir. N'olurdu (o müşrikler) hidayeti kabul etmiş olsalardı.
3) Ömer Rıza Doğrul- Tanrı Buyruğu:
62. Hak Teâla o gün nida eder de der ki: "Hani Bana ortak olarak ileri sürdüğünüz (mabutlarınız) nerede?"
63. Azaba lâyık olanlar: "Rabbimiz! Biz nasıl azmışsak azdırdıklarımızı da öylece azdırdık! Onlarla her ilişiği kestiğimizi Sana arz ederiz! Onlar bize tapmazlar, (kendi heva ve heveslerine taparlardı!)" diyecekler.
64. Onlara o gün denir ki: "Allah'a ortak tuttuğunuz mâbutlarınızı çağırın!" Onlar da çağırırlar: (Fakat) bunlar onlara cevap vermeyecek, onlar da azap görecekler; keşke hidayete erselerdi!
4) A. Fikri Yavuz:
62. Kıyamet gününde (Allah o müşriklere) nida edip şöyle buyuracaktır: "Nerede kendilerini ortaklarım diye zannettikleriniz?"
63. Üzerlerine azab vacip olanlar şöyle diyecektir: "Ey Rabbimiz! İşte şu düşükler, azdırdığımız kimseler. Biz nasıl azmışsak onları da öyle azdırdık, (hak yoldan çıkardık). Onların seçtiği küfürden beri olup Sana döndük. Aslında onlar bize tapmıyorlardı (ancak hevalarına uyuyorlardı)."
64. Müşriklere şöyle denecek: "(Azaptan kurtulmanız için) yalvarın bakalım ortaklarınıza (putlarınıza)." Onlar da yalvaracaklar, fakat kendilerine karşılık vermeyecekler, (hiçbir yardımda bulunamayacaklardır. Öncüler ve düşükler hepsi) azabı göreceklerdir. Önceden onlar hakkı kabul edip hidayete ereydiler ya!..
5) Diyanet İşleri Başkanlığı:
62. Allah o gün onlara seslenir: "Benim ortağım olduklarını iddia ettikleriniz nerededirler?" der.
63. Hükmün aleyhlerine gerçekleştiği kimseler: "Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık Onlardan uzaklaşıp Sana geldik. Zaten aslında bize tapmıyorlardı." derler.
64. "Koştuğunuz ortaklarınızı çağırın" denir. Onlar da çağırırlar ama, kendilerine cevap veremezler. Cehennem azabını görünce doğru yolda olmadıklarına yanarlar.
6) Prof. Dr. Süleyman Ateş:
62. O gün (Allah) onlara seslenerek: "Benim ortaklarım (olduklarını) sandığınız şeyler nerede?" der.
63. (Azab) söz(ü) üzerlerine hak olanlar: "Rabbimiz, azdırdıklarımız şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. (Biz azdık onlar da bize uydular. Onların yaptıklarından) uzak olduğumuzu, (bu hususta bizim suçumuz olmadığını) sana arz ederiz. Zaten onlar bize tapmıyorlardı.( kendi arzularına tapıyorlardı)." derler.
64. (Allah tarafından) onlara: "(Bana) koştuğunuz ortaklan çağınn!" denir. Onları çağırırlar. Fakat (çağırılanlar) bunların çağrısına cevap vermezler ve (bunlar), karşılarında azabı görürler (sanki çağırdıkları şey azabın kendisi olmuştur). Ne olurdu (sanki dünyada) yola gelselerdi!
7) İslâm Araştırmaları Vakfı:
62. O gün Allah onları çağırarak, "Benim ortaklarım olduklarını iddia ettikleriniz hani nerede?" diyecektir.
63. (O gün) haklarında azaba itilme hükmü (sözü) gerçekleşen kimseler, "Rabbimiz! Biz nasıl azmışsak işte bu azmışları da öylece azdırdık (yoksa onları zorlayan bir gücümüz yoktu). (Onların suçlarından) beri olduğumuzu Sana arz ederiz. Zaten onlar aslında bize tapmıyorlardı (kendi arzularına tapıyorlardı)." derler.
64- "(Allah'a koştuğunuz) ortaklarınızı çağırın!" denir, Onlar da çağırırlar: fakat kendilerine cevap vermezler ve (karşılarında) azabı görürler. Ne olurdu (dünyada iken) doğru yola girselerdi.
8) Bekir Sadak:
62. O gün Allah onlara seslenecek: "Nerede o iddia edip durduğunuz ortaklarım?"
63. Hüküm giymiş olanlar: "Ey bizim Rabbimiz! Bu azdırdığımız kimseleri, kendimiz nasıl azıp sapıttı isek, onları da öylece azdırıp saptırdık. Onların suçlarıyla bir ilgimiz olmadığını arz ederiz. Aslında onlar bize tapınmıyorlardı (kendi ihtiraslarına tapıyorlardı)," diyecekler.
64. Denilecek onlara: "Çağırın o ortak koştuklarınızı!" Çağıracaklar ama onlar bunlara cevap vermeyecek, ve göreceklerdir azabı; keşke doğru yolu bulmuş olsalardı.
9) Bahaeddin Sağlam:
62. Bir gün Allah onlara seslenecek: "Ortaklarım olduğunu iddia ettiğiniz şeyler nerede?" diyecektir.
63. O gün, kendileri için azabın tahakkuk ettiği kişiler: "Ey Rabbimiz! İşte aldattığımız bunlar! Kendimiz aldandığımız gibi onları da aldattık. (Onlardan) Sana sığınıyoruz. Zaten onlar bize ibadet etmiyorlardı (kendi hevalarına tapıyorlardı)."
64. Ve: "Allah'a eş koştuklarınızı çağırın" denilir. Onlar, o eş koştuklarını çağırırlar. Fakat o putlar kendilerine cevap vermezler. İşte o zaman azabı görürler. Keşke daha önce doğru yola gelmiş olsalardı!
10) M. Esed:
62. Çünkü o gün böylelerine seslenilip: "Tanrılıkta Bana ortak olduğunu sandığınız (varlıklar ya da güçler) şimdi neredeler?" diye sorulacak.
63. (Bunun üzerine vaktiyle yapılan) uyarının apaçık aleyhlerine tecelli ettiğini gören kimseler: "Ey Rabbimiz!" diyecekler, "Bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir; (evet) biz kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. (Ama şimdi) onları Senin hükmüne bırakıyoruz; zaten onların tapındığı gerçekte biz değildik."
64. Sonra onlara: "Çağırın bakalım" denecek tanrısal nitelikler yakıştırarak (Allah'a) ortak koştuğunuz (varlıkları ya da güçleri)! Ve onlar da bu sözü geçen (varlıkları ya da güçleri) yardıma çağıracaklar, ama berikiler kendilerine herhangi bir karşılık vermeyecekler; ve sonunda, göre göre sadece azabı görecekler karşılarında; (oysa, bu umutsuz, çaresiz duruma düşeceklerine) vaktiyle doğru yolu tutsalardı ya!
11) Celal Yıldırım:
62. O gün (Allah) onlara seslenir de, "iddia edip durduğunuz ortaklarım nerede?" der.
63. Aleyhlerine söz (ilahî hüküm) sabit olanlar derler ki: "Ey Rabbimiz! İşte bunlar bizim azdırıp saptırdığımız kimselerdir; biz nasıl azdıysak onları da öylece azdırıp saptırdık. Onlarla ilgimizi kesip sana yöneldik aslında onlar bize tapıyor değillerdi".
64. Onlara, "ortak koşup durduğunuz şeyleri (o sahte tanrıları) çağırın!" denilir. Çağırırlar ama onlara cevap vermezler. Derken azabı görürler; keşke doğru yolu bulmuş olsalardı.
12) Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk:
62. O gün onlara seslenerek şöyle diyecek: "O kendilerini bir şey sandığınız ortaklarım nerede?"
63. Üzerlerine hüküm hak olanlar şöyle diyecekler: "Rabbimiz, azdırdıklarımız işte şunlar. Kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onlardan uzak olduğumuzu Sana arz ediyoruz. Zaten onlar bize kulluk/ibadet etmiyorlardı."
64. Şöyle denilir: "Çağırın ortak, koştuklarınızı!" Onlar da çağırırlar. Fakat ötekiler bunlara cevap vermezler; azabı görmüşlerdir. Önceden yola gelselerdi ne olurdu.
13) Biz ise şöyle meal vermeyi uygun bulduk:
62. O gün Allah müşriklere: "Nerede Benim ortakların olduğunu iddia ettiğiniz şerikler?" diye seslenir.
63. (Şeytanlardan ve insanlardan olup putlaştırılmış oldukları için) kendileri hakkında azap hükmü kesinleşmiş olanlar: "Ulu Rabbimiz! İşimiz meydanda, azdırdığımız kimseler işte karşımızda, inkâr edemeyiz. Ama onları, sırf kötülük yapmak için azdırmadık; kendimiz azdığımız gibi onları da azdırdık. Onları zorlamadık Onların hakkımızdaki iddiaları ile, onların bizi putlaştırmaları ile hiçbir ilişiğimiz olmadığını ilan ile Sana arz ediyoruz, Sana sığınıyoruz. Zaten aslında onlar bize tapmıyorlardı (kendi hevalarına tapıyorlardı)."
64. Bu defa onları putlaştıranlara hitaben: "Haydin, şeriklerinize yalvarın da onlardan yardım isteyin!" denir. Yalvarırlar, ama onlar bunlara cevap vermezler. Fakat cevap olarak karşılarına çıkan azabı görürler. Ne olurdu yani dünyada iken bu gerçeği anlayıp hakkı kabul etselerdi! Vallahu a'lem.
.
Meallerimizle Biz Bize- 2
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Bir önceki makalemizde Kur'ân-ı Kerîm meâllerinde karşılaşılan bazı güçlükleri ele almış, zamirlerin mercilerini belirlemeye dikkat etmemenin veya bu husustaki isabetsizliğin, mânâ kargaşasına sebep olduğunu, ortaya çıkardığı müphemlikten ötürü yanlışlara yol açabildiğini arzetmiştik. Bu makalemizde, Kur'ân-ı Kerîm meâli hazırlarken umumî hükümden yapılan istisna durumlarında meydana çıkan bazı zorlukları ele alacağız.
Misal olarak Sâffât Sûresi'nin 38-41 âyetlerini ele alalım.
إِنَّكُمْ لَذَائِقُو الْعَذَابِ الأَلِيمِ * وَمَا تُجْزَوْنَ إِلاَّ مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ * إِلاَّ عِبَادَ اللهِ الْمُخْلَصِينَ * أُولَئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَعْلُومٌ
Hemen önceki ayetlerde, şirk inançlarında ısrarla devam edip, Hz. Peygamber'e (s.a.s) hakaret eden, Allah'ın birliğine ve imana karşı koyan mücrimlerden bahsedilmekte, 38. âyette kendilerine hitaben: "Elbette acı azâbı tadacaksınız!" denilmektedir. 39. âyette de bu acı azaba maruz kalmalarının sebebi bildirilmektedir: Bu can yakan azâba durup dururken değil, ömür boyunca yapageldikleri inkâr ve isyanlar sebebiyle duçâr oldukları, sırf yaptıklarının karşılığını aldıkları vurgulanmaktadır. Onlara yapılan azâpların anlatımı böylece bitirildikten sonra 40. âyette sıra, Allah Teâla'nın makbul kullarına gelmekte, onların ise mükâfatlarını kat kat alacakları, kendilerine mükemmel ve tarife hâcet olmayan nasipler verileceği beyân buyurulmaktadır. Bu âyette, Arapçada “illâ” edatıyla yapılan bir istisna üslûbu kullanılmıştır.
İstisna bazen muttasıl, bazen munkatı' olur. Munkatı' olduğunda, lâkin mânâsına gelir, artık gerçek bir istisna anlamı kalmaz. Dolayısıyla “illâ”dan sonra gelen kısmın, tamamen başka bir kategoriden bahsettiği “illâ”dan öncekilerle ilişkisi olmadığı anlaşılır. İşte buna dikkat edilmediği takdirde, hitabın “illâ”dan sonrakileri de kapsadığı bu sözün onlara da yöneltildiği, fakat sonra hariç tutuldukları anlamı çıkar. Halbuki "O mücrimlerin durumu budur. Onlar o azâbı tadacaklardır. Onları bir tarafa bırakalım. Gelelim Allah'ın makbul kullarına, işte bunlar mükâfatlarını kat kat alarak, mükemmel bir nasipten yararlanacaklardır." denilse, elbette daha iyi olur ve böylece mü'minlerin o hitabın kapsamında olmadıkları açıkça ortaya çıkar.
Bu parçada önemli diğer bir husus da “illâ” edatının ilişkili olduğu yerdir. Ebu's-Suûd Efendi şöyle diyor: "Burası “zâiku”daki zamirden istisnayı munkatı'dır. İkisinin arasındaki kısım (yani 39. âyet) ise itirazî (parantez içi) bir cümleciktir. (...) Burayı istisnayı muttasıl zannederek “tüczevne” hitabındaki zamirden istisna edilmiş sayıp bütün insanlara teşmil etmek en küçük bir ihtimal dahilinde bile değildir." Mânâ şudur: "Siz bu acı azâbı tadacaksınız, Allah'ın hâlis ve muvahhid kulları ise böyle olmayacaklar."1
Şimdi gelecek bölümde mezkûr âyetlerin meâllerini çeşitli eserlerden iktibas ederek, her birini değerlendirme imkânı bulacağız.
1. Elmalılı Hamdi Yazır:
38-40- Elbette siz o elîm (gayet acı) azâbı tadacaksınız. Mâmafih başka değil, hep yaptığınız amellerinizle cezâlanacaksınız; müstesnâ ancak Allah'ın ihlâs verilmiş kulları.
41-42- Onlar için bir malum rızık var, meyveler (var) ve onlara hep ikrâm olunurlar, Naîm Cennetlerinde,
2. Hasan Basri Çantay:
38- Elbette siz o acıklı azâbı tadacaksınız.
39- Yapmakta idiğiniz şeylerden başkasıyla da cezâlandırılmayacaksınız.
40- Allah'ın ihlâsa (ve samimiyete) erdirilmiş kulları müstesnâ.
41- Onlar böyle. Onlar için (hassaları) ma'lûm rızık vardır.
3. Ömer Rıza Doğrul:
38- Siz muhakkak ki, acıklı azabı tadacaksınız.
39- Gördüğünüz (cezâ) yaptıklarınızın karşılığından başka bir şey değildir.
40- Allah'ın hâlis kulları (ise) başkadır.
41- Onların malûm bir rızkı vardır.
4. A. Fikri Yavuz:
38- Elbette siz (ey Mekke halkı, tekzip etmekle) o acıklı azâbı tadacaksınız.
39- Ve (dünyada) yapmış olduğunuz şeylerden başkasıyla cezâlandırılmayacaksınız.
40- Şu kadar ki, Allah'ın ihlâs sahibi kulları müstesnâdır.
41- İşte bunlar için, (özellikleri) belli bir rızık vardır.
5. Diyanet İşleri Başkanlığı:
38- Şüphesiz siz can yakıcı azâbı tadacaksınız.
39- Yaptığınızdan başka bir şeyle cezalanmayacaksınız.
40- Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.
41-42- İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır...
6. Prof. Dr. Süleyman Ateş:
38- Siz acı azâbı tadacaksınız.
39- Sadece yaptığınız (işler)le cezâlanıyorsunuz.
40- Ancak Allah'ın hâlis kulları bu cezânın dışındadır.
41- Onlar için bilinen bir rızık vardır.
7. İSAV- Medine:
38- Kuşkusuz siz acı azâbı tadacaksınız.
39- Çekeceğiniz cezâ, yapmakta olduğunuzdan başka bir şeyin cezâsı değildir.
40- (Bu azâptan) ancak Allah'ın hâlis kulları istisna edilecek.
41,42- Bunlar için bilinen bir rızık, türlü meyveler vardır....
8. Bekir Sadak:
38- Siz, gerçekten acı azâbı tadacaksınız.
39- Yaptıklarınızdan başkasıyla da cezalandırılmayacaksınız!
40- Allah'ın hâlis kulları ise,
41- Bunlar için özel rızık hazırlanmıştır.
9. Bahattin Sağlam:
38- İşte hiç şüphesiz, siz elim bir azâbı tadacaksınız.
39- Ve yaptıklarınızdan başka bir şey ile cezâlandırılmayacaksınız.
40- Allah'ın ihlâsa muvaffak olan kulları hariç.
41- İşte onlar için belli bir rızık vardır.
10. Muhammed Esed:
38- Bakın siz, (öteki dünyada) acıklı azâbı tadacaksınız.
39- Ama yapmış olduğunuzdan başka bir şeyle cezâlandırılmayacaksınız.
40- Ancak Allah'ın hâlis kullarına böyle davranılmayacak.
41- (Öteki dünyada) onlar için, yabancısı olmadıkları bir rızık hazırlanacaktır.
11. Celal Yıldırım:
38- Ve sizler, elbette elem verici azâbı tadacaksınız.
39- Ve ancak siz yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız.
40- Ancak Allah'ın (imân temeli üzerinde gelişip) İyi niyetli, gösterişten uzak, samimî kulları müstesna..
41- İşte bunlar için bilinen, belirlenen bir rızık vardır.
12. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk:
38-Yemin olsun, siz o acıklı azâbı mutlaka tadacaksınız.
39- Ve yalnız yapıp ettiklerinizin karşılığıyla cezâlandırılacaksınız.
40- Allah'ın ihlâsa erdirilmiş temiz kulları başkadır.
41- Onlar için belirlenmiş bir rızık vardır.
13. Ali Bulaç:
38- Şüphesiz, siz, acı azâbı tadıcılarsınız.
39- Yaptıklarınızdan başkasıyla cezâlandırılmayacaksınız.
40- Ancak muhlis olan kullar başka.
41- İşte onlar, onlar için bilinen bir rızık vardır.
14. Yeni Asya Yay.:
38- O pek acı azâbı muhakkak tadacaksınız.
39- Ve ancak kendi yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz.
40- Allah'ın ihlâslı kulları bundan müstesnadır.
41- Onlar için bilinen rızıklar, türlü türlü meyveler vardır.
Meallerin çoğunda "rizkun ma’lûm - bilinen malûm rızık" olarak tercüme edilmiştir. Bu sathî bir tercümedir. Birçok kimse burayı: "Bilinen, yani sıradan bir rızık" diye anlar. Halbuki ma'lûm burada, "tarife hacet kalmayacak derecede belli, yani mükemmel" anlamındadır. Bekir Sadak: "Özel bir rızık", A. F. Yavuz: "Özellikleri belli rızık" demekle isabet edip, bunu telafi etmişlerdir.
Demek ki Sâffât, 38-41 bölümünde meâl verilirken şu hususlara dikkat etmek ekseri meâl sahiplerinin dikkatinden kaçmış bulunuyor:
1- İstisna edatının ilişkili olduğu âyet 38. âyet olduğu halde, 39. âyet zannedilmiş.
2- İstisna-yı munkatı' olduğu gözden kaçarak, "ancak" denerek istisnayı muttasıl mânâsı verilmiş.
3- "ma’lûm", kelimesi "bilinen" diye tercüme edilerek "sıradan bir rızık" zannına yol açılmış. Yanımızda bulunan eserlerden Bekir Sadak'ınki: "Allah'ın hâlis kulları ise", İSAV'ın eseri ise; "Bu azâptan" kaydını koyarak isabetli anlam vermişlerdir.
Biz şöyle bir meâl vermeyi teklif ediyoruz:
38,39- "Siz (yarın âhirette) elbette o acı azâbı tadacaksınız. Ama aslında siz, sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz, yoksa size bundan fazla bir azap verilmeyecek.
40- Lâkin Allah'ın ihlâsa erdirdiği kulları, yaptıklarının mükâfatını kat kat fazlasıyla alacaklardır.
41,42- Onların, tarife hâcet olmayan, her yönden mükemmel bir nasipleri vardır, onlara meyveler vardır. Ve onlar hep izzet ve ikramla ağırlanırlar."
İstisnanın müphem ve muğlak bırakılmasına bir başka misal Zuhruf, 86. âyetine verilen anlamlardır. Meallerin ekserisinde ya istisnanın konusu, yahut istisna edilenlerin durumu müphem kalmakta, mânâyı kesin ve net bir şekilde elde etmek zor olmaktadır. Oysa burada beyân buyurulmak istenen şudur: "Sahte tanrıların Allah katında şefâat yetkileri yoktur. Şefaat, hak dine inanan makbul kullara ait bir özelliktir."
وَلاَ يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلاَّ مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Şimdi bu âyetin meâlini, çeşitli eserlerden iktibas edelim;
1. Elmalılı Hamdı Yazır:
86- O'ndan başka yalvarıp durdukları şeyler şefâat de edemezler, ancak bilerek hakka şehâdet eden kimseler müstesna!
2. Hasan Basri Çantay:
86-Allah'ı bırakıp da tapar oldukları (putlar hiçbir kimseye) şefâat etmek (salâhiyetine) malik değildir. Hakka, bizzat (kalbleriyle) bilerek şehâdet edenler müstesna.
3. Ömer Rıza Doğrul:
86-Allah'ı bırakıp ondan başkasına tapanlar, taptıklarının şefâatine nâil olamazlar. Ancak hakka şehâdet edenler ve hakkı bilenler müstesnadırlar.
4. A. Fikri Yavuz:
86- O'ndan başka ibadet edip durdukları şeyler (putlar), şefâat de edemezler; ancak hakka şehâdet eden (dili ve kalbi ile "Lâ ilâhe illallah" diyen) kimseler müstesnâ... Onlar (Allah'ın, rableri olduğunu gerçek olarak) bilirler.
5. Diyanet İşleri Başkanlığı:
86- Allah'ı bırakıp yalvardıkları şeyler şefâat edemezler, ancak gerçeği bilip şahitlik edenler bunun dışındadır.
6. Prof. Dr. Süleyman Ateş;
86- O'ndan başka (tanrı diye) yalvardıkları şeyler şefâat yetkisine sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler (bildiklerini doğru anlatanlar) bunun dışındadır.
7. İSAV- Medine:
86- Allah'ı bırakıp da taptıkları putlar, şefâat etmeye mâlik değillerdi. Ancak bilerek hak dine inanıp ona şâhitlik edenler müstesnâdır.
8. Bekir Sadak:
86- Allah'tan başka taptıkları tanrılar kimseye şefâat edemeyecektir; ancak bilerek gerçeğe şahitlik yapmış olanlar bunu yapabilecektir.
9. Bahattin Sağlam:
86- Allah'tan başka yalvardıkları zatlar, şefâat etmeye malik değiller. Hakka şahit olup da (Allah'ın mutlak hakimiyetini) bilenler müstesnâ...(Hz. İsa ve melekler gibi.)
10. Muhammed Esed:
86- Bazılarının Allah'tan başka sığınıp yalvardıkları bu (varlık)lar, (hayatlarında) hakikate şahitlik yapmış ve (Allah'ın tek ve benzersiz olduğunun) farkına varmış olanlar dışında (Hesap Günü) hiç kimseye şefâat etme gücüne sahip değiller.
11. Celal Yıldırım:
86- Allah'tan başkasına duâ edip yalvaranlar, yalvardıkları şeyin şefâatine eremezler Ancak bilerek hak ile (hak adına) şehâdet edenler müstesnâ...
12. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk:
86- O'nu bırakıp da yakardıkları, şefâat edemezler. Bilerek hakka tanıklık edenler başka...
13. Ali Bulaç:
86- O'nun dışında tapmakta oldukları şefâatte bulunmaya mâlik değildirler. Ancak kendileri bilerek hakka şahitlik edenler başka.
14. Yeni Asya Yay.:
86- Müşriklerin O'nu bırakıp da kulluk ettikleri şeyler ise bir şefâatte bulunamazlar. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler o gün şefâat edebilirler.
Bu âyete mânâ verirken yukarıda naklettiğimiz bazı eserlerdeki (meselâ; İSAV-Medine, H. Basri Çantay, Yeni Asya, Diyanet, Ömer Rıza Doğrul, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk), "Allah'ı bırakıp da taptıkları" tarzında meâller isabetli değildir. Müşrikler Allah'ı bırakmış, O'nu terketmiş, O'na inanmaktan vazgeçmiş değiller. Şirke düşmelerinin sebebi O'nun dışında, O'nun dûnunda (altında) olarak bazı putlardan şefâat ummalarıdır.
Biz şöyle bir meâl vermeyi teklif ediyoruz: "Müşriklerin O'ndan başka yalvardıkları sahte tanrıların şefâat yetkileri yoktur; Ancak bilerek hakka ve gerçeğe şahitlik edenler bunu yapabileceklerdir." Vallahu Â'lem.
* Marmara Üniv, İlahiyat Fakültesi Öğrt. Üyesi
Dipnot :
1- Ebu's-Suûd Efendi, Irşadü'l-Akli's-Selim, Sâffât Sûresi, 38. âyetin tefsirinde.
(Devam edecek)
.
Kişinin Kur'an-ı Hakimi İle Özel İletişimi
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur’ân sayesinde insan, Allah’a muhatap olma gibi, mevkilerin en yükseğine yükselmiştir. Böyle bir mevkide bulunduğunun şuurunda olan bir insan, kendi dilindeki Kur’ân’da Rabbini dinler, Rabbiyle konuşur ve Rabbiyle konuştuğuna yemin etse, yemininde yalancı sayılmaz.
|
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Hakîm’i kıyamete kadar yaratılacak bütün insanlar için rehber olarak göndermiştir. Bu umumiyet içinde, her bir neslin, kendisine mahsus dersi en yararlı bir tarzda alması için, özel bir şekilde ona yönelmesi gerekmektedir. Bu makalemizde, çağımızda yaşayan bir insanın Kur’ân ile kuracağı iletişimi nasıl gerçekleştirebileceği ve ondan alacağı özel dersi nasıl temin edeceği üzerinde duracağız.
Müslüman, Kur’ân’ın mahiyeti, neliği konusundaki anlayışını tazeleme ihtiyacındadır. Yani Kur’ân’la iletişimini ayarlamak için nasıl bir tutum izleyeceğini belirlemesi gerekmektedir. Allah, Kur’ân’ında insanlara tecellî etmektedir, fakat onların çoğu bunun farkında değildirler. İnsan, tükenmek bilmeyen bu lütuf ve enerji kablosundan beslenmelidir. Kur’ân, yeri Arş’a bağlayan bu ehemmiyetinden dolayı, ibadet için Rabbimizin huzurunda bulunurken, manevî seyirde O’na doğru ilerlerken, bize verilen başlıca vasıta olmuştur. O, bir asansör gibi bizi Allah’ın huzuruna çıkarır, sözün bittiği yerde dilimizin bağını çözer. Bu lâhutî kelamı tilavet ederek Rabbimizle iletişim kurarız.
İbadetimizde ondan feyiz aldığımız gibi, Rabbimizin onda tecelli eden yönlendirmelerini almak için fikir hayatımızda da ona yönelmeliyiz. Fakat insan pasif bir konumda, robot gibi kalırsa bu beslenmeyi yapamaz. Öte yandan Kur’ân, realiteden uzak kalmamızı istemez; bilakis gerçek hayatın içinde yaşamaya, onunla alışveriş içinde olmaya hatta ona katkıda bulunmaya çağırır. İşte insan çağının bir tanığı olarak Kur’ân’a yönelirken tarihî tecrübesini, kendi ihtiyaçlarını, sorunlarını Kur’ân’a arz edip bu konularda onu konuşturmaya çalışmalıdır. Daha doğrusu hâlini Kur’ân-ı Kerim’e arz ederek, edep ve nezaketle “Lütfen elimden tutar mısın?” tavrıyla ona yaklaşmalıdır. Onun nadide eşya ve mallarla dolu piyasasında ihtiyaç duyduğu şeyleri bulur bulmaz dört elle sarılıp hırz-ı can ederek kendine mal etmeye çalışmalıdır. Ne var ki Kur’ân’la diyalogunun tamamlanması için, kendisinin de ona cevap vermesi gerekir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün Ashabdan namaz kılan bir cemaatin yanlarına geldiğinde onların yüksek sesle Kur’ân okuduklarını görünce şöyle buyurdu: “Namaz kılan, Yüce Rabbi ile münacat durumundadır. Dolayısıyla O’na nasıl münacatta bulunduğunu düşünmelidir. Birbirinize karşı Kur’ân'ı yüksek sesle okumayınız.” (Müsned, 2/36, 67; Muvatta, Nida 329) Demek ki Kur’ân-ı Kerim okuyan, insan olarak ulaşılabilecek en yüksek makama, yani Rab Teala ile özel sohbet makamına çıkmaktadır. Mesela bu sohbet esnasında Kur’ân’ın: “Nasıl, ihtiyacını bulabildin mi?”, “Aldıklarından istifade ediyor musun?”, “Görevlerini yapıyor musun, en kapsamlı şekliyle ibadeti gerçekleştiriyor musun?”, “Dürüst, erdemli hayat sürdürüyor musun? “Çevrenle ilişkilerin nasıl?” gibi sorularına cevap vermemiz gerekir. Böylece sadece Kur’ân’ı konuşturma şeklinde tek yönlü bir yol değil, gidiş-geliş çift yönlü yol olarak işleyen bir diyalog sürdürmelidir. İnsan bu bilinçle Kur’ân’ı konuşturmayı bilmezse, sathî bakışla onun bütün mânâlarını anladığını, onda bilmediği bir yer kalmadığını, onu tükettiğini sanır. Tefsir tekrarlardan ibaret kalır; biteviye, donuk, bayat hale gelir. Oysa Kur’ân tükenmek bilmez lütuflarla doludur. Peygamber Efendimiz'in buyurduğu gibi “ وَلَا يَخْلَقُ عَلَى كَثْرَةِ الرَّدِّ وَلَا تَنْقَضِي عَجَائِبُه - Tekrar tekrar okunması, onu aşındırmaz. Onun bedi (orijinal) mânâları tükenmez.” (Tirmizî, Sevâbü’l-Kur’ân 14) Fakat bu lütfu sağmak için, ihtiyacını bilerek edeple ona yaklaşmak gerekir.
İşte Hz. Ali (r.a.), Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem), kendilerine bıraktığı en kıymetli mirasın “مَا أَعْلَمُهُ إِلَّا فَهْمًا يُعْطِيهِ اللّٰهُ رَجُلًا فِي الْقُرْآنِ - bireysel Kur’ân anlayışı” (Buharî, Cihad 171; Tirmizî, Diyât 16; Dârimî, Diyât 5) olduğunu söylerken, bu yaklaşımı kastetmişti. Hatırlatmakta yarar var ki, bu diyalog, kişinin kendisinin veya çevresinin, önceden peşin olarak belirlediği bir cevabı almak için yapılmamalıdır. İnsan asla kendisinin veya diğer insanların Allah’tan daha iyi bildiği zımnî iddiasını taşımamalıdır. O, Allah’ın kurduğu bu muazzam kâinat sisteminin milyonlarca unsurundan sadece biri iken, O’nun sınırlı, fâni bir yaratığı iken, nasıl olur da Allah’tan daha isabetli, daha yerinde hüküm vereceğini düşünebilir?
Bu makalemizde önerdiğimiz yaklaşım tarzı, daha önceki Kur’ân anlayışlarını mahkum etmez, onların değersiz olduğu iddiasını taşımaz. Kur’ân değişmeksizin her asra, her seviyeye farklı ışınlar gönderir. Kristal bir avizenin ışık kaynağı ampul değişmediği halde, onun çevresinde farklı yerlerde oturanların farklı ışınlar ve renkler aldıkları gibi, bizler de bulunduğumuz konumlara göre Kur’ân’a yönelişimizden başka başka ışınlar ve renkler alabiliriz. Demek ki klasik anlayışları dışlamak, “Kur’ân iyi anlaşılmamıştı, asıl bizim bu anlayışımız tutarlıdır.” demek, haddini aşmaktır. Oysa şartlarına uyan yeni anlayışımız, bu asırlık çınarın gövdesine eklenen yeni bir halka olmaktadır. Gittikçe eklenen bu halkalarla, gövde daha da genişlemekte, ağaç daha fazla güçlenmektedir. Bu bilinçle hareket edilmezse, yapılan iş, içi doldurulamayan bir “Kur’ân İslâm’ı” iddiasından öteye geçemez. Unutmamak gerekir ki Kur’ân’ın “muhkemat” denilen değişmez, kesin gerçeklerinin yanında farklı anlayışlara imkân veren esnek hükümlerinin ve “müteşabih”lerinin bulunduğu da bir gerçektir ve bu, aynı zamanda onun, Allah Teâlâ’nın sözü olmasının bir delili sayılmalıdır.
İşin sonu nereye varır? Bunu bilmek benim görevim değildir. Bana düşen, yapabileceğimi yapmaktır. Her şeyden önce, benim bir şey olmam, bir varlık göstermem gerekir. Zira netice beklemek için, ortaya bir sebep, bir vesile koymak icab eder.
Hülasa, günlük emir alma şuuru içinde, her gün Kur’ân’dan bir parça okumalı. Başlamak için Eûzü çekerken, “Ya Rabbi, beni Sen’den uzaklaştıran her türlü etkiden kurtar, Sana sığınıyorum!” anlamı mutlaka hatırlanmalıdır. (Şeytan: Allah’ın rahmetinden kendisi uzak düştüğü gibi, insanları da O’ndan uzaklaştırmak için türlü tuzaklar kuran, mânâsına gelir). Peygamberimiz’in (sallallahu aleyhi ve selem) az önce naklettiğimiz hadisinde buyurduğu gibi Kur’ân okuyan kişi, Rabbi ile münacat ettiğini, özel randevu ile O’nunla baş başa kaldığını, böylece çok müstesna bir konumda olduğunu bilmelidir. Kur’ân’ı, adeta Hz. Peygamber aleyhisselamdan dinliyorcasına okumalı, hatta Sözü asıl Sahibi Hz. Allah’tan işitiyorcasına dinleyip, esas muhatabın yalnız kendisi olduğu, yeryüzünde başka dinleyen kalmasa dahi bu beyanın kendisine Rabbinden gelen mektup olduğu şuuruyla okumalıdır. “Sen’in beyanından Sen’i anlamamı nasib et!” diye O’na yönelmelidir.
Mesela bugün Hicr sûresini okudum. İkinci sayfasında 22. ayette: “ وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَا أَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ - Aşılayıcı olarak rüzgarlar gönderdik. Derken gökten yağmur indirip onunla sizi suladık. Hâlbuki o suyu mahzenlerde depolayan siz değilsiniz.” buyuruluyor. Bu ayetten, bitkilerde erkek ve dişi unsurlar arasında döllenmede, keza yağmur bulutlarının oluşmasında rüzgarların rol oynadığını, inen yağmurun yerde kaybolmayıp depolanarak kaynak su halinde içme suyu olarak arıtılıp hazırlandığını, çağdaş bilgilerle donanmış olarak anlayabiliyoruz.
İnsanı ümitsizliğe sevk eden birçok sebebin baskısına karşı sûrenin dördüncü sayfasında: “قَالَ وَمَنْ يَقْنَطُ مِنْ رَحْمَةِ رَبِّهِ إِلاَّ الضَّالُّونَ * قَالُوا بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلاَ تَكُنْ مِنَ الْقَانِطِينَ - Sakın ümit kesenlerden olma! Rabbinin rahmetinden, hak yoldan sapanlardan başka kim ümit keser ki?” (ayet: 55-56) diye, beni ferahlatan bir müjde buldum. Biraz sonra 71-73. ayetlerde eşcinsellik hastalığına tutulmuş Lut halkı, bundan alınacak ibretler, bütün dünyayı tehdit eden AIDS hastalığı ve diğer ilgili maddî ve manevî hastalıklar, Hz. Lut’un (aleyhisselam) hanımının bile kendisine inanmayıp kafirler arasında kalmasının düşündürdükleri… harabeye dönen şehir kalıntıları, Sodom, Gomore, Pompei gibi şehirleri hatırlatmalar (ayet: 76) gelir:
وَجَاءَ أَهْلُ الْمَدِينَةِ يَسْتَبْشِرُونَ * قَالَ إِنَّ هَؤُلاَءِ ضَيْفِي فَلاَ تَفْضَحُونِ *وَاتَّقُوا اللهَ وَلاَ تُخْزُونِ * قَالُوا أَوَلَمْ نَنْهَكَ عَنِ الْعَالَمِينَ * قَالَ هَؤُلاَءِ بَنَاتِي إِنْ كُنْتُمْ فَاعِلِينَ * لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ * فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُشْرِقِينَ * فَجَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِنْ سِجِّيلٍ * إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمِينَ * وَإِنَّهَا لَبِسَبِيلٍ مُقِيمٍ * إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِلْمُؤْمِنِينَ
“Şehir halkı da misafirlerin geldiğini duyup eğlenmek için gelmişlerdi. “Bunlar benim misafirlerim!” dedi, “Ne olur beni mahcûp etmeyin. Allah’tan korkun da beni rüsvay etmeyin!” Onlarsa: “Biz seni elalemin işine karışmaktan menetmemiş miydik (şunu bunu korumak sana mı kalmış!)” dediler. Lût: “Eğer evlenmek isterseniz, işte kızlarım, onlarla evlenebilirsiniz.” dedi. (Resulüm!) “Hayatın hakkı için onlar, kendilerini öylesine kaybetmişlerdi ki sarhoşlukları içinde sürünüp gitmekte idiler.” Güneş doğarken o korkunç ses bastırıverdi onları! Bir anda şehirlerinin altını üstüne getirdik. Pişirilmiş çamurdan yapılmış taş yağmuruna tuttuk onları! Elbette bunda işaretten anlayanlar için alınacak nice ibretler vardır. Hem o şehir harabesi uğrak bir yol üzerindedir. Elbette bunda, iman edecekler için çok ibretler vardır.” (Hicr sûresi, 15/67-77)
Bütün bunlar çağımızda yaşayan insanın, haber bülteni dinlercesine taze bir ilgi ile izleyeceği havadislere dönüşebilir.
“الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ * كَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى الْمُقْتَسِمِينَ - Kur’ân’ıparça parça edip bütünlüğünü bozanlar” (ayet: 90-91), bir kısmına inanıp diğer kısmına inanmaktan geri duranlar…(Bu konu öylesine çağdaştır ki memleketimizde 1949’da ve 1999’da “Mekke dönemi ayetlerini biz de kabul ederiz” diyen iki başbakan, ilk anda hatırımıza gelen misallerdendir) gibi güncel sayılacak birçok husus bu kısa sûrede geçmektedir. İlk anda hatırımıza gelen bu tür misaller ve bulunabilecek daha başka misaller insanı, bu beş sayfalık kısa bölümde canlı bir iletişim içine çekmekte, dikkatli okuyucuya pek çok güncel dersler vermektedir.
Milyonlarca Müslüman’ın dini tecrübesi, Kur’ân’ın eşsiz mânâlarının tükenmediğini, her okumada onun birçok yeni anlamlar, yeni işaretler ilham ettiğini ortaya koymaktadır.
* Marmara Üniv. İlâhîyat Fak. Öğrt. Üyesi
syildirim@yeniumit.com.tr
.
KUR'ÂN VE ALEVÎ
Prof. Dr. Suat Yıldırım
İşin doğrusu şudur: Diğer farklı mezhepler gibi şiî gelenek de başlangıçtan beri, aynı Kur'ân metnine iman etmiştir. Fakat bazı âyetleri farklı yorumlamıştır. Şiî gelenek o farklı yorumlarla, Kur'ân'ın kendi görüşlerine işaret ettiğini düşünmüştür. Bundan ötürü, Kur'ân'ın aslı kaybolduğu gibi gülünç iddialara giderek kendilerini İslâm dışına çıkaracak hale getirmemişlerdir.
Yakınlarda yayınlanmış olan bir Kur'ân meali Türk toplumunda gürültü kopardı. Şuursuz bir şekilde bu kitabın bazı yayın organlarında "Alternatif Kur'ân" diye tanıtılması ortalığı daha da karıştırdı. Bazıları buna "Alevîlerin Kur'ân'ı" adını yakıştırdı. Oysa bütün dünyada Kur'ân-ı Kerim metni hep aynıdır. Sünnîsi, Şiîsi, Alevîsi, Haricîsi ile bütün İslâm dünyasında, bir kelimesi bile değişmeksizin aynı Kur'ân mevcuttur. Nitekim bu iddialara rağmen bu kitapta da, Kur'ân için ufacık dahi olsa bir metin farkı ileri sürülememiştir. Kitap şu unsurlardan meydana gelmektedir:
1- Kur'ân-ı Kerim'in Arapça aslı:
Bu metin gerek Türkiye'de gerek dünyanın bütün bölgelerinde yayılmış olan metnin aynısıdır.
2- Arapça Kur'ân metninin Latin harfleriyle yazılmış transkripsiyonu.
3- Ayetlerin Türkçe anlamları:
Bu anlamlar piyasada bulunan bazı Kur'ân meallerinden alınmıştır. Yeniden bir anlam verme, tercüme ve tefsir etme söz konusu değildir.
4- 6200 küsur âyetten sadece üç yüze yakın âyet mealinin peşinden getirilen çok kısa dipnotlar. Bu notlar aslında not olma, tefsir etme yerine genellikle bir kaç kelimeden ibaret olan cümlelerdir. İlmî veya gayr-i ilmî, hiç bir esere başvurulmamıştır. Yapılan şey sadece, iyi olan bazı müphem (genel) ifadeleri Ehl-i Beyt, bazı kötü vasıfları ise onların muarızı, olan insanlara yakıştırmaktır. Âyet meallerine karıştırılmayıp kısa birer cümle olarak dipnotlara yerleştirilen bu teviller için naklî veya aklî hiç bir delil getirilmemiştir. Hiç tereddüt etmeksizin söyleyebilirim ki bu notların hepsini koymak, insanın yarım gününü bile almaz.
Kitapla ilgili eleştirilerimi şu noktada toplamak istiyorum:
1- Kitabın dış kapağında "Kur'ân" yazılması yanlıştır.(*) "Kur'ân Meali" veya "Kur'ân'ın Türkçe Anlamı" demek gerekirdi. Yine orada yazar olarak "Alevî Dedeleri" denilmiş ki bu da Alevî dedelerinden Nazmi N. Sakallıoğlu adlı birisi olup kendisine Dabbetülarz Profesör 1400 lakabını vermiştir.
2- Kitabın tek farklı yönü olan ve bazı âyet meallerinin peşine yerleştirilen kısa dipnotların çoğu, rasgele tahmin ve yakıştırmalardan başka bir şey değildir. Bazı örnekler verelim: Hicr, 87 âyetinde "Seb-i mesanî" tabiri geçmektedir. Manası "tekrarlanan yedi âyet" olup, Hz. Peygamber (as) bir hadîsinde, Fatiha sûresi olarak açıklamıştır. Bu kitap ise bu âyetlerin, "imamlar" olduğunu iddia eder. Ona göre: Taha, 126 âyetinde unutulduğu bildirilen âyetler Ehl-i Beyt'tir. Hicr, 99 âyetindeki ibadet kavramı, Ehl-i Beyti anmaktır. Al-i İmran, 49 âyeti, Hz. Ali'nin velâyetini bildirmektedir. Bakara 30'daki "halife" Ehl-i Beyt imamlarıdır. Halbuki bunlar genel ifadelerdir. Ehl-i Beyt imamları bu kavramlar içine öncelikle girmekle beraber, daha başka müminler de girebilir. Buna mukabil, ona göre Bakara, 6 âyetinde gözleri perdelenenler, Ehl-i Beyte uymayanlardır. Bakara, 12'deki bozguncular ise Ehl-i Beyti hasıraltı edenlerdir; Bakara 18'de hakkı söylemeyenler Ehl-i Beyt emanetini topluma haber vermeyenlerdir.
3- Bazı yerlerde, dil bilimine göre asla mümkün olmayan ve dinde de yeri bulunmayan hükümler çıkarılmıştır. Bunların en bâtıl olanı: "Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kâdir olmaz mı ? Elbette kâdirdir. O, Hallâk-ı Alimdir" (Yasin, 81) mealindeki âyetten Hz. Ali'nin uluhiyetini çıkarmaktır. Anlaşılan, bu saçma iddiayı âyetin sonundaki Hallâk-ı Alîm'den çıkarıyor. Zira "Alîm" kelimesi bölünürse ilk kısmı, Ali kalmaktadır. Halbuki "Alîm" ilm kökünden sıfat olup "Çok iyi bilen" demektir ve Ali ismi ile hiçbir ilgisi yoktur. Dil ilminde yeri olmayan bu yakıştırmalarla, olsa olsa psikiyatri klinikleri meşgul olabilir.
Mü'minleri bölmek ve İslâm'ın aleyhinde bir merkez olarak kullanmak üzere Hz. Peygamber (as) döneminde yapılan Mescid-i Dırar'dan bahseden Tevbe, 107. âyet mealinden sonra şöyle bir not konulmuş: "camilerin yıkılması hakkında". Bundan maksat iyi anlaşılmıyor. Ümit ederim, camilerin yıkılmasına dair bir hüküm çıkarma cihetine gitmiyordur. Diğer taraftan âyetlerde geçen mescid tabirini "cem evi" diye tevil ediyor. Halbuki mescid: Secde edilen yer, namaz kılınan yer demektir. Cem evi Sünnîlerdeki tekke işlevini yerine getiren bir Alevî kurumudur. Yoksa caminin alternatifi değildir. Dünyanın her tarafında Sünnî olsun, Şiî olsun bütün Müslümanlar ibadetlerini camide yaparlar.
Sarhoşluk veren içkinin haram kılınmasına zemin hazırlayıp da açıkça yasaklamayan Nahl, 87. âyetinin mealinden sonra şöyle bir not konulmuş: "Ehline helal, naehline haram." Oysa âyetin hükmünde böyle indî bir ayrım yoktur. Fakat içkiyi kesin olarak haram kılan Maide, 90-91 âyetlerinin anlamı doğru verilmiş ve başka bir not konulmamıştır. Kadın erkek münasebetlerinden bahseden Nur, 61 âyeti ile ilgili olarak: "Mahremiyet ahlaken sapık olanların ölçüsüdür" diye tuhaf, muğlâk bir izah yapılmış. Umarız ki mahremiyet hükmünü bozuk ahlaklı olanlara mahsus kılma cihetine gitmiyordur. Bir iki yerde (Ahzab 30 ve Hucurat, 2 âyetleri vesilesiyle) Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer (ra) karalanır. Bütün bunlar delilsiz olarak dipnotlarda yapılmıştır. Bir de, ilk defa işitilen bir terimle karşılaşıyoruz. Âyet var. Hadis var. Fakat âyet-hadîse ilk defa Al-i ümran, 150 âyetinin mealinden sonra şöyle rastlıyoruz: "Men küntü mevlah" (Ben kimin Efendisi isem, Ali de onun efendisidir.) âyet-hadisine işarettir.
4- Kitabın önsözünde yazar, Kur'ân'dan 400 kadar âyetin çıkarıldığını iddia ediyor. Hatta biraz ileride (s. 4) kendi kendisiyle çelişkiye düşerek eksilen âyet sayısının üç bine bile çıkacağını söyler. Bu tahrif işinin ilk Halife seçilen Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde başlatıldığını iddia eder. Bu batıl bir iddiadır. Kur'ân tahrif edilseydi hiç kimse karşı çıkmasaydı bile Hz. Ali gibi bir kahraman karşı çıkmaz mıydı? Haydi o zaman gücü yetmedi, ya Halife seçilip devletin başına geçtiği zaman, doğru şeklini ortaya çıkarmaz olur muydu? Oysa, Şiîler arasında bile Hz. Ali'den böyle bir rivâyet yer almaz. Bilakis O, Kur'ân'a hizmetleri sebebiyle Hz. Osman'ı övmüştür. Bundan ötürü Ebu Cafer et-Tusî, Tabersî, Tabatabâî gibi en meşhur Şiî müfessirler, Kur'ân metninin, ne noksanlık ne de fazlalık şeklinde en ufak bir değişiklik olmadan Cebrail'in getirdiği şekliyle korunduğunu kesin dille ilan ederler.
Yazar N. N. Sakallıoğlu'na kalsa 1400 senedir Kur'ân'ın aslı yok edilmiş. Ve diyor ki "Biz Alevî dedeleri, gerekli ilavelerle meali, âyetleri aslına uygun hale getirdik." (Önsöz, s.
Halbuki mealine esas aldığı Kur'ân metni, bütün dünyada mevcut metin olduğu gibi, meal de bazı Sünnîlerin hazırladığı mealden alınmıştır. Yazar hiç bir yerde çıkıp da: "Buradan bir âyet çıkarılmıştı. İşte şimdi ben onu yerine yerleştiriyorum" diyememiştir. Bu anlamda en ufak hiç bir şey yapmadan, nasıl olur da "meali, âyetleri aslına uygun hale getirdik" diyebiliyor, anlamak mümkün değildir. Daha önce de söylediğimiz gibi, o sadece bazı dipnotlarla kendisine göre yorumlarda bulunmuştur. Fakat yorum farkı ayrıdır. Asıl metnin değiştirildiğini iddia edip, -uydurma bile olsa- metin farkı ileri sürememek ayrıdır.
Oysa tarihî gerçek şudur: Allah Teala Hicr, 9 âyetinde yaptığı vaadi yerine getirmiş, Kur'ân metnini olduğu gibi korumuştur. Kur'ân'ın değiştirildiğini iddia eden, haşa Allah'ın yalan söylediğini iddia etmiş olur.
Tarihen sabittir ki Hz. Peygamber (as)'in ahirete irtihalinden hemen sonra Müslümanlar arasında farklı görüşler, mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu farklı mezhepler ilmî olduğu gibi, siyasî de olmuştur. Sünnî, Şiî, haricî, mütezilî, cebrî vs. görüşler çıkmıştır. Bütün bu ihtilaflarda başlıca geçerli delil Kur'ân âyetleri idi. Zira âyet herkesi bağlıyordu. İşte şayet metin farkı olsaydı, farklı görüşte olan Müslüman, onu ileri sürerek iddiasını ispatlar, başka hiç bir delile, gayrete mecbur olmazdı. Halbuki rakipler hiç bir zaman farklı bir âyet ileri sürmüş değillerdir. Bakıyoruz ki hepsinin yaptığı, bazı âyetleri sadece farklı yorumlamadan ibaret olmuştur. Buna mukabil hadisler âyetler gibi kesin olmadığından, o hususlarda mezhepler arasında farklı rivâyetler olabilmiştir.
Öte yandan "Kur'ân metni 1400 senedir ortadan kaldırıldı" diyen kimse, Hz. Hüseyin (ra)’den sonraki 9 büyük imamın da gerçek Kur'ân'dan mahrum kaldıklarını iddia etmiş olur. Halbuki onların hiçbirisi farklı bir âyet ileri sürmemiş, hep aynı âyetleri okuyup açıklamışlardır.
Bu imamların bile yapamadığını yapmak 1400 sene sonraki Dabbetularz profesöre mi kalmış?
İşin doğrusu şudur: Diğer farklı mezhepler gibi Şiî gelenek de başlangıçtan beri, aynı Kur'ân metnine iman etmiştir. Fakat bazı âyetleri farklı yorumlamıştır. Şiî gelenek o farklı yorumlarla, Kur'ân'ın kendi görüşlerine işaret ettiğini düşünmüştür. Bundan ötürü, Kur'ân'ın aslı kaybolduğu gibi gülünç iddialara giderek kendilerini İslâm dışına çıkaracak hale getirmemişlerdir.
Kaldı ki elimizde mevcut Kur'ân'da; Ehl-i Bey'tin sevilmesini isteyen (Şûra, 23) ve onların tertemiz olduğunu bildiren (Ahzab, 33) âyetler vardır. Bunlar, onların faziletlerinin, Allah tarafından ebediyyen tescil edilmesi demektir.
Ehl-i Beyt sevgisine dair âyetler çıkarıldı ise öyleyse bunlar neden bırakıldı?
Yazar gerek önsözde, gerek birçok dipnotta Sünnîleri Ehl-i Beyt aleyhtarı gösteriyor. Bu kesin yalandır. Sünnîler gerek kitaplarında, gerek konuşmalarında Ehl-i Beyt'i, özellikle on iki imamı hürmetle anarlar. Çocuklarına onların isimlerini verirler. Camilerde, hutbelerde Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin'in isimleri eksilmez. Buna mukabil Ehl-i Beyt'le içtihat farkından ileri gelen bir ihtilafa düşen Muaviye (ra) gibi bir sahabenin bile ismini vermezler. Hele Yezid adı, onlar nezdinde, en büyük hakaret manasına gelir. Böyle iken nasıl olur da; "Hocalar, ömürlerinde bir kere olsun Ehl-i Beyt'i anmıyorlar" veya: "Sünnîler Peygamber neslinin kanına girenleri hazret haline çıkardılar" (önsözde) denilebilir? Bu kesinlikle doğru değildir.
Sayın yazar kendisine Alevî dedesi süsü verse de asla Alevileri temsil edemez. Bu ifadeler kin dolu, cehalet dolu ifadelerdir. Onun içindir ki çeşitli televizyon kanallarında bu kitapla ilgili görüş belirten birçok Alevî dedesi ve Alevî vatandaş, yazarı şiddetle kınamışlardır.
Hele Malatya'dan, Hasan Meşeli adlı bir Alevî dedesinin 14.07.1995 gecesi Samanyolu TV'de gerçekleştirilen Perspektif programında söylediği şu sözler, pek yüksek bir şuur ve ciddiyet örneği durumundadır. Şöyle demişti, "Alevîlerin elinden Kur'ân'ı almak, onların din sahibi olma hakkını elinden almak demektir. Alevî, âyetlere dayanır. Kur'ân giderse, Alevî de kalmaz, Alevîler de buna razı olmaz."
Zannımca yazar ve yayıncı, farklı hiç bir emek ortaya koymadan, bir iki dipnot ilavesiyle, değiştirildiğini iddia ettiği Kur'ân ve mealini tekrar yayınlayarak ticaret yapmak ve ün kazanmak istemişlerdir. Fakat akıllı insana düşen iyi bir nam bırakmaya vesile olan işler yapmasıdır.
* Ankara, Ayyıldız Yay, 1995.
.
KUR'ÂN'IN ALLAH KELAMI OLDUĞUNU İSPATTA BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ'NİN ORİJİNAL BİR USÛLÜ
Prof. Dr. Suat Yıldırım
İcaz-ı Kur'ân disiplini, Kur'ân-ı Kerim'in Allah kelamı olup, benzeri bir söz söylemenin beşer takati haricinde olduğunu ispatlamaya çalışır. Kur'ân-ı Kerim'de müteaddit âyetler, Kur'ân'ın Allah'ın vahyi ve Hz. Muhammed (sav)'in O'nun resulü olduğundan şüphe eden edipleri Kur'ân'a benzer bir söz söylemeye çağırır. Bu meydan okuma (tehaddi) gerek Asr-ı Saadette, gerek o asırdan beri günümüze kadar devam eden zaman boyunca cevapsız kaldığından Kur'ân'ın i'cazı ortaya çıkmıştır. İ'caz ile meşgul olan âlimlerimiz onun mucizevî özelliğini, esas itibariyle belagatinde aramışlardır. Belagat, hâlin gerektirdiğine uygun söz söylemek demek olup, güdülen maksada, en etkili bir ifade ile ulaşmayı hedefler.
Beliğ kelamın özelliklerini ortaya koymak için 'Beyan', 'Bedî', 'Meânî' ilimleri geliştirilmiş, kelamlar bu ilimlerdeki kıstaslara göre değerlendirilmişlerdir. Fakat belagatin geçerli sübjektif kıstasının, zevkedilip anlatılması zor olan bir özellik olduğunu unutmamak gerekir.
İyi bir dil ve belagat öğrenimi görüp, büyük bir tecrübe birikimine sahip olanlar bile böyle derse, Arap Edebiyatına vakıf insanların hayli azaldığı bir ortamda Kur'ân belagatini kimlerin anlayıp zevkedeceği sorusu kaçınılmaz olacaktır.
Daha önceki dönemde, Kur'ân'ın belagatini anlama işinde Arap olmayanlar Araplara istinad ediyorlardı. Yani diyorlardı ki: Her ne kadar biz Arap Edebiyatına vakıf değilsek de Kur'ân'ın Arapça kelamlar içinde eşsiz olduğu ve onun ifade tarzına, üslubuna ulaşan bir kelam bulunmadığı Araplarca bilinmekte ve anlaşılmaktadır.
Fakat şimdi Araplar da edebî zevkten, Arap dili ve belagatının imkânlarından, Arap ifade üslûplarından uzaklaşınca Kur'ân belagatini takdir etmekten aciz olduklarını söylemektedirler. Hatta bu sebepten ötürü, Kur'ân'ın i'cazını anlamanın başlıca yolunun, ondaki gaybî haberleri, fennî keşiflere yapılan işaretleri de göz önünde bulundurarak zamanın bütün kitapları aşındırmasına rağmen Kur'ân'ı eskitemediğini görerek, bu harikulade vasfın, ancak Allah'ın vahyedilen kelamı olmasıyla izah edilebileceğini göstermek olduğunu söyleyen birçok Arap görmüşümdür. Bu fikre büyük ölçüde benim de katıldığımı ifade etmek isterim. Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî de i'cazı her yönü ile anlatmaya çalışmış, nazım ve belagat cihetinin yanında, bilhassa câmiiyyet, şebabet, beşer ihtiyacına kifayet, fennî keşiflere dair ihbarat yönleri üzerinde de durmuştur.
Fakat biz bu yazıda onun, i'cazı anlatırken kullandığı kendisine mahsus bir üsluba ve diyalektiğe dikkat çekmek istiyoruz. Asrımızda yaşayan Müslümanlar, Türk, Arap, Acem.. bütün Müslümanlar bu üsluba oldukça muhtaç görülmektedirler. Zira Kur'ân'a dair çok şüphe ortaya atılmaktadır. Öyle ki onun i'cazı bir tarafa, Allah katından geldiği meselesi bile inkâr edilmekte, bu hususta mü'minler arasında birtakım şüpheler kasıtlı olarak yayılmaktadır.
Kur'ân'daki mevzuların beşerî eserlerdeki konulara benzemesi, ondaki ifade tarzlarının beşerin ifadeleri gibi olması, objektif ve önyargısız bakılması halinde bunun böyle anlaşılacağı, hatta anlatımda zaman zaman insicamın kaybolduğu, konudan konuya geçildiği, netice itibariyle insanlardan nice akıl, fikir ve ilim sahiplerinin de Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu kabul etmedikleri, hatta çok Müslümanların da İslâm'ın istediği tarzda Kur'ân'ın ulviyetini anlamayıp şüpheler içinde yuvarlandıklarını ileri sürmektedirler.
Bu sualler şeytanın, 20. asırda yaşayan Müslümanların, genel olarak tüm insanlığın önüne koyduğu tuzaklar olup gerçekten birçok kimse, bu suallerin ağırlığı altında ezilmişlerdir. Fakat Üstad Bedîüzzaman, bu sualleri öylesine tahlil edip ele almıştır ki onların tutarsız olan taraflarını ortaya koymuş; gerçek sual olmayan, tuzak sualleri tersine çevirerek, şeytanın kemendini kendi başına dolamıştır. Neticede şeytanın, i'cazı reddettirmek için vasıta yapmak istediği o soruları, Kur'ân'ın Allah kelamı olduğunu ispata götüren yollar haline getirmiştir. Ayrıca bunlar dil ile ilgili konular olmadığından, Arapça bilmeyi gerektirmediğinden, konuları kavramayı her dilden insana mümkün kılmıştır.
Bu sual ve cevaplar onun başından geçen bir hayalî vakada cereyan ettiğinden, yaşanmış bir tecrübe kuvvetini ve heyecanını da dile getirdiğinden, oldukça etkileyicidir. Camide huşu içinde Kur'ân dinlerken şeytan bu şüpheleri, suret-i haktan görünerek ufaktan ufağa ilka etmiş, cevaplarını aldıkça sepetindeki bütün pamukları dökmüş, sonunda süklüm püklüm uzaklaşmıştır. Şeytanın vesvesesini reddetmesinden hemen sonra, yapılan tartışmayı mücmel olarak Lemeat'da yazdı. Öyle anlaşılıyor ki istifade edenin daha yaygın olması için bu sefer biraz daha tafsilatlı olarak, on yıl sonra, yazdıklarını genişleterek istifadeye sundu.
Bunları müellif, soru cevap tarzında şeytanla ciddi bir tartışma suretinde yazmıştır ki bunun, ilgi çeken, şevk veren bir üslup olduğu malumdur. Şimdi bunu bir değerlendirme şekline dönüştürüp monoton bir tarzda benim endirekt bir üslupla anlatmam sıkıcı olacaktır. Bilindiği üzere okuyucuların ilgisini çekmek için monoton bir fikir serdi, zaman zaman yazarlar ve hatipler tarafından sual-cevap haline getirilir. Bu konu ise, zaten aslında sual-cevap tarzında te'lif edilmiştir. Onun için ben endirekt üslup yerine, direkt üslubu kullanacağım. Sadece özetleyip sadeleştirmekle yetineceğim. Ta ki tartışma heyecanını değerli muhataplarım seyretme imkânı bulabilsinler.*
Şeytan şöyle dedi:
-Sen Kur'ân'ı pek üstün, çok parlak görüyorsun. Tarafsız düşün, yani bir de beşer kelamı olduğunu farzet. Acaba o meziyetleri görecek misin?
Gerçekten ben de ona aldanıp beşer kelamı farzettim. Gördüm ki: Nasıl meselâ Bayazıt'ın elektrik akımı kesilince ortalık karanlığa düşer. Aynen onun gibi böyle bir bakış ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki benimle konuşan şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'ân'dan medet istedim. Birden kalbime bir nur geldi, güçlü bir müdafaa kuvveti verdi. Şeytana dedim ki:
-Ey şeytan! Tarafsız muhakeme iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insanlardan olan maiyyetinin uyguladığınız tarafsızlık, aykırı tarafı tutmaktır. Muvakkat bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a beşer kelamı diye bakmak, aykırı tarafı esas tutmaktır. Bâtılı benimsemedir.
Gerçekten bu noktada insan, tarafsızlık aşkına şeytana aldanabilir. Oysa hakla bâtıl konusunda tamamen tarafsız olmak makul olmaz. Meselâ kainat vardır ve bunda kudret, ilim, sanat, hikmet, irade her taraftan tezahür etmektedir. Bunlar da bu nizamın bir Yaratıcı'sı olmasını gerektirir. Şimdi en basit bir masanın, bir saatin bile ustasız olamayacağını hayat boyunca tecrübe edip bilirken, bunlar hakkında ustanın varlığı ile yokluğunu eşit durumda düşünmezken, ondan yüzlerce defa daha harika olan kainat nizamını incelerken, tarafsız muhakeme adına, Yaratıcı'nın varlığı ile yokluğunu müsavi saymak, asla makul olamaz. Şu halde, bütün tecrübe ve gözlemimiz Yaratıcısının varlığı yönünde olduğundan, bu yönde delil varsa, onlar da öbür delillere eklenmelidir. Yokluk tarafına delil olursa, ancak o durumda o delil üzerinde düşünmelidir.
Keza Kur'ân muazzam bir eserdir. Kâinatın Yaratıcısı'na layık bir açıklamadır. On dört asırlık tecrübe de bunu göstermiştir. Zira ona uyanlar manen ve maddeten yükselmişlerdir. Böyle olunca ve bizim ferdî gözlem ve değerlendirmemiz de genel kanaate uyuyorsa, bu taraf ağır basmalıdır. Gerekçesi olmaksızın, olumsuz tarafı tutmak menfiliktir, münkirliktir. Faraza ona layık olmayan yönler bulunursa, ancak o takdirde, bu delil değerlendirmeye katılmalıdır. İşte bir kere de böyle yapınca, göğe layık olan ve gökte bulunan yıldızı yere indirdikten sonra, bütün deliller kuvvetinde bir tek kuvvet lazımdır ki onu semaya yerleştirebilsin. Bu da âdetâ imkânsız bir şeydir.
Şeytan:
-Öyle ise beşer kelâmı farzetmekten vazgeçelim, ne Allah'ın kelâmı, ne de beşerinki deme. Ortada farzet!
Ben dedim:
-O da olamaz. Zira bir malda iki kişi hak iddia ettiğinde bakılır: İki davacı birbirine yakın ise, o vakit o mal ya bir başkasının elinde kalır veya ikisinden başka birinin elinde veya her ikisinin elleri yetişecek tarzda bir yere bırakılır. Çünkü ortada bırakmak mümkün değildir. İşte Kur'ân pek kıymetli bir maldır Beşer kelâmı, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmından ne kadar uzaksa, o iki taraf öylesine uzaktır. İşte seradan Süreyya'ya kadar, birbirinden uzak o iki taraf arasında bırakmak mümkün değildir.
Hem ortası yoktur. Zira varlık ve yokluk gibi iki zıttır. Öyle ise Kur'ân için el sahibi (zilyed) Allah'ın tarafıdır. Öyle ise O'nun elinde bırakılıp öylece isbat delillerine bakılır. Eğer öteki taraf onun kelâmullah olduğuna dair bütün delilleri birer birer çürütürse ancak o zaman elini ona uzatabilir! Yoksa uzatamaz.
Heyhat! Binlerce kat'i burhanların mıhlarıyla Arş-ı Azama çakılan bu pırlantayı, bütün münkirler bir araya gelse bile ellerini uzatıp oradan ayıramazlar.
İşte ey şeytan! Sana rağmen, İnsaflı kişiler bu suretle olan, gerçekçi muhakeme ile durumu değerlendirirler. Küçük küçük delillerle devamlı surette imanlarındaki yakin fazlalaşır.
[Çok kişi tarafından taşınan bir yükü, meselâ bir tabutu götürenler pek ağırlık hissetmezler. Her biri parmağının ucunu dokundurması ile tabut havada gider. Fakat tabut yere indikten sonra, güçlü de olsa bir kişinin kuvveti onu kaldırmaya yetmez.]
Kur'ân beşer kelamı farzedilse, yani Arşa bağlı o muazzam pırlanta yere atılsa, çok burhanların sağlamlığında bütün mıhların kuvvetinde bir tek bürhan lazım gelir ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Maneviye çıkarabilsin. Bunu başarmak ise pek zor olduğundan, bu zamanda çok kimse imanını kaybetmektedir.
Şeytan dönüp dedi:
-Kur'ân beşer kelamına benziyor, onların konuşmaları şeklindedir. Demek beşer kelamıdır.
Eğer Allah'ın kelamı olsa, O'na yakışmak, her yönden harikulade olmalı. Nasıl O'nun sanatı beşer sanatına benzemiyorsa kelamı da benzememeli?
Cevaben dedim:
-Nasıl Peygamberimiz (sav) mucizeleri ve hasâisi dışında aynen diğer insanların tabi olduğu şartlara tabi olurdu. Bunun hikmeti: Ümmetinden olan insanların maruz kalacağı herşeye maruz kalarak, bütün o durumlarda insanlara örnek tutumu göstermesidir. Yoksa örnek alınamazdı. İşte Kur'ân-ı Kerim de bütün insanlara ve cinlere rehberdir. Zira bütün âlem dersini ondan öğreniyor. Meselesini onun lisanıyla zikrediyor, âdab-ı muaşereti bile ondan öğreniyor.
Hz. Musa (as)'ın, Tur-i Sina'da işittiği Kelâmullah tarzında olsa idi, beşeriyet onu dinlemeye tahammül edemezdi. Keza işlerinde, ihtilaflarında O'na başvuramazlardı.
[Nitekim, özellikle Arapça bilmeyen bizim gibi milletlerin çocukları, Kur'ân'ı, bir nağme, lahutî bir şey sanır. Şahsen ben ortaokul çağımda Kur'ân'ı hep böyle düşünmüşüm. Bir gün âyetin mealini işitip onun da bizim konuşmalarımızda olduğu gibi manasının olduğunu öğrenince hayli tuhaf olmuştum. Benzeri halet-i ruhiyeyi müteaddit şahıslardan işittim. Bu durum şunu gösteriyor: Çocukları küçük yaştan Kur'ân'ın manası ile tanıştırmalıyız.]
İşte şeytan bundan bir yol bulmaya çalışarak, Kur'ân tamamen farklı değil, insanların konuşmaları tarzında diye insanı şoke etmek istiyor.
Üstad Bedîüzzaman ise, şeytanın bu silahını onun aleyhine döndürüyor: "Bizim anladığımız, konuştuğumuz manada kelâm olmayacak ne demek? Elbette olacak! Ya ne zannediyorsun. Böyle olmazsa asıl o zaman eksiklik olurdu. Kur'ân sadece okunup dinlenen bir nağmeden ibaret değil, hakikatleri insanlara ders veren bir kelamdır, bir kitapdır" diye susturuyor.
[Fakat Kur'ân beşer kelimelerini istiare etse de, onun yeri hep müstesna kalır: Mensuplarının örnek alma, muarızlarının ona benzer söz söyleme gayretlerine rağmen 1400 seneden fazla zaman boyunca yazılmış Arapça kitaplardan hiçbiri Kur'ân'a benzemez. Demek ki Kur'ân beşer dilini kullanmasına rağmen beşer kelâmından farklıdır. Bu farklılığı sıradan bir insan bile ayırt edebilir.]
Şeytan yine dönüp dedi ki:
-Kur'ân'daki meselelerin benzerlerini bazı zatlar din namına söylüyorlar. İnsanları din yolu ile düzeltmek isteyen bir beşer böyle bir kitap hazırlamış olamaz mı?
Cevab: Evvela: Dindar bir insan, dine bağlılığı sebebiyle, hakikat budur der. Allah'ın emri böyledir der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine göre konuşturmaz. Kur'ân "Allah adına yalan uydurandan daha zalim kimse olamaz" derken dine inanan bir insan hiç bunu yapabilir mi?
Saniyen: Birbirine seviyesi yakın olanlar birbirlerini taklid edebilir, fakat bu da muvakkat olur. Zira dikkatli kimseler çok geçmeden işin farkına varırlar. Şayet sahtekârlık ederek bir kimse, seviyece uzağında olduğu birinin kılığına girecek olursa, meselâ bir çoban, kendisini İbn Sina diye kabul ettirmek istese, zaten hiç kimseyi kandıramaz, etrafa maskara olur. İşte Kur'ân-ı beşer kelâmı farzeden kimse, âdetâ bir ateş böceğinin rasadçılarca bin sene boyunca gerçek yıldız göründüğünü kabul etme durumuna düşer. Sahtekâr bir müstahdem, bir ömür boyu, profesör kürsüsünde ders verdiği halde hiç falso yapmasın, hep doğru bilgiler versin. Sorulan sorulara doyurucu cevaplar versin. Bu mümkün olan bir şey değildir.
Salisen: Kur'ân'ın beşer kelamı olduğunu farzetmek, tesirleriyle insanlara hayat ve mutluluk veren bir eserin etrafını almış bulunan dikkatli, meraklı, üstün zekaların senelerce inceledikleri halde hiçbir yapmacık göremediklerini kabul manasına gelir ki mümkün değildir.
Rabian: Hayatı tam bir denge ve intizam içinde geçen, bedevileri medeni milletlere üstad eyleyen, prensipleri ile İslâm ordusunu iki cihanı fethedecek bir nizama kavuşturan, o muazzam ordunun bütün ferdlerinin akıllarını, kalplerini, ruhlarını terbiye edip geliştiren, ahlâkın en ileri derecesinde olan, yakından tanıyanlara uğrunda canlarını feda ettirecek derecede kendisini sevdiren, Muhammedü'l-Emin'i (sav), haşa, Allah'ı bilmez, Allah'tan korkmaz ve Allah adına yalanı, rahatlıkla uydurup söyler kabul etmek lazım gelir ki yüz derece imkânsızdır.
Çünkü bu meselenin ortası yoktur: Kur'ân ya Arştadır, yahut yerdedir. Arştan düşerse ortada kalmaz. Yerdeki en sahtekâr birinin en düzmece bir uydurması saymak gerekir. Yüz derece şeytanlıkta ileri gitsen bile, bozulmamış hiçbir aklı kandırıp bu iftiraya inandıramazsın.
Şeytan:
-Nasıl kandıramam; işte insanların en zekilerinden bir çoğuna Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim.
Cevap:
a) Evvela: Çok uzaktan bakınca, en büyük şey, en küçük şey görünebilir. Dünyadan daha büyük bir yıldız, uzaktan bir mum kadardır denilebilir.
b) Sathî bir nazarla, muhal bir şey mümkün zannedilebilir.
c) Kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir ilgisizlik, cahilce bir hükümsüz duruştur. Böyle olunca, nice muhaller gizli kalabilir. Ama inkâr eden kabul-i adem içindedir, aklı hareket etmeye mecburdur. Aklını kaybetmedikçe de bunu kabul edemez. Hem ey şeytan! Bâtılı hak, muhali mümkün gösteren gaflet, dalâlet, safsata, inad, mugalâta, mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, imkânsızlıklar ihtiva eden küfür ve inkârı, bedbaht insanlara yutturmuşsun.
d) Kur'ân'dan istifade eden onu en parlak rehber görerek, ilimde, irfanda, ahlâkta yükselen milyonlarca örnek insanı, bu vasıflarının zadları ile tavsif etmeyi gerektirir ki bunu aklı olan hiç kimse iddia edemez.
Elhasıl:
Sıradan kimse Arapça binlerce kitabı ve Kur'ân'ı okuyup dinledikten sonra: "Kur'ân hiçbirine benzemiyor, ya hepsinin dunundadır veya fevkindedir. Altında olduğunu düşmanları bile iddia edemediğine göre, hepsinin üstündedir."
İşte ilm-i usul ve fenn-i mantıkça, sebr ve taksim denilen en kat'i hüccetle deriz ki: Kur'ân ya Rabbülalemin'e yakışan kelamdır, yahut ahlâksız, Allah'tan korkmaz, insanlardan utanmaz birinin düzmesidir. Geçen delillere karşı sen bunu diyemedin ve diyemezsin. Öyle ise Rabb'imizin kelamıdır. Çünkü bu işin ortası yoktur, ortası olması da imkânsızdır. Kur'ân ve Hz. Muhammed (sav) aleyhinde bu iddiayı ileri sürecek kimse çıkamaz. Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bile diyorlar ki: "Muhammed çok akıllı idi, güzel ahlâklı idi." Mademki bu mesele iki şıkka münhasırdır ve madem ikinci şık imkânsızdır, madem bu meselenin ortası yoktur. Öyleyse Kur'ân Kelâmullah, Muhammed (sav) Resulullahtır.
İşte ey şeytan! Şimdi başka bir sorun varsa söyle!
-Bunlara karşı gelemem. Fakat çok ahmaklar var ki beni dinliyorlar. Ve insan suretinde çok şeytanlar var, bana yardım ediyorlar ve filozoflardan çok Firavunlar var, benliklerini okşayan meseleleri benden ders alıyorlar. Senin sözlerin gibi eserlerin yayılmasına sed çekerler. İşte bundan ötürü, sana teslim-i silah etmem!
*)Bkz. Mektubat, 26. Mektup, I. Mebhas.
.
KUR'ÂN-I KERİM'DE KISSALAR
Prof. Dr. Suat Yıldırım
KISSA NEDİR?
Dildeki anlam kayması sebebiyle, "kıssa" kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'in indirildiği çağdaki mânasını az çok değiştirerek, "hikâye" ile eş anlamlı sayıldığından, kimi okuyucuların da böyle telakki etmeleri normaldir. Bundan dolayı önce, "kıssa"nın eski Arapçada ve özellikle Kur'ân'da taşıdığı anlam üzerinde durmamız gerekmektedir.
"Kassa" ve "el-kasas", bir kimsenin izini sürüp ardınca gitmek mânasına gelir ki, Arapçadaki "kassa el-eser" sözünde bu anlam vardır.
“Ferteddâ alâ eserihimâ kasasâ” (Kehf, 18/64) ve “Ve kalet liuhtihî kussîhi” (Kasas, 28/11) âyetlerinde de KSS kökü, aynı anlamda kullanılmaktadır. Kelimenin ikinci mânası, "bir adama bir sözü beyan edip bildirme" yi ifade eder. Kur'ân'da geçen “Nahnü nekussu aleyke ahsene’l-kasasi” (Yusuf, 12/ 3) tabirinde bu anlam bulunmakta ve "Biz, sana en güzel bir tarzda açıklayıp bildiriyoruz" mânasına gelmektedir. Kelime, bu son anlamda kullanıldığında, normal olarak “alâ” edatı ile müteaddî olur; Kur'ân'da, çoğunlukla bu şekilde gelmiştir. "Allah, hakk ve hakikati tam bir şekilde bildirir." (En'âm, 6/ 57) veya peygamberlerin, insanlara Allah Teâlânın âyetlerini bildirmelerini ifade eden “Yekussûne aleyküm âyâtî…” (En'âm, 6/130) gibi âyetlerde, kelimenin bu anlamı açıkça görülür. Böylece, kassa fiili, "bir kimseye veya bir şeye ait hâdiseleri adım adım izleyerek noktası noktasına bildirdi" demek olur ki, kelimenin üçüncü anlamı olan "anlatmak, hikâye etmek" şeklindeki daha sonraki kullanılışı, birinci ve ikinci anlamlar sınırlamaktadır. Bu fiilden gelen el-kasas, aslında isim olup, masdar yerine de kullanılmaktadır; aynı mânâya gelen kıssa ismi ile onun çoğulu kısas, Kur'ân'da geçmez.
Şu halde, bu kökün konumuzla ilgili kullanılışı, Kur'ân'da şunu anlatmaktadır: Geçmiş eserleri, izleri açığa çıkarmak, bu suretle insanların unutmuş bulundukları veya gafil oldukları olayları dikkatleri üzerlerinde yoğunlaştırmak. İşte bundan dolayıdır ki, bu iş için "hikâye" lafzını ıtlak etmek doğru olmaz; zira "hikâye", gerçekte vaki olmamış durumlar için de kullanılabileceği halde, "kıssa" geçmişte gerçekleşmiş, fakat unutulmuş olayları, doğru bir biçimde bildirerek, ders almaları için insanları o zamanda yaşatmayı amaçlar.
Mesel ile kıssa arasındaki farkı açığa çıkarmak için, kısaca diyelim ki: Mesel'den gaye, anlatılmak istenilen durumu, açıkça hissettirmektir. Meseller, tabiî hayatta tekrarlanıp durduğundan, onların aynıyla gerçek olmaları şart değildir. Kur'ân'da geçen köle ile hür (Nahl, 16/75), yahut "biribirine rakip efendilerin arasında bölünen köle" (Zümer, 39/29) gibi örnekler, mesellerden ibarettir. Halbuki, mesela enbiya kıssaları böyle değildir.
Kur'ân’daki kıssaların gerek konularında, gerek anlatımlarında ve gerekse kıssalardaki olayların yönetilmesinde, sırf bir sanat hadisesi söz konusu değildir. Kıssa, Kur'ân'ın esas hedeflerini gerçekleştirme vesilelerinden biridir. Kur'ân-ı Kerim, herşeyden önce, bir dinî davet ve tebliğ kitabıdır. Kıssa da, bu daveti duyurma ve tebliği benimsetme araçlarındandır. Fakat, kıssaların dinî gayeye hizmet etmesi, onların verilmesinde sanat özelliklerinin görünmesine engel olmaz. Kur'ân'ın ifadeleri, ortaya koydukları sahnelerde dinî gaye ile edebî gayeyi birleştirir ve insan ruhuna, sanat güzelliği ile hitab ederler. Bu yüksek sanat özelliğini idrak etmek ise, muhatabı, dinî tesiri almaya hazırlar. Fikrî temasların ciddiyeti içinde, muhataba mesaj ulaştırmak, ekseriya kolay olmaz. Çünkü bu durumda muhatap ruhunun bütün savunma mekanizmalarını harekete geçiren bir tavır takınır, itiraz için bir kedinin avını kollayışı gibi pürdikkat kesilir. Oysa, edebiyatın büyüsü ile fikir, duygu içinde eritilmiş olarak sunulabilir. Üstün edebiyat eserleri, gerçekleri bedahet haline getirirler. Sunulan fikirler, aklen ispatlanmaya lüzum kalmaksızın muhataba mal edilir. Fransız şairi Verlaine'in bir mısraının tercümesi olup, bizde de tekerleme haline gelen "Gerisi edebiyattır (Et tout le reste est litterature)" sözünde veya "edebiyat yapmak" ve benzeri deyimlerdeki küçümseyici ifadeler, bayağı ve zorlamalı edebiyat örnekleri için geçerlidir. Yoksa, asil edebî zevk, insanlığın, her zaman için vazgeçilmez, bütünleyici unsurlarından biri olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'in, bu anlamda bir kelam mucizesi olduğunu unutmamak gerekir.
KISSALARIN KONULARI
Kur'ân-ı Kerim'de: Hz. Âdem ve iki oğlu, Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz.İshak, Hz. Lût, Hz. Ya'kub, Hz. Yusuf, Hz. Şu'ayb, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman, Hz. Eyyûb, Hz. Yûnus, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. İsâ gibi enbiya kıssaları çok geniş bir yer tutar. Bunlardan bazıları üzerinde, daha büyük bir önemle durulur. Mesela, Hz. Âdem'in yaratılması, kendisine bütün isimlerin öğretilmesi, meleklerin ona secde etmeleri, İblîs'in onunla eşini kandırması ve onların da Cennetten çıkartılmaları; Hz. İbrahim'in babasını hakka davet etmesi, onunla tartışması, kavminin putlarını kırması, Allah'ın tek Tanrı olduğunu öğretmek için kavmine istidlâl yolunu göstermesi, bir kral (Nemrud) ile tartışması, Kâbeyi inşa etmesi vb.; Hz. Mûsâ'nın doğumunu çevreleyen ortam, doğumu, ırmağa bırakılması. Firavun'un sarayında büyütülmesi, kendisine risalet verilmesi, Firavun'u hakka davet etmesi ve onunla yaptığı çeşitli münakaşalar, Firavun'un sihirbazları ile karşılaşması, İsrailoğulları ile birlikte Mısır'dan çıkışı, altun buzağı olayı. Cenab-ı Allah'ı görmek istemesi, İsrailoğullarından çektiği sıkıntılar vb. Hz. İsâ'nın babasız olarak bakire Meryem'den dünyaya gelmesi, beşikte iken konuşması, gösterdiği çeşitli mucizeler, İsrailoğullarını irşad etmesi, Mâide meselesi, öldürülmek istendiği halde bunun başarılamaması vb. kıssaları,
Meryem, Uzeyr, Zulkarneyn, Lokman gibi salih kulların kıssaları,
Peygamberlerin kavimleri ve özellikle İsrailoğulları, Ashabu'l-Kehf, Ashabu'l-Uhdud, Ashâbu'l-fîl gibi toplulukların kıssaları,
Firavun, Kârûn, mağrur hükümdar (Nemrud) gibi sapık yola sürükleyenlerin kıssaları.
Ve nihayet Hz. Peygamber Efendimiz'in hayatının ve nübüvvetinin safhalarına ait genişçe bir bölümü kapsayan olayların (İsrâ', mi'rac, hicret, Bedr, Uhud, Ahzâb, Hz. Peygamberin içtimaî ve ailevî hayatı vb.) kıssaları bulunmaktadır.(1)
KISSALARIN GÂYELERİ
Kıssanın gayesi, "Kur'ân'ın indiriliş maksadlarını gerçekleştirmektir"', cümlesinde hülâsa edilebilirse de, biraz tafsilâtlı olarak gayelerini sınıflandırmak faydalı olacaktır. Bunlar şunlardır:
1- Hz. Muhammed'in nübüvvetini isbat etmek. Peygamberimiz gibi kavmi de, geçmiş peygamberlerin ve ümmetlerinin durumlarına vâkıf değildi (Yusuf, 12/102; Kasas, 28/44-46). Böyle olduğu halde, onları Kur'ân vasıtasıyla doğru bir tarzda anlatması, Allah'ın vahyine mazhar olduğunu gösterir. Kur'ân'da anlatılanların kısmen Tevrat kıssalarına benzemekle beraber, bazan önemli hususlarda onlardan ayrılması, hele o ayrıldığı hususların yanlış olup yakın zamanlarda (ancak muâsır dönemde) yanlışlıklarının anlaşılmış olması, kat'î olarak vahy olduğunu gösterip hiçbir şüpheye yer bırakmaz.
2- Bütün peygamberlerin İslâm'ı tebliğ ettiklerini göstermek. Bu gerçeği pekiştirmek için Kur'ân, peygamberlerin kıssalarını, birçok durumda peş peşe serdeder. Enbiya sûresinin 48-92 pasajı bunun güzel bîr örneğini teşkil eder ve son âyet bu uzun anlatımın asıl gâyesini bildirir: "Muhakkak ki bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir (dininiz bir tek dindir); Ben de sizin Rabbinizim. O halde (başkasına değil) yalnız Bana kulluk edin." Tâlî gâyelere ise, kıssaların arasında temas edilmektedir. A'raf, 7/59-85; Hûd, 11/25-99; Şu'ara, 26/10-191 pasajları da bu mahiyettedir.
3- Muhatapların ders almalarını sağlamak. İnsan, kıssalarda anlatılan iyi kişileri takdir edip onlara benzemek ister; kötülerden nefret edip huylarından sakınmak lüzumunu hisseder. Çünkü tarihin işleyişinin, her iki grubun âkıbetlerini açıkça ortaya serdiğini görür. Toplumlar çeşitli özellikleriyle, sadece tarihin uzak bir köşesinde gelip geçmiş birer kavim değil, örnekleri her zaman bulunabilecek birer tip olarak arzedilmektedirler.
İbretin bir başka nevi, özellikle peygamberlerin mûcizelerinde rastlanan, ilmî gelişmeyi teşvik edici nitelikteki işâretlerde tezâhür eder. Herbir âyetin, çeşitli irşad vecihlerini ihtiva edebileceği, İslâm âlimlerince kabûl edilmektedir. Âyetlerde delâlet kuvveti farklı olan çeşitli mâna tabakaları bulunabilir. Peygamberlerin manevî faziletlerinin anlatılmasıyla muhatap, onların kemallerinden yararlanmaya teşvik olunduğu gibi, onların mûcizeleri anlatılmakla peygamberleri bu sahada da örnek almaya zımnen teşvik edilmiş olabilir. Kur'ân'ın bu zımnî (gizli) irşad nev'ini bazı misallerle açıklayalım:
Sebe', 34/12 âyetinde, "Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü bir aylık mesafe olan rüzgârı, Süleyman'a musahhar kıldık ve onun için erimiş bakırı da kaynağından sel gibi akıttık" buyurulur. M. Hamdi Yazır bu âyete göre, Hz. Süleyman'ın bir günde asgari 1.800 km. mesâfe kattettiğini hesaplar. Bu âyetten aero-dinamik kanunlardan faydalanmaya gizli bir teşvik sezilebilir. Zira -mucize olmasına rağmen- Hz. Süleyman bu işi vâsıtasız yapmış değildir, hava (rîh, rüzgâr) vasıtasıyla, havanın özelliklerinden istifade ederek gerçekleştirmiştir. Havanın hareket kanunlarına dikkat çekmek hikmeti olmasaydı, Allah Tealâ onu vasıtasız olarak o mesafelerden aşırtır ve Kitabında da havayı sebep kılarak bu mucizeyi gerçekleştirdiğini bildirmezdi. Ayetin son kısmı, bakırı sel gibi akıtmayı, Hz. Süleyman hakkında ilâhî bir lütuf olarak zikretmektedir. Az önceki 10. âyette de Hz. Dâvud'a "demirin yumuşatıldığı" beyân buyurulur. Muhakkik müfessirimiz M. Hamdi Yazır, naklettiği diğer tefsirleri zayıf bulduğuna işâret etmek ve âyetteki ilmî irşada dikkati çekmek için, "Biz, bunun bir atiyye-i ilâhiyye olan bir ilm u san'atla akıtılmış olmasını daha ehemmiyetli buluyoruz" der.(2) Böylece Kur'ân-ı Kerim, demiri işletmeyi ve bakırı eriterek sel gibi akıtmayı, bu âyette büyük bir ilâhî lütuf olarak bildirmekle, madenleri bulup işletmenin, sanâyiin ve maddî kuvvetin esası olduğuna işâret ve bu nimetten istifadeye teşvik etmektedir.
4- Kıssalar, Hz. Peygamber'in ve müminlerin kalblerini takviye ederler. Tebliğ külfetinde karşılaştıktan meşakkatlere sabır ve hizmette sebat etmelerini kolaylaştırırlar. Çekilen çilelerden sonra Allah'ın nusratının, önceki peygamberlere ve cemaatlerine geldiği gibi, Kur'ân'a tâbi olanlara da geleceği anlatılmak istenir.
5- Nimeti bildirip hatırlatmak. Allah'ın, nebilerine ve seçkin kullarına ihsan etmiş olduğu nimetler de, kıssalarla bildirilir ve hatırlatılır. Hz. İbrahim, Yunus, Mûsâ, Dâvûd, Süleyman, Zekeriyyâ, Yahya, İsa (onlara salat ve selam olsun) kıssalarında olduğu gibi. Bazı yerlerde, bu peygamberlerin kıssalarından birkaç halka gelir ve oralarda nimet, çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Orada nimetin meydana çıkması, birinci gayedir; kıssanın öte tarafı ise, bu gayeyi belirtmek için serdolunmuştur. Böylece Allah'ın, Kendisine olan bağlılığı ve itaati mükâfatsız bırakmayacağı bildirilmiş ve insanlar da, onlara benzemeye özendirilmiş oluyor.
6-Şeytandan sakındırmak. Kıssaların gayelerinden biri, şeytanın aldatmasına karşı Âdemoğullarını uyarmak, Şeytanla kendilerinin arasında, işin başından beri sürüp gelen düşmanlığı belirtmektir. Bu düşmanlığı kıssa aracılığı ile göstermek, daha etkili olur. Böylece nefiste, şerre çağıran vesveselerin önünü almak, daha çok mümkün olur. Bu, ebedî bir mesele olduğundan, Hz. Âdem ile İblîs kıssası bir çok yerde tekrarlanmış, böylece çarpışmanın, baştaki cüz'î hadiseye münhasır kalmayıp, bütün kâinatta ve her insanın benliğinde her an devam ettiği vurgulanmış oluyor.
7- Münferit meselelerin arkasındaki genel prensipleri ortaya koymak. Kur'ân kıssalarında geçen bazı hususlar vardır ki, bunların cüz'î meseleler olduğu sanılabilir. İlk anda, Kur'ân'ın bunları nakledişinde, tarihî bir olayı anlatmaktan başka bir fayda gözetmediği düşünülebilir; ve o küçük mesele üzerinde ısrarla durmasına anlam verilemez. İsrailoğullarının ünlü "bakara"sı, buna güzel bir misaldir. Kur'ân-ı Kerim bu "bakara"nın ayrıntıları üzerinde o kadar durmuştur ki, en uzun sûre, adını bundan almıştır. Halbuki şöyle düşünecek olursak bakarayı (sığır) kesmek üzerindeki ısrarın, oldukça hikmetli olduğunu anlarız: Eskiden ziraatın başlıca aracı sığır cinsi olduğundan, Mısır'da olduğu kadar dünyanın öteki bir çok bölgesinde de sığır cinsi takdis ediliyor ve tanrılaştırılıyordu. İşte Kur'ân, öbür milletler meyanında İsrailoğullarının da içlerinde yer etmiş(3) olan bakar'a tapma sapıklığının, Hz. Mûsâ'nın Allah tarafından gönderilmesiyle, bir sığırın hadiseli boğazlanışıyla ortadan kaldırıldığını, bu sapıklığın insanlığın önemli bir kesiminin istidadında yer etmiş olan çok yaygın bir şirk şekli olduğunu böylece anlatmış oluyor. Bu da gösteriyor ki, Kur'ân-ı Hakîm'de, tarihî bir olay görünümü veren bazı münferit hadiseler, bazan birtakım genel prensiplerin ipuçları durumundadırlar. Hz. Âdem'in meleklerle olan durumu, meleklerin yeryüzünde Âdem gibi bir halifenin yaratılmasını istemeyişleri olayı, müteşabih, anlaşılması güç, sırf gaybî olan bir meseledir. Kur'ân, Hz. Adem'in meleklere üstün gelişini, "Allah'ın ona, bütün isimleri öğrettiği" (Bakara, 2/3l) cüz'î hadisesine dayandırır. Fakat bu küçük olay, aslında genel bir kanunun habercisidir. Hikmetli Yaratıcı, insan türüne sınırsız yetenekler verdiğini, böylece onun, Allah'ın halifesi olmaya hak kazandığını bildirmiş olmaktadır. İşte Hz. Âdem'den beri beşerî birikimin meydana getirdiği ve getireceği binlerce bilim ve fen, bu gerçeğin tefsiri durumundadır.
Keza İblîs'in, Âdem'e secde etmemesi münferit gaybî hadisesi, çeşitli yerlerde değişik üslûplarla tekrar edilir. Bu da insanlık dramında müşahede olunan genel bir gerçeği işaretlemektedir. Kur'ân, meleklerin Hz. Âdemin şahsına boyun eğdiklerini bildirmekle, kâinatın maddî nevilerinin olduğu gibi onlara müvekkel olan manevî temsilcilerinin de insana inkiyad ettiğini anlatmaktadır. Ayrıca, Şeytanın Hz. Âdem'in üstünlüğünü kabul etmediğini bildirmesiyle de, Âdemoğullarının yeteneklerini ve fıtratlarını bozan, onları yanlış yollara götüren maddî ve manevî şer unsurlarının, insanlığın mümkün ve mukadder kemaline ne büyük bir engel ve düşman olduklarını hatırlatmaktadır. Böylece Kur'ân, yalnız Âdem ile İblîs'in münferit bir hadisesini anlatıyor görünürken, gerçekte bütün kâinatla ve bütün Âdemoğullarıyla konuşmaktadır. Firavunun, vezirine: "Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap!" (Gâfir, 40/36) sözünden, Mısır firavunlarının dağsız bir düzlükte yaşadıklarından dağların özlemini duyduklarını, adlarını ebedileştirmeyi, bu muazzam piramitleri inşa ettirmekte sandıklarını; "Bugün senin bedenini kurtarıp koruyacağız" (Yûnus, 10/92) ayetinden de, tenasüh fikrine saplanan firavunların, cesetlerini mumyalattıklarını çıkarmak mümkündür.
Bu tür misaller çoğaltılabilir. Kıssaların belli başlı amaçlarını böylece sıraladıktan sonra, birtakım tali gayelerinin de bulunduğunu, sadece hatırlatmakla yetiniyor ve kıssaların özelliklerine geçmek istiyoruz.
KISSALARIN ÖZELLİKLERİ
Kur'ân kıssaları, aslında, insanlara hükmeden ilahî kanunların icraatından ibaret olan birtakım hareketler, görüntüler ve sesler halindeki tarih manzaralarıdır. Hikâye ve romanlarda eserin kahramanı, zaman ve mekân unsurları büyük önemi hâizdir. Halbuki Kur'ân kıssalarının gerçek kahramanı, olayların kendi etrafında döndüğü şahıs değildir. Kıssanın, gerçek kahramanı insanın inanç, ahlâk ve davranışlarına sıkı bir şekilde bağlı olan tarihî kanundur. Kıssanın kahramanı, meselâ Hz. İbrahim ve muhatabları değil, tevhîd ve şirk, tarihî realiteleridir. Yahut Hz. Yusuf ile ev sahibesi değil, Yusuf'taki iffet ve emânet ile, kadındaki şehvet ve hıyânettir. Gerçi Kur'ân'da hayat, unutamayacağımız bazı şahsiyetlerde hareket eder, fakat Kur'ân üslûbu, kıssa kahramanlarını, olayın mihveri yapmaya lâyık bulmamıştır. Kıssalar tezli kıssalardır, güdümlü hikâyeler değildir. Kur'ân hâdiseye dikkati çektiğinden, zaman ve mekân unsurlarına zikre değer bir yer vermez, onları bildirmez. Zira hâdiselerin, ibret vermek gâyesine hizmet etmeyen ayrıntılarına girmek, meseleyi teferruata boğarak kıssadan çıkacak hisseye gölge düşürebilirdi.
Kıssaların en çok dikkati çeken özellikleri şunlardır:
1- Tekrar hususiyeti: Muhatap Âdem, Nûh, Musâ aleyhimüsselâm ile ilgili bazı kıssaların tekrar edildiğine şahid olur. Aslında tam bir tekrar yoktur. Sûrenin genel havası ve siyak münâsebetiyle aynı kıssa, her seferinde değişik ayrıntılar eklenerek farklı üslûpla ele alınır ve bu farklı detaylar, değişik ibretlere medar olurlar.
Tekerrür, esas dinî maksadın farklı üslûplarla tebliği durumundadır. Sıradan meseleler tekerrür etmez. Meselâ Hz. Musa'nın doğumunu çevreleyen şartlar, gençliği, evlenmesi tekrarlanmaz, ama Firavun'la karşılaşması, sihirbazlara söylediği sözler, risâletin hedefi yönünden çok mühim olduğundan, dinî maksad, tekrarlanmalarını gerektirmiştir.
Keza aynı şahısla ilgili kıssanın, çeşitli yerlerde zikredilen unsurları, ihtilâf veya zıtlık olmaksızın, bir tek konu teşkil eder. Değişik pasajlar bir araya getirildiğinde, konunun büyük ve detaylı bir tablosu elde edilir.(4) Yalnız unutmamak gerekir ki kıssanın eklem yerleri durumunda olan bazı halkalarını tekrar etmekten kaçınmak mümkün değildir.
2- Kur'ân kıssayı hangi maksad için serdediyorsa, hâdisenin sadece o mikdarını zikreder. Dinî gâyeyi ifâde etmesine önem verildiğinden, tarih sırası gözetilmeksizin başından, ortasından veya sonundan anlatılabilir.
3- Muhatap kıssadaki olaylar içinde dalıp gitmeye bırakılmaz, arada dinî irşad ve tevcihler serpiştirilir.
Kıssalarda şu sanat özellikleri bulunduğu görülür:
1- Muhatabı sürükleyen bir girizgâhla başlanır.
2- Temsilî anlatım tercih edilir, yani önemli sahneler gösterilip birçok teferruat muhayyileye bırakılır.
3- Hâdiseler kuru, didaktik ifâdelerle sıralanmaz, canlılık ve hareket dolu bir tasvirle müşahhas hâle getirilir.
DİPNOTLAR
(1) Kur'an'da geçen kıssaları bir araya getiren kitaplar içerisinde, özellikle M. Ahmed Câdu'l-Mevlâ, M. Ebû'l-Fadl İbrâhîm, A. M. el-Becâvî, S. Şehâle tarafından müştereken yazılan "Kısasu'l-Kur'ân" büyük ilgi görmüştür (onuncu basım, Kahire, el-Mektebe et-Ticâriyye el-Kubrâ, 1389/1969, B. boy, 480 s.).
(2) M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI. 355-56 (İst, 1993, Zaman)
(3) Kur'ân. el-Bakara,2/93'te buna değindiği gibi Eski Ahit'in Hoşea, 8, 5-6 İle I. Krallar, 12, 26-32 cümleleri de bunu gösterir.
(4) M. Mahmûd Hicazı, el-Vahdetü'l-Mevdû'ıyye fi'l-Kur'âni'l-Kerîm, s.325-398.
.
.
KURAN-I KERİME BİR BAKIŞ *
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'ân hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır; fakat bu demek değildir ki, O'nda, öğrenci defterindeki matematik problemlerinin çözümü, dil bilgisi kitaplarındaki imtihan beyitlerinin gramer yönünden tahlilleri, Brezilya dağlarının sayıları, Fransa'daki ırmakların uzunlukları vardır. Kur'ân size elma sandığı sunmaz. Onun yerine, size yeryüzünü ve kendisiyle, elma ağacına sahib olacağınız isti'dadı verir. Size fizik kanunlarını sıralamaz; düşünme metodu verir ve düşünceyi, fizik kanunlarını bilmekte kullanmaya yöneltir. Bir Çin ata sözü der ki: "Balık hediye ettiğin kimseyi, bir günlüğüne doyurursun, ama balık avlamayı öğrettiğin kimseyi bir ömür boyu..'
Bugün insanlığın elinde, çeşitli dil ve yazılarla, yirmi milyondan fazla kitap bulunmaktadır. Bana "Bunlardan hangisi daha üstün, daha tam, daha güzel ve daha şümûllüdür?" diye sorulsaydı, "Kur'ân'dır" derdim. Aynı soru karşısında, bu derginin her okuyucusu da aynı cevabı verir, hem de hiç duraksamadan. Bundan da emînim.
Fakat düşündüm: Bunu müslüman olduğum, müslüman olarak yetiştiğim için mi söylüyorum, yoksa bu, insaflı her araştırıcının benimseyeceği objektif bir yargı mıdır?
İlk müslüman Arapların Kur'ân'ın âyetlerini nasıl dinlediklerini, âyetlerin nasıl onların gönüllerini kapıp akıllarını sardığını, nasıl İslâm'a yönelttiğini hatırladım. Hz. Ömer'i göz önüne getirelim. İnkârında devam ettiği halde, O'nun üstünlüğünü, eşsiz etkisini dile getirmekten kendini alamayan el-Velîd'i hatırladım. el-Velîd O'nun büyü olduğunu ileri sürmüştü. Büyü, yani etkisi belli, sebebi gizli...
Yanımdaki Mushaf-ı Şerîfı çıkardım. (Bu düşüncelere daldığımda uçakla yolculuk yapıyordum). Okumaya başladım. Müslüman Hz. Ömer'in, inkârcı el-Velîd'in, Kur'ân'ı okuyan veya dinleyen her arabın edindiği şuûru bulmak istiyordum.
Ne oldu? Söylesem mi. yoksa utancımdan saklasam mı? Doğrusu ben bu şuuru bulamadım! Evet, üzülerek, utanarak diyorum, gerçekten bulamadım.
Yeniden düşündüm: Neden bulamadım? Bulamadım, çünkü Kur'ân'ı biliyordum, benim için yeni değildi. Onun karşısındaki duygularım, onbir yıl Mekke'de oturduktan sonra, şimdi Ka'be karşısındaki duygumun akıbetine uğramıştı. Onu ilk gördüğümdeki o tatlı ürpertiyi yitirmiştim. Ülfet, sürprizin etkisini gidermişti belki de.
Yoksa Kur'ân'ı çabuk okuduğumdan, hatmin sonuna gelmek için âyetleri yutarak geçtiğimden mi O'nun zevkine varmaz, işaret ve hedeflerini farketmez, iyiden iyi düşünmez duruma gelmiştim? Evet, buldum işte sebebini. Kur'ânı okuyuşum Mekke'den Cidde'ye yolculuğuma benziyordu. Şoförün de benim de kaygımız, yolu elli dakikada almaktı. Böyle olunca Bahre ve Hidâ'da belli belirsiz evlerden, kimi genişleyen kimi daralan düzlüklerden, ötede beride yüksek alçak tepelerden başka ne görebilirdim ki? O evlerin şekli nedir? Odaların dekoru, oradaki insanlar nasıldır? O düzlüklerdeki topraklar ve kumlar hangi gruptandır, bileşimleri nelerdir? O dağlık kesimdeki kayalar hangi türdendir? diye sorulsaydı elbette bilemeyecektim. Çünkü ne dikkat etmiş, ne de sormuştum. Fakat keşif ve araştırma için gelen jeoloji kurulu, yolda elli dakikaya karşılık elli gün geçiren uzmanlar, bütün bunları bilir ve geniş bir rapor hazırlarlardı.
Ashâbın okuyuşu ile bizim okuyuşumuzun durumu işte bu örnek gibidir. Biz Kur'ân'ı anlamaksızın bir veya iki günde hatmederiz. Oysa onlardan biri, bir tek sûrenin üzerine yıllarca eğilir, iyiden iyi düşünerek, özümleyerek kendini O'na verir, anladıklarını da işinde ortaya koyardı.
Bir yandan bu çabukluk, öte yandan Kur'ân'ı dinlerken zihinlerin ses nağmeye kayması, Kurrâ denilen kişilerin Kur'ân'ı sırf nağme için hazırlanmış güfteden ibaret sanmaları ve O'nu birbirinden daha' güzel bestelemek için yarışmaları ve Kur'ân'ı sadece kendisiyle toplantıların açıldığı bir alâmet edinmemiz... İşte bütün bunlar ve benzerleridir ki, O'nun sırlarına dikkati perdelemiş ve kâfir bile olsa, dinleyen her Arabın tadacağı güzelliğini duymaktan beni yoksun bırakmıştı.
Kur'ân değişmedi. Değişen, O'nu okuyan diller, işiten kulaklar ve kavrayan kalbler ve akıllardır. Kur'ân'ı anlamadan okuyoruz, O'nun karşısında huşû olmayan bir coşkunluk duyuyoruz, ya da O'nu câmi kapılarında dilenme aracı yapıyoruz. Bundan ötürü ne ben ne de bir başkası, bu hissini Kur'ân'ın değerini ölçmek için ölçü olarak kullanamayız. Duymayı akla bırakalım.
Benim gibi, elli yıldan fazla bir zamandan beri, günde ortalama olarak yüz sayfadan çok okuyan bir adamı göz önüne getirelim. Bu adam böylece insanlık kültürünün büyük bir bölümünü öğrenmiş olsun, müslüman değilse bile insaflı bir kişi olsun. Yazımın başında ortaya attığım soru karşısında ne diyecektir?
O bakacak ve insanlığın, dünya çapında derin izler bırakan birçok kitap görmüş olduğunu düşünecektir. Bu kitapların kimisi gökten inmiş, fakat insanlarca aslından uzaklaştırılmıştır: "Kîtâb-ı Mukaddes" denilen kitap gibi. Kimi yeryüzünde ortaya çıkarak, bağlılarınca kutsallaştırılmıştır. Hind Vedaları, Zerdüşt'e mensup eski Farsça ile yazılmış Avesta, Konfüçyüs'ün yazıları gibi.
Bir kısmı edebî kitaplardır: İliada, Homeros, Shakespeare (Şekspir), Moliere, La Fontaine (La Fonten)in tiyatro eserleri ve Alman Fichte'nun hitabeleri gibi.
Bir kısmı ilmî-felsefî kitaplardır: Eflatun'un Cumhuriyet'i, Sokrat'ın Diyaloglar'ı, Aristo'nun kitapları, Descartes (Dekart)'ın "Metod Üzerine Nutuk'u, Kant'ın aklın kritiğine dair kitapları, Bergson'un Yaratıcı Tekâmül'ü, A. Carrel'in İnsan Bu Meçhul'u ve Einstein (Aynştayn)'ın İzafiyet Teorisi gibi. Danvin'in, Freud (Froyd)'un, Durkheim, Machiavelli (Makyavelli), Hegel, Marx ve başkalannın yazdıkları benzeri kitaplar gibi. Bu liste uzatılabilir; ancak ben misâl olarak bunları saydım. Müslümanların kitaplarını söz konusu etmeyişimin iki sebebi var:
Birincisi, ben müslüman olmayan herhangi bir dîn ve mezhepte, kendisini insaflı davranmaktan alıkoyacak taassubu bulunmayan insaflı bir araştırıcının aklı ile düşünmeye çalışıyorum.
İkincisi, Müslümanların bütün kitapları, uzaktan yakından Kur'ân'ın etkisinde kalmıştır, O'nun dallan sayılabilirler. Halbuki ben, burada Kur'ân'dan bahsediyorum. Dalı ağaç için delîl olarak kullanmanın ma'nâsı olmadığı gibi, evlâdın babası hakkındaki şahitliği de kabul edilemez.
Bakalım, bu açık fikirli araştırıcı, bu kitapları Kur'ân'la karşılaştırınca neler bulacak? Düşünecek ki, insanlık için en yüksek ideal, insan duygu ve bilgisinin en yüce zirvesi; hakikat, iyilik ve güzelliktir. Bu kitaplar arasında, akıl yürütme yoluyla hakikatten söz edenler varsa da, güzellik ve iyiliği bir yana bırakmışlardır. Duygu aracılığı ile, zevk yolundan güzellik üzerinde derinleşenler var, ancak bunlar da iyilik ve hakikate gereken önemi vermezler.
Bu şu demektir ki, ortada olan kitaplar ya sırf ilmî, ya sırf edebî, ya sırf ahlâkî, ya da felsefî-ahlâkî kitaplardır. Sonra bakar ki, onların içerisinde insanın yaradılışına aykırı taraflar bulunuyor; yaradılış ise kendisine aykırı olandan kaçar. Zenginliği çirkin gören ve "zengin, göklerin melekûtuna (Cennete) giremez" diyen Kitabı düşünelim. Oysa insan, malı seven bir yaradılıştadır. Aynı Kitap, dünya zevklerini bırakmayı, rahipliği öğer; halbuki insan, yaradılışça aile hayatına meyillidir. "Sağ yanağına vurana, sol yanağını da çevir." der; halbuki insan, acıyı uzaklaştırmak isteyen, öç almak isteyen bir yaradılışa sahiptir.
Toplumu ayakta tutmak iddiasıyla, ferdi ortadan kaldıran, ferde güç işler yüklediği halde kazancı yasaklayan, düşünmemesi için onun aklını söndürmeye, aklını sınıfına bıraktırmaya çalışan... İnsanları barış ve anlayışın değil, savaş ve düşmanlığın topladığı sınıflar yapan bir kitap bulur. Bu kitap, tarihî diyalektik hurafesini kabul eder. Oysa tarih, geçmişi iletmek ve geçmişteki olayların sebeplerini araştırmaktan ibarettir; yoksa marksistlerin saçmaladıkları gibi, olacak olana hükmetmek demek değildir.
Günlerin geçmesiyle eskiyen, değeri azalan ve sadece zaman akışındaki öncelik özelliğini koruyan ilmî ve fikrî kitaplar da bulacak. Diyebiliriz ki, bu günün bir üniversite öğrencisi tıbbı Hipokrat'dan, geometriyi Euclide'den, astronomiyi Copernic'den, kimyayı Lavoisier'den daha çok bilmektedir.
Genel olarak, ilmî eserlerden daha kalıcı ve daha sabit olsa da, zevkler ve çağlara göre, insanların bakışlarını ve takdirlerini çeken edebî kitaplar da bulacaktır. Esasları değişen, çeşitli teoriler ileri süren ahlâk kitapları bulacaktır.
Görecektir ki onlardan yanlışı ortaya çıkanlar, ışığı ve ateşi sönenler var: Freud'un görüşleri, Darwin nazariyesi gibi. Bütünüyle uygulama imkânsızlığı bir yana, uygulama sırasında büyük zararlar ve yıkıcı sonuçlar taşıyanlar var: Marx'ın Das Kapital'i gibi.
Onları bırakıp da Kur'ân'a bakarsa O'nda ne bulacaktır? İlkin, Kur'ân'ın tek başına bütün yüksek sıfat ve idealleri, hakikati, iyiliği ve güzelliği kuşattığını görecektir. O da bir ilim kitabıdır, fakat hipotezler ve teoriler ileri sürmez, kanunlar serdetmez. Buna karşılık, insanları, dünyanın sırlarını anlamak için, akıllarını çalıştırmaya yöneltir. Bu hayatın sağlam nizamları, sabit kanunları olduğunu, onlara kesin olarak bildirir, Kur'ân'ı ilk olarak işiten toplumun anlayabileceği ölçüde, bu kanun ve nizamların bir kısmına işaret eder ve kendi varlıklarında onları ortaya çıkarmaya çağırır; bedenlerinde ve duygularında; çevrelerindeki develerde ve yakın temasta bulundukları öbür hayvanlarda; gelişen, giydirilen, kışın ölen ve sonra diriltilen ağaçlar ve bitkilerde, yerde ve orada bulunanlarda, gökte ve gökten görünen taraflarda... Ayrıca Kur'ân onlara bildirir ki, kâinatta bulunan her şey ölçülü bir sınır içerisindedir, belli nisbetlerle ayakta durmakta ve değişmez ilişkilere sahip bulunmaktadır. Bütün bunlara dair insanlara verilen bilgi azdır. Allah onların bilmediklerini de yaratacaktı, sonradan gelecek insanlara, daha öncekilerin bilmediklerini de öğrenme imkânı verecektir.
Kur'ân, devamlı olarak, Allah'ın tuğrasını taşıyan tabiat kanunlarına işaret eder; bağlılılarının dikkatlerini, onları kullanmaya, -akıl ve fikrimizi çalıştırmak şartıyla- faydalanmamız için onların emrimize verildiğine dikkati çeker: "Hepsi Kendisinden olarak, göklerde ve yerde olan her şeyi, size âmâde kıldı." Bu emre verme, sadece geçici dünya hayatında faydalanma için değil, sonraki devamlı hayatta, hakîkî faydalanma yolunu anlamamıza işaret ve delîl olmak gayesine de yönelmiş bulunmaktadır: "İyice düşünen bir topluluk için, bunlarda elbette işaretler vardır."
Kur'ân akaid kitabıdır, fakat kalbi inançla meşgul eden, aklı çalıştırmaktan ve bediî (estetik) güzelliği tatmaktan uzaklaştıran ard arda bahislerden ibaret değildir. Aksine, yaradılanı ve ondaki güzelliği incelemek yoluyla Yaradan'ı bulmak işlemi içinden, inancı yerleştiren âyetlerdir.
Aynı zamanda O bir kanun kitabıdır, fakat sadece hükümleri bildiren, kanun metinlerinden ibaret olan bir Jüstinyen Kodu gibi değildir; hükümlerini inanca bitiştiren, Yaradan'a bağlayan bir kanun kitabıdır. Terikede mirasçıların paylarını, noter yanında şahitliği belgelemek üslûbunda bile böyledir.
Kur'ân tarih kitabıdır, ama Peygamberlerin kıssalarını detaylarıyla kronolojik sıra içinde vererek nakletmez, her yerde duruma uygun olan başka bir tarafı alır. Gaye onlardan hisse kapmaktır, bildirilen olaydan yararlanmaktır, yoksa olayın detaylarını bildirmek değildir. Kıssa ile hisseyi böylesine meczetmenin ve kıssaları, değişik yerlerde değişik biçimlerde tekrarlamanın hikmeti -Allah bilir ya-, inancın yerinin şuuraltı olduğu hususunda aranmalıdır. Endirek (dolaylı) olan bu telkin tarzı, özellikle tekrarla birleşirse, kolayca şuuraltına uzanır. Yabancı eğitimciler bunun farkına varmışlar, bu konuda geniş araştırmalar yapmışlar ve arzu ettikleri prensipleri çocuklara aşılamakta bu metodu kullanmışlardır. Eğer kıssa öğretici okul kitapları gibi, şuurlu akla hitabederek verilseydi, hâfıza onu belleyecek ve gerektiği anda akla iletecekti. Akıl da, üzerinde fikir yürütecek, araştırma yapacak, şüpheler ortaya çıkaracak, küçüklüğünde bellediği ve imtihan geçirdiği okul derslerini, büyüdüğü zaman unutan öğrenci gibi, günlerin geçmesiyle onu da unutacaktı. Oysa aynı öğrenci, öğretmenin, kendiliğinden gelen, akla hitab etmeksizin yapmış olduğu yönlendirmeleri unutamaz. Yeminle söyleyebilirim ki, şahsen ben, bu tarz yönlendirmelerden, birinci dünya savaşı sırasında işitmiş olduğum birçok şeyi hâlâ hatırlıyorum.
Sapıtan ve yanlışa düşen bazı kimseler sanıyorlar ki, Kur'ân'daki peygamber kıssaları, edîblerden meselâ A. Dumas, yahut Ch. Dickens'in roman ve hikâyeleri gibi, realiteyi göstermeyen, yalnız ibrete vasıta olan parçalardır (1). O kitapların hepsi -gökten inen ve indiği gibi kalanlar dışında-, fikirleri ne kadar yüksek olursa olsun, duyguları ne kadar yüce olursa olsun yeryüzündeki insan hayatından kaynaklanmışlardır. Onlardaki her şey, sınırlı insan hayatıyla kayıtlıdır. İnsan hayatı, kendisinden öncekini ve sonrakini bilemez; olsa olsa, hakikatin desteklemediği, delilin kuvvet vermediği, hayal ve vehim parmaklarıyla onlara işaret edebilir. Kur'ân'ın konusu ise, bu dünyadan öncekini ve sonrakini kapsar ve biz insanlık topluluğuna, nereden geldiğimizi, aslımızın ne olduğunu, nereye gittiğimizi, sonumuzun ne olduğunu bildirir. O söylememiş olsaydı, bunları bilemeyecektik.
Konu yönünden bakacak olursak, bütün o kitaplar arasında, yalnız Kur'ân'ın, ferd ve toplum hayatı, ruh ve beden hayatı için eksiksiz prensipler kapsadığını görürüz. Kur'ân insanlığın yeryüzündeki kısa hayatı için ekonomik, sosyal, ahlâkî ve idarî esaslara sahib olduğu gibi, gelecek ahiret hayatına ilişkin esasları da kapsamaktadır. Hatta bu prensibin, sadece ondört kelimede toplanmış olması, Kur'ânın az bulunur özelliklerinden birini teşkîl eder: "Andolsun Asra ki, insanlık ziyandadır; ancak îman edip faydalı işler yapanlar, biribirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır." (Asr sûresi)
Çok iyi bildiğimiz, fakat çokça unuttuğumuz bir gerçeği hatırlatmakla başlıyor. O da, insanın bütün sermayesinin, hayatı olduğudur. Geçen her gün ile, o sermayeden bir mikdar kaybeder, sonunda ölüm saati çalınca ziyan tamamlanır. İşte bundan dolayı Asr'a, zamana yemin etti. Bu yemin, insanların gibi, onu yüceltmek için değil, ona dikkati çekmek içindir. Ölümle ziyan ederiz, zira her şeyden ayrılır, geçer gideriz. Fakat içimizden bir kısmına bu kayıp birşey yapamaz. Onlar, bu dünyanın nimetlerinden, ahirette faydalanacakları tarafları, beraberlerinde götürenlerdir. Onlar "îman edip, faydalı işler yapanlardır." Sonra, ferde kendi kişiliğinde, topluma da biribirleri arasındaki ilişkilerde, prensip ve uygulama bakımından gereken genel metodu verir. Prensiplerden doğru olan vardır, yanlış olan vardır. Mü'min, hakka sarılır. Doğru prensibe sarılanlardan da, uygulamanın sıkıntılarına, güçlüklerine katlanamayanlar vardır.
Mü'min hakkı bütünüyle gerçekleştirinceye kadar, o güçlüklere sabır göstermek konusunda azimli ve hırslı olacaktır. Öte yandan, her kişi, kendi nefsiyle yetinmeyecek, ferdler aralarında, yardımlaşacaklardır; birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edeceklerdir ki, ferdler gibi toplum da düzelsin. Bunlar, Kur'ân'ın bütünü ve konusu itibariyledir.
Kur'ân'ın üslûbuna gelince, O bu alanda eşsizdir; insanların bildiği hiç bir kitap, O'nun benzeri olamamıştır. Hem yeni bir üslûp getirmiş, hem de bu üslûp yeni kalmıştır; çünkü O, ne taklid etmiş, ne de başkasının tarzını örnek almıştır. O'nun dokuyuşu gibi dokuyan olmamıştır. Kur'ânın bütünü, ölümlü insanı, ölümsüz Allah'a bağlama etrafında döner. Tevhidiyle, zikriyle, tanrılıkta başkasını O'na ortak tutmaktan ve kulluğu O'ndan başkasına yöneltmekten çekindirmesiyle, bu ölümlü hayatı, îmanla bâki hayata hazırlamak ve orada fayda sağlayacak davranışlarda bulunmak etrafında döner.
Fakat öbür dinlerin mensuplarının yaptığı gibi, din-dünya ayrımı yapmaz. Onlar, insanların kimisini dîn yoluna giren dîn adamları durumuna sokar, kimisini ise bilim, siyaset, ekonomi adamları gibi dünya adamları sayar. Kur'ân nazarında her insan -O'na sarıldığı ve O'nun kendisine verdiği görevleri yaptığı, yasaklarından uzaklaştığı sürece-, dîn adamıdır; üstünlüğü, kuvveti, malı aradığı, ama sadece helal yoldan aradığı ve değerli işler yaptığı sürece de, dünya adamıdır. Öbürlerine göre, dünya ve ahiret yolunun durumu, Kuveyt'te oturan biri için, Katar ve Irak yolu gibi olduğu halde, Kur'ân bakışında Irak ve İstanbul yolunun durumu gibidir; yani yön bakımından fark yoktur, sadece uzaklık söz konusudur. Dünyayı isteyen, onun sınırında durur, ötesine geçmez; ahireti isteyen ise, dünyayı, kendisinden azık sağlayacağı bir istasyon sayar.
Kur'ân'ın maksadı bunlar olmakla birlikte, o maksatlar arasından, ikinci plânda olarak, insanın, mümkün olan kemâl noktasına ulaşmakta muhtaç olduğu fikir, beden, duygu ve iyi ahlâk plânlarını da ihmal etmez. Kur'ân bunları, güzelliğin zirvesinde olan bir üslûp içinde, benzersiz bir biçimde birleştirir, böylece şuuraltına, yani öz akla ulaşır. Oraya da yerleşince, insanın, fikrinde, duygusunda, davranışında ve bütün işlerinde izleri ortaya çıkar. İşte böylece İslâm, arapları değiştirmişti. Onunla, tarihe yeniden doğmuşlardı. Hz. Ömer'i, örnek olarak alın ve düşünün ki, müslüman olmakla nereye yükseldi, İslâm'a girmeseydi ne olacaktı!
Kur'ân hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır; fakat bu demek değildir ki, O'nda, öğrenci defterindeki matematik problemlerinin çözümü, dil bilgisi kitaplarındaki imtihan beyitlerinin gramer yönünden tahlilleri, Brezilya dağlarının sayıları, Fransa'daki ırmakların uzunlukları vardır. Kur'ân size elma sandığı sunmaz. Onun yerine, size yeryüzünü ve kendisiyle, elma ağacına sahib olacağınız isti'dâdı verir. Size fizik kanunlarını sıralamaz; düşünme metodu verir ve düşünceyi, fizik kanunlarını bilmekte kullanmaya yöneltir. Bir Çin ata sözü der ki: "Balık hediye ettiğin kimseyi, bir günlüğüne doyurursun, ama balık avlamayı öğrettiğin kimseyi bir ömür boyu..."
Ayetleri anlamak ve kâinatın sırlarını öğrenmek için, Kur'ân bizi, iyiden iyi düşünmeye ve aklımızı çalıştırmaya çağırır. Allah, herşey için bir kanun koyduğunu, göz ve akıl verdiğini bildirmiş ve bize "göklerde ve yerde olanlara bakınız" buyurmuştur. Her dert için deva indirmiş ve bize "dert için deva arayın, Allah'ın dünyadaki nizam ve kanunlarını keşfedin, o kanunların toplamı olarak yarattığı tabiatı tanıyın" demiştir.
Kur'ân, müslümana, hesaplaşmayı kabul etmeyi, akla dayanan tartışmayı kesin delile teslim olmayı ve karşı koyandan -eğer varsa- delilini istemeyi öğretmiştir: "De ki: Eğer iddianızda haklı iseniz, delilinizi getiriniz." Çünkü delilsiz iddianın layığı, geri çevrilmektir. Kendi şahsımız aleyhinde de olsa, hakikati söylememizi, yani arzularımızı, iştahlarımızı, acılarımızı, lezzetlerimizi gerçeğin hükmüne boyun eğdirmemizi öğretmiştir.
Kur'ân, emir ve hükümlerinin sebeplerini de bildirir. Bunlar ister apaçık inanç esasları olsun: "Eğer oralarda (göklerde ve yerde) Allah'dan başka tanrılar bulunsaydı, onların nizamı bozulurdu."; ister kanunî hükümler olsun: "(...) Doğru yoldan sapmamanız için, en uygunu budur."
Tabiat kanunlarına işaret edişi gibi, sosyal kanunlara da işaret eder ve onların da değişmez nizamları olduğunu anlatır: "Gerçek, sizden önce birçok olaylar, şeriatlar gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezin, dolaşın da (peygamberleri) yalan sayanların sonu nice oldu görün." İşte bu, Allah'ın koyduğu sosyal bir kanundur: Hakikati yalanlayanlar, onu reddedip de başka yola girenlerin sonu, yok olmaktır. "İş başına geçince, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ekin ve nesli yok etmeye çabalar". İşte bu da bir kanundur.
Hurafelere inanmayı, yani yanlış öncüllere dayanarak vehmi sonuçlara inanmayı da yasak eder. Fal oklarıyla kısmet ve hüküm aramak gibi, ilmî düşünmenin reddettiği tesadüfe bağlı durumları, Bahire ve Sâibe gibi (2) boş şeyleri, aldatıcı hokkabazları doğrulamayı, tabiatı gereği sonuca götürmeyen nazarlık gibi sebeplere başvurmayı menetmiştir. Böylece, hurafelere köle olmaktan insanları kurtarmıştır.
Kur'ân öğretmesi sayesinde, mü'min, herhangi bir şeyi, ancak şu iki yoldan biri ile doğrular: Yanıltmayan idrake veya devamlı gözleme dayanan aklî sübût, yahut kesinlik bildiren haber. İşte bu da bir esas kanundur. Normal olarak, devlet anayasası genel hatları çizer, büyük hedefleri açıklar, ihtiyaç duyulacak durumlar dışında ayrıntılara girmez. Meselâ anayasa "Devletin resmî dili Arapçadır (veya Türkçedir)" der ve ona ihtimam gösterilmesini ister, fakat ism-i failin yahut sıfat-ı müşebbehenin amelini açıklamaz. Kazâ organının bağımsız olduğunu bildirir, fakat teblîğat sürelerini, icra şeklini belirtmez. Kur'ânın: "İnsanlar arasında hüküm verdiğinizde, adaletle hükmetmelisiniz" demesi de böyledir. Esas prensibi koymuş, adaletin gerçekleştirilmesine vesile olacak yolları, seçimimize bırakmıştır.
Dipnotlar:
1) Halefullâh bunlardan biridir. "Kur'ân-ı Kerîm'de Hikâye San'atı" adlı doktora tezinde, bunu ileri sürmüştür.
2) Câhiliye arapları, bir dişi deve beş batın doğurur, beşincisi erkek olursa, onun kulağını yararlar, salıverirlerdi. Ne sağarlar, ne binerler, ne de kullanırlardı. Bir adamın başına dert gelirse, ondan kurtulmak için, putlar adına adak yapar, isteği olunca onu salıverir, ondan faydalanmayı, kendisine haram kılardı. İlk durumdaki deveye Bahire, ikincisine de Sâibe adını verirlerdi.
(*) Ali Tantavî. el-Va'yu'l-İslâmî Dergisi, sayı: 112, s. 8-14.
.
KUR'ÂN VE RAMAZAN
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Ramazan, Kur'ân-ı Kerim'in yüce âlemden beşeriyet ufkuna indiği kutlu zamandır. Kur'ân, dünyâ semâsına böyle bir Ramazan ayında doğmuştu. Karanlıklar içinde yolunu kaybetmiş, istikbalinden ümidsiz insanlığın yolunu aydınlatan, ona dünyâda olduğu kadar ebediyet âleminde de kurtuluş ve mutluluk haberi getiren en büyük müjde odur. Kur'ân müjdesinin tazeliğini korumak, insanların ondan alacakları feyzi artırmak için, bu fermanın insanlığı şereflendirdiği Kadir gecesini bulup ihya etmeyi Kerim Mevlâmız : "bin aydan daha hayırlı, daha verimli bereketli bir zaman dilimi" kılmıştır. Bire bin mahsul veren senelik bir bayram yapmıştır. Ebedî hayatı kazanmak yükümlülüğü ile dünyâya gönderilen ömür sermayesi mahdut, üstelik israfı ve gafleti çok insana, seksen küsur yıllık hep mükâfat ve kârla dolu bir ömrü kazandıran bir gece, ne büyük imkân, ne muazzam bir lütuftur! Bu emsalsiz lütuf, ancak o, Ekremu'l-ekremîn'in tükenmez ihsanından kaynaklanabilir. Bu bağış sebepsiz olmayıp, elbette dikkatlerimizi çektiği önemli bir husus bulunmaktadır. O da Kur'ân'ın ehemmiyetini hatırlatmaktır. Evet, bu teşvik, Kur'ân'ı gündemde tutmak hikmetine râcidir. Peki, Kur'ân niçin bu kadar ehemmiyetlidir? Çünkü Kur'ân Rabbü'l-âlemîn sıfatıyla Allah'ın, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa yönelttiği ezelî hitabıdır talimatlarını ihtiva eden fermanıdır. Büyük kainat kitabının beşer anlayışına yapılmış olan ezelî bir tercümesidir. Kâinattaki varlıkların mânâlarını ve gâyelerini doğru şekilde anlatan bir rehberdir. Gözle gördüğümüz bu şehadet âleminde, görünmeyen yüce gayb âleminin lisanıdır, beyanıdır. Uhrevî âlemlerin mukaddes haritası, maketidir. Bütün insanlığın her türlü mânevî ihtiyacına merci olacak nitelikte ve birçok kitabı çekirdek gibi ihtiva edecek özellikte mukaddes bir kütüphane durumundadır. Bu dünyâ muazzam bir makina tarzında düşünülecek olursa, Kur'ân onun kullanma kılavuzu, kataloğudur. Kur'ân kılavuzu olmadan, insanın ârızasız şekilde çalışması mümkün değildir. Böyle mükemmel bir makina imâl eden müessese, onu katalogsuz bırakmayacağı gibi, o kataloğa göre çalıştıracak uzmansız da bırakmayacaktır. Aynen bunun gibi, dünyâyı yaratan Rabbimiz kılavuz olarak semavî kitaplar ile insanlığı eğitmek ve yetiştirmek üzere peygamberleri göndermiştir. İnsanlık, tekâmül seyri içinde, tek bir dersi dinleyecek seviyeye gelince, mahdut mekânları aydınlatan yıldızlardan sonra, mutlak risalet güneşini izhâr etmiştir. Bu güneş doğalı beri, ondan feyz alan milyonlarca insan, örnek hayatlarıyla, mükemmel ahlâklarıyla beşeriyete fazilet nümunesi olmuşlardır. Bu irşâd devam etmektedir de.
Fakat unutkan, tembel ve nankör olan insanlar, zamanın geçmesiyle, büyük nimet olan bu Kur'ân nimetinin kıymetini unutabilecekleri için, büyük bir teşvikle onlara hatırlatmak, zihinlerinde canlı tutmak ihtiyacı vardır. İnsan rûhunun gıdası olan Kur'ân'da esasen mevcut bulunan turfanda olma özelliğini insanların bilmeleri, kendileri için önemlidir. Zirâ insana hayat veren prensiplerin menbaı odur. Kur'ân-ı Kerim'i hep turfanda "haddan tarıyyen" olarak nitelendiren hadis-i şerif, bu noktaya işaret etmektedir (İmam Ahmed, Müsned, I,7; İbn Mace, Sünen, Mukaddime, 11).
Kur'ân-ı Kerim'in bir nüzûlü vardır, bir de tenezzülatı vardır. Nüzûlü, o Furkan'ın beşeriyyet ufkunda ilk zuhurudur. Tenezzülatı ise, bazı zatların dediği gibi, okuyanın diri ve uyanık olarak okuduğu her defasında Kur'ân semâsından onun kalbine ve aklına inen yeni mânâlar, yeni tecellîler ve irşadlardır. Evet, Kur'ân vahy ile nazil olduğu gibi onun mânâları da vahy sırrına mazhar olarak iner, yani Allah Tealanın ilham etmesiyle insan anlayıp özümsemeye muvaffak olur. Onu layıkıyla anlamak için, insanın, kendisini Kur'ân'a vermesi, Kur'ân'ın Sahibine yönelmesi lazımdır. Yoksa, yeryüzünde büyüklük taslayan, Kur'ân karşısında müstağni davranan mağrurların, onunla irtibatları "se-asrifu" bıçağıyla kesilir: "Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları âyetlerimden uzaklaştıracağım (onları anlayamayacaklar)" (A'raf, 146). Kur'ân'la konuşan, onunla hitab eden Rahman'ı gözetmeyen, O'na yaklaşma gayreti içinde olmayanlar, haliyle, O'nun ikramlarından yararlanamazlar.
Her mevsim, Kur'ân mevsimidir. Kâinatın kalbi olan Kur'ân, her an kan verir müminlere, âb-ı hayatla sular. Kâinat kitabının mânâlarının açıklayıcısı, müfessiri olarak devamlı surette mü'minleri eğitir, onlara rehberlik eder. Ama Ramazan'da Kur'ân'ın müslümanların hayatını şenlendirmesi, daha muazzam boyutlara ulaşır. İmdi, dalbastı kiraz misâli dünyâlar dolusu ikramlarıyla hayatımızı şereflendiren bu Sultanı karşılamak için bir hazırlık gerekmez mi? Evet, gönül misafirhanemizi, Rahman'ın misafirhanesi olan gönlümüzü kirlerden, süprüntülerden, şehevî isteklerden, hasis menfaatlerden temizlemeye çalışmalıyız. Tâ ki, Kur'ân'ın Sultanı teşrif etsin, nûriyle kalbimizi aydınlatıp basiretimizi açsın, gül kokusuyla bizi ta'tir etsin.
İşte Ramazan orucu, bu tahliye, yani temizleme işini temin eder. Kur'ân'ı karşılama hazırlığına girmiş olur insan. Ramazan'ın, Kur'ân'ın nüzûlü ile ilgili hikmetlerinden biri şudur: Kur'ân-ı Hakîm, Ramazan ayında indirildiğinden, onun nüzûl zamanını yeniden yaşamaya çalışarak, o semavî hitabı güzelce karşılamak için, süflî ihtiyaçlardan, malâyani şeylerden sıyrılıp meleklik vasfı kazanmaya, onlara benzemeye çalışmak gerekir. Ve bir anlamda Kur'ân-ı Kerim'i, yeni nazil olmuşçasına okumak veya dinlemek gerekir. O hitapları, Resul-i Ekrem aleyhi's-selamdan işitiyor gibi dinlemek, Hz. Cebrail (as)'dan, hatta Kur'ân'la hitab buyuran Rabbül-âlemîn'den işitiyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olup, kendisi tercümanlık ederek başkalarına da dinletmek, böylece Kur'ân'ın indirilmesinin hikmetini, bir dereceye kadar göstermeye çalışmak gerekir. (B. Saîd Nursî, Mektûbat, s. 413). "Yeryüzü bana mescid kılındı" hadis-i şerifinin hakikati, Ramazan-ı şerifte daha bir şa'şaa ile zuhur eder. İslâm âlemi bir cami hükmüne geçer. Milyonlarca hafızlar, Kur'ân okuyanlar, o caminin her köşesinden, gökten gelen o semâvî hitabı, yeryüzü ahalisine duyururlar.
Kur'ân-ı Kerim okumanın, "güzellik ve temizlik" anlamına gelen vuzû (abdest) suyu ile kirlerden, günâhlardan arınmak, temiz bir mâhiyette bulunup kıbleye dönmek, saygı ile oturup mümkünse diz çökmek, aklın telaşsız olduğu bir durumda okumak gibi adaplarından başka tedebbür, tefekkür ve tebettül (başka her şeyden kesilip Rabbi ile olmak) şartı da vardır.
Kur'ân okuyacak kimsenin, yaptığı öbür hazırlıklardan sonra, artık huzura kabul saati gelmiştir. O kabul vakti, insanın en uyanık, en duyarlı olması gereken vaktidir. Rabb'ine münacaat edip, O'nunla konuştuğunu bir an bile unutmamalıdır. Kur'ân'ın "sen" diye hitabettiği: "şöyle yap", "uyar", "infak et", "ihsan et" gibi ikinci şahıs buyrukları başta olarak diğer bütün hitaplarından, esas itibariyle kendisine hitab edildiğini bilecek, onların arasında kendisine verilen işaretleri bulacaktır. O buyrukların ilkin, kendisine yöneltildiğini düşünecektir. Sanki yeryüzünde kendisinden başka bu talimatlara muhatap yokmuş gibi, kendi üzerine alacaktır. Mü'minin dinî şuuru bakımından önemi pek fazla olan bu işâretleri almak için, "tebettül et" yani "Başka her şeyden kesilip yalnız Rabbine yönel!" (Müzzemmil, buyruğuna uymak kâfidir. Meselâ, bu şuur ve hassasiyetle: "Ey örtülerine bürünen! Ayağa kalk ve (insanları) uyar!" (Müddessir, 1-2) hitabını okurken, onun ilk muhatabının Resulullah aleyhisselâm olduğunu bilmekle beraber, kendi hissesini de almaya çalışacaktır: "Ey rahatlık ve konfor örtülerine bürünen!" "Ey mal toplamak derdiyle meşgul olup Allah'ın dinini, güzel yolunu tanıtmayı ihmal eden!" "Ey şöhret afetine müptela olan!" Cüceler ülkesine esir düşen kahraman, ayağının altında karıncalar gibi dolaşan o cücelerin kendisini bağladıkları ipince iplerle yerinden kıpırdayamaz oldu. Sen de önemsemediğin ve fakat birbirine eklenip duran yüzlerce tûl-i emel alâkalarıyla dünyâya kazık çaktığını sanıyorsun. Halbuki ömrün su gibi akıyor, alâka duyduğun şeyler seni bırakmaya hazırlanıyor. İlk bakışta görünmeyen fakat gerçekte var olan o bağlardan kurtulmanın yolunu ara, yırt o perdeleri, aç o iç içe zindan kapılarını, çık açık havaya! Allah'a bağlan, kullara kulluktan, maddeye, konfora, fâniye bel bağlamaktan kurtul! Üstüne saçılmış ölü toprağını silkele artık! Hakikata uyandığında nasıl olacaksan, şimdiden Öyle ol!
"Kasdım budur: Şehre varam
Feryad-ü figan koparam!"
diyen veli şâirimizin yolunu tut! Zirâ dünyâdan gittikten sonra, artık tekrar gelip de ona göre hareket etme imkânı yoktur. Bir Hak dostu, vefatından sonra, mânâ âleminde, bir arkadaşına göründüğünde, onun dünyâya dönme arzusu içinde olduğunu müşahede edince hayretle sorar: "Nasıl olur, dünyâya dönmek mi istiyorsun? O da şöyle cevap verir: "Evet, dünyâya dönmek istiyorum. Asamı elime alarak, ev ev dolaşmak, kapıları kırarcasına dövüp: "Biliyor musunuz ne fırsatları kaçırdığınızı neler kaybettiğinizi?" demek için, dünyâya dönmek istiyorum. Öyleyse, at bu örtüleri üstünden, Hakkâ, hakikata hizmet için kollan sıvama zamanı çoktan geldi ve geçmek üzere." İşte, mezkûr âyeti okuyan mü'min, üzerinde düşününce, bu kabil işaretler alacaktır. Hakkı tebliğ etme ve gayret göstermede, yeniden kuvvet kazanacaktır.
Müslüman, Kur'ân'ı okurken meleklerle ünsiyet bulup onlarla selâmlaşacak, onların duâlarının kendisiyle beraber olduğunu düşünecektir. Tevhid tarihindeki selefleri olan o salih insanlarla hemhal olacak, insanlığın yıldızları olan Enbiyaya (aleyhimüs selâm) arkadaş olacaktır. Meselâ Hz. Yusuf (as) ile: En yakınlarından gördüğü hıyanete katlanmayı, kuyuya atılarak yalnız Allah’tan medet ummayı, pek güzel, zengin ve nüfuzlu bir kadından gelen ve dünyâ ehlince çok cazip olan teklifi reddedip Allah'a sığınmayı, Rabbinin rızası uğrunda zindana girip orayı medrese-i Yûsufiye'ye (Yusuf Eğitim Tesisine) çevirmeyi, işini en iyi ve muhkem yapmayı öğrenmeyi, şefkatli davranarak insanların gönüllerini kazanmayı ve bu nevi maharetlerim de hakikati tebliğe vasıta kılmayı, sabır gösterme ve takvadan ayrılmama şartıyla iyilerin ecrinin zayi edilmeyeceğini, yani onların mutlaka muvaffak olacaklarını, akıbette hakkın üstün geleceğini... Öğrenecektir. Hülasa, hayat yolunda ilerlerken nebîler, sıddîkler, şehîtler ve sâlihlerin meş'aleler halinde o yolun karanlıklarını dağıttıklarını görerek onların peşinden giden nurlu kafileye katılacak, onlarla arkadaşlık edecektir.
Kur'ân'ın esas muhatabının kendisi olduğunu bilen, onu bu şuurla okuyan mü'min, onun hayat veren nefesiyle, şifâlı eliyle kendisini tedâvi ettiğini hissedecek, gönlünün kirlerden arınmasını farkedecek, tertemiz, mis gibi kokan bir vaziyete gelmenin saadetini yaşayacaktır. Hamlıklarının giderildiğini, katılıkların yumuşadığını anlayıp içinde tatlı, ılık esintiler hissedecektir. Başını alıp gitmekten, Rabb'ini unutup da Allah'ın da kendi durumunu kendisine unutturduğu kimse olmaktan, mayasını, aslını unutup kendisini temize çıkarmaktan, hep kendisini haklı görmekten kurtulacaktır. Hülasa: Eşyâyı yerli yerine oturtacaktır; zaman, mekân, dünyâ, ahiret, eş, iş, evlat, arkadaş, mal, mülk... her birine layık olduğu yeri vermesini öğrenecektir.
İnsanlık, Kur'ân'ın bu hidayetine pek muhtaç. Biz, ona inanan, inandığını söyleyen müslümanlar da ona çok muhtacız. Bu hidayet daha büyük bir zuhurla gelsin de eşyanın hakikatini bir kere daha olduğu gibi göstersin, her şeyi yerli yerine koymayı yeniden öğretsin, neyi ve kimi seveceğimizi, neye ve kime buğzedeceğimizi bildirsin, felaketlerimize son versin.
Yenilenen Kur'ân mevsimlerinden birine daha girmek üzere olduğumuz şu sıralarda, bu bahar esintilerinin tatlı okşamalarını hissetmeye başladığımız şu günlerde, Kur'ân'ın hatmi esnasında yapılması müstehab olan şu duayı yaparak o sultanı istikbal etmeye hazırlanalım: "Ya Rabbî, Kur'ân'ı gönüllerimizin baharı, gözlerimizin nuru, hüzünlerimizin cilası (gecelerimizin sabahı) kıl."
.
KUR'AN'IN TENCÎMİNİN EĞİTİCİ ÖZELLİĞİ
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'an-ı Kerim, Tevrat Örneğinde olduğu gibi, niçin toptan, bir seferde inzal edilmemiştir de tenzili, 23 sene boyunca, devam etmiştir. Bunun çok yönlerinden dört vechi, genel olarak: a) Hz. Peygamber (sav)'e bakan yönü; b) Mü'minlere bakan yüzü; c) Kur'an'ın i'cazına müteallik bulunması ve, d) Muhatablarından mü'min olmayan her kesimle alâkalı olarak incelenebilir.
Bu sebeplerin başında, Efendimiz (sav) gibi en yüce terbiyeye mazhar bir Resulün kalbini, her an itminan ve sekinet'in menbaı haline getirmek, gelmektedir. Yani Efendimiz (sav)'in ilahi murakabe altındaki hayatı her an kontrol edilmekte, zaman, zemin ve hâdiseler karşısında gerekli ikazlar yapılmaktadır. Taki en güzel örnek "usve-i hasene" olsun.
Bir diğer sebep olarak da buna bağlı olarak müminlerin kalbine iman ve İslâm'ı, yine Kur'an'ın en önemli prensiblerinden olan "tedrîc" esasına göre yerleştirme gelmektedir. Cenab-ı Hakk'ı, İslâm'ı ve Kur'an'ı temsil edecek insanların "vasat bir ümmet", tam bir "halife" şuuruna sahip olması için böyle bir metodun ne kadar zaruri olduğu da açıktır.
Kur'an'ın kendine ait yönü de i'caz vecihlerinin tam manâsıyla ortaya çıkmasına, iyice aşikâr olmasına vesile olmuştur. 23 sene boyunca Mekke müşriklerinden, Medine yahudi ve münafıklarına, onlardan Necran hristiyanlarına kadar muhatap kitlesi devamlı genişleyerek artmıştır. Ama, bütün bu muhataplardan hiç bir kesim, bu süre içinde Kur'an'ı tenkid edecek -haşa- en küçük bir nokta bulamamışlardır. Böylece Kur'an'ın ilâhî menşei ve i'cazı iyice tebellür etmiştir.
Kur'an-ı Kerim, tenzilinin devamı müddetince, Mekke ahalisine dört ayrı safhada gerçekleşen tahaddî (meydan okuma)'de bulunmuştur. Önce Kur'an'ın bütününe nazire yapılması.. son olarak, isterse müftereyât olsun, en kısa sûresine misil getirilmesi istenmiştir. Kur an, meydan okumasını kesmediği sürece ki, -kesmemiştir- İnen her âyet, müşriklerin gururlarını parçalayan, yok eden, mağlubiyet acısını her seferde tazeleyen bir nurânî balyoz olmuştur.
Neticede 23 sene sonunda Arap yarımadası, ilâhî davete uymak mecburiyetinde kalmıştır. Yazıda Kur'an'ın peyderpey inzalinin Efendimiz (sav) ve mü'minlere ait terbiyevî yönü üzerinde durulmaktadır.
Kur'an-ı Kerimin mübarek isimlerinden biri de Tenzil'dir. Aslında onun bir vasfı olan bu kelimenin mânâsı, "ara ara ve sık sık yukarıdan indirilen" demektir. Zira Arapçada tef'il kalıbı, fiilin kesret ve teceddüdüne, yani çok ve devamlı olmasına delalet eder. İlâhî hikmet, Kur'an'ın, "necm necm" gönderilmesini dilemiştir. (Aynı zamanda yıldız manasına gelen bu kelime, burada "vakit vakit, taksitle eda etme" anlamındadır). Buna Tefsîr Usulünde tencîmu'l-Kur'ân denilmektedir. Evet, Cenâb-ı Allah, Kur'ân necmlerinin dünya semasında böylece tulû' edip, beşeriyeti uyarmasını dilemiştir. Resulullah (asm), dünya kurulalı daha fazlası olmamış ve olmayacak çapta, öyle muazzam bir inkılab, öyle büyük bir hizmetle görevli idi ki, o muzuna yüklenen ağır yükü taşımasında bütün insanlığa bedel olabilecek bir yardımcısı, bir dostu olması gerekiyordu. Onun gönderildiği sırada mevcut olan bütün dinler, bütün milletler, bütün fikir ve felsefeler, hatta kendi kavmi ve kabilesi, amcası gibi en yakın akrabası, ona düşman kesilirken, kendisini davâsından vazgeçirmeyecek bir kuvvetle mücehhez olması gerekiyordu. Bu da ilâhi inayet ve te'yidin habercisi olan "Resul-i kerim", "Ruhu'l-emin", "Mutâ'in semme emin", "Zi kuvvetin inde zi'l-arşi mekin" (Arş Sahibi Allah Teâla katında önemli mevkii olan, büyük kuvvet sahibi) olan Hz. Cibril (a.s.) olmuştur.
Çileli, dikenli tebliğ ve davet yolunda o, nice meşakkatler çekti. Buyurduğu gibi, "imtihanların ve belaların en şiddetlisine nebiler maruz kalmıştır, (eşeddü'1-belâ ale'l-enbiyâ), sonra da herkese mertebesine göre". Yoluna dikenler konuldu, türlü türlü hakaretlere hedef edildi, kendisine inanan ve akrabalık sebebiyle himaye edenlerle birlikte üç sene boyunca kuşatılıp aç biilaç bırakıldı, etrafında devamlı surette suikasd komploları dönüp dolaştı. Yirmi üç seneyi dolduran sayısız çileler... İşte bu hallerinde onun en büyük teselli ve kuvvet kaynağı. Cibril (a.s.)'in dost, ünsiyet veren sohbeti; bütün mahlukların Rabbi, her şeyin melekutu yedinde, her şeyin nasiyesi ve dizgini elinde olan hükümdarlar Hükümdarının nurlu âyetleriyle zuhur etmesi oluyordu.
Cibrili görünce, onun "Refik-i a'lâ"dan, en yüce dost ve yardımcıdan getirdiği haberi işitince, kendisini bunaltacak raddeye varmış olan işkenceler, mahrumiyetler, düşmanlıklar dağlar kadar da olsa, onları unutuyor, daha doğrusu onları aşacak bir kudrete mazhar oluyordu. Bu kuvvettir ki, kendisinin üzerinde büyük emeği olan ve babası gibi sevdiği, onun da inanmamasına rağmen kendisine sonuna kadar sahip çıktığı sevgili amcası vasıtasıyla, taviz isteyen şirk cephesi teklifine karşı: "Vallahi, amcacığım, değil teklif ettikleri dünya hükümdarlığı ve zevki gibi şeyler, gökten güneşi indirip bir elime, ayı indirip öbür elime koysalar, Allah'dan bir emir ve işaret gelmedikçe, bu tebliğden beni vazgeçiremezler" dedirtmiştir. Taif'de taşlanarak koğulduğu sırada, olanca genişliği içinde yeryüzünde kendisine arkadaş olacak bir tek insan bulunmadığı bir sırada, kelimenin tam mânâsıyla "dünya kendisine zindan" edildiği anda Cibril zuhur edip: "Ya Nebi, Rabbin sana selâm gönderdi. İstersen şu dağı onların başlarına devireyim" deyince, o: "Yapma, bunlar böyle olsalar da, onların zürriyetlerinden bu hakikata iman eden çıkabilir" deyip, imha edilmelerini istememiştir.
Böylece ilâhi vahy, parça parça tenziller halinde inip, yirmi üç senelik meşakkat, gurbet, hicret, şiddet halleri esnasında, her seferinde ona yeni bir şey öğretmiş, onu irşad ve teselli etmiş, güven ve itminanını tazelemiştir. Diğer taraftan, kendisinin çevresinde halkalanan sahabilerini eğitmiş onların itiyadlarını düzeltip iyileştirmiş, karşılaştıkları problemlerde onları irşad etmiş, onlara moral verip buhranlı dönemlerde ellerinden tutmuştur. Ayrıca, bu sayede, gönderilen hükümler hep birden gelerek tahammül edilmez ağır bir yük zannedilecek şekilde şok tesiri uyandırmamış, hâdiselerin sevk ve zorlamasıyla yavaş yavaş alıştırmak suretiyle gönderilmiştir.
Evet, Kur'an'ı Kerim, yenilenen zemzemleriyle Resulullah (a.s.m.)'ı teselli edip. onun gözünde meşakkatları küçümsetiyordu. Tevhid yolunun daha önceki önderlerini ona hemrah ediyor, o nurani kafilenin içinde olduğunu hatırlatıyor, böylelikle o, büyük bir kuvvet ve ünsiyet buluyordu. Mesela şu âyet, red ve tekzible karşılaşmada diğer peygamberlerden müstesna kalmayacağını belirtmektedir: (Bilindiği üzere musibet yaygın olduğu nisbette hafifleşir). "Senden önce de nice peygamberler yalanlanmıştı da yalancı sayılmaya ve ezaya uğratılmaya karşı sabretmişlerdi. Nihayet, onlara yardımımız gelip yetişti. Allah'ın sözlerini değiştirebilecek yoktur. Zaten, o peygamberlerin bir kısmının haberi sana da ulaşmıştır" (En'âm suresi, 34).
Bazan, gelen âyet, insanların imtihanda olduklarını, iman veya inkâr hürriyetini verenin Allah Teâla olduğunu hatırlatarak ona teselli verirdi: "Eğer Rabbin dileseydi. bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Fakat onlar, ihtilafa düşmeye devam ederler; ancak Rabbinin rahmetine nail olanlar müstesnadır. Zaten Rabbin, onları bunun için (yani rahmet etmek için) yaratmıştır." (Hud suresi, 118-119).
Zaman zaman müşriklerin sinsi plânları oluyordu. İnsanların hidayete gelmelerini isteyen müminler, bazan onlara kanabilirlerdi. Mesela diyorlardı ki: "Sizin söylediğiniz şeyi kabul edebiliriz, fakat etrafınızda avam tabakasından birtakım kimseler var, bizim içtimai mevkiimiz onlarla beraber olmaya müsait değildir, şayet onları uzaklaştırırsanız biz size katılırız." Anıma gelen tenzil, bu sinsi plâna karşı uyarıyordu: "Sabah akşam Rablerine, sırf onun cemaline müştak olarak, niyaz edenleri kovma. Onların hesabından sana herhangi bir mes'uliyet olmadığı gibi, senin hesabından da onlara hiç bir mes'uliyet yoktur ki onları kovarak zalimlerden olasın" (En'âm suresi, 52; keza bkz.Kehf suresi, 28).
Bazen Allah Teala Resulünü teselli etmenin yanısıra aynı zamanda teşrif ediyor, yani onun yüksek mevkiine işaret etmek için, onu yalanlayan kâfirlerin, kendisinin yalancı olmadığını bildiklerini, fakat onların aslında Allah'ın âyetlerini inkâr ettiklerini bildiriyordu: Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette çok iyi biliyoruz. Doğrusu onlar, seni yalancı saymıyorlar, fakat zalimler, bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar" (En'am suresi, 33).
Kur'an toptan inip vahy kesilmiş olsaydı, bu durumda, o ve beraberindeki mü'minler insan olarak mahzun, şevki kırık hale gelebilirlerdi. İnsanların Yaratıcısı, onların fıtratlarını en iyi bildiğinden, en münasib olan bir tarzı seçerek dersini, eğitimini ve takviyesini devamlı olarak yenilemiştir.
Kur'an-ı Kerim, hayatın her sahasına şamil bir sistem getirirken, müslüman cemaatin aktüel ve hayati ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda gelmiştir. Cemaatin, dakik ilâhi program altında, kendi istidadına göre yavaş yavaş gelişmesine nezaret etmiştir. Kur'an, bir eğitim sistemi, bir hayat sistemi olsun diye gelmiş, yoksa sırf kulağa hoş gelen bir musiki veya bilgi kaynağı olan bir kültür kitabı olsun diye gelmemiştir. Kelime kelime uygulanmak için, âyetlerinin "günlük emir"ler halinde, ihtiyaç ve iştiyak duyularak, faydasına ve müeyyidesine inanılarak icra edilip yol göstermek için gönderilmiştir. Mesela, içtimai hayatta müslümanlar, birtakım temayüllere sahib olabilirlerdi. Nitekim bir seferinde, ashab-ı kiramdan bazıları zühd ve takvanın en iyi şeklini uygulamak için, evlenmeyi bırakıp kadınlardan uzak yaşamayı, et ve yağ yememeyi, palas giymek, sadece ölmeyecek derecede yemek, yeryüzünde ruhbanlar gibi dolaşmayı münasip görmüşlerdi. Bazen Cenâb-ı Allah, itidal ve istikamet, ayırıcı vasfı olan bu ümmetin, yanlış yola sapmasını önlemek için: "Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram kılmayın, sınırı aşmayın, çünkü Allah sınırı aşanları sevmez" (Maide suresi. 87) buyurmuştur. Kıyamete kadar hükmü geçerli bu pırlanta prensipler, pırıl pırıl necmler halinde, bu gibi vesilelerle tulû etmiştir.
Bir başka misâl verelim: Toplumda her zaman birtakım şayialar çıkabilir. Bunlara dayanarak birçok önemli kararlar verilip, mühim icraat yapılabilir. Dolayısıyla çok önemli sonuçlar ortaya çıkabilir. Şayet istisna edilen bilgiler yalan ve yanlış ise büyük zararlar meydana gelebilir. Bundan ötürü, işin aslını araştırmak, büyük bir ihtiyaçtır. Bu vazife, asr-ı saadetteki bir hâdiseye bağlı olarak bildirilmiş, böylece bu ders tam ihtiyaç ânında verildiği gibi, hâdise ile de irtibatlı olması itibariyle unutulmayacak bir tarzda varid olmuştur. Şöyle ki:
Resulullâh (a.s.m) Velid b. Ukbe (r.a)'ı Beni Mustalık'a vâli ve zekât memuru olarak göndermişti. Kendisiyle onlar arasında daha önce bir kin varmış. Yaklaştığı zaman, karşısına gelen süvarileri, kendisiyle savaşacaklar zannetmiş, korkup dönmüş ve Resulullâh'a varıp: "Onlar irtidad ettiler, zekâtı vermediler" demişti. Resulullâh gazaba gelmiş, onlara karşı gazaya çıkmayı kurmuştu. Bu âyet, işte bu sırada inerek müminleri uyarmıştı. (Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili. 6/4457; Tefsir-i İbni Kesir (İmam Ahmed ve Taberani'den naklen). İnen âyetin meâli şöyledir: "Ey i-man edenler, şayet bir fasık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu iyice araştırın, Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz" (Hucurat suresi, 6).
Kur'ân-ı Kerim'in, mümin cemaatin ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda nâzil olmasının yüzlerce vak'a ile teyid edilecek örnekleri mevcuttur. "Esbab-ı nüzul" kitapları ile Tefsire dair eserler, bunları zikrederler. Hülasa sahabe nesli olan ilk İslâm nesli, kıyamete kadar devam edecek olan İslâm ümmeti binasının temeli durumunda olduğundan, ilâhi hikmet onları eğitmeye özel ihtimam göstermiş, o örnekler vasıtasıyla da onlardan sonraki nesilleri terbiye etmeyi murad etmiştir. Onların ilâhi vahy ile tecâvübleri, bu vahyi nasıl tebellüğ edip ona nasıl mukabele ettiklerini, beşeri hayatlarına nasıl tatbik ettiklerini, kendilerine nasıl mâl ettiklerini göstermenin yolu ise, beşeri hayatın çeşitli tezahürlerinde insanlığa yön verecek ilâhi talimatların, yani Kur'ân âyetlerinin, yavaş yavaş indirilmesidir. Bazılarımızın hatırına şöyle bir sual gelecektir: "Neden bu özellik, sadece sahabe nesline verildi?" Buna şöyle cevap veririz: "Hz. Peygamber muayyen bir zamanda yaşayıp resul yapılmış, Kur'ân belli bir zamanda gönderilmiştir. Onların gelişleri tekerrür edemeyeceğine göre, bu hâdiseyi de böylece kabul etmek gerekir. Her hâdise bir kere olur. Riski ve imtiyazıyla beraber, bu hususiyet sahabe nesline verilmiştir. Ondan sonraki nesillere düşen, İslâmi hayatın uygulanmasında onları örnek almaktır."
Aslında, burada arzettiklerimizden daha çok fayda ve hikmetleri bulunan tencîmu'l Kur'ân meselesinin, sadece Hz. Peygamber (a.s.m) ve müminleri, hayatın akışı içinde yönlendirme, kıyamete kadar gelecek mümin nesillere ebedi örnekler verme" şeklinde ifade ettiğimiz nev'ine dair bazı açıklamalar sunduğumuz bu makalemizi burada bitirirken, tencîmin bir çok kategoride de incelenen başka hikmet ve faydalarının bulunduğunu da unutmamak gerektiğini belirtmek isteriz.
.
FUSSİLET SURESİNDEN DERSLER
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'ân-ı Kerim'in hususiyetlerinden biri de, sûrelerinden her birinin muhtasar bir Kur'ân durumunda olmasıdır. Böylece Kur'ân'ı okuyan veya dinleyen, kısa bir süre üzerinde düşünmek suretiyle dahî, Kur'ân'ın insana vermek istediği mesajın esasını alıp hatırlamak imkânını bulur. Tabiatıyla, sûreler, uzunluklarına göre Kur'ân-ı Kerim'in uzun, orta veya kısa uzunlukta birer hülasası olurlar.
Kur'ân'ın başlıca gâyesi, şu dört esası insana benimsetmektir: Tevhid, nübüvvet, âhiret, istikamet ve adalet. Kur'ân bu gâyeyi temin etmek için tevhid tarihinden çokça hâdiseler nakleder. Bunları bildiren kıssalar, Kur'ân'ın takriben yarısını teşkil eder. Böylece, biz muhataplar, Kur'ân'ın esas maksadlarının, insanlık içerisinde nasıl tebliğ edilip muhataplar tarafından nasıl karşılandığını, canlı örneklerde temaşa edip izlemek imkânını elde ederiz. Bu da, insanların, mücerret fikirden ziyade müşahhas hâdise arayan ekseriyetinin ihtiyacını daha mükemmel tarzda tatmin ve onları Kur'ân'ı dinlemeye teşvik eder.
Bu makalemizde, Kur'ân'ın, nisbeten orta veya kısaya yakın orta uzunlukta bir sûresi olar. Fussilet sûresinde bu hususiyeti aramaya çalışacağız.
Bu mübarek sûre, dört aslî maksaddan nübüvvete dikkat çekmekle başlar. Mükemmel bir îcaz (vecizlik) nümunesi olarak, ilk iki satırlık kısımda, Kur'ân'ın on adet özelliği, daha başka hakikatler meyanında, bildirilir. Bunlar şunlardır:
1— Hâ mîm: Kur’ân’ın i'câzına işaret eder, muarızlara tehaddî ve meydan okuyup, benzerini getirmeye davet eder: "İşte önünüzdeki Kur'ân, şu sizin bilip kullandığınız seslerden, harflerden müteşekkildir. Şayet, bunun Allah kelâmı olmayıp, beşer sözü olduğu iddianızda doğru iseniz, sizin de benzerini söylemeniz gerekir, haydi hodri meydan!"
2-— Tenzil tâbiri şunu ifade eder: Bu kitap, yücelerden, hem de parça parça indirilmiştir. Zira bilindiği üzere, Arapçada tef'il babı, kesret ve teceddüd ifade eder, yapılan işin çokça ve sık sık yenilendiğini gösterir. "Tencîmu'l— Kur'ân" denilen bu azar azar indirilme keyfiyeti, Kur'ân'ın bariz özelliklerinden biridir. Oldukça önemli olan bu konu üzerinde fazla durulmadığını da gözönünde bulundurarak, yeri gelmişken kısaca temas etmek istiyoruz. Evet, Kur'ân'ın böyle tenzîl halinde gelmesi, başlıca şu beş gayeyi gerçekleştirmek içindir:
a) Hz. Peygamber (a.s.m.) ile mü'minlerin kalblerine, zaman zaman kuvvet ve moral vererek onların kalblerini, tebliğ ve hizmete devam konusunda pekiştiriyordu.
b) Kur'ân'ın anlaşılmasını ve hıfzedilmesini kolaylaştırıyordu. Bir kaç âyet (veya cümle) halindeki bu dersler, ara sıra tazelenen bu sohbetler sayesinde Kur'ân metni, hafızalarına nakşolunuyor, muhtevası iyice hazmolunuyordu. Hele ümmiliğin yaygın olduğu ilk nüzul ortamını düşünürsek, bu iki büyük gayeyi temin etmenin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.
c) Kur'ân'ın i'câzını tekrak tekrar vurgulamış oluyordu. Muarızların, inen her bir parçanın benzerini getirmeden âciz kalmaları, inen parçalar adedince i'câz delilleri hükmüne geçiyordu.
d) Bu sayede Kur'ân, her türlü kayıttan azade cahiliye dönemi topluluğunu yavaş yavaş eğitiyor, vermek istediği hususiyetleri topluma yavaş, fakat muhkem bir tarzda mal ediyordu.
e) Kur'ân'ın, Rabbu'l-âlemîn'in kelâmı olduğunu ispatlıyordu. İsbattan bu makamda şunu kasdediyoruz: Kur'ân, yirmi üç senede, muteaddit yüzlerce hâdise vesilesiyle ve onlara işaret ederek, yüzlerce değişik şart ve zamanda, nazil olmuştur. Bu şartlar, ondaki bütünlüğü bozacak kuvvetli sebepler olduğu halde, her âyetin yerli yerinde olması, hele hele konulduğu yerden çıkarılan bir tek cümle olmayıp, bir tek kelimenin bile yeri değiştirilmediği (yani müsvedde yapılıp ufak tefek tashih ve redaksiyon görmediği) düşünülecek olursa, bu nizamın gerçekleşmesindeki olağan üstü durum, daha iyi anlaşılır. Ve bunu en iyi anlayanlar, eser telif eden müellifler ve maksadlarına en uygun kelimeleri yakalamak için taslak metinlerini devamlı surette değiştiren yazarlar olur.
3) Kur'ân'ın, bu sûrenin baş tarafında temas edilen on özelliğinden üçüncüsü, Rahman-ü Rahim'den gelen rahmet olmasıdır. Rahmet sahibinden, ve yine merhametinin neticesi olarak gelen, Rahmeten lil'âlemîn ile tebliğ edilen sırf rahmet eseridir.
4) Kitab olma vasfı, Cenâb-ı Allah'ın, vahyi "mektub kılması, onun kaydedilen, unutulup zayi olmaktan korunan, sahifelerde muhafaza edilen bir eser" olduğunu gösterir. Keza, muhataplara zımnî olarak bu metni yazmaları emrini verdiği mânâsına gelir.
5) Bu kitabın âyetleri tafsil edilmiş, açıklanmıştır. O, itikad, ibadet, ahlâk, muamelât gibi birçok dinî ve dünyevî meseleyi, pek güzel bir beyanla açıklamıştır.
6) Altıncı vasfı "Kur'ân" yani okunan, ezberlenen, tilavet edilen bir kelâmdır. Şu halde onu böylece tavsif etmek, zımnen "onu devamlı surette okuyunuz, ezberleyiniz" emrini vermek mânâsına gelir.
7) Onun dili "Arapça"dır. Gerçi Kur'ân, manâsıyla da mu'cizdir, fakat i'caz vasfı, yalnız, Arapça olan asıl metinde tezahür eder. Şu halde, tercümelerine "Kur'ân" denilemez.
"Bilen", anlamak isteyen kimselere hitab eder, bilmeyenler, akletmeyenler mükellef değildirler.
9— Beşîr, yani iman edenleri ebedi seadetle müjdeler.
10— Nezir, yani iman etmeyenleri ise ebedi azap ile uyarıp korkutur.
Daha sonra, kâfirlerin: "Senin getirdiğine karşı kalb kapılarımız kapalıdır", kulaklarımızı tıkadık, senin davetini duymayız" deyip yüz çevirmelerine karşı, Peygamber (a.s.m)' a bu sefer iki satırlık bir kısımda, Kur'ân'ın dört esas maksadını hülâsa etmesi emrolunur:
"Sen de ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim, şu kadar var ki Tanrınızın bir tek ilâh olduğu bana vahy olunmuştur. Öyleyse siz de istikamet üzere O'na yönelin ve günahlarınızdan ötürü O'ndan af dileyin. Vay o müşriklerin haline ki onlar zekât vermez ve âhireti de inkâr ederler" (âyet: 6-7).
Bu dört maksada şöyle işaret edilir: 1—De ki: "Ben de sizin gibi bir insanım, tek farkım, bana vahyolunmasıdır, böylece nebi kılınmış olmamdır". 2—İlâhınız tek İlâhtır. Eşi, ortağı, dengi yoktur. 3— İstikamet üzere olunuz, O'nun bildirdiği adalet ve istikamet esaslarını öğrenip uygulayınız. Kusurunuz olursa O'ndan mağfiret dileyiniz. 4— Tevhide gelmez, Nebiye inanmaz, müşrik kalırsanız ve müşrikliğin hem sebebi hem de neticesi olarak ahireti inkâr ederseniz vay halinize! (Bu arada malda zekât tanımamanın, yani toplumun az imkânlı mensuplarını düşünmemenin, onların yardımına koşmamanın, şirk sıfatıyla muttasıf olmak mânâsına geldiği hatırlatılır).
Meteakiben müşrik'in vahyi inkârdan sonra gelen vasfı olarak, tevhidden kaçması. Allah Teâlayı layıkiyle tanımaması üzerinde durulup, tevhid levhası gözler önüne serilir:
"De ki: Dünyayı iki günde yaratan Allah'ı inkâr edip de başkalarını O'na denk mi tutuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir. O, yerin üzerinde sabit dağlar çaktı, orada bereketler yarattı, ve orada arayıp soranlar için gıdalarını (bitki ve ağaçlarını) tam dört günde takdir etti. Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, O'na ve Arz'a: 'İsteyerek veya istemeyerek gelin' dedi. 'İsteyerek geldik' dediler. Böylece onları iki günde yedi gök yaptı ve her göğe emrini (onu yöneten nizamı) vahyetti. Biz en yakın göğü lambalarla ve koruma ile (koruyucu güçlerle) donattık. İşte bu, kudreti de, ilmi de tam olan (Allah)ın takdiridir", (âyet: 9—12).
Bunun peşinden, bu dersten anlamayanlara tesir edecek bir başka üslup seçilir. Zira insanın başlıca vasfı, akıl ve ilim sahibi bir mahluk olup, aklî delillerden, doğru düşünmeyi, doğru inanmayı ve doğru davranmayı öğrenmesidir. Bundan anlamayana ise, kâr ve zararının nerede olduğunu göstermek münasip olur. Diğer taraftan, insanların ekserisi avam olup nazarî ve mücerred meselelerden ziyade, olaylara ve örneklere meraklı olurlar. Onun için sûre, bu fırsatı değerlendirerek, tebligatına şöyle devam ederek, kıssalar yoluyla canlı örneklere geçiyor: (âyet: 13-18) "Eğer yüz çevirirlerse de ki: "Ben sizi Ad ve Semûd (kavimlerinin başlarına gelen) yıldırıma benzer bir yıldırıma karşı uyardım. Onlara: 'Yalnız Allah'a kulluk edin' diye, önlerinden ve arkalarından peygamberler geldiği vakit dediler ki: 'Eğer Rabbimiz dileseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz".
Ad kavmi yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar ve:
"Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onları yaratan Allah'ın, kendilerinden daha kuvvetli olduğunu düşünmediler mi? Onlar bizim mucizelerimizi bilerek inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı bizde, kendilerine zillet azabını tattırmak için, o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı ise, daha da hor kılıcıdır. Onlara hiç bir surette yardım da edilmez. Semûd kavmine gelince, onlara yol gösterdik, fakat onlar körlüğü, doğru yolu bulmağa üstün tuttular. Böylece, yaptıkları yüzünden alçaltıcı azap yıldırımı onları yakaladı. İçlerinden iman edip de Allah’tan korkanları ise kurtardık".
Buraya kadar bildirilenler, mazide cereyan eden hâdiseler idi. Bundan sonra ise, inkâr edenleri ileride bekleyen müthiş manzaralardan bazıları şöylece gösterilir: (ayet: 19-20) "Allah'ın düşmanları, ateşe sürüldükleri gün toplanıp bir araya getirilirler. Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları hakkında onların aleyhlerine şahitlik edeceklerdir. Derilerine şöyle derler: 'Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?' Onlar da: 'Bizi, her şeyi söyleten Allah söyletti, dediler. Sizi ilk defa yaratan O'dur. İşte O'na döndürülüyorsunuz. Siz, o günâhları işlerken, ne kulaklarınız, ne gözleriniz ne de derileriniz kendi aleyhinize şahitlik eder diye düşünüp sakınmadınız. Aksine, Allah yapmakta olduklarınızın birçoğunu bilmez sandınız. Rabbinize karşı beslediğiniz şu zannınız yok mu? İşte sizi o mahvetti, ziyana uğrayanlar olup çıktınız". Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir; şayet razı etmek için tekrar dünyaya döndürülmek isterlerse, onlara bu fırsat verilmeyecektir. Biz, onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de, onlar, önlerinde ve arkalarında ne varsa, hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) söz (yani azap hükmü) kendilerine de gerekli olmuştur. Çünkü onlar, hüsrana düşenlerdi. "
"İnkâr edenler: 'Bu Kur'ân'ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın, umulur ki galip gelirsiniz' dediler. O inkâr edenlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları, yaptıklarının en kötüsü ile cezalandıracağız. İşte böyle... Allah'ın düşmanlarının cezası ateştir. Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerinden dolayı, ceza olarak, onlara müebbet kalma yeri (cehennem) vardır. Kâfirler cehennemde: 'Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster de onları ayaklarımız altına alalım, onlar en aşağılarda kalanlardan olsunlar' diyecekler".
.
Kur'an-ı Kerim'in Müteşabihan Mesani Özelliği
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur’an-ı Kerim müteşabih ayetlerden iki yerde bahs eder.
Bunlardan birincisi:
"Bu Kitabı sana indiren O’dur. Onun ayetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar kitabın esasıdır. Ayetlerin bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşabih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan başkası bilemez (…)" ayetidir. (Al-i İmran 7) İki şeyin birbirine benzemesine teşabüh, birbirine benzeyen iki şeyden her birine de müteşabih denir. Birden fazla manaya muhtemel olduğundan, anlaşılması için başka bir delile ihtiyaç hissettiren, manası hakkında kesin hüküm verilemeyen ayet hakkında bu terim kullanılır.
Müteşabih teriminin varid olduğu ikinci ayet ise şudur:
"Allah sözlerin en güzelini müteşabih ve mesani özelliğine sahip bir kitap olarak indirdi. Rab’lerini tazim edenlerin onun etkisiyle tüyleri ürperir. Sonra derileri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar. (Zümer 23) Bu ayet Zümer suresindedir. Zümer suresinde pek dikkat çeken bir husus vardır. O da surenin ilk ayetinden itibaren ara ara Kur’anın üstün özelliklerinin vurgulanmasıdır. (Zümer 1: "Bu kitabın vahyolunup parça parça indirilmesi. Aziz ve hakim Allah tarafındandır."
Zümer 23 (meali az önce geçti) Zümer 27: "Gerçekten Biz, insanlar düşünüp akıllarını başlarına alsınlar diye bu Kur’anda her türlüsünden temsiller getirdik". Zümer 41: "Biz bu kitabı, insanların faydası için sana hak ve gerçek olarak indirdik (...).
Zümer 55: " (...) Rabbiniz tarafından size indirilen en güzel (kitaba) tabi olun!"
Zümer 59: "Hayır! Ayetlerim sana geldi de sen onları yalan saydın, onları kabul etmeyi kibrine yediremedin, büyüklük tasladın ve kafirler arasına girdin!") Kur’an’ın dikkat çeken bu özelliklerinin bu surede sık sık hatırlatılmak suretiyle muhatabın bu konuda uyanık tutulması sağlanmakta, sure içerisinde Kur’an hakkında önemli gerçeklerin hatırlatıldığı böylece çarpıcı olarak gösterilmektedir.
Makalemizde işte Kur’an’ın başlıca sıfatlarına vurgu yapan ve Kur’an’ın sadece bu pasajında yer alan bir hususiyet üzerinde durmak istiyorum. Bu konudaki ayetleri geniş bir tarzda tefsir eden nadir müfessirlerden M. Hamdi Yazır ile M. Tahir İbn Aşur’a dayanarak bu özellikler hakkında bilgi sunacağım. Önce Zümer Suresindeki ayeti tahlil edelim:
"Allahu nezzele ahsene’l-hadis” cümlesinin lafz-ı celal ile başlaması, O’nun indirdiği en güzel sözün şanını yüceltmeyi ve onu indirenin yüceler yücesi olduğunu ifade eder. Ayrıca hasr ve ihtisasa delalet edip: “Bu kitabı indirmek sadece Allah’a mahsustur, bu başkasının yapabileceği iş değildir!” manasını vurgular. (M. Tahir İbn Aşur, Tefsiru’t-Tahrir ve’t-Tenvir, c.23, s. 384) Bu ayet-i kerime Kur’anı başlıca yedi vasıfla nitelendirir: 1- Ahsene’l-hadis (en güzel söz) 2- Kitaben 3- Müteşabihen 4- Mesani 5- Muhataplarının tüylerini ürpertir 6- Sonra hem derileri, hem de kalpleri yumuşatır 6- Zikrillah.
Birinci vasıf: Ahsene’l-hadis olup diğer vasıflar, Kur’anı en güzel kılma gayesini gerçekleştirme işlevini yerine getirirler. Onu Allah Tealanın indirdiğini açıkça belirtmek, olayları en güzel şekilde bilip ifade edenin Allah olduğunu vurgulamak içindir.
İkinci vasıf: “Kitab” dır. Kitap vasfı: okunması, tilavet edilmesi, kendisinden istifade edilen sözleri toplayan bir özelliğe sahip olmasını gösterir. Keza bu vasıf, onun aynı zamanda yazılması ve tam bir ihtimamla elden gelen bütün gayretlerle korunması gerektiğini gösterir.
Üçüncüsü: Müteşabihen, burada “onun cüzleri , lafızlarının fesahatinde ve manalarının üstünlüğünda birbirine benzer” demektir. Demek ki Kur’anın bütün lafızları şerefte, güzellikte birbirine denk olup tam bir ahenk içindedir, anlamındadır. Yani “Kur’anın manaları doğrulukta, hükümlerinde, sıdka ve hakka bina edilmesinde, delil olarak tam yerlerini bulmasında, muhaliflerini susturmada, insanlara faydalı ve onlara rehber oluşunda hep birbirine benzer, birbirine denktir. Lafızları da şerefte, fesahatte, hedefledikleri manalara isabet etmede hep aynı düzeydedir”.
Müteşabihen vasfında, Kur’anın bütün ayetlerinin, her bir ayetin iktiza ettiği duruma göre belagatta müsavi olduklarına işaret vardır. Birtakım özel durumlarda, ayetlerin birbirlerinden farklı olması, makamların farklılığına ve muktezaların değişikliğine tabidir. Çünkü kelamın belagati, muktezay-ı hale mutabık olmasındadır. Belagatın en ileri derecesi kelamın, halin gerektirdiği bütün durumlara mutabık olmasındadır. Şu halde Kur’an ayetleri, edebi zevk uzmanları nezdinde güzellikte birbirine müsavidir. Oysa diğer kelamlarda, bu çapta bir mutabakat bulunmaz. Mahir bir edibin sözü bile za’f noktalarından hali olmaz. Ediplerden herhangi birinin bütün sözleri aynı seviyede değildir. Aksine, güzellikte, belagatta ve mananın düzgünlüğünde farklı derecelerde pasajlar bulunur. İşte yaptığımız bu izahlardan anlaşılacağı üzere, bu ayette “müteşabih”in manası, az önce mealini verdiğimiz Al-i İmran 7 ayetindeki manadan başka bir manadır. (İbn Aşur, Tefsiru’t-Tahrir, 23, 386)
Dördüncü sıfat: “Mesani” olmasıdır. Bu kelime “tekrarlanan” anlamına müsenna’nın veya “ikişerli” anlamına mesna’nın çoğuludur. Esasen dikkat edilirse, tekrar manasının menşei de “ikileme”dir. İkilemeden başlanarak mutlak surette tekrar yapılır. Bu vasıf, Kur’anın çifte yönü olan, maksatları tekrarlanan, çok okunan bir metin olduğunu ifade eder. Mesani sıfatı kitabullahın maksatlarının vicdanlarda iyice yerleşmesi veya daha önce onu işitmeyenlerin dinleme fırsatı bulması yönünden Allah Tealanın nimetini hatırlatmaktadır. Diğer taraftan bunun, Kur’anın mucizevî özelliğine işaret etmesi anlamına geldiği de tefsirlerde yer almıştır. Çünkü bu kadar çok tekrarlanmasına rağmen insanlar ondan usanmamakta, maksatlarından hangisi tekrarlanırsa muhataplar nezdinde hep kabul görmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) Kur’anı tavsif eden bir hadisinde “Ve la yahlukuhu kesretu’t-terdad” (çok tekrar edilmekle aşınmaz) buyurarak bu vasfını belirtmiştir. Böylece bu ayetteki mesani kavramının,
ayetindeki manasından farklı bir anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Tekil olan kitaben kelimesinin sıfatı olduğu halde bu kelimenin çoğul kalıbından gelmesi, Kitabın surelerinin, cüzlerinin veya ayetlerinin kasd edilmesi itibariyle olabilir. Zira Kur’anın her bir maksadı tekrarlanmakla çoğul vasfı kazanırlar.
Beşinci sıfat: “Rab’lerinden korkanların tüylerini ürperten” özelliğidir. Bu, önceki sıfata yani Kur’anın mesani olmasına bina edilmektedir. Bu da onun, ikilenen, tekrarlanan olmasını ifade eder. Bundan maksat onu işitip anlamaktan ötürü ürperti duymaktır. Zira Kur’anın ilk nazil olduğu zaman yaşayan muhatapları Arap lisanına iyi vakıf olduklarından, işitme ile anlama birlikte cereyan ederdi. Derinin yani tüylerin ürpermesi, kalplerin korkmasından kinayedir.
Altıncı sıfat: Ürpermeden sonra müminlerin kalplerinin yumuşamasıdır. “Yumuşama” kabul ve sevincin ifadesidir. Terhib (korkutma) ifadelerinin arkasından rahmet ve ümit bildiren ayetlerin gelmesi bu sürura vesile olmaktadır. Bu ayet sadece ürperti ve yumuşama olgusuna değil, -sümme telinu cüluduhum ve kulubuhum ila zikrillah cümlesinde beraber zikr etmenin delaletiyle- ayrıca üçüncü bir durum olarak o iki halin neticesini de bildirmektedir. Bu üçüncü hal, iki zıt etkinin, yani terğib ve terhib tesirlerinin sentezinden hasıl olan ahenktir. Bu zıtların ahengi sayesinde müminler Rab’leriyle olan muamelelerinde yerine göre O’nun celal ve azametinin, yerine göre cemal ve rahmetinin gereklerine göre hareket ederler. Bu üçüncü hal, tasrih edilen ürperme ile yumuşama cihetlerini birleştirmenin semeresidir. Zira bu iki durumla nitelendirilenler aynı gruptur. Şu halde maksat, terhib ayetlerinden sonra terğib ayetleri geldiğinde onları, ürperme ve yumuşamayı aynı anda yaşamakla nitelendirmektir.
Fahreddin Razi der ki: “Tahkik ehli şöyle demişlerdir: Allah’a vasıl olma yolculuğunda ilerleyenler, celal alemine nazar ettiklerinde dehşete düşer, adeta kendilerini kaybederler, onlara cemal aleminden tecelliler gelince de hayata dönerler”.
Burada şuna dikkat etmek gerekir: Ayet-i kerime onların bu iki durumunun, mesani sıfatından ileri geldiğini vurgulamaktaıdır. Yoksa “....Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki yanlarında Allah zikr edilince kalpleri ürperir (...)” (Enfal 2) ayetinde olduğu gibi sadece “ürperme”den bahs ederdi. Buradaki (yani Zümer suresindeki) makam, müminlerin Kur’andan duydukları etkilenmeyi anlatma makamıdır. Orada (yani Enfal Sûresindeki;
ayetindeki makam ise Kur'an kıraati dışında Allah'a saygı dolu bir korku duyan müminleri nitelendiren bir makamdır. (İbn Aşur, Tefsiru't-Tahrir, 23, 390)
ayetindeki makam ise Kur’an kıraati dışında Allah’a saygı dolu bir korku duyan müminleri nitelendiren bir makamdır. (İbn Aşur, Tefsiru’t-Tahrir, 23, 390)
“Sümme telinu cüluduhum ve kulubuhum ila zikrillah” cümlesinde, işin bir tarafı ile yetinilmeyip hem derilerin hem de kalplerin zikredilmelerinde bir incelik vardır. Oysa az önce geçen tekşa’irru minhu cüludullezine yehşevne rabbehum cümlesinde sadece cilt ürpermesinden bahs etmekle yetinilmişti. Zira ciltlerin (tüylerin) ürpermesi ancak kalbin korkmasından hasıl olan ârızi bir durumdur. Dolayısıyla o korkuya “ürperme” kavramı ile kinaye edilmiştir. Ama ürpertinin peşinden derinin yumuşaması, onun ürpermeden önceki eski haline dönmesidir. Bu da unutma veya korkudan sonra bir başka işin araya girmesi gibi bir sebeple olabilir. Binaenaleyh derilerin yumuşamasına kalplerin yumuşaması da atf edilmiştir ki bunun kalplerin zikrullah ile itminan bulmasından hasıl olan hususi bir yumuşama olduğu bilinsin. Yoksa vaziyet sadece derinin, ürperme peşinden eski haline dönmesinden ibaret değildir. Bunun aksine sadece “kalplerin yumuşaması”nı zikretmekle yetinmeyip ayrıca derilerin yumuşamasını da zikretti. Zira maksat şunu anlatmaktır: “Yumuşama kalpleri öylesine kapladı ki onun eseri derilerin dışında bile kendisini gösterdi”.
Yedinci sıfat: Zikrullah olup bundan maksat ayetin başında geçen ahsene’l-hadis’tir. Yani sözlerin en güzeli olan Kur’andır. Söz uzayıp isim biraz geride kaldığı için ona zamir ile ileyhi (ona) diye işaret etmektense açık ismini kullanarak işaret etmek daha münasip olmuştur. Fakat bunu yaparken ahsene’l-hadis ismini tekrar kullanma yerine zikrillah ismi kullanılarak Kur’anın bir başka güzel vasfı gösterilmiştir. Zikrillah’dan maksat, Kur’anın ayetlerindeki rahmet ve müjdelerdir. Zira Kur’an anlattığı her ibretli hadisede, terhibden sonra mutlaka bir terğibe, bir müjdeye yer verir. Ayetteki “telinu” burada “tatmainnu” veya “teskunu” (ısınma, ünsiyet bulma) manasını ihtiva ettiği için, bu manaya uygun olan “ila” edatı kullanılmıştır.
İbn Kesir de bu ayeti tefsir ederken şöyle der: Bir kısım alimler Süfyan İbn Uyeyne’den nakl edilen şu tefsiri benimsemişlerdir: Müteşabihen mesani’nin manası şudur: Kur’anın siyakları bazen bir manaya yönelik olur, müteşabihen budur. Bazen ise bir şeyi zıddı ile birlikte zikr etmekle olur:müminlerden sonra kafirlerden, cennetin peşinden cehennemden ve benzer durumlardan bahs etmek gibi. Mesani de budur. Mesela İnfitar suresi 13-14. ayetlerde ebrar’ın peşinden füccar’ı, yahut Mutaffifin suresi 7-18 kısmında kitabe’l-füccar’ın peşinden kitabe’l-ebrar’ı, yahut Sad suresi 49-56 kısmında müttakilerden sonra tağin (azgınların) akıbetlerinden bahs etmesi gibi. İşte bunlar ve benzeri siyakların tamamı ise mesani’dir. Yani “iki manası, iki yönü olan” demektir. Siyakın hepsi aynı manaya yönelik olursa bunlar müteşabihen grubuna dahil olurlar. Buradaki müteşabih, Al-i İmran 7. ayetindeki müteşabih değildir. Zira orada başka bir mana söz konusudur.
ayetinde geçen seb'an mine'l-mesani hakkında önce es-seb'ut-tuvel, sonra Fatiha suresi şeklindeki iki tefsiri nakl ettikten sonra şöyle der: Bu hadis-i şerif Fatiha'nın Seb'ul-mesani ve Kur'an-ı azim olduğu konusunda nasdır. Fakat ayrıca es-seb'ut-tuvel’in (Zümer 23 tefsirinde) bu sıfatla nitelendirilmesine mani değildir. Çünkü o surelerde de mesanilik vasfı vardır.Hatta Kur'an-ı Kerim'in tamamını böyle nitelendirmeye mani yoktur. Nitekim Cenab-ı Allah “Allahu nezzele ahsene'l-hadisi kitaben müteşabihen mesani (…)” (Zümer 23) buyurmuştur. Şu halde Kur'an bir vecihten mesani, bir vecihten müteşabih, bir vecihten Kur'an-ı azimdir. Nitekim Hz Peygamber salla'llahu aleyhi ve sellem, "takva temeli üzerine bina edilen mescit hangisidir?" (Tevbe 108) diye sorulduğunda, Medinedeki Mescid-i nebevisi olduğunu söylemiştir. Halbuki bu ayet Kuba mescidi hakkında nazil olmuştu. Ama bunda bir münafat (birbirine aykırılık) yoktur. Çünkü herhangi bir sıfatta müştereklik varsa, o sıfatı bir şeye vermek, aynı sıfatı haiz olan bir başka şeye vermeye mani olmaz. (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Tevbe 108 tefsirinde)
ayetinde geçen seb’an mine’l-mesani hakkında önce es-seb’ut-tuvel, sonra Fatiha suresi şeklindeki iki tefsiri nakl ettikten sonra şöyle der: Bu hadis-i şerif Fatiha’nın Seb’ul-mesani ve Kur’an-ı azim olduğu konusunda nasdır. Fakat ayrıca es-seb’ut-tuvel’in (Zümer 23 tefsirinde) bu sıfatla nitelendirilmesine mani değildir. Çünkü o surelerde de mesanilik vasfı vardır.Hatta Kur’an-ı Kerim’in tamamını böyle nitelendirmeye mani yoktur. Nitekim Cenab-ı Allah “Allahu nezzele ahsene’l-hadisi kitaben müteşabihen mesani (...)” (Zümer 23) buyurmuştur. Şu halde Kur’an bir vecihten mesani, bir vecihten müteşabih, bir vecihten Kur’an-ı azimdir. Nitekim Hz Peygamber salla’llahu aleyhi ve sellem, “takva temeli üzerine bina edilen mescit hangisidir?” (Tevbe 108) diye sorulduğunda, Medinedeki Mescid-i nebevisi olduğunu söylemiştir. Halbuki bu ayet Kuba mescidi hakkında nazil olmuştu. Ama bunda bir münafat (birbirine aykırılık) yoktur. Çünkü herhangi bir sıfatta müştereklik varsa, o sıfatı bir şeye vermek, aynı sıfatı haiz olan bir başka şeye vermeye mani olmaz. (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Tevbe 108 tefsirinde)
Buraya kadar yapılan tefsirlerden şu iki husus kesin olarak anlaşılmış oluyor: 1- Bir itibarla Kur’anın tamamı müteşabihtir. Bu şu anlamdadır: Kur’anın ayetlerinin tamamı aynı durumdadır. Buradaki müteşabih, Al-i İmran 7 ayetindeki müteşabih manasına olmayıp, az önce anlatılan manadadır. 2- Kur’an mesanidir. Mesani ikilenen, ikişerli, iki cihetli, simetrik, tekrarlanan manalarına gelir. Mesani’nin buradaki manası da Hicr 87 ayetindeki manasından farklıdır. Bundan sonra Mesani hakkında pek mufassal ve nefis bir tefsir yapmış olan Elmalılı M. Hamdi Yazır’ın yazdıklarına bakalım. Onun açıklamaları bu kavramın kapsamı gibi Türkçenin de imkanlarının ve merhum müfessirimizin bunlara vukufunun ne derece geniş olduğuna pek güzel bir nümune teşkil etmektedir:
“Mesna’nın veya mesnat’ın çoğulu olan mesani kelimesi çok anlamlı, çok kapsamlı bir kelimedir. Ki tesniye ve istisna maddesi olan seny’den de, sena’dan da türemiş olabilir. Bu örneklerden bükülmek, kıvrılmak veya katlanmak veya tekrar edilmek suretiyle ikilenen veya diğer bir şeyin eklenmesiyle takviye veya çeşitlendirilen herhangi bir şeye mesna denilir ki ikişer, ikili, tekrarlanan, bükülü, pekiştirilmiş, muhkem, çifteli, büklüm, büklümlü, büklüm yeri, kat, katlı, kıvrım, kıvrımlı, kıvrak, cilveli manalarına gelir. Bu suretle herhangi bir şeyin kuvvelerine, katlarına, kıvrımlarına mesani denildiği gibi hayvanın dizlerine ve dirseklerine mesani’d-dabbe ve bir vadinin büküntülerine, dönemeçlerine mesani’l-vadi, aynı şekilde musikide ikinci tele veya çifte tellilere mesani denir. Mesna’l-eyadi bağış ve iyiliği tekrar etmek demektir. İbnu Cerir’in İbnu Abbas’dan yaptığı bir nakle göre mesani’de “istisna edilen” manası da vardır. Çünkü istisna da seny’den türemiştir. Bükülmüş ipe veya ipliğe mim harfinin üstünü veya esresi ile mesnat veya misnat denildiği gibi tekrarlama veya yineleme manası itibariyle coşku ve terennüme veya ikişerli manası ile mesnevi dediğimiz nazma da mesnat denilir. Bir de esna’dan mimin ötresi ile müsna’nın çoğulu olabilir ki “övgünün karar bulduğu yer” demek olur. Sonra Allahu nezzele ahsene’l-hadisi kitaben müteşabihen mesani (...) buyurulduğu üzere Kur’ana da mesani denilmiştir”. (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, Tevbe 108 tefsirinde. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Hicr 87 tefsirinde (sadeleştirme ile)
Müfessirimiz müteakiben bu ayette seb’an mine’l-mesani’nin “ilk yedi uzun sure” veya Fatiha suresi olarak tefsir edildiğini ayrıntılı olarak bildirdikten sonra şöyle devam eder: “Binaenaleyh seb’an mine’l-mesani’den maksadın Ümmü’l-Kur’an olan Fatiha suresinin olduğu ve bundan dolayı Fatiha’nın es-seb’ul-mesani ismini aldığı ve Kur’an-ı Azim’in bunun bir tefsiri olduğu bu hadislerle anlaşılmıştır. Demek ki seb’an mine’l-mesani’de min yalnız teb’iziyye (bir kısmı) manasına değil, aynı zamanda beyaniyye (açıklama) manasınadır. (Bilindiği gibi min’in beyaniyye manasına olmasının teb’iziyye manasına olmasını düşürmesi gerekmez. M.H.Yazır’ın haşiyesi) “Mesaniden yedi mesani” demektir. Yani Fatiha’yı oluşturan yedi ayet, mesaniden, Kur’andan olduğu gibi başlı başına yedi mesanidir. Ve bundan dolayı bütün Kur’anın bir niteliği olan mesani manası bunda müstesna bir şekilde katlanmıştır.
Her namazın her rek’atinde okunan, zamm-ı sure ile katlanan, Kur’anın her hatminde, duaların başında ve sonunda tekrar edilen, nun, mim fasılaları ile iki nağme (ahenk) üzerine akan, her ayeti çifte bir anlamı kapsayan ve genel yapısı ile iki cihanda kulları en büyük maksatlarına iletmekle Allah Tealaya hamd ve sena hakikatinde toplanan Ümmü’l-Kur’an, gerçekten her senaya layık, öyle mesna ve müstesna edilen bir nimet-i uzmadır (en büyük nimettir) ki ancak Hakikat-i Muhammediyyenin mazhariyet-i mümtaziyesinden (seçkin özelliklerdendir)”. (A.g.e. 5/221)
Kanaatimizce mesani kelimesi, kelimenin asli anlamlarından olan “ikişer, ikili, çifteli” anlamlarıyla “simetrik” manasını da kapsamaktadır. Osmanlı Türkçesi’nde mütenazır denilen, fakat şimdi unutulmasıyla, karşılığı bulunmaksızın kullanmaya mahkum olduğumuz bu yabancı simetri terimi şu demektir: “İki şey arasında konum, biçim ve belirli bir eksene göre ölçü uygunluğu”. Aralarında bu durum, yani simetri olan şeylere de “simetrik (symetrique)” denir. Türkçede bakışım ve bakışımlı kelimeleri karşılık olarak kullanılabilir. Öyle zannediyorum ki çağdaş muhataplara mesani özelliğini en iyi anlatan kavramların başında simetri kavramı gelmektedir ve konular, durumlar, kavramlar arasında bu simetri, bu bakışım Kur’an-ı Kerim’in dikkat çeken özelliklerinden biridir.
.
Kur'ân-ı Kerim'e Göre Ehl-i Kitapla Diyalog
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'ân, Allah'ın, en son peygamberi vasıtasıyla insanlığa mucize derinlikli ve eşi benzeri olmayan bir mesajıdır. Allah bu mesajıyla, son bir kez daha insanoğluna kestirmeden rızasına ulaştıran şehrahı göstermiş; zat, sıfât ve esmâsını ifade etmiş; doğru şekilde bilinip tanınmasını, iman edilip ubudiyette bulunulmasını, herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek netlikte açık-seçik ortaya koymuş; mü'minlerin vazife ve sorumlulukları üzerinde durmuş, mücazât ve mükafât va'd ü vaîdiyle gönülleri şahlandırmış ve ruhlarda ürperti hasıl etmiş; dahası, onu bize bir ekmeliyet, bir etemmiyet remzi ve bir rıza yörüngesi olarak sunmuş, sunarken de tenezzül dalga boylu bu armağanıyla bize, kimseye nasip olmayan/olmayacak olan en büyük bir iltifatta bulunmuştur. Kur'ân, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a (aleyhi ekmelüttehâyâ) bahşedilen yüzlerce mucizenin en parlağı ve kalıcı olanıdır. O, ifadesi, üslubu, beyan tarzı açısından bir harikalar mecmuası olduğu gibi içtimaî disiplinleri, hukukî kuralları, terbiye ile alâkalı kaideleri, insan, varlık ve kainat hakkındaki yorumları; hemen bütün ilimlerin esaslarına işaret, remiz ve îma, hatta bazen tasrih ölçüsünde temasları; idarî, iktisadî, siyasî, kültürel problemleri çözmedeki alternatif yöntemleriyle her zaman herkesin başvurma mecburiyetinde olduğu/olacağı bitip tükenme bilmeyen dupduru bir kaynak, en karmaşık ve en bulanık dönemlerin dahi bulandıramayacağı kadar engin bir ummandır.
Kur'ân'ın mana enginliğini, üslup ve ifade zenginliğini, muhteva derinliğini anlatma konusunda aczimi ve yetersizliğimi itirafı ona saygımın gereği kabul ediyorum. Arzedilen hususlarla alâkalı bugüne kadar bir hayli şey anlatıldı; hâlâ da anlatılıyor ve gelecekte de anlatılacak.. bütün bu gayretlerin onu tanıma, onu duyma, ona ve getirdiklerine inanma konusunda kâfî ve vâfî olduğu açıktır ve İslâm nizamını da 'mahiyet-ü nefsi'l-emriye'siyle aksettirdiğinde şüphe yoktur. Ancak, insan, kainat ve ulûhiyet hakikatinin beyan atlası sayılan engin bir muhtevanın bütünüyle ifade edildiğini iddia da doğru değildir. Semavî ve lâhûtî olan bir beyan beşer idrakiyle ne kadar seslendirilebiliyorsa, onun da işte o kadar dile getirildiği bir gerçektir. Bu itibarla, ne bizim ne de başkalarının, bu koskocaman atlası fihrist ölçüsündeki bir çerçevede ifade etmemiz mümkün olmasa gerek. Ne var ki, böyle hayatî bir konunun, ne ifade zaafiyetimiz bahanesine ne de beyan gücümüzün yetersizliğine bağlanarak ona karşı lakayd kalınması veya ihmal edilmesi de doğru değildir. Kur'ân'ı anlamak herkesin hakkı ve anlatmak da doğru bilenlerin vazifesidir. Bilmeyenler her zaman onu anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru yorumlayıp doğru ifade etmede kullanmalı ve onun anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.
Aslında o, bütün çağların sesi-soluğu olma liyakatiyle serfiraz bir beyan mucizesi ve meleklerin ışığına pervane döndükleri kelam-i İlahînin en nurefşan ifadesidir. Bu itibarla da ne menbaı, ne hedefi, ne ilk temsilcisi/temsilcileri, ne de sinelerde bıraktığı tesir açısından lakayd kalınacak bir kitap değildir. O konuşurken melekler sükut murakabesine dalmış, ruhaniler secdeye kapanmış, cinler onun sesine soluğuna büyülenerek onunla tanışmak için çöllere düşmüşlerdir.
Kur'ân, tekvinî emirlerin beyan ve izahı, teşriî kural ve kaidelerin de en sağlam ve değişmez kaynağıdır. O, varlık, kainat ve insanı doğru okuyup değerlendirmede en sağlam kriterleri ihtiva eden öyle muhkem bir kitaptır ki, onun ferdî, ailevî, içtimaî ve terbiyevî çözemeyeceği bir problem yoktur ve bu hususiyetiyle de o, her şeyi sebepleriyle, sonuçlarıyla görüp bilen bir Zât'ın kuşatan ilminden geldiğini haykırmaktadır. O, bu bütüncül bakışı ve ihata eden engin ifade ve üslubunun yanında, muhteva ve mana genişliği, beyan inceliği, herkesin ilim ufkuna göre açılma sihri ve ruhlara nüfuzu sayesinde öyle bir güce sahiptir ki, önyargısız olmaları şartıyla ulaşabildiği herkesi büyülemiş ve başlarını döndürmüştür. Dostlar onu taklit şevkiyle, düşmanlar onun sesini kesme hıncıyla yıllar ve yıllar boyu aynı malzemeyi kullanmış, aynı konuları seslendirmeye çalışmışlardır ama kat'iyen onun üslubunu yakalayamamış ve o enginlikte bir beyan ortaya koyamamışlardır: İfadeler sun'iliği aşamamış, söz sarraflarının takdir ufkuna ulaşamamış ve hele asla gönüllerde kalıcı, yönlendirici bir tesir uyaramamıştır.
Onda yerine göre ayrı ayrı, yerine göre iç içe konular arasında öyle ince bir tenasüb ve müzikal bir ahenk vardır ki, birbirinden çok uzak gibi görünen hususlar arasında bile insan az bir teemmülle bir kaç iltisak noktasını birden yakalayabilir. O hemen her zaman hiçbir edip ve söz üstadının ulaşamayacağı bir beyan sultanlığı sergiler ve bütün bütün insafsız olmayan muhataplarına mutlaka birşeyler hissettirir; hissettirir ve onları idrak ufuklarının ötesinde daha derin mülahazalara sevkeder. Bir de bu müteessir ruhlar insaf edip kendilerini bu Rabbanî ifade çağlayanına salıverdi mi, gayrı onun dışında duyup dinledikleri söz şeklindeki bütün ifadeler birdenbire adeta hırıltıya dönüşüverir.
Her şeyden evvel o, kuşatan bir ilimden gelmiş, insan, tabiat ve bütün kainatların mana, mazmun, gaye-i hilkat ve hikmet-i vücutlarının dili, tercümanı olmanın yanında muhataplarının da farklı derinliklerine birden seslenmektedir: O, akla birşeyler söylerken gönle onun anlayacağı bir dille seslenmeyi ihmal etmez; şuura birşeyler duyurduğunda hisleri nasipsiz bırakmaz; muhakeme ve mantıkla konuştuğunda da ruhtan iltifatını esirgemez. Zâhir-bâtın her latife ve hasse ondan hissesini alır ve bunlar arasında ne bir mahrumiyet ne de çelişki söz konusu olmaz. İstidatları ölçüsünde paylaşırlar bu semavi maideyi ve bir ahenk zemzemesi yaşarlar kendi aralarında.
Gerçi hemen bütün ilahi beyanlarda, hususiyle de beşeri mülahazalar dediğimiz şerh ve hâşiyelerin asıl metinler içine karışmadığı dönemler itibariyle, aynı bütüncül bakış ve aynı kucaklayıcılık söz konusudur ama Kur'ân'da Muhammedî (sallallahü aleyhi vesellem) ruh ve mananın câmiiyeti derinliğinde bir ihata ve fâikiyet bulunduğu da açıktır; açıktır ve ondaki câmiiyet ve muhtevaya denk mükemmelliyette semavi ve gayr-ı semavi herhangi bir kitap göstermek de mümkün değildir. İnsan, kainat ve uluhiyet hakikatlerini bu vüs'atte, vüs'ati içinde bu incelikte ele alan ve kendine has terkib ü tahlil (sentez ve analiz) sistemleriyle yorumlayıp ortaya koyan bir başka kitap yoktur dersek mübalağa etmiş sayılmayız.
Onun ele aldığı konuların hemen hepsi açık olanı açık, mücmel ve müteşabih olanları da Sahib-i şeriatın beyanına veya bir kısım mülhemunun ilhamlarına emanet pek çok lâhûtî ve kevnî hakikatlerin en zengin hazinesi mesabesindedir. O, arzettiği veya tahlile tabi tuttuğu konulardan hiçbirini içinden çıkılmaz hale getirmez; usule taalluk eden mevzuları açık ve net olarak ortaya koyar; teemmül, tefekkür ve tedebbür isteyen hususlarda tetkik u tahkiki yeğler; Allah'a yönelme imasında bulunur ve ulu orta herkesin üstesinden gelemeyeceği konuların altına girilmesini de tasvip etmez. O, üzerine eğildikçe kalblerde, kafalarda -teemmül derinliğine göre- lambaları her an daha bir artan sihirli bir avize gibi değişik tecelli dalga boyunda yeni yeni inkişaflara vesile olarak insanın zâhir ve bâtın duygularına çeşit çeşit ilahî armağanlar sunar. Varidatı coştukça coşar; çiselemeler sağanağa dönüşür ve bitmez mevhibeleri, tükenmez güzellikleri ve pırıl pırıl ışıklarıyla mütefekkir mütalaacılarına iç içe şölenler yaşatır.
Anlayanlar ancak onda anlarlar varlığı, kainatların arka planını, insanı ve onun kalb ve ruh enginliğini; onun aydınlık dünyasında keşfederler doğru düşünmeyi ve tefekkürün hakiki kaynaklarını ve kurtulurlar yanılma fasit dairelerinden, ihtimallere hüküm bina etmekten. Hazreti 'Allâmü'l-Guyûb'dan gelen bu mucize beyanın dışında yanılmayan ve ihtimallere emanet edilmeyen hiçbir bilgi kaynağı yoktur. Kur'ân'dır ki her şeyi açık, net ve doğru olarak vaz'eder; yanılmaya açık hususların ve teemmüle emanet boşlukların doldurulmasındaki hataları da bizim idraklerimize verir. Bu açıdan da onu doğru anlamak, doğru yorumlamak bizim için bir vazife olduğu gibi ona karşı da bir vefa borcudur. Böyle bir borç ve vazife de, ilim, irfan ve ilhamların sınırlılığı çerçevesinde her müstaid ve donanımlı ferdin müktesebat ve Hakk'a müteveccih yaşamasına vabestedir. Her istidatlı gönül, samimiyet ve Hakk'a teveccühünü ortaya koyarak 'Allah rızası ve hakikatin vuzuh ve inkişafı' der yürür o bahr-i bîpâyânın derinliklerine doğru. Sahib-i şeriat rehberi, muhkemât elinden düşürmediği feneri ve selef-i salihîn de klavuzları yürür tedebbürle, temkinle, teemmülle ve nefsaniliğine takılmadan o sonsuz ufuk cânibine.. böyle derunilerde hata nisbeti az olur; onların murad-ı ilahiyi yakalama yolundaki gayretleri özel teveccühlerle mükafâtlandırılır ve bunların Kur'ân-ı Kerim adına ortaya koydukları tefsir ve te'vîller de Kur'ân farklılığının bir renk ve deseni haline gelir.
Aksine yarım-yamalak Arapça ile ve sözlüklerin dar atmosferinde Kur'ân'ı kendi endam ve ulviyetine uygun seslendirmenin mümkün olamayacağı bir yana, o semavi ifade abidesine karşı da apaçık bir saygısızlıktır. O, usulüne uygun olarak bir dilden bir dile aktarılmalı; şöyle-böyle tefsirle alâkalı her şey çok iyi bilinmeli ve her yorum 'ulum-u âliye-i İslamiye'ye test ettirilerek ortaya konmalıdır. Bize düşen, 'Onu, tercüme ile herkesin istifadesine sunuyorum' diye onca genişliğine rağmen ilahi kelamı kendi idrak ve ifade ufkumuza göre daraltmamaktır.
Aslında onu, bir tefsir, bir te'vîl veya geniş bir mealle herkese duyurma bu işin uzmanları için bir vazife; ona karşı kadirşinas ve saygılı olmanın da gereğidir. Ancak, sağlam bir dil bilgisine, belağat kurallarına; tefsir, hadis ve fıkıh usulü.. gibi ilim dallarına vakıf olmadan böyle bir şeye teşebbüsün de haddini bilmemezlik olduğu açıktır. O, bir romanı tercüme ediyor gibi tercüme edilemez; kaldı ki öyle basit bir konuda bile uzmanlık aranır.
Şimdi iyi bir meale doğru iz sürerken, 'tercüme' neye derler, 'tefsir' ne demektir, 'te'vîl' ne manaya gelir, kısaca bunlara bir göz atalım:
Tercüme; herhangi bir metni veya sözü, hususiyetlerini koruyarak bir dilden başka bir dile çevirmeye denir. Çeviri bazen, hiçbir kelimenin manası atlanmadan kelime dizileri, terkipler ve terkipler arası gözetilmiş hususiyetler aynıyla diğer dile aktarma -aktarılabiliyorsa- şeklinde olur ki, buna 'tam tercüme' denmesine karşılık; bazen de ya sadece kelimelerin çevirisi yapılır veya münhasıran muhteva aksettirilir ki, bu da eksik bir çeviridir.
Günümüzde belli ölçüde de olsa otomatik tercüme sisteminin geliştiği de söylenebilir; ama bu mevcut teknolojiyle, hatta daha seviyelisiyle dahi, engin muhtevalı ve edebi derinlikleri olan eserleri bir dilden diğerine, hem de muhtevadaki bütün hususiyetleri ortaya koyarak tercüme etmek çok zordur.. hele bu, Allah kelamı ve açılımı da büyük ölçüde zamana, ilhama ve şartlara emanetse... Bizim gibi sıradan insanların bile biraz düzgünce kaleme alınmış eserlerinin tam tercüme edilemeyeceği söz konusu olabiliyorsa, Kur'ân-ı Kerim gibi harika ve fevkalâde derinlikleri bulunan muhteşem bir beyan abidesinin bir manada 'atmasyon' da diyebileceğimiz tercüme ile seslendirilmesi mümkün olmasa gerek.
İslâm ulemasının pek çoğu -bunların içinde Bediüzzaman gibi kimseler de vardır- yukarıdaki hususlar muvacehesinde Kur'ân-ı Kerim'in tercüme edilemeyeceği kanaatindedirler. Bazıları da konuya yukarıda işaret edilen esaslara riayet çerçevesinde ihtiyatlı fakat biraz daha yumuşak yaklaşırlar.
Merhum allame Hamdi Yazır'a göre, aslın manasına uygun olması için, sarahatte-delalette, icmalde-tafsilde, umumda-hususta, ıtlakta-takyitte, kuvvette-isabette, hüsn-ü edada-üslub u beyanda tercüme orjinal metne müsavi ve denk olmalıdır. Aksine bu çerçevede gerçekleştirilemeyen bir çeviri tam bir tercüme değil eksik bir aktarmadır. Bu itibarla da, edibane bir üslupla ifade edilmiş herhangi bir nesir veya nazmı, o ölçüde gelişmiş bir dile -her iki dilin de inceliklerinin bilinmesi şartıyla- çeviri mümkün olsa da, hem akla, hem kalbe, hem ruha, hem de bütün hissiyata birden hitap eden ve iç içe bedii incelikleri haiz bulunan, olabildiğine canlı ve her zaman revnaktar bir eserin tam tercümesinin kabil olduğunu söylemek çok zor olsa gerek. Hele bu eser Allah'a ait, zaman ve mekan üstü derinlikleri bulunan ve bütün çağlara birden seslenen aşkın bir beyan abidesi ise.. evet Kur'ân, Üstad Bediüzzaman'ın ifadesiyle, varlık kitabının ilahi bir tercümesi; tekvini emirlerin sesi-soluğu; eşya ve hadiseler çerçevesinde farklı dillerin Hak söyleyen tercümanı; dünya ve ukbanın apaçık dilli müfessiri; göklerde ve yerde gizli ilahi isimler hazinesinin keşşafı; her şeyin arka planındaki esrarın sırlı anahtarı; öteler ve öteler ötesinin bu âlemde mütecelli fasih lisanı; o pırıl pırıl haliyle İslamiyet âlem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi; ahiret âlemlerinin her şeyi gayet açık çizgileriyle ortaya koyan mukaddes haritası; Cenab-ı Hakk'ın zât, sıfât, esmâ ve bütün muallâ şe'nlerinin sesi-sözü ve en vâzıh tefsiri, en kat'i beyanı; topyekün insanlık âleminin yanıltmayan biricik mürebbisi; varolduğu günden beri İslâm âleminin havası, suyu, ziyası ve bütün âlemlerin Rabbi, Halıkı bir Zat-ı Ecell ü A'lâ'nın kelamı, fermanı, hitabıdır ki, nazmı ve manası itibariyle de pek çok derinlikleri bulunan böyle bir kitabın tercüme yoluyla başka bir dile aktarılması mümkün olmasa gerek...
Zâtî sıfatlarından biri de Kelâm, yani konuşma olan Allah Tealâ kullarına değer vererek peygamberleri vasıtasıyla onlara hitap etmiştir. O, Kendisinin onlara hitabı ile yetinmeyip yaratıklarının dualarını, dileklerini dinler, onlara cevaplar verir. Böylece, iki tarafın karşılıklı konuşması demek olan diyalogu gerçekleştirir. Kelâm ilmi âlimlerinin 'et-tenezzülatu'l-ilâhiyye ilâ ukuli'l-beşer' dedikleri kabilden olan bu konuşmayı gerçekleştirmek için O, insanların lisanlarında bulunan kelimeleri kullanma lütfunda bulunur. Zira bildirilmesi matlup olan hususları insanlara anlatmanın başka yolu yoktur. Allah, 'ihtimam'la yarattığı insandan vazgeçmez. Nitekim O: 'Siz haktan yüz çeviren bir topluluksunuz diye, Kur'ânla size gerçekleri hatırlatmaktan vaz mı geçeceğiz? ' (Zuhruf, 43/5) buyurmaktadır.
Kur'ân-ı Hakîm başından sonuna kadar Cenab-ı Allah'tan yaratıklara, yaratıklarından da Allah'a olan bu diyalogu tescil etmektedir. Peygamberler, melekler, şeytan, genel olarak bütün insanlar, tüm Müslümanlar, Ehl-i Kitap (Âl-i İmran, 3/71, 99), Yahudiler (Bakara, 2/55; Cuma, 62/6), Hıristiyanlar (Âl-i İmran, 3/59) gibi ümmetler, fert olarak insanlar, hattâ Firavun gibi azgın din düşmanları bu diyalogdan hissedar olmuşlardır. Hatta bal arısı gibi hayvanların bile bu hitaptan nasipleri vardır.
Bu sırdandır ki Hak Tealâ diğer muhtelif ümmetlere bazen doğrudan doğruya hitap ederek (Bakara, 2/40: 'Ey İsrail oğulları!'), bazen peygamberleri vasıtasıyla konuşmuş, bazen mü'minlere: 'Onlara şöyle deyiniz'' (Âl-i İmran 84 (') Kul âmenna billâhi) buyurmak suretiyle bu diyalogu gerçekleştirmiştir. Bunlardan Ehl-Kitaba yönelik bazı hitaplardan misaller vermek suretiyle konuyu daha iyi açıklamaya çalışalım:
1- Mekkî dönemin sonlarında nâzil olan şu âyette Ehl-i Kitap ile yapılması emr edilen şu muhavere en ideal bir davranış nümunesini sergilemektedir: 'Hak-sızlığa sapanları dışında Ehl-i Kitap'la en güzel olan şeklin dışında bir tarzla mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: 'Biz, hem bize indirilen Kitaba, hem size indirilen Kitaba iman ettik.' (Ankebût, 29/46) Ne kadar müsamahakâr olursa olsun, hiçbir insan zulme tahammül edemez ve etmemelidir. Bu itibarla Kur'ân zalim olmayanlarla en güzel bir tarzda görüşmeyi tavsiye buyurmaktadır. Böylece en makul ve nazik bir söylem ile: 'Sizin kitabınız da hak kitap, aynı İlah'a ibadet ediyoruz. O'na itaat esasında birleştiğimize göre, dinin aslında beraberiz. Bu çerçevede, bir arada yaşayabilir ve konuşabiliriz' mesajı verilir. 'Bu ifade Müslümanların onlarla iyi geçinmelerinin ilkesel gerekçesini ortaya koymaktadır. Zira -putperest Arap'ların aksine- Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında bir inanç yakınlığı bulunmakta, yani Müslümanlar onların Kitaplarının hak kitap olduğunu kabul ettikleri gibi temelde ulûhiyyet konusunda da onlarla aynı inancı paylaşmaktadırlar. Ehl-i Kitap'taki tevhid ilkesine aykırı inançlar, onların dinlerinin aslında bulunmayıp sonradan ortaya çıkmış bir sapmadır. Sonuç olarak Müslümanların temel inanç konularında kendileriyle aynı çizgide gördükleri Ehl-i Kitab'ı düşman bilmeleri anlamsızdır. Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında daha sonra baş gösteren çatışmalar, Müslümanlardan kaynaklanmış değildir. Nitekim tarihî bilgiler de bunu doğrulamaktadır. Bu açıklama-lar dikkate alındığında, haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i Kitap'la iyi geçinmeyi emreden bu âyetin, sava-şa izin veren daha sonraki âyetlerle nesh edildiğini ileri süren görüşün de isabetli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira bu âyetin 'İçlerinden haksızlığa sapanlar dışında' şeklindeki istisna bölümü, zaten gerektiğinde savaşmaya kadar varacak olan sertliğe sertlikle mukabele yolunu açık tutmaktadır. Nitekim müfessirler de bu yönde yorumlar aktarmışlardır (Meselâ bk. Taberi, XXI, 2; İbn Kesir, VI,292; nakl: DİB, Kur'ân Yolu, Ankebut, 29/46 tefsiri, IV, 258).
Kur'ân, Ehl-i Kitab'a mensup olanların yaptıkları bazı kötü işleri zaman zaman tenkit ederek onları terk etmelerini ister. Ezcümle: Allah'a iman etmek için O'nu açıkça görmeyi şart koşmaları (Bakara, 2/55), sırf terslik olsun diye Allah'ın emrini değiştirmeleri (Bakara, 2/58-59), O'na karşı nankörlükleri (Bakara, 2/61), sığır kesme emrine karşı direnmeleri (Bakara, 2/67-71), O'ndan ahid alma, Allah'ın evlatları ve sevgili kulları olduklarına dair iddiaları (Bakara, 2/80, Mâide, 5/18), Allah'a çocuk isnat etmeleri (Bakara, 2/116), Hz. İsa ile Hz. Meryem'i tanrılaştırmaları (Mâide, 5/116), din önderlerini Rab edinmeleri (Tevbe, 9/31) tenkit ve red edilir. Bunlar, onların çoğunun veya bir kısmının yaptığı kötülüklerdir. Bunu yapanların dışında kalanlar, bu kötülükleri benimsemedikçe bu hitaba dahil ve onlardan sorumlu olmazlar.
2- Şu âyet-i kerimeler, Ehl-i Kitab'ın hepsinin mü-savi, yani aynı durumda olmadıklarını belirtir: 'Ehl-i Kitab'ın hepsi bir değildir. Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, Allah'ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar. Bunlar Allah'ı ve ahireti tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendiler. Yaptıkları hayır ve iyiliklerden mükâfatsız kalan bir tek iyilik bile bulunmayacaktır. Allah, günahlardan sakınanları pek iyi bilir.' (Âl-i İmran, 3/113-115)
Âl-i İmrân 110. âyette 'Ehl-i Kitap da bu şekilde inansaydı elbette kendileri için iyi olurdu. İçlerinden iman edenler varsa da, ekserisi dinden sapmış fasıklardır.' buyurulur. Onlardan fasıkların sıfatları bildirilince mü'minlerinden bahs etmek İlâhî adalet icabıdır. İşte bundan ötürü, az sonra, 'Ehl-i Kitab'ın hepsi bir değildir (')' âyetleri zikr edilmiştir. Taberi der ki: 'Ehl-i Kitap, kendi içlerinde müsavi değildirler. Salah ve fesatta, hayır ve şerde farklıdırlar.' Sonra Allah Tealâ, onlardan mü'min ve kâfir grupların müsavi olmadıklarını haber verdi. Fasık grubun birtakım kötü vasıflarını sıraladıktan sonra 'Onlar için-de öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, Allah'ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar (')' buyurarak Ehl-i Kitap'tan mü'min ve kâfirler hakkında haber vermeye başlamış ve onları methetmiştir.' (Taberi, Camiu'l-Beyan, Âl-i İmran, 113 tefsirinde 3, 51). Taberi, âyette anılanlardan maksadın Ehl-i Kitap'tan olup İslâm'a girenler olduğu tefsirini de nakletmekle beraber, kendi tercihinin, birinci sırada nakl ettiği tefsir olduğunu tasrih eder (c: 3, s: 54). Razi de önce, daha yaygın görüşü naklettikten sonra, Taberi'nin tercih ettiği tefsiri nakleder ve, 'Allah Tealâ önceki âyette Ehl-i Kitab'ı birtakım mezmum sıfatlarla tavsif edince, bütün Ehl-i Kitab'ın aynı olmayıp içlerinden iyi sıfatlarla ve makbul hasletlerle muttasıf kimselerin de bulunduğunu beyan etmek için bu âyeti zikr etmiştir.' der (Mefâtîhu'l-Ğayb, Âl-i İmran 113'ün tefsirinde).
Bu cemaatin Abdullah ibn Selâm, Sa'lebe ibn Said, Üseyd ibn Said gibi İslâm'a giren Yahudiler olduğu söylenmiştir. Bu tefsir, Taberi tarafından İbn Abbas (r. a.)'a nisbet edilmiştir. Tabiînden Katade ise: 'O ümmetin hepsi sapmış olmayıp, onlar içinde Allah Tealâ'nın koruduğu bir grup da vardır.' demiştir. Bu manâda İbn Abbas (r.a)'a atf edilen bir tefsir de vardır. Birinci tefsirde şöyle bir zorluk bulunmaktadır: İslâm'a girenlere artık Ehl-i Kitap denilmez. Olsa olsa bunu şöyle izah etmek gerekir: Dinlerinden bir kısım hakikatleri muhafaza edip onunla amel edenler, Hz. Muhammed (s.a.s)'den önce bu makbul durumu haiz olmuşlardı. Ama daha sonra İslâm ile tanışınca onu kabul ettiler.
Bazı müfessirler bu âyetteki övgünün, ancak Ümmet-i Muhammed'e olabileceği düşüncesinden hareketle bu âyette 'Ehl-i Kitab'a Ümmet-i Muhammed'in da dahil olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu yorum, Kur'ân'ın kullanışı ile uyum sağlamaz. Muhammed Reşid Rıza diyor ki: 'Öyle anlaşılıyor ki müfessirlerimizin çoğu, Ehl-i Kitap içinde Allah'a iman eden ve makbul işler yapan kimselerin bulunabileceğini anlamakta güçlük çekmişler, bu sebepten de bu ve benzeri âyetleri açıklamakta tutarsız şeyler söylemişlerdir. Muhammed Abduh bu âyetin tefsirinde dedi ki: 'Bu âyet gerçeği açıklamakta ve mezkûr yanlış anlamayı izale etmede İlâhi adaleti dile getiren bir prensibi belirtmektedir. Bu âyet bütün peygamberlerin, Allah'ın tek dini olan İslâm'ı tebliğ ettiğine delildir. Keza bu dini benimseyen, samimi olarak onunla amel eden, marufu emr edip münkerden sakındıran kimselerin salihlerden olduklarına delâlet etmektedir. Bu adalet, Ehl-i Kitap tarafından ileri sürülebilecek bahaneyi de ortadan kaldırmaktadır. Şayet böyle bir âyet olmasaydı onlardan, kendilerini samimi mü'min bilip hayırlı işler yapan, iyilikler yapıp da kötülükleri önlemeye çalışanlar şöyle diyebilirlerdi: 'Eğer Kur'ân gerçekten Allah'ın Kitabı olsaydı, bizi fasıklarla, dinden sapanlarla bir tutmazdı.. Çünkü biz gerçek, samimi mü'miniz.' Ayrıca burada onları istimale yani İslâm'a teşvik ve ümmetler arasındaki tefrikaya son verme vardır. Bu taassup, mukabil tarafta olanın fazilet ve meziyetini itiraf etmek istemez. (') Zahir olan şudur ki, daha önceki âyet gibi bu âyet de kendi dinlerine tabi olan Ehl-i Kitap hakkındadır. Bu âyette bildirilen mü'minleri 'İslâm'a giren Ehl-i Kitap' olarak tefsir eden Süyuti ve diğer bazı müfessirlerden farklı olarak biz böyle anlıyoruz. Zira Müslümanlar 'Ehl-i Kitap' vasfı ile değil, 'mü'minler' olarak medh olunurlar.' (Tefsîrul-Menar, Âl-i İmran 113'ün tefsirinde, 4: 72).
Daha sonra M. Reşid Rıza şöyle devam eder: 'Ehl-i Kitap'tan bir grubun dinlerinde hak üzere istikamette olmaları, bu sûrenin başında Tevrat ve İncil'in kısmen zayi veya tahrife maruz kaldığını bildirmemizle bir çelişki teşkil etmez. Nitekim Sünnet'in bir kısmına vakıf olup bazı hadis-i şerifleri ezberleyen ve onlarla amel eden, onlara tam sarılan Müslümanlar hakkında 'Sünnet'le kaim ve hadisle amil' denilebilir. Oysa hadisler içinde lafzen olmayıp manâsıyla nakl edilenler, zaif hatta mevzu olanlar da vardır. Hatta bazı Haşeviyye gibi âyet ve hadisleri manen tahrif ederek kendi görüşlerini revaçlandırmaya çalışanlar da bulunmaktadır. Âyetin devamını ise bizim tercih ettiğimiz yoruma göre şöyle anlamaktayız: 'Onlar, dinlerinde bulunan münacat, zikir, ilahi ve duaları okurlar. Bu ilahiler onların kitaplarında -özellikle Hz. Davud'un Mezmurlarında- bolca mevcuttur' ve müteakiben Mezmurlar 36, 5-13; 25, 1-6 bölümlerini iktibas eder ve şöyle ilave eder: 'Bu kabil zikir ve duaları çoktur. Edip bir Arap onların üsluplarında garabet görürse, bunların, zayıf tercümelerden ibaret olup Ehl-i Kitab'ın kendi lisanlarında çok beliğ ve tesirli olduğunu düşünmelidir.'
M. Reşid Rıza âyetin devamındaki 'Bunlar Allah'ı ve ahireti tasdik eder (')' kısmını da şöyle tefsir eder: 'Onlar gönülden iman eder ve bu iman, Allah'ı tam manâsıyla tazim etmelerini ve ahiret için hazırlık yapmalarını sağlar. Yoksa hemcinslerinin ekserisi gibi, sahibinin gurur ve iddiadan başka bir hissesi olmayan etnik bir iman tarzında inanmazlar (Bu son cümlenin altını R. Rıza kendisi çizmektedir). 'İyiliği yayar, kötülükleri önlerler' cümlesinin tefsirinde de: 'Tarihin de bildirdiği üzere, ümmetlerine fısk ve bozukluk galip olduğundan, ümmet çapında yankı uyandırmasa da, kendi hususi dairelerinde emr-i bi'l-maruf ve nehy-i münker yaparlar.' 'V'Allahu alîmun bi'l-müttakin' hakkında da: 'Allah onları amellerine ve içlerindeki niyetlerine, gerçek imanlarına ve imanın semerelerini bozmaktan kaçınmalarına göre ödüllendirir. İşte böyle olanlar kurtulurlar. Şu halde din ırkçılığına (el-qavmiyye'd-diniyye) itibar olunmaz. Muteber olan, imanla beraber olan takvadır' (A.g.e., 4, 71-74). Tefsirlerin çoğu, âyet-i kerimede geçen 'min ehli'l-kitabi ümmetün ' topluluğunu 'İslâm'a giren Ehl-i Kitap' şeklinde yorumlamışlardır. Meselâ son dönemde Mısır'da bir hey'et tarafından yazılan Tefsiru'l-Vasit de böyle yorumlar (Tefsiru'l-Vasit, Kahire, 1974).
Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı'nca yayınlanan tefsir ise, âyeti zahirinden anlaşılan tarzda yorumlar: 'Önceki âyetlerde kötü davranışları ve vasıfları sebebiyle Ehl-i Kitap kınandıktan sonra burada, hepsinin aynı olmadığına, içlerinde güzel ahlâk ve iyi nitelikler taşıyan kimselerin de bulunduğuna dikkat çekilmiştir (') Kur'ân ölçülerine göre kim zerre kadar hayır işlerse ahirette onun karşılığını görür (bk. Zilzal 99/7-8). Nitekim Yüce Allah 113 ve 114. âyetlerde Ehl-i Kitap'tan samimi olarak iman edip salih amel işleyenleri övdükten sonra 115. âyette onların yaptıkları hayırlı işlerin kesinlikle zayi edilmeyeceğini, karşılıksız bırakılmayacağını ifade buyurmaktadır. Âyetin 'Allah kötülükten sakınanları bilir' mealindeki son cümlesi, riyakârlarla samimi mü'minlerin birbirinden ayırt edileceğine, riyakârların görünüşteki imanlarının kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağına işaret eder. Yüce Allah'ın samimi olarak iman eden Ehl-i Kitab'a böyle lütufkar muamelesi, İslâm'ın evrenselliği açısından son derece anlamlıdır. Zira kendilerini Allah'ın çocukları ve sevgilileri sayan (Maide 5/18), ahiret yurdunu başkaları için değil sadece kendileri için hazırlanmış bir yurt kabul eden ve Yahudiler yahut Hıristiyanlardan başka hiç kimsenin Cennet'e giremeyeceğini iddia eden (Bakara 2/111) Ehl-i Kitab'ın egoizmine karşılık Kur'ân, onlardan samimi iman sahibi olanların yapacağı en küçük bir hayrın dahi karşılıksız bırakılmayacağını haber vermektedir' (Kur'ân Yolu, 5: 486).
3- Hadid Sûresi'nin son kısmında yer alan bir âyette şöyle buyurulur: 'Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve O'nun peygamberine inanın ki, O size rahmetinden iki hisse versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lûtfetsin ve günahlarınızı affetsin. Allah'ın affı ve merhameti boldur' (Hadîd, 57/28). Bu hitabın, daha önceki peygamberlere iman edenlere yönelik olduğu bir çok tefsirde yer almaktadır. Ezcümle İbn Aşur şöyle diyor: 'Kur'ân'da galip olan kullanılış 'iman edenler'in Hz. Muhammed (s.a.s.)'e iman edenlerin lakabı olmasıdır. Fakat bu âyet, bir önceki âyette Hz. İsa (a.s.)'a tabi olanlardan bahs eden âyetten sonra gelince, bundan hem lakabi anlam (Hz. Muhammed'e iman edenler), hem de lügavi geniş anlam (bütün iman edenler, burada Hz. İsa'ya iman edenler) şeklinde iki ihtimal bulunmaktadır. En zahir olan, burada her iki ihtimalin de maksud olmasıdır. Böylece samimi Hıristiyanlar da bu hitaptan nasiplerini alırlar. O da, daha önce Hz. İsa (a.s.)'a iman edenlerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmeye davet edilmeleridir. Bundan maksat şudur: 'Ey Hz. İsa'nın şeriatına samimi olarak iman edenler! Allah'ın cezasından korkun da taassubu, hasedi, suizannı bırakıp Muhammed'e de iman edin!' (Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir, 27, 427). F. Razi, İbn Atiye ve Zemahşeri de bu âyetin Ehl-i Kitab'a hitap ettiği görüşündedirler.
M. Hamdi Yazır da şöyle der (Hak Dini Kur'ân Dili, Hadîd 28'nin tefsirinde): 'Ey iman edenler! Yani geçen peygamberlere iman edip de verdikleri sözü tutan ve böylece de mükâfata hak kazanan mü'minler! Şimdi Allah'tan korkun, o fasıkların durumuna düşmekten sakının da Resûlüne iman edin, yani son gönderdiği Resûlü Muhammed Mustafa'ya iman edin ki size rahmetinden iki pay versin. İbn Cerir'in Ebu Musa el Eş'ari'den rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.s) buyurmuştur ki: 'Üç kişi iki kere mükâfata nail olur: Önceki ve sonraki kitaba iman eden adam, ve bir cariyesi olup da onu güzel bir terbiye ile terbiye ettikten sonra hürriyetine kavuşturup nikahına alan adam (')' (Buharî, 'İlim', 31; Müslim, 'İman', 241).
.
Kur'an-ı Kerim'in Muhtevası
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'ân-ı Kerim'in muhtevasının eşsiz bir zenginlikte olduğu, hemen hemen bütün âlimler tarafından ifade edilmiştir1. Süyûtî (ö. 911/1505) "Kur'ân'dan isitinbat edilen ilimler" bölümünün başında bu fikirde olan müelliflerin görüşlerine2 yer verir. Onlar "Sana bu kutlu Kitabı indirdik ki her şeyi açıklasın."3 âyeti ve "Kur'ân'da, sizden önce yaşamış olanların durumları, sizden sonra gelecek olanların haberleri ve aranızdaki meselelerin hükümleri mevcuttur. (...) Bir de onun bedî' mânâları tükenmez."4 hadisi gibi nasları buna delil getirirler. Rağıb el-İsfehanî (ö. 502/1108 ) "Bu Kitabın mu'cizevî yönlerinden biri de, küçük hacmine rağmen, beşer akıllarının saymaktan âciz oldukları derecede, pek çok mânâyı ihtiva etmesidir."5 diyerek bu görüşü en özlü bir şekilde dile getirmiştir. İlk asırlardan beri Ali İbn İsa, Taberî, Rağıb el-İsfehanî, Gazzalî ve Fahreddin Razî gibi âlimlerimiz Kur'ân'ın kapsadığı ilimleri ana bölümler hâlinde tasnif etmişlerdir. Bu tasniflerin çoğunu naklettikten sonra Süyûtî de, onlara göre daha uzun olan tasnifini arz eder6. Çağdaş dönemde de Muhammed Hudarî7, M. Fuad Abdulbakî8, Muhammed Ebû Zehra9 gibi Müslümanların yanında, Hirschfeld, Jules La Beaume10 gibi müsteşrikler de farklı tasnifler öne sürmüşlerdir. Bu dönemde hazırlanan çeşitli konu fihristleri de mevzuumuzla ilgili olarak değerlendirilmelidir. Bu statik fihristlerin yanında, tabir caiz ise, dinamik ve konuların birbiri ile kombine edilebildiği orijinal bir fihristi de anmamız gerekir11. Daha yakın zamanda, Kur'ân'daki konulardan istifadeyi daha da kolaylaştıran Mürşid gibi bilgisayar programları memnuniyetle zikredeceğimiz çalışmalar arasındadır.
Bu tasnifler arasında, Kur'ân'ın muhtevası hakkında toplu bir fikir verme bakımından, kanaatimizce en uygun olanı, Şah Veliyyullah Dihlevi'nin (ö. 1176/1764) şu tasnifidir: Ona göre, Kur'ân'ın kapsadığı ilimler, şu beş nev'in dışına çıkmaz:
1- Ahkâm ilmi. 2- Cedel ilmi. 3- Allah'ın nimetlerini bildiren ilim. 4- Eyyamullah, kıssalar ilmi (Allah nezdinde önemli olan tarihî hâdiseler). 5- Ölüm ve ölüm sonrası âhiret hâllerini bildiren ilim12. Hiç unutmamak gerekir ki Kur'ân'ın bütün konularının etrafında döndüğü merkez, kendi iradesiyle yaratılmayan insanın, kendi akıl ve iradesiyle Allah'a kulluk etmesidir13.
Gelecek kısımda, bu tasniften hareket ederek, Kur'ân-ı Kerim'in muhtevası hakkında nisbeten etraflı bilgi sunmaya çalışacağız.
I- Ahkâm çeşitli kısımlara ayrılabilir:
1- Akaide dair esaslar (Kâinatın Yaratıcısının varlığı ve birliği, esma ve sıfatları, O'nun çeşitli görevlerde çalıştırdığı melekler, O'nun buyruklarını getiren peygamberler, O'nun vahyettiği kitaplar, nübüvvet, bütün kâinatta O'nun hükmünün ve takdirinin yürüdüğünü bildiren kaza ve kader inancı, dünya hayatının hasılatının ortaya çıkacağı ebedî âhiret inancına dair âyetler).
2- İbadet ahkâmı (İnsanların Allah'a olan tâzim ve şükürlerini ifade edecek, onların ruhlarını arındıracak, topluma karşı görevlerini düzene koyacak, toplum hayatını sağlamlaştıracak ibadetler) ezcümle: Namaz (hikmet ve gayesi, vakitleri, nevileri ve rükünleri), zekât ve sadakalar, oruç, hac, Kâbe, kurban, dua, niyaz, zikir, takva, tevekkül ilh...)
3- İnsan hayatını sağlam prensipler üzerine bina edecek olan ve insanların bütün davranışlarına ruh üfleyecek olan ahlâkî düzenlemeler. Güzel ahlâk esaslarını tanıtma, kötü ahlâktan sakındırma. Davranışların ifrat ve tefrit kısımlarından uzak, itidal, istikamet ve adalet şekillerine yöneltme. Sıdk (doğruluk), af, vefa, tevbe, iffet, ihsan, rıfk (yumuşaklık), müsamaha, merhamet, şefkat, emanete riayet, tevazu, kardeşlik, sabır, alicenaplık, misafirperverlik, cömertlik, şükür, temizlik, cesaret, zühd, yardımlaşma, şura, dayanışma, şahitlik, isar (diğergamlık), adalet, istikamet, ölçü ve tartıya riayet gibi bir çok güzel ahlâk esaslarını emir ve teşvik eder.
Gıybet, nemime, başkalarını alaya alma, fitne, öfke, çekişme, yalan, iftira, bozgunculuk, haset, kibir, tecavüz, hayasızlık, kin, bencillik, riyakârlık, zulüm, cimrilik, hilekârlık, korkaklık, israf, aldatma, ucüb (kendini beğenme), suizan gibi bir çok kötü ahlâkın zararlarını bildirip yasaklar.
4- Toplumu düzeltmeye yönelik hükümler. İnsanların eşitliğini bildirip ırk üstünlüğünü yasaklayan, toplum hayatını düzenleyen ve adam öldürme, zina, livata, rüşvet, sarhoşluk, kumar, hırsızlık, taassup, fitne, hıyanet, riba gibi topluma ve fertlere zarar veren kötülükleri yasaklayarak içtimâî bünyeyi sağlamlaştıran hükümler.
Bazı siyasi, hukuki ve idari işleri düzenlemeye matuf, ahkâm ve muamelâtta adalet ve fazilet esaslarını, sözleşmelere riayet, aldatma ve hıyanetten, zulümden, tarafgirlikten sakındırmaya yönelen hükümler.
5- İktisadi ve mali düzenlemeler. İsrafı önleme, malı zayi etmekten sakındırma, tutumlu olmayı teşvik, insanın şahsi ve toplumsal haklarını eda edecek şekilde harcamaya yönelten talimatlar. Miras, ticaret, şirket (ortaklık), vakıf, akitler, rehin, noterlik, borçlanma, vasiyyete dair hükümler.
6- Aileyi himaye, kadın ve erkek münasebetlerini, evlenilmesi caiz olan ve olmayan insanlar, birden fazla kadınla nikâh, hıtbe (nişanlanma), mehir, boşanma bedeli, muhalâ'a gibi evlenme ve boşanma meselelerini, çocukların haklarını, emzirme, hidane, yetim hakları gibi meselelere dair hükümler.
7- Savaş hukukunu düzenleyen esaslar. Cihad, barışı tercih etme, harp olacaksa onu insanların hayrına olarak düzenleme, ahitlere riayet ve merhamet esaslarına göre düzenleme.
8- Köle hakları, kölelikle mücadele, mevcut köleleri (azad etmeye büyük mükâfat vaad ederek teşvik, mükâtebe kurumunu yürürlüğe koyma, ayrıca adam öldürme, oruç, yemin, zıhar keffaretlerinde köle azadını şart koşmak gibi) çeşitli yollarla köleliği ortadan kaldırmaya yönelen düzenlemeler.
9- Akılları ve fikirleri hürriyete kavuşturma, baskıyı, zorlamayı ve işkenceyi ve istibdadı yasaklama.
II- Cedel ilmi.
Yani Allah hakkında çeşitli bâtıl inançlara zahip olan belli başlı dinî gruplarla yani müşrikler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve münafıklarla olan mücadeleleri ihtiva eder. Kur'ân bazen bâtıl inanca değinir ve bozukluğunu bildirmekle yetinir. Bazen da kafirlerin ve müşriklerin, bâtıl grupların içine düştükleri şüpheleri nakledip onlara karşı cevaplar verir, şüphelerini delillerle çürütür. Tevhid, şirk, dini tahrif meselelerine girer, risaleti ve haşri inkâr edenlerin iddialarına cevaplar verir. Yahudilerin Tevrat'ı tahrif ettiklerini, bazı âyetleri gizlediklerini, onda olmayan şeyleri ilâve ettiklerini, dinî hükümleri infaz etmekte kusurlarını, Hz. Musa (aleyhisselâm) başta olarak peygamberlerine isyanlarını, milliyetlerinde taassup gösterdiklerini, Hz. Muhammed'in (sallalahu aleyhi ve sellem) risaletini inkârlarını, Allah'a karşı nankörlüklerini, cimrilik, hırs, riya gibi bir çok düşük ahlâklarını ortaya koyup onları ıslah-ı nefs etmeye teşvik eder.
Hıristiyanların, Hz. İsa'nın (aleyhisselâm) tabiatı hakkındaki ihtilâfları, bu konudaki sapmaları, Rab, Baba, Oğul, tecelli, ittihad, Allah'ın evlâtları gibi bazı tabirleri yanlış kullanmaları, ruhbanlık, ruhbanları kutsallaştırma, İncil'i yanlış yorumlamaları, Hz. Muhammed'in (sallalahu aleyhi ve sellem) geleceğine dair müjdeleri inkâr etmeleri gibi konulara değinilir.
Münafıklığın itikadî ve amelî çeşitlerine işaret eder, münafıkların vasıflarını bildiren âyetlerden, Müslümanların her dönemde istifade etmeleri gerektiğine dikkat çekmeler, münafıkların iman ile küfür arasındaki bocalamaları, aslında kendi kendilerini aldatmaları, riya ederek zahiren güzel sözler söylemeleri, görevden kaçmaya çalışmaları, riya, gösteriş ve kendini beğenmişlikleri, menfaatlerine aşırı düşkünlükleri, korkaklıkları ve döneklikleri, sözlerinde durmayışları, mü'minler arasında bozgunculuk yapıp fitne ve tefrika çıkarmaya çalışmaları, âhirette onları bekleyen büyük ziyanı anlatır.
III- Allah Teâlâ'yı ve O'nun nimetlerini tanıtan kısım
Allah'ın isim ve sıfatlarını, fiillerini, bu cümleden olarak O'nun varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, iradesini, takdirini, hakimiyetini beşeriyetin genel seviyesine hitap edecek bir sadelikle anlatma, göklerin ve yerin yaratılışında Allah Teâlâ'nın ilim, kudret ve rahmetine dair deliller, onların ihtiva ettiği mu'cizevî eserler, Allah'ın emirlerini icra etmede çalıştırdığı melekler, ilâhi iradeye isyan eden ve insanı saptırmayı başlıca iş edinen İblis ve onun tabileri olan cinler, Allah'ın insanlığa vahyettiği talimatları ihtiva eden Kur'ân ile daha önce vahyedilmiş olan kutsal kitaplar, Kur'ân'ın sıfatları, işlevleri. ilâhi vahye mazhar olan ve Allah'ın dinini insanlara tebliğ eden peygamberlerin gönderilmelerine dair âyetler.
IV- Allah'ın insanlık tarihine müdahaleleri
Kur'ân'ın nüzûl çağındaki Arapların tafsilâtlı bilmeseler de ismen bilip az çok haberdar oldukları Hûd, Salih ve Şuayb, İbrahim, İsmail (aleyhimüsselâm) gibi peygamberler ile ancak isimlerini duydukları Âdem, Nuh, İdris, Lût, İshak, Ya'kub, Eyyub, Yunus, Lukman, Zülkarneyn, Musa, Harun, Davud, İlyas, Elyasa', Zülkifl, Süleyman, Zekeriyya, Yahya, Meryem, İsa (aleyhimüsselâm). Allah'ın mü'minlere olan nimetleri ve yardımları ile isyankârlara verdiği cezalar, Firavun, İsrailoğullarının dinî ve ahlakî tutumları, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdûd, Âl-i İmran ,Ye'cüc ve Me'cüc, Ashab-ı fil, Rumlar vs.
Hz. Muhammed'in (sallalahu aleyhi ve sellem) risaletinin mahiyeti, Allah'ın onun risaletini te'yid etmesi, onun şahsiyeti, bazı hususiyetleri, Mekke'de dini tebliğ gayretleri, İsra ve Mi'racı, hicreti, Medine dönemindeki tebliğ ve cihad faaliyetleri (Bedir, Uhud, Ahzab, Huneyn, Tebûk gazveleri), Mekke'yi fethetmesi ve dinin kemale ermesi.
V- Ölüm ve ölümden sonraki safhalar
Ölüm gerçeği, ölümün zorlukları, kabir azabı, kıyametin dehşetleri, ölümden sonraki dirilme, mahşerde hüküm için toplanma, hesap verme zorlukları, âhiretteki pişmanlıklar veya mü'minlerin nail olacakları mükâfatlar, Cehennem'in korkunç sıfatları, Cennet'in güzellikleri ve nimetleri, ceza ve sevap diyarlarının ebediliğini anlatan âyetler.
Hulasa, Kur'ân, insanları ıslah etmek için, Allah'ın gönderdiği düsturdur14. Dünyanın şeklini, tarihin akışını değiştirmiştir15. Maksadı, üslûbu ve mânâsı ile olduğu gibi, muhtevasının sınırsız zenginliği ile de mu'cizdir. Kur'ân; dinî, tarihî, sosyolojik, psikolojik, kültürel, ahlâkî, felsefî çok konulara değinir. Fakat diğer kitaplardan farklı olarak, ele alacağı konuları, liste hâlinde vermez ve konu esasına göre bölümlere ayırmaz. O, bazı okuyucuların tahmin ettiği tarzda bir din kitabı da değildir. Okuyucu, peşin hükümden ve beklentiden uzak olarak, ilâhi kitap karşısında olduğunu bilmeli, zihnini kalıplaşmış kavramlardan kurtarıp, Kur'ân'ın, diğer bütün kitaplardan farklı, eşsiz bir hitap olduğunu düşünüp onu anlamaya yönelmelidir16. Kur'ân okuyan, şu üç unsuru, yani onun mahiyetini, merkezî fikrini ve gayesini, bir an bile gözden uzak tutmaksızın ondan istifadeye çalışmalıdır.
Kur'ân'ın esas konusu, insan ve kaderidir. İnsanlığa hidayet rehberi olması itibariyle de, başta ulûhiyyeti tanıtmaktan sonra, insanla ilgili hemen her şeyden bahseder. Muhatap, mezkûr üç esası hatırında tutarsa, konuların sıralanmasında bir tuhaflık bulmaz. Nitekim gökyüzündeki yıldızlar ilk bakışta rastgele serpilmiş zannedilse de, o milyonlarca yıldızdan her birini tam yerinde olduğu, astronomi bilginlerince pek iyi bilinmektedir17.
Kur'ân dünyanın en çok okunan kitabıdır. Müslüman, ondan bazı kısımları namazda okumakla kalmaz, hayatı boyunca da onu hatmeder ve üzerinde tefekkür eder. Brahmanların, Mecusîlerin, Musevî ve Hıristiyanların kutsal kitaplarının böylesine yoğun bir kullanılışı yoktur18. Müslümanlar, onda değişmez kaideleri, ibadetleri ve duaları, içtimâî hayatı düzenleyen esasları, kanunları ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacak hükümleri bulmuşlardır. Bir kaç mazlumdan ibaret ilk İslâm cemaati gibi, Atlas Okyanusundan Pasifik Okyanusuna kadar hükmettiği zamandaki ümmeti de tatmin etmiştir19. Kur'ân, muhtevasının zenginliği yönünden mukaddes bir haritadır. Sayılamayacak kadar çok konuyu sarahat veya işaretleriyle ihtiva eder. "Vahyedilmiş cümle, bir sinyaller dizisidir. Okuyucu, sözcüklerin mânevî geometrisine daldıkça, onları anlayıp kavradıkça, o simgelerden kıvılcımlar fışkırır. Sözcükler, bitmez tükenmez bir öğreti için işaret noktalarıdır. Üstü kapalı anlam, her şeydir. Harfi harfine anlamın kapalılıkları, muhtevanın zenginliğine işarettir"20. Aynı zamanda Kur'ân, lüzum görülen meselelerde ihtiyaç nisbetinde açıklamalarda bulunmuştur. Lüzumlu olmayan yerlerde veya zihinlerin hazırlıklı olmadığı konularda veyahut zamanın kabiliyeti olmayan noktalarda, bir fezleke ile icmal etmiştir. Yani esasları vazetmiş, fakat o esaslardan alınacak hükümleri veya esaslara bina edilecek füruatı akıllara havale etmiştir. Gerçekten, şunu unutmamalıdır ki Kur'ân'da ayrıntılara nadiren girilip, ekseriya temel prensipler vurgulanır. Zira, onları açıklayacak ve uygulamalarıyla örnek olacak bir Peygamber ile birlikte olarak gönderilmiştir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber'in (sallalahu aleyhi ve sellem) Sünneti ile beraber ele alınmak suretiyle, Kur'ân eksiksiz bir hayat düsturu olur. Böyle bir şeriatın ihtiva ettiği ilimlerin üçte biri bile, ilimlerin çok ilerlediği bu modern dönemde, en medenî yerlerde, en zeki bir insanda bile bulunamaz. Dolayısıyla, vicdanında insaf bulunan zat, bu şeriatın hakikatinin bütün zamanlarda, hele hele eski zamanda, beşer takatinden hariç bir hakikat olduğunu tasdik etmekten başka çare bulamaz21.
Kur'ân bu konulardan, Arap Dili ve kültürünü vasıta edinerek bahseder. Fakat sırf bundan ötürü, onun evrensel hitabının tarihsel olduğu iddia edilemez. Dünyada özel durumlara ve müşahhas örneklere başvurmaksızın, her şeyi mücerret plânda ele alan ne bir din, ne bir felsefe ve ne de bir nizam olamaz. Faraza, böyle bir anlatım olsa bile, böyle bir nizam kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olur22. Diğer taraftan, bütün insanlığa yönelik evrensel bir dinin, uluslararası bir seviyeden işe başlaması yararlı ve gerekli değildir. Bilâkis, tebliğ, doğduğu yerden işe başlamalı, istenilen modeli orada gerçekleştirdikten sonra, onlar vasıtasıyla öbür milletlere ulaşmalıdır. Tarihseli evrenselden ayıran ölçü şudur: Yerel sistem, diğer milletlere karşı üstünlük ileri sürer ve bazı özellikleri sebebiyle öteki milletlere ve zamanlara uygulanamazsa, işte o takdirde yerel olur. Böyle olmadıkça, onun evrensel olduğunun kabul edilmesi gerekir.
Dipnotlar
1- Süyuti, el-İtkan, 2/126; M. Ebû Zehra, el-Mu'cizetü'l-Kübra, paragraf: 155.
2- Süyuti, el-Itkan, 2/126.
3- Nahl 16, 89.
4- İmam Ahmed, Müsned, 1/91; Darimi, Sünen, Fedailu'l-Kur'ân, 1.
5- Suyûtî, el-İtkan, 2/128.
6- Suyûtî, el-İtkan, 2/129.
7- Muhammed el-Hudarî, Tarihu Teşrî'i'l-İslâmî, Daru'l-Fikr, 1387/1967, s. 29-30; O. Keskioğlu, Kur'ân-ı Kerim Bilgileri, s. 248.
8- M. Fuad Abdülbakî, Tafsîlu Âyâti'l-Kur'âni'l-Hakim.
9- M. Ebû Zehra, el-Mu'cizetu'l-Kübrâ:el-Kur'ân, paragraf: 155-233.
10- Le Koran Analyse, Paris 1878.
11- L'Analyse Conceptuelle du Coran, (H. Laoste 'un danışmanlığında M. Allarde ve üç mesai arkadaşı tarafından, bilgisayar teknolojisinin başlangıç döneminde, Kur'ân'da belirledikleri 550 ana konu itibariyle hazırlanmış perforee kartlar üzerine çıkartılmıştır), Paris 1964.
12- ed-Dihlevî, el-Fevzü'l-Kebîr fî Usûli't-Tefsir, (Trc. Selman ed-Nedevi) Kahire 1984, Daru's-Sahve, s. 29-30.
13- M. Said Ramazan el-Bûtî, Min Revai'i'l-Kur'ân, Dimaşk 1970, Mektebetü'l-Farabî, s. 156.
14- O. Keskioğlu, Kur'ân-ı Kerim Bilgileri, Ankara 1987, s. 249).
15- Filip di Trazi, el-Kur'ân, Mecmai'l-İlmi'l-Arabî (ROAD), 19 (1944), s. 417.
16- Mevdudî, Tefhimu'l-Kur'ân, İstanbul, İnsan Yay., İstanbul 1996, 1/16.
17- S. Nursî, Sözler, Istanbul, Sinan Mat., 1958, s. 144.
18- M. Hamidullah, Kur'ân-ı Kerim Tarihi (Çev. Salih Tuğ), İstanbul, s. 23.
19- M. Hamidullah, a.g.e., s. 26.
20- M. Hamidullah, a.g.e., s. 76.
21- S. Nursi, İşaratu'l-İ'caz, (Trc. A. Nursi), Ankara, 1978, s. 126.
22- Mevdudi, Tefhimu'l-Kur'ân, 1/32.
.
En Mühim Mesaj: KUR ' AN
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Orijinal adı en†Nebeu l†Azim olup, Türkçeye En Mühim Mesaj: Kur'ân adı ile çevrilen bu kitap1, yayınlandığı tarihten itibaren Mısır da, bütün İslâm dünyasında pek büyük bir ilgi gördü. 1957 yılından beri dünyanın çeşitli yerlerinde basılmakta ve yayın piyasasından eksilmemektedir. Kur'ân hakkında yeni mütalaalar alt başlığını taşıyan kitap, küçük hacimli olmasına rağmen, yazarının önsözünden anlaşıldığına göre, ancak yirmi yılda olgunlaşmıştır. Bundan yirmi küsur yıl önce üniversite kampüsünde dünyaya geldi. Ama o zaman sadece boynu ve göğsü belirmişti. Bütün azalarıyla mükemmel bir hilkate sahip olarak ancak şimdi tamamlanmış bulunuyor.2 Anlaşıldığına göre müellif, kitabın birinci bölümünün basılmasından sonra, hayli uzun zaman sürecek olan Fransa daki ikameti sebebiyle, bu eseriyle meşgul olamamıştır. M. Draz, tefekkür vasfı, felsefi düşünceyle fikirlerini temellendirmesi, İslâmî ilimlere geniş vukufu, ayrıca Batı nın bilimsel araştırma metodunu iyi bilmesi ve yazdıklarını Müslüman ın teslimiyetine hitap etme yerine, İslâm aleyhinde peşin hükümlü olmayan gayrı müslimlere de hitap edecek tarzda yazması ve nihayet orijinal çalışan bir müellif olma gibi özellikleriyle, daha genç yaşından dikkatleri çekmiş, yaşça kendisinden büyük olan Menahilu l†Irfan sahibi Abdülazîm Zerkanî, Tefsiru l†Merağî sahibi Ahmed Mustafa el†Merağî, ayrıca Subhi Salih, Said Ramazan el†Buti vb. birçok ünlü müellif tarafından referans gösterilmiştir. Onun bu kitabı, Kur'ân ın i cazını en güzel, özlü ve kapsamlı bir tarzda anlatan nadir kitaplardandır.
Türkiye de bu kitabı tanıyanlar, senelerce, ehl†i himmet birinin çıkıp onu Türkçe ye çevirmesini temenni edip beklediler. Zannımca, tercümenin gecikmesinin en önemli sebebi, yazarın üslûbunun tercümeye pek cesaret vermemesi idi. Arapça nın zengin imkânları, Arap edebiyatına vâkıf bir kalem sahibinin kabiliyetleri ile haşivden uzak, çokça uzun cümleler kullanarak, teksifî bir üslûpla yazılan bu eseri, İslâmî ilimlerin terim ve kavramlarını ifade etme gücü fakirleştirilmiş günümüz Türkçesiyle karşılama mecburiyeti, doğrusu cesaret kırıcıdır. Fakat kitabın dilimize kazandırılması da gerekiyordu. Zorluğunu bilerek bu işe giriştim ve genellikle metne bağlı kalırken, bazen kelime kelime çevirme yerine, mealen ifade etmeyi tercih ettim. bazen uzun cümleleri böldüm. Böylece metni muğlaklıktan uzaklaştırmak istedim. Fakat tercümede en önemli prensip vardır ki, ona hep sadık kaldım: Yani anlamaksızın çevirdiğim yer olmadı. Garip görünen bu durum, yani bazen çevirenin, cümlenin manâsını anlamadan kelimelerin karşılığını düzgün bir cümle hâlinde koyması, birçok tercümede görülmektedir. Tabiatıyla, mütercimin manâ çıkaramadığı cümleyi, okuyucu da lâyıkıyla anlama imkânı bulamamaktadır. Bu tercümeyi okuyanların sayısını bilemiyorum. Ama okumuş olan ilim ehli bütün arkadaşlar, tercümeyi okunaklı ve akıcı bulduklarını söylediler. Tercümenin birinci basımı 1985, ikinci basımı ise 1994 yılında yayınlandı.3 Bu kitap hakkında herhangi bir yazı çıktığını bilmiyorum. Oysa, bütün dünyada tanınan bir kitabın Türkçesinin bir yankısının olması beklenirdi. (Kendim çevirdiğim için değil, kitabın çok meşhur olmasından dolayı bu ilgi beklenirdi). Bu akıbet, sadece bu kitaba mahsus olmayıp, ülkemizde maalesef alışılmış olan genel bir durumdur. Meselâ M. Esed in Kur'ân Mesajı4 adlı tefsir ve meali 1996 yılında yayınlandığı ve tahminen yüz bin nüsha civarında satıldığı hâlde, geçen beş yıl içinde, hakkında yazılmış bir değerlendirme bulunmayışı, bu tesbitimizin bariz bir delilidir. Oysa bu eserin yankı ve tepki uyandırması için daha fazla sebep bulunmaktadır. Yayın dünyamızda zaten alışılmış olan bu durumun, yakın bir gelecekte değişmesi zor görünüyor. Zira kitap yayıncılığının son yıllarda daha da zor duruma düştüğü intibaı var. Fakat bizim gayemiz, kitabın basımını ve satışını artırmak değil, gerçeği dile getirmek ve bu kitabı tanıtmaya katkıda bulunmaktır.
Yazar Muhammed Draz
Kitabın yazarı Muhammed Abdullah Draz Mısırlı olup, 1894 yılında dünyaya geldi. 1916 da Ezher Üniversitesi nde yüksek lisansını tamamladı. Sonra, dinine ve ülkesine yararlı olacağını düşünerek, kendi gayretiyle Fransızca öğrendi. İngilizlere karşı istiklâl hareketi başlatan Sa d Zağlul un çalışmalarını fikrî yönden destekleyip, yabancı elçiliklerle temaslar kurdu. Fransızca yayınlanan Tan gazetesinde makaleler yayınladı. 1929 yılında Ezher Üniversitesi ihtisas kısmında öğretim üyeliğine tayin edildi. Daha sonra, batılıların araştırma metodlarına vâkıf olmak, onların İslâm hakkındaki çalışmalarını ve düşüncelerini yakından tanımak gayesiyle Ezher tarafından, incelemeler yapmak üzere Avrupa da görevlendirildi. Bu ikameti, 1937†1948 arasında olmak üzere on iki sene sürdü. Bu dönemde Paris Sorbonne Üniversitesi'nde iki doktora tezi hazırladı. Bunlardan birincisi, Kur'ân ın İlâhî vahiy eseri olup, hiçbir değişikliğe maruz kalmaksızın sonraki nesillere ulaştığını ispat eden, ikincisi ise Kur'ân ın ahlâkî prensiplerini, felsefi ahlâk anlayışları ve diğer ahlâkî telâkkiler ile karşılaştırmalı olarak inceleyen bir çalışma olup, yazar, bununla Fransa da en önemli doktora türü olan devlet doktorası ünvanını almıştır. Ülkesine döndükten sonra Ezher ve Kahire üniversitelerinde, bir taraftan da Daru l†Ulûm Üniversitesi nde profesör olarak öğretim hayatını sürdürdü. 1953 te Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine, ayrıca Radyo Yönetim Kurulu üyeliğine getirildi. Birçok uluslar arası bilimsel toplantıda yer aldı. 1958 yılında Pakistan ın Lahor şehrindeki bir ilmi toplantıda İslâm ın diğer dinler karşısındaki tutumu ve onlarla münasebetleri konusunda tebliğ sundu. Toplantı devam ederken, orada 64 yaşında vefat etti. Allah garik†i rahmet eylesin.
Merhum Muhammed Draz ın eserleri
Onun başlıca kitapları şunlardır: 1†Initiation au Koran (Paris, 1950, Pres. Univ. de France). Bu kitap et†Ta rif bi l†Kur'ân adıyla Arapça ya çevirilmiştir. Dr. Salih Akdemir tarafından Türkçe ye çevirilip 1988 de Kur'ân'ın Anlaşılmasına Doğru, 2000 de ise, Kur'ân a Giriş adı ile Ankara da Kitabiyat neşriyatı içinde yayınlanmıştır). 2†La Morale du Koran (Paris, Pres. Univ. de France, 1950). Onun bu şaheseri, Düsturu l†Ahlâk fi l†Kur'ân adı ile Arapça ya Kur'ân Ahlâkı adı ile, Prof. Dr. Emrullah Yüksel ve Prof. Dr. Ünver Günay tarafından Türkçe ye çevrilip, İstanbul, İz Yayınlarından 1993 de yayınlanmıştır). 3†Ed†Din (Kahire, 1969. Dinler tarihine dairdir). 4†En†Nebeu l†Azim, (Kahire, 1957). Bu eser üzerinde az sonra biraz daha ayrıntılı olarak duracağız. Ayrıca , İslâm ın Aslı, İslâm da Devletler Umumi Hukuku Esasları, İslâm a Göre Riba (Faiz), İslâm ın Savaş Konusunda Tutumu, İbadetler, İslâm da Mes uliyet Anlayışı, Felsefe ve Ahlâk Prensipleri gibi konularda tebliğ ve makaleleri bulunmaktadır.
M. Draz ın kitapları hacim itibariyle fazla değildir. Ama onun bariz özelliği, incelediği konuları derinliğine tahlil etmesi ve orijinal bir tarzda işlemesindedir. Eserlerinde nakleden bir ilim adamı değil, tefekkür, muhakeme ve isbat eden bir düşünür damgası vardır. Doğu yu ve Batı yı iyi bilen bu zat, dînî esasları 20 nci asırda nasıl sunmak gerekiyorsa öylece anlatıyor, dengeli bir tarzda hareket ediyordu. Önceden yaşamış âlimlere itiraz etmeyi, çağdaş olmanın şartı sayan bazı Avrupa görmüş lerin aksine o, fikirlerini, selefin hakkını teslim eden saygılı ve Sünnî bir çizgide takdim etmiştir. Bu özellikleriyle, kendi ülkesinde klasik zihniyet taşıyanları olduğu kadar, çağdaş düşüncede olanları da tatmin ettiği gibi, bilimsel titizliği ile batılıların beklentilerine de uygun açıklamalar yapmıştır.
EN MÜHİM MESAJ: KUR ÂN
Kitabın hedefi ve konusu
En Mühim Mesaj: Kur'ân , Kur'ân ın beşer kaynaklı olmasının imkânsız, mucizevî bir kitap olduğunu gösterme gayesine yöneliktir. Yazar bunu, Kur'ân ın zahirdeki sahibi Hz. Muhammed (aleyhi s†selâm) ın şahsiyeti, tertemiz sireti, dürüstlüğü, Allah a olan teslimiyet ve bağlılığı, Kur'ân ın ihtiva ettiği mazi, hâl (nüzul asrı) ve istikbale dair gaybî haberlerinin doğru çıkması, teşriî ahkâm ve prensiplerinin ferdî olduğu gibi toplumları da eğitmeye kâfî gelmesi, keza bilimsel keşiflere işaret etmesi, bilhassa üslûbu ile de bir lisan mucizesi oluşuyla açıklar.
Kur'ân ın üslûbundan maksat, cümlelerin teşkil edilmesinde, kelimelerin seçiminde Kur'ân a has olan anlatım tarzıdır. Dil kuralları ve kelimeler lisanda değişmediği hâlde, o dil ile yazanlar veya konuşanlar, ayrı ayrı üslûplara sahip bulunurlar. İşte Kur'ân†ı Mucizü l†Beyân da, kelimeleri ve cümle yapıları bakımından Arapça nın dışına çıkmamakla birlikte, başka eserlerden hemen ayırt edilebilen kendine has bir ifade tarzına sahiptir. Aynı malzemeyi kullanan usta bir ressam ile, acemi bir ressamın ellerinden çıkan eserler arasındaki büyük fark, derhâl göze çarpar. Diğer bütün sanatlarda da durum böyledir. Bu; yaratılış, kabiliyet, ustalık, sanat ve zevk meselesidir. Aynen bunun gibi, mahir bir söz ustası, ifade tarzı ile muhatabının gönlünü ve aklını kapıp götürürken, sanatı düşük birinin sözündeki zayıflık ve tutarsızlıklar da, bu işten anlayanlar nezdinde, kendini hemen ele verir. Yazarımız bu üslûp meselesini ayrıntılı olarak işlemiştir ki, bu durum, Türk okuyucular için büyük bir önem arzetmektedir. Zira hemen hepimiz, Kur'ân, bir belâğat mucizesidir diye tekrarlarız. Fakat belâğat nedir, beliğ söz ne demektir, özellikleri nelerdir, üslûbu güzelleştiren hususlar nelerdir? gibi sorular karşısında söyleyeceğimiz şey hemen hemen bulunmaz.
Kitabın başlıca hususiyetleri
Kitabın hedefine kısaca değindikten sonra, onun başlıca hususiyetleri üzerinde durmaya devam edelim: Yazar birinci bölümde Kur'ânın manâsı, hadislerden farkı gibi konulara temas edip, kitabın ağırlığını teşkil eden ikinci bölümde Kur'ân ın kaynağı meselesini inceler. Kur'ân ın hem manâ hem lafız olarak Allah ın kelâmı olup, Hz. Peygamber in veya beşerden hiçbir kimsenin eseri olamayacağını gösterir. Eski ve yeni dönemdeki muarızlarca yapılan itirazları çürütür. Yazarın, sonuca doğru gidişinde sağlam bir mantık gücü hakimdir. O, iddiaları ve mevcut bütün ihtimalleri sıralayıp, yanlış olanları gerekçelerini belirterek çürütünce muhatabı, kalan tek ihtimal olarak doğruyu kabule mecbur bırakır. Meselâ, Kur'ân ın kaynağı meselesini açıklarken konuyu şöyle geliştirir: Kur'ân, bir edebiyat şaheseridir. İhtiva ettiği ahlâk ilkeleri, kurtarıcı prensipler, güzel öğütler, içtimaî ve hukukî kurallar ile muazzam bir eserdir. Bir ilim hazinesidir. Verdiği gaybî haberlerle de hârikadır. Böyle bir kitabın sadece birkaç âyetine sahip olmak bile, bir düşünüre ve bir edibe şeref vermeye fazlasıyla yeter. Buna rağmen, Hz. Muhammed (a.s.), tebliğ ettiği bu kelâmın kendisine ait olmadığını söylüyor. İnsanların sahiplenmek için can atacakları böyle bir hazinenin kendisine ait olmadığını söylemesi karşısında, diğer insanlara düşen, bunu böylece kabul etmeleridir. Bazı kimselerin bunu kabul etmek için delile ihtiyaç duymalarına şaşırmak gerekir. Doğrusu, âdil bir hakimin böylesi bir davada, ilgilinin (davacının) diliyle ikrar ettiği şahitlikle yetinip, başkaca aklî veya naklî bir delil aramaksızın, karar vermesi gerekir. Zira bu, delil ve ispata muhtaç dava nevinden değil, kişiyi ilzam eden ikrar nevindendir ki, dost olsun, düşman olsun, söyleyenden, kabul etmekte tereddüt edilmez. Meselâ, bir ev konusunda, bir kişi Bu ev benim değildir derse, kimse ona, Bunun senin mülkün olmadığını ispat et, delillerini ortaya koy! demez, bilakis sadece ikrarını kabul etmekle yetinir.
Şu hâlde, Hz. Muhammed, Kur'ân ın kaynağı olamayacağına göre, Kur'ân ın zuhur ettiği ortamda ona sahip arama ihtimaline devam edecek olursak, Mekke muhitinin de ona kaynak olamayacağını anlarız. Hattâ Mekke dışında Medine Yahudileri veya Necran Hıristiyanları da kaynak olamazlar. Zira Kur'ân, Tevrat ve İncil lerdeki bazı kıssaları ve bilgileri ihtiva etmekle beraber, bir çok hususta onların maruz kaldığı değişikliklerden bahseder; o konularda rahatça hakemlik yaparak, yanlışlarını belirtip işin gerçeğini bildirir. Onlardan bir iki şey öğrenen, yazmayı bile öğrenememiş, farazi bir öğrencinin kalkıp da öğretmenlerine karşı bu cesareti göstermesi mümkün değildir. Böylece diğer bütün ihtimaller düşünce, Hz. Muhammed (a.s.) ın bildirdiği kaynağı kabul etmek gerekir.
Şeytan, bu sefer de şu soruyu telkin edebilir: Bu eseri Allah a isnad etmesi, sözüne nüfuz ve otorite kazandırmak içindir . Yazarımız buna karşı özetle şöyle der: Onun Allah a kuvvetli bir imanı ve bağlılığı olduğuna bütün hayatı şahittir. Keza etrafında yaşayan dost olsun, düşman olsun herkes, onun yalandan uzak olduğunda ittifak etmektedirler. İnsanlar hakkında doğru söyleyen bir kişi, hiç Allah adına yalan söyleyebilir mi? Ayrıca Hz. Muhammed (a.s.), ümmetine, kendi hadislerinin bildirdiği hükümlerin, aynen Kur'ân gibi geçerli olduğunu bildirmiştir. Yani herhangi bir hükmün farz veya haram olması için, mutlaka Kur'ân da yer alması gerekmez. Hadîsle bildirdiği bir hüküm de geçerli olmak bakımından İslâm da aynı durumdadır. Fakat bu gerçeğe rağmen o, kendi hadisleriyle Kur'ân ı tamamen ayırıyordu. Hattâ, Kur'ân la karıştırma ihtimali olur diye, çok uzun süren bir dönemde, hadislerinin yazılmasını yasaklamıştı. Diğer yönden, edebiyattan az çok anlayan kimse, Kur'ân ile hadis üslûbu arasındaki kesin farkı kolaylıkla anlar. Zira üslûplar arasında bariz fark vardır. Yazar, izahlarında sık sık Siyer e müracaat ederek Hz. Peygamber (a.s.) ın şahsiyetine, onun niyet ve fikirlerini yansıtan davranışlarına dikkat çeker.
.
Gazzâli'nin Bilimsel Metodu
Prof. Dr. Suat Yıldırım
GAZZALÎ'NİN BİLİMSEL METODU
İslâm dünyası üç asırdan fazla bir zamandan beri medeniyet problemi ile karşı karşıyadır. Daha açık bir ifade ile, bu kadar uzun süren bu dönemde Müslümanlar, Batı medeniyetine karşı nasıl bir tavır takınacakları meselesini tartışmışlar ve maalesef problemi hâlâ çözememişlerdir.
Konuları pek iyi tahlil etmesi, müşkilâtlardan kaçmaması, oldukça objektif ve insaflı bir şekilde delillere dayanarak inceleyip neticelere varması gereken yüksek lisans ve doktora tezlerinde bile Batı medeniyetine ve batılıların görüşlerine yer veren araştırmacılar, bu hususta ekseriya sathî kalmaktadırlar. Herhangi bir meseleyi Batı medeniyeti ile mukâyeseli olarak inceleyen İslâmî çalışmalara ekseriya sathilik ve genel hükümler verme tavrı hakim olmaktadır.
Meselâ, İslâm'ın aileye verdiği önemi işleyen bir araştırmacı, mukayese yaparken, Batının aile hakkındaki görüşü şöyle şöyledir diye muayyen durumlara yer vermektedir. Halbuki kendisine düşen şey dakik olmasıdır. Hangi Garbdan bahsetmektedir? Zira aslında bir tek batı görüşü söz konusu değildir, hatta çoğu zaman müteaddit fikirler vardır.
Bu sebepledir ki Batılı bilim adamları böylesi çalışmaları okuyunca ikna edilememekte ve bu kitapları hafife almaktadırlar. Hatta Batı kültürü ile yetişmiş Müslüman aydınlar bile bu çalışmalarımızı ciddiye almamaktadırlar. Müslüman ülkelerin yöneticileri, bürokratları, politikacıları ve diplomatları da genelde aynı tavrı takınmaktadırlar.
Müslüman yazarların ve araştırmacıların çoğu Batı medeniyetini yeniden ve dikkatle gözden geçirmeli ve ona karşı nasıl muamele edeceklerini belirlemelidirler. Hiç şüphe yok ki ideâl muamele tarzı, üç asırdan beridir Müslümanların karşı karşıya bulundukları en büyük problemdir.
Unutmayalım ki İslâm Medeniyeti hicrî 2. asırdan beri 3. ve 4. asırlarda, tarihindeki en büyük medeniyet problemi ile karşı karşıya kalmış fakat İslâm Medeniyeti kendisinden üstün olan öteki medeniyetleri kısa bir dönemde özümsemeye, ondan sonra da medeniyette önder olmaya muvaffak olmuştu. Bu, medeniyet tarihinde ender olan bir durumdur. Tarih bize göstermektedir ki medenî bir millet, askerî bakımdan daha üstün bir kuvvet tarafından hakimiyet altına alınırsa, mağlup olmasına rağmen medenî ve fikrî bakımdan o kuvvete karşı galip gelir. Bunun en bariz örneği Roma İmparatorluğu'nun istilâ ettiği daha ileri seviyedeki Yunan düşüncesinin etkisi altına girmesidir.
İslâm Medeniyeti tarihi bakımından en önemli keyfiyet şudur ki o dönemin İslâm âlimleri ileri medeniyetlere karşı nasıl bir muamelede bulunmaları gerektiğini çok iyi tesbit ettiler. O medeniyetleri özümsemeyi, onlardan faydalı olan unsurları hazmetmesini ve aldıklarını İslâm'ı müdafaada kullanmasını, hülâsa beşeriyetin bu müşterek mirasından faydalanmasını bildiler.
İslâm dünyası son asırlarda yine bir medeniyet problemi ile karşı karşıyadır ve üç asır geçmesine rağmen bu müşkili halledememiştir. Bu işte başarılı bir metod uygulamaya Müslümanlar son derecede muhtaçtırlar. Hüccetü'l-İslâm Gazzâlî bu hususta mükemmel bir örnek olup bu metodu güzelce anlatmıştır. İmam Gazzâlî bu metodunu el-Munkızü mine'd-dalâl kitabında açıklamıştır.
O, kesin bilgiye ulaşmaya yöneldiğinde önce taklitten kurtulmak, müteakiben de zamanımızda objektivite denilen peşin hükümden uzak, tarafsız bir tutuma ulaşmak ister:
"Kendi kendime dedim ki: "Madem ki ben eşyanın hakikatine yani olup bitenlerin gerçek mahiyetine ulaşmak istiyorum, öyleyse önce ilmin hakikatinin ne olduğunu öğrenmeye çalışmalıyım." Bunun üzerine şu gerçek ortaya çıktı ki kesin bilgi, malumun yani bilme konusunun, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde tam olarak inkişaf ettiği, yanlışlık veya zan imkânının yanına bile yanaşamadığı bir durumdur. Bunu kalb de takdir edemez. Bilâkis hatadan emin olma, kesin bilgiye dayanmalıdır. Bu, o derece kesin bir bilgi olmalıdır ki meselâ birisi, tutarsız bir iddia ortaya atsa bunun doğruluğuna delil olarak da taşı altına, değneği ejderhaya dönüştürse dahi, kendisinde bir şüpheye ve inkâra yol açmamalıdır. Zira ben bilirsem ki on sayısı üç sayısından fazladır, sonra biri gelip: "Hayır üç daha fazladır. Delilim de şu değneği taşa çevirmem olacaktır." dese ve gözümüz önünde öyle de yapsa, bundan ötürü bildiğim hususta hiçbir şüpheye düşmem. Bu bende, olsa olsa, bu işe nasıl güç yetirebildiği hususunda bir hayret ve şaşkınlık uyandırır. Ama bildiğim hususta asla bir tereddüt söz konusu olamaz. Sonra şunu öğrendim ki: Mezkûr şekilde bilmediğim ve bu tarzda kesinliğe ulaşamadığım her bilgi, güvenilir olmayan ve kendisinden emin olunmayan bir bilgidir. Hatadan emin olunmayan hiçbir ilim, yakinî (kesin) ilim olamaz.1 Gazzâlî daha sonra da ilim peşinde koşmada tam bir ciddiyet gerektiği üzerinde ısrarlı bir şekilde durur.
Daha sonra Gazzâlî ilmî gerçekleri araştıran, çeşitli sınıfları inceler ve bu meseleleri tek tek tahlil edip delillere dayanarak neticeye ulaşır.
Gazzâlî muhalif görüş sahiplerinden uzak durmak istemez, aksine onları anlamaya çalışır. Meselâ Aristo felsefesinden bahsederken şöyle der : "(...) Bir konuyu anlama işi gerçekleştirilmeden kabul etmek veya reddetmek nasıl mümkün olabilir?"2 " Kelâm ilmini inceleme işini bitirmemden sonra Felsefeye başladım. Kesinlikle şu kanaate vardım ki: Herhangi bir ilmi, o ilimde en fazla uzman olan kişi seviyesine ulaşıp onu geçecek ve onun inemediği derinliklere inecek derecede bilmeyen kimse, o sahadaki bozuk taraflara vakıf olamaz."3
Gazzâlî itidal ve insafı, metodunun vazgeçilmez bir unsuru olarak görür, filozofların fikirlerini reddederken onların fikirlerini toptan reddetmeyip şöyle der: "Şunu biliniz ki filozofların ilimleri, bizim takip ettiğimiz maksadımıza nisbetle Matematik, Mantık, Tabiî ilimler, İlahiyat, Siyaset ve Ahlâk bilim dalları olarak altı kısımdır.
1. Matematik (Riyaziyyat), Aritmetik, geometri ve astronomiyi ihtiva eder. Bu sahanın konuları dinî meseleleri ne ispat ne de reddetmez. Yani bunların dinî konularda olumlu veya olumsuz etkileri yoktur. O bilimlerin konuları delillere dayanan meseleler olup onları öğrenip anladıktan sonra, inkâr edilmeleri mümkün olmaz. Ama bundan iki zarar meydana gelebilir:
Birincisi: Bu konuları ele alanlar, inceliklerine ve parlak delillerine hayran kalanlar, bu etki altında filozoflar hakkında hüsn-ü zan beslemeye başlar ve zanneder ki onların bütün ilmî meseleleri netlikte ve delillerinin sağlamlığında bu ilim gibidir. Daha sonra onların küfür ve inkârlarını ve dinî meseleleri hafife almalarına dair halkın dilinde dolaşan sözleri işitince, o da onları taklid ederek inkâra sapar ve der ki : "Şayet din gerçek olsaydı öylesine âlim kişiler bunu görmemiş olamazlardı. Onların bu konuları inkâr ettikleri bildirildiğine göre, doğru olan tutumun onların tavrı olduğu anlaşılır." (...)
İkinci zarar ise: İslâmın cahil dostundan gelir. Bu dost aklı sıra, İslâm'a hizmetin onlara ait olan her türlü ilmi inkâr etmekte olacağını düşünür. Onun için de onların ilimlerini reddeder. O konularda bilgisizliklerini iddia eder. Öyle ki meselâ onların Ay ve Güneş tutulması konusundaki bilgilerini de inkâr eder ve buna dair fikirlerinin dine aykırı olduğunu ileri sürer. Bu konuları delile dayanarak doğru kabul edenler böylesi iddiaları işitince kendi delillerinden şüphe etmezler. Bunun yerine İslâm‘ın cehalete ve kesin delilleri inkâra bina edildiğini düşünürler. Böylece felsefeye olan sevgisi, İslâm‘a olan antipatileri artar. İslâm'a hizmetin bu ilimleri inkâr etmekte olduğunu iddia eden kimse İslâm'a en büyük zararı verir. Halbuki İslâm dini bu ilimleri ne kabul ne de red konusuna girmez. Aynı şekilde bu ilimler de dinî konulara girmezler. Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Güneş ve Ay, Allah'ın âyetlerinden (varlığının delillerinden) iki delildir. Herhangi bir kimsenin ölümünden veya hayatından dolayı tutulmazlar. Binanaleyh tutulduklarını gördüğünüz zaman Allah'ı zikredip namaz kılmaya başlayınız." hadîsinde Güneş'in ve Ay'ın hareketlerini, onların kavuşumlarını veya birbirlerinin karşılarında bulunmalarını bildiren Hesap ilmini inkâr etmeyi gerektiren bir talimat yoktur.
2. Mantık ilmi de gerek nefy gerek isbat bakımından dinle ilgili değildir. Bu ilim istidlâl yolları, kıyaslar, delilin öncüllerinin şartları ve öncüllerin nasıl terkip edileceği, geçerli olan tanımın şartları ve onların nasıl düzenleneceği (...) gibi meseleleri konu edinir. (Bunlar nötr meseleler olup din bunlar hakkında olumlu veya olumsuz bir hüküm ihtiva etmez.)
3. Tabiî bilimler de göklerden, yıldızlardan, bunlar içindeki su, hava, toprak, ateş gibi ayrı ayrı cisimlerden keza hayvan, nebat, maden gibi o tek tek cisimlerin birleşmesinden hâsıl olan mürekkep cisimlerden (...) bahseder. Din meselâ bir tıp ilmini reddetmediği gibi bu ilmi de reddetmez. Bu ilmin konularından sadece bazı muayyen meseleler hakkında hüküm ifade eder ki biz bunları Tehâfütü'l-Felâsife adlı kitabımızda bildirmiştik.
İmam Gazzâlî (r.a.) diğer taraftan bilimsel araştırmalarda gerçek bir ölçü koymak üzere şöyle der:
" İşte bu tutum aklı zayıf olanların âdetleridir. Onlar gerçekleri şahıslarla tanırlar, yoksa şahısları gerçeklerle tanımazlar. Ama akıllı olan insan, akıllı olanların önderi olan Hz. Ali (r.a.)'nin şu sözünü kendisine rehber edinir. "Sen gerçekleri şahıslarla tanıma. Aksine gerçekleri öğren, sonra gerçekleri bilenleri de öğrenirsin." Akıllı kişi hakkı öğrenir sonra aynı sözü inceler, irdeler. Eğer gerçek ise onu söyleyenin hak yolda veya batıl yolda olmasına bakmaksızın gerçeği kabul eder. Hatta bazen gerçeği, batıl yolda olanların çeşitli fikirleri arasından söküp çıkarmaya çalışır. Zira bilir ki altın madeninin aslı topraktır. (Altın bu şekilde tabiatta bulunmaz. Yabancı maddelerle karışık, filiz halinde bulunur. Diğer birçok maden gibi çeşitli muamelelerden geçirildikten sonra böyle saf hâle gelir.) Sarraf bir kuyumcu, kalpazanın kesesine elini attığında bir yığın sahte altın içinden hâlis altını ayırt edebilir. Onun için mahir kuyumcu, kalpazan ile iş yapmaktan engellenmez. Ama köylüleri bu işten menetmek gerekir, zira aksi hâlde kolayca aldanabilirler. Nitekim iyi yüzme bilmeyen kimse denize girmekten alıkonur, ama iyi yüzücüler alıkonulmazlar.4
Sonra hakla bâtılın bir arada bulunmasının hakka zarar veremeyeceğini anlatır. Çeşitli temsillerle bu meseleyi açıklar. Aklını kullanan kimselerin gayr-i müslimlerin fikirleri arasından gerçekleri söküp çıkarabileceğini söyler. Bu bahsin sonunda şöyle der:
İnsanların çoğu, bâtıl bir zannın etkisi altındadırlar ki o da şudur: Bir fikri yanlış da olsa, onu o insanların, hakkında hüsnü zan besledikleri birine nispet etsen bu fikri kabul ederler. Buna mukabil, doğru olan bir fikri bile, hakkında sui zan ettikleri birine nispet etsen reddederler. 5 İşte böyle hakla bâtılın birbirine komşuluk etmeleri hakkı bâtıl, doğruyu yanlış hâline getirmediği gibi, bâtılı da hakka dönüştürmez.
İkinci zarar ise kabulden ileri gelen zarardır. Çünkü İhvan-ı safa ve benzeri kimselerin kitaplarını okuyan kimseler, onların fikirlerini, peygamberlere ait hikmetler ve mutasavvıfların sözleriyle karışmış, bir arada olarak bulurlar. Onlar da o fikirleri beğenir, ve o fikirleri kabule meylederler. Derken ilk bakışta zihninde meydana gelen hüsnü zan sebebiyle, o fikirlerle karışmış olan yanlışları da benimserler. İşte bu da bir tuzaktır, bâtılı yavaş yavaş benimsetme yollarından biridir.6
Öte yandan Gazzâlî dinde içtihadı teşvik eder. Bu konuda muarızlar tarafından ileri sürülen şu soruya cevap verir: Hakkında bir şey işitmediğiniz hususta nasıl hüküm vereceksiniz? Sizin işitmediğiniz nassa dayanarak mı? Yoksa ihtilâf ve tartışmaya açık olan içtihada dayanarak mı? Bu soruya şu cevabı verir: Hz. Peygamber (s.a.s.) Muaz (r.a.)'ı Yemen'e vali olarak gönderdiğinde o nasıl davranmışsa biz de onu örnek alırız. Yani hakkında nass bulunan hususta nass ile, nass bulunmayan hususta ise içtihatla hüküm veririz.7
Daha sonra Gazzâlî (r.a.), niyeti düzeltmeye geçer: "Sonra öğretim mesleğinde niyetimi gözden geçirdim. Baktım ki niyetim sırf Allah rızasını gözetmiyor. Aksine niyetimi makam ve şöhret arzusu yönlendiriyor. Kesin olarak anladım ki ben bir uçurumun kenarında bulunuyorum. Eğer hâlimi düzeltme fırsatını değerlendirmezsem ateşe düşmek üzereyim." 8
Müteakiben kendi psikolojik durumunu ve kendisini aldatmaya çalışan şeytanla mücadelesini tahlil eder. Kendisini çevreleyen bir çok engellere, dünyayı sevdiren bir çok sebebe rağmen Bağdat'tan sessizce ayrılır. Bütün servetini dağıtır. "Sadece çoluk çocuğumun zarurî ihtiyacını karşılayacak kadar az bir miktar bıraktım. Irak arazisi bütün Müslümanlara ait bir vakıf olduğundan müslümanların hîn-i hacette ihtiyaçları için ihtiyat durumunda tutulmasından ruhsat alarak böyle yaptım. Dünyada âlim için ailesine sarf etme yönünden bundan daha elverişli olacak bir mal bilmiyorum." 9
Gazzâlî, on bir yıl kadar süren hicret ve uzlet hayatından sonra, ömrünün sonunda (499/1107) de, vefatından altı yıl önce tekrar öğretim ve irşad hayatına döndü. Ama uzletten önceki hayatı ile uzletten sonraki hayatı arasındaki farkı şöylece bildirir: "Önceki hayatımda ilmi yaymaktan maksadım, mevki kazanmak idi. Sözlerimle ve davranışlarımla hep buna yöneliyormuşum. Ama şimdi makam sevgisini terk ettiren, makam rütbesinin değersizliğini öğreten ilmi anlatıyorum. Şimdi bütün niyetim, kasdım ve temennim budur. Allah Teâlâ benim bu niyetimi pek iyi bilmektedir. Bütün gayem, nefsimi ve başkalarını ıslah etmektir. Bilemiyorum bu gayeme ulaşacak mıyım yoksa bundan mahrum mu kalacağım? Ama gözlerimle görürcesine kesin olarak inanıyorum ki, hâlleri değiştirme ve işleri yapma kudreti veren ancak Allah'tır. Aslında hareket eden ben değilim. Bana hareket etme gücünü veren O'dur. Çalışıp iş yapan ben değilim, bana çalışma gücü veren ancak O'dur. O'ndan istediğim önce beni, sonra da benimle başkalarını ıslah etmesidir. Önce beni hidayet etmesi, sonra benim vesilemle başkalarını hidayete erdirmesidir. Hak ve hakikati bana hak olarak gösterip hakikate tâbi olmayı nasip etmesi, bâtılın ise bâtıllığını gösterip beni ondan uzak tutmasıdır." 10
Dipnotlar
1 Gazzâlî, el-Munkızu mine'd-dalâl (Nşr. Dr. Semih Dağim) Beyrut, Daru'l-Fikri'l- Lübnânî, 1993, s. 51 2 A.g.e., s. 64 3 A.g.e., s. 61 4 A.g.e., s. 69 5 A.g.e., s. 70 6 A.g.e., s. 71 7 A.g.e., s. 74 8 A.g.e., s. 80 9 A.g.e., s. 80-82 10 A.g.e.,
s. 93-94
.
Ömer Nasuhi Bilmenin Büyük Tefsir Tarihi Hakkında Bir Değerlendirme
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Ömer Nasûhi Bilmen (rh.a)'in yazdığı Büyük Tefsir Tarihi adlı eser, Usûl-i Tefsir ve Tabakâtü'l-Müfessirîn olmak üzere iki kısımdan ibarettir. Müellifimiz önce, bunlardan birincisini yazmıştır. Bu eserin plânını, Tefsir Usûlüne dair yazılmış gerek eski, gerekse muasır kitapların plânları ile karşılaştırınca ilk nazarda dikkati çeken bir durumla karşılaşırız. Şöyle ki: Öbürlerinde yer alan bazı konular Ömer Nasûhi Bilmen'in eserinde ya pek muhtasar olduğu veya bulunmadığı halde, onlarda pek üstünde durulmayan birkaç konuya Bilmen genişçe yer vermiştir. Bunda elbette kitabın yazıldığı ortam önemli rol oynamaktadır. Yahut diyebiliriz ki, müellifimiz başka eserlerde bulunabilecek konuları genişçe ele almaya ihtiyaç görmemiş; o malumatı öbür eserlere havale etmiş, onların fazla yer ayırmadığı konularda tafsilat vermiştir.
Fakat bunlar geçerli olmakla birlikte, yaşadığı dönemde Kur'ân ve Tefsirin maruz kaldığı tehlikeleri bertaraf etmek için de kolları sıvadığını düşünebiliriz. Bizi böyle düşünmeye sevk eden gerekçeyi, eser hakkında kısa bir tanıtmadan sonra arz edeceğiz.
Müellifimiz önce, Tefsir tarihi ilmini, genel tarih çerçevesine yerleştirir [s.6-7]. Tefsir tarihi, beşeriyet tarihinde en büyük inkılabı gerçekleştiren Kur'ân'ın özelliklerini ve kuvvetini inceleyen Tefsir ilmini ve bu ilim dalında eser verenleri ve eserlerini tanıtma gayesine yöneldiğinden büyük bir önemi haiz olduğunu bildirir.
Tefsir usûlü kitaplarında esas konuları teşkil eden bahisleri müellifimizin pek kısa geçtiğini görüyoruz. Ezcümle: Esbâb-ı Nüzûl yarım sayfalık bir yer tutmakta [s.117], İ'râbü'l-Kur'an yarım sayfa [s.119], mübhemât yarım sayfa [s.120], muhkem-müteşabih bir sayfadan az [s.121], ayetler arası tenasüb yarım sayfa [s.122]. Buna mukabil "Müfessirlerin muhtaç oldukları ilimler" bahsi on yedi sayfa [s.123-140]. Keza bu bahsi teyid eden "Müfessirlerin âdâb ve şerâiti" bahsi de oldukça uzundur [s.143-153]. Üstad buradan müfessirin doğru bir itikad, güzel maksad, diğer tefsirlerden farklı orijinal taraf, aklî ve naklî ilimlerle mücehhez olma, Kur'an'a ve tefsirlerine vukuf, hadisleri bilme, arap dil ve edebiyatının inceliklerine vakıf olma şartlarını arar.
Buna mukabil Tencimü'l-Kur'an'ın parça parça indirilmesinin hikmetleri üzerinde birçok eserde fazla durulmazken Ö.N.Bilmen'in bu hikmetleri altı madde halinde güzelce özetlediğini görüyoruz [s.15-16].
Bilmen'den önce yazılıp da Tencîm konusuna ayrı bir başlık altında yer veren müellif, Menâhilü'l-İrfan adlı eserinde A. Zerkânî'dir (Eser 1943'de yayınlanmıştır). Tencîm'in hikmetlerinin aslı Kur'ân'dan (İsra, 106 ve Furkan,32-33 ayetlerinden) alındığından, onların çoğunda benzerlikler varsa da, formüle edilişleri oldukça farklı olduklarından, merhum Bilmen'in, Menâhil'deki bahisden istifade etmeksizin yazdığı kanaatini taşıyorum. Hatta Bilmen, Zerkani'nin yazmadığı şu önemli hikmete yer verir: "Kur'ân'ın umumi heyeti birden nazil olsaydı, başkası tarafından evvelce düşünülüp tertip edilmiş olduğu zannını uyandıra bilirdi. Parça parça nüzulü ise, bu zanna imkan bırakmamıştır."
Eserin en orijinal sayılabilecek yerlerinden olan Tercîmü'l-Kur'ân bahsinin, kitabın fihristinde yer almaması çok tuhaftır. İndekste bile tencîm veya müneccem kelimelerine rastlanmaz. Keza Ahruf-i Seb'a bahsi fihristte görünmez. İndekste de ne Ahruf ne de yedi harf sırasında yer alır.
Bunlardan ve daha bazı karinelerden, bu eserin Usûl-i Tefsir kısmının çabuk yazıldığını düşünmekteyiz. Demek ki eserin konu fihristi ve indeks kısımlarını yeni baştan hazırlamak gerekir. Aksi halde okuyucu biraz eksik bilgilendirilmektedir.
Müfessirimiz önce yazdığı Usûl-i Tefsir ile sonra yazdığı Tabakâtü'l-Müfessirîn'i birleştirerek kitabına Büyük Tefsir Tarihi adını vermiştir.
"Müfessirleri tanıtan, "Tabakâtü'l-Müfessirîn" adını taşıyan ve bizce malum olan bazı eserler pek muhtasar şeylerdir ki, bunlar ne müfessirler hakkında malumatı câmidir, ne de tefsirler hakkında beyanâtı, mütaleâtı muhtevîdir" deyip, Süyûtî, Ahmed b. Muhammed adlı bir zat tarafından yazılmış Türkçe yazma bir eseri (Veliyyüddin Ef. Ktp. No:427), Sırrı Paşa, Davûdî (Hamidiye Ktp. No:179) eserlerini sayar. Bunlardan Davûdî'nin yazmasını aradığını, fakat başka yere nakledildiğinden okuma imkânı bulamadığını söyler [s.180].
Kendi eserinin ise müfessirlerin tefsir sahasındaki meslekleri, hayatları ve diğer eserleri hakkında bilgi verdiğini, böylece 464 müfessir tanıttığını bildirir. Tevazuan, bu eserin ulemanın hakkını vermekten uzak olduğunu, fakat büsbütün yazmamaktansa bu şekilde kaleme almanın daha iyi olacağı mülahazası ile yayınladığını bildirir. Sıra dışı mümtaz müfessirler tabakasında, Hülefâ-i Râşidîn başta olarak ashâbın müfessirleri ile başlar. Bunlar 15 zattır. Sonra birinci tabakada, ilk asırdaki 6 müfessiri anlatır. Sonra asırlarına göre on dört asırda yaşayan müfessirleri tanıtır.
Terceme-i hâlini verdiği her müfessirin önce kısaca hayatını, sonra "mevki-i ilmî"sini, tefsirdeki mesleği, eserlerini ve o müfessiri anlatırken başvurduğu kaynakları bildirir.
Eserin bizce önemini artıran husus, Türk müfessirlerine geniş yer ayırmasıdır.
Hacı Paşa (Aydınlı), Kutbeddin İznikî, İbn-i Kâdı Simavna Bedrüddin, Kara Yakub b. İdris, Molla Fenârî, Yazıcızade Mehmed Efendi, Alaeddin Çelebi, Seyyid Ahmed Kırımî, Muhyiddin Kâfiyeci, Hasan Çelebi b. M. Şah Fenârî, Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Cemal Halvetî, M.Necib Karahisarî, Hüsameddin Ali Bitlisî, Bayezid-i Rûmî, Muhyiddin Niksarî, Kemalüddin Karamânî, Abdurrahman Müeyyed Amasyalı, Celaleddin Karamanî, Yahşi Halife Amasyalı, İbn Kemal Paşa, Karabağî Muhyiddin, Bedreddin Mehmed Aydınlı, Bustanzade Mehmed Efendi, Muslihuddin Lârî, Kınalızade Alaeddin, Muhammed Birgivî, Ebussuud, Yusuf Sinaneddin Amasyalı, Molla Avâd Alâiyeli, Tatarpazarcıklı Mehmed Efendi, Muhammed Emir Padişah-ı Buhârî, Bedreddin Akhisarî, Galatalı Mehmed Efendi, Ahmed Şemseddin Karabağî, Şeyhüllislam Sun'ullah Efendi, İsmail Ankaravî, Allâmek Mehmed Bosnalı, Abdülmecid Sivasî, Beypazarî Muslihuddin, Vardarlı Mehmed Efendi, Hıdır b. Muhammed Amasyalı, Minkarîzade Yahya Efendi, Kurabzâde Abdullah, Ali Çelebi İznikî, Şeyh İsmail Usturumcalı, Şeyhülislam Feyzullah Efendi, Kara Halil Boyabâdî, Halil Naimî Manisalı, Saçaklızade Mehmed Efendi, Mestçizade Abdullah Efendi, Muhammed Emin Üsküdârî, Abdurrahman Rahmi Bursalı, Muhammed b. Veli İzmirî, Muhammed Hadimî, Mehmed Hâzık Erzurumî, Abdülgafur Lebib Amidî, Konevi İsmail Efendi, Lütfullah Erzurûmî, Müstakimzade Süleyman, Gözübüyükzade İbrahim, M. Said Kayserili, Molla Halil Siirdî, Burdurlu Halil Efendi, Karslı Hamid Efendi, Şeyhülislam Muhtar Ahmed Efendi, Kilisli Abdullah Efendi, Yozgatlı Keşfî Efendi, Sırrı Paşa, Ali Yekta Efendi, Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Konyalı Mehmed Vehbi Efendi bunlardan bir kısmıdır.
Müellifimiz, asrımızda alıştığımız üzere, eserin başında veya sonunda kaynaklarını liste halinde vermez. Bu sebepten onun geniş bir literatüre dayandığı intibaı hasıl olmaz. Fakat kitap okununca onun gerçekten zengin bir literatürden yararlandığı ortaya çıkar. Bunların büyük bir yekûnunun yazma olması, merhum müellifin ilim uğrundaki azim ve sebatının bir göstergesidir. İstifade ettiği yazmaların Kütüphane ve kayıt numaralarını da belirtmektedir. Bu eserlerin bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Zerkeşî'nin el-Burhân'ı [s.19-20, 24]; Muhadarâtü'l-evâil ve Müsameratü'l-evâhir [s.28]; Ebu Amr ed-Dânî'nin el-Muknî [s.27]; lusî'nin Rûhu'l-Meânî'si [s.28]; M. Mahlûf'un Ünvânü'l-Beyan fî Ulûmi'l-Kur'ân [s.28]; Corci Zeydan, Medeniyet-i İslamiyye Tarihi [s.29]; Kâdı İyâd, Şifa-yı Şerif [s.30, 46]; Keşfü'z-Zünûn [s.30]; Kitabü'n-Nakt [s.32]; Ahmed İbn Mübarek'in el-İbrîz'i [s.33]; Ahmed Dimyatî'nin İthâf'ı [s.34]; Tefsir-i Keşşâf [s.34]; İbn Deresteveyh'in Kitâbü'l-Kûttâb ve Şeyhülislam Merginânî'nin Tecnîs'i [s.34]; ez-Zikra'l-Muhammediyye Dergisi [s.34, 46]; Tefsirü'l-Menâr [s.46]; T. V. Arnold'un İntişar-ı İslam Tarihi [s.52]; İmam Gazâlî'nin el-Hikme fî Mahlukâtillah [s.80]; Hasaneyn Mahlûf'un el-Medhâlü'l-Münîr fî Mukaddimeti İlmi't-Tefsir, Muhammed Süleyman'ın el-İkdâm alâ Tercemeti'l-Kur'ân, İbn Haldun'un el-Mukaddime'si [s.110]; Cemalüddin Aksarayî'nin Es'ile ve Ecvibe-i Kur'âniyye'si [s.157].
Bu listeden anlaşılacağı üzere o, eski ve muasır; matbu ve yazma, tefsir veya diğer ilimlere dair birçok kitaba bizzat müracaat etmiştir. Birinci cildin son sayfasında istifade ettiği bazı eserleri, belli belirsiz bir tarzda şöylece üç-beş satırda yan yana yazıvermiştir: Tefsir-i Kurtubî Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Atiyye Mukaddimesi, Tefsir-i Nisaburi Mukaddimesi, Tefsir-i İbn Arefe Mukaddimesi, Aynü'l-A'yan Mukaddimesi, Sevati'u'l-İlham Mukaddimesi, Tefsir-i Alusi Mukaddimesi.
Tefsir tarihi, beşeriyet tarihinde en büyük inkılabı gerçekleştiren Kur'ân'ın özelliklerini ve kuvvetini inceleyen Tefsir ilmini ve bu ilim dalında eser verenleri ve eserlerini tanıtma gayesine yöneldiğinden büyük bir önemi haizdir.
Şu eserlerin isimlerini de Arapça olarak yazmıştır: el-İksîr fi Kavâidi't-Tefsir, el-Burhân fî Ulumi'l-Kur'ân, el-Münîr fî İlmi't-Tefsir, et-Ta'bir fi Kavâidi't-Tefsir, el Cevâhir fî İlmi't-Tefsir, Takrîbü'l-İksir fî Usûli't-Tefsir, el Medhalü'l-Münir fî Mukaddimet-i İlmi't-Tefsir (Hasaneyn Mahlûf), el-Cevâhir fî Ulûmi't-Tefsir, Kavâidü't-Tefsir, Kitâbü Hattı'l-Mesâhif, Hülâsatü'l-Beyan fî Te'lifi'l-Kur'ân, Mukaddimetün li İlmi't-Tefsir, el Fevzü'l-Kebir fi Usûl-i Tefsir. Müellifimiz bu eserlerin sadece isimlerini yazar; müellifleri, basıldığı yerler veya kütüphane yazma kayıt numaraları gibi bilgilere yer vermez.
Buna mukabil Büyük Tefsir Tarihi eserinde bazı faydalı ekler ve fihristler yer almaktadır. Bunlardan birincisi: Alfabetik sıraya göre tefsirlerin ve müfessirlerin listesi (s.799-839 arasında 40 sayfa halinde). Bu cetvelde kitabın adı, müellifinin adı ve vefat tarihi ve Büyük Tefsir Tarihi'ndaki terceme numarası bildirilir. İkincisi: Kıraat, i'râb, i'câz, fezâil, meâl, usûl-i tefsir, ulûmü'l-Kur'ân gibi sahalarda yazılmış kitap ve müelliflerinin fihristi, zeyl başlığı altında, (s.800-872 arasında 72 sayfa halinde) verilir ve burada 489 eser yer alır. Üçüncüsü: Eserde hayatı anlatılan müfessirlerin isimlerine göre alfabetik fihristi [s.873-878] ve nihayet dördüncüsü: Kitabin İçindekiler kısmı.
Büyük Tefsir Tarihi kitabının elimizdeki 1973 tarihli neşri maalesef, mazur görülebilecek nisbetten fazla miktarda dizgi hataları ihtiva etmektedir. Hata-Savâb Cedveli de ilave edilmemiştir (Kaldı ki o da derde derman değildir).
Mesela: "Kur'ân-ı Hakim'in terceme-i harfiyye sureti ile tercemesi tecviz edilmiştir > edilmemiştir." [s.100]. Bu önemli bir hatadır; zira doğrusu ancak müellifin bu husustaki fikrini bilmekle anlaşılabilir. Aksi halde sadece bu paragrafa bakan kimse, tamamen tersine bir kanaate sahip olur.
Kamîsün aleyh > Makîsün aleyh [s.28]. İklimlerinde > Kelimelerinde [s.27]. El-İman > El-İmam [Mushaf] [s.30]. Ve ki vechile kıraata mustaid > iki vechile [s.30]. Şek-i Kur'anî > Şekl-i Kur'anî [s.32]. Tarfe > Tarafe [s.39]. Tarif > Ta'riz [s.97]. بِسَلاَمٍ > بِسَلاَحِهِ [s.39]. Hiçbir meha-yı mezhebî > deha-yı mezhebî.
Kanaatimize göre merhum Ö. N. Bilmen, Usûl-i Tefsir eserini yazarken Türkiye'de yaşanan bir sıkıntının sancısını çekiyor, Kur'ân'ın etrafındaki surda meydana gelen bazı yıkıntıları tamir etmeye çalışıyordu. O sıkıntı şudur: Önce gelenek ve müçtehidleri taklid etme kınandı. Sonra tefsirler hafife alındı; beşer eseridir diye hatalar ve eksiklerle dolu olduğu zannı uyandırıldı. Sadelik adı altında yalnız Kur'ân'a yönelmek, Kur'ân'ın tercümesiyle yetinmek revaçlandırıldı. Tabiatıyla böyle bir sathi bakışla Kur'ân'ın, İslam ümmeti ve İslam medeniyetindeki mevkiinin anlaşılabilmesi de kolay olmayacaktı. İşte bu tehlike karşısında Kur'ân'ın ehemmiyetini, geniş kapsamlı olduğunu, başlıca İslamî ilimlerin kaynağı olduğunu anlatmak, dolayısıyla onun sathi tercümesinin mu'teber olmayacağını bildirmek, Tefsire duyulan ihtiyacı vurgulamak, Tefsirde ihtilaf sebeplerini bildirmek gerekiyordu. Müellifimiz bundandır ki, klasik tefsir usûlü kitaplarında pek az yer verilen bu konulara büyük önem vermiştir.
Kur'ân'ın ihtiva ettiği ilimler konusuna s.46-95 arasında kırk sayfalık yer ayırır. Yalnız unutmamalı ki, sarahaten veya işareten ihtiva ettiği ilimleri ayırdeder.
Kur'ân-ı Mübin'in Sarahaten veya İşareten İhtiva Ettiği İlimler
"Bilgili olan her kimse, Kur'ân'ın mübarek ayetlerini okudukça birçok ilimlerin, fenlerin mâbihi'l-kıyâmı olan eserlere, umdelere, düsturlara muttali olabilir. Bu cihetledir ki, İslam alimleri Kur'ân-ı Mübin'den birçok ilimlerin eseslarını istinbat etmişlerdir. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'den bast ve tefsir edilmiş bulunur. Bir nice ayetler de vardır ki, başka birtakım ilimlerin, fenlerin mevzularını teşkil eden maddeleri, mes'eleleri i'cazkârane bir surette hulasaten veya işareten muhtevi bulunmaktadır." [s.46] deyip sonra şu ilimleri sayar: Tefsir, Hadis, Tevhid (Kelam), Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Hikmetü't-Teşri', Hitabet ve Mev'ıze, Ahlak, Havas, Rüya ilmi, Belagat, Mantık, Riyâziyye, Hey'et, Tasiiyyat denilen ilimler (fizik, kimya, nebatat, hayvanat, meandin), Hikmetü't-Tekvin, Siyer ve Tarih, İctimaî İlim (Sosyoloji). Sonra şöyle bitirir:
"İşte Kur'ân-ı Azîmü'ş-şan, yukarıdan beri yazdığımız bu ilimleri ve bunların nice emsalini bir i'caz dairesinde sarahaten veya işareten muhtevîdir. Bir müfessir için yazacağı tefsirde bunları mümkün mertebe nazara almak bir vazifedir." [s.95]
Kur'ân'ın geniş kapsamını anlattıktan sonra sıra onu tercüme etmenin zorluğuna gelir.
Evvelce Tefsir ilminin geniş bir tarifini yapmakla, Kur'ân'ın sathi bir tercüme ile geçiştirilemeyeceği fikrini okuyucuya vermek ister: "Tefsir, Kur'ân-ı Kerim'in lafız-larının nasıl okunacaklarını ve bunların manalarını Arap lügatına ve lisan kaideleri-ne tatbikan beyan, ayetlerin manalarını, medlûllerini, hükümlerini, ihtiva ettikleri kıssaları izah, bu ayetlerin muhkem ve müteşabih olanlarını, nâsih ve mensûh olanlarını tasrih, aralarındaki irtibat ve insicamı izhar ve bunlardaki nükteleri, mezaya-yı beşeriyetin takati mikdarınca da tebyin ve tavzih etmekten ibarettir." [s.97]
Daha sonra "Tefsir ile Terceme arasındaki fark" başlığı altında, tefsire dayanan ve bir nevi tefsir olan tefsîrî tercemenin caiz, fakat terceme-i harfiyyenin caiz olmadığı gibi, mümkün de olmadığını ispatlar. Bu hususta icma-i ümmet var diye birçok eski, Hasaneyn Mahlûf, Muhammed Bahid, Muhammed Süleyman gibi bazı muasır alimlerin de bu görüşte olduklarını belirtir. [s.100-101]
Daha sonra terceme-i harfiyyenin caiz olmayışının gerekçelerini on bir madde halinde hülasa eder ki bu, usûl kitaplarında kolay kolay rastlayamayacağımız bir durumdur. [s.101-104]
Şu hâlde merhum üstad Ö. N. Bilmen, Yirminci asrın başlarından itibaren ortaya çıkan ve arada bir alevlendirilen "Kur'ân terceme edilsin" davasının asıl maksadını pek iyi anlamış ve gerek Tefsirden habersiz aydınları, gerekse geniş halk kitlesini bu konuda aydınlatmak istemiş ve bunu başarı ile yapmıştır. Gerçekten tercüme isteyenlerin büyük bir kısmı, dinî bir gayretle bu işe teşebbüs edenler değildi. Sadelik iddiası altında, Kur'ân'ın birçok özelliklerini gözden uzak tutmak, onu sıradan bir kitap durumuna indirmek, ondan çok mana ve işaretler çıkarmış olan ulema hakkında yanlış düşünceler uyandırmak, mezhepleri reddetmek ve netice itibariyle toplumu Kur'ân'dan uzaklaştırmak isteyenler bu işin başını çekiyordu. Belki tek tük bazı dindarlar da bunlara aldanmış olabilirdi. Ama halk genel olarak sağduyusu ile onların gerçek maksadını anlıyordu. O yüzdendir ki, İslâmî hassasiyetten uzak, hatta yıl boyunca İslâm ve müslümanlar aleyhinde yayın yapmaktan geri durmayan bazı gazetelerin çıkardıkları, hatta parasız olarak kupon karşılığında dağıttıkları Kur'ân tercümelerine halkımız itibar etmediği gibi, bu arada iyi bir niyetle Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, 1960 askeri darbesini müteakip hazırlatılan Meâle karşı da soğuk kalmıştır.
Ö. N. Bilmen'in darbeyi müteakip Diyanet İşleri Başkanlığı'na getirilip sekiz ay kadar sonra ayrılmasında bu husustaki baskıların tesirleri olabileceğini düşünmek lâzımdır. Tercüme kampanyası 1960 ihtilalinden hemen sonra alevlendiği gibi, 1955'lerde de ortaya atılmış, devrin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu buna karşı koymuştu.
Ö. N. Bilmen, Kur'ân tercümesi fikrine karşı koymak için, diğer taraftan, Tefsir ilminin ehemmiyeti, prensipleri, kaynakları, müteaddit bilimlerle münasebetleri, tefsirlere olan ihtiyaç üzerinde uzun uzadıya durmak ihtiyacını hissetmiştir [s.104-107]. Bu bahsin peşinden "Müfessirler arasında görülen bazı ihtilafların sebepleri" [s.153-160] üzerinde durmuştur. Dikkat edilirse bu bahis de aynı mihver manayı, yani Kur'ân tefsirinin çok geniş bir deniz olduğu manasını teyid maksadına matuftur.
Kur'ân'ın hattı tevkifî olup, nazmı mu'ciz olduğu gibi resmi de ayrıca mu'cizdir.
Kur'ân Harfleri
Yirminci asrın ilk çeyreğinden sonra harf inkılabı yapılmasının ardından yeni nesil Kur'ân okuma, öğrenme imkânından uzak kaldı. Bir çok resmi ağız Buna lüzum yok deyip, gerekirse ayetlerin latin harfleri ile de yazılabileceğini söylediler. Onun yazı konusundaki sıkı tutumu, bu ihtiyaçtan ileri gelmiş olabilir.
Resm-i hattın tevkifî olduğunda ısrar eder [s.27]. "İlm-i Resmi'l-Kur'ân, Mushaf'a mahsus hatt-ı ıstılahî ile hatt-ı kıyasî arasındaki farkları ve onların hikmetlerini göstermek içindir. Hz. Osman mushafinın imlasına uymak icab ettiğinden basılacak mushafların bu esasa mutabık olmak lazımdır [s.27] ve ümmete farz-ı kifayedir." Bu görüşte olan İmam Ahmed b. Hanbel, Alûsî, M. Mahluf ve benzerlerinin görüşlerini nakleder [s.27-28]. Medeniyet-i İslamiyye Tarihi [s.29], el-Muknî [s.29]; Neşr (el-Cezerî ?) ve Şerh-i Mecâmi gibi zevata dayanarak, hatt-ı Osmânî'ye uymanın vücûbunu ifade eder.
Fakat, imam mushafın hattına uyma şartını: a) tahkikî b) takdirî çeşitlerine ayırır. "Mesela, el-Muknî'de mezkur olduğu veçhile مالك şeklinde yazma tahkikî, ملك şeklinde yazma ise takdirî
muvafakattır. Çünkü bu elifler Mesâhif-i Osmaniyye'de ihtisar için hazfedilmiştir, okunuş itibari ile yine mevcuttur. Binaenaleyh مالك yerine, ملك yazılması, asl-ı kıraata uygun olduğundan Hatt-ı Osmânî'den bir inhiraf sayılmaz. Emsali hakkında da hüküm böyledir. Nitekim bizim Türkçemizde داها ناصل بشقة gibi birçok kelimeler, sırf ihtisar için نصل دها بشقة şeklinde elifsiz yazılagelmiştir." [s.28-29]
"İşte bunun içindir ki, İslâm aleminde Kur'ân-ı Kerim'in resm-i hattına son derece itina edilegelmiştir (...) Hemze, ta'şir, fasıla işaretleri bilâhare kabul edilmiştir. Bunlar Kur'ân-ı Kerim'in asıl yazısından hariç, onun şekil ve mahiyetini tağyirden berî; bir nevi tefsirden ibaret olup, mücerret tilavetini teshîle hâdim, ziyadesiyle zabt ve beyana elverişli işaretlerdir. Ayetlerin başlarındaki fâsılalar ile vakf ve ibtidaya ait rumuzlar da bu cümledendir. Bunlar kelimelerin cevherlerinden hariç, resm-i hattı tağyirden berî olduğundan, cumhûr-u müslimîn tarafından tasvîb edilmiştir." [s.30-31]
II. cildin baş tarafındaki Müteaddit Tefsirler Yazılmasındaki Hikmet başlığı da aynı manayı te'kid eder [s.181-183]. Hatta müteakip Müfessirlerin Meslekleri de [s.183-187] tefsir çeşitlerini tanıtarak aynı manayı pekiştirir.
İbrîz'den"Kur'ân'ın hattı tevkifî olup, nazmı mu'ciz olduğu gibi resmi de ayrıca mu'cizdir" sözünü nakleder [s.33]. Bundan sonra Kur'ân'ı Arapça olmayan bir kalemle yazmanın veya Arapça'nın gayrı ile tilavetinin doğru olmadığını bildirir [s.33]. Meseleyi biraz incelerken Zerkeşî'nin cevaz araştırmasını nakletmesini eleştirir.
Ezher ulemasının yayınladığı ez-Zikra'l-Muhammediyye dergisinde, söz Kur'ân'ın Latin harfleriyle yazılmasının caiz olmadığı şeklinde bitirilir. [s.34]
Münferid harflerle basılmış* bir risale hakkında mülga fetva emanetinin fetva vermediği nakledilir. [s.34-35]
Devamla: "Kur'ân-ı Kerim'in resm-i hattını değiştirmek arzusu, Arapça bilmeyen müslümanların Kur'ân-ı Mübin'i kolayca okuyabilmesini temin gibi bir maksada müstenid olabilir. Fakat güzelce mülâhaza edilince bu maksadın daha güzel tecellisi için Kur'ân'ın resm-i hattını muhafazadan başka çare olmadığı tezahür eder. Bir kere bu yazının yerine başka yazıların kaim olamayacağını yukarıda söylemiş bulunuyoruz. Sonra resm-i hattın hafızalara pek büyük yardımı vardır. Kur'ân'a has resm-i hat ise bu hususta birinciliği haizdir. Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim'i kendisine mahsus bir resm-i hat ile okuyup bellemek, bilfarz bariz fazla bir zaman sarfına muhtaç olsa da yine faideli olacak ve İslam âlemine ait, müstakil, tarihî bir resm-i hatta ittila peyda edilmiş bulunulacaktır. Medenî müterakkî milletler birçok yabancı kavimlerin dillerini, yazılarını öğrenip dururken müslümanlar umum İslam alemine ait, din bakımından da pek büyük bir kudsiyyeti haiz olan bir yazıyı niçin bellemesinler? Aynı zamanda ibadetten de sayılan bu bilgiyi niçin tahsile çalışmasınlar? [s.35-36]
Müfessir, tabii ilimlerin sahasına giren konuları ele alırken ihtiyatlı olmalıdır. Birtakım fennî nazariyelere kesin gözüyle bakıp Kur'ân'ın yüksek beyanlarıyla bağdaştırmaya kalkmamalıdır. Zira fennî nazariyeler değişmektedir.
Fennî Tefsir Hakkındaki Tutumu
Müellifimiz bu hususta açık fikirli olmak birlikte fennî tefsir konusunda aşırı gidenlere karşı tavrını belirtmeyi ihmal etmez. Meselâ şöyle der:
"Şu da bedihîdir ki: Kur'ân-ı Mübin'in gayesi gök cisimlerinin şekillerini, tavırlarını, mikdarlarını, uzaklıklarını tayin etmek, sema tabakalarının şu mahiyette, bu mahiyette bulunduğunu bildirmek değildir. Belki (bilakis) kısmen müşahede edebildiğimiz ve letafetlerine, nuraniyetlerine meclûb bulunduğumuz gök cisimlerinin birer kudret ayeti, birer azamet nümûnesi, birer ulûhiyyet şahidi olduğunu telkin ile insanları tefekkür ve intibah dairesine celbetmektir." [s.709]
Fakat Küre-i arzın teşekkülü konusunda fenni esas alır: "Kant ve Laplas nazariyesine göre evvelce güneş ile yer ve bütün seyyareler bir kül halinde ve kürevî bir şekilde bulunmakta idi. Fezada dönen bu küreden kopmalarla seyyareler ayrıldı ve fakat güneşin cazibesinden kurtulamadılar." der. [s.74]
Bazı ayetleri (Fussilet, 11; Enbiya, 30) buna delil getirir. Fakat bu konuda örnek olarak şöyle bir tutum belirtir: "Kant ve Laplas, kendi nazariyelerinin bu babdaki beyanat-ı Kur'âniyye'ye yaklaşmasıyla pek ziyade müftehir olabilirler." [s.75] ve diğer misallere dair ayetler zikreder. [s.75-79]
Ö. Nasûhi Bilmen, müfessirlerin adabı bahsini yazarken de:
"Müfessir, tabii ilimlerin sahasına giren konuları ele alırken ihtiyatlı olmalıdır. Birtakım fennî nazariyelere kesin gözüyle bakıp Kur'ân'ın yüksek beyanlarıyla bağdaştırmaya kalkmamalıdır. Zira fennî nazariyeler değişmektedir.
Nitekim bazı ayetleri Batlamyus nazariyesi ile bağdaştıranların gayretleri bugün kıymetini kaybetmiştir. İşin künhünü Allah Teala'nın ilmine havale eylemelidir." [s.151]
Tatlı İkazlar
Yapılması gereken bir iş de, Kur'ân tefsiri aleyhindeki bid'atları bildirmek, tatlı ikazlarda bulunmak suretiyle onlara aldanmayı önlemektir.
Ezcümle, M. Sıddık Hasan Han'ın "Fethu'l-Beyân" tefsiri hakkında: "Şu kadar var ki, müellifi Selefiyye mezhebine hizmet emelinde, iddiasında bulunduğundan bir çok sahifelerinde Eş'ari mezhebine muhalif yazılar yazmış, Ehl-i re'y ve Ehl-i bid'at diye bazı zevata -haksız yere- tarizlerde bulunmuştur. Bunlar bir kusur ise de muhterem müellifin hüsn-i niyetine bağışlanabilir." demiştir. [s.758]
Bu tutum müfessirimizin genel çizgisidir. Yani, tenkide müsait yerleri görür, kabul eder. Fakat kusur buldu diye kusuru büyütmeye, şahsı çürütmeye gitmez, bilakis özür arar, tevil ederek onun hakkında iyi düşünceler uyandırmaya çalışır. Fakat ikaz vazifesini yapmaktan asla çekinmez.
M. Abduh üzerinde tafsilatlı olarak durmuş [s.163-170], onun ilmî kudreti yanı sıra Avrupa'nın ve yeni fikirlerin tesirinde kalarak bazan nasları zorladığını, delilsiz te'vil yaptığını, hürmetli bir ifade ile belirtmiştir.
"Şeyh Reşid Rıza merhumun, tefsiri ve sair dinî mevzulara dair bir kısım yazılarında, mu'cizat-ı kevniyyeye kail olmadığını işaret eden bazı tevcihleri vardır ki, bunlar ulemadan bazı zevatın ve bilhassa Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi'nin el-Kavlu'l-Fasl ünvanlı eserinde tenkidlerini celbetmiştir." [s.783]
Ömer Nasûhi Bilmen, Tantâvî Cevherî'ye yöneltilen tenkidi naklettikten sonra: "Hasılı, muharririn asıl gayesi, Allah Teala'nın halk hususundaki acayip sun'unu hatırlatarak müslümünları, siyasetin, kuvvet ve izzetin istinadgâhı olan ilimleri tavsile teşvik etmekten ibarettir." demiştir. [s.784]
Bilmen, yenilik hususundaki anlayışını, Elmalılı'ya yöneltilen "Eskiye bağlı idi. Bütün İslam meselelerini asrın idrakine söyletemedi." tenkidini cevaplandırırken ortaya kor: "Ya "İslam meselelerini asrın idrakine söyletemedi." sözünün manası ne olabilir? Asrın kabul edebilmesi için İslam meselelerine başka bir mahiyet mi vermeli? İslam namına başka bir hüviyet mi meydana çıkarmalı? Dinî meselelerin sabit olan mahiyetleri, asrın idraki bahanesi ile tağyir edilemez, belki bu meseleler asrın tefhim ve müdafaa usûlleri dairesinde tahrir ve telkin edilir. İşte bu Elmalılı Hamdi Efendi de bu vechi ile hareket etmiştir." [s.791]
Muasır Hadiseler
Ömer Nasûhi Efendi, nadiren de olsa bazı muasır hadiselere temas eder. Erzurumlu Mehmed Hazık Efendi'yi tanıttıktan sonra: "Bir teessüf" diye başlayan paragrafında: Hazık Efendi'nin kabrinin yanında Maksud Efendi (Ö. N. Bilmen'in babasının dayısı), Gıdalızade Şeyh Mehmed Efendi, Solakzade Ahmed Efendi (v.1314). "Bu dört zatın medfun bulunduğu kabristanın kaldırılarak yerleri bînam ve nişan kalmıştır. Malumdur ki bir belde için, belki bir ülke için büyük bir alimin, yüksek bir edibin kabri, binlerce muhteşem binadan daha ziyade bir zinet teşkil eder.", diye başlayan teessüfünü, Eşref merhumun şu beyti ile bitirir:
Gözlerim ebnâ-yı asrımdan o rütbe yıldı kim, İstemem ben Fatiha, tek kırmasınlar taşımı. [s.726-727]
Mushaflar Tetkik Heyeti ülkemizde bulunup Kur'ân neşrindeki en cüz'î de olsa yazı ve basım yanlışlığının önlenmesi vecibesini ifa etmektedir. Ö. N. Bilmen bunu takdirle anlatır. [s.26]
"Nokta sadr-ı İslam'da vardı, bilahare birçok yazışmada kullanılması terk olunmuş, nokta konması muhatabın vukufsuzluğuna bir tariz gibi telakki edilegelmişti. Nitekim bir zamanlar bizde de imzaya nokta konulması doğru görülmezdi." [s.31]
Böylece Ömer Nasûhi Bilmen Hocaefendi, yazıldığı dönemin şartları içinde faydalı bir eser ortaya koymuştur. Allah Tealâ'dan bu eserini hasenat mizanına koyacağını umuyor ve kendisi için rahmet diliyoruz.
.
Risale'i Nur'da Müteşabih Ayetleri Anlamada Önemli Esaslar
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Yazımız, Kur'ân ilimlerinin en çetrefil konularından biri olan muhkem-müteşabihi konu edinmektedir. Müteşabihleri anlama ve Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuya bakışını değerlendirmek üzere kaleme alınmıştır. Müteşabihler hakkında bilinmesi gerekenleri topluca vermektedir. Yazımız iki kısımdır. Bu ilk kısımda müteşabihler hakkındaki, Kur'ân ilimleri eserleri yazanların nakilleri özetlenmiştir. Risale-i Nûr'da Bediüzzaman Hazretlerinin müteşabih hakkındaki fikirleri ve yazdıklarından örnekler ise yazımızın ikinci kısmında yer alacaktır.
Kur'ân'a dair ilimlerin en önemlilerinden biri de Kur'ân-ı Kerim'deki müteşâbih âyetler meselesidir. Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede Kur'ân'daki âyetlerin, bir itibara göre Muhkem ve Müteşabih olarak iki kısma ayırır. Sana bu kitabı indiren O'dur. Kitabın bir kısım âyetleri muhkem olup bunlar onun esasını teşkil ederler. Diğer kısımlar ise müteşabihtirler. Kalplerinde eğrilik olan kimseler onun sadece müteşabihleri ile meşgul olurlar. Bundan maksatları, sırf fitne çıkarmak ve kendi anlayışlarına göre yorumlamaktır. Halbuki onların gerçek mânâlarını yalnız Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, onların mânâlarını anlamaya çalışmakla beraber, asıl maksat ve mânâlarını Allah Tealâ'ya havale edip; Allah'ın maksadı ne ise biz ona inandık. Gerek muhkemi, gerek müteşabihi hepsi Rabbimiz tarafından gönderilmiştir...' derler. Bunu ancak kamil ve öz akıl sahipleri düşünebilirler... Ve onlar sözlerini şu duayla bitirirler: Ey bizim yüce Rabbimiz! Doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi yanlışa saptırma, yüce katından bize rahmet bağışla. Şüphesiz sonsuz lütuf sahibi olan ancak Sensin.' Önce bu âyet-i kerimede varid olan muhkem ve müteşabih kelimelerinin mânâları üzerinde duralım. Şibh: Dilde misil', yani benzer demektir.
Bu kökten gelen teşabüh ve iştibah mastarları, biri diğerine benzediğinden ötürü, birbirine karışma ve tereddüde yol açma mânâsına gelir. Müteşabih teşabühten ism-i fâil olup bu vasfa haiz olan kelimeye denir. Bu yönüyle müteşabihât: mütemasilât ve müşkilat anlamına gelir. Bunun mukabili muhkem: sağlam, kesin, vâzıh ve net demektir. Müteşabih lafzı (Zümer, 39/23) âyetinde de geçmektedir. Ancak bu âyeti anlamada müfessirlerin ihtilafı yoktur. Bu âyet, Kur'ân âyetlerinin hak ve gerçek olma, i'caz vasfını taşıma, belâgatta mükemmel olmada birini diğerine tercih etme güçlüğü yönünden birbirine müteşabih yani benzer olduklarını bildirir. Farklı görüşler demin zikrettiğimiz Âl-i İmrân, 7 âyetinde geçen müteşabih kelimesi hakkında ortaya çıkmaktadır. Kur'ân ilimlerine dair yazılan kitaplarda terim olarak bu iki kelimenin aşağı yukarı aynı maksadı ifade eden değişik tarifleri yapılmıştır. Kısaca muhkem: Tek mânâsı olan, müteşabih ise: Birden fazla mânâya gelebilen, yahut muhkem: Anlaşılması için başka bir delile ihtiyacı olmayan, müteşabih: Anlaşılması için kendi dışında bir delile ihtiyaç hissettiren demektir.1 Âlimlerin görüşleri işin sonunda şuna raci olur: Muhkem, herhangi bir müphemlik, bir kapalılık olmaksızın, mânâsına açıkça delâlet eden; müteşabih ise, mânâsına racih, yani ağır basan bir delâleti bulunmayan kelimedir. Böylece usul-i fıkıhta nas' ve zahir' denilen kısım muhkem kısmına dahildir. Zira nas': Maksada bizzat kendi sıgası ile delâlet eden', zahir' ise: başka bir karineye ihtiyaç duyulmaksızın bizzat kendi ibaresi ile maksada delâlet etmekle beraber mefhumu esas maksat olmayan kelimeye denir. Mücmel, müevvel, müşkil ise müteşabih kısmına dahildir. Zira mücmel; tafsil edilmeye, açıklanmaya muhtaçtır. Müevvel; ancak te'vil edildikten sonra delâlet ettiği mânâ bilinen kelimedir. Müşkil ise; müphemlik ihtiva edip delâleti gizli olan kelimeye denir.'2 Âyetin, Verrâsihûn' kelimesinin başındaki vav'ın atıf veya istinaf işlevi bildirmesi çok önemli bir mânâ farkı ortaya çıkarmaktadır. Atıf içindir diyenler, rasih âlimlerin de müteşabihlerin yorumunu yapabileceklerini ileri sürerler. İstinaf içindir diyenler müteşabihlerin mânâlarını yalnız Allah'ın bildiğini, rasih âlimlerin ise yorumlamayıp sadece Allah ne murad etmişse inandık deyip teslimiyet göstermeleri gerektiğini ileri sürerler. Demin zikrettiğimiz ikinci görüşü şöyle ifade etmek daha isabetlidir: Rasih âlimler müteşabihleri yorumlar, bununla beraber teslimiyet gösterir ve Amenna, Rabbimiz ne murad etmişse inandık' derler. İbnu Abbas (r.a) ve Mücahid'den bu görüş nakledilir.3 Mücahid: Rasih âlimler, te'villerini bilir ve bununla beraber Amenna' derler der. Dahhak: Rasih âlimler müteşabihlerin te'villerini bilirler. Şayet bilmeselerdi nâsihini ve mensûhunu, helâl ve haramını, muhkem ve müteşabihini de bilemezlerdi. Bu fikri benimseyen en önemli isim İmam el-Eş'arî olup ona göre Âl-i İmrân, 7 âyetinde vakıf yeri Verrâsihûne fi'l ilmi' kelimesindedir. Bu görüşü açıklayan Ebu İshak eş-Şirazî (Ö. 476/1088) şöyle der: Allah Tealâ'nın Kur'ân'da ilmini yalnız Kendisine mahsus kıldığı kısım yoktur. Allah, âlimleri Kur'ân'a muttali eylemiştir. Zira Allah bu cümleyi, âlimleri övmek üzere beyan buyurmuştur. Şayet onlar da bilemeselerdi avama dahil olurlardı.4 Nevevî, Şerhu Sahih-i Müslim'de bu mânâyı tercih edip der ki: En doğru izah budur. Zira Allah'ın mahlukatının bilemeyecekleri şekilde onlara hitap etmesi akıldan uzak bir iştir. Bu görüşe katılan daha birçok zat vardır. Selefin ekserisinin müteşabihlerin te'villerinin bilinemeyeceği fikrinde oldukları nakledilir. Onların bundan maksatları şu idi: Müteşabihlerin kesin mânâlarını bilmek, onlardan murad-ı ilâhi budur' demek doğru değildir. Yoksa onlar âlimlerin o âyetleri te'vil etmeye teşebbüs etmeleri doğru değildir, o âyetlerden hiçbir şey anlamamız mümkün değildir demek istememişlerdir. Zira bu kabil âyetler hakkında kendileri tarafından yapılmış izahlar nakledilmiştir. Müteşabihleri bir itibarla, hakiki müteşabih ve izafî müteşabih olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Hakiki müteşabihleri anlamak hayli zor, âdeta imkânsızdır. Bazı sûrelerin başındaki hurûf-u mukatta'a bu kısma girer. Buna rağmen müfessirler bunlar hakkında bile izah getirmeye çalışmışlardır.5 Kanaatimize göre, Kur'ân-ı Kerim'de hakiki müteşabihin tek örneği hurûf-u mukatta'alardır. Muasır âlimlerden Mahmut Şeltut da bu fikirdedir.6 Bazı âlimler, müteşabihu's-sıfat denilen ve Allahu Tealâ'nın bazı şuunatına dair Kur'ân'da varit olan bazı lafızları da bu kısımdan sayarlar. Aslında bunların mânâları anlaşılmakla beraber gerçek mahiyetlerini idrak etmek zordur. Buna mukabil izafî müteşabihler çok fazla olup müfessirler kendi ilimleri nisbetinde bu âyetleri farklı şekilde tefsir ederler.
Âlimler, Allah Tealâ'nın bazı şuunatları hakkındaki müteşabihler konusunda şu hususlarda ittifak etmişlerdir.
1. İmkânsız olan zahiri mânâları Şari' tarafından kastedilmemiştir. Zira bunlar hem bizzat Şari' Tealâ'nın diğer kelâmlarından hem de aklî delillerden anlaşılmaktadır.
2. Müteşabihin makul ve akla yakın tek anlaşılma şekli varsa, onu kabul etmek gerekir. Meselâ Ve hüve meaküm eynemâ küntüm (Hadid, 57/4) âyetinde Allah'ın zatıyla değil ilmi, kudreti, iradesi, işitme ve görmesi ile beraber olduğunun anlaşılması gibi. Âlimler bunun dışındaki hususlarda ise ihtilaf etmişlerdir.
a) Selef: Allah'ı, müteşabihlerin imkânsız olan zahiri mânâlarından tenzih ederek, onların gerçek mânâlarını Allah'a havale etme yolunu tutmuşlardır.
b) Halef: Müteşabih lafızları lügatte yeri olan ve şer'an ve aklen Allah'a layık bulunan bir mânâya hamletmek yolunu tutmuşlardır. Bunların delili şudur: İmkân nisbetinde şer'î lafızları i'mal etmek, yani onlara işlerlik kazandırmak matluptur. Zira aksi yapılıp ihmal edilir, yani lafızlara işlerlik kazandırılmazsa hayrete, şaşırmaya ve onları tamamen anlamsız bırakmaya yol açar.
Şari' Tealâ'nın kelâmına sahih bir mânâ verme imkânı bulunduğu müddetçe, bu gerekli olur. Zira Alîm-i Hakîm'den gelen kelâmdan faydalanmak gerekir. Onu mânâsız, kısır, verimsiz söz söylemekten tenzih etmek gerekir.
c) Orta yolu tutanların mezhebi:
Suyûtî, İbnu Dakîki'l-Iyd'ten nakleder: Te'vil, Arap dilinin mantığına yakın ise inkâr edilemez. Uzak olursa tevakkuf eder, Allah Tealâ'yı tenzih ederek hangi mânâ kastedilmişse ona iman ederiz. Bu te'villerden, Arapların kelâm ve konuşmalarından anlaşılan mânâları olursa, hiç tereddüt ve tevakkuf etmeksizin bunları kabul ederiz. Meselâ âyette geçen Cenbillah' (Zümer, 39/56) tabirini Allah hakkında, Onun şanına layık olma' diye te'vil etmek gibi.7
Müteşabihleri bir itibarla, hakiki müteşabih ve izafî müteşabih olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Hakiki müteşabihleri anlamak hayli zor, âdeta imkânsızdır. Bazı sûrelerin başındaki hurûf-u mukatta'a bu kısma girer. Buna rağmen müfessirler bunlar hakkında bile izah getirmeye çalışmışlardır.
MÜTEŞABİH ÂYETLERİN KUR'ÂN'DA BULUNMASININ HİKMETLERİ
Kur'ân ilimlerine dair kitap yazan âlimlerimiz, şu hikmetleri zikrederler:
1. İrşad halkasını çok geniş tutmak
Fahreddin Râzî şöyle der: Kur'ân hem havassı hem avamı dine davet eder. Geniş kitlenin mizacı mücerred hakikatleri idrak etmeye yatkın değildir. Onlar daha işin başında; cisim olmayan bir mekânda bulunmayan hatta kendisine işaret bile edilemeyen bir varlığa inanmaya davet edilecek olurlarsa bunu kabule yanaşmazlar, kendilerinden yok' olan bir şeye inanmaları istendiğini düşünürler. Ve inkâra düşerler. Dolayısıyla onlara en münasip olan üslûp, kendilerinin düşünce yapılarına uygun bazı lafızları kullanmak fakat bunların aralarına açık gerçeği ihtiva eden ifadeleri de yerleştirmektir. İşte birinci kısım müteşabih, ikinci yani açık gerçeği bildiren ifadeler ise muhkem kısımdır. Bu hikmet, bilhassa ilâhî sıfat ve şuunat hakkında âşikârdır.
2. Allah'ın lütfedip zayıf insanlara tahammül edebilecekleri şekilde tecelli etme iradesi.
Zira Allah Tealâ gerçek sıfatlarıyla tecelli etseydi insan helak olurdu. Hazreti Musa Aleyhisselam gibi peygamberlerin en büyüklerinden biri bile Allah'ın bir tecellisine tahammül edemeyip düşüp bayılmış, bu tecelli dağı paramparça etmişti (A'râf, 7/143).
3. Aklın önemine dikkat çekme
Kur'ân'ın hem muhkem hem müteşabih âyetleri ihtiva etmesi sebebiyle okuyucu, aklî delillere başvurma ihtiyacı hisseder. Böylece taklit karanlığından kurtulur. Bu, aklın mevkiini yüceltme ve önemine dikkat çekmedir. Kur'ân'ın hepsi muhkem olsaydı insan aklî delillere ihtiyaç duymaz, dolayısıyla akıl mühmel kalırdı.8
4. Aklı ve anlayışı mahdut olan insana mutlak hakikatleri anlatma ihtiyacı
Allah müteşabih âyetleri bizi hidayet ve irşat etmek için vesile kılmıştır. Müteşabih lafız, hakikate tam tamına mutabık olmasa da, çeşitli vecihlerden bir vechi ile ona tetabuk eder, yani benzer. Meselâ bir topluluğa hiç görmedikleri bir şeyi anlatırken onlara o şey gerçek şekliyle değil, bildikleri bir şeye benzetilerek anlatılır. İnsanın, müteşabih lafızlardan gerçeği bütün yönleriyle anlaması pek zordur. Mü'min âlim, müteşabih âyetlerin Allah katından geldiklerini ve bildirdikleri hakikate tam mânâsıyla delâlet ettiklerini bilir. Allah tarafından gelen gerçek olduklarına iman eder ve lafızları zorlamaksızın, kendisi için bir fikir ve bilgi edinir.9
5. İlmî araştırmayı teşvik
Âlimler Kur'ân'ın saklı taraflarını, gizli güzelliklerini araştırıp öğrenmeye böylece teşvik edilmişlerdir. Bu sayede âlimlerin maharetleri ortaya çıkar, fikirler dondurulmaktan kurtarılır, fazilet dereceleri tezahür eder. Kur'ân'ın hepsi muhkem olsaydı âlimler ve sıradan insanların farkları kalmazdı.
6. Kulları ilâhî ilim karşısında hadlerini bilmeye yöneltme
Allah Tealâ insanları tevazua yöneltmek, Kendi mutlak ilmi karşısında aczlerini ve kulluklarını hatırlatmak, onları imtihan edip denemek, teslimiyet göstermeye yöneltmek istemektedir. Allah'ın ilminde ve kitabında olan her şeyi âlimlerin bilmeleri gerekmez. İlim ehlinin, tek tek bilemedikleri nice şeyler bulunur. Muhammed Abduh, bu konuda şöyle der: Allah müteşabihleri, Kendisini tasdik konusunda kalplerimizi imtihan etmek için indirmiştir. Kitapta varid olan her şey zeki olsun, aptal olsun hiç kimsenin tereddüt etmeyeceği tarzda vazıh ve anlaşılır olsaydı, onlara iman etmede Allah'ın emrine itaat ve resûllerine teslimiyet gösterme mânâsı kalmazdı.10
Kendi bildikleri dil ile inmesine rağmen âlimlerin bu aczleri, Kur'ân'ın Allah katından indiğinin bir delili olur. Bu hikmetlerin çoğunu Fahreddin Râzi'den nakleden Zerkânî, sonunda der ki: Bu hikmetlerin bir kısmı, müteşabihlerin muayyen bir kısmında tahakkuk eder. Fakat yekûnü, ancak yekûnde tahakkuk eder. Bu da, verilen bu izahatın geçerliliği için yeterlidir.11
(Devamı var)
Dipnotlar
1) ez-Zerkeşî, el-Burhân fi Ulûmi'l-Kur'ân,1/70.
2) Suyûtî, el-İtkân fî Ulûmi'l-Kur'ân, 2/3; Dr. Subhi Salih, Mebâhis, 282.
3) Zerkeşî, a.g.e., 1/73; Suyûtî, a.g.e., 2/4.
4) Subhi Salih, a.g.e., 282.
5) Bunlar hakkında yapılan çeşitli yorumlar için bakınız: İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü, Ank. 1976, s: 134-138.
6) Mahmut Şeltut, Tefsiru'l Kur'âni'l Kerim, Kahire, 2. b. 1960, s. 68-69.
7) Suyûtî, a.g.e., 2/ 8; Abdulazîm ez-Zerkânî, Menâhilu'l-İrfân fî Ulûmi'l-Kur'ân, Kahire 1980, 2/286-290.
Zerkânî, a.g.e., 2/284.
9) Abdulmecid Zendanî, Tevhidu'l Halık, Cidde, Tarihsiz, s. 413.
10) Tefsîru'l-Menâr, 3/170.
11) Menâhil, 2/285.
.
Kur'an'ı Anlamada Çağdaş Bir Yaklaşım: RİSALE-İ NUR ÖRNEĞİ Sempozyumuna Bir Bakış 2
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Sempozyum hakkında geçen sayıda1 çıkan makalemizde Türkiye dışından katılan misafir bilim adamlarının tebliğlerine öncelik vermiştik. Yazının çerçevesi müsait olmadığından, ülkemizden katılan hocalarımızın incelemelerine temas etmeyi müteakip sayıda yayınlayacağımızı vaat etmiştik. Gelecek bölümde bunu yapmaya çalışacağız. Yalnız şunu belirtelim ki, bazısı yetmiş sayfayı bulan, ekserisi bu kadar olmasa da oldukça hacimli bulunan tebliğleri özetlemek ve değerlendirmek, bu yazının çerçevesinde mümkün değildir. Ancak kısa işaretlerle yetinerek metinlerin asıllarını okumaya teşvik edeceğiz. Metinlerin yakında çıkacağını ilgililerden öğrendik. Şimdiye kadar gecikmesi, tebliğlerin Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak üç dilden yayınlanması gibi zor bir hizmet tarzının seçilmesinden ileri gelmiştir. Tercüme, tashih ve diğer teknik sebeplerle biraz geciken üç ciltlik tebliğlerin yayın piyasasına sunulması ile umarız ki kamu oyumuz gerekli ilgiyi gösterecek, onlardan lâyıkıyla istifade edecektir.
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Lütfullah Cebeci�nin tebliğinin başlığı �Kur�ânı Kerim Her Zaman Taze ve Gençtir� idi. Bediüzzaman�ın, Kur�ân�ın diğer mucizevi özelliklerinin yanısıra, onun devamlı surette taze kalması üzerinde de durduğunu ifade edip i�cazı Kur�ân�a dair yazdığı en önemli risalelerinden Mu�cizâtı Kur�âniye�nin (25. Söz) baş tarafındaki Kur�ân tarifinden bazı kısımlara dikkat çekti: �Kur�ân, şu büyük kainat kitabının bir tercüme-i ezeliyesi ve tekvini âyetleri okuyan mütenevvi dillerinin bir tercümânı ebedîsi,(...) hem bütün insanların her türlü manevî ihtiyaçlarına merci� olacak, çok kitapları ihtiva eden tek bir kitabı ezelîdir.�
Bediüzzaman�ın medeniyet hakkında yazdığı bazı parçaları da tahlil eden Prof. Cebeci sonra şöyle dedi: �Üstadın işaret ettiği gibi medeniyeti hâzıra, Kur�ân karşısında sâdece ilmî ve amelî bakımdan değil edebiyat ve belâgat bakımından da âciz kalmış, onun solmayan, pörsümeyen, eksilmeyen söz gücü ve güzelliği önünde eğilmek mecburiyetinde kalmıştır. Kur�ân bu tazeliği ile her asırdaki tabakâtı beşerin her bir tabakasına, sanki doğrudan doğruya özel olarak müteveccihtir, hitab ediyor. Bunun için hep genç ve dinç kalabilmiştir�. (...) Velhasıl �Kur�-ân�ın her zaman yeni kalması, her asırda yeniden nâzil oluyor gibi olması, yeniliğini koruması, ezelî bir hutbe olarak Kur�ân�ın bütün zamanlara ve her seviyedeki insanlara hitab etmesi Üstad Nursî�nin i�caz sınırları içindedir. Evet Nursî�ye göre Kur�ân, fikir ve kabiliyet cihetiyle farklı olan asırlara bakar, her asra lüzumlu olan ihtiyacını verir. Her asır kendi hissesini alır, daha sonraki asırların hissesine dokunmaz. Böylece Kur�ân, eskimez. Âdeta zaman ihtiyarladıkça Kur�ân gençleşir.�
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Sadrettin Gümüş�ün tebliği �Risale-i Nur�da Mânâ Yorumu (Te�vil)� konusunda idi. Gümüş bu çalışmasında Risale-i Nur Külliyatı�ndan başka eserlere de başvurmakla beraber, esas olarak Muhâkemât kitabını inceleme konusu yaptı. İlgilenenlerin bildiği gibi, merhum Bediüzzaman, Tefsir usulü ve Kur�ân ilimlerine dair temel görüşlerini ve kaidelerini bu kitabında takdim etmiştir. Prof. Gümüş şu hususları vurguladı: Müellife göre Kur�ânı Kerim�in esas maksatları tevhid (Allah�ın varlığını ve birliğini ispat), nübüvvet, ölümden sonra dirilme ve ahiret hayatı, bir de bütün işlerde istikamet ve adalet olarak dörttür. Buradan anlaşılan şudur: Buna göre, Kur�ân�ın yorumunda bu dört maksat esastır. Âyetler, bu maksatlara yönelik yorumlanmalıdır. Akılla çeliştiği sanılan herhangi bir âyet, bu maksatlar istikametinde akla uygun bir şekilde yorumlanabilir. Ancak Bediüzzaman bu yorumlamanın keyfî ve rastgele değil, Arap dilinin ve belâgat sanatının kurallarına uygun olması gerektiğini sık sık vurgular.
Mecaz konusunda Bediüzzaman�ın mutedil tutumu izleyen âlimler arasında yer alır, mecaz, teşbih, istiare ve kinaye gibi sanatların kullanılmasını kaçınılmaz görür. Ona göre: �hakiki mânânın bir alâmeti vardır: O alâmeti teşhis edecek olan kıstas ise, şeriatın maksatlarının müvâzenesinden meydana gelen hüsnü mücerret (soyut güzellik)tir�. Daha sonra Prof. Gümüş Risale-i Nur Külliyatında mecaza dair misallere geçti. �Ve cealna�lcibâle evtâden� (Nebe 7) âyetini misal verdi. Dağların, yer küresi bakımından çadırı tutan kazıklar hükmünde yaratıldığını ifade eden bu âyeti Bediüzzaman�ın dört türlü yorumladığını nakletti. Başka örnekleri müteakip onun müteşabih âyetlerle ilgili fikirlerine yer verdi. �Kur�ânî Kerimin müteşabih denilen üslupları, hakikatlere geçmek ve en derin incelikleri görmek için avamı nasın (geniş halk kitlesinin) gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Müteşabihler en ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihler, ince hakikatlerin suretleridir.�
Prof. Gümüş, incelemesini şöyle sona erdirdi: �Risalei Nur Külliyatının müellifi Bediüzzaman, İslâm dünyası medreselerinde maksada değil, zahire yönelik eğitimin, medreselerin gerilemesine ve tabiî mecrasından çıkmasına sebep olduğu kanaatindedir. Bu sebeple kendisi, Kur�ân ve Hadîs gibi dinî metinlerin yorumunda ifrat ve tefritten uzak, uzlaştırıcı bir yol izlemiştir. Kitap ve Sünnete aykırı olan, belâgata ve mantık kurallarına uymayan te�vili kabul etmemiştir.�
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim görevlisi Vehbi Karakaş, �Kur�ân�ın Türkçeleştirilmesi, Türkçe İbadet Meselesi ve Bediüzzaman Said Nursî� adlı 72 sayfalık kitap çapındaki tebliğinde Kur�ânı Kerim�in mucizevî özelliklerini, onun ifadesinin eşsiz olup harfî tercümesinin mümkün olmadığını, Bediüzzaman�ın, Kur�ân�ın mânâsının tahrifine yol açabilecek bu konu üzerinde hassasiyetle durduğunu, onun müteaddit eserlerine dayanarak tafsilatlı bir şekilde açıkladı.
Bediüzzaman�ın risaleleri, geniş anlamda kozmosun, daha hususi anlamda da tabiatın, kelimenin Kur�ânî anlamıyla, ilahiliğe ve manevî değerler göğüne işaret eden bir imza,Yaratan�ına ileten bir eser olduğunu belirtir. İnsanın esas gayesi hikmetlerle dolu olan ve âdeta Kur�ân�ın mücessem şekli olan kainat kitabını, yine Kur�ân�ın ışığında inceleyerek anlamlı bir hayat yaşamaktır.Uyum içinde yaşayan diğer canlılar gibi, kainattaki âhenge uyum sağlamaktır.
|
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Sadık Kılıç �Derin Ekoloji Bağlamında Risalelerin Mesajı� adlı 25 sayfa tutan tebliğinde önce genel olarak insan ve tabiat ilişkisini açıkladı. Sonra Kur�ânı Kerim�in tabiata bakışını ve onun �bütüncül bir kâinat� anlayışı verdiğini açıkladı. Kızılderili düşünce, Hinduizm, Şintoizm, Taoizm, Hıristiyanlık gibi geleneksel inanç ve düşünce sistemlerinde tabiata yaklaşımı anlattıktan sonra, tabiata bakışın olumsuz yönde ilerlemesinde kartezyen felsefe ile Rönesans�ın en büyük sorumluluğu yüklendiğini söyledi. Tabiata yeni yaklaşım modellerini sergileyen geniş bir ufuk turundan sonra Risale-i Nur�un tabiata bakışına geçti. �Bediüzzaman�ın risaleleri; geniş anlamda kozmosun, daha hususi anlamda da tabiatın, kelimenin Kur�ânî anlamıyla, ilahiliğe ve manevî değerler göğüne işaret eden bir imza, Yaratan�ına ileten bir eser olduğunu belirtir.� �İnsanın esas gayesi hikmetlerle dolu olan ve âdeta Kur�ân�ın mücessem şekli olan kainat kitabını, yine Kur�ân�ın ışığında inceleyerek anlamlı bir hayat yaşamaktır. Uyum içinde yaşayan diğer canlılar gibi, kâinattaki âhenge uyum sağlamaktır.�
�Risalelerde cevelan eden fikir, coşku, manevî derinlik, somut olanı, kendisinin ötesine taşıyarak, harikulâde bir biçimde soyutlaştırıp manevîleştirmiş. Nasr�ın ifadesiyle kutsal bir kozmolojinin (cosmologia perennis) sezgi ve öğretisini, özgün anlatım kalıpları içinde hem hayatın, hem de dinî yaşamın içine katmıştır. Risale-i Nur, tabiatın üstün bir eser, büyük bir kitap, güzel bir misafirhane, Nakkaş-ı Ezelî�nin bir tecellisi, şeriat-ı fıtriye, Allah�ın izzetinin bir perdesi olduğunu güzelce anlatır.�
Prof. Kılıç, şu netice ve öneri ile tebliğini sona erdirdi: �Bilmek gerekir ki, tabiatı derin metafizik felsefî bir çerçeveye yerleştirmediğimiz sürece, ona verilecek zarar, doğrudan doğruya kendimize dönecektir. Bu nedenle metafizik ve sahih geleneğin damarlarından beslenmeyen ekolojik kaygı ve endişeler sonuçsuz kalmaya mahkumdur. (...) Bediüzzaman�ın Risalelerinde ele alınmış şekliyle tabiat ve kainat tasavvuru bizi, geleneğin kutsal tabiat felsefesi ve çağdaş dünyanın derin ekoloji anlayışı ile yüz yüze getirmekte, somut bir çözüm olarak da insanın, Tanrı ile barışık olmasının gerekliliğini vurgulamaktadır.�
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. İbrahim Özdemir, �Bediüzzaman Said Nursî�nin Çevre Anlayışı� başlıklı 30 sayfalık bir tebliğ sundu. Özetle şunları söyledi: �Said Nursî�nin çevre anlayışı, Kur�ân�dan gelen temele dayanır. Kâinat, Allah Teala tarafından belli bir düzen, denge, ölçü, güzellik ve estetik vasıflarıyla yaratılmıştır. Bu şekliyle de O�nun bariz bir delilidir. Onun içindir ki insan, kâinattaki tasarrufunda, ilahi prensiplerle uyum içinde olmalıdır.�
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Davut Aydüz �Çevre Konusuna Kur�ânı Kerim�in ve Çağdaş Tefsiri Risalei Nur�un Yaklaşımı� adlı 39 sayfalık geniş bir tebliğ sundu. Tebliğin gayesi, çevre gibi, yaşayan bütün canlıları ilgilendiren bir konuda Kur�ân-ı Kerim�in bakışını ve onun tefsiri Risale-i Nur müellifinin çevreye verdiği önemi göstermekti. �Müellif, tevhidin üç esas delilinden birinin kâinat kitabı olduğunu devamlı olarak vurgular ve kâinat kitabını, bir anlam ifade eden bir bütün olarak takdim eder. Ayrıca bu bütünlüğü gösteren nizam, intizam, temizlik, unsurlar arası yardımlaşma ve dayanışma gibi delilleri birer birer inceler.� Doç. Aydüz, kitaplarında bu fikirleri işleyen merhum müellifin, yaşayışında da çevre ve tabiî denge konularına ne derece duyarlı hareket ettiğine dair bir çok misal getirdi.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Abdullah Özbek �İnsanı Tanımanın Önemi� konulu 16 sayfalık özlü bir tebliğ sundu. Giriş kısmında Said Nursî�nin eserleri hakkında pek çok yönlerden incelemeler yapıldığını söyledikten sonra şöyle devam etti: �Bize göre onun en önemli yönü, ilhamını Kur�ân�dan alması, devrini ve problemlerini tanıması, iyi bir gözlemci olması ve meselelerini insan gerçeğine dayandırmasıdır. Öyle sanıyorum ki ileride bu tip araştırmalara ağırlık verilmesi gerekecektir.� Prof. Özbek; insanı, fıtratı, emelleri, özlemleri, fanilik ve âcizliği, ebediyete olan aşkı, vicdanı, nefsi, mala düşkünlüğü gibi zaafları ile bir bütün olarak ele aldığını söylediği Risale-i Nur Külliyatını, eğitimci gözüyle güzel, sade ve net bir şekilde tanıttı.
.
Misyonerlerin Türkiye'yi Değerlendirmeleri
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Protestan misyonerler 1979 yılında Amerika'nın Colorado eyaletinde toplanarak İslam ülkelerini Hıristiyanlık açısından değerlendiren tebliğ ve raporları görüşmüş olup bunlar The Gospel and Islam (İncil ve İslam) adı altında bir araya toplanmıştır. Türkiye ile ilgili bölüm, Türkiye’de Hıristiyanlıkla İslamiyetin Durumunun Mukayesesi başlığı ile Mehmet İskender (galiba müstear) adı ile yayınlanmış (s. 278-291) bulunuyor. (*) Yazımızda bu raporun yer verdiği bellibaşlı hususları bildirip bazı iddialarına kısa cevap vermek istiyoruz. Aslında, Türkiye'de yaşayanların çoğu, bunların büyük kısmının cevaba bile değmediğini bilirler.
Bu raporu hazırlayan şahıs, Türkiye'de laikliğin azıcık mutedil bir şekilde uygulanmasından büyük bir rahatsızlık duymuş. Hıristiyanlık için çalışmayı kendisine iş edinmiş bir insanın böyle düşünmesini, yani laikliğin aşırı şekline taraftar olmasını anlamak kolay değil. Çünkü laik (Iaıc, Iaıque) "herhangi bir dînî inançla kayıtlı olmayan" demek olup "dînî devlet veya öğretimin zıddı olarak "laik devlet" "laik öğretim" denir. Laicisme (laisizm, laiklik) "müesseselere dînî olmayan bir karakter vermek isteyen doktrin" demektir. (Fransızca Petit Robert sözlüğü.) Bu kelimenin "dinî hiyerarşiye mensup olmayan, din adamı olmayan" mânâsı da bulunmakla beraber, sistem söz konusu olduğunda bu mânâ mülahaza edilmez. Bundan ötürü bir devlet laik olduğunu söyleyebilir. Bununla ülkeyi muayyen bir dinin kaidelerine göre idare etmediğini kasdeder. Fakat herhangi bir dini benimsediğini söyleyen bir ferdin artık laik olması, dil ve mantık yönünden mümkün değildir. Mamafih laiklik dine kısmen saygılı tatbik edildiği gibi aşırı şeklinde, dinsizlik tarzında da tatbik edilebilir. Dünyada ve tarihte bu geniş yelpaze içine girecek bir çok örnek bulunmaktadır.
Laiklik, Avrupa’da asırlarca süren mücadele sonucunda yüzbinlerce kişinin öldürülmesinden sonra, sistem olarak Kiliseyi tanımayan laiklerin Kiliseyi boyun eğdirmesi neticesinde hakim olabilmiştir. Bu işte masonlar da mühim rol oynamıştır. Hele laiklik, Amerika ve batı Avrupa ülkelerinde uygulanan mutedil laiklik olmayıp Rusya gibi doğu blokunda tatbik edilen cezrî şekliyle olunca, bir hıristiyanca kabulü asla mümkün değildir. Bu gerçeğe rağmen bu raporu hazırlayan misyoner, aynen Türkiye’deki bazı saldırgan dinsizler gibi laikliğin 1950'den sonraki nisbeten mutedil uygulanmasından şikâyetçidir. Bu durumda ister istemez şöyle düşünüyoruz: Misyonerler şöyle değerlendiriyorlar "Müslümanlığı tatbik etmeyen fasıklar bile Hıristiyanlığı cazip bulmuyorlar, onları hıristiyanlaştırmak mümkün değil. Bari hiç değilse, ne suretle olursa olsun, İslam’dan uzaklaşmaları temin edilsin. Batı medeniyeti hayat tarzına göre yaşamaya alışan insanlar belki ileride Hıristiyanlığa ilgi duyabilirler."
Ona kalırsa Osmanlı idaresi altında yaşamış olan hıristiyanlar (rumlar. ermeniler), isimde kalan bir Hıristiyanlık uygulamışlardır. Halbuki herkesin bildiği üzere Osmanlı devleti o kadar hak vermişti ki, bazı Türk müellifler bile, bu kadar hürriyeti fazla bulduklarını ifade etmişlerdir. Uzun söze ne hacet: Osmanlı devleti bu derece hürriyet vermeseydi beş-altı yüz sene gibi uzun bir zamanda Hıristiyanlıktan eser (iz) kalabilir miydi? Sekiz yüz sene devam eden Endülüs müslümanlığından, kısa bir zamanda iz bırakmamış olan Avrupa hıristiyanları bu meseleyi pek iyi anlarlar.
Rapor 42,5 milyon nüfusun (hatırlatalım ki 1978 yılındaki istatistik esas alınıyor) büyük çoğunluğunun müslüman olduğunu ve devletin laikliğine rağmen bu çoğunluğun İncili reddettiğini bildiriyor. İşin doğrusu şudur ki: müslüman halkta Tevrat ve İncil’e düşmanlık yoktur. Bunların asıllarını kabul etmeyen zaten İslam’dan çıkar. Amma muharref (değiştirilmiş) şekillerine de Türk toplumunda hücum söz konusu değildir. Yalnız şu söylenebilir: Bu muharref kitaplar toplumda nadiren anılır ve hemen hemen hiç okunmaz. Durum bundan ibaret olup o kitaplara ve Hıristiyanlığa hücum bahis mevzuu değildir.
Misyoner raporu Türkiye’de yaşayan alevîlere de temas ediyor. Bu vatandaşların sayısı belli değildir. Zira nüfus sayımı formunda mezheb hanesi yoktur. Rapor sahibinin verdiği rakam kabul edilecek olursa (yani % 16) Türkiye’de yaşayan her altı kişiden birinin alevi olduğu söylenmiş olur ki bunun doğrulukla ilgisi yoktur. Bu miktarı hangi kaynaktan aldığı da merak konusudur.
Rapor müteakiben Türkiye’de kürt, arap, çerkes, gürcü, laz gibi "müslüman azınlıklar"dan bahsedip (müslüman azınlık olmaz. Nitekim Lozan anlaşmasında "ekalliyyet" (azınlık) teriminden sadece gayr-i müslimler kasdedilir) onların sayılarına dair istatistik bilgi veriliyor (s.280). Misyonerler şunu iyi bilmelidirler ki, aslında Türkiye’de ırkçılık davası ciddî şekilde yoktur. Asıl îman-inkâr, İslam-gayri İslam mücadelesi vardır. Türkiye’de mevcut unsurlar, İslam’dan gelen bir telakki ile birbirleriyle imtizac etmiş olup "ırk ayrımı" denilebilecek bir hâdise bulunmamaktadır. Sun'î olarak çıkarılmaya teşebbüs edilse de geniş kitleler dönüp bu işe bakmamaktadır. Raporda zımnen denilmek isteniyor ki, Türklerin Hıristiyanlaştırılması hususunda en büyük mâni, mürtedin (İslam’dan çıkıp tekrar ona dönmeyi kabul etmeyen) öldürülmesini emreden şer'î hükümdür. Ona göre 1856 yılında, din hürriyetini ilan edip bu hükmü askıya alan Padişah fermanı çıkması üzerine, bu hürriyetin uygulandığı sekiz sene boyunca misyonerlerin gayretleri ile, hatırı sayılır bir miktar Müslüman-Türk Hıristiyanlığa girmiş, fakat devlet 1864'de tekrar eski tatbikata devama başlamış, Hıristiyanlığı kabul edenlere işkence etmiştir. Bu. mücerret bir iddiadır. İsbat etme külfeti de iddiacıya düşer. Hıristiyanlığı kabul eden Türklerin isimlerini, bu irtidadların belgelerini, dönenlerin ikrarlarını göstermesi gerekirdi. Halbuki böylesi vak'alar olsaydı çok yayılırdı. Hele hıristiyanlar büyük imkânlarıyla bunları yayarlardı. Nasıl ki Tevfik Fikret'in oğlu Halûk'un hıristiyan olduğunu duymayan kalmamıştır.
Osmanlı döneminin sonlarında ve Cumhuriyet devrinde mürted öldürülmedi. Öyleyse Hıristiyanlık niçin yayılmadı? Bu mantığa göre pek fazla yayılması lazım gelirdi. Üstelik bu asırda Hıristiyanlığın Avrupa devletleri, Amerika gibi güçlü hamileri de bulunmaktadır. Mürted hakkındaki hükmün tatbik edilmemesi hususunda Avrupanın Osmanlı devletine niçin baskı yaptığı, bu misyoner raporundan da anlaşılmaktadır. Demek ki -batılıların ve batıcıların iddia ettikleri gibi- Avrupa kanunlarının alınması, toplumun içinden gelen bir değiştirme arzu ve ihtiyacı neticesinde olmayıp dışarıdan zorlama ile olmuştur.
Rapor, ayrıca 19. asırda Osmanlı devleti hudutları içinde açılmış olan okul, hastahane gibi sosyal tesislerin Hıristiyanlığı yaymadaki rolüne işaret etmekte ve fakat bunların fazla başarı gösteremediğini belirtmektedir. Biz şunu söyleyebiliriz: Bu okullar, mezun ettiği öğrencileri Hıristiyanlığa açıkça kazanmakta başarı gösteremeseler de orada okuyan Türk çocuklarının ekseriyetini İslamî ve millî değerlerden uzaklaştırmış, gayelerine dolaylı olarak ulaşmışlardır. Ülke idaresinde önemli yerlere gelen bu mezunlar -farkında olarak olmayarak- yetiştirildikleri hıristiyan batı kültürünün etkisinde kaldıklarından, Avrupa ülkelerinin menfaatlarına hizmet etmişlerdir. Osmanlı devletinin iyice zayıflatıldığı son döneminde, Avrupa devletlerinin tazyiki ile açılmış olan bu gizli veya açık misyoner gayeli okullar, geçen asırda şimdikine nisbetle daha fazla idi. Çünkü Osmanlı devletini bir an önce yıkmak istiyorlardı. Bunu elde ettikten sonra artık o derecede fazla müesseseye ihtiyaçları kalmamıştı.
Rapor, ermeni propagandasının, daha doğrusu Türkiye’yi dünyada tesirsiz bırakmak isteyen hıristiyan batı propagandasının uydurduğu bir masalı da tekrar ediyor: "1909-1916 yıllarında ermeni katliamı yapılıp 1,5-2 milyon Ermeni’nin Türkler tarafından öldürüldüğü" iddia ediliyor (s.281). Bu ülkede yaşayan her insan, ermenilerin tarih boyunca nasıl iyi muamele gördüklerini, Osmanlı idaresinden nasıl memnun kaldıklarını, fakat Osmanlı devletini yıkmak isteyen Avrupalıların 19. asır sonlarında onları nasıl kışkırttıklarını, ermeni komitacılarının yıkıcı faaliyetlerini, bilhassa birinci dünya harbi esnasında, tebaası oldukları devlete ve vatana nasıl hıyanet edip, erkekleri cephede vatan müdafaası için savaşan Türklerin çoluk çocuklarını bile boğazlayarak vahşet gösterdiklerini pek iyi bilir. Cenabı Hak izmihlal alâmetlerini bir yerde göstermeye görsün. Bir devlet, bir millet güçsüz kaldımı aleyhinde her türlü propaganda yapılır. Kendi mensupları bile bu yalanlara kanar. Aslını yitirmiş evlatları, kendi evlerini yıkmakta düşmanlarıyla yarışır.
Rapor yazarı, gerek şehirli gerek köylü ahalinin, ibadetlerinde genellikle gevşek davrandığını yazıyor. Bu kısmen doğru olsa da, son yıllarda ibadetlerini yerine getirenlerin nisbetinin arttığını görüyoruz.
Raporu hazırlayanın bir iddiası da Hıristiyanlığın Türkiye 'de tazyik edildiğidir. Şöyle diyor: "Türk kanunlarında suç sayıldığına dair bir kayda rastlanmasa da Hıristiyanlığın meşru (yasal) olmadığı inancı halk arasında yaygındır. Hıristiyan vatandaşları tazyik edip, Hıristiyanlığı yayma faaliyetinde bulunan yabancı uyruklu misyonerleri faaliyetten menetmek, kanunî dayanağı olmayan bir uygulamadır" (s.282). Bildiğimiz kadarıyla Hıristiyanlara baskı, ne devlet organları ne de müslüman halk tarafından yapılmamıştır. Fakat batıya giden hıristiyan vatandaşlardan bazıları şahsî menfaat temin etmek, kendilerine acındırmak için, misyonerler ise dinlerini yaymadaki başarısızlıklarına bahane öne sürmek kasdıyla bu gibi yalanları uydurmaktadırlar. Nitekim Dünya Kiliseler Birliği genel sekreteri Dr. Emili Castro, Birliğin icra konseyinin İstanbul'da toplanması vesilesiyle 9 Mayıs 1988 günü yaptığı açıklamada bu haberlerin aslının olmadığını beyan etmiştir (Zaman gazetesi 10 Mayıs 1988 nüshası).
Keza Türkiye’de Hıristiyanlık kanun dışı sayılmaz. Fakat Ceza Kanununun 163. maddesi laikliğe aykırı olarak din propagandası yapmayı sınırlamaktadır, aksine davrananları ağır hapis cezalarıyla cezalandırmaktadır. 1949'da çıkarılan bu kanun binlerce defa müslümanlar aleyhine uygulandığı halde nadiren hıristiyan misyonerleri aleyhinde -o da sadece yurt dışına çıkarma şeklinde- tatbik edilmiştir.
Fakat, bu maddenin tatbiki ile de değil, sırf bahane olarak ileri sürülmesi ile binlerce müslüman haksızlıklara mâruz kaldığında bunu dile getirmeyen, üstelik uygulanmasından memnun olan misyonerler, arada bir misyoner faaliyetlerine tatbik edilmesini "Hıristiyanlığın yasaklandığı" şeklinde yorumlamaktadır.
Rapor, daha başka bazı hususlara da temas etmekte ve halen Türkiye'de Hıristiyanlığı yaymak için 18 hıristiyan teşkilatının, çeşitli metodlar kullanarak faaliyet gösterdiğini bildirmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki. Türkleri Hıristiyanlaştırmak gayelerini gerçekleştirmede hezimete uğramalarına rağmen, yine de ümitlerini kesmiş değillerdir. Onlar bu işleri yaparken bazı resmî çevrelerin Batı hayranlığı, Hıristiyanlıkla beslenen Batı kültür ve değer ölçülerini revaçlandırmaları, millî ve İslamî değerlerin büyük ölçüde ihmal edilmesi, hafıza ve kimlik kaybetmiş nesiller yetiştirme, kalkınma ve ilerleme derken sadece maddi hesaplar yapma şeklindeki tezahürler devam ettikçe, misyonerler sevinmeye devam edeceklerdir.
(*) Biz, esas itibariyle, bu kitabın, özel değerlendirme maksadıyla yaptırılmış Arapça tercümesinin daktilografı nüshasından istifade ettik.
.
Malezya'dan İntibalar
Prof. Dr. Suat Yıldırım
GİRİŞ
Bu yazımda, bir yıla yakın bir zamandan beri ikamet ettiğim Malezya'dan ve Uluslararası Malezya İslâm Üniversitesi'nden kısaca bahsetmek istiyorum. Böylece, üzerimde ağırlığım hissettiren bir borçtan kurtulmaya çalışacağım.
Zira bu kadar uzun bir ikametten ötürü, hem insanın yaşadığı ülkenin, hem de okuyucularımın haklarının doğduğu kanaatindeyim. Elbette insanın başka bir ülkeye gitmesinin başlıca gerekçelerinden biri orayı tanımak ve tanıtmak olmalıdır.
Buraya, adı geçen üniversitede araştırma yapmak, seminer ve konferanslar vermek üzere geldim. 1986-88 yıllarında Medine İslâm Tebliği Fakültesi'nde bulunduğum sırada bazı tecrübeler kazanmış ve güzel hatıralara sahip olmuştum, imkân zuhur edince böyle bir uluslararası üniversitede çalışmayı da arzu ettim ve bundan memnun kaldım.
Malezya, Güneydoğu Asya'da bir ekvator ülkesidir. Ekvator hemen güneyinden geçer. İkinci Dünya Savaşından sonraki dönemde ortaya çıkan şartlarda bu bölgede; Endonezya Cumhuriyeti, Malezya Krallığı Federasyonu, Filipin Cumhuriyeti, Singapur Cumhuriyeti ve Bruney Krallığı olarak beş bağımsız devlet kuruldu. Malezya, Malay yarımadasında yer alan Batı ve Borneo adasının kuzeyinde Sabah ve Saravak eyaletlerinden ibaret Doğu Malezya olarak iki bölgeden oluşur. Bu iki bölge arasında, Güney Çin Denizi nin bir kısmı olup genişliği 750 km kadardır.
Yüzölçümü 330.000 kilometrekare nüfusu ise yirmiiki milyon civarındadır. Nüfusun % 55'ini Malaylar teşkil eder. Bu halkın Moğollar'la akraba olduğu söylenir. Lisanları Malay dili olup tamamı Müslümandır. % 30 Çin ırkından olup Buda veya Tao dinine mensupturlar. % 10 kadar Hint ırkından olup bunların ekseriyeti Hindu dininden, az bir kısmı İse Müslümandır. Çinlilerden de çok az Müslüman vardır. Nüfusun geri kalan kısmı Japon. Kore vs. asıllıdır. Devletin resmî dili Malay dilidir. Bu dil aynı zamanda Endonezya. Filipin, Singapur, Bruney ülkelerinde de konuşulan, yaklaşık ikiyüzelli milyon insanın konuştuğu yaygın bir dildir. Malezya'da Çince ve Hintçe ye de ifade hakkı verilmekte gazete, radyo ve tv yayınları bulunmaktadır. Resmiyette yeri olmamakla beraber farklı ırklar arasında müşterek anlaşma vasıtası olan İngilizce, fiilen ikinci dil durumundadır.
% 6 nispetinde olan Hıristiyanlar Malaylar'dan olmayıp Çin, Hint vs. asıllılar arasında yayılmıştır.
Bu bölgeye İslâmiyet'in, miladî on üç ve on dördüncü yüzyıllarda girdiği söylenir. Kitle hâlinde Müslümanlaşma bu dönemde olsa da, münferit olarak Müslüman varlığı çok daha önce başlamıştır. Yemen ve Hadramut tarafından Müslüman tüccarların buraya geldikleri bilinmektedir. İslâm'ın yayılması da askerî fütuhatla olmayıp daha çok ticarî ve ferdî münasebetler vesilesi ile olmuştur. 1400 yılında Malaka şehrini kuran kral Parameswara Müslüman olmuş ve Muhammed İskender Şah adını almıştır. Bu zat, bu bölgede İslâm hakimiyetini tesis etmiştir. Malaka Sultanlığı, Portekizliler'in 1511'deki istilalarına kadar sürmüştür. O sırada kuvvetli bir donanmaya sahip olan Portekizliler, Ümit Burnu'nun keşfedilmesinden sonra Afrika'nın güneyinden dolaşarak Uzak Doğu'ya ulaşma imkânı bulmuşlar ve Haçlı zihniyeti ile harekete geçerek buralara kadar uzanmışlardı. Bu vesile ile ülkemizdeki tarih öğretiminde pek zikredilmeyen bir hususu belirtelim: Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinin başlıca sebebi, o sırada Kızıldeniz'den Cidde'ye ulaşarak Mekke'yi ele geçirmek isteyen Portekiz kuvvetlerine karşı, İslâm'ın en mukaddes şehirleri olan Haremeyn-i Şerifeyni emniyete almaktı. Zaten oraya hükmeden Mısır'daki Memlûk Sultanlığı da bu hususla Osmanlılar'dan yardım talep etmişti. Selim. İslâm birliğini tesis ederek dünyada kuvvetli bir İslâm devleti varlığı ortaya koymak istiyordu. (Bu gibi gayretleri toprak kazanmak, dünya padişahlığına yönelmek tarzında nitelemek cılız, üstelik yanlış yorumlardan başka bir şey değildir. Bunu yapanlar "Mısır'ın fethi" "Hicaz'ın fethi" şeklinde yan-115 ifadeler de kullanırlar. Oysa çoktan heri Müslüman cilan o ülkeler hakkında fetih değil, "ilhak etme" "topraklara katma" tabiri kullanılmalıdır). Her ne ise, Hicaz'da yapamadığını. Uzak Doğu'da yapan Portekizliler'in Malaka'yı işgal etmeleri üzerine bu hanedana mensup bazı şehzadeler güneyde Cohor, kuzeyde ise Perak mıntıkalarında küçük beylikler kurdular. Müslümanlar Malaka'yı geri almak için defalarca teşebbüse geçtiler. Sumatra'da hüküm süren Açe İslâm devleti de yardım etmesine, Osmanlı Devleti'nin Açe'ye ağır silahlar göndererek desteklemesine rağmen netice alamadılar.
1641'de, Portekizliler'i alaşağı eden Hollandalılar Malaka'yı ele geçirdiler. 18. asrın sonlarında İse. İngiliz rekabeti, bölgeyi yavaş yavaş sinsi bir siyasetle hakimiyeti altına aldı. 1824 yılında Hollandalılar, Malaka'yı İngilizler'e bırakmaya mecbur kaldılar. İngilizler, halkın din ve geleneklerine müdahale etmeme prensibi ile hareket etmeyi vaad ettiler. Böylece tepki uyandırmadan yavaş yavaş işlerini yürütmeye baktılar. 19. asrın sonlarında sanayileşmiş İngiliz gücü ülkenin maddî servet kaynaklarını çağdaş teknoloji ile işletmeye başlayınca, iş gücü ihtiyacı var diye bölgeye Çin'den bir akın oldu. Biraz da Hintli geldi. Bu ülkeye yabancıları iskân etme, aslında ihtilaflardan istifade ederek kolay hükmetme siyasetinin bir uygulaması durumundadır. Böylece, sömürgecilik sonrası dönemin bile hesaplarını yaptıkları anlaşılıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında, bu bölgeye bu sefer Japonlar saldırdılar, dört yıl boyunca işgal ettiler. Savaşta Amerika'nın müdahalesi ile yenilince, İngilizler babalarının malıymışçasına tekrar gelip kuruldular. Ama artık Malaylarda da istiklâl arzuları kuvvetlenmişti. İngilizler eski rahatlığı bulamayacaklarını anladılar. 194S'de Malaya Federasyonu kuruldu. İngiliz hakimiydi I957'de sona erdi. Fakat, sömürge dönemi sonrası siyasetin devamı olarak bölgede Malezya, Endonezya, Singapur ve Filipinler'de ihtilaf sebepleri bırakıldı.
Malezya devlet İdaresi, meşrutî bir krallık tarzındadır. Batı Malezya dokuz sultanlıktan ibaret olup, bunlardan biri. sıra ile beş yıl müddetle devlet başkanı olan sultan tayin edilir. Fakat esas yönetim, demokratik secimler neticesinde oluşan parlamentonun teşkil ettiği hükümettedir. Bütün sultanlar ve başbakanlar Müslümanlar'dan olagelmiştir. Gayrimüslimlerden milletvekili ve bakanlar bulunagelmiştir. Anayasada devletin resmî dininin İslâm olduğu yazılıdır. Anayasaya göre her eyaletin sultanı, oradaki İslâmî işlere bizzat nezaret eder. Sultanı olmayan Pahang, Sabah. Saravak ile federal eyalet olan Kuala Lumpur'da ise bu faaliyetler kralın bu işler için tayin ettiği birer vekili tarafından yürütülür. "Kraliyet Konseyi" denilen bir yüksek meclis, yeni kralı seçme, gerektiğinde onu görevden alma, kanunları kabul veya reddetme ve ülkedeki İslâmî işleri ifa etme görevlerini gerçekleştirir. Ülkedeki dinî işler "İslâmî İşler Millî Meclisi" tarafından yürütülür. Bu müessesenin kapsamında Fetva Kurulu, Şer'î Mahkemeler Kurulu, Ahvali Şahsiyye Kurulu ve Ramazan Hilâlî Kurulu gibi kurullar bulunur. Her eyaletin yönetimi, İslâmî meselelerde uygun gördüğü hükmü yürürlüğe koyar. Bu konularda federal hükümetin yetkisi, kendi bölgesi ile sınırlıdır. Eyaletlerde şer'î mahkemeler bulunup bunlar sadece Müslümanlara ait davalara bakarlar.
İslâmî uyanış, İslâm dünyasının diğer birçok ülkesinde olduğu gibi, son çeyrek asırda Malezya'da da iyice hissedilmektedir. Bu cümleden olarak, sömürge döneminin gevşekliğine tepki mahiyetinde birtakım düzenlemeler yapılmıştır.
Ezcümle:
1.Üniversite ve yüksek okullar dahil bütün okullarda İslâm dini öğretimi,
2.İslâmî konulara dair araştırmalar yapan ve başbakanlığa bağlı olan İslâmî Araştırmalar Merkezi,
3.Halkı ve özellikle devlet görevlilerini İslâmî bakımdan bilgilendirip şuurlandırmak üzere kuruları İslâmî Tebliğ Müessesesi,
4.İslâmî hükümlere göre İslâm Bankası,
5.Sömürge döneminden önce kullanılan ve Arap harfleriyle yazılan millî alfabe (hattı Cavi)nin ilköğretimde ders olarak öğretilmesi, gerçekleştirilmiş olan temel meselelerdendir. Ve az sonra üzerinde biraz daha fazla duracağımız Uluslararası Malezya İslâm Üniversitesi de bunlardan biridir. Fakat ona geçmeden önce Malezya İslâm toplumundaki bir iki gözlemimi aktarmak istiyorum. Toplumda namaz eğitimi iyi veriliyor.Resmî veya özel kurum ve ticaret merkezlerinde erkek ve hanım mescitleri ve içlerinde abdest alma imkânları var. Dinî vecibeleri, Kur'ân Öğretimi, zekât ve hac gibi vecibeleri kolaylaştıran organizasyonlar gerçekleştirmişler. Bazen sıkı olmayan bir tarzda da olsa, Malaylı Müslüman hanımlarda örtünme yaygın. Halka sükûnet ve sinirli olmayan bir yapı hakim. Kişi başına araba nisbetinin yüksek olduğu başkent Kuala Lumpur'daki trafik rahatlığı, kurallara itaatli, gerektiğinde başkasına öncelik veren ve hakkına razı olan halktan kaynaklanıyor. Trafik kazalarının Türkiye'dekine göre hayli az olduğunu görüyoruz. Müstağni, gözü gönlü tok, onurlu bir halk var. Bunu yeterli tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Meselâ bir seferinde arabam arıza yaptı. Telefonla seyyar tamir ekibi istedik. Uzak yerden geldi, epeyce meşgul olup arızayı buldular. Fakat parça değiştirmedikleri için ücret istemediler. Israrla vermek istedim ise de razı edemedim (Dr. Cüneyt Eren Bey ile beraberdik). Oysa yüksek bir ücret isteseler dahi yerinde bulurdum. Yer tarifi sorduğumuz hemen herkes (Müslim ve gayrimüslim) hararetle yardımcı olmaya çalışıyorlar. Hatta birçok defa, anlayamadığımızı gören kaç kişi "Beni takip edin, sizi götüreyim" diye arabası veya motorsikleti İle önümüze düştüler. Yani yardımsever bir halk intibaı edindim. Gerek resmî, gerek özel kurumlarda çok hanım çalışıyor ve Malaylı hanımların çoğu da başları örtülü, uzun giysili olarak çalışıyorlar. Fakat aynı yerde çalışan Çinli, Hint-II, vs. insanlarla iyi bir uyum içindeler. Bilgisayar ortamı yaygın. Bilgisayardan yararlanma bakımından Türkiye'den biraz daha ileri durumda oldukları söylenebilir. Şimdi mezkur üniversiteden bahsedelim.
1977 yılında Mekke'de toplanan Uluslararası İslâmî Eğitim ve Öğretim Sempozyumu'nda. modern imkânlardan yararlanan böyle bir üniversitenin açılması fikri olgunlaştırıldı. O zaman Malezya Eğitim ve Öğretim Bakam (şimdi başbakan) olan Dr. Muhammed Mehatir de bu toplantıda bulunmuştu. İslâm kültür ve mirası ile çağdaş bilimlere vakıf Müslüman bilim adamı yetiştirme gayesini güden bu zat, zaman zaman düşüncesini bu istikamette geliştiriyordu. Nihayet 1983 yılında, Mekke Sempozyumunda dile getirilen esaslara göre uluslararası bir üniversite kurma hazırlıklarını başlattı. O zaman bu konuda kendisine yardımcı olanların başında gelen (daha sonra başbakan yardımcısı ve maliye bakanı olan) Enver İbrahim, devlet temsilcisi olarak bu üniversitenin başkanlığı görevini de üstlendi. (Bu görevlerini 1998 yılına kadar sürdüren bu zatın, başbakan yardımcılığından hapishaneye giden süreci birçok kimseyi üzüntüye boğmuş, işin gerçek mahiyetini öğrenmek tarihin hükmüne kalmıştır). İslâm Konferansı Teşkilatı adına kuruluşa katılan ülkeler ise Türkiye, Mısır, Pakistan, Suudi Arabistan, Bengladeş, Libya ve Maldiv oldu. Bu kurum, İslâmî ilimlerle beraber tabiî bilimleri, modern teknolojiyi öğrenerek ideal şekilde yetişen ve yeni nesilleri de böyle yetiştirecek olan. uluslarası bir üniversite düşüncesiyle açılmıştır. 1983 yılında öğretime başlayan bu üniversiteye, Malezya vatandaşlarından olan gayrimüslimlerin de girme haklan bulunmaktadır. Halen sekiz binden fazla öğrencisi olan bu üniversitede 91 ülkeden öğrenci bulunmaktadır. Otuzdan fazla ülkeden de öğretim üyeleri görev yapmaktadır. Öğrencilerin % 80 kadarı Malezya'dandır. Kız öğrenci nisbeti, toplam sayının % 65'i civarındadır. Bu çokluğun, kızların, ortaöğretim basan derecelerinin daha yüksek olmasından ileri geldiği söylenir.
Üniversitenin başlıca fakülteleri şunlardır:
1) İslâmî İlimler ve Beşerî Bilimler Fakültesi. En büyük ve temel bir fakülte olup şu bölümleri bulunmaktadır:
Kur'an ve Sünnet Bölümü,
Fıkıh ve Usul-i Fıkıh Bölümü,
Usulu'ddin Bölümü,
Gene! İslâmî incelemeler Bölümü,
Tarih ve Medeniyet Bölümü,
Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü,
Felsefe Bölümü,
Sosyoloji Bölümü,
Psikoloji Bölümü, iletişim Bölümü,
Siyasî Bilimler Bölümü,
İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü.
2)Hukuk Fakültesi
3)İktisat ve İşletme Fakültesi
4)Tıp Fakültesi
5)Mühendislik Fakültesi
6)Eğitim Fakültesi.
7)Mimarlık ve Güzel Sanatlar Fakültesi.
Üniversitede öğretim dilleri Arapça ve İngilizce dir.
Öğrenciler derslerin %60'mı İngilizce, %40'ını ise Arapça alma durumundadırlar. Asıl ihtisası dinî ilimler olan öğrenciler ise derslerin % 40'ını İngilizce olarak alırlar.
Bu üniversitede asıl ve talî olmak üzere çift ihtisas esası uygulanmaktadır. Mesela iletişimi asıl ihtisas seçen öğrenci Usulu'ddin veya İslâm Tebliği bölümünü de tali ihtisas olarak seçer. Asıl bölümü İktisat olan öğrenci, tali İhtisas olarak fıkıh bölümünü seçer. Asıl bölümü Kur'ân ve sünnet olan. tali olarak mesela sosyoloji veya felsefe bölümünü seçer. Yeni gelen öğrenci bu dillerden yapılan yüksek seviyedeki muafiyet imtihanını kazanırsa, doğrudan fakülteye kayıt yaptırıp dersleri almaya başlar. Aksi halde bir yıllığına İngilizce ve Arapça hazırlık eğitimine başlar. İdeal seviyede olmasa da, modern metodlarla, öğrencilerin bir yılda dersleri takip edecek düzeyde dil öğrendikleri görülmektedir. Hazırlık öğretimindeki hocalar ya anadili o dil olanlardan, yahut o dilin konuşulduğu ülkede öğrenimini yapmış olan hocalardan seçilmektedir. Üniversitenin henüz yeni yerleştiği ve yıllardan beri hazırlanan Gombak semtindeki kampus, geniş bir üniversite sitesidir. Öğretim ve yönetimle ilgili binalardan başka erkek ve kız öğrenciler için öğrenci yurt binalan, her türlü sosyal ihtiyaçları karşılayan binalar mevcuttur. Öğretim paralı olup, her sömestr için lisans döneminde 2.000, yüksek lisansta ise 2.500 USD öğretim masrafı alınır. Kurulmuş olan öğrenci fonu aracılığı İle, İslâm dünyasının çeşitli yerlerinden özellikle Suudi Arabistan, Kuveyt. Libya gibi ülkelerden burslar teinin edilir. Öğrencilerin hemen tamamına ihtiyaç ve basan esasına göre burs verilmekte ve başarılarına göre devam ettirilmektedir. Burs miktarı ancak kanaat ve tasarrufla yetecek kadardır. Yurtlarda kalma ücretsizdir. Ödev ve tezleri yazma imkanı veren bilgisayar laboratuvarları, internet merkezi mevcuttur. Açık raf sistemi ile çalışan merkezi kütüphane haftanın bütün günleri saat 08.00 - 24.00 arasında hizmet vermektedir. Öğrenciler dışarıya da kitap ödünç alabilmektedirler. Dersler kredi usulü ile alınmaktadır. Hulasa üniversite, Amerika'daki seçkin üniversitelerdeki sistemi basan ile uygulamaktadır. Sadece imtihan sistemini zikredelim: Bütün derslerin imtihanları, merkezî bir kurul tarafından planlanır. Kredi usulü uygulandığından, her öğrenci İçin adeta ayrı bir imtihan programı hazırlanır. Nitekim her öğrencinin kendi adına çıkarılıp bilgisayarda basılmış kişisel programda, dönem boyunca aldığı her dersin sınav kodu. seksiyonu, günü, saati, süresi, salonu, orada oturacağı sandalye numarası, sınav kuralları ve her türlü bilgi yer alır. Üniversite dışından imtihanla görevlendirilmiş kimseler kimlik kontrolü, salondaki diğer hazırlıklar, öğrencilere cevap defterlerinin dağıtımı, defterin kapağında imtihanla ilgili bilgilerin ve öğrencilerin isimlerinin yer aldığı ve kesilip imtihan kuruluna teslim edilecek kısmın toplanması gibi detayları dakik bir şekilde gerçekleştirir, tutanakların hazırlanmasında yardımcı olurlar. Salon başkanlarından başka, onların üzerindeki sınav şefi olarak tayin edilmiş öğretim üyeleri de gezip kontrol ederler. Neticede toplanan cevap defterleri, isimsiz ve sadece öğrencinin kod numarası olarak dersi okutan hocaya teslim edilir ve iki gün sonra neticeyi vermesi istenir. Hasılı, bizde ancak yılda bir defa, üniversiteye girişlerdeki ÖSS sınavındaki mükemmel nizamın, burada her dönemde yüzlerce imtihanda uygulandığını görmekteyiz. Hocaların verdiği ders saati (haftada ortalama on saat) miktarında öğrenci ile haftalık görüşme saatleri ayırması ve bunu kapısındaki panoda ilân etmesi istenir. Programın bir suretini de bölüm başkanlığı ister. Bölümlerde ders verme dışında hocalar çeşitli ilmî faaliyetlerde bulunurlar: İlmî araştırma komisyonu, yüksek lisans komisyonu, imtihan komisyonu, sosyal münasebetler komisyonu, ilmî toplantılar komisyonu gibi kurullarda görev alıp her ay yapılan bölüm genel kurulunda bu komisyon başkanları, faaliyetlerini yazılı olarak takdim ederler. Öğrencilerin kültürel, sosyal, bilimsel, sportif ve sanatla ilgili çok sayıda dernek ve kulüpleri olup bunlar yoğun faaliyetler düzenlerler.
İslâm ülkelerinin bazılarının müşterek bir teşebbüsü olmakla birlikte, bu uluslararası üniversitenin malî yükü. neticede Malezya devletinin üstüne kalmıştır. Fakat Malezya, bu büyük eğitim ve öğretini müessesesinin, birçok ülke ve milletlerle köprüler kurmaya vesile teşkil edeceğinin farkındadır. Onun için, devlet bu kuruma, elinden gelen imkânları seferber etmekten geri durmamaktadır. Kurulduğu ilk dönemde, Malezya'daki diğer üniversiteler ve Malezya kamuoyu, bilimsel seviyesi konusunda tereddüt göstermiş. Fakat son yıllarda bu üniversitenin mezunları, özellikle iktisat ve isletme, iletişim bölümlerinde, iş bulmada ön sıralara yükselmişler. Mezunların İngilizce ve Arapça gibi en yaygın iki dili bilmeleri kadar, iyi bir eğitim almaları ve güven vermelerinin de, işverenlerin bu tercihlerini etkilediği düşünülebilir. Diğer üniversiteler ise Malezya dili ile öğretim yapmaktadır. Fakat üniversitenin kendisini iyice kabul ettirebilmesi için, daha fazla zamana ihtiyaç vardır. Bu üniversitenin öğretim kadrosunun ekserisi, Malezya dışından gelmektedir. Zannımca Malezyalıların ekseriyeti teşkil etmeleri daha iyi olur. Zira onlar, devamlı kadroyu teşkil ettiklerinden kuruma daha iyi sahip çıkarlar. Fakat dışarıdan gelen katkıların da devam etmesi şarttır. Ancak bu sayede, mahallî olmak dezavantajından kurtulmak mümkün olur, başka yerlerdeki tecrübeler ve güzellikler aktarılabilir. Bu avantajdan vazgeçilmesi düşünülemez. Tabiatıyla, seçimin isabetli olması, oldukça önemlidir. Bu seçim, öğretim üyeleri bakımından olduğu kadar, öğrenciler bakımından da o-nem arz etmekledir. Eğer objektif bilimsel kıstaslar korunanı az s a, üniversite güçlenemez.
Söz buraya gelmişken, bu üniversitede okuyan Türk öğrencilerin hayatî bir meselesine değinmeden geçemeyiz. 1997 yılından beri YÖK bu üniversiteden alınan diplomaların denkliğini onaylamıyor. Bu yüzden, daha önce yetmiş kadar olan Türk öğrenci sayısı, birdenbire düşmüş. İki seneden beri yeni kayıl yok gibi bir şey. Bir kısım öğrenciler ayrılıp başka yerlere gitmeye teşebbüs etmişler. Geriye kalan on civarındaki öğrenci de mezun olup ayrılınca, bu önemli kurumda Türkiye'den eser kalmayacak. Umarız ki, muhtemelen acele ile verilmiş karar, bilimsel yönden daha detaylı olarak yeniden gözden geçirilir. Toptan red yerine, vazgeçilmez eksik dersler varsa onlar belirtilir ve telafi cihetine gidilir. Yoksa, yurt dışındaki bazı zayıf kurumlara denklik verilirken bu üniversiteye verilmemesi, İlgilileri İkna etmekten uzak kalacaktır. Bu konuda, devamlı surette, hem öğretim üyeleri hem de öğrenciler tarafından sorulara muhatap oluyoruz ve izah etmekten aciz kalıyoruz. Unutmamak gerekir ki bu kabil meseleler, küçülmüş dünyamızda uluslararası platformlarda çok geçmeden aleyhte bir kamuoyu oluşmasına yol açmakta ve ilgili veya İlgisiz başka konulara da sıçratılmaktadır. Dinî konulardaki bazı uygulamalar, başörtülü öğrencilere yapılan muameleler, İmam Hatip Liseleri konusundaki olumsuz tavırlar zihinlerde irtibatlarıdır! linç a, aslında makul düşünen bazı üniversite profesörlerini, meselâ PKK konusunda, yanlış ve haksız değerlendirmelere sevk edebiliyor. Mesela Apo'nun Kürt asıllı halkın lideri değil, terörist başı olduğunu anlatıyoruz, ama kabulde zorlanıyorlar. Çünkü başka odakların da etkisi altında bulunuyorlar. Malezya devlet televizyonu bile, PKK ve Öcalan meselesini terör olarak değil, etnik bir mesele şeklinde ele alıyor. "Bunların ne düşündüğü önemli değil, b/z bildiğimizi yaparız" dernek kolay. Ama bu insanlar, ülkelerinde ve dünyada kamuoyu oluşmasında katkısı olan kişiler. Makul ve dost olanları bile kazanamayan bir dava, muarızları zaten inandıramaz. Bu vesile ile bu üniversitede son 7-8 yıl zarfında çalışmalar yapmış birçok profesör hocalarımızı da hatırlıyoruz. Ahmed Davudoğlu, Sabri Orman, Mehmed Maksudoğlu, Hulusi Yavuz, Faruk Beşer, Yunus Vehbi Yavuz, Bedrettin Cet iner, Ahmed Turan Aslan ve en son ayrılan Cüneyt Eren ile İbrahim Kafi Dönmez bu hocalarımızdandır. Bazı hocalarımız ise, yine İslâm Üniversitesi'ne bağlı yüksek bir enstitü olan İslâm Düşünce ve Medeniyeti (ISTAC) bünyesinde seminerler vermiş, master ve doktora tezleri yönetmişlerdir; Alparslan Açıkgenç, Mehmet İpşirli, Murat Masalcı, Cemil Akdoğan, Bilal Kuşpınar, Teoman Duralı, AH Şafak bunlardandır. Uluslararası düzeyde kendilerini kabul ettirmiş bu hocalarımız güzel intibalar bırakmış olup kendileriyle iftihar etmekteyiz. Önümüzdeki seneye Türk hocalardan sadece Selahattin Eroğlu, Ali Uğur ve ben kalacağız. Esasen devlet olarak kurucuları arasında yer aldığımız ve halen Türk Büyükelçisinin, Mütevelli Heyetinde Türkiye'yi temsil etliği ve bunca ilim adamımızın ders verdiği bu üniversitemiz hakkında daha ihtimamlı olmamız, elbette yerinde ve gerekli bir iştir. Son olarak şu dua ve temenni ile bitirelim: Malezya güzel bir ülke, Malezya Müslümanları güzel insanlar M.Ü İslâm Üniversitesi dikkate değer bir tecrübe. Cenâb-ı Allah, başarılarının artarak devamını nasip etsin.
.
Âyetlerin Tertibinde Oryantalist Şüphesi
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Bana zor gelen işlerden biri de, bedihi gerçekler hakkında yazmak veya konuşmaktır. Sıradan Müslümanların dahi bildiği malûmatı tekrarlamak, elbette söz israfıdır. Ama kesin gerçeklere itiraz ederek kendilerine yer açmak ve adlarını duyurmak isteyen ilim ehli geçinen kimselerden birileri çıkıp o konuları kurcalayan makaleler yayınlayıp halkımızın fikirlerini karıştırmaya çalışınca, ister istemez, okuyucuları aydınlatmak da bir görev olmaktadır. Kur ân-ı Kerîm metninin Allah Tealâ tarafından Peygamberimiz e (s.a.s.) vahyedildiği gibi hiçbir değişikliğe uğramaksızın günümüze kadar intikal etmiş olması bu gerçeklerden biridir. Buna rağmen, Kur ân ın cem i, tertibi gibi konularda, yanlışlarla dolu ve kesin gerçeklere zıt iddialar ihtiva eden bazı yazılar kaleme alınabilmektedir. Biz bu yazımızda, sadece, Kur ân-ı Kerîm in âyetlerinin tertibinin tevkifi olması konusu üzerinde duracağız. Müslümanlar sahabe döneminden beri inanmaktadırlar ki, her yeni vahiy geldiğinde Cebrail (a.s.) gelen âyetlerin Kur ân ın hangi sûresinin neresine dahil olduğunu Hz. Peygamber e bildiriyor, o da, vahiy kâtiplerine buna göre kaydettiriyordu. Dolayısıyla, âyetlerin sûrelerdeki yerleri kesindir. Peygamber Efendimiz, namazlarda, her Ramazan da gerçekleştirdiği arz larda (mukabelede) hep bu tertib ile okuduğu gibi, ondan sonra da sahabe ve tabiîn ve daha sonraki nesiller de böyle okumuşlardır. Bu, sadece bir iman mevzuu değil, aynı zamanda Müslümanların ilmî bir mesele olarak da ispatladıkları bir gerçektir.
Kur ân metninin doğruluğunun herkesin görebileceği delili şudur: Müslümanlar arasında mezhep farklılıkları sahabe döneminden itibaren başlamış ve sonra şiddetli bölünmeler devam etmiştir. Fırkalar, farklılıklarını Kur ân âyetlerinin yorumuna dayandırmaktadırlar. Bu da kolay olmadığından, çoğu zaman hayli zorlanmaktadırlar. Eğer metin kesin olmasaydı, sadece bir kelime eklemek veya çıkarmak, hattâ telâffuz ve okuyuş farkı ortaya koymak suretiyle görüşlerini Kur ân a dahil edebilirlerdi. Böylece çok rahat eder, görüşlerini belgelemiş olurlardı. Fakat metnin hiçbir değişikliğe uğramadığını Şi a, Havariç, Mu tezile gibi fırkalar kabule mecbur olduklarından, tenzile söz söyleyemeyen fırkalar tevile başvurmuşlar, Kur ân ın metnine dair en ufak bir tenkit iddia edememişlerdir. Ta ki son dönemde Batılı bazı oryantalistler İslâm ı incelemeye teşebbüs edinceye kadar. Bu müsteşriklerin de çoğu Kur ân metni hakkında böyle bir iddiaya girişmemiş, Müslümanların bildiği Mushaf-ı Şerif i incelemelerinde temel metin olarak kabul etmişlerdir. Onlardan bir kısmı ise, ya maksatlı olarak Müslümanlara Kur ân hakkında şüphe vermek için, yahut kendi sınırlı akıllarına göre hareket edip yanlışa düştükleri için bu kabil iddialara girişmişlerdir. İşin esef edilecek tarafı şudur ki, bazı Müslüman ilâhiyatçılar, onların iddialarından haberdar olunca, önemli bir keşifte bulunmuş gibi, bunları aktarmaya başlamış, orijinal görünmek için de, nereden aldıklarını söylememişlerdir. Böylece dinlerini harap ettikleri gibi, dünyalarını da bozmuşlar, kendilerini bilim hırsızı durumuna düşürmüşlerdir. Çok isterdik ve yine de istiyoruz ki, böyle yapan arkadaşlarımız, düştükleri yanlış yoldan dönüş yapsın ve emeklerini, Müslümanların muhtaç oldukları çalışmalarda değerlendirsinler. Zira meşru çerçevede yapılacak çok iş vardır. Imam Şafiî nin (r.a.) dediği gibi, selef öyle iyi niyetli kimselerdir ki, daha sonraki nesillere hizmet bırakmak için, her şeyi kendileri yapmaya kalkmamış, bize de yapacak işler bırakmışlardır. Kem tereke l-evvel li l-ahir (Öncekiler, sonrakilere o kadar çok şey bıraktı ki, saymaya gelmez) sözü Müslümanlar arasında darb-ı mesel olmuştur. Yeter ki tövbe edip, ihlâs ile, safi bir göِnül ile Hakk a yöِnelmesini bilelim.
Yukarda sözünü ettiğimiz müddeiler, kendilerince takdim ve tehire uğradıklarını iddia ettikleri âyetlerle ilgili olarak, Kur ân ın beş yerinde âyetlerin yerlerinin değiştirildiğini ileri sürmektedirler. Bunları biz de o sıra ile inceleyip, hem söz konusu müddeilerin oryantalistleri kopye etmekten başka bir şey yapmadıklarını, hem de meselenin onların iddia ettiği gibi olmadığını ortaya koyacağız.
Birinci örnek:
Bu kısım, kıble hakkındaki âyetlerle ilgili olup, Bakara sûresinin 115, 142, 143 ve 144. âyetlerini ele almaktadır. İddiaya göre bu âyetlerin yerleri değiştirilmiş olup, yapılması gereken sıralama 143-115-144-142 şeklinde olmalıdır. Önce, bir önceki âyetle beraber 115. âyetin meâlini verip, aralarında münasebet olup olmadığını görelim:
114- Allah ın mescitlerinde Allah ın adının anılmasını engelleyip onların ıssız ve harap hâle gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Bunlar oralara ancak korka korka girebilirler. Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır.
115- Doğu da, batı da Allah ındır. Hangi tarafa dönerseniz orada Allah a ibadet ciheti vardır. Muhakkak ki Allah ın lütfu ve rahmeti geniştir, ilmi her şeyi kuşatır.1
Bütün müfessirlerin, bu âyetin ِöncesi ve sonrası ile hiçbir anlam bağlantısının olmadığını söyledikleri iddia olunmaktadır. Evvelâ, bu tesbit doğru değildir. Meselâ Tefsir-i Kebir de, başka münasebet cihetleri arasında, şu münasebetin nakledildiğini görüyoruz: Bir önceki 114. âyet mescitlerden bahsediyor. Bu âyet, şunu demek istiyor: Allah ın mescitlerini tahrib edenlerin tahribi sizi, Allah ın yeryüzünün neresinde olursanız olun, Allah ı zikretmekten alıkoymasın. Çünkü doğu da, batı da, bütün yönler de Allah ındır. 2 Bu âyetin kıble hakkında olmadığını düşünen tefsire göre ise, şöyle bir irtibat kurulduğunu nakl eder: Âyetin mânâsı şudur: İçlerinde ismimin anılmasına mani olmaları ve onların harab edilmesine gayret etmeleri sebebiyle, mescitlerime engel çıkararak zalim olan şu kimseler için şöyle şöyle cezalar vardır. Hem onlar Benden ve Benim hükümranlığımdan kaçarak nereye yönelirlerse yönelsinler, muhakkak Benim hükümranlığım onların yakasına yapışacak ve Benim kudretim onları aşacaktır. Ben onları bilirim, oldukları yer Bana gizli değildir. 3 Elmalılı M. Hamdi, şöyle irtibat kurmaktadır: O mescitlerden men edilen ve Allah a cidden ibadet etmek isteyenler asla ye se kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescitlerde ibadet etmekten engellendik diye Allah tan ve Allah a ibadetten vazgeçmemelidirler. Çünkü ve lillâhi l-maşrıku ve l-mağrib, sadece o mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün yönleri ve bütün istikametleriyle bütün yer küresi Allah ındır. Şu hâlde her nereye dönerseniz dönünüz, orada Allah a çıkan bir yöِn, bir cihet vardır. Allah ın bir mekânı yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün yönler, bütün cihetler O nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte bulunmak zaruri değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta zaruret hâlinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah ın rızasına erilebilir. 4
Sadece bu iki tefsirden naklettiğimiz bu mütalâalar, âyetin gayet yerli yerinde olduğunu ve müfessirlerin bunu belirttiklerini göstermeye kâfidir. Hâl böyle iken, hemen hemen bütün müfessirler bu âyetin öncesi ve sonrası ile hiçbir anlam bağlantısı olmadığını söylemişlerdir. demek, kesin olarak yanlıştır.
Kısaca değinmekte fayda olan bir başka konu şudur: Resûlullah ın, Mekke den Medine ye hicret edince, oradaki Yahudilerin gönüllerini kazanmak içtihadı ve maksadıyla namazlarda yönünü Ka beden Kudüs e çevirdiği iddia edilmektedir. Âlimler arasında bu değişikliğin içtihadi olduğunu söyleyenler olmuşsa da, tercihe değer olan, vahiyle gelen ilâhi emre dayandığıdır. Böyle önemli bir meselenin içtihada bırakılacağı düşünülemez. Bu iş, Hz. Peygamber in içtihadı ile olsaydı, yine içtihadı ile Kâbe ye dönebilirdi. Bu hususta vahyi beklemesi, önceki kıblenin de, yani Kudüs ü kıble edinmesinin de vahye dayandığını açıkça gösterir. Kur ân ın vahiy eseri olduğunu kabul etmeyen müsteşriklerin hemen hepsi, O nun Yahudileri memnun etmek için böyle yaptığını vurgularlar. Bu yorum, onların iddialarına delil vermek olur. Meselâ Wensinck, şöyle der: Bu kıble (yani Kudüs teki Mescid-i Aksa) 16 veya 17 ay boyunca Müslümanların kıblesi olarak devam etti. Fakat Muhammed, İsrail Oğulları nı kendi tarafına çekmekten ümidini kesince, o kıbleyi bıraktı. 5
Yukarıda geçen 115. âyetin, Kur ân daki mevcut yerinden alınıp, 143. âyetten sonra yerleştirilmesi gerektiği; bu âyetin, bulunduğu yere bir şekilde karışmış olduğu ve bu karışmayı izah edebilmek imkânımızın bulunmadığı bir diğer iddia olarak karşımıza çıkmaktadır. Âyetin karıştığı yok, karışan, böyle iddia ortaya atanların kafalarıdır. Kafa karıştıranlar, bazı müsteşriklerdir. Ama R. Blachére bile, âyete başka bir yer göstermek yerine, onun Medine değil de Mekke dönemine ait olmasını teklif etmekle yetinir. O, şöyle der: Âyetin ikinci yorumu şöyledir: Bu âyet, kıble konusu ile ilgili olmayıp, Allah ın her yerde hazır ve nâzır olduğunu vurgulamak istemektedir. Şayet bu yorum isabetli ise †ki müteakip 116. âyet de bunu teyid etmektedir†bu âyet, Medine değil de Mekke dönemine ait olmalıdır. Nitekim âyette sözün akışı ve Mekke devrinin özelliklerini taşıması da bunu göstermektedir. Şunu da ilâve edelim: Bu âyet kıble meselesi ile ilişkilendirilse dahi bu, yine âyetin Medine dönemine ait olmasını gerektirmez. Zira Mekke de nazil olmuş olarak şu mânâyı ifade eder: Kıble, münhasıran Kâbe değildir. Başka cihetler, özellikle Kudüs de kıble olabilir. 6
Bu vesile ile, âyetler arası münasebet konusu üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Münasebet vardır ve aranması makuldür. Fakat bu, birçok durumda, konuya sathi bakanların zannettikleri gibi, bakan her insanın hemen ilk anda görebileceği bir irtibat şeklinde olmayabilir. Evet münasebet makul bir durumdur. Şayet akıllara arz edilecek olursa, akıllar bunu kabul ederler. Ama bu tenasüb, çok çeşitli şekillerden biri ile tezahür edebilir. Bazen âyetlerin başlarında ve sonlarında ortaya çıkar. Bazen bu ikisi, yani başı ile sonu arasında bulunan herhangi bir ortak bağa râci olur: Umum veya husus, aklî veya hissî veya hayalî yahut münasebet türlerinden daha başka bir tarzla olabilir. Yahut zihnî bir telâzüm (gerektirme) ile yani sebep-müsebbep, illet-ma lul veya iki benzer veya iki zıt şey arasındaki vb. münasebetler gibi olabilir. Ya da sadece zihinde (sübjektif) olmayıp, aynı zamanda dış dünyada bulunan (objektif) bir telâzüm şeklinde olabilir. Bu münasebetleri kurmak, kelâmın bir kısmını öbür kısmı ile kenetlemek, böylece irtibatı kuvvetlendirmek olur. Binanın cüzleri birbirine perçinlenmiş sağlam bir yapı hâline gelir. Fahreddin Razi, bunu çok uygulamış ve Kur ân ın beyan güzelliklerinin ekserisi bu münasebetlerde derc edilmiştir demiştir.
Gerçekten âyetler arasındaki irtibat çok çeşitli şekillerde tezahür eder: 1-Münasebet, kelamın son kısmının baş kısmını tamamlaması ile olur.. Yahut te kid, tefsir, i tiraz, teşdid nevilerinden biri ile olur. Bu kısma itiraz eden (yani bu çeşit münasebeti anlamayan) olmamıştır. Bazen bu irtibat aşikâr olmaz. Atf edatı ile ma tuf olursa, aralarında ortak bir özellik bulunur Atf edatı, bu âyetlerdeki hükümleri birbirine rabt eder.
Bazen aradaki münasebet şekli, zıtlık olur: rahmet ve azabın yan yana zikredilmesi gibi. Bazen ma tuf olduğu hâlde irtibat ciheti gizli kalabilir, açıklamaya ihtiyaç duyulur: Terğibin yanında terhibi zikr etmek gibi. Meselâ: Sana hilâlleri sorarlar. De ki: Onlar insanlar için, özellikle hac için vakit ölçüleridir. Evlere arka taraftan girmeniz fazilet değildir. Asıl fazilet, haramlardan sakınan müttaki insanın gösterdiği fazilettir (Bakara/2: 189). âyetinde hilâllerin hükmü ile evlere girme şekli arasındaki münasebeti kurmak zor görünebilir. Oysa, çeşitli şekillerde bir münasebetin olması pekalâ mümkün ve vâkidir. Birincisi: Onlara sanki şöyle denilmiştir: Pek iyi bilirsiniz ki, Allah Tealâ nın bütün yaptıkları hikmetlidir, kullarının faydasınadır. Öyle ise soru sormayı bırakın da, siz asıl kendi yaptıklarınıza, size hiçbir faydası olmayan, -evlere arka taraftan girmek gibi- tuhaf işlerinizi düzeltmeye bakın. 7 Zerkeşî, bunları belirttikten sonra, bu sefer ma tuf olmama durumuna göre açıklamalar yapar. Bu durumda, ortak özelliği gösteren mânevî karineler (mânâ ile ilgili deliller) bulmak mümkündür. Burada çeşitli imkânlar söz konusudur. Birincisi, tanzir dir ki, benzeri benzere ilhak etmektir. Meselâ Enfal 4. ve 5. âyetleri arasında böyle bir durum vardır.8 Maksat şudur: Vaktiyle nasıl ganimetlerin taksimi hususunda senin yaptığından hoşlanmadılarsa, aynı şekilde seninle beraber savaşa çıkmaktan da hoşlanmadılar. 9 Zerkeşi, daha sonra, münasebetin ilk anda görülmediği istitrad (parantez içi) örnekleri verir. Muhatabın dikkatini canlı tutmak için kullanılan intikal üslubundan bahs eder.10 Bu hususlar, âyetler arasındaki münasebetlerin ne kadar çeşitli durumlar ihtiva edebileceğini göstermeye kâfidir. Fakat bunları anlamak, pek çok ilimlerin yanısıra, bilhassa belâgat bilmeyi gerektirir.
İkinci örnek:
Bakara sûresinden 238 ve 239. âyetlerdir. Bundan önceki âyetler aile hukuku, nikâh, boşanma ve mehir konusu ile ilgilidir. Bu bölümün meâlini nakledelim:
238- Namazlara, hele salât-ı vustaya dikkat edin ve kalkın, huşu ile Allah ın divanında durun.
239- Eğer bir korku hâlinde iseniz, yaya veya binek üzerinde namaz kılın. Fakat güvenliğe çıktığınızda, bilmediğiniz şeyleri size öğreten Allah ın size öğrettiği gibi ibadetinizi ifa edin.
Bundan sonraki âyetler de, aile ve miras hukukuna dair bazı hükümler ihtiva eder. İddiaya göre, bu iki âyet, süregelen belli başlı bir konu arasına, hiçbir anlam bağı bulunmaksızın girmiştir. Bu âyetlerin yerlerinin burası olmadığı açıktır.
Blachére de 238. âyet hakkında şöyle diyor: Bu ve müteakip âyet, buraya aykırı düşmektedirler. Beyzavi, Nesefi, kezâ Razi nin, bunların burada yer almalarına dair gösterdikleri sebeplerde sıkıntıya düştükleri görülür. 11 Oysa Razi, önceki kısımla münasebeti şöyle belirtir: Bil ki Allah Tealâ, mükelleflere dini malûmatı beyan edip şeriatının kanunlarını iyiden iyiye izah buyurunca, onlara beş vakit namaza devam etmelerini emretmiştir. Bunun birkaç sebebi vardır:
a) Namazda Kur ân okumak, ayakta durmak (kıyam), rüku, sücud ve huşu mânâları olduğu için namaz, Allah ın heybeti karşısında kalbin hüznünü, insanın yapısında bulunan başkaldırı ve isyanın olmamasını ve Allah ın emirlerine inkiyad edip, O nun nehyettiği şeylerden vazgeçmeyi ifade eder. Nitekim Allah Tealâ, Muhakkak ki namaz, edepsizlikten ve çirkin olan her şeyden insanı korur (Ankebut/29: 45) buyurmuştur.
b) Namaz, kuluna Allah ın rububiyetinin celalini, kulluğun tevazuunu, zilletini, mükâfat ve ceza işlerini hatırlatır. Böylece de kulun Allah a itaati, boyun eğmesi kolaylaşmış olur. İşte bu sebepten dolayı Cenab-ı Hak, Sabır ve namazla yardım isteyin (Bakara/2: 45) buyurmuştur.
c) Nikâh, talâk ve iddet gibi daha önce geçmiş olan hususlar dünyevi işlerle meşgul olmayı ifade ediyordu. Böylece buna Hak Tealâ, âhiret işleri olan namaz mevzuunu eklemiştir.12
Bu münasebetler, belki Blachére i ve müsteşriklerin bizdeki kopyecilerini tatmin etmese de, on beş asırdan beri bütün Müslümanları tatmin etmektedir.
Üçüncü örnek:
Verilen üçüncü öِrnek, Ahzab sûresinin 55. âyeti olup, bu âyetin 59. âyetin peşine yerleştirilmesi gerektiği iddiasıdır. İddiaya göre, güya bu âyetin başındaki Onlara bir günah yoktur (La cünahe aleyhinne) ifadesindeki (aleyhinne) ile işaret edilenlerin kimler olduğu, mevcut Mushaf taki tertipten tam olarak anlaşılmamaktadır. Zamirin, gramer olarak mutlaka bir ism-i zahirden sonra kullanılması gerekir. Aksi durumda anlam vermek güçleşmektedir. M. Esed meâlinde, bu zorluğa dipnotta işaret etmiş ve söz konusu zamirle kasdedilenlerin 53. âyetteki , perde arkasından konuşmaları istenen Hz. Peygamberin eşleri olduğunu söylemiştir. Fakat âyete bu anlamı vermek mümkün değildir.
Önce hemen belirtelim ki, burada bir zorluk söz konusu değildir. İlgili yere bakılırsa, M. Esed den yapılan iktibasın da doğru olmadığı, onun her hangi bir zorluktan bahs etmediğini görürüz.13
Bu âyetten önceki 51, 52 ve 53. âyetlerde Hz. Peygamber in (s.a.s.) hanımlarından bahs edilir. Yalnız mutariza (parantez içi) kabilinden olan pek kısa 54. âyet araya girmekle beraber, aynı kelâm devam ettiğinden, 55. âyetteki zamirin yine ezvac-ı tâhirâta râci olduğu aşikârdır. Şimdi bu bölümdeki âyetlerin meâlini verelim:
53- (...) Sizin, Allah ın Resûlü nü rahatsız etmeniz ve kendisinin vefatından sonra onun eşlerini nikâhlamanız asla helâl değildir. Çünkü bu, Allah katında büyük bir günahtır.
54- Her hangi bir şeyi açığa vursanız da, gizleseniz de bilin ki, Allah her şeyi pek iyi bilir.
55- Onlara; babaları, oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, Müslüman kadınlar ve mâlik oldukları köleler hakkında bir günah yoktur. (Bunlar, onların evlerine gelebilir ve onlarla karşılaşabilirler). Bununla beraber, (ey Peygamber eşleri,) Allah a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah her şeye şahittir.
56- Muhakkak ki Allah ve melekleri, Peygamber e hep salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir içtenlikle selâm verin.
57- Allah ve Resûlü nü çirkin iddia ve davranışlarıyla incitenlere Allah, dünyada da âhirette de lânet etmiş ve onlara zelil eden bir azap hazırlamıştır. (Ahzab/33:52-57)
M. Esed gibi, eski müfessirler de aynı mânâyı vermişlerdir. Meselâ, Bu âyet, öncelikle Hz. Peygamber in hanımları hakkındadır diyen Alûsi nin yaptığı izahlar bu yönde olup, o, Hz. Hafsa, Hz. Aişe gibi hanımların akrabalarını misal verir ve iddia sahiplerinin ilgisiz zannettiği 56. âyetle münasebetini şu şekilde kurar: Bu âyet, bir önceki kelâmın ifade ettiği, Hz. Peygamber in hanımları hakkındaki benzeri görülmemiş üstün bir teşrifin sebebini bildirmek gayesine matuftur. İnne ile te kid, haberin büyük önemine gösterilen ihtimamı ifade eder. Şöyle de denilmiştir: İnne, ‘Acaba bu üstün teşrifin sebebi nedir? mukadder sualine cevap olması içindir. 14
Razi de, 53-56. âyetler arasındaki münasebet hakkında Cenab-ı Hak, mü minlere izin istemelerini emr edip, saygı göstermek maksadıyla Peygamber in hanımlarının yüzlerine bakmamalarını da belirtince, bu saygının tam izahını yapmıştır (...) 15
Bu bölümde sözünü ettiğimiz, Ahzab sûresi 56. âyetin siyak ve sibakıyla münasebeti olmadığı iddiasının da kaynağı yine müsteşriklerdir. Blachére, 55. âyetin de içinde bulunduğu 27-59. âyetlerden müteşekkil kısmın, Kur ân sûrelerinin iniş dönemleriyle ilgili olarak kendinden yaptığı sıralamada II. Bölüm e yerleştirir ve bu kısmın I. ile III. Bölüm arasına sun i olarak derc edildiğini, 63 vd. âyetlerin, çok daha önceki bir âyetin devamı durumunda olduğunu iddia eder.16
Döِrdüncü Örnek:
Âl-i İmran sûresindedir. Önce, bu ilgili bölümdeki âyetlerin meâllerini verelim: 121. âyetten itibaren bu bِölüm, Uhud gazvesi ile ilgili hususlara temas eder ve bu arada Bedir zaferi hatırlatılır.
126- Allah, bu imdadı sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Nusret ve zafer, ancak mutlak galip, tam hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından gelir.
127- Evet, Allah Tealâ, kâfirlerden ileri gelenleri imha etmek veya onları başaşağı getirerek ümitsiz bir hâle düşürmek için size bu imdadı gönderdi.
128- Bu hususta sana ait bir iş yoktur: Allah, ister onlara tövbe nasib edip, kendilerini bağışlar, isterse, nefislerine zulmettikleri için onları cezalandırır.
129- Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. Allah gafurdur, rahimdir.
130- Ey iman edenler! Öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allah a karşı gelmekten sakının ki, felâh bulasınız.
131- Hem, kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten korunun.
132- Allah a ve Resûlü ne itaat edin ki, merhamete nail olasınız.
F. Razi, Kaffal den naklen bu âyetler arasında şöyle bir münasebet kurar: Müşriklerin faiz sebebiyle topladıkları malları ordularına harcamış olmaları cihetiyle de âyetin, kendinden önceki ifadelerle ilgili olması muhtemeldir. Böylece bu durum, Müslümanların, kâfirlerden intikam alabilmek için kendi ordularını güçlendirmek ve bu sebeple daha fazla mal toplamak maksadıyla ribaya (faize) yöِnelmelerine bir sebep ve davet edici olmuştur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hak, tam yerinde olarak, mü minleri bundan nehy etmiştir.17
Elmalılı M. Hamdi ise, 128 ve 129. âyetlerin muhtevalarına dikkat çekerek, 130. âyet ile münasebetlerini şöyle kurar: Şu hâlde bunu iyi bilmeli ve yalnız Allah ın emir ve hakimiyetine iman ve ancak O nun yardımına dayanıp, ona göre sabır ve ittika (gereğine sakınmak) ile ilâhî af ve rahmet yoluna girmeli ve Uhud vak asında olduğu gibi, zarar görmemek için küçük cihaddan önce mü minler büyük cihad olan nefis mücadelesi ile ahlâklarını, toplumlarını, işlerini ve iç durumlarını ıslah ve terbiye etmelidirler. Demek ki, şimdi içe ait ıslahat hususunda dikkat nazarına alınacak mesele, ittika ile ilgili olan iktisadî meseledir. Ve bunun en önemlisi de, faizden kaçınmaktır. Bunda da ilk iş, kat kat artırılmış faizin kaldırılmasıdır (...). 18
Fakat bu münasebeti yerinde bulmayan bazı münasebetsizler, işbu 130. âyeti buradan çıkarıp, Bakara sûresi 275. âyetinin önüne yerleştirmek isterler. Güya onlara göre, söz konusu âyetler, Uhud Savaşı sonrası nâzil olmuştur. Resûlüllah ı ve mü minleri teselli etmektedir. Halbuki hem müfessirlere, hem İslâm hukukçularına göre, faiz ile ilgili âyetler en son nazil olan âyetlerdendir. Bu âyetin de son inen âyetlerden olması gerekir. Bu nedenle faiz âyetinin burada olmaması gerekmektedir. Evet, bu iddiadan yola çıkarak, bu âyetin yerinin, Bakara sûresindeki 275. âyetin önü olması gerektiği ileri sürülmektedir.. Oysa çok iyi bilinmektedir ki, sarhoşluk veren içkiyi yasaklayan, infak ve cihadı emreden hükümler, farklı sûrelerdeki âyetlerle bir tedricilik takip etmiş ve bunlar, Kur ân-ı Kerîm de art arda sıralanmamıştır. Faizi nihai olarak yasaklayan ve faiz yiyenlere şiddetli tehditler ihtiva eden Bakara 275-276. âyetlerinden önce bu âyetin, diğer münasebetlerle birlikte, faizi henüz tamamen değil, kat kat yemeyi yasaklama hükmüyle gelmiş olmasında hiçbir mani yoktur.
Bir mani varsa, o da bazı müsteşriklerin ve onların bazı yerli kopyecilerinin iddialarıdır.
Hulasa:
Kur ân-ı Hakim gibi kutsal bir din kitabının tertibinin, hiçbir değişikliğe uğramadan günümüze kadar ulaştığı, tarihen kesin olan bir gerçektir. Zira, gerek Hz. Peygamber in (s.a.s.) hem hafızalarda ezberletme, hem de yazı ile kaydettirme ve yazılanları mukabele ile kontrol etme şeklinde uyguladığı, gerekse ashabın titizlikle tatbik ettiği bilimsel metod sayesinde, dünyanın birinci derecede güvendiği, ihtilâfsız, ilk günden beri dünyanın her tarafında aynı olan bir Kitaba sahip bulunmaktayız. Bu inanma konusu değil, ilmen ispatlanan bir gerçektir. Mânâ yönünden ise delilimiz şudur: Kur ân ı gönderen Allah Tealâ kesin bir tarzda, Kur ân metnini değiştirilmekten koruyacağını garanti etmiştir: Hiç şüphe yok ki Kur ânı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz iz (Hicr/15:9). Diğer taraftan bilmek gerekir ki, bir metnin dil ve edebiyat yönünden tutarlı olup olmadığı hususunda, birinci derecede merci olacak yetkililer, o dilin sahipleri, o dinin mü minleridir. Hem dil yönünden yabancı, hem din-iman yönünden mahrum ve peşin hükümlü olan ecnebiler değildir. Buna binaen, Müslümanlara yakışan, bu gerçeklerin farkında olup, ecnebileri taklid ederek düştükleri büyük hatadan tövbe etmeleridir. Tevfik Allah tandır.
Dipnotlar
Bakara 114-115. Bu âyete, Nereye dönerseniz dönün, Allahın yönü orasıdır. şeklinde bir meâl verilmektedir ki, Allah hakkında bir yön düşündürecek, Allah ın belli bir yönde olduğu zannını uyandıracak böyle bir meâl doğru değildir.
2Ali İbn Isa dan F. Razi, Tefsir-i Kebir Tercümesi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990, 3, 383-384.
3F. Razi, a.g.e., 3, 381.
4Elmalı lı M. H. Yazır, Hak Dini Kur ân Dili, Bakara 115 tefsirinden sadeleştirilerek, Azim Dağıtım, 1, 394.
5Blachére, Le Coran, II, 768, n. 136.
6R. Blachére, Le Coran , Paris, G.P. Maisonneuve, 1949, II, 760, n.109.
7Zerkeşi, el-Burhan fi ulûmi l-Kur ân, I, 40-41.
8Enfal 4 ve 5. âyetlerinin meâli şöyledir: 4- Işte onlardır gerçek mü minler. Onlara Rab lerinin nezdinde, Cennet te yüksek dereceler, mağfiret ve kıymetli bir nasip vardır 5- Nitekim pek yerinde ve gerekli bir iş için Rabbin seni evinden çıkardığı zaman, mü minlerden bir kısmı bundan hoşlanmamıştı.
9Zerkeşi, a.g.e., I, 47.
10 Zerkeşi a.g..e., I, 50.
11R. Blachére, a.g.e., II, 800.
12Razi, a.g.g.e., 5, 291.
13M. Esed, Kur ân Mesajı, 2, 865.
14Alûsi, Ruhu l-Meânî, 22, 75.
15 Razi, a.g.g.e., 18, 290.
16R. Blachére, a.g.g.e., II, 997.
17 Razi, a.g.g.e., 7, 63.
18Elmalılı M. Hamdi Yazır, a.g.e., 2, 421-422.
.
Camiler Haftası
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Her yıl Ekim ayının ilk haftası Camiler ve Din Görevlileri Haftası olarak kutlanmaktadır. On beş yıl kadar önce bu güzel âdeti başlatan devrin Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. M. Sait Yazıcıoğlu nu şükranla anıyorum. Bu vesile ile Müslümanlar, hayatlarında merkezi bir yerde bulunan cami üzerinde yoğunlaşacak, onun işlevlerini daha etraflı şekilde hatırlayacak, cami ile bütünleşecek, cami görevlilerinin önemini düşünecek, onlardan daha iyi şekilde istifade etme imkânları arayacaklardır. Bu uygulama, Allah ın mescitlerini ancak Allah ı ve ahireti tasdik eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve Allah tan başka kimseden çekinmeyen mü minler bina edip şenlendirir. İşte onlar cennete ve diğer emellerine kavuşmayı umabilirler (Tevbe Sûresi, 18) âyetinin kapsamına girmektedir. Zira âyet metnindeki imar; mescitleri bina etme ve oralarda cemaatle ibadete devam etmek suretiyle şenlendirme olarak tefsir edilmektedir.
Biz de bu vesile ile makalemizin ilk kısmında, bir numune olarak sıradan bir cami vakfiyesi üzerinde durduktan sonra ikinci kısmında camileri şenlendirmenin somut bir örneğini arz edeceğiz. Merhum Sultan 2. Abdülhamid in bakanlarından Mustafa Zihni Paşa 1307/ 1889 tarihli Vakfiyesinde1 şunlara yer vermiştir: Allah Tealâ nın müteaddit nimetlerini zikr edip O na hamd ve şükürde bulunduktan sonra Elçisi Hz. Muhammed (aleyhisselâm) ı çeşitli güzel vasıflarıyla anıp salât-u selâm etmiştir. Âlemin nizamı ve Beni Âdem in düzen içinde devamı, ancak Hz. Peygamberin getirdiği prensipleri uygulamakla devam eder. Ölümden sonra dirilişi müteakip ebedi âlemde kurtuluş ve mutluluğa ermek için de onun gösterdiği yola tabi olmak gerekir. Dünyada hayır olarak ne yapıp gönderirseniz, mutlaka onun mükâfatını âhirette Allah katında bulursunuz. Zira Allah işlediğiniz her şeyi görmektedir (Bakara Sûresi, 110). O gün ne mal, ne mülk, ne evlât insana fayda eder. O gün insana fayda sağlayan tek şey, Allah a teslim ettiği arı duru bir gönül olur (Şuara Sûresi, 88-89) gibi ilâhi buyruklara kulak vermek gerekir. Efendimize tabi olan Ashab-ı Kiram da el-Mer ü tahte zılli sadakatihi (Kişi, işlediği hayırların sayesi altında barınır) mısdakınca mallarını hayır yollarında harcamakta örnek olmuşlardır. Allah onlardan razı olsun. Aklını kullanan her insan, bu dünyanın yerleşme yeri olmayıp bir uğraktan ibaret olduğunu görür. Her kişinin ameli karşılığında rehine tutulduğu (Müddessir, 38 ) ve Eyne l-meferr - ( Kıyame, 10) diye kurtuluş aradığı günde, Allah ın rızasına ve kurtuluşuna vesile olacak âhiret azığını hazırlamak niyetiyle, hâlen Evkaf Bakanı olan Mustafa Zihni Paşa ibn Ahmed Efendi ibn Abdullah Efendi bir kısım mal varlığını vakf etmek istedi.
Mütevelli olarak dersiamdan Abdüllatif ibn Mustafa huzurunda, şer an sahih bir ikrar ile şunları söyledi: Az sonra niteliğini bildireceğim malımı, Allah rızası için, aşağıda bildireceğim şart ile ebedi olarak vakf ediyorum: 4.000 (Dört bin) adet yüzlük Mecidi altını vakf ediyorum. İleride tesis edeceğim müesseseler yapılıncaya kadar bu para, şer i yollarla çalıştırılıp geliri hayır cihetlerine sarf edilecektir. Eğer bu binaları inşa etmeye ömrüm yetmezse, vefatımdan sonra mütevelli olan zat malımın üçte birinden iki bin adet Mecidi altınla münasip bir yerde bir cami-i şerif ve yanında Müslümanların çocukları için bir ilkokul yaptırsın. Vakf etmiş olduğum meblağ ise nemadar akara tebdil edilip, teamüle göre kiraya verilerek onların geliri şöyle tevzi edilsin: Caminin imamı ve okulun muallimi olacak ehil zata aylık 400 (dört yüz) kuruş, müezzine 150 (yüz elli) kuruş, cami ile okulun temizlik ve bakımını yapacak zata 150 (yüz elli) kuruş verilsin. Bu binaların aydınlatma ve temizlik giderleri için aylık 100 (yüz kuruş) sarf edilsin. Gelirin bir kısmı cami ve okul ile diğer akarların tamirinde kullanılsın. Keza gelirden her ay mütevelliye 500 (beş yüz) kuruş tevliyet ücreti verilsin. Artan miktar olursa Hazret-i Hâlid (Eyüp Sultan) türbesi civarındaki Hatuniye Dergâhında senede bir kere mevlid-i şerif masrafları için 1.200 (bin iki yüz) kuruş verilsin. Geri kalan kısımdan Hazret-i Hâlid türbesi dâhilinde her Ramazan, her gün birer cüz olarak, hatm-i şerif yaptırılıp okuyan hafız efendiye 600 (altı yüz) kuruş, türbedarlara ise 100 (yüz) kuruş verilsin. Kalan kısımdan, adı geçen Hatuniye Dergâhı nın tamir ihtiyaçları giderilsin. Gelirin artan kısmı, Ramazan bayramından önce yetim Müslüman çocuklarını giydirmek için kullanılsın.
Ben hayatta olduğum müddetçe, Vakfın yönetimi benim tarafımdan yapılacaktır. Vefatımdan sonra ise evlatlarım, evlatlarımın evlatları tarafından deruhde edilecektir. Neslimden ekber ve erşed (yaşça en büyük ve akılca en olgun) olanı mütevelli olacaktır. Allah göstermesin, neslim tükenirse Hatuniye Dergâhı şeyhi mütevelli olsun. Vakfın muhasebesi, her sene Üsküdar şehrinde ahkâm-ı şer iyyeyi icra ile görevli Kadı yardımcıları tarafından kontrol edilecek, muhasebe harcı olarak 100 (yüz) kuruş verilecektir. Mütevelli, vakfın şartlarının yerine getirilmesi hususunda ihtimam gösterecek, aksi takdirde Allah huzurunda sorumlu olacaktır. Kim bu şartı işittikten sonra değiştirirse, artık vebali değiştirenlerin boynunadır. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. (Bakara Sûresi, 181)
Vakfı yapan Mustafa Zihni Paşa ikrarını böylece tamamladıktan sonra, nükud (para) vakfı Eimme-i selâseye göre geçerli olmadığından, -usulen- geri almak istemiş, fakat Kadı, Hanefi imamlarından İmam Züfer den nakl edilen vakf-ı nükûd ve zımnında olan şürut ve kuyûdun sıhhati mukarrerdir içtihadına dayanarak mahkeme kararı ile vakfı tescil etmiştir.
Vakfiyeden anlaşılan bazı hususları şöylece özetlemekte fayda görüyorum:
İslâm toplumunda hayati bir işlevi olan bu sosyal kurumun, yani vakfın güzelliği ve faydaları akıl ve nakil ile sabittir. Zira vakfeden kişi, varlık ve hayat üzerinde düşündükten sonra hayatın gerçek mahiyetini anlamakta, dinî nasslar da onu kuvvetli bir şekilde fedakârlığa teşvik edip bundan elde edeceği mükâfatı bildirmektedir.
Diğer birçok güzellik gibi vakfın da ilk örneklerini Asr-ı Saadet te bulmaktayız.
Vakıf, çok önemli mal varlığını ebedi olarak kendi mülkünden çıkararak, menfaatini Allah rızası için topluma bırakıp mülkiyetini Allah ın mülkü hükmüne geçirmek itibariyle pek ciddi ve şahsi bir hukuki işlemdir. Onun için mahkemece gerekli inceleme yapıldıktan sonra hâkim huzurunda, vakfı yapan kişi, şahitler, mütevelli gibi bütün tarafların ikrarlarıyla tescil edilmesi gerekir.
Vakfı yapan kişi cami ve okul gibi binaları yapmakla yetinmeyip, onların hizmetlerinin devamını sağlayacak akarlar da bırakmalıdır. Bunların gelirleriyle o kurumlarda görev yapacak uzmanların, diğer personelin maaşları, lojmanları, malzeme giderleri, tamir masrafları bütün ayrıntılarıyla temin edilmelidir.
Mabetlerin yanında eğitim kurumları, sağlık hizmetleri, su ihtiyacını giderme, yoksulların, yetimlerin ihtiyaçlarını karşılama gibi maksatlar birlikte düşünülmektedir.
Vakfın daha dikkatli yönetilmesini sağlamak için, cibilli sahiplenmeyi sağlamak üzere, bu vakfı yapan M. Zihni Paşa idareyi, yaşça en büyük, akıl ve dince en olgun evlada bırakmaktadır.
Mütevellinin, imamın, müezzinin, öğretmenin, kayyımın, temizlikçi personelin, mevlid okuyanların, hatim okuyan hafızların, aydınlatma işini yapanın, muhasebeyi inceleyenlerin, yetim ve yoksulların hakları ayrıntılı olarak kuruşu kuruşuna belirtilip gelir kaynakları da gösterilmiştir. Diğer yönleriyle olduğu gibi bu detaylı işletme özellikleriyle de üstün bir medeniyet kurumu karşısında olduğumuzu düşünmemiz gerekir.
Mustafa Zihni Paşa nın bir başka vakfiyesinden2 onun Selanik valisi iken de ayrıca bir cami, bir okul, lojmanlar, bu hizmetler için akar olmak üzere dükkânlar yaptırıp vakf ettiğini öğrenmekteyiz.
Bir vakfiye örneği göstermek için, bu zâtın İstanbul Erenköy de yaptırdığı Zihni Paşa Camii ile Zihni Paşa İlköğretim Okulu na ait vakfiyeyi3 sadeleştirerek aşağıda iktibas etmekte fayda görüyorum.
Allah a hamd olsun ki, sadaka-yı câriyeyi Cehennem ateşinden kurtuluşa vesile kılmıştır. Salât u selâm, mahşer günü günahkârların şefaatçisi olan Hz. Muhammed Efendimize, hayırlı âl ve ashabına olsun. İmdi: Muteber ve icrası gerekli bu sahih vakfiyede ismi yazılı, hayır ve hasenat sahibi, iyilikleri arzulayan ve Yüce Devletin (Devlet-i Âliye) vezirlerinden hâlen Ticaret ve Nâfia (Bayındırlık) Bakanı †Allah Tealâ onu nimetlerine gark etsin ve her türlü muradına kavuştursun- Mustafa Zihni Paşa hazretleri, Üsküdar şehrine bağlı Sahra-yı Cedit mahallesi civarında bulunan ikametgâhlarında huzurumda akd olunan şer i meclise teşrif edip şunları kesin olarak ikrar etmiştir:
8 Zilhicce 1307 tarihiyle Üsküdar Mahkeme-i Şer iyesinde kayıtlı işbu vakıfnamede yazılı olduğu üzere: halis malımdan ayırarak şer î usule göre vakf ettiğim malım helâl yollarla çalıştırılarak hâsıl olacak kazancın, Cenâb-ı Hakk ın lütfundan temenni ettiğim cami ile mektebin inşasına ve şartlarını belirlemeye kadar, hayır cihetlerine sarf edile. Cami-i şerif ile mektebi kurmaya muvaffak olmamdan sonra, nema getirecek akar satın alarak vakıf şartlarını değiştirme, tebdil etme, azaltma veya çoğaltma, yeni şart koyma veya çıkarma, yönetimimde olmak üzere tayin edip belirlediğim 4.000 (dört bin) adet yüzlük Osmanlı altını vakfımdan 1312 senesinde Selanik valisi bulunduğum sırada Selanik te Yüksek Kale civarında Suluca mahallesi ortasında malum arsayı satın alarak 850 (sekiz yüz elli) yüzlük Osmanlı altını sarfıyla mezkur arsa üzerinde bir cami-i şerif, bir ilkokul, bir imam lojmanı ve cemaat-i müslimînin abdest almaları için bir masura su ile musluklu bir şadırvan yaptırıp 350 (üç yüz elli) yüzlük Osmanlı altını bedelinde, adı geçen şehrin çarşısında İskele caddesinde bir dükkanı mezkur vakfım için satın alarak vakfiyet üzere tescil edip böylece mezkur cami-i şerif, mektep, meşruta hane ve şadırvanı ile beraber suyun ve binaların bulunduğu arsanın ve mezkur dükkanın vakfiyetini adı geçen şehrin Mahkeme-i Şer iyesinde şer î usul ile tescil ettirdikten sonra, mezkûr mahkemece kayıtlı işbu vakıfnameyi alarak, 1320 senesinde de vakf ettiğim mezkur altınlarımdan 500 (beş yüz) adet yüzlük Osmanlı altını bedel ile Şehir Emanetine (Belediyesine) mülhak Kartal ilçesine bağlı Erenköyü Şimendüfer İstasyonu civarında Mihrimah Sultan Hazretleri vakfına mukataalı üç dönüm mikdarı arsa ve üzerinde bina edilen, keza mezkur vakfım için üç dükkan satın alarak vakfiyet üzere tasarruf edip Vakıflar İdaresi kalemince bana verilen elimdeki ilmuhaberde yazılı olduğu üzere, usulüne uygun olarak işaret edilen Sultan vakfı için yıllık 159 kuruş bedel-i mukataaya bağlandıktan sonra, vakfettiğim altınlardan kalan 2.300 (iki bin üç yüz) adet yüzlük Osmanlı altınına helâl malımdan ifraz ederek ilâve ettiğim ve vakfiyet üzere tescil ettirdiğim 1.000 (bin) adet yüzlük Osmanlı altını ki toplam 3.300 (üç bin üç yüz) adet yüzlük Osmanlı altınından 3.000 (üç bin) adet yüzlük Osmanlı altını sarf ederek mezkur arsa üzerinde bir cami-i şerif ve doğusunda ilk ve orta okul inşa ettirip içlerinde namazı eda ve çocukları okutma izni verilerek Allah ın lütfu ile buna muvaffak olduktan sonra, camiin batı tarafında da mezkur vakfımın akarı olmak üzere başka üç dükkan daha ve geri kalan 300 (üç yüz) adet yüzlük Osmanlı altını ile de mezkur arsa yakınında Altın Tarla diye bilinen yerin bitişiğinde satın aldığım sınırları belli arsa üzerinde imam ve müezzin lojmanı olmak üzere iki bina inşa edip vakfiyet üzere tescil ettirerek, böylece mezkur arsalar, üzerlerinde bina edilen cami-i şerif ve mekteb-i münif, altı dükkan, imam ve müezzin meşruta hanelerinden her biri şer î usule uygun olarak vakf ve tescil ettirilerek Allah rızası için vakf edilen, daha önce adı geçen Selanik teki dükkan ile, az önce geçen Erenköyü cami-i şerifi alanında bulunan dükkanlar, ehil ve erbabı tarafından kiraya verilip gelirlerinden aylık 100 (yüz) kuruş Selanik Cami-i şerifinin imam-hatibine, aylık 75 (yetmiş beş) kuruş müezzin-kayyımına, aylık 40 (kırk) kuruş mezkur cami ile minaresinin aydınlatılması için yağ ve mum bedeliyle başka müteferrik masraflara, ve aylık 100 (yüz) kuruş mektep öğretmenine verile.
Ve aylık 400 (dört yüz) kuruş adı geçen Erenköyündeki Cami-i şerifin imam-hatibine, aylık 200 (iki yüz) kuruş müezzin-kayyımına, aylık 100 (yüz) kuruş müezzin-kayyım yardımcısına ve aylık 50 şer kuruştan toplam 100 (yüz) kuruş Cuma namazından önce mahfelde devirhan olan imam ile müezzine, aylık 50 (elli) kuruş mezkûr Cami-i Şerif alanında bulunan tulumbadan, abdesthaneler ile şadırvanın mahzenine yeterli miktarda su çekene ve abdesthaneleri temizleyip kandil yakan müezzin-kayyım yardımcısına verile ve aylık 80 (seksen) kuruş yatsı ve sabah vakitlerinde mutad olarak minaresinin Ramazan geceleri ile diğer mübarek gecelerde aydınlatılması ve diğer müteferrik ihtiyaçlarına sarf oluna.
Ve yıllık 400 er kuruş sarf edilerek her Rebiülevvel ayının on ikinci günü öğleden sonra mezkûr Erenköy Cami-i Şerifi nde ve gecesi de Eyüb de Gümüşsuyu civarında Hatuniye dergâhında menkıbe-i vilâdet-i Nebeviye (mevlid) okutturula. Ve yıllık 300 (üç yüz) kuruş ile Ashab-ı Kiramın büyüklerinden seyyidina Ebu Eyyub Hâlid (radıyallahu teala anhu) hazretleri Cami-i Şerifinde her sene Ramazan-ı Şerifte ikindiden sonra birer cüz Kur ân-ı Kerim tilavetiyle hatm-i şerif ettirile. Ve yıllık 159 (yüzelli dokuz) kuruş Mihrimah Sultan Hazretleri vakfına mezkûr mukataa bedeli verile.
Ve mezkûr bu vakfımın yönetimi, ben hayatta olduğum müddetçe benim tarafımdan, Allah ın emriyle vefatımdan sonra ise evlatlarım ve evlatlarımın evlatları ve peş peşe evlatlarımın evlatlarının evlatlarından yaşça en büyük, en olgun ve en dindarı mütevelli ola. Ve vakfın gelirinin fazlası mütevellinin elinde korunup her iki cami-i şerif ve mezkûr mekteb-i münif ile mezkûr vakıf akarları dükkânların gerekli tamir ve bakımlarına sarf oluna. Ve vakfın gelirleri ile yapılan masraflarının muhasebesi her sene Üsküdar şehrinde şer i ahkâmı icra etmekle görevli nüvvab-ı kiram efendiler (kadı vekilleri) tarafından tutulup muhasebe gideri ve diğer masraflar için 250 (iki yüz elli) kuruş verile. Ve günlerin ve senelerin geçmesiyle mezkûr şartların yerine getirilmesi imkânsız hâle gelirse mezkûr gelirler Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine deki Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevi) fakirlerine dağıtıla. Ve mezkûr vakfımın mütevellisi zikredilen şartları tamamen ifa etmeye ihtimam göstere. İhtimam göstermediği takdirde, Kıyamet Günü Büyük Mahkemede davacısı olacağımdan Allah katında ve Resûlullah katında mes ul olacaktır diye ifade edip takririni Kim bu vasiyeti işittikten sonra değiştirirse, artık vebali değiştirenlerin boynunadır. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. (Bakara Sûresi, 181) yüce hükmü ile pekiştirip ebedileştirerek tescil ettirdikten sonra, mezkûr vakfiyesinin ekine yazılmasını istediğinden talebini yerine getirmek üzere, mezkûr Vakfiyesine ek olarak ilave ve tescil edilmiştir. 07 Şabanü l-Muazzam 1323 (1904).
Şahitler:
Ziraat bankası mümeyyizlerinden izzetlu Emin Bey,
Haremeyn-i Muhteremeyn payelilerinden faziletlu Abdüllatif Lutfi Efendi hazretleri,
Muhzırbaşı Kamil Efendi ibni Ali,
Üsküdar Mahkeme-i Şer iyyesi Başkâtibi faziletlu Mehmed Nebih Efendi ibni Halil.
Caminin maddi binasının nasıl bir gayretle yapıldığını gördükten ve buna dair vakfiye örneği okuduktan sonra sıra bu hizmetlerden istifade eden insanların yapmaları gereken işe gelmiştir. Bunun tatbiki de mezkûr caminin açılışının yüzüncü yıl dönümü vesilesi ile o cami cemaati tarafından düzenlenen bir ihtifal ile yapılmıştır. Onu anlatan bir yazımı4 burada iktibas etmekle makaleme son vermek istiyorum.
Cami dile gelseydi...
Kutlu doğum, şecere-i mübareke (kutlu ağaç, Nur Sûresi, 35) gibidir, bereketi tükenmez, daima yeni doğuşlara vesile olur. Binlerce doğuşlardan biri de şu oldu: Dikkatimizi mescitlere çekti. Siyer-i seniyyede mescidin büyük bir önemi vardır. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.s.) in hicretten sonra gerçekleştirdiği ilk iki işten biri mescit yapmaya başlama, öbürü ise muâhat, yani ev sahibi Medineli Müslümanlarla Mekke den hicret eden Müslümanları birebir kardeşleştirmesi olmuştu.
Mahallemizdeki Zihni Paşa camiinin bina edilişinin üzerinden yüz yıl geçtiğini hatırladık. Bu yüz sene zarfında on binlerce cemaat bu mabedden gelip geçmiş, orada ibadet etmiş, bitişiğindeki okulda okumuş, çocuklarını okutmuş, şadırvanından, temizlik mahallerinden yararlanmış. Küçük ve münferit cemileler bile teşekkür gerektirir. Böyle külli ve faydası on binlere yönelik devamlı bir ikrama elbette teşekkür edilmeliydi. Böylece bir taraftan bu cami ve okulu yaptıran Mustafa Zihni Paşa yı hayır dua ile anıp, onun örnek hizmeti yeni nesillere tanıtılmış olacak, diğer taraftan bu cami-i şerifte imam, hatip, müezzin, vaiz olarak hizmet etmiş olanlar yad edilecek, keza genelde bütün cemaat, özelde ise toplumda iz bırakanlar anılacak, yeni kuşaklara tanıtılacak, onlara rahmet okunacaktı. Bu anma toplantısı ile yeni nesil tarihiyle bütünleşecek, cemaat arasında da kaynaşma ve cemaat şuuru pekiştirilecekti.
Camiin banisi M. Zihni Paşa hakkında, Sultan Abdülhamid devri Ticaret ve Nafia bakanı olması dışında bilgimiz yoktu. Hatıra gelecek başlıca kaynaklarda onunla ilgili bilgi bulamadık. Bakanlıklar yapmış bariz bir şahsiyet hakkında bile bilgi edinme imkânının zorluğunu görünce, ilim adamlarının yapacağı daha çok görevler olduğunu hatırladık. Dikkatimizi çeken üç hazin husustan biri bu oldu. Bu zat 1838 de İstanbul da doğmuş. Mekteb-i Mearif-i Adliye den mezun olduğu gibi, Bayezid Camii nde de medrese derslerini tamamlamıştır. Sadaret Mektupçusu, Başvekâlet Müsteşarı görevinde bulunduktan sonra 1884 yılında Maliye Bakanı olmuştur. Selanik, Haleb ve Bursa valiliği yapmıştır. Dürüstlüğü ile tanındığından 1908 inkılâbından sonra rütbeleri geri alınmamış, Şûra-yı Devlet (Danıştay) başkanlığına, daha sonra da A yan (Senato) üyeliğine tayin edilmiştir. 1911 de vefat eden Mustafa Zihni Paşa ile hanımının kabirleri caminin bitişiğinde bulunmaktadır. Bunca yüksek makamlarda bulunan M. Zihni Paşa hakkında bildiğimiz bundan ibarettir.
İkinci hazin gerçek ise şudur: Bu zatın soyunun devam ettiği anlaşılıyor, zira Vakfiyede, vakıf hizmetlerinin kendisinden sonra ekber, erşed ve eslah (yaşça en büyük, en olgun ve en dindar) evlâdı tarafından yapılmasını şart koşmuştur. Ama semt sakinleri tarafından onun soyundan bilinen kimsenin olmayışı, gerçekten insanı hüzünlendiriyor. Bunca yüksek makamlar, geniş servet ve hepsinin ötesinde hayırlı hizmetler sahibi bir sülale bile, bir asırdan az bir sürede meçhule gömülebiliyor (Araştırılırsa herhalde torunları bulunabilir, ama maksat, böyle bir ailenin soyunun özel araştırma gerektirmeyecek derecede ortada görünmesini beklediğimizi belirtmektir).
Vakfiyeyi aradık, Ankara da Vakıflar Genel Müdürlüğü nde ona ulaştık. Vakfiyeden şunları öğreniyoruz: M. Zihni nin babası Ahmed Efendi, dedesi ise Abdullah Efendi dir. O, daha önce Evkaf Bakanı iken 1307 de Eyüp Sultan semtinde vakıf kurmuş, yine Selanik Valisi iken 1313 de bu şehrin Suluca mahallesinde bir cami ve ilkokul yaptırıp bunları ve hizmetlerinin devamı için gerekli akarları vakf etmiştir. Mahallemizdeki Erenköyü Camii ni, İbtidai ve Rüşdi (İlk ve orta okul) olarak iki okulu, imam ve müezzin evlerini, akar olarak altı dükkanı da 7 Şaban 1323/1904 tarihinde vakf etmiştir. Vakıf, İslâm da ciddi bir müessesedir. Vakıf insanın, helâlinden kazandığı malının menfaatini insanlara tahsis edip, çıplak mülkiyetini Allah ın mülkü hükmünde kılarak, özel mülkiyete konu olmaktan ebediyen alıkoymaktır. Vakfeden kişi bununla yetinmeyip, o tesisin hizmetlerini devam ettirebilmesi için gerekli geliri sağlayacak akar da vakfeder. Nitekim Mustafa Zihni Paşa Üsküdar Mahkeme-i Şer iyesinde tescil ettirdiği bu vakfiyesinde, caminin imam, hatip, müezzin, kayyım ve bunların yardımcılarının aylık maaş miktarlarından, Cuma namazlarından önce okuyacak devirhanlara, şadırvan mahzenine su çekecek tulumbacılara, abdesthaneleri temizleyecek ve kandilleri yakacak yardımcı personele, Ramazan aylarında hatim okuyacak hafızlara ödenecek miktarlara kadar ayrıntılı biçimde kuruş kuruş zikretmiş, bu giderleri kiralarından karşılamak üzere altı dükkan vakf etmiştir. İhtiyaçtan artan gelirlerin vuku bulacak tamirlere sarf edilmesini şart koşmuştur. Böylece kuruluşu gibi işletilmesi için her türlü masrafın, bizzat vakf eden zat tarafından sağlandığı komple bir hizmet söz konusudur. Maalesef şimdi bütün bunlar muattaldır. Üçüncü hazin gerçek budur.
Kadıköy Müftülüğü ile birlikte cami cemaati olarak sade bir ihtifal programı hazırladık. 9 Mayıs 2004 Pazar günü gerçekleşen anma programını önceden şifahi ve yazılı olarak duyurduk. Hatim okutuldu. Öğle namazına iki saat kala Doç. Dr. Fatih Çollak ve diğer zevat tarafından Kur ân-ı Kerim ve Mevlid kıraat edildi. Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz, caminin 35 yıllık cemaati sıfatıyla yaptığı konuşmada özetle Dinin, insanın ruhunu harekete geçirdiğini, İslâm ın heyecansız olamayacağını, bayrağımızdaki hilalin ( Allah lafzındaki harfler ile hilal deki harflerin aynı olması münasebetiyle) Lafz-ı Celâl in, yıldızın da (genel olarak beş köşeli yıldıza benzer tarzda yazılan) Hz. Muhammed (a.s.) ın isminin sembolü olduğunu vurguladı. Caminin İmam-Hatibi Hafız Cemil Efendi, camiyi yaptıran M. Zihni Paşa nın hayatı hakkında kısa bilgi verdi. Mahalle cemaatinden Prof. Dr. Celal Erbay, Hz. Peygamber i anmanın önemine, Azerbaycan da yakında katıldığı toplantıda 600 kadar gencin nasıl heyecanla kutlu doğum programını izlediklerine değindi. Caminin 50 yıllık cemaatinden Prof. Dr. Osman Öztürk, geçen cemaatten Mahir İz, M. Sami Ramazanoğlu, Müderris Haydar Efendi, Üsküdarlı Ali Efendi, Ömer Kirazoğlu, Necip Fazıl Kısakürek gibi zevatı kısaca yâd edip onlardan ibrete vesile olacak menkıbeler nakl etti. Bu satırların yazarı da mahallemizde ikamet edip oradaki Sahra-yı Cedit kabristanında medfun Elmalılı M. Hamdi Yazır dan, onun en önemli eseri olup TBMM tarafından çıkan karar üzerine yazmış olduğu tefsirin ehemmiyetinden bahsetti. İslâm ın başlattığı vakıf kurumunun ehemmiyetine değindi.
İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, cemaate devamın önemini, İslâm hayatının merkezinde caminin olduğunu, camilerin civarında mezarların bulunmasının pek anlamlı olup bunun, İslâm ın hayat ve ölüm anlayışını sembolize ettiğini, hayat ile ölümün zannedildiği gibi birbirinden uzak değil, bilakis yakın olduklarını, bu âdetin ölümün ürkülecek bir şey olmadığını hatırlattığını dile getirdi. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu Hz. Peygamber (a.s.) a tâbi olmanın gerekliliği, ona salâvat getiren Müslümanın ona bağlılığını vurgulamakla aslında kendi kendisini geliştirdiğini, İslâm ın sevgi dini olduğunu, insanları birbirleriyle kaynaştırdığını ifade etti.
Normal zamanda gelmeyenlerin de özel program vesilesiyle camiye geldikleri görüldü. Cemaat, programı heyecan ve dikkatle, büyük bir ilgi ile izledi. Program kamera ile tespit edildi. Öğle namazından sonra avluda sade bir ikram ile cemaat arasında sohbetle sona erdi.
Yemek esnasında caminin 45 yıllık cemaati sıfatıyla Prof. Dr. Sebahattin Zaim, keza Diyanet İş. Bşk. Ali Bardakoğlu, Mustafa Çağrıcı, Fatih Çollak, Osman Öztürk, Kadıköy Müftüsü Mehmet Aktoprak gibi hocalar, bu kabil anma programlarının hadîste işaret edilen sünneten haseneten 5 kabilinden güzel bir çığır olup yaygınlaştırılmasında fayda gördüklerini belirttiler. Gerçekten bunda hem İslâm, hem de Müslümanlar için hayır vardır.
1 Bu Vakfiye Vakıflar Genel Müdürlüğü nde İstanbul (7) ve 577 no.lu defter, sayfa:5, sıra:4 de kayıtlı Ahmed Efendi oğlu Evkaf nazırı Mustafa Zihni Paşa ya ait 8 Zilhicce 1307 tarihli vakfiyedir.
2 Müceddet Rumeli (3) adlı ve 989 numaralı defter sayfa 81 ve sıra 62 de kayıtlı Ahmed oğlu Selanik Valisi Mustafa Zihni Paşa vakfına ait Selh-i Muharrem 1312 tarihli Vakfiye.
3 Vakıflar Genel Müdürlüğünde İstanbul (7) adlı 577 no.lu defterin sayfa 7 ve sıra 5 de kayıtlı Ahmed Efendi oğlu Ticaret ve Nâfia nazırı Mustafa Zihni Paşa vakfına ait 7 Şaban 1323 (1904) tarihli vakfiye.
4 Zaman Gazetesi, 8 Haziran 2004.
5 Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
Bir kimse Müslümanlar arasında güzel bir çığır açar da o âdet başkaları tarafından da uygulanırsa, onu uygulayanların sevaplarının bir katı †kendilerinin sevaplarında bir eksiklik olmaksızın- o kişiye de verilir. Kötü çığır açan kimseye ise, -onu uygulayanların günahlarından eksilmeksizin- o kötülüğü yapanların günahlarının bir katı kendisine yazılır (Müslim, İlm, 15).
.
Şeytanî Âyetler Safsatası
Prof. Dr. Suat Yıldırım
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ وَلَا نَبِيٍّ إِلَّا إِذَا تَمَنَّى أَلْقَى الشَّيْطَانُ فِي أُمْنِيَّتِهِ فَيَنسَخُ اللَّهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللَّهُ آيَاتِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ .
Senden önce hiç bir resul veya nebî göndermedik ki, halkının hidâyetini umarak gayret gösterdiğinde, şeytan onun temennisi hakkında bir vesvese vererek, ümidini kırmak istemesin. Ama Allah, şeytanın attığı o vesveseyi giderir, sonra da âyetlerini sapasağlam, muhkem kılar. Zira Allah alîmdir, hakîmdir (herşeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir) (Hacc, 22/52).
Bu âyet-i kerime farklı mülahazalara yol açmış ve etrafında bir takım hâdiseler, rivayetler örülmüştür. Şimdi bunları ve meselenin aslını ele alalım:
Temenni nin anlamlarız
Burada en önemli kavram temenni dir. Kelimenin Türkçe mizde de bulunan ilk anlamını esas alırsak âyet şöyle tefsir edilebilir: Her peygamber, kavminin ilahi hidayete tabi olup kötülüklerden kurtulmalarını arzu eder. Şeytan, insanların kalplerine şüphe atarak halkı resullere karşı koymaya çağırır. Yahut resul, kavminin hidayetini temenni edip hırsla çalışırken, şeytan onu ümitsizliğe düşürmek için vesvese verebilir, onu maksadından caydırmaya çalışır. Kur ân-ı Kerim, şeytanlara uyanların yaptıkları işleri bazen şeytanlara izafe eder. Zira sebebiyet münasebeti vardır.
Dine davetinin başlangıcında Peygambere inananlar az, küfür tarafı ise sayı ve maddî imkân bakımından çok güçlü olduğundan şeytan, haklı olanların, sayıca çok olanlar olduğu telkininde bulunur, hattâ "haklı olsa Allah onu üstün kılardı" diye Allah Teâlâ nın da kendi tarafında olduğu vesvesesini verir. Bu durum, bir taraftan müşrikler, bir taraftan mü minler hakkında bir fitne (yani imtihan) olur. Fakat neticede Cenab-ı Allah, sabreden iman ehlini teyid ederek, şeytanların ortaya attıklarını giderip peygamberlerin tebligatının hak ve hakikat olduğunu izhâr eder. Şeytanın ye se düşürmek üzere vesvese verdiği peygamber, ilk anda vesveseye maruz kalsa da, ismet vasfı vesvesenin karşısına çıkar, yani Allah ın verdiği günahtan korunmuşluk vasfı, şeytanın vesvesesini iptal edip boşa çıkarır (M. Tahir İbn Âşur, Tefsiru t-Tahrir, 17/299-300). Allah, müminlerin kalplerinden şeytanın şüphelerini nesh edip, vahdaniyet ve risaletin hakkaniyetini bildiren âyetleri onların kalplerinde muhkem kılar; kâfirler ve münafıklar ise küfür ve şüpheleri içinde kalırlar.
Âyet-i kerime, bu sürecin bütün tevhid tarihinde, istisnasız olarak tekrarlandığını bildirerek Hz. Peygamber i ve müminleri teselli etmektedir (krş. A.H. Aksekili, Hatemu l-Enbiya Hazretlerine İsnad Olunan En Çirkin İftiranın Reddiyesi, s. 61-67; İbn Âşur, 17/300-301).
İlgili âyetlerin mânâsını tevcih hususunda birkaç görüş daha varsa da bu âyetteki umum, talil, risalete hakkını vermek gibi üç husus dikkate alınınca, isabetli tefsirin ancak bunlar olduğu tezahür eder (Aksekili, s.69). Bu izahta ne lisan kaidelerine, ne da itikad esaslarına aykırı bir taraf yoktur. Bu mânâ, zorlamasız, insicamlı olarak âyetin fasih ifadesinden ortaya çıkan mânâ olup, ayrıca bir hikâye uydurmak suretiyle boşluk tamamlama ihtiyacı göstermez (İbn Âşur, 17/303).
Âyette geçen temennî nin ikinci mânâsı okumak tır (İbn Âşur, bu mânâ ve bunun şahidi olarak Hassan ibn Sabit (r.a.) a nisbet edilen beytin ona mensup olduğu hakkında şüphe izhar eder.). Elka bir şeyi elinden atmak demek olup, bozmak kasdıyla halk içine bir şey atmak mânasıyla vesvese hakkındâ istiare olmuştur. Nitekim elkaytü fi hadisi fülanin deyimi, söyleyenin maksadına aykırı olmakla beraber lafzın az çok muhtemel olduğu şeyi sözüne karıştırdım yahut netice itibariyle, söylemediği bir şeyi ona mal ettim demektir. (Hak yolun karşısına çıkanlar, insanları saptırmayı kendilerine iş edinirler, onlar şüpheye uyup, şüphe uyandırmak için çabalar dururlar. Sapkınların kalplerine bunları atanlar (ilka edenler) şeytanlar olduğu için, bu sebebiyyet alâkasından ötürü onların yaptığı iş, şeytanlara izafe edilebilir.)
Meselâ şeytanların kulaklarına üflemeleriyle müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s) Kur ân âyetlerini tebliğ ettikçe, batıl bir şekilde onu redde çalışıyorlardı.
Kur an şirke kaçacak delik bırakmaz
Şimdi meselenin diğer veçhesine geçelim:
Cenab-ı Allah Necm suresinde putları tahkir etmek üzere şöyle buyurur:
أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى {19} وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى {20} أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنثَى {21} تِلْكَ إِذاً قِسْمَةٌ ضِيزَى {22} إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَاؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللَّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ وَلَقَدْ جَاءهُم مِّن رَّبِّهِمُ الْهُدَى {23} أَمْ لِلْإِنسَانِ مَا تَمَنَّى {24} فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى {25} وَكَم مِّن مَّلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئاً إِلَّا مِن بَعْدِ أَن يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَن يَشَاءُ وَيَرْضَى {26} إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَ الْأُنثَى {27} وَمَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئاً {28}.
Baksanıza şu Lat ve Uzza ya; ve üçüncüleri olan öteki (put) Menat a. Demek erkek size, kadın Allah a öyle mi? O halde bu insafsızca bir taksim! Onlar (o putlar) sizin ve babalarınızın (tanrı) diye isimlendirdiğiniz (boş, medlûlsüz) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onların tanrılığı hakkında hiçbir delil indirmemiştir: o putlara tapanlar sırf zanna ve nefislerinin alçak hevesine uyuyorlar. Hâlbuki onlara, Rab leri tarafından yol gösterici gelmiştir. Yoksa her arzu ettiği şey, o insanın kendisinin mi olacaktır? Son da ilk de (âhiret de dünya da) Allah ındır. Göklerde nice melek var ki, onların şefaati hiç bir işe yaramaz, meğer Allah ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin faydası olur). Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adını takıyorlar. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur; sadece zanna uyuyorlar; zan ise hak olan (ilmin) yerini tutmaz (Necm, 53/19-28).
Bu pasaj, putları ve putperestliği tahkir eden, bütünlük arz eden, unsurları arasında kopukluk olmayan insicamlı bir metindir. Kısaca söyleyecek olursak, burada putlar ve putperestler, putların kız suretinde tasvir edildiği de tasrih edilerek, yedi yerde açıkça tahkir edilmiştir, şöyle ki:
1- Efe raeytüm (l) ile yapılan tahkir. Zira bu tabir, peşinden gelen şeyi reddetmek için yapılan bir girizgâhtır.
2- Esmâün semmeytûmûhâ ile, kuru isimler, medlulü olmayan sadece müşriklerin vehimlerinde varlığı bulunan putlar kasdedilir.
3- Allah, onları tanrılaştırmaya hak verdirecek hiçbir delil bildirmemiş, hiç bir yetki vermemiştir.
4- Demek erkek size, kadın Allah a öyle mi? istihzası.
5- Sırf zanna ve alçak hevese uydukları ittihamı.
6- Makbul varlıklar olan meleklerin bile, Allah ın izni olmadıkça, şefaatlerinin fayda vermediği.
7- Meleklerin dişi olduğunu söyleyenlerin ahirete inanmadıkları.
Efe raeytum ile, müşriklerin mabudlarının hakirliği, akidelerinin sakimliği gösteriliyor. Hitap Kureyş e yapılmaktadır. Yani sırf ilahî vahy olan bu kelâmı dinledikten, sahibinizin (arkadaşınızın) miracda gördüklerini duyduktan sonra: Baksanıza şu Lat ve Uzza ya, bir de şu geride üçüncüleri olan Menat a! (Elmalılı H. Yazır, 6/4591) ... Bu beyandan sonra, siz de o taptığınız muhtelif putları ve geriliklerini gördünüz değil mi? Şimdi haber verin bakalım, size erkek O na dişi öyle mi! (Müşrikler putlarına müennes (dişi) isim takarlardı. Onlar putlar, ilâhî kuvvetlerin, melaikenin suretleridir, melâike ise Tanrı nın kızlarıdır, biz onların suretlerini yapıp dişi isimleri vererek onlara perestiş etmekle kendilerini Allah indinde şefaatçi ediniriz sanıyorlardı).
O halde bu, insafsızca bir taksim! (Necm, 22). Allah a çocuk isnat etmek, haddizatında büyük bir zulümdür. Fakat müşrikler, kendilerinin kız babası olmalarını eksiklik sayarak, kız istemedikleri, hattâ onları öldürdükleri halde, kızları Allah a tahsis etmekle, kendi vicdanlarına karşı, tazim eylemek istedikleri Mabud u tahkir etmiş, Ona karşı büyük haksızlık etmiş oluyorlardı. (Taberî, 27/58; Elmalılı, 6/4596). Mezkur hususlar putları açıkça tahkir etmesine rağmen, uydurma bir rivayet 20. âyetten sonra Ve tilke l-garaniqu l-ula, ve inne şefaatahünne le-turteca (Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur) sözünün yer aldığını öne sürer.
Aslında ilgisi olmadığı halde, Garanîk meselesi ile ilgisi kurulan sahih bir rivayet vardır. Buharî de İbn Abbas (r.a) ın şöyle dediği nakledilir: Necm suresini okuyunca Hz. Peygamber (s.a.s.) secde etti, onunla beraber Müslümanlar ve müşrikler, cinler ve insanlar da secdeye vardılar (Sahih, Necm Suresi nin Tefsiri ). İmam Ahmed, (Müsned, 6/399-400) ve Nesaî ( İftitah , 2/160) başka bir tarikten buna benzer bir rivayette bulunur, fakat mazmunu Necm Suresi nin okunmuş olup, orda bulunan herkesin secde ettiğidir.
Bu secde şöyle izah edilir: Hz. Peygamber (s .a.s.), Cenab-ı Allah ın, surenin son âyetindeki emrini tutarak secde edince, müşrikler de kendi mabudlarına tazimen secde etmişlerdir (İzmirli İsmail Hakkı dan naklen Aksekili, s.46-47). Secdeye kapanmaları, Hz. Peygamber in bir mucizesi de olabilir. Yahut, Kur ân-ı Kerim in müessir üslubu, yüce hakikatleri, hele Resûlullah ın mübarek ağızlarından okununca, muazzam bir tesir gücü kazanmış olmalıdır.
Garanîk Kıssasının tenkidi
Taberî; M. İbn Kâb el- Kurazî, Ebu I-Âliye, Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbas, Dahhâk, İbn Şihab dan özeti şu olan bir kıssa nakleder. (Tefsiru t-Taberî, 27/186-189):
Resûlullah, kavminin yüz çevirdiğini görünce bu ona çok ağır geldi. Allah tan kavmi ile kendisini birbirlerine yaklaştıracak bir şey inmesini temenni etti. Cenab-ı Allah Necm suresini indirdi. O da okudu. Bu esnada şeytan gönlünden geçirip de kavmine getirmek istediği şeyi onun lisanına atıverdi: (Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur). Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu dinlemek üzere yaklaştılar. Mü minler de Rab Teâlâ dan gelen şeyi tasdik ettiler, Peygamber i bir hata veya vehimden ötürü itham etmediler. O, sureyi bitirince secde etti. Onun secde ettiğini gören mü minler de onun getirdiğini tasdik ederek secde ettiler. Mescitteki müşrikler de secde ettiler. Velîd ibn Muğîre hariç herkes secde etti. Secde haberi, Habeşistan a hicret etmiş Müslümanlar a da ulaştı. Bir kısmı orada kalıp, bir kısmı Mekke ye hareket etti. Sonra, Cenab-ı Allah, Peygamber e, Benim indirmediğim şey söyledin! dedi. Resûlullah üzüldü, Allah tan korktu. Bunun üzerine Allah bu âyeti (Hac, 52) indirerek onu teselli etti, Şeytanın ilka ettiğini neshetti (Taberî, 27/187-188).
Muhteva yönünden Tenkidi
A) Muhteva yönünden tenkidi (dahilî tenkid). Bu rivayeti, ihtiva ettiği tenakuzlardan ötürü kabul etmek mümkün değildir zira:
a) Daha önce gerek Hac, gerekse Necm sûrelerinde geçen mezkûr iki âyet grubunun tefsirini nakletmiştik. Bu hâdise, onların muhtevaları, sibak siyaklari ile uyuşmaz. Özellikle Necm sûresi, naklettiğimiz pasajında, belirtmiş olduğumuz yedi unsuru ile şirki iptal etmişti. Bu ortam içinde, putları yücelten bir söz girecek yer bulamaz, kabulü mümkün olmaz.
Faraza söylenmiş bile olsa, müşriklerin buna kanması mümkün değildir.
Şirke, putlara hakaret üstüne hakaret yağdırılırken öven bir cümle ne ifade ederdi ki? (M.H. Heykel, s. 96; Seyyid Kutub, Necm suresinin tefsiri, 27/73). Hiç merak etmeyelim, Peygamberimizin muhatabı şedid müşrikler, böyle bir sözle havalanmayacak kadar davalarına bağlı, şüpheci ve radikal idiler. Böyle bir sözün burada söylendiği farz edilirse, asıl düşünülecek tevcih, diğer yedi unsura ilaveten, onu sekizinci bir hakaret ifadesi saymaktır. Yani, başta bir istifham hemzesi takdir edilerek:
O dişiler (tanrıçalar), onların şefaatleri umulacak ha! Yuh olsun sizin aklınıza! (Razî, Mefatihu l-Ğayb, Hac,52 tefsiri, 6/249) da bu ihtimali bildirmekle beraber isabetli bulmaz).
b) Cenabı Allah, bu kısa Necm sûresinde, şeytanın sözünün, âyet olarak girdiği iddia edilen kısmın önünde ve sonunda, bu hikayeyi tam iptal edecek hakikatleri yerleştirmiştir. Red ve iptal edici yedi unsuru, daha önce zikretmiştik. Şimdi de, vahy hakkındaki şu kuvvetli teminatı hatırlatalım: Bu sûrenin baş tarafında (Necm, 2-4): Şaşırmadı sahibiniz, azıtmadı da. Ve hevadan söylemiyor. O, sade bir vahiydir, ancak vahyolunur. Ne aldanır, ne aldatır, o kendi re y, arzu ve temennisinden söylemez. âyetleri vardır. Kısaca vahye şeytan asla müdahale edemez, o daima korunma altındadır.
c) Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından böyle bir şey söylenmesi, risalete aykırıdır. Zira böyle bir sözü kasden, cebren veya sehven söylemiş olabilir, başka bir ihtimal yoktur. Kasden söylemek küfürdür, caiz değildir. Peygamberin gönderilmesinin sebebi putları övmek değil, kötülemektir. Şeytanın cebren söyletmesi de mümkün değildir. Zira Cenab-ı Allah, Şeytana: Benim kullarım üzerinde senin bir yetkin yoktur (Hıcr, 42) âyetinde şeytanın mü'minler üzerinde sultası olmadığını bildirmiştir. Şeytan, mü min kulları bile icbar edemezse, Peygamber i hiç edemez. Hz. Peygamberin, sehiv ve gafletle söylemiş olması ihtimali de merduttur; Zira tebliğ halinde onun hakkında gaflet caiz değildir. Caiz olsaydı, onun söylediklerine artık itimat kalmazdı. Ve çünkü vahy edilen Kur ân hakkında Cenab-ı Allah, (Fussilet, 42) Kur ân'a batıl, ne önünden ne ardından yol bulamaz , keza, Kur ân ı Biz indirdik ve onu Biz muhafaza edeceğiz (Hicr, 9) buyurmuştur.
Diğer taraftan, daha birçok âyet, Hz. Peygamberin risalet ve tevhid hususunda son derece kararlı olup, müşriklere azıcık bir meyil dahi göstermediğini bildirmektedir, (bkz. Hakka, 46; Yunus, 15; İsra, 74; Furkan, 32.)
Rivayet Cihetinden Tenkidi
Rivayet yönünden bu vak a uydurmadır. Birçok muhakkik bu kıssayı reddetmiştir. El-Beyhakî: Bu kıssa, nakil bakımından sabit değildir. demiştir (Razî, Mefatihu 1-Ğayb, 6/245). Kâdî İyad: Sahih hadisleri rivayet eden hiç bir kitabın bunu nakletmemesi, hiçbir sikanın bunu sahih ve muttasıl bir senetle rivayet etmemesi, çürüklüğünü göstermeye kâfidir. Nakledenler, sadece tuhaf şeylerle oyalanmayı âdet edinen bazı tefsirciler ile tarihçilerdir (eş-Şifa, 2/111). Es-Suheylî: Bu hadis, sabit değildir der (er-Ravdu 1-Unuf, 1/229). Beydavî. Neysabûrî, Ebu s-Suûd, Ebü Mansur el-Maturidî, İbn Kesir, Nevevî, Bedreddîn Aynî, el-Hatîb Şirbinî, Alusî, Ebu Bekr ibnu l-Arabî, Ebû Hayyan, bu kıssanın sabit olmadığını beyan edenlerden bazılarıdır. (Bu zatların fikirleri hk. bkz. Tefsîru İbn Kesir, Râzî, Hatib Şirbinî, Ebu s-Suûd, Âlusî tefsirlerinin Hac, 52 âyetine dair yaptıkları açıklamalar). Rivayetin bir aslı olabileceğini düşünenler arasında İbn Hacer ile İbrahim el-Güranî bulunmaktadır.
Bazı rivayet ehlinin bu kıssaya inanmasını nasıl izah etmeli? Secde gerçeğine sebep arama, Kureyş in Hz. Peygamber in kıraatinin etkisi ve Kur an ın büyüleyici üslubunun tesiri altında yaptığı secdeye bahane olarak ileri atmış olabilecekleri sözün yaygınlaşması, keza Hz. Peygamber in, kavminin hidayete gelmesini çok arzu etmesi, şeytanın işi karıştırıp Hz. Peygamber e vesvese vermesi, Habeşistan a gidenlerin geri dönmesi gibi olaylar hicri ikinci asır başlarında bir araya gelerek bir kıssa halinde birleştirildiği, bazı tarihçiler ve tefsircilerin de, boş bulunup eleştirmeksizin kabul psikolojisi içine girdiği söylenebilir. (bkz. Mevdûdî, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, 1/487. Bu konuda daha başka tevcihler de yapılmıştır: Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, c.l; A.Himmet Berkî- O. Keskioğlu, Hatemul-enbiya, s.96-166).
A. H. Aksekili rivayeti eleştirirken, şeytanın sözünün on beş ayrı şekilde rivayet edildiğini bildirip bunları ayrı ayrı sıralar (s. 16-17). Rivayetlerdeki bu ıztırabı, uydurma olduğunun delili sayar. Daha sonra ise râvîlerdeki ıztırabı ele alır. Ravilerin bu sözü, onu söylediğinde gah Resûlullah ın namazda olduğu, gah Kureyş in nâdilerinde (klüplerinde) bulunduğu sırada, veya namaz kılarken uyuklamış, uyurken ağzından kaçırıvermiş tarzlarında on bir çeşit anlatım ile naklettiklerini, birinin bir türlü öbürünün başka türlü söylemesinin de meselenin uydurma olduğunu göstereceğini ifade eder (s. 22). Ona göre bu, Tâbiun devrinden sonra uydurulmuştur. Keza Aksekili, İbn Abbas a mal edilen bu konudaki sekiz sebeb-i nüzul rivayetini inceleyerek, bu ıztırabın da rivayeti çürüttüğünü beyan eder (s.26).
Konuyu dikkatli şekilde inceleyen muasır müellif Mevdûdî ise, tarihi bakımdan şu tenkitleri öne sürer. 1-Muteber tarihî kayıtlara göre Habeşistan a ilk hicret bi setin 5. yılında Receb ayında olmuştur. Hikâyeye göre, sulh haberini öğrenip dönenler, gittikten sadece üç ay sonra, aynı yılın Şevval ayında dönmüş oluyorlar. 2- Hikâyeye göre bu sözü söylediğinden ötürü Resûlullah ı itab eden İsra, 73-75 âyeti inmişti. Halbuki İsra sûresi Mirac ı müteakip inmiştir. Miraç ise bi setin 11 veya 12. yılında vaki olmuştur. Buna göre uyarmanın 5-6 sene bekledikten sonra yapılmasını kabul etmek tuhaflığına düşülür. 3- Teselli etmek üzere indiği bildirilen Hac 52 âyeti Hicrî birinci yılda inmiştir. Buna göre teselli, uyarma ve tekzibden 2-2,5 yıl, olayın üzerinden ise 9 yıl kadar zaman sonra olmuş olur. Bunu kim kabul edebilir? 4- Hem niçin tekzib ve teselli için gelen âyetler, bizzat Necm sûresine ilave edilmeyip ayrı ayrı sûrelere yama olarak eklensin? Hâlbuki bu âyetler, †daha önce gördüğümüz üzere†muhtevalarıyla tam insicamlı olup yama intibaı uyandırmazlar.
Muasır Tunuslu müfessir M. Tahir ibn Âşur bu Garanîk kıssasını maharetle reddettikten sonra hülasa ederken der ki: Bu kıssayı, müşriklerin Necm sûresini dinledikten sonra secde ettiklerini bildiren sahih haberle birleştirmek, bazı müelliflerin karıştırmalarından ibarettir. Keza bu kıssayı Hac sûresi ile birleştirmek de öyledir. Mekke de ilk nazil olan sûrelerden bulunan Necm sûresi ile, bir kısmı Medine döneminin başlangıcında, bir kısmı Mekke döneminin sonlarında inen Hac sûresi arasında pek uzun bir zaman vardır. Keza Habeşistan a hicret edenlerin dönmesi ile birleştirmek de fanteziden ibarettir.
Sûresinin inmesi ile Habeşistan dan dönme arasında nice seneler vardır.1 Hâdisenin aslı şu olabilir: Mekke de İbnu z Ziba ra2 gibi cahil alaycılar vardı. Onlar, Necm sûresinde Lat, Uzza, Menat ın anılmasını halk içine fitne sokmak için fırsat bildiler. Bu sûreyi seçmelerinin sebebi ise, Allah Resûlü onu Kabe de okuduğunda müşrikler de orada idiler ve Allah, nebîsi için mucize olarak Kureyşlileri secde ettirdi. Sonra onlar, bu secdelerine mazeret olarak böyle bir hâdiseyi uydurdular. (İbn Âşur, Tefsîru t-Tahrîr, 17/305)
İbnu l-Kelbî (ö. 204) Kitab ul-Asnâm (Putlar) adlı kitabında, cerh ve tadil kaidelerini de tatbik etmeksizin, putlarla ilgili her türlü haberi toplayıp naklettiği halde bunu zikretmez; buna mukabil, Cahiliyye Araplarının Kabe yi tavaf ederken: Lat hakkı için, Uzza hakkı için, üçüncüleri Menat hakkı için! Onlar yüksek kuğular (dişi tanrıçalardır), onların şefaatlerine ümit bağlanabilir dediklerini anlatır (Kitabu l- Asnam trc. B. Bilgin, metin, s.13; trc. s.32).
Yakut el-Hamevî de Mu cemu l-Büldan adlı ansiklopedik coğrafya lûgatında Uzza yı anlatırken (4/116-117) müşriklerin bu sözlerini nakleder. Bu son iki cümle, Garanik rivayetinde, şeytanın Peygamberimize söylettiği iddia edilen sözün aynısıdır. Büyük ihtimal Garanik kıssasının menşei, müşriklerin bu sözleridir. Elmalılı H. Yazır da, (6/4597) Demek ki Garanîk teşbihi, Peygamber den evvel söylenegelmiş bir sözdür. Muhtelif şekillerde söylenmiş olması da buna delâlet eder. O halde bu söz, esas itibariyle müşriklere bir ilka-yi şeytanîdir. açıklamasında bulunur.
Bu kıssayı istismar eden veya onu çürüten oryantalistler
Bunca tutarsızlığına rağmen, bu Garanik kıssasını, vahy ve nübüvvet akidesine gölge düşürmeye elverişli bulmaları sebebiyle gerçek kabul eden müsteşrikler, gerçekten acınacak bir ilmî sefalet sergilemektedirler. W. Muir, R. Dozy, Brockelmann, Nöldeke, Blachere, M. Gaudefroy-Demombynes, M. Watt bunlar arasındadır.3 Peşin hüküm ve aleyhtarlık sebebiyle tenakuzlara düşmekten, zekâları ve ilmî maharetleri kendilerini koruyamamıştır.
Bununla beraber, müsteşriklerin ele aldıktan hemen her meselede olduğu gibi, bu mevzuda da, içlerinden bu hususta hakkı teslim edenleri çıkmamış değildir. Ezcümle †bir çok mevzuda garazkâr ve peşin hükümlü olan†L. Caetani, isabetli tahlille bu hikayenin uydurma olduğunu açıklamıştır: (...) Çünkü bunu uyduranlar, iki büyük gayr-i tabiîliği ve tezadı bertaraf edememişlerdir. Yalanın bacağı kısadır. Yukarıdaki hadislerin hepsi ispat etti ki, Muhammed ile Kureyşliler arasındaki ihtilaf, Kureyşlilerin düşmanlığı karşısında Müslümanları muhacerete mecbur bırakacak kadar şiddetlidir.
Şimdi tetkik etmekte olduğumuz hikayeyi bize nakleden muhaddislerin sözlerine inanırsak, Müslümanlar birkaç Kur ân âyetini alenen okurlarsa gayet şiddetli fena muameleye maruz kalıyorlardı.
O halde Muhammed in bütün Kureyşliler önünde koca bir sûreyi baştan aşağı okuması, Kureyşlilerin de ne söyleyeceğini bilmeden dinî bir dikkat ile kendisini dinlemeleri manâsız olmaz mı? Bundan başka, bu hikâye iyi düşünülmüş de değildir. Muhammed, şeytanın talim ettiği âyetleri okuyor ve bunların manâlarını anlamıyor, yahut başka âyet bilemiyor gibi görünmektedir. (Caetani, İslam Tarihi, 2/264-265). Keza şöyle der: Muhammed hakiki bir devlet adamı idi, kendisinde gayet ince biri fikr-i siyasî vardı, insanlarla müzakerede, insanları idarede fevkalâde maharet sahibi idi. Üç puta karşı ibadeti muvakkaten kabul etmek gibi kaba hataların ondan sadır olması gayr-i kâbildir. Çünkü bu hareket geçmiş senelerin cesur çalışmalarını bir an içinde birden bire yıkmaya ve kendi kendisini mahvetmeye müsavi idi. (A.g.e., s.265-266)
Fakat müsteşriklerden, üstelik ciddî tanınan (Arap Dil Akademisi azalığı ile de taltif edilen) B. Blachere in irtikâp ettiği, ciddiyetsizlikten de öte, haysiyetsizliği kimse yapmamıştır. Zira bütün dünyada bir kelimesi bile farklı olmayan Kur ân-ı Kerim i Fransızca ya tercümesinde sözüm ona iki âyet ilave etmiştir. Yaptığı ilaveler Necm sûresinin 20. âyetinden sonra 20 bis, 20 ter diye yazıp tercüme ettiği bu şeytanî sözlerdir. Bu tahrifi yaparken dipnotta bir gerekçe (!) yazmaya veya kitabının önsözünde bir açıklama yapmaya bile teşebbüs etmemiştir.
Blachere, daha önce yayınladığı ve nüzul sırasına göre sûreleri sıralayarak tercüme ettiği Kur ân mealinde ise (Le Coran: Traduction selon un essai de reclassement des sourates, Paris, 1949) bu şeytanî sözleri yine âyet diye dercetmekle beraber, buradaki âyetlerin nüzul tarihi konusunda bir iddia ileri sürer. Yukarıda Necm sûresinden iktibas ettiğimiz pasajda (19-28. âyetler) 19-23 kısmına yeniden bakalım:
Kur ân ın üslubunu az çok bilen bir kimse, burada hiç bir manâ boşluğu bulamaz, fikirler teselsül halindedir, kopukluk yoktur. Kelamın gelişmesinde muhatap, 20. âyetten sonra, yani putları tahkire yapılan girizgahtan sonra Demek erkek size kadın Allah a öylemi? O halde bu, insafsızca bir taksim! kısmını bekler. Blachere, putları daha ayrıntılı tarzda reddeden bu 23. âyetin muahhar (yani sonradan inmiş) olduğunu iddia etmektedir. Bunun tek sebebi bu âyetin, putları metheden o uydurma söze imkân bırakmamasıdır. Blachere in gösterdiği gerekçe de 23. âyetin arythmique yani öbürlerine göre uzun olmasıdır. Kur ân'ın her zaman şiir şeklinde rythmique olduğunu kim görmüş? O, şiir değil ki! Bunu iddia eden mi var? En açık misallerinden biri Fatiha sûresidir. Bu sûrenin 7. âyeti diğerlerine göre açıkça uzun diye sonradan mı eklendiğini söylemek gerekir? Kitab-ı Mukaddes kritiğinde formgeschichtliche adıyla bilinen Alman metodunu Kur ân a uygulamak isteyen bu şahıs, mezkur tercümesinde çok tuhaf ve zor durumlara düşmüştür. Meselâ ona göre Asr sûresi önce Asra andolsun ki insanlar ziyandadır şeklinde idi. Kalan kısmı sonradan ilave edilmiştir. Ona kalsa bu nevi istisnalar Medine dönemine ait olmalıdır.
Necm sûresinde, 23. âyeti şimdilik bir tarafa bıraksak bile, 21 ve 22. âyetler de putları açıkça reddetmektedir. Müşrikler erkek evlat ister, kız çocuklara hiç değer vermezlerdi. Burada onların bu telakkilerine işaret olunarak, Allah ı, kendilerinden daha dûn bir mevkiye düşürmelerindeki saçmalık belirtilmiş olmaktadır. Blachere, bunların sonra ilave edildiğini söylemiyor, aksine bu metinlerin eski olduğunu tasrih ediyor. Diğer taraftan o, Tûr sûresini nüzul bakımından 22. sıraya koyar. Necm sûresi ise ona göre 30. sıradadır. Tur sûresinin 39. âyeti, Demek oğullar sizin de kızlar O nun öyle mi? diyerek, aynı şekilde bir taraftan putların bir taraftan puta tapanların hakirliklerini ortaya koymaktadır. Blachere in dediği gibi: Kur ân, dişi tanrıları red delilini tekrar ele almıştır , öyleyse, bu daha önce yapılmış iken, Necm sûresinde de aynı kelam içinde tekrar edilmiş iken, bu batıl tanrıların hak olduklarının, üstelik övülmelerin manâsı kalır mı?
Sonra gelen 26. âyet, Allah isteyip razı olmadıkça, meleklerin bile şefaatlerinin muteber olmayacağını bildiriyor, yani putların şefaatlerinin asla mevcut olmadığını anlatmak istiyor. Bütün bunlar, müşriklere ait olan bu uydurma sözün, bu muhtevaya ne derece zıt olduğunu göstermeye kâfidir.
Garanik meselesine sarılarak İslâm aleyhinde şüphe uyandırmaya çalışan
müsteşrikler dürüst davranmamaktadırlar. Davransalar, İslâm incelemelerinde, Müslümanların Bizim malımızdır diye sahip çıktıkları hususları tetkik edip onlar hakkında değerlendirme yapmaları gerekirdi. Onların bu sabit değildir, bizim malımız değildir dedikleri şeyleri ise, bir tarafa bırakmaları gerekirdi. Dürüstlük bunu gerektirir. Fakat onların çoğu, Buhari nin kitabı gibi Müslümanlar ın ittifakla kabul ettiği kitaptaki hadisleri kabul etmez de, tarihî usule, Müslüman hadisçilerinin koydukları cerh ve tadil kaidelerine uymayan rasgele bir kitaba girmiş (meselâ el-Eğâni, Kitabu l-Mearif, el-İkdu l-Ferid gibi edebiyat kitaplarında bulunan) rivayetleri İslâm hakkındaki hükümlerine esas alırlar. Fakat bu, onlar farkında olmaksızın İslâm ın hakkaniyetine ayrı bir delil oluşturmaktadır. Çünkü böylece onlar, tarihen sabit kâfi nasslarda aleyhte kullanacak tutamak bulunmadığını tasdik etmiş olmaktadırlar.
Notlar:
1. Habeşistan a hicret eden Müslümanların bir kısmı Hicret-i Nebeviye ye yakın, bir kısmı ise hicreti müteakip, bir kısmı ise çok daha sonra dönmüşlerdir. (A.H. Berki - O. Keskioğlu, Hatemu l-enbiya, s.96).
2. Abdullah İbnu z-Ziba ra, başlangıçta İslâm ın en şiddetli aleyhtarlarından biri idi. Mekke nin fethinden sonra Necran ‘a kaçtı. Daha sonra dönüp özür diledi, özrü kabul edildi, 15/636 da vefat etti (Zirikli, A lâm).
3) Bu müsteşriklerin, Garanik konusuna temas eden eserleri için bkz. Prof Dr. İsmail Cerrahoğlu, A. Ü. İ. F. Dergisi, XXIVI (l981). Garanik Meselesinin İstismarcıları , s. 69-91. Muhterem hocamız bu değerli çalışmasında oldukça geniş bir bibliyografya vermektedir). W. Muir, Life of Mahomet. Londra, 1984 s: 78-82; R Dozy, Tarih-i İslâmiyet (trc. Abdullah Cevdet), Mısır, 1908, 1/68-72; C.Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi, (trc. N. Çağatay), Ankara, 1964, s.13; Th. Nöldeke, Geshichte des Qorans, 1909, s: 100-103; Blachere, Le Probleme de Mahomet, Paris, 1952, s: 40-41; M. Gaudefroy-Demombynes; Mahomet, Paris, 1957, s.84-88; M. Vatt, Muhammad at Mecca, Oxford, 1953, s: 101-169; M. Watt. Hazret-i Muhammed, (trc. Hayrullah Örs), İstanbul, 1963 ,s: 65-71.
.
Kur'ân-ı Kerim'e Göre Ehl-i Kitapla Diyalog
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'ân, Allah'ın, en son peygamberi vasıtasıyla insanlığa mucize derinlikli ve eşi benzeri olmayan bir mesajıdır. Allah bu mesajıyla, son bir kez daha insanoğluna kestirmeden rızasına ulaştıran şehrahı göstermiş; zat, sıfât ve esmâsını ifade etmiş; doğru şekilde bilinip tanınmasını, iman edilip ubudiyette bulunulmasını, herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeyecek netlikte açık-seçik ortaya koymuş; mü'minlerin vazife ve sorumlulukları üzerinde durmuş, mücazât ve mükafât va'd ü vaîdiyle gönülleri şahlandırmış ve ruhlarda ürperti hasıl etmiş; dahası, onu bize bir ekmeliyet, bir etemmiyet remzi ve bir rıza yörüngesi olarak sunmuş, sunarken de tenezzül dalga boylu bu armağanıyla bize, kimseye nasip olmayan/olmayacak olan en büyük bir iltifatta bulunmuştur. Kur'ân, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a (aleyhi ekmelüttehâyâ) bahşedilen yüzlerce mucizenin en parlağı ve kalıcı olanıdır. O, ifadesi, üslubu, beyan tarzı açısından bir harikalar mecmuası olduğu gibi içtimaî disiplinleri, hukukî kuralları, terbiye ile alâkalı kaideleri, insan, varlık ve kainat hakkındaki yorumları; hemen bütün ilimlerin esaslarına işaret, remiz ve îma, hatta bazen tasrih ölçüsünde temasları; idarî, iktisadî, siyasî, kültürel problemleri çözmedeki alternatif yöntemleriyle her zaman herkesin başvurma mecburiyetinde olduğu/olacağı bitip tükenme bilmeyen dupduru bir kaynak, en karmaşık ve en bulanık dönemlerin dahi bulandıramayacağı kadar engin bir ummandır.
Kur'ân'ın mana enginliğini, üslup ve ifade zenginliğini, muhteva derinliğini anlatma konusunda aczimi ve yetersizliğimi itirafı ona saygımın gereği kabul ediyorum. Arzedilen hususlarla alâkalı bugüne kadar bir hayli şey anlatıldı; hâlâ da anlatılıyor ve gelecekte de anlatılacak.. bütün bu gayretlerin onu tanıma, onu duyma, ona ve getirdiklerine inanma konusunda kâfî ve vâfî olduğu açıktır ve İslâm nizamını da 'mahiyet-ü nefsi'l-emriye'siyle aksettirdiğinde şüphe yoktur. Ancak, insan, kainat ve ulûhiyet hakikatinin beyan atlası sayılan engin bir muhtevanın bütünüyle ifade edildiğini iddia da doğru değildir. Semavî ve lâhûtî olan bir beyan beşer idrakiyle ne kadar seslendirilebiliyorsa, onun da işte o kadar dile getirildiği bir gerçektir. Bu itibarla, ne bizim ne de başkalarının, bu koskocaman atlası fihrist ölçüsündeki bir çerçevede ifade etmemiz mümkün olmasa gerek. Ne var ki, böyle hayatî bir konunun, ne ifade zaafiyetimiz bahanesine ne de beyan gücümüzün yetersizliğine bağlanarak ona karşı lakayd kalınması veya ihmal edilmesi de doğru değildir. Kur'ân'ı anlamak herkesin hakkı ve anlatmak da doğru bilenlerin vazifesidir. Bilmeyenler her zaman onu anlama peşinde olmalı, bilenler de bütün idrak ve ihsas güçlerini onu doğru yorumlayıp doğru ifade etmede kullanmalı ve onun anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah rahmetinin insan akl ü idrakine en büyük armağanıdır. Onu anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.
Aslında o, bütün çağların sesi-soluğu olma liyakatiyle serfiraz bir beyan mucizesi ve meleklerin ışığına pervane döndükleri kelam-i İlahînin en nurefşan ifadesidir. Bu itibarla da ne menbaı, ne hedefi, ne ilk temsilcisi/temsilcileri, ne de sinelerde bıraktığı tesir açısından lakayd kalınacak bir kitap değildir. O konuşurken melekler sükut murakabesine dalmış, ruhaniler secdeye kapanmış, cinler onun sesine soluğuna büyülenerek onunla tanışmak için çöllere düşmüşlerdir.
Kur'ân, tekvinî emirlerin beyan ve izahı, teşriî kural ve kaidelerin de en sağlam ve değişmez kaynağıdır. O, varlık, kainat ve insanı doğru okuyup değerlendirmede en sağlam kriterleri ihtiva eden öyle muhkem bir kitaptır ki, onun ferdî, ailevî, içtimaî ve terbiyevî çözemeyeceği bir problem yoktur ve bu hususiyetiyle de o, her şeyi sebepleriyle, sonuçlarıyla görüp bilen bir Zât'ın kuşatan ilminden geldiğini haykırmaktadır. O, bu bütüncül bakışı ve ihata eden engin ifade ve üslubunun yanında, muhteva ve mana genişliği, beyan inceliği, herkesin ilim ufkuna göre açılma sihri ve ruhlara nüfuzu sayesinde öyle bir güce sahiptir ki, önyargısız olmaları şartıyla ulaşabildiği herkesi büyülemiş ve başlarını döndürmüştür. Dostlar onu taklit şevkiyle, düşmanlar onun sesini kesme hıncıyla yıllar ve yıllar boyu aynı malzemeyi kullanmış, aynı konuları seslendirmeye çalışmışlardır ama kat'iyen onun üslubunu yakalayamamış ve o enginlikte bir beyan ortaya koyamamışlardır: İfadeler sun'iliği aşamamış, söz sarraflarının takdir ufkuna ulaşamamış ve hele asla gönüllerde kalıcı, yönlendirici bir tesir uyaramamıştır.
Onda yerine göre ayrı ayrı, yerine göre iç içe konular arasında öyle ince bir tenasüb ve müzikal bir ahenk vardır ki, birbirinden çok uzak gibi görünen hususlar arasında bile insan az bir teemmülle bir kaç iltisak noktasını birden yakalayabilir. O hemen her zaman hiçbir edip ve söz üstadının ulaşamayacağı bir beyan sultanlığı sergiler ve bütün bütün insafsız olmayan muhataplarına mutlaka birşeyler hissettirir; hissettirir ve onları idrak ufuklarının ötesinde daha derin mülahazalara sevkeder. Bir de bu müteessir ruhlar insaf edip kendilerini bu Rabbanî ifade çağlayanına salıverdi mi, gayrı onun dışında duyup dinledikleri söz şeklindeki bütün ifadeler birdenbire adeta hırıltıya dönüşüverir.
Her şeyden evvel o, kuşatan bir ilimden gelmiş, insan, tabiat ve bütün kainatların mana, mazmun, gaye-i hilkat ve hikmet-i vücutlarının dili, tercümanı olmanın yanında muhataplarının da farklı derinliklerine birden seslenmektedir: O, akla birşeyler söylerken gönle onun anlayacağı bir dille seslenmeyi ihmal etmez; şuura birşeyler duyurduğunda hisleri nasipsiz bırakmaz; muhakeme ve mantıkla konuştuğunda da ruhtan iltifatını esirgemez. Zâhir-bâtın her latife ve hasse ondan hissesini alır ve bunlar arasında ne bir mahrumiyet ne de çelişki söz konusu olmaz. İstidatları ölçüsünde paylaşırlar bu semavi maideyi ve bir ahenk zemzemesi yaşarlar kendi aralarında.
Gerçi hemen bütün ilahi beyanlarda, hususiyle de beşeri mülahazalar dediğimiz şerh ve hâşiyelerin asıl metinler içine karışmadığı dönemler itibariyle, aynı bütüncül bakış ve aynı kucaklayıcılık söz konusudur ama Kur'ân'da Muhammedî (sallallahü aleyhi vesellem) ruh ve mananın câmiiyeti derinliğinde bir ihata ve fâikiyet bulunduğu da açıktır; açıktır ve ondaki câmiiyet ve muhtevaya denk mükemmelliyette semavi ve gayr-ı semavi herhangi bir kitap göstermek de mümkün değildir. İnsan, kainat ve uluhiyet hakikatlerini bu vüs'atte, vüs'ati içinde bu incelikte ele alan ve kendine has terkib ü tahlil (sentez ve analiz) sistemleriyle yorumlayıp ortaya koyan bir başka kitap yoktur dersek mübalağa etmiş sayılmayız.
Onun ele aldığı konuların hemen hepsi açık olanı açık, mücmel ve müteşabih olanları da Sahib-i şeriatın beyanına veya bir kısım mülhemunun ilhamlarına emanet pek çok lâhûtî ve kevnî hakikatlerin en zengin hazinesi mesabesindedir. O, arzettiği veya tahlile tabi tuttuğu konulardan hiçbirini içinden çıkılmaz hale getirmez; usule taalluk eden mevzuları açık ve net olarak ortaya koyar; teemmül, tefekkür ve tedebbür isteyen hususlarda tetkik u tahkiki yeğler; Allah'a yönelme imasında bulunur ve ulu orta herkesin üstesinden gelemeyeceği konuların altına girilmesini de tasvip etmez. O, üzerine eğildikçe kalblerde, kafalarda -teemmül derinliğine göre- lambaları her an daha bir artan sihirli bir avize gibi değişik tecelli dalga boyunda yeni yeni inkişaflara vesile olarak insanın zâhir ve bâtın duygularına çeşit çeşit ilahî armağanlar sunar. Varidatı coştukça coşar; çiselemeler sağanağa dönüşür ve bitmez mevhibeleri, tükenmez güzellikleri ve pırıl pırıl ışıklarıyla mütefekkir mütalaacılarına iç içe şölenler yaşatır.
Anlayanlar ancak onda anlarlar varlığı, kainatların arka planını, insanı ve onun kalb ve ruh enginliğini; onun aydınlık dünyasında keşfederler doğru düşünmeyi ve tefekkürün hakiki kaynaklarını ve kurtulurlar yanılma fasit dairelerinden, ihtimallere hüküm bina etmekten. Hazreti 'Allâmü'l-Guyûb'dan gelen bu mucize beyanın dışında yanılmayan ve ihtimallere emanet edilmeyen hiçbir bilgi kaynağı yoktur. Kur'ân'dır ki her şeyi açık, net ve doğru olarak vaz'eder; yanılmaya açık hususların ve teemmüle emanet boşlukların doldurulmasındaki hataları da bizim idraklerimize verir. Bu açıdan da onu doğru anlamak, doğru yorumlamak bizim için bir vazife olduğu gibi ona karşı da bir vefa borcudur. Böyle bir borç ve vazife de, ilim, irfan ve ilhamların sınırlılığı çerçevesinde her müstaid ve donanımlı ferdin müktesebat ve Hakk'a müteveccih yaşamasına vabestedir. Her istidatlı gönül, samimiyet ve Hakk'a teveccühünü ortaya koyarak 'Allah rızası ve hakikatin vuzuh ve inkişafı' der yürür o bahr-i bîpâyânın derinliklerine doğru. Sahib-i şeriat rehberi, muhkemât elinden düşürmediği feneri ve selef-i salihîn de klavuzları yürür tedebbürle, temkinle, teemmülle ve nefsaniliğine takılmadan o sonsuz ufuk cânibine.. böyle derunilerde hata nisbeti az olur; onların murad-ı ilahiyi yakalama yolundaki gayretleri özel teveccühlerle mükafâtlandırılır ve bunların Kur'ân-ı Kerim adına ortaya koydukları tefsir ve te'vîller de Kur'ân farklılığının bir renk ve deseni haline gelir.
Aksine yarım-yamalak Arapça ile ve sözlüklerin dar atmosferinde Kur'ân'ı kendi endam ve ulviyetine uygun seslendirmenin mümkün olamayacağı bir yana, o semavi ifade abidesine karşı da apaçık bir saygısızlıktır. O, usulüne uygun olarak bir dilden bir dile aktarılmalı; şöyle-böyle tefsirle alâkalı her şey çok iyi bilinmeli ve her yorum 'ulum-u âliye-i İslamiye'ye test ettirilerek ortaya konmalıdır. Bize düşen, 'Onu, tercüme ile herkesin istifadesine sunuyorum' diye onca genişliğine rağmen ilahi kelamı kendi idrak ve ifade ufkumuza göre daraltmamaktır.
Aslında onu, bir tefsir, bir te'vîl veya geniş bir mealle herkese duyurma bu işin uzmanları için bir vazife; ona karşı kadirşinas ve saygılı olmanın da gereğidir. Ancak, sağlam bir dil bilgisine, belağat kurallarına; tefsir, hadis ve fıkıh usulü.. gibi ilim dallarına vakıf olmadan böyle bir şeye teşebbüsün de haddini bilmemezlik olduğu açıktır. O, bir romanı tercüme ediyor gibi tercüme edilemez; kaldı ki öyle basit bir konuda bile uzmanlık aranır.
Şimdi iyi bir meale doğru iz sürerken, 'tercüme' neye derler, 'tefsir' ne demektir, 'te'vîl' ne manaya gelir, kısaca bunlara bir göz atalım:
Tercüme; herhangi bir metni veya sözü, hususiyetlerini koruyarak bir dilden başka bir dile çevirmeye denir. Çeviri bazen, hiçbir kelimenin manası atlanmadan kelime dizileri, terkipler ve terkipler arası gözetilmiş hususiyetler aynıyla diğer dile aktarma -aktarılabiliyorsa- şeklinde olur ki, buna 'tam tercüme' denmesine karşılık; bazen de ya sadece kelimelerin çevirisi yapılır veya münhasıran muhteva aksettirilir ki, bu da eksik bir çeviridir.
Günümüzde belli ölçüde de olsa otomatik tercüme sisteminin geliştiği de söylenebilir; ama bu mevcut teknolojiyle, hatta daha seviyelisiyle dahi, engin muhtevalı ve edebi derinlikleri olan eserleri bir dilden diğerine, hem de muhtevadaki bütün hususiyetleri ortaya koyarak tercüme etmek çok zordur.. hele bu, Allah kelamı ve açılımı da büyük ölçüde zamana, ilhama ve şartlara emanetse... Bizim gibi sıradan insanların bile biraz düzgünce kaleme alınmış eserlerinin tam tercüme edilemeyeceği söz konusu olabiliyorsa, Kur'ân-ı Kerim gibi harika ve fevkalâde derinlikleri bulunan muhteşem bir beyan abidesinin bir manada 'atmasyon' da diyebileceğimiz tercüme ile seslendirilmesi mümkün olmasa gerek.
İslâm ulemasının pek çoğu -bunların içinde Bediüzzaman gibi kimseler de vardır- yukarıdaki hususlar muvacehesinde Kur'ân-ı Kerim'in tercüme edilemeyeceği kanaatindedirler. Bazıları da konuya yukarıda işaret edilen esaslara riayet çerçevesinde ihtiyatlı fakat biraz daha yumuşak yaklaşırlar.
Merhum allame Hamdi Yazır'a göre, aslın manasına uygun olması için, sarahatte-delalette, icmalde-tafsilde, umumda-hususta, ıtlakta-takyitte, kuvvette-isabette, hüsn-ü edada-üslub u beyanda tercüme orjinal metne müsavi ve denk olmalıdır. Aksine bu çerçevede gerçekleştirilemeyen bir çeviri tam bir tercüme değil eksik bir aktarmadır. Bu itibarla da, edibane bir üslupla ifade edilmiş herhangi bir nesir veya nazmı, o ölçüde gelişmiş bir dile -her iki dilin de inceliklerinin bilinmesi şartıyla- çeviri mümkün olsa da, hem akla, hem kalbe, hem ruha, hem de bütün hissiyata birden hitap eden ve iç içe bedii incelikleri haiz bulunan, olabildiğine canlı ve her zaman revnaktar bir eserin tam tercümesinin kabil olduğunu söylemek çok zor olsa gerek. Hele bu eser Allah'a ait, zaman ve mekan üstü derinlikleri bulunan ve bütün çağlara birden seslenen aşkın bir beyan abidesi ise.. evet Kur'ân, Üstad Bediüzzaman'ın ifadesiyle, varlık kitabının ilahi bir tercümesi; tekvini emirlerin sesi-soluğu; eşya ve hadiseler çerçevesinde farklı dillerin Hak söyleyen tercümanı; dünya ve ukbanın apaçık dilli müfessiri; göklerde ve yerde gizli ilahi isimler hazinesinin keşşafı; her şeyin arka planındaki esrarın sırlı anahtarı; öteler ve öteler ötesinin bu âlemde mütecelli fasih lisanı; o pırıl pırıl haliyle İslamiyet âlem-i manevisinin güneşi, temeli, hendesesi; ahiret âlemlerinin her şeyi gayet açık çizgileriyle ortaya koyan mukaddes haritası; Cenab-ı Hakk'ın zât, sıfât, esmâ ve bütün muallâ şe'nlerinin sesi-sözü ve en vâzıh tefsiri, en kat'i beyanı; topyekün insanlık âleminin yanıltmayan biricik mürebbisi; varolduğu günden beri İslâm âleminin havası, suyu, ziyası ve bütün âlemlerin Rabbi, Halıkı bir Zat-ı Ecell ü A'lâ'nın kelamı, fermanı, hitabıdır ki, nazmı ve manası itibariyle de pek çok derinlikleri bulunan böyle bir kitabın tercüme yoluyla başka bir dile aktarılması mümkün olmasa gerek...
Zâtî sıfatlarından biri de Kelâm, yani konuşma olan Allah Tealâ kullarına değer vererek peygamberleri vasıtasıyla onlara hitap etmiştir. O, Kendisinin onlara hitabı ile yetinmeyip yaratıklarının dualarını, dileklerini dinler, onlara cevaplar verir. Böylece, iki tarafın karşılıklı konuşması demek olan diyalogu gerçekleştirir. Kelâm ilmi âlimlerinin 'et-tenezzülatu'l-ilâhiyye ilâ ukuli'l-beşer' dedikleri kabilden olan bu konuşmayı gerçekleştirmek için O, insanların lisanlarında bulunan kelimeleri kullanma lütfunda bulunur. Zira bildirilmesi matlup olan hususları insanlara anlatmanın başka yolu yoktur. Allah, 'ihtimam'la yarattığı insandan vazgeçmez. Nitekim O: 'Siz haktan yüz çeviren bir topluluksunuz diye, Kur'ânla size gerçekleri hatırlatmaktan vaz mı geçeceğiz? ' (Zuhruf, 43/5) buyurmaktadır.
Kur'ân-ı Hakîm başından sonuna kadar Cenab-ı Allah'tan yaratıklara, yaratıklarından da Allah'a olan bu diyalogu tescil etmektedir. Peygamberler, melekler, şeytan, genel olarak bütün insanlar, tüm Müslümanlar, Ehl-i Kitap (Âl-i İmran, 3/71, 99), Yahudiler (Bakara, 2/55; Cuma, 62/6), Hıristiyanlar (Âl-i İmran, 3/59) gibi ümmetler, fert olarak insanlar, hattâ Firavun gibi azgın din düşmanları bu diyalogdan hissedar olmuşlardır. Hatta bal arısı gibi hayvanların bile bu hitaptan nasipleri vardır.
Bu sırdandır ki Hak Tealâ diğer muhtelif ümmetlere bazen doğrudan doğruya hitap ederek (Bakara, 2/40: 'Ey İsrail oğulları!'), bazen peygamberleri vasıtasıyla konuşmuş, bazen mü'minlere: 'Onlara şöyle deyiniz'' (Âl-i İmran 84 (') Kul âmenna billâhi) buyurmak suretiyle bu diyalogu gerçekleştirmiştir. Bunlardan Ehl-Kitaba yönelik bazı hitaplardan misaller vermek suretiyle konuyu daha iyi açıklamaya çalışalım:
1- Mekkî dönemin sonlarında nâzil olan şu âyette Ehl-i Kitap ile yapılması emr edilen şu muhavere en ideal bir davranış nümunesini sergilemektedir: 'Hak-sızlığa sapanları dışında Ehl-i Kitap'la en güzel olan şeklin dışında bir tarzla mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: 'Biz, hem bize indirilen Kitaba, hem size indirilen Kitaba iman ettik.' (Ankebût, 29/46) Ne kadar müsamahakâr olursa olsun, hiçbir insan zulme tahammül edemez ve etmemelidir. Bu itibarla Kur'ân zalim olmayanlarla en güzel bir tarzda görüşmeyi tavsiye buyurmaktadır. Böylece en makul ve nazik bir söylem ile: 'Sizin kitabınız da hak kitap, aynı İlah'a ibadet ediyoruz. O'na itaat esasında birleştiğimize göre, dinin aslında beraberiz. Bu çerçevede, bir arada yaşayabilir ve konuşabiliriz' mesajı verilir. 'Bu ifade Müslümanların onlarla iyi geçinmelerinin ilkesel gerekçesini ortaya koymaktadır. Zira -putperest Arap'ların aksine- Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında bir inanç yakınlığı bulunmakta, yani Müslümanlar onların Kitaplarının hak kitap olduğunu kabul ettikleri gibi temelde ulûhiyyet konusunda da onlarla aynı inancı paylaşmaktadırlar. Ehl-i Kitap'taki tevhid ilkesine aykırı inançlar, onların dinlerinin aslında bulunmayıp sonradan ortaya çıkmış bir sapmadır. Sonuç olarak Müslümanların temel inanç konularında kendileriyle aynı çizgide gördükleri Ehl-i Kitab'ı düşman bilmeleri anlamsızdır. Müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında daha sonra baş gösteren çatışmalar, Müslümanlardan kaynaklanmış değildir. Nitekim tarihî bilgiler de bunu doğrulamaktadır. Bu açıklama-lar dikkate alındığında, haksızlığa sapanlar dışında Ehl-i Kitap'la iyi geçinmeyi emreden bu âyetin, sava-şa izin veren daha sonraki âyetlerle nesh edildiğini ileri süren görüşün de isabetli olmadığı ortaya çıkmaktadır. Zira bu âyetin 'İçlerinden haksızlığa sapanlar dışında' şeklindeki istisna bölümü, zaten gerektiğinde savaşmaya kadar varacak olan sertliğe sertlikle mukabele yolunu açık tutmaktadır. Nitekim müfessirler de bu yönde yorumlar aktarmışlardır (Meselâ bk. Taberi, XXI, 2; İbn Kesir, VI,292; nakl: DİB, Kur'ân Yolu, Ankebut, 29/46 tefsiri, IV, 258).
Kur'ân, Ehl-i Kitab'a mensup olanların yaptıkları bazı kötü işleri zaman zaman tenkit ederek onları terk etmelerini ister. Ezcümle: Allah'a iman etmek için O'nu açıkça görmeyi şart koşmaları (Bakara, 2/55), sırf terslik olsun diye Allah'ın emrini değiştirmeleri (Bakara, 2/58-59), O'na karşı nankörlükleri (Bakara, 2/61), sığır kesme emrine karşı direnmeleri (Bakara, 2/67-71), O'ndan ahid alma, Allah'ın evlatları ve sevgili kulları olduklarına dair iddiaları (Bakara, 2/80, Mâide, 5/18), Allah'a çocuk isnat etmeleri (Bakara, 2/116), Hz. İsa ile Hz. Meryem'i tanrılaştırmaları (Mâide, 5/116), din önderlerini Rab edinmeleri (Tevbe, 9/31) tenkit ve red edilir. Bunlar, onların çoğunun veya bir kısmının yaptığı kötülüklerdir. Bunu yapanların dışında kalanlar, bu kötülükleri benimsemedikçe bu hitaba dahil ve onlardan sorumlu olmazlar.
2- Şu âyet-i kerimeler, Ehl-i Kitab'ın hepsinin mü-savi, yani aynı durumda olmadıklarını belirtir: 'Ehl-i Kitab'ın hepsi bir değildir. Onların içinde öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, Allah'ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar. Bunlar Allah'ı ve ahireti tasdik eder, iyiliği yayar, kötülükleri önler ve hayırlı işlere yarışırcasına koşarlar. İşte onlar salihlerdendiler. Yaptıkları hayır ve iyiliklerden mükâfatsız kalan bir tek iyilik bile bulunmayacaktır. Allah, günahlardan sakınanları pek iyi bilir.' (Âl-i İmran, 3/113-115)
Âl-i İmrân 110. âyette 'Ehl-i Kitap da bu şekilde inansaydı elbette kendileri için iyi olurdu. İçlerinden iman edenler varsa da, ekserisi dinden sapmış fasıklardır.' buyurulur. Onlardan fasıkların sıfatları bildirilince mü'minlerinden bahs etmek İlâhî adalet icabıdır. İşte bundan ötürü, az sonra, 'Ehl-i Kitab'ın hepsi bir değildir (')' âyetleri zikr edilmiştir. Taberi der ki: 'Ehl-i Kitap, kendi içlerinde müsavi değildirler. Salah ve fesatta, hayır ve şerde farklıdırlar.' Sonra Allah Tealâ, onlardan mü'min ve kâfir grupların müsavi olmadıklarını haber verdi. Fasık grubun birtakım kötü vasıflarını sıraladıktan sonra 'Onlar için-de öyle dosdoğru bir cemaat vardır ki, Allah'ın âyetlerini okuyarak secdelere kapanırlar (')' buyurarak Ehl-i Kitap'tan mü'min ve kâfirler hakkında haber vermeye başlamış ve onları methetmiştir.' (Taberi, Camiu'l-Beyan, Âl-i İmran, 113 tefsirinde 3, 51). Taberi, âyette anılanlardan maksadın Ehl-i Kitap'tan olup İslâm'a girenler olduğu tefsirini de nakletmekle beraber, kendi tercihinin, birinci sırada nakl ettiği tefsir olduğunu tasrih eder (c: 3, s: 54). Razi de önce, daha yaygın görüşü naklettikten sonra, Taberi'nin tercih ettiği tefsiri nakleder ve, 'Allah Tealâ önceki âyette Ehl-i Kitab'ı birtakım mezmum sıfatlarla tavsif edince, bütün Ehl-i Kitab'ın aynı olmayıp içlerinden iyi sıfatlarla ve makbul hasletlerle muttasıf kimselerin de bulunduğunu beyan etmek için bu âyeti zikr etmiştir.' der (Mefâtîhu'l-Ğayb, Âl-i İmran 113'ün tefsirinde).
Bu cemaatin Abdullah ibn Selâm, Sa'lebe ibn Said, Üseyd ibn Said gibi İslâm'a giren Yahudiler olduğu söylenmiştir. Bu tefsir, Taberi tarafından İbn Abbas (r. a.)'a nisbet edilmiştir. Tabiînden Katade ise: 'O ümmetin hepsi sapmış olmayıp, onlar içinde Allah Tealâ'nın koruduğu bir grup da vardır.' demiştir. Bu manâda İbn Abbas (r.a)'a atf edilen bir tefsir de vardır. Birinci tefsirde şöyle bir zorluk bulunmaktadır: İslâm'a girenlere artık Ehl-i Kitap denilmez. Olsa olsa bunu şöyle izah etmek gerekir: Dinlerinden bir kısım hakikatleri muhafaza edip onunla amel edenler, Hz. Muhammed (s.a.s)'den önce bu makbul durumu haiz olmuşlardı. Ama daha sonra İslâm ile tanışınca onu kabul ettiler.
Bazı müfessirler bu âyetteki övgünün, ancak Ümmet-i Muhammed'e olabileceği düşüncesinden hareketle bu âyette 'Ehl-i Kitab'a Ümmet-i Muhammed'in da dahil olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu yorum, Kur'ân'ın kullanışı ile uyum sağlamaz. Muhammed Reşid Rıza diyor ki: 'Öyle anlaşılıyor ki müfessirlerimizin çoğu, Ehl-i Kitap içinde Allah'a iman eden ve makbul işler yapan kimselerin bulunabileceğini anlamakta güçlük çekmişler, bu sebepten de bu ve benzeri âyetleri açıklamakta tutarsız şeyler söylemişlerdir. Muhammed Abduh bu âyetin tefsirinde dedi ki: 'Bu âyet gerçeği açıklamakta ve mezkûr yanlış anlamayı izale etmede İlâhi adaleti dile getiren bir prensibi belirtmektedir. Bu âyet bütün peygamberlerin, Allah'ın tek dini olan İslâm'ı tebliğ ettiğine delildir. Keza bu dini benimseyen, samimi olarak onunla amel eden, marufu emr edip münkerden sakındıran kimselerin salihlerden olduklarına delâlet etmektedir. Bu adalet, Ehl-i Kitap tarafından ileri sürülebilecek bahaneyi de ortadan kaldırmaktadır. Şayet böyle bir âyet olmasaydı onlardan, kendilerini samimi mü'min bilip hayırlı işler yapan, iyilikler yapıp da kötülükleri önlemeye çalışanlar şöyle diyebilirlerdi: 'Eğer Kur'ân gerçekten Allah'ın Kitabı olsaydı, bizi fasıklarla, dinden sapanlarla bir tutmazdı.. Çünkü biz gerçek, samimi mü'miniz.' Ayrıca burada onları istimale yani İslâm'a teşvik ve ümmetler arasındaki tefrikaya son verme vardır. Bu taassup, mukabil tarafta olanın fazilet ve meziyetini itiraf etmek istemez. (') Zahir olan şudur ki, daha önceki âyet gibi bu âyet de kendi dinlerine tabi olan Ehl-i Kitap hakkındadır. Bu âyette bildirilen mü'minleri 'İslâm'a giren Ehl-i Kitap' olarak tefsir eden Süyuti ve diğer bazı müfessirlerden farklı olarak biz böyle anlıyoruz. Zira Müslümanlar 'Ehl-i Kitap' vasfı ile değil, 'mü'minler' olarak medh olunurlar.' (Tefsîrul-Menar, Âl-i İmran 113'ün tefsirinde, 4: 72).
Daha sonra M. Reşid Rıza şöyle devam eder: 'Ehl-i Kitap'tan bir grubun dinlerinde hak üzere istikamette olmaları, bu sûrenin başında Tevrat ve İncil'in kısmen zayi veya tahrife maruz kaldığını bildirmemizle bir çelişki teşkil etmez. Nitekim Sünnet'in bir kısmına vakıf olup bazı hadis-i şerifleri ezberleyen ve onlarla amel eden, onlara tam sarılan Müslümanlar hakkında 'Sünnet'le kaim ve hadisle amil' denilebilir. Oysa hadisler içinde lafzen olmayıp manâsıyla nakl edilenler, zaif hatta mevzu olanlar da vardır. Hatta bazı Haşeviyye gibi âyet ve hadisleri manen tahrif ederek kendi görüşlerini revaçlandırmaya çalışanlar da bulunmaktadır. Âyetin devamını ise bizim tercih ettiğimiz yoruma göre şöyle anlamaktayız: 'Onlar, dinlerinde bulunan münacat, zikir, ilahi ve duaları okurlar. Bu ilahiler onların kitaplarında -özellikle Hz. Davud'un Mezmurlarında- bolca mevcuttur' ve müteakiben Mezmurlar 36, 5-13; 25, 1-6 bölümlerini iktibas eder ve şöyle ilave eder: 'Bu kabil zikir ve duaları çoktur. Edip bir Arap onların üsluplarında garabet görürse, bunların, zayıf tercümelerden ibaret olup Ehl-i Kitab'ın kendi lisanlarında çok beliğ ve tesirli olduğunu düşünmelidir.'
M. Reşid Rıza âyetin devamındaki 'Bunlar Allah'ı ve ahireti tasdik eder (')' kısmını da şöyle tefsir eder: 'Onlar gönülden iman eder ve bu iman, Allah'ı tam manâsıyla tazim etmelerini ve ahiret için hazırlık yapmalarını sağlar. Yoksa hemcinslerinin ekserisi gibi, sahibinin gurur ve iddiadan başka bir hissesi olmayan etnik bir iman tarzında inanmazlar (Bu son cümlenin altını R. Rıza kendisi çizmektedir). 'İyiliği yayar, kötülükleri önlerler' cümlesinin tefsirinde de: 'Tarihin de bildirdiği üzere, ümmetlerine fısk ve bozukluk galip olduğundan, ümmet çapında yankı uyandırmasa da, kendi hususi dairelerinde emr-i bi'l-maruf ve nehy-i münker yaparlar.' 'V'Allahu alîmun bi'l-müttakin' hakkında da: 'Allah onları amellerine ve içlerindeki niyetlerine, gerçek imanlarına ve imanın semerelerini bozmaktan kaçınmalarına göre ödüllendirir. İşte böyle olanlar kurtulurlar. Şu halde din ırkçılığına (el-qavmiyye'd-diniyye) itibar olunmaz. Muteber olan, imanla beraber olan takvadır' (A.g.e., 4, 71-74). Tefsirlerin çoğu, âyet-i kerimede geçen 'min ehli'l-kitabi ümmetün ' topluluğunu 'İslâm'a giren Ehl-i Kitap' şeklinde yorumlamışlardır. Meselâ son dönemde Mısır'da bir hey'et tarafından yazılan Tefsiru'l-Vasit de böyle yorumlar (Tefsiru'l-Vasit, Kahire, 1974).
Türkiye'de Diyanet İşleri Başkanlığı'nca yayınlanan tefsir ise, âyeti zahirinden anlaşılan tarzda yorumlar: 'Önceki âyetlerde kötü davranışları ve vasıfları sebebiyle Ehl-i Kitap kınandıktan sonra burada, hepsinin aynı olmadığına, içlerinde güzel ahlâk ve iyi nitelikler taşıyan kimselerin de bulunduğuna dikkat çekilmiştir (') Kur'ân ölçülerine göre kim zerre kadar hayır işlerse ahirette onun karşılığını görür (bk. Zilzal 99/7-8). Nitekim Yüce Allah 113 ve 114. âyetlerde Ehl-i Kitap'tan samimi olarak iman edip salih amel işleyenleri övdükten sonra 115. âyette onların yaptıkları hayırlı işlerin kesinlikle zayi edilmeyeceğini, karşılıksız bırakılmayacağını ifade buyurmaktadır. Âyetin 'Allah kötülükten sakınanları bilir' mealindeki son cümlesi, riyakârlarla samimi mü'minlerin birbirinden ayırt edileceğine, riyakârların görünüşteki imanlarının kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağına işaret eder. Yüce Allah'ın samimi olarak iman eden Ehl-i Kitab'a böyle lütufkar muamelesi, İslâm'ın evrenselliği açısından son derece anlamlıdır. Zira kendilerini Allah'ın çocukları ve sevgilileri sayan (Maide 5/18), ahiret yurdunu başkaları için değil sadece kendileri için hazırlanmış bir yurt kabul eden ve Yahudiler yahut Hıristiyanlardan başka hiç kimsenin Cennet'e giremeyeceğini iddia eden (Bakara 2/111) Ehl-i Kitab'ın egoizmine karşılık Kur'ân, onlardan samimi iman sahibi olanların yapacağı en küçük bir hayrın dahi karşılıksız bırakılmayacağını haber vermektedir' (Kur'ân Yolu, 5: 486).
3- Hadid Sûresi'nin son kısmında yer alan bir âyette şöyle buyurulur: 'Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve O'nun peygamberine inanın ki, O size rahmetinden iki hisse versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lûtfetsin ve günahlarınızı affetsin. Allah'ın affı ve merhameti boldur' (Hadîd, 57/28). Bu hitabın, daha önceki peygamberlere iman edenlere yönelik olduğu bir çok tefsirde yer almaktadır. Ezcümle İbn Aşur şöyle diyor: 'Kur'ân'da galip olan kullanılış 'iman edenler'in Hz. Muhammed (s.a.s.)'e iman edenlerin lakabı olmasıdır. Fakat bu âyet, bir önceki âyette Hz. İsa (a.s.)'a tabi olanlardan bahs eden âyetten sonra gelince, bundan hem lakabi anlam (Hz. Muhammed'e iman edenler), hem de lügavi geniş anlam (bütün iman edenler, burada Hz. İsa'ya iman edenler) şeklinde iki ihtimal bulunmaktadır. En zahir olan, burada her iki ihtimalin de maksud olmasıdır. Böylece samimi Hıristiyanlar da bu hitaptan nasiplerini alırlar. O da, daha önce Hz. İsa (a.s.)'a iman edenlerin, Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman etmeye davet edilmeleridir. Bundan maksat şudur: 'Ey Hz. İsa'nın şeriatına samimi olarak iman edenler! Allah'ın cezasından korkun da taassubu, hasedi, suizannı bırakıp Muhammed'e de iman edin!' (Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvir, 27, 427). F. Razi, İbn Atiye ve Zemahşeri de bu âyetin Ehl-i Kitab'a hitap ettiği görüşündedirler.
M. Hamdi Yazır da şöyle der (Hak Dini Kur'ân Dili, Hadîd 28'nin tefsirinde): 'Ey iman edenler! Yani geçen peygamberlere iman edip de verdikleri sözü tutan ve böylece de mükâfata hak kazanan mü'minler! Şimdi Allah'tan korkun, o fasıkların durumuna düşmekten sakının da Resûlüne iman edin, yani son gönderdiği Resûlü Muhammed Mustafa'ya iman edin ki size rahmetinden iki pay versin. İbn Cerir'in Ebu Musa el Eş'ari'den rivayet ettiği bir hadiste Resûlullah (s.a.s) buyurmuştur ki: 'Üç kişi iki kere mükâfata nail olur: Önceki ve sonraki kitaba iman eden adam, ve bir cariyesi olup da onu güzel bir terbiye ile terbiye ettikten sonra hürriyetine kavuşturup nikahına alan adam (')' (Buharî, 'İlim', 31; Müslim, 'İman', 241).
.
Diyalogda Anahtar İsim: L. Massignon ve İslâm
Prof. Dr. Suat Yıldırım
L. Massignon, dinlerarası diyalogda anahtar isimdir. Kendisinin Vatikan II. Konsilini (1962-1965) gerçekleştiren ve “Diyalog Papa’sı” lakabı verilen Paul VI ile, Papa seçilmeden önce, yakın temasları vardı. Konsilin İslâm hakkında beyanda bulunmasında başlıca etkenin Massignon olduğu kabul edilir.
Batı’da İslâmiyet’i, kendi değerleri içinde tanımak ihtiyacını hisseden ve birçok kimseyi de bunun lüzumuna inandıran şahsiyetin, L. Massignon (1883-1962) olduğu, ittifakla kabul edilmektedir. Bir heykeltıraşın oğlu olan L. Massignon, “hür düşünce” terbiyesi alarak yetişmiş (libre pensée terimi, ortaya çıktığı iklimde “dinsizlik” ile eş anlamlıdır), daha sonra şarkiyatçılığa başlamış ve 1-3 Mayıs 1908’de ölümden kurtulmasına vesile olan bir Müslüman dostunun bu davranışının tesiriyle, Hıristiyan inancına teslim olmuştu. Hıristiyan imanına dönüşüne, İslâm’la teması sebep olduğundan, İslâm’ın kurtarıcı olabileceğini, hayatı boyunca düşünecektir.
Massignon, İslâmî bir konuyu incelerken bir Müslüman’a hâkim olan hislerin tesiri altına girmeye ihtimam gösterirdi. Arapça’ya, aşk derecesinde bir sevgi beslerdi; öyle ki, Fransızca ifadelerinde bile, Arapça üslûp hususiyetlerini, bilerek taklit ederdi. Birçok ülkede Müslüman dostlar edinmişti. Massignon’un İslâmî mefhumları son derece sembolize etmesi, ayrıca Şiî geleneğine hayranlık beslemesi, bundan da fazla olarak İslâmî meselelerden bahsederken ifadelerine Hıristiyan değerlerinin yer aldığı bir havanın hâkim olması, birçok Müslüman’ı, onun eserleri karşısında endişeye sevk etmektedir. Bazıları (Fransa’da yetişmiş olup hâlen orada profesör olan Mohammad Arqun bunlardandır) onun, Fransız hariciyesi ile sürekli temasta olduğunu söyleyerek, kendisinde siyasî bir taraf bulunduğunu ortaya koymak isterler. Böyle düşünenler şu soruları sorarlar: “Massignon bizi nereye götürmek istiyordu? Asırlarca süren bir savaş hâlinden sonra, muarızın hasbiliğine inanmak kolay mıdır?” Birçok Hıristiyan ise, haksız olarak, onun eserlerinin, beklenmedik bir tarzda hem de tutarsız bir şekilde İslâmî değerleri “öne çıkarma” gayesine yöneldiğini iddia ederler.
Massignon’un bazı temsilî ifadelerinin gerçek delâletini anlamak güçtür. Ona göre Araplar (ve onlara bağlı olarak bütün Müslümanlar) “agariens exclus”1dür. Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında bazen “selbî peygamber” (yani tenzih peygamberi) sıfatını kullanır (Bunu, Hz. Peygamber’in, titiz tevhid inancına gölge düşüren her türlü engeli ortadan kaldırması bakımından tercih eder). İslâm hakkında “İbrahimî bir fırka” deyimini kullanır.
Bunlar, Hıristiyan dini adına verilmiş dinî kıymet hükümlerini yansıtmaktan ziyade, müphem ve sembolik arayış ifadeleridir. Zira o, araştırmaları sonucunda, Katolik kilisesinin tarih boyunca, İslâm hakkında dinî bir değer hükmü vermemiş olduğu kanaatine varmıştı. Massignon’a göre İslâm, çöle “sürgün” edildikleri hâlde, yine de hususî bir bereketten feyz alan Hacer ile İsmail’in varisidir.2 Hz. Muhammed (s.a.s.), “İlâhî ve sembolik bir zaman parçasında, bu İsmailî bereketi yeniden alır.” Hz. İbrahim’in (a.s.) Ur’dan çıkarılışı, Hz. İsmail’in çöle sürülüşü gibi kendisi de memleketinden ihraç edilmiş olan Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah Teâlâ’ya verdikleri ahidden dönen Yahudiler ile Hz. Îsa’ya sadık kalmamış olan Hıristiyanlara karşı, Hz. İbrahim’in mirasında hak iddia eder. Bundan ötürü yönünü (kıbleyi), oğlu Hz. İsmail’in yardımıyla Hz. İbrahim’in inşa ettiği Kâbe’ye doğru çevirir ve İslâm erkânının zirvesini teşkil eden ve Paskalya yortusunda olduğu gibi bir kurban boğazlamayı da ihtiva eden hac ibadetini tesis eder. Memleketi olan Ur’u özleyerek oraya dönmek isteyen Hz. İbrahim’e benzeyen, Hz. Muhammed (s.a.s.) “yâd ellere düşmüşler”in, Hz. İbrahim’e verilen ilâhî ahde3 dönmelerini sembolize eder. Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah Teâlâ’nın, ne olduğunu bildirmemiş ve fakat O’nun, selbî sıfatlarını izhar etmek suretiyle, nelerden münezzeh olduğunu bildirmiştir. Böylece O, Allah’ı Zât-ı Bârisine yaraşmayan hususlardan tenzih etmiş olması mânâsına “selbî peygamber” yani tenzih peygamberidir. Tanrı hakkındaki, asılsız “Hıristiyanlık gizem”ini, Necran’dan gelen Hıristiyan heyetinin huzurunda, Allah’a yönelip O’na yakararak ve Allah’ın lânetinin yalancıların üzerine inmesini isteyerek, inkâr eder. Hz. Muhammed (s.a.s.), tevhid inancının tavizsiz kahramanıdır, ilâhî yüceliğin mücevher kutusudur; fakat ilâhî sır kapısında duran, ilâhî aşk eşiğini aşamayan ve kendisinden sonra gelen bütün Müslümanlara da o eşiği atlamayı kesin olarak yasaklayan bir peygamberdir.
Şu hâlde İslâm, “Dinî yönden varlıklı olanlara (yani Yahudi ve Hıristiyanlara) karşı, Hz. İbrahim’in mirasından hak talep eden sürgündekilerin bir araya gelmesidir.”4 “Tanrı’nın imtiyazlı kıldıklarına karşı çevrilmiş ateş saçan bir kılıç ve mukaddes bir mızraktır. Kendisini, köşeye kıstırmak suretiyle kahramanlığa zorlayan, Haçlılar ve misyonerlerdir. Hıristiyan dünyasına karşı bir ikaz ve tehdittir. On üç asırdan beri Hıristiyan âlemini dağlayan bir İncil mızrağıdır.” “İlâhî takdirin ortaya çıkardığı kutsal mekânlar bekçisidir.” İslâm, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önceki dönemin özelliklerini taşıyan, “hemen hemen” İbrahîmî bir dinî fırkadır. Rolü, çölde inzivaya çekilmiş milyonlarca insanı, gerçek gök sofrasını tanımaya hazırlamaktır (Mâide sûresinin 112, 114 ve 115. âyetlerinde geçen mâide yani sofra’yı, bazı Hıristiyanlar eucharistie (kutsal sofra) şeklinde anlamak isterler). Müslümanlar, başlangıçtan beri Meryem’in ve Hıristiyanlığın nimetleriyle sulanmıştır. Ne var ki İslâm, Hz. Îsa’dan bahsetse de, henüz patriarcal devrededir;5 manevî ve ahlâkî şeriattan ziyade, Allah merkezlidir.6
Massignon’un bu sembolik yorumlarının, şiirle, sırla ve şimşekvarî imajlarla dolu ifadelerinin gerçek delâletini anlamak, onun normal bir okuyucusu için zordur; bunu zaten söylemiştik. İşin daha da tuhaf tarafı, kendisiyle şahsî temasları bulunan dost ve talebelerine bile, ifadelerinin gerçek delâletlerinin kısmen meçhul kalmasıdır. Şundan dolayıdır ki, L. Massignon’u değerlendirmekte, onlar ittifak hâlinde değildirler. Özellikle Cezayir istiklâl mücadelesi sırasında, zulüm kurbanı Müslümanları, büyük bir riski göze alarak savunan Massignon, bazılarınca fikir kıvılcımları çaktıran bir havariye benzetilir. R. Caspar, Massignon’u değerlendirirken kendi temayülünün etkisinde kalır. Ona göre Massignon, asla ilâhiyatçı olduğunu iddia etmemiş ve İslâm hakkındaki sezgilerinin, Hıristiyanlık yönünden dinî bir plâna aktarılması teşebbüsleri karşısında her zaman çekingen ve ihtiyatlı kalmıştır.
Nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin, Massignon’un İslâm hakkındaki mütalâalarının, 20. yüzyıl ve sonrası Hıristiyanlığı üzerinde derin bir etki bıraktığı ve bırakacağı söylenebilir. İslâmî sahada araştırmalar yapan Kilise mensubu müsteşriklerin ekserisinin ele aldıkları hususlar, Massignon’un tavsiyelerinden veya temas ettiği konuların derinleştirilmesinden ibaret olmuştur. Bu durum da, Hıristiyan anlayışı üzerinde etkisini gösterecek ve onun ölümünden az önce başlatılan Vatikan II. Konsilini hazırlayacaktır. Fakat Massignon, bu konsilin kararlarını görmeden ölecektir (Paris 1962).
Vatikan II. Konsilinden az önce yapılıp konsili hazırlayacak olan birçok çalışma, Massignon’un görüşlerini az veya çok dinî ve itikadî plânda ifade etmeye çalışmışlardır. J. Ledit, Mahomet, İsrael et le Christ7 eserinde Hz. Muhammed’in (s.a.s.) şahsında, “directif” yani “tevcihî, idarî” bir peygamber görmektedir. J. Monchanin, “İslâm ve Hıristiyanlık” adlı makalesinde8 İslâm’ın Tevrat öncesi dinî geleneğin, yeni bir zuhuru sayılabileceği fikri üzerinde durur.
Y. Moubarac, Hz. İbrahim’den çıkan iki ayrı necat hattı arasında bir paralellik kurulmasını teklif eder. Bunlardan birincisi: Hz. İbrahim-Hz. İshak-İsrailoğulları (cismanî İsrail)- Hz. Îsa-Kilise (ruhanî İsrail) hattı olup, ikincisi: Hz. İbrahim-Hz. İsmail-Araplar (cismanî İsmail) -Hz. Muhammed (s.a.s.)- İslâmiyet (ruhanî İsmail) hattıdır.9 Y. Moubarac, aynı fikrini L’Islam (Paris, Casterman, 1962) adlı eserinde, bazı farklarla tekrar ele alır. (Aynı müellif, Bilan de la Théologi eau XXe siécle10 eserine verdiği “İslâm hakkında, Katolikliği düşündüren sualler” başlıklı incelemesinde (I, 375-403), bu meseleyi genişçe ele alır). D. Masson, Le Coran et la révélation judéo-chrétienne (Paris, 1958, iki cild) adlı eserinde, İslâm ve Yahudi-Hıristiyan geleneğinde, aynı mevzulardaki metinler bir araya toplanır.
Christ de l’Islam11 eserinde İslâm’a göre Hz. Îsa’ya ait metinleri ele aldıktan sonra Michel Hayek, Le mystére d’Ismael12 kitabında, İslâm ile Hz. İsmail arasındaki nesebî ve manevî bağ üzerinde durur. J. M. Abdeljalil de L’Islam et nous13, ‘Marie et I’Islam14 ve Aspects intérieurs de I’İslâm,15 eserlerinde, Massignon esprisine bağlı bir tarzda İslâmiyet’i anlatanlardandır. Buna karşılık Jacques Jomier (çeşitli yazı ve kitaplarında, meselâ Bible et Coran,16 kitabında ve Parole et mission dergisinde çıkmış olan birçok makalesinde) muhtelif yönlerden, İslâm ile Hıristiyanlık arasındaki bazılarınca bulunmak istenilen yakınlığın zorlamalı olduğunu iddia eder. Robert Caspar ile G. J. Anavati de, İslâm-Hıristiyan münasebetlerinde, çekingen ve ihtiyatlı bir tavır takınan din adamı müsteşriklerdendir.
* Marmara Ünv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
syildirim@yeniumit.com.tr
Dipnotlar:
1- Bu tabir, “kovulan Hacerîler” anlamına gelir. Tevrat’a göre -cariye olan Hacer’in oğlunu, Hz. İbrahim’in zevcesi Sâra kıskandığından- Sâra şöyle demişti: “Bu cariyeyi ve oğlunu dışarı at, çünkü bu cariyenin oğlu benim oğlum İshak’la beraber mirasçı olmayacaktır.” (Tekvin 21, 10 vd.) Hz. İbrahim, ister istemez, Hacer’i ve ondan olan oğlunu (Hz. İsmail’i), çöle bırakır. Tekvin 21, 18’de Hacer’in oğlu hakkında Allah’ın: “Onu büyük bir millet yapacağım.” vaadini de ihtiva eder.
2 - Bkz. Tekvîn, 16, 11-20; 25, 12-18.
3- Yahudiliğin esasını teşkil eden bu “ahd,” onların iddiasına göre yalnız İsrailoğulları’na mahsustur. Ahd kavramı, Hıristiyanlıkta daha değişik bir muhtevâ kazanır (Tanrı’nın Hz. İsa’da tecelli ederek insanlıkla yaptığı sevgiye dayanan yeni ahd). Kur’ân-ı Kerim de, Hz. İbrahim’e verilen ilâhî ahidden bahsetmekte, fakat bu ahde kâfirlerin nail olamayacağını bildirmektedir (Bakara sûresi, 124).
4- Krş. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 21. bölüm.
5 - Tevrat’tan önceki zaman, özellikle Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Hz. Ya’kub’un devresi.
6- L. Massignon’un, İslâm hakkındaki bu fikirleri: 1- Onun hususî mektuplarından meydana gelip bilâhare Arnault et Cie, Tours tarafından yayınlanmış olan 73 sahifelik, satışa arz edilmeyen “İsmail hakkındaki duâ” adlı kitabında, 2- R. Charles-Barzel, O vierge puissante, Paris, La Colombe, 1958 adlı eserde (bu kitap L. Massignon’un önemli bir mektubunu ihtiva etmektedir), 3- L. Massignon, Le signe marial, Rythme Monde, 1948/3 adlı makalesinde bulunabilir. Y. Moubarac, Pentalogie adlı eserinin (Beyrut, 1973) birinci cildini, tamamen L. Massignon’un bibliyografyası olarak hazırlanmıştır ki oradan bu zât hakkında yeterli bilgi edinilebilir. Y. Moubarac’ın L. Massignon hakkında, başka yazıları da vardır.
7 - Paris, La Colombe, 1956, s. 178.
8 - Bulletin des Missions (S. André-Les Bruges 1938/I, 10-23.
9 - Bkz. Lumiére et Vie, sayı: 25, Ocak 1956, s. 30, note, 36.
10 - Paris, Casterman, 1970.
11 - İslâm’daki Hz. İsa, Paris, Seuil, 1959, s. 285.
12 - Hz. İsmail’in Gizemi, Paris, Mame, 1964, s. 297.
13 - İslâm ve Biz, Paris, Cerf, 1947, s. 57.
14 - İslâm ve Hz. Meryem, Paris, Beauchesne, 1950, s. 90.
15 - İslâm’ın Deruni Boyutları, Paris, Seuil, 1949, s. 235.
16 Paris, (Cerf, 1959, 149 s.) ki bu kitap Sakıb Yıldız tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir (Dergâh yayınları, Tevrat, İncil ve Kur’ân, 1979).
.
Ma'rib'den Ma'rik'a
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Bizim Fas dediğimiz ülkenin, resmi adı: Mağrib Krallığı. Oranın büyük şehirlerinden, en eski büyük merkez olan Fas’ı esas alan bir adlandırma ile Osmanlılar “Fas” demişler. Avrupalılar ise Maroc diyorlar. Onlar da muhtemelen, eski büyük merkezlerden Merrakeş’i esas alarak bu ismi veriyorlar.
Meşârik ve meğâribin (doğuların ve batıların) Rabbine hamd ile başlarım. O’nun canibinden getirdiği nurun, maşrikten mağribi tuttuğu Hz. Peygamber’e âl ve ashabına salât ü selam ederim. Bu yüce Peygamber’in üstün şahsiyetini konu edinen ilmi bir toplantı vesilesiyle yakında Mağrib’e gittim. Bizim Fas dediğimiz ülkenin, resmi adı Mağrib Krallığı. Oranın büyük şehirlerinden, en eski büyük merkez olan Fas’ı esas alan bir adlandırma ile Osmanlılar “Fas” demişler. Avrupalılar ise Maroc diyorlar. Onlar da muhtemelen, eski büyük merkezlerden Merrakeş’i esas alarak bu ismi veriyorlar. Klasik İslâmi dönemde Mağrib terimi, Endülüs de dâhil olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerini kapsıyordu. Haçlı taassubunun istilasından o diyarları korumak için Kuzey Afrika’ya ulaşan Osmanlı, maksat hâsıl olunca, Tunus, Libya, Cezayir’le yetinerek Fas sınırında durmuş. Fas’a ora halkının yardım taleb etmesi halinde kuvvet göndermiş, ayrı bir sultanlık halinde yönetiminin devamına karşı çıkmamış. Atlas Okyanusu’nu Akdeniz’e bağlayan, aynı zamanda Avrupa ile Afrika’yı buluşturan Cebelitarık geçidinin güneyinden başlayarak Atlas Okyanusu kıyısında uzanan bu ülke, uzaktan küçük zannedilse de neredeyse Türkiye büyüklüğünde yüzölçümü olan bir memleket. Nüfusu otuz milyonun üstünde. Osmanlı üç asır gibi uzun bir müddet istilayı geciktirdikten sonra yakınındaki bin bir dertle uğraşmak zorunda kaldığından, merkezden çok uzak bu diyara artık sahip çıkamadı, 19. ve 20. yüzyılda Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya gibi Avrupa ülkeleri bu diyarlara hücum ettiler. Yirminci asırda 1912’de Fas’ın Fransa ile protektora (himaye) anlaşması imzalamasıyla Fransa’nın nüfuzu iyice arttı. Muhammed Abdülkerim Hattabi’nin liderliğinde Faslılar 1921’de İspanya idaresine karşı istiklal savaşı kazandılar. Fakat çok geçmeden 1926’da Fransızlarla birleşen İspanyalılar onun devletine son verdiler. 1927’de temsili olarak hükümdar olan V. Muhammed devrinde Fransız hâkimiyeti iyice arttı. Fakat daha sonra o da istiklal harekâtına girişti. Fransız yönetimi onu sürüp yerine 1953’te Muhammed İbn Arefe’yi kral yaptılar. 1954’te başlayan Cezayir istiklal savaşından sonraki konjonktür içinde Fransa, V. Muhammed’in tekrar başa geçmesine yol verdi. 1956’da Fas, bağımsızlığını kazandı. Önemli bir gelişme olarak Cezayir ve Tunus ile ilişkiler düzeltilip 1989’ da “Mağrib Birliği” kuruldu. V. Muhammed’in 1961’de vefatından sonra oğlu II. Hasan kral oldu. Kırk yıl kadar süren hükmünden sonra şimdi oğlu VI. Muhammed bu meşruti idarenin başında bulunuyor.
Hicretin 62. yılında tabiinden Ukbe İbn Nafi ile başlayan Mağrib fethi 92’de Musa İbn Nusayr eliyle tamamlandı. Daha sonraki dönemlerde İdrisiler, Murabıtlar, Muvahhidler, Meriniler, Sa’diler gibi çeşitli beylikler Fas diyarında hüküm sürdüler. Bu sülaleler zamanında ilmi ve kültürel hayat varlığını devam ettirmiş, çeşitli ilimlerde birçok eser yazılmıştır. Fıkhî bakımdan Maliki mezhebi, tasavvufi yönden Ticaniye, Geylaniyye, Kettaniyye gibi tarikatlar yaygındır. Dünyanın her tarafında kullanılan fes, maroken (deri eşya) gibi el sanatları başta olarak ağaç ve alçı üzerine oymacılık türünden çeşitli geleneksel sanatlar Fas’ta devam etmektedir. Fas şehri, UNESCO tarafından milletlerarası tarihi şehir statüsüne alınmıştır.
Bu girişten sonra ziyaretimize sebep olan toplantıya dönelim: Sempozyum Akdeniz sahilindeki Tatvan şehrinde yapıldı. “Şarkiyat Araştırmaları Kurumu” ile İngiltere’de bazı Müslümanlar tarafından kurulan Universal Mercy Derneği’nin girişimi ile ortaklaşa düzenlenen bu uluslararası toplantı üç gün olarak programlanmıştı. Çoğu Fas’ın çeşitli şehirlerdeki üniversitelerinden olmakla beraber Türkiye, Tunus, Katar, Filistin, Fransa, İngiltere gibi ülkelerden gelen katılımcılar da yer aldı. Kırk kadar bilimsel tebliğ sunuldu. Tebliğler Arapça, Fransızca ve İngilizce verildi. Ekseriyetin arzusu üzerine program iki günde tamamlandı. Ömrümde ilk defa gecenin 22.00’sine kadar devam eden bir sempozyum görmüş oldum. Tebliğlerden bazılarının sadece başlıklarını verelim:
“Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Hicretinde Sünnetullah’a Riayet”, “Mükemmel Ahlakı Uygulamak En Büyük Mucizelerindendir.”, “Hz. Peygamberin Şahsiyetinde Belagat Boyutu”, “Semavi Kitaplarda Hz. Peygamberin Müjdelenmesi”, “Mağrib Kültür Mirasında Hz Peygamber”, “Batıda Aydınlanma Felsefesi Ve İslâm”, “İngilizce Yazılmış Siyer Kitaplarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, “El-Kelai’nin El-İktifa Adlı Sireti Ve Şerhleri”, “Zimmiler Hakkında Hz. Peygamber’in Ahitnamesinin Yazmaları Ve Belgeleri Meselesi”, “Aile Reisi Olarak Hz. Peygamber”, “Bazı Alman Oryantalistlerinin Kitaplarında Hz. Peygamber”, “Çirkin Karikatürlerden Sonra Hollanda Basınında Hz. Peygamber”, “Çağdaş Bazı Felaketlerden Kurtulmada Hz. Peygamberin Siretinin Rolü”, “İslâm İle Batı Arasındaki Diyalog Hakkında”, “Hz. Peygamber’in Rüyaların İslâm Kültüründeki Tesirleri.”
Toplantının başında Universal Mercy Organizasyonu adına Dr. Yeşil Öcal ile Şarkiyat Araştırmaları Merkezi Başkanı Prof. Dr. Abdülaziz Şahbar konuşma yaptılar. İlim adamlarının ve dinleyicilerin dikkatle izlemeleri, aceleci, geçiştirmeci olmayan tavırları, olumlu tartışma ve soru sorma şevkleri doğrusu takdire değerdi. Toplantı, Kültür Bakanlığına bağlı Tatvan Kültür Merkezinin klimalı, güzel dizayn edilmiş salonunda yapıldı. Tebliğlerden hemen sonra İstanbul’dan gelen ebru ustası Hikmet Barutçugil ve eşi Füsun Hanım’ın uygulamalı sunumu da büyük ilgi gördü. “Su üstüne yapılan resmi” ilk defa yakından tanıyan çok kimse, onun tekneden seri bir şekilde çıkardığı resimleri büyük bir hayret ve hayranlıkla izlediler. Başka yerlere de davet tekliflerinde bulundular.
Toplantıdan sonra imkân nispetinde Fas’ın bazı şehirlerini gezdim. Uğradığım önemli yerlerden biri, merkezi başkent Rabat şehrinde olan ISESCO oldu. Bu teşkilat İslâm ülkelerinin eğitim, bilim, kültür ve iletişim alanlarında işbirliği için kurulmuş olup UNESCO’nun İslâm ülkelerine mahsus benzeri bir kuruluştur. İslâm ülkelerinin dışişleri bakanlarının Mayıs 1979’da Rabat’ta yaptıkları toplantı ile kurulmuştur. Kamerun, Togo, Fildişi sahili ve Orta Asya Türk cumhuriyetleri gibi yakınlarda bağımsızlıklarına kavuşan bazıları da dâhil olmak üzere 51 İslâm ülkesinin üye olduğu bu kuruluşa Türkiye Cumhuriyetinin üye olmadığını hayretle öğrendim. Buraya bağlı bazı tali kuruluşları zikr edelim. ICPRS: İslâm Dünyasında Bilimsel Araştırmaları Destekleme Merkezi (Centre for Promotion of Scientific Research). IBEST: İslâm Dünyası Bilimsel Ve Teknolojik Etik Kurulu (The Islamic Body on Ethics of Science and Technology). FUMI: İslâm Dünyası Üniversiteler Birliği (The Federation of Universities in the Islamic World). Kuruluşundan bu yana ISESCO, çok sayıda çalışmalar yapmış, bilimsel araştırmalar yaptırmış, toplantılar düzenleyip bu çalışmaları yayımlamış. İslâm ülkelerinde eğitim, bilim, kültür, teknoloji ile ilgili 570 kadar yayın yapmış. İslâm dünyasındaki çeşitli organizasyonlar, bu ülkelerde çıkan dergi ve diğer periyodikler, değişik alanlarda istatistikler, araştırma merkezleri, mesela kadın kuruluşları, bilim adamlarının özgeçmişleri, çalışmaları ve en son yayınları gibi daha birçok alanda başvuru kılavuzları bu yayınlardan sadece bazıları. İnternet adresi: “www.isesco.org.ma”. Bu siteye girildiğinde Arapça, İngilizce ve Fransızca olarak bu kuruluşun bütün çalışmaları hakkında geniş bilgi alınabilir. İslâm Konferansına bağlı en önemli kuruluşlardan biri olan ISESCO hakkında Türkiye’mizde bilgi sahibi olmayışımıza hayıflandım. Üstelik Türkiye bu teşkilatın en önemli üyelerinden ve şimdiki başkanı da bir Türk ve üniversite profesörü olan Sayın Ekmeleddin İhsanoğlu. TDV tarafından çıkarılan İslâm Ansiklopedisinde de yer almadığına hayret ettim. Halbuki İslâm Konferansı Teşkilatına bağlı IRCICA ve ISEDAK gibi kuruluşlar madde olarak bulunuyor. Ansiklopediyi hazırlayan İSAM başkanı Sayın Prof. Dr. M. Akif Aydın ile görüştüm. Dokümanları verdim. Daha sonra bu maddenin eklenerek eksikliğin telafi edileceğine inanıyorum. Sayın E. İhsanoğlu’nun İslâm Konferansı Genel Sekreteri olduğu bir dönemde, Türkiye’nin ISESCO’ya üye olması için gerekli girişimin yapılacağını umarım.
Bu seyahatte vâkıf olduğum başka bir ilmi teşebbüs daha var. O da Fas şehrinde 1993’te kurulmuş olan “Bilimsel Terimler Enstitüsü”dür. Bu Enstitünün gayesi, İslâm medeniyetinde ortaya çıkmış ilmi ıstılahların (bilimsel terimlerin) tarihi gelişim seyrini ihtiva eden bir sözlüğünü hazırlamaktır. Kuruluşundan beri bu maksadı gerçekleştirmek için birkaç sempozyum düzenlemiş. Istılahlar alanını başlıca şu üç sahaya ayırmışlar: 1-Dini ilimler 2-Beşeri ilimler 3-Tabii ilimler. Hangi asırda, hangi coğrafyada olursa olsun, bu terimleri tarihi süreç içinde inceleyip belirleme çalışması içindeler. Bu iş ferdi gayretlerle tamamlanamayacağı için, böyle bir Enstitü kurmuşlar. Bu çalışma, mazide ve şimdiki durumda olan çalışmaları kapsadığı gibi, ayrıca terimlerin geleceğini de planlamaya yöneliyor. İmkan nispetinde ilgili ilim heyetlerini kurma, bütün metinleri tarama, arşivleme, dokümantasyon, koordinasyon çalışmaları içindeler. Mesele gerçekten Müslümanlar ve Arapça açısından hayati derecede önemlidir. Zira bilimsel terimler bulunup yaygınlaştırılmayınca, kendi dilinizle o ilimleri okutamazsınız, İngilizce gibi Avrupa dilleri ile öğretime mecbur kalırsınız. Nitekim, mesela Tıp öğrenimi söz konusu oldu. Bütün Arap dünyasında Tıp öğretimi İngilizce ile yapılıyor. Sadece Suriye Arapça yapmaya gayret ediyor. O da ağırlığını kabul ettiremiyor. Osmanlı Devletinin son döneminde 19. asır ile 20. asrın başında bilimsel terimlerin Arapça esas alınarak karşılıklarının bulunması çalışmalarının yapıldığını bildiğimi söyleyince “Biz de bunları bize gösterecek ilim adamları arıyorduk, gelin yardımcı olun!” dediler. Tabiatıyla ben, bu işlerin uzmanı olmadığımı, ama faydalı olabilecek kimselere ulaştırabileceğimi ifade ettim. Bu Enstitünün müdürlüğünü Fas’ta Prof. Dr. Şahid Ebu Şeyhi yapıyor. Faziletli, ehliyetli ve samimi bir âlim. Evinde Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı ile beni kabul edip, heyetimize üç-dört saatini ayırdı, ikramlarda bulundu. Prof. Dr. Ferid el-Ensari onun en yakın yardımcılarından. Meknes şehri Ülema Meclisi başkanı ve aynı zamanda bu şehrin müftüsü. Her ikisi de Türkiye’yi ziyaret etmişler.
Fas şehrinde Abdülaziz ed-Debbağ (rh.a) adlı mutasavvıfın medfun olduğunu öğrendik. Bu zatın Faslı olduğunu ya bilmiyordum veya unutmuşum. Kabristanı ziyaret ettik. Kabri üzerinde mütevazı bir türbe, şeceresini ihtiva eden mezar kitabesi var. Unutmadan belirteyim ki bu zatın memleketimizde tanınmasında en büyük pay, zannediyorum Hasan Basri Çantay’ın Kur’an-ı Hakîm ve Meal-i Kerim eseridir. Bu çok okunan eserde merhum, zaman zaman, onun fikirlerini nakleden el-İbriz kitabından hikmetli açıklamalar içeren nakiller yapar. Bu vesile ile, onun hayatı hakkında kısa bilgi vermekte fayda görüyorum. Bu zat 1090/1679 yılında Fas şehrinde dünyaya gelmiş, 1132/1720’de genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmiştir. Ahmed İbn Mubarek adlı âlim onun müridi olup, ondan “Ümmi Mürşidim” olarak bahseder ve birtakım meseleler hakkındaki açıklamalarını el-İbriz adlı kitabında toplar. Kitap çeşitli yerlerde basılmış, Türkçe’ye de tercüme edilmiştir. Bu zat “zahir ilmini öğrenmeyen bir veliye “büyük feth”in vaki olamayacağı kanaatindedir. Ona göre, kâmil ilim, Allah’ın ihsan ettiği ledün ilmidir. Duyularla elde edilen ilim, bu ilmin yanında bir hayal gibidir. Batınî ilim Güneş’e, zâhirî ilim ise fenere benzer. Ed-Debbağ kendisinin Hz. Hasan (r.a.) neslinden geldiğini, tarikat silsilesinin ise Hz. Ebu Bekir (r.a.)’a dayandığını söyler. Diyanet İslâm Ansiklopedisinde ve başka kaynaklarda onun hakkında biraz daha geniş bilgi bulunabilir.
Fas’ta meşhur abidelerden biri Kazablanka (ed-Dâru’l-Beydâ) adlı nüfusça ülkenin en büyük şehrinde bulunan II. Hasan camiidir. Avlusu ile birlikte bir milyon musallinin namaz kılabileceği söyleniyor. Mescid-i Nebeviden sonra İslâm dünyasında ikinci büyük cami. Cuma namazında caminin, bayram namazında ise avlunun dolduğunu söylüyorlar. Dört köşe ve hayli geniş kaideli minaresinin yüksekliği 200 m. Caminin her tarafı oyma sanatı ile dolu. Fas’ta alçı veya ahşap üzerine oyma işine aşırı merak var. Cami halılarla kaplı, temiz ve bakımlı. Ayakkabılar, safların arasında, battaniye gibi kalınca kumaştan yapılmış bir nevi çuval içine konuluyor. Namazdan sonra, kalan cemaat camide Kur’ân-ı Kerim’i koro halinde okuyor. Mushaf-ı şerifler Verş rivayetiyle İmam Nâfî kıraati ile basılıyor. Bu sadece burada değil, hemen hemen Kuzey Afrika’nın ekserisinde böyledir. Kur’ân hattında, Mağrib hattının özellikleri var. Güzel âdetlerden birisi, Cuma günü camide Kehf sûresi okuma sünnetinin yaygın olması.
Fas’ta gördüğümüz yerler içinde, Türk olmamız itibariyle, en dikkate değer yerlerden biri, orada eğitim ve öğretim yapan Türk okulları. Bu okullar “Mehmed Fatih Okullar Grubu” adı altında çalışıyor. Fas’ta altı okul var. Bunların en kıdemlisi olan Tanca şehrindeki okulun 570 öğrencisi mevcut. Okullarda dersler Arapça ve Fransızca olarak veriliyor. Ayrıca İngilizce ve Türkçe öğretiliyor. Türk Okullarına rağbet çok. Zira başarıları, ciddilikleri ve güzel ahlaka önem vermeleri, öğretmenlerinin öğrenciye gösterdikleri ilgi bakımından kendilerini ispatlamışlar. Bilgi öğreten ve elden geldiğince eğitim metotlarını uygulayan –her ülkede olduğu gibi orada da- çok okul var. Fakat bizim okulların yaptığı, Türkiye’de ve daha başka birçok ülkede tecrübe edilmiş bir modeli oralara tanıtmak oluyor. Bilimsel başarı, ciddiyet, güzel davranışlar vermek, sosyal yönleri geliştirmek, hasbilik, samimiyet, fedakârlık meziyetleri ile kendilerini kabul ettirmişler. Bu tesirler muhatap insanlarda kendisini göstermekte gecikmiyor. Mesela Dr. Muhammed Eziamari Bey, Tanca Okul müdürü olarak altı yıl çalışmış. Evi Tatvan şehrinde. Arada 100 km. mesafe var. Her gün bir buçuk saat gidiş, bir o kadar da dönüş zahmetine katlanmış. Ama bir gün bile görevini aksatmamış. Bu arada doktorasını tamamlamış. Üniversite kadrosuna geçip iki misli maaş alma imkânı da bulunmasına rağmen bu şahıs okuldaki işine devam ediyor. Şimdi artık kendi memleketi olan Tatvan’daki okulda çalışıyor. Böylesi bir okula ve böylesi bir ekibe vefa göstermenin en tabii bir vazifesi olduğunu söylüyor. Tanca’da otuz yaşlarında bir gençle tanıştık. Aslı bu şehirden olmakla beraber Belçika’da iş yapıyor. Bu tarzda hizmetin faydasına o derecede inanmış ki tek başına bir okul yaptırıp hizmete sunma gayreti içinde idi. Oradaki işlerini ayarlayarak Tanca’ya gelmiş, bir aydan beri oradaki Türk arkadaşlara yardımcı oluyor. Üç katlı bir villasını, otuz kişilik pek kaliteli bir öğrenci yurdu olarak dizayn etmiş, takriben yerleşmeye hazır hale getirmişti. Merkezi bir yerde talip olduğu arsanın krokisini gösterdi. Memlekete dönüşümden üç gün sonra arsayı alma işleminin tamamlandığını bana telefonla bildirdi. Fas şehrinde okul binası lazım imiş. Şehrin Eğitim Müdürü bina bulma, pazarlık ederek oldukça uygun bir fiyatla kiralama işlerini bizzat üzerine almış. Bu binanın da hizmete hazır hale gelmek üzere olduğunu bizzat gördük. Bu evsafta insanların yetişmesinde, ihlâs ve ferağatla çalışan Türk arkadaşların büyük rolü olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Onların yaşadıkları haller, muhataplarına yansıyor, onlarda böylece yankılanıyor.
Gezi notlarımı bitirmeden önce Fas’taki Türk okullarının Genel Müdürü Mevlüt Boztaş’ı ve ailesini takdirle yad etmemek mümkün değil. Bu genç arkadaş, merhum babamdan sonraki Ergani müftüsü Abdülkadir Boztaş’ın torunu çıktı. Şahsen tanıdığım babası Fuat Bey, Suudi Arabistan’da iş yapan bir mühendis. Türkiye’nin Güneydoğusundan kalkıp gitmiş, 6 bin km. uzakta Atlas Okyanusu kıyılarında eğitim hizmeti veren bu genç, büyük bir grubun yöneticiliğini yapıyor. Bu ayrıntılara, güzellikleri takdir etmekten geri duran bazı kimselere şunu düşündürmek için giriyorum: İyi insan yetişmesine vesile olunur ve onun ufukları açılırsa böyle netice alınır. Buna karşılık her yerde, özellikle onun memleketinde sahip çıkılmayan nesillerin ne hale geldikleri ise pek iyi biliniyor. Kardeşlerinden biri Tanzanya’da, biri Orta Asya’da öğretmen olarak çalışıyor. Dördüncüsü de Zaman Gazetesi Ankara Temsilciliğinde Haber müdürü, hatırımda kaldığına göre. Bu aile tablosu ve onların böyle yetişmelerine vesile olanlar “Maşallah!” diyerek takdir ve şükranla anılmaz olur mu?
Şükranlarımı sunacağım başka arkadaşlarla da görüştük. Fakat yerimiz mahdut olduğundan onları temsilen değerli iş adamlarımızdan Mustafa Tatari beyefendiyi anmak istiyorum. Orada kaldığımız bir hafta boyunca işlerini bırakıp bizi arabasıyla gitmemiz gereken her yere götürdü, bize rehberlik etti. Bu kardeşimiz İslâm medeniyetinin bir sembolü adeta: Bir tarafı Halepli, bir tarafı İstanbullu. Kayınpederi Fas’ın büyük âlimlerinden Prof. Muntasır el-Kettani (O da Fas, Medine-i Münevvere ve Kahire gibi merkezlerde çalışmış). Kayınbiraderi Prof. Dr. Ali el-Kettani bütün İslâm dünyasında tanınan bir evrensel şahsiyet olup beş yıl kadar önce genç denilebilecek bir yaşta vefat eden, yakından tanıdığım bir ilim ve hizmet adamı idi. Mustafa Tatari’nin babası Türkiye’de yerli olarak imal edilen ilk dikiş makinesi olan General marka makineyi 1960’larda üreten zat. Kendisi pek güzel Arapça konuşan, ticaret yanında iyi okuyan bir kültür adamı. İstanbul, Cidde, Fas gibi yerlerde iş yapmış. Çocukları İstanbul Özel Fatih Lisesi mezunları olarak önemli Üniversiteleri bitirip şimdi Amerika, Dubai gibi ülkelerde önemli işler yapıyorlar; Türkçe, Arapça, İngilizce ve Fransızcayı pek iyi biliyorlar. Fas’ta çok akrabaları var Mustafa Bey’in. Tanca’da bir tekstil fabrikatörü olan Ahmet Tatari Bey, beraberliğine doyulamayan olgun, erdemli, entelektüel bir Müslüman. Altmış yaşlarında olan bu zat aslında Suriye ve Fas’ta büyümüş. Sonradan kendi gayretiyle öğrendiği Türkçeyi çok rahat konuşuyor. Sekiz dil biliyor, yabancı dillerini geliştirmek için çocuklarından her biri ile farklı dillerle konuşuyormuş. Sık sık yaptığı Kâbe ziyaretlerinde tavafta yaptığı başlıca dua: “Allah’ım! Türkleri İslâm’la şereflendir, İslâm’ı Türklerle şereflendir!”. Onun samimiyetinden etkilenmemek mümkün değil. Beraber olduğumuz Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı Bey, onun karşısında adeta kendinden geçti. Cenab-ı Allah böyle güzel insanları afiyet ve muvaffakiyette daim kılsın.
Ne dersiniz, artık Mağrib-i Aksa çok yakın değil mi?
.
Mehmed Akif'in Kur'an Anlayışı
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Akif ’in dünyasının merkezi Kur’ân’dır. Bunu, kendisi açıkça belirtmiştir. Ona göre yapılacak iş;
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı A
srın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı
şeklinde özetlenebilir. Niçin? Çünkü, Kur’ân-ı Kerîmin prensiplerini uygulayarak, mükemmel ve örnek bir millet olunacağını bu millet tarihinde tecrübe etmiştir.
O, Kur’ân’ı iyi anlayarak, toplumun realitesini onun ışığında inceledi; hastalıklarını teşhis edip tedavi çarelerini aradı. Fen bilimleri öğrenimi yapmış olması, zekâsı, müşahede kabiliyeti, kendisine realist gözlem ve tahlil yapma imkânı sağlarken, Kur’ân onun şaşmaz mihengi, daha doğrusu rehberi oluyordu. Onun içindir ki Akif realist olmakla birlikte eseri fotoğraftan ibaret değildir. Acı vâkıaya niçin ve nasıl düşüldüğünü, kurtuluş çarelerini sebepleriyle birlikte gösteren bir eser ortaya koymuştur.
Merhumu sadece bir nazım ustası, hamasî bir destan şairi bilmek, onu hiç tanımamak demektir. O, Türk milletini yükselten değerleri ve gerileten sebepleri iyice teşhis eden ve geçici olmayan çareleri gösteren bir mütefekkirdir. Akif, milletimizin ruhunun doktoru idi. Bu millet onu, hastalarının başı ucunda, mezarlıkta, meyhanede, mahalle kahvesinde, meydanlarda, cami kürsülerinde, savaş cephelerinde, meclis kürsülerinde, hâsılı bütün ıstıraplarının yanında buldu. Merhumun şahsiyetini inceleyenler onun, şairlikten başka fikir kahramanı, ruh doktoru, sosyolog ve ahlâk âbidesi bir mürşid olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar.
Düşünen şiirin edebiyatımızda en bariz örneğini veren Akif, edebiyatın birbirine aykırı iki tatbikatını, Kur’ân-ı Kerimin bir ayetini tefsir ederek anlatır. Şuarâ sûresine adını veren bu ayetin mealini şöyle verir: “Şâirlerin arkasından ancak sapıklar gider. Görmüyor musun ki onlar her vadide dolaşıyorlar. Hem yapmadıkları şeyi söylüyorlar. Yalnız iman ederek yararlı işler yapanlarla Allah’ı sık sık hatırlayanlar; bir de zulüm gördükten sonra intikam alanlar için söz yoktur. Zulmedenler ise nasıl bir akıbete uğradıklarını anlayacaklardır” (Şuarâ sûresi, 225-227).
Ayetin tefsirini yazarken de şu açıklamaya yer verir: “Gerçekten, her vadiye dalıp çıkan, yalancılıktan başka san’at sermayesi olmayan, mevzuu tükendikçe ötekinin berikinin namusuna hücum eden, herkesin özel hayatını açmak için dilini maymuncuk gibi kullanan, bir mazmun, bir kafiye uğrunda bin hakikati, bin hikmeti kurban ediveren, bir nükte hatırı için, hatıra gelmeyecek rezilliğe kucak açan bu serserilerin etrafında daima bir sürü kopuk dolaşır ki, bunlar o herzevekillerin kustukları hezeyanları nimet kabul eder de gezdikleri yerlere saçıp dururlar! İşte gerek bu mahiyetteki şairler, gerek onların yardakçıları, mensub oldukları millet için birer musibettirler.
Din namına, ahlak namına, Allah korkusu namına kalbinde hiç bir his taşımayan; zulme, haksızlığa karşı ruhunun derinliklerinden bütün ruhu ile coşmayan şairler, hangi toplumda bol ise, Allah o toplumun belasını verecek değil, vermiş demektir!
Öyle ya, bir milletin ruhu edebiyatında, şiirlerinde görülür. İçtimaî ruhu yüksek olan bir milletin sinesinde bu gibi sefiller türese de üreyemez. Saniyen; millet fertlerinin içtimaî seviyesini yükseltmek, bununla beraber, sağlam fikirleri beliğ bir beyanın sihriyle kalblerde his haline getirmek ancak şairlerin vazifesidir. Bu vazifenin ihmali, milletin çöküşüdür.
Ayetteki intisar (Ve’ntasarû) “intikam almak” manasınadır ki burada hem hususî, hem umumîdir. Yani şair hücuma, tecavüze uğrayan kendi masum şahsiyetinin intikamını alacağı gibi, zulüm gören millet evlâdını da dil kılıcı ile müdafaa edecektir”1
Görüldüğü üzere Akif bu ayet-i kerimeye dayanarak, geniş anlamda basını da içine alan edebiyata; toplumun gözü, kulağı ve konuşan lisanı olma, sağlam fikirleri belîğ, etkili bir beyanın büyüsüyle kalplerde heyecan uyandıran his haline getirme, böylece milletin içtimaî seviyesini yükseltme misyonunu tanımakta, aksi halde milletin çökeceğini söylemektedir.
İslâm Dîni, Şiirin Temizini Makbul, Murdarını Merdut Görür.
Mütefekkirimiz, temel tarihî çerçeve olarak, “şimdiki zamanı” alır. Tarih, bütün yıkıcı birikintileri ile gelip şimdiki zamana toplanmıştır. O halde, gordiyom, şimdiki zamandır. Bu kördüğüm bir kılıçla ikiye biçilmedikçe Türk İslâm milleti için bir gelecekten bahsedilemez.2
O, toplumun şimdiki zamanını, çok defa tablolar halinde verir. Doğu ülkelerinin sefaleti, bir mahalle kahvesinin genel seviyeyi ifşa eden çıplak hali, kadınların durumu, genel içtimaî tembellik, bezginlik, yılgınlık ve bunun, yanlış olarak kadere atfı... bütün yaşama ve düşünce dejeneresansı ile toplum masaya yatırılır.
Fakat Akif bu realizmi, idealinin yedeğinde bulundurur ve vasıta olarak kullanır. İdeali, keskin bir ışık halinde bu realitenin üstünde durur. Şehri, insanı, sokağı, kahvesi, bütün sefaletiyle bir toplumun, şark ülkelerinin acı manzaraları ve bunu bir tarafından delip öbür tarafına geçen ve bir projektör aydınlığında gösteren bir gün ışığı, yani İslâm. Âkif ’in şiirini, belli bir dönemde, belli bir topluluğun tarihî, sosyolojik realitesiyle, o toplumun temel değerlerinin bütünü olan İslâm karşısındaki durumu, işte bu iki unsur kurar: İslâm ve realite. İşte bu iki kelime Akif ’in bütün şiirini özetler.3
İmdi Akif ’in:
Hani Kur’ân’daki ruhun şu heyulada izi?
Nasıl İslâm ile birleştiririz kendimizi!
diyerek yakındığı, Kur’ân ruhundan uzaklaşmış, aslî lisanıyla onu anlama imkânından da mahrum olan cemiyetimiz, Kur’ân’ın hidayetinden nasıl faydalanabilir? O, Eşref Edip Bey’in teşebbüsüyle kurulan ve önemli âlim ve yazarların gayreti ile çıkarılan Sebilü’r-reşad dergisi ile bu gayeye hizmete yönelmiştir.
Sebilü’r-reşad dergisinin başyazarı Mehmed Akif idi. Derginin yayın kurulu 1912’de yaptığı bir toplantıda başlıca bölümlerin kimler tarafından yazılacağını ihtisasa göre belirledi. Tefsir kısmı hakkında üyelerden Halim Sabit, M. Akif ’in yapmasını teklif etti. O, “Bu benim işim değil. Bu ağır yükü bana yüklemeyiniz. Onun kavaid ve usulü var ki benim o konularda uzmanlığım yok” diye özür beyan etti. Halim Sabit: “Daha iyi ya! Biz de öyle istiyoruz. Kavaid ve bilgi naklinden ziyade, doğrudan doğruya Kur’ân’dan anladığınızı, duyduğunuzu yazınız. Ayetlerin size ilhamları, bizce en mükemmel tefsirdir.” Sonuçta ittifak karşısında kabul etmeye mecbur kaldı. Bu samimi özrü onun tevazuundan ileri geliyordu. Liyakati elbette vardı. Celaleyn tefsirini yanından hiç eksik etmediğini, Kelam-ı kadim gibi okuduğunu, şimdiye kadar on sekiz defa hatmedip şimdi on dokuzuncu hatme devam etmekte olduğunu kendisi ifade etmiştir. “Tefsir-i Şerif ” başlığını taşıyan ve her birinde o günün hadiseleriyle ilgili bir veya birkaç ayetin ele alınıp açıklandığı bu yazılar 1912-1919 yılları arasında çıkmış olup hepsi elli altı makaledir.
Sebîlü’r-reşâd 24 Şubat 1327 (1912) tarihli ilk sayısında, derginin her nüshasının baş kısmında Kur’ân-ı Kerim tefsirine yer vereceğini belirterek, tefsiri şu usûlle yapacağını bildiriyor: Sebîlü’r-reşâd İslâmî bir dergi olduğundan, İslâmî ilimlerin esas rüknü olan tefsîr-i şerife, ilmî kısmın birinci babı tahsis edilmiştir. Kütüphanelerimizde Arapça, Türkçe, Farsça hatta daha başka lisanlarda yazılmış güzel tefsirler çokça bulunduğundan bunları olduğu gibi nakletmekte fazla bir faide görmüyoruz. Arzu eden, onları istediği yerde okuyabilir. Bundan ötürü, derginin hususî mesleği bakımından, yayınlanacak olan tefsir eserlerinde, imkân nisbetinde şu hususiyetlerden birine riayet etmek istiyoruz:
1- İlim ve tekniğe, tarihe, içtimaî hayatımıza ve maişetimize temas eden bazı ayetler söz konusu edilerek, dirayet ve rivayet yönünden mütalaa edilecek ve sair lisanlarca bu yolda yazılan tefsir eserlerinin önemli görülen ve belirttiğimiz noktalara uyan yerleri tercüme olunacaktır.
İ’râb ve binadan, dilbilgisi tahlillerinden bahsetmek için mecmuamızın hacmi müsait bulunmadığından, yazılacak makalelerde, mümkün mertebe, ulûm-i arabiyyenin nazariyatından sarf-ı nazar ile amelî (pratik) neticeler üzerinde i’mâl-i fıkr edilecektir.
Hangi ilmî vasıta ile olursa olsun, önce, ayetten anlaşılan yüce meal yazılarak, ibare ve işaretinin, delâlet ve iktizasının belîğ irşadlarına dayanarak, zaman ve zeminin icabatına göre, genel İslâmî durumlar hakkında fikir ve mütalaalar yürütülecektir.
2- Tefsir metotları ve bu sahada yazılan eserler, Tefsir ilminin kısımları, Tefsir tarihi, müfessirlerin hayatları ve Tefsir usûlleri hakkında inceleme yapılacaktır.
3- Zamanımızda, tefsir öğreniminin hayli gerilediği malumdur. Âdeta Kur’ân-ı Kerimi bilmek, anlamak ehemmiyetsiz, faydasız bir iş gibi telâkki olunmaya başlamıştır. Ortada, Kur’ân-ı Kerim artık anlaşılmış, -hâşâ- daha bilinecek bir yeri kalmamış gibi bir batıl zan türemiştir. Bir mantık kitabı ile senelerce uğraşıldığı halde, medrese talebelerinin Celaleyn malumatı kadar olsun, tefsirden nasipsiz oluşu, şüphesiz pek büyük bir kusurdur. Bu sebeplerden ötürü mecmuamız, Tefsir ilminin ihya edilmesine çalışacak, mekteb ve medreselerimizde okutulmasına teşvikten geri durmayacaktır.”4
Bu açıklamada önem verilen ve dergide uygulanan noktaları göz önüne alacak olursak, tefsirde arzulanan hususların şunlar olduğunu görürüz: İlim ve tekniğe, tarihe, toplum hayatına temas eden ayetler üzerinde özellikle durulacak, daha ziyade pratik neticeler hedef alınacak, ayetlerin belîğ ve etkili irşadlarına dayanarak zaman ve zeminin gereğine göre, genel İslâmî meseleler hakkında değerlendirmeler yapılacak, iyileştirme çareleri aranacaktır. Bu ana hedef doğrultusunda, Kur’ân kültürünü topluma mal etmek ve tefsir ilmini ihya etmek için, mektep ve medreselerde tefsir ilminin okutulması teşvik edilecektir.
Şimdi alıştığımız bu tefsir tarzı, o zaman için ciddî bir yenilik oluyordu. “İçtimaî tefsir” diye adlandırılan bu tefsir metodu, böylece memleketimize de giriyordu. Bu tefsir tarzı, üç beş sene önce Mısır’da ortaya çıkan Tefsîru’l-Menâr’da tatbik edilmişti. Mehmed Akif ’in, bu tefsir çığırını açan Muhammed Abduh’dan istifade ettiği aşikârdır. Kendisi de İslâm’ı ve Müslümanları değerlendirme ve İslâm ümmetini, Kur’ân’dan hareket ederek ıslah etme hususunda, M. Abduh ile büyük ölçüde hemfikirdi. Fakat genel temayüldeki bu ittifak, tafsilata girilmesi halinde farklılaşabilir. Nitekim M. Abduh’un açtığı bu tefsir çığırı, neş’et ettiği yer olan Mısır’da bile değişik süreçler takib etmiş, aynı Üstaddan yola çıkan farklı müellifler, geniş bir fikir yelpazesi teşkil etmişlerdir. Mesela, Bir tarafta tavizsiz Sünni anlayış temsilcilerinden Hasan el-Benna, bir tarafta Kur’ân hakkındaki bazı telakkileri büyük tepkiler alan Emin el-Huli ve Muhammed Halefullah ve öteki uçta Batılılaşma akımının aşırı temsilcilerinden Taha Hüseyin, başka birçokları arasında zikr edilebilir. Akif de onun müsbet fikirlerinden yararlanmış, hatalarını savunmamıştır.
Akif felaketler devrinin çocuğu idi. Üç kıt’aya yayılmış, Akdeniz’i bir Türk gölü haline getirmiş ve dünyada; kuvvetiyle, ilmiyle, adaleti ve insanlığı ile denge unsuru olmuş büyük bir devletin hayatının sonbaharında dünyaya gelmişti. Bu medeniyetin unsurları olan marifet, fazilet, emr-i maruf nehy-i münker (iyiliği yayma, kötülükten sakındırma), mes’ûliyet, haya, diğergâmlık, fedakârlık, iffet, azim... gibi meziyetler ve onların peşinden yurt köşeleri, birer birer, kış habercisi rüzgârlara tutulmuş kuru hazan yaprakları misali uçuşuyor, kayboluyordu. Zengin bir asilin beş parasız kalıp görgüsüz dünkü hizmetçilerine muhtaç olması veya âlimin, cahillerin oyuncağı olmasındaki trajedi yaşanıyordu. Hatta bundan da fazla bir musibet vardı: Düşmanlarımız, bizi bu zillet içinde yaşatmayı bile çok görüyorlar, hayat hakkı da tanımak istemiyorlardı. Kendisini bu millete mensup bilen herkes, bu acıyı kalbinde hissediyordu. Etkilenmeyenler, M. Akif ’in, “Hay sıkılmaz! Ağlamazsan, bari gülmekten utan!” dediği, sadece pek cüz’î bir istisna teşkil eden bazı soysuzlar idi.
Milletin bu hale gelmesi, Kur’ân’ın hayat veren ruhundan ve buyruklarından uzaklaşmasından ileri gelmişti. Kur’ân’ın toplumu ıslah eden prensiplerini tatbik etmeyen Müslüman, onu mezarlık kitabı, tefeül, muska veya mûsikî vasıtası haline getirmiştir. Kendisinin batması neyse, Kur’ân’ı da elinden bırakmadığı için batarken onu da beraber batırıyordu. Hâlbuki Kur’ân, mezarlıkta en çok okunan Yâsîn sûresinde, misyonunun “diri olan, yaşayan her bir insanı uyarmak, irşad etmek” olduğunu bildiriyordu. Ama cemaat bunu anlamıyor, hissetmiyordu. Daha doğrusu unutmuştu. Çünkü milletimizin bunu bildiği devirler olmuştu. Ashab-ı kiramı harekete geçirerek onlara, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fütuhatını yaptıran, çeyrek asır kadar bir zamanda doğuda Hindistan’a, batıda İspanya’ya, kuzeyde Azerbaycan’a kadar götüren, Kur’ân değil miydi? Eski düşmanlarını, uğrunda canlarını seve seve verdirecek kadar kendisine bağlayan, Kur’ân ahlâk, adalet ve fazileti değil miydi? Muarızlarına bile kendisini kabul ettiren İslâm medeniyetinin Güneşi Kur’ân olmamış mıydı? (Mesela E. Renan şöyle der: “Bir medeniyetin değeri, yaratıcılığında, ilim ve sanat hayatına kattığı zenginliklerde, gerçekleştirdiği refah ve içtimaî adalette ise, İslâmlığı, bilhassa ilk beş asrında ve yer yer 18. asra kadar, dünya tarihinin en parlak devirleri arasında görmek icabeder”)5
Evet, elbette bunları gerçekleştiren, Kur’ân’dı. Cemiyet, gidişatıyla bunu unutmuş olsa bile, Akif ’in de içinde bulunduğu az sayıdaki Müslüman biliyordu. O, Mushaf-ı şerifi hatim indirmek için değil, mânasını anlamak, imanlı, amel-i salihli, hak ve hakikati bilen ve onu uygulamak için sebat gösteren “Müslüman” olmak için okuyordu, inceliyordu.
Kur’ân-ı Kerim’e olan sevgisi ileri derecede olduğundan ve özellikle onunla irtibatı pek kuvvetli olduğundan, nadiren rastlanacak bir durum olarak, onun Kur’ân’ı hıfz etme işine Üniversite öğrencisi olduğu sırada başladığını görüyoruz. Yetiştiği devrin en yüksek seviyede fen bilimlerinin öğretildiği kurumlardan biri olup şimdiki Veteriner Fakültesine tekabül eden “Yüksek Baytarlık Mektebi”nde okurken, Fransızca ders kitapları, laboratuar uygulamaları arasında, yirmi yaşlarında, her gün birkaç sayfa ezberleyerek hıfza teşebbüs ettiğini görüyoruz. Vefatından birkaç ay önce hasta yatağında bu konuyu bir dostu kendisine şöylece sormuştu: “Sizin kuvvetli bir “hafız” olduğunuz pek bilinmez. Kur’ân-ı Kerim’i Baytar Mektebi’ni bitirdikten sonra ezberlediğiniz söyleniyor. Hafızlık umumiyetle küçük yaşlarda elde edilebilir. O yaşta sizin için zor olmamış mıydı?” Mehmed Akif şöyle cevap vermişti: “Yüksek tahsili bitirdikten sonra hafız oldum. Fakat ondan evvel Kur’ân’ı okuya okuya gayet pişkin bir hale getirdiğim için zaten hıfz ile aramızda bir mesafe yoktu. Az bir müddet içinde Kur’ân’ı ezberleyiverdim”6 . O, öğrenciliği sırasında ezberlemekle yetinmiyor, Kur’ân’ın, müslümanın fikir ve duygu hayatında alması gereken yüksek mevkiyi “Kur’ân’a Hitap” tarzındaki şiirleri ile dile getiriyordu. Üniversiteyi birincilikle bitirdikten sonra Adana’da resmi göreve tayin edilmiş, orada hafızlığını tamamlamış, daha sonra İstanbul Kirazlı Mescid’de mukabele okuyarak da hıfzını cemaatle paylaşmıştır
Peygamberinin (a.s) bildirmesiyle M. Akif şunu öğrenmişti: Kur’ân, Allah’ın, insan üzerindeki bir hüccetidir, direktifidir ki ona uyanı kurtarır, mutlu eder, aykırı yol tutanı ise özürsüz hale getirir. M. Akif, yine O’nun hadis-i şerifine tabi olarak Kur’ân’ı, “Rabbinin mahlûkuna gönderdiği bir mektup” bildi. Onu tebliğ eden Hz. Peygamberden, Cibrîl’den, hatta bu kelamın ezeli sahibi olan Allah Teala’dan işitiyor gibi dinledi. Hz. Peygamberden sonra, sanki yeryüzünde yalnız kendisine gönderilmiş gibi okudu. Böylece Kur’ân’ın bin üç yüz seneden fazla bir zaman boyunca dünyayı niçin ihtizaza getirdiğinin sebebini daha iyi anladı. Kur’ân âlimlerinin izah ettikleri i’caz nevilerinden “Kur’ân’ın her asırda taze kalması” meselesinin sırrına erdi. Anladı ki -Peygamber Efendimizin mübarek beyanları ile- “Kelamullah ile kelam-ı beşer arasındaki fark, Halık ile mahlûk arasındaki fark gibidir”. Allah Teala’nın her şeyi ihata eden ilminden geldiğinden ötürü Kur’ân, bütün devirlerin mürşididir. Ezelden geldiği için ebede gidecektir. Allah nasıl ölmeyen Diri (Hayy) ise, hayat veren Muhyî ise kelamı da, O’nun ebedî hayatının tecellilerine mazhar olarak, ruhlara hayat üfleyecektir.
Kur’ân-ı Kerimi bu halet içinde okuma, Akif ’in dünyasını altüst etti. Sonra da her köşesini yerli yerine yerleştirdi. Kükremek gereken yerde onu bir volkan haline getirdi. Zaten sayısız felaketlerle ciğeri yanan Üstad küfre, zulme, haksızlığa, duygusuzluğa, hayasızlığa, gayri meşru kazanmaya, şahsiyetsizliğe karşı yanardağ gibi püskürdü, âteşin lâvlarıyla ruhlardaki kirleri yakıp kül etti. Kadirşinaslık gerektiğinde, haklı övgü ve takdirleriyle, din ve millet için fedakârlıkta bulunanları, mümkün olan en mükemmel şekilde yüceltti: Kâbe-yi muazzamayı onun başına mezar taşı, yedi kandilli Süreyyayı ona kandil, gök kubbeyi ona örtü ve Çanakkale şehitlerini Bedr’in arslanlarına refik yapıp aziz Peygamberin âğuşuna teslim etti. Her tarafından şehid fışkıracak yurdu bir cennet, bu milletin imanını üstün teknolojiye karşı koyan bir serhad yaptı. İtmi’nan ve sükûn makamında Gece, Secde tarzında şiirler terennüm etti. Rabbine hitab ederek:
Bütün kandillerin tehlîle dalmışlar... Şaşırdım ben:
Nasıl ma’bed ki sun’un, sermedi bir secde gök kubben!
Nasıl dursun, benim bîçare gölgem, Sen’den ayrılmış!
Güneşlerden değil ya Rab, Sen’in sinenden ayrılmış!
Henüz yâdımdadır bezminde medhûş olduğum demler;
dedi, mâsivâdan çıkıp ilahi vuslata erdi.
Tevazu gereken yerde tevazu kahramanı oldu. Örnek hayatını “Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!” yaptı. Eserleri hakkında:
“Şi’r için gözyaşı derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım!7
Kur’ân, Akif ’i uyandırdı. O da: “Ey örtülerine bürünen! Ayağa kalk ve etrafını Kur’ân’la uyar!”8 hitabından hissesini aldı. Yol kavşağında durup, kollarını makas gibi açarak gür sadasıyla kalabalıkları durdurmaya çalıştı. “Bu millet için Kur’ân yolundan başka yol yoktur!” diye haykırıp gerekçelerini güzelce ifade etti:
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı
Bununla beraber Mehmed Akif ’in değerlendirmesine göre toplumumuz bir müddetten beri Kur’ân’ı gereği gibi ele almıyordu. Kur’ân’a büyük saygı duyan Türk milleti ile onun arasına adeta sisler ve bulutlar girmişti. Halkımızın ekserisi Kur’ân dili olan Arapça’yı bilmiyordu. Kur’ân’ı açıklamak için yazılan tefsir kitapları genel olarak Arap dilinde idi ve geniş kitlenin istifadesinden ziyade, yüksek bir ilmi seviyeye ve seçkin bir ilim ehline hitab ediyordu. Bu tefsirlerin çoğu eski dönemde yazılmış olmak itibarıyla toplumun şimdiki ihtiyaçlarına cevap vermede sınırlı kalıyordu. Toplumun Kur’ân kaynağından beslenmesini sağlayacak kanallarda tıkanıklık baş göstermişti. Dolayısıyla eğitimsizlik, gaflet, “nasıl olsa biz Kur’ân’ı okuyor ve biliyoruz” şeklindeki kanıksama, bu rehberden layıkıyla faydalanmaya mani oluyordu. Onun için, gür bir sesle milletimize hitap ederek Kur’ân anlayışımızı gözden geçirmeye davet etmiştir:
İnmemiştir hele Kur’ân, şunu hakkıyla bilin:
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!
Kur’ân tercümesi hazırlama talebini kabul etmesi de, toplumumuzun Kur’ân-ı Kerim’in hidayetiyle içli dışlı olma ihtiyacına cevap vermek için olmuştur. Milletimizin Türkçe olarak hazırlanacak yeni bir Kur’ân tefsirine ihtiyacı 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülmüş bunun giderilmesi kararlaştırılmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı’na bu görev verilmişti. Başkan Rifat (Börekçi) ile yardımcısı Ahmed Hamdi Akseki’nin ricalarıyla Tefsir, Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır)’ın uhdesine verilmişti. Mehmed Akif de ısrar ve ricalardan sonra, bu tefsir içinde yer alması ve “Meal” tarzında olması şartıyla tercümeyi kabul etmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı ile sözleşme imzaladıktan az sonra Mısır’a gitmişti. Bu meal ile ilgili çok şey söylenip yazılmıştır. Fakat sonuç itibarıyla anlaşıldığına göre Mehmed Akif beş yıl süren çalışma ile Meal-i Şerif ’i dikkatle hazırlamış, tamamlamıştır. 17 Aralık 1929’da yazdığı mektupta: “Tercüme bitti ama tebyizi (temize çekilmesi) bitmedi. Bakalım o mu benden evvel bitecek, yoksa ben mi ondan evvel biteceğim?” ifadesinde bu durum açıkça görülmektedir. Fakat Eşref Edip (Fergan)’a yazdığı 5 Ocak 1931 tarihli mektupta tercümeyi bitirdiğini fakat göndermekten vazgeçtiğini, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yaptığı sözleşmeyi de fesh etmek istediğini, bu konuda onun yardımcı olmasını şu ifadesiyle istemiştir: “Kur’ân tercümesinin Hamdi Efendi Hoca’ya devri için, nasıl bir kâğıda yazmak lazımsa, yazın da suretini bana gönderin imza edeyim. Nereden tasdik ettirilecek ise, ettireyim diye evvelce yazmıştım. Sen hiç aldırmadın. Sen şimdi yine ondan bahs ediyorsun. Bu işi ihmal etme. Sonra çok müşkil vaziyette kalırız”.9 Bunun üzerine meal, Hamdi Efendi tarafından yazılmıştır. Mehmed Akif, Mealini göndermemesinin sebebini belirtmiyor. Fakat bunun kuvvetle muhtemel görülen sebebinin, o sıralarda camilerde Kur’ân tercümesiyle namaz kıldırma teşebbüsleri olup hazırladığı mükemmel mealin bu yanlış uygulamaya alet edilebileceği olduğu kanaati yaygındır.
Eşref Edip 1932’de Mısır’a M. Akif ’i ziyarete gittiğinde bu Mealin tamamını okumuş olarak şunları yazmıştır: “O ne sadelik, ne ahenk! Ayetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki, bütün bir sureyi okursunuz da hiçbir ayetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz. Müfessirler ayetler arasında irtibat ve münasebeti anlatmak için sahifeler dolusu izahatta bulunurlar. Üstad ise bu irtibatı, fiilen o suretle yapmış ki, bir ayetin bitip diğer ayetin başladığının farkında bile olmazsınız. Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş, hiçbir tarafında, hiçbir noktasında bir pürüz kalmamış. Su gibi akıyor. (…) O vakit tamamıyla kanaatim kesinleşti ki “Yeryüzünde Akif ’ten başka o selaset ve kuvvette Kur’ân’ı Türkçeye tercüme edebilecek hiç kimse yoktur” diyen Süleyman Nazif tamamıyla haklıdır”10
* Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Öğr. Üyesi syildirim@yeniumit.com.tr
____________
DİPNOTLAR
1. Sebilü’r-reşad Mecmuası, 14 Haziran 1328 (1912), sayı:17 (199), s.313-314.
2. Sezai Karakoç, Mehmed Akif, İstanbul, 1968, s. 40.
3. Sezai Karakoç, Aynı eser.
4. Sebilü’r-reşad Mecmuası, 24 Şubat 1327 (1912), sayı:1(183),s.5.
5. Ernest Renan, İslamlık ve İlim konferansı, trc. Ziya İsvan, Mektuplar ve Konferanslar içinde, Ankara, 1946, s. 183-205.
6. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Aratırmalar-2, İstanbul, 2000, s. 80.
7. Safahat, s. 3.
8. Müddessir suresi, 74/1-2.
9. M. Ertuğrul Düzdağ, Aynı eser, s. 64-65.
10. M. Ertuğrul Düzdağ, Aynı eser, s. 90.
.
MEHMED AKİF'İN KUR'ÂN'A BAKIŞI (2)
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Üstad Akif, yapılacak ilk işin cehaletten kurtulup ilim sahibi olmak gerektiğine inanır. Kur'ân-ı Kerim’in bu konudaki "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/9) mealindeki ayetini, bir manzumesinin başlığı yapar. Ayet-i kerime bütün zamanlarla olduğu gibi kendi devri ile de yeni nazil olmuşçasına iletişim içindedir. Kur'ân, Akif ’in hayatına girmiş, onunla içice olmuştur; devamlı surette ona hitab etmekte, cevaplar istemektedir. O da mesele üzerinde etraflıca düşünüp cevap vermekte, maksadını tefsir ederek, anlayışı ve duyuşu kıt olanların bile anlayacağı şekle getirerek yazmaktadır. Ayetin, bilenin bilmeyenden farklı olduğunu bildirmesinden, bilmeyenin hayvana benzetildiği sonucunu çıkarıyor, öyle yorumluyor. Çünkü insanla hayvan arasındaki başlıca fark, ilimdir. Öyle ise bilmeyenlerin, bu hayvanlıktan kurtulması icab eder. Aksi halde bilenler kendilerine hükmedecek, onları çalıştıracak, yüke koşacaktır. Bu cehalet, İslâm güneşinin de ışığını geçirmesine mani olan koyu bulutlar yığmıştır. Cahiller ille de felakete gideceklerse, hiç değilse Allah’tan utanıp dinlemedikleri İslâm’ı da beraberlerinde batırmamalıdırlar. Fakat, heyhat! Bu anlayış da yine ilim sayesinde olabilir. Cahil onun da farkında değildir.
"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
Olmaz ya! Tabiî... Biri insan, biri hayvan!1
diye başlayan bölümde, cehaletten kurtulmanın şart olduğunu haykırır. Üstad burada "Allah’ı layıkıyla tazim edip O’na saygı duyanlar, âlimlerdir” (Fâtır, 35/27) mealindeki ayet kabilinden bazı naslara telmih etmektedir.
Mehmed Akif ’in tefsiri konusunda şu önemli gerçekleri unutmamak gerekir: Bir nebze işaret ettiğimiz üzere, onun tefsiri, serbest bir tefsirdir. Gayesi, bir çok tefsir kitabında bulduğumuz lafız tahlilleri değildir. Zira bunların yeri başkadır. Önemsemediğinden değil, ancak makam münasip olmadığından ve zaten o ihtiyaç başka eserlerle giderildiğinden bunlara yer vermez. Onun esas gayesi, Kur'ân’ın hidayetini, etkin bir tarzda millete mal etmektir. Bundan ötürü ayetin gah maksadını, gah semeresini ve neticesini gösterir. Bazen zıddını bildirir, yani bu durumun olmaması halinde ortaya çıkacak vaziyeti bildirir. Bazen misalini, benzer bir durumunu bildirmek suretiyle ayeti açıklar. Aşikârdır ki bütün bu yollar, tefsir nevilerine dahildir. Bunları, şiirin füsünkâr, büyüleyici tesiriyle, balmumu gibi şekil verdiği aruz ve kafiye âhengiyle müşahhas olarak sergiler. Tabloya bir de hareket unsuru katmakla muhatabın aklına ve kalbine, hayaline ve hissine hitab ederek onu tam bir etki altına alır. İfadesinde kullandığı unsurlar, verilen misaller, realiteden alındığından, okuyucuya da ayetin, sanki şimdi nazil olduğunu hissettirir.
Mehmed Akif, Kur'ân’ın, bir başka şiirine başlık yaptığı "Siz iyiliği emreder, kötülüğü meneder, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz" (Al-i İmran, 3/110) mealindeki ayetini tekrar tekrar okur. Kur'ân’ın, Müslümanlardan, hangi vasıflarla bezenmelerini istediğini öğrenir. Saadeti, bu vasıflara bağladığını düşünür. Sonra prensibin güzelliğini bildirmekle yetinmeyip, kabil-i tatbik olduğunu anlatmak için Asr-ı saadetten, İslâm tarihinin ilk neslinden başlayarak bu evsafta olan Müslümanların, tarih içinde yaşayışlarıyla, defalarca bu gerçeği ispatlayan tabloları göz önünde canlandırır. Müteakiben düşüş ve çöküş sebeplerini inceler. Sebebinin, Kur'ân’ın istediği o meziyetleri terkedip, aksine tehlikeyi haber verip sakındırdığı halde yasakladığı işleri yapmamızda olduğunu anlar. Müslümanlar, Kur'ân’dan aldıkları feyizle, tarihleri dehşete düşürecek pek sür'atli bir gelişme göstermişlerdi. Dinimiz, ahlâkımız, ilmimiz, kuvvetle birlikte olan adaletimiz, ihsanımız vardı. Bunun sebebi Allah’ın, Müslümanları, insanların faydası için, onlara numune yapmak iradesidir. Bu örnek olmayı sağlayan, emr-i maruf nehy-i münker (iyiliği yayma, kötülüğü önleme) prensibidir. Bunun da kaynaklandığı menba, Allah’a gerçek surette imanlarıdır.
Son devirde Müslümanlar, cemiyeti sarsan, yıkan, çürüten fesat unsurları kol gezerken, "Her koyun kendi bacağından asılır" diye nemelazımcılığa düştüklerinden gerilediler. İyilerimiz, artık görüp de aldırmayanlar oldu. Sözüm ona "hoşgörü" sahibi olan tipler övüldü. Yanlış bir müsamaha zihniyeti yayıldı. Yanlış, çünkü müsamaha, yapıcı bir sonuca götürürse övülmeye layıktır; halbuki bu durumda sonuç toplumun zararıdır. Çünkü bu müsamaha hakikatsizdir, sahtedir. Böyle oluşunun delili de şudur ki: Kendisinin şahsına ait en ufak bir menfaati zedelenirse, mesela maaşı verilmez veya geciktirilirse ortalığı velveleye verir. Ama milletin menfaati heder olurken, cemiyetin günden güne batışı karşısında "hoşgörülü" olur. Bu, müsamaha değil, umursamazlıktır. Toplumun çöküşünü, sahte bir dindar tavrı ile: "Ne yapalım, Allah böyle takdir etmiş!" diyerek geçiştirirken, kendisinin tüyüne zarar gelmesi halinde arslan kesilir. Bu, milleti düşünmek değil, tevekkül değil, sahtekârlıktır, edepsizliktir.
Manzumede bu fikirlere yer veren Akif, böylece ayeti tefsir etmektedir.
Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz:
Gelmişiz dünyaya milliyyet nedir öğretmişiz!2
diye başlayan bölümde bu fikirleri vurgular.
Toplumda kötülüklerin yayılması, ekseriya birtakım yarı doğrularla kamufle edilmek suretiyle olur. Mesela hayâsızlık, yıkıcı fikirler neşredenler "hür basının" lüzumundan dem vururlar. "Her şey serbest olsun, halkımız iyiyi kötüden ayırdeder. Zaten iyi ve kötü konusunda herkes için geçerli objektif kıstaslar tesbit etmek mümkün değildir. Hepsinin serbest olması, basına tahdit getirilmesinden daha yararlıdır. Sonra, zararlı bile olsa, onu da tanıtmalı ki millet ders alsın, ondan kaçınsın vs." derler. Halbuki hürriyet adına, milleti ayakta tutan rükünleri yıkmak doğru mudur? Milletin iffet ve hayâ duygusunu köreltmekle basın özgürlüğü, gerçek tenkid, emr-i maruf, neyh-i münker arasında ne münasebet vardır; Allah’ın gönderdiği ve milletin tamamına yakın bir ekseriyetinin kabul ettiği ve bin yıllık tarihi boyunca kimliğini kendisinden aldığı, uğrunda yüz binlerce şehid verdiği İslâm’ı tanıtmak bazılarına göre "din propagandası, vicdanlara baskı, dîni siyasete alet etmek, irtica, taassup" oluyor. Ama Müslüman milletin vergileriyle yapılan okullarda dinlerini öğretmemek, öğretmek isteyen hususi okullara da müsaade etmemek, din hürriyetini ortadan kaldırmak olmuyor. Şahıslara hakaret zulüm sayılıyor da, milletin mukaddes bildiği dinî esaslarla alay etmek, fikir özgürlüğünün himayesinde kabul ediliyor.
İşte böylece, toplumda insanları bir fikre, bir tutuma, bir teşebbüse çağıran herkes hamiyyet ehli görünür. Millet, hürriyet, müsamaha, demokrasi, çağdaşlık gibi masum bir siper arkasına saklanır. Halbuki tarihte ve devrimizde vaki olan bir çok tecrübe ile anlaşılmıştır ki zararlı zihniyetler, insanları, dış yüzlerindeki yaldızlarla aldatmışlardır. Yıkıcı olan hiç bir kimse: "Ben müfsidim, bozmak istiyorum" demez. Öyle ise millete düşen, dikkatli, basiretli, uyanık ve bilgili olmaktır. Piyasada dolaşan altınları mihenge vurmaktır. Veya yol gösteren âlimlere kulak vermektir. Sadece iddialara, yaldızlara, sloganlara kanmamaktır. Zira desîseleriyle, planlarıyla, kızarmaz yüzleriyle sûret-i haktan görünen çok kundakçılar, kuzu postuna bürünen çok kurtlar vardır.
Böylece, gayesiz bir düşünce ile ecnebileri körü körüne taklid ederek mevcut olan birçok değerimizi yıkmışız. Yıkmadık bir aile, bir de din kaldı. Şimdiye kadarki yıkılışlarımız, azim ve ciddiyetle tamir edilebilir. Ama Allah korusun, ailenin iffet ve hayâsı giderilirse, millet dinden uzaklaştırılırsa, artık varlığımız devam edemez. Bozguncu, kendi namusundan cömertlik ederse, ne hali varsa görsün, fakat milleti o yöne götüremez. Zira aile fıtrîdir, tabiata karşı çıkılamaz. Dinsiz milletin yaşaması mümkün değildir. Batıl dinlere mensup cemiyetlerde bile dinsizler, yok hükmünde çok küçük bir istisna teşkil ederler. İlim ve teknikte ilerlemek, dinsizlik için bahane yapılamaz. Zira Batının maddeten ilerlemiş milletleri dinlerine fazlasıyla bağlıdırlar. Aziz milletimiz, siz onların bilimsellik iddialarına aldanmayın, biz onların bilimlerini pek iyi biliriz: O da kendi Şark medeniyetimize bakmamak, Batıyı da bilmemektir. Üstad Akif, naklettiğimiz bu değerlendirmelerini, bir ayetin tefsiri mahiyetinde, müfsid münafıklardan başka kimsenin rahatsız olmayacağı, oldukça heyecanlı ve millet adına öfkeli bir üslupla dile getirir. Manzumenin başlığı olan ayetin meali şöyledir: "Onlara: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman, ‘Biz ıslahtan başka bir şey yapmıyoruz!’ derler. Gözünü aç, iyi bil ki: ‘Onlar yok mu, işte asıl müfsitler onlardır!’ lakin farkında değiller." (Bakara, 2/11-12).
Bir yığın kundakçıdan yangın görenler milleti,
Şimdi inmiş zanneder mutlak şu müthiş ayeti!3
Ûstad Mehmed Akif ’in Kur'ân anlayışını bu mahdut çerçeveye sığdırmak pek zor. O, bu tefsirlerini Sırât-ı müstakim, Sebîlü'r-reşâd haftalık dergilerinin "Tefsir" sahifelerinde, cami kürsülerinde, gerek Meşrutiyetten sonra İstanbul’da, gerek 1920'den itibaren İstiklal mücadelesi için göçtüğü Anadolu’da ve Safahât'ının birçok manzumesinde ifade etmiştir. Tesbit ve tahlil ettiğimiz notlarımız pek çoktur. Fakat daha fazla uzatmamak için, oldukça orijinal bulduğumuz son bir tefsir örneği ile yazımıza son vermek istiyoruz.
Balkan faciasından sonra Mehmed Akif, Safahât'ın 3. kitabı olan "Hakkın Sesleri" bölümünün ilk manzumesini 27 Aralık 1913'te yazmıştı. Bu manzume Âl-i İmran sûresinden mülhem olup Akif tarafından verilmiş olan meali şöyledir: "(Yâ Muhammed!) de ki: Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın. Sen dilediğini aziz kılarsın, Sen dilediğini zelil edersin. Hayır yalnız Senin elindedir. Sen, hiç şüphe yok ki her şeye kadirsin" (Al-i İmran, 3/26). O, bu şiiri ile, ayetin tefsiri mahiyetinde olan vaazında, bu ayet ile, ona zıt gibi görünen: "Hakikaten, insan için, kendi çalışmasıyla kazandığından başkası yoktur" (Necm, 53/39) ayetinin bildirdiği gerçeği bağdaştırmaya çalışmaktadır.
Bu faciadan sonra Üstad yerinde duramaz olmuş, milleti uyarmak için faaliyete girmiş ve bu arada cami kürsülerinde vaaza da teşebbüs etmişti. Bunlardan Fatih camiindeki vaaz, en müessir ve en kapsamlısı olduğundan onun üzerinde duracağız4. Bu vaaz esnasında yaptığı tefsir, şu özellikleri sebebiyle, herhangi bir tefsirden daha geniş boyutlar kazanmıştı:
1- Şiir ve vaaz, büyük bir acının içinden dile gelmişti. Binaenaleyh duyarak, bütün samimiyetiyle, yapmacıktan uzak olarak kaleme alındığından pek belîğ ve etkili olmuştur.
2- Manzume bizzat Mehmed Akif tarafından okunduğundan, müellif, kendi iç dünyasını, vurguları, jestleri, mimikleri ile başka herhangi birinden daha çok ifade edebilmiştir.
3- Cemaat, bu hitabeyi bir cuma namazını müteakip camideki ruhanî hava içinde dinlemişti. Muhataplar müştak idiler. İhtiyacını hisseden iştiyaklı bir topluluğa hitab etmek, hatibi coşturup feyzini artırır.
4- Müfessir hatîb ile muhataplar arasında tam bir iletişim hâsıl olmuştu. İnsibağ sırrı ile cemaatin birbirinden aldığı feyz, onları rûhanîleştirmişti.
5- Vaazın birinci kısmı manzum idi. Şiir ve nazmın füsünkâr tesirini haiz idi. Akif, manzumeyi:
Cihan kanun-i sa'yin bak nasıl bir hisle münkadı
Ne yaptın? ‘Leyse li'l-insani illâ mâ seâ’ vardı?
diye tamamladıktan sonra huzû içinde titredi. Hafif, titrek bir sesle: "Eveet... ‘Ve en leyse li'l-insâni illâ mâ seâ’ vardı!" hakikatini tekrar ettikten sonra şu şekilde vaaza başladı:
"İnsan için ne bu dünyada, ne öteki dünyada kendi çalışmalarının veriminden, kendi kazancından başka bir şey yok. İnsan ne ekerse onu biçiyor. Ekmeden biçmek olmuyor. (...)"
"Demek, o deminki feryatların hepsi beyhude imiş! Öyle ya kime duyuracaksın? ‘Yer pek, gök yüksek!’ Aczin figanına karşı bütün kâinat hissiz, bütün mevcudat duygusuz! Ya sen ne istiyordun? Baksana, hem aczinden dem vuruyorsun, hem koca kâinatı keyfine râm etmek ümidine düşüyorsun!" (...)
Zerrelerden seyyarelere kadar bütün kâinat iştedir (...) "Biz tutmuş da mahlûkattan bahsediyoruz. Halık yok mu, Halık? İşte O da, keyfiyetini, suretini tasavvur edemeyeceğimiz bir faaliyetle kâinatı idare edip duruyor! Allahu zülcelal her an bu kâinata hayat veriyor, her an bir şan, bir hadise vücuda getiriyor.5"
Öyle ise sana emeksizce yaşamak, çalışmaksızın nail-i meram olmak hakkını, böyle bir ümidi kim veriyor? Müslümanlık galiba? Belki. Öyle ya, Müslümanlar Allah’ın sevgili kullarıdır! İyi amma işte görüyorsun ki, bu âlemde, bu âlem-i fıtratta, bu âlem-i tabiatta hiç sükûn yok. Müslümanlık ise fıtrat dinidir, belki fıtratın kendisidir. Allah: “O halde, gerçek Müslüman olarak özünü, dosdoğru dine, Allah’ın fıtratına yönelt! İşte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmezler” (Rum, 30/30) Lakin çoğu gafildirler de o pak dinin içine, birtakım fıtrata aykırı hükümler karıştırıyorlar" buyuruyor.
İslâm 25 senede dünyaları tutan bir hızla yayıldı ise, bundan ötürü yayıldı. Şimdi bile onca imkânlarına rağmen Hıristiyanlıktan çok yayılıyorsa bu, fıtrat dini olmasındandır.
İslâm irfan, şehamet dini iken zamanımız Müslümanlarını, tersine cehalet, meskenet kapladı. "Biz Müslümanlar, ben öyle görüyorum, Allah ile pek laubaliyiz! Zannediyoruz ki Cenab-ı Hak, oturduğumuz yerden isteyivermekle hatırımız için ilahi kanunlarını değiştirir... Zavallı bizler! Beyhude yere feryad edip duruyoruz!"
-Pek âla. Bu dualar nedir? Hani biraz evvel "salâten tuncîna" okuduk. Bunların aslı yok mu? Te'siri yok mu?
-Hay hay, var! Fakat düşünmeliyiz: Dua nedir? Allah’a rücûdur (dönüştür), Yani evamir-i ilahiyyeye (Allah’ın emirlerine), Cenab-ı Hakk’ın gerek Kur'ân’ıyla gerek Peygamberinin lisanıyla, sünnetiyle tebliğ ettiği evamir-i ilahiyyeye inkiyad etmemek (uymamak) yüzünden mutazarrır olan insanlar tekrar Allah’a rücu ederse Allah’ın gösterdiği yolu tutarsa dua makbul olur". Başka türlü, kabulüne imkân yok. "Allah’ın nizamını değiştirmek mümkün değildir." (Ahzab, 33/23)
Eskiden, Müslümanlar ilimde ilerlediler. Hıristiyanlar, Avrupa’dan kalkıp Bağdat’a, Endülüs medreselerine tahsil yapmaya geliyorlardı. Sonra gittikçe geriledik. Şimdi elbirliği ile cehaleti gidermezsek, kesinlikle mahvoluruz. Hz. Mevlana'nın şöyle bir hikâyesi var: Fakirin birinin harap bir evi vardı. Her sabah işine giderken: "Ey eski yurdum, sakın bana haber vermeden yıkılıp çoluk çocuğumu mahvetmeyesin!" derdi. Bir gün gelir bakar ki ev yıkılmış, üç çocuğunu da ezmiş. Yıkık yurdun kalıntıları üzerine çıkıp baykuş gibi ötmeye başladı: ‘Bu vefasızlık reva mı? Sana o kadar da yalvardım vs’. Harap ev cevap verdi: ‘Beni azarlama! Sana binlerce defa bu akıbeti haber verdim. Fakat ne vakit ağzımı açtımsa, bir avuç çamur tıkadın. Duvarlarımdaki çatlaklar hep birer lisan idi!’ Cemiyetimiz bu yamalarla ayakta duramazdı. Yıkıldı. Şükür ki tamamen yıkılmadı. Ama tedbir alınmazsa, kalanı da gider.
Çalışalım, tamam! Fakat nasıl? Bu, önemli bir meseledir. Bundan yüz sene önce, aynı felaket, bir milletin başına daha gelmişti. Sonra, ileri gelenleri toplanıp görüşürken siyasîler, âlimler, komutanlar... her biri bir fikir ileri sürdü: Kimisi ordumuzu ıslah edelim, kimisi düvel-i muazzamadan (süper güçlerden) birinin himayesine girelim, ittifaka girelim, kimisi deniz ticaretini ilerletelim vs. dedi. Sıra kendisine gelince ihtiyar bir adam ise dedi ki: ‘Mahalle mektepleri yapalım!’. Oradakiler gülüp eğlenince, maksadını şöyle izah etti: "Mensupları arasında temel bilgiler yaygınlaşmadan ne ordu, ne ticaret, ne servet doğru dürüst olamaz. Çünkü başa gelen felaketler, bizim eğitimimizin onlarınkine mağlub olmasından ileri gelmişti". Onlar da kabul edip, işe girişince bugünkü Almanya doğdu.
Kanaati, tevekkülü, sabrı hep yanlış anlayıp tatbik ettik. İşte bunlar gibi İslâmî esasları, yeni neslimizin olsun, anlaması için ilim lazımdır. İşte Akif, eserlerinin çoğunda olduğu gibi bu vaazında da bunları bildirir.
Netice olarak, Mehmed Akif merhum, cemiyetimizi Kur'ân ışığında değerlendirmiştir. Kur'ân’dan hareket ederek toplumu iyileştirme yollarını aramıştır. Kur'ân-ı Kerimin hidayetini, ona uygun düşünceyi millete mal etmek istemiştir. Bu maksad için, özellikle içtimaî hayatla ilgili ayetlere ve onların tefsirlerine ağırlık vermiş, şiirlerinde, mensur yazılarında, vaazlarında bunu anlatmaya çalışmıştır. Merhum, Kur'ân’ı âdeta yeni nazil oluyormuşçasına okumaya cehdetmiş, Kur'ân’ın esas muhatabı sanki kendisi ve muasır toplumu olduğunu düşünmüş, böylece -Kur'ân’ın muhataplarından beklediği üzere- ondan büyük bir feyz almıştır. Her türlü tasavvurun üstünde bir dinamizmi haiz Kur'ân’ın, dinamik anlaşılışının güzel örneğini vermiştir. Sun'îlikten uzak, felaketlerin, hadiselerin içinden duyarak yazdığı ve şiirin büyüleyici etkisinden istifade ettiği ve bilhassa, ebedî olan Kur'ân’a mâkes olduğu için, eseri de ebedîliğe namzet olmuştur.
Çok hızlı değişimlerin yaşandığı bir dönemde, vefatının üzerinden 70 sene geçmesine rağmen Mehmed Akif ’in fikirleri üzerinde durmamın ciddi bir gerekçesi olup o da şudur: Mehmed Akif, ezelden gelip ebede uzanan Allah’ın kelamına, evrensel olan Kur'ân’a tercüman oluyor ve insanlıktaki ortak akla hitab ediyordu. Onun çok yönlerinden sadece şuraya alacağımız vasıflarının yeni nesillerimize mal edilebilmesi, milletçe idealimiz olmaya fazlasıyla değer:
1. Doğru söylemek, yalandan uzak durmak. Onun prensibi ‘Sözün odun gibi olsun, tek doğru olsun!’ Çok yakın arkadaşlarından Şefik Kolaylı anlatıyor: “Bütün hayatı süresince bir kere olsun yalan söylediğini görmemişimdir. Bir gün birisi ile görüşürken o zat: ‘Doğru mu?’ dedi. Buna o kadar kızdı ki: ‘Bir daha bana bu kelimeyi tekrar etmeyiniz!’ diye müthiş bir şekilde azarladı. 6
2. Sözünde durması. Onu tanıyan herkes bu konuda ne kadar titiz olduğunu belirtir. Yakın arkadaşlarından Fatin Gökmen anlatıyor: “Ben Vaniköyü’nde oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sel kesildi. Merhum yürümeyi severdi. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Miaddan biraz evvelki vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden geleceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir halde gelmiş, beni evde bulamayınca hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, ‘Selam söyle’ demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş! Ertesi gün kendini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim. Dinlemedi, ‘Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir!’ dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı. (Hasan Basri Çantay, Akifname, s.246’dan naklen M. Ertuğrul Düzdağ, a.g.e., s.223).
3. Üstün gayret ve hamiyet. Akif nemelazımcı olmayıp iyi olan her şeyin yapılması, kötülüklerin ise ortadan kaldırılması için çalışıp durmuştur. O şöyle diyor: “İyilerin tembelliği, kötülerin faaliyetidir. İngilizlerin dünyaya hâkim olmalarının sebebi, fenalar fenalık yapınca, iyiler derhal önüne geçerler, bir kenara çekilip yan gelmezler. Ah biz Şarklılara vazife hissini ihsas edecek bir aşı keşf olunsa! Nereye gittim ise insanlarında vazife duygusunu göremedim. Bu şuurun uyandığı gün, Şark yakasını kurtarmış demektir.”7
4. Menfaatçi olmayıp fedakâr olmak. Merhum Mehmed Akif, Ankara’nın soğuk kışında palto alacak parası olmadığından kışı üşüyerek geçiriyordu. Bu sırada İstiklal Marşı’nın Büyük Millet Meclisi’nde kabulünden ötürü kendisine 500 liralık ödül verilmişti. Bu para ile kendisine belki bin palto alabilirdi. Fakat bu ödülü kabul etmedi. Meclis muhasebe memurunun mevzuat icabı almasından başka çare olmadığını söylemesi üzerine mecburen alıp Ankara’ da “Dâru’l-Mesai” adlı hayır derneğine teberru etmiştir. Bu dernek, fakir kadın ve çocuklara örgü örme gibi bazı el sanatları öğreterek geçim temin etme imkânları kazandıran bir dernek idi. 8
Yakın dostu şair Midhat Cemal Kuntay onun hakkında: O bir ahlak kahramanıydı. İlk tanıdığım zaman ona inanmadım. “Bir insan bu kadar temiz olamazdı. Fena aktör, melek rolünü oynamaktan bir gün yorulacaktı. Gayri tabii bir faziletten yorulan yüzünü bir gün görecektim. Fakat otuz beş sene bu gün gelmedi”9
Hülasa Mehmed Akif aydınların taşımaları gereken sorumluluğun mükemmel bir örneğidir. Vefatından bu yana geçen yetmiş sene içinde de aydın edebiyatı çok yapıldı. Fakat onun gibi şahsiyetlere ihtiyaç aynen devam ediyor. Zira aydınların sessiz kalmaları zorbalara cesaret veriyor. Onların maddi güçlere boyun eğmeleri, menfaatlerini tercih etmeleri, zulmü devam ettiriyor. Bu da fikir hürriyetini yayma yerine fikrin esaretini sürdürmeye yol açıyor. Onun içindir ki Mehmed Akif gibi gür sesli, ihlâslı ve söylediği doğruları yaşayan ahlak kahramanlarını yeni nesillere tanıtıp sevdirmek, böylece onların örnek alınmasını sağlamak gerekmektedir.
* Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi syildirim@yeniumit.com.tr
DİPNOTLAR
1. Mehmed Akif, Safahat, 3. kitap, Hakkın Sesleri, s. 217-218.
2. Mehmed Akif, Safahat, 3. kitap, Hakkın Sesleri, s. 221-222. Bu şiir 16 Mayıs 1329 (1913)’te yayınlanmıştır.
3. Safahat, 3. kitap, Hakkın Sesleri, s. 225-226. M. Akif’in bu şiiri 9 Mayıs 1331 (1913)’te yayınlanmıştır.
4. Bu vaazı Sebilü’r-reşad Mecmuası, 31 Kanun-i sani, 1328 (1913), sayı: 49 (231), s. 389-393’te yayınlanmıştır.
5. Burada Rahman suresinin 29. ayetini tefsir etmekte olup ayetin meali: “O, her an yeni tecellilerle iş başındadır.”
6. Eşref Edip Fergan, Mehmed Akif, s. 260’dan naklen, M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Araştırmalar -1, İstanbul 1989, s. 232
7. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Araştırmalar-1, İstanbul 1989, s.169
8. İstiklal Marşı için verilen ödülün tafsilatı için bkz. a.g.e., s. 115-20
9. Midhat Cemal Kuntay, Mehmet Akif, İstiklal Şairi, İstanbul 1944 s. 5’ten naklen M. Ertuğrul Düzdağ, a.g.e., s. 211.
.
MUASIR HIRİSTİYANLIĞIN İSLÂM'A BAKIŞI
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i Kitap'tan bahsetmeye başladığı Mekkî vahiylerin son devresinden itibaren, onlara ayrı bir yer vermiş ve haklarında ilkin şöyle buyurmuştur: "Ehl-i Kitap'tan zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde mücadele edin, şöyle deyin: "Bize indirilene de, size indirilene de inandık; bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir. Biz O'na teslim olmuşuzdur" (Ankebut, 46). Böylece, ilâhî vahye inanan ve ona istinad ettiklerini iddia eden dinlere, R. Arnaldez'in tabiriyle, "tarihin şahid olduğu en büyük ökümenik (oecumenique)(1) davet başlatılmış" oluyordu. Kur’ân'ın onlardan istediği, sadece -kendi ellerinde bulunan ilâhî kitaplarda geleceği bildirilmiş olan- daha önceki peygamberleri ve kitapları tasdik eden, son Resûlü de (a.s.m) kabul etmeleri idi.
Kur’ân, muteakiben Hıristiyanlara biraz daha yaklaşarak, onların şu hususiyetlerine işaret etti: "Mü'minlere en yaman düşman olarak yahudileri ve (Allah'a) ortak koşanları bulursun. Mü'minlere sevgice en yakınları da "Biz nasarayız (Hıristiyanlarız)" diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar." "Resûle indirileni (Kur’ân'ı) dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar derler ki: "Rabbimiz, inandık, bizi de şahitlerle beraber yaz!" (Maide, 82-83).
Ayrıca Kur’ân, birçok ayetlerinde diğer peygamberlerin ve Hz. İsa'nın insanlara hep tevhidi tebliğ ettiklerini, Hz. İsa'nın da kendisinin "Allah'ın kulu" olduğunu bildirdiğini ilan ediyordu. Hz. İsa'nın doğumunu, bebekliğini, hayatını ve dünyadan ayrılmasını bazı mucizevî hadiselerin çevrelemesinin, onu beşeriyet planından Uluhiyet planına çıkarmak için sebep teşkil etmeyeceğini anlatıyordu.
Hıristiyanlar tarafından yapıldığını açıkça zikretmeksizin Kur’ân, Allah'a oğul isnad edenleri reddetti (Bakara, 116 v.b.) ve Hıristiyanların bu imadan ders alarak şirk bulaşıklarından temizlenmelerini istedi (Zira işaret edilen ayet, Ehl-i Kitap'tan bahseden bir muhteva içinde yer alır). O zamanki Hıristiyanların birçoğu bu üsluptan paylarını almayıp Hz. İsa'nın tanrılığında diretince, "De ki: Ey Ehl-i Kitap, dininizde taşkınlık etmeyin, Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin" (Nisa, 171) buyurularak Hz. İsa'nın, Allah'ın kulu ve Resûlü olduğunu ikrara irşad olundular. Onlar bundan vazgeçmeyince, Kur’ân onu tanrılaştırmanın küfür olduğunu kesin olarak açıkladı.
Hicretin dokuzuncu yılında, Necran Hıristiyanlarını temsil eden kalabalık bir heyet Medine'ye geldi. Heyette Necran Hıristiyanlarının dinî ve dünyevi liderlerinin yanısıra birçok seçkin şahsiyet de bulunuyordu. Gayeleri, İslâm'ın Hıristiyanlığa yönelttiği tenkidleri tartışmak idi. Hey'et Hz. Peygamber tarafından iyi karşılandı, hatta Mescid-i Nebevi'de dinî ayinlerini yapmalarına imkân verildi. Sonra onlar Hz. İsa’nın mahiyeti hakkında münakaşaya başlayıp, tanrılığında ısrar ettiler. Bu sırada Hz. Peygambere gelen vahiyde şu mealdeki âyet indirildi: "Onun (Hz. Îsa'nın) hakkında sana gelen ilimden sonra, kim seninle münakaşaya kalkışırsa de ki: Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra lanetleşelim de, Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim" (Ali İmran, 61). Ayetin emriyle Hz. Peygamber, din mantığının bu nihâî çözüm şeklini teklif eder. Bu kesin ve kararlı iman tavrı, muhatapları ürkütür. Aralarında görüşüp danışmak için izin isterler, bir tarafa çekilip konuşurlar. Hz. Muhammed (a.s.m)'in Peygamber olduğunu veya -kendilerince olabileceğini- göz önüne alarak, yani kendilerinden ziyade onun haklılığına içten içe inanarak, onunla lanetleşmenin kendilerine büyük felaketler getireceğini düşündüklerinden neticede teklifi kabul etmezler, cizye vermeye razı olup, memleketlerine dönmek istediklerini, yalnız bazı dünyevî işlerinde aralarında hakemlik edecek "emin" bir şahsın kendilerine gönderilmesini arzu ettiklerini bildirirler. Hz. Peygamber "Ümmetin emini" olan Ebu Ubeyde'yi bu işle görevlendirir ve onlara bir ahitname verir.
İslâm-Hıristiyan diyalogu Hz. Peygamber zamanında bu şekilde noktalanmış olup onun tarafından yapılmış ve Kur’ân ile ebedileşmiş şu davet, açık bulunmaktadır. "Deki: Ey Ehl-i Kitap! Gelin bizimle sizin aranızda müşterek olacak söze: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah'tan başka Rab edinmesin". Eğer yüz çevirirlerse: "Bizim (Allah'a) teslim olduğumuza şahid olun" deyin" (Ali İmran, 64).
Zimmî statüsündeki Ehl-i Kitap, tarihte müslüman ülkelerde istisnalar dışında, -unutmamalıdır ki, istisna, muttarid kaideyi gösterir- iyi muamele görmüş, mühim memuriyetlere, hatta bazıları bakanlığa (vezirliğe) getirilmiştir. M. Hamidullah bu konuda şöyle diyor: "Sadece eski zamanda değil, insan hakları beyannamesinin ve benzeri hümanist iddiaların aksine, bugünkü Batı dünyasında yaşayan müslüman azınlıklar, zimmîlerin statüsüne razıdırlar, ama bunu henüz bulamamaktadırlar."
Fikir planında diyalogu kesen Hıristiyanlık âlemi, İslâm'ın yayılmasına şiddet kullanarak karşı koydu. Fakat İslâm daveti, insanların gönüllerini fethederek ilerledi. Hıristiyanlık, kendi kutsal mekânında bile tutunamadı. İslâm'a karşı takındığı menfi tavır, artarak ilerledi (**). Yirminci yüzyılın son yarısında, Papalık yeni bir dönem başlatmak istedi.
Vatikan II. Konsili ve İslam
Papa II. Paul'den (Ö.1471) Papa VI. Paul'e (Ö. 1978) kadar Hıristiyanlık âlemi, müslümanlar aleyhinde beddua ederdi. Papalık, müslümanların topraklarını, özellikle eskiden Hıristiyanlığın yayılmış olduğu ülkeleri alarak, oraları Hıristiyanlaştırma peşinde koşup durmuş ve bundan ötürü Avrupa devletlerinin sömürgeci teşebbüslerini de alkışlamaktan geri durmamış, hatta bazen onlarla müşterek hareket etmiştir. Papalık, bu perspektif içerisinde İslâm’ı tanımaya ilgi duymuştur. Papa VIII. Urbain (1623-1644) "Propaganda Koleji" denilen bir müessesede, İslâm'ın öğretilmesine izin vermişti. XV. Benoit (1914-1922) tarafından "Papalık Şark Enstitüsü" kurulmuştur. XI. Pie (1922-1939), Giritli olup Mehmed Ali adını taşıyan ve sonradan irtidad ederek Hıristiyanlığa giren ve Paul Mulla ismini alan şahsı, 1929'da "İslâm müesseseleri tarihi" derslerini okutmakla görevlendirmiştir. Eski papalardan birçoğu İslâmiyet'i hurafe saydığı gibi, çağdaş papa XI. Pie de (1922-1939) müslümanlarla müşrikler arasında hiçbir fark gözetmezdi. İlk tashih alâmeti olarak, müslümanların Tanrı düşmanı sayılamayacağını söylemek, ondan sonraki papa XII. Pie'ye (1939-1958) nasib olmuştur.
Kendisine "diyalog papası" lakabı verilen VI. Paul (1963-1978), selefi XXIII. Jean'ın (1958-1963) hazırladığı, dünyaya açılma yolunda yürümeye çalışmıştır. VI. Paul ünvanıyla papalığa gelecek olan, Giovanni Battista Montini, Milano arşöveki iken, L. Massignon ve Jean Mohammed Abdeljalil ile temasları olmuştu. İslâm hakkında onlardan bilgi edinmiş olmalıdır. VI. Paul'un Türkiye ve Kudüs seyahatleri de, İslâm dünyasına karşı değişik bir tutum izlediğini göstermişti. VI. Paul, ecclesiam suam tamiminde, Kilise merkezi etrafında dört halka görür ve bütün bu halkalarla diyalog kurulmasını ister. En genişinden başlayarak bu halkalar şunlardır: 1-Bütün insanlar, 2-Allah'a ibadet edenler, 3- Hâlâ bizden ayrı bulunan kardeşler (yani Katoliklik dışındaki Hıristiyanlar), 4-Katolik Hıristiyanlık. Papa, İslâmiyet'i, ikinci halkada görmektedir.
Katolik müsteşriklerin, İslâm hakkındaki çağdaş birçok incelemelerine rağmen, İslâm konusunda görüşme açılmasının II. Vatikan konsilinin programında derpiş edilmediği, bazılarınca söylenmektedir. Söyleyenler, işin gerçeğine vakıf olması beklenen kimseler ise de, Kilisenin, uzun tarihi boyunca girişmekten kaçındığı son derece hassas bir konuya, hazırlıklarını tamamlamaksızın, damdan düşercesine girmeyi kabul etmesi de, nerdeyse imkânsız görünmektedir. Onlara göre, konsilin ikinci safhasında, oecumenisme konusundaki beyannameye ek olarak, Yahudilik hakkında da bir beyanname yayınlanması teklif edilmişti. Yahudiler karşısında, Katolikliğin tutumunun ne olacağı görüşülmeye başlanınca, bazı piskoposlar, öbür dinlerden ve özellikle İslâm'dan bahsedilmeksizin, Yahudilik'ten bahsedilemeyeceğini ileri sürdüler. İslâm hakkında iki görüşten daha çok ifade edileni, geçen asırların apolojetik eğilimini sürdüren olumsuz tutum idi. Buna göre İslâm, reddedilmesi gereken mutlak bir yanlış olup, Hıristiyanlık için, kendisiyle mücadele edilmesi lâzım gelen bir tehlikedir. Öteki görüş ise, İslâmiyet’te bazı hakikat pırıltıları bulunduğuna ve Hıristiyanlıkla olan benzerliklerini kabul edip, bunların geliştirilmesi gerektiğine kanî idi. Neticede, İslâm ülkelerinde yaşayan bazı piskoposların itirazı sebebiyle, İslâm hakkında âdil bir tutum takib edilmesi meselesi ortaya çıktı. Bundan sonra, konsil çalışmaları içinde çok az bir yer tutmakla beraber, Kilise'nin İslâm'a bakışı bakımından hayli önemli olan iki metin hazırlanıp oylandı.
Konsilin, 1964 yılında oturumlarına ara vermesi sırasında, Hıristiyanlık dışında kalan dinlerle ve bu cümleden olarak İslâmiyet'le ilgili hazırlıklar yapacak komisyonlar kurulmuştu. Neticede, iki sahifeden ibaret olan, "Yahudiler ve Hıristiyan Olmayanlar Hakkında Beyanname" tamamlandı. Beyannamenin birinci sahifesi Yahudilere tahsis edilmişti. İslâm'dan bahseden paragraf ise şöyle idi:
"Kardeşlerimize karşı bu sevgi ile harekete geçerek, -birçok noktada bizimkinden farklı da olsa- bu dünyaya gelen her insanı aydınlatan Hakikatin (***) ışığını yansıtan fikir ve doktrinleri de büyük bir saygı ile nazar-ı itibara almaktayız. Bundan ötürü her şeyden önce Tek, Zatî (personnel), işlerin karşılığını verecek olan Tanrı'ya ibadet eden ve bize, dini mânâ ve beşerî kültürün sayısız mübadeleleriyle çok yakın olan müslümanlara anlayışımızı ifade ediyoruz".
Konsilin birinci döneminden sonra, 20 Haziran 1963 günü papa seçilen VI. Paul, konsile verilen bu ara esnasında "kutsal yerler"! (Kudüs, Amman) ziyaret etti. Orada, müslümanları dostça selâmladığını ifade etti. 1964 yılında, Hıristiyan olmayanlarla ilgili bir daire başkanlığı kuruldu. Daha sonra, İslâmiyet'i, öbür dinlerle bir tutmanın doğru olmayacağı düşünüldüğünden olacak, bir süre sonra 1 Mart 1965 günü İslâmiyet için, buna bağlı bir "başkan yardımcılığı" ihdas edildi. Bu müessese, konsile bağlı değildi. Ancak, mezkur beyannameyi hazırlayan Birleşik Komisyonun, İslâm için kurulan alt komisyonu konsile bağlı idi. Bu alt komisyonda, Kahire'deki "Şark Tetkikleri Dominiken Enstitüsü" (l'lnstitut dominicain de'etudes orientales) ile Tunus'taki "Papalık Şark Tetkikleri Enstitüsü" mensuplarından bazılarına görev verilmişti.
Hıristiyanların, öteki dinlerin mensuplarıyla münasebetlerini ihtiva eden kısımda (la Consitution sur l'Eglise, Lumen Centium, no: 16) yer almak üzere hazırlanan ilk metinde, Yahudilerden söz edildikten sonra, şöyle deniliyordu:
"(Hz.) İbrahim'i ata olarak kabul eden, aynı zamanda (Hz.) İbrahim'in Tanrısına inanan (Hz.) İsmail oğulları da. Atalara (****) yapılan Vahye yabancı değildirler." Mutedil olmasına rağmen, bu metine, yüzlerce konsil üyesi itiraz etti. Zira metin, Hz. İsmail, İslâmiyet ve Hıristiyanlıktaki vahiy anlayışı arasında münasebet kuruyordu. Lumen Centium metninin konsildeki raportörü Mgr. Garrone, anılan metnin reddedilmesinin sebebini şöyle izah ediyordu: "İsmail oğulları" sıfatı münakaşalıdır. Objektif olarak, müslümanlar, Atalara yapılan Vahye malik değildirler". Bu anlayış, Kur’ân vahyini, Yahudi ve Hıristiyan vahyi dışında görüp, böylece onu kabul etmediğini ortaya koyuyordu.
Daha sonra yapılan değişikliklerle, metin şu şekilde kabul edildi: "Necat temennisi. Yaratıcıyı kabul edenlere, birinci derecede, (Hz.) İbrahim'in imanına sahib olduklarını ifade eden ve Ahiret'te insanlar hakkında hüküm verecek olan, Tek ve Merhametli Tanrı'ya, bizimle birlikte ibadet eden müslümanlara da şamildir".
Nihai olarak benimsenen bu metin, Hıristiyanlarca tartışmalı konuları (Hz. İsmail ile İslâm arasındaki münasebet, Hz. İbrahim'in müslümanların atası olması gibi) zikretmekten kaçınmıştır. Müslümanların, "İbrahim'in imanına sahib olduklarını ifade eden" kimseler olduğu belirtilmekte ve bunun, müslümanların sübjektif bir iddiaları olduğu fikri vurgulanmakta, objektif geçerliliği hakkında herhangi bir şey söylenmemektedir. Buna mukabil İslâm, Hıristiyanlarca muteber olan Yahudi ve Hıristiyan kaynağı dışındaki tevhid dinlerinin birinci sırasına yerleştirilerek ve onlar için cesurâne diye nitelendirilebilecek bir şekilde, müslümanlarla Hıristiyanların aynı Tanrı'ya ibadet ettikleri, "Tanrı'ya, bizimle birlikte ibadet eden" cümlesiyle belirtilmektedir.
Vatikan II. konsilinin, Hıristiyanlık dışı dinlerle ilgili ikinci metni, ilk önce "Yahudiler ve Hıristiyan Olmayanlar Hakkında Beyanname" başlığıyla hazırlanmıştı. Ancak, metnin Yahudilere imtiyaz tanıyan başlığına itiraz edildi. Ayrıca, gerek doğudan gerek batıdan birçok piskopos, İslâm'a verilen yerin az olduğunu, bunun genişletilmesi gerektiğini ifade etti. Neticede, beyannamenin başlığı "Kilisenin, Hıristiyanlık Dışındaki Dinlerle Münasebetlerine Dair Beyanname" haline gelecek ve İslam'la ilgili kısım genişletileceği gibi, daha önce belirtilen iki önemli hususta da değişiklik olacaktır. Nihai metin, müslüman iman ve ibadetinin ana hatlarını ortaya koymakta, hem Hıristiyanları hem de müslümanları, geçmişin ihtilaflarını unutmaya, diyaloga ve İnsanlığın iyiliği için yardımlaşmaya çağırmaktadır.
"Kilise'nin Hıristiyanlık Dışındaki Dinlerle Münasebetlerine Dair Beyanname"si (Nostra Aetate), bir yerinde, Hıristiyanın öbür dinlere bakışı hakkında, şu prensibi koymaktadır: "Doğru ve iyi olan her şeyi, Tanrı'dan gelmesi itibariyle kabul etmeli, fakat, syncretisme'den kaçınmalı (yani dini, yamalı bohça haline getirmemeli, bir başka deyişle, dinlerin birleştirilmesine gitmemeli)". Bundan ötürü, şimdi zikredeceğimiz, müslümanlar hakkındaki kısmı da, bu açıdan değerlendirmek gerekir. Metnin tercümesi şöyledir:
"Keza, Kilise Tek (Ehad), Hayy, Kayyum, Rahman, Kadir, göklerin ve yerin Yaratıcısı olan ve insanlara hitabeden Tanrı'ya tapan müslümanlara da önem verir. Onlar, bütün ruhlarıyla, Tanrı'nın takdirine -gizli de olsa-, boyun eğmeye gayret ederler, aynen -İslâm inancının memnuniyetle kendisini nisbet ettiği- (Hz.) İbrahim'in, Tanrı'ya inkiyad edişi gibi. Onlar (Hz.) İsa'yı, Tanrı olarak kabul etmeseler de, onu Peygamber olarak tebcil ederler. Onun, bakire annesi Meryem'e saygı duydukları gibi, bazen de dini bir duygu ile kendisine yakardıkları bile vakidir. Üstelik onlar, Tanrı'nın, diriltilecek olan bütün insanlara, işlediklerinin karşılığını vereceği Ahiret gününü de beklemektedirler. Böylece onlar, ahlâki hayata değer vermekte ve Tanrı'ya, namazla, zekat ve sadaka ile oruçla ibadet sunmaktadırlar.
Her ne kadar, asırlar boyunca, Hıristiyanlarla müslümanlar arasında birçok anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar ortaya çıkmış ise de, konsil, hepsini, geçmişi unutmaya, samimi olarak karşılıklı anlayışa gayret göstermeye ve bütün insanlar için sosyal adaleti, ahlâki değerleri, barış ve hürriyeti birlikte korumaya ve geliştirmeye teşvik eder."
Metin, iki din arasında müşterek veya yakın olan noktalara temas etmekte fakat Hz. İsa'nın, Hıristiyanlarca Tanrı sayılması hususu gibi temel bir farka da dikkati çekmektedir. Ayrıca, müslümanları ve Hıristiyanları, bugün insanlığın en çok ihtiyaç hissettiği alanlarda yardımlaşmaya çağırmaktadır. Bu önemli metni tahlil etmek, yerinde ve gerekli olacaktır.. Metin, "müslümanlar"dan bahsediyor; tâli isim ise, "İslâm dini"dir. Fakat konsil, genel bir kural olarak, tâli isimlerin metinden sayılmayacağını, bunların sadece esas terimin mânâsını açıklayacağını belirtmişti. Şu halde konsilin din olarak İslâm'dan değil de, insan olarak "müslümanlar"dan söz etmesi, pek anlamlıdır. L Gardet, G. Anawati gibi zatların düşüncelerinin, konsil metnine, böylece yansıdığı anlaşılıyor. Onlara göre, İslâm ile din olarak diyalog mümkün değildir; ancak fert olarak müslümanlarla diyalog kurulmalıdır. "Kilise (...) müslümanlara önem verir" ifadesi, sıradan bir cümle olmakla birlikte, Hıristiyanlığın en büyük otoritesi olan konsil kararında böyle bir ifadenin yer alışı, son derece önemlidir. Zira böyle bir tavır alış, ondört asırda ilk defa vâki olmaktadır. Daha önce hazırlanan taslakta bunun yerine, "(...) büyük hürmet duyar" deniliyordu.
Uluhiyyet inancına gelince: Tek Tanrı'ya iman ve O'na kulluk, İslâm'ın temelidir. Hıristiyanlıkta da durum böyledir. Ancak onlar, Allah'ın birliğinin, kendilerinin "Hıristiyan sırrı" dedikleri "üç uknum"da tezahür ettiğini kabul etmekle, temelde mühim bir ayrılık ortaya koyarlar. Keza hıristiyanlar, müslümanların Allah Taala hakkında kabul ettikleri her vasfı O'na nisbet etmedikleri gibi, müşterek olan vasıflara da, müslümanların verdikleri mana ve muhtevayı vermezler. İşte bundan dolayıdır ki, Konsil, her iki dinin müştereken kabul ettiği ve İslâm'ın çok önem verdiği bazı ilâhi vasıfları (Hayy, Kayyum) ihtimamla seçerek zikretmiştir. Metnin ilk şeklinde "Hayy, Kayyum" yerine, "zatî" (personnel) vasfı bulunuyordu. Daha sonra, Allah Taala hakkında bu vasfın İslâm inancında da fikir olarak mevcud olmakla birlikte, terim olarak tercüme edilemeyeceği farzedildiğinden, metinden çıkarılması uygun görülmüştü.
.
MUASIR HIRİSTİYANLIĞIN İSLÂM'A BAKIŞI (2)
Prof. Dr. Suat Yıldırım
II.BÖLÜM:
İSLAM'IN DEĞERLERİNİ TANIMAK
(s.31-52)
1) İslâm hem din, hem millet, hem kültür ve hem de medeniyettir. Her kültür gibi, yabancı tesirlere maruz kalmışsa da, İslâmın, teslim ve kabul edilmesi gereken bir hususiyeti (orijinalliği) vardır. Bölgeciliğin gelişmesine rağmen, bu ümmete mensubiyet duygusu, siyasi gelişmelerle değişmemiştir. İman ferdi olmakla beraber, müslüman, ancak bir ümmete mensub olmakla varlığına bir mana verebilir.
2) İslam, bir "Kitap" üzerinde odaklasan, aynı zamanda da hadislerle açıklanan bir "Kitap" dinidir. Hrıstiyanlık, bir "şahıs"ta odaklaştığı gibi, İslam da bir Kitapta temerküz eder. Müslümanın nazarında Kur'an, Allah'ın sözüdür, Hz. Muhammed'in, değil. Onun münakaşa edilmesi, metin tenkidi metodlarına maruz bırakılması, verdiği bilgilerde tarihi tesir silsilelerinden bahsedilmesi, diyalogu kesip atmak demektir. Kur'an'a atıfta bulunurken "Kur'an der ki... " nevinden bir formül tavsiye olunur. Hrıstiyan, Kur'an'ı hrıstiyanca anlayıp değerlendirmekten sakınmalıdır. Modern tefsir metodlarını ona uygulamak durumuna düşmemelidir. Hrıstiyan anlayışına yakın düşebilecek tefsirleri teklif etmekten, —buna davet edilmedikçe— uzak kalmalıdır. Keza, İslam ümmetinin "hafızası" denilebilecek hadislerin belli başlılarını öğrenmeli, fakat onların muteber olup olmadığı konusunda fikir beyan etmemelidir.
3) İslâm, tasdik ve şehadettir. Kalb ve lisanın şehadetine azaların iştirakinin gerekip gerekmediği münakaşalı olmakla birlikte, buna en azından imanın kemâlinin bir icabı olarak bakılır; ama imanın rüknü sayılmaz. 19. asır tecdid hareketinden sonra ve çağdaş toplumların etkisiyle, ameli ve ahlaki neticeleri olmayan bir iman anlayışının itibarı iyice azalmıştır.
4) İslam ve dini ameller, ef'al-i mükellefin. Bu kısımda İslâmın beş rüknü kısaca zikredilmekte ve onda, salih amellerin, niyyet ve samimiyetin (ihlasın) ehemmiyetine işaret olunmaktadır.
5) "Amentü" esasları. Burada kayda değer nokta, bir çok Batılının aksine, Allah ile Hrıstiyanların inandıkları "Tanrı"nın aynı olduğunun belirtilmesidir.(s. 44-45). Hz. İsa (a.s.) hakkında Kur'an'da varid olan ve hrıstiyan itikadına uygun bir şekilde izah edilebilecek taraflarda, eskiden yapıldığı gibi, bu tabirlerin manası üzerinde polemiğe girmekten kaçınmalıdır (s. 50). Müslümanların anlayışı, olduğu gibi kabul edilecektir. Hatırlamak gerekir ki İsa'nın şahsının sırrı, bir iman sırrıdır ve o sır da, yaşanan dini tecrübe ile tezahür eder, yoksa dini münakaşalarla değil!
Bu bölüm şu sözlerle son bulur: "Her halükârda, bir diyalogu başlatmak için çok önemli olan husus, İslâmın Necat tarihindeki yeri hakkında gecikmeksizin dini bir hüküm vermek"(4) peşinde olmaktan ziyade, samimi müslümanı harekete geçiren imanı iyice incelemektir, "Dini hüküm" hakkında, bir zamandan beri bir takım cevap denemeleri ortaya çıkmıştır. Bu cevaplar ihtilaf halindedir, bazen de çelişkilidir ve onlar içinde müşkilat çıkarmayacak olanı da yoktur. Bu hususta şimdilik, sadece araştırma ve faraziye safhasındayız".
III.BÖLÜM:
MUHTELİF MÜSLÜMAN MUHATAPLAR
(s.53-66)
1) İslam, dünyası ve tenevvüü, bir noktada zahirdedir. Bölgelere, kültür seviyesine, içtimai yapılara göre çok değişir, hatta bazı yerlerde tefrikalarla yırtılır. "Bu şartlarda diyalog, takdiminde olduğu gibi hedefinde de bir çevreden, öbürüne değişebilir". İslâmdaki fırkalaşma ile Hrıstiyanlıktaki bölünme arasında bir paralellik kurmak doğru değildir; zira bunlar, mahiyet itibariyle büyük farkları haizdir. Ayrılığın derecesi ne olursa olsun, birliği bozan bir yara, daima güçlüklerin ve zaafların menbaıdır ve bir hrıstiyan onda asla sevinecek bir taraf bulmamalıdır. Hrıstiyan için, bu gruplardan herhangi birini tercih ettiğine dair bir ifade doğru olmaz. İslâm Araplara has değildir, bilakis Araplar İslâm dünyasının ve kültürlerinin değişikliği ve genişliği içinde azınlık teşkil ederler.
2) İslam dünyası, çağdaşlaşma yürüyüşündedir (s.60).
Model arayışında olan İslâm ülkeleri, bunu daha ziyade Batı'da görmektedirler. "Batı kültürünü talep, bir bakıma diyalog yolundaki bir gelişmeyi işaretler." Kültürlerin yaklaşması sayesinde, ruhların daha fazla yakınlaşması mümkün olur". Fakat bu arayış, hemen her yerde diyalogu etkileyecek değişiklikler gösterir. Yalnız bu uzaklaşmayı, Batı'nın Hrıstiyanlıktan uzaklaşması manasında anlamak gerekir. Bu tip müslümanların ekserisi, imanlarıyla arzuları arasında bir uzlaşma arayışı içindedirler; gelenekten inançlarıyla, bu arzularını bağdaştırmakta güçlük çekerler. Onların bu dini endişelerini fırsat düştükçe artırmak değil, üstatça tavırlar takınmaksızın, din ile modern kültürün icapları arasında bir ahenk kurmaya gitmelerine yardımcı olmalıyız. Ayrıca, biz nasıl Hrıstiyanlık hakkında, İncil'i yasamayan vaftizlilere (Hrıstiyan doğanlara) bakılarak hüküm verilmesini istemiyorsak, bu gibi müslümanlara bakarak İslâm hakkında da hüküm vermemeliyiz. Gelenek icabı, Arap—İslâm kültürü alanlar, mesuliyetleri yalnızca kendilerine ait olmayan bazı sebepler yüzünden, hrıstiyanlar hakkında sû-i zanlara sahiptirler ve ekseriya, diyalog konusunda itimadsız bir kanatleri vardır.
Hurafelerle karışmış da olsa, tahsilsiz kitlelerin, derin bir inanç şuuru ve beşeri tarafı vardır. Bilhassa köylülerinde rastlanan geleneksel hikmet, kendi kültür köklerini kaybedenlerde bulunmayan bir muvazene ve muhakeme sergilemektedir. Gelişme arzusuyla dolu olan ve her türlü temayülü içinde barındıran isçi kesiminin bazı zahiri durumlara bakarak, inkarcılığa veya dine karşı ilgisizliğe gömüldüğüne hükmetmekten sakınmak lâzımdır. İslâm kültürü, ateizmin öyle kolay kolay kökleşemeyeceği kadar Allah inancıyla meşbudur.
IV.BÖLÜM:
DİYALOGA NASIL HAZIRLANMALI?
(s.67-97)
Diyalog başkasıyla hesaplaşmaktan ziyade, bizzat kendimize karsı bir mücadeledir. Ekseriya farkında olmaksızın peşinde sürüklendiğimiz bazı sû-i zanları ve peşin fikirleri bilmek faidesiz olmayacaktır. Bir taraftan müslümanlara karşı mazideki haksızlıklarımızı itiraf ederken, diğer taraftan belli başlı peşin hükümlerimizden kendimizi kurtarmalıyız. Bunlar şöylece sıralanabilir: a) İslâm fatalisttir, (*) b) İslâm, dini hususlarda şekilcidir, c) İslâm korku fikrine dayanan bir dindir; Tanrı ile kul arasında sevgiye yer vermez, d) İslâm laxistir, yani ahlâki hususlarda gevşekliğe sevkeder, e) İslâm'da müsamaha yoktur, taassub vardır; İslâm kılıç dinidir, f) İslâm hareketsizliğe yol açar, gelişmeye engel olur. (Netice itibariyle bunlar, kısmen reddedilmekte (s. 71 - 85). Bu iddiaları çürüten islâmi naslara ve bilgilere yer verilmektedir.
Diyaloga hazırlanmakta önemli olan üçüncü bir mesele, muhatabımızın hrıstiyanlığı nasıl anladığını hesaba katmaktır. Müslüman diyalogu arzu ediyor mu? Cevap, fertlere ve çevrelere göre çok değişik olabilir. Bu hususta, ekseriya şaşkınlık ve itimadsızlık görülür ki, sebepleri şunlarda aranmalıdır:
a) İslâm ve müslümanlar nazarında Hrıstiyanlık ve hristiyanlar. Burada Uluhiyyet, Hz. İsa, Hz. Muhammed konularındaki inançlarda bulunan temel farklar serdolunur. "Belki, ancak hrıstiyanların İncili mükemmel bir surette yaşamaları, müslümanı, bildiğini zannettiği Hrıstiyanlık esasları hakkında düşünmeye sevkedebilir".
b) Müslüman düşüncesi nazarında "Hrıstiyan sırları". Kur'an'ın da istediği "münakaşanın en güzel şekli" (Ankebut, 46) bu isin başlangıcı, belki de tatbiki hayat boyunca devam edecek bir başlangıçtır. Hrıstiyan, mesela teslis, tecessüd (incarnation) gibi inançlarının müslüman tarafından nasıl anlaşıldığını bilebilmek için gayret sarfedecektir. İki din mensupları arasında, dini terimlerde müştereklik bulunmadığından, aynı kelimeden, oldukça farklı manalar anlaşılabilmektedir; (teslis, Tanrı'nın oğlu, personne (uknum) vs. terimleri böyledir). Kur'an'ın reddettiği Hrıstiyanlık, ancak bozulmuş bir Hrıstiyanlıktır. Fakat müslümanlar, o metinlerden, teslis ve tecessüdün reddedildiğini anlamaktadırlar. Hrıstiyaniarın inandıkları şeylerin başka olduğunu isbat teşebbüsü, başarısızlığa namzettir. Sözle olduğu kadar, yaşayışla da teslis, tecessüd, tekfir (redemption) inançlarının tevhid esasına zarar vermediğini hissetmedikçe, müslümanın bu telakkisi devam edecektir. Bununla beraber imanımızın mevzuunu, münakaşa etmek isteyenleri değil de, diyalog kurmak isteyenleri düşündürecek yaklaşımlarla takdim etmeye yeterli olmak gerekir.
c) Hrıstiyanın yapması gereken, muhatabını, tek Tanrı'ya inandığını ikna etmek olmalıdır. Kur'an'daki İhlas süresiyle IV. Latran konsilinin (1215 yılında akdolunmuştur) Tanrı itikadı konusundaki beyanları paralellik göstermektedir.(5). Bu, hrıstiyanın "dininin esrarı"ndan vazgeçmesi demek olmadığı gibi, taktik icabı yapılan bir iş de değildir. Muhatabının yanlış anlayışına meydan vermeyecek şekilde konuşmak, ona duyulan gerçek saygı izharından ileri gelir.
d) Müslümanların bakışıyla Kilise. Müslüman, din ile devleti ayrı mütâlaa edemediğinden, Hristiyan alemini Kilise'den ayrı düşünemez. Üstelik, ona göre Batı ile Hrıstiyanlık eş anlamlıdır. Bu sebepten, sömürgecilik döneminde Kilisenin, zulme karşı pasif kalması, hatta onlara suç ortaklığı yapıp, misyonerlik faaliyeti için sömürgecilikten istifade etmesi tenkid edilecektir. Böyle iğneli hükümler, hrıstiyanlarca unutulsa da, müslümanlarca unutulmamıştır. Muhataplarımızın çoğu anlamıyorlar ki, hrıstiyanlar imanda birleştikten sonra, sair hususlarda çeşitli, hatta zıt görüşlere sahip olabilirler. Yani hrıstiyanların dünyevi davranışları, her zaman dine bağlı değildir; ruhani ile dünyevi birbirinden ayrı şeylerdir. Müslümanlardan bir kısmı Kiliseyi, dünyanın manevi garantisi olarak görse ve gayretlerini takdir etse de, ekserisi, Kilisenin dini ve insanî endişelerinden kaynaklanan faaliyet ve beyanatlarını "siyasi" olarak değerlendirmeye mütemayildirler. Buna şaşırmamak lazımdır. Bu durum karşısında faidesiz delillere başvurmaktan çok, garazsız İvazsız imanımızı yaşamak yolunu seçmeliyiz. Şimdiki durumda, müslümanların hrıstiyanların hasbiliklerine inanmaları çok güç görünüyor. Müslüman diyalogda, dini yaymanın yeni bir şeklini görmektedir, böyle olunca da onu, polemik ve apologetique (savunma) planına götürmeye hazırdır. Hrıstiyan hasbiliğini göstermeli, dininin icaplarından hiçbir fedâkârlık yapmaksızın muhatabının söyleyeceği sözü dinlemelidir. Diyalog, anlaşma demek değildir; sadece bir kalb feryadı değil, akıl işidir.
KAYNAKLAR:
1-) Orientations pour un dialogue entre chretiens et musulmans, Secretariatus pro Non-christianıs, Ancora, Roma, 1970,144 s.
2-) Bu makalenin yazarı Erzurum A. Ü. İslami İlimler Fakültesince düzenlenen "Hicret Kongresi"nde sunduğu tebliğde bunun üzerinde durmuş, fakat bu tebliğ yayınlanmamıştı.
3-) Birinci ayette, "sevgi bakımından mü'minlere en yakın olanların hristiyanlar" olduğu, ikincisinde ise "Hz. İsa'ya (a.s) tâbi olanların kalblerine şefkat ve merhamet yerleştirildiği" bildirilir. (S. Y.)
4-) Necat'tan maksat, bilindiği üzere, ebedi hayattaki, âhiretteki durumdur. Burada, bu fikirde ısrar eden ve aynı tabirleri kullanan Youakim Moubarac'e ima edildiği anlaşılıyor (S. Y.)
5-) R. Caspar, bu "paralellik"i "tuhaf olarak nitelendirir ve iki beyanın muhtevalarının farklı olduğunu söyler (bkz. Les relations de l'Eglise avec religions non chretiennes, (Papalığın, Hristiyanlık dışı dinlerle münasebetleri) Paris, Cerf, 1966,s. 217, n. 42) (*) Kaderci
.
MUASIR HIRİSTİYANLIĞIN İSLÂM'A BAKIŞI (3)
Prof. Dr. Suat Yıldırım
V. BÖLÜM:
İSLÂM-HRİSTİYAN DİYALOGUNUN PERSPEKTİFİ
Bu bölüm, dünyevi sayılan her diyalogun, aynı zamanda dini olabileceğini göstermek ister. İnsan, her türlü müessesenin temeli, faili ve gayesi olmak icabeder. İnsan şahsiyetini geliştirmek için insanın, ailenin ve kültürler arası münasebetlerin şimdiki cemiyetteki yeri mevzuunda görüş teatisinde büyük faideler vardır. Meselâ hayatı tehdid eden her şey, katil, soykırımı (genoside), çocuk düşürme, euthanasie (tedavi edilemeyen hastaların öldürülmesine izin verme), intihar, fiziki işkenceler, psikolojik zorlamalar, köleleştirme, sürgün, zina, insan ticareti, zor çalışma şartları... gibi. İnsanların çehrelerinde, Yaradan'ın şanını tanıyan ve tazim eden prensip ve hareket tarzını üstün kılmak ve beşer cemiyetini sıhhate kavuşturmak için, hristiyanlar ve müslümanlar, geniş bir tefekkür konusu ve faideli teklifler bulabilirler.
Bilinen ehemmiyeti dolayısıyla ailenin muhtelif problemlerine eğilmek gereklidir; çocukların eğitimi, doğumun ayarlanması, eşler arası evlilik ahengi, nişanlıların seçimi, feminizm ve kadının gelişmesinin sayısız meseleleri... Bütün bu konularda karşılıklı teklifler öne sürülebilir, tecrübelerden istifade edilebilir.
Farklı kültürlerin karşılaşmasından ötürü ortaya çıkan çeşitli problemler vardır. Her kültür, bünyesinde bize öğretecek taraflar ihtiva eder. Kültür alışverişi, bir yaklaşmayı sağlamalı, yoksa yeknesaklığa sebeb olmamalıdır. Diyalogun en önemli konularından biri, geleneksel kültürle modern kültürün karşılaşmasından ileri gelen problemlerdir.
Dünyamızı, özellikle şu iki problem meşgul ediyor: İktisadi ve içtimai problemler ve milletler arası münasebetler. İktisadi gelişmenin şartı, barıştır ve iktisadi dengesizlik, kargaşalık sebebidir. Bu güçlükler karşısında hristiyan olarak sorumluluğumuz büyüktür. Zengin ülkelerin, üçüncü dünya ülkeleri karşısında vazifeleri vardır. Mülkiyet hakkının ve gelirlerin kullanılmasının ıslahı, mesleki formasyon, okuma ve yazmanın yaygınlaştırılması, aile terbiyesi, meslek teşekkülleri, açlığa ve hastalıklara karşı mücadele v.s. Asil bir kardeşlik duygusuyla canlanmamış bir ruh devamlı surette desteklemedikçe bütün bunlar, sadece güzel sözlerden ve görüşlerden ibaret kalmaya mahkûmdur. Şunu da iyi bilmeliyiz ki, müslümanlar, bizden sadece teknik yönden alacakları olduğunu düşünmektedirler.
Irk, siyaset, ideoloji mücadeleleriyle bölünmüş dünyada, çevremizde yaşayanlara kardeşlik ruhu telkin etmeliyiz.
İnsanı tehdid eden bu tehlikeler karşısında zenginler ve fakirler, hristiyanlar ve müslümanlar, inananlar ve inanmayanlardan değil, insanı kurtarmak için el uzatacak kardeşlerden bahsedilebilir. Aynı meselelerle karşı karşıyayız. Kulluk ettiğimizi söylediğimiz aynı Tanrı'ya inancımız, bizi daha çok birliğe çağırmaktadır.
VI. BÖLÜM:
DİYALOGA GİREN HRİSTİYANIN HALETİ RUHİYESİ
(s. 113- 133)
Tanrının da insanlarla devamlı bir diyalog içinde oluşundan hareketle, O'nun, başkalarının kültür ve dinlerindeki aksiyonunu görmeyi bilmek gerekir. Maneviyat arkeologları olarak değil, kendi dini hayatımızda o değerleri özümleyerek, statik maneviyattan dinamik maneviyata geçmelidir.
Şimdiye kadar, bize farklı, hatta zıt görünen birtakım temel unsurların fiilen yaşanan dini tecrübe planında benzer olduğunu ortaya çıkarmak istiyoruz ki, bunların belli başlıları müminlerin Allah ile münasebetleri, Allah Kelâmı, peygamberlerin rolü, ümmet kavramı ve duadır. Farkları görmekten ziyade, yaklaşan tarafları bulmaya çalışacağız.
Yüce Tanrı ve seven Tanrı: Prensiplerdeki farklara rağmen, yaşanan dini tecrübe planında hristiyanlarla müslümanlar arasında aşılmaz bir uçurum yoktur. Bir hristiyan, müslümanın, Allah hakkında söylediği her vasfa inanır ve müslüman, insiyaki olarak, hristiyanların ifade ettiği hakikatlere meyleder.
Allah Kelâmı hususunda, —dini münakaşaya girilmediği takdirde— müşterek olan nokta, bu Kelâma hürmet etmek ve ona uymaktır. Bu Kelâm birisi için bir şahıs (Hz. İsa) iken, diğeri için bir Kitaptır. Bu kelâmın dinamizminin şuuruna varmak çok önemlidir. Allah Kelâmı, bir metinde veya bir hadisede donmuş cansız bir harf değil, aynı zamanda bir kuvvet olan devamlı bir oluştur.
(Bölüm; nübüvvet, dua ve namaz, ümmet konularında, her iki dindeki telakkilerin mukayese edilmesiyle sona ermektedir)
Hülasa (s.135- 138). Hristiyanlar, İslâm hakkındaki bilgi ve kanaatlerine göre, ona karşı değişik tavırlara sahiptirler. Birçoğunun tavrı, "İlgisizlik" diye nitelendirilebilir: "İslâm da, Öbürleri gibi bir dindir. Her din mensubu kendi kendini organize etmeli, yabancı sahaya karışmamalıdır, karşılıklı münasebetler, nezaket ziyareti şeklinde olmalıdır". Diğer taraftan bazıları, İslâm dünyasıyla ilgilenmeye özel bir önem verirler; ancak bunun sebepleri değişiktir. Bazıları müslümanlar hakkında, basına intikal eden ve "çeşitli olaylar" kısmında yer alan kısa ve sathi bilgilere bakarak hüküm vermekle yetinirler. Bir kısmı İslâm ile, siyasi ve içtimai bir ideoloji olarak ilgilenir, fakat dini cepheyi tamamen konu dışı bırakırlar. Nihayet bir başka kısmı sırf kültürel yönden ve dinler tarihindeki yeri bakımından ilgilenir. Bu, faydalı olmakla birlikte, yaşayan İslâmı bilmeğe kâfi gelmez.
Bu kitapta kabul ettiğimiz vazife ise, tamamen başkadır. Bizim İslâma gösterdiğimiz ihtimam, ne insanların yaşayan realitelerine yabancı kalacak bir müşahidin sathi bakışıyla, ne bir filozof veya din âliminin düşüncesiyle, ne de siyasetin maksadlı hesapları ile yetinemez. Biz, bu sayfalarda İslâmı, bir iman, Allah'a doğru bir yürüyüş olarak takdim ettik.
İslâm-Hristiyan diyaloğunda ruhani planın, yerini dünyevi plâna terk etmesi, büyük bir tehlikedir. Biz her iki nevi diyaloğun da aynı anda ve birlikte yapılmasına taraftarız. İslâm, her şeyden önce bir iman olarak kabul edilmedikçe ve müslümanları yaşatan dini değerler bilinmedikçe, müslümanları gerçeğe uygun bir şekilde tanıdığımızı öne süremeyiz. Bu perspektif içinde müslüman artık ne mazide veya şimdiki durumdaki bir muarızımız, ne rakibimiz, ne de mevcut birçok kültürden bir kültürün mensubu görülmeyecek; bizim her birimiz gibi, Tanrı'nın iradesine itaate gayret eden bir inanç adamı sayılacaktır.
(Kitap, İslâm hakkında dört sayfalık kısa bir bibliyografya ile sona ermektedir).
KİTAP HAKKINDA MÜLAHAZALARIMIZ:
Papalığa bağlı "Hristiyan Olmayanlara Mahsus Daire Başkanlığı" tarafından yayınlanmış bulunan kitabı böylece hülasa ettikten sonra, eser hakkındaki bazı mülahazalarımızı, kısaca şöyle belirtmek istiyoruz:
Kitabın, büyük bir vukufla hazırlanıp, ifadelerin ihtimamla seçildiği anlaşılmaktadır. Önsözde belirtilmeseydi bile eserin, bir ekip çalışması sonucunda bu hale geldiği, kolaylıkla tahmin edilebilirdi. Yazarlar, müslümanlarla hristiyanlar arasında kurulması istenilen diyalogun çarptığı kayalıkların farkındadırlar. Kitabı kaleme alanların, iman etmedikleri bir dinden ve onun mensuplarından, çok az insanın takınabileceği objektif bir tavırla bahsetmeleri takdire değer. Bununla birlikte bazı tenkitlerimiz de olacaktır.
Mes'ele, dini inanç gibi dindar nezdinde en mühim olan ve en fazla hassasiyet duyulan bir mevzu olduğundan yazarlar, bazen ister istemez, İslâm inancını benimseyen bir müminin hoşnut olmayacağı bir tutum içine girmişlerdir. İtiraf etmem gerekir ki, benzeri bir çalışmayı Hristiyanlık için ben yapmış olsaydım, tenkide uğrayacak yerler buradakinden daha az olmazdı. Demek istiyorum ki, güçlük, işin mahiyetinden ileri gelmektedir. Tenkide yol açan husus, eksik veya yanlış bilgilerden ziyade, inanç ayrılığından kaynaklanan değerlendirme ile ilgili olacaktır.
Her şeyden önce ve kitabın tamamı için geçerli olan bir husus olarak dikkati çeken durum şu oluyor: Kitabın isminden, hem hristiyanlardan hem de müslümanlardan mütekabilen bahsedeceği anlaşıldığı halde, sonuna kadar okununca hristiyanlara, müslümanların inanç, tutum, davranış ve haleti ruhiyelerini anlattığı müşahede olunuyor. Halbuki müslümanlara da hristiyanların gerçek inanç, tutum, davranış ve haleti ruhiyeleri anlatılsaydı, eser daha tam olurdu. Böyle yapılmayışının hatıra gelen ilk sebebi şu olabilir: "Kitap, Hristiyanlığın en yüksek dini makamınca yayınlanmaktadır. Müslümanlara da hitab etmeyi nezakete aykırı bulduğundan böyle hareket etmiştir". Ancak bunun beni tatmin etmediğini ifade etmeliyim. Papalık makamının uzmanları, İslâm ve müslümanlarla meşgul olup çevrelerini de meşgul ettikleri gibi, daha iyi bir şekilde bildikleri Hristiyanlığı ve hristiyanları da aynı derecede anlatmalıydı. Zira "evde olan şeyleri en iyi bilen, evin sahibidir". Hristiyanların hususiyetlerini de anlatmış olmakla, müslümanların da onları tanımalarını kolaylaştırmış olurlardı. Şunu da hesaba katmalıydılar: Hristiyan Batı, dünyevi yönden müslümanlara hakim durumdadır; göstermelik bağımsızlıkların gerçeği değiştirmediğini herkes biliyor. Bu durumda müslümanların bekledikleri ilk iş, maruz kaldıkları haksızlık ve istismarlara son verilmesidir. Kilise, yaramaz çocuğu Batı'ya, sadece "hakimiyetin altındaki bu zavallı müslümanları o kadar da hor görme, onları yanlış tanıyorsun, onların dinlerini ve değerlerini kabul etmeye gayret sarfet vs." diyeceğine "Zulümden vazgeç, başka insanları sömürmeye son ver, kendine gel, dinin senden şu şu faziletleri istiyor, kendin için istediğini başkası için de isteyeceksin, ceketini isteyene paltonu da vereceksin, bir yanağını tokatlayana öbürünü de çevireceksin. Senin yanlış tutumun yüzünden, dinimiz aslında şöyle şöyle olduğu halde müslümanlar, başka zanlara kapılıyorlar, doğrusu şudur" kabilinden sözleri de ilave etmeliydi.
Râgıb El-Isfahânî'nin Mukaddimetü't-Tefsir'inin Kökleri ve Kitabın Türkçe'ye Tercümesi
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kur'ân, öyle bir üslûba sahiptir ki, onun âyetlerini duyan Arap ve Acem beliğleri ona secde etmiş, onun muhteva güzelliklerini sezip anlayan hakikatşinas edipler, o Söz Sultanı'nın yanında edeple iki büklüm olmuşlardır.
|
Râgıb el-Isfahânî’nin Mukaddimetu Câmii’t-Tefsir kitabı, Kur’ân’ı anlamada, onun başlıca iletişim aracı olan Arap dilinin inceliklerini bilmeye pek büyük bir ehemmiyet verme özelliğine sahiptir. Onun sergilediği başarı, kendisinin bu alana katkılarıyla ilgili olduğu kadar, yararlandığı filolojik birikim ile de alâkalıdır. İncelemeye girişmeden önce, güçlü gövdesi üzerinde duran bir ağaca benzetebileceğimiz bu eserin ana köklerine inmeye çalışmada fayda görüyorum. Elbette bu ağacın sayılamayacak kadar çok kılcalları da vardır. Diğer taraftan bu kutlu ağaç R. Isfahânî’den sonra daha da güçlenip meyvelerini vermiştir. Zamanımızda da uygun aşılamalarla daha olgun semereler vermeyeceğini kimse iddia edemez. Isfahânî’nin uzattığı bu filizin bile sağlam bir dal olabileceği söylenebilir. Girişinin başında kendini gösteren engin ve ihlâslı tevazuu sayesinde Allah onu yükseltmiştir: “Gayem, Kur’ân tefsirine dair Sahabe ve Tâbiun’un mücmel olarak ifade ettikleri güzellikler hakkında tafsilat sunmaktır.”
Filolojik altyapıyı bulmaya girişince:
1. Her şeyden önce Kur’ân-ı Hakîm’in (قُرْآنًا عَرَبِيًّا)2, (بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ)3 “Açık ve vâzıh Arapça ile” gibi tavsiflerini görüyoruz. Bunlar Arapçanın üstünlüğünü göstermez. Maksat, onun maksatlarının anlaşılması için, esas iletişim aracı olan bu dili iyice bilmek gerektiğini hatırlatmaktır. Ayrıca maksat, Kur’ân’ın mânâlarını tam koruma altına almanın, onun etrafında bina edilecek muhkem kalenin de Arapça ile kurulabileceğini vurgulamaktır. Bu dil sağlam şekilde bilinip Kur’ân ona göre anlaşılmazsa, hadde hesaba gelmeyecek sayısız tevillerin nerede duracağı belli olmaz.
2. Hz. Peygamber aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’ın da ilâhî tebligatı koruma gayesiyle Arap diline ihtimam gösterme hususunda tavsiye ve örneklikleri olmuştur.
Ebu Hüreyre Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu nakleder: أعْرِبُوا القرآنَ وَ الْتمِسُوا غَرائِبَهُ Bu hadîsi Beyhaki’den nakleden Süyuti ondan bir de şu hadîsi nakleder: “Kim Kur’ân okur ve onu i’rab ederse her harfe karşılık ona yirmi sevap vardır. Kim i’rab etmeksizin okursa ona on sevap verilir.”4 Süyuti’nin şu izahı oldukça önemlidir: Bu hadîslerdeki i’rabtan maksat, Kur’ân’ın lafızlarının mânâlarını bilmektir, yoksa nahivcilerin ıstılahındaki i’rab değildir. Dil hatası (lahn) yapmadan sakındırmadır. Çünkü i’rabsız kıraat, okuma sayılmaz, onda sevap yoktur. Bu konulara girişen kimsenin emin olması, bu sahanın kitaplarını iyi araştırması gerekir. Bu hususta zan ile söz söylenmez. Nitekim öz be öz Arap ve fasih lisan konuşan, Kur’ân’ın kendi dilleriyle ve yine kendilerine inişine şahit olan sahabe-i kiram bile mânâsını bilmedikleri lâfızlar hakkında açıklama yapmaktan geri durmuşlardır.
Hz. Peygamber, konuştuğunda dil hatası yapan birini işitince yanındakilere, أرْشِدُوا أخاكُمْ فإنه ضَلّ “Arkadaşınız dil hatası yaptı, ona doğrusunu öğretiniz.” buyurmuştur. Efendimiz bazen anlaşılmayan kelimelerin eşanlamlılarını bildirmiştir: Bakara 2/143 âyetindeki وَسَطاً kelimesini, العدل yani tam âdil, dengeli diye açıklamıştır.5 Bazen tarifini yapmıştır: بِرّ6 ve اِثْم kelimelerinin anlamını soran birine, بِرّ: Ahlâk güzelliği, اثم ise “vicdanını tırmalayıp seni huzursuz eden ve başkalarının haberdar olmasını istemediğin şeydir.”7 buyurmuştur.
Bazen kelimenin şer’i mânâsını bildirmiştir. Meselâ Mâide/6 âyetinde geçen vech “yüz”ün âdeta sınırlarını çizmiştir: “Kulaklar başa (الرأس)’e dâhildir” demiştir. Bir defasında sakalını örten bir adamı görünce ona: “Aç onu, zira sakal yüze (وجه) dâhildir.” demişti.8
Bazen mecazî anlamı açıklamıştır: Meselâ Bakara 2/187 âyetinde geçen “fecrin siyah ve beyaz ipliği” hakkında; “Bu âyetten maksat sadece, gündüzün ağarması, gecenin karanlığıdır.”9 buyurmuştur. Bu konularda başka hadîs örnekleri de vardır.10
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerin yönlendirmeleri sebebiyle daha sahabe nesli yaşarken İbn Abbas (ö.68/688) Ğaribu’l-Kur’ân konusunda bir Kur’ân sözlüğü telif etmiş, ilmî çalışmalar başlamış, ikinci hicri asırda Halil b. Ahmed (ö.175/791) Kitabu’l-Ayn gibi mükemmel bir sözlük yazmıştır. Bedevilikten ilim ve medeniyete geçişteki bu sürat, dünyada görülmemiş bir hâdisedir.
3. Sahabeden Abdullah b. Abbas’ın (r.a) Arap filolojisi bakımından önemli faaliyetleri olmuştur. Burada onun dil bakımından önemli üç tutumuna kısaca değineceğiz:
A) İbn Cerir Taberî ve başkaları onun şu ünlü düsturunu naklederler: الشعر ديوان العرب “Şiir, Arapların arşividir. Ne zaman Allah’ın, Arapların dili ile indirdiği Kur’ân’dan her hangi bir mânâ gizli kalırsa, Arapların divanlarına başvurup mânâsını orada arayınız.”11 Ebu Ubeyd, Fedâilu’l-Kur’ân’da, onun bu sözünü açıklamak için, Kur’ân’daki kelimeleri açıklamak üzere şiirle istişhâd ettiğini bildirmiştir.12 Hârici önderlerinden Nafi b. Ezrak, İbn Abbas Hazretlerine varıp ona: “Sana Allah’ın kitabından bazı sorular soracağız. Sen bize Arapların sözlerinden şahitlerini getirerek tefsir edeceksin. Zîrâ Allah Kur’ân’ı Arapça indirmiştir.” İbn Abbas (r.a) onun sorduğu 200 kadar kelimeye şiirle istişhâd ederek cevap vermiştir.13
Verdiği cevaplardan çoğunu Taberânî el-Mu’cemu’l-kebir’de ve İbnu’l-Enbari Kitabu’l-Vakf ve’l-ibtida’da rivayet etmişlerdir. İbnu’l-Enbâri şöyle bir açıklama yapma ihtiyacı duymuştur: Sahabe ve Tâbiun’un Kur’ân’daki müşkil ve ğarib kelimeler hakkında çokça şiirden delil getirdiklerini biliyoruz. İlim ehli olmayan bazı kimseler, nahivcilerin bu uygulamalarını şöyle diyerek red etmek isterler: “Böyle yapmakla şiiri asıl kabul edip Kur’ân’ı ona tâbi yapmış oluyorsunuz.” Oysa iş onların dediği gibi değildir. Bizim yaptığımız, sadece Kur’ân’daki ğarib bir kelimeyi şiirdeki kullanılışıyla anlamaya çalışmaktan ibarettir. Zîrâ Allah Teâlâ
(بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ)15,(قُرْآنًا عَرَبِيًّا)14 “Kur’ânen Arabiyyen” “bi lisanin Arabiyyin mübin” buyurmuştur.16
B) Taberî ve başkaları17 İbn Abbas’ın tefsiri dörde ayırdığına dair meşhur taksimini naklederler:
a-Ümmetten, bilmemekte kimsenin mazereti bulunmayan tefsir.
b-Arapların kendi dillerinden anladıkları tefsir.
c-Âlimlerin bilebilecekleri tefsir.
d-Allah Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği tefsir.
Zerkeşî şöyle der: İbn Abbas’ın bu taksimi isabetlidir. Şöyle ki:
a) Bilmemekte kimsenin mazur görülemeyeceği kısım, ilim ehlinin bilebileceği şer’i ahkâmı ve tevhid delillerini teşkil eden kısımdır. Meselâ فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاۤ اِلٰهَ اِلاَّ اللَّهُ “Şunu bil ki, Allah’tan başka tanrı yoktur.”18 sözünden, herkes tevhidin yani O’nun ortağı olmadığını ve O’nun uluhiyyetinin kasd edildiğini bilir. Fakat لا’nın dilde nefy edatı, الا’nın ise isbat için konulup hasr ifade ettiğini bilmez. وَاَقِيمُوا الصَّلٰوةَ وَاٰتُوا الزَّكَاةَ ve benzeri emirlerin farziyyet ifade ettiğini vs. bilmese bile, Müslüman toplumda yaşayan herkes bu hükümleri zarurî olarak bilir.
b) Arapların kendi dillerinden anlayacakları kısımda, onların lisanlarına müracaat edilir. Bu da lügat ve i’rabdır. Lisan hususunda müfessirin, kelimelerin mânâlarını ve oradaki isimlerin müsemmalarını bilmesi gerekir. Ama bu, kıraat edene gerekmez. Diğer taraftan Kur’ân lafızlarının içerdiği hususlar ilmi değil de ameli gerektiriyorsa bu durumda haber-i vahid veya iki kişinin haberi ve bir şiir beyti ile istişhâd kâfidir. Eğer ilmi gerektiriyorsa bu yetmez; çünkü o lafzın yayılmış olması ve şiir şevâhitleri lâzımdır. İ’rab ise şayet i’rabdaki ihtilaf, mânâyı başka yöne çevirecek olursa, dil hatasından kurtulmak için tevakkuf etmek gerekir. Müfessir ile kâri’nin onları bilmeleri gerekir. (…)
c) Âlimlerin bileceği kısım. Ahkâm istinbatı, mücmeli beyan, umumu tahsis, iki veya daha fazla mânâya gelen kelimeleri gibi konular âlimlere aittir. Onlar da sırf kendi görüşlerine değil, delillere ve şevâhide dayanırlar. İki mânâdan biri daha zâhir ise onu tercih etmeleri gerekir. Bu hususta eşit olurlar, lügavî kullanılış ile şer’î kullanılış arasında kalırlarsa, şer’î mânâyı tercih etmeleri gerekir. Ama lügavî mânânın kasd edildiğine delil olursa, bu durumda lügavî mânâ tercih edilir (…)19
d) Yalnız Allah Teâlâ’nın bildiği kısım: Kıyamet, huruf-ı mukatta’a, ruh, ehl-i ilim nezdinde kat’i müteşabihat kısmı. Bunların te’vili Kur’ân, hadîs ve icma ile bildirilmedikçe kesin mânâlarını bilmek imkânsızdır.
İbn Abbas’ın bu dörtlü taksiminin, (b) ve (c) şıklarının Arap dili ile doğrudan ilgili olduğu ve bunların en geniş alanı kapsadığı âşikârdır.
C) İbn Abbas’ın önemli tefsir ilkelerinden olup, üzerinde durduğumuz dil konusu ile ilgili olarak hatırlamamız gereken bir husus da şudur: ليس في الدنيا مما في الجنة إلا الأسماء20 Buna göre Cennet’te olan nimetlerle dünyadaki şeylerin benzerliği sadece isimlerdeki benzerliktir. Bu prensip, uhrevî hallerden bahseden âyetlerin anlaşılması bakımından anahtar hükmündedir.
4. Ebu Ubeyde Ma’mer b. Müsenna (ö.209/824?) Bu zat Kur’ân’ın, Arap dili üslûplarına göre tefsir edilmesinin esas olduğunu vurgular. Ona göre Sahabe ve Tâbiun Arapçaya vukufları sebebiyle daha sonraki nesillerin İ’rab, Ğarib ve Meani ilimlerine yerleştirdikleri konular hakkında pek sorma ihtiyacı duymamışlardı.21 Kur’ân’da Arap dilindeki özellikler bulunur. Ezcümle ğarib kelimelerin kullanılması, Arap dili üslûplarından hazf, ihtisar, çoğul kasd edildiği halde lafzın tekil gelmesi, tesniye kasd edilip çoğul gelmesi, canlı ve cansız varlıklarla ilgili anlatımların insana ait ifade ile bildirilmesi, zâid harfler, te’kid için sözün tekrarı, tekrardan kaçınmak için sözün mücmel getirilmesi, takdim-te’hir, lafzın müzekker ve müennes getirilmesi, isimlere bedel kinaye kullanılması vb. hususlar Kur’ân’da da yer almaktadır. Hayvanlar ve cansızlar hakkında insanlara dair kelimelerin; ğâib yerine şahid (muhatap) veya aksine muhatap yerine ğâib kullanılması, ayrıca takdim-te’hir, tevkid kullanılmasından bahseder.22
Ebu Ubeyde tarafından belirtilen bu hususlar, kelimelerin etimolojik ve morfolojik yapıları ve i’rab yönleri kadar, Arapçanın farklı yönlerini kapsadığı gibi istiare, teşbih, temsil, teşhis, intak, kinaye gibi alanlar da belagat, dolayısıyla mecaz kapsamına girmektedir.23 Onun kullanışında mecaz, hakikatin zıddı olmaktan çok, Arap dilinin ifade tarzlarıdır. Bu kitap, Kur’ân’ın, rivayet ile tefsir edilmesi geleneğinden, filolojik tahlile dayanan bir yoruma geçişin bir dönüm noktası sayılabilir. Ebu Ubeyde, Kur’ân’ın anlaşılmasında ortaya çıkan sorunların ekseriya ondaki ğarib kelimeler ve mecazi ifadelerden ileri geldiğini görmesi üzerine bu kitabı kaleme almıştır.24 Fatiha ve Besmele tefsirinde, müteallakın zikr edilmemesine “izmar” der.25 (وَلَا الضَّالِّينَ)’deki لا’nın, huruf-i zevâidden kelâmı tamamlama için getirildiğini söyler.26 Ebu Ubeyde’nin, Basra ve Kûfe mekteplerinin tespit ettiği gramer kurallarından çok, serbest filolojik yorumlara meyl edip kıyasa dayalı olarak dili geniş bir biçimde kullandığı görülür. O, Asma’i ve başka dilciler tarafından Kur’ân’ı şahsî fikrine göre tefsir etmekle itham edilmiştir. Taberî’nin onu dile dair bazı meselelerde tenkit etmesi, ondan istifadesine mâni olmamıştır. Keza Ebû Ubeyd Kâsım b. Sellâm, Zeccâc, İbn Hişam, Ezheri, İbn Düreyd ve Cevheri bu kitaptan yararlanan müelliflerdendir.
Mecazu’l-Kur’ân; sarf, nahiv, lügat ve iştikak meseleleri yanında mecaz, teşbih, temsil, kinaye, icaz, hazf, takdim-te’hir gibi birçok teknik terimle birlikte şevâhid olarak değerlendirilmiş, Cahiliye ve İslâm dönemlerine ait zengin şiir hazinesine sahip olmasıyla, Arap dili ve belâgati çalışmaları için temel kaynaklardan biri olmuştur.27
5. İbn Kuteybe (ö.276/889) Te’vilu Müşkili’l-Kur’ân28 kitabının mukaddimesinde Hz. Peygamber’e (sallallahü aleyhi ve sellem) kitap mucizesinin verilmesini lisanın ehemmiyetine delil olarak zikreder. Hz. Musa ve Hz. İsa’ya (a.s) kendi zamanlarına ve muhitlerine göre mucize verildiği gibi Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) de kitap şeklinde verildiğini belirtir.29 Kur’ân’ın bazı âyetlerini doğru anlamak için lisan inceliklerine vâkıf olmak gerektiğini örneklerle gösterir (Meselâ Yunus Sûresi 42 ve 43. âyetlerinde sem’in basar’dan daha önemli olduğuna delil bulur: “Zira Allah, aklın olmayışını sağırlıkla beraber zikrederken körlükte sadece görmenin yokluğundan bahsetmiştir”.)30 Kur’ân’ın az lafızla çok mânâlar ifade ettiğini belirtip örneklerini verir.31 Tefennün gayesiyle Arap dilinde farklı üslûplarla anlatım bulunduğunu yazar. Meselâ, der, bazen tahfif için ihtisar, bazen ifham için itâle yapılır. Bazen te’kid için tekrar, bazen muhatapların ekserisinin anlamayacağı şekilde ihfa’, bazen Arap olmayanların bile anlayabilecekleri şekilde açık ifade kullanılır.32 Mânâda mütekarib kelimelerden, iştikakdan bahseder.33
Âyetlerin lafızlarının anlam ve sınırlarını belirlemek ve bunların nasıl yorumlanacağını göstermek için bu kitabı ve başka kitaplarını yazdığını ifade eder.34 Bu kitabına sadece yanlış anlamaya veya itiraza sebep teşkil eden âyetleri alır. Mukaddimesinde belâgatle ilgili ğarib lâfızları açıklar. Kur’ân’ın dili olan Arapçanın başlıca özelliklerini bir başlık altında sıralar.35 Bu eserin, Kur’ân eksenli, nahiv ağırlıklı bir muhtevaya sahip olduğu göze çarpmaktadır. Âyet, hadîslerden ve Arap şiirinden nakiller yapar.36 “Hatta İbn Kuteybe’nin bu kitabının mukaddimesini tamamen dil-tefsir münasebetine hasrettiğini söylersek yanlış olmayacaktır. Çünkü mukaddime baştan sona Kur’ân eksenli izahlardan oluşmaktadır”.37 İbn Kuteybe, Kur’ân’ın her bir lafzının ne kadar geniş mânâlar ihtiva ettiğinin iyice bilinmesi için birçok âyeti örnek vermekte ve bunların üzerinde düşünülmesini istemektedir.38 İbn Kuteybe bu eserinde mecaz, hakikat, te’vil ve tefsir konularına yer vermektedir. Halil b. Ahmed, Ebu Ubeyde, Ferra’ gibi dilcilerin yolundan gitmiştir.39 Ebu Ubeyd Kâsım b. Sellâm da hocaları arasında zikredilir.40 Doğrudan talebesi olmasa bile, onun kitaplarından naklettiğini görmekteyiz.
6. Hâris b. Esed el-Muhasibi (ö.243/857) ve Fehmu’l-Kur’ân41 Kitabı
Bu zâtın Kur’ân tefsirine teşebbüs etmesi, onu nahiv ve belâgatle ilgili bazı taraflara girmeye sevk etmiştir. Nitekim hocası Ebu Ubeyd de böyle yapmıştı. Muhasibi, nesih konusunu ayrıntılı olarak ele aldıktan sonra takdim-te’hir, izmar, huruf-i zevâid, fasl ve vasl konularına girmiştir.42 Burada ayrıca Mecaz sahibi Ebu Ubeyde’den nakil yaptığını görüyoruz.43 Ayrıca İbn Abbas, İbn Mes’ud, Mücahid gibi müfessirlere de atıflarda bulunur.
Kur’ân nazil olmadan da Arap dilinde takdim-te’hirin bulunması sebebiyle Kur’ân’ın da bu üslûbu kullandığını söyleyip örneklerini verir (Meselâ Şuara 26/208 âyetinde azabın takdim, inzarın te’hir edildiğini bildirir,)44 Huruf-i zevâide örnekler verir. وَلَا الضَّالِّينَ deki لا’nın, A’raf 7/12’deki مَا مَنَعَكَ أَلَّا تَسْجُدَ deki لا’nın, nefy için olmayıp,45 zâid olduğunu bildirir.
Fehmu’l-Kur’ân yazarı Mu’tezile’yi eleştirmekte, kendi döneminde kültürel ortama hâkim olan Mu’tezile’ye karşı, aklî delillerle desteklediği nasları da yeterince kullanmaktadır. Muhaliflerine cevap verişinde delillere hâkimiyeti, görüşlere vukufu, üslûbunun güzelliği ile dikkat çeker.46 “Kur’ân fıkhı” adı altında, Kur’ân’ı anlamadan bahseder.
7. Muhammed İbn Cerir et-Taberî (ö.310/922)
Taberî47 tefsirinin uzun mukaddimesinin baş tarafında Kur’ân’ın Arap dili ile beyan edildiğini vurgular. O, muhatapların anlamayacakları bir lisan ile peygamber ve kitap göndermenin doğru olmadığını belirtir. Aksi olsaydı muhatap, hitaptan önce cahil olduğu gibi hitaptan sonra da cahil kalacaktır. Allah böyle saçma iş yapmaktan münezzehtir. Kur’ân Arapça olduğundan, mânâları da Arapçanın mânâlarına muvafıktır. Arap üslûplarına göre gönderildiği için Arap dil ve edebiyatında bulunan îcaz, ihtisar, ihfa’, izhar, itâle, iksar (çoğaltma) gibi üslûplar Kur’ân’da da bulunmaktadır.48 Taberî meseleye muhatap açısından bakar. Sözü anlaması için fehm ve akıl vasfını haiz olması gerektiğini söyler.49
Taberî’nin bu hacimli ve önemli tefsirine Câmi’u’l-beyân adını vermesi de eserin Kur’ân âyetlerinin yorumuna ilişkin beyanı toplayıcı özelliklere sahip olduğunu düşündürmektedir.50
Tekrar Mukaddimetu’t-tefsir kitabımıza gelecek olursak, bir nebze değindiğimiz bu kaynaklardaki filolojik yönelişlerin hicri 5. asırdaki olgunlaşmış eserleri hazırlamada büyük rolleri olduğunu anlıyoruz. Râgıb’ın bu eseri, doğrusu bir mukaddime olmayıp başlı başına bir Tefsir Usulü kitabıdır. Bu ilim dalının da ilk örneklerinden olmasına rağmen, kıvama ermemiş malzeme yığını alâmeti kesinlikle bulunmuyor. Bu olgunluk onun, tefsir usulü alanında rutin sürecin ötesinde bir yüksek atlama yaptığını düşündürüyor. Dilin imkânlarını temel alarak yaptığı aklî muhakemelerle çarpıcı tespitlerde bulunuyor. Bazı müşkil konuları izahta mahareti, geniş perspektife sahip oluşu dikkat çekiyor. Bin sene kadar önce bir insan tarafından yazılıp da bu kadar güncel algılanabilecek eser kolay kolay bulunamaz. Bunda kitabı çeviren Dr. Celalettin Divlekci’nin akıcı Türkçesinin de payı var elbette.
Konuların hepsi de ilgi çekiyor: Sözün kısımları, anlam ilişkileri bakımından kelimeler, lafız-anlam örtüşmesi bakımından söz kategorileri ve örnekleri. Anlam kaymaları, terkib edilen kelime çeşitleri, açık ve kapalı anlamlar, kapalılığın türleri. Hitabın muhatap tarafından anlaşılmasına engel olan üç husus: Hitab edenin nitelikleri, hitabın özellikleri ve muhatabın şartları. Genel olarak farklı anlamalara yol açan sebepler: Lâfzı veya anlamı merkeze alma bu ihtilafın temelinde yatar. Nitekim Allah Teâlâ ile ilgili bazı müteşabih âyetler farklı yorumlanmıştır. Râgıb, tenzih tarafını açıkça destekler.51
Yaptırım ifade eden söz çeşitleri haber, emir ve nehiy; çeşitleri ve örnekleriyle açıklanır. Çok sorulan bir soru: “Kur’ân, mübin olduğu hâlde neden açıklamaya ihtiyaç duyuluyor?” Kur’ân’ın beyanı konusunu Râgıb etraflıca, câzip ve genel okuyucu seviyesine göre açıklar.52 Tefsir ve te’vil çeşitleri. Anlamı ifade üslûpları, aynı şeyi farklı yönlerden anlatma, kelimeler arasındaki semantik bağ, analitik sözcük bilgisi; varlıkları, aslında sıfatları olan isimlerle adlandırma, hakiki ve mecazî anlamlar, geniş bir bâb olan mecaz türleri, hazif, ziyade, temsili anlatımlar. Geniş ve dar anlamlar, umum-husus çeşitleri, Allah’ın fiilleri, mecaz-ı mürsel çeşitleriyle fiillerin öznelerine izafe edilmesi, sathî bakışla tutarsız sanılan (müşkil) âyetler konusunda çelişkiyi giderme yöntemi, Kur’ân-ı Hakîm’in bütün hikmetleri içerdiği hâlde insanların ekserisinin onun hakikatlerini tam kavrayamamasının sebepleri, ümmetin âlimlerini şereflendirmek ve sevaplandırmak için içtihad imkânlarının bırakılması.53 Kur’ân’ın, Arap dil ve edebiyatının üslûpları ile indirilmiş olmasının izahı, Kur’ân’da anlam tabakaları; âlimlerin, ilimlerinin kuvveti derecesinde ondan yararlanmaları, Kur’ân’ın içerdiği altı ana konu, ibadet felsefesi. Nesih hakkında orijinal ve etraflı açıklama (ahkâmın asıllarında değil fürüatta neshin cevazı), müteşabih âyetlerin hikmetleri, Kur’ân’da anlaşılmayacak bir yer olur mu? Allah’ın hayata koyduğu tekâmül kanunu, Tefsir ilminin şerefi, muteber tefsirin şartları, Kur’ân’ın i’câzı, muvakkat ve sürekli mucize. Râgıb, Kur’ân’ın zatında muciz olduğunu vurguladıktan sonra, insanların nazire yapmalarını ilâhî engellemeyi de i’câzdan sayar. Bu tarz sarfeyi benimseyen Sünni âlimler vardır. Makalemizi bitirirken şunu da belirtelim ki Râgıb’ın kısmen bize ulaşan Tefsirini, bu Mukaddimesi açısından inceleyen bir çalışma, önerdiği usulü uyguladığını belirtmektedir.54
Kitabı tercüme eden Dr. Celalettin Divlekci, okuyucunun yararlanmasını kolaylaştırmak için ayrıca alt başlıklar, gereken yerlerde önemli dipnotlar koymuş. Çalışma boyunca gözlemlenen ilmî titizlik ve düzgün bir Türkçe, kitabı gerçekten okunaklı kılmış. Bu eseri Türkçeye kazandırmasından dolayı kendisini tebrik eder, bu kitaptan yararlanarak Kur’ân’ı anlama gayretlerini artıran okuyucularımızın sayısını artırmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederim.
*Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. E. Öğretim Üyesi
syildirim@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Kitap Dr. Celaletin Divlekçi tarafından Türkçe’ye çevrilip İstanbul’da Rağbet Yayınevi tarafından 2011’de yayınlanmıştır.
2. Yusuf 12/1.
3. Şuara 26/195.
4. İbn Ebî Şeybe, Musannef, Dâru’t-Tac, Beyrut 1989, 6/116; el-Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, 2/477; Ebû Ya’lâ el-Mevsılî, Müsned, thk. Hüseyin Selim Esed, Dâru’l-Me’mûn li’t-Turâs, Dımaşk, 1986, 11/436; Süyuti, el-İtkan, 1/113, Mısır, 1370/1951. Aynı yerde Beyhaki’den başka bir hadise daha yer verir.
5. Tirmizi, Tefsir bölümü; Ahmed b. Hanbel (el-Fethu’r-rabbani, 18/77); Kenzu’l-ummal, 2/1-2; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 9/238.
6. Bakara 2/177.
7. Müslim, 45, hadis no:14; Tefsiru İbn Kesir, 3/87.
8. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/258; Ebu Davud, had. No.134; Taberî 10/32; İbn Kesir, 2/508.
9. Buhari, Tefsir, 5/156; Müslim, 13, had. No.33; Ahmed b. Hanbel, el-Fethu’-rabbani, 18/81.
10. Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur’ânı Tefsiri, 1/193-206, İst., Yeni Akademi yay., 2006.
11. Taberî, 1/54; Süyuti, İtkan, 1/119.
12. Süyuti, İtkan,1/120.
13. Cevapları havi Risale Şam Zahiriye, Berlin kütüphanelerinde mevcutur. Ğaribu’l-Kur’ân adlı, Ata b Ebi Rabah’ın ondan rivayet ettiği risale İstanbul Atıf Ef ktp. Nr. 2815/8 yer alır. M. Fuad Abdülbaki Mu’cemu Ğaribi’l-Kur’ân adı ile yayınlamıştır (Kahire, 1950).
14. Yusuf 12/1.
15. Şuara 26/195.
16. Süyuti, İtkan,1/119.
17. Age, 1/182.
18. Muhammed Sûresi 47/19.
19. İtkan 2/182 vd.
20. Tefsiru İbn Kesir, Bakara 2/25 âyetinin tefsirinde; Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr: Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, 33/220; İbn Teymiyye, Mecmûu Fetâvâ, Cem’ ve Tertîb Abdurrahmân b. Muhammed b. Kâsım el-Âsımî en-Necdî, Dâru Âlemi’l-Kutub, Riyad, 1991, 3/28; İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî bi-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, tahk. Abdulazîz b. Abdillâh b. Abdurrahmân b. Baz, Muhibbuddîn el-Hatîb, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 6/321.
21. Ebu Ubeyde, Mecazu’l-Kur’ân, 1/8.
22. Age, 1/18-19
23. Ali Bulut, Erken Dönem Tefsir Mukaddimelerinin Tefsir Usulü Açısından Değerlendirilmesi, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta 2009, s. 125-126.
24. Adem Yerinde, DİA, “Mecazu’l-Kur’ân” md., XXVIII, 225.
25. Ebu Ubeyde, Mecaz, 1/20.
26. Age, 1/25.
27. Adem Yerinde, Agm., DİA, XXVIII, 226.
28. İbn Kuteybe, Te’vilu Müşkili’l-Kur’ân, Kahire, Daru’t-Türas, thk. Ahmed Sakr, 1393/1973.
29. Age, s.12.
30. Age, s.7. Başka misaller için bu kitabın 4-11. sahifelerine bkz.
31. Age, s. 3.
32. Age, s. 13
33. Age, s.16.
34. Y. Şevki Yavuz, “İbn Kuteybe” md., DİA, XX, 149.
35. Age, s.12.
36. Ali Bulut, s. 69.
37. Age, s.127.
38. İbn Kuteybe, s. 3-11.
39. Y. Şevki Yavuz, Agm., DİA, XX,149.
40. Hüseyin Yazıcı, İbn Kuteybe md., XX, 145.
41. Fehmu’l-Kur’ân, thk. Hüseyn el-Kuvvetli, Daru’l-fikr, 1402/1982. Bu kitap Türkçeye çevrilmiştir: Kitabu’l-Akl ve Fehmu’l-Kur’ân, İstanbul, İşaret Yay., 2003.
42. H. el-Kuvvetli, Fehmu’l-Kur’ân, s. 259-260. Mesela Fasl ve Vasl konusunda (s. 492-502) anlam itibariyle fasl edilmesi gerekli yerlerde vasl etmenin, vasl gereken yerlerde fasl etmenin dil bakımından yanlışa yol açacağını belirtir.
43. Age, s. 260’da Âl-i İmrân 7. âyetindeki müteşabihat hakkında nakli yer alır.
44. Age, s. 476.
45. Age, s. 488-491
46. Age, H. el-Kuvvetli’nin değerlendirmesi, s. 253-254.
47. Taberî, Câmiu’l-beyân an te’vili âyi’l-Kur’ân, mukaddime.
48. Age, 1/17-19.
49. Age, 1/57-58.
50. Ali Bulut, Erken Dönem Tefsir Mukaddimeleri, s. 150.
51. Tercüme s.12.
52. Age, s. 16-18.
53. Age, s. 39.
54. Mustafa Kiriş, er-Râgıb el-Isfahânî’nin Mukaddimetu’t-Tefsir Adlı Eseri ve Tefsir Usulü Açısından Tefsirin Değerlendirilmesi, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas 2006, s.189.
|
Bugün 915 ziyaretçi (1497 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
XXXX
EDEBİYAT ve KUR'ÂN
M. Gurbet
"Vallahi onun okuduğu sözden daha üstün söz olamaz! O, bir nurdur. Onun öyle bir tatlılığı var ki, sanki kökü çok verimli toprakta, bol sulu bahçelerde, yükselen dalları etrafa gür salkımlı bir hurma ağacı O!"
"Çünkü O, öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, O; evlâtla babanın, kardeşle kardeşin, koca ile karının, kavim ve kabilesiyle adamın arasını açıyor."
Arab'ın putperest şâirlerinden Velid bin Mugire, Nahl sûresinin 90. âyetini Peygamberimizden (sav) dinlediğinde duygularını böyle dile getirmişdi.
Bazı fikirler vardır ki, onların hiçbir ilmi değeri yoktur; temelleri yoktur. Bunlar, boş birer söz olmaktan öteye geçemezler. Tarihe de çocukça düşünceler gibi, birer hezeyan olarak geçmeye mahkumdurlar. İşte, Kur'ân-ı Kerim'in tercümesinin, aslının yerine okunması fikri de bunlardan biri...
Kur'ân-ı Kerim'e bilindiği gibi, bir yönüyle sadece bu gözle baksak bile dâvâmızı doğrulayacak, birçok edebiyat bilgi ve metotlarıyla karşılaşırız. Önce mes'eleye dil yönünden yaklaşalım. Daha sonra edebî düsturların da beyanıyla mes'ele açıklığa kavuşacaktır.
"Bir milletin kullandığı dil, zannedildiği gibi bir çeşit değildir. Bir dili kendi arasında, edebî dil, fennî dil ve konuşma dili olarak üçe ayırabiliriz.
İlim dili, sadece açıklayıcı veya işaret edicidir: Gayesi işaret edenle edilen arasında tam bir uygunluk kurmaktır. İşaret tamamen keyfidir. Bu bakımdan kendine eşdeğer başka işaretlerle yer değiştirebilir" (1).
"Edebî dil ise müphemliklerle doludur; kökü eskiye giden her dilde olduğu gibi, edebî dilde de eş ma'nalı kelimeler, gramerde hiçbir mantık ölçüsüne uyulmadan tamamen keyfî olarak, bazıları erkek, bazıları dişi sayılan kelimeler çoktur; edebî dil, tarihî unsurlar, hatıralar ve çağrışımlarla doludur" (2). Bu sebeple, aynıdır diye, hiçbir kelime keyfî olarak atılıp, yerine yenisi konamaz.
Bir sözün, ma'nâ plânında, dört makamı vardır:
1) Kim söylemiş? 2) Kime söylemiş? 3) Ne makamda söylemiş? 4) Ne için söylemiş.
Bu sebepledir ki, bir âyetin tefsirinde, iniş sebebi, kimler için indiği, ne zaman indiği ehemmiyetli yer tutar. Bunları göze almadan, kelimelerin dar ma'nâlarının karşılıklarını vererek cümleyi kurmak, anlatılmak istenen şeyi anlatamayacaktır.
''Ayrıca edebiyatta kullanılan dilde, kelimeler yalnız, dış âlemdeki eşyayı göstermekle yetinmezler. Onların, yazarın yahut konuşanın ruhunu ve iç âlemini aksettirme hususiyeti de vardır" (3). Buna üslup diyoruz. Üslup farklılığından dolayı Kur'ân-ı Kerimin âyetleriyle, Hazreti Peygamberin (sav) sözü birbirinden kolayca ayırdedilebilir.
"Buna göre hiçbir edebiyat eseri, bütün vasıflarıyla, bir başka dile aktarılamaz. Meselâ, Türkçede okuduğumuz Faust, Almanca, aslındaki Faust değildir' (4). Tercüme istediği kadar sadakada yapılsın, istediği kadar ses vasıflarının benzerliğine büyük ölçüde dikkat edilsin, hiçbir zaman, orijinale erişilemeyecektir."
Kur'ân'daki "elhamdülillah" cümlesini Türkçeye çevirmeye çalışalım; en kısa tercümesi şöyle olacaktır; Hamd (ki bu kelimenin de Türkçede karşılığı yoktur; onun için aynen alıyoruz) kimden yapılırsa yapılsın, kime yapılırsa yapılsın, ne zaman ve nerede yapılırsa yapılsın; bütün isim ve sıfatlarıyla bilinen, eşi ve ortağı olmayan Allah'a mahsustur.
İşte bu sadece küçük bir tercümedir; tefsir değildir. Şu halde yapılacak olan tercümelerin en azından bu keyfiyette olması gerekir ki, bu da ancak âyetin ma'nâsı hakkında bir fikir verebilir, yoksa, daha cümlenin bütün ma'nâları verilmediğinden yine eksiktir.
Arapça, Hamd ve Allah kelimelerinin bu kadar ma'nâlara gelmesi kelimelerin ve cümlenin keyfiyetinden ileri gelmektedir. Görülüyor ki, tercüme için, kelimelerin karşılıklarını koyma -hiçbir kelimenin tam karşılığı bulanamayacağı için- yeterli değildir.
"Müşahhas bir misâl olmak üzere Yahya Kemâl'in "Vuslat" şiirini düşünelim. Bunu bir başka dile aktarmanın güçlüğü hatta imkânsızlığı (şiirliğini bozmadan tabii) ortadadır. Çünkü hususiyetle bir şiir, seslerin karşılıklı alâka ve münasebetlerine dayanır. "Vuslat" şiiri, yalnız bir ma'nâ varlığı değil, ondan daha önce bir ses varlığıdır. O, sahip olduğu bütün estetik vasıfları ile yalnız ve sadece Türk dili için bir varlıktır. Ayrıca Türk dili için de yalnız bu haliyle belli bazı değişiklikler yapmaya kalkar, ses yapısını bozarsak, onu ortadan kaldırmış oluruz."
"Edebî dil, yalnız bir beyânda bulunmaz; aynı zamanda okuyucuya da te'sir ederek onu ikna eder ve onda değişiklikler meydana getirir" (6). Kur'ân-ı Kerim'in mucizelerinden biri ve başlıcası lisanındadır. Dil güzelliğine âşık ve dili güzel kullanmak için gayret sarfetmiş bir kavmi, lisanının musikisi ve taklit edilmezliğiyle hayran bırakan Kur'ân, baştan sona yumuşak fakat üstün telkin kudretiyle, tılsımlı bir musiki ile terennüm edilmiştir.
Kur'ân lisanının dış musikisi yumuşak seciler, yarım kâfiyeler, iç kâfiyeler ve alliterasyonlarla sağlanmış görünür. Aruz gibi müstesna bir vezin icad etmiş Arapça'nın uzun ve kısa hecelerin deki ses tezatları bu musikiyi güzelleştiren sebeplerdendir. Birçok âyetlerin sonunda, yumuşak bir kolaylıkla sıralanmış kâfiyeler, Kur'ân-ı Kerimi musiki sanatındaki ses tekrarlarıyla birleştirir. Tekrarlanan sesler, derin te'sirli bir âtıra güzelliğiyle hafızalardan silinmez bir âhenk üstünlüğü içindedir.
Kur'ân-ı Kerim'in Kevser, İhlâs ve Nâs sûreleri gibi son ve kısa surelerinde bu kâfiyeler çok aşikârdır. Ayrıca baştan sona, çeşitli kâfiye unsurlarıyla sesli, Rahman sûresinde görüldüğü gibi 78 âyet arasında 31 defa tekrarlanan "Febieyyi âlâi Rabbikümâ Tükezzibân" âyeti ile bir nakarat saltanatı içinde indirilmiş sûreler, bu musiki hamlelerinin açık örnekleridirler.
Ancak Kur'ân'ın yüksek telkin kudreti, söze ses sağlayan bu dış unsurlardan ziyade, Kelâm-ı Kadîmi boydan boya bir ses ve söz anlaşmasıyla duygu, bilgi, hikmet ve imanın birleşmesinden doğan üstün beste haline getiren, deruni musikidedir. İşte bu musikiyle Kur'ân'ı, dinleyenlerin gönüllerine aksettiren, sayısız büyük hâfızlar yetiştirmiştir.
Bilhassa Türkler arasında Kur'ân okumak, Öyle bir mânevi sanat seviyesine varmıştır ki, bu okuyuş güzelliği, Kur'ân'ın ma'nâsını anlamadan dinleyenleri bile, ma'nâsını anlayanlar ölçüsünde derin bir heyecan veya huzur âlemine ulaştırmış; sayısız insanlara sıcak ve samimi gözyaşları döktürmüştür.
Aynı ses değerleriyle, Kur'ân-ı Kerim, herhangi başka bir dile, telkin kudreti muhafaza edilerek, tercümesine imkân olmayan, bir terennüm lisanına sahiptir" (9).
"Edebiyatta dilin imkânları çok daha dikkatli ve sistemli bir şekilde kullanılmaktadır. Kendi duygularını terennüm eden subjektif bir şâirin eserinde, günlük durumlarda gördüğümüz kişilerden çok daha tutarlı ve te'sirli bir ''şahsiyet" in varlığını görürüz. Bazı şiirlerde çelişkili sözler, birden fazla ma'nâya gelen, metin içindeki yerine göre ma'nâlar taşıyan kelimeler kullanılmakta ve hatta gramerde, isimlerin erkek ve dişi olarak sınıflandırılmasında ve fiil zamanlarında kasten mantıksızlıklar yapılmaktadır" (7). Kur'ân-ı Kerim'in, Yusuf sûresinin 30. âyetinde, cemaatlaşmanın insan üzerindeki te'siri anlatılırken, kadınları dahi birlik halinde olduklarında cesurca hareket ettiklerine işaret edilmiş, hatta bir nevi erkekleştiklerine imâen, erkek zamiriyle gösterilmişlerdir. Takdir edilir ki, Türkçe de dahil birçok dilde böyle edebî sanatlar yapılamaz.
KAYNAKLAR:
1) Edebiyat Biliminin Temelleri, Wellek R., Warren A.. Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Edip Uysal, Kültür ve Turizm Bak. Yay. 1983, s.23-26.
2) a.g.e.
3) a.g.e.
4) Sanat Antolojisi; Prof. Dr. İsmail Tunalı, Edeb. Fak.Yay.s.107.
5) a.g.e.
6) Wellek R.. Warren A.;
7) a.g.e.
İngard, Das Lit. Kunstw, s.55.
9) Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, c.l,s.l08. .
Kur'ân-ı Kerim'in İcazında Sarfe Nazariyesi
M. Akif Koç
A. Kur'ân-ı Kerim'in Tehaddisi (Meydan okuması):
İlâhî dinlerde peygamberler, mu'cizelerle kendi peygamberliklerini ortaya koymuşlardır. Çünkü insanlar, Yaratıcı'dan özel bir bilgi getirdiğini iddia eden elçilerden doğruluklarının göstergesi olarak olağanüstü hâdise göstermeleri talebinde bulunmuşlardır, insanların bu yöndeki ihtiyaçları, mu'cizeler aracılığıyla karşılanmıştır. Ancak Allah'ın elçisini zor durumda bırakma ya da dini hafife alma gayesi güden taleplerin yerine getirilmediği de unutulmamalıdır. Mu'cizelerin keyfiyeti tarihî şartlara uygun olarak Allah tarafından belirlenmiştir. Onlar; gerçeği arayan, doğruyu bulma azmi içinde olan ve yanlış üzerinde ısrar etmeyen insanlar tarafından doğru algılanmışlardır.
Yüce Yaratan'ın, son elçisi Hz. Muhammed (s.a.s)'e bahşettiği en büyük mu'cize Kur'ân-ı Kerim'dir. O'nun mu'ciz oluşu, tefsir ilminde tehaddi (meydan okuma) âyetleriyle ele alınmıştır. Tehaddi; 'yarışmak, rekabet etmek, üstünlük taslamak' anlamlarına gelmektedir.1 İnsanların ve cinlerin bir araya gelseler dahi Kur'ân'ın bir benzerini meydana getiremeyecekleri, Kur'ân'ın bu konuda onlara meydan okuması bu kelime ile ifade edilmiştir.2 Tehaddi âyetleri şunlardır: [Not: Tehaddi âyetleri. Prof. Dr. Suat Yıldırım Hocamızın, 'Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş' isimli eserinin 172. sayfasındaki sıralamaya göre dizilmiştir. (Ensar Neş., 4.bsk., İst., 1996.) Y.Ü.].
1. Tur, 52/34:
"Eğer doğru iseler onun benzeri bir söz getirsinler."
2. Hûd, 11/13:
"Yoksa, 'O'nu (Kur'ân'ı ) kendisi uydurdu mu diyorlar?' De ki: 'Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.' "
3.Yunus, 10/38:
"Yoksa 'O'nu, (Kur'ân'ı, Muhammed) uydurdu mu diyorlar?' De ki: 'Eğer sizler doğru iseniz, Allah'tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.'"
4. Bakara, 2/23-24:
"Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüphe duyuyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın. Bunu yapamazsanız, -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı insan ve taş olan ateşten sakının. O ateş kafirler için hazırlanmıştır."
5. İsra, 17/88:
"De ki: 'İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki yine de benzerini yapamazlar.'"
Yukarıda zikredilen âyetler içinde Yunus Sûresi'ndeki ve Hûd Sûresi'ndeki iki âyetten hangisinin daha önce vahyedildiği tartışma konusu olmuştur. Yaygın olan kanaate göre Yunus Sûresi, Hûd Sûresi'nden önce indirilmiştir.3 Buna bağlı olarak da Yunus Sûresi'ndeki âyet, Hûd Sûresi'ndekinden önce nazil olmuştur. Ancak bu durumda aklî bir sorun ortaya çıkmaktadır: Yüce Allah, Kur'ân'a inanmayanlardan ona benzer bir sûre getirmelerini istemiş, onlar bu talep karşısında aciz kalınca da onlardan on sûre getirmelerini talep etmiştir. Oysaki mantıkî olarak tehaddi de peyderpey şartlar hafifletilmeli, yani önce on sûre ile meydan okunmalı, daha sonra söz konusu talep bir sûreye indirilmelidir. Ancak bu şekilde tehaddinin dozu şiddetlenebilir. Zemahşeri (ö. 538/1144) ve Râzî (ö. 606/1210) bu gerekçeye dayanarak Yunus Sûresi'ndeki âyetin, Hûd Sûresi'ndeki âyetten daha sonra vahyedildiğini ileri sürmüşlerdir."
Kur'ân'ın indiği yirmi üç senelik zaman diliminin en önemli gündem maddesi Kur'ân'ın kendisi olmuştur. Bu nedenle tehaddi âyetlerinin Kur'ân'a inanmayanlar tarafından dikkate alınmaması mümkün değildir.5 Üstelik o dönemde Kur'ân'ın âyetlerine şiddetle karşı çıkan insanlar, toplumun elit kesimini oluşturan, toplumsal gelişmeleri etkileyen hattâ yönlendiren insanlardır. Tehaddi âyetlerinin Hz. Peygamber (s.a.s) ve beraberindekilerin ekonomik, askerî ve sosyal yönden güç kazandığı dönemde nazil olduğu yolundaki iddialar da doğru değildir. Bilindiği gibi söz konusu beş âyetten yalnızca Bakara Sûresi'nde yer alanı Medenî'dir.
Onun dışındakiler Mekkî'dir ve Müslümanların müşrikler karşısında güçsüz olduğu, işkence gördükleri dönemde nazil olmuşlardır.6
Kur'ân-ı Kerim'e ve yeni dine karşı cephe alan insanlar, Kur'ân'ın bu meydan okuması karşısında aciz kalınca şiddete yönelmişlerdi. Bu durum dahi, Kur'ân'ın üstünlüğünü ve karşı konulamazlığını ispat etmektedir. Eğer inkarcılar Kur'ân’ın tehaddisi karşısında aciz kalmasalardı, mücadelede zor ve zahmetli olanı, şiddeti tercih etmezlerdi. Bu mantıkî yaklaşım, Kur'ân'ın i'câzı konusunda eser telif eden birçok âlim tarafından tekrar edilegelmiştir.7 Bizce de çok yerinde bir izah tarzıdır.
Günümüze kadar Kur'ân'ın tehaddisine karşı konulduğunu gösteren hiçbir ciddi örnek yoktur. Tarih içinde gerçekleşen birtakım teşebbüslerin, ciddiye alınabilecek özellikleri taşımadığı görülmektedir. Eğer bu konuda kayda değer bir örnek olsaydı, her halde Kur'ân'ın kendisi gibi ciddiye alınır ve bugüne kadar ulaşırdı. Çünkü tarih boyunca Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda çeşitli dinlere mensup insanların hatta inançsızların varlığı, Kur'ân ile ilk dönem inkarcıları arasındaki mücadeleye benzer bir mücadelenin devamını sağlamıştır. Eğer ciddiye alınabilecek bir örnek olsaydı, en azından bu insanlar aracılığıyla bizlere kadar ulaşırdı. Kadı Abdülcebbar (ö. 415/1025) bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: "Eğer (Kur'ân'ın tehaddisine) karşı konulmuş olsaydı, onun durumu, naklinin gerekliliği hususunda Kur'ân'ın durumu gibi olurdu."9
B. "Sarfe"nin anlamı ve Sarfe Nazariyesi'nin Ortaya Çıkışı:
Sarfe, lügatte, bir şeyi olağan gidişatından farklı bir istikâmete doğru yönlendirmektir. Özellikle harfi ile kullanıldığında bu anlam ortaya çıkmaktadır.10 Istılahta ise, şu anlama gelmektedir: Aslında insanlar Kur'ân'ın bir benzerini meydana getirebilirlerdi. Ancak Allah müdahale ederek, insanlar tarafından Kur'ân'ın bir benzerinin getirilmesine engel olmaktadır.11
Bu anlayıştan hareket edildiğinde Kur'ân'ın nazmının, üslûbunun muciz olmadığı, insanüstü bir özellik taşımadığı sonucuna varılmaktadır.
Sarfe nazariyesini ilk defa ortaya atanın Nazzam (ö. 231/845) olduğu bilinmektedir.12 Yine ilk Mu'tezilî imamlardan Hişam el-Futi (Ö.200/815) ve Abbad b. Süleyman (ö. 250/864) bu nazariyeyi benimsemişlerdi.13 Zaten Kur'ân'ın edebî yönünü bir disiplin olarak ilk defa incelemeye çalışanlar, Mu'tezilî âlimlerdir.14 Yine "belâgaf'ın ilk defa bir ilim haline gelme süreci, bir Mu'tezilî âlim olan Cahız (0.255/ 868)'in "el-Beyan ve't-Tebyin" isimli eserini te'lif etmesiyle başlamıştır.15
er-Rafiî (ö. 1356/1937)'ye göre ise hicrî üçüncü yüzyılın başlarında Mutezilî âlimlerin Kur'ân'ın mahlûk oluşu ve sarfe gibi konulan tartışmalarından hemen sonra, onlara cevap vermek amacıyla eserler telif edilmeye başlanmıştır. Kur'ân'ın i'câzı ile ilgili ilk eserler böylece gündeme gelmiştir.16
Nazzam, sarfe ve diğer bazı kanaatlerinden dolayı çok fazla eleştirilmiştir.17 Bağdadî (ö. 429/1038), Nazzam'ın yalnızca Sünnî âlimler tarafından değil aynı zamanda Mu'tezile'nin önde gelen pek çok ismi tarafından tekfir edildiğini ifade etmektedir.18 Ancak biz Bağdadî'nin Nazzam'ı, Sünnî bir mezhebe mensup olmamasından dolayı bu denli ağır bir üslupla eleştirdiği kanaatini taşıyoruz.
Nazzam ile ilgili sert eleştiriler, çağımızda da devam etmiştir. Öyle ki, Mustafa Sadık er-Rafiî, Nazzam için. Ve kâne haze'r-racül min şeyâtîni ehli'l-kelâm' (Bu adam kelâm ilminin şeytanlarından biridir) ifadesini kullanmıştır.19
Kaynaklarımızda, sarfe nazariyesini benimsediği ileri sürülen diğer bazı isimler arasında Ebu İshak el-İsferanî, Şerif el-Murtaza (0.436/ 1044), İbn Sinan el-Hafacî (0.466/ 1073)'nin isimleri de yer almaktadır. Bununla birlikte Şerif el-Murtaza ile İbn Sinan el-Hafacî konuya farklı bir açıklama getirmişlerdir. Onlara göre insanlar, Allah kendilerine gerekli olan ilmi bahşetmediği için Kur'ân'ın benzerini getirememektedir.20
Kadı İyad (ö. 544/1149), Eş'arî (ö.324/936)'nin de sarfe nazariyesini benimsediğini ileri sürmektedir.21 Yine İbn Hazm (Ö.456 /1063), Eş'arî'den şu görüşü nakletmektedir: 'Allah'ın, benzerinin getirilemeyeceği şeklinde meydan okuduğu şey, Allah'ın yanındadır; o bize gönderilen Kur'ân değildir.'22 Eş'arî'nin kırk yaşına kadar, üvey babası Cübbaî (ö., 303/915)'den ilim tahsil ettiğini biliyoruz. Cübbaî, Mu'tezile'nin en önde gelen isimlerinden biriydi.23 Bu sebeple bu konuda ondan etkilenmiş olabilme ihtimali akla gelmektedir. Ya da o dönemde yazdığı eserlerinde böyle bir görüş serdetmiş olabilir. Ancak biz Eş'arî'nin ulaşabildiğimiz eserlerinde, sarfe nazariyesini benimsediğini gösteren bir ifadesine rastlayamadık. Yine Eş'arî'nin kırk yaşından sonra, Mu'tezile'ye karşı cephe aldığı unutulmamalıdır. Sonuç olarak Kadı İyad ve İbn Hazm'ın, neye dayanarak bu kanaate vardıkları açıklık kazanmamıştır.
İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansur (ö.158/775) döneminden başlamak üzere Müslümanlar, Hint dinlerini ve kültürünü yakından tanıma imkânına kavuşmuşlardır. Bu noktadan hareketle, bazı çağdaş Arap ilim adamları ilk dönem Mu'tezilî âlimlerin ortaya attığı pek çok fikrin, aslında Hint dinlerinden, ya da diğer yabancı kültürlerden etkilenmenin bir sonucu olarak ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir. Söz konusu ilim adamlarına göre sarfe nazariyesi de bu yabancı menşeli fikirler arasındadır.24 Hatta Muhammed Ebu Zehra ve Abdulganî Muhammed'e göre, Hint kutsal kitapları Veda'larda, Mu'tezile'nin ortaya attığı sarfe nazariyesi aynen yer almaktadır. Yani Tanrının kendi kutsal kitabı Veda'nın benzerini getirmekten insanları men'ettiği bildirilmektedir.25 Bu konuyu aydınlığa kavuşturmak için, şüphesiz ki Hint kutsal kitapları ile ilgili çok geniş çaplı bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Böyle dar çerçeveli bir çalışmanın, bu iddiaları ele almakta yetersiz kalacağı açıktır.
Yunan kültürü gibi, Hint kültürünün de ilk dönemden itibaren İslâm kültürünü etkilediği bilinen bir husustur.26 Ancak Prof. Sait Şimşek'in de belirttiği gibi İslâm mezheplerinin doğuşunu ve ilk dönemdeki tartışmaların kaynağını, tamamıyla dış kültürlerin etkisiyle açıklamaya kalkışmak son derece yanlış olur. Bizatihi İslâm'ın ve Kur'ân'ın kendi yapısı bunda büyük rol oynamıştır.27
Nazzam'ın talebesi Cahız'ın, sarfe nazariyesi konusundaki düşüncelerinin ne olduğu tartışmalı bir konudur. Bazıları onun, sarfe nazariyesini kesinlikle kabul etmediği görüşünü savunurken,28 bazıları da bu konuda bir karışıklığın olduğunu ileri sürmektedirler.29 Hatta Cahız ile ilgili doktora tezi hazırlayan Sait Şimşek, Cahız'ın bu konuda muhtemelen çelişki içinde olduğunu ifade etmektedir. Şimşek'in konu ile ilgili ifadeleri şu şekildedir:
"Şayet (Cahız'ın), direkt olarak Kur'ân nazmını ele alan eseri bize ulaşmış olsaydı, herhalde ne demek istediği hakkında bir bilgiye sahip olurduk. Değilse bu haliyle çelişki içinde olduğu muhakkaktır. "30
Cahız'ın sarfe nazariyesi ile ilgili görüşlerinin farklı olduğu anlaşılmaktadır. O, bir taraftan sarfe nazariyesini benimserken,31 diğer taraftan da "Kur'ân nazmının en büyük mu'özelerden biri olduğunu" kitabının ikinci cildinde anlatacağını belirtir.32 Yani Kur'ân'ın kendi üslûbunun ve nazmının mu'ciz olduğunu kabul etmektedir. Ancak Sait Şimşek'in ifadelerine göre Cahız, ikinci ciltte bu konu üzerinde durmayı unutmuştur.33 Belki de Cahız'ın konu ile ilgili çelişkili gibi görülen görüşlerini, sarfe nazariyesi'nin tarih içinde uğradığı "anlam kayması" ile açıklayabilmek mümkün olacaktır. Bize göre ilk defa Nazzam tarafından ortaya atılan bu nazariye, ondan sonra farklı anlaşılabilmiştir. Bu konuyu daha sonra özel bir başlık altında inceleyeceğiz.
Mu'tezile'nin en önde gelen isimlerinden Kadı Abdülcebbar, sarfe nazariyesini tamamıyla reddetmektedir. Ona göre Kur'ân'ın bir benzerinin meydana getirile-meyişinin nedeni Allah'ın doğrudan müdahalesi değil, aksine Kur'ân'ın kendi yapısıdır.34 Kadı Abdülcebbar, İsra sûresi'nin 88. âyetiyle ilgili olarak şu ifadeleri kullanmaktadır:
5. İsra, 17/88:
"De ki: 'İnsanlar ve cinler, birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur'ân'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, andolsun ki yine de benzerini yapamazlar.'" Allah bu ifadesiyle, Kur'ân'ın, kulların tek tek, veya toplu olarak idrak edemeyecekleri bir fesahat derecesine sahip olduğunu bildirmektedir. Eğer kullar, Kur'ân'ın benzerini getirecek güçte olsalardı ve (buna bağlı olarak onun benzerini getirmekten dolayı olarak) alıkonulmuş olsalardı, Allah'ın bu sözünün bir anlamı olmazdı.35
C. Sünnî Âlimlerin Sarfe Nazariyesine Yaklaşımları:
Sünnî âlimler, bazı görüş farklılıklarına rağmen Kur'ân-ı Kerim'in bütün yönleriyle (nazm, mânâ, lâfız) mu'ciz olduğu kanaatindedirler.36 Kur'ân'ın i'câzıyla ilgilenen ilk dönem dilcileri Hattabî (Ö.388 /998) ve Abdülkahir Cürcanî (0.771/ 1078), sarfe nazariyesini benimsemediklerini kesin bir dille ifade etmişlerdir.37 Rummânî (ö. 384/ 994) ise, bu konuda onlardan farklı bir tutum içine girmiştir. Onun konu ile ilgili görüşlerini bundan sonraki başlık altında ele alacağız. Hattabî ile aynı görüşte olan Bakıllânî (Ö.403/1013), sarfe nazariyesini benimsemediğini şu ifadeleriyle dile getirmiştin
"Sarfe olarak dile getirdikleri şeyi geçersiz kılan unsurlardan biri de şudur: Eğer (Kur'ân'ın tehaddisine) karşı koyabilmek mümkün olabilseydi ve (insanlar) sarfe ile bundan alıkonulsalardı, kelâm (Kur'ân) mu'ciz olmazdı. Sadece bu 'alıkonulma' mu'ciz olurdu. Bu durum da Kur'ân'ın bizatihi olarak diğer kelâmlardan üstün olmasını gerektirmezdi... "38
İbn-i Kayyım el-Cevziyye (Ö.751 /1350), Bakıllani'de gördüğümüz bu yaklaşımı, farklı bir örnek zikrederek ortaya koymuştur. Fahreddin er-Râzî, Kuıtubî (Ö.671/1272) İbn-i Kesir (ö. 774-1372) ve Suyuti (Ö.911/1505) sarfe nazariyesi üzerinde durarak onu kabul etmediklerini belirtmişlerdir.40
Çağdaş müfessirlerden Tahir b. Aşur (ö. 1394/1973), sarfe nazariyesi üzerinde durarak onu reddetmektedir. O, bu nazariyeye karşı yöneltilen geleneksel eleştirileri zikrettikten sonra, farklı bir açıdan konuya ışık tutmaya çalışmaktadır. Ona göre, eğer Kur'ân'ın kendi içinde bir i'câzı olmasaydı, hükmü nesh 41 olan âyetler mushafta yer almazdı, oysaki bu âyetler bugün dahi tilavet olmaktadır.42
Seyyid Kutub (Ö.384 /966) et-Tasviru'l-Fenniyyu fi'l-Kur'ân (Kur'ân'da Edebî Tasvir adıyla Türkçeleştirildi.) isimli eseri, âdeta baştan sona kadar sarfe nazariyesine gerekçe olan unsurları eleştirmek için kaleme almıştır. Seyyid Kutub, Kur'ân-ı Kerim'in kendine özgü mu'cizevî bir üslûba sahip olduğunu belirtmektedir. Aksi takdirde Kur'ân'ın, ilk dönem Arapları üze rinde bıraktığı etki izah edilemez. Seyyid Kutub, o dönemin şartları içinde önce İslâm karşıtı taraf içinde yer alırken, sadece Kur'ân'ı dinleyerek Müslüman olan kimseler üzerinde ısrarla durmaktadır. Yine o, Kur'ân dinlemekten büyük bir zevk duyan ve toplumun elit kesimini oluşturan Arap müşriklerinin durumunu tahlil etmektedir. Daha sonra da bütün bu verilerden hareketle Kur'ân-ı Kerim'in nazmının mu’cız olduğu sonucuna varmıştır.
Gerçekten de ilk dönem Arapları Kur'ân karşısında şaşırıp kalmışlardı. O'nun alışageldikleri edebî ifadelerden farklı olduğunu hemen farketmişlerdi. Bu etki Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bazı gaybî bilgilerden de kaynaklanmamıştır. Çünkü henüz o dönemde gaybden haber veren âyetler nazil olmamıştır. 5
Seyyid Kutub'un yaklaşımı bizce de doğrudur ve bu yaklaşım sarfe nazariyesine yöneltilebilecek eleştirilerin en tutarlısıdır. Kur'an'a doğrudan muhatap olan insanların, ondan bu derece etkilenmeleri ancak onun mu'cizevî yönüyle açıklanabilir.
D. Sarfe Nazariyesinde Anlam Kayması:
Çalışmamız esnasında, bazı âlimlerin "sarfe" kavramını şu ana kadar anlattıklarımızdan farklı bir biçimde kullandıklarını gördük. Başlangıçta Kur'ân'ın i'câzıyla ilgili olarak ortaya çıkan sarfe nazariyesi, Kur'ân'ın i'câzına tamamıyla ayrı bir anlam kazandırıyordu. Öyle ki sarfe nazariyesinin kabulü Kur'ân-ı Kerim'in nazmının mu'ciz olmamasının da kabulünü gerektiriyordu. Söz konusu nazariye, Nazzam'ın ortaya attığı şekliyle bu iki durumdan birinin tercihini zorunlu kılıyordu. Ancak bazı âlimler, bir taraftan sarfenin Kur'ân'ın i'câz yönlerinden biri olduğunu iddia ederken, diğer taraftan da Kur'ân metninin mu'ciz olduğunda ısrar etmişlerdir.46
Câhız'ın -daha önce işaret ettiğimiz gibi- çelişkili gibi görülen ifadeleri, belki de bu anlam kaymasından kaynaklanmıştır. Yine Dummani, hem sarfe nazariyesini benimsemiş, hem de Kur'ân nazmının i'câzını kabullenmiştir.47 İbnü'l Kayyım, sarfe nazariyesinin yanlış bir kanaatin sonucu olarak ortaya çıktığını belirttikten sonra, "İster sarfeyle olsun, isterse sarfesiz Kur'ân'ın tamamı mu'cizdir."*8 ifadesini kullanmakta; böylece de "imkânsız" gördüğü şeyi "imkân" derecesine yükselttiği intibaını vermektedir.
Konumuzla ilgili en çarpıcı örnek Maverdi (ö. 450/1058)'den gelmiştir. O, Kur'ân'ın i'câzını sekiz kısma ayırmış, ilk üç kısımda Kur'ân nazmının i'câzı üzerinde durmuştur. Sekizinci kısımda ise, sarfenin de Kur'ân'ın i'caz çeşitlerinden biri olduğunu şu ifadeleriyle ortaya koymuştur:
"(Kur'ân'ın i'câz kısımlarından) sekizincisi sarfedir.... sarfe görüşünü benimseyenler, şu iki görüşten hangisini tercih edecekleri konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir:
Birincisi: Onlar (Arap müşrikleri), (Kur'ân'ın benzerini getirme) kudretlerinin kendilerinden alınması sebebiyle, Kur'ân'ın benzerini getiremediler. Eğer Kur'ân'ın benzerini ortaya koymaya kalkışsalardı bunu gerçekleştiremezlerdi (çünkü buna güçleri yetmezdi).
İkincisi: Onlar (Arap müşrikleri), güçleri olmasına rağmen Kur'ân'ın benzerini getirmeye kalkışmaktan alıkonuldular. Eğer onun benzerini getirmeye kalkışsalardı, bunu gerçekleştirebilirlerdi (çünkü buna güçleri yeterdi)."49
Maverdi'nin ifadelerinden anlaşıldığına göre sarfe nazariyesi iki farklı açıdan ele alınmaya başlanmıştır. Konunun, "güç sorunu" bağlamında değerlendirilmesi bu iki farklı yaklaşımı gündeme getirmiş-tir. Öyle zannediyoruz ki, yukarıda ismini zikrettiğimiz âlimler, Maverdi'nin zikrettiği iki "sarfe" anlayışından ilkine ılımlı yaklaşmışlar ve bu tür bir "sarfe" anlayışını, Kur'ân-ı Kerim'in nazmının i'câzıyla bağdaştırabilmişlerdir. Bunun sonucunda da başlangıçta i'câzın tanımıyla ilgili olan bu nazariye, sonraları i'câzın unsurlarından biri olarak kabul edilebilmiştir.
Alûsi (ö.1270/1854)'nin şu ifadeleri, konumuza ışık tutması bakımından dikkat çekicidir:
"Bize göre (söylenen) sözler (içinde doğruya) en uzak olan, (Kur'ân'ın i'câzının "mutlak sarfe" ile olduğu (iddiasıdır). "50
Alûsi'nin Kur'ân'ın i'câzında "mutlak sarfe"yi kabul etmemesi, onun farklı bir sarfe anlayışını mümkün görebileceğini akla getirmektedir.
İbn Teymiyye (Ö.728/1327), meseleyi kelâmı bir üslûpla ele almaktadır. O, insanların kudretinin varlığı ya da yokluğunun sonuçta gerçekleşen mu'cizeyi etkilemediğini "imkân" açısından değerlendirmekte; hatta kudretleri olduğu halde Kur'ân'ın benzerini getirememelerini de bu bağlamda mu'cize olarak adlandırmaktadır. Ancak daha sonra insanların bunu gerçekleştirmekten aciz olduklarını belirtmekte yarar görmektedir.51
Başlangıçtan itibaren Kur'ân-ı Kerim'in i'câzı, hem kelâm ilminin, hem de tefsir ilminin konusu yapılmıştır. Bu durumun sarfe nazariyesinin ortaya çıkışında ve tarih içinde farklı algılanmasında etkili olduğunu düşünüyoruz. Kelâmcılar ve özellikle de Mu'tezilî kelâmcılar, Kur'ân'ın i'câzını kelâm ilminin konuları arasında yer alan "nübüvvetin ispatı" meselesiyle doğrudan ilişki kurdukları için incelemişlerdir. Tefsirciler ise, Kur'ân'ın i'câzını, bu durumu göz önünde bulundurmakla birlikte O'nun Allah kelâmı olması ve bu sebeple mu'cizevî bir özellik taşıması bakımından ele almışlardır. Sonuç olarak da bu yaklaşım farkından kaynaklanan farklı anlamalar ortaya çıkmıştır.52
SONUÇ
Nazzam tarafından ortaya atılan sarfe nazariyesi şu anlama geliyordu: Kur'ân'ın benzerini getirmeye insanların kudretleri yeterdi. Ancak Allah buna engel olmaktadır, insanlar tarafından Kur'ân gibi bir kitabın ortaya konulamaması onun insanüstü bir nazma sahip olmasından kaynaklanmamıştır. Bu nazariyeye Sünnî âlimler karşı çıktığı gibi, Nazzam'ın müntesip olduğu Mu'tezile mezhebinden de birçok âlim karşı çıkmıştır.
Bazı müfessirier, bir taraftan Kur'ân nazmının i'câzını kabul ederken diğer taraftan sarfe nazariyesini, Kur'ân'ın i'câz yönlerinden biri olarak kabul edebilmişlerdir. Çelişki gibi görünen bu durum, söz konusu müfessirlerin sarfe kavramına, Nazzam'ın yüklediği anlamdan farklı bir anlam yüklemeleriyle ortaya çıkmıştır. Tespit edebildiğimiz kadarıyla sarfenin farklı anlaşılabilmesinin temel nedeni, onun tarih içinde anlam kaymasına uğramasıdır.
Özellikle Mu'tezilî kelâmcılar, Kur'ân'ın i'câzı meselesini "nübüvvetin ispatı" bağlamında değerlendirmişlerdir. Diğer taraftan bu mesele, Allah'ın kelâmının mu'ciz olması bakımından tefsir ilmine konu edilmiştir. Sarfe nazariyesinin, böylece ortaya çıkan iki farklı yaklaşımının doğal bir sonucu olarak anlam kaymasına uğradığını düşünüyoruz.
Sünnî âlimler, Nazzam'ın tarif ettiği şekliyle bu nazariyeyi kabul etmemişlerdir. Bizim de kabul ettiğimiz görüşe göre bizatihi Kur'ân-ı Kerim'in kendisi (nazm, lafız, mânâ) mu'cizdir. insanların onun bir benzerini ortaya koyamamalan, onun insanüstü yapısından kaynaklanmaktadır. Allah, insanlarla onların seviyesinde ancak i'câzlı bir üslûpla iletişim kurmuştur. Bu i'câzın varlığını bize gösteren tarihi iki somut gerçek vardır:
Kur'ân'a doğrudan muhatap olan Mekke müşrikleri, Kur'ân'ın meydan okumasına karşılık verememiş ve onun bir benzerini getirememişlerdir. Mekke müşrikleri açısından, Kur'ân-ı Kerim'in bir ayetinin dahi benzerinin getirilmesi, onun ilâhî kaynaklı olmadığının ispatı anlamına geliyordu. Eğer buna güçleri yetseydi, onun benzerini getirerek hem bu yeni dini, hem de onun kutsal kitabını ortadan kaldırabilirlerdi.
1. Oysa onlar, Kur'ân'ın meydan okuması karşısında duyarsız kalarak, şiddet yoluyla bu dini yok etmeye çalışmışlardır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın elçisine bahşettiği mu'cizesidir; onun dengi bir kitabın ortaya konması insan gücünü aşmaktadır. Günümüze kadar da onun bu mu'cizevî yönünü tartışmalı hale getirebilecek bir bilgi tespit edilememiştir.
2. Kur'ân'ın doğrudan muhatapları olan insanlar, isteyerek ya da istemeden onun etkisi altında kalıyorlardı. O dönemde bir çok insan, yalnızca Kur'ân-ı Kerim'i dinlediği için Müslüman olmuştur. Bunlar içinde yeni dinin ve onun Peygamberinin karşısında yer alan insanlar da vardı. Her şeye rağmen kendi dinlerinde kalmayı tercih eden Mekke müşrikleri ise, Kur'ân'ın insanlar üzerinde bıraktığı bu etkinin sebebini izah edemiyorlardı.
Dipnotlar:
1- Ebu'l-Fadl Cemalüddin Muhammed b. Mükrim ibn Manzur, Lisanü'l Arab, Dâru Sadır, Beyrut 1990, XIV, 168.
2- Celalüddin Ab-durrahman es-Suyuti, el-itkan fi Ulumi'l-Kur'an, Dâru ibn Kesir, Beyrut 1987, II, 1002-1007.
3- Muhammed b. Yakub el-Feyruzabadi, Basairu Zevi't-Temyiz fi Lataifi'l-Kitabi'l-Aziz, el-Mektebetü'l-İlmiyye, Beyrut, tarihsiz, I, 98.
4- Carullah Muhammed b. Ömer ez-Ze-mahşeri, el-Keşşaf an Hakaiki'l-Tenzil ve Uyuni'l-Ekavil fi Vücuhi'l-Te'vil, Dâru'l-Fikr, Beyrut 1977, II, 261; Fahruddin er-Razi, Mefatihu'l-Gayb, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1990, XVII, 202-203. Çağdaş müfessirlerden Tabatabai, farklı düşünmekte ve farklı düşünen âlimlerin görüşlerini ayrıntılı bir biçimde ele almaktadır. Bkz. Muhammed Huseyn et-Tabatabai, el-Mizan fi Tefsiri'l-Kur'an, el-Müssesetü'l-Alemi li'l-Matbuat, Beyrut, 1991, X, 156-161
5- el-Kadı Ebi'l-Hasan, Abdülcebbar, el-Esedabadi, el-Muğni fi Ebvabi-Tevhid ve'l-Adl, (icazü'l Kur'ân), eş Şirketü'l-Arabiyye li't-Tıbaati ve'n-Neşr, Kahire, 1960, XVI, 238.
6- a-g.e„ XVI, 239.
7- Meselâ bkz a.g.e XVI. 246, 247, 269; Muhammed b. ibrahim el-Hattabi, Beya-nu İ'cazi'l-Kur'an, (Selasü Rasail fi'l-i'caz, içinde), Dâru'l-Maarif, Kahire Tarihsiz, s. 21,22.
8-Bu teşebbüsler ve eleştirileri için bkz. Mustafa Sadık er-Rafii, İ'cazü'l-Kur'ân ve'l-Belagatü'n-Nebeviyye, Dâru'l-Fikri'l-Arabi, Kahire, 1995, s. 162-172.
9- Kadı Abdülcebbar, a.g.e, XVI, 255.
10- İbn Manzur, a.g.e, IX, 189
11-Seyyid Şerif Cürcani, Şerhu Mevakıfı Adudiddin el-icî, Bulak Kahire, 1266, s.559; Saduddin Umer et-Taftazani, Şerhu'l Makasıd, Dâru't-Tıbaati'l-Amira, 1277, II, 135.
12- Muhammed Ebu Zehra, el-Mu'cizetü'l-Kübra, Dâru'l-Fikri'l-Arabi, tarihsiz, s. 71.
13- Aişe Abdurrahman, el-i'cazü'l-Beyani li'l-Kur'ân, Dâru'l-Maarif, Kahire, 1987, s. 82.
14- Ahmet Coşkun, Kur'ân- ı Kerim'in Tefsirinde Belagatın Önemi, Erciyes Ün. ilahiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri, 1988, sayı 5, s.186; Muhammed Ebu Zehra, a.g.e, s.75.
15- Coşkun, a.g.e. s.186; Muhammed Ebu Zehra, a.g.e, 72; Abdülkerim Hatip, el-i'caz fi Dirasati's Sabıkîn, Dâru'l-Marife li't-Tıbaati ve'n-Neşr, Beyrut, 1975, s. 378.
16- Mustafa Sadık er-Rafii, a.g.e., s.148. 17- Bu eleştiriler için bkz. Tahir b. Muhammed el-Bağdadi, el-Fark Beyne'l-Fırak, Kahire 1910, s. 113-141.
18- a.g.e. s.115-116.
19-Mustafa Sadık er-Rafii, a.g.e., s.142, (s.145, 8.Bsk.l990 Beyrut). Yine Abdulkadir Ata, Naz-zam'ı sert bir biçimde eleştirenler arasındadır. Abdulkadir Ata, Azametü'l-Kur'ân, Dâru'l Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, tarihsiz, s. 58-60.
20-Seyyid Şerif Cürcani, a.g.e. s. 559 ; Saduddin Umar et-Taftazani, a.g.e., s.135.
21- Kadı lyad, Kitab'ş-Şifa bi Ta'rifi Hukuki'l-Mustafa, Dersaadet, Matbaa-i Osmaniye, 1312, s. 225,
22- İbn Hazm ez-Zahiri, el-Fisal fi'l-Milel ve'l-Ehva ve'n-Nihal, Matbaatü Muhammed Ali Mabih, Kahire , 1348, III, 10.
23- Ebu'l-Hasan el-Eşari, el-İbane an Usuli'd-Diyane, Dâru'l-Ensar, Kahire, 1977, s.30.
24- Mustafa Müslim, Mebahis fi İ'cazi'l-Kur'an, Dâru'l-Menara, Cidde 1988, s. 52-53 ; Abdulgani Muhammed Sa'd Berake, el-i'cazü'l-Kur'ânî, Mektebetü Vehbe, Kahire, 1989, s. 52 ; Mustafa Sadık er-Rafii, a.g.e., s.142; Muhammed Ebu Zehra, a.g.e.,s. 68-69.
25- Abdulgani Muhammed, a.g.e., s.52; Muhammed Ebu Zehra, a.g.e., s.68-69. 26- Bu etkiler için bkz. Ahmed Emin, Duha'l-islam, Mektebetü'n-Nahdati'l-Mısriyye, Kahire , tarihsiz, I., 240-265. Ayrıca bu konuda en temel eser sayılan Ebu Rayhan el-Biruni'nin, Tahkiku ma li'l-Hind isimli eserine ulaşamadığımızı belirtmeliyiz. Bu eserin Arapça ve tahkikli bir baskısının İstanbul’daki İSAM kütüphanesinde bulunduğunu öğrenmiş bulunmaktayız.
27- Sait Şimşek, el-Cahız ve Eserlerindeki Kur'ân ve Tefsirine Ait Görüşleri, A. Ü. ilahiyat Fakültesi (Basılmamış doktora tezi), Ankara , 1983, 38-39.
28- Mustafa Sadık er-Rafii, a.g.e., s.148-149; Muhammed Ebu Zehra, a.g.e., s. 71. Muhammed Sa'd Berake, a.g.e. s. 60-62; Ahmet Coşkun, a.g.m., s.189.
29- Abdülkerim Hatip, a.g.e. s.368-369.
30- Sait Şimşek, a.g.e. s.191.
31-Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahız, Kitabü'l Ha-yavan, Mektebetü Mustafa el-Babi el-Halebi, Mısır , 1940, IV, 89.
32- el-Cahız, el-Beyan ve't-Tebyîn, Matbaatü'l-Cenne, Kahire , 1948, I 383.
33-Sait Şimşek, a.g.e, s. 176-191.
34- Kadı Abdülcebbar, el-Muğnî (icazü'l-Kur'ân), XVI, 220, 222, 321-327.
35- Kadı Abdülcebbar b. Ahmet, Tenzîhü'l-Kur'ân ani'l-Metain, el-Matbaatü'l-Cemaliyye, Mısır, 1329, s . 208.
36- Feyruzabadi, a.g.e., I, s.68.
37- Hattabi, a.g.e. s. 22-23 ; Abdulkahir b. Abdurrahman el-Cürcani, Kitabu Delaili'l-i'caz, el Matbaatü'l-Medeni Kahire, 1992, s. 390-391; Abdulkahir b. Abdurrahman el-Cürcani, er-Risaletü'ş-Şafiye, (Selasü Rasail fi'l-i'caz içinde), Dâru'l-maarif Kahire Tarihsiz, s. 152-154-155.
38- Bakıllani, i'câzü'l Kur'ân, Dâr-u'l Emin, Kahire 1993, 43-44.
39- ibn Kayyım el-Cevziyye, el-Fevaidü'l-Müşevvak ila Ulumi'l-Kur'an ve İlmi'l-Beyan, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, s. 386-387.
40-Fahreddin er-Razi, a.g.e.11.131, XVII 203, XXI. 55 ; Muhammed b. Ahmed el-Ensari el-Kurtu-bi, el-Cami li Ahkâmi'l-Kur'ân, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, I, 54; Ebu'l-Fida ismail ibn Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Çağrı Yayınları, istanbul, 1986, I, 61; Celalüddin es-Suyuti, Mu'teraku'l-Akran fi İ'cazi'l-Kur'an, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1988, I, 23.
41- Nesh, bir nassın hükmünün başka bir nass ile ortadan kaldırılmasıdır. Hükmü kaldırılan nassa "mensuh", hükmü kaldıran nassa ise "nasih" denir. Bkz. es Suyuti, Celalüddin, el-itkan, II, 700-703.
42- Tahir b. Aşur, Tefsiru'l-Tahrir ve'l-Tenvir, Dâru't-Tunusiyyeti li'n-Neşr, Tunus tarihsiz, I, 104-107-108.
43- Seyyid Kutub, et-Tasviru'l-Fenniyyü fi'l-Kur'an, Dâru'ş-Şuruk, Kahire, 1983, s. 11-24.
44 -a.g.e., s.11-16.
45- a.g.e., s.18.
46- Aişe Abdurrahman, a.g.e. , s. 89; Abdulgani, a.g.e., s.55.
47- Ali b. isa el-Rummani, en-Nüketü fi İ'cazi'l-Kur'an, (Selasü Resail fi'l-i'câz içinde), Dâru'l-Maarif, Kahire,tarihsiz.s. 110.
48- ibn Kayyım el-Cevziyye, a.g.e., s.387.
49- Muhammed b. Habib el-Maverdi, en-Nüketü ve'l-Uyun, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut , tarihsiz, I, 30-33.
50- Şihabüddin es-Seyyid Mahmud el-Alusi, Ruhu'l-Mesanî fi Tefsiri'l-Kur'âni'l-Azîm ve's-Seb'u'l-Mesanî, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1994, I, 58.
51- Takıyyüddin ibn Teymiye, et-Tefsiru'l-Kebir, Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, tarihsiz, II, 104-108.
52- Mahmut Muhammed Şakir, Malik b. Nebi'nin eserine yazdığı takrizde ayrıntılı olarak bu konu üzerinde durmuştur. Bkz. Malik b. Nebi, ez-Zahiratü'l-Kur'aniye, (Fransızca'dan Arapça'ya çev: Abdussabur Şahin), Dâru'l-Fikr, Dımeşk, 1987, s.25-26-43; Aişe Abdurrahman, a .g.e., s.82-83.
|
Bugün 915 ziyaretçi (1498 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
Bugün 129 ziyaretçi (289 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|