Ehl-i İbâhenin Yanlış ve Cahillik Yolları
Her şeye mubah diyenler, Allahü Teâlâ’nın çizdiği huduttan çıktılar. Yanılmaları ve cahillikleri yedi sebepten oldu.
BİRİNCİ SEBEP: Allahü Teâlâ’ya iman etmeyen bir grubun cahilliğidir. Çünkü O’nu hayâl ve vehim hazinesinde aradılar. O’nun nasıl ve ne gibi olduğunu araştırdılar. Bulamayınca inkâr ettiler ve işlerin oluşunu yıldızlara ve tabiata havale ettiler, insanlar, diğer hayvanlar, hikmet ve nizamla dolu bu şaşılacak âlemin kendiliğinden meydana geldiğini, yahut daima var olduğunu veya kendinden haberi olmayan tabii bir şey olmayacağını zannettiler. Bu kimse, yazılmış güzel bir yazıyı görünce, bunun kudretli, âlim ve irâde sahibi bir kâtib olmaksızın, kendiliğinden yazıldığını veya hep bu şekilde yazılmış bulunduğunu sanan kimse gibidir. Körlüğü bu dereceye gelen kimse, hâdiseleri yanlış açıdan görür! Tabiiyyecilerin ve müneccimlerin yanılma sebeplerine daha evvel işaret eyledik.
İKİNCİ SEBEP: Ahireti anlayamayan bir grubun cahilliğidir. İnsanın nebat [bitkil ve diğer hayvanlar gibi olduğunu, ölünce yok olacağını, ona azab, eziyet, mükâfat olmayacağını zannettiler. Bunun sebebi kendini tanıyamamasıdır. Zira kendi hakkında bilgisi, eşek, öküz ve ağaç kadardır. İnsanın hakikati olan ruhu bilmiyor. Ruh ebedîdir, asla ölmez. Fakat vücud ondan alınır, buna ölüm denir. Bunun esası dördüncü unvanda anlatılacaktır.
ÜÇÜNCÜ SEBEP: Allahü Teâlâ’ya, ve âhirete iman edip, imanı zayıf olan bir grubun cahilliğidir. Şeriatın mânâsını anlayamamışlardır. «Allahü Teâlâ’nın bizim ibadetlerimize ne ihtiyacı ve ne de günahlarımızın ona ziyanı vardır. Zira O hakîm-i mutlaktır, insanların ibadetine ihtiyacı yoktur. O’nun indinde ibadetle günah aynıdır» derler.
Bu cahiller Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulduğunu da görürler: «Nefsini tezkiye eden, elbette kendisi için tezkiye etmiştir» (1). «Mücâhede eden, elbette kendisi için mücâhede etmiştir» (2). «İyilik yapan kendisi için yapmıştır» (3). Bu zavallı, şeriatı bilmeyen bir kimsedir. Şeriatın mânâsını, kendisi için değil, Allahü Teâlâ için iş yapmak olarak anlıyor. Bu şuna benzer ki, hasta perhiz etmez ve «Sözünü dinlerim yahut dinlemem, hekim de ne oluyor?» der. Bu söz doğrudur, fakat o kimse ölür. Hekime ihtiyacı sebebi ile değil, perhiz etmemek, onu helake götürmüştür. Hekim ona sadece yol göstermiştir. Onun ölümü hekime ne ziyan verir ki! Bedenin hastalığı bu dünyada helake götürdüğü gibi, kalbin hastalığı da öbür dünyada helakine sebep olur! İlâç ve perhiz bedenin sıhhatine sebep olduğu gibi, tâat, marifet ve günahlardan sakınma da kalbin sıhhat ve selâmetine sebeptir. Hususan âyet-i kerimede. «Allah’ın huzuruna, kalb-i selim ile gelenlerden başkası kurtulamayacaktır» (4), buyuruldu.
DÖRDÜNCÜ SEBEP: Şeriatı, yukardaki sebepten başka bir sebeple anlayamayanların cahilliğidir. «Şerîat, kalbi; şehvetten, kızgınlıktan ve gösterişten temizleyin» diye emrediyor. Bu ise mümkün değildir. Çünkü, insan bunlardan yaratılmıştır. Bu, bir kimsenin siyah bir bezi beyaz yapmak istemesine benzer. O hâlde, «Bu istekle meşgul olmak muhaldir!» derler. Bu ahmaklar, şerîatin böyle emretmediğini, bilâkis kızgınlığı ve şehveti terbiye etmeyi emrettiğini bilmiyorlar. Bu kızgınlık ve şehveti o şekilde kullanmak lâzımdır ki, şeriata ve akla hükmetmesin, itaatsizlikte bulunmasın, şeriatin hududunu muhafaza etsin ve küçük günahlarının affedilmesi ve bağışlanması için büyük günahlara yanaşmasın. Bu mümkündür. Birçok kimse buna nail olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) «Kızgınlık ve şehvet lâzım değildir» buyurmadı. Kendilerinin dokuz hanımı var. Buyurdu ki: «Ben insanım, insanlar gibi ben de kızarım» (5). Allahü Teâlâ, «Gazabını, kızgınlığını yenenler ve insanlardan sâdır olanları afv edenler» (6) âyet-i kerimesi ile kendisinde kızgınlık olmayanları değil, kızgınlığını yenenleri medh ediyor.
BEŞİNCİ SEBEP: Allahü Teâlâ’nın sıfatlarını anlayamayanların cahilliğidir. «Allahü Teâlâ Rahim ve Kerimdir. Hangi şekilde olursa olsun bize merhamet eyler», derler. Kerîm olduğu gibi şiddetli azab edici olduğunu bilmiyorlar. Rahim ve Kerim olduğu hâlde, birçok insanı bu dünyada belâ, hastalık ve açlık içinde bulundurduğunu görmüyorlar. Yine görmüyorlar ki, ziraat ve ticaretle uğraşmayınca mala kavuşamıyorlar, gayret sarfetmeyince ilim öğrenemiyorlar. Fakat, dünya isteklerinde kusur etmiyorlar ve Allah Kerim’dir, Rahim’dir, ticaret ve ziraat ile meşgul olmaksızın rızkımızı verir demiyorlar. Halbuki Allahü Teâlâ, rızkı kendi üzerine almıştır.
Bahusus âyet-i kerimede, «Yeryüzünde, rızkı Allah üzerinde olmayan bir canlı yoktur» (7). buyurulmuştur. Ahiret işini amellere havale edip buyuruyor ki: «İnsan için çalışıp kazandığından başka bir şey yoktur» (8). O’nun keremine iman etmedikleri için dünyadan ve rızık aramaktan vazgeçmiyorlar. Ahiret için söyleneni de dilden bırakmıyorlar. Bu ise şeytanın telkinidir ve asılsızdır.
ALTINCI SEBEP: Mağrur olanların cahilliğidir. «Biz öyle bir makama ulaştık ki, günah bize zarar vermez. Bizim dinimiz büyük havuz olmuştur, necis olmaz», derler. Bu ahmakların pek çoğu o kadar basittirler ki, eğer bir kimse, onları küçük düşüren bir söz söylese ve gururlarını kırsa, hayatları boyunca ona düşman kesilirler, onların istediği bir lokmayı onlara vermese, dünya kendilerine dar ve zindan olur. İnsanlıkta, daha büyük havuz mevkiine erişemeyen ve yaptıklarından sıkılmayan bu aptalların bu büyüklük dâvaları nasıl doğru olur?
Faraza bu kimse, düşmanlık, şehvet, gösteriş ve kızgınlığın yanına yanaşamadığı bir kimse bile olsa, bu dâvasında mazur sayılmaz. Çünkü onun derecesi peygamberler derecesini geçemez. Halbuki onlar (peygamberler) hata ve kusur işleme korkusundan feryad ederler ve ağlarlardı. Ve özürlerinin kabulüne çalışırlardı! Ashâb-ı kirâm’ın ileri gelenleri küçük günahlardan da kaçınırlardı ve hattâ şüphe korkusuyla helâle bile yanaşmazlardı. O hâlde bu ahmak, şeytanın hilelerine kapılmadığını ve derecesinin peygamberler ve sıddıklar derecesinden üstün olduğunu nereden bilmiştir. Eğer, «Evet; peygamberler böyle idiler. Fakat yaptıklarını insanların selâmeti için yaparlardı» derse, kendisini görenlerin helak olduğunu gördüğü hâlde niçin o da halkın selâmeti için aynı şeyleri yapmıyor. Eğer, halkın helaki bana zarar vermez derse, Peygamberin, (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunda niçin ziyanı olsun?
Eğer bunda bir ziyan bulmasaydı kendini takva zorluklarına niçin atar ve sadakadan kendisine verilen bir hurmayı ağzından çıkarıp niçin yemezdi? Yemiş olsaydı, herkese yemesi mubah olan bu hurmadan insanlara ne ziyan gelirdi. Eğer zararı varsa, şarap kadehlerinin bu ahmak’a niçin ziyanı olmasın. Son olarak diyelim ki, onun derecesi peygamberlerin derecesinden yüksek değildir. Yoksa onun yüz kadeh şarabın günahı, Peygamberimizin (aleyhisselâm) sadakadan verilen bir hurmayı yemesi günahından fazla değil midir? Yoksa kendisine verdiği paye sebebiyle, yüz kadeh şarap kendisini ifsâd etmiyor, değiştirmiyor da, Peygamber Efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir bardak su kâfi görülüp, bir hurma onun hâlini değiştiriyor mu? Bundan anlaşılan, bu kimse yuları şeytanin eline vermiştir. Akıllıların bundan bahsetmesi yahut onunla alay etmeleri, lüzumsuzdur. Cihanın aptalları bile onun hâline gülerler!
Ama, din büyükleri; isteklerini esir etmeyen ve murakabede bulundurmayanların insanlıkla alâkası olmadığını, böyle kimselerin hayvan olduğunu anlayanlardır. O hâlde, bununla insan nefsinin hileci ve aldatıcı olduğu, daima yanlış iddiada bulunduğunu söylemesi ile anlaşılır. Böyle kimseden delil istenir. Onun doğruluğuna, kendi hükmü ile değil, şeriatın hükmü ile elbette bir delil yoktur. Eğer isteyerek bütün varlığını buna veriyorsa doğru söylüyor. Eğer, ruhsat, te’vil ve hile ile şeriatın hükümlerinden ayrılmak istiyorsa, şeytanın kölesi olmuştur. Bununla beraber, velilik dâvasında da bulunmaktadır. Bu delili son nefesine kadar ondan istemek lâzımdır. Yoksa, mağrur ve aldanmış kalıp helak olur. Bedenin şeriata uydurulması, Müslümanlığın birinci derecesidir.
YEDİNCİ SEBEP: Cahillikten değil, gaflet ve şehvetten meydana gelir. Bunlar her şeyi mubah gören gruptur ki, bu şüphelerden geçmişler, hiçbir şey duymaz olmuşlar. Fakat bir kimse bu grubun ibâhet [mübah kılma, serbest bırakma] yolunda gittiklerini, fesat çıkardıklarını, yaldızlı sözler söylediklerini, evliyalık ve tasavvuf iddia ettiklerini, onlara mahsus elbise giydiklerini görür. Onun da tabiatına bu hoş gelir, böylece tabiatına şehvet ve bozukluk hâkim olur. Fesat çıkarmaya razı olmaz ve, «Bana bundan bir ceza gelecektir» demez. Çünkü o zaman o fesat ona acı gelir. Hattâ der ki: «Bu, hiçbir fesat [bozukluk] değildir. Söylenen lâftır ve töhmet altında bırakmaktır». Ama ne töhmetin, ne de lâfın mânâsını bilir. Bu şehvet ve arzularla dolu gafil bir kimsedir. Şeytan onu istediği gibi yapmıştır. Söz ile düzelmez. Çünkü, şüphesi sözle meydana gelmiş değildir.
Bu gibi insanların çoğu, Allahü Teâlâ’nın haklarında şöyle buyurduklarındandır: «Muhakkak ki biz onu (Kur’ân-ı Kerim’i) anlamamaları için kalblerine örtü, kulaklarına ağırlık verdik. Onları doğru yola ve hidâyete çağırsan da asla yola gelmezler» (9). Ve yine Allahü Teâlâ buyuruyor: «Kur’ân-ı Kerîm’den Rabbinin birliğini söylesen, nefret edip, yüz dönüp giderler» (10). O hâlde, onlarla, delil, hüccet getirmekle iş yapmaktansa kılıçla iş yapmak (onları öldürmek) daha iyidir.
Ehl-i ibâhenin yanlışlıkları ve onlara nasihat vermek hakkında bu kadar söz yeter. Bu unvanda bahsedilenlerin sebebi, ya kendini bilmemek, ya Allahü Teâlâ’yı bilmemek, ya şerîat denen, kendinden Allahü Teâlâ’ya giden yolu bilmemektir. Bunun gibi tabiatına, yaratılışına uygun gelen bir işte bilgisizliğin giderilmesi zor olur. Bunun için bir grup insanlar vardır ki, şüphe etmeksizin ibâhet yolunda yürürler ve derler ki; «Biz serbestiz». Onlara, hangi işte serbestsiniz diye sorarsanız, söyleyemezler.
Çünkü onda ne istek var, ne de şüphe. Bunun hâli, hekime gidip hastayım diyen, fakat hastalığını (neresi ağrıdığını) söylemeyen, böylece neresi ağrıdığı belli olmayınca kendisine ilâç yapılamayan hastaya benzer. Ona söylenecek en doğru söz, «Dilediğin gibi yap, fakat sen mahlûksun, seni yaratan âlim ve kaadirdir. Dilediğini yapabilir. Bunda şüphen olmasın» sözüdür. Bu mânâ ona, açıkladığımız şekilde delil göstererek anlatılır.
(1) 35 – Fâtır: 18.
(2) 29 – Ankebût: 6.
(3) 41 – Fussılet: 46.
(4) 26 – Şuarâ: 88-89.
(5) Hm. II, 493.
(6) 3 – Âl-1 İmrân 134.
(7) 11 – Hûd: 6.
(8) 5 – Necm: 39.
(9) 18 – Kehf: 57.
(10 17 – Isrâ: 46.
.
Şeriata Uymak Saadet Yoludur
Allahü Teâlâ’yı tanımayı anlatmak uzundur. Bukitaba sığmaz. Bu tanımanın tamamını aramaya teşvik vetenbih için bu kadarı yetişir.Saadetin tamamı, bu marifetten insanın alabildiği kadar almasıdır. İnsanın saadeti, Allahü Teâlâ’yı tanımakta ve ona kulluk ve ibadet eylemektedir. Marifetin, yâni Allahü Teâlâ’yı tanımanın, saadet-i ebedi olmasının sebebi daha önce anlatıldı. Kulluk ve ibadet etmenin insanın saadetine sebep olması şöyledir: İnsan ölünce, Allahü Teâlâ ile olacaktır. «Dönüş O’na doğrudur» (1). Bir kimse, bir kimse ile devamlı kalacaksa, onun rahat ve saadeti o kimseyi sevmesindedir. Onu ne kadar çok severse, o kadar mes’ûd olur. Zira sevdiğini görmesiyle lezzet ve rahatı artar.
Marifet ve çok zikir olmaksızın Allah sevgisi kalbde galib olmaz. Herkes sevdiğini çok zikir eder, çok anar. Onu ne kadar çok zikrederse o kadar çok sever. Bunun için Davud aleyhisselâma vahiy geldi: «Senin çâren Benim, esâs işin Benimledir. Bir ân Benim zikrimden gafil olma.»
Zikrin kalbi istilâsı, ibadete devamla olur. ibadet zevkini o zaman bulur. İşte bu zaman arzu ve şehvet bağları kalbden kopar. Arzu bağlarının kalbden kopması, mâsiyetten, günahtan el çekmekle olur. O hâlde günahlardan sakınmak, kalbin rahatlığına sebep olur. Saadetin tohumu da budur. Buna «felah [kurtuluş] denir. Hususan Allahü Teâlâ buyurur: «Muhakkak ki, kendini temizleyen ve Rabbinin ismini anan kurtuldu» (2).
Bütün ameller ibadet olmaya lâyık değildir. Bazıları lâyık, bazıları değildir. Bütün isteklerden el çekmek de mümkün değildir. Zaten bütün arzu ve isteklerden el çekmek doğru da değil. Zira yemek yemezse ölür, cima’ etmezse [cinsi münasebette bulunmazsa] nesli kesilir. O hâlde bazı arzuları bulundurmamak, bazılarını yapmak lâzım olup, birini diğerinden ayıracak sınırı da bilmek lâzımdır. Bu sınır, iki şıktan biridir: Ya insan aklı, isteği ve gayreti tarafını tutar ve kendi görüşünü tercih eder, yahut da bir başkasına uyar. İhtiyar [kendi seçimi] ve gayreti ile iş yapması mümkün olmaz. Çünkü, onda galib olan arzular daima doğru yolu ona gizler, istediği şeyi doğru imiş gibi ona gösterir. O hâlde tercih dizgininin onun elinde değil, bir başkasının elinde olması icabeder. Herkes, halkın en doğru görüşlüsü olmaya lâyık değildir. Görüşleri en doğru olanlar, peygamberlerdir (salâvatullahi aleyhim ecmâin).
Demek ki, şeriata uymak, hudut ve ahkâmını gözetmek, saadet yolunun anahtarıdır. Ve kulluk da bu demektir. Kendi tasarrufuyla, şeriatın hududunu aşan helak olur. Bunun için Allahü Teâlâ buyurdu: «Her kim Allahü Teâlâ’nın gösterdiği ölçü ve hududu aşarsa kendine zulmetmiş olur» (3).
(1) 5 – Mâide: 18.
(2) 87 – A’lâ: 14-15.
(3) 65 Talâk: 1
İmam Gazali – Kimyâ’yı Saadet
.
Dört Teşbihin Mânâsını Bilmek
Şimdi şu dört muhtasarkelimenin mânâsını bilmeye sıra geldi. Bunlar Allahü Teâlâ’yı tanımaya kâfidir. «Sübhanallahi ve’l-hamdülülâhi ve la ilahe illâllahü vallahü ekber». Kendi tenzihinden onun tenzihini bilince. Sübhânallah’ı anlamış oldun.
Kendi padişahlığından, hâkimiyetinden, onun hâkimiyetini, padişahlığının tafsilini, bütün sebep ve vasıtaların, kâtibin elindeki kalem gibi onun emrinde olduğunu anlayınca,Elhamdülillâh’ın mânâsını bilirsin. Bilirsin ki, ondan başka nimet veren yoktur. Ondan başkasına hamd ve şükür olmaz.
Hiç kimsenin kendi başına buyruk olmadığını anlayınca, La ilâhe illâllah’ın mânâsını bilirsin.
Şimdi Allahu Ekber’in mânâsını anlamana sıra geldi. Bil ki, bütün bunları öğrendin ve Allahü Teâlâ’dan hiçbir şey bilemedin. Zira Allahü Ekber’in mânâsı görünüşte, Allahü Teâlâ daha büyük demektir. Hakikatta, insanların kendi kıyasları ile anlamalarından daha büyüktür.
Bunun mânası bir başkasından daha büyüktür, demek değildir. Çünkü, Ondan başka bir şey yoktur ki, Allahü Teâlâ ondan daha büyük olsun! Bütün var olanlar O’nun vücûdunun nurundandır. Güneşin ziyası, güneşten başka değildir ki, güneş nurundan, ziyasından daha büyüktür denilebilsin. Allahü Ekber’in mânâsı, insanların kendi akıllarının ölçüsü ile onu tanıyabilmelerinden çok büyük ve yüksek demektir. Onun takdis ve tenzihinin, insanın takdis ve tenzihi gibi olmasını söylemekten Allahü Teâlâ’ya sığınırız.
Hattâ, bütün yarattıklarına benzemekten berî ve uzaktır. Nerede kaldı ki, İnsana benzesin! Onun hâkimiyetinin insanın kendi bedenindeki hâkimiyeti gibi olduğunu, yahut O’nun îlim,Kudret ve diğer sıfatlarının insanın sıfatları gibi olduğunu söylemekten yine Allahü Teâlâ’ya sığınırız. Belki bunların hepsi, Allahü Teâlâ’nın cemâlinden bir şeyin insanlığın âczine göre, insanda hâsıl olması için birer numunedirler.
Bu numune şuna benzer. Eğer bir çocuk bize, «Başkanlığın, saltanatın ve memleketi elinde bulundurmanın zevki, lezzeti nasıldır?» diye sorsa, ona deriz ki: Cirit atmak ve top oynamak lezzeti gibidir. Çünkü o, bundan başka lezzet bilmez. Kendisinde olmayanları, kendinden olanlara benzeterek bilebilir.
Halbuki padişahlığın lezzetinin, cirit atmakla hiç alâkası olmadığını herkes bilir. Fakat lezzet ve zevk her ikisi içinde kullanılmış oldu. Kelimelere muhatap olmak bakımından ikisi de aynıdır. Bu sebeple marifetin numunesi, çocuklarda bulunur. Bu numune ve benzetme işlerini de bu kabilden bil. O hâlde: Allahü Teâlâ’nın kemâl ve hakikatini kendinden başkası bilemez.
İmam Gazâli – Kimyâ’yı Saadet
.
Yıldızların ve Burçların Padişahın Kudretine Teşbihi
Yıldızlar, uydular, on ikiye ayrılan yıldızlar semâsınınburçları ve hepsinin ötesinde, çok uzağında olan Arş, bir yönden bir padişaha benzemektedir ki, vezirin oturduğu hususi bir odası, bu odanın etrafında on iki pencereli bir salon vardır. Her pencerede vezirin bir vekili bulunur. Yedi tane süvari vekil, bu on iki pencerenin etrafında dönerler. Vezirden kendilerine gelen emirleri bu vezir naillerinden [vekillerinden] duyarlar.
Bu dört piyade ellerine verilen dört kemendi atarlar ve bir grubu, emre uyarak o hazrete gönderir, bir grubu ise o huzurdan uzaklaştırırlar. Arş, hususi odadır. Memleketin vezirinin bulunduğu yerdir. O ise meleklerin Allahü Teâlâ’ya en yakın olanıdır. Yıldızlar semâsı salon gibidir.
On iki burç, on iki penceredir. Vezirin nâibleri [vekilleri! diğer meleklerdir. Onların dereceleri en mukarreb meleklerin derecesinden daha aşağıdır. Her birine ayrı ayrı ilim verilmiştir. Yedi gezegen yedi süvaridir. Bu on iki pencerenin etrafında dolaşır ve her pencereden başka bir emir; kendilerine ulaşır. Dört unsur dedikleri ateş, su, hava ve toprak, dört yaya hizmetçi gibidirler. Kendi vatanlarından ayrılmazlar. Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk olan dört tabiat [yaratılış] onların elinde dört kemend gibidir.
Meselâ, bir kimseye yüzünü dünyadan döndürecek, üzüntü ve korku kaplayacak, dünya nimetleri kalbine iyi gelmeyecek ve akıbetinin üzüntüsü kendisini istilâ edecek bir hâl olursa, hekim, bu hasta oldu der. Buna malihulya hastalığı denir. Bunun ilâcı, kaynatılmış kimyondur. Tabiiyyeci der ki, bu hastalığın aslı tabiatın kuruluğundan gelmektedir. Beyni kaplar. Bu kuruluğun sebebi kış havasıdır. Bahar gelip havada nem miktarı fazlalaşmayınca düzelmez. Müneccim der ki, bu onda meydana gelen bir sevdadır.
Sevda Merih ile aralarında beğenilmeyen bir uygunluğun vâki olduğu Utarit yıldızından zahir olur. Utarit, Zühre ile Müşteri’nin yanına gelmeyince, yahut aralarında üç burç uzaklık olan iki yıldız bir araya gelmeyince bu hâl iyi olmaz. Hepsi doğru söylüyorlar. Fakat. «Bu onların kavuştukları ilmin miktarıncadır» (1).
Allahü Teâlâ’nın huzurunda saadetinde karar verilen kimse için, Utarit ve Merih denen iki usta ve işgüzar nakîbi, bu piyadelerden biri olan havaya kuruluk kemendini atmak, onun başına ve beynine düşürmek ve yüzünü bütün dünya lezzetlerinden çevirmek, korku ve elem kamçısı ve irâde ve istek dizginleri ile onu Allahü Teâlâ’nın huzuruna davet için gönderirler. Bu ne tıb ilminde, ne tabiat bilgisinde, ne deastronomi [felekiyyât] bilgilerinde bulunur.
Bilâkis bu, memleketin her tarafını kuşatan, O hazretin âmil, nakîb hizmetçilerini içine alan, her birinin ne iş yaptığını ve hangi emirle hareket ettiğini; insanları nereye çağırıp, neden menettiğini bilen peygamberlik makamına mahsus ilim denizinden çıkmaktadır.
O hâlde hepsinin söylediği doğrudur. Fakat memleketin padişahının ve kumandanlarının sırrından haberi yoktur. Allahü Teâlâ bu yolla; belâ, hastalık, sevda ve mihnet ile; halkı kendisine çağırıyor ve diyor ki: «Bu hastalık değildir. Bizim lütuf kemendimizdir. Sevdiğim kullarımı bununla kendime çağırırım. Belâ önce peygamberlere, sonra evliyaya ve sonra da herkesin fazilet ve derecesine göredir» (2). Onlara hasta gözüyle bakmayın ki, onlar bizdendir. «Hasta oldum bana bakmaya gelmedin (3) (kudsi hadîs) onlar hakkında bildirilmektedir.
O hâlde evvelki misâl, kendi bedeni içinde insanın padişahlığının, bu misâl de, bedenin dışındaki memleketin doğru yolda olduğunu göstermektedir. Bu yüzden bu bilgi de, kendini bilmekten meydana gelir. Bunun için kendini tanımayı kitabın birinci unvanı eyledik.
(1) 53 – Necm: 30.
(2) Suyûtî, el -Câmi’us- Sagir, Eşeddü’n-Nâs maddesi.
(3) M. Birr, 43
İmam Gazâli – Kimyâ’yı Saadet
.
İnsanların Körler Zümresine Benzetilmesi
İnsanlararasındaki ayrılıkların çoğu, hepsinin sözünde bir sebepledoğrulukbulunmasıdır. Fakat bazıları görmedikleri hâlde, her şeyi gördüklerini zannederler. Bunlar şehirlerine fil gelmiş olduğunu duyup, onu tanımak isteyen körler gibidirler.
Şehirdeki körler fili elle tanıyacaklarını zannettiler. Ellerini ona dokundurdular. Birinin eli hayvanın kulağına, diğerininki ayağına, bir başkasınınki baldırına, diğer birininki de dişlerine rast geldi. Bu körlerin hepsi bir araya gelince, filin nasıl olduğunu bunlardan sordular. Eli, hayvanın ayağına gelen dedi ki: Fil sütun gibidir. Eli hayvanın dişlerine temas eden dedi ki: Fil direk gibidir. Eli kulağına gelen dedi ki: Halı gibidir. Hepsi doğru söylediler ve hepsi yanıldılar! Zira her biri fili tamamen anladıklarını sandılar. Ama anlayamadılar.
Bunun gibi, müneccimler ve tabiblerden her birinin gözü Allahü Teâlâ’nm huzurunda hizmet görenlerden birine takıldı. Onun saltanat ve hâkimiyetinden şaşırıp, «Benim hâkimim budur. Benim Rabbim budur» dediler. Tâ o zamana kadar ki, bir kimseyi daha ilerlettiler, bütün noksanlarını ve onun ötesini gördü ve «Bu, diğerinin altındadır. Altta olan ilâh olamaz» dedi. Bahusus Kur’ân-ı Kerim, İbrahim Aleyhisselâmın, «Batanları, örtülenleri sevmem,» dediğini haber veriyor.
İmam Gazâli Kimyâ’yı Saadet
.
İnsanın Âzalarının Kuvvetleri ve Sıfatları İle Olan Bağlılığı
İnsanın saltanatı ile Mâlikü’1-Mülk [mülkün sahibi] olan Allahü Teâlâ’nın saltanatı arasında yaptığımız bu mukayeseli izahtan, ikibüyük ilmeişaret olundu:
Biri, insanın kendini tanıması, âzalarının kuvvetleri ve sıfatları ile olan bağlılığı, sıfatlarının ve kuvvetlerinin kalbe bağlılığının nasıl olduğu ilmidir. Bu, böyle bir kitapta incelenemeyecek kadar uzun bir ilimdir.
Diğeri âlemin Padişahının, memleketinin meleklere olan bağlılığının tafsili, meleklerin birbirleri ile olan irtibatı, göklerin, Kürsî’nin ve Arş’ın meleklerle olan alâkası; bu ilim ise daha uzundur. Bundan maksat zeki olanların bu kadarına inanması ve Allahü Teala’nın azametini bununla bilmesidir.
Akılsız olanların, bütün bu güzelliklerle böyle bir Hazretin mütalâasından mahrum kaldıklarını, nasıl gafil olduklarını ve nasıl aldandıklarını bilmesidir. Allahü Teâlâ’nın cemâlinden, halk, zaten ne anlayabilir? Halkın tanıyabilmesi için bu anlattıklarımız nedir ki!
İmam Gazâli-Kimyâ’yı Saadet
.
Allahü Teâlâ’nın Saltanatı
Allahü Teâlâ’nın zâtının var olduğu, sıfatları, nasıl ve ne gibi sorulardan münezzeh vemukaddesolduğu, bir yerde olmaktan münezzeh olduğu, hepsinin anahtarı insanın kendi nefsini tanımak olduğu anlaşılınca, bilmekten, tanımaktan bir kısım kalmış oluyor. Meleklere iş vermesi, meleklerin onun emrine uyması, melekler vasıtasiyle işlerin olması, gökten yere emir göndermesi, göklerin veyıldızların hareketi, yerde olanların işlerinin göklere bağlı olması, rızıklar anahtarının göğe havale edilmesi nasıl oluyor? diye sorulması mümkün olan sorulardandır.
Allahü Teâlâ’yı tanımakta, bu mühim bir bahistir. Buna «Mârifet-i ef’âl», yâni fiilleri tanıma denir. Bundan öncekilere, «Mârifet-i zât ve mârifet-i sıfat» denildiği gibi… Bunun anahtarı da, kendini tanımaktır. Kendi memleketindeki padişahlığını nasıl yürüttüğünü bilmezsen, kâinatın padişahının hükmünü yürüttüğünü nasıl bilmek istersin?
Önce kendini tanı ve bir işine dikkat et. Meselâ kâğıt üzerine Bismillah yazmak istediğin zaman, önce arzu ve istek meydana gelir, sonra kalbinde bir hareket ve kımıldama duyulur. Bu etten olan yürek ki, sol taraftadır. Ondan bir cism-i lâtif hareket eder ve beyne gider. Bu cism-i lâtife tabibler, ruh diyorlar. His ve hareket kuvvetlerini taşımaktadır. Hayvanlarda olan ruh ise daha başkadır. Bu ruh ölebilir. Bizim kalb dediğimiz ruh ise, hayvanlarda yoktur. Asla ölmez.
Çünkü o, Allahü Teâlâ’yı bilme, anlama yeridir. Bu ruh beyne ulaşınca, Bismillâh’ın sureti hayâl kuvvetinin yeri olan beynin birinci odasında (merkezinde) meydana gelmiş olur. Beyinden çıkan sinirler her tarafa dağılır. Parmaklarının ucunda iplik gibi düğümlenir. Beyinden bu sinirlere uyarma verilir. Zayıf, kuru olanların kollarında sinirler görülebilir. Sonra sinirler kımıldanır, parmakların uçları hareket eder ve sonra da parmaklar kalemi harekete geçirir. Kalem de mürekkebi harekete geçirir. Böylece hislerin yardımıyla hayâl hazinesinde olan Bismillâh’ın suretine uygun olarak Besmele kâğıtta meydana gelir. Bunda bilhassa gözün yardımı çoktur.
Bu işin başlangıcında sende bir istek meydana geldiği gibi, her işin evvelinde Allahü Teâlâ’nın sıfatlarından bir sıfat vardır; buna-irâde denir.
Bu irâdenin ilk eseri, kalbinde meydana geldiği ve sonra diğer yerlere ulaştığı gibi; Allahü Teâlâ’nın irâdesinin eseri de önce Arş’ta meydana gelir, sonra diğer yerlere ulaşır, Buhar gibi bir cism-i lâtîf kalb damarlarıyla bu eseri beyne ulaştırdığı gibi —ki bu cisme ruh derler—, Allahü Teâlâ’nm lâtif bir cevheri de o eseri Arş’a-ulaştırır; Arş’tan da, Kürsi’ye ulaştırır. Bu cevhere melek denir, ruh denir ve Rûhu’l-Kudüs denir.
Kalbin eserinin beyne ulaşması, beynin kalbin tesiri [etkisi] ve tasarrufu altında olması gibi, irâde eseri önce Allahü Teâlâ’dan Kürsi’ye ulaşır; Kürsî ise Arş’ın altındadır. Senin fiilin ve muradın olan Besmele’nin sureti, beynin birinci odasında meydana geldiği ve yaptığı iş buna uygun olarak ortaya çıktığı gibi, kâinatta meydana gelecek her şeyin sureti, önce Levh-i Mahfûz’a nakşedilir. Beynindeki lâtif kuvvetin sinirleri, sinirlerin eli ve parmakları, parmakların da kalemi hareket ettirdiği gibi, Arş’ın ve Kürsî’nin üzerinde müvekkel olan [orada iş gören] lâtif cevherler, gökleri ve yıldızlan hareket ettirir.
Beyin kuvveti vücut kirişlerini [veterleri], kasları ve parmak sinirlerini harekete getirdiği gibi, melek denen bu lâtif cevherler, yıldızlar ve onların şuaları vasıtasiyle süfli olan âleme gelir ve oradaki dört unsuru harekete geçirir. Bu dört şey sıcaklık, nemlilik, soğukluk ve kuruluktur. Mürekkep kalemini, Besmele meydana gelecek şekilde kaydırıp durdurduğu gibi, bu sıcaklık ve soğukluk, suyu, toprağı ve bu dört unsuru harekete geçirir. Kâğıdın mürekkebi kabul etmesi, mürekkebin bazı yerde dağınık, bazı yerde toplu olması gibi, yaşlılık, nemlilik bu dört unsura şekil verir. Kuruluk bu şekilleri bozmaktan korur.
Eğer yaşlılık olmasaydı, kat’iyyen şekil olmazdı. Kuruluk olmasaydı, şekiller bozulurdu. Gözün yardımıyla kalemin işini tamamlaması, hareketini bitirmesiyle hayâl hazinesinde olana uygun olarak Besmele’nin yazılması gibi, meleklerin yardımıylasıcaklık ve soğukluğun bu unsurları hareket ettirip, hayvan, bitki ve diğerleri bu dünyada, Levh-i Mahfûz’-da olduğu şekilde meydana gelir.
Bedende bütün işler önce kalbde zahir olduğu ve sonra bütün azalara dağıldığı gibi, madde alemindeki işler de evvelâ Arş’ta meydana gelir ve Arş’tan bütün madde âlemine ulaşır. Bu hususiyeti evvelâ kalbin kabul edip, diğerlerinin ondan aşağı olması ve kalbde bir yer isnad edip, «Orada mesken kurmuşsun» düşüncesi gibi, Allahü Teâlâ’nın her şeye galibiyeti Arş vasıtasiyledir. Bunun için yeri orasıdır zannederler.
Kalbine galib olup, işlerin doğru olduğu ve böylece bütün beden memleketini güzel idare ettiğin gibi, Allahü Teâlâ Arş’ın yaratılmasında Arş’a galib olup, Arş’ı doğrulttu. Karar kıldı. Memleketin düzeni yapılmış oldu. Bahusus âyet-i kerîme böyle geldi: «Arş’ı istilâ edip, her şeyi hükmü altına aldı. Bütün işleri idare ediyor…» (1).
Bil ki, bunların hepsi doğrudur. Basiret sahiplerine açık keşiflerle bildirilmektedir. Bunu da «Allahü Teâla, Âdem’i [Adem’in hakikatini, ruhunu] kendi suretinde yarattı» (2), hadîs-i şerifinin hakikati ile bildirmişlerdir.
Muhakkak bilmelisin ki, padişahı ve padişahlığı padişahlardan başkası bilmez. Eğer böyle olmasaydı, sana onun ‘memleketinde padişahlık verilirdi. Allahü Teâlâ’nın mülkünden ve padişahlığından sana bir parça verilmiş olurdu; o zaman âlemlerin sahibini tanıyamazdın. O hâlde senin için yaratılmış olan padişahlığa şükret. Sana padişahlık ve kendi memleketine benzeyen bir memleket verdi. Kalbini Arş eyledi. Kalbin menba’ı olan hayvani ruhunu İsrafil, beynini Kürsi, hayâl hazineni Levh-i Mahfuz, göz, kulak ve bütün duygularını ayrı ayrı birer melek; sinir sisteminin merkezi olan beyinciğini de gökler ve yıldızlar gibi yarattı. Parmağını, kalemi ve mürekkebi senin emrine verdi.
Seni tek ve nasıl olduğu belli olmayan şekilde yarattı ve hepsine padişah eyledi. Sonra da sana, «Sakın! Kendinden ve padişahlığından gafil olma ki, yaratandan da gafil olmayasın» buyurdu. Elbette Allahü Teâla Âdem’i kendi suretinde yarattı. O hâlde, ey insan! Nefsini bil ve Rabbini tanı…
(1) Yûnus: 3
(2) H. İsti’zân, 1; M. Blrr, 115. Cennet, 28
İmam Gazâli Kimyâ’yı Saadet
.
Allahü Tealâ’nın Tenzih ve Takdîsini Bilmek
Allahü Teâlâ’nın sıfatlarını, kendisıfatlarından, ve zâtını, kendi zâtından bildiği gibi, Allahü Teâlâ’nın tenzih ve takdisini de kendi tenzih ve takdisinden bilir.
Allahü Teâlâ hakkında tenzîh ve takdisin mânâsı, vehme vehayâle gelen her şeyden beri, mukaddes ve yüksek olmasıdır. O’nun, tasarrufunun haricinde olan hiçbir yer olmadığı hâlde, kendisine bir yer izafe edilmekten münezzehtir, uzaktır.
İnsan, bunun numunesini kendinde görebilir. Kalb dediğimiz ruhunun hakikati, vehim ve hayâle gelen her şeyden münezzehtir. Onun için ölçü ve sayı olmayacağını, bölünemeyeceğini de söylemiştik. Böyle olunca, rengi, şekli de olmaz. Şekli ve ölçüsü olmayan bir şeyin hayâle gelmesi imkânsızdır. Gözün gördüğü veya benzerini gördüğü şey, hayâle gelir. Göz ve hayâle verilenler ise şekil ve renklerden başka’ bir şey değildir.
Yaratılış icabı sorulacak olan (nasıl bir şeydir?) in mânâsı, şekli nasıldır, küçük müdür, büyük müdür? demektir. Bu sıfatların kendisine yanaşamadığı bir şey için, nasıl sorusu lüzumsuz ve boş olur.
Nasıldır sorusunun kendisine sorulamayacağı bir şeyi bilmekistersen, kendi hakikatine bak. Hakkı tanımak yeri olan senin hakikatin bölünmez, ölçülmez, kemmiyet ve keyfiyet ona yanaşamaz.
Bir kimse, «Ruh nasıl şeydir?» diye sorsa, cevabı, «Nasıl demenin ona yolu yoktur!» olur.
Kendini bu sıfatlarla bilince, Allahü Teâlâ’nın bu takdis ve tenzihe daha lâyık olduğunu anlarsın, insanlar nasıl olduğu bilinmeyen bir varlığa şaşarlar, işte kendileri öyledir ve kendilerini bilmezler!
Hattâ insan kendi bedenine dikkat ederse, nasıl olduğu bilinmeyen binlerce şey bulur. Bunların hiçbirini görmez. Meselâ, aşk ve derdi göz görmez. Nasıl olduğunu bilmekistese, yine bilemez. Çünkü, böyle şeylerin şekli ve rengi yoktur. Bu suale sebep bile yoktur.
Hattâ bir kimse sesin hakikatini öğrenmeye çalışsa, yahut kokunun ve tadmanın hakikatinin nasıl olduğunu bilmekistese, bilemez. Bunun sebebi, nasıl ve ne gibi? sorular, görme duygusundan meydana gelen hayâl icabı şeyler olduğu için, her şeyden gözün nasibini, payını aramak istemesidir. Ses gibi, kulakla alâkalı olan şeyden, gözün hiç nasibi yoktur. Gözün, sesin nasıl ve ne gibi olduğunu öğrenmek istemesi ise muhaldir [imkansızdır].
Çünkü ses, gözün nasibi olmaktan münezzehtir. Renk ve şekil de kulağın nasibi olmaktan münezzehtir. Bunun gibi, lâzım olan şeyi kalbin anlaması ve aklın bilmesi, bütün his âzalarının nasibi olmaktan münezzehtir. Nasıl ve ne gibi sorular, his olunanlar içindir. Burada uzun yazmak ve derine dalmak icabeder [gerekir].
Akli ilimlerden bahseden kitablarımızda uzun uzun anlattık. Bu kitabda bu kadarı kâfidir. Maksad; insanın nasıl olduğu bilinmeyen kendinden, Allahü Teâlâ’nın nasıl olduğunun bilinemeyeceğini anlamasıdır.
İnsan bilir ki, ruh vardır ve bedenin padişahıdır. Bedeninde bilinebilen her şey, onun ülkesidir. O ise nasıl olduğu bilinmeyen bir şeydir. Bunun gibi, kâinatın padişahı (Allahü Teâlâ’nın da nasıl olduğu bilinemez. His olunan gibi bilinen her şey onun mülkü, memleketidir.
Allahü Teâlâ’nın tenzihini bildiren diğer bir husus da, ona hiçbir yer izafe edilmemesidir. Ruh da hiçbir şeye izafe olunamaz. Ruh, eldedir, ayaktadır, baştadır veya başka bir yerdedir denemez. Belki bedenin bütün kısımları ayrılır, bölünür, o ise bölünmez. Bölünemeyenin bölünene girmesi muhaldir.
Çünkü, o zaman, o da bölünebilir bir hâl alır! Hiçbir uzuvda olduğu söylenemediği hâlde, hiçbir uzuv onun tasarrufunun dışında kalmaz. Bilâkis hepsi onun emrinde, tasarrufundadırlar. O hepsinin hâkimidir.
Hususan, bütün kâinat, kâinatın hâkimi olan Allahü Teâlâ’nın tasarrufundadır. O ise, kendisine bir yer izafe edilmekten, filân yerdedir denmekten münezzehtir, beridir. Takdisi bu şekilde anlatmak, ruhun hususiyetini ve sırrını açıklamakla olur.
Buna ise izin yoktur. Hepsini anlayabilmek, «Allahü Teâlâ Âdemi [yâni Ademin hakikatini, rûhunu] kendi suretinde yarattı» (1) hadîs-i şerifiyle açıklanabilir.
(1) H. İsti’zân, 1; M. Birr 115, Cennet, 28
İmam Gazâli Kimyâ’yı Saadet
.
Kendini Bilmek, Allahü Teâlâ’yı Bilmenin Anahtarıdır
Bil ki, geçmiş peygamberlerin kitaplarında, insana hitabeden şu söz meşhurdur: «Ey insan! Rabbini tanımak için kendini tanı». Haberlerde [hadislerde] veeserlerde [selef-i sâlihînin sözlerinde] geldi ki: «Kendini bilen, Rabbini bilir».
Bu söz şuna işarettir ki, insanın kendisi bir aynadır, ona bakan, Hakkı görür! Birçok insan kendine bakar ve fakat Hakkı göremez. O hâlde kendini bilmek için, Allahü Teâlâ’yı bilmeye hangi yolun vesile olduğunu öğrenmek lâzımdır.
Bu da iki şekildedir: Biri çok derindir. Bunu çok kimse anlayamaz. Bundan bahsetmek doğru olmaz. Herkesin anlayabildiği şekil ise, su götürmez biçimde açıktır. Avam insan, kendi zâtından Allahü Teâlâ’nın zâtının varlığını, kendi sıfatlarından Allahü Teâlâ’nın sıfatlarını, kendi bedeni ve âzaları olan şahsî memleketindeki tasarruftan, Allahü Teâlâ’nın bütün âlemlerdeki tasarrufunu bilendir.
Bu, şöyle izah edilir: Her şeyden önce kendini varlığıyla bilince anlar ki, bundan önce, nice yıllar geçmiştir. Kendinin namı, nişanı yok idi. Hususan Allahü Teâlâ buyurur: «İnsanın üzerine uzun devirden öyle bir zaman gel [ib geç] di ki [o vakit] o, anılmaya değer bir şey bile değildi.
Hakıykat, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, görücü yaptık (1).
İnsanın kendi aslından anlayabildiği, varlığından önce nutfe olmasıdır.
Fena kokulu bir damla su; onda akıl, kulak, göz, baş, el, ayak, dil, damar, sinir, kemik, deri ve et gibi şeyler yoktur. Belki, beyaz şekilde bir sudur.
Fakat, bütün bu akıllara durgunluk veren hâller onda meydana gelmiştir. Ama bunları o mu, yoksa bir başkası mı meydana getirdi? Ve yine zaruri olarak bilir ki, insan, kemâl mertebesinde, her âzası yerinde olduğu hâlde, bir kıl ucu yaratmaktan âcizdir. Demek ki, bir su damlası iken daha âciz ve noksan idi. Netice olarak anlaşıldı ki, kendi zâtının varlığından, Allahü Teâlâ’nın zâtının varlığı belli olur.
Bir kısmını anlattığımız bedenindeki zahirî ve bâtınî şaşılacak hâllere bakınca, kendini yaratanın kudretini görür ve bilir ki, her bakımdan tam bir kudret [yaratan] vardır, istediğini, istediği gibi yaratır. Bundan daha üstün hangi kudret olabilir ki, böyle hakir ve aşağı bir damla sudan olgun, güzel, hikmetli ve şaşılacak bir şahıs yaratıyor.
Kendinde olan akıl almaz bu inceliklere ve âzalarının faydalarına ve herbirinin ne hikmetle yaratıldığına, el, ayak, göz, dil ve diş gibi zahirî azalarına, dalak, ciğer ve öd kesesine ve buna benzer diğer iç azalarına bakınca, kendini yaratanın ilmini bilip her bakımdan tam ve her şeyi kuşatmakta olduğunu ve yine böyle bir âlimin bildiğinin hiçbir şey olmadığım anlar.
Çünkü, bütün akıllıların aklı bir araya gelse, onlara uzun ömür verilse, bu azalardan birini, yaratılışında olduğu şekilden çıkarıp daha iyi yapmayı düşünseler, yapamazlar!
Meselâ, yenilen şeyleri kesmek için keskin olan ön dişlerini, ezmek ve öğütmek için uçları düz olan azı dişlerini, değirmene ezebileceği, öğütebileceği şeyleri atan dil küreğini, dilin altında bulunup, icabettiği vakitte yemekleri ıslatacak, hamur hâline getirecek kadar salgı yapan kuvvetini, sonra boğaza gidip, orada da kalmamasını, bütün dünyanın akıllıları, bundan daha mütekâmil ve bundan daha iyi bir başka şekilde yapamazlar.
Elin beş parmağı da bunun gibidir. Dördü bir tarafta, baş parmak ise onlardan biraz daha uzakta ve kısadır. Şöyle ki: Hepsiyle birleşebilir ve hepsinin üzerine gelebilir. Hepsinde üç boğum, bunda ise iki boğum vardır. Öyle yapılmıştır ki, isterse tutar, isterse avuç yapar, İsterse kürek gibi yapar, isterse sıkar yumruk yapar, isterse tekrar açar, kevgir veya tabak gibi yapar. Birçok şekillerle nice işler yapar.
Eğer cihanın âlimleri bu parmakların yaratılışında bir başka şekil düşünseler, meselâ hepsi aynı hizada, yahut üçü bir tarafta, ikisi bir tarafta, yahut beş yerine altı veya dört olması icabederdi, yahut boğumlar üç veya dört olması lâzım gelirdi deseler veya düşünseler, böyle düşünce ve sözleri eksik olup, Allahü Teâlâ’nın bu yarattığı en mütekâmilidir. Bununla anlaşılıyor ki, “Yaratanın ilmi bu şahsı muhittir ve her şeye muttalidir.”
İnsanın, her bir parçasında bunun gibi hikmetler, faydalar vardır. Bir kimse bu hikmetleri ne kadar çok bilirse, Allahü Tealâ’nın ilminin azametine hayranlığı o kadar çok olur.
İnsan kendi ihtiyaçlarına, önce yemeye, giymeye ve meskene bakınca ve yenecek şeylerin yağmura, rüzgâra, buluta, sıcağa ve soğuğa muhtaç olduğuna dikkat edince, onu salâha kavuşturacak san’atlara ve san’at için lâzım olan demir, tahta, bakır, pirinç ve diğer âletlere ve bu aletlerin nasıl yapıldığına dair bilgilere bakar.
Sonra bütün bu yaratılan ve yapılanlardaki şeklin tamamlığına ve güzelliğinin mükemmeliyetine bakar. Her birinden o kadar çeşitler bulunur ki, eğer yaratılmış olmasalardı, kimsenin hatırına gelmeyeceklerine, istenemeyeceklerine dikkat ederse, istenmeyen ve bilinmeyen bu şeylerin Allah’ın lütuf ve merhametiyle olduğunu görür.
Buradan bir husus daha bilinir: Velilerin [Allah dostlarının] hayatı Allahü Tealâ’ iledir. Bu da, bütün mahlûklara, lütuf, rahmet ve inayettir. Hususan, «Rahmetim, gazabımı aşmıştır» (2), buyuruldu.
Bunun gibi, Peygamber Efendimiz buyurdu ki: «Allahü Teâlâ’nın kullarına, şefkati, bir annenin süt emzirdiği çocuğuna şefkatinden daha çoktur» (3).
O hâlde, kendi zâtının zuhurundan, Allahü Teâlâ’nm zâtını görür. Kendi inceliği, parçalı ve âzalarının çokluğundan; Hakkın kudretini, kemâlini görür. Etrafındaki şaşılacak hikmetler ve faydalarda, Hakkın ilminin kemâlini görür.
Zaruri olarak, yahut ihtiyaç olarak, yahut, iyilik ve güzellikiçin olanların hepsinin kendinde yaratıldığını ve bir arada bulunduğunu anlayınca, Allahü Teâlâ’nm lütuf ve rahmetini görür, işte bunun için kendini tanımak, Allahü Teâlâ’yı bilmenin anahtarı olur.
(1) 76 – Dehr: l – 2.
(2) 7 – A’raf: l 56.
(3) H. Edep, 13; M. Tevbe, 22.
İmam Gazâli Kimyâ’yı Saadet
.