|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Hidayet nedir?
|
Sual: Hidayet nedir?
CEVAP
Hidayet; Hakkı hak, batılı batıl olarak görüp doğru yola girmek, doğru yola iletmek, dalâletten ve batıl yoldan uzaklaşmak, iman etmek, Müslüman olmak, yol gösterici, Kur’an, tevhid gibi anlamlara gelir.
Hidayet, doğru yolu gösterme, Allahü teâlânın razı olduğu yolda bulunma, cenab-ı Hakkın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsan etmesi ve kulun rızasını kendi kaza ve kaderine tâbi eylemesi demektir. İhtidanın manası da hidayete erme demektir, yani Müslüman olma, din olarak İslamiyet'i seçme.
Aşağıdaki âyet meallerinde parantez içinde tefsirlerdeki manaları bildiriliyor:
(Rabbimiz, her şeye bir özellik veren, sonra da hidayet eden [doğru yola eriştiren]dir.) [Taha 50]
(Onların hepsini [İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u] emrimizle [vahyimizle] hidayeti [doğru yolu; İslamiyet’i] gösterecek imamlar [rehberler] kıldık, kendilerine hayırlı işler yapmayı, namazı doğru kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Onlar [puta tapmazlardı] bize ibadet eden kimselerdi.) [Enbiya 73]
(Allah, dilediğini doğru yola hidayet eder, iletir.) [Bekara 213]
([İman ederek] hidayeti kabul edenlerin [Müslümanların] hidayetlerini [doğru yoldaki başarılarını, İslamiyet’e uymalarını Allahü teâlâ] artırmış, onlara kötülükten sakınma çarelerini ilham etmiştir [açıklamıştır].) [Muhammed 17]
(Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini hidayete [doğruluğa, İslamiyet’e] erdirir.) [Tegabün 11]
(Altlarından ırmaklar akan cennet ehli, “Allah'a hamd olsun ki, bizi, hidayeti ile [Müslüman yaparak] buna kavuşturdu. Eğer Allahü teâlâ bize hidayet vermeseydi [Müslüman yapmasaydı], kendiliğimizden bu yolu bulamazdık” derler.) [Araf 43]
(İman edip salih âmeller işleyenleri, Rableri, imanları sebebiyle altlarından ırmaklar akan nimeti bol Cennetlere hidayet eder [Cennetlere koyar].) [Yunus 9]
(Ey Resulüm de ki; “Cebrail’e düşman olan, Allah’a düşmandır.” Çünkü o, Kur’anı, Allah’ın izniyle, kendinden önce gelen kitapları doğrulayıcı, bir hidayet [yol gösterici] ve müminler için müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir.) [Bekara 97]
(Biz, hidayeti [Kur’anı] dinleyince, Ona iman ettik.) [Cin 13]
(Allah, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidayet etmez [doğru yola iletmez].) [Maide 51]
(Dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğine de hidayet eder [doğru yola, İslamiyet’e kavuşturur].) [Fatır 8]
(Allah, dilediğine hidayet verir [İslamiyet’e ulaştırır], dilediğini dalalette bırakır.) [İbrahim 4]
(İhtilaflı şeyleri insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet [doğru yolu gösterici rehber] ve rahmet olsun diye bu Kitabı sana indirdik.) [Nahl 64]
(Allah’a likayı [kavuşmayı] inkâr edip de, hidayetten [doğru yol olan İslamiyet’ten] uzak kalanlar, elbette en büyük ziyana uğramış olacaklardır.) [Yunus 45]
(Hidayet ancak Allah’ın hidayetidir [Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur].) [Bekara120]
(İşte onlar, Allah'ın hidayet verdiği [İslamiyet’e kavuşturduğu] kimselerdir.) [Zümer 18]
(Hidayete erenlerin [iman edenlerin, Müslüman olanların] Allah hidayetlerini [İslamiyet’e bağlılıklarını] artırır.) [Meryem 76, Muhammed 17]
(Onları hidayete erdirir [imana kavuşturur].) [Muhammed 5]
(Onlar hidayet [doğru yol] yerine dalaleti satın alanlardır.) [Bekara 175]
(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]
Hidayeti kim verir?
Sual: Bir ateist, Kur’an-ı kerimde birkaç yerde geçen, (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini sapıklıkta bırakır) mealindeki âyetleri gösterip, (Bakın Tanrı, dilediğini Müslüman, dilediğini kâfir yapıyor. Sonra da, kâfiri cezalandırıyor. Olacak şey mi bu?) diyor. İşin doğrusu nedir?
CEVAP
Kur’an-ı kerimin âyetleri, birbirini açıklar. Sadece bir âyeti almak, cümlenin yarısını almak gibi yanlışlıklara sebep olur. Aynı hataya Cebriye fırkası da düşüyor. Bir hükûmet düşünün, kötüleri cezalandırıyor, iyilere mükâfat veriyor. Biri, kötüleri cezalandırdığını görüp (Bu hükûmet, hep ceza yağdırıyor) derse, doğru söylememiş olur. Bunun gibi, başka biri de, (Bu hükûmet, herkese ödül veriyor) derse o da yanlıştır.
Kul hayır veya şer yapmayı ister, Allahü teâlâ da dilerse, kul irade-i cüz’iyyesiyle onu işler. Yoksa kimseye zorla hayır veya şer işletmez. Öyle olsa, şer işleyen kimse, (Falancaya hayır işlettin, bana niye şer işlettin?) der.
Allahü teâlâ, kullarının iyilik mi, kötülük mü işleyeceklerini, cehennemlik mi, cennetlik mi olduklarını elbette bilir, bildiğini yazıyor. Yoksa yazdığı için kul, iyilik veya kötülük yapmak zorunda kalmıyor.
Allahü teâlâ, ezelî ilmiyle, kullarının yapacakları işleri bilir. Eğer Allah, yarattıklarının ne yapacağını bilmezse, bilmeyenden ilah olamaz. İlahın her şeyi bilmesi, her şeye gücü yetmesi gerekir. Bilmeyen, gücü yetmeyen, muhtaç olan, ölebilen ilah olamaz. Cebriye fırkası da, (Allah her işi zorla yaptırır. İnsan kaderine mahkûmdur. Hiç kimse, işlediği günahtan mesul değildir) der. Bu, çok yanlıştır. Herkes yaptığından mesuldür. İyilik eden mükâfatını, kötülük eden cezasını görür. Kur’an-ı kerimde zerre kadar hayır ve şer işleyenin, karşılığını alacağı bildiriliyor. (Tekvir 14, Zilzal 7,8)
Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: Cebriye denilen kimseler, insanın kesbini, iradesini inkâr ederek, (İnsan istese de, istemese de her hareketini, her işini Allah yaratır. İnsanın her işi, ağaç yapraklarının rüzgârdan sallanması gibidir. Her şeyi Allah zorla yaptırıyor. İnsan hiçbir şey yapamaz) dediler. Böyle söylemek küfürdür. Elin, ayağın titremesiyle, irade ederek hareket ettirilmesi, bir olur mu? Üç âyet-i kerime meali:
(Allahü teâlâ, onların yaptıklarının hepsini soracaktır.) [Hicr 92, 93]
(İsteyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. İnkâr edenlere Cehennem ateşini hazırladık.) [Kehf 29]
(Allahü teâlâ, onlara zulmetmez. Onlar, kendilerine zulmediyorlar.) [Nahl 33]
(Yâ Resulallah, yaptığımız ve yapacağımız işler önceden takdir edilip yazıldığına göre, iş yapmanın ne önemi var?) diye soranlara, Peygamber efendimiz Şems sûresini okudu. İlgili kısmın meali şöyle:
(Cenab-ı Hak, hayrı ve şerri [taat ve günahı] ve bu ikisinin hâllerini öğretip bunlardan birini yapabilmesi için, insana ihtiyar [tercih hakkı, irade-i cüziyye] verdi. Nefsini tezkiye eden [kötülüklerden temizleyip faziletlerle dolduran] kurtuldu. Nefsini günahta, cehalette, dalalette bırakan, ziyan etti.) [Şems 8-10]
Görüldüğü gibi, Allahü teâlânın bilmesi, zorla yaptırması demek değildir. İşte, bir kimsenin günah işleyeceğini de, Allahü teâlâ elbette bilir. Bu, onun kaderinde yazılıdır. Yazılı olması, o günahı işleyeceği içindir; yoksa kaderinde yazılı olduğu için o günahı işlemez.
İnsana bela gelmez, Rabbimiz yazmadıkça,
Rabbimiz bela vermez, o insan azmadıkça.
Mutezile, (Kaderini herkes kendi belirler) der. Birinci mısra buna cevaptır. (Allahü teâlâ dilemedikçe insan bir şey yapamaz) deniyor.
Cebriye ise, (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini sapıklıkta bırakır) âyet-i kerimesini yanlış anladığı için, (Her şeyi bize zorla yaptıran Allah’tır) der. İkinci mısrada, (Allah’ın takdiri insanların amellerine göredir) deniyor.
Tekvir sûresinin (Herkes [iyi kötü] ne getirmişse, onu görecektir) mealindeki 14. âyeti herkesin kendi iradesiyle günah veya sevab işlediğini bildiriyor. Kul kendi iradesi ile imanı ve küfrü seçmeseydi, günah ve sevap işlemeseydi, hâşâ peygamberler, Cennet, Cehennem lüzumsuz olurdu. Allahü teâlânın (Niye yaptın?) diye kullarına hesap sorması da yersiz olurdu.
Her şeyi Allahü teâlânın yarattığına dair birçok âyet vardır. Cebriyeciler, hâşâ, bunları Allah zorla yaptırıyor sanıyorlar. Hâlbuki günahlarımız sebebiyle bela geliyor. Bir âyette, (Başınıza gelen bir bela, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir, [bununla beraber] Allah çoğunu affeder) buyuruluyor. (Şura 30)
Demek ki bela, günahlarımız yüzünden geliyorsa da, gönderen yine Allah'tır. Âyet-i kerimenin devamında, (Allah çoğunu da affeder) deniyor. Bazıları, kötülükleri nefsimizin yarattığını söylüyorlar. Hâşâ, Allah'tan başka yaratıcı yoktur. Günahlarımızın ve nefsimizin kötülükleri sebebiyle Allah bela veriyor. Günahlarımız ve nefsimiz, sadece sebep oluyor.
Ateistin de, Cebriye fırkası gibi, âyetleri yanlış anlayıp, (Allah bize zorla günah işletiyor, bizi zorla kâfir yapıyor) demesi çok yanlıştır. Nahl sûresinin 33. âyeti şu mealdedir:
Hâşâ hiç zulmetmez, kula Huda’sı,
Herkesin çektiği, kendi cezası.
İnsanların kimi, içki içiyor, kumar oynuyor, hırsızlık ediyor. Kimi de, hiçbirini yapmıyor. Bunları Allah mı yaptırıyor, yoksa bizzat kendi iradeleri ile mi yapıyorlar? Cebriye’nin ve ateistin, (Allah yaptırıyor) demesi yanlıştır. Cezayı ve mükâfatı veren Allah ise de, suçları ve sevabları işleyen insanların kendileridir.
Ateistin sorduğu âyeti, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle açıklıyor:
(Allah, dilediğini [irade-i cüz’iyyesini doğru yolda kullandığı için] hidayete kavuşturur, dilediğini de, [irade-i cüz’iyyesini kötü yolda kullandığı için] sapıklıkta bırakır.) [Mektubat-ı Ma’sumiyye]
Burada Allahü teâlânın dilemesinden maksat, onların sapıklıkta kalmasını istemek, beğenmek demek değildir. Onlar kendi iradeleriyle sapıklıkta kalmak isteyince, Allahü teâlâ da bunu irade edip yaratıyor. Bunun gibi, (Siz Allah’ın dilediğini arzu edersiniz) mealindeki âyet-i kerimeye de, İmam-ı Mâtürîdî hazretleri, (Allahü teâlânın iradesi, sizin iradenizle beraberdir. Siz irade edince, Allahü teâlânın iradesini hazır bulursunuz) diye mânâ vermektedir. (Faideli Bilgiler)
Demek ki, doğru yola gitmek isteyeni doğru yola, yanlış yola gitmek isteyeni yanlış yola iletiyor. Daha kolay anlaşılması için şöyle bir örnek verelim:
Cehenneme gidecek işler yapıp Cehenneme giden trene bineni, Cehenneme götürüyor. Cennete gidecek işler yapıp Cennete giden trene bineni, Cennete götürüyor. Treni yapan, çalıştıran ve götüren Allahü teâlâdır. İncelik buradadır. Yani (Kim nereye gitmek isterse, biz onu oraya götürürüz) deniyor. Ama zorla götürmüyor, binenleri götürüyor. Kişi, amelleriyle neresi için bilet almışsa oraya götürüyor.
|
|
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
En Büyük Lütuf: Hidayet
Prof. Dr. Osman Güner
Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (aleyhi ekmelü’t-tehayâ) sabah-akşam tekrar ettiği dualardan biri, “Allah’ım! Senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliğiyle beraber başkalarına muhtaç olmayacak kadar rızık istiyorum” niyazıdır.
|
Allah Resûlü (s.a.s.), aralarında Abdullah b. Amr’ın (r.a.) da bulunduğu bir grup sahabeyle birlikte Ka’be’yi tavaf ediyordu. Tavaf bitince Beytullah’ın karşısına geçerek onu bir müddet süzdü ve sonrasında fem-i güherlerinden şu ifadeler dökülüverdi: “(Ey Kâbe!) Sen ne güzelsin ve senin kokun ne güzel! Sen ne büyüksün ve senin kudsiyetin ne büyük! Muhammed’in canı (kudret) elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, mü’minin kudsiyeti (ve saygınlığı) Allah katında senin kudsiyetinden daha yüksektir; malı da canı da hürmete layıktır; mü’min hakkında ancak hüsnü zan besleriz.” (İbn Mâce, Fiten 2)
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu ifadeleriyle, Kâbe’nin kudsiyeti ile “mü’minin saygınlığı” arasında bir mukayese yapmayı değil, yüce Yaratıcı’nın varlığını ve yaratılış gayesini idrak etmiş, Rabbine boyun eğerek hidâyete ermiş mü’min bir kulun Allah katındaki saygınlığına dikkat çekmeyi murad etmiştir. İman edip Yaratan’ın kulu olduğunu idrak etmiş bir insan, elbette en yüce varlık olma şeref ve payesini kazanmış olmaktadır. İmanın ona kazandırdığı bu şeref, başka hiçbir şekilde elde edilemez. Bu şerefe nail olmuş bahtiyarlar zümresine de ancak hürmet edilir ve her hâlükarda hüsnü zan beslenir. Hidâyete ermiş bir mü'minin misali, tıpkı bir dağ kütlesinden bin bir güçlükle çıkarılıp işlenen altın madenine benzer ki, işlenmeden önce taştan, topraktan farkı yokken, işlendikten sonra değeri kat kat artmış ve kıymetini bilenlerce büyük bir beğeniyle vitrinleri süsleyen en nadide mücevher haline gelmiştir. Efendimiz’in (s.a.s.) sözlerinde ifade buyurulduğu gibi, imanla hidâyete ermiş bir insanın kazandığı değer de tıpkı bunun gibidir.
Hidâyet Nedir?
Hidâyet, “doğru yola gitmek, doğru yolu göstermek” manasına mastar, “doğru yol, kılavuzluk ve rehberlik” anlamına da isim olarak kullanılır. Istılah olarak ise, “mahiyet itibariyle tertemiz, dupduru ve lekesiz yaratılmış insanın küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak İslâm’ın aydınlık yoluna girmesi” demektir.
Hidâyet, hüdâ, hedy, hâdî, mühtedî ve ihtidâ gibi türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de en çok zikredilen kavramlardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’deki ıstılahları inceleyen meşhur el-Müfredât adlı eserin müellifi Râgıb İsfahânî, hidâyeti, “özellikle ilahî emirlere muhatap olan insana ‘lütufla, iyilik ve yumuşaklıkla’ Hakk'ın yolunu gösterme” şeklinde tarif eder. Bu tarif, Kur’ân’da İslâm’ı tebliğ metodunun açıklandığı “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve (gerektiğinde) onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl Sûresi, 16/125) ayetinin muhtevasını çağrıştırmaktadır. Buna göre hidâyet, sadece “iletmek” anlamında nötr bir kelime değildir; birkaç istisna dışında, müspet manada kullanılır ve bizatihi “doğru yol ve doğruluk” anlamına gelir. Nitekim zıttı ‘dalâlet’ olup, ‘doğru yoldan sapmayı’ ifade eder.
Hidâyet kavramı Kur’ân-ı Kerim’de umumiyetle Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) izâfe edilmekle birlikte, ilâhî vahiylere, peygamberlere, meleklere, fert olarak insana ve ümmetlere de nispet edilmektedir. Hidâyet, Kur’ân’da “Doğrusu, insanlar için kurulan ilk ibadet evi, elbette Mekke’deki, âlemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak kurulan Kâbe’dir” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/96) ayetiyle Kâbe’ye izâfe edilmekte; diğer bir kısım ayetlerde de ilâhî talimata uymadıkları için helak edilmiş geçmiş milletlerin acıklı halleri hidayetle alakalı olarak nazara verilmekte ve bundan ders çıkarılması öğütlenmektedir: "Önceki sahiplerinden sonra dünya mülküne vâris olanlar hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki, eğer dilemiş olsaydık kendilerini de günahları sebebiyle musîbetlere uğratırdık?" (A’râf Sûresi, 7/100; bkz. Tâhâ Sûresi, 20/128)
Mutlak Hidâyet Sadece Allah’a (c.c.) Aittir
Mutlak manada kuluna hidâyeti bahşeden Mevlâ-yı Zülcelâl’dir. Hâlik-ı Zülcemâl’in en güzel isimlerinden biri ‘Hâdî’dir, yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları Rubûbiyetini ikrar edici kılan, necât (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılan ve dilediğini dosdoğru yola hidayet edendir. (Tâhâ Sûresi, 20/50) Aynı şekilde, yeni doğan bir yavruya memeyi tutmasını, yumurtadan çıkar çıkmaz civcive daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını idrak ettiren, hasılı her canlıya en uygun şartlarda hayatını idame etme istidadını ilham eden O Hâdi-i Mutlak’tır.
Büyük lügat âlimi İsfahânî, Kur’ân-ı Kerim’deki hidâyet kavramını, ayetlerin müşterek muhtevası çerçevesinde gruplandırarak, Hâkim-i Mutlak’ın insanlara hidâyet bahşetmesinin dört merhalede olacağını ifade eder:1 Buna göre birincisi, bütün mahlukatı, hayatlarını idame ettirebilmeleri için akıl ve idrak yetenekleriyle donatıp bu sayede elde ettikleri zarûrî bilgilerle hidâyet bahşetmesi (umûmî hidâyet): “Yaratıp düzene koyan, takdir edip yol gösteren O’dur.” (A’lâ Sûresi, 87/2-3) İkincisi, kılavuzluk için peygamber ve kitaplar göndermek suretiyle Hakk’ın yolunu göstermesi: “Onları (elçileri), emrimizle insanlara doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (Enbiyâ Sûresi, 21/73) ve “Hakikaten bu Kur’ân, en doğru yola iletir.” (İsrâ Sûresi, 17/9). Üçüncüsü, kendi iradesiyle hidâyeti kabul edenlere tevfîk lütfetmesi, hidâyete muvaffak kılması (husûsî hidâyet): “Allah doğru yolda gidenlerin hidâyetlerini artırır ve onları takvâya erdirir.” (Muhammed Sûresi, 47/17) Dördüncüsü de, rahmetiyle muamele ettiği kullarını Cennet'le mükâfatlandırması: “Müminler (Cennet'te) hamd ve şükür duygularıyla dopdolu olarak, ‘Bizi dünyada iken bahşettiği hidayetle bu nimetlere erdiren Allah’a hamdolsun. Allah bizi doğru yola erdirmemiş olsaydı, biz kendiliğimizden bu yola asla ulaşamazdık.’ derler.” (A’râf Sûresi, 7/43).
Nihaî planda hidayet de dalâlet de ancak Allah’ın elindedir ve bunların vücut bulmaları Cenâb-ı Hakk’ın dilemesi ve yaratmasına bağlıdır. Kur’ân-ı Kerim buna bütün açıklığıyla işaret etmektedir. Şöyle ki: “Allah kime hidâyet verirse o hidayete erer. Kimi de dalâlette bırakırsa, artık onu irşad edecek bir mürşid bulamazsın.” (Kehf Sûresi, 18/17) Bu ifadeler gösteriyor ki, her ne kadar kulun tercihte bulunma ve mübaşeret etme gibi cüz'î iradesiyle gerçekleştirebileceği fiiller bulunsa da, neticede hidâyet ve dalâlet ancak Allah’ın (c.c.) yaratmasıyla varlık sahasına çıkmaktadır. O halde “Allah kime hidâyet murad ederse, onun gönlüne hidayet şuaları akar ve sonra da o gönülde karar kılar. Kimi de sapıklığa sürüklemek murad ederse, bütün vâiz ve hatipler onu kurtarmak için bir araya gelseler, onun imdadına koşsalar, ona anlatılacak her şeyi anlatsalar, tebliğ sevabını alsalar bile, o şahsın sapıtmasını önleme adına hiçbir şey yapamazlar. Çünkü onun hidâyete erme liyâkatı selbolmuştur. Artık ne yapılırsa yapılsın hiçbir faydası yoktur.
Burada şu hususu da nazardan uzak tutmamak gerekmektedir. Hidâyet ve dalâleti Allah yaratır; ancak itibarî dahi olsa, onları mevcut iradenin istek ve talebi üzerine yaratır. Kul ister, Hâdî ve Mudill isimleriyle müsemma olan Allah (c.c.) da, hidâyet ve dalâleti yaratıverir. Dolayısıyla sapıtanın kendisi yine bizzat kul olur. Onun içindir ki biz, kıldığımız her namazda, Fatiha Sûresini okurken Cenâb-ı Hakk’a dua edip yalvarır ve “Allah’ım bizi mağdûb (gadaba uğramış) ve dâllînin (sapıtmışların) yoluna sürükleme.” (Fatiha Sûresi, 1/7) diye niyaz ederiz.” 2 Dolayısıyla her ne kadar hidayet Allah’ın (c.c.) yaratmasına bağlı olsa da, onun dünyada insanı emniyet ve itminana ulaştırması, ahirette de kurtuluşa vesile olması, insanların kendi hür iradeleriyle ortaya koyacakları tavır ve davranışlara bağlı kılınmıştır.
Netice olarak “Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz.” (İnsan Sûresi, 76/30); “Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir.” (Müddessir Sûresi, 74/31) fehvasınca kimse, O’nun dilediğinden başkasını dileyemez. O’nun saptırdıklarını hidayete erdiremez, O’nun hidayete erdirdiklerini de saptıramaz. Hidâyet meselesinde de işin çoğu O’na (c.c.) aittir. Bize ait olan o kadar cüz’î, o kadar küçüktür ki, bunları görmezlikten gelerek, olan şeylerin bütününe sahip çıkmamız, Allah’a karşı suiedeb ve cüretkârlıktan başka bir şey değildir. 3
Resûl-i Ekrem’in (s.a.s.) Hidâyet Konusundaki
Azmi ve İştiyakı
Yüce Allah kullarına hakkı, hakikati göstermek için lütfuyla gönderdiği vahiyleri ve peygamberleri hidayetine vesile kılmıştır. Allah Resûlü (s.a.s.) de yirmi üç yıllık risâleti boyunca hidayete vesile olmak için olağanüstü bir gayret göstermiştir. O’nun bu gayreti Kur’ân-ı Kerim’de, “Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendini harap edeceksin.” (Şuarâ Sûresi, 26/3) diye ifade edilmektedir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kendisine tevdi edilen bu vazifeyi yerine getirmekten başka bir şey düşünmüyor; O’na ne açlık, ne susuzluk, ne maruz kaldığı muameleler ve ne de işkenceler rahatsızlık veriyordu. O’na rahatsızlık veren, uykularını kaçıran, kendini helak edecek noktaya getiren tek şey vardı, o da, Allah’ın dinini insanlara anlatması, Allah’ın lütfuyla insanların bu Din’e inanmaları ve hidayete ermeleriydi.
Efendimiz’in (s.a.s.) Rabbine yönelip O’ndan istekte bulunurken sabah akşam okuduğu duasında şu dört hususa dikkat çektiğini görüyoruz: “Allahım, Senden hidayet, takva, iffet ve insanlara muhtaç olmayacak kadar zenginlik istiyorum.” (Müslim, Zikr 72,78). Allah Resûlü’nün sık sık yaptığı bu duasında “hüdâ”yı istemesini şöyle değerlendirmek mümkündür: Efendimiz’in “hüdâ”dan kastı “Lâ ilâhe illallah” hakikatidir. Nitekim O, bir hadislerinde “İmanınızı sık sık ‘Lâ ilâhe illallah’la yenileyin” (İbn Hanbel, Müsned, 2/359) buyurmaktadır. İnsan için zaman, mekân ve kendi atomları her an değiştiğinden o da maddesi itibarıyla her gün âdeta farklı bir şahıs olmaktadır ve her gün, ihya edilmemiş bir zamana, ölü bir mekâna girmekte ve henüz tenevvür etmemiş ölü bir kısım zerreler onun vücuduna girmektedir. Öyleyse insan, her an “Lâ ilâhe illallah” demek suretiyle “Allahım, Senden hidayet talep ediyor ve şahsî dünyamı aydınlatmanı istiyorum” duygu ve düşüncesi ile imanda yenilenmeye talip olmalıdır. 4
Allah Resûlü, risalet vazifesiyle şerefyâb olunca, “Önce en yakın akrabanı uyar.” (Şuarâ Sûresi, 26/214) emr-i ilahîsi gereği, yakın akrabalarına evinde yemek vermiş, onlara kendisinin Allah’ın Elçisi olduğunu bildirmiş ve kendilerini Allah’ın varlığını ve birliğini kabule davet etmişti. (İbn Hanbel, Müsned, 1/159) Yine bir defasında Safa tepesine çıkarak oradan Kureyş’e seslenmiş ve her bir kabilenin ismini anarak onları Allah’ın azabına karşı uyarmış ve hidayete ermeleri için çağrıda bulunmuştu. (Müslim, İman 355) Görülüyor ki, Efendimiz ilahî ferman gereğince öncelikle kendi akrabalarının hidayete ermelerini istemişti.
Allah Resûlü’nün amcası Ebû Tâlib, kırk yılı aşkın bir zaman O’nu himaye etmiş bir insandı. Mekke müşrikleri O’na ilişmek istediklerinde, aşılmaz bir sur gibi karşılarında önce onu bulurlardı. Ebû Tâlib, nübüvvetin üzerinden on yıl kadar bir zaman geçmiş olmasına rağmen hidayete ermemişti. Artık ölüm döşeğinde, son anlarını yaşamaktaydı. Allah Resûlü’nün, kendisine bunca iyiliği dokunmuş baba yadigarı amcasının ötelere imansız gitmesine gönlü razı olmuyordu. Fırsat buldukça yanına gelerek ısrarla ‘Lâ ilâhe illallah’ demesini istiyor ve “Böyle de ki, sana ahirette şefaat edeyim.” diyordu. Lâkin Ebû Tâlib, o sırada orada bulunan müşriklerin diline düşmekten çekinerek bu telkinlere müspet bir karşılık vermemiş ve son nefesinde “Abdulmuttalib’in dini üzere” diyerek hidayete erme fırsatını kaçırmıştı. Efendimiz bu tablo karşısında çok üzülmüştü. Hıçkırıklarını tutamamış, hüngür hüngür ağlayarak “Men edilmediğim sürece senin için istiğfar edeceğim.” demişti. Ancak bu hadisenin hemen akabinde inen şu ayet, O’nu sinesindeki bu ıstıraptan men etmişti: “(Kâfir olarak ölüp) Cehennem ehli oldukları, açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar (Allah’a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de inananlara.” (Tevbe Sûresi, 9/113).
Efendimiz’in (s.a.s.), en yakınındaki amcasının hidayete kavuşması için gösterdiği bu iştiyak ve azmin, Allah’ın (c.c.) izni ve meşieti olmadıkça bir netice hâsıl etmediği görülmüştür. Yüce Allah, en sevgili kulu ve elçisine insanları hidayete erdiren yegâne iradenin Kendi İradesi olduğunu, Resûlüne düşen vazifenin yalnızca hidayet yolunda mübaşeret ve vesile olmakla sınırlı kalacağını şöyle ifade buyurmuştur: “(Ey Muhammed) gerçekten sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, bilakis Allah dilediğine hidâyet verir. Hidayete erecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas Sûresi, 28/56) Efendimiz, nübüvvetin sonraki merhalelerinde hidayet konusunda kendisine düşen vazifenin şuurunda olduğunu şöyle dile getirmiştir: “Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve salahiyetim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve sizi azdırmak için gönderilmiştir. (Unutmayın ki) Onun da dalâlet hakkında bir söz ve salahiyeti yoktur.” 5
Resûlüllah (s.a.s.) dinin tebliğinde o kadar harîsti ki, hak ve hakikatin anlatılmadığı tek bir kimsenin dahi kalmasını istemiyordu. İslâm’ı neşretmek ve hidayete giden yolları aralamak maksadıyla her fırsatta insanlarla buluşuyor, onlara Allah’a imanı ve teslimiyeti anlatıyordu. Nitekim nübüvvetin 10. senesinde yanına Zeyd b. Hârise’yi de alarak Tâif’e gitmişti. Allah Resûlü’nün iman ve hidayete davet ettiği Tâifliler, O’na karşı çok çirkin ve insanlık dışı bir tavır sergilediler. Ayakları kan revan içinde kalan Nebî (s.a.s.), Utbe b. Rebia’nın bağına sığınmak zorunda kalmıştı. Buna rağmen O’nda yılmayan bir azim, kırılmayan bir şevk ve tükenmeyen bir ümit vardı. Yüce Mevlâ, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Elçisi’ne bu çirkinliği reva gören Tâiflilerin helaki için vazifeli bir melek göndermiş ve dilemesi halinde başlarına azap yağdıracağını bildirmişti. Efendimiz (s.a.s.), kalbleri katılaşmış bu taş yürekli insanların soyundan istikbalde Allah’a iman edecek tek bir kimsenin bulunabileceği ümidiyle helak olmalarına razı olmamış ve küfrün bataklığındaki bu insanları hidayete erdirmesi için Rabbi’ne dua ve niyazda bulunmuştu. (Buhârî, Bed’u’l-halk 7)
Allah Resûlü (s.a.s.), insanları hidayete erdirmesi için Rabbine dua dua yalvarır ve kendisini muvaffak kılmasını isterdi. Yemen’in Devs kabilesine mensup Tufeyl b. Amr, Mekke’ye gelerek İslâm’ı kabul etmişti. Mekke’ye ikinci kez geldiğinde, kavminden gördüğü eziyetlerden dolayı Nebî (s.a.s.)’a şikayetçi olmuş ve onlar hakkında beddua etmesini istemişti. Resûl-i Ekrem dua için ellerini kaldırmış, bu esnada orada bulunanlar: “Devsliler yandı.” demişlerdi. Âlemlere rahmet olan Kutlu Nebî: “Allahım, Sen Devs’e hidayet nasip et ve onları İslâm ile müşerref kıl!” diye hidayet için dua etmiş ve Tufeyl’e (r.a.) de: “Sen yumuşak bir üslupla tebliğine devam et.” talimatını vermişti. Hz. Tufeyl kavmine döndüğünde, bu duanın bereketiyle çok güzel neticeler elde etmişti. (Buhârî, Meğâzî 77) Nitekim en çok hadis rivayet eden sahabi olarak tanıdığımız Hz. Ebû Hüreyre, Tufeyl’in (r.a.) kılavuzluğu sayesinde bir rivayete göre Mekke döneminde iken hidayete kavuşmuştu. 6
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), insanların hidayete ermelerine vesile olabilmenin, onlara güzellikle muameleden, kolaylık göstermekten, sert ve haşin tavırları terk etmekten, muhataba değer vermekten, ülfet ve yakınlaşma tesis etmekten, tatlı ve yumuşak bir üslupla gönüllere hitap etmekten, müşterek noktaları yakalamaktan ve hediyeler vererek kalıcı dostluklar kurmaktan geçtiğini biliyor ve beşerî münasebetlerde bu kaidelere uymaya itina gösteriyordu. 7 Bu konuda ashabına da tavsiyelerde bulunuyor ve gerektiğinde onları yumuşak bir üslupla uyarıyordu. Zira başkalarının hidayetine vesile olacak kimsenin insanî ilişkilerde en güzel ahlakî erdemleri bizzat yaşayarak temsil etmesi çok büyük önem arz ediyordu. Nitekim Allah Resûlü, Yemen halkının isteği üzerine, onlara ashabın en mümtaz muallimlerinden Muaz b. Cebel’i gönderirken, “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhârî, İlim 12) tavsiyesinde bulunmuştu. Ahalisi Hıristiyan olan bu bölge insanlarının hidayetine vesile olacak usûlü de ona şöyle bildirmişti: “Yemen halkını önce Allah’tan başka ilah olmadığını, Muhammed’in de Allah’ın kulu ve elçisi olduğunu kabule çağır! Bunu kabul etmeleri halinde beş vakit namaza, bunu da kabul etmeleri halinde mallarının en seçkinlerinden olmamak üzere belli miktarda zekât vermeye çağır!” (Müslim, İman 29) Efendimiz (s.a.s.) bu tavsiyeleriyle, insanların hidayetine vesile olabilmek için tedriciliğe ehemmiyet verilmesi ve en güzel kılavuzluğun sergilenmesi gerektiğine işaret etmektedir.
Azim, sabır ve kararlılıkla hedefe kilitlenip neticeyi Allah’tan (c.c.) beklemek, hidayete vesile olma hususunda muvaffakiyet için olmazsa olmaz bir prensiptir. Bu konuda Allah Resûlü’nün hayatı eşsiz örneklerle doludur. Hakem b. Keysân savaşlardan birinde esir alınmış ve Resûl-i Ekrem’e getirilmişti. Efendimiz ona İslâm’ı arz etmiş, fakat o bunu kabul etmemişti. Nebî (s.a.s.) teklifini ısrarla sürdürmüş ve onun hidayetine vesile olmak istemişti. Öyle ki, Hz. Ömer, Hakem’in Resûlüllah’ın davetine karşı gösterdiği bu menfi tavır karşısında dayanamamış ve bir an önce onun boynunun vurulmasını istemişti. Allah Resûlü buna rağmen Hakem’i ikna etmek için davetine devam etmiş ve nihayet Allah (c.c.) Hakem’e (r.a.) hidayet nasip etmişti. Resûlü Ekrem ashabına dönerek: “Biraz önce size uymuş olsaydım onu öldürecektim ve o da cehennemlik olacaktı.” buyurmuş ve daha sabırlı olmaları gerektiğini ima etmişti. Hz. Ömer’in ifadesiyle, Hakem b. Keysân (r.a.) hakikaten ihlaslı bir Müslüman olmuş ve Allah (c.c.) yolunda pek çok cihada iştirak etmişti. 8
Hidâyete Vesile Olmanın Mükâfatı
Yüce Allah, kulun mübaşereti ve sebeplere sarılması neticesinde hidayete giden yolda muvaffakiyet lütfedecektir. Bu hususta kula düşen, sebepleri araştırmak, vesilelere sarılmaktır. Kur’ân-ı Kerim, hakka ve hakikate götürecek vesileler aranması konusunda şu teşvikte bulunur: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. (Kur’ân ve kâinat kitabını mütalâa ile tanımaya çalıştığınız) Rabbinize karşı saygılı olun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın!” (Mâide Sûresi, 5/35) Efendimiz (s.a.s.) de son nefeslerine kadar hidayet yolunda ashabına ve ümmetine rehberlik etmiştir. Sonraki devirlerde Nebî’nin (s.a.s.) varisleri olan Allah dostları, erenler ve âlimler farklı yollardan, değişik usullerle Rab’lerine yürümüşler, hakka ve hidayete giden yolda insanlara vesilelik ve kılavuzluk etmişlerdir.
Allah Resûlü, bir hayra vesile olan ve hidayete çağrıda bulunanı Allah katında büyük bir mükafatın beklediğini müjdelemektedir: “Kim hidayete çağrıda bulunursa, kendisine tabi olanların sevapları kadar ona sevap verilecek ve tabi olanların sevaplarından da hiç bir şey eksilmeyecektir. Kim de dalalete davet ederse, kendisine tabi olanların günahları kadar günah ona verilecek ve tabi olanların günahlarından da hiç bir şey eksilmeyecektir.” (İbn Mâce, Sünnet 14) Yani hayra vesile olan bir müesseseye öncülük etmiş, katkıda bulunmuş veya gelecek nesillerin yetiştirilmesi için eğitim seferberliğine iştirak etmiş bir kimse, bütün bu sa’y u gayretinin neticesini bir gün mutlaka karşısında görecek ve amel defteri hiç kapanmayacaktır.
İnsanların hidayetine vesile olanlar da aynı şekilde dünyevî ve uhrevî mükafata nail olacaklar ve kazandıkları bu yüce vesilelik payesi onlar için tükenmeyen bir sermaye olacaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Hayber’de muharebenin en kritik anlarında Hz. Ali’yi yanına çağırarak ona sancağı vermiş ve sonrasında çok önemli bir tavsiyede bulunmuştur: “Ey Ali, sen şimdi Hayberlilere iyice yaklaşıncaya kadar sükûnetle ilerle. Sonra onları İslâm’a davet et ve üzerlerine vâcip olan İslâmî esâsları onlara haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin irşadınla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin kırmızı develere sahip olmandan” (Buhari, Megâzî 39) -bir başka vesileyle ifade buyurdukları gibi- “üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır!” (Hudarî, Nûru’l-Yakîn, s. 255) Bu da gösteriyor ki, Efendimiz’in işaret buyurduğu gibi, gönlünü Allah’ın rızasını kazanma ufkuna yöneltmiş bir mü’min sadece kendi kurtuluşu değil, adanmış bir ruhla bütün bir insanlığın kurtuluşu için çalışmayı kendisine vazgeçilmez büyük bir fazilet ve mesûliyet bilecektir. Öyle ki, ashabın bu husustaki fedakarlık ve gayretleri dillere destandır.
Netice-i kelâm, Yüce Mevlâ hidayeti her halükarda kendi izni ve dilemesine bağlamıştır. O (c.c.) dilemeden ve rıza göstermeden hiç kimsenin hidayet vermesi mümkün değildir. Ancak O’nun lütfu ve inayetiyle hidayete ermek mümkündür. Bununla birlikte Allah (c.c.) rahmeti ve lütfu gereği, gönderdiği peygamberleri, ilahî vahiyleri, Din’in mukaddeslerini ve sevdiği kullarını hidayetine birer vesile olarak kabul edeceği müjdesini vermiştir. Bu münasebetle Allah Resûlü (s.a.s.) de ömrü boyunca insanların hidayeti için olağanüstü bir gayret ve çaba göstermiştir; göstermiştir çünkü, bir insanın ebedî mutluluk veya azabı bu vazifeyi ifa ve liyakat keyfiyetine bağlı kılınmıştır.
Efendimiz (s.a.s.) insanların hidayete ermesi konusunda o kadar harîs davranmıştır ki, O’nun bu iştiyakı Allah tarafından, “İnanmıyorlar diye nerdeyse kendini harap edeceksin.” diye tadil ve takdir edilmiştir. Zira hidayete erdirmek, Peygamber’in (s.a.s.) salahiyetinde değil, ancak Allah’ın (c.c.) mutlak iradesine bağlı ilahî bir lütuf ve tasarruftur. Resûlüllah’ın nazarında, bir insanın hidayetine vesile olmak, yeryüzündeki en değerli varlıktan daha kıymetli bir hadisedir. Allah Resûlü ashabını böylesine bir adanmışlık ruhu ve vazife şuuruyla terbiye etmiş ve onlara, yeryüzünde hakkı ve hidayeti (Din-i Mübin-i İslâm’ı) herkese ulaştırmaları ufkunu en yüce hedef olarak göstermiştir.
* oguner@yeniumit.com.tr
Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
Dipnotlar
1. Râgıb İsfahânî, el-Müfredât, “Hdy” maddesi.
2. M. Fethullah Gülen, Kader, s. 112
3. M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler, 2/192
4. M. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları, s. 171
5. Ali el-Muttakî, Kenzu’l-Ummâl, 1/546
6. İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, 3/287. Ebû Hüreyre'nin geç Müslüman olduğu ve buna rağmen çok fazla hadis rivayet ettiği yönündeki olumsuz iddia ve isnatların dayanaktan yoksun olduğu anlaşılmaktadır.”
7. Bkn. Ahmet Önkal, Rasûlüllah’ın İslâm’a Da’vet Metodu, s.150-195.
8. Kandehlevî, Hayâtu’s-sahâbe, 1/75-76.
.
|
Bugün 579 ziyaretçi (786 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|