BİR DEVRİMİN ANATOMİSİ
İÇİNDEKİLER
BİR DEVRİMİN ANATOMİSİ
Kadri Çelik
www.KadriCelik.com
Kadri Çelik'in Şiirlerini okumak için
TIKLAYINIZ
Tarama & Tashih & eKitap
www.islamkutuphanesi.com
Dualarınızda Bizleri Unutmayın...
©Bu değerli eserin tüm yayın hakları, Değerli Hocamız Kadri Çelik'e aittir
ÖNSÖZ
Rahman ve Rahim Allah'ın Adıyla
"Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öçlerini alanlar) başka. Zulmetmekte olanlar nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir." (Şua-ra/227)
1979 yılının Şubat ayında dünya büyük bir olaya şahid oldu. Büyük ve inanılmaz bir olaydı bu: İslam devrimi!.. Batı ve Doğubuna bir türlü inanmak istemiyordu. 14 asırdır yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm inkılapçı önderlerin uğruna canları pahasına yıllarca savaştıkları, can ve kan verdikleri ama bir türlü ulaşamadıkları bir hedef ve idealdi bu. Ama dünya çok geçmeden bu şaşkınlıktan kurtularak kendine geldi ve rüya olmasını istedikleri bu olayın bir gerçek olduğunu gördüler. İmam Humeyni (r) önderliğinde milyonluk İran milleti kıyam etmiş, iki süpergücün gözleri karşısında ve dünyanın neredeyse artık İslam'ı sosyal ve siyasal arenada unutmaya başladığı sözde uzay çağında bir inkılab yapmıştı. Bu sıradan bir ihtilal veya hükümet değişikliği değildi. Bu inkılab dünyadaki kurulu düzene karşı bir alternatifti. Mısır'da "İhvan-ı Müslimin" teşkilatının dağılım ve bitimin eşiğine geldiği bir zamanda artık bazı müslümanlar da İslam'ın 20'nci yüzyılda siyasi, kültürel ve toplumsal alanda başarılı bir çalışma aergileme gücüne sahip olabileceği hususunda şekkeder bir hale gelmişti. Kısacası tüm dünya müslümanları,
"Yoksa sizden önce gelip geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk öyledayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki sonunda elçi beraberindeki müminlerle; "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyordu.Dikkat edin şüphesiz Allah'ın yardımı pek yakındır." (Bakara/214)
ayetindeki acınacak duruma düşmüştü. Lakin gerçekten de Allah'ın yardımı yakındı ve bir anda Allah'ın 20'nci yüzyıl insanına olan rahmeti tecelli etti. İmam'ın tabiriyle o "nur patlaması" olan inkılab vücuda geldi. Ama kafirler bir türlü buna inanmak istemiyordu. Dünya vurguncuları, Allah'ın bu nurunu ya hiç görmemek için devekuşu misali kumlar arasına gömülmüş veya yarasalar misali gözlerini kapamış ya da zayıf üfürükleriyle Allah'ın bu sonsuz ve sönmek bilmeyen nurunu söndürmeye çalışmışlardı. Ama her üç çaba da boşunaydı. Zira devekuşu da birgün gelecek başını kumdan çıkaracak, yarasa da gece olunca gözlerini açacak ve üfürükçülerin de üfürükleri bir gün tükenecek ve her üç halde de bu ilahi nuru, fersiz gözleriyle göreceklerdi. Nitekim de öyle oldu. Dünya bu gerçeği gördü görmesine ya; hakkıyla takdir edemedi, tüm gerçeğiyle değerlendiremedi. Bu inkılâbın tarihsel köklerine ve geçmişine uzanmadan hemen bir takım yüzeysel değerlendirmelere ve tahlillere başvurdular.
Kimine göre birkaç gün, kimine göre hafta, kimine göre ay ve kimine göre de yıl sonra bu inkılab kendi kendini yeyip bitirecek ye sözüm ona insanın artık Ay'a ayak bastığı 20'nci yüzyılda uzun bir zaman ayakta duramayacaktı. Bu tutarsız değerlendirme veöngörülerinin "ya tutarsa" kabilinden şeyler olduğunun geç farkına varan Batı dünyası, bu defa Saddam gibi cani bir kuklaya tarihi bir görev verdi. Saddam kendine verilen bu tarihi ve unutulmaz misyonun sarhoşluğu içinde, artık batılıların anladığı anlamda; güçlü bir ordusu kalmamış Tahran hükümetini devireceğini ve birkaç gün içinde Tahran'da bunu bir de kahve içerek kutlayacağını ilan etmişti. Saddam kahve içmeye, Batı da şampanya patlatmaya hazırlanırken, Allah-u Teala da yeryüzü mustaz'aflarına verdiği sözünü gerçekleştirmek istiyordu. Zira Allah-u Teala "Biz ise yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz." (Kasas/5)
Buyurarak sonunda mustaz'afların müstekbirlere galip geleceğini va'detmişti. Şüphesiz ki Allah-u Teala sözünden de dönmezdi. Gel gör ki alemde gerçekleşen her olayı yüksek okullarda öğrendikleri akademik donelerle tahlil eden Batı ve batılı kafalar, yine yanılmıştı. Saddam kuklasının da bir şey yapamadığını görünce bu defa tarihi "truva atı "nı devreye sokarak binlerce entrika, desise ve komplolara başvurdular. Ama yine de "ya tutarsa" dedikleri mayalan bir türlü tutmak bilmiyordu. Bu zavallı insanlar her ne hileye başvurdularsa mutlaka bir karşı hile ile karşılaştılar. Neydi bu karşı hile? Şüphesiz ki bu hile ve düzen Allah'ın kafirler için kurduğu düzendi.
"Onlar bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah düzen kurucuların en hayırlısıdır." (Al-i İmran/54)
Ama acı olanı şu ki bu platformda ruhu ve cesediyle medyanın etkisinde kalan dünya müslümanlan da İslam devrimi hususunda yanlış bir takım düşüncelere saplandılar. İslam devrimi hakkında aydın ve entellektüel kafalar, olmadık şeyler söylediler.
Hâlbuki bunun sağlıklı bir değerlendirilmesi yapılabilirdi. Hatta bizzat imam bu tutarsız değerlendirmeler karşısında "Yahu bunlar neredeyse benim Merih'ten geldiğimi iddia edecekler." diyerek alaylı bir eleştiride bulunmuştu. Gerçekten de ne İmam Merih'ten gelmişti ve ne de bu inkılab "tanrıların arabaları" yazarının iddia ettiği hayali tanrılar eliyle gerçekleşmişti. Bu inkılab yeryüzünün en mustaz'af halklarından biri olan müslüman ve inkılapçı Iran halkının cihadı ve mustazafların önderi olan İmamHumeyni'nin rehberliği ve hepsinden de önemlisi Allah'ın iradesiyle gerçekleşmişti.
İslam devrimi artık onbeşinci yılına girmiş bulunmakta. Allah'ın inayetiyle gittikçe de güçlenecek, kalkınacak ve 21'nci yüzyılda dünya insanlanna bir alternatif olarak kalacaktır. Yeryüzünde Allah'ın hilafeti ile beşerin firavunluğu karşı karşıya gelecek ve müstekbirler dışında tüm dünya mustazafları ilahi hilafeti tercih ederek, yıllardır insana olmadık zorluklar yaşatan müstekbirlerinhakimiyetini reddedecek, Allah'ın hakimiyeti, altına girecektir.
"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah, her şeye güç yetişendir." (Al-i İmran/189)
Evet, göklerde hiç bir mülk iddiasında bulunamayan yeryüzü firavunları yeryüzünde de hiçbir hükümranlık iddiasında bulunamazlar. Tüm alem Allah'ındır ve her yerde Allah'ın emri ve kanunları geçerlidir.
İslam inkılabını iyi tanıyabilmek için şüphesiz ki tarihteki devrimci hareketleri ve köklerini iyi tanımak ve tahlil etmek gerekir. Bu yüzden biz ilk önce İslam tarihindeki devrimci hareketleri genel hatlarıyla özet olarak ele alıp inceleyecek ve tarihi köklerini tahlil edeceğiz. Şüphesiz ki çaba bizden, bazen ise Allah'tandır. Allah başarıya ulaştıranların en hayırlısıdır. Başta da sonda dahamd Allah'adır.
1.BÖLÜM
İSLAM TARİHİNDEKİ DEVRİMCİ HAREKETLER
TARİHİNDEKİ DEVRİMCİ HAREKETLER
İslam tarihindeki ilk devrimci hareket şüphesiz ki Resulullah’ın başlattığı islami ve ilahi hareketti.
Allah Taalla cahiliye bataklığına gırtlağına kadar batmış olan insanları kurtarmak için bir elçi göndermiş ve bu elçi (Hz. Muhammed)Allah'tan aldığı emir ve talimatlar ışığında bütün bir insanlığı kurtarmaya çalışmıştı. Resulullah (s.a.a), cahiliye batağına batmış olan insanlığı kurtarmak için ilk önce ne yapmıştı? Şüphesiz ki ilk yaptığı şey yeryüzündeki sahte ilahları inkar etmekti. Yeryüzünde Allah'tan başka tüm ilahları yok etmekti.
"De ki: Hak geldi batıl yok oldu. Hiç şüphesiz batıl yok olucudur.'(İsra/81)
Resulullah yeryüzünü işgal etmiş olan sahte tanrıları inkar edince bütün bu ilahların yerine bir tek ilahı geçiriyor ve "Allah'tan başka tanrı yoktur." diye haykırıyordu. Ama beyin ve düşüncelerine kadar esir düşmüş sefiller buna tahammül edemiyorlardı. Onlara bütün ilahlarını terkedip bir tek ilaha ibadet etmek çok ağır geliyordu. Şu andaki beşeri düşünce kullarına da bütün bu beşeri ilahlarını bırakıp sadece Allah'a tapmak bir o kadar zor ve ağır gelir. Bunlar Amerika'da kölelik kanununu lağvedilince buna karşı çıkıp "biz kölece yaşamaya alıştık, hür yaşayamayız" diyen zavallı insanlara ne kadar da benziyor. Bunlar sözkonusu sahte tanrıları olmazsa nefes dahi alamayacaklarına inanmışlardır, işte bu yüzden ilk etapta "lailahe illallah" nidasını duyan müşrikler hemen elleri dilleri ve kalemleriyle saldırıya geçtiler. Ama Resulullah bütün bu saldırılar ve ihanetler karşısında daha da bir azimlendi ve uzlaşmaz bir tavır takındı. Resulullah hayatı beyanca bu tevhidi hakikati ikame etmek için çalıştı. Resulullah'ın toplumda ikame etmeye çalıştığı temel ilkeler başlıca tevhid, ilahi hilafet (yani Allah'ın devletinin hükümranlığı) ahiret ve toplumsal adaletti. Bütün bu hedefi uğruna tam yirmi üç yıl boyunca çalıştı, İmam'in deyimiyle birgün bile olsun rahat yüzü görmedi. Bütün bu zahmetlere katlandı, ama asla kafirlerle uzlaşma yoluna gitmedi. Resulullah isteseydi bu hedefine daha kolay ve rahat erişebilirdi. Ama o bunu yapmadı. Hedefine ulaşmak için meşru olmayan metod ve vesilelerden istifade etmedi. Etmeyi aklından bile geçirmedi ve sonunda da hedefine ulaştı. İslam insanın hedefine ulaşması için meşru olmayan yollardan istifade etmesine razı olmaz. Örneğin fakiri doyurmak güzel bir şeydir. Ama insan haram yoldan para elde ederek bir fakiri doyuracaksa Allah bunu kabul etmez. Nitekim "Allah sadece takva sahiplerin den kabul eder." ayeti de bunu beyan etmektedir. Takva ile hırsızlığın uzlaşmayacağı da bilinen bir şeydir. Bu yüzdendir ki peygamber de İslam'ı hakim kılmak için sadece İslam'dan yardım aldı ve İslami metod ile hareket etti. Resulullah'ın (s.a.a) en büyük özelliği de kararlılık ve uzlaşmazlığı idi. Kafirlerin her türlü teklifini reddederek hakimiyet hususunda bütünüyle Allah'a teslim olmak gerektiğini ifade ediyordu.
Peygamber'in hanımlarından biri olan Mariye-i Kıbtiye "İbrahim" adında bir çocuk dünyaya getirdi. Rasulullah bu çocuğa büyük bir ilgi ve muhabbet gösteriyordu. Ama daha 18 ay gibi az bir zaman geçmişti ki İbrahim dünyadan ayrıldı. Peygamber bu hadiseden çok etkilendi ve gözyaşı dökerek şöyle buyurdu: "Ey İbrahim gönüller yanıyor ve gözler ağlıyor senin için. Biz senin içinüzgünüz. Ama Allah'ın razı olmadığı bir şeyi de söyleyemeyiz."
Tüm müslümanlar bu hadiseden etkilenmiş, rahatsız olmuşlardı. O gün tesadüfen güneş tutulması meydana geldi. Müslümanlar: "Güneş tutulması yukarıdaki alemlerin de aşağıdaki alemler ve peygamberlerle uyum içinde olduğunun nişanesidir. Bu hadise peygamberin oğlunun vefatı için vücuda gelmiştir."(l) dediler.
Elbette ki bu hadisenin denildiği gibi peygamberin oğlu İbrahim'in vefatı dolayısıyla olmasının hadd-i zatında hiç bir mahzuru yoktur. Hatta peygamber için tüm alemlerin bile alt-üst olması mümkündür. Zira Allah-u Teala tüm alemleri efendimizin (s.a.a) bereketiyle yaratmıştır. Ama bu olay öyle denildiği gibi değildi. Sıradan bir tabiat olayı idi sadece Peygamber bu sözleri duyuncaçok üzüldü. Sükutu bile caiz görmeyerek hemen minbere çıkıp müslümanlara güneşin İbrahim'in vefatı sebebiyle tutulmadığını ve bunun sıradan bir tabiat olayı olduğunu söyledi.
İşte Peygamberler ve Allah'ın gerçek velileri ile çağdaş pragmatist siyasetçilerin farkı da burdadır. Pragmatist siyasetçilerhalka hükümet etmek için her türlü vesileden istifade etmeyi caiz bilirler. Onların tek hedefi hükümetin başına geçmektir. Hükümete giden yolda kendi inançlarından dahi taviz ve ödün vermekten sakınmazlar. Meşru ve gayr-i meşru her türlü fırsatı değer-
1) Hikayeler ve Hidayetler/s. 14
lendiıir, ganimet bilirler. Halkın cehaletinden istifade eder. olmadık hadiseleri kendilerine isnad ederler. Hatta bazılarını bir takım doğa olaylarını bile kendi yolunun haklılığının bir şahidi olarak gösterdikleri dahi görülmemiş birşey değildir. Mesela Saddam, savaş yıllarında İran'da vuku bulan deprem olayını da iran'ın haksız, kendisinin ise haklı olduğuna bir delil kabul etmişti.
Âmâ peygamberler ve Allah'ın velileri böyle değildir. Onlar hükümeti bile bir araç olarak düşünürler. Onların asıl amaçları Allah'tır. Allah'ın rızasına uygun olmayan her metodu reddeder ve sadece O'nun razı olduğu yolları denerler. Peygamber (s.a.a) de halkın bilgisizliğinden istifade ederek bu tabii olayı da kendine mal edebilirdi. Bu yolla bazılarının da iman etmesi ve bazı müslümanların ise imanının güçleneceği kesindi. Ama Peygamberin metodu bu değildir. Peygamberler daima ilahi ilim ve hikmet üzere hareket ederler.
Peygamber (s.a.a) İslam'ın ruhuna uymayan hiç bir metodu kullanmamıştır. Nitekim bazı Arap kabileleri de Medine'ye, peygamber'in huzuruna gelerek şöyle dediler: "Ya Rasulallah, bizim şu üç şartımızı kabul edersen biz de müslüman oluruz. Bu şartlarımızşunlardır:
1-İzin verin bir yıl daha kendi putlarımıza tapalım.
2-Namaz bizlere çok ağır geliyor. İzin verin biz kılmayalım.
3-Bizlerden o büyük putumuzu kırmamızı istemeyiniz."
Peygamber onlara cevab olarak şöyle buyurdu: "Sadece üçüncü şartınızı kabul edebilirim. (Yani siz kırmazsanız biz kırarız.) Amadiğer iki şartınızı asla kabul edemem." (1)
Görüldüğü gibi Peygamber "Bunca Arap kabilesi yanıma gelmiş, müslüman olmak istiyor. Ben de şu anda bu şartları kabuledip hâkimiyetimi güçlendirir ve daha sonradan bu şartları reddederim" dememiştir. Açıkça reddetmiş, böyle bir metodu caizgörmemiştir.
Bizler de tıpkı peygamberler gibi davranmalı ve İslami olmayan metodları kullanmayı aklımızdan bile geçirmemeliyiz. Amacına ulaşmak için her türlü yolu meşru bilen kapitalist ve menfaatçı düşünceden uzak durmalıyız. Peygamberin metodunu izlediği için zafere ulaşan İran İslam inkılabını kendimize örnek edinerek inkılabi bir metodu takib etmeliyiz. Aksi taktirde daima kandırılacak, aldatılacak ve kurnaz siyasetçilerin siyasi kulislerinde
(1) Hikayeler ve Hidayetler/s. 23
oynatılan bir kukla olmaktan öteye geçmeyeceğiz, Peygamber ile tağutların hesaplaşması mücadele ile direniş meydanlarındadır; siyasi kulislerde değil
İslam inkılabı da şüphesiz ki kendine ilk etapta peygamber'i örnek almıştı, Peygamber'in kafirler karşısındaki azimli ve uzlaşmaz tavrını takınmıştı, iktisadi ambargoyu ve düşman saldırıları karşısında hep Şi'b-i Ebi Talib'de üç yıl boyunca sıkıntılı günler yaşayan Ve Taif’te taşa tutulan peygamber'i anarlardı. İslam inkılâbı rehberi birçok konuşmasında buna işaret ediyor ve büyük bir kararlılıkla peygamberi metodun takib edilmesi gerektiğini vurguluyordu,
İslam tarihindeki devrimci hareketlerin biri de şüphesiz ki Hz. Ali'nin toplumda başlattığı hareket idi. Hz. Ali de bu inkılapçı ve Uzlaşmacı tavrını rehberi ve önderi Resulullah'tan almıştı. Hilafetin başına geçtiği güne kadar kafirlere, daha sonra da inandığı İslami düşmanın karşısında yer alanlara karşı amansız ve uzlaşmacı bir tavır sergilemişti.
Şüpheiil ki Hz. Ali fırsat bulsaydı Resulullah (s.a.a) gibi adil bir İslami düzen kuracak ve o günlerde vuku bulan bütün haksızlık, fitne ve karışıklıkları İslah edecekti. Ama Hz. Ali (a.s) için en önemli olan olan islami toplumunda tevhid ve adalet ilkelerinin (kamiliydi, Tevhid ve adalet ilkelerinin ikame edilmediği bir toplumda hiç bir ay yapılamazdı. Tabiri caizse bu iki ilke İslam toplumunun temeli konumundadır. Bu temel olmaksızın hiçbir ilke bina edilemez ve dolayısıyla da ilk önce bu temelin atılması gerekirdi. Ama bunun için attığı ilk adımda karşısında üç ayrı grubun yer aldığını gördü. Kimdi bu üç grup? Biz şu anda İslam tarihini yaymak niyetinde olmadığımız için sadece olayların kendisini naklediyor ve değerlendirmeyi muhterem okuyuculara bırakıyoruz. Adalet ve tevhid abidesi Hz. Ali'nin karşısında yer alan bu üç grup şunlardı:
1-Nakisin: Yani ahdini bozanlar. Bu grubun önde gelenleri Talha Zübeyr ve Aişe idi. Bunlar ilkönce harekete geçerek Basra'yı aldılar. Hz. Ali (a.s) onları takib etti ve onlarla savaştı. Bu savaşta Talha ve Zübeyr öldürüldü ve cemel ashabı diye bilinen bu grup da böylece dağıtılmış oldu.
2-Kasitin: Yani zalim ve hakikatten uzaklaşmış grup. Bunla
rın başı da Muaviye idi. Hz. Ali (a.s) Muaviye ile Sıffın'de savaştı ve bu savaşta yüzbinden fazla insan öldü. Ama Hz. Ali yine de nihai amacına ulaşamadı.
3-Marikin: Yani dinden çıkanlar. Bunlar da tarihte Hariciler olarak bilinen grup idi. Hz. Ali Nehrevan denilen yordo onlarla da savaştı ve kaçan birkaç kişi dışında onların tamamını öldürdü. (1)
Görüldüğü gibi Hz. Ali (a.s) İslam ruhunun ve adaletin ilkelesinin Çiğnenmesi karşısında büyük bir kararlılık ve uzlaşmazlık örneği sergilemiş ve bu yoldaki azmi karşısında hayrete düşüp "Ey Ali, yahu bütün bunlar haksız da bir sen mi haksızsın?" deyince o eşsiz ve tarihi, sözünü ifade ederek "sen Hakk'ı tanı; haklıyı da tanırsın." demiştir. Hz. Ali, inandığı yolda hiç kimseye taviz verme, hiç bir İslam dışı unsurdan istifade etmemiştir. Gerçekten ''İnsan bu yaşlı adalet aşığının, elinde kılıç ömrü boyunca inandığı dava uğruna savaştığını görünce, günümüzdeki demokratik burjuva rejimini restorize edip İslamileştirmeye çalışan zavallı 'Aydınlarımıza gülmekten ve onlara acımaktan kendini alamıyor insan gerçekten de inandığı gibi yaşama gayreti içinde olamayınca bu defa yaşadığı gibi inanma sefaletine düşüyor.
Adalet ve tevhid uğruna birkaç insanın öldürülmesi karşısında feryad edip buna İslam adına karşı çıkanlar ilkönce adalet ve tevhid uğruna yüzbinlerce insanı (bunlar arasında birçok sahabi de vardı) öldüren ve zülfikarıyla batılın gözünü oyan bu adalet aşığı Ali'ye karşı çıktıklarını bilmiyorlar mı? Şimdi kimi kınadıklarını Veya kime terörist dediklerini anlamayacaklar mı?
Evet bütün bu olayları ve nedenlerini tafsilatlı olarak ele almak bile ayrı bir kitap yazmayı gerektirir. Biz ise sadece İslamtarihindeki devrimci hareketleri ele alıp incelemek istediğimiz için bu kadarıyla yetiniyor ve okuyucuları bu konuda yazılmış mufassal kitapları okumaya davet ediyoruz.
Evet gerçekten de İran İslam inkılabı rehberi, Hz. Ali'den büyük dersler almıştı. Birçok konuşmasında Hz. Ali'yi takib ettiğini söylüyor ve inandığı davadan taviz vermenin İslam ve müslümanlar için ne kadar büyük bir kayıp olacağını çok iyi biliyordu. Nitekim bir Fransız dergisi İmam ile yaptığı bir röportajında "İslam devleti kuracağız" diyorsunuz. Bu "İslam devletinden maksadmız nedir? Aklımıza gelen ilk şey Osmanlı veya Suudi tipi bir devlet tarzıdır. Sizin İslami devletiniz bunların hangisi gibi olacaktır?" diye sorunca İmam (r) şöyle cevab vermişti:
"Bizim kurmak istediğimiz İslam devleti modeli Resulullah (s.a.a) ve Hz. Ali (a.s) zamanında var olan devlet modelidir."(2)
Evet görüyoruz ki hem İslam inkılaba rehberi ve hem de inkılapçı İran halkı, ilk olarak Resulullah'ı (s.a.a) daha sonra da Ali (a.s)'ı
1)Furu-i Velayet/s. 364
2)Sahife-i Nur c. l, s. 502
Kendine örnek ve model almıştır, islam inkılabının köklerinde asla zulüm ile ulaşma, saraylarda ve kafirlerle barış içinde yaşama modeli görülmez aksine Allah-u Teala'nın "Ey Peygamber kafirlerle Ve münafıklarla cihad et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran, Onların barınma yerleri cehennemdir. Ne kötü bir yataktır o" (1) ayeti gereğince daima kafirler münafıklar ve fasıklarla cihad edilmiş onlara karşı sert ve caydırıcı davranılmıştır. Allah'ın bu açık sözüne rağmen kafir, münafık ve fasıklarla barış içinde yaşama teklifi sunanlar, onlara karşı ayetin tam tersine yumuşak ve uzlaşmacı olanlar hangi şeye dayanıyorlar? Bunların bizim bildiğimiz Kur'an dışında bir kaynakları mı; var, bilemiyoruz? Ama bilinen gerçek şu ki ne Resulullah (s.a.a) ve ne de Hz. Ali kafirler, münafıklar ve fasıklarla uzlaşmamış, onlara karşı yumuşak ve çekici olmamıştır. Aksine sert ve caydırıcı bir tavır sergilemiş sadece iman eden kardeşlerine karşı merhamet örneği göstermişlerdir. İran islam inkılabının dünya küfür düzeni karşısındaki gururlu zaferi de bu metodun haklılığının ifadesidir. Tarihboyuna bunun dışında bir takım metodlara başvuranlar yenilgiye uğramış telil olmuş ve yaptıklarından pişman olmuşlardır olmasınada; son pişmanlık fayda vermemiştir onlara. Ne mutlu bütün bu olanlardan ibret alanlara...
Kafirlerle uzlaşmanın yollarını arayanlar bilmelidir ki kafirler artık sonlarının geldiğini ve yeryüzünde kurulacak olan ilahi bir nizam sayesinde beşeri zulüm ve sömürü düzenlerinin sona ereceğini çok iyi biliyor, görüyor, hatta bu çöküntünün çatırtılarını bile duymaya başlıyorlar. Bu yüzden teselli de lazım ya; buna inanmamaya çalışıyorlar. Aydınlan, toplumda hayali de olsa kendilerine yardımı dokunabilecek herkesi ekranlara toplantılara davet ediyorlar. Ama gerçek şu ki ilacın ecele faydası yoktur. Artık ecel gelmişse hiç bir ilacın etkisi yoktur.
"De ki: "Hak geldi batıl yok oldu.
Hiç şüphesiz batıl yok olucudur." (İsra/81)
islam bir nurdur. Diğer din ve düşünceler ise birer zulmet ve ve karanlıktır. Nur ile zulmet bir arada olamaz. Nur geldi mi yazulmetler gidecek, ya da nurdan istifade ederek aydınlanacak ve başka bir tabirle hüviyetini değiştirecektir. Bunun başka bir çözümünü aramak akıntıya kürek çekmek gibi abes ile iştigaldir ki akıl sahiplerini bundan tenzih ederim.
Bu bağlamda hizbullahi ve inkılapçı metoddan ödün vererek siyaset arenasında bu yıpranmış boğalar karşısında acziyet ifadesi çığlıkların etkisinde kalanlar da yarın yaptıklarının ne kadar büyük bir yanlış olduğunu görünce pişman olacak. Ama kendilerini tenzih noktasında bu son pişmanlıkları da fayda vermeyecektir.
Tarih boyunca kendiliğinden uslanıp da haklıya hakkını veren bir tek zalim görülmüş müdür? "Hak verilmez; alınır" hakikatini ne de çabuk unuttuk. Hakkı ikrar eden zalimler bile haklıya hakkım vermezken, nasıl olur da hakkı tümüyle inkar eden zalimlerden meded umarız. Buna akıl erdirmek çok güç!
Şimdi kıssadan hisseler alana ibretli bir öykü nakledeyim: "Memnun diyor ki "Birgün babamın yanında oturmuştum kiİmam Musa b. Cafer (a.s) çıkageldi. Babam (Harun Reşid) koşarak İmam'ı kucakladı ve onun meclisin üst kösesine oturttu. Babam İmam'm heybeti karşısında zelil bir köle gibi oturmuş bir türlü konuşmaya cesaret edemiyordu. İmam gitmek isteyince babam bana ve kardeşime onu evine kadar uğurlamamızı emretti.
Ben babama, "O kim idi ki ona bu kadar saygı gösterdin?" dedim. Babam, "O hilafetin asıl sahibidir." dedi. Ben, "O halde hilafet makamını neden ona vermiyorsun?" dedim.
Babam dedi ki:
"Oğlum eğer hilafetim aleyhine kıyam edeceğine ihtimal versem, seni bile öldürürüm". (1)
Hakkı ikrar eden tağuti güçlerin durumu buysa hakkı inkar edenlerin durumu nedir? Bunu bilmek hiç de öyle zor bir şey değildir.
Hz. Hüseyin'in Kıyamı
Şüphesiz ki İslam tarihindeki en büyük ve inkılapçı hareketlerden biri de aşura kıyamıdır. Bu kıyamın rehberi olan İmamHüseyin (a.s) hayatı boyunca uzlaşmaz bir çizgi takib etmiş ve babasının yambaşmda Cemel Sıffîn ve Nehrevan savaşlarına dabizzat katılmış biriydi.
H. 6. yılın Receb ayında Muaviye ölünce önceden hilafeti müslümanlara zorla kabul ettirilen Yezid babasının yerine geçti. Medine valisi Velid b. Utbe, Yezid'in emri üzere Hüseyin b. Ali ve Abdullah b. Zübeyr'den biat almaya kalkıştı. Ama İmam HüseyinVelid'e hitaben şöyle buyurdu.
"Biz nübüvvetin Ehl-i Beyti, risalet madeni, meleklerin gidip-geldiği yeri ve rahmet nedeniyiz. Allah İslam'ı bizimle başlattı ve bizimle noktaladı. Yezid ise fasık, şarapçı katil ve fasıklığını
1) Hikayeler ve ibretler c. 5, s. 67
açığa vurmaktan çekinmeyen biridir. Benim gibi birisi O'na nasıl biat edebilir. "(1)
Abdullah b. Zübeyr hemen Medine'den çıktı. İmam Hüseyin (a.s) da H. 60 yılının Şaban ayının 3'ncü günü Muhammed b. Hanefîyedışında risalet hanedanının tüm fertleriyle Medine'den çıkarak Mekke'ye doğru yola koyuldu. İmam'ın bu hareketini haber alan Kufeliler de harekete geçtiler. Üstüste toplantılar yapıp, ateşli nutuklar attılar. Süleyman b. Süred Kufe halkından kıyam için söz aldı. Süleyman, Museyyib b. Necabe, Habib b. Mezahir, Rifet b. Şeddad ve Abdullah b. Val gibi Kufeli büyüklerin imzaladığı bir mektubu Hz. Hüseyin'e gönderip onu Küfe'ye ve bu kıyama önderlik yapmaya çağırdılar. Mektupların ardı arkasının kesilmediğini gören Hz. Hüseyin yine de emin olabilmek için Müslim b. Akil'i Kufe'ye gönderdi. Ondan da olumlu cevab alınca İmam hemen Kufe'ye yöneldi. Ama Kufe bir anda değişmiş ve halk verdiği sözü tutmamıştı. İmam Hüseyin (a.s) Emeviler aleyhine kıyam etmeye kararlıydı. Zira Emeviler İslam'ı tahrif etmek ve kendi sapık düşünce ve hareketlerini İslami olarak lanse etmeye çalışıyordu. Toplumda fesad fitne, ayyaşlık ve bozukluklar her yeri kaplamış, artık her türlü kötülük normal görülmeye başlamıştı. İmam Hüseyin (a.s) Emeviler hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar(Emeviler) şeytana uyan, Allah'a itaat etmeyen, yeryüzünde fesadıyayan, ilahi hükümlerin uygulanmasına engel olan ve beytülmalla el uzatan kimselerdi.’’(2)
Küfe halkı Nu'man b. Beşir zamanında düşünsel planda tam bir özgürlüğe sahip idiler. Ama İbn-i Ziyad onun yerine geçince Kufe halkı tam bir baskı ve istibdad dönemine girdi. Aslında o dönemde bütün İslam beldesi kan ağlıyordu. Kıyam için en büyük fırsattı. İmam böylesi şartlarda oturup seyirci kalamazdı. Nitekim de kalmadı ve bir avuç dostlarıyla zamanın fasık hakimi Yezid'e karşı kıyam ederek H. 49 yılının Muharrem ayının Aşura günü tarihte eşi görülmemiş bir vahşilikle katledildiler.
İmam Sadık (a.s) bu tarihi kıyamı "Her ay Muharrem, her gün Aşura ve her yer kerbela." diyerek tüm hayata geçirmişti.
İmam Hüseyin'in bu kıyamı olmasaydı din tamamıyla tahrif olacak ve doğruların yerini hep yalanlar alacaktı. Ama Allah bu dini koruyordu. Zalimler Allah'ın nurunu zayıf üfürükleriyle söndüremezlerdi. İmam Hüseyin (a.s), boğazına kadar fesada gömülmüş bir toplum ile karşı karşıyaydı. Merhum Şeriati'nin deyimiy-
1)İbn-i A'sem c. 5, s. 17
2)Taberi c. 4, s. 304
le milletlerin topluca katledilmesine cihad, mallarıılın; yağmalanmasına zekat deniliyordu. Yeryüzünün zalimleri, gökyüzünün seçkinleri ve halk düşmanları Allah'ın has kulları haline gelmişti, Muhammed'in evi yıkık, Fatıma gömülü, Ali yapayalnız. Ali ibadet mihrabında öldürülmüş. Ebu Zer Rebeze çölünde aç, ölü... Hasan evinde zehirletilmiş, Bilal çok uzak bir ülkede yalnız ve suskun. Abdullah b.Mesud işkenceyle can vermiş. Müminlerin emiri’nin yeşil sarayı şarap ve eğlence sarhoşluğuna batmış, Cihad fermanı ve hadis üretmekle meşgul. Ezan sesleri, altın minarelerden göklere yükseliyordu. İmam İslam'ın bu kadar saptırılmasına izin veremezdi, suskun kalamazdı. Müslüman yaşadığı toplumda etkin ve caydırıcı bir konumda olmalıdır.
"İslam'ın devleti olamaz. Müslümanların devleti olabilir. Böyle bir toplumda ise hiç kimse bir başkasına niye böyle yaşıyor, örneğin başını açıyor diye müdahalede bulunamaz" diyen aydınlarımız neden hakikatleri anlamıyorlar? İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak her müslümana farz değil midir? Bu farzı yerine getirmemek günah değil midir? Yoksa İslam toplumunda bir kadının örtüsüz, başı açık dışarı çıkması bir münker değil midir? Müslümanım diyen birinin namaz kılmaması, veya toplumda içki içilmesi birer münker değil midir? Bütün bu münker şeylerin ortadan kaldırılması için çalışmak bizlere farz değil midir? Allah-u Teala "Mümin kadınlara da söyle: "Gözlerini (harama bakmaktan) kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar. Süslerini açığa vurmasınlar. Ancak kendiliğinden görüneni hariç Baş örtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak şekilde) koysunlar." buyururken adı dahi müslüman olan bir kadının kalkıp da İslam toplumunda baldırı çıplak gezmesi, gençleri baştan çıkartacak dekolte kıyafetlerle cirit atması bir münker değil midir? Başlarını açmasına dahi izin verilmeyen kadınların kalkıp da o uygunsuz kıyafetlerle İslam toplumunda ve İslam'ın hakim olduğu bir toplumda gezmesine nasıl tahammül edebiliriz? Allah'ın dininde haram ve mekruh olarak adlandırılan herşey münker yani kötülüktür. Bu kötülüklerle savaşmak ise kadın ve erkek her müslümana farzdır. Nitekim Allah-u Teala da şöyle buyuruyor: "O (Nebi) onlara iyiliği (marufu) emrediyor, kötülüğü'(münkeri) yasaklıyor." (A'raflısız)
Hakeza şöyle buyuruyor: "Sizden; hayra çağıran iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir toplulukbulunsun, kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran/104)
Allah-u Teala kitap Ehlinden iyi bir topluluğu vasfederken de şöyle buyuruyor: "Bunlar Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar, içte bunlar salih olanlardandır." (Al-i İmran/114)
Bir başka yerde de şöyle buyuruyor: "Onlar hem ondan alıkoyarlar hem de kendileri kaçarlar." (Enam/26) Bir başka yerde de şöyle buyuruyor:
"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar. Namazı dosdoğrukılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resulüne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe/71)
Bir başka yerde ise Allah-u Teala şöyle buyuruyor: "Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? Zulmedenler ise içinde bulunduktan refahın peşinedüştüler. Onlar suçlu günahkarlardı. Halkı, ıslah eden kimseler variken senin Rabbin o ülkeleri zulüm ile helak edecek değildi.(Hud/116-117)
Bütün bu ve benzeri ayetlere rağmen, nasıl olur da bizim batıcı aydınlarımız hiç kimsenin başka birine müdahalede bulunamayacağını ve islam'ın hakim olduğu bir toplumda kadınların istediği gibi giyinip rahatça gezebileceklerini söylüyorlar? Yoksa onlaragöre zina, içki, hicapsızlık, kumar; kısacası Allah'ın sevmediği herşey münker değil midir? Bugün İran'da "İyiliği emreden ve kötülükten sakındıran" bir kurum oluşturulmuştur. Bu kurumda görev alan müslümanlar tüm topluma iyiliği emretmeye ve kötülükten sakındırmaya çalışıyorlar. Toplumda namaz gibi önemli bir ibadetin ihya ve ikamesi için artık caddede sokakta parklardakısacası herkesin kolayca görebilecekleri yerlerde topluca namazlar kılınıyor. Yeryüzünde bir tek günahın işlenmemesi için çalışıyorlar. Ama bizim batıcı aydınlar bunu zorbalık olarak kabul ederler. Onlara kalırsa bu bir zorbalıktır, diktatörlüktür. Herkesistediği gibi yaşamalı. Bu hayali yaşamın adına da sivil toplum diyorlar. İnanır mısınız bugün bu toplumda müslümanlann dinine, ırzına, inançlarına karşı yapılan onca saldırılara karşı fazla birşey yapmayan bu aydınlar yarın Allah'ın izniyle İslâm hakim olur da müslümanlar Allah'ın kendilerinden istediği "iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak" görevini yerine getirmek isterlerse buna şiddetle karşı koyar ve suçlamaya başlarlar. Zira bu batıcı aydınlar (kendileri batıcı olmadıklarım iddia etseler de hakikat budur) Sadece Batı'nın kendileri hakkında söylediklerine önem verirler. Nitekim İran'daki "Nehzet-i Azadi" diye bilinen batıcı aydınların kurduğu hareket de böyle yapmadı mı? İnkılapçı İran halkına yüklenen savaşı da sırf Batı hatırına "barbarlık" olarak adlandırmadılar mı? Yine aynı Batının aşkına İslam ınkılabı ve inkılapçı halkları aleyhine CİA ile gizli ilişkiler kurmadılar mı? Bütün bu hakikatler aydınların İslam ve toplumlarındırı o kadar kopuk ve uzak olduğunu gösteriyor.
Müslümanlar yaşadıkları toplumda ellerinden geldiğine iyiliği hakim kılmaya ve kötülükleri kaldırmaya, çalışmalıdırlar. YokunAllah'ın zalimlere göndereceği azab kendilerini de yakar.
İmam Humeyni Tahrir'ul Vesile kitabında "iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak" babında şöyle buyuruyor "İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak farz ve müstahab diye ikiye ayrılıyor, O halde şeri açıdan farz olan bir şeyi emretmek de farzdır, (örneğin namaz farzdır. Bunu terkeden erkek veya kadın her müslümana namazı emretmek de farzdır.) Müstehab olan bir şeyi emretmek de müstehabdır. (Örneğin misvak kullanmak müstehabdır. Bir müslümana bunu emretmek de müstehabdır.)Hakeza mekruh olan bir şeyden sakındırmak da müstehabdır. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak en güçlü görüşe göre farz-ı kifaidir. O halde bazıları bunu yaparsa diğerlerinden bu farz kalkar. Aksi taktirde o toplumdaki herkes o farzı terketmiş sayılır." Elbette ki iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın bazı şartları vardır ki bu hususta da İmam şöyle buyuruyor:
"İyiliği emreden ve kötülükten sakındıran insan iyilik ve kötülüklerin neler olduğunu bilmelidir. O halde bu hususta ilmi olmayana iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak farz değildir. Bu ilim hacda gerekli olan istitaat gibi farzın şartıdır.
Bu ilahi vecibenin ikinci şartı ise iyiliği emretmek veya kötülükten sakındırmanın etkili olacağına inanılmasıdır. O halde yapacağı emir veya nehyin etkili olmayacağına inanan kimseye bunu yapması farz değildir. Üçüncü şartı ise o günahkar insan o günahı devam ettirmeye niyetli birisi olmalıdır. O halde halinden artık sözkonusu işlediği günahı işlemeyeceği anlaşılan kimseyeiyiliği emretmek veya o günahtan sakındırmak farz değildir.
Dördüncü şartı ise, insanın yapacağı emir ve nehiyde kendisi İçin hiç bir tehlike olmamalıdır. İnsan bu farzı eda ettiğinde kendili Veya yakınları için bir tehlike sözkonusu olursa bu görev üstünden kalkar ve farz olmaz.
İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmanın bir takım mertebeleri vardır. En alt mertebeden başlamalı ve öylece son mertebeye kadar sırasıyla gidilmelidir. İlk mertebesi o münker işten kalben rahatsız olduğunu izhar edecek bir şeyler yapmalıdır.İkinci olarak diliyle iyiliği emretmeli ve kötülükten sakındırmalıdır. Üçüncü mertebe ise elleriyle o münkeri ortadan kaldırmayaçalışmalıdır Elbette ki İmam (a.s) veya naibi dışında hiç bir ferd hudud ve cezai müeyyidelerin uygulanması ile siyasi haraç ve seri vergiler gün mali işleri yürütemez. (1)
O halde gücümüz oranında yaşadığımız toplumda kötülüklerle savaşmak ve iyilikleri hakim kılmak zorundayız. Elbette ki bu ilahi vecibenin bir çok incelikleri vardır ki her müslüman buriu mutlaka öğrenmelidir. Zaten bunlar bilinmeden de bu ilahi farz eda edilemez. Bu inceliklerin herkesçe bilinemeyeceği belli bir şey olduğu içindir ki İran'da bu görev resmi bir kuruma verilmiştir. Ama halk da herhangi bir kötülük görünce bunu yetkililere haber vermekle yükümlüdür. Zaten bu önemli görevin eda edilmediği bir toplumda fesad gün gittikçe artış kaydeder ve toplumdan iyilikler bir bir kaybolmaya yüz tutar. Müslüman hiç bir kötülük ve haksızlık karşısında sessiz kalamaz. Eğer toplumda yaşayan müslümanlar gördükleri her türlü kötülüğü kınasa ve imkanları elverdiği ölçüde karşı koysalardı, bugünkü günlere hiç gelir miydik. Bu önemli görevi terkedince de bugünkü acınacak duruma düştük. Artık Peygamber efendimize bile dil uzatılabilen bir toplum içinde yaşamak zorunda kaldık. Dini endişe ve yükümlülük duygularımızı yavaş yavaş kaybetmeye başladık. Allah'ım sen bizlere yardım et. Bizlere görevimizin ne kadar büyük olduğunu ve sorumluluğumuzun ne kadar ağır olduğunu hissettir. Bizlere acı. Sen merhametlilerin en merhametlisi, ve yardım edicilerin en iyi yardım edicisin.
Velhasıl tüm müslümanlar hizbullahi ve inkılapçı çizgiyi takib etmek ve Allah'ın düşmanı olan tüm beşeri düşünce kullarıyla uzlaşmamak gibi ağır bir sorumluluk altındadır. Zira bu bize ondört asırdır elden ele ulaşan nebevi bir mirastır. Aldığımız bu mirasa hıyanet etmek affedilmez bir suçtur. Bunu yapanlar Haccab b. Yusuf un karşında düştüğü o hazin zillet damgasını ömrü boyunca alnında taşıyan, Abdullah b. Ömer'in konumuna düşecektir ki Allah tüm müslümanları bundan korusun.
İlkönce tüm ilahları reddetmeden Allah'ın ilahlığını ikrarın insana hiç bir faydası yoktur. İlkönce yeryüzünde sahte ilahlar reddedilmeli ve daha sonra Allah'ın ilahlığı ikrar edilmelidir ki Allah'ın kullarından istediği ubudiyet gerçekleşmiş olsun. Allah müminlerin velisidir onları karanlıklardan nura götürür. Kafirlerin velisi ise tağutlardır ki onları nurdan karanlıklara götürür.
Hz. Ali (a.s) hayatı boyunca zulme, sömürüye ve haksızlığa karşı koydu. O gerçek bir adalet abidesiydi. Karıncanın ağzındaki bir
1) Tahrir'ul Vesile s. 284-325
habbeyi dahi alamayacağını ifade eder, adaletin tahakkuka ölümü göze alırdı. Yaptığı bütün savaşlar adalet savaşıydı VB adaletin şehidi oldu. Daha sonra babasının varisi olan Hz. Hüseyin de toplumdaki fesad ve bozuklukları İslah etmek ve adaleti hakim kılmak için Yezid'e karşı kıyam etti. İmam Hüseyin (a.s)'ın bu şanlı kıyamı İslam tarihinde vuku bulan en kanlı ve azametli bir kıyamdı. Bu kıyam tarihin seyrini değiştirdi. Kan o gün kılıca galip geldi. Adalet o gün haksızlığa, şerafet rezalete, emanet hıyanete; dürüstlük hokkabazlığa, kanun kanunsuzluğa; kısacası insan hayvanlığa galib geldi. Zaten böyle de olmalıydı. Allah'ın sünneti bunu gerektiriyordu. İmam Hüseyin (a.s)'ın kıyamından sonra bazı ihmalkarlar ve bu korkunç cinayete seyirci kalanlar, bu günahlarım telafi edebilmek için silahlı bir kıyam gerçekleştirdiler ki buna da tarihte "tavvabin" (Tevbeciler) kıyamı denilmiştir.
Tevvabin Hareketi
"Tevbeciler" Kufe'nin şu önderlerinden olup, aralarında Süleyman b. Sured-i Hazai gibi Hz. Ali'nin terbiye ettiği kimseler de vardı. (1)
Tevvabin hareketinin üyeleri Ali (a.s)'ın döneminden kalmış ve onunla tüm savaş cephelerinde omuz omuza savaşmış kimselerdi. Bu hareketin önderi ise Süleyman b. Sured-i Hazai adlı sahabi idi.
Küfe halkı arasında oldukça yüce bir makamı vardı. Süleyman bu hareketin başına geçince hemen taraftarlarına ateşli bir konuşma yaparak, bir an önce silahlanmalarını emretti.
Sonunda Yezid b. Muaviye'nin ölümüyle bu inkılabi kıyam da başlamış oldu. Kufe valisi Amr b. Haris Kufe'nin dışına çıktı. Kufe halkı ikiye ayrıldı. Kimisi Süleyman'a kimisi de Mekke'de hilafet iddiasında bulunan Zübeyr'e bey'at etti. Süleyman'ın taraftarları silahlarını kuşanarak bey'at etmek üzere İmam Hüseyin (a.s)'ın mübarek türbesi başına koştular. Kıyam ettiğinde 88 yaşında olan Süleyman ordusunun 3300 ila 4000 civarında olduğu söyleniyor. (2) Ama bu arada Süleyman ile bazı komutanlar arasında ihtilaf çıktı. Süleyman Şam'a gidip Ubeydullah b. Ziyad ile savaşılmasını istiyordu. Ama diğerleri İmam Hüseyin'in katillerinin Kufe'de olduğunu ve dolayısıyla Kufe ile de savaşılmasını söylüyorlardı. Sonunda ne yazık ki Süleyman ve bir çok dostları
1)İslam İnkılabı ve Kökleri/Abbas Ali Amid-i Zencani s. 124-125
2)İmaman-i Şia ve Cunbeşha-i Mektebi s. 67
"Ayn'ül verde denilen yerde öldürüldü ve böylece de tevvabin ordusu yenik düşerek H. 65. yılında tarihe karıştı.
Böylece anlıyoruz ki insanların bazı hataları o kadar büyük ve önemlidir ki sonradan bunu telafi edebilmek de oldukça zordur. imam Hüseyin (a.s) din düşmanı Yezid tarafından alçakça şehid edilirken sadece seyretmekle yetinenler bu günahlarını canları ve kanlarıyla ödediler. Ama ne fayda. Artık tren rayından çıkmıştı. Hz. Ali'nin Kufe ve Basra halkı için yaptığı öngörüler bir bir gerçekleşmeye başladı. O gün bugündür mazlum halk rahat bir gün görmedi, yetimin gözyaşı dinmedi, dulların ahı bitmedi. Tüm İslam alemi bölük pörçük durumda. Afganistan, Filistin Bosna-Hersek Cezayir, Mısır vb. İslam ülkelerinde müslümanlar kan ağlıyor. Adeta bütün bir insanlık olarak cennet gençlerinin efendisi Hz. Hüseyin (a.s)'ın hunharca şehid edilmesine seyirci kalan Tevvabin hareketinin günahını ödüyoruz. "Yeryüzü lanetlileri" kitabını yazan Fransız Fanon bizleri mi kasdediyordu yoksa? Ama bilinen tek gerçek şu ki İmam Hüseyin (a.s)'ın katledilişi insanlığın katledilişiydi. O gün insanlık öldürülmüştü. Adalet, vicdan vefadarlık ve emanetdarlık katledilmişti. Bunun suçlusu ise o gün bu cinayete seyirci kalanlar ile bugün İmam Hüseyin (a.s)'ın yolundan gaflet edenlerdir. Zira hergün aşura ve heryer kerbeladır. imam Hüseyin'in "Bana yardım edecek kimse yok mu?" feryadı tarihin derinliklerinden yankılanarak kulaklarımıza kadar geliyor. Zamanın Hüseyin'i olan İmam Humeyni de tıpkı ceddi gibi "Ey müslümanlar kendinize gelin, uyanın, kıyam edin." diye feryad edip duruyordu. Ayetullah Hamenei de İmam'ı takib ederek bugün aynı feryatları yükseltmektedir. Müslümanları Hüseyni kıyam ve yeni bir dirilişe davet etmektedir. Bunu kesin olarak bilmemiz gerekir ki bugün de bu feryatlara kulak vermeyenler pişman olacaklardır. Daha sonra "Tevvabin" olarak ortaya çıksalar da Süleyman ve taraftarlarının akıbetine uğrayacaklardır.
Üstad Muhammed Taki Müderrisi'nin de dediği gibi "Tevvabin" hareketinin yenilgiye uğramasının başlıca üç nedeni vardı ki bunlardan biri Kufe'de yaşayan (İmam Hüseyin'in) katillerini öldürmeden Şam'a yönelmesiydi. İkincisi kıyamının büyük bir halk kitlesine dayanmaması ve üçüncüsü de tek hedefinin katilleri cezalandırmak olmasıydı. Hâlbuki önce Küfe'deki katillerden işe başlasa, Kufe halkının da desteğini alsa ve sonra da İslami eğitim, ahlak ve öğretilere ağırlık verseydi şüphesiz ki durum olduğundan çok daha farklı olurdu. Ama şu da bir gerçektir ki zamanında yapılmayan bir görev ve İmam Hüseyin (a.s) gibi bir şahsiyeti zamane cellâtlarının eline terketmek öyle hemencecik affedilecek türden bir günah değildi...
Nitekim bunu derkeden Tevvabin ordusu da kerbela yoluna ilerlerken içler acısı şu duygusal marşı terennüm ediyordu,
Allah’ım! Selam'ın, şehid Hüseyin'e olsun.
Biz onun dinindeniz ve de katillerinin düşmanıyız.
Allah’ım! Biz Hüseyin'i yalnız bıraktık, tövbemizi kabul et.
Biz Peygamber'in Ehl-i Beytinin vefalı dostlarıyız.
Bizleri bağışlamazsan ziyan edenlerden oluruz." (1)
H. 61 yılından 71. yılına kadar tam 400.000 kişi İmam Hüseyn’în (a.s) intikamını alma uğruna öldürüldü. Dileriz ki Allah da onları bağışlamış ve bu günahları karşılığında verdikleri en değerli varlıkları olan hayatlarını o büyük günahlarının keffaresi karar kılmıştır. Ama gel gör ki her günahın olduğu gibi bu günahın da bir takım etkileri vardı ki bu etkileri günümüz insanının hayatını gözlemlemek de mümkündür. Küçük bir olay değildi ha. Allah'ın veli kulunu ve yetmiş iki günahsız insanı nefsani arzusuuğruna öldürenlerin bu affedilmez cinayetine seyirci kalmak... Şimdi de Bosna-Hersek'te, Cezayir'de, Mısır'da Lübnan'da, İran'da ve dünyanın diğer birçok beldesinde "Rabbimiz Allah'tır" demekten başka hiç bir suçları (!) olmayan binlerce insan acımasızcakatlediliyor, öldürülüyor ve dünya olarak da buna seyirci kalıyoruz. Gerçekten de 'Yeryüzünün lanetlileri" rolünü oynuyoruz bütün bir insanlık olarak. Adalet sahibi Allah-u Teala bütün bu olanların hesabını mutlaka soracaktır. Herkes kendi payına düştüğü oranda bütün bu cinayetlerin bir bir hesabını verecektir. "Nasıl iseniz öyle idare edilirsiniz." hadisi gereğince de bunun cezasını bu dünyada bütün bir insanlık olarak çekeceğiz. Mazlumun ahi direkt Allah'a yükselir. Mazlumun ahi ile Allah arasında hiçbir engel yoktur. Dün İmam Hüseyin ve vefadar dostlarının insafsızca katledilişine seyirci kalan "Tevvabin" nasıl bu günahlarını canlarıyla ödediyseler bizler de bütün bu cinayetler karşısında suskun kalmamızı canımızla ödeyeceğiz. Keşke bu dünyada ödemek de hesabımız ahirete kalmasa. Zira ahiret hesabı çok çetin ve Allah'ın azabı da çok elimdir. Allah'ım sen adil olduğu gibi Latifsinde. Bizlere adaletinle değil lütfunla davran. Zira sen adaletinle hesap görecek olursan hepimiz helak oluruz...
Muhtar-i Sakafi'nin Kıyamı
Muhtar savaşçı bir insan değildi. Ayrıca Süleyman'ın Tevvabin hareketine de katılmamıştı. Abdullah b. Zubeyr'in Medine'deki
1) İnkılab-ı İslami ve Rişeha-i An s. 128
temsilcisi de Muhtar ile karşılaşınca onunla savaşmamış, aksine onu Kerbela katillerini cezalandırmak hususunda teşvik etmiştir.Ama Muhtar İmam Hüseyin (as)'ın özel temsilcisi olan Müslim b. Akil'e gösterdiği vefasızlık sebebiyle Ehl-i Beyt dostları arasındafazla sevilmeyen biriydi. Bu yüzden Muhtar; Abdullah b. Zubeyr, Muhammed b. Hanefîye ve İmam Seccad gibi nüfuz sahibi şahsiyetlerle de görüşerek onların desteğini aradı. Muhtar bununla da yetinmedi Abdullah b. Zübeyr'e biat ederek onun kudretinden istifade etmeyi düşündü. Bütün bunlardan da anlaşıldığı gibi Muhtar oldukça siyasi manevraları ve taktikleri becerebilen bir insandı. Muhtar, Abdullah b. Zubeyr'in gözlerini boyayarak ondan Kufe'deki taraftarlarının komutanlığını aldı: Muhtar bir hareketin en önemli unsurlarının savaşçı güçler olduğunu bildiğinden özel bir güç toplamaya çalışıyordu. Muhtar bu yüzden Muhammed b.Hanefîye'nin desteğini almaya çalıştı ve bu konuda da başarılı oldu. Aslında Muhtar, Muhammed b: Hanefiye'nin desteğini almakla İmam Seccad (as)in desteğini de alabileceğini düşünüyordu. Muhtar gerçekten de doğru düşünüyordu. Zira Muhammed b.Hanefîye tarihçilerin de naklettiği üzere Muhtar'ı açıkça destekleyeceğini ilan etmeden önce İmam Seccad ile meşveret etmişti.İmam Seccad (as) ise kendisine şöyle buyurdu: "Ey amca eğer zenci bir köle dahi biz Ehl-i Beyt'in hakkını almak için kıyam ederse, ona yardım etmek herkese farzdır. Ben bu işi senin ihtiyarına bırakıyorum. Sen nasıl istersen öyle yap." (1) ,
Bunun üzerine Muhammed b. Hanefîye Küfe halkına mektub yazarak zamanın hakimi Abdulmelik b. Mervan karşısında Muhtar'ı desteklemelerini istedi. Böylece Muhtar, Muhammed b. Hanefiye'nin özel temsilcisi olarak kıyamını başlattı.
Muhtar kendi askeri ve siyasi hedefine ulaştı. Kerbela katillerinden intikamını alarak Ehl-i Beyt'i (as) sevindirdi. Böylece Muhtar'ın inkılabı gerçekleşti ve Muhtar Ermenistan sınırlarına kadar dayandı. Ama tüm devletleri yıkıp yok eden ihtilaf ateşi çokgeçmeden Muhtar'ı da sardı. Muhtar ordusunda yer alan herkes İmam Hüseyin (as)'ın intikamını almak hususunda ittifak oluşturmuş ve seferber olmuşlardı.
Bu hedefleri artık gerçekleşmiş ve Kerbela canileri cezalandırılmıştı. Şimdi başka sorunlar ortaya çıkmıştı. Yeni kurulacakolan devlet nasıl olmalı ve bu devletin rehberi kim olmalıydı. Muhtar'ın ordusunda yer alanlar İmam Hüseyin'in şahsiyeti hususunda bile ihtilaf içindeydiler. İmam Hüseyin kimdi sadece
1) Muhtar-i Sakafî s. 64
Resulullah'ın torunu mu, yoksa Hakk yolunun şehidi mi? Yoksa itaati farz olan bir İmam mı? İslam hükümetinin idare şekli nasılolacaktı? Bu hususta müslümanlar arasında ortak bir görüş yoktu. Abdullah b. Zubeyr Mus'ab b. Zubeyr, İmam Hüseyin (as)'ın intikamım almak için kıyam etmişlerdi. Ama zafere ulaştıktan sonra İmam Hüseyin'in yolundan ve ilkelerinden ayrılarak Muhtar'ın inkılabını yenilgiye uğrattılar. (1)
Kufe münafıklarının başı olan Mus'ab b. Eş'as, Mus'ab b. Zubeyr'i Muhtar'ın aleyhine kıyam etmeye teşvik etti. Musab b. Esas Basra'daki tüm inkılab karşıtı kimseleri ve Muhtar'ın elinden kaçıp Basra'ya sığınan Kerbela katillerini bir araya toplayarak Kufe'deki yeni kurulan İslam İnkılabını ve Ehl-i Beyt dostlarını ortadan kaldırmak için savaş ilan etti. Küfe halkı da her zamanki vefasızlığını bir daha göstererek Muhtarı yalnız bırakıp evlerine kapandılar. Musab b. Zubeyr'in ordusu büyük bir katılık ve acımasızlıkla Muhtar'ın İbn-i Şemt komutasındaki ordusunu yenerek Kufe'yi kuşatma altına aldı. Ama Muhtar teslim olmamakta direniyordu. Sonunda da bir avuç fedakar dostlarıyla inkılab düşmanlarıyla bizzat kanlı bir savaşa girişti. Sonunda Muhtar'ı öldürerek başını bedeninden ayırdılar. Musab b. Zubeyr Muhtar'ın kesik başını kardeşi Abdullah b. Zubeyr'e gönderdi. Böylece Taberi'nin naklettiği üzere H. 67 yılının Ramazan ayının14'ncü günü 63 yılında şehid oldu. Muhtar oldukça zeki, fedakar akıllı ve Ehl-i Beyt'i seven biriydi. Ama Kerbela'da adalet ve dürüstlük zulüm ve hileciliğe yenik düştüğü gibi bu yaşlı Ehl-i Beyt aşığı da makamperest ve nefsinin esiri inkılab düşmanı kimselere yenik düştü. İmam Hüseyin'in Kerbela'da Muhtar'ın da Kufe'de acımasızca başı kesildi ve sokak sokak gezdirildi. Böylece bu İslam inkılabı da bir kaç ay ayakta durabildi. Aslında Muhtar'ın bu inkılabı herşeyin düzelmesi ve müslümanların asr-ı saadete dönüşü-için "bir ümit ışığıydı. Ama münafıkların tahriki ve bazılarının makam düşkünlüğü buna izin vermedi. Daha yeni doğmuş olan İslam inkılabını tüm güçleriyle savaşarak ortadan kaldırdılar. Böylece tüm Müslüman ve mustaz'afların ümidi yeniden suya düştü. Yüz binlerce insan haksız yere öldürüldü ve günlerce kan akıp durdu. Her yeri korku ve dehşet kaplamıştı. Hiç kimse yarının ne olacağını bilemiyordu. İslam'ın olmadığı yerde zaten emniyet ve güvenin olacağını beklemek bile boş bir hayaldir.
Tüm İslam beldesi, maymunla oynayan, şarapçı ve ayyaş insanların' bahtına kalmıştı. Bu arada İmâm Seccad (as) vefat etti.
1) Conbeşha-i Mektebi s. 68-72
İmam Bakır (as) ümmetin imamlığını üstlendi. Bu dönemde İmam Bakır (as)'ın küçük kardeşi olan Zeyd b. Ali Kufe'de, Emevi sultasının aleyhine kıyam etti. Ama ne yazık ki bu kıyam da şiddetle bastırıldı ve Zeyd ile dostları hunharca katledildiler.
Zeyd b. Ali'nin Kıyamı
Zeyd b. Ali'yi destekleyenlerin başında "Zeyd'in kıyamı Resulullah'ın Bedir'e çıkışı gibidir" diyen Ebu Hanife ile "Zeyd'in yolu haktır. Ona yardım etmeyene ve onunla savaşana eyvahlar olsun" diyen İmam Bakır (as) gibi şahsiyetler yer almaktaydı. Zeyd b. Ali tüm taraftarlarını bir araya toplayarak onlara şöyle dedi: Biz sizleri Allah'ın kitabına, Resulullah'ın sünnetine, zalimlerle savaşmaya, mustaz'afları savunmaya, mahrumların hakkını almaya, beytülmali taksime, zorla alınmış malları iade etmeye, hakkımızı tanımayıp bizlerle savaşan kimselerle savaşmaya davet ediyoruz. Bu esas üzere bizlere biat ediyor musunuz?"
Orda olanların hepsi bu ilkeleri kabul ederek Zeyd b. Ali'ye biat ettiler. Taberi, Zeyd'e biat edenlerin beş yüz kişi civarında olduğunu söylüyor. Elbette ki Zeyd b. Ali'ye binin üstünde insan kendisiyle birlikte kıyam edeceğine dair söz vermişlerdi. Anlaşılan Küfe halkı vefasızlığını bir defa daha ortaya koyuyordu. Küfe tarih boyunca vefasızlık şehri olarak anıldı. Hişam b. Abdulmelik b. Mervan zamanında Zeyd b. Ali, Kehane adlı bir yerde Şam ordusuyla şiddetli bir savaşa girdi. İlk etapta Zeyd'in askerleri Şam ordusunu yenilgiye uğrattı ve hızla ilerlemeye başladı. Ama çok geçmeden Şam'dan yardımcı birlikler yetişti ve bir anda durum tam tersine gelişmeye başladı. Zeyd'in cesur ve kahraman ordusuyla savaşamadığını gören Şam ordusu onları ok yağmuruna tuttu. Bu arada talihsiz bir ok Zeyd'in alnına isabet etti ve Zeyd böylece şahadete erdi. Zeyd şehit olunca taraftarları da bozguna uğradı. Zeyd'in cesedini kabrinden çıkaran Şam ordusu onu önce çarmıha gerdiler daha sonra da ateşe vererek yaktılar. Zeyd'in en büyük askeri hatası taraftarlarıyla vadeleştikleri zamandan çokdaha önce kıyam etmesiydi. Zira önceden kararlaştırıldığı üzere Sefer ayının başında kıyam edilecekti. Ama Zeyd 23 Muharrem'de kıyam etti. Dolayısıyla Medain, Basra ve Hire'deki bir çok dostu bu kıyama iştirak edemedi. Ama Zeyd b. Ali'nin şahadetiyle davası ve yolu bitmedi. Zeyd'in taraftarları onun yolunu sürdürdüler. İmam Hüseyin (A)'ın kabri bu inkılâpçıların karargahı ve askeri hareket üssü konumundaydı. Nitekim Zeyd'in oğullarından Yahya, Hüseyin ve İsa sırasıyla Emevi sultasına karşı inkılapçı bir kıyam gerçekleştirerek babalan olan Zeyd'in haklı davasını sürdürmeye çalıştılar.
Velhasıl Hz. Ali ve oğlu İmam Hüseyin'in zulüm ve adaletsizlikler karşısında takındıkları uzlaşmazlık ve caydırıcılık metodu tarih boyunca bir çok kahraman ve özgür düşünceli insanlara ilham kaynağı olmuş ve onları zalim sulta aleyhine kıyama teşvik etmiştir. Görüldüğü gibi bütün bu kıyamlar, ilk etapta büyük bir başarıyla gerçekleşmiş, ama daha sonra çıkan nefsani bir takım ihtilaflar veya halkın vefasızlığı sebebiyle yenilgiye uğramış, tarihe karışmıştır.
Burdan da anlıyoruz ki, bir inkılabın başarıya ulaşmasındaki en önemli faktör inkılapçı unsurların vahdeti ve halkın inkılabrehberine olan bağlılık ve vefadarlığıdır. Elbette ki bu kıyamda düzen ve planlı bir hareketin de büyük bir rolü vardır. Zaten buyüzdendir ki kafirler daima müslıımanlar arasında ihtilaf çıkarıyor, halkı alimlerden koparmaya, batıcı aydınlara bağlamama çalışıyor ve de halk ile alimler arasında büyük bir uçurum meydana getirmek istiyorlar. Böylece de kendi sultalarını sürdürmeye mahrum halkları sömürmeye devam ediyorlar. Halk alimlere alimler de halka güvenemiyor. Radyo televizyon ve gazetelerde hep batıcı aydınlar boy gösteriyor. Sanırsın ki bu ülkede bir tek alim yok. Görülen alimler de rejimle uzlaşmış ve toplumda hiçbir etkinliği olmayan kimselerdir. Hatta rejim bazı halk kıyamlarında bu alimlerden istifade ediyor ve mahrum halkın taşan hınç ve kinini bu din adamlarının uzlaştırıcı ve barıştırıcı nasihatleriyle dindiriyor. Nitekim Erzurum'da böyle oldu. Sokağa dökülen halk karşısında rejim "Naim Hoca"ya sığınmak zorunda kaldı ve hoca da bu tarihi misyonunu ifa ederek halkın haklı direnişini çok iyi bir şekilde bastırdı.
Ama bilinmelidir ki Müslüman ve mustaz'af halk ile gerçek alimler (din adamları değil) birleşmedikçe, halk alimlere alimler de halka teveccüh etmedikçe hiç bir birlik ve beraberlik sağlanamaz. Vahdet ve birlik sağlanmadıkça da bu ülkede hiç bir adım atılamaz. O halde ilk iş halk ve alimlerin birbirine teveccüh etmesi ve alimlerin mustaz'af halkın dertleriyle yakından ilgilenmesidir. Bugün artık ihtilaf ve fitne de en büyük günahtır. İslam'ın tehlikede olduğu bir ülkede grupsal çıkarların söz konusu edilmesi affedilmez bir suçtur. Dolayısıyla böyle bir ortamda Müslümanlar olarak kafirler, fasıklar ve münafıklar karşısında birleşmek zorundayız. Küfür tek bir millet olduğu halde bizler de tek bir millet olmakla yükümlüyüz. Halk sorunlarının halli için alimlere gitmeli, camiler halkın dertlerinin dinlenildiği bir merkez haline gelmelidir. Bu kardeşlik ruhu toplumda hakim hale gelmediği müddetçe hiç bir olumlu çaba içine girilemez. Bugün mahrum ve mustaz'af halkımız kan ağlıyor. Tüm ülke bir kaç vurguncunun eliyle talan ediliyor, acımasızca yağmalanıyor. Halk yavan ekmek bulma derdinde iken, mutlu azınlık milyarlarca dolarları yoldan geniş boğazlarına indirmenin zevki içindeler. Bütün bu olanlara ise bir halk olarak ezici bir çoğunluk olarak seyirci kalıyoruz. Grupsal çıkarlarımızla uğraşıyoruz. İntiharlar, fuhuş, fesat ve zenginle fakir arasındaki uçurum gittikçe artıyor, büyüyor. Bütün bunlara dur demenin zamanıdır! O halde ilk önce İslami manada kardeş olmalıyız. Bütün bu olanlardan hepimiz sorumluyuz. Bosna-Hersek, Afganistan, Filistin, Mısır, Cezayir, Lübnan.., kan ağlıyor. Artık ne zamana kadar sabredeceğiz, şahsi ve grupsal çıkarlarımızla uğraşacağız. "Kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra parçalanıp ayrılan ve anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. işte onlar için büyük bir azab vardır." (Al-î İmran/105)
Muhammed b. Abdullah b. Hasan’ın Kıyamı
İmam Hasan (A)'in evlatlarından biri olan Muhammed "Nefs-i Zekiyye" olarak bilinirdi. Muhammed Hicaz bölgesinde Abbasilerin aleyhine silahlı bir kıyam gerçekleştirdi. Ebu Hanife bu hareketi de desteklemiş ve mali yardımlarda da bulunmuştur. Mu-hanmıed'e biat edenler arasında hilafet makamının başına geçen ye Muhammed'in ölüm fermanını veren Mansur-i Devaniki de vardır. Muhammed H. 145 yılında 250 kişilik bir güçlü kıyam etti. Ama Muhammed'e biat edenlerin çoğu Abbasi devletinin memurlarından idi. Muhammed Irak, Hicaz, Medine ve Şam halkının da kendine yardımcı olacağını sanıyorken Medine'de Abbasi halifesinin askerleri tarafından muhasara edildi ve acımasızca öldürüldü. Bu olaydan sonra Ehl-i Beyt dostları büyük bir baskı ve takibe maruz kaldılar. Diri diri gömüldüler ve birçoğu zindanlarda aç-susuz kalarak can verdiler. Ebul Ferec-i İsfahanının nakline göre o kadar insan öldürüldü ki, İmam Hasan'ın oğullarından buluğa ermiş tek kişi kalmadı.(l) Böylece bu kıyam da bir netice vermedi ve zalimler gün gittikçe daha da bir zalimleşiyor Müslümanlara kan kusturuyordu.
İbrahim b. Abdullah b. Hasan’ın Kıyamı
Muhammed (Nefs-i Zekiyye)'in kardeşi olan İbrahim de babasının teşviki üzere aynı zamanda Irak'ta kıyam etti. Basra ve Küfe halkı ibrahim'i destekledi, birçok etkili insanlar ve halk kitleleri
1) İnkılab-i İslami s. 138-139
İbrahim'e biat etti. Ebu Hanife de ibrahim'in bu tayı leyen şahsiyetler arasındaydı. Ebu Hanife şahsen ibrahim'e mektup yazarak O'nu kıyama teşvik etti. Abbasi halifesi Mensur Irak'ta adeta sıkıyönetim ilan etmişti. İbrahim'in dostları gece evlerinde bir bir basılıyor ve acımasızca katlediliyordu. Geliş gidişler kontrol ediliyor, köprüler ve şehrin giriş çıkışlarını da sıkı bir denetim altında tutuluyordu. Ama ibrahim'in dostları, sahte geçiş belgeleri düzenleyerek şehirde rahatça gezebiliyorlardı.
İbrahim ilk planda İran ve Irak'ın büyük bir bölümünü ele geçirmişti. Abbasilerin ordusu da Bağdat'ta değildi. Dolayısıyla çeşitli beldelere dağılan hilafet güçlerini başkente çağırtabilmek için oldukça uzun bir zamanı gerektiriyordu. Bu gaflet Abbasilerişaşkına çevirmişti. Abbasi ordusunun otuz bin askeri Rey şehrinde, kırk bin askeri Afrika'da bir miktarı Horasan'da geriye kalanları da Muhammed'in kıyamını bastırmak için Hicaz'a gönderilen İsa b. Musa'nın komutası altındaydı. Bu ortamda Mansur ordularını Bağdat’a geri çağırdı. Teberi’nin nakline göre Mansur kendine verilen selamların cevabını bile veremeyecek derecede üzgün ve muzdarip idi. Zira İbrahim'in ordusu kendi ordusundan sayı olarak daha fazlaydı.
Velhasıl İbrahim H. 145 yılının zika'de ayının 5'nci günü kıyam etti. Ne yazık ki başardı olamadı ve sonunda saray askerleritarafından acımasızca şehit edildi.
İbrahim şehit olurken şöyle diyordu: "Allah'ın emri takdir edilmişti. Biz bir şeyi irade ettik. Allah ise başka bir şeyi irade etti."(1)
Zeyd b. Ali Evlatlarının Kıyamı
Zeyd'in "Hüseyin" adlı biri oğlu vardı. Hüseyin babasının şahadetinden sonra İmam Seccad (a.s)'ın metodunu takip etti. İmamSeccad (a.s) gibi dua ve gözyaşlarıyla inkılapçı bir nesil terbiye etmeye başladı. İmam Seccad dua ve ibadetleri ile Zeyd b. Ali gibiinkılapçı ve uzlaşmaz, bir rehber terbiye etmişti. Dolayısıyla Hüseyin b. Zeyd de aynı metot sayesinde torunu (veya oğlu) Yahya gibi uzlaşmaz ve inkılapçı bir insan terbiye etti. Hüseyin oldukça cesur ve kahraman bir önderdi. İlk defa Abbasi halifesi mütevekkil zamanında kıyam etti. Kıyam için en uygun yer olan Horasan'ı seçmişti. Horasan oldukça stratejik ve kıyamlar için uygun bir bölgeydi. Nitekim Ebu Müslim-i Horasani'nin zafer nedeni de kıyamını bu stratejik noktada başlatmasıydı. Yahya Abbasilerle
1) İnkılab-i İslami s. 139-141
savaştı, ama ne yazık ki yenik düştü. Yahya'yı yakalayarak eli-kolu bağlı ilk önce Horasan valisine, sonra Bağdat’a daha sonra da başkent Samirra'ya götürdüler. Abbasi halifesi Mütevekkil kendine yapılan ısrar ve temenniler sebebiyle bir daha kıyam etmemek şartıyla Yahya'yı serbest bıraktı. Yahya da sözünde durdu ve Mütevekkil hayatta iken hiçbir inkılabı harekete girişmedi,
Mütevekkil öldürüldükten sonra Yahya Kufe'ye geldi. Kufe'de imam Hüseyin'in ziyaretine gelenlerle yakın bir diyalog içine girdi. Zira ziyaretçiler sadece ziyaret için gelmiyor İmam Hüseyin'in gerçekleştirdiği o kanlı kıyamı gerçekleştirmenin de planlarını yapıyor, büyük bir inkılaba hazırlanıyorlardı. Yahya büyük bir güç toplayarak Küfe'yi ele geçirdi. İlk etapta beytülmali fakirler arasında paylaştırdı. Yahya oldukça cesur bir komutandı. Küfe valilinin güçlerine karşı tek başına savaşabilecek büyük bir güce sahipti. Ama Yahya'nın ordu komutanı oldukça korkak biriydi. Dolayısıyla bir anda ordu yenildi ve Yahya tek başına kaldı. Sonunda tek başına savaşı sürdürdü ve de şehit oldu. Başından p kadar yara almıştı ki şahadetinden sonra onu tanıyamadılar. Bu arada Yahya'nın kardeşi olan İsa ne yapıyordu? İsa ise Mansur zamanında Muhammed ve İbrahim ile birlikte kıyam edenlerin arasındaydı.
Yenilgiye uğrayınca da İsa Kufe'de gizlendi. İsa ölünceye kadar gizlenmiş ve bir daha da ortaya çıkmamıştı. İsa buna rağmen gizlice inkılapçı ve uzlaşmaz güçlerle irtibat kuruyor, sürekli bir inkılab ortamı oluşturmaya çalışıyordu. Ama ne yazık ki ömrü buna yetmedi ve Kufe'de sıradan bir "sucu" kılığında yaşayıp geçimini sağlamaya çalışır bir halde dünyadan göçtü. Abbasi halifesi Mehdi oldukça ızdırablı bir hayat yaşıyordu. Zira daima İsa'nın günün birinde bir yerlerden kıyam edip kendisine korkulu günler yaşatacağından çok korkuyordu. Nitekim kendisine İsa'nın ölüm haberini verdiklerinde oldukça sevinmiş sevincinden Allah'a şükür secdesinde bulunmuştu.
Ne kadar büyük bir olay bu aslında. Koskoca bir imparatorluğun güçlü halifesi Kufe'de suculuk yaparak geçimini sağlayan birihtiyarın Ölüm haberini duyunca duyduğu sevinç sebebiyle Allah'a şükür secdesinde bulunuyor. Aslında bu tağuti güçlerin inkılapçı unsurlar karşısında taşıdığı korku ve ızdırabın ifadesidir. Evet tağutlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar inkılapçı ve uzlaşmaz insanlar karşısinda bir o kadar küçük ve de korkak bir yapıya sahiptirler.
Fahh Şehidi Hüseyin b. Ali'nin Kanlı Kıyamı
Abbasi halifeleri geçmişte meydana gelen kıyamlardan aldıkları tecrübeler sayesinde sürekli Hz. Hasan'ın soyundan olan seyyidlerebaskı ve işkence yapıyorlardı. Abbasi halifesi Hadi zamanında Medine valisi bu baskı ve işkenceleri daha da bir arttırmış ti. Halk artık dayanamaz hale gelmişti. Sonunda Hüseyin b. Ali bir takım Ehl-i Beyt dostlarıyla birlikte kıyam ederek Medine’yi ele geçirdiler. (1)
Fahh kıyamı, Muhammed ve İbrahim'in kıyamının ardından gerçekleşti. Fahh kıyamının askeri ve siyasi bir rengi olmadığıAbbasileri tehdit etmiyordu. Fahh kıyamının kahramanı olan Hüseyin b. Ali'nin de doğru dürüst bir plan ve programı yoktu. Ali b. Hişam b. Berid, Yahya b. Ali, Said b. Haysem ve Hasan b. Hasan'ın oğullarının kıyamı gibi belli bir plan dahilinde hareket etmeyen ve belli bir hedefi takip etmeyen kıyamlarından biriydi. Medine fakihleri ve abidleri Hüseyin b. Ali'nin hareketini teyid etmişlerdi.
Bu kıyam neticesinde Medine valisi Medine'den kaçmış ve kıyamcılar Medine'yi ele geçirmişlerdi. Daha sonra da oradan Mekke'ye doğru harekete geçtiler. Fahh hareketinin en büyük hatası Mekke ve Medine'ye yönelmeleriydi. Zira bu şehirler sadece dini ve manevi açıdan önem taşıyordu. Ama askeri siyasi ve stratejik açıdan hiç de öyle önemli beldeler değildi. O zamanlar Basra, Küfe ve Bağdat İslam devletinin merkezi konumundaydı. Fahh denilen yerde Hüseyin b. Ali Abbasi ordusuyla savaşa girdi. Hüseyin b. Ali'nin dostları kahramanca savaştılarsa da sonunda yenildiler. Hüseyin b. Ali düşmanın emanını da kabul etmeyerek savaştı, ama sonunda düşman ordusu karşısında yenilgiye uğradı. (2)
Dolayısıyla bilmek gerekir ki bir inkılab hareketi başlatılırken o beldenin siyasi ve askeri noktalarını çok iyi bilmek gerekir. Aynı hatayı Abdullah b. Zübeyr de yapmıştı. Zübeyr de Mekke ve medine'ye yönelmiş ülkenin siyasi ve askeri açıdan merkezi olan stratejik şehirleri hükümete bırakmıştı. Bu yüzden de rahat bir şekilde öldürüldü ve hareketi büyük bir yenilgiye uğratıldı.
İdris'in Kıyamı
Hüseyin'in dostları arasında İdris b. Abdullah b. Hasan b. İmam Hasan Fahh kıyamında sağ kalmıştı. İdris daha önce Abdullah'ın oğullan Muhammed ve İbrahim ile birlikte kıyama ha-
1)ınkılab-i İslami s. 142-143
2)İmaman-i Şia s. 162-163
zırlanan kardeşi Yahya da hayatta kalanlar arasındaydı. Muhammed İbrahim ve Yahya Emeviler zamanında ve Abbasilerin ilk yıllarında hareketinin önderliğini ellerinde bulunduruyordu. İdris bu sıralarda gizlenmiş, hareketin plan ve projelerini çiziyordu. İdris Fahh savaşında yenik düşünce yaralı haliyle Mısır'a daha sonra da Fasa gitti. Orada halka kendisini tanıttı ve Resul ullah'ın akrabası olduğunu duyan halk hemen İdris'in etrafında toplanarak ona biat ettiler. İdris de bu halkın yardımıyla Fas topraklarında büyük bir devlet kurdu. İdris'in kurduğu bu devlet ilk mektebi devlet idi ve dolayısıyla bu hareketi de Fahh kıyamının bir devamı olarak görmek gerekir. Bu arada İmam Nasır da Horasan'da kıyam etmiş ve Deylem'de mektebi bir devlet kurmuştu. Tarihte kurulan ikinci Mektebi devletti bu. Bu devletin her ikisi de Ehl-i Beyt imamları zamanında kurulmuştu. (1)
Muhammed b. İbrahim-i Hasanî'nin Kıyamı
Abbasiler de çok geçmeden zavallı halka baskı ve zulüm etmeye başladılar. Emevilerden daha kötü ve zalim bir hale geldiler.Muhammed bütün bu olanlara sadece bir seyirci olarak bakamazdı.
Muhammed Küfe'de kıyam edince bütün mahrum ve mustaz'af halk kendisine açıkça destek verdi. Tarihçilerin yazdığına göre büyük bir güç vücuda geldi.
Muhammed b. İbrahim kıyam ederken komutanlarından birinden uygunsuz bir hareket görünce çok üzülmüş ve ölürken de ondan artık bu hareketini tekrarlamamasını istemişti. (2)
İslam tarihçisi Eb'ul Ferec-i Isfahani H. 313 yılına kadar Ali (as)'ın evlatlarından 213 kişinin adını zikretmiş bunların silahlısavaşlarını, kıyamlarını fedakarlıklarını ve nihayeten şahadetlerini zikretmiştir. Eb'ul Ferec'in de dediği gibi bütün bu hareket ve inkılablar sadece kendisine ulaşan olaylardır. Ama bunların dışında bir takım kıyamların gerçekleştiği kesin bir hadisedir.
Tarih boyunca irili ufaklı binlerce inkılâb hareketi oluşmuş, kıyamlar gerçekleşmiştir. Bunların çoğunda Ehl-i Beyt taraftarlarının ön saflarda yer aldığı kesindir. Ama bu mezkur inkılabı hareketlerin halktan uzak ve ayrı bir şekilde sadece Ehl-i Beyt taraftarlarının yaptığı manasına değildir. Bugün de dünya çapında Muhammedi bir çizgide inkılabı metodu takip edenlerin ön saflarında bu Ehl-i Beyt taraftarları vardır. Ama diğer Müslüman
1)İmaman-i Şia s. 165-166
2) İmaman-i Şia s. 143-144
halklar da bu inkılabı kendine örnek ve model almakta benzeri bir çizgiyi takip etmeye çalışmaktadır. İmam Humeyni bugün Hüseyni kıyamın bütün varislerinin rehberidir. Saraylarda oturup kalkmayan, hakim sınıfın dinini seçmeyen, demokratik burjuva düzeninde uzlaşma çığlıkları atmayan bütün hizbullahi ve inkılapçı Müslümanlar îmam'ın rehberliğinde kendi yaşadığı toplumda da bu inkılabı ve ilahi hareketi gerçekleştirmek için çalışıyorlar. Ama bilinmelidir ki bu yol îmam'ın icad ettiği bir yol değildir. Bu yol Resulullah Ali, Hüseyin ve tarih boyunca bunların yolundan ayrılmayan özgür insanların bizlere miras olarak bıraktığı bir yoldur. Peygamber ve Ehl-i Beyt'inin yoludur bu. Bu yolda kafirler münafıklar ve fasıklara yer yoktur, izzet sadece Allah'ın Resul'ün ve müminlerindir.
Muhammed b. Kasım'ın Kıyamı
H. 219 yılında Abbasi halifesi Mu'tasım hilafet tahtına geçer geçmez 60.000 zavallı insanı acımasızca katlettirdi. Bunun üzerine Muhammed b. Kasım Horasan'da halkın da desteğim alarak kıyam etti. İlk önce başarılı bir savaş örneği sergilediği halde çok geçmeden yenildi ve yakalanarak Bagdad'a hâlifenin yânına gönderildi. Muhammed bir süre zindanlarda kaldıktan sonra gizlicezindandan kaçtı. Böylece Muhammed B. Kasım'ın yaptığı kanlı kıyam da bastırıldı. Mu'tasım'ın başa geçtiği 218 yılından hemen bir yıl gibi kısa bir süre sonra yapılan bu kıyamdan sonra Mu'tasım'ın hükümette bulunduğu 227 yılına kadar başka bir hareketolmamıştır. Mutasım aynı zamanda İmam Cevad'ı da zehirletmiş ve tarihe büyük bir cinayetkar olarak geçmiştir. (1)
Ali b. Muhammed'in Kıyamı
Ali b. Muhammed de Zeyd b. Ali'nin beş kuşaktan evladı olup kendisi de etrafına köleleri toplayarak Abbasi sultasına karşı yiğitçe kıyam etmiştir. Ali b. Muhammed 255 yılında etrafına topladığı üçyüz köle ile birlikte zalimlere karşı çıktı. Ali b. Muhammed de dedesi Zeyd b. Ali gibi kahraman ve korkusuz bir insandı. Silah olarak sadece yüz kılıçlan vardı. Ali b. Muhammed bu yüz kılıcı olan üçyüz kişilik ordusuyla tepeden tırnağa silahlı dört bin düşman üzerine saldırdı ve galip geldi. Ama gel gör ki saraylardan beslenen ulufeli tarihçiler Ali b. Muhammed'i risalet iddiasında bulunan birisi olarak yazmışlardır. Bu, tarih boyunca böyle olmuştur: Mazlumları köleleri ve mahrumları savunan inkılapçı
1) İmaman-i Ma'sum c. 2, s. 95 ve inkılab-i İslami s. 148
Müslümanlar "komünist" "materyalist" vb. yaftalarla yaftalanmıştır.
Abbasi halifesi Mutasım kardeşi Muvaffak'ı mücehhez bir orduyla Ali b. Muhammed'in kıyamını bastırmak için gönderdi. Bu savaş H. 255 yılından 270 yılına kadar yani tam 14 yıl sürdü.
Siyuti "Tarih'ul Hulefa" adlı kitabında bu ondört yıllık savaşta öldürülenlerin sayısının 1,5 milyon civarında olduğunu yazıyor. Sonunda Ali b. Muhammed 270 yılında öldürüldü. (1) .
İdris b. Abdullah'ın 2. Kıyamı
Daha önce zikrettiğimiz üzere Fahh şehidi Hüseyin b. Ali'nin kıyamında sağ salim kurtulanlardan biriydi. Daha önce de Abdullah'ın oğulları Muhammed ve Îbrahim ile birlikte kıyam etmiş ama bir türlü başarılı olamamıştı. En son Fahh kıyamında da başarılı olamayıp sağ-salim kurtulunca ilkönce Mısır'a sonra da Fas'a gitmiş ve orada kalıp mücadelesini sürdürmeyi kararlaştırmıştı.
İdris'in H. 172 yılında kıyam ederek Fas'ta kurmaya muvaffak olduğu adil bir devlet yıllardır Emevi ve Abbasi zulmünden bıkıpusanmış halk kitlelerine ümit verdi. Halk İdris'in adilane ve insanca muamelesi karşısında İslam'a dört elle sarılmaya ve sevmeye çalıştı. Böylece İslam Fas, Cezayir ve Tunus beldelerinde hızla yayıldı.
Harun Reşid, İdris'in bu gelişen yeni adil İslam devleti karşısında korkuya düştü. Bu devleti ortadan kaldırmak için hiç bir komplo ve desiseye başvurmaktan çekinmedi. Sonunda da îdris'i zehirleyerek öldürttü.
İdris'i çok seven halk o şehit edilir edilmez hemen 11 yaşındaki oğluna biat etti. İdrisiler devleti tam 203 yıl sürdü. Daha sonra kurulan Muvahhidin, Beni Merin ve Murabitin gibi devletler de İdrisilerin bir devamıydı.
İdrisiler botanik, fizik, tıp ve tarih gibi ilimlerde de büyük gelişmeler kaydetmişti. Ama ne yazık ki bu devlet de yapılan komplolar sonunda 375 yılında yıkıldı ve tarihe karıştı.
Hasan b. Zeyd'in Kıyamı
Abbasi halifesi Mustain "Taberistan"(2)ın idaresini H. 250 yılında Muhammed b. Evs-i Belhi'ye verdi. Muhammed ise genç evlatlarından birini bu geniş bölgeye hakim yaptı.
Halk Muhammed'in zulmünden bıkmış usanmıştı. Taberiler Muhammed'in düşmanı olan Deylemiler ile birleşmek zorunda kaldılar Bu harekette yegane eksiklik cesur bir rehberin olmayışı idi Halk Muhammed b. İbrahim ile irtibat kurarak kendisine biat ettiler. Ama Muhammed b. İbrahim halkın biatini kabul etmedi ve onları Hasan b. Zeyd'in yanına gönderdi. Hasan b. Zeyd, Taberiler ve Deylemiler'in teklifini kabul etti. Halkın da desteği ile Taberistan'da silahlı bir kıyam başlattı. Taberistan'da adil bir idam devleti kuruldu. Ama bu devlet yirmi yıl sonra rehberi olan Basan b. Zeyd ölünce zayıfladı ve çöktü.
Etruş'un Kıyamı
Etruş (Hasan b. Ali) H. 304 yılında Medine'de doğdu ve Taberistan'da (Amul) vefat etti. Alim şair ve Zeydiye mezhebinden olan biriydi. (1) Etruş da Taberistan ve Deylem halkının desteğiyle inkılapçı bir devlet kurdu. Bu beldelerde uzun bir geçmişi olan İslam dininin yaygınlığına rağmen bir kısım halk Zerdüşt idi. Ama Etruş'un sürekli yaptığı davet ve kültürel çalışmalar neticesinde halkın çoğu Müslüman olda. Etruş bu bölgede Samanoğulları ile de savaştı. Sonunda da 304 yılında Abbasi halifesinin komutanlarıyla yaptığı bir savaşta 79 yaşında şehit oldu.
Etruş'tan sonra başa geçen Hasan b. Kasım da 316 yılına kadar devleti idare etti. Sonunda Samanoğulları'nın Taberistân'agönderdiği Şirveyh ile yaptığı bir savaşta şehit oldu. (2)
Elbette ki İbn-i Esir'in naklettiğine göre bu yenilginin sebebi de bazı komutanlarının bilerek savaş meydanlarından geri çekilmesiydi. söz konusu güçler Hasan b. Kasım'a karşı kin besleyen ve Etruş'un oğullarından birine biat etmek isteyen kimselerdi.Ama onların bu yanlışlığı yenilgiye uğramalarına neden oldu.
Ali b. Buveyh'in (İmadu'd-Devle) Kıyamı
Ali b. Buveyh Kerec'de Samanoğullarının bir valisiydi. Samanoğullarının sultan Said Nasr b. Ahmed-i Samani'nin bitip tükenmek bilmeyen zulmüne karşı kıyam ederek Rey ve İsfahan'ı eline geçirdi ve Şiraz'ı hükümet merkezi haline getirdi. Adalet ve insaf üzere halkı idarç etmeye koyuldu.
İmadu'd-Devle daha önce Hasan b. Kasım'ın devlet ve ordusunda yer almış sonra da Samanoğulları'na katılmıştı. Daha sonrahalktan gördüğü büyük destek ve yardım üzere Bağdat'a doğru
1)El-Muncid Fil Elam s. 50
2) İnkılab-i İslami 8. 156-157
harekete geçerek Abbasiler'in hilafet merkezini eline geçirdi.
İmadu'd-Devle'nin kurduğu devlet fıkhı açıdan Şii mezhebe dayandığı halde diğer mezhep mensuplarına karşı da iyi davranmış ve kardeşçe yaşamayı sağlamıştı.
İmadu'd-Devle'den sonra sırasıyla Rüknü'd-Devle, Muizu'd-Devle ve Azudu'd-Devle adlı kimseler Buveyhiler devletinin başına geçtiler. Buveyhiler devleti sosyal adalet, halka hizmet, kültür edebiyat vb. birçok alanda örnek alınabilecek bir devlet idi.
Ama ne yazık ki Buveyhiler'in sultanları da fesada bulaştılar. Kendilerine "melik'ul müluk" ve "şehinşah" gibi adlar takmayabaşladılar. Seyyid Razi ve Seyyid Murtaza'nın babası Ebi Ahmed Hüseyin Musevi, H. 369 yılında Azudu'd-Devle tarafından tutuklandı ve Fars'a sürüldü.
Büveyhiler'in Şii ye inkılapçı devleti Doğu'da kurulurken Fatımi devleti de Batı'da kuruldu. Buveyhiler Bağdat’a saldırırkenBatı'daki Şii Müslümanlâr da Mısır'a saldırdılar.
Selçukluların Irak ve Fars beldelerine karşı başlattığı saldırılar neticesinde Buveyhiler devleti zayıflamaya başladı. Neticede 447 yılında Selçukluların Bağdat'a saldırısıyla yenildiler ve Doğu'daki Şiiler Selçuklular tarafından ortadan kaldırıldılar. Elbette eğer Muizu'd-Devle, İranlıların teklifini kabul edip de Abbasileri yıktıktan sonra hilafeti Fatımilere vermiş olsaydı Şiilerin devleti daha da güçlenecek ve Selçukluların saldırıları karşısında yenilmeyeceklerdi.
Deylemiler H. 334 yılından 447 yılına kadar İslam ülkelerinden birçoğuna hükmettiler ve Abbasi halifelerini sıradan bir memurları haline getirmişlerdi. Abbasiler de H. 132 yılından 234 yılına kadar hükümeti ellerinde bulundurdular. 234 yılından 447 yılına kadar sadece hilafetin adına sahip kaldılar. Kudret ve hükümet Şii müslümanların ve gerçek Ehl-i Beyt dostlarının elinde idi. 447 yılından Selçuklu Türklerinin hükümet dönemi olan 590 yılına kadar da Abbasi hilafeti zahiri bir saygınlığa sahipti. Ama devlet Şii müslümanların inkılapçı hareketlerinin saldırılarından emanda değildi.
Abbasi devleti Selçukluların H. 590 yılında yıkılışından 656 yılına kadar Irak bölgesinde hükümet etmeye devam ettiler. Ama bu 66 yıllık dönemde hükümetlerini genişletemediler. Sonunda da Moğolların saldırıları neticesinde H. 656 yılında Hülago tarafından ortadan kaldırıldı.
Ehl-i Beyt taraftarları Emevi hilafetini yıkıp Abbasi tahtına geçen Seffah'ın zamanından Moğolların eliyle yıkılan son Abbasihalifesinin dönemine kadar mücadele etmiş, bazen silahlı bezende siyasi platformda zalim Abbasi halifelerine karşı kıyam etmişlerdir. Bu hareketlerin hepsi de sadece baştaki hakim sınıfı yıkarak yerine İslam'a dayalı adil bir devlet kurmak istemişlerdir.
Bazı oryantalistlerin iddia ettiği gibi ekonomik kriz Veya feodalizmi yıkmak için kıyam etmemişlerdir. Nitekim kıyam edenlerinŞii Müslümanlar olması özellikle de Ehl-i Beyt dostu İranlılar olman kıyamın sadece Ehl-i Beytin gasbedilmiş hakkını geri almak ve zalimleri cezalandırmak için yapıldığının en açık delilidir.
Fatımiler
Afrika'da (Mısır'da) kurulan Fatımiler devleti tam 270 yıl (297-567) devam etmiştir. Fatımiler Hicaz, Mısır, Şam ve Irak'ı kendihakimiyetleri altına almışlardı. Fatımiler önce Fas, Cezayir ve Tunus'ta daha sonra da Mısır ve Suriye'de egemenlik kurmuş birhanedandır. Fatımiler Abbasi halifeliğine karşı adeta yeni bir hilafet merkezi oluşturmuşlardı. Şii Müslümanlar aslında Abbasiegemenliğinin güçlü olduğu İran Irak ve Suriye gibi bölgelerde izlenmeye başlayınca Kuzey Afrika ve Yemen gibi uzak bölgelerdeçalışmalarını yürütmeye başladılar. Kuzey Afrika'da siyasal bir güç elde eden Şiiler M. 909 yılında Cezayir'deki Rüstemiler'in ve Tunus'taki Aglebilerin hakimiyetine son vererek Fatımiler devletini kurdular. Daha sonra yaptıktan deniz seferleriyle Sicilya'yı kara seferleriyle de Libya'yı ele geçirdiler. Fatımi komutanlarından Cevher M. 969 yılında Mısır'daki îhşidi egemenliğine son verdi. Böylece Kuzey Afrika'yı tümüyle denetimleri altına alan Fatımiler bundan sonra etkisiz kılmak istedikleri Abbasiler ile' doğrudan çatışmaya giriştiler. Daha sonra Fatımiler devletinde baş gösteren iktidar kavgası devletin zayıflamasına sebep oldu. Sonunda Fatımiler'in yazgısını Suriye ve Irak'taki gelişmeler belirledi. Bilahare Mısır, Atabeylerin komutanlarından Şirkuh ile yeğeni Selahaddin-i Eyyubi'nin eline geçti.
Fatımi halifesi Adid'in ölümünden sonra Selahaddin Eyyubi Fatımiler'in varlığını tümüyle ortadan kaldırdı.
Hamedanlılar
Nasıru'd-Devle ve Seyfu'd-Devle H. 4. asrın ilk yansında İslam ülkelerinden en önemli bir merkez sayılan Suriye'de Şii mezhebedayalı Hamedanlılar devletini kurdular. Hamedanlılar devletinin kahramanı olan Seyfu'd-Devle Rumların saldırıları karşısındakahramanca direndi. Dimeşk ve Halep'te güçlü bir devlet kurdu.
Yıkılmaya yüz tutan Abbasi devletinin merkezi olan Bağdat’a karşı Dimeşk ve Halep'te güçlü bir merkez geliştirdi. Seyfu'd Devle tam kırk defa kahramanca Rumlarla savaşarak onları Anadolu'ya kadar geri püskürttü. Hamedanlılar Bağdat'ta kudreti ele geçiren ilk Şii hanedan idi.
Ammaroğulları
Abbasiler zayıflayınca ve baştakiler kudret savaşına girince İslam dünyası bir ânda Batıdan Haçlılar Doğudan da Rumlar tarafından saldırıya uğradı.
Rumlar H. 495 yılında Şam ve Trablus sahillerine karşı denizden ve karadan saldırıya geçtiler.
Bu ortamda Şii bir hanedan olan Amraaroğulları inkılabı bir hareket başlattılar. Fahru'1-mülk Ammar b. Muhammed b. Ammar üçyüz kişilik az bir güçle mütecaviz Rumlara saldırdı ve onlara acı bir yenilgi tattırdı. Bu kahraman komutan beş yıl boyunca Rumlar karşısında durarak İslam topraklarım savundu. Ama büyük ekonomik kriz içinde çırpınan AmmaroğuIIarı devleti sonunda Rumların H. 503 yılında başlattığı saldırılar neticesinde yıkıldı ve tarihe karıştı.
Mirdasoğulları
Esedu'd:Devle diye de bilinen Salih b. Mirdas de Şii ve gayretli bir Müslüman şahsiyet idi. Haçlılar ve Rumlar karşısında kahramanca durarak sonunda H. 414 yılında Mirdasoğulları devletini kurdu.
Rum imparatoru yanına Rusya, Bulgaristan, Almanya, Belçika ve Ermenistan ordusunu alarak 600.000 kişilik mücehhez birgüçle Salih b. Mirdas birliklerine karşı saldırıya geçti. Salih b. Mirdas Allah'ın da yardımıyla böyle güçlü bir orduyu yendi ve büyük ganimetler elde etti.
Mirdasoğulları devleti de H. 5. yılın sonuna kadar devam etti. (1)
1) İnkılab-ı İslami a. 173
İsmailiye
Batıniye, İsmailiye ve Karmatiler diye bilinen devlet, tarihte terör ve dehşet rüzgarı estirmişlerdir.
Karmatiler defalarca katliam edildiler, çöllere dağlara dağıldılar. Muhammed b. İsmail'in Rey şehrine girmesiyle hatmiye fikirleri İsmailiye davetçileri tarafından İran'a yayıldı. Ahvaz ve Bahreyn bunların davet merkezi haline geldi. Abdullah b. MeymunAhvaz'da ilk İsmailiye teşkilatını kurdu. Hüseyin adlı bir Ahvazlı’yı davetçi olarak Küfe'ye gönderdi. Hüseyin orada Hamdan Eş'as adlı biriyle görüştü ve onu Batıniye mezhebine davet etti. Karmat diye meşhur olan Hamdan bu mezhebi Bağdat'ta yaymayı üstlendi. Sonunda H. 276 yılında topladığı taraftarlarıyla silahlanarak direnişe başladılar.
Bu grub o kadar intikam. ve kin doluydu ki halkın çoğu can korkusundan Hamdan'ın davetini kabul etti. Sonunda Batıniye mezhebi çıkan ihtilaflar sonucu ikiye bölündü. Hamdan'ın taraftarlarına Karmatüer denildi.
Karmatiler Muhammed b. İsmail'in Mehdi olduğuna ve muhaliflerinin katledilmesi gerektiğine inanıyordu Kabir ziyaretlerini, Kabe taşının öpülmesini ve dinin zahirine riayeti kabul etmiyor, dinin hükümlerini tevil ediyorlardı. İsmailiye davetçileri 3. asrın sonlarına kadar gizli çalıştılar. Abbasî halifeleri birden bire terör ediliyor bu arada bir sürü insan da katliam ediliyordu. Karmatiler bir defasında Kabe'yi basarak Hacer'ul Esved'i çaldılar. Bu esnada bir sürü günahsız insan öldürüldü. Bazı tarihçilere göre tam yirmi iki yıl Hacer'ul Esved'i sakladılar daha sonra yeniden getirip yerine bıraktılar.
İsmailîye taraftarları kıyam edince Mısır, Yemen, Bahreyn, İran, Suriye ve Irak'ı ele geçirdiler. Meşhur tarihçi İbn-i Esir'e göre İsmailiye ilk defa Save şehrinde H. 485 yılında Melikşah'ın hükümeti zamanında teşkilatlanmaya başladı. Daha sonra Batıniler Nizamül Mülk'ü de öldürdüler. Bütün İslam ülkelerinde korkunç bir terör havası estirdiler. İsmailiye taraftarları daha sonra sağlam kalelere sığındılar. Ahmed b. Attaş İsfahan'da Melikşah'ın yaptırdığı bir kaleyi ele geçirerek oraya yerleşti.
Hasan Sabbah da Alamut kalesine yerleşti. Kirman hakimi Tiranşah'ın katliamından kurtulan bir sürü Türk, Hasan Sabbah'ın kalesine sığındı. Tiranşah bu katliamda tam ikibin kişinin elini ve ayağım kestirdi.
Aslında büyük bir doktor olan Ahmed b. Attaş ile çeşitli ilimlerde derin bir alim olan Hasarı Sabbah'ın, Batıniye savaşçıları arasına katılması, gördükleri zulüm ve haksızlığın elinden kaçıp Batıniye kalelerine sığınması sebep olmuştu.
Selçuklular Bağdad'ı ele geçirince Şii Müslümanların oturduğu yerleri ateşe verdiler. Burada, Büveyhiler'in büyük zahmetlerle kurduğu kütüphane ateşler arasında kül oldu. Şiilerin mallan yağmalandı. Şeyh Tusi gibi bilginler hicret etmek zorunda kaldı.
Hasan Sabbah güçlü ve gizli bir teşkilata dayalı korkunç bir devlet kurdu. Hiç kimse onun emirlerine itaatsizlik edemezdi.
İsmailiye fedaileri muhalifleri olan devlet adamlarını halkın gözleri önünde büyük bir soğukkanlılık ve gözüpeklikle terör ettikleri için bazıan bu fedailerin operasyon sırasında uyuşturucu kullandıklarını sanmışlardır.
Bu Batıniye kalesinde ne bir zengin ve ne de bir fakir vardı. Herkes herşeyini birbiriyle paylaşıyordu. Yakalandıkları taktirde işkence edilip öldürüleceklerini bilen fedailer kaleleri düşmeye başlayınca birbirlerini katliam ediyor, acımasızca kadın ve çocuklarını öldürüyorlardı. Kale düşmanın eline geçince de kimseyi sağ olarak ele geçiremiyorlardı. (1)
Aslında İsmailiye'nin bu dehşet ve terör dolu dosyasının en büyük nedeni Selçukluların Şiilere karşı giriştiği acımasız katliamhareketiydi Bir insanın fikri ne olursa olsun insafsızca katliam edilmesinin ne dinde ne de insanlıkta yeri ve cevazı yoktur.
Katliam ve cinayetlerin hakim olduğu ve insanların sadece düşünceleri sebebiyle acımasızca öldürüldüğü baskı ye diktatörlükortamında bana tepki olarak terör havası estiren ve toplumda huzur ve emniyeti yok eden hareketlerin vücuda geleceği doğal ve bilinen bir gerçektir. Yaşamak için öldürmek zorunda kalan ve ikibin insanın el ve ayaklarının kesilmesine şahit olan savunmasız insanlar acımasızlaşır ve doğal olarak saldırganlığa başlar. Köşeye sıkışan kedinin bile aslan kesildiği bilinen bir gerçek iken sultan ve padişahların zulmü karşısında intikam ateşiyle tutuşan kalplerin giriştiği katliam ve cinayetler de elbette ki tevcih edilemez ve hoş görülemez. Ama işin sadece bir tarafını görmek mazlum insanların piresini deve yaparken padişların sayısız cinayetlerini görmezlikten gelmek bu sultanları Ehl-i Sünnet diye överken bunlara karşı çıkan insanları Şii diye yaftalamak da insaf ve akıl işi değildir. Biz mazlumun yanlışlarını ifade ettiğimiz gibi zalimlerin zulüm ve cinayetlerini de ifşa etmeliyiz. İslami ve insani görevimiz de bunu gerektirmektedir.
İsmailiye mezhebi hem inançları hem de taraftarlarının yaptıkları bir sürü İslam dışı hareketler sebebiyle bizzat Şii âlimleri tarafından da reddedilmiş ve kınanmıştır. Ama şu gerçek de bilinmelidir ki bu mezhebin ortaya çıkışının başlıca nedeni toplumdaki baskı, zulüm ve adaletsizlik idi. Ayrıca bu insanlar "-Ehl-i Beyt ve taraftarlarına reva görülen.bunca cinayet ve zulümlere de karşı çıkıyordu. Dolayısıyla İsmailiye taraftarları hakkında denilenlerin hepsi de doğru değildir. Tarihçilerin çoğunun saraydan aldığı ulufelerle tarih yazdığı dikkate alınırsa bu iddia daha da bir kesinlik kazanır. Örneğin Hasan Sabbah taraftarlarının haşhaş gibi uyuşturucu maddeler kullandığı doğru değildir. Aslında İsmailiye hareketini bir fikir hareketi olarak algılamak yanlıştır. Daha çok toplumdaki zulüm ve haksızlıklara bir tepki olarak ortaya çıkmış olan kin ve nefret dolu inkılapçı bir harekettir. Zaten bizim bu hareketi incelememizin nedeni de toplumdaki, zulme karşı bir tepki ve başkaldırı, hareketi olması ve inkılapçı bir metodu izlemeleridir.
Seyfu’d-Devle Sadaka b. Mezid’in Kıyamı
H 494 yılı İslam ülkelerinde taife reislerinin hakimiyeti dönemi olmuştu. Bu ortamda Emir Barkiyarık elinden geldiğince halka zulümediyor haksız yere vergi ve haraç topluyordu. Abbasi devletinin başına beş yaşında bir çocuk olan Amirbillah geçince ortalık daha da bir bozuldu. Halîfe Amirbillah, Sultan Muhammedi Emir Berkiyarık'ı ortadan kaldırmakla görevlendirdi. Ama yapılan savaşta Emir Berkiyank galip geldi ve Bağdat'a girmeye
Halife de Seyfu'd-Devle'den yardım istedi. Seyfu'd-Devle'nin hükümran olduğu Hille bölgesi dışında her yer yağma, cinayet vegüvensizlik ateşinde kavruluyordu.
Ama Halife Seyfu'd-Devle'nin tüm samimiyet ve dürüstlüğüne rağmen kendisiyle Berkiyank arasında nifak yolunu tutturmuştu. Sonunda Seyfu'd-Devle Sultan Muhammed'in uşakları tarafından öldürüldü. Tam 21 yıllık bir devlet kurmuştu. Seyfu'd-Devle bu müddet zarfında örnek bir devlet kurmuş tüm mazlumların sığınağı haline gelmişti. Halk güven içinde mallarını ona emanet olarak bırakıyordu. Halkın büyük bir ilgi ve sevgisini kazanmış ender idarecilerden biriydi.
H. 7. yılda İslam dünyası küçük güçlere bölünmüş, grupsal çatışmalara maruz kalmış kudret savaşına sahne olmuştu. 489 yılında başlayan haçlı seferleri de bu kudret aşığı idarecileri kendine getirememişti. Bu esnada İslam alemi Moğolların saldırılarına uğradı. Sadece Bağdat'ta bîr milyona yakın Müslüman öldürüldü. Sonunda 656 yılında Bağdad elli günlük bir kuşatma sonucu düştü. Böylece Bağdat'ta Şii müslümanları katleden kimseler de Moğolların komutanı Hülago'nun kılıcından kurtulamadılar. Eğeridareciler altın ve cariyelerinden el çekip de ülkelerini savunmanın yollarım düşünselerdi şüphesiz ki Moğollar İslam alemi karşısında bir şey yapamazdı. Ama ihtilaf, fesat, kudret savaşı ve dünyaperestlik her yeri sarmış, herkes kendi can derdine düşmüştü. Artık Hülagb ve ordusunu durdurabilecek hiç bir siyasi ve askeri güç yoktu. Dolayısıyla yepyeni bir yol bulmak gerekiyordu. Bu yol Moğolları İslamileştirmek ve Müslüman kılmak idi. Yani onları içlerinden fethetmek gerekiyordu. Bu yolda öldürülmek yokta ama itiraflar vardı. Nitekim de öyle oldu. Bu önemli misyona yüklenen iki büyük Şii alimi Mueyyiduddin b. Alkame ve Hace Nasiruddin Tusi büyük iftiralara, maruz kalmıştı. Halbuki Bağdad'a girerken bir milyona yakın insanı katleden Moğollar, bu iki alimin çalışmaları neticesinde Bağdad'dan ayrılırken halifenin mescidi ile Hz. Musa b. Kazım'ın kabrini yeniden bina etmelerini emretti. Kaldı ki ne İbn-i Alkame Bağdad'ı Hülago'ya teslim etmişti ve ne de Hace Nasiruddin-i Tusi gibi büyük bir alim sırf intikam almak için vezirliği kabul etmişti.
Hace Nasiruddin Tusi için Abbasilerin son halifesi Mu'tasım, Alamüt kalesinin 7. mürşidi Alauddin Muhammed, İsmailiye'nin son sultanı Ruknuddin ve Moğol hükümdarı Hülago arasında hiç bir fark yoktu. Hepsi de aşağı yukarı aynı insanlardı. Hace Nasiruddin Moğolların daha fazla kan dökmesini ve cinayetler işlemesini engellemek istiyordu. Aslında İbn-i Esir'in naklettiğine göre Moğol tüccarları Harezmşahlar tarafından öldürülünce Moğollar saldırıya geçmiş ve hatta Abbasi halifesi Harezmşahlar, ve İsmailiye'nin tehlikesinden emanda kalmak için Moğolları İran'a saldırmaya teşvik etmiştir.'
Hace Nasiruddin Tusi bu toplumda yaptığı kültürel çalışmalar neticesinde bir merkezde tam dört yüz bin kadar kitabı bir arayagetirmiştir. Hace'nin Moğolların arasındaki nüfuzu sayesinde birçok İslam alimleri emanda kalmış ve çeşitli ilim dallarında bir sürü kitap yazma imkanı bulmuşlardır.
Hakeza Allame Hilli ve oğlu Fahr'ul'Mütehakkikin'in Sultan Muhammed'in sarayındaki nüfuzu sayesinde bir çok İslami çalışmalar yapılmış, ilmi-kültürel faaliyetler gösterilmiştir. Ama bütün bunları ve İslam dünyasının o gün içinde bulunduğu durumu bilmeden hemen kaleme alan bazı aydınlarınız hemen Hace Nasiruddin Tusi'ye dil uzatmış ve hakkında olmadık bir sürü iftirada bulunmuşlardır. Halbuki ihsanın düşman karşısında askeri ve siyasi açıdan hiç bir şey yapamaz durumda kaldığı bir zamanda ne yapılabilirdi? Milyonlarca suçsuz insan ye yılların kültürel ve ilmi mirası ateşler içinde kül olup gidecek, İslam aleminde taş üstünde taş kalmayacak, her yer kan gölü haline gelecek, harabeye dönüşecekti. Bütün bunlara engel olmak kötü bir şey midir?
Bugün Hace Nasiruddin Tusi'yi eleştirenler acaba kendileri o toplumda yaşasalardı ne yapabilirlerdi? Hace bütün o ilmine ve dirayetine rağmen Moğolların kimler olduğunu bilmiyor muydu? Ama ne yapsındı? Elden ne gelirdi? Bütün İslam alemi fesat, ihtilaf, cehalet, kin ve terör ateşinde kavrulurken olan zavallı halka ve Müslümanlara oluyordu. Sultanlar, emirler, halife ye kabile başkanları kısacası herkes kendini düşünüyor, makam ve mevki-sini korumaya çalışıyordu. Hiç kimse İslam ve Müslümanların maslahatını düşünmüyordu. Hace işte böyle bir ortamda yaşıyordu. Şüphesiz eğer şahadetiyle İslam ve Müslümanlara faydalı olacağına inansaydı bugünkü aydınlarımızdan daha kararlı ve azimli bir şekilde kıyam eder, Allah yolunda şahadeti çektiği onca zahmet ve zorluklara tercih ederdi. Zira onlar için tek ölçü Allah'ın rızasıdır. Onlar Allah'ın razı olmadığı bir şeyi yapmazlar. Alimler Allah'tan korkar ve sadece O'nun rızasını ararlar. İnsanın itidal çizgisinden ifrat ve tefrite düşmemesi de bir erdemdir.
Serbedaran Kıyamı
Ebu Said'in ölümüyle Hülago'nun imparatorluğu zayıflamaya başladı. Böylece İran'ın dört bir yanından taife ve hanedanlar kıyam ederek küçük çapta devletler kurmaya kalkıştılar.
Bu hareketlerden biri de Şeyh Halife'nin rehberliğini yürüttüğü Serbedaran hareketiydi. Serbedaran hareketi Şii ve inkılapçıbir hareket idi. Şeyh halife insanları kıyama davet ediyor, daima hazırlıklı bulunmalarını istiyordu. Ama ne yazık ki bazı yobaz alimlerin Sultan Ebu Said'e şikayette bulunmaları üzere H. 736 yılında Şeyh Halife idam edilince bu hareketin ümitverici kıyam ve feryadı da yok olmaya yüz tuttu.
Şeyh Halife idam edildikten sonra öğrencilerinden Şeyh Hasan adında birisi bu hareketin başına geçti. Ama ne yazık ki o da Erat kuşatması esnasında kendi muhalifleri tarafından öldürülünce hareket dağılma noktasına geldi. Serbedaran kıyamı ideolojik ve inançlarına bağlı bir kitlenin kıyamıydı.
Ama ne yazık ki Serbedaran kıyamı öncüleri çok geçmeden inkılabı ve ideolojik hedeflerini unutarak sadece dinin zahiri bir takım ilkelerini koruma derdine düştüler.
Serbedaran kıyamı 786 yılında yeniden toparlandı ve Timurleng'in hücumları karşısında birleşip Timurleng'in ordusuna karşı koymaya başladılar. Ama çok geçmeden sebzevar kalesi fethedildi ve Timur bu hareketin taraftarlarım katliâm ederek bazılarını diri diri toprağa gömdü.
Serbedaran hareketi yenilgiye uğrayınca bazı üyeleri Herat'a kaçtılar. Bu hareket elemanları Herat ve çevresinde İslami bir çalışma içine girdi. Sonunda Herat alimlerinden biri olan Mevlana Nizamuddin "İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak" adı altında faal bir hareket başlattı. Bu hareket elemanları toplumdaki her türlü kötülüğe karşı koyuyor, ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hatta İbn-i Batuta'nın dediği üzere Herat emiri Melik Hüseyin'e bile şarap içtiği için hadd uygulamış kırbaçlamışlardı. Timurleng'in komutan ve askerlerinin Herat'ta yaptığı taşkınlıklara da bu hareket elemanları engel olmaya çalışıyordu. Nitekim Moğol emirlerinden biri Müslüman kadınlardan birini zorla alıkoyup, ona sahip olmaya çalışırken Mevlana Nizamuddin'in taraftarlarınca kurtarıldı. Bunun Üzerine Moğol emiri Herat şehrini kuşattı. Moğol emiri bu hareketin rehberi Mevlana Nizâmud-din'i kendilerine teslim ettikleri taktirde şehre saldırmayacağına söz verince Mevlana Nizamuddin büyük bir fedakarlık örneği sergileyerek kendi rızasıyla gidip teslim oldu ve böylece Herat halkını büyük bir katliamdan kurtardı. O kendini halkı için feda etmişti. Moğol emiri Mevlana Nizamuddin'i acımasızca öldürdü ve böylece bu hareket de rehbersiz kalınca yenilgiye uğradı, dağılmaya yüz tuttu.
Timurleng H. 796 yılında İran'ın her yerinde büyük bir fetih hareketine girişmişti. Ama buna karşı Müslüman İran halkı da İran'ın dört bir yanında direniş hareketleri başlatmış, İslami varlıklarını ortaya koymaya çalışmışlardı. Timurleng'in komutan ve emirleri ellerine geçirdikleri her yeri yakıp yıkıyor, savunmasız Müslüman halkı acımadan katlediyordu. Kısacası o tarihte tüm İran kan ağlıyordu adeta.
Fazlullah Hurufi Hareketi
Hurufîler olarak tanınan devrimci ve irfanı hareketin rehberi Fazlullah H. 730 yılında doğmuştur. Fazlullah 788 yılında Timur'u Deccal olarak tavsif ederek yiğitçe büyük bir kıyam başlattı.
Fazlullah oldukça takvalı ye yediğine içtiğine dikkat eden biriydi. Ayrıca "Cavidan-ı Kebir", "Sağır der Tefsir-i Kur'an" ve "Sakiname" adlı üç güzel eserin de yazandır.
H, 804 yılında Timurleng'in yerine geçen Miranşah, Fazlullah'ı kendi eliyle boğdu, başını gövdesinden ayırdı ve bedenini bir ipleçekerek tüm şehri gezdirip halka gösterdi. Böylece Fazlullah'ın taraftarları bir takım silahlı eylemler gerçekleştirdiler.
Fazlullah tam yirmi yıl Necefte yaşamış ömrünün sonunda da Şirevan'da hapis veya gözaltında kalmıştır. F'azlullah'tan sonra da naibleri ve bu cümleden kızı, sultan cihanşah zamanında Tebriz'de kıyanı etmiştir. Bu kıyamda beş yüze yakın insan ölmüş veyakılmıştır. (İnkılab-ı İslami s. 205-207)
Fazlullah’ın başlattığı bu şanlı kıyamın en önemli özelliği şüphesiz ki irfanı ve devrimci boyutları bir araya getirmiş olmasıdır, irfan ve devrim birliği nebevi ve islami hareketlerin de en önemli ve belirgin bir özelliğidir,
Seyyid Muhammed'in Kıyamı
Seyyid Muhammed H. 845 yılında fasık ve zalim Huzistan emirinin aleyhine kıyam etti. Büyük bir halk kitlesi Seyyid'i destekledi. Huveyza ve Şuşter arasındaki bir bölgede cihad bayrağım açarak yerli emirler silsilesini ortadan kaldırdı ve emirlerin tüm mallarını yoksullar arasında paylaştırdı. Bu halk hareketi Şiraz'dan gönderilen hükümet birliklerini de büyük bir yenilgiye uğratarak geri püskürttüler. Ama çok geçmeden Karakoyunlular ile yaptığı bir savaşta yenik düştüler. Ama bu inkılapçı Seyyid yine boş durmadı. Tekrar Huzistan'a 'dönerek H. 9. yılın sonlarına kadar devam edecek olan inkılapçı bir devlet kurdu, (inkılab-ı İslami 207-208)
Seyyid Kıvamuddin Kıyamı
Seyyid Kıvamuddin yirmi yıl Necef te İslami ilimleri tahsil ettikten sonra Amul'a geri döndü ve Horasan'daki Serbedaran hareketinin inkılapçı önderleriyle tanıştı. Sonunda H, 760 yılında Amul beldesinde büyük bir kıyam gerçekleştirdi. Öyle ki çok geçmeden Kazvin ile bütün Mazenderan beldelerini eline geçirdi. Böylece mahalli devleti yıkarak 770 yılında Amul'da ille Serbedaran devletini kurdu. Seyyid Kıvamuddin hareketi de hem devrimci ve hem de irfanı boyutlara sahip bir hareket idi.
Mazenderan hakimi, Seyyid Kıvamuddin'i ilk önce fitneci diye tutuklamış ama bunu duyan halk kıyam etmiş, mahalli hükümetin otoritesini ortadan kaldırarak 760 yılında ona biat etmişlerdi. Seyyid daha çok bu inkılapçı hareketin rehberlik ve irşad makamında bulundu; hükümeti ise 763 yılında oğlu Seyyid Raziyuddin'e bıraktı. Seyyid Kıvamuddin'in hareketinin en büyük özelliğide siyasi rehberlik makamı ile manevi önderlik makamını uyumlu bir hale getirmesiydi.
Zira serbedaran hareketinin yenilgiye uğramasının sebebi de Şeyh Hasan-i Çevri ile Emir Me'rad yani manevi önderlik makamı ile siyasi rehberlik makamı arasındaki uyumsuzluk ve çatışmalar idi. Seyyid Kıvamuddin'in oğullan da ikiye ayrılarak bazısı ibadet ve zühde, bazısı da idareciliğe yöneldiler. Seyyid Kıvamuddin ile Sari hakimi Fahruddin Celal ordusu arasında çıkan savaşta Seyyid'in ordusu galip geldi Ama Seyyid Abdullah daha sonra düşman askerlerinden biri tarafından öldürüldü. Sari'deki Kiyayiler'in yıkılmasıyla Seyyid'in hakimiyet sınırlan oldukça genişledi. Seyyid Kıvamuddin devletinin en önemli ve açık özelliği işlerin idaresine salahiyetli iyi insanların tayin edilmesiydi. Bu yeni devletin kurulmasıyla Mazenderan bölgesindeki irili ufaklı devletler de yıkıldı ve böylece büyük bir güç ortaya çıktı. Seyyid'in bu hareketi hiçbir zaman saldın Pozisyonuna geçmedi. Daima kendini savunmakla yetindi. Ama sonunda Seyyid'in kurduğu bu devlet de 798 yılında Timurleng tarafından ortadan kaldırdı ve halkın çoğu Maveraunnehir'e sürgün edildi.
Bu devlet 809 yılında yeniden bir canlanmaya ve teşekkül etmeye başladıysa da 881 yılında yeniden yıkıldı ve tarihe karıştı.(İnkılab-ı İslami s. 208-215)
İnkılapçı Kızılbaş Hareketi
699 yılında kurulan Osmanlı devleti ilkönceler küçük bir devlet olmasına rağmen kısa bir müddet zarında İslam dünyasınınbüyük bir bölümünü ele geçirdi ve H. 1342 yılında büyük bir imparatorluk haline geldi.
O zamanlar yani H. 9'ncu asrın sonlarında İran, kabile ve taife melikleri tarafından bölük pörçük edilmişti. Akkoyunlu şehzadeleri Fars, Yezd, Kirman ve Irak'ı ellerinde bulunduruyordu. Timuriler Horasan ve İran'ın doğu bölgelerinde hakim haldeydi. Sultan Murat Azerbaycan, Irak ve Acem topraklarını ele geçirmişti. Alevi Seyyıdler Mazenderan'da hükümet ediyordu. Gilan ve Taleş bölgelerinde ise İran'ın milli han ve emirleri hükmediyordu. Muşa'şa hanedanı ise Huzistan bölgesini elinde bulunduruyordu. Böyle bir ortamda Şii olan kızılbaş kabileler arasında bir hareket vücuda geldi. Bu hareket bütün İran'da tek bir millet ve tek bir devlet kurmak istiyordu. Kızılbaş kabilelerin dini rehber olarak Şeyh Safiyuddin ve haleflerine itaat etmesi bu hareketin cihad hareketi haline gelmesine neden oldu. Şeyh Cüneyd-i Safevi ve Şeyh Haydar Safevi'nin öldürülmesinden sonra Şeyh Haydar'ın küçük oğlu İsmail 905 yılında Kızılbaş hareketinin siyasi, askeri ve dini rehberliğini eline geçirdi. 14 yaşındayken Gilan'da kıyamını başlattı, H. 907 yılında İran'ın batısında gerçekleştirdiği bir takım fetihler sonunda Tebriz'de "İran'ın Şehinşahı" lakabını aldı. 915 yılına kadar Hamedan, Irak, Acem, Fars, Yezd, Huzistan, Kürdistan, Gilan ve Mazenderan bölgelerindeki mahalli hükümetleri Tebriz Şahına muti hale getirdi.
Özbeklerin Kızılbaş ordusu tarafından yenilgiye uğratılmasıyla Horasan, Afganistan ve Türkmenistan'ın da yeni Safevi devletinin hükümranlığı altına girmesine neden oldu. Sonunda Bağdad ve Irak’ı da ele geçirerek İran'ın sınırlarını Sasaniler dönemindeki gibi genişlettiler. .
Osmanlı devletinin sınırlan içinde olan Anadolu halkı da o zamanlar Şia olduğundan Kızılbaş ordusuna katılarak Osmanlılara karşı kıyam bayrağını açtılar.
Osmanlılar bu kıyamı kanlı bir şekilde bastırdılar ve Kızılbaş ordusunun 920 yılında Çaîdıran'da yenilgiye uğrattılar. Böylece ilim merkezi Tebrizi ele geçirdiler. Ama Azerbaycan ve kafkasya halklarının mukavemeti ve peş peşe kıyamları bu topraklardan geri çekilmek zorunda kaldı.
Osmanlı saray mollaları bu ortamda Şiilerin köle alınabileceğine köle tüccarlarına satılabileceğine dair bir fetva verdikleri için: Osmanlı ordusu Tebriz'i efe geçilince şehirdeki peygamber soyundan gelen Seyyidleri bile köle olarak İstanbul’a getirmiş ve Yahudi tüccarlara satmışlardı. (Safevi Dönemi Toplumsal ve Tarihi Mektup ve Senetler s. 231)
işte Osmanlıların bu gayri İslami ve insani davranışlarından ötürü Şah Abbas kafir Rusya devletinin yanında Müslüman Osmanlılar aleyhine savaşmaya hazır olduğunu ifade etmiş, Osmanlı ya düşman olan Avrupa devletlerle iyi ilişkiler içine girmişti.
Şah Abbas'ın yoğun diplomatik faaliyetleri neticesinde 1012 yılında Tebriz, Osmanlıların işgalinden kurtuldu. 1016 yılına kadar Loristan, Ermenistan, Gürcistan ve İran'ın batısı yeniden Iran topraklarına katıldı. 1033 yılında Irak'ı da geri alarak mukaddes mekanları Osmanlıların elinden kurtardı. 1032 yılında da Özbek hanlarının elinden Kandahar'ı kurtarmıştı. Fars körfezinde yıllardır hakimiyet kurmaya çalışan Portekizler'i kovdu. Şah Abbas Hollanda, Britanya, Almanya ve İspanya gibi sömürgeci ülkelerle irtibat içinde olduğu halde İran'ı Avrupalı devletlere peşkeş çekmedi.
Ne yazık ki Safevi-Osmanlı savaşı Sünni-Şii savaşı olarak algılanıyordu. Bu da Safevilerin İran'da milli bir bütünlük kurmasına yardımcı oluyordu. Öte yandan Osmanlı da İran'ın Kürdistan ve Irak'ın kuzeyindeki Sünnileri Safeviler aleyhine kullanmasını çok iyi bilmiştir. Sonunda Irak da Safevilerin elinden çıktı ve Iran Safevileri 1. Tehmasıb zamanında fesat ve durgunluğa duçar oldu. 1. Tehmasıb'm 14 yıllık saltanatı boyunca kuraklık kıtlık ve bulaşıcı hastalıklar halkı yıpratmış bazı bölgelerde insan eti yeme durumuna düşülmüştü. Halk 979 yılında Tebriz'de, 986 yılında Gilan'da 989 yılında da Horasan'da kıyam etmeye başladı.
Safevi hanedanının merkezi olan İsfahan'ın 1135 yılında Afganlılarca işgal edilmesiyle İran'da yeniden inkılapçı ve İslami kıyam kıvılcımlarını tutuşturdu. Zira iran halkı Şii olduğu halde bu bağnaz Afganlılar Sünni idi. Ayrıca halkı büyük bir acımasızlık örneği sergileyerek katliam ediyorlardı. Halkın namusuna tecavüz ediyor, mastaraf halaları büyük vs ağır vergiler alıyorlardı. Bütün bu zulümler halkın İranla dört bir yanından kıyam etmesine sebep oldu. Bu kıyamlar Afganlılar ile Osmanlıların İran'ı parçalama komplosuna da engel oldu, Ruslar da bu arada münafıkça bir davranış sergileyerek bir yandan şah Tehmasıb île anlaşma yapıyor bir yandan da İran'ın parçalanması hususunda Osmanlılarla gizli bir takım görüşmelerde bulunuyordu.
Kızılbaş soyundan olan Nadir bu duruma karşı kıyam ederek son Safevi şahı 3. Abbas'ı azletti ve 1149 yılında İran saltanatının başına geçti. Nadir Şah bu hareketiyle gerçi İran’ı yabancı güdümünden kurtardı; ama ideal bir devlet kurmak yerine daha çok siyasî hederleri ve merkezi kudreti için çalıştı.
Nadir Şah bu kıyanımı büyüterek bir takım fetih hareketlerine girişî Moğolların kudret merkezi olan Deliliyi, Buhara'yi vb. yerleri birbiri ardınca ele geçirdi. Böylece Safevi hanedanı yerine, Efşariye hanedanı îran saltanatının başına geçti. Nadir'in kıyamı ilk önce var olan zulme başkaldırı mâhiyeti taşıyordu. Ama çok geçenden Nadir Şah da zavallı halka aynı zulmü reva gördü. Yağmurdan kaçan zavallı halk bu defa da doluya tutulmuştu. Dolayısıyla Gadir Şah'ın bu zulmü de İran'ın dört bir yanından halk kıyamının başlamasına sebep oldu.
Harezm halkının kıyamı; Belh, Şirevaa ve Doğu Gürcistan isyanları Fars halkının direnişi; Mazenderan ve Esterabad'da Kaçar aşiretinin kıyamı şiddetle bastırıldı. Bu kıyam eden insanların gözleri çıkartılarak Şah'a gönderildi. Kryamcıların çoğu diri diri ateşlerde yakıldı. Ama bütün bu zulümler karşısında Azerbaycan, Horasan, Loristan, Bahreyn, Maskat ve hatta Nadir Şah'ın kudret merkezi olan Horasan'da bile bir çok kıyamlar gerçekleşmeye başladı. Sonunda 1160 yılında Efşar aşiretinden biri tarafından Nadir Şah terör edildi. Nadir Şah'ın öldürülmesiyle gerçi bu zulüm sona ermiş oldu; ama îran yeniden taife ve kabile yönetimleri ülkesi haline geldi. Bu defa bütün İran'da kabile ve taife savaşları başladı. Meşhed alimleri Mirza Seyyid Muhammed rehberliğinde kıyam edip zafer elde ettilerse de bu zaferleri uzun sürmedi. Bu iç savaşlar 1164 yılında Kerim Han-ı Zend'in zaferiyle sona erdi. Zendiler hanedanı da H. 1209 yılına kadar sürdü. Sonunda Zend ile Kaçar hanedanı arasında baş gösteren kudret savaşı İran'ı yeniden savaş sahnesine döndürdü. Kerim Han-ıZend zamanında sarayda gözaltında tutulan Muhammed Han ilk fırsatta Türk soyundan olan Kaçar aşiretini güçlendirerek muhaliflerini ezdi ve H. 1211 yılında Tahran'da saltanatın başına geçti. Böylece İslami hareketler yemden bastırıldı ve kıyamlar kana bulandı. Ama bu inkılapçı hareketler "kül altındaki kor" mahiyetini hiç bir zaman kaybetmedi (İnkılab-ı İslami s. 215-237)
Kaçarlar hanedanını İran’da saltanat tahtına geçiren Muhammed Han da ilk önceleri din ve Şii hareketlere karşı büyük bir baskı politikası izledi. Sayısız insanı acımasızca katletti. Ama halkın direniş ve kıyamı karşısında bu gidişatını değiştirerek din ve halka karşı yumuşama politikasına yöneldi. Dolayısıyla Kaçarların alimlere gösterdiği saygı ve sevgi de Safevi hanedanının gösterdiği sevgi ve saygı gibi politik amaçlıydı. Muhammed Han oldukça acımasız biriydi. öyle ki. saltanatına göz diktiğine ihtimal verdiği tüm yakınlarını acımasıca öldürdü.
Muhammed Han alimlerin ve Müslüman halkın desteğini almak için günümüzdeki laik kafaların davranışlarına benzer ilginçdavranışlarda bulunduysa da hedefine ulaşamadı. Yaya olarak Meşhed'e gitmesi, Hz. Ali'nin kabrini altınla süslemesi ve benzeri amelleri de onun meşru olmayan saltanatını meşru kılmaya yetmedi. Bunu gören Muhammed Han yeniden dişlerini göstermeye başladı. Kendi saltanatına teslim olmayan bir alimin Şiraz'da karnını deşmelerini emretti.
Daha sonra başa geçen Feth Ali Şah 37 yıl boyunca saltanatın başında kaldı.
Feth Ali Şah ölünce haremliğinde tam üçyüz kadın vardı. Bunlardan 150 erkek ve 20 kız çocuğu olmak üzere 170 de çocuğu olmuştu. Bunlardan her biri İran'ın bir beldesinde yöneticilikte bulunuyordu. Kaçar şahlan oldukça cahil ve halkının durumundan habersiz bir hayat sürüyorlardı. Bunu fırsat bulan sömürgeci devletler de boş durmuyordu. Herkes şah veya sadrazamın sevgisini kazanmanın yollarım arıyorlardı. Şah veya sadrazam'ın sevgisini elde eden herkes ülke kararlarına dahi müdahalede bulunabiliyordu. Dolayısıyla yabancı devletler arasında bir sevgi kazanma yansı başladı. Fransa İmparatoru Napolyon 1222 yılında Tahran Sarayına girmeyi başarınca o kadar güçlü bir nüfuz elde etti ki Britanya temsilcisi Şah'ın sarayındaki onca geçmişine rağmen Bu şehirden Tahran'a gelmesine izin verilmedi ve bu temsilci oradan ülkesine dönmek zorunda kaldı.
İngiltere 1229 yılında Afganlıların Hindistan'a saldırıları karşısında İran'ın sessiz durmamasını ve Britanya imparatorluğunun menfaatlerini korumasını Feth Ali Şah'tan istedi ve zorla bu konuda bir anlaşmayı imzalamasını sağladı.
Osmanlılar'ın 1237 yılında İranlı hacılara hürmetsizliği sebebiyle şahzade Muhammed Ali Mirza Fransız komutanlarının yardımıyla Bağdad'a askeri çıkartma yapmışsa da veba hastalığı sebebiyle bir fetihte bulunamamıştı.
İngilizler İran'la anlaşma imzaladıkları halde 1239 yılında vuku bulan İran ile Rusya savaşında İran'ı yalnız bıraktılar. Buyüzden İran topraklarının bir bölümü Ruslâr'ın eline geçti. Kaçar şahlarının dirayetsizliğinden istifade eden İngilizler Fars körfezinde, de hakim duruma geçtiler. Feth Ali Şah H. 1250 yılında ölünce bini askın torun ve çocukları İran'ın dört bir yanında-hükümranlık tahtında oturuyordu. Bu arada babası Feth Ali Şah zamanında Kaçar hükümetinin güçlü adamı olan Abbas Mirza 'nın oğlu Muhammed Şah İngilizlerin de yardımıyla saltanat tacını ele geçirdi. Muhammed Şah o zamanlar Tebriz'de olduğundan Tahran'a gelecek bütçesi bile yoktu. İngiltere'nin yardımıyla harekete geçerek Tahran'a yerleşti. İngilizler, İran'ın Ruslar yardımıyla Hindistan'ın kilid noktası olan Herat'ı ele geçirince menfaatlarının tehlikeye düşmesinden korkuyordu.
Muhammed Şah 1264 yılında ölünce Nasıruddin Şah saltanatın başına geçti. Nasıruddin Şah Kaçar hanedanının en şiddetlibaskı ve istibdad dönemiydi. Aynı zamanda da İran'ın batılılaşmaya başladığı dönemdir. Bir yandan batılılaşmaya kucak aşangarpzedeler bir yandan da topluma gerçek İslam'ı takdim etmeye çalışan alimler... Bu arada İslami ideal ve düşünceleri batılı kavram ve sloganlarla takdim etmeye çalışan hareketler ortaya çıkmaya başladı ki bunların başında da Cemaleddin-i Afgani yer alıyordu. Ana demek gerekir ki Seyyid Cemaleddin'in bu hareketi İran dışındaki ülkelerde büyük ölçüde hareket vücuda getirmişse de İran'da etkili olamamıştır.
Kaçarlar'ın istibdad yönetimini meşrutileştirme hareketleri Osmanlıların son zamanlarında da ortaya çıkmış ye 1907-1918 yıllarında Osmanlı İmparatorluğunda siyasi yönetim şeklinin değiştirilmesine neden olmuştu.
Jöntürklerin bu hareketi Osmanlı İmparatorluğunun siyasi sahnesine bir takım batılı kavram ve unsurları da beraberinde getirmişti. Osmanlı aydınlan istibdad ile mücadelede başka bir sığınak bulamadıkları için Batı'nın kucağına düşerken İran'da durum bunun tam tersi olmuştur. İran kültüründeki dinamiklik ve alimlerin halk üzerindeki etkinliği sebebiyle istibdad yönetimiyle savaşta Batı'nın kucağına düşülmemiştir. Şii alimler tarih boyunca imamlar dışında hiç bir sultan veya padişahın saltanatını meşru görmemiştir ve bir takım işbirliğine girmişlerse de bunu bazı zulümleri önlemek ve İslam'ı korumak için yapmışlardır. Hiç bir zaman hakim sınıf ile uzlaşmamış entegre olmamışlardır. Ama Ehl-i Sünnet alimleri özellikle de Osmanlı döneminde istibdad yönetimiyle uzlaştığı için Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışının ardından bütün bir halk olarak çaresizlik ve kargaşalık içine girilmiştir. Tabiri caizse Osmanlının yıkılışından sonra adeta ortaçağda kilise hakimiyetinin yıkılışının ardındaki durum yaşanılmıştır. Şii Müslüman halk tarih boyunca zulüm ve istibdad ile savaşırken alimleri daima yanında bulduğundan kara günlerde de daima alimlerin yanına koşmuş, alimler neredeyse. halk da orada olmuştur. Âmâ Osmanlı istibdadı ile uzlaşan ve bütünleşen alimler Osmanlı yıkılınca aydınlan da karşılarında bulmuşlardır. Avrupa'da ortaçağ boyunca kilise halka, aydınlara ve bilim adamlarına kan küstürmüştü. Osmanlı istibdadı da hakimiyeti boyunca yanına alimleri de alarak bir çok cinayet ve haksızlıklara baş vurmuştur. Dolayısıyla Osmanlıyı çökerken, bu istibdad ile birlikte alimler de çökmüştür. Aydınlar ve halk da Osmanlının çöküşünün ardından hemen Batı'nın kucağına düşmüş, suya düşen yılana sarılır kabilinden düşmanın tuzağına duçar olmuştur.
Nitekim görüyoruz ki Osmanlı çökünce aydınlar ve hakim sınıf alimlere kan küstürmüştür adeta. Yüzlercesini asmış, katliam etmişlerdir. Elbette ki bu arada Osmanlı istibdadı ile uzlaşmayan ve halkın yanında yer alan alimler de vardı. Ama ne yazık ki kurular arasında yaş da yanar. Bu tabiatın bir kanunudur. Osmanlı aydınının Batı'nın kucağına düşmesi, laikliğe inanması hatta ateistleşmesi Batı'da kilise hakimiyetinin yıkılmasından sonra laikleşen ateistleşen aydın ve bilim adamlarının durumunu andırmaktadır.
Ama denildiği gibi İran'da durum bunun aksine olmuştur. Rejim ve mutlu azınlık batılılaşma tuzağına düşmüşse de halk daima istibdad ile mücadelesinde alimlerin yanında yer almıştır. (1)
1) Günümüzdeki aydın ve entelektüellerin İslam'dan, alimlerden, hatta İslam'ı anımsatan her şeyden kaçması ve ürkmesinin nedeni de Osmanlı istibdadı ile yapılan bu uzlaşma siyaseti idi. Gerçekten alimler Osmanlı istibdadı ile uzlaşmasaydı bugün aydınlar ve hatta halkınazımsanmayacak bir kesimi İslam'dan, bu kadar uzak düşmezdi. Hatta şu anda da alimler ve din adamları hakim sınıfla uzlaştığı için gerçek alimleri ve İslam'ı toplumda lekelemiş, sevilmez bir hale getirmiştir. Bugün halk bazında gerçek alimlere ve İslam'a olan antipatinin nedeni din adamlarının hakim sınıfla uzlaşması ve entegrasyon içine girmesidir.
Nitekim Mirza-i Şirazi'nin verdiği o tarihi fetva İran'da istibdadın belini kırmıştır.
Bazı cahillerin Şia kültüründe ilmi havzaların hakim sınıftan bağımsız bir statüde çalışmasının din-siyaset ayırımı olduğunu sanmışlarsa da bu doğru değildir. Zira bu bağımsızlık bizzat hakim sınıfa karcı bir direniş sergilemiş ve ilk fırsatta da birçok İslami kıyamların kaynağı olmuştur. Tenbaku (Tütün) hareketi Kahraman Mirza-ı Şirazi, Meşrutiyet kahramanı Mirzai Naini ve İslam inkılabı rehberi İmam Humeyni de zahirde siyasi hayattan uzak durduğu sanılan bu ilmi havzalarda yetişmiştir. İşte insan burada imamların (as) hakim sınıflan uzak durmak hususundaki tavırlarının nedenini de iyice anlayabilmektedir. Aslında imamlar (as) hakim sınıflardan uzak durmakla siyasetten el çekmiyorlardı. Aksine bu tavır da bir direniş çeşidiydi. Zaten zalim idarede bunu fark ettiklerindendir ki yine de imamları rahat bırakıyor, ilk fırsatta zehirleyerek veya açıkça vurarak şehit ediyorlardı.
Nasıruddin Şah bu yüzden yanına alimleri de almak için Emir Kebir'i vezirliğe atadı. Böylece Emir Kebir'in eliyle bir takım ıslahatlar yapmayı ve halkın rızasını elde etmeyi düşünüyordu.
Emir Kebir gerçekten de halka hizmet etmek ve kurtarmak istiyordu. Ama bunun için de devletin güçlenmesini ve desteklenmesini düşünüyordu. Lakin Emir Kebir'in bu çabaları da Nasıruddin Şah'ı kurtaramadı. İngiltere İran'a savaş açınca Nasıruddin Şah alimlerden yardım istedi. Ama büyük alimlerden hiç kimse kendisine yardımcı olmayınca da büyük bir yenilgiye uğradı. Şah Emir Kebir'den sonra Mirza Hüseyin Han'ı iş başına getirip bir takım ıslahatlar yapmak istediyse de başarılı olamadı. Mirza'nın iş başına gelmesiyle İngilizlerin İran'daki nüfuzu da arttı. Tüm ülke çapında bir takım batılılaşma hareketleri başladı. Dolayısıyla yavaş yavaş alimler de karşı koymaya ve devletin karşısında yer almaya başladılar.
Büyük bir alim olan Merhum Hacı Molla Ali devlete karşı açıkça kıyam etti. Şah sık sık yurtdışına yaptıkları gezilerinden ötürü kınandı. İngiliz şirketlerinin İran'da elde ettiği bir takım hak ve imtiyazlara alimler karşı çıktılar. Bu arada İngilizler de açıkça devletin aldığı kararlara müdahalede bulunuyor veya bir takım kararların alınmasını sağlıyorlardı. Nasıruddin Şah H. 1306 yılında Avrupa'ya yaptığı 3. gezisinde İran'daki tütün imtiyazını İran'daki İngiliz şirketlerine verdi. Şiraz halkı İngiliz şirketlerine gösterilen bu toleransa karşı ayaklandı. Şehrin alimleri sürgün edildi ve bir çok insan haksız yere öldürüldü. Bu esnada Tebriz halkı da boş durmadı. Tebriz'e yabancıların girişi yasaklandı, İsfahan’da halk merhum Necef’inin önderliğinde kıyam etti ve tütünler merhum Necef’inin fetvasıyla fakirlere dağıtıldı. Tüccarlardan biri de 12.000 tütün torbasını ateşe vererek yaktı.
Tahran da ise Mirza Hasan-i Aştiyani ve diğer mücahit alimler kıyama önderlik ettiler. Sonunda Tahran alimleri Mirza BozorgiŞiraziye durumu bir mektupla bildirerek, kendilerine ne yapılması gerektiğini sordular.
Mirza Bozorgi Şirazi bir mektup yazarak Tahran devletini uyardı. Ama bu da fayda vermeyince tütünün haram olduğunafetva verdi. Mirza bu tarihi fetvasıyla yabancıların İran üzerindeki nüfuzuna son verdi. Sonunda İngiliz şirketleriyle imzalanananlaşma resmen lağvedildi. Böylece İran halkı bir kez daha alimler sayesinde yabancıların hegemonyasından kurtulmuş ve haklarına kavuşmuşlardı. (İnkılab-ı İslami s. 348-351)
Meşrutiyet Hareketi
Nasıruddin şah saltanatının ellinci yıldönümü kutlamalarına hazırlanırken H. 1313 yılında Mirza Rıza-i Kirmanı tarafındanterör edildi. Mirza uzun bir süredir Seyyid Cemaleddin-i Afgani ile irtibat içindeydi.
Nasıruddin Şah'ın ölümünden sonra bir çok zayıf noktası olan Muzaferuddin Şah başa geçti. Ülkenin durumu gün gittikçe daha da bir kötüleşiyordu. Bu arada bir kaç şehirde yapılan kıyamlar kanla bastırıldı. Sonunda Tahran halkı yine alimler öncülüğündekıyam ederek bu zulmün önüne geçilmesini istediler. Bilahare şah seçimlere gidilmesini ve İslami şura konseyinin kurulmasınıkabul etti. Böylece 1324 yılında meclis seçim kanununu düzenleyecek bir komisyon kuruldu. Aynı yıl 18 Şaban tarihinde ilk dönem Milli Şura meclisi açılışını yaptı.
Bu meclisin yaptığı ilk önemli iş Rusya ve İngiltere'den alınması düşünülen borçların durdurulmağıydı. Aynı zamanda anayasayı düzenleyecek heyeti de bu meclis seçti.
1324 yılında tasvib edilen anayasa beş fasıl ve 51 maddeden oluşuyordu. Bu anayasa daha çok meclis iç tüzüğüne benziyordu.Dolayısıyla bir çok eksiklikler taşıyordu. Muzaferuddin Şah'tan sonra başa geçen Muhammed Ali Mirza, Milli şura meclisinde birkomisyon kurarak anayasanın eksikliklerini gidermeye çalıştı. Bu komisyon Belçika, Fransa ve Balkan anayasası esasınca birmetin hazırladılar. Ama tüm milletvekillerince kabul görmedi. Daha sonra bu anayasayı İslami ölçülere tatbik edecek bazı alimlerin seçilmesi kararlaştırıldı ki Ayetullah Fazlullah Nuri de bu alimler arasında yer alıyordu; Sonunda on'dan fazla maddesi değiştirilerek yeni bir anayasa hazırlandı ve bu anayasa nisbi bir muvafakat esasınca Muhammed Ali Şah tarafından imzalandı. İran halkı H.Ş. 1285 yılında kıyam ederek Muzafer iddin Şah'ı meşrutiyeti kabul etmek zorunda bırakmıştı. Bu meşrutiyet K Ş. 1307 yılında İslam inkılabı gerçekleşinceye kadar bir çok değişiklikler geçirmiş ve sonunda yapılan bir referandum ile meşrutiyet hükümeti son buldu. Bu meşrutiyet hükümeti 1287 yılında yapılan bir ihtilal ile bir ara sona ermiş ve tüm İran'da askeri hükümet başa geçmişti. Bu iscibdad döneminde de batıcı aydınlar siyaset sahnesinden kaçmış ve susmayı tercih etmişlerdi. Ama iran halkı yine alimlerin rehberliğinde büyük bir kıyam başlattı. Tuhriz, Rest ve Isfahan tarafından Tahran'ı kuşatmış ve Tahran halkının da yardımıyla hükümet merkezim ele geçirmişlerdi. Ayetullah Hacı Mirza Halil, Ayetullah Molla Muhammed Kazım; Horasanı, Ayetullah Hacı Mirza Abdullah Mazenderani vb. birçok alimlerin verdiği fetvalardan ilham alan halk yine hu ısubaad hükümeti aleyhine büyük bir kıyam başlattı. Halk silahlı bir mücadeleye girişerek istibdad hükümetini yeniden yıktı. Şah, Rusya ve İngiltere elçiliğine sığınmak zorunda kaldı. Bu istibdad hükümeti 1,5 yıl kadar kısa bir dönem ayakta durabildi.
İkinci meşrutiyet hükümeti H. Ş. 1288 yılında ikinci Milli Sara nın açılışıyla başladı. Bu dönem meclisinde de Hasan. Takizadegibi batıcı aydınların varlığı yeni bir takım sapmalara neden oldu. Yeni meclis bir yandan İngiltere ve Rusya'nın nüfuzunu engellemeye çalışırken bir yandan da Amerika'ya yeşil ışık yakıldı ki bu da hakikatte batıcı aydınların nüfuzunu gösteriyordu. Budurumu bahane eden Rusya ve İngiltere de H. Ş. 1289 yılında İran'a ültimatom vererek H. Ş. 1289 yılında meclisin dağılmasına ortam sağladı. Böylece meclis kapatılınca yeniden halk kıyamları başladı. Şah ve, saray uşakları yabancı güçlerin yardımıyla buhalk kıyamlarını kanla bastırdı. Meclisteki milletvekilleri dağıtıldı ve bir çokları sürgün edildi. Meşhed'de Hz. Rızanın haremi topa tutuldu ve ziyaretçileri katliam edildi.
Böylece halk yeniden alimlerin rehberliğinde kıyam etti. Tebriz'de bir alimin Aşura günü idam edilmesi ve halkın katliamıbardağı taşıran son damla oldu. Sonunda devlet teslim olmak zorunda kaldı ve H. Ş. 1293 yılında meclis seçimleri yeniden başladı. Bu arada baş gösteren 1. Dünya Savaşında İran tarafsız olduğunu ilan etti. Bu meclis de devam etmedi ve H. Ş. 1294 yılındayeniden tatil edildi. Milletvekillerinden çoğu Kirman'a gittiler, bazıları da Osmanlı'ya sığındı. Meclisin tatil edildiği bu dönemde
İngilizler büyük imtiyazlar elde ettiler. Demiryolları ile ülke yollarının şose edilmesi imtiyazını elde eden İngiliz sömürgeciliğinin artan nüfuzuna karşı Tebriz halkı Şeyh Muhammed Hıyabani rehberliğinde kıyam etti. Şeyh Muhammed Hıyabani'nin şahadeti Müslüman Iran halkı üzerinde derin etkiler oluşturdu, İngilizler bu durumdan istifade ederek Rıza Han'ın eliyle ülkede bir ihtilal gerçekleştirdi. Üç gün sonra H. Ş. 1299 yılında yeni devlet Ahmed Şah'ın emriyle kuruldu ve Rıza Han savaş bakanlığına tayin edildi, Bu ihtilale karşı olan halkın başlattığı kıyamlar da Rıza Han tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı. Böylece 3'ncü meclis de beş yıl boyunca tatil edildi. 4. dönem meclis ise H. Ş. 1300 yılında Ahmed Şah tarafından açıldı.
4. Dönem mecliste Rusya ve İngiltere'nin nüfuzu ve destekleyicileri oldukça fazlaydı. Ama öte yandan mücahit bir alim olan Müderris de bu dönem mecliste yer almıştı. Müderris meclisteki sağ ve solcu kanada rağmen 1298 anlaşmasını lağvettirdi. Hakeza Rus ültimatomu mecliste söz konusu edilince Müderris dışında herkes korkmuş ne yapacağını şaşırmıştı. Ama Müderris kahramanca direndi. Tek başına da olsa bütün sömürgeci güçlerin oyunlarına karşı koymaya çalıştı ve bu yolda canını vermekten de çekinmedi.
Bu arada tüm İran'da fesat, emniyetsizlik ve 1. Dünya Savaşından kaynaklanan kıtlık baş göstermişti. Gerçi İran resmi olarak bu savaşa girmemişti, ama Azerbaycan, Osmanlılarca işgal edilmiş durumdaydı. Almanya, İngiltere ve Rusya İran üzerinde bir takım komplolar hazırlıyorlardı. Bu arada yeniden İran'ın dört bir yanında İslami kıyamlar gerçekleşti. Bu kıyamların başlıcaları şunlardı:
Hasan Salihabad'ın Kıyamı
Bu hareketin rehberi olan genç alim Hasan Salihabad sonunda bizzat silahlı bir kıyama başvurdu. Salihabad Kazvin Fethine katılmışsa da bazı mücahidlerin davranışlarından rahatsız olduğu için vatanı olan Reşt'e geri döndü. Ama çok geçmeden Tahran'a sürgün edildi. Daha çok Mirza küçük Han diye tanınan Salihabad Tahran'da bir çok tecrübeler elde etti. Tahran devletinin yabancıların elinde bir oyuncak haline geldiğini yakından görme imkanını elde etti. Vatanına dönünce de "İslam İttihadı" adında bir komite oluşturdu. İttihad-ı İslam teşkilatının İstanbul ve Tahran'da bir çok ünlü üyesi vardı. Hatta Müderris gibi büyük bir şahsiyet de Tahran'daki üyeleri arasındaydı.
Rus Kazak askerleri İngiliz güçleri ve istibdad devletinin askerleri üç taraftan Mirza küçük Han'a karşı savaştı. Ama bu üç güç karşısında başarılı bir savaş örneği veren Mirza kısa sürede bir çok üstünlükler elde etti ve düşman askerlerine acı kayıplar verdirdi. Sonunda düşman Mirza Küçük Han'la görüşme talebinde bulundu. Hatta İngilizler Rusya'ya askeri güç göndermek için Mirza'nın şartlarını kabul ederek Gilan'dan geçiş izni aldılar. Bu şartlardan biri de İran'ın iç işlerine karışmamak idi.
Ama bir yandan İngiliz uçakları bir yandan kızıl ordu ve bir yandan da Rıza Han'ın askerleri bu İslami hareketi ortadan kaldırmaya çalıştı. Sonunda bu hareket üyelerinden bir çoğu şehit edildi ve hareket etkisiz hale getirildi.
Mirza Küçük Han Gilan'da kıyam ederken Şeyh Muhammed Hıyabani de Tebriz'de kıyam etmişti. mücahit alim Hıyabani İngilizlerle anlaşma yapan Vusuku'd-Devle'nin hükümetine karşı cihad bayrağını açtı. Ama ne yazık ki Hıyabani esrarengiz bir şekilde terör edildi. Bu arada Alman elçisi Tebriz'de mücahidler tarafından öldürüldü.
Tengistanlılar Kıyamı
Buşehr limanı H. 1273 yılında İngiliz askerleri tarafından işgal edildi. Halk ilkel silahlarla bu işgalcilere karşı koyarak onlara ağır kayıplar verdirdiler. Bu hareketin öncülerinden biri Şeyh Hüseyin adlı bir alim idi. Ama ne yazık ki bu mücahit alim düşmanla yaptığı bir savaşta şehit oldu. Şeyh Hüseyin bir avuç fedakar Müslümanlar düşman ordusuna korkulu günler yaşattı.
Bu arada H. Ş. 1302 yılında beşinci dönem meclisin açılısı yapıldı. Bu dönem mecliste yer alan bir çok milletvekili Rıza Han'ın kudreti karşısında kendilerini kaybetmişlerdi. Rıza Han, Ahmed Şah'ı azlederek tüm gücü eline geçirdi. Merhum Müderris de Rıza Han'ın ihtilalinin evvelinde yakalanarak hapse atıldı. Kurşunla-zehirle öldürülemeyen bu özgürlük abidesi mücahit alim, H. Ş. 1316 yılında boğazı iple sıkılarak şehit edildi.
Bu arada Rıza Han tam bir diktatörlük örneği sergileyerek halkın emlak ve gayri menkul mallarına el koydu. Alimlere karşı büyük bir baskı yöntemi geliştirdi. Kadınların tesettürüne erkeklerin takke ve külahına müdahale edildi. Hatta Rıza Han aşiret halkının keçi kılından ördüğü siyah çadırlarını bile yasaklayarak beyaz çadırlar kullanmasını zorunlu kıldı. Bir çok fabrika.'ara el konuldu ve bunlar Rıza Han'ın şahsi malı haline getirildi. Iranın petrolünü de babasının malıymış gibi İngilizlere hibe eden Rıza Han bu hususta en küçük bir itirazda bulunanlara da göz açtırmadı. H. Ş. 1312 yılından itibaren hiç kimse petrol lafını etmeye cüret edemedi. Rıza Han döneminde Almanlar da İran'da büyük imtiyazlar elde ettiler.
İkinci Dünya savaşında İran'da bir çok siyasi, toplumsal ve ekonomik değişiklikler vücudâ geldi. İran bu savaşta tarafsız olduğunu ilan etmesine rağmen topraklan müttefik güçler tarafından işgal edildi. Rıza Han'ın onaltı yıllık diktatörlüğü karşısındaki sükut ve sessizlik de sonunda bozuldu ve halk sesini yükseltmeye başladı.
Bu hareket meclise de yansıdı. Sonunda Rıza Han istifa ederek yerine oğlu Muhammed Rıza'yı saltanata geçirdi. Bu dönemde deİngiltere ve Rusya'nın İran devleti üzerinde büyük bir nüfuzu vardı. İran devleti İngilizlerin baskısıyla Ayetullah Kaşani'yi tutuklayarak milletvekilliğinden azletti. Bu dönemde devlet İngiltere ve Amerika'ya petrol hususunda bir takım imtiyazlar vermekistediyse de Rusya'nın ve Tudeh partisinin muhalefetiyle karşılaştı. Dr. Musaddık ise İngiltere ve Amerika'ya bu hususta bir takım yeni imtiyazlar verilmesine karşı çıkıyordu. Dr. Musaddık Rusya'nın yardımıyla petrol çalışmalarını İran devletinin yürütmesini savunduğu için Rusya ve Tudeh partisince de destek gördü. Ayetullah Kaşani'nin halk üzerinde büyük bir etkinliği vardı. Bunu bilen Tudeh partisi de dine karşı olmadığını iddia ederek alimlerin de desteğini istedi. Özellikle Ayetullah Kaşani'nin muhalefeti neticesinde İngiliz ve Amerika işgalcileri H. Ş. 1324 yılında İran'dan çıkmak zorunda kaldı. İngiltere ve Amerika'nın boşalttığı yerlere Tudeh partisi ve komünist milletvekillerinin de desteğiyle Rusya birlikleri yerleşti. Ama BM teşkilatının baskısı üzerine H. Ş. 1325 yılında Rusya da İran'daki birliklerini geri çekti. Dr. Musaddık H. Ş. 1328 yılında 16. dönem meclis seçimine itiraz etti. Tekrarlanan seçimler sonucu H. Ş. 1329 yılında Milli cephe Milli şura meclisinde çoğunluğu elde etti. Ayetullah Kaşani de böylece sürgünden geri döndü. Tahran halkı tarafından milletvekili seçildi. Ayetullah Kaşani'nin daveti üzere H. Ş. 1329 yılında büyük bir miting düzenlenerek petrolün millileştirilmesi istendi. Bu karara karşı olan başbakan Rezmara İslam fedaileri tarafından öldürüldü. Bu durumdan korkuya kapılan milletvekilleri hemen ertesi gün petrolün millileştirilmesini oybirliği ile kabul etti. Aslında bu olay da alimlerin bir zaferiydi. Nitekim başbakan lezmara'nın yerine geçen Hüseyin Ala da İslam fedaileri tarafından öldürüldü. Böylece sömürgeci uşaklığı yapan hükümetlerin önüne geçildi ve milli bir hükümetin kurulması imkanı doğdu, dolayısıyla Dr. Musaddık bu fırsattan istifade ederek başbakanlık koltuğuna oturdu. Dr. Musaddık İngilizlerin baskısı karşısında Amerikan sömürgeciliğinin kucağına düşmekle en büyük hatayı yaptı. Böylece Ayetullah Kaşani rehberliğindeki İslami cephe Musaddık'ı desteklemekten vazgeçti.
Ayetullah Kaşani İngiltere ve Amerika'nın baskılan karşısında bir yandan Dr, Musaddık'ın hükümetini desteklerken bir yandan da Amerika'ya güler yüz gösteren Dr. Musaddık'ı şiddetle kınıyordu. Sonunda Dr. Musaddık dayanamayarak istifa etti. Bu arada laik düşüncelere sahip olan Kıvamus saltanat ortaya çıkarak Ayetullah Kaşani'ye karşı savaş açtı. Ayetullah Kaşani hükümet güçlerince tutuklanınca Iran halkı H. Ş. 1331 yılında hep birden kıyam etti. Ayetullah Kaşani Dr. Musaddık'ın istifasına karşı çıktı. Tahran pazarı da Ayetullah Kaşani'nin yanında muhalefete kalkışarak her yeri tatil etti. Sonunda büyük bir alimin önderliğinde gerçekleşen halk kıyamı karşısında, laik rejim dayanamadı ve kıvamus-saltanat istifa etmek zorunda kaldı. Böylece Dr. Musaddık yeniden başbakanlık koltuğuna geri geldi. Merhum Kaşani de meclis başkanlığına seçildi. Dolayısıyla dini ve milli bir birlik kuruldu. İran devleti ilk iş olarak İngiltere ile olan siyasi ilişkilerini kesti. Bu arada tahtını tehlikede gören Şah, Dr. Musaddık'ın yaptığı referandumun kanunsuz olduğunu iddia ederek onu başbakanlıktan azletti. Yerine Zahidi'yi başbakanlığa tayin ederek ülkeden ayrıldı. D. Musaddık da ülkenin kanuni başbakanıolduğunu ilan etti. Halk da bu arada İran'ın dört bir yanında yürüyüşler yaparak yurtdışında olan Şah'ın heykellerini kırmaya başladı. Ayetullah Kaşani Dr. Musaddık'a ülkede bir ihtilalin olacağını haber verdi. Ama Dr. Musaddık bunu önemsemedi ve İran halkının kendisinin yanında olduğunu ifade etti. Halbuki son zamanlarda izlediği sekeler ve laik siyasetleri yüzünden Ayetullah Kaşani ve onun şahsında İran halkının desteğini de kaybetmişti. Artık Dr. Musaddık yapayalnız kalmıştı. Sonunda M. 1964 yılında Zahidi ülkede bir ihtilal gerçekleştirerek Dr. Musaddık hükümetini yıktı. Böylece İran halkı milli düşünceli laik zihniyetli kimseler yüzünden yeniden Amerika sömürgeciliğinin hakimiyeti altına girdi.
Şah'ın gerçekleştirdiği ihtilal neticesinde milli cephe dağıldı. Amerika İran'daki nüfuzunu arttırmaya çalıştı. Bütün bu gelişmelere itiraz mahiyetinde Tahran üniversite öğrencilerinin düzenlediği mitingde üç öğrenci şehit edildi. Amerika'nın baskısı ve sömürgeci siyasetleri sebebiyle İran petrolünün tüm imtiyazları uluslararası Konsorsiyuma verildi. Amerikan şirketleri bu konsorsiyum paylarının %40'ını kendilerine aldılar. Daha sonra İran 1969 yılında Cento anlaşmasını imzaladı. Şah tüm gücüyle İslami hareketi ezmeye girişti. İslam fedaileri hareketinin rehberini idam ettirerek örgütü çökertti. O zamanlarda Irak'ta da saltanat rejimi çökmüş Türkiye'de ise 1969 ihtilali gerçekleşmişti. Amerika bütün bu olaylar karşısında Komünizm tehdidini lanse ederek İran'la bir takım siyasi-ekonomik anlaşmalar imzaladı ve İran artık Amerika'nın bir üssü haline gelmişti. Kısa bir süre zarfında İran'a yabana sermaye akını başladı. Yabancı şirketler mantar gibi yerden bitmeye başladı. 220 Amerikan, 285 İngiliz, 151 Alman, 160 Fransa 53 Japonya ve 40 İsveç şirketi İran'da faaliyet göstermeye başladı. Daha sonra da devletin verdiği güvenceyle yabana bankalar akını başladı. Amerika İran'ı komünizm tehlikesiyle korkutuyordu. Şah da böylece Amerika'dan aldığı destek ve yardımlarla halk kıyamlarını kanlı bir şekilde bastırıyordu. Bu arada da "Savak" adında gizli bir haber alma teşkilatı kuruldu. Savak'ın başkanı Şah tarafından atanıyordu. Amerika Komünizm diye adlandırdığı Müslüman halk hareketinin bir tehlike oluşturduğunu görünce Şah'ı toprak reformuna zorladı. Amerika bu toprak reformu için Dr. Emini'yi tayin etti.
Dr. Emini Amerikancı bir inkılabı gerçekleştirmek için sahneye çıktı ve seçimler ile partilerin serbestliğini ilan etti. Böylece İran 1970 yıllarına kadar sömürgeci uşakların ve istibdadın elin-de kaldı.
Amerika 33 milyon dolarlık bir borç yardımında da bulunarak Dr. Emini'ye yapacağı reformlarda destek oldu. Bu arada medya Dr. Emini'nin yaptığı reformları göklere çıkardı, öve öve bitiremedi. Böylece Pehlevi hanedanı 1969 yılına kadar yeniden saltanat tahtına oturdu. Buna karşılık İran'ın çeşitli yerlerinde bir takım kıyamlar hareketler vücuda geldi ki bunlardan biri de Ayetullah Kaşani'nin hareketiydi.
Ayetullah Kasam Irak'taki 1920 İslam inkılabı ile birlikte hareket ve siyaset dünyasına atılmıştı. Babası Seyyid Mustafa İngilizlerce şehit, kendisi de idama mahkum edilmişti. Ayetullah Kaşani 1941 yılında İran siyasi sahnesine çıkmış Irak'taki tecrübeleriyle Îslami hareketin rehberliğine seçilmişti. Ayetullah Kaşani Dr. Musaddık'ı şahsen sevmediği halde sadece din ve millet maslahatı için başbakanlığa getirebilmiş birisiydi. Laik ve pragmatist siyasetçiler daima Ayetullah Kaşani'yi yanına almak ve onun büyük gücünden istifade etmek istemiştir. Ayetullah Kaşani inandığı dava için sürgün edilmiş, hapislerde yatmış ve işkencelere maruz kalmıştı.
1950 yılında başbakan Hüseyin Ala'ya İslam fedaileri başarısız bir saldırıda bulununca Ayetullah Kaşani de tutuklandı.
Hapisten salıverildikten sonra da inzivaya çekildi ve sonunda 1959 yılında kendi mütevazı evinde vefat etti. (İnklâbhi İslami s.350-417)
İslam Fedaileri Teşkilatı
Seyyid Mücteba Nevvab Safevi üç yılı aşkın bir süre Necef te ilim tahsil ettikten sonra 1945 yılında Tahran'a döndü. NevvabSafevi İran'da İslami bir hayat kurmaya çalışınca bir takım kudretlerin bu oluşuma engel teşkil ettiğini gördü ve dolayısıyla da bu hedefini gerçekleştirmek için hakim sınıfa karşı silahlı bir mücadele başlattı.
Nevvab Safevi toplumda ilk olarak Ahmed Kesrevi adlı sapığı temizlemeye kalkıştı. Ama başarısız bir suikast neticesinde yakalanarak habise atıldı. Sonra kamuoyunun baskıları neticesinde serbest bırakıldı. Nevvab zindandan çıkar çıkmaz İslam Fedaileriadında bir örgüt kurdu.
İslam Fedaileri sonunda aynı yıl Kesrevi'yi soruşturma odasında öldürdüler. Kesrevi sapık inançları olan birisiydi. Nevvab sonunda gizlice Necef e gitti ve oradan hareketi idare etmeye başladı. Nevveb Safevi İran'da petrolün millileştirilmesi ve Dr. Musaddak’ın başbakanlığa getirilmesinde de büyük bir rol oynadı. Ayetullah Kaşani mecliste mücadele verirken, İslam Fedaileri de bu kanunları çiğneyenlere karşı amansız bir savaş başlatmıştı. İslam Fedaileri milli sloganlar yerine İslami sloganları tercih ediyor ve toplumda kayıtsız-şartsız bir İslam devletinin oluşturulmasını savunuyordu! Ayetullah Kaşani ise İslam fedailerinin builkelerini o günün şartlan içinde biraz sert buluyor ve yumuşak bir politika izlenilmesini istiyordu.
Nevvab Safevi 1948 yılında Filistinliler hakkında ateşli bir konuşma yapmış bu konuşma üzere beşbinden fazla genç gönüllüolarak Filistin'e gitmişlerdi.
İslam Fedaileri İngiltere ve Amerika'nın uşaklığını yapan başbakan Rezmara'yı da kahramanca öldürerek İslam düşmanlarınabüyük bir gözdağı vermişti. 1951 yılında Nevvab Safevi aniden yapılan bir operasyonda yakalandı ve iki yılı aşkın bir süre hapiste yattı. Dr. Musaddık zamanında hapisten çıktıysa da hiçbir zaman milli cepheye ve Musaddık'ın devletine güvenmedi. Şah da 1954 yılında ihtilal yapmıştı. Artık dini çevrelerle bir barış içine girmenin yollarını arıyordu. Ama İslam Fedaileri şah ve hükümetin meşru olmadığını ilan ederek, devletle uzlaşmalarının mümkün olmadığını bildirdiler. Şah bu yumuşama politikası neticesinde İslam Fedaileri'nin çalışmalarını serbest bıraktı. Böylece Nevveb Safevi Ürdün'deki İslam Konferansı Teşkilatına katılmış, Mısır'a gezi yapmıştı. Mısır'da Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın rehberi Hasan El-Benna ile yakından tanışma imkanı bulmuştu. Şah Nevvab Safevi'ye gezi sonrası siyasi işlerle ilgilenmediği taktirde bir takım önemli makamları vereceğini söyledi. Nevvab Safevi'nin buna cevabı oldukça sert oldu. Şahı "köpek yavrusu" diye tavsif eden Nevvab ayrıca da Şah'ı ölümle tehdit etti. Nevvab bir ara Milli Şura Meclisine nüfuz etmeyi denedi. Ama başarılı olamadığı gibi onun bu hareketi İslam Fedailerinin de bölünmesine sebep oldu. İslam Fedaileri Bağdad'a cento anlaşmasını imzalamaya giden başbakan Hüseyin Ala'ya karşı başarısız bir suikast düzenledi. Bu suikast neticesinde İslam Fedaileri'nin (içinde Nevvab Safevi de olmak üzere) bir çok önde gelen şahsiyetleri tutuklanarak idam edildiler. (İnkılab-ı İslam s. 417-427)
İmam Humeyni (r.a) de Nevvab Safevi'yi defalarca övmüş "Hareketimiz Nevvab Safevi'nin hareketinin bir devamıdır" diye buyurmuştu. Nevvab Safevi'nin kurduğu İslam Fedaileri Örgütünün en belirgin özelliği izzetli ve onurlu bir şekilde İslam devletini kurma yolunda mücadele etmeleri ve bu yolda kendilerine engel olmak isteyen her türlü harekete karşı kahramanca direnmesiydi. Nevvab Safevi bütün İslam düşmanlarının korkulu rüyası haline gelmişti. O İslam'ın yılmaz bir mücahidi ve örnek bir rehberiydi.
Nehzet-i Azadi
Milli cephe içerisinde bir takım üniversiteli gençler Dr. Musaddık'ın siyasi fikirleri doğrultusunda "Nehzet-i Azadi" adında siyasi bir hareket vücuda getirdiler. Nehzet-i Azadi meşrutiyet anayasasını ve Dr. Musaddık'ın yolunu savunuyordu. Nehzet-i Azadi taraftarları Musaddıkçı milliyetçi ve muhafazakar kimseler olarak tanınıyordu. Nehzet-i Azadi 1961 yılında resmen kuruluşunu ilan etti. Nehzet-i Azadi'nin önde gelenlerinden biri olan Mühendis Bazurgan 1977 yılında Şah'ı televizyonda bir açık oturuma davet etti. Ayetullah Talagani de Nehzet-i Azadi bünyesinde bir takım faaliyetlerde bulunmuşsa da Nehzet-i Azadi içinde hapsolmamış fırsat ve imkanların elverdiği her yerde İslami çalışmalarını aksatmaksızın yürütmüştür. İmam Humeyni (ra) inkılab sonrasında. Mühendis Bazurganı geçici bir devlet kurmakla görevlendirmiş, ama bu görevi esnasında hizbi eğilimlerini bir kenara bırakmasını istemişti. Zira İmam Nehzet-i Azadi'nin fikri ve siyasi eğilimlerinin İslam inkılabı bünyesine nüfuz etmesini istemiyordu. Nitekim Paris'teyken de Ayetullah Talegani'ye bundan böyle alimlerin hareketiyle daha fazla bir diyalog içine girmesini söyleyerek Nehzet-i Azadi'den az da olsa uzaklaşmasını istedi. Ama Mühendis Bazurgan ve yakın dostları gün geçtikçe İmam'ın hedeflerinden uzaklaşıyor Nehzet-i Azadı nin eğilimlerini hakim kılmaya çalışıyorlardı.
Bu arada Amerika, Nehzet-i Azadi rehberlerinin özel eğilimlerinden faydalanmak ve yeni bir devlet için inkılab dahilinde bir takım sapık düşünceler icad etmek istiyordu. Bu bağlamda Nehzet-i Azadi ile karanlık ve gizli ilişkiler içine giren Amerika bu yolla inkılabın içine nüfuz etmeyi planlıyordu. Bu ilişkilerin ortaya çıkması neticesinde Mühendis Bazurgan hükümeti düştü. Tahmili savaşın başlamasıyla da savaş halinde olan İslam inkılabının karşısında yer alarak gerçek mahiyetini ortaya koydular. Aslında Nehzet-i Azadi'nin bu durumu milliyetçi hareketlerin kaçınılmaz bir sonucudur. Zira milli değerleri ilahi değerlerden dahi üstün gören bir hareket, Milli değerlerin tehlikeye düştüğünü görünce İslam düşmanlarıyla tabiatı gereği aynı çizgiye gelecek ve ilahi değerleri her şeyden üstün gören hareketi ortadan kaldırmanın yollarını araştıracaktır. Bu yolda her türlü zillete de boyun eğmekten çekinmeyecektir. Nehzet-i Azadi işte bütün bu hakikatlerin en açık örneği ve milliyetçi hareketlerin mahiyetinin en iyi göstergesidir.
İmam Humeyni'nin Kıyamı
İran'ın büyük alimi Ayetullah Burucerdi 1961 yılında vefat etti. 1962 yılında ise Şia dünyasının bir başka büyük alimi Ayetullah Kaşani dünyaya veda etti. Bu alimlerin cenaze teşyi merasimine yüz binlerce insan katıldı. Ayetullah Burucerdi dünyaca ünlü bir alimdi. İran'da ve ülke dışında yüz binlerce taraftan vardı. Ayetullah Burucerdi, Seyyid Eb'ul-Hasan-ı Isfahanı’nın vefatından sonra taklit mercii olmuştu. Ayetullah Burucerdi ilmi açıdan çok büyük bir alim olmasına rağmen rejimin işlerine karışmama siyasetini benimsiyordu. Hiç bir şekilde rejimle karşı karşıya gelmeye hazır değildi. Ayetullah Burucerdi toplumdaki İslami olmayan şartları ve halkın içinde bulunduğu içler acısı durumu biliyordu. Ama Şah'ın çok güçlü olduğunu ve bu durumda hiç bir olumlu adımın atılamayacağını sanıyordu. Ayetullah Burucerdi aslında rejimin çalışmalarından memnun değildi. Ama O Şah gittiği taktirde daha kötü bir rejimin yani din düşmanı komünist bir devletin iş başına geleceğinden endişe ediyordu.
Dolayısıyla da yaptığı eleştirileri de gizlice yapıyor, rejimle açık bir mücadele içine girmekten çekiniyordu.
Ama Ayetullah Kaşani böyle değildi. O din ile siyasetin ayrılmaz bir bütün olduğuna inanıyordu. Genç yaşlarda Irak'ta diğer alimlerle birlikte İngilizlere karşı gerilla savaşlarına katıldı. Bu yüzden gıyaben ölüm cezasına çarptırılmıştı. İran'a geri dönünce de Rıza Han'ın diktatörlüğü zamanında evini bir medrese haline getirdi. Ayetullah Kaşani uzlaşma kabul etmeyen bir liderdi. Ayetullah Kaşani bir çok defa Ayetullah Burucerdi'yi siyaset sahnesine çekmek istediyse de başarılı olamadı. Ayetullah Kaşani 1941'den 1962 yılına kadar yabancı güçlerin uşaklığını yapan bütün yerli hükümetlere karşı çıkmış ve hapis ve sürgünlere rağmen, petrolün millileştirilmesi esnasında hükümete destek vermişti.
Rejim Ayetullah Burucerdi'den bir zarar görmemiş olmasına rağmen onun vefatından memnun idi. Zira rejim ne de olsa karşısında milyonlarca taraftan olan büyük bir alimin varlığını istemiyordu. Ardından Ayetullah Kaşani'nin de vefat etmesi rejime rahat bir nefes aldırttı. Bu yüzden 1962 yılında daha önceden almaya cesaret edemediği bir takım kararlar almaya başladı. Bu sırada 1962 yılında hem rehber ve hem de merci-i taklit olan Ayetullah İmam Humeyni (ra) siyaset sahnesine ayak bastı. Ayetullah Burucerdi bir merci-î taklit idi. Ama rehber ve imam değildi. Öte yandan Ayetullah Kaşani de imam ve rehber olmasına rağmen ne yazık ki merci-i taklit değildi. Dolayısıyla ortaya bir boşluk çıkıyordu. Ama İmam Humeyni bu boşluğu hemen doldurdu. O hem bir imam ve hem de bir merci-i taklit (müctehid) idi. İmam aslında ilk defa "Keşf ul Esrar" kitabını yazmakla siyaset sahnesine atılmıştı. İmam bu kitabında İslam inkılabı için silahlı bir mücadeleyi destekler ve müslümanları bu direnişe davet eder. Ayetullah Kaşani bile İmam için "İran halkına benden sonra faydalı olacağını düşündüğüm tek kişi Humeyni hazretleridir." demişti.
Bu arada Şah Batı'ya açılmak istiyordu. Alimlerin elinden kurtulmanın yegane yolu bu olsaydı gerek Parlamentonun olmadığı bir zamanda, Amerikan desteği ile başbakan olan Emini pek çok vaatlerle toplumdaki krizi bir ölçüde yatıştırabilmek için bir takım planları uygulamaya başladı. Emine ilk olarak toprak reformuna başvurdu. Bu arada otoritesi günden güne zayıflamış olan Şah ise kendisine itaat etmeyen Emini'yi görevden uzaklaştırıp reform hareketini bizzat yürütmek istiyordu. Şah ile Emini arasındaki bu çekişme Emini'nin bir yıldan fazla süren başbakanlığı boyunca devam etti. Bu arada Timur Bahtiyar'ın başbakanlık için hazırlandığı sırada önemli bir olay meydana geldi.
21 Ocak 1962'de Tahran üniversitesi bir takım öğrenci olayları yüzünden kapatıldı. Emini Amerika'dan daha fazla yardım almayı başaramayınca aniden istifa etmek zorunda kaldı. Emini'nin istifası Şah'a yönetimin dizginlerini ele geçirme fırsatını verdi. Başbakanlığa yıllardır sarayında bulunan ve kendisini Şah’ın sadık uşağı olarak tanıtan birini getirdi. Bu Şah’ın kölesi olmakla şeref duyan Esedullah Alem 'den başkası değildi.
Alem, bir yandan Emini'nin toprak reformlarını sürdürürken bir yandan da başını kaldıran her türlü muhalif gücü yok etmeye çalışarak ülkede mutlak bir diktatörlük havası estirmeye başladı. Emini din alimlerine yakınlaşma politikasını izlemişti; ama Alem hükümeti yabancıların elinde bir piyon olduğundan din alimlerine karşı büyük bir düşmanlık siyasetini sürdürdü. Alem hükümeti, 1961'de Ayetullah Kaşani ve hemen ardından da Ayetullâh Burucerdi'nin vefatı üzerine doğan boşluktan istifade edeceğini düşünüyordu. Dolayısıyla 8 Ekim 1962 yılında eyalet ve bölge komiteleriyle ilgili yasayı çıkardı. Aslında hükümet bu yasa ile din alimlerinin muhalefet gücünü denemek istiyordu. Bu yasaya göre Kur'an'a el basılarak yapılan yemin ve seçimler hususunda Müslüman olma şartlan kaldırılmıştı. Alimler bu yasaya karşı çıktı. İmam Humeyni bu kıyamın başında yer alıyordu.
1961 yılının başlarında 20. parlamentonun Emini tarafından feshedilmesinin ardından hükümetin ihtiyaç duyduğu yasalar kanun hükmünde kararnameler şeklinde çıkarılıyordu.
8 Ekim 1962 yılında basın yeni hükümetin eyalet ve bölge danışma kurulları için yeni tasarıyı onayladığını ilan etti. Kabul edilen tasanda aday ve seçmenlerin Müslüman olma şartı ortadan kaldırmıştı. Kur'an'a yemin yerine de "ilahi kitap" ibaresi yer almıştı. Kadınlara ise oy verme hakkı veriliyordu. Rejim Kur'an'a yemin şartlarını ortadan kaldırmakla Kur'an ve İslam'a inanmayan ve ülkenin mukadderatını elinde bulunduran Zerdüşt, Yahudi ve Hıristiyanlar gibi dini azınlıklar ile diğer etkin gruplara da varlıklarını açıkça ilan etme fırsatım tanıyordu. Kadınlara verilen hürriyetten maksatları da İslam'ı ve eski anayasayı eleştirmekti. Halbuki İslam kadının seçme ve seçilme hakkına karşı değildir. Nitekim şu anda da İran İslam Cumhuriyeti'nde kadının seçme ve seçilme hakkı vardır. Hatta Dr. AhmedBeheşti Müslüman kadının cumhurbaşkanlığına da aday olabileceğini ifade etmektedir. Dolayısıyla rejimin kadınlara verdiği bu hürriyet kadınların doğal hakkıydı. Ama rejimin niyeti kötüydü. Adeta İslam'ın bu haklara karşı olduğu imajını veriyor ve arkasına kadınları da alarak İslam'a ve Müslümanlara saldırıyordu.
Bunun üzerine İmam Humeyni önderliğinde alimler 8 Ekim 1962 tarihinde Ayetullah Hairi'nin evinde toplandı. Bu toplantıda İmam Şah'ın entrikalarını anlattı. Sonunda Şah'a ilk önce kararnamenin iptali için yetkisini kullanmaya çağıran bir telgraf gönderilmesine karar verildi. Ama Şah'ın bu telgrafa verdiği cevabı hem inandırıcı ve ikna edici olmaktan uzaktı, hem de meseleyi hükümete havale ediyordu. Bunun üzerine alimler 20 Ekim 1962’de bizzat Alem'e telgraf çektiler. Alem de bir buçuk aylık bir gecikmenin ardından Rum'daki üç alime cevabı mahiyetinde bir telgraf çekti. Alem bu alimleri İmam Humeyni'den ayrı tutmak için bu sinsice plana başvurmuştu. Ama bu komployu sezen halk daha büyük bir aşkla rehberleri olan İmam Humeyni'ye sarıldı. Alimler Alem'in bu cevabını da yeterli bulmamıştı. Bu arada İmam Amerika ve İsrail'i de sert bir dille eleştirmeye başladı.
Sonunda hükümet kararnamenin iptal edildiğini telgraf ve mektuplarla ilan etmek zorunda kaldı.
Bu yenilgisinin intikamını almak isteyen Şah ve Alem hükümdarı bu defa Şah'ın "Ak devrim" doktrinini ileri sürdüler. AslındaAmerikan hükümeti ile onun Şah, Alem ve Emini gibi uşaklarının İran halkıyla ve halkın refah ve saadetiyle hiç bir ilgisi yoktu. Buna rağmen rejim halkı aldatmak ve güzel görünmek için bir takım yenilikler yapmak zorundaydı. Bunu başarmanın yolu ise yüzeysel bir takım reformlar ile boş laftan ibaret yanıltıcı propagandalardan geçiyordu, Amerika bölgede kendi hakimiyetini sağlama yolunu arıyordu. Bu yolda en önemli engel olarak işçi ve çiftçileri gören Amerika toprak reformları ve işçilere verilecek bir takım haklar sayesinde bu engeli de aşmayı düşünüyordu. Böylece feodal sistemin kaldırılmasını teklif ettiler. Şah 9 Ocak 1962 yılında kendisine verilen görevi yerine getirmek maksadıyla Ak Devrim doktrinini şöyle açıkladı:
l- Feodal sistem kaldırılacak ve toprak reformu yapılacak.
2-Ormanlar millileştirilecek.
3-Fabrika hisseleri satışa çıkarılacak ve özelleştirilmeye gidilecek.
4-İşçiler üretimden ve sanayi fabrikalarından elde edilen gelirden pay alacak.
5-Seçim reformları gerçekleşecek
6-Eğitim mecburi kılınacak ve bu hususta okuma-yazma seferberliği ilan edilecek.
İmam Humeyni bu "ak devrim" için yapılacak olan referandumu boykot etti. Bunu duyan halk kitleleri harekete geçti. "Sahtereferandum İslam'a aykırıdır." sloganları atıldı. Pazar kapatıldı. Ama bütün muhalefete ve gösterilere rağmen 26 Ocak 1962 yılında referandum gerçekleşti. dört bin yüz elli red oyuna karşılık beş milyon altıyüzbin kabul oyunun kullanıldığı ilan edildi. Kennedy Şah'ı bu zafer (!) dolayısıyla kutladı.
İngiliz elçisi de Kraliçe'nin duyduğu memnuniyeti Alem'e iletti. Moskova radyosu da 26 Ocak'ta yaptığı yayında Şah'ın reformunuövdü ve muhalifleri batı ajanları ve gericiler olarak tanıttı, îmam bu olayı protesto maksadıyla camilerin Ramazan ayı boyunca kapalı tutulacağını ilan etti. Böylece ülkede olağanüstü bir durum meydana geldi. Camiler ve İslam'ı tebliğ eden merkezler kapatıldı. Ama ne yazık ki bu direniş uzun sürmedi. Hükümetin sürdürdüğü kandırma ve gözdağı verme hareketleri sebebiyle bu direniş kısa bir süre sonra çözüldü Şah bu esnada gittiği her yerde dinin siyasetten ayrılmasını yani laikliği savunmaya başladı. Dolayısıyla din ile siyasetin ayrı tutulmasına karşı çıkanları sert bir dille kınamaya girişti.
1963 yılı Nevruz kutlamaları merasim ve şenlikler yönünden eski yıllardan tamamen farklıydı. İmam Humeyni 1963 yılı Nevruz'unun "genel yas" olarak ilan etti. İran'ın Müslüman halkı, rejime karşı kıyam etmiş olan İmam Humeyni'nin bu teklifini can-ugönülden kabul etti.
Her yere "Bu yıl Müslümanların bayramı yok" kartları gönderildi. Şah rejimi ve Alem hükümeti Amerika'nın istediği bir şekilde SAVAKin da yardımıyla sahte referandumu gerçekleştirdi. 22 Mart akşamı Feyziye Medrese'sinde bir yas merasimi düzenlendi. Muazzam bir kalabalık vardı. Güvenlik güçleri çevreyi kuşatmışlardı. Sonunda Şah'ın uşakları olan bir grup serseri bu toplantıyıbirbirine kattı. Bu serserilerin hepsi de köylü kıyafetleri giymiş ve başlarını neo-nazistler gibi de kazımışlardı. Böylece bir andaFeyziye medresesi tam bir savaş alanına döndü.
Göz yaşartıcı bombalar atıldı ve halk süngü zoruyla dağıtıldı. Bu serseriler geride yüzlerce ölü ve yaralı bırakarak gecenin karanlığında kayboldular. Ertesi gün medreseyi yine bastılar ve pek çok alimi feci şekilde yaraladılar.
Hükümetin din adamlarına takındığı tavrın ve bilhassa Feyziye'de vuku bulan feci katliamı haber alan Necef teki alimler özellikle de Ayetullah Seyyid Muhsin El-Hekim olayı şiddetle kınayarak alimleri Kum'dan Irak'a göç etmeye davet etti. Ama İmam buteklifi kabul etmedi ve sonuna kadar direneceğini bildirdi.
Rejim 21 Nisan'da alimleri de mecburi askerlik hizmetine çağıran bir emir yayınladı. Böylece alimleri siyaset sahnesindenuzaklaştırabileceklerini sanıyorlardı. Ancak İmam’ın "Gidin askerleri de uyandırın. Kışlalara İslam'ı taşıyın." diye buyurması üzerine bu komplo da etkisiz hale getirildi.
Muharrem ayının onuncu günü (Aşura), onbinlerce Müslüman ellerinde İmam'ın resimleri olduğu halde Tahran caddelerinde büyük bir yürüyüşe geçtiler. Kalabalık arttıkça ve yas merasimi için toplanan halk rejim aleyhtarı sloganlar attıkça polis de kontrolü kaybetti Halk cami ve civarlarını ele geçirdi. Aşura günü yapılan bu yas merasimleri ve imam Humeyni'nin siyasi ve ruhani rehberliğini ifade eden sloganlar tüm Tahran'ı sarsmış ve İmam'ın halk kitleleri nezdindeki konumunu ortaya koymuştu.
5 Haziran günü gece yansı Tahran'dan kamyonlar dolusu güvenlik görevlisi İmamı tutuklamak için Kum'a doğru yola çıkarıldı. Sonunda paraşütçü birlikler ve muhafız alayına bağlı güçler İmam'ı evinden alarak 5 Haziran günü subaylar kulübünde tuttular. Gün batışından sonra kasr hapishanesine naklettiler. 19 günden sonra da îmam'ı işretabad garnizonunda bir hücreye kapattılar.
İmam'ın tutuklandığı haberi derhal İran’ın dört bir yanına yayıldı. Halk 5 Haziran sabahı daha şafak sökmeden İmam'ınRum'daki evinin önünde toplandı. Daha sonra 'Ya Humeyni ya ölüm" sloganını atan kızgın halk kitlesi bir anda Kum şehrini ayağa kaldırdı. Ama ne yazık ki güvenlik güçleri gösterilere saldırdı ve halkı ateşe tuttu. Caddeler ceset ve yaralılarla doluydu. Her yer kan gölüne dönmüştü. Bütün şehri bir ölüm sessizliği kaplamıştı. Tahran'da da esnaf şiddetli gösterilerde bulundu. Veramin Kum ve Cameran ile çevredeki banliyöden gelen çiftçiler Tahran'a saldırıya geçtiler.
Halk Şah'a karşı ayaklanmıştı. Her yerde "Şah'a ölüm" sloganları duyuluyordu. Halktan bir grup radyo televizyon idaresini basarak orayı ele geçirmek istediler. Ama makinalı tüfeklerden boşanan ateşle geri savruldular. Bir grup halk da askeri silah deposunu basarken bazıları da hükümet binasına ve polis karakollarına karşı saldırıya geçtiler. Bir çok askeri kamyonları ateşe verdiler. Şah hareketin durdurulması için kıyamın bastırılmasını emretti. Krallık sarayına giden tüm yollar askerler ve zırhlı araçlarla dolmuştu. Makinalı tüfeklerle halka ateş açıldı. Çok sayıda kimse orada can verdi. Ordu ve hükümet görevlileriyle görüşen şah sıkıyönetim ilan etti. Naşiri Tahran sıkıyönetim valiliğine getirildi. 5 Haziran kıyamına katılan şehirlerden biri de Şiraz idi. Bu acı günde ölenlerin sayısının 4.000-15.000 arasında olduğu söyleniyor. 5 Haziran kıyamı rejimi ve Şah’ın otoritesini kökten sarstı.
Şah bu şanlı kıyamı lekelemek için kıyamı gerçekleştirenlerin yabancı ajanları ve dış mihraklı unsurlar olduğunu söyledi. Bukıyamdan iki gün sonra yani 7 Haziran gönü Şah halka şöyle konuştu: "Size 5 Haziran hareketini başlatanların kimler olduğunu bildirmek zorundayım. Yaralananlar ve tutuklananlar arasında bulunan pek çok kişi bunun için her birine 25000 riyal ödendiğini söylemektedir."
Şah da diğer tağutlar gibi İslami kıyamı bastıramayınca bu defa karalamaya başladı.
Müslümanların Cemal Abdulnasır'dan para aldığını iddia etti. Bu kıyama hem kapitalist dünya ve hem de mazlumların savunucusu olduğunu savunan komünist dünya ortak bir tavır takınmıştı. Nitekim Sovyet dergisi "Modern Age"de şöyle yazılmıştı: "Humeyni ve yandaşları İslam'a inananları kadın haklan bahanesiyle hükümete karşı kışkırtmışlardır. Bunların propagandaları üzerine bağnazlıkları yüzünden körleşmiş olan halk caddelere dökülerek ayaklanma ve huzursuzluk yaratmışlardır."
5 Haziran ayaklanması Müslüman halkın Ayetullah Humeyni'nin tutuklanmasına karşı tabii bir tepkisi olmasına rağmen imam serbest bırakılmamıştı. Bu olaya dünyanın çeşitli yerlerinden pek çok protesto ve tepkiler geldi. Bu yüzden tepkilerin gittikçe büyüdüğünü gören rejim 20 Temmuz'da alimlerden bazısını serbest bıraktı. 5 Haziran kıyamı önceden planlanmış bir hareket olmamasına rağmen aynı düşüncelere sahip insanların birbirlerine yaklaşmalarına sebep oldu. Halk birbirine daha da bir kenetlendi ve ortak bir mücadele içine girildi.
Bütün bu cinayetlerden sonra Esedullah Alem hükümeti artık devam edemezdi. Bu yüzden 1963-1964 yılının son altı ayında Alem hükümetinin değişmesi ve Mansur'un başbakanlığa geçmesi olayı, kamuoyunu meşgul eden en büyük konuydu. Hükümet değişikliğinden maksat aslında halkın yatıştırılması ve gittikçe büyüyen direniş gücünün kırılmasıydı. Bu yüzden Mansur hükümeti hemen alimlerle uzlaşma için gerekli çalışmalar içine girdi. 6 Nisan 1964 tarihinde İmam'ı serbest bıraktılar. Hakim sınıfın her zamanki sadık uşağı Medya İmamın "Ak devrim" ilkelerini kabul ettiğini ilan ettiyse de İmam bunu reddetti ve o günden sonra İmam rejime karşı daha da bir sertleşti.
İmam 5 Haziran gününü milli yas olarak ilan etmişti. Bu yüzden 5 Haziran hadiselerinin yıldönümü münasebetiyle şah rejimi ülkede tam bir kontrol sağlayabilmek için bütün güçlerini seferber etti. Alimlerden bir çoğu SAVAK tarafından sorguya çekildi. Tehdit ve gözdağlarıyla yıldırılmak istendi. 1964 yılında meclisten özel biryasa çıkartılarak Amerikalı danışmanlara bir takım ayrıcalıklar verildi. Bu esas üzere İran hükümeti her ne sebepten olursa olsun Amerikan vatandaşlarını muhakeme edemeyecek ve yargılayamayacaktı. Bu ayrıcalıklar bazı milletvekillerinin karşı çıkmasına rağmen yasallaştırıldı. İran Şah’ın Amerikalı bir aşçıyı yargılama yetkisi yoktu. İran devleti bu kapitülasyona gerekçe olarak Amerika'dan alacakları borçları gösteriyordu. Amerika'dan 200 milyon dolar borç alınacak, on yıl sonra 300 milyon dolar olarak geri ödenecekti, İran’dan böylece yüz milyon dolar faiz alınmış olacaktı. Bu da İran'ın kendisi Amerika'nın eline teslim etmesi manasını taşıyordu ve dolayısı da rejim bunu yaptı. imam bu komplo karşısında sessiz duramazdı. Yaptığı ateşli konuşmalarıyla İran halkını yeniden ayağa kaldırdı. Bunu gören Şah rejimi artık İmam ile bir ülkede yaşayamayacağını çok iyi anlamıştı. Bu inanç üzere 3 Kasım 1964 günü yüzlerce komando İmam'ın Kum'daki evini kuşattı. Evin dam ve duvarlarından atlayarak eve girdiler. İçeride dua etmekle meşgul olan İmam'ı evinden alarak bir arabaya bindirip yıldırım hızıyla Tahran'a Mihrabad havaalanına götürdüler.
Evet zamanın Ebu Zer'i de böylece çağın Rebeze'si sayılan Türkiye'ye sürgün edildi. İran halkı bu sürgün olayına tepki gösterdi. Aslında halk İmam'ın başına bir şeyin gelebileceği veya durumun daha da kötüleşebileceği endişesiyle bekleyiş içine girdi. Ardından zindanda olan Mustafa'yı da serbest bırakan rejim onu da İmam'ın yanına sürgün etti. Bu arada Muntaziri de derslerini ara verdiği için tutuklandı ve işkenceye maruz kaldı.
Artık Şah rejimi açıkça Amerikan rejimine boyun eğiyordu. Bu arada Mansur da çoğu Avrupa'dan daha yeni dönmüş olan arkadaşlarıyla "İran-i Nevin" partisini kurdu. Bu partinin üyeleri de bizdeki "İttihad ve Terakki" cemiyetini andırıyordu. İran halkıhakkında hiç bir bilgileri olmayan ve daha çok İran'ı okudukları akademilerde tanıyan bu aydınlar ile bizim jöntürkler aslında aynı senaryonun birer figüranı konumundaydı.
Başbakan Mansur'un başbakanlığı takriben bir yıla kadar sürdü. 21 Ocak 1964 tarihinde Hasan Ali Mansur meclise doğru ilerlediği bir sırada İslam fedaisi Muhammed Buhara'nin ateşlediği kurşunlara hedef oldu ve öldürüldü. Mansur'un ölümü hakkındaki tarihi fetvayı Ayetullah Milani vermiş ve bu fetvayı da bir İslam fedaisi pratize etmişti. Ardından Şah'ın da mermer sarayında beklenmedik bir şekilde silahlı saldırıya uğraması artık rejim aleyhine silahlı bir mücadelenin başladığını gösteriyordu.
Mansur'dan sonra Emir Abbas Huveyda 26 Ocak 1964 tarihinde yeni bir hükümet kurmakla görevlendirildi. O zamanlar maliye bakanı olan Huveyda İranlı bile değildi. İran'ı tanımıyor, İranlı her şeye yabancılık hissediyordu. Hayatının büyük bir bölümünü yurtdışında geçirmişti. Tahran'ı bile doğru dürüst tanımayan Huveyda onüç yıl boyunca îran halkının başına bela kesildi. Huveyda hükümeti zamanında rüşvet, hırsızlık, soygun, kumar, fuhuş vb. pislikler tüm toplumu sardı. Kitap, filim, gazete radyo ve televizyon sansür altındaydı. Yargı organları adeta hükümetin bir kolu olarak çalışıyordu. Hükümet gırtlağına kadar dış ülkelere borçlanmıştı. 1978 tarihi itibariyle Iran, toplam 288 milyar riyal yani 4.1 milyar dolar borç altında inliyordu.
İmam 1966 yılında Şah rejiminin isteği üzere bu defa Necef e sürgün edildi. İmam böylece 1978 yılına kadar yani tam 12 yıl boyunca Necef te sürgün hayatı yaşadı. Ama bütün bu olanların hiç birisi îmam'ı yıldıramadı. Aslında Şah rejiminin îmam'ı Necefesürgün etmesinin sebebi İmam'ı orada çeşitli şeylerle meşgul etmek ve siyasi hayattan tecrid etmekti. Ama Şah'ın bu mayası da tutmadı. İmam orada da Şah rejimi aleyhine konuşmalar yapıyor, bildiri ve kasetlerini İran'a gizlice gönderiyordu. Irak Hükümeti İmam'ın sessiz bir şekilde yaşamasını istemişti. İmam ise bunu asla kabul etmedi. Artık durumun kötüleşeceğini sezen İmam oğluyla yaptığı meşveret sonucunda Irak'tan ayrılacağını bildirdi.
İmam aslında Suriye'ye gitmek istiyordu. Ama Suriye ile Irak rejimi arasında gerginlik yaşandığı için İmam Kuveyt üzerinden Suriye'ye gitmeyi kararlaştırdı.
Lakin Kuveyt İmam’ın ülkeye girişini yasakladı. Artık zamanın bu Ebu Zer'ini Rebeze de barındıramıyordu. Gidecek hiç bir emin yer kalmamıştı. İslam ülkelerindeki rejimlerin çoğu Şah'a bağlı rejimlerdi veya en azından İmam’ın siyasi çalışmalarını engelleyecek rejimlerdi.
Bu yüzden İmam oğlu Ahmed ile yaptığı istişare sonunda Fransa'nın başkenti Paris'e gitmeyi kararlaştırdı. O sıralar İran'da korkunç olaylar yaşanıyordu. Tutuklamalar, çatışmalar ve idamlar almış başını gidiyordu. Yalan propaganda uzmanı Medya İran'da kişi başına düşen gelirin 4000 doları aştığını reklam ederlerken İran'ın toplam milli gelirinin yansından fazlasının ülke nüfusunun %1'ini dahi teşkil etmeyen kesimin elinde toplandığını gizlemeye çalışıyordu. 1973 yılında Amerikan elçiliğinde görevli olan albay Louis Hawkins ile Tudeh partisindeki SAVAK ajanı Şehriyari öldürüldü. Daha önce 1972 yılında Nihavend'de İslamcı bir grup genç "Ebu Zer" adında bir örgüt kurmuş ve Şah'a karşı mücadeleye girişmişlerdi. Bu örgütün üyeleri genç kesimdi. Diğer İslami gruplar silahlı mücadele verdikleri halde bunlar bağımsız bir şekilde mücadele etmeyi tercih ettiler. Aynı yıl bir takım bombalama ve silahlı eylemlere başvurdular. Sonunda Kum'da çoğu tutuklandı ve 19 Şubat 1973'de altı örgüt üyesi idam edildi.
Bu dönemde Gaffari gibi imam'ın izinden giden inkılapçı alimler de tutuklanmış, işkenceye maruz kalmıştı. Ayetullah Gaffari bu işkenceler altında şehit oldu.
Rejim bu defa çağdaş medeniyet seviyesine erişmek ezgisini tutturdu. 1974 yılında Restahiz partisi kuruldu. İran-i Nevin Partisi, Halk Partisi ve Pan-İranist partisi derhal kendi kendilerini feshettiklerini ve tek partide birleşme kararım aldıklarım açıkladılar. İmam bu partiye katılmayı da haram ilan edince mezkur komplo etkisiz hale geldi. Şah'ın tüm ümitleri suya düştü. Şah bu defa açıkça İslami değer ve mirası yok etme girişimlerinde bulundu. Şah'tan ilham alan meclis de hicri takvime el uzatmaya çalıştı. Parlamento'nun iki kamarası ortak bir tutumla tarihin başlangıcının şahlık takvimine göre değiştirilmesini kabul etti. Bundan böyle tüm halk yeni şahlık takvimini kullanmak zorundaydı. Bizim aydınlar ve yeni rejim de ilk iş olarak Miladi takvimi kabul ederek Batı dünyasına doğru bir adım atmaya çalışmışlardı. Şimdi de aynı oyun İran’da sahneye konuluyordu. Başta İmam olmak üzere tüm alimler bu komploya karşı koydular. Halkı yeniden bir direnişe davet ettiler.
Öte yandan Watergate skandalının ardından başkanlığa oturan Ford'un süresi de 1976 yılında sona erdi ve Carter Cumhurbaşkanlığına seçildi. Carter'in başlattığı insan haklan senaryosuna Şah da olumlu yanıt verdi. Böylece artık zindanlardaki işkencelere son verildiğim ilan etti. Ayrıca mahkumiyet sürelerinin kısaltıldığını ve yargı organlarında yumuşak bir politika izleneceği bildirildi. Sonunda bir de af çıkartıldı.
10 Aralık 1973 günü Carter'in insan haklan siyasetinden ilham alarak kurulan "İnsan Hak ve Özgürlüklerini Destekleme Cemiyeti" üyeleri arasında Mühendis Bazergan gibi ünlü bir takım kimselerin de olması düşündürücü bir olaydı. Bu arada Şah 11 Kasım 1977'de Amerika'ya gezi turuna çıktı.
7 Ocak 1978 tarihinde İttilaat gazetesinde İmam'a hakaret dolu bir makale yayınlanınca İran'da yeni bir inkılab kıvılcımı tutuştu. Kum'da binlerce insan korkusuzca sokaklara döküldü. Bu arada Şah ajanları tarafından Necef te şehit edilen İmam'ın büyük oğlu Mustafa Humeyni için yapılan gösteriler de rejimi harekete geçmek zorunda bırakacak bir düzeye erişti. İran'ın dört bir yanında kanlı çatışmalar başladı ve İran tam bir iç savaşa sürüklendi.
Sadece Kum'da 80-90 arasında insan acımasızca katledildi. Kum alimlerinden çoğu Kum'dan dışarı sürüldü. Tebriz halkı da Kum şehitlerinin 40'ncı gününü anarak şehitlerin yolunu sürdürme kararını aldı. Tebriz ve Yezd bir anda savaş meydanına döndü. Bu arada 8 Eylül günü Şah ajanları Abadan'da Reks sinemasını ateşe vererek insanları diri diri yaktı ve bu korkunç cinayeti Müslümanlara mal ettiler. Nitekim Sivas'taki olayı da bir takım karanlık güçler meydana getirmiş, ama bunun faturası Müslümanlara çıkartılmıştır. Dikkat edilirse oyunlar hep aynıdır. Değişen tek şey oyuncular ve zahiri dekorlardır. Ama oyun hep aynı oyun ye senaristler hep aynı kişilerdir.
1978 yılında İran halkı birbirine kenetlenerek büyük bir birlik içine girdi. İmam Nevruz bayramını genel yas olarak ilan edince Yezd, Kirman, Şiraz, Isfahan, Cehrum ve Ahvaz gibi şehirler protesto ve gösterilere sahne oldu.
Bu arada Mansur'un öldürülmesinin ardından kurulan Amuzgar hükümeti karşılaştığı krizleri güvenlik güçlerinin yardımıyla atlatmaya ve bu yolla rejimi korumaya çalışıyordu. Bu esas üzere 16 Ağustos'ta Isfahan, Necefabad, Şah Rıza ve Hümayun şehirlerinde sıkıyönetim ilan edildi. Aslında rejim bununla zaafını ve acziyetini ortaya koyuyordu.
Bu arada Şerif İmamı sahneye çıktı. İmami Şahlık takvimini kaldırdı ve kumarhaneleri kapattı. Vurguncuları cezalandıracağını ve herkesle uzlaşacağını ilan etti. Böylece ülkede milli bir mutabakat hükümeti kuruldu. Ama daha onbeş gün geçmeden 8 Eylül 1978 tarihinde Tahran'ın daha önce jale meydanı olarak bilinen meydanında korkunç bir halk kıyımı gerçekleşti. Binlerce insan kanlara bulandı. Amerikan hükümeti Şah'ı bu hassas dönemde de desteklemeye devam etti. Ama sonunda meclis halkın ilgisini kazanmak için 8 Eylül katliamını kınadı ve Tebrizli parlamenter bu ağır suçun yegane sorumlusunun Şerif İmami olduğunu iddia etti.
16 Ekim 1978 günü genel grev ilan edildi. Halkın tümü bu greve katıldı. Hükümetin tüm çabalan meseleyi halletmedi ve halkın pazaryerlerini kapatmasını engelleyemedi. Tüm şehirlerde gösteriler yapıldı, çok sayıda insan öldü ve yaralandı.
Bu arada da İmam Necef ten Paris'e hicret etti. İran'da Petrol Sanayii, PTT, Tarım Ve Sanayi, Milli Banka, Harg Petrol Rafinerisi, Sular İdaresi ve Karayolları işçileri greve girmişlerdi. Dolayısıyla hükümet büyük bir kriz içine girdi. Emniyet ajanlarının desteklediği ikiyüz kişilik serseriler Kirman'daki bir camiye saldırdılar. Caminin kütüphanesi yakıldı ve zavallı halk sopalarla feci şekilde dövüldü. Cami halkından olan esnafın dükkanları ateşe verildi. Şerif İmami hükümeti milli mutabakat hükümetini kurduktan sonra İmam ile görüşme girişimlerinde bulundu. Erdeşir Zahidi iki defa Paris'e İmâmla görüşmeye gittiyse de eli boş döndü. İmam sadece rejime karşı olan Sencabi ve Bazergan gibi kimselerle görüştü. Bunlar İmam'ın sert politika izlediğini düşünüyor ve güya onu yumuşatmak istiyorlardı. Ama orada İmam'dan etkilenip İran'a geri dönüyorlardı. Bu yüzden Sencabi 11 Kasım'da İran'a dönünce tutuklandı. İmam hayatı boyunca zalimlere boyun eğmez bir kişiliğe sahip olarak yaşadı. Ceddi İmam Hüseyin gibi asla Yezid'e boyun bükmedi ve inandığı davadan vazgeçmedi. Şerif İmami iki aylık kanlı yönetimi boyunca binlerce müslümanı katletmiş ve her yeri yakıp ateşe vermişti. Tüm İran'da gösteriler düzenleniyordu. Bunun üzerine Şah yenilgisini itiraf edercesine 6 Kasım 1978 tarihinde titrek bir sesle Ezberi başkanlığında askeri bir hükümetin kurulduğunu itiraf etti. Böylece milli mutabakat hükümetinin yerini askeri hükümet aldı. Rejim tüm üniversite ve okulları kapattı. Halk buna şiddetle karış koyup gösteriler düzenledi. Ama okullar açılıp yeniden olaylar baş gösterince rejim 22 ortaokulu da kapattı.
Rejim basına karşı da acımasızca sansür uyguluyordu. Böylece Ezberi zamanında da greve gitmiş olan basın mensupları 61 günsüren bir eylem içine girdiler. Halk artık haberleri yabancı radyolardan dinliyordu.
Halk l Aralık 1978 tarihinden itibaren yeniden sokaklara döküldü. Her yerde "Allah-u Ekber" sesleri yükselmeye başladı. Rejim bu seslerin teypten verildiğini iddia ediyordu. Bu arada İmam da İran'a sık sık mesajlar gönderiyor ve halkı direniş ve sabra davet ediyordu.
Tahran pazarı askeri rejime muhalefet olsun diye bir hafta boyunca greve girdi. Sonunda alimlerin isteği üzere yeniden açıldı.Tahran'da yüz bin asker halkı ayaklar altında eziyor, kıyamını bastırmaya çalışıyordu. Bu arada Şah'ın eşi Farah bizim idareciler gibi halkı aldatmak yoluna girişti. Farah siyah bir çarşaf ve kalın çorap giyerek Irak'a Hz. Ali ile İmam Hüseyin'in kabrini ziyarete gitti. Evet bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. Hüseyinleri ortadan kaldıramayan Yezidler çareyi Hüseyin'i ziyaret etmekte bulmuşlardır. Bugün toplumda dini etkinliğin güçlendiğini gören rejimler, hatta PKK gibi kafir din düşmanı ve Müslümanlar-n katleden bir terör örgütü bile İslami bir kisveye bürünüyor. Uluslararası konferanslar tertipleyip İslam'dan dem vuruyorlardı.
Bu arada ordu da İmam’ın çağrısına uyarak yavaş yavaş inananların saflarına katıldı. Cavidan Muhafızları inkılapçı ordu mensupları tarafından Levizan'da tarandı.
Bu arada Dr. Sencabi Şah ile bir takım görüşmelerde bulundu. Aslında bu olay "Milli Cephe" yani liberal grubun gerçek kimliğini ortaya koyan önemli bir anekdot îdi.
Rejim iflasın eşiğine gelmişti. Halk korkudan bankalardaki mevduatını çekmek zorunda kaldı. Bu arada Ayetullah Hamenei'nin Meşhed'de halka hitap ettiği bir sırada ordu, tanklarıyla halkın üzerine saldırdı. Bu saldın sonrasında yüzlerce insan öldürülmüş binlercesi de yaralanmıştı. Buna karşılık halk da bazı polis karakollarına saldırdı. Askeri tank ve araçları yaktı. Kemali adında bir albay halk tarafından linç edildi. SAVAK ajanlarından üç kişi Şah Meydanında asıldı.
Rejim, askeri hükümetin bir şey yapamadığını görüne yeniden uzlaşma milliyetçilik ve demokrasi naraları atmaya başladı.
Ama Amerika artık Şah'tan ümidini kesti. Dolayısıyla Batı'ya olumlu bakan liberalleri ve Musaddık taraftarlarını elde etmeyeçalıştı. Musaddık taraftarlarından bazıları Amerika'da yaşıyordu. Bunlar hükümet kurmak için adeta Amerika'nın bir tek işaretinibekliyordu. Sonunda Amerika bu Musaddık taraftarları arasında Şahpur Bahtiyar'ı seçti. Bahtiyar, Şah'ın bir kaç aylık tatil için İran'dan uzaklaşması şartıyla bu teklifi kabul etti. Bu yüzden Şah radyodan tüm halka dinlenmeye ihtiyacı olduğunu ve bu yüzden bir süre yurt dışına çıkacağını ilan etti. Amerika böylece İmam’ın ilahi hareketini durdurabileceğini sanıyordu. İmam Bahtiyar hükümeti hakkındaki görüşlerini şöyle ifade etti.
"Bahtiyar'ın hükümeti meşru değildir. Onu Şah tayin etmiştir. Şah da meşru değildir. Parlamentonun iki kamarası da onu desteklemiş ve dolayısıyla onlar da meşru değildir. Biz ona karşıyız. Bizim hükümet halkın oylarına dayanan bir cumhuriyet olacaktır. Anayasası İslam'a dayanacak ve hükümeti İslami olacaktır. Dindar olmayanlara hükümette yer verilmeyecektir. Çünkü onlar halkın oylarını kazanmayacaktır. Zira bu toplum İslam toplumudur."
Parlamentonun danışma konseyi uzun tartışmalardan sonra Bahtiyar hükümetine 43 red oyuna karşılık 149 kabul oyuyla güvenoyu verdi.
16 Ocak 1979'da Şah İran'ı terketti. Bahtiyar Şah'ın anayasayı çiğnediğini söylüyor ve Şah'ın ülkeye geri dönmesini istemiyordu. Şah'ın İran'dan gidişine sevinen halk tüm ülkede bayram havasını estirdi.
Çok geçmeden halk Şah'ın heykellerine saldırmaya ve devirmeye başladı. Askerler arasında şekerler dağıtılıyordu.
imam İran'da İslam hükümetinden başka bir hükümetin kurulmasını düşünenlerin halkın saflarını derhal terk etmelerini istedi.Böylece de 12 Ocak 1979 tarihinde İslam inkılabı konseyini kurduğunu ilan etti. Bu konsey üyeleri Mütahhari, Rafsancani, Mesnevi-i Erdebili, Bahüner, Beheşti, Mehdevi ve Hameneî idi. Bunlar daha sonra Bazergan ve Sehabi gibi bazı kimseleri de aralarına almayı kararlaştırdı.
Bu arada havayolları personeli İmam'ı İran'a getirmek için Paris'e "inkılab" adını verdikleri bir uçak yollamayı kararlaştırdı. Ancakhükümet buna engel oldu. Bahtiyar sık sık İmam'a yakın olduğunu iddia ediyordu. Ama İmam bunun bir aldatmaca olduğunu ilan ederek halkı uyanık olmaya davet etti. Sonunda İmam İran’a dönmeye karar verdi. Artık tüm İran İmam'ın dönmesini bekliyordu. Sonunda bu beklenilen an gelip çattı. İmam'ı taşıyan Air Frence uçağı Tahran'a indi ve İmam onbeş yıllık uzun bir süreden sonra vatanına geri döndü. İmam bir konuşma yaptıktan sonra Beheşti-i Zehra mezarlığına gitti. Halk sel gibi İmam'ın bulunduğu yere doğru harekete geçti. 33 km. yol boyunca insandan başka bir şey görülmüyordu. Adeta mahşer idi ortalık Hiç bir araba bu kalabalık içinde İmam'ı Beheşt-i Zehra'ya götüremezdi. Bu yüzden İmam bir helikopter ile alınıp Beheşt-i Zehra'ya götürüldü. İmam burada milyonluk halk kitlesine karşı heyecanlı ve tarihi bir konuşma yaptı. Bu arada ortalıkta darbe söylentileri yayılmaya başladı. Bahtiyar halkı darbe ile korkutma yoluna başvuruyordu.
İmam Tahran'a gelince kimsenin evine gitmedi. Kendisini karşılama komitesinin çalıştığı bir okul binasında kaldı. İmam'ın dönüşüyle ordu mensupları gruplar halinde halka katıldı. Tahran Belediye Başkanı istifasını İmam'a sundu. İmam dört gün sonra Bazergan başkanlığında geçici bir hükümet kurdu. Ama Bahtiyar bir türlü hükümetten çekilmiyordu. Bu arada hava kuvvetleri kendi arasında çatışmaya başladı. Cephaneliği ele geçiren hava kuvvetleri tüm silahları halka dağıttı. Daha sonra ortaya çıkartılan belgelerden anlaşıldığı üzere İmam'ın tutuklanıp inkılapçı yakınlarıyla birlikte öldürülmesi planlanmıştı. Ama İmam halkı askeri yönetime karşı direnişe davet edince bu komplo da etkisiz hale geldi. Halk garnizonları, polis karakolları ve karargahları bir bir ele geçirmeye başladı. Nihayet 11 Şubat 1979 tarihinde Şahlık rejimi yıkıldı. Garnizonlar ele geçirildi. Tahran'ın askeri valisi tutuklandı. Huveyda ve Naşiri inkılab komitelerinin eline düştü. Üst mevkidekilerin çoğu ya yurt dışına kaçtılar ya da yeraltına sızdılar. Müslümanlar bu rejim uşaklarım her yerde aramaya koyuldular. Geçici hükümet görevine başladı. Ama ne yazık ki Bazergan inkılabın gerçek kimliğini derinliğine derk edebilmiş değildi. Sadece bir takım reformlar yapmak isteyen milli bir hükümetin kurulduğunu sanıyordu. Ama inkılapçı Müslümanlar durumun böyle olduğunu görünce İmam’ın rehberliğinde Bazergan'ın hükümetinden bağımsız bir yapılanma içine girdi ve sonunda da duruma hakim olarak İran'da İslam’a dayalı bir devlet kurdu.
Biz inkılap sonrası gelişmeleri daha sonra ele alacağımız için burada bu kadarıyla yetiniyoruz. Şimdide İran İslam İnkılabıhakkında Müslüman düşünürlerin neler dediğini aktarmaya çalışacağız. Çaba bizden tevfik ise Allah'tandır.
eKitap: www.islamkutuphanesi.com