|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.
AKAİD İHVANLAR 1
.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bilindiği gibi “Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür” sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük alimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye aittir ve merhumun “Makâlât” adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır. Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır.
Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası’nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız.
Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, “mezhepsizlik” ve “dinsizlik” kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım.
Buradaki “mezhepsizlik”, hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle “telfik”i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır.
Başlıktaki cümlede yer alan “dinsizlik” ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi İslam Dünyası’nda başgösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– “yenilikçi” hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar’ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku’nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu.
Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında– cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce “yenilikçi hareket” şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz.
Nitekim Cemaleddin Efgânî’den başlayarak Fazlur Rahman’a ve oradan da günümüz Türkiye’sindeki bazı isimlere uzanan “İbrahimî dinlerin diyaloğu” söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab’ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.
Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir…
Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri “yeni içtihatlar yapılmalıdır” söylemiyle, aslında “eski” içtihatların Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?
Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:
1- Kıyas
Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir. Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.
Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.
Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan “maslahat” unsurundan ve özellikle Endülüs’lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî’nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.
Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan “Kur’an’ın ruhu” söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2- İcma
Sahabe’nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer’î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimizbu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma’ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan akylının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi’î’nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle
Oysa İcma, fer’î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat’î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar’ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade’nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.
Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen “ümmet” kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.
Bizzat Allah Teala’nın Kitabı’nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri “insanlık dini”, “tüm insanların kardeşliği” sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3- Sünnet
Mezhep İmamları’nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet’e dayanıyor olması ve Sünnet’in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet’i ve hadisleri de “sorgulamaya” itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından “uydurma” olarak kabul edildi.
Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur’an’ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak “bilimsel” davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından “uydurma” olarak damgalandı. Böylece Sünnet’in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.
Burada, alimlerin (buradaki “alimler”den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri “ahad hadis” (veya “haber-i vâhid”) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, “Kur’an’a aykırı hadis olamayacağı” söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur’an’a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur’an’a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet’in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur’an’a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4- Kur’an
Kur’an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet’in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. “Fikir hürriyeti”, “Allah’ın Kitabı’na aracısız olarak baş vurmak”, “Kur’an’ın, kendisini “açık/anlaşılır” bir kitap olarak nitelendirmesi”… gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur’an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma “özgürlüğüne” kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
Oysa Kur’an’ın doğru anlaşılması ve tefsiri için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.
Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur’an’dan istediği hükmü çıkarmakta ve “ben böyle anlıyorum” diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil’in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar’ın da “hak din” ve “tevhid dini” üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur’an’da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur’an merkeze alınarak vaz edildi. Kur’an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din’de Mezheb’in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir.
Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah’ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.
Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir “kör gidiş”i ifade etmektedir.
Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur’an ve Sünnet’i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?
Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.
Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz “dinsizlik” vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.
İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O’nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlaşılır biçimde ortaya koymaktadır.
Selam, hidayete tabi olanlara…
Ebubekir Sifil – Beyan Dergisi – Temmuz 1999
.
Sahabe asrından sonra İslam fütuhatı genişlemeye başladı. Farklı kültürlerden ve dinlerden kitleler halinde İslam’a girişler başladı. Bir taraftan farklı kültürler ve dinlerin, bir taraftan içerideki bir takım arızalı anlayışların, yapıların etkisi ile Sahabe Asrı’nın sonlarına doğru sahabenin hiç görmediği, duymadığı bir takım fikirler, görüşler duyulmaya, görülmeye başlandı. Dolayısıyla Ehl-i sünnet dışı, Ehl-i sünnet’e aykırı fikirlerin, görüşlerin tarihi o zaman dilimine kadar gider.
O zaman, sahabenin genç kuşağı hayattaydı ve bu oluşumlara karşı nasıl tavır takınılması gerektiği konusunda bize de örnek oldular. Efendimiz’den (s.a.v) gördükleri, işittikleri şeyler, aldıkları terbiye ve formasyon, bu yabancı fikirler karşısında nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini de öğretmiş oldu. Bu yabancı oluşumlar ve fikirler tarih ilerledikçe, zaman bize doğru geldikçe artarak devam etti. (Sifil, 2015)
Sahabe arasındaki bir takım hadiseleri bahane eden ve bilahare ortaya Şiilik diye çıkacak olan akım, bazı Emevi idarecilerinin de yanlış politikalarıyla, toplumda oluşan tepkiler, bunların vücut verdiği bir takım itikadı anlayışlar, bir tarafta Mürcie, bir tarafta Mu’tezile, bir tarafta Cebriyye…
Zaman içerisinde bu gibi mezhepler, bir kısmı ağırlıklı olarak siyası görüşleri de ihtiva ettiğinden bid’at mezhepler yayıldı ve İslam toplumunda tartışma konusu oldu, gündem teşkil etti. Bunlarla ilgili İmam-ı Azam Ebû Hanife Hazretleri başta olmak üzere Tabiîn neslinden itibaren tedbirler alındı; ilmi anlamda bu bid’at görüşlerin cevabı verildi, iddiaları tartışıldı ve çürütüldü. Hicri beşinci ve altıncı asırlara geldiğimizde büyük ölçüde İslam toplumunun gündeminden düştü.
Ehl-i Sünnet Ve’I Cemaat’in müesseseleşmesi, her alanda kudretli alimlerin yetişmesiyle, insanların bilinçlenmesi neticesinde bu fikirler toplumda yer edemez hale geldi.
Tarihe bir bütün olarak baktığımızda şunu görüyoruz: İslam ümmeti ilmen ve siyaseten ne zaman zayıflamışsa bu türlü akımlar hortlamış ve yer altından yer üstüne çıkmıştır. Sahabe arasındaki o kargaşa ve karışıklıklar siyası bir zaaf olarak ortaya çıkınca, Şiilik dediğimiz akım kendini gösterdi. Emevi-Abbasî çekişmesi esnasında Mu’tezile, Cebriyye, Mürcie dediğimiz akımlar ortaya çıktı.
Abbasîlerin zayıfladığı dönemlerde Batînî, Karmatî akımları ortaya çıktı. Hatta gene bu dönemde bir kısım Müşebbihe, Mücessime dediğimiz taifenin de önemli fitne olaylarının altına imza attığını biliyoruz.
Şimdi tarih tekerrür ediyor. İslam ümmeti ilmen ve siyaseten zayıflamış durumda. Bu, tarihin tekerrürü dediğimiz şeyi önümüze koyuyor. Bir takım bid’at akımlar, -gerek iç gerek dış kaynaklı- bu zaafı bir fırsat, bir ganimet biliyor ve ortaya çıkıyor; güçleniyor, yayılıyor ve kendisini gösteriyor. Elbette bu akımların bu derece yayılmasında sadece İslam ümmetinin ilmen ve siyaseten zayıflaması yok.
Aynı zamanda bunların örgütlü, planlı ve programlı bir şekilde çalışmasının, arkasında devasa bütçeleri bulunduruyor olmanın etkisini de görüp bunların hepsini bir arada değerlendirmemiz lazım.
Ehl-i sünnet’in bu noktada önemi nedir? Ehl-i sünnet olmak neyi ifade eder?
Cenab-ı Hakk, Kitab-ı Mübin’i gönderirken aynı zamanda onun fiili pratiği nasıl olacak, hayata nasıl aktarılacak, bunun da gösterme sorumluluğunu Efendimiz’e (s.a.v) yükledi. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v) “Cenab-ı Hakk’ın muradı nedir, bizden Cenab-ı Hakk ne istiyor?” gibi soruların cevabını yirmi üç senelik peygamberliği süresince bize en ideal biçimde gösterdi ve “Cenab-ı Hakk sizden böyle bir müslümanlık istiyor.” dedi. Efendimiz’in (s.a.v) hayatı da budur.
Birinci sorunun cevabında ifade ettiğim o iç-dış etkenler, karışıklıklar vs. ortaya çıktığı zaman Efendimiz’in (s.a.v) öğrettiği bu İslam, bid’at akımlar tarafından inancıyla, ahlakıyla, yaşantısıyla ve pratiğiyle orasından burasından çekiştirilmeye başlandı. Yani Efendimiz (s.a.v) bir konuda bir şey söylemişse o öyledir.
Bizim için ona yüklenen peygamberlik, tebliğ, tebyin misyonu gereği biz dini ondan öğreniyoruz. O olmasaydı, biz Kur’an-ı Kerım’i bile öğrenemezdik. Nereden bilecektik Cenab-ı Hakk bizden ne istiyor?
Dolayısıyla onun beyanı, açıklaması, talimatı dururken bizim kendi kafamızdan, kendi hevamızdan bir şey söylememiz asla ve kat’a doğru olamaz. Ehl-i sünnet derken biz bunu anlıyoruz.
Sünnet ne demişse ona teslim olan insana Ehl-i sünnet denir.
E, bunun karşısında yer alan kişi, gurup, akım ne ise bu da Ehl-i bid’attır. O ne diyor: ”Peygamber’in bir konuda ne dediği beni çok fazla enterese etmez. Ben kendi aklıma, kendi doğrularıma bakarım.”
İşte Ehl-i bid’at da bunu söylüyor özel olarak. Elbette bunu, böyle doğrudan, açık bir şekilde, bu tarzda ifade etmiyor. üstünü bir takım şeylerle örtüyor. “Efendim, hadisler haber-i vahiddir. Güvenemeyiz işte, elimizde Kur’an’dan başka güvenilecek kaynak yoktur.” diyor.
“Kur’an’a dönüş” cümlesi burada mı karşımıza çıkıyor?
Elbette yani. “Elimizde güvenilebilecek, bize kadar bozulmadan, dejenere olmadan, beşer müdahalesine uğramadan gelmiş tek kaynak Kur’an’dır, öbürlerinden emin olamıyoruz. Evet itirazımız yok, Peygamber amenna, Sünnet baş üstüne ama güvenemeyiz ki. Bize nakleden insanlar kimdir. tarih içerisinde bir sürü şeyler olmuş, hadisler uydurulmuş vs.” gibi gerekçelerle “Sadece Kur’an’a güvenelim, işin garanti noktası budur. Öbürü hakkında garanti veremiyoruz.” diyerek bir şalla bunun üstünü örtüyorlar.
İlmî olarak bunun bir kıymeti var mıdır diye baktığınızda, ben şahsen bu konuda insanımızın tereddüt etmesini anlamıyorum. Çünkü soru gayet basit:
- Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerım’i koruyor mu?
- Evet koruyor.
- Peki nasıl koruyor?
- Ayet-i kerîme var, eminiz. Cenab-ı Hakk buyuruyor ki “Bu Kur’an’ı, bu vahyi, bu zikri biz indirdik, biz koruyacağız.”
- Peki nasıl koruyor Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerîm’i?
- Ümmet ve ümmetin hafızları vasıtasıyla koruyor. Sahabe-i Kiram döneminden itibaren Kur’an hep kitleler halinde ezberlenmiş, aktarılmış, yazıya geçirilmiş, tekrar ezberlenmiş. Yani o dönemden bu yana, başından itibaren herhangi bir ayet herhangi bir ücra köşede yanlış okunacak olsa onu düzelten birisi mutlaka bulunur. Bir camiye gidin, imam efendi yanlış okusun, cemaatten biri mutlaka çıkar ve deır ki “Bu yanlış oldu, doğrusu şudur.” Böyle koruyor Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerîm’i.
Peki bu insanlar kim?
Bu insanlar, bu ümmetin hafızları. Kur’an’ı koruyan hafızlar aynı zamanda Sünnet’i de koruyor. Kur’an hafızları var, Hadis hafızları var. Şimdi ben bunu anlamıyorum:
“Ama tarih içinde uydurma hadis diye bir şey olmuş, hadis uydurulurmuş, böyle bir vakıa var, uydurma hadisler var.”
Uydurma ayetler yok mu? Uydurma ayetler de var. Kaynaklarına gidin, UIûmü’I-Kur’an kitaplarında uydurma ayetler görürsünüz. Peki, biz uydurma ayet var diye Kur’an’dan şüphe etmiyoruz da uydurma hadis var diye Sünnet’ten niye şüphe ediyoruz?
Bu aslında aklımıza müsteşriklerin soktuğu bir şüpheden başka bir şey değil.
“Hadis uyduruldu güvenemeyiz, ama Kur’an uydurulmadı.” Hayır, uydurma Kur’an da oldu. Var elimizde. Müsteşriklerin bastığı uydurma Kur’an nüshaları var. Şia’nın iddiaları var. İçinde bizim hiç bilmediğimiz, duymadığımız süreler var bu uydurma mushafın. Ama biz elimizdeki mushaftan asla şüphe etmiyoruz.
Bu bir çeldirmedir, ayak oyunudur ve ne yazık ki genç kuşaklar bu ayak oyununa çok çabuk kandılar. Ne oldu bu olunca? Hadisler ve Sünnet hayatımızdan çıkınca elimizde Kur’an-ı Kerım, adeta insanların yorumuna, insafına, algısına terk edilmiş ölü bir metin olarak kaldı.
Geçen gün bir Felsefe profesörü Hac’da geçtiğimiz günlerde yaşanan facia üzerinden sosyal medya hesabından bir paylaşım yapmış. Diyor ki;
“Hac’daki bu facianın sebebi, Hacc’ı getirip bu iki, üç güne sıkıştıran geleneksel anlayıştır. Kur’an’da böyle bir şey yok, Kur’an’da Hac ayları var. ‘Hac bilinen aylardır.’ buyurmuş Cenab-ı Hakk. Yani bu aylar içerisine Hacc’ı yayabilirsiniz. Şevval, Zülkade, Zilhicce aylarına yayabilirsiniz.” demektir bu diyor.Şimdi gelenek getirmiş, bunu üç, dört güne sıkıştırmış kardeşim, insanlar birbirini eziyor. Kur’an’da şeytan taşlamak diye bir şey yok. Bu geleneğin icadıdır, kaldırın bunu, bu problemi çözersiniz.’‘ diyor.
Bunu bir Felsefe profesörü söylüyor. Bunu İlahiyat profesörü de söylese hiçbir kıymeti yoktur. Neden?
“Çünkü ben böyle anlıyorum.” zihniyetine, yaklaşımına dayanan bir şey. “Ben böyle anlıyorum!” Ya hu sen böyle anlayabilirsin. Bu senin kıt aklın, kuş beynin. Ama ben böyle anlamıyorum. Ben bir de “Eyyamun Ma’dudat”ı görüyorum Kur’an-ı Kerîm’de. Böyle bir tabir de var Hac’la ilgili.
“Belirli, sayılı günler.” Sen bunu görmüyorsun, oradan fetva veriyorsun, ahkam kesiyorsun. “Bu ümmetin alimi, uleması, müfessiri, müctehidi anlayamadı, ben anladım.” diyorsun.
Ama sıkıntımız şurada: Bu, sözün büyüsü, sözün gücü dediğimiz şey “retorik”, usulün, ilmin, birikimin önüne geçmiş. insanlar ilmı ve usulı izahlara bakmıyor, söylenme biçimine bakıyor. Bir sözü büyülü ve çarpıcı biçimde söylediğinizde kabul görüyor. Otomatik bir şey …
Ne yazık ki biz itikadımızı, sözün büyüsüne terk etmiş durumdayız bugün. Bu çok tehlikeli bir şey. Bu zaaftan kurtulmamız, çıkmamız lazım. Bu psikoloji sağlıklı bir psikoloji değil.
Soruları cevaplarken Mu’tezile, Mürcie ve Cebriye gibi isimler geçti. Bu batıl mezheplerin günümüzde de devamı var mı?
Teknik olarak bunlara “bid’at mezhepler” diyoruz. Bunlara, sünnet karşıtlığından dolayı bid’at diyoruz. Bu bid’at mezheplerden bir kısmı inkîraza uğramış, devamı kalmamış, bitmiştir. Bir kısmı olduğu gibi devam etmektedir. Bir kısmı da bir takım form ve muhteva değişikliklerine uğrayarak varlığını sürdürmüştür. Şia dediğimiz akım tarih içindeki varlığını aynen sürdürüyor. Yani hicretin dördüncü, beşinci, ve altıncı asırlarında, o oluşum dönümlerinde ne idiyse Şia, bugün aynısıdır. O dönemlerde Mu’tezile dediğimiz akım vardır.
“İslam’ın rasyonalistleri” diyor oryantalistler ona, biraz da haksız bir biçimde. Bugün onları referans aldığını söyleyen modernist bir ekip var İslam dünyasında. Mu’tezile’nin bir kısım argümanlarını esas alarak, ayağını oraya basarak ama Mu’tezile’nin söylemediği şeyleri söyleyerek karşımıza çıkıyorlar. Bunlar kendilerini Mu’tezile ile refere etmeye çalışıyorlar.
Burada da bir ayak oyunu olduğunu söyleyelim. Bir Harici mantık var, Hariciler bitti. Bugünkü İbadîler tarihteki Hariciler gibi değil. Onların epeyce bir değişikliğe uğramış halidir. Ama Haricilerin usulî bir gerekçeye dayandırdıkları birşey var. Sahabeyi tekfir ettikleri için diyorlar ki “Bunlar kafirdir, bunların naklettiği hadise biz güvenemeyiz.”
Yani Hariciler kurum olarak Hadis’i, Sünnet’i reddetmiyor, nakilcilerini tekfir ettikleri için bunların naklettiği şeye güvenemeyiz diyorlar. Dolayısıyla sadece Kur’an’la yetinmek gibi bir duruşları var. Bugün de aynı gerekçeyle ortaya çıkan bazı kitleler var. Evet, bunlar Harici değil, Haricilerin karakteristik özellikleri bunlarda yok ama bu noktada Haricilerin iddialarını devam ettirdiklerini görüyoruz.
Ümmetin alimini, muhaddisini örtülü ya da açık itham edip “Bunların naklettiği şeye biz güvenemeyiz, sadece Kur’an elimizde var.” diyen bir ekip var. Günümüzde bunlar Türkiye’de de var, Mısır’da, Pakistan’da , Hindistan’da da var, her yerde var. .. Kur’ancılar ya da Mealciler diyoruz biz bunlara.
Dolayısıyla bu örneklerde de görüldüğü gibi bir kısmı tarihten aynen, bir kısmı bir takım değişikliklere uğrayarak gelen bir Ehl-i bid’at kitle var karşımızda. Bir de tabi onu da unutmayalım, tarih içerisinde Müşebbihe, Mücessime dediğimiz itikat olarak Cenab-ı Hakk’ı insanlara, mahlukata benzeten bir kitle var.
Bunlar da -bu kavramı kullanmayı çok sevmiyorum ama meramı ifade için kullanacağım-şiddete meyyal bir kadro. Tarihte de öyleydi. Bunların tarihteki ataları da “Bizim gibi inanmayan herkes müşriktir, kafirdir.” deyip önlerine gelenin kellesini uçuruyordu. Kelle uçurucular olarak tarihte sadece Haricileri biliyoruz.
Bu çok doğru bir şey değil. Haricilerden bu tavrı alıp daha da kitleselleştiren bir ekip var. Bunlar özellikle Bağdat yöresinde çok etkili. Hilafet merkezidir Bağdat, malum. Burada zaman zaman hilafet üzerinde de etkili olacak kadar işi ilerletmişler. Kitlesel ayaklanmalar olmuş. “Bizim gibi inanmayanlar müşriktir, kafirdir. Boynunu vurun!” tavrı oradan geliyor.
Bu işte günümüzde 18. asırdan itibaren Vehhabîlik olarak Suud’a yerleşti, Suud’da kök saldı. Oradan neşvünema bulup bugün iç-dış konjonktüre! gelişmelerle de beslenerek IŞİD olarak karşımıza çıktı. Bu da bir bid’at akımdır. Kendisinden başka herkesi kafir gören, nasların zahirine saplanıp bunu esas alıp, arka plana, maksada, usule vs. bakmayan, bakacak mecali de olmayan, eline kılıç geçirmişken kelle uçurmayı dindarlık sayan, cennete gitmeye vesile sayan yabani bir anlayış.
Bunlara karşı ümmetin nasıl bir bilinçte olması lazım?
Bunları ortaya çıkaran şartları konuşurken iki noktaya değinip “İlmî zaaf ve siyasî zaaf” demiştik. Ümmet ilmen ve siyaseten zayıfladığında bunlar ortaya çıkıyor. Bakın, Osmanlı hakimiyetinde bunlar yoktu mesela, değil mi? Abbasîlerin, Endülüs Emevileri’nin güçlü olduğu dönemlerde de yoktular. Zayıfladığınızda çıkıyor bunlar.
O zaman çaresi bellidir: Önce ilmen, arkasından da siyaseten güçlü olacaksınız. Siyası gücü sağlamak şu an için elimizde değil. Yakın bir gelecekte de bunu sağlamak çok da mümkün görünmüyor, ama ilmî dirayeti ve kudreti temin edebiliriz, sağlayabiliriz. Bid’at ehli dediğimiz bu insanlar, bunların önemlice bir kesimi bizim topraklarımızda yaşayan insanlar, bizim ço-cuklarımız, bizim nesillerimiz yani…
Anadolu coğrafyası amelı mezhep olarak Hanefi ve Şafii’dir, ama itkadî mezhep olarak bu toprakların müslümanlığı %99 Ehl-i sünnet’tir. Hadi bir kısım Alevileri, Kars yöresindeki bir kısım Caferileri düşelim, diyelim ki %90’dır, %80’dir asgari. Bu %80 Ehl-i sünnet ve’l-cemaat müslümanlık bugün büyük ölçüde sarsılmış durumda. Anadolu coğrafyasının her tarafında artık Ehl-i Sünnet’e aykırı Ehl-i bid’at görüşleri savunan gençler çıkıyor ortaya.
Kayseri’ye gittiğimde şaşırmıştım. IŞİD’e en fazla katılımın Kayseri’den olduğunu söylediler. Bir Anadolu şehri Kayseri. IŞİD orada nasıl kök saldı? Gençler nasıl katıldılar bu harekete, bu yapıya? Kafalarını ve gönüllerini boş bıraktık. İtikatlarını onlara güncel, aktüel meselelerle irtibatlandırarak anlatamadık. Bizim ülkemizde İtikat anlatan çok müessese var, çok yapı var, mektep ve medrese var. Fakat güncel problemlerle irtibatlandırarak bunu yapamıyoruz.
Önüne bir Nesefi Akaidi metni alıp bunu okumak, okutmak meseleyi çözmüyor, onu güncellemeniz gerekiyor. IŞİD’in, Şia’nın, Suud’un, Vehhabîlerin ve Modernistlerin bir takım iddiaları var.
- Bu iddialar nedir?
- Bu akide sistemi bunlara ne diyor, nasıl cevap veriyor? Bunu yapmak lazım.
Bunu yapamadığımız zaman delikanlının önüne iki tane ayet, iki tane hadis koyuyorlar, kafasını çeliyorlar, alıp götürüyorlar. Yani bu kadar basit.
Ehl-i sünnet’in Sahabe algısı neydi hocam?
“Peygamber Efendimiz (s.a.v) terk-i dünya ettikten sonra bu din nasıl yaşanır, peygambersiz bir müslüman toplum nasıl olur? Başınız sıkıştığında gidip soru sorduğunuz bir peygamber artık yok. Böyle bir toplum kendi ayakları üzerinde nasıl durur?”
Sahabe bunu başardığından dolayı işin pratik veçhesi bakımından bizim için önemlidir. Yani başınıza bir olay mı geldi, önünüze bir problem mi çıktı? Sahabe nasıl çözdüyse biz de öyle çözelim. Sahabe’yi atlayarak ne Peygamber’e (s.a.v), ne de Kur’an’a gidebilirsiniz. Çünkü o, Kur’an’ın ve Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) adım adım, gün be gün inşa ettiği tek nesildir. Sahabe’yi aradan çıkardığınızda İslam tarihi de, İslam’ın kaynakları da, pratiği de olmaz. Üstelik Kur’an-ı Kerım’de ve Sünnet-i Nebeviyye’de Sahabe’yi tebcil eden, tazim eden, öven ve metheden yüzlerce nas var. Efendimiz’in (s.a.v) bize talimatları var, uyarıları var Sahabe-i kiram hakkında.
Dolayısıyla sahabe, bizim için vazgeçilmez bir kuşaktır. Bunun için Ehl-i sünnet hadis alimleri “Sahabe-i kiram bütün olarak uduldü.” demişler. i
İmam-ı Azam Ebu Hanîfe Hazretleri’nin Akaid metinleri elimizde mevcuttur ve orada kendisi “Sahabe’yi sevmek bizim dinimizdir, imanımızdır, itikadımızdır.” der. Bu kadar vazgeçilmez bir kuşaktır Sahabe bizim için.
Ehl-i sünnet kavramının içi bilinçli olarak boşaltılmaya çalışılıyor. Buradaki ana neden sizce nedir?
Burada biraz da çuvaldızı kendimize batırmamız lazım. Çünkü Ehl-i sünnet gibi mübarek bir kavramı içini dolduramadan, hakkını veremeden kullandığınız zaman aşındırıyorsunuz. İçi boş bir şey haline geliyor. Bunu biz yapıyoruz. Ehl-i sünnet adına piyasada iş gören, konuşan, ahkam kesen bir sürü insan var. Karşı taraf buna baktığında “Kardeşim, Ehl-i sünnet bu mudur? Bu bana lazım değil.” diyor. Bu çürümeyi biraz da biz yaptık, bizden kaynaklandı. İçini dolduramıyoruz ya da yanlış biçimde dolduruyoruz. Ehl-i sünnet nedir? Tarih içinde bunun pratiği nasıl oldu? Akidede, İslamı ilimlerde, ahlakta ayağını nereye bastı? Bugün bakın, piyasada Ehl-i sünnet adına konuşan insanların önemlice bir kesiminin ahlakı açıdan eleştirildiğini görürsünüz. Bu çok önemli bir şeydir. Bu nasıl bir itikattır ki müdafaasını yapanlar bakımından bile ortaya ahlaklı bir yapı koyamıyor. Bu tabi ki insanlar tarafından ironiyle karşılanacak, insanlar bununla dalga geçecek. İçini dolduramıyorsunuz çünkü.
Sizce, herkes böyle midir?
Tabi ki değil. Bu kavrama vurgu yapan insanlar iyi ki de yapmışlar. Ümmetin gündeminde böyle bir şey olmuş, oturmuş, kökleşmiş ve yerleşmiş. Yeni gelen nesillere “Ehl-i sünnet diye bir hakikat var.” diyor. Ama içini doldurmak lazım.
Bu da, bu alana yatırım yapmakla ilgili, özellikle ilmı noktada bu kavramın içini doldurabilecek, hakkını verebilecek nesillerin yetiştirilmesine bağlı bir şey. Medya önemli bir güç. Hatta medya için artık “Birinci Kuvvet” diyorlar. Medya üzerinden biz, yeni yetişen gençlere, nesillere etkili bir şekilde dezenformasyonu dengeleyecek, etkisizleştirecek biçimde İslam’ı anlatamıyoruz.
Geçenlerde benim “Mahşerin Üç Atlısı” diye tanımladığım kişiler bir televizyon kanalında program yaptılar. O gün benim haberim yoktu, İstanbul dışındaydım. Belki onlarca telefon aldım. İnsanlar tutuşmuş bir vaziyette . “Ne yapın edin, bunlara cevap verin!” diyorlar. Bu kadar etkili yani. Bu insanların orada bir, iki saat içinde söylediği şey kim bilir kaç yüz bin insanı zehirledi.
Peki hocam, burada Ehl-i sünnet’in ayırt edici vasıfları neler?
Ehl-i sünnet bir ideoloji değil. Ehl-i sünnet müslümanlığın ta kendisi.
Müslümanlık dendiğinde aklımıza ne geliyor?
İtikadıyla, ibadetiyle, ahkamıyla, ahlakıyla, devletiyle, toplumuyla, kurumlarıyla ve bireyiyle aklımıza ne geliyorsa Ehl-i sünnet de odur. Tarihe gözünüzü çevirin, bakın, ne görüyorsunuz? Müesseseler görüyorsunuz, devlet görüyorsunuz, cihat, züht, ilim, medeniyet ve kültür görüyorsunuz. Ehl-i sünnet bunların hepsidir.
Tarihteki o ihtişama bakın, bugün Ehl-i sünnet adına konuşan insanların ortaya koyabildiği şeye bakın. Bu ikisini bir kıyaslayın, farkı göreceksiniz. Bir önceki soruda sorduğunuz şeyin cevabı biraz da burada. Yani niye bu kavram bu kadar dillere pelesenk oldu? Niye bir ironi meselesi oldu?
Çünkü tarihteki o şeyi biz temsil edemiyoruz. Bu alana yatırım yapamıyoruz. Bu aklımıza gelmiyor. Hakikaten önemli bir şey bu. Osmanlıya bakın, Osmanlı, bütçesinin en önemli payını her zaman için ilmiyeye ayırıyordu. Biz ilmiyeye ne kadar yatırım yapıyoruz? Bu çok basit bir şey.
Osmanlı yıkıldıktan sonra bizim bu toplumda, hatta genel olarak İslam toplumunda, İslamı ilimlerde ne kadar orijinal öğretim yapabildiğimize bakın, problemi anlarsınız.
Bir İbn Abidîn ortaya çıkabiliyor mu mesela? Bir Mustafa Sabri Efendi, bir Zahid el-Kevserî ortaya çıkabiliyor mu İslamı ilimlerde. Çıkamıyor. Niye? Onu yetiştiren müessese yok da ondan. O müesseseye yatırım yapacak firaset, basiret yok. Bu olmayınca öbürü de olmuyor. Otomatik bir şey zaten bu. Oluşan boşluğu mutlaka birileri, bir şeyler dolduruyor yani.
KAYNAK: Ebubekirsifil.com
.
Hadis-i Şeriflerin varlığını inkar edenler sınıf sınıftır.
– Sadece Kur’an diyerek hadisleri kabul etmeyen, hadislerin ayetlerle birlikte zikredildiği zaman Allah’a şirk koşmak olduğunu söyleyen, hadislerin uydurma olduğunu iddia eden ilimden, İslam tarihinden, Kur’an ve sünnet bütünlüğünden kopuk düşünce türleri var.
Bunların hepsi yeni bir din uydurmak için hadis-i şerifleri reddetmek zorunda. Peygambere bakılınca, hadisler göz önüne alınınca kendilerine hareket alanı kalmadığından dolayı hadisleri inkar ediyorlar.
Biz HADİS VE SÜNNETE UYMANIN ZORUNLULUĞUNU Allah ve Resulünü ayıranların Kur’an’ı inkar ettiklerinden dolayı küfre düşeceklerini ayetlerle ortaya koyduğumuz zaman (BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ) bu sefer “asırlar sonra yazılmış hadislere nasıl güveneceğiz” diyerek hadislerin kaynağını inkar etme yoluna kaçıyorlar.
HADİSLERE NEDEN GÜVENMELİYİZ?
Bu meseleyi hadis usulü okuyan her talebe bilir. Biz sizler için kısa başlıklar halinde özetleyerek izah etmeye çalışalım.
1- HADİSLER DOLAYLI YOLDAN KORUNMUŞTUR
Allahu Teala “Kur’an-ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz” buyururken bir incelik gözlerden kaçıyor. Bu ayette direkt olarak “Kur’an” buyrulmuyor. “Kur’an” yerine “zikir” ifadesi geçiyor.
Nahl Suresi 44. Ayette ise Kur’an-ın açıklama yetkisinin Peygamberimize verildiği buyrulurken de Kur’an yerine “zikir” ifadesi geçiyor.
“Zikri açıklaman için, Zikri biz koruyacağız”
Burada çok derin bir mana var.
Rabbimiz iki önemli hususu belirtirken aynı ifadeyi kullanıyor. Peki neden?
Çünkü korunacak bir şeyin şayet açıklanması emredilmişse o açıklamaların da korunmuş olması gerekmektedir. Yoksa açıklanmasının emredilmesinin ne manası kalır?
Dolayısıyla burada ayetler nasıl Rabbimiz tarafından direkt korunduysa o ayetlerin yaşntıya dökülmüş hali olan hadis ve sünnet de dolaylı yoldan korunmuştur.
Nahl Suresi 44. Ayette açıklama görevinin Peygamberimize verildiği, Necm 3. Ayette O’nun kendi hevasından konuşmayacağı bildiriliyor.
Diğer bir husus bu tezi güçlendirmektedir;
Bütün bunların yanında Resulüllah’a itaat edilmesi, O’nun hükmüne razı olunması, O bir şeye hükmettiği zaman Müslümanların o hükme uymaktan başka seçme hakkının olmadığı gibi ayetler de mevcut.
Kur’an-ı Kerimi açıklayan “Resul” ün açıklamaları ve hükümleri sadece o döneme mi ait? Şayet “o döneme ait” derseniz Kur’an’ın son kitap olduğunu ve kıyamete kadar hükmünün geçerli olduğunu inkâr etmiş olursunuz ki, küfrünüze işarettir. Sizinle tartışmaya bile gerek yoktur.
Şayet “kıyamete kadar geçerli” derseniz o halde Allahu Teala “korunamayacak” bir şeye bizi itaate, ittibaya, uymaya, isyan etmemeye, razı olmaya çağırır mıydı?
Demek ki, Kur’an-ı Kerimin açıklaması, uygulaması olan Resul’ün hükümleri de korunmuş olmak zorunda.
Peki, nasıl korundu? Aşağıda da bu konu işleniyor.
2- HADİSLERİN YAZILMA TARİHİ RESULÜLLAHA YAKIN
Öncelikle şunu söylemekte fayda var. Hadisler sistematik bir şekilde araştırılıp yazılmadan önce mütalaa ve müzakere yoluyla zaten birbirine aktarılıyordu. Yani inkârcıların iddia ettiği gibi sanki o günlere kadar hadis diye bir şey yokmuş da sonradan uydurmuşlar gibi bir şey yok, bu saçma bir iddiadır. Hadis-i Şerifleri notlar halinde bulunduranlar varsa da ekseri olarak hadisleri ders verme verme, mutala ve icazet yoluyla aktarılırdı.
Hadis naklinde sıralama şöyle olmuştur:
(Hicri 1-110 Sahabe> 110-180 Tabiin>180-220 Tebe-i Tabiin> 220-260 Etbâu etbâı-tabiin> 260-300 etbâu etbâı etbâ-ı-tabiin
Hadislerin yazılmasında tedvininde ilk üç neslin büyük önemi vardır.
EN ÇOK HADİS NAKLEDEN SABAELERİ OKUMAK İÇİN TIKLAYIN
Peygamberimiz zamanında iman etmiş ama O’nu görememiş olanlara ve Sahabeleri görenlere Tabiin denir. Tabiin neslinden Said b. Müseyyeb, Ubeydullah b. Utbe, Urve b. Zübeyr, Ebubekir b. Abdurrahman, Harice b. Zeyd, Süleyman b. Yesar, Kasım b. Muhammed b. Ebi Bekir, Medineli 7 fakih olarak tanınmaktadır. İbrahim en-Nehaî, Salim b. Abdullah, Muhammed b. Sirin, Hasan-ı Basri, İbn Ömer’in azatlısı Nafi, İbn Şihab ez-Zühri de tabiin neslinden hadis ilmine hizmetleriyle tanınan alimlerdir.
Tebe-i Tabiin; tabilerden sonra gelenlerdir. İlmi açıdan onlardan ders alanları kasdetmiş oluyoruz. Önemli bir kısmı sahabe torunu veya tabii çocuğudur.
Tebe-i Tabiin nesli; tabiiler döneminde başlatılan yazılı rivayet, isnad faaliyeti, ravilerin tenkidi alanlarında konulmuş kuralları ve terimleri geliştirerek devam ettirdiler. Başta Ma’mer b. Raşid’in Cami eseri, İmam Malik’in Muvattaı olmak üzere bir kısmı günümüze kadar ulaşan bir çok hadis eserinin tasnifini gerçekleştiren nesildir. İbn Cüreyc, Said b. Ebi Arûbe, Reb’ b. Subeyh, Süfyan es-Sevri, Hammad b. Seleme, Abdullah b. Mubarek, Cerir b. Abdülhamid, Velid b. Müslim ve Süfyan b. Uyeyne hadis eseri telif ettiği kaynaklarda geçen tebe-i tabiin alimleridir.
Halife Ömer b. Abdülaziz’in Medine valisi Ebubekir b. Muhammed b. Hazm’a gönderdiği talimatla resmi tedvin işlemini başlatmasıyla birlikte yazılı hadis metinlerinin çoğalmıştır. Hicri ikinci asrın ilk yarısında tedvin işi öyle yaygınlaşmıştı ki hemen her muhaddisin bir konuda hadis cüzü bulunmaktaydı.
Yani zaten şifahi olarak nakledilen hadisler 2. Asırdan itibaren yazılı olarak nakledilmeye başlamıştı.
Hadis-i şeriflerin yazım aşamasına alınması ile Peygamberimiz’den ve hadis alan sahabesi arasında çok kısa bir zaman olması hadislerin önemini artırmaktadır. Bir çok hadis-i şerifte âli isnat dediğimiz şekilde hadis-i nakleden ile Resulüllah arasında 3 ravi vardır. Bazılarında 5 ravi vardır.
Yani biz 1400 yıl sonra ancak bize aktarılan kadarıyla bir hadisin sıhhatini araştırıyoruz. Bize ne kadar zor ise onlar için de o kadar kolaydır.
Şunu da ekleyelim, hadislerin resmi olarak yazılmaya başlamasıyla birlikte ehil olmayanlarda işin içine girmeye başlamışlardır. Onlar hadisi ravisinden değil de sayfalardan almaktaydılar. İşte hadis alimleri bu tehlikenin farkına varmış ve bir çok alt konu barındıran “Semâ ve Kıraat, İcazet, Münavele ve Mükatebe, İ’lam, Vasiyyet ve Vicade,” gibi tedbirler almıştır.
3- TAKVA ÜST SEVİYEDE
Peygamberimizin nuru daha sıcaklığını koruduğu o devirde İslam şeriatı tatbik edilmekle birlikte takva zirvedeydi.
Şuan sözde “dini korumak” adına hadis düşmanlığı yapılıyor ya, onlar bu dini korumak için daha hassastılar.
Yani kısacası onlar İslamın, Kur’an’ın, Sünnetin, Şeriatın tam manasıyla yaşanması için mücadele edildiği bir zaman diliminde mücadele ediyorlardı.
Onlar kendilerine İslamdan taviz verilmesi için baskı yapıldığı zaman zindanlarda işkenceler altında can vermeyi tercih ediyorlardı da taviz vermiyorlardı.
4- SON DERECE TİTİZLİK
3. maddeye paralel olarak hadis alımında ve aktarımında da müthiş bir titizlik örneği göstermişler. Mesela hadis nakleden kişiye kimden aldığını soruyorlar şayet hadisi aldığı kişi hayatta ise kilometrelerce yolu o günün şartlarıyla kat ederek rivayet edilen hadisi yaşayan en yakın tanığından almak için sefere çıkmışlar.
Ve herkesten hadis nakletmemişler, her aldıkları hadisi de kitaplarına koymamışlar. Rivayetlerin tümünü şartlarına göre eleye eleye öyle bir eser koymuşlar ki ortaya işte o yüzden ismi “sahih” olmuş.
5- HADİS HAFIZLIĞI, HAFIZA ve İCAZET
Kur’an-ı Kerim nasıl korundu? Hafızlık yapısı ile değil mi? Hiçbir dinde olamayan “hafızlık” müessesesi ile. İşte hadisler de aynı yöntemle korunmuştur.
O dönemde hafızalar bu gün gibi körelmiş değildi. Hafızayı körelten bunca boş iş ve meşgale yoktu. Yıllar sonra bile İmam-ı Şafi’nin okuduğu satırı ezberleyebilmesi, İmam-ı Muhammed’in bir hafta hafız olması meşhurdur.
Ancak yine de herkes hadis nakletmez, erbabına bırakırlardı. Aynen Kur’an hafızları olduğu gibi hadis hafızları da vardı. Kur’an nasıl hafızlık müessesiyle korunmuş ise hadislerin korunma şekillerinden en mühimi hadis hafızlığıdır.
Hadis hafızlığı daha zor bir daldı. Çünkü hadis hafızı yüzbinlerce hadisi Nakledenlerin sırasıyla Resulüllah’a kadar ravileri, ravilerin yaşantılarını, hallerini, durumlarını ve hadislerin konularını bilmek zorundaydı.
İşte hadislerin dolaylı yoldan korunmuş olmasının en büyük göstergelerinden birisi de budur.
Hadisler aynı şekilde erbabından ders olarak alınmak ve tedrisatını bitirenlere icazet verilmek suretiyle de sağlam bir şekilde nakledilmiş, erbabı olmayanların bu alana girmemeleri sağlanmıştır.
6- ŞARTLAR ORTAYA KOYDULAR
Yukarıda dediğimiz onlar yaşantılarıyla örnek, öncü takva zatlar olduklarından, Resulüllah’ın söylemediği bir sözü nakletmekten sakındıkları için çok titiz davranıyorlardı. Bu sebeple sahih hadis ilminde tavizsiz kurallar koydular. Bir hadisin sahih olabilmesi için taşıması gereken şartlardan ilk olarak İmam-ı Şafi söz etmiştir. İmam-ı Şafi sahih hadis tanımında ravilerin adalet ve zabt vasfını ön plana çıkartır. Humeydi ise isnadın muttasıl olmasını ön plana çıkartmıştır.
Bazı şartlar şöyledir:
a) Ravilerin tamamının adalet ve zabt sahibi olmas
b) İsnadın muttasıl olması. İsnadın muttasıl olması başından sonuna kadar ravi düşmesi bulunmaması, yani her bir ravinin hadisi bizzat rivayette bulunduğu şahıstan alması gerekir. Buhari bunun için ravinin hocasıyla bizzat görüşmesini (likâ) gerekli görürken, İmam Müslim ravi ile hocasının aynı asırda yaşamış olmalarının (muâsarât) yeterli olacağı görüşündedir.
c) Sika bir ravinin, kendisinden daha güvenilir ravilere aykırı olarak naklettiği şaz bir hadis olmaması.
d) Hadisin sıhhatini engelleyecek illetin yani gizli kusurun bulunmaması. Bu illet denilen husus ancak hadis uzmanları tarafından farkedilebilen bir kusurdur. İlletli olduğu tespit edilen hadislere de muallel hadis denir.
NETİCE
Sonuç olarak diyebiliriz ki, hadis ilmi sonradan uydurulmuş olmayıp sahabeden tabiine silsile yoluyla bize kadar sağlam yollarla ulaştırılmış, üzerinde son derece titizlikle durulmuş bir ilim dalıdır. Bu gün ümmetin alimlerine iftira atarak hadis uydurduklarını iddia eden zavallılar kendileri bir din uydurma peşindedirler. İslam’da hadis-i şerifleri “yok” olarak kabul etmek sadece cahilliktir. İddia eden kişinin hiçbir bilgisinin olmadığını gösterir. Hadislerin hepsinin güvensiz veya uydurma olduğunu iddia eden kimse de dinde kendi otoritesini kurmaya çalışan kimsedir. Çünkü hadis-i şerifler bize Kur’an’ı ve şeri hükümleri açıklar. Sünnet bize Kur’an-ı Kerimi nasıl yaşamamız gerektiği konusunda rehber olur. Bir kişi sünneti ve hadis-i şerifleri devre dışı bırakıyorsa kendisinin rehber edinilmesini istiyor demektir.
Hadis-i şeriflerin güvenilirliği hakkında Müslümanlar şüpheye düşürülüyor ve oryantalistlerin tuzağına çekiliyor. Biz bu oyunu bozacağız inşaAllah…
www.ihvanlar.net
İnsanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt edildiği defter. Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir. Bu kayıt ve zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şahid olacaktır. Kur’an’da “kitab” olarak zikredilmektedir .
Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun yaptıklarını kaydeden melekler vardır. Kur’an-ı Kerîm bu melekler hakkında şöyle buyurur:
“…Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı (melekler). Her ne yaparsanız bilirler” (el-İnfitâr, 82/10-12). “O, (İnsan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır” (Kaf, 50/18).
Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza* (Hâfıza) melekleri veya Kirâmen Kâtibîn * (Şerefli Yazıcılar) yahut “Rakîb Atîd” denmiştir.
Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır. Defterleri sağ tarafından verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, sol tarafından veya arkasından verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır. Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır. Kur’an-ı Kerîm bu hususta da şöyle buyurur:
“….İşte o vakit kitabı (amel defteri sağ eline verilmiş olan kimse der ki: ‘Gelin kitabımı okuyun. Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim!. Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir Cennet’tedir ” (el-Hâkka, 69/19-22). “Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: ‘Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi… Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim!… Tutun onu hemen bağlayın onu, sonra Cehennem’e atın onu…”(el-Hâkka, 69/25-27, 30-31).
İnsan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur’an’ın tabiriyle şöyle diyecek “Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış… “ (el-Kehf, 18/49).
Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel defterinin iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi etkilidir. “İman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi’ olmaz. Biz onu yazmaktayız. ” (el-Enbiyâ, 21/94). Bu hususta başkasını suçlamasına mahâl yoktur. Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun. Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek olanlardır. Bu da ancak Allah’ın dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Resulu’nün gösterdiği yoldan gitmekle elde edilir.
.
Bugün 1 ziyaretçi (10 klik) kişi burdaydı! |
XXXXXXXXX
Abdülaziz BAYINDIR zihniyetine ithafen…)
PEYGAMBERLERDE BULUNAN “İSMET” SIFATINA DAİR
Peygamberler, Allah Azze ve Celle’nin şeriatlerin biz insanlara ulaştırılması ile vazifelendirdiği kimseler olmaları hasebiyle hem birer beşerdirler, hem de birer beşer değildirler. Beşer olma yönleri yaratılışlarının ve bazı vasıflarının sair insanlarla ortaklık arz etmesi cihetiyledir. “Beşer olmama” yönleri ise “Sair beşer gibi olmama” manasında olup, kendilerinde diğer beşerde bulunan özelliklerden farklı olarak hususi özelliklerin bulunması cihetiyledir. Nitekim Allah Teâlâ ”De ki Ancak ben sizin gibi bir beşerim. Bana vahy olunuyor” şeklindeki ayet-i kerimede bu iki vecheyi beyan etmektedir. Durum böyle iken günümüzdeki ilim yetimi bazı cahiller, bu konuda da gelişi güzel bir takım yorumlar yapıp, hevadan konuşmaktadırlar. Bizler, bu makalede İnşaellah meseleyi belli başlıklar altında tahlil edeceğiz.
“İsmet”in delilleri:
I. Şayet peygamberlerden günah sadır olabileceğini farz etsek, bu durumda onlara verilecek olan cezanın, ümmetin sair asilerine uygulanacak cezadan şiddetli olması gerekir. Zira Allah Teâla’nın kulu üzerindeki en büyük nimeti risalet/elçiliktir. Böyle bir nimetin mukabilinde olan ceza da ona göre olacaktır. Aklın hükmü bu şekildedir. Ve bu hükmü Allah Teâlâ’nın “Ey peygamberin hanımları! Siz kadınlardan her hangi biri gibi değilsiniz” , yahud “Ey Peygamberin hanımları! İçinizden kim apaçık bir çirkinlik yaparsa, onun cezası iki kat verilir” kavl-i şerifleri de te’yid etmektedir.
II. Bilindiği gibi Kur’an “Ey İman edenler! Size bir fasık bir haber getirirse bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın” buyurarak fasık bir kimsenin haberinin kabule şayan bir haber olmadığı için araştırılmaya muhtaç olduğunu bildirmektedir. Peygamberin İsmet sıfatının bulunmaması durumunda onların Dünya işlerinde dahi haberlerinin kabul edilmemesi gerekecektir ki bu durumda da Ahiret hususundaki kavilleri evleviyetle kabul edilmeyecektir. Hâlbuki Allah Teâlâ Peygamber Aleyhisselam’ın şahid olduğunu “Peygamber size şahid olsun diye” şeklindeki kavl-i şerifi ile haber vermiştir. Bütün peygamberlere şahid olacak bir Resul’ün şehadetinin kabul olunmaması düşünülemez.
III. Günah işlemeleri durumunda onların alıkoyulmaları gerekecektir ki bu da caiz değildir. Zira Allah Teâlâ “ Şüphesiz Allah ve Resulunu incitenlere Allah Dünya ve Ahirette lanet etmiş ve onlara aşağılayıcı bir azab hazırlamıştır” buyurmaktadır.
IV. Peygamber Aleyhisselam’dan muhal farz günah sadır olduğunu düşünecek olsak iki durum ortaya çıkar: Bizler ya bu günah mukabilinde Peygambere uymakla me’muruz-ki böyle bir şeyin caiz olmadığı açıktır- Yahud da ona uymakla me’mue değiliz ki bu durumda da “De ki eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin şeklindeki ayetle bir çelişki söz konusu olur.
V. Allah Teala “Kim de Allah ve Resulune isyan eder O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı Cehennem’e sokar.Onun için alçaltıcı bir azab vardır” buyurduğu için asilerin bu azaba müstehak olacakları açıktır. Peygamberlerden İsmet sıfatını tecrid etmemiz durumunda onlarında bu ayette bildirilen vaidin zımnına dahil olmaları söz konusu olacaktır ki bu bi’l İcma’ batıldır.
VI. Peygamberler, itaati emredip masiyetten sakındırmışlardır. Böyle iken onlar taati terk edip masiyet işlerlerse Mevlâ’nın “Ey İman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz” kavli şerifinin muhatabı olmuş olurlar.
VII. Allah Teâlâ, İbrahim, İshak ve Yakub Aleyhimüsselam hakkında “Muhakkak ki onlar gerçekten hayır işlerinde yarışırlardı” buyurmuştur. Ayette geçen “el- Hayrat” kelimesinin başında bulunan lam-ı tarif kelime cemi olduğu için umum ifade eder. O halde bütün hayırların zımnına yapılması gereken her şey girdiği gibi yapılmaması gereken her şey de girmiştir.
VIII. “Şübhesiz onlar bizim katımızda hayırlı, seçkin kimselerdendir” . Bu ayet-i kerimede bulunan “el-Mustafeyn” ile “el-Ahyar” kelimeleri yapılacak olan bütün işleri ve terk edilecek olan bütün filleri içine almaktadır. Bu da onlardan bir günahın sadır olmasını nakz etmektedir.
IX. İblis, “Senin şerefine andolsun ki, içlerinden ihlâslı kulların hariç elbette onların her birerlerini azdıracağım dedi” Bu ayette de şeytan “Muhles” olan kulları saptıramayacağını söyleyerek onları istisna ediyor. Allah Teâlâ, İbrahim, İshak ve Yakub Aleyhimüsselam hakkında muhles olduklarını söylemektedir .Neticede bunların masumiyeti ortaya çıkmaktadır.
X. “Şeytan onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. İnananlardan bir grup dışında hepsi ona uydular”. Bu ayette geçen “şeytana uymayanlar” ya nebiler ya da onların gayrısıdır. Gayrısı olduğunu düşünmemiz durumunda onların peygamberlerden üstün olmaları gerekecektir ki Nebi olmayanın Nebi’ye üstünlüğü batıldır. Dolayısıyla bu ayette geçen “şeytana uymayanlar”ın Nebiler olduğu ve onların masum oldukları ortaya çıkmıştır.
XI. Allah Teâlâ mükellefleri iki kısma ayırmıştır. Birinci kısım Hizbu’ş şeytan/Şeytanın askerleri ikinci kısım da Hizbullah /Allahın askerleridir. Şübhe yok ki şeytanın askeri ona tabi olup dediğini yapan kimsedir. Peygamberlerden günah sadır olması durumunda onların şeytanın askerleri kavramına tabi olması gerekecektir. Ve bunların hakkında; Agah olunuz muhakkak ki şeytanın askerleri, hüsrana uğrayanların ta kendileridir. Ayet-i kerimesi, doğru olacaktır. Enbiyanın böyle bir akibetten uzak olduğu bedihidir.
XII. Allah Teâlâ İbrahim ( aleyhisselam ) hakkında; Muhakkak ki ben, seni insanlar için imam kılıcıyım , buyurmuştur. İmam insanların kendisine uyduğu kimsedir. İbrahim ( aleyhisselam ) ‘ın günah işlemesi durumunda, insanların, ona iktida etmesi gerekecektir ki; Bu da batıldır.
XIII. Ulema, enbiyanın melaikeden üstün olduğunu söylemiştir. Şayet enbiyadan bir takım günahlar sadır olsaydı, meleklerden üstün olması söz konusu olamazdı. Çünkü Allah Teâlâ “Yoksa biz iman edip Salih amel işleyenleri yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız ?” Buyurmuştur.
XIV. Mevla Teâlâ İbrahim ( aleyhisselam ) ‘ a “ Benim ahdim zalimleri kapsamaz .” Buyurmuştur. Bu ayet-i kerime de geçen ahdin, nübüvvet ve imamet şeklinde iki türlü tefsiri mümkündür. Nübüvvetle tefsir edilirse, maksit ortaya çıkar. İmametle tefsir edilirse, bu durumda maksut, yine evleviyetle hasıl olur. Çünkü Allah Teâlâ’ nın ahdi imamet, günahkâr birine verilmiyorsa nebiye hiç verilmez.
Huzeyme İbn Sabit bizzat görüp şahit olmamasına rağmen, bir meselede Rasulü Ekrem ‘ in şahidi olmuş ve ben seni semadan verdiğin haberler hususunda tasdik ediyorum da burada tasdik etmeyeyim mi? demiştir. Bu olayı da Rasulü Ekrem tasdik etmiştir. Şayet Enbiya dan günah sadır olma ihtimali olsaydı , Huzeyme ( radıyallahu anhu ) ‘ nin şehadeti caiz olmazdı.
İsmet’in mahalli ile taalluk eden ihtilaf:
Peygamberlerde bulunması gereken “İsmet” sıfatının mahalline itibarla bazı görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşleri dört maddede toplamak mümkündür.
1. İtikadla alakalı meselelerde “Fudayliyye” fırkası hariç bütün fırkalar Nebilerin küfür ve bidatten masum olduğu görüşündedirler. Fudayliyye’ye göre ise bütün günahlar küfür olduğu için peygamberlerde günah işleyebilir ve dolayısıyla küfre girebilirler. Şiiler ise küfrü peygamberler hakkında ancak takıyye yolu üzere caiz görmektedirler.
2. Allah Teâlâ tarafından gönderilen şeraitlerin ve hükümlerin tamamı ile alakalanan meselelerde peygamberlerden ne kasıldı ve ne de yanlışlıkla herhangi bir yalan ve hıyanetin sadır olması mümkün değildir.
3. Fetva ile alakalı meselelerde bilerek hataya düşmeleri caiz değildir.Sehven hata yapmalarında ise ihtilaf edilmiştir.
4. Peygamberlerin halleri ve davranışları ile alakalı meselelerde ise beş görüş ileri sürülmüştür.
Bir: Haşeviyye’ye göre büyük ve küçük günahları işleyebilirler.
İki: Mu’tezile’ye göre büyük günahların onlardan sadır olması düşünülemez. Küçük günahlardan da nefret ettirenlerin dışındakilerin onlardan sadır olması mümkündür.
Üç: Cübbâî’ye göre, peygamberlerden küçük olsun büyük olsun her hangi bir günah kasten sadır olmaz. Ancak tevilde hata yolu ile meydana gelebilir.
Dört: Nazzam’ a göre ne sehven, ne kasten ve ne de teville hata yolu üzere onlardan hata sadır olmaz. Olsa olsa bu yanılgı ve unutma yolu ile meydana gelebilir.
Beş: Şia’ya göre gerek sehven olsun, gerek kasden olsun ve gerek büyük ve küçük olsun hiçbir halde onlardan hata sadır olmaz.
Bu meseleleri tartışanlar, aynı zamanda “İsmet” sıfatının Peygamberler için söz konusu olduğu zaman hususunda da tartışmışlardır. Bu müddet kimilerince doğumlarından vefatlarına olduğu gibi, bazılarınca da –ki Ehl-i Sünnet’in görüşü de budur- Nübuvvetten itibaren başlamaktadır. Kısaca Ehl-i Sünnet, Nübuvvetlerinden itibaren Peygamberlerin kasıldı olarak küçük yahud büyük günah işlemeyeceklerini söylemektedir.
Yazımızın geriye kalan kısmında, bazı Peygamberler ve yaptıkları fillerden yola çıkarak onların masumluklarını zedelemeye çalışan güruha cevap vermeye çalışacak ve bununla alakalı birkaç misalin tahlilini yapacağız.
Hz. Âdem ve İsmet Sıfatı:
Şüphe: 1)- Kur’an-ı Kerim’de Hz Âdem hakkında “Âdem Rabbine isyan etti ve isabetli davranamadı” buyrulmaktadır. Bu ayet-i kerimenin mefhumu Âdem (Aleyhisselam)’ın Allah Teâlâ’ya asi olduğunu bildirmektedir. Allah Celle Celaluhu başka yerde “ Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve onun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı Cehennem’e sokar” buyurmaktadır. İsyan kelimesi de ancak büyük günah işleyen bir kişi hakkında itlak olunabileceğine göre Âdem Aleyhisselam’ın masum olduğu nasıl söylenebilir?
2)- “ Derken, Âdem rabbinden bir takım kelimeler aldı, bunun üzerine tevbesini kabul etti” Bu ayette Âdem (Aleyhisselam)’ın tevbe ettiği açıkça bildirilmektedir. Tevbe ise bir kişinin yapmış olduğu bir işe sonradan duyduğu pişmanlık anlamına gelen bir mefhumdur. Bu da Âdem Aleyhisselam’ın günah işlediğini göstermektedir.
3)- Allah Teâlâ Âdem ile Havva (Aleyhimesselam)’a hitaben “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı?” Buyurmaktadır. Bu ayette geçen “Nehy” tabirinden de anlaşılmaktadır ki Âdem (Aleyhisselam) nehyolunan bir şeyi işlemiştir. Buna binaen Âdem (Aleyhisselam)’ın ma’sumiyyetinden söz etmek mümkün müdür?
Cevap: 1)- Ma’siyet emre muhalefete denir. Bu emir vucub manasında olabileceği gibi nedb manasında da olabilir. Durum böyle olunca “İsyan” vasfının Âdem (Aleyhisselam) hakkında kullanılması, mendup olan bir işi terk ettiği içindir denilebilir. Ayrıca Bu konu hakkında Efendimiz Aleyhissalatü vesselam’ın haber verdiği Musa Aleyhisselam’ın Âdem Aleyhisselam ile bir çekişmesi vardır ki o rivayette Âdem Aleyhisselam, Allah’ın Gökleri ve yerleri yaratmadan evvel kendisi hakkında takdir edilmiş olan böyle bir olay hususunda levm edilmeye layık olmadığını belirtmektedir. Ayrıca Ehl-i sünnetin ismet sıfatının Nübuvvet anından başladığına dair belirttiği görüşe göre yine burada bir çelişki yoktur. Çünkü olay Âdem (Aleyhisselam)’ın nübuvvetinden önce tahakkuk etmiştir.
2)- Tevbe etmesi meselesine gelince; Peygamberlerden küçük günahın sadır olabileceğini söyleyenler bu günahın küçük olduğunu söylemişlerdir. Lakin –Ehl-i sünnet gibi- Enbiyadan hiçbir günahın sadır olamayacağını söyleyenler, hiç günah işlemeyen kimsenin dahi tevbe etmesinin güzel bir amel olacağını söylemişlerdir. Bu sebepledir ki bizler “Allahım! Bizleri çokça tevbe edenlerden kıl! Derken günah işlemeyi talep etmiyor bilakis sadece tevbe eden bir kul olmayı istiyoruz.
3)- Burada ki nehyin tahrim için olduğu müsellemdir. Âdem (Aleyhisselam) ise bu nehy olunan işi unutarak işlemiştir. Unutularak işlenilen bir fiilin ise sorumluluğu olmadığı için bu fiilin günah olduğu söylenemez.
Hz. İbrahim ve İsmet Sıfatı:
Şüphe: 1)- Hz. İbrahim ay ve güneş için “Bu benim Rabbimdir” demiştir. Bu kelamı ya istidlal ve nazar anında söylemiş, ya da daha sonra söylemiştir. Birinci ihtimali değerlendirirsek, aksine cevaz vereceği bir şeyi söylemesi caiz değildir. Şayet bunu bir ihbar yönü ile telaffuz ettiğini düşünürsek bu durumda da küfür söz konusu olur.
2)- Hz. İbrahim kavminin putları kimin kırdığına dair kendisine yöneltilen suale “ Hayır! Bunu şu büyükleri yapmıştır” şeklinde cevap vermiştir. Hâlbuki putları kıran kendisinden başkası değildi. Bu durumda kendi yaptığı bir fiili büyük puta isnad etmesi yalan olmaktadır.
3)- Allah Teâlâ İbrahim Aleyhisselam’ dan hikayeten “İbrahim yıldızlara baktı ve ben hastayım dedi” buyurmaktadır. Burada iki durum söz konusudur ki birincisi İbrahim Aleyhisselam yıldız ilmi ilmine tutunarak bir şey söylemiş, ikincisi de olmayan bir şeyi söylemiştir.
Cevap:
1)- İbrahim (Aleyhisselam) ‘ın söylediği bu kelam hakkında bazıları bunu istidlal yolu üzere söylediği yani bu sözü söylemesi esnasında doğruyu arama talebinde olduğu için böyle bir sözün mahzuru olmadığını söylemişlerdir. Fakat bu görüş çok tasvip edilmemiştir. Ulema bu sözün dört faklı şekilde tevilinin bulunduğunu söylemişlerdir.
a)- İbrahim (Aleyhisselam) bunu kavmine, yapmış oldukları hatayı farklı bir üslupla bildirme kabilinden söylemiştir.
b)- Bu söz istifham şekli üzeredir ki bu durumda sözde mahzuf bir hemze-i istifham mevcuttur. Takdiri أهذا ربي “Bu mudur benim Rabbim” şeklindedir.
c)- Bu söz onlara karşı hüccet getirme kabilindendir ki mana “Sizin yanlış itikadınıza göre Rabbim budur” şeklindedir. Yıldız batınca “Şayet bu ilah olsaydı batmazdı” şeklinde buyurmuş gibi oldu.
d)- Burada gizli bir cümle vardır ki o da “Diyorlar ki” cümlesidir. Bu durumda bu söz farklı kimselerden sadece hikâye edilmiş bir söz olur.
2)- İbrahim( Aleyhisselam)’ın bizzat kendisinin yaptığı putları kırma fiilini putların büyüğüne isnad etmesi de farklı şekillerde cevaplandırılmıştır. Bazıları ayette geçen cümlenin من فعلهفعله cümlesinden kinaye olduğunu bu durumda da mananın “O kırma işini yapan yaptı” şeklinde olacağını söylemişlerdir. İmam Kisai’nin فعله de durup sonrasında gelen cümleyi ibtidai kabul etmesi de bu görüşü teyid etmektedir. Bir kısım Ulema bu sözün de yukarıdaki söz gibi kavmini susturması yönünde söylediği bir söz olduğunu söylemişlerdir.
3)- İbrahim (Aleyhisselam)’ın yıldızlara bakması Allah tealayı bilmek istemesi halindedir. Ayrıca yıldızlara bakıp bu şekilde bir şey söylemenin haram olacağı sabit değildir. Bir de İbrahim Aleyhisselam سقيم kelimesini kullanmıştır ki bu kelimenin istikbale delaleti söz konusudur. Çünkü Allah Teâlâ Peygamber Aleyhissalatü Vesselam’a hitaben “ Şübhesiz sen öleceksin ve şübhesiz onlar da ölecekler” buyururken سقيم kelimesi ile sıyga bakımından aynı olan “ميت” kelimesini kullanmıştır. Bu cümlenin istikbale delaleti bedihidir.
Hz. Musa ve İsmet sıfatı:
Şüphe: 1)- “Musa’da ona bir yumruk indirip onu öldürdü” Ayet-i kerimesinden anlaşıldığı üzere Musa (Aleyhisselam) kıptî’yi öldürmüştür.. Öldürülen kıptî, öldürülmeyi hak etmiş ise Musa (Aleyhisselam) niçin “Bu Şeytan’ın amelidir ”, “Ey Rabbim! Muhakkak ki ben nefsime zulmettim” demiştir? Şayet öldürülmeye müstehak değilse bu durumda da onu öldürdüğü için âsi olmaz mı?
2)- Musa (Aleyhisselam) kendi etbaından olup kendisinden yardım isteyen kimseye “Belli ki sen azgın bir kimsesin” nasıl demiştir?
3)- Musa (Aleyhisselam) sihir haram olmasına rağmen sihirbazlara nasıl asalarını atmalarını emretmiştir? Böyle bir emir caiz değildir.
Cevap:
1)- Öldürülen kimsenin kâfir olmasından dolayı öldürülmeye müstehak olduğu düşünülebilir. Ve bir de Musa (Aleyhisselam) ona vurmakla onu öldürmeyi gaye edinmemiş, sadece kendi etbaından olan kimseyi kurtarmak istemiştir. Yani kıptıyi hataen öldürmüştür. Bu konudaki ayetleri, peygamberlerden küçük günahın sadır olabileceğini söyleyenler küçük günah olarak değerlendirmektedirler. Peygamberlerden hiçbir türlü günahın sadır olamayacağını savunanlar ise bunları uygun şekillerde tevil etmişlerdir.
Musa Aleyhisselam’ın “Bu Şeytanın amelindendir” sözüne gelince bu konuda iki şey söylenmiştir.
a)- Allah Teâlâ kâfirlerin öldürülmesini güçlenme zamanına kadar Musa (Aleyhisselam)’a mendûb kıldı. Hz. Musa ise kıptı’yi bu zamandan önce öldürmesi ile mendubu terk etmiştir. Dolayısıyla mana “Mendub olan bir şeyi terk etmeye atılmam Şeytan’ın amelindendir” şeklindedir.
b)- Ya da mana “Öldürülen kıptî’nin Allah’a muhalif olma ameli Şeytan’ın amelindendir” şeklinde olur.
2)- Musa (Aleyhisselâm)’ın kavmi katı kimselerdi- ki bu durum onların bütün ayetleri müşahade ettikten sonra dahi “Onların kendilerine aid ilahları olduğu gibi sen de bize aid bir ilah yapsana!” Demelerinden anlaşılmaktadır.
3)-Şayet davanızda haklı iseniz atacağınız şeyleri atın! Buyurması şart takdiri ile beraberdir ki bu Allah Teâlâ’nın “Eğer kulumuza indirdiğimiz hakkında şübhede iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin” kavli şerifi kabilindendir.
Netice
Sonuç olarak iyi bilinmelidir ki; bu makalemiz peygamberlerde bulunan ismet sıfatının mevcudiyetinin kısmi de olsa ispatını gaye edinmiştir. Tabi ki ismet sıfatının gerek isbati ciheti olsun, gerek bu mesele ile alakalı Kur’an-ı Kerim ve hadislerde karşımıza çıkan işkaller cihetiyle olsun bu konu burada zikredilenlerle sınırlı değildir. Bilakis daha doyurucu ve geniş bilgi için bu konu hakkında kaleme alınmış müstakil eserlerin mütalaa edilmesi faydalı olacaktır.
Lakin bizim bu makaleyi kaleme almamızdaki gaye, Enbiya’nın her türlü küçük ve büyük günahlardan korunmuş oldukları şeklindeki Ehl-i Sünnet itikadının muhafaza edilmesidir. Zira bu konu da maalesef günümüzde bir takımlarının hiçbir mesned olmaksızın yaklaşıp yorumladıkları ve suiistimal ettikleri bir konu olmuştur. Bizler bu sadette böyle bir akımın durdurulması ve doğrunun ortaya konması noktasında en ufak bir fayda sağlamış isek kendimizi bahtiyar addedeceğiz. Son olarak Mevlâ zül Celalden isteğimiz bizleri ölene dek Ehl-i Sünnet inancının muhafası uğrunda birer nefer kılmasıdır. Âmîn Yâ Muîn!
ÖMER FARUK KORKMAZ
——————————————
Kur’an Ahzab 32
Kur’an Ahzab 30
Kur’an, Hucurât 6
Kur’an Bakara 143
Kur’an Ahzab 57
Kur’an, Al-i İmran 31
Kuran Nisa 14
Kur’an, Saff 3
Kur’an, Enbiya 90
Kuran, Sad 47
Kur’an Sad 83
Kur’an, Yusuf 24
Kur’an, Sebe 20
Kur’an, Bakara 124
Kur’an,Sad 28
Kur’an, Bakara 124
Fahruddin er-Razi, İsmetu’l Enbiya S.40
Kur’an, Taha 121
Kur’an, Bakara 37
Kur’an A’raf 22
Kur’an Taha 115
Kur’an, En’am 76
Kur’an, Enbiya 62
Kur’an, Saffat 88-89
Mealimu’t Tenzil, el Beğavî– En’am 76. Ayet-i Kerimenin tefsiri–
Kuran, Kasas 15
Kur’an Kasas 15
Kuran Kasas 16
Kuran Kasas 18
Kur’an, A’raf 138
Kur’an, Bakara 23
.
Bildiğiniz gibi biz Müslümanlar bir Peygamberden, bir sahabeden, bir alimden bahsederken başına veya sonuna “Hazretleri” ifadesi ekleriz. Allahu Teala derken de “Hazreti Allah” veya “Allahu Teala Hazretleri” ifadelerini kullanırız.
İlimden habersiz cahil selefi &vehhabi takımı bunun da bir şirk olduğunu iddia eder. Hatta şöyle zırvalarlar: “Efendine de Hazret diyorsun Allah’a da hazret diyorsun, efendini Allah ile bir tutuyorsun”
Hani bunlar tarikat ehlini “cahil sofi” diyerek aşağılamaya çalışırlar ya, kendileri zır zır zır cahildir haberleri yoktur.
KELİMENİN KÖKÜ
Bu kelime “hazara” kökünden gelmektedir. “hazır oldu” manasındadır. Hazretleri derken bu mana kastediliyorsa: bir kişiyi andığınız zaman, isminin geçmesi sebebiyle, orada anılmış olmasından dolayı “hazır” olur. İllaki zatıyla hazır olması şart değildir.
“Hazret, hazretleri”Osmanlı Türkçesinde ise “saygı” ifadesiyle kullanılan bir kelimedir.
Hazreti Peygamber, Hazreti Ali gibi…
Bu kelimede bir bir saygınlık ifadesi vardır. Yani “saygı değer, saygıya layık olan” gibi manalar çıkar. Osmanlı’da hilafet makamındaki sultan ve bazı paşalar için kullanılmıştır. Halk arasında daha çok din çerçevesinde kullanılmaktadır.
Peygamberler, sahabeler, Kur’an ve Allah dostları (evliyaullah) Kur’an-ı Kerimde övüldüğü için “hazretleri” ifadesi bu sayılanlar hakkında daha çok kullanılmaktadır.
ALLAH İÇİN KULLANILIR MI?
Peki, Peygamberler veya Allah dostları için kullanılan bu ifade Allah (Celle Celaluhu) için kullanılır mı?
Allahu Teala’nın “uluhiyetine” ait “zati” sıfatları olduğu gibi “subuti” sıfatları da mevcuttur. Zatına ait vahdaniyet (bir olmak), kıdem (evveli olmamak) beka (sonu olmamak) gibi sıfatları başka kimse de olamayacağı gibi, kimse bu sıfatlarla da mevsuf olamaz.
Subuti sıfatlarından Semi (işitmek) basar (görmek) gibi sıfatlar ise yaratılanlara da vermiş olduğu sıfatlardır.
Yani Allah işitti de deriz, adam işitti de deriz. İşitme sıfatının kulda olması ya da kulun işitme sıfatından bahsedilmesi Allah ile eş tutulması manasına gelmez.
Çünkü insanın işitmesinden bahsettiğimiz zaman sınırlanmış bir işitme anlaşılır. İnsan her şeyi duyamaz. Kulak yapısı ancak çevresindeki sesleri işitmeye müsaittir.
Allahu Teala’nın işitmesinden bahsettiğimiz zaman ise “Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Hucurat 1) ayetlerinde olduğu gibi gizliyi aşikârı işitmek, kendisinden hiçbir şeyin gizli kalmaması anlaşılır.
Yani sıfat ve övgüler atfedilen kişiye göre mana kazanmaktadır.
Mesela: Allah u Teala AZİZ’dir. Bir çok ayeti kerimede “ve hüvel Aziz’ül Hakim”geçmektedir. Ancak bakınız Rabbimiz Yusuf Suresinde kraldan bahsederken “aziz”ifadesini kullanıyor. (Yusuf suresi 30, 51)
Peki, Aziz olan Allahu Teala ise, Rabbimiz neden bir kral için aziz ifadesini kullanmıştır?
Çünkü “aziz” kelimesiyle bir ülke yöneticisi kastediliyor ise kendisine verilen krallıkta güç sahibi bir insan anlaşılır.
Bir insana “aziz” derseniz onun büyük bir zat olduğunu kastetmiş olursunuz.
Aziz derken Allahu Teala’dan bahsediyorsak “hiç yenilmeyen galip, ceza verme gücüne sahip olan” ilahımız anlaşılır.
Bu konuda bir çok misal verilebilir.
Yani “Hazretleri” derken bir insandan bahsediyorsak, bu insanın Allahu Teala indinde değerli olduğu anlaşılır.
“Hazreti Allah” diyorsak Yüceler yücesi, eşi benzeri olmayan Allah demiş oluruz.
Yukarıda dediğimiz gibi ifadeler kişiler ile anlam kazanıyor.
MEŞRU MUDUR?
“Yüce olan, aziz olan Allah” gibi türkçe ifadeleri kullanmak nasıl meşru ise Türkçeye yerleşen hazretleri kelimesi de meşrudur.
Dolayısıyla bunda bir şerik (ortaklık) mevcut değildir. Kişiye hazretleri deyince ilahlaştırılmış olmuyor. Bu iddia tamamen cehalet kaynaklı bir iddiadır.
Düştükleri cehalet bataklığında “şirk” çamuruyla kendilerine yaşam alanı imar edenlerin her çırpınışı, her hareketi ancak kirlenmelerine ve batmalarına sebep olacaktır…
www.ihvanlar.net
Hadis alimleri sanki enayiymiş gibi hadisleri anlayabilmek için yıllarca hadis ilmini tahsil ediyorlar. Mubarekler yıllarını veriyorlar bu ilme. Saçları dökülüyor, gözlerinin feri gidiyor. Bu ilme vakıf olduktan sonra hadisleri tam manasıyla anlayabiliyor, hadisler arasında bir çelişki olmadığını görebildiği gibi hikmetlerini de idrak edebiliyor.
hadis inkarcıları ise inkar etmek için bile azıcık araştırma ihtiyacı hissetmiyorlar. Bu mantığıma uymadı o zaman uydurma, bunu insanlara açıklayamam o zaman inkar edeyim, bunu insanlar yadırgar o halde at gitsin…
Allahu Teala Kur’an-ı kerimde “mantığınızla hareket edin” buyurmadı, “kesin itaat edin” diye emir buyurdu.
Ama ne kadar anlatılsa boş. Onların amacı hakkı aramak olmadığı için gerçeklere kulak tıkarlar. Biz gönlü gerçekleri arayan kardeşlerimiz için küçük bir izahatta bulunalım.
DEVE İDRARI HADİSİ
“Hazreti Enes anlatıyor: Ukl veya Ureyne kabilesi halkından sekiz kişilik bir grup Medine’ye gelip Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e biat ederek Müslüman oldular. Bir müddet sonra Medine’nin havası onlara dokundu ve hasta oldular. Şikâyetleri üzerine Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), çobanlarıyla birlikte Medine’nin dışına çıkıp, develerin sütlerinden ve sidiklerinden içmelerini öğütledi. Adamlar bir müddet devlerin süt ve sidiklerinden içtiler ve sağlıklarına kavuştular. Derken, çobanları öldürüp develeri önlerine katıp götürdüler. Olaydan haberdar olan Hz.Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) birkaç adam peşlerine taktı ve nihayet onları bir yerde yakalayıp getirdiler. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onlara hakkettikleri ağır bir cezayı tatbik etti. Ellerini, ayaklarını kesti, gözlerine mil çekti ve güneşin altında ölüme terk etti…” (Buharî, Vudu, 66; Tıp,5- 6; Diyat, 22; Müslim, Kasame, 9-11; Ahmed b. Hanbel III/107,163; Ebu Davud, Hudud,3; Tirmizi, Taharet, 55, Nesaî, Tahrimu’d-dem, 8-9)
Öncelikle hadis ilmine baktığımız zaman bu hadis-i şerifin “sahih” yani sağlam bir rivayet olduğunu görüyoruz. Bu sebeple bir inkarcının kalkıp da bir tarafından konuşup “uydurma” demesi bizi bağlamıyor. Çünkü ilmi bir dayanak yok.
Hadis-i şerifte iki şey gözümüze çarpıyor:
1- Tıbbi bir mesele
2- Kısas
1- DEVE İDRARININ İÇİLMESİ
Hadis-i şerifin o bölümünü tekrar edelim: “Bir müddet sonra Medine’nin havası onlara dokundu ve hasta oldular. Şikâyetleri üzerine Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), çobanlarıyla birlikte Medine’nin dışına çıkıp, develerin sütlerinden ve sidiklerinden içmelerini öğütledi.”
Deve Kur’an-ı Kerimde de bizlere “bakmazsınız” diye işaret ettiği bir hayvandır.“Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır” (Ğaşiye 17)
Dece yaratılışı itibariyle mucizevi bir hayvandır ve bir çok özelliği mevcuttur. Anca hadis-i şerifte yine ince bir nokta var.
Sizin de dikkatini çekmiş olmalı. Mesele deve ise Medine’de deveden bol ne vardır. Ama Peygamberimiz Medine dışındaki develerin sütünü ve idrarını içmelerini tavsiye ediyor.
Hadis-i Şerif Cami’us-Sağîr’de “Size “berrî” olan devenin bevl ve sütünü tavsiye ederim” diye geçiyor. Münâvî bunu: “temiz, tabiî kırlarda otlayan deve” olarak açıklıyor.
Görüldüğü üzere Peygamberimiz herhangi bir deveyi değil, özel bir deveyi işaret buyuruyorlar ve sadece sidiğinden de değil sütünden de istifade etmelerini işaret ediyorlar.
Diğer bir mesele ise Peygamberimizin bu tavsiyeyi sadece bu kişilere özel yapmış olmasıdır. Yani bu kişilerin rahatsızlığı için özel bir tavsiyedir. Dolayısıyla her hastalık için yapılmış bir tavsiye değildir.
Ayrıca deve idrarı ağır necaset değil, hafif necaset hükmündedir.
Bütün bunları ve rivayette geçtiği üzere hastaların da şifayab olduklarını göz önünde bulundurduğumuz zaman bu hadisin inkar edilecek bir husustan ziyade tıb konusunda bir araştıma ve tez konusu olması gerektiği ortaya çıkıyor.
BİR DE ALAY EDİYOR ZAVALLILAR
Bunca hakikat ortadayken hem hadis-i şerifi inkar ediyor hem de alay ediyorlar. Peygamberimizin mubarek sözünü alay konusu ediyorlar. Bunlar arasında kendilerini ilahiyatçı olarak tanıtan porflarda var, ilimle alakası olmayan mürtedler de mevcut. Salyalı ağızlarından sarkan dillerine doladıkları bu hadis-i şerif üzerinden “hadis düşmanlığı” yapıyor ve eğleniyorlar.
2- KISAS
Bazı İran güdümlü münafıklar da Peygamberimizin faziletlerini inkar etmek için yazdıkları kitaplarda bu hadis-i şerifi göstererek Peygamberimizin (haşa) “cani” gösterildiğini söylüyorlar.
Neymiş, önce şifa bulmaları için yol gösteren Peygamber sonra onların vahşice öldüren bir zat olarak gösteriliyormuş. Dolayısıyla bu hadis uydurmaymış.
Sen bu hadis-i şerife ve peygamberimizin bu uygulamasına “uydurma” dersen Kur’an-ı Kerimi inkar etmiş olursun. Peygamberimiz Kur’an-ı Kerimin canlı örneğidir ve bu olayda da Allah’ın emrinden başkasını icra etmiş değildir.
Önce Hadis-i şerifin o kısmını alalım:
“Derken, çobanları öldürüp develeri önlerine katıp götürdüler. Olaydan haberdar olan Hz.Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) birkaç adam peşlerine taktı ve nihayet onları bir yerde yakalayıp getirdiler. Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onlara hakkettikleri ağır bir cezayı tatbik etti. Ellerini, ayaklarını kesti, gözlerine mil çekti ve güneşin altında ölüme terk etti…”
Bu olayın yaşanmasına sebep olan şey, o adamların Peygamberimizin kendilerine yaptığı aynı şeyi çobanlara yapmış olmalarıdır. Yani Peygamberimiz onlara kısas tatbik etmiştir. Bu gerçeği bilmezsen toslarsın elbette.
Kur’an-ı Kerimde bu husus açık bir şekilde ifade edilmiştir:
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.” (Bakara 178)
“Şüphesiz Tevrat’ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır. (Allah’a) teslim olmuş nebiler onunla yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabb’e adamış kimseler ile âlimler de öylece hükmederlerdi. Çünkü bunlar Allah’ın kitabını korumakla görevlendirilmişlerdi. Onlar Tevrat’ın hak olduğuna da şahit idiler. Şu halde siz de insanlardan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir.
“Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş kısas edilir. Yaralar da kısasa tabidir. Kim de bu hakkını bağışlar, sadakasına sayarsa o, kendisi için keffaret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.” (Maide 44, 45)
Evet görüldüğü üzere bizim şeriatımızda da eski ümmetlerde olduğu gibi kısas vardır. Ve bu kısası Peygamberimiz tatbik etmiştir.
Dolayısıyla hadis-i şerifte inkar edilecek, dalga geçilecek bir husus yoktur. Hadis-i şerifleri inkar edip dalga geçenlerin İslam dininde yeri yoktur. Onlar müsteşriklerin Türkiye’deki gölgeleridir, kuklalarıdır. Bilerek veya bilmeyerek.
Yazımızı şu tespitle bitirelim:
İmam Ahmed b. Sinan el-Kattan şöyle diyor:
“Dünyada ne kadar bid’atçi varsa, mutlaka hadis ehline buğzeder. Çünkü adam bid’at ortaya koydu mu kalbinden hadisin lezzeti sökülüp, alınır.” (Nevevi, et-Tezkire)
www.ihvanlar.net
.
Soru: İmam-ı A’zam’ın Allah’ın gökte olduğunu söylediği, Allah gökte değildir diyenleri tekfir ettiği naklediliyor, doğru mu? Doğruysa Allah mekândan münezzehtir sözü Ehl-i Sünnet’e ait bir inancı yansıtmıyor demektir. Ya da İmam-ı A’zam’ın Ehl-i Sünnet olmadığını söylememiz gerekir. Doğrusu nedir?
Cevap:
İmam Ebû Hanîfe’nin, Allah Teala’nın gökte olmadığını söyleyenin ya da Allah Teala’nın gökte olduğunu inkâr edenin kâfir olduğunu söylediği, itikadda Selef çizgisini takip ettiğini söyleyen pek çok kimse tarafından iddia edilmiştir/edilmektedir. Bu, ya cehaletten ya da bilerek saptırma gayretinden kaynaklanan vahim bir hatadır. Konu hakkında farklı eserlerinde söylediklerini bir bütün olarak ele almadan İmam’ın bu bağlamda ne dediğini ortaya koymak mümkün değildir. Onun, ilgili ifadelerinin bir kısmını cımbızlayarak varılan bu tarz neticeler, onun tavrını yansıtmaktan kesinlikle uzaktır.
İmam Ebû Hanîfe’nin konu hakkında farklı eserlerinde yer alan ifadeleri, Beyâzîzâde tarafından el-Usûlu’l-Münîfe‘de bir araya getirilmiştir.(1) Önce o ifadeleri toplu halde görelim:
“el-Fıkhu’l-Ekber‘de şöyle demiştir: “Allah, mahlukların sıfatlarıyla tavsif edilmez.”(…)
El-Vasıyye‘de şöyle demiştir: “Allah, ihtiyaç duymaksızın ve üzerine yerleşmeksizin Arş‘a istiva etmiştir.”(…)
“el-Vasıyye‘de şöyle demiştir: “O (Allah Teala) ihtiyacı olmaksızın Arş‘ı da Arş‘ın dışındaki mahlukları da koruyandır. Eğer muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi (olur), alemi yaratmaya ve yönetmeye muktedir olamazdı. Eğer (Arş‘ın üzerine) “oturma”ya ve “yerleşme”ye muhtaç olsaydı, (böyle düşünenlere) Arş‘ı yaratmadan önce neredeydi (diye sorarız)? Allah Teala uluvv ve büyüklükle bundan yüce (ve münezzeh)dir.”
“el-Fıkhu’l-Ebsat‘ta şunları söylemiştir: “Allah Teala vardı ve mekân yoktu. O, mahlukatı yaratmadan önce de vardı. “Nerede”, “mekân”, “şey” (gibi kavram ve varlıklar) yokken de O vardı. O her şeyin yaratıcısıdır. O’na (dua edilirken) “aşağıya” değil, “yüceye/yukarıya” yönelerek dua edilir. Çünkü “aşağılık”, herhangi bir şekilde uluhiyet ve rububiyet vasıflarından değildir. Hadisteki durum da bu bağlamda varit olmuştur: Bir adam Hz. peygamber (s.a.v)’e siyahî bir cariye getirerek, “Bir mü’min köle azad etmem vacip oldu. Bunu azad etsem yeterli olur mu?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v) cariyeye, “Sen mü’min misin?” diye sordu. Cariye “Evet” deyince, “Allah nerede?” diye sordu. Cariye eliyle semayı işaret etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Onu azad edebilirsin. Zira o mü’mindir” buyurdu.”
“Kim, “Bilmiyorum Rabbim semada mı, yoksa yerde mi” derse kâfir olur. Aynı şekilde, “O (Allah Teala) Arş‘ın üzerindedir; ancak bilmiyorum Arş semada mı, yoksa yerde midir” diyen de (kâfir olur).”
“el-Vasıyye‘de şöyle demiştir: Cennet ehlinin, keyfiyetsiz, teşbihsiz (mahlukata herhangi bir bakımdan benzeme söz konusu olmaksızın) ve cihetsiz bir şekilde (herhangi bir yönde olmaksızın) Allah Teala ile mülaki olması haktır.”
“el-Fıkhu’l-Ekber‘de şöyle demiştir: “Cennetteyken mü’minler O’nu, baş gözleriyle görecekler. O’nunla mahlukatı arasında mesafe olmaz.” (…)
“el-Fıkhu’l-Ekber‘de şöyle demiştir: “Allah Teala’nın uzaklığı ve yakınlığı, mesafe uzunluğu ve kısalığı tarzında değil, (mü’minlere) lütufta bulunma ve (kâfirleri) zelil etme tarzındadır. İtaatkâr kul O’na keyfiyetsiz şekilde yakındır, isyankâr da (aynı şekilde) uzaktır. O’na yakınlık ve yönelme, O’na münacatta bulunan kimselerin bu durumudur. Cennette O’nun yakınında olma, huzurunda durma ve ahiretteki rü’yet de aynı şekilde keyfiyetsiz olacaktır.” (2)
Haftaya devam edelim.
1) Kemâluddîn el-Beyâdî (Beyâzîzâde), İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe (rh.a)’in itikadî sahada mevcut 5 risalesindeki konuları önce el-Usûlu’l-Münîfe’de sistematik tarzda bir araya getirmiş, bilahare bu eseri, İşârâtu’l-Merâm adıyla kısmen şerh etmiştir. Her iki eser de matbudur. el-Usûlu’l-Münîfe dilimize de çevrilmiştir.
2) Kemâluddîn el-Beyadî, el-Usûlu’l-Münîfe, 50-5.
.
Cebrail aleyhisselâm, Hz. Peygamber’in de aralarında bulunduğu bir sahabe’ topluluğuna insan suretinde gelmiş, iman, İslâm, ihsan ve kıyamet alâmetleri gibi bazı soruları Allah Rasûlüne sorarak cevaplarını almıştır. İşte Cebrail (a.s.)’in bizzat soru sorarak ve cevaplarını tasdik ederek telkin ettiği bu hadise “Cibril hadîsi” adı verilmiştir.
Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği bu hadis şöyledir:
“Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunduğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru peygamber (s.a.s.)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu. Ve:
“Ya Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “İslâm; Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt’i hac etmendir” buyurdu. O zat: “Doğru söyledin” dedi. Babam dedi ki: “Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.”
“Bana imandan haber ver” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): Âllah a, Allah’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanman, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır” buyurdu. O zât yine:
“Doğru söyledin” dedi. Bu sefer:
“Bana ihsandan haber ver” dedi. Rasûlullah (s.a.s.):
” Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür” buyurdu. O zat:
“Bana kıyametten haber ver” dedi. Rasûlullah (s.a.s.) “Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir” buyurdular.
“O halde bana alâmetlerinden haber ver” dedi. Peygamber (s.a.s.):
“Câriyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir” buyurdu. Babam dedi ki:
Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasûlü bana: “Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor musun?”dedi. “Allah ve Rasûlü bilir” dedim.
“O Cibrîl’di. Size dininizi öğretmeye gelmişti” buyurdular. (Buhârî, İman 1; Müslim, İman 1).
Abdullah b. Ömer bu hadîsi Basra’ dan Hacc veya Umre için Hicaz’a gelen Yahya b. Yamer ve Humeyd b. Abdirrahmân el-Himyerî’nin kader hakkında soru sormaları üzerine rivayet etmiştir. Basra’da ilk olarak Ma’bed el-Cühenî ve ona tabi olanlar kaderi inkâr etmişler; hâdiselerin, Allâh’ın hiç bir takdir ve bilgisi olmaksızın yeni yeni husûle geleceğini ileri sürmüşlerdir. Abdullah b. Ömer onları dinledikten sonra şöyle demiştir:
“Sen Basra’da onlarla görüştüğün zaman kendilerine söyle ki, ben onlardan uzağım. Onlar da benden uzaktır. Allah’a yemin olsun ki onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa da onu hayra harcasa, kadere inanmadıkça Allâh onun hayrını kabul etmez.” Sonra Abdullah (r.a.) yukarıdaki hadisi nakletmiştir (Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1977, I, 106).
Kader, sözlükte; miktar, meblağ, büyük sayma, güç, kudret ve bir şeyi kısmak anlamlarına gelir. Şer’î bir terim olarak; meydana gelecek şeyleri ve o şeylerin ne zaman nerede, ne gibi nitelik ve özelliklerle meydana geleceğini Allâhü Teâlâ’nın takdir ve tahdîd etmesi demektir. Takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince birer birer icad etmesine de “kazâ” denir. Bu duruma göre, kader ilim ve irade sıfatına; kaza da tekvin (yaratma) sıfatına döndüğü için kaza ve kadere inanmak, temelde Allâhü Teâlâ’ya imanla eş değerdedir. Bütün sıfatlariyle Allah’a iman eden, bunlara da inanmış olursa da, önemine binâen kaza kader meselesi kelâm ilminde ayrıca ele alınmıştır. Kader konusunu daha önce Mekke’de öne sürüp, bunu inkâr edenlerin bulunduğu da nakledilir. Abdullah b. Zübeyr’in ordusu Mekke’de Haccac-ı Zâlim, tarafından muhasara edildiği zaman Kâbe-i Muazzama yanmıştı. O zaman bazıları bunun bir ilâhi takdir (kader konusu) olduğuna inanmış, bazıları da Kâbe’nin takdirle yanmadığını söyleyerek kaderi inkâr etmişlerdir (A. Davudoğlu, a.g.e., I, 106-108).
Cibril hadisinde ikinci soru ve cevabı, iman esaslarını bildirir. Bunlar altı tanedir:
1) Allah’a iman: Bu iman, Allah’ın varlığını ve hakkında vacip, mümteni; (imkânsız) ve caiz olan bütün sıfatları bilerek tasdik etmekle meydana gelir. Bazı kelâm bilginleri Allahu Teâlâ’nın sıfatlarını selbiyye ve sübütiyye olmak üzere ikiye ayırırlar:
Selbî sıfatlar altı tane olup şunlardır:
a) Vücud: Allah’ın varlığı, b) Kıdem: Ezelî olması, yani varlığının evveli olmaması, c) Bekâ: Ebedî olması, yani varlığının sonu bulunmaması, d) Muhâlefetün li’l-havâdis: Allah’ın varlıklardan hiçbir şeye benzememesi, e) Kıyam bi zâtihi: Varlığının kendisinden olması, f) Vahdaniyet: Allah’ın bir olmasıdır.
Sübûtî sıfatlar sekizdir:
a) Hayat: Allahu Teâlâ’nın diri olması, b) İlim: Her şeyi bilmesi,
c) İrade: Her mümkünü caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi, d) Kudret: Her şeye gücünün yetmesi, e) Semî’: Her şeyi işitmesi, f) Basar: Her şeyi görmesi, g) Kelâm: Ses ve harfe muhtaç olmadan konuşması, h) Tekvin: Var etme, yok etme, yaşatma ve öldürme gibi fiillerin başlangıcı olan bir sıfattır.
2) Meleklere iman: Bu, Allah’ın melek denilen, nurdan yaratılmış ve istediği şekle girebilen bir takım masum kulları olduğuna inanmaktır. Ban bakımlardan meleklere benzeyen, diğer bir takım görünmez yaratıklar vardır ki, bunlara da “cin” denir. Cinler saf ateş alevinden yaratılmış olup, melekler gibi onlar da ağır işleri yapabilir ve istedikleri şekillere girebilirler. Yalnız bunlar melekler gibi masum (günah işlemez) değildir. Mümini, kâfiri vardır, “yer, içer, ürer ve ölürler ” (en-Neml, 27/87; ez-Zümer, 39/68; İnfitar, 82/10-12; el-Kehf, 18/50; er-Rahmân, 55/31; Müslim, Zühd, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 153, 168; Taberi, XX, 29; İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, Kitâbu’r-Ruh, Haydarâbâd 1357, s. 41; İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, cin bahsi).
3) Kitaplara iman: Allahu Teâlâ, bazı peygamberlerine gerçek ve hükümleri bildiren bir takım ibareye lafızlar indirmiştir ki; bunlara “kitap” denir. Büyük kitaplardan Tevrat Hz. Musa’ya, Zebur Hz. Dâvud’a, İncil Hz. İsa’ya, Kur’an-ı Kerîm de Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilmiştir. Bunlardan başka çeşitli peygamberlere yüz adet suhuf (sahifeler) verilmiştir. İşte bütün bu kitaplara iman etmek farzdır (eş-Şûrâ, 42/51; el-A’lâ, 87/67; el-Hıcr, 15/9; Hud 11/49; İsrâ, 17/88.)
4) Peygamberlere iman: Allâh’u Teâlâ hazretleri kullarına doğru yolu göstermek için bir takım peygamberler göndermiştir. Bunlardan kendilerine kitap ve şerîat verilenlere “Rasul” denir. Başka bir peygamberin şeriatiyle amel ve onun getirdiği hükümlerini insanlara bildirmeye memur olanlara ise “nebî” adı verilir. İlk peygamber Hz. Âdem, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. (en-Nahl, 16/36; en-Nisâ, 4/164; el-Ahzâb, 33/40).
5) Âhiret gününe iman: Âhiret günü haşirden, bütün ölenlerin diriltilmesinden başlayan sonsuz bir gündür. Kıyametin kopması, sûrun üfürülmesi, ölülerin diriltilmesi, kitapların verilmesi, mîzanın kurulması, kulların sorguya çekilmesi, havz-ı kevser, şefâat, sırat, Cennet ve Cehennem ahiret gününün muhtevasına dahil olduğundan bütün bunlara inanmak farzdır. (Âli İmrân. 3/185: Duhân, 44/56; Mü’min, 40/11; Tâhâ, 20/74; el-Bakara, 2/28; et-Tür, 52/45; el-En’âm,6/93; el-Fecr, 89/27-30; eş_Şems, 91/97; ez-Zümer, 39/42; Buhârî, Husûmât, Müslim, Fezâil,10,161, 162; Tirmizî, Kıyâme, 26; Kurtubî Tefsiri, Tûr Sûresi 45. ayetin tefsiri).
6) Kadere İman: Yukarıda kadere imandan söz etmiş, Cibril hadisinin kaderi inkâr edenlerle ilgili bir soru üzerine nakledildiğini belirtmiştik. Hadis-i şerifte kadere imana özellikle yer verilmesi, bu konuda ümmetin ileride görüş ayrılıklarına düşeceğini Hz. Muhammed (s.a.s.)’in bildiğini gösterir. (et-Talâk, 65/3; Buhârî, Cenâiz, 83; Tefsîru Sûre, 92/6; Müslim, Kader, 1,8; İbn Mâce, Mukaddime, 10).
Hadîs-i şerifte ilk soru İslâm’ın şartlarını telkin için sorulmuştur. Bunlar; Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet etmek,. namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve gücü yeterse hacc etmektir. Bu şartlar Kur’an-ı Kerîm’in çeşitli ayetlerinde yer almış ve tekrarlanmıştır (el-Bakara, 2/238; Buhârî, İman 1, 2; Zekât, 41, 63; Meğâzî, 60, Tevhîd, 1 ; Müslim, İman, 19-22; Nesâî, Zekât,1; İbn Mâce İkâme,193; Ahmed b. Hanbel, I, 72; Dârimî, Zekât 1).
Üçüncü soru “ihsân nedir?” sorusu ve Hz. Peygamberin “İhsan, Allah’ı görüyormuşsun gibi Allah’a ibadet etmendir…” cevabı, mümini ibadet sırasında manevî âlemlere yüceltmek içindir. Her şeklin bir de gerçeği vardır. Namaz da bir şekildir. O şeklin içindeki gerçek ihsandır. Meselâ İslâm’da fıkıh ilmi namazın dış şekli ile uğraşır; tasavvuf ise bu şeklin içindeki gerçeği yani ihsan derecesini bulmaya çalışır. İbadeti kuru bir şekil ve beden hareketleri olarak değil, Allah’ın huzurunda bulunduğunu bilerek ve düşünerek yapmak gerekir. İbadetin asıl hedefi Allah’u Teâlâ ile bu mânevi diyalogu kurmak ve bunu ibadet süresince devam ettirmektir.
Hadisteki diğer bir soru kıyamet zamanı ile ilgilidir. Hz. Peygamber bu konuda soru sorandan daha fazla bilgi sahibi olmadığını bildirmiştir. Cenâb-ı Hak kıyametin kopma zamanını gizli tutmuştur. İnsanların ileride meydana gelecek bir takım olayları önceden bilmemesi çoğu zaman bir nimettir. Müminin önceki tecrübelerine ve bilimin kurallarına göre gerekli önlemleri aldıktan sonra, sonucu Allahu Teâlâ’dan beklemek gerekir. Bütün önlemler alınmasına rağmen doğacak olumsuz sonuçlardan insanın sorumluluğu bulunmaz. Zaten böyle bir sonucu önleme gücü de insanoğluna verilmemiştir. Çünkü o, ancak gücünün yeteceğinden sorumludur.
Kur’an-ı Kerîm’de beş şeyin insanlardan gizlendiği bildirilir ki, bunlara “muğayyebât-ı hamse*” denir. Bunlardan ilki kıyametin kopma zamanıdır.
“Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi, ancak Allah katındadır. Yağmuru o indirir. Rahimlerde olanı o bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç bir kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz Allah “Âlîm’dir, Nabîr’dir” herşeyi çok iyi bilir, her şeyden haberdardır” (Lokman, 31/ 34)
Paylaş:
.
İsmailağa’ya bağlı Yavuz Sultan Selim Derneğinde irşad vazifesi yapan Ömer Faruk Korkmaz Hoca bu konudaki tavrın nasıl olması gerektiğini yazdı.
Bu mevzuya girmeden evvel öncelikle şu noktanın üzerini çizmemiz gerekir: Ulema; her makamın mekali ve her ilmin de ricali olduğunu kaideleştirmişlerdir. Unutma ve hatadan mürekkep olduğu söylenen insan cinsinin eserlerinde farklı şekillerde bazı hatalar bulunabilir. Bundan daha doğal olan bir şey yoktur. Anormal olan; yapılan hatanın kasti olarak işlenmesi yahut işlendiğinin düşünülmesidir. Bu söylediğimizi tüm eserlere teşmil etmek de doğru değildir. O da işin farklı bir veçhesi.
Ömürlerinin tamamını yahut büyük bir kısmını şeri ilimlerden birisine tahsis etmiş, o dalda ilerleyerek o sahanın imamı olmuş ve o alanda sarf-ı vakit etmiş olan nice âlimlerimizin eserlerinde mütehassısı olmadıkları alanla ilgili zühuller var olagelmiştir. Bu asla onların kadrini tenkis edici bir netice değildir. Belki Cenab-ı Hakk’ın büyük bir hikmetinin tecellisidir.
İmam el-Müzeni der ki; (İmam eş-) Şafi’ye “er-Risale” kitabını seksen kez okudum. Her okuduğumda bir hatasına muttali oluyordu. Neticede bana dedi ki; “Yeter bu kadar! Allah kendi kitabının dışındaki başka bir kitabın (tamamen) doğru olmasını kabul etmemiştir.”[70] Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzi kıymetinin yüceliği ve ilminin genişliğine rağmen teliflerindeki bir takım düşmeler ve zühullerden salim olamamıştır. İbn Hacer, hadiste müminlerin imamlarından birisi olmasına rağmen hayatının sonlarına kadar devamlı mütalaa ve müracaat ettiği kendi nüshasını Üstad Muhammed Avvâme hoca bulmuş ve üzerine bir takım çalışmalar yaparak bu eseri basmıştır. Ancak bu eser dahi bir takım eksiklikler ve hatalardan salim olamamıştır.[71]
Bu büyük imamlarımızın şu değerli eserlerini incelemeye alarak oradaki eksik noktaları da tamamlayan sonraki âlimlerimizin kastı onlardaki eksiklikleri açığa çıkartmak değildir. Bilakis kasıt, bu yüce müelliflerin beşer olmaları münasebetiyle gözlerinden kaçırmaları, inceleme fırsatı bulamamaları yahut o alana münhasır çalışma yapmamaları gibi sebeplerden sudür eden eksiklikleri tamamlayarak bu eserlerin yüce kıymetini daha da terviç etmektir.
İlimle iştigal edenlerin de çok iyi bildiği gibi; ulema bu dine farklı alanlarda hizmet etmişlerdir. Bazıları sadece bir alanda mütehassıs olup, bazıları birkaç alanda söz sahibidirler. Buna göre de her muteber eserin itibarını ispatladığı bir alan, saha ve ilim dalı vardır. Söz gelimi bazı eserler tefsir alanında eşsizdir. Bazıları hadis alanında bulunmaz diyebileceğimiz derecede bir kıymeti haizdir. Bu durum, eserin hangi ilim dalına hizmet için ve hangi sahada insanları irşat için yazıldığına göre değişkenlik gösterir.
Mevzu rivayet konusu da böyledir. Evet, muteberliğinde ümmetin ittifak ettiği bir kısım eserlerde muhaddislerin “mevzu/uydurma” dediği rivayetler yer almaktadır. Bu durum karşısında sergilenmesi gereken tavır ne olmalıdır? İçerisinde bulunan onca dehşetengiz ve esrarengiz bilgilerden sarf-ı nazar ederek, sırf bu mevzu rivayetleri ihtiva ediyor olması sebebiyle bu bulunmaz eserleri bir kenara atarak tefrit mi yapalım, yoksa bu değerli bilgilere ve müellifinin o alandaki maharetine kenetlenerek bu eseri topyekûn kabul ederek ifrat mı? Tabi ki her ikisini de yapmayalım. Tarihi boyunca ehl-i sünnet âlimler bu gibi işkalleri her işi ehline tevdi ederek halletmişlerdir.[72]
Bunun bir misali de ehl-i hadis ve “ehl-i re’y” arasında cereyan etmiş ihtilaflardır. Hayatlarını bu dinle ilgili farklı alanlara tahsis etmiş âlimler, alanlarının dışında yetkinlik iddiasında olmamışlar aksine bu konudaki eksikliklerini bizatihi kendileri söylemişlerdir. Koca hadis imamı İbn Vehb’in “Allah bana Ebu Hanife ve Süfyan’la yardımda bulunmasaydı ben de sair insanlar gibi olurdum”[73] sözü bunun bir misali değil midir? Aynı şekilde büyük hadis imamlarından A’meş’in fakihler için söylediği “Siz doktorlarsınız bizlerse eczacı”[74] şeklindeki sözü de ilimde ihtisaslaşmanın selefteki önemine işaret etmekte değil midir?[75]
Eğer ilmî zihniyetimizi bu anlayış üzerine kurmazsak birçok kıymetli eser üzerine yapılmış tahriç çalışmalarını bir kenara atmamız gerekir. Böyle bir şeyi o eserleri müdafaa adına yaparken belki onlar kadar kıymetli olan bu çalışmaları hangi hakla görmezden geleceğiz? Ayrıca yine bu tavrımızla her birerleri İslam tarihine damgasını vurmuş farklı alanların imamlarını -tabir yerindeyse- kavga ettirmiş oluruz.
Söz gelimi İmam Gazzâlî’nin “İhyâ”’sı, ismiyle müsemma eşsiz bir eser olup, içerisinde barındırdığı türlü hikmetlerle ehl-i İslam’ı ihya etmiş bir eserdir. Bütün bunlarla birlikte içerisinde yer alan ve muhaddislerin “mevzu” dediği rivayetleri İmam el- Gazzali’yi müdafaa hüsn-i niyetiyle savunacak olursak beri yanda İmam el-Irâkî’nin emeği ne olacak? Bu tavrımızla hadis ilmine ömrünü adayan İmam el-Irakî’yi, İmam el-Gazzali’ nin eserinin kıymetini bilememe, onda kusur arama, kadrini tenkis etme vb. gibi ithamlara merci yapmış olmuyor muyuz? Bunu yapmaktansa İmam Gazzâlî’nin “Hadis ilminde sermayem azdır” şeklindeki sözünden hareketle “İmam el-Gazzâlî İslam tarihinde felsefe ve kelam alanında çağ açıp çağ kapatan bir dehadır. İmam el-Iraki’de hadis ilminde eşine zor rastlanır bir değerimizdir” diyerek taşları yerine koysak daha makul hareket etmiş olmaz mıyız?
İmam el-Gazali’nin büyük bir veli olmasından yola çıkarak “İhya” sındaki hadis kriterlerince mevzu hükmü verilen rivayetler üzerinde ısrar edersek, yine bu ümmetin büyük velilerinden olan İmam es-Suyûtî’nin “Mirkâtu’s-Su’ûd”unda yer verdiği İhya hakkındaki şu sözlerine ne diyeceğiz?
“ Şayet bu hadisin her hangi bir isnadına vakıf olamadım. Ve Gazzali’ nin “İhya” da zikretmesinden başka bu rivayeti zikreden kimse de görmedim. Zaten orada aslı olmayan hadislerin bulunduğu gizli değildir” dersen derim ki; “Hz. Peygamber her gün iki kez sakalını düzeltmekteydi.”[76] Görüldüğü gibi bu ifadelerde İmam es-Suyûtî takdiri bir süal sorarak bu sual içerisinde İhya’da yer alan bir kısım mevzu rivayetlerin mevcudiyetinin gayet açık olduğunu kendisi söylemektedir. Şimdi biz bu büyük velinin ve hadis imamının İhya’ya, İmam Gazali’ye –haşa- dil uzattığını söyleyebilir miyiz?
Aynı şekilde kendisini ehl-i sünnet hassasiyetiyle tanıdığımız son zamanın imamlarından Muhammed Zahid el-Kevseri, “Makalat”ında İmam er-Râzî’yi akide konularında ümmetin müşkillerini çözen, ehl-i İslam’ın akaidini kendilerinden öğrendiği üç kişiden biri olarak sayar.[77] Aynı el-Kevseri’ “İhkâku’l-Hakk” ında Razi’nin[78] hadis ilminde bir maharetinin olmadığını iddia ve ispat eder.[79] Şimdi bu noktadan hareketle İmam el-Kevseri’nin İmam Fahru’r-Razi’yi gözden düşürme çabası içerisinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Böyle bir şeyi bu büyük insana yaftalamak koca bir iftiradan başka neyle ifade edilebilir?
Yahut, ümmetin büyük velilerinden Haris el-Muhasibî’nin “Risaletu’l-Müsterşidîn”’i ni tahkik eden ve oğlunun ifade ve itirafıyla “Bu kitap babamın ruhu veya ruhaniyetidir” desem doğru söylemiş olurum” dediği[80] Abdülfettah Ebu Gudde, eserde yer alan “mevzu” rivayetlere dikkat çekmekle[81] bu kitabın değerine leke sürmek mi istemiştir?
Molla Aliyyu’l-Kârî’nin şu ifadeleri bu noktadaki ilmi kıstası yakalamamız açısından önemlidir: Kim farzlardan kaçırdığı bir namazını Ramazan’ın son cumasında kaza edecek olursa, bu ameli o andan itibaren ömründe kaçırdığı yetmiş senelik ibadetine keffaret olur” şeklindeki hadis batıldır. Nihaye sahibi ve diğer geriye kalan Hidaye şarihlerinin bu hadisi zikretmelerine itibar olunmaz. Çünkü onlar muhaddis değillerdir. Ve hadisi de, rivayet edenlerden hiç kimseye isnat etmemişlerdir.”[82]
Büyük mutasavvıf ve muhaddis Abdürrauf el-Münavî’de “Feyzu’l-Kadir”in baş taraflarındaki Suyutî’nin ifadelerini, kitapta yer alan her bir hadisi Cami’ler, Sünen’ler, ve Müsnetler’e nispet ettiği ve hadislerin haline ve kimden rivayet edildiklerine baktıktan sonra aldığı şeklinde tefsir etmiş ve derecesi ne kadar büyük olursa olsun bir hadisi müfessirlerin büyükleri gibi ehil olmayan kimseye nispet etmekle yetinmediği şeklinde şerh etmiştir.[83]
(Devam edecek)
ÖMER FARUK KORKMAZ
——————————-
[70] Abdülaziz el-Buhârî, “Keşfu’l-Esrar”, I/10, Daru’l-Kütubi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2009, B.II
[71] Ulemanın kitaplarında bulunan muhtelif hatalara başka misaller için bkz. Abdülfettah Ebu Gudde, “Zaferu’l-Emani mukaddimesi”, s. 13-15, Mektebu’l-Matbuati’l-İslamiyye, Beyrut, 1416, B.III
[72] el-Hidaye üzerine yapılan “Nasbu’r-Raye”, ihtisarı “ed-Diraye” ve Rafii’nin eseri üzerine İbn Hacer’in hakeza yaptığı “et-Telhisu’l-Habir” isimli tahriç çalışması bu tavrın en bariz ispatıdır. Yine bunlara benzer olarak İbnu’l-Mülakkin’in “eş-Şerhu’l-Kebir” üzerine yaptığı “el-Bedru’l-Münir” i, el-Hazimi’nin el-Mühezzeb üzerine ”Tahric” i, el-Irakî’nin İhya’nın hadislerini tahric ettiği “el-Muğnî”si,İbn Kutluboğa’nın “Tuhfetu’l-İhya” sı, el-Münavi’nin “Beyzavi”’nin hadislerini tahriç ettiği “Tuhfetu’r-Ravi” si, Ahmed el-Ğumari’nin, İbn Rüşd’ün “el-Bidaye” si üzerine “el-Hidaye” si, İbn Hacer’in Mişkat üzerine “Hidayetu’r-Ruvat”ı, ez-Zeylai’nin “Tahricu Ehadisi’l-Keşşaf”ı ve es-Suyuti’nin Kadı İyaz’ın Şifası üzerine yaptığı “Menahilu’s-Safa” şeklindeki tahriç çalışmaları zikredilebilir.
[73] Zehebî, “Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ”, VI/398, Müessesetü’r-Risale, 1985, B.III, Mizzi, “Tehzibu’l-Kemal”, XXIX/428, Müessesetü’r-Risale, 1980, B.I
[74] Hatip el-Bağdâdî, “Nasihatü ehli’l-Hadis”, No: 24, Mektebetu’l-Menâr, 1408, B.I
[75] Tarihte mahza hadis ve isnat ilmiyle iştiğal edenlerin fıkhu’l-hadis konusunda düştükleri duruma birkaç misal için bkz. Muhammed Zahid el-Kevserî, “Te’nibu’l-Hatîb”, s. 9 vd. Daru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut-Lübnan, 1981
[76] Kâsimi, “Kavaidu’t-Tahdîs”, s. 191, Daru’n-Nefâis, Beyrut-Lübnan, 2010, B.V
[77] Muhammed Zahid el-Kevserî, “Makâlât”, s. 399, el-Mektebetu’l-Ezheriyye, Mısır
[78] Bi’l-asâle İmamu’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin…
[79]Muhammed Zahid el-Kevserî, “İhkâku’l-Hakk”, s. 146 vd, (el-Fıkh ve Usûlu’l-Fıkh içerisinde) Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2004, B.I
[80]Haris el-Muhasibi, “Risaletu’l-Müsterşidîn”, (Ebu Gudde tahkiki) XI. Baskı takdimesi, Daru’l-Beşâiri’l-İslamiyye, Beyrut-Lübnan 2010, B.XII
[81]Mesela bkz. s. 154
[82] Ali el-Kârî, “el-Masnû’ fî Ma’rifeti’l-Hadîsi’l-Mevzû’”, s. 191, Daru’l-Beşairi’l-İslamiyye, Beyrut-Lübnan, 2005, B.VI
[83] Abdürrauf el-Münavi, “Feyzu’l-Kadir”, I/ 27, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2009, B.IV
.
Kabir ziyareti, İslâmî edep esaslarına riâyetle icrâ edildiğinde pek çok hayra vesîledir. Zira ölümü tefekkür neticesinde nefislerin ihtirâsının kırılacağı, insanın daha çok takvâya yönelip rikkat-i kalbe sahip olacağı ve dünyada yerli edâsıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır.
Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ölümü çokça hatırlayın! Çünkü ölümü hatırlamak, (insanı) günahlardan arındırır, dünyaya karşı zâhid kılar. Eğer zenginken ölümü düşünürseniz, sizi zenginliğin âfetlerinden korur. Fakirken tefekkür ederseniz, hayatınızdan memnun olmanızı sağlar.” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 47)
“Ölümü ve öldükten sonra ceset ve kemiklerin çürümesini hatırlayın! Âhiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.” (Tirmizî, Kıyâmet, 24)
“…Kim ölümü çokça hatırlarsa Allah onu sever.” (Heysemî, X, 325)
“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayınız.” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
ÖLÜMÜ TEFEKKÜR ETMEK
Bu sebeple tasavvuf erbâbı, her gün bir müddet ölümü tefekkür ederek, ruhlarına mânevî zindelik kazandırırlar. Zira nefsâniyetin bertarâfı ve rûhâniyetin inkişâfı için tefekkür-i mevt, müstesnâ bir vesîledir. Bu tefekkürden aldıkları mânevî zindelikle, yanlış ve boş işlerden sakınır, dâimâ faydalı işler yapmaya ve bol bol sâlih ameller işlemeye gayret ederler.
Rivâyete göre Hazret-i Ali -radıyallahu anh- kabirleri sıkça ziyaret ederdi. Bir gün ona:
“‒Nedir bu hâlin ey Ali, kabirleri komşu edindin?!” dediler. O da şu cevâbı verdi:
“‒Onların sâdık komşular olduğunu gördüm! Zira hiçbir kötülük yapmıyorlar ve(hâlleriyle bizlere ibret dersi vererek dâimâ) âhireti hatırlatıyorlar!” (İbn-i Ebî Şeybe,Musannef, VII, 102/34514)
KABRİSTANLAR BİZE NE ANLATIYOR?
Bir Hak dostu, gafletten kurtulup ömür nîmetini sâlih amellerle değerlendirebilmemiz ve dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâlinde, huzurlu bir kulluk hayatı yaşayabilmemiz için, şu tavsiyelerde bulunur:
“Zaman zaman hastahanelere giderek hastaları ziyaret et! O muzdaripler gibi hastalıklara müptelâ olmadığını ve üzerindeki sıhhat nîmetini düşünerek hâline şükret!
Zaman zaman hapishanelere giderek oradaki mahkûmların binbir ıztırapla dolu zindan hayatlarını tefekkür et! Cinâyetlerin bir anlık öfke veya cinnet neticesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlum olarak hapse düşüp o cefâya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini düşün! Allah Teâlâ seni bu hâle düşmekten muhâfaza ettiği için O’na şükret! Oradakilerin selâmeti için de duâ et!
Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hâl lisânıyla yükselen sessiz feryatları dinle! Ömür nîmetini kaybettikten sonra pişman olmanın bir fayda vermeyeceğini düşün! Vakitlerinin kıymetini bil! Mezarda yatanlar için duâ ve istiğfâr et! Ve bundan sonraki günlerini daha çok hamd, şükür ve zikir ile değerlendirmeye çalış!”
Hakîkaten, insana ölümü ve âhireti düşündüren en güzel vesîle, kabir ziyaretidir.Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım… Artık ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kabir ziyareti size âhireti hatırlatır.” (Tirmizî, Cenâiz, 60; Bkz. Müslim, Cenâiz, 106)
KABİR ZİYARETİ NEDEN YASAKLANDI?
Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- nübüvvetinin başlangıcında, kabir ziyaretini, tekrar şirke dönülmesi tehlikesinden dolayı yasaklamıştı. Zira câhiliye zamanında insanlar, ecdatlarına âit ruhların kudsiyet kazandığını düşünür ve ölülerinin çokluğunu öne sürüp kavimlerinin büyüklüğüyle övünmek için kabir ziyaretinde bulunurlardı. Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-, bu câhiliye âdetinden bir eser kalmaması için, ilk zamanlar kabir ziyaretini yasaklamıştı.
PEYGAMBERİMİZ, KABİR ZİYARETİNE TEKRAR İZİN VERDİ
Fakat İslâm kuvvet bulup îman ve tevhid kalplere iyice yerleştikten sonra, artık mezarlara tapınma, onlardan bir medet umma ve onlara kudsiyet atfetme endişesine mahal kalmadığı için, Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- kabir ziyaretlerine izin vermiş ve hattâ bunu teşvik etmiştir.
Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem- Bakî Kabristanı’ndaki ashâbını ve Uhud şehidlerini sık sık ziyaret ederdi. Hazret-i Âişe vâlidemizin ifâdesine göre, Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- kendisinin yanında kaldığı her gecenin son kısmında Bakî Kabristanı’na gider, oradakilere selâm verip duâ ederdi.[1]
ALLAH TEALÂ, PEYGAMBER EFENDİMİZE KABİR ZİYARETİNİ EMRETTİ
Hattâ bir gece Cebrâil -aleyhisselâm- Peygamber Efendimiz’e gelip:
“–Rabbin Bakî ehline gidip onlar için istiğfâr etmeni emrediyor!” buyurmuştur. Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- de hemen bu emre icâbet edip Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmiştir. (Müslim, Cenâiz, 103)
PEYGAMBERİMİZİN KABİR EHLİNE DUÂSI
Abdullah bin Ebî Ferve -radıyallahu anh- şöyle anlatır:
“Nebî -sallâllahu aleyhi ve sellem- Uhud’daki şehidlerin kabirlerini ziyaret etti ve şöyle buyurdu:
«Allâh’ım! Kulun ve Peygamberin, bunların hakîkî şehîd olduğuna şâhitlik eder. Ve kıyâmete kadar kim bu şehidleri ziyaret eder de selâm verirse onlar da o ziyaretçinin selâmına karşılık verirler.»” (Hâkim, III, 31/4320)
Yine Hazret-i Peygamber -sallâllahu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma, kabristana gittikleri zaman şöyle demelerini öğretirdi:
“Selâm size, ey bu diyârın mü’min ve müslim halkı! İnşâallah yakında biz de aranıza katılacağız. Allâh’ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.” (Müslim, Cenâiz, 104)
Tâbiînin büyüklerinden İmâm Şa‘bî g şöyle der:
“Ensâr’ın yakınlarından biri vefât ettiğinde sık sık kabrini ziyaret eder, yanında Kur’ân okurlardı.”[2]
KABİR ZİYARETİ NASIL OLMALI?
Bir müʼmin de kabristana gittiğinde, önce kabir halkına selâm vermeli, onlar için duâ etmeli, mümkün olduğunca Kurʼân okumalı ve bir gün kendisinin de onlar gibi olacağını tefekkür etmelidir. Nitekim Hak dostlarından Hâtem-i Esam Hazretleri:
“Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendi (âkıbeti)ni düşünmeyen biri; hem kendine, hem de oradakilere ihânet etmiş sayılır.” buyurmuştur. (İhyâ, IV, 868)
Süfyân bin Uyeyne g’in nakline göre şöyle denirmiş:
“Ölülerin duâya olan ihtiyacı, dirilerin yiyeceğe ve içeceğe olan ihtiyacından daha fazladır.”(Süyûtî,Şerhu’s-Sudûr, Lübnân 1417, s. 297)
KABİR ZİYARETİNDE KUR’ÂN OKUNUR MU?
Kabir üzerine Kur’ân-ı Kerîm okumanın meşrûiyyeti hususunda bütün ulemâ kesin bir kanaate varmıştır.
İmâm Nevevî, Şerhu’l-Mühezzeb’de şöyle der:
“Kabirleri ziyaret eden kişinin gücü yettiği kadar Kur’ân okuması ve akabinde oradakiler için duâ etmesi müstehabdır.” (Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 303)
Kurtubî’ye göre, kabrin yanında Kur’ân okunduğunda, kabirdeki onu işitir ve Allâh’ın keremi sâyesinde hem Kur’ân okuma, hem de dinleme sevâbına nâil olur. Bu sebeple ilâhî rahmete erişir. Bunun yanında işitmediği hâlde kendisine hediye edilen kıraatin sevâbı da sadaka ve duâ gibi ona ulaşır.
Hanefî kitaplarından Fetâvâ Kâdîhân’da şöyle denir:
“Kabirlerin yanında Kur’ân okuyan kişi eğer bununla kabirdekileri Kur’ân sesiyle ünsiyet ettirmeyi düşünüyorsa orada okur, eğer böyle bir kasdı yoksa Allah Teâlâ kıraati nerede olsa işitir.” (Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 304)
Yani kişi, dilediği yerde okuyup sevabını bağışlayabilir. Ama kabrin yanında okursa kabirdekilerin ayrıca Kur’ân dinleme sevâbına nâil olmalarına ve o esnâda inen rahmet ve sekînetten istifâde etmelerine de vesîle olmuş olur.
KABİR ZİYARETİNDE HANGİ SÛRELER OKUNMALI
Kabir ziyaretlerinde Kur’ân okumak, 1400 senedir tatbik edilen bir icmâdır.[3] Kur’ân tilâvetiyle hâsıl olan ilâhî rahmetten mevtâların da istifâdesi için bilhassa Yâsîn-i Şerîf okumak, herkesin bildiği bir usûldür.
Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:
“…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, V, 26)
Kabir ehlinin mânevî istifâdesi için diğer sûre ve âyetlerden de okunabilir. Buna dâir pek çok rivâyetten biri şöyledir:
“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, baş ucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun.” (Taberânî, Kebîr, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44)
İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- de şöyle buyurur:
“Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okumak müstehabdır. Kur’ân’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir.”[4]
Görüldüğü üzere kabirleri ziyaret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır-hasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, mevtâlar için bir rahmet vesîlesidir.
KABİR ZİYARETLERİ BİRÇOK HAYRA VESİLE OLUR
Kabir ziyareti, İslâmî edep esaslarına riâyetle icrâ edildiğinde pek çok hayra vesîledir. Zira ölümü tefekkür neticesinde nefislerin ihtirâsının kırılacağı, insanın daha çok takvâya yönelip rikkat-i kalbe sahip olacağı ve dünyada yerli edâsıyla dolaşma gafletinden sakınacağı muhakkaktır. Kabristanlar, her insanın kendi istikbâlini gösteren bir ayna gibidir. İnsan bu aynaya sık sık ve ibret nazarıyla bakabilirse, hayatını boş hevesler peşinde ziyan etmekten de uzak durur. Dolayısıyla kabir ziyaretleri, ölüme ve âhirete hazırlanma gayretinin en güzel vesîlesidir.
Bunun içindir ki ecdâdımız, kabristanları bilhassa câmi önlerine ve şehir içlerine yapmışlardır. Bu sâyede, oradan gelip geçen insanların, hem mevtâlara Fâtiha okuyup rahmete vesîlesi olmalarını, hem de kendi istikballerini seyredip ölümü daha çok tefekkür etmelerini temin etmişlerdir.
KABİR ZİYARETLERİNDE DİKKATLİ OLACAĞIMIZ HUSUSLAR
Diğer taraftan, kabir ziyaretinde bâzı yanlış tavırlardan da titizlikle sakınmak gerekir: Meselâ kabirlerin başında mum yakmak, çaput bağlamak ve doğrudan doğruya o kabirde yatan zâttan medet ummak gibi…
Aslâ unutmamak gerekir ki, kabirde yatan kimse ne kadar büyük bir zât olursa olsun, onun şahsından bir şey istenmemelidir. Onun Hak katındaki kıymet ve hatırı vesîlesiyle, yine Allahʼtan istenmelidir.
Çünkü kendisinden bir şey istenecek olan yegâne mercî, fâil-i mutlak olan Cenâb-ı Hakʼtır. O dilemedikçe hiçbir kul, hiçbir hayrı meydana getiremez, hiçbir şerri de defedemez. Bu yüzden, sâlih zâtların gıyâbında veya kabirlerini ziyaret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyacımı gider!” gibi câhilâne sözlerle, doğrudan doğruya onlardan talepte bulunmak, şirke kapı aralayabilecek derecede büyük bir yanlıştır. Gâyet hassas olan tevhid akîdesini zedeleyebilecek bu ve benzeri sözlerden titizlikle sakınmak gerekir.
KABİR ZİYARETLERİ ŞİRK Mİ?
Maddî-mânevî müşküllerin hâlledilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allah’tan başkasının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren her türlü ifâdeden şiddetle kaçınılmalıdır.
Gaflet veya cehâletleri sebebiyle ucu şirke varan davranışlarda bulunanları îkaz etmek, her müʼminin vazifesidir. Fakat bu husustaki aşırılıklara karşı çıkmak adına, İslâmî edebe riâyetle yapılan kabir ziyaretlerini de “şirk” sayacak kadar ileri gidenler, bu hatânın bir benzerini tersinden ortaya koymuş olmaktadırlar.
İslâm, her meselede olduğu gibi kabir ziyâreti hususunda da îtidâli esas almıştır. Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- ve ashâbının söz ve fiilleri, bu hususta ifrat ve tefrite kaçmadan nasıl davranmak gerektiğinin en güzel örneğidir.
Dipnotlar: [1] Bkz. Müslim, Cenâiz, 102. [2] Ebû Bekir bin Hallâl, el-Kırâe ınde’l-Kubûr,Beyrut 1424, s. 89, no: 7. [3] İcmâ: İslâm hukukunda dört aslî delil vardır: Kurʼân, Sünnet, kıyâs-ı fukahâ ve icmâ-ı ümmet. İcmâ-ı ümmet; bütün müslümanların, bilhassa da meseleye vâkıf olan İslâm âlimlerinin bir konuda ittifak etmeleridir. [4] Nevevî, Riyâzu’s-Sâlihîn,Beyrut, ts. s. 293.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları
.
Yüce Allah buyuruyor:
O sübhân (noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah), gecenin bir kısmında kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Kuşkusuz O (Allah), her şeyi işitendir, bilendir. (İsrâ, 1)
Son peygamber Hz. Muhammed’in en büyük mûcizelerinden biri de Mîrac olayıdır. Mîrac’ın, Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya kadar olan kısmına İsrâ, Kudüs’ten sonra yedi kat gökleri ve madde ötesi âlemleri kapsayan kısmına da Mîrac denir.
Hz. Muhammed’in gecenin bir kısmında Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya gittiği âyet-i kerîme ile sabit olduğundan, isrâyı inkâr eden dinden çıkar, kâfir olur. Kudüsten göklere ve madde ötesi âlemlere gittiği de sahih hadîs-i şeriflerle sabit olduğundan, mîracı inkâr eden de sapık olur. Melekler gibi madde ötesi nurdan değil de madde âlemindeki toprak maddelerinden yaratılan Hz. Muhammed’in çekim, fizik ve biyoloji gibi fıtrat (doğa) kanunlarını ve ışık hızını aşıp yedi kat göklere ve madde ötesi âlemlere ulaşması, ancak Allah’ın kudreti ile olduğundan,
Âyet-i kerîme Yüce Allah’ın sonsuz ve sınırsız kudretinin simgesi olan Sübhâne ile başlıyor, mîracın ilâhî bir mûcize olduğu vurgulanıyor ve Peygamberimiz (s.a.v.) açısından da bir seyr-i sülük (manevi yolculuk) ve ödüllendirme olduğuna işaret ediliyor.
Mîrac olayı ne zaman ve nasıl oldu?
Nübüvvetin 10. yılında Ebû Tâlib’in ve ondan üç gün sonra da Hz. Hadîce radıyallahü anhâ’nın vefatı ile Peygamberimiz (s.a.v.) için en zorlu günlerin başlangıcı oldu. Özellikle Ebû Tâlib’in yerine Ebû Leheb Kureyş’in reisi olunca, müşrikler Mekke’de terör estirmeye ve müslümanlara korkunç işkenceler yapmaya başladılar.
Mekke’de tebliğ görevi engellenen Peygamberimiz (s.a.v.), Zeyd İbni Hârise ile Tâife gitti ve bir ay kadar onları İslâm’a davet etti. Ne yazık ki içlerinden tek bir kişi bile îman etmediği gibi üstelik Peygamberimiz (s.a.v.) ile Hz. Zeyd’e taşlar atıp hakaret ettiler.
Peygamberimiz (s.a.v.) çaresiz yine Mekke’ye döndü ve Allah yolunda her çeşit hakaretleri sineye çekerek gizlice tebliğ görevine devam etti. Bir gün müşrikler Allah’ın (c.c.) Habibim! dediği Peygamberimizi (s.a.v.) çok üzmüşler ve mübarek gönlünü incitmişlerdi. Çok yorgun olan Peygamberimiz (s.a.v.) o gece Ümm-i Hâni’nin evine gitti ve hemen yatıp hafifçe uykuya daldı.
İsrâ
Allah (c.c.) Cebrâil’e: “Ya Cebrâil! Hemen dünyaya git, yorgun ve üzgün olan habibimi getir de benim mülk ve melekût âlemlerimi görüp gönlü hoş olsun” buyurdu.
Hz. Cebrâil cennetten Burak adındaki hayvanı alıp Ümm-i Hâni’nin evine geldi, Allah’ın (c.c.) davetini iletip Peygamberimizi (s.a.v.) kutladı ve birlikte Kâbe’nin yanına geldiler.
Melekler bıçaksız, kansız ve ağrısız bir şekilde Peygamberimiz (s.a.v.) in göğsünü yarıp kalbini çıkardılar ve içini zemzem suyu ile yıkayıp nur ve îmanla doldurdular.
Peygamberimiz (s.a.v.) cennetten getirilen Burak’a bindi, sağında Hz. Cebrâil, solunda Hz. Mîkâil, önünde ve ardında saf saf melekler olduğu halde mânevî bir merasimle Kudüs’e geldi ve Mescid-i Aksâ’nın karşısındaki bir kayaya Burak’ı bağladı. (Emevî halifelerinden Abdülmelik bin Mervan bu kayanın üzerine Kubbet-üs-sahra denilen mescidi yaptırdı). Peygamberlerin ruhları (aleyhimü’s-selâm) Mescid-i Aksâ’da Peygamberimizi karşılayıp “hoş geldin” dediler ve mihraba geçip iki rek’at namaz kıldırmasını rica ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Âdem’e, Hz. Nûh’a ve Hz. İbrahim’e “siz kıldırın” diye teklif etti ama onlar “sen varken biz öne geçemeyiz” deyince, mihraba geçti ve iki rek’at namaz kıldılar.
Mîrac
Gökler arası yolculuğa Burak’ın bağlandığı kayanın üstünden başlandı. Peygamberimiz (s.a.v.) “mîrac” denilen yürüyen mânevî bir merdivenle ya da Hz. Cebrâil’in kanatları üstünde melek hızı ile birinci göğün kapısına geldiler. Hz. Cebrâil’in isteği ile görevli melek kapıyı açınca, melekler “hoş geldin” diye coşku ile karşıladılar, mîracını kutladılar ve Peygamberimiz (s.a.v.) ile birlikte iki rek’at namaz kıldılar.
Gökler arası yolculuğa devam edildi. Peygamberimiz (s.a.v.) ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci kattaki melekler tarafından da aynı coşku ile karşılandı ve imam olup her gökte meleklerle birlikte ikişer rek’at namaz kıldı.
Peygamberimiz (s.a.v.) ayrıca birinci gökte Hz. Âdem, ikinci gökte Hz. İsa ile Hz. Yahya, üçüncü gökte Hz. Yûsuf, dördüncü gökte Hz. İdrîs, beşinci gökte Hz. Hârûn, altıncı gökte Hz. Mûsa ve yedinci gökte Hz. İbrahim ile görüşüp sohbet etti.
Birbirinden milyonlarca ışık yılı uzaklığındaki gökler ve galaksiler arası yolculuktan sonra, madde ötesi âlemlere yolculuk başladı.
Yüce Allah buyuruyor:
Andolsun ki onu (Cebrâil’i), bir defa daha (aslî suretinde) Sidretü’l- Müntehâ’nın yanında gördü. Cennet’ül-Me’vâ da onun yanındadır. (Necm, 13-14-15)
Yedi kat göklerden sonra Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Cebrâil ile birlikte, “Âlem-i gayb” (gizlilik âlemi) ile “Âlem-i şuhud’u” (görünen âlemleri) birbirinden ayıran ve Hz. Cebrâil’in de mâkamı olan Sidretü’l-Müntehâ’ya geldiler. Sidretü’l-Müntehâ, varlıklar âleminin sonu olduğu için en son ağaç anlamında oraya Sidretü’l-Müntahâ ve ondan sonraki âlemlere de gayb (gizliklik) âlemi denir.
Cebelitârık boğazında Atlas Okyanusunun suları ile Akdeniz’in suları
birbirine karışmadığı gibi, Gayb âlemindeki varlıklar Sidretü’l-Müntehâ’ya inemez, Sidretü’l- Müntehâ’daki ve göklerdeki varlıklar da gayb âlemine çıkamazlar.
Sidre-i müntehâ’ya gelince Hz. Cebrâil aslî suretine dönüştü, Peygamberimize (s.a.v.) veda etti ve: “Ya Muhammed! Bir karış ileri geçersem yanarım!” diye mâkamını aşamayacağını haber verdi.
Peygamberimiz (s.a.v.) garip garip ve hüzünlü bir şekilde Hz. Cebrâil’e bakarken, Yüce Allah “Refref” adında dünyada eşi olmayan bir cennet yatağı gönderdi ve Peygamberimiz (s.a.v.) onun üzerinde Cennet’ül-Me’vâ’dan başlayarak sekiz cenneti gezdi.
Sonra?
Peygamberimiz (s.a.v.) seyr-i sülûküne (mânevî yolculuğuna) devam etti. Hiçbir peygamberin ulaşamadığı ve Hz. Cebrâil gibi kutsal bir meleğin, “ileri geçersem (mânevî feyizlere dayanamam) yanarım!” dediği gayb âleminin o kutsal mâkamlarını cezbe-i ilâhî ile aştı.
Peygamberimiz (s.a.v.) beşeriyetten arınıp mânevî mâkamların zirve noktasına ulaşınca, bütün letâifleri ve hücreleri Allah Allah diye yanınca ve nûrânî perdeler de bir bir aradan kalkınca!.. “Et-tehıyyatü lillâhi ve’s-salevâtü ve’t-tayyibât” (söz, beden ve mal ile yapılan bütün ibâdetler sadece Allah’a aittir. O’nun hakkıdır) diye âlemlerin Rabbi olan Allah’a (c.c.) hamdü senâlar etti.
Allah (c.c.) buyurdu:
“Es-selâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berekâtüh” (Ey şanı yüce peygamber! Allah’ın selâmı (selâmeti), rahmeti ve bereketleri sana olsun). Peygamberimiz (s.a.v.), Allah’ın selâmından ümmetinin de yararlanması için, “Es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn” (Selâm, bizim ve Allah’ın sâlih kullarının üzerine olsun) dedi. Bunun üzerine Mele-i-A’lâ’daki melekler aşka gelip, “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh” dediler.
Yüce Allah buyuruyor:
Allah kuluna (Muhammed’e) dilediğini vahiy ile bidirdi. (Necm, 10) Âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.) ile Peygamberimiz (s.a.v.) arasında vahiy denilen gizli, sessiz, harfsiz, kelimesiz, zamanla sınırlı olmayan ve yüzbinlerce yıllara sığmayan konuşmalar oldu ve Allah (c.c.) Peygamberimize (s.a.v.) pek çok gizli sırların şifrelerini verdi.
Dünyaya dönüş
Yüce Allah habibim! dediği sevgili Peygamberimizi iki hediye ile tekrar dünyaya, ümmetine gönderdi. Bu iki hediyeden biri Bakara Sûresinin son iki âyeti, diğeri de beş vakit namazdır.
Peygamberimiz (s.a.v.) madde, zaman, mekân, sınır, yön ve ses olmayan Âlem-i gayb’dan Sidretü’l-Müntehâ’ya, Hz. Cebrâil’in yanına ve oradan
Hz. Cebrâil ile birlikte önce Kudüs’e ve sonra Mekke-i Mükerreme’deki Ümm-i Hâni’nin evine geldi.
Mele-i-A’lâ’daki melekler aşka gelip, “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh” dediler ama, Ne yazık ki ortaçağın da gerisinde yarı vahşi canavar hayatı yaşayan, leş yiyip, kan içen ve öz kızlarını diri diri toprağa gömen Mekke müşrikleri Peygamberimiz (s.a.v.) in mîracına inanmayıp inkâr, hatta alay ettiler.
Ahmet Tomor Hoca – ihvanlar.net
AKAİD İHVANLAR 6-5-4
.
Peygamber Efendimiz ve hulefa-i raşidin döneminden sonra “alim” vasfıyla bir takım akılcılar ortaya atılmış, ayetlerde ve hadislerde geçen ifadeleri yorumlamaya çalışmışlardır. Yorumlarken devreye soktukları mantık onların, Peygamberimiz ve ashabının temiz inancı olan Ehli Sünnet ve’l-Cemaat dairesinden çıkmalarına sebep olmuştur.
Yanlış yorumlayarak saptıkları bir konu da: Nuzül meseledir.
Sahih bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmaktadır:
Bize Mâlik, îbn Şihâb’dan; oda Ebû Abdillah el-Agarr ile Ebû Seleme ibn Abdirrahmân’dan; onlar da Ebû Hureyre’den tahdîs ettiler ki, Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Rabb’imiz Tebâreke ve Taâlâ her gece, gecenin son üçte biri kaldığı zaman (keyfiyeti bizce bilinmez bir hâlde) dünyâ semâya iner ve: Bana kim dua eder ki, onun duasını kabul edeyim! Benden kim bir hacetini ister ki, ona dileğini vereyim! Benden kim mağfiret ister ki, ona mağfiret edeyim! Buyurur”
Nuzûl Hadîsi diye meşhur olan ve müteşâbih bulunan bu hadîsin bir rivayeti, Teheccüd Namazı bâbı’nda geçmiş, yirmi kadar sahâbîden Altı Kitap’ta ve diğer Sahih, Sünen, Müsned ve Mu’cem kitaplarında rivayet edilmiştir…
İŞTE BAK İNİYOR DİYOR!
Âlim geçinen ve gerçekten de ilimde derinlere inen, indikçe yolu şaşıran bazı insanlar maalesef bu ifadeleri de ilim ile açıklamaya çalışmışlar, yeterli olmayınca içerine mantık ve yorum katmışlar, neticede pusulayı şaşırmışlardır.
Bildiğiniz gibi “Allah iniyor” diyenler, (haşa) O’nun yukarda olduğunu iddia edenlerdir. Bu görüş her yönü ile sapıklıktır. Bunu daha önce sizlere izah etmiştik.BURADAN OKUYABİLİRSİNİZ
Bir ayeti Kerimede de Rabbimiz: “Nerede olursanız olun, O (Allah) sizinledir”buyuruyor. Şimdi bu ayete bakarak Allahu Teala’nın zatının bizimle beraber olacağını kimse iddia edemez. Ayetin başında ve sonundaki ifadeler bunun nasıl anlaşılması gerektiğini belirtmektedir:
“Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, oraya yükseleni bilir. Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hadid 4)
Yani siz nerede olursanız olun yaptıklarınız, konuştuklarınız, düşündükleriniz her haliniz O’nun yaratması ile varlık alemine çıktığından (O nerede olursanız olun sizinledir) dolayısıyla O her yaptığınızı bilir ve görür…
ALLAH’IN KENDİ YARATTIĞINA ZATIYLA İNMESİ
Değerli kardeşlerimiz, sema, gök, yer vs. bunların hepsi sonradan yaratılan mahluklardır. Allah’u Teala’nın sonradan yaratılan bir şeye bırakın gelmesini zatından zerre tecelli etmesi bile o şeyin dayanamayarak paramparça olmasına sebep olur. Nitekim Mevla Teala Kur’an-ı Keriminde şöyle buyurmaktadır:
“Rabbi dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi.” (A’raf 143)
Dağ da sema gibi Allahu Teala’nın bir mahlûkudur. Allahu Teala dağa sadece tecelli etmiş, dağ yerinde duramamış ve darmadağın olmuştur. Allah’ın tecellisi bir dağı paramparça ediyorsa, kıyamette sûrun şiddeti ile yerle bir olacak sema, Allah’ın zatına nasıl dayanabilir ki?
“Sema (Gök) yarıldığı zaman, Yıldızlar saçıldığı zaman” (İnfitar 1-2)
Bu olayın bir yönü…
Diğer yönü ise Allah’u Teala’ya “cisim” benzetmesi felaketidir. Allah’u Teala inen, çıkan, yürüyen, duran bir varlık değildir. Bunlar yaratılmışlara ait acziyet ifade eden şeylerdir. Allahu Teala acizlikten münezzehtir. İnmek ve çıkmak cismani varlıklara ait hareketlerdir. Allahu Teala ise cisim değildir. Yarattıklarının fiillerine benzemekten münezzehtir.
“Melekler ve Ruh (Cebrail) o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner.”(Kadir Suresi)
O NE YERDEDİR, NE SEMADADIR
Daha önce söylediğimiz gibi Allahu Teala göktedir diyenler “ve filerdı” “ve yerdedir” buyrulan ayeti izah edememişlerdi. Çünkü bu iddialarıyla çelişki içerine düşmüşlerdi. Rabbimiz buyuruyor ki:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”(Enbiya 22)
Yani Allahu Teala ne yerdedir, ne göktedir. O, yerde ve gökte ibadete layık olan tek ilahtır.
“O, gökte de ilâh olandır, yerde de ilah olandır. O hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.” (Zuhruf 84)
“Göklerin ve yerin Rabbi, Arş’ın da Rabbi olan Allah, onların nitelendirmelerinden uzaktır. (Zuhruf 82)
Sema (gök) ise Allahu Teala’nın hükümranlığını kurduğu, dünya hayatında insanların rızık, rahmet, bereket gibi maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılayacak nimetlerle donatıldığı, zamanı geldiğinde indirilecek azabın da bekletildiği yerdir.
“Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler (in kapılarını) açardık.” (Araf 96)
“Derken, onların içindeki zalimler, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle o zalimlere gökten bir azap indirdik.”(Bakara 59)
“Allah, gökleri ve yeri yaratan, semadan (gökten) yağmur indiren ve onunla size rızık olarak türlü meyveler çıkaran, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri emrinize veren, nehirleri de hizmetinize sunandır.” (İbrahim 32)
“Şüphesiz biz, bu memleket halkı üzerine, fasıklık ettiklerinden dolayı semadan (gökten) bir azap indireceğiz” (Ankebut 34)
NASIL ANLAŞILMALIDIR?
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, rahmetin feyzin bereketin rızkın kapıları semadadır. Allahu Teala’nın nüzul etmesi de dualara icabet etmesi demek olur. Hadis-i Şerifin devamında da anlaşıldığı üzere Rabbimiz: “Benden kim bir hacetini ister ki, ona dileğini vereyim! Benden kim mağfiret ister ki, ona mağfiret edeyim” buyurmaktadır. Nuzûl, İntikaal, i’Iâm, kavi, ikbâl, teveccüh, bir hükmün çıkması ma’nâlarına kullanılır… Burada geceleyin namaz kılıp duâ edenlere rahmetle, dileklerini vermekle ve mağfiret etmek suretiyle teveccüh etmesidir, denilmektedir. Böyle anlaşılmasında Resulüllah ve Eshabının inancına aykırı bir nokta yoktur. Diğer türlü “indi-çıktı” gibi yorumlar sonradan türeyen itikadı bozuk akımların inancıdır.
SELEF YORUM YAPMAZDI
Selef âlimler Allah’ın keyfiyetten ve başka bir şeye benzemekten münezzeh olduğunu kabul ederek bu ifadeye hadiste yer aldığı şekliyle mücmel olarak iman etmiştir. İlk dönem âlimlerinin çoğunluğu böyledir. Beyhakî ve diğer âlimler bu görüşü dört İmam ile birlikte, Süyfan-ı Sevrî, Süfyân Ibn Uyeyne, Hammâd İbn Seleme, Hammâd Ibn ibrahim, el-Evzâî, el-Leys ve diğer âlimlerden nakletmiştir.
Beyhakî şöyle der: Bu konuda en doğru yol, keyfiyetini araştırmaksızın buna iman etmek, bununla ne kastedîldiği konusunda konuşmamaktır.
Ne gariptir ki, selef yorum yapmazken bu gün selefi olduğunu iddia edenler tam aksi görüştedirler…
.
Rabbimiz buyuruyor ki: “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir” (İsra 1)
Bazı delalet ehlinin miracı inkar etmenin yanı sıra Filistin’de Müslümanların baştacı yaptığı Mescid-i Aksa’yı hedef aldıklarını görüyoruz. İlahiyatçı prof geçinen zatlar Kur’an-ı Kerimde geçen Mescid-i Aksa’nın aslında Filistin’de olmadığını semada olduğunu ve ayette geçen Mescid-i Aksa’dan Filistin’deki Mescid-i Aksa’nın kastedilmediğini ileri sürerler.
Halbuki Peygamberimizin Mescid-i Aksa ile ilgili bir çok hadis-i mevcuttur (Hadis kitaplarının “mesacid” bölümüne bakılabilir) ve fazileti sıralanan üç mescitten biridir. Ve kıble Ka’be olmadan önce yönelinen yerdir. Kıbleteyn (iki kıbleli) mescidi bunun en büyük delilidir. Ka’beye yönelme emri orada gelince Peygamberimiz ve Müslümanlar Mescid-i Aksa’dan Ka’beye yönelmişlerdir.
Evet, bu asılsız iddialar aslında Şiî kaynaklarda geçen ve siyonist İsrail korsanlarının işini kolaylaştırmaya yönelik iddialardır. Ali Eren Hocaefendi, Dinde Deformistler adlı kitabında bu konuya şöyle temas ediyor:
Şiiler Kudüs’ün iki fatihi olan Hazreti Ömer ve Selahaddin Eyyübi’yi “Katilü’l müslimin / Müslümanların katili” olarak anarlar.
Kudüs onlar açısından hiç önemli değildir. Hatta bir kısım müsteşrik/oryantalist ve Yahudi yazarlar, Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te olup olmadığı ile alaklı ortaya attıkları şüpheleri, Şiî müellif ve müfessirlere borçludurlar.
Şii müellif ve müfessirlere göre, Hazreti Ömer Kudüs’ü fethettiğinde burada Mescid yoktu. Dolayısıyla Mescid-i Aksa Kudüs’te değil semadadır. (Eş-Şia ve’l Mescid’l Aksa, s. 5, Tarık Ahmed hicazi)
Şia ulemasından Cafer Murtaza el âmilî, “El Mescidu’l Aksa eyne? / Mescid-i Aksa nerede” adlı eserinde açıkça “Mescid-i Aksa’nın Filistin’de olmadığını aksine semada olduğunu” ileri sürmüştür. Feyz Kaşânî’nin “Tefsiru’s Sâfî”si de aynı iddiaya yer verir. Ayâşî ve Bahrânî gibi tanınmış şii müfessirlerin görüşleri de aynı doğrultudadır. Çünkü, İran’ın Kudüs üzerindeki hesabı, nüfuz ve şii yayılma planları üzerindedir. Bu hesap, Şiîlik nüfuz ve nüfusunun artması ve yerkelmesi gayesi taşımaktadır.
Muhammed Bakır Harrazî’nin sözü bunun ispatıdır:
“Filistin halkı Ehl-i beyt (Şiîlik) mezhebini benimsemedikçe onunla İsrail (Yahudiler) arasında bir fark yoktur.”
(Ali Eren – Dinde Deformistler)
Bu arada Harrazi’nin Şiiliği kastederken “ehli beyt mezhebi” demesi de dikkatinizden kaçmasın. Bu gün Türkiye’de şiayı bu ad ile yaymaya çalışanlara da dikkat edin.
Sonuç olarak görülüyor ki, İsrail’in Türkiye’deki uzantıları “Mescid-i Aksa’yı”Müslümanlardan ve zihinlerinden kazımak, önemsizleştirmek için, Peygamberimizin miraçta ziyaret ettiği ve ayette geçen Mescid-i Aksa’nın semada olduğunu, Filistin’de olmadığını iddia ederler.
İsrail’in Mescid-i Aksa diye “Kubbetu’s-Sahra” yı yutturmaya çalışmasının bir başka versiyonudur bu çalışma. Ümmetin zihninden, değerinden, amacından Mescid-i Aksa’yı silmek ve bu sayede rahata kavuşmak istiyorlar…
Bazı kimseler “İman’ın şartı 5’tir, Kur’an-ı Kerimde beş şart sayılmıştır. İmanın şartı 6 diye birşey yoktur, amentü uydurmadır” demektedirler. Bunlara şu şekilde cevap verilebilir.
Kur’an-ı Kerimde Allah’u Teala (Celle Celaluhu) bizim bildiğimiz manadaki amentüyü çeşitli yerlerde bildirmiştir. Bunlara göz atacak olursak:
ALLAH’A, MELEKLERE, KİTAPLARA, PEYGAMBERLERE
“Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de (iman ettiler). Her biri; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler…” (Bakara 285)
AHİRETE İMAN
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa 136)
KADER
Kaderi ifade eden ayetlerde ise kaderin önemine vurgu yapılır.
“Bu önce geçenlerde Allah’ın geçerli kıldığı sünneti (işidir-adeti) dir. Allah’ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir.”(Ahzab 38)
“Çünkü biz herşeyi bir takdir ile yarattık.”(Kamer 49)
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid 22)
Bütün bunlar Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifinde iman esasları olarak toplanmıştır:
Hazreti Cebrâil: “Ya Muhammed! Îman nedir? Açıklar mısın?”deyince; Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki:
“Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe îman etmendir. Kadere de, hayrına ve şerrine (hayır ve şerrin Allah’ın takdiri ile olduğuna) îman etmendir.” (Buhârî – Müslim İbni Mâce – Tirmizî – Ebû Dâvûd – Nesâî)
İşte îmanın temel esasları bu delillerden şekillenmiştir. Bir çok şeye inanmamız gerekiyor ancak imanın sahih olabilmesi 6 esasa dayanır. Yani bu altı esas temel teşkil eder. Nasıl ki İslam’ın alameti farikası namaz ise İmanın alameti de bu temel esaslara inanmaktır. Diğer meseleler bu 6 ana esasın içinde değerlendirilecek şeylerdir.
Mesela Allah’tan başka bir varlığa tapmamak “Allah’a iman”, Peygamberlerin kendilerine inen vahyi insanlara eksiksiz aktarması “peygamberlere iman”, Gaybe inanmak da “kadere iman” konularında işlenir.
Kur’an-ı Kerimden ve sünnetten delili olan bu hususu “yoktur” diyerek inkar etmek cahilliğin bir eseridir.
AMENTÜ: Alimler insanlara kolaylık olması için bir eğitim metodu olarak hadis-i şerifteki ifadeleri almışlar ve “ben iman ettim” şeklinde okutmuşlardır. Adı “amentü duası” olarak meşhur olmuştur. Amentü duası bir ayet değildir. Sadece ayet ve hadis-i şerifte geçen imanın şartlarını içinde barındıran bir ders bölümüdür. Bu sebeple kimse “uydurmadır” diyemez…
KADER İMAN ŞARTI EĞİL Mİ?
Yukarıda verdiğimizi iki ayette Allah’a iman, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahirete iman açıkça zikredildiği halde “kader” zikredilmiyor. O halde kadere iman, iman şartı değil mi?
Değerli kardeşlerimiz, Kur’an-ı Kerim bize dini esaslarda sınırı çizer ve bir anayasa gibi temel teşkil eder. Her önüne gelen “ben burada bunu gördüm, şunu görmedim, o halde yok” diyerek Allah’ın kelamını kendi kafasına göre yorumlayamaz. Ayetleri anlayabilmek aralarında bağlantı kurabilmek için, bu ayetleri bize getirip tefsir eden kainatın Efendisine kulak vermemiz gerekir. İman esaslarını da, imanın nasıl korunacağını da, İslamın nasıl yaşanacağını da (namazın nasıl kılınacağını gösterdiği gibi) O yüce Peygamber gösterecek, ümmetine rehberlik edecektir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de yukarıdaki hadis-i şerifte kadere inanmayı imanın temel esasları arasında saymıştır.
Başka bir hadis-i şerifinde ise kaderi inkar edenleri uyarmıştır:
“Her ümmetin Mecusileri vardır. Bu ümmetin Mecusileri “kader yoktur!” diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal’e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4692)
Kader yani Allah’ın ezeli ilmi ile olacakları bilmesi ve yazmasına iman etmek o kadar mühimdir ki, Peygamberimiz bu hususa inanmayanların ümmetin mecusilerinden olacağını zikretmiştir.
Peygamberimizin onca uyarısına rağmen günümüzde kader inkarcılarının çoğalması “Allah’ın geleceği bilmeyeceği” gibi bir saçmalığı ortaya atacak kadar alçalan zatların çıkması bu konunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.
İMANIN ŞARTI ALTIDIR – SAYALIM
1- Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak
2- Meleklerine inanmak
3- Kitaplarına inanmak
4- Peygamberlerine inanmak
5- Kaza ve kadere inanmak
6- Ahirete inanmak
.
Bazıları En’am 159 ve Rum 32. ayeti delil getirerek İslam’da mezhep olmadığını iddia ediyorlar, kendilerinin de hiçbir mezhebe bağlı olmadığını söylüyorlar ve şöyle diyorlar: “Benim hiçbir mezheple, tarikatla, cemaatle, şeyhle, hoca ilişkim yoktur”Bunlara nasıl cevap verilmelidir?
Öncelikle bahsi geçen ayet-i kerimlere bir bakalım:
“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am 159)
“Allah’a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı dosdoğru kılın ve müşriklerden; dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki (dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.” (Rûm 31-32)
AMELİ MEZHEPLER
Şayet bir kişi bu ayetleri delil getirerek (Hanefi, Şafii gibi) amelî hiçbir mezhebe tabi olmadığını iddia ediyorsa bu kişi zaten açıkça bir sapıklık içindedir ve delalet ehlidir.
Çünkü dinî yaşantı bu mezhepler ile sabit olmuştur. Şöyle ki, Kur’an-ı Kerim her ibadette sadece genel hatları çizer, ibadeti bizlere uygulamalı olarak öğreten kişi Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)dir.
Peygamberimiz de yaptığı ibadette bazı farklı davranışlar sergilemiştir. Sahabe-i kiram Efendilerimiz bu uygulamaları yerinde gördükleri için Peygamberimizden gördüğü şekliyle ibadetini yapmaktaydı. Sahabeler arasında da müctehidler vardı ve bir çok konuda kendilerine danışılır ona göre amel edilirdi. İşte bu farklı davranışların delillere dayandırılarak sistemleştirilmesinden “mezhepler” ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz Muaz İbn Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona sordu. “Ne ile hükmedeceksin?” O da “Allah’ın kitabıyla”“-Onda bulamazsan.” Muaz: “Rasulullah’ın sünnetiyle hükmederim” dedi- “Bunların her ikisinde de bulamazsan ne yaparsın.” diye sorunca, Muaz: “O zaman re’yimle (görüşümle) içtihad ederim.” dedi. Rasulullah bu cevaptan memnun kalarak “Rasulünün elçisini, resulünün razı olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun ” dedi. (Ebû Dâvud; Akzıye:11; No:3592; 2/327; Tirmizi; Ahkam:3; No:1332; 3/62; Nesâî; Kuzat:11; No:5334; 8/230; A. b. Hanbel; 5/230)
Kendi zamanlarında ilimde eşi bulunmayan ve bir derya misali ilme sahip olan mezhep imamları iğneden ipliğe her şeyi delilleri ile ortaya koymuşlar ve İslam fıkhını kategorize ederek sistemleştirmişlerdir.
Ve bu imamlar fıkıhda el atılmayan konu bırakmamışlar, olabilecek bütün ihtimalleri değerlendirmişlerdir. Yani Peygamberimizin bütün uygulamalarını bu mezheplerin içinde bulmak mümkündür. Bunlar dindeki çelişki değil, Ümmet için rahmettir. Çünkü inanç konularında ihtilaf yoktur, amel konusunda farklılık vardır. Bazen zaruri durumda kolay olanı tercih etmek Ümmet-i Muhammed için bir rahmet olmuştur.
İşte bu sebeple bir kişi kalkıp fıkıhta mezhepleri kastederek “ben hiçbir mezhebe bağlı değilim” diyorsa o kişi İslam’a da bağlı değildir. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu gün ilmihal bilgisi olarak elimize neyi alırsak alalım bu mezhep imamlarımız tarafından delillendirilmiştir. Onlar tarafından ortaya çıkartılmıştır. Bu gün bir kişinin kendi fıkhını ayet ve hadislere bakarak çıkarması ise imkânsızdır.
AYETLER NEYE İŞARET EDİYOR?
Yazının başında aktardığımız sapıklığı (mezhepsizliği) sergileyenler Ayet-i Kerimeleri kafasına göre yorumlayanlardan da başkası değildir.
Hiçbir rivayeti göz önünde bulundurmadan eline aldığı meal ile ayetten hüküm çıkarmaya çalışanların batağa saplanmamaları imkansızdır.
Bakın bu ayetler aslında bize neyi haber veriyor:
Ebu Hureyre (Radıyallahu anh)dan rivayet edildiğine göre; ayette dinlerini parça parça edenler bu ümmet içerisine Peygamberimiz ve ashabının yolu olan Ehli Sünnete aykırı olarak inanç sapıklığı ortaya atanlardır.
Ebu Galip’ten (Radıyallahu anh) bu ayet sorulduğunda, o: “Ebu Ümame bana, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)den naklen, bu kişilerin Havaric (Harûriyye) fırkası olduğunu bildirdi.” Demiştir. (İbn-i Ebi Hatim, no: 8150, 5/1429, Suyuti, Ed-Durrul Mensur: 3/402)
Hakim-i Tirmizî (Rahimehullah)ın beyanına göre; Harûra ehli olan Havaric fırkası, kendilerinden bid’atler uydurmuş, neticede o uydurma inançlar, kendilerini Hazreti Ali (Radıyallahu anh)a karşı çıkartıp, onunla harbe kadar sürüklemiştir.
Ebu Hureyre Radıyallahu anh, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in bu ayet-i kerime hakkın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “(Allah’u Teala bana) Şüphesiz dinlerini parçalayıp fırka fırka olanlar (var ya); sen onlardan değilsin, onlar da senden değildirler. (buyurdu) Onlar bu ümmet içerisindeki bidat (uydurma inanç)ların ehli, süphe sahipleri ve sapıklık ashabıdır.” (Taberi, Cami’u’l-Beyan, No:13271, 5/414, İbni Kesir: 2/182)
Ömer b. Hattap (Radıyallahu anh) şöyle rivayet etmiştir: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Aişe validemize hitaben şöyle buyurmuştur:
“Ey Aişe! Dinlerini parçalayıp şi’a şi’a olanlar, heva (arzuya bağlı itikat) ashabı ve bid’at (dinde olmayan yeni inanç) sahipleridir.
Ey Aişe! Her günah sahibi için bir tevbe vardır. Ancak bid’at ashabına tevbe nasip olmaz. Onlar benden uzaktırlar, ben de onlardan beriyim.” (İbn-i Ebi hatim, Taberani, Hakim-i Tirmizi, Ebu Nuaym, Haysemi, Beğavi, Suyuti)
Ümmü Seleme (Radıyallahu anha): “Bir kimse Resulüllah ile hiçbir ilişkisi kalmamasından sakınsın.” Buyurmuş ve sonra: “Şüphesiz dinlerini parçalayıp fırka fırka olanlar (var ya) sen onlardan değilsin” kavl-i şerifini okumuştur.” (Taberi, No: 1473-75, 5/415)
Bütün bu rivayetler bizlere ayet-i kerimenin Müslümanlar içerisinde sonradan türetilen yanlış itikadi görüşler sebebiyle ortaya çıkan sapık yolları haber vermektedir.
Bunlardan bazıları Hazreti Ali’yi tekfir eden, büyük günah işleyenlerin kafir olacağını ortaya atan HARİCİLER, Kafirlikle beraber hiçbir amel fayda vermyeceği gibi imanla beraber hiçbir günah da zarar vermez diyen MÜRCİE, Kullar amellerinin yaratıcılarıdır deyip Allah’ın görüleceğini inkar eden sevap ve azabı Allahu Teala üzerine vacip gören MUTEZİLE, Cismiyyet ve hulul konusunda Hakkı halka benzeten MÜŞEBBİHEolarak sıralanabilir.
Bu sayılan ve benzeri sapık yolların ortak özellikleri o zamana kadar Peygamberimiz ve Ashabının yolundan saparak dine kendi yorumlarını katmaları ve yanlış tevil etmeleridir.
Günümüzde de Allah’ı cahil göstermek için çabalayıp kaderi inkâr edenlerden tutun da Peygamberimizi devre dışı bırakmaya çalışanlara, Allah’a mekan isnat edenlerden şefaati inkar edenlere kadar bir çok sapık yol türemiştir. İşte bunların hepsi dinini parça parça edenler ve grup grup ayrılanlardır.
Peygamberimiz “Bu ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı ve bir tek fırka-i naciye’nin kurtulacağı”nı (Ahmed ibni Hanbel, no:2/332, Ebû Dâvud, no:4596, Tirmizî, no:2640, İbni Mâce, no:3991) çok önceden bildirerek bu grupları haber vermiştir.
AYET MEZHEPSİZLİĞE DEĞİL HAKKA DAVETTİR
Dolayısıyla bu ayetler mezhepsizliğe değil, Resulüllah’ın yoluna davettir. Resulüllah’ın yolu da bu güne kadar “Benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu çizgiyi takip edenler.” (Tirmizi, iman; 18) hadis-i şerifinde geçtiği üzere “Ehli Sünnet”adı ile maruf olmuştur.
“Sünnet” Resulüllah, “ehli” ise O’nun ashabıdır. Ehli Sünnet, Resulüllah ve Eshabının yolu demektir.
Ehli Sünnet akaid imamlarımız itikada yönelik konuları Peygamberimiz ve Eshabının inandığı şekliyle ele almışlar, nasıl inanılması gerektiğini delilleri ile bizlere aktarmışlardır. Dikkati çeken husus bu imamların yeni bir şeyi ortaya atmamış olmalarıdır. Hem Ehli Sünnet inancını ortaya koymuşlar hem de bid’at ehlinin iddialarını çürütmüşlerdir.
Ümmet-i Muhammed bu görüşler üzerinde bir araya gelmiş ve bu gün bile Müslümanların büyük çoğunluğu Ehli Sünnet olarak doğru yolda ilerlemektedir. Peygamberimiz yine bunu bizlere haber vermiştir:
“Benim ümmetim sapıklık üzerine bir araya gelmez Onun için topluluktan ayrılmayın! Allahın kudret eli topluluk üzerindedir” (Taberani -ibn-i ömer’den)
“Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size ‘sevâdu’l a’zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim.” (İbn Mâce. Fiten)
ŞEYHLER, TARİKATLAR BÖLMEZ
Yukarıda verdiğimiz iddianın sahipleri mezhepsizliklerine kılıf için buldukları bu ayetlerin yanı sıra şeyh ve tarikatları da Ümmeti bölen unsurlar olarak göstermek istiyorlar. Hâlbuki ayetin tefsirinden de anlaşılacağı üzere Ümmet, yanlış itikadi yolların zuhur etmesi sebebiyle bölünüp parçalanmaktadır.
Nitekim Osmanlı, Peygamberimizden sonra en büyük İslam Birliğine sahip devlet iken içerisinde yüzlerce tarikat, binlerce şeyh, cemaat, dergah ve tarikat barındırmaktaydı. Ancak en sağlam İslam Birliği de yine Osmanlı’da mevcuttu. Yani tarikatlar, dergahlar ve cemaatler İslam Birliğine engel olmadığı gibi bu birliği pekiştiren unsurlardı.
Sonraları İran’ın Şia ve Suudi Arabistan’da İngilizler tarafından kurdurulan Vehhabilik gibi fitneler ile koskoca İslam Birliği darmadağın edildi.
Bu misalde de Ümmeti bölen şeyin sonradan icat edilen sapık, bozuk itikatlar olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla bütün bu iddialar asılsızdır. Ayetler kesinlikle mezhepsizliğe delil teşkil etmez. Tam aksine bu ayetler doğru yolu bırakarak ayetleri kendi kafasına göre tevil edip kendi yorumladığı dini yaşamak için “mezhepsizlik” mezhebine dahil olanları kapsar.
Allahu Teala bizleri Ehli Sünnet yolundan ayırmasın…
Bazıları nedense Peygamberimizin faziletlerini inkar ederken “ümmi” yani okuma bilmemesini kabul etmeyerek Peygamberimizin okur-yazar olduğunu ispat etmeye çalışırlar. Bunun için de Kur’an ayetlerini kendi kafalarına göre yorumlar ve ayetlerde geçen ifadeleri tevil etmeye kalkarlar… İşte bu konuda aydınlatıcı güzel bir yazı:
“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resul’e, o ümmi peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” A’raf su. 157.
Kur’an-ı Kerimin A’raf suresi 157. Ayette, Ümmi olan, okuma yazma bilmeyen Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin yedi özelliğinden bahsedilmektedir. Mukaddes Kitaplardan Tevrat’ta ve İncil’de Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ümmi olduğu belirtilmekte, birçok özelliği bildirilmekte ve bu konuda bu kitaplarda kayıt bulunmaktadır. Evet, Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz ümmi idi.
“O, ümmilere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler”. Cuma su.2.
“Ümmi”; sözlükte “kastetmek” anlamındaki “emm” kökünden veya anne anlamına gelen “ümm” ya da topluluk, millet gibi manaları ifade eden ümmi kelimesine nispetle elde edilen ümmi “ okuma yazma bilmeyen, tahsil görmemiş; az konuşan, konuşurken hata yapan kimse” demektir. Ümme nispeti halinde “anasından doğduğu gibi kalan, tabiatı bozulmayan, bu hususta eğitim öğretim görmeyen, okuma yazma bilmeyen kimse demektir. İslam Ansk. 42/309.
Ümmi Kur’an’da altı yerde geçmektedir. Bunlardan ikisi tekil olarak (A’raf 7/157-158) Peygamberimizin vasfı olarak kullanılırken diğer yerlerde çoğul haliyle “ümmiyyun”şeklinde zikredilmiştir. Diğer dört yerden birinde (Bakara 2/78) Yahudilerden bir topluluk, üçünde de (Al-i İmran 3/20, 75; Cuma 62/2) Araplar kastedilmiştir.
Ümmi kelimesi hadislerde de “yazı yazmayı bilmeyen, tahsil görmemiş kimse”anlamında geçer. Hz. Peygamber (sav) Efendimiz, “Biz ümmi bir topluluğuz, yazı yazmayız ve hesap yapmayız” buyurmaktadır. (Buhari, Savm, 13; Müsned, II,43,56,122) İslam Ansiklopedisi, 42/309.
Müslim’ de ise “Biz yıldızların hareketinden hesap çıkarmayan ve yazı yazmayı bilmeyen bir milletiz.” (Müslim, Siyam, 15) rivayeti mevcuttur.
Hz. Peygamber (sav) Efendimizin ümmiliğinin kelimenin “okuma yazma bilmeme, eğitim almamış olma” biçimindeki anlamına uygunluğu konusunda müfessirler arasında görüş ayrılığı yoktur. Tahsil görmemiş bir ümmi iken Kur’an gibi bir kitap getirmiş olması onun bir mucizesi kabul edilir. (Fahrettin er-Razi,XV,20, Bursevi,III,25) İslam Ansiklopedisi, 42/309.
Okuyup yazmak için bir öğretmenden öğrenmek lazımdır. O’nun yetiştiği dönemde Mekke’de okul yoktu. Az sayıda kimse, buraya dışarıdan gelen okuryazar kişilerden ve bu kişilerin öğrettiği kişilerden kendi gayretleriyle okuma yazma öğrenmişlerse de Hz Peygamber (sav) Efendimiz okuma yazma öğrenmedi. Şüphesiz ileride kendisine verilecek Peygamberlik görevi ve ilahi hikmet gereği onun okuryazar olmamasını gerekli kılıyordu. Hira mağarasında kendisine ilk vahiy getiren Melek (Cebrail) ona“oku” dediğinde, “ben okuma bilmem” dediğini hepimiz biliyoruz.
Peygamber (sav) Efendimizin bir öğretmeni veya ona Kur’an bilgilerini öğreten bir bilgin (kişi) olsaydı, Peygamberimizin tebliğdeki başarısı ve Kur’an-ı Kerimin üstün belağatı karşısında kendisini tutamaz ve “ onu ben öğrettim, onun hocası benim, o benim talebemdir” diyerek bu cihanşümul başarı ve şerefin aslında kendisine ait olduğunu söyler, bununla övünmesi icap ederdi. Sözüne güvenilir aklı başında hiç kimse böyle bir iddiada bulunmamıştır.
Peygamber (sav) Efendimiz, “Hz. Hatice anamızla evleninceye kadar hayatının asıl öğrenme çağı çobanlıkla geçmiştir. Okuyacağı okul olsa bile okuyacak zamanı yoktu.
Hz. Cabir (ra) anlatıyor: “… Resulüllah (sav) Efendimize, “Siz koyun da güttünüz mü?” diye sordum. Peygamber (sav) Efendimiz: “Hiç koyun gütmeyen Peygamber var mı?” cevabında bulundu.” Buhari, Et’ime, 50. Enbiya 29: Müslim, Eşribe 163. (2050)
Resulullah (sav) ümmi olan kavminin arasında onlar gibi ümmi yetişti. Ne okuyabiliyor ne de yazabiliyordu. Her halde bunun hikmeti, insanlara bu risaleti sunmaya fıtratına rabbani eğitimden başkasının ulaşmadığı birinin görevlendirilmesi olsa gerek. İnsanlara bu daveti, yeryüzü değerlerinden etkilenmemiş saf ve berrak bir kalp sahibinin yapması, saf insan fıtratının ona yönelmesi irade edilmiş olsa gerektir.
“(Ey Muhammed!) De ki: “Ey İnsanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde, Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resulüne, o ümmi olan peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” A’raf su. 158.
Peygamber (sav) Efendimizin ümmi oluşu, okuma yazma bilmemesi, bu mucize olan Kur’an-i Kerim’in Allah’tan olduğuna en büyük delildir.
“Sen şu Kur’an’dan önce hiçbir kitap okumuyor ve onu sağ elinle yazmıyordun. (Okuyup yazsaydın) o takdirde batıl peşinde koşanlar, şüpheye düşerlerdi.” Ankebut su.48.
Daha önce sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. “Ey Muhammed! Sana bu Kur’an gelmezden önce kavmin içinde bir ömür boyu kalmış, bir kitap okumamış, güzel bir şekilde yazı da yazmamıştın. Gerek senin kavmin ve gerekse başka kavimler iyi bilirler ki sen okumayan, yazmayan ümmi birisisin.” Eli ile bir satır ve hatta bir harf dahi çizmemiştir. Bunu böyle bildikleri halde yine:
“(Bu Kur’an, başkalarından) yazıp aldığı öncekilere ait efsanelerdir. Bunlar ona sabah akşam okumaktadır” dediler.” Furkan su. 5.
Bunun iftiranın cevabını Yüce Allah bir sonraki ayette şöyle vermektedir:
“(Ey Nebi!) deki: “ O Kitabı göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz O, bağışlayandı, çok merhamet edendir.” Furkan su.6.
“(Ey Nebi!) Biz, sana bu Kur’an-ı vahyetmekle geçmiş milletlerin haberlerini sana en güzel bir şekilde anlatıyoruz. Gerçek şu ki, sen bundan önce (bu haberleri) elbette bilmeyenlerden idin.” Yusuf su.3.
Ehli Kitap kendi kitaplarında son peygamberin okur-yazar olmadığını görüp biliyorlardı. Müşrikler de onu çok iyi tanıyorlardı. Bu ayetlerde bilhassa onların dikkati bu açık alamete çekiliyor.
Hudeybiye anlaşmasında Müşrikler adına Süheyl ibn Amr, Peygamber (sav) Efendimizle anlaşma maddelerini görüşüyor, Hz. Ali (ra) da kâtiplik yapıyordu. Anlaşmanın başına, Peygamberimiz “Bismillahi’r-Rahmani’r Rahim.” Yaz buyurdu. Süheyl buna karşı çıktı ve “Bismike Allahümme, “Allahım! Senin isminle yazmağa başlarım”. Böyle yaz dedi. Müslümanlar hep bir ağızdan;
“ Vallahi biz onu yazmayız, kabul etmeyiz. “Bismillahi’r-Rahmani’r-Rahim” yazılmasını siteriz” demişlerdi. Peygamberimiz (sav) Hz. Ali(ra) ya:
-“Haydi Bismike Allahümme yaz” buyurdu. Sonra da:
“ Bu kitap Allah’ın Resulü Muhammed’in uygun görüp yerine getirip imzaladığı bir anlaşmadır..” diye yazmasını emretti, fakat müşrikler adına Süheyl, “Allah’ın Resulü” sözünü kabul etmeyeceklerini bildirmeleri üzerine Hz. Ali’nin öfkelendiği ve “Vallahi ben bu cümleyi silmem” demesi üzerine Peygamber (sav) ona, o cümlenin yerini sordu ve kalemi Hz. Ali’den alıp gösterilen cümleyi sildi, yani üzerini karaladı. Onun yerine “Muhammed bin Abdullah” yazmasını emrettiği rivayet edilir. Bazı rivayetlerde, Peygamber (sav) Efendimizin kendi ismini ve babasının ismini yazmasını biliyordu söylenirse de gerçek öyle değildir. . Tecrid-i Sarih Ter.8/ 1164 nolu hadis, s.142-190. Asrın Kur’an Tefsiri. 9 / 4653.
Çünkü Yüce Allah (Celle Celaluhu) yukarıdaki ayette: “Daha önce sen bir kitaptan okumamış ve elinle onu yazmış değildin.” Buyurmaktadır. (Ankebut su.48.)
Endülüs ilim adamlarına göre; “Hz. Peygamber (sav) Efendimiz hiçbir zaman okuyup yazmadığını, yani okur-yazar olmadığını, aksini iddia edenlerin büyük günah işlediklerini belirtmişlerdir.
Kadı Iyaz, Muaviye’den (Radıyallahu anh) şu rivayeti nakletmiştir: “Muaviye kâtiplik yaparken Hz Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ona: “Hokkayı yere koy, kalemi değiştir. (b) harfini doğru yaz. (sin) harfinin dişlerini iyice ayırıp belirli eyle. (mim) harfini körleştirme, Allah ismini güzel yaz. Rahman ismini biraz uzat (yani nun harfinin kuyruğunu uzat). Rahim kelimesini iyice yaz” diye emir ve tavsiyede bulunmuştur.” Tefsiri Kurubi, 13(353.
Yüce Allah’ın hikmeti; ona indirdiği Kitapla eğitimini ve yönlendirilmesini bizzat kendisinin üstlenmesi için, seçtiği Resulünün ümmi olması gerekiyordu. Ayetler sürekli olarak onu, Rabbinin dilediği tarafa yönlendirecek şekilde iniyor, bilmediği şeyleri ona öğretiyordu.
“Allah sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfü çok büyüktür.” Nisa su. 113.
“Sana Kur’an’ı okutacağız ve sen onu asla unutmayacaksın.” A’la su. 6.
Peygamber (sav) Efendimiz okuryazar olmadığı halde, bir suresinin benzeri bile ortaya konulamayan bir kitap (Kur’an) getirmiştir. Peygamberliği döneminde kendisine indirilen bu kitabı okuyor, tekrarlıyor, açıklıyor ve tek bir harfinde bile tereddüde düşmüyordu.
“De ki: “Eğer Allah dileseydi (bana bu Kur’an-ı indirmezdi. Ben de) onu size okumazdım. (Allah) onu (benim lisanımla) size bildirmezdi de. Ben ondan (Kur’an’dan) önce (bu güne kadar) içinizde bir ömür durmuşum (yaşamışım) dır. Siz hala aklınızı kullanmaz mısınız?” Yunus su.16.
Müslim’in Sahih’inde, İyaz İbn Himar’in rivayet ettiği hadis-i kutside Yüce Allah şöyle buyurmaktadır : “Şüphesiz ben seni deneyeceğim, insanları da seninle deneyeceğim. Sana öyle bir kitap indireceğim ki, onu su yıkamayacak. Sen onu uyurken ve uyanıkken okuyacaksın. Yani onun yazılı olduğu yer su ile yıkanmış bile olsa yıkanılan o yere ihtiyaç duyulmayacaktır.” Hadislerle Kur’an Tefsiri. 12/6311.
“Eğer sana indirdiğimiz şeyden şüphe içinde isen, senden önce Kitab’ı (Tevrat’ı) okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden Hak gelmiştir. O halde, sakın şüphe edenlerden olma!
“Sakın Allah’ın ayetlerini yalanlayanlardan da olma! Yoksa zarara uğrayanlardan olursun.
“Şüphesiz, haklarında Rabbinin sözü (hükmü) gerçekleşmiş olanlar, kendilerine bütün mucizeler gelse bile, elem dolu azabı görünceye kadar inanmazlar” Yunus su. 94-96.
Rabbim bizleri O ümmi Peygambere ümmet eylesin…
Kemalettin AKSOY Bayburt İl Müftüsü
DEFİNDEN SONRA ÖLÜYE TELKİN VERME(NİN HÜKMÜ)
Defninden sonra kabrinde ölüye telkin vermenin caiz olduğunu söyleyenler aşağıdaki delillerle istidlâl etmişlerdir:
1)-Taberani ve Abdülaziz el-Hanbeli Ebu Umame’den rivayet etmişlerdir ki o şöyle demiştir:
“Ben öldüğüm zamanda bana Resulullah’ın ölülerimize yapmamızı emrettiği gibi yapınız. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Selem) Bize emretti de şöyle dedi: “Kardeşlerinizden biri ölüp de kabrini toprak ile örttüğünüzde sizden biriniz onun kabri başına dursun sonra şöyle desin; Ey Falan oğlu Falan! Çünki o (ölü) şöyle der “Bizi irşâd et ki Allah sana rahmet etsin” Lakin siz (bunu) anlayamazsınız. (Telkin veren devamla) şöyle desin: Dünya’dan onunla ayrıldığın “Allah’tan başka ilâh yoktur ve Muhammed(Sallallahu Aleyhi ve Selem) onun kulu ve resûludur” şehadetini hatırla! Ve (hatırla ki) elbette sen Rab olarak Allah’(Celle celaluhu)ya, din olarak İslam’a Peygamber olarak Muhammed(Sallallahu Aleyhi ve Selem)’e, imam olarak Kuran’a razı oldun.” Münker ve Nekîr her biri arkadaşının elini tutar ve şöyle der: “Hadi gidelim. Hücceti kendisine telkin edilen kimsenin yanında hangi şey bizi oturtuyor.” Bir adam şöyle dedi: Ya Resulellah! Şayet annesini(n ismi) bilinmiyorsa ( telkîn veren ne yapar?) (Resulullah) şöyle buyurdu: Onu “Ey Havva’nın oğlu Fülan! diye (genelde bütün insanların annesi olan ) annesi Havva’ya nisbet eder. Hafız İbn Hacer el- Askalanî “İsnadı Salihtir” demiş ve “et Telhîs” isimli kitabında bu hadise Şahid hadisler zikretmiştir.
2)- Hafız Saîd ibnu Mensur (bu konuda bir) hadis rivayet etmiştir ki o da (şudur):
“Ölüye (toprak ile doldurulması hasebiyle) kabri tesviye edilip arkadaşları da ondan ayrıldığında (Ashabı kiram efendilerimiz) üç kere ölüye “ Ey Fülan oğlu fülan de ki: Allah’tan başka ilâh yoktur, ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Ey Fülan de ki: Rabbim Allah, dinim İslâm ve Peygamberim Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’ dir. Denilip sonra (ölünün başından) dönülmesini güzel görürlerdi.”
3)- “Ölülerinize “Lâ İlâhe İllellâh” ı telkîn ediniz” hadisidir. El- Muhib et- Taberî İbnu’l Hümam, eş-Şevkânî ve diğerleri “Mevtakum” lafzı ölüler hakkında bir nass/hükümdür.” demişlerdir. Bunun muhtezar ölüye yorulması ise mecazdır. Ona da ancak karîne ile dönülebilir. Bunun hakiki manasından Mecazî manaya çev(rilmesini gerekt)irecek bir karine de yoktur. O halde, şayet onlara (Muhtezar ölülere) sınırlandırılmazsa, bunun şumûlü ( yani hem muhtezar /mecazî ölüleri, hem de ruhunun kabzedilmesi ile hakîki ölmüş olanları kapsaması) en güzel olandır.
4)- Müslim ve diğerleri rivayet etmişlerdir ki; Amr ibnü Âs ehline şöyle söylemiştir: “ Beni defnettiğinizde kabrimin yanında bir devenin kesilip etinin taksîm edilebileceği miktar durunuz ta ki ben sizinle ünsiyet kurayım ve Rabbimin elçilerine ne söyleyeceğime bakayım.
Ulemanın Sözlerinden bazıları:
İbnu’l Arabî “Mesalik”’in de şöyle demiştir: Ölü kabrine girdirildiğinde, o zamanda ona telkîn verilmesi müstehabtır/güzel sayılmıştır. Ve bu Medine ehlinin, hayırlı Salihlerin fiilidir/yapmış olduğu bir şeydir. Çünkü bu Mevlâ Teâla’nın “Öğüt ver çünkü öğüt Mü’minler’e fayda verir” kavli (şerifi)ne uygundur. Ve insanın, Allah’ın hatırlatılmasına en muhtac olduğu an meleklerin sual sormuş olduğu (o) andır.
Ve İmam en- Nevevî şöyle demiştir: “Defn’den sonra ölünün telkînine gelince; bizim ashabımızdan birçokları bunun müstehab olduğuna hükmetmiştir. Müstehab olduğuna hükmedenlerden bir kısmı el Kazî Hüseyn, el-Mütevellî, el Makdisî ve er- Rafi’i dir.”
Yine, İbnu Abidîn(Reddu’l Muhtâr Ale’d Durr’il Muhtar isimli) haşiyesinde, ez-Zeylaî, ibnü Kudame ve özellikle müteehhirîn Fukahâ’ nın cumhuru, telkînin caiz olduğuna hükmedenlerdendir.
ÖMER FARUK KORKMAZ
——————————————
Bu makale, günümüzde birtakım çokbilmişlerin olur olmaz her şeye gözü kapalı “bid’at, mekruh, haram veya daha da öte “şirk” damgalarını vurmaları ve bu sebeble İslâm’a, yine nasslar ışığında ictihaden derc edilmiş olup bir nev’i Telakki bi’l, kabûl, maslahat veya ictihad gibi Usulu’l Fıkh’ın –doğal olarak İslâm’ın- dallarını teşkil eden delillere mutabık istinbat edilmiş olan hükümlerdeki bu mukâberelerinden vaz geçmelerine davet maksadı ile yazılmış Muasır alimlerden Yusuf Hattar Muhammed hocanın El Mevsuatu’l Yûsufiyye fi beyani edilleti’s Sûfiyye isimli kitabındaki Telkînu’l Meyyiti be’de’d defn isimli makalesinin tercümesidir.
et-Telhîs s. 242-243, İmam en- Nevevi El- Mecmu’ 243, Taberani (el-Mu’cemu’l) Kebir de rivayet etmiştir.(7979), Heysemi Mecme’u’z Zevaid (4248), ez-Ziya’ da “Ahkâm” ın da bunun sahih olduğunu söylemiştir.
et-Telhîs s. 243 c.5 İmam en- Nevevî El- Mecmu’… “Şu hadis’de Takrîrî Mevkûf bir hadis olması hasebiyle Sahabe (Rıdvanullahi Teâla Aleyhim ecme’in) nin bir Süküt-i İcma’ı kabilindendir.”Mütercim
Müslim 916, Ebu Dâvud 3117, en- Nesaî (5/4)
Canı daha çıkmamış, ölüm döşeğinde bulunup ölüme hazır olan kimse. Mütercim
Müslim 121
ez- Zariyât 55
Mevahibu’l Celîl hamişi II/238)
el- Ezkâr s. 123
.
Allahu Teala yazışmalarda şayet şahit kadın olacaksa “iki kadın” olmasını emretmiştir. Bu gün bazı ilahiyatçı geçinen reformistler “o zaman kadınlar okuma yazma bilmiyorlardı, şimdi okuma yazma biliyorlar vs.” diyerek bu gün kadınların tek başına şahit olarak kabul edilebileceğini söylüyorlar.
Halbuki şahitliğin okuma ve yazmayla alakası yoktur. Bazen akıl ile, bazen hisler ile, bazen korku ile alakası vardır.
Bazıları da bunun kadını aşağılamak olduğunu söylüyor. Halbuki İslam bu konuda kadını korumuştur.
Hakk Dinin Batıl Yorumlarına Cevaplar adlı eserde bu iddialara şöyle cevap verilmiş:
İslam’da iki erkek veya bir erkekle iki kadının şahitlikleri geçerlidir. Çünkü asıl olan kadının şahitliğinin kabulüdür.
Allah u Teala Kur’an-ı Kerim’de: “…erkeklerinizden iki şahit getirin; eğer iki erkek şahid olmazsa şahitliklerine razı olduğunuz bir erkek ve iki kadın şahidlik eder, eğer ikisinden biri yanılırsa, diğeri (diğer kadın) ona hatırlatır. (Bakara 282) buyuruyor.
Kadınların şahitliklerinin erkeğin yarısı kabul edilmesinin hikmetlerinden bazıları, kadında daha baskın olan duygusallığın bazen aklı örtmesi ve hayatlarının daha çok dışarıda değil evde geçmesi bir de çokça dışarıya çıkmalarının önüne geçmek içindir. İki cins arasındaki vazife taksimi bunu gerektirir. Yoksa, İslam’a düşman olanların zannettiği gibi ayrımcılık ve değersizleştirme sebebiyle değildir.
Kadının heyecanını ve duygusallığını daha da arttıran hadiselere şahit olması durumunda kendisine yardımcı vererek manevi büyük mesuliyetler altında kalmaktan kurtarması; hem kadım, hem adalet, hem de toplum açısından ne büyük rahmettir.
Zinada ise ancak dört şahidin şahitliği muteberdir. Zira Allah (Celle Celaluhu) şöyle buyuruyor: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanın aleyhine sizden dört şahit talep edin.” (Nisa 15) Üç erkekle beraber iki kadının bile şahitliğinin kabulü caiz değildir, Kur’an ve sünnete muhaliftir.
Kadınların alime olmalarına, fetva vermelerine bir mani yoktur. Ancak fetva vermek ve hüküm vermek yani hâkim olmak tamamen farklı şeylerdir.
Kadın ravilerden hadis rivyaet edilebilir. Kadınlık, adalete bir eksiklik getirmez. Kadınlara Cuma ve bayram namazı farz olmadığı gibi cihad da farz değildir. Genel seferberlik olması bundan müstesnadır.
www.ihvanlar.net
Paylaş:
.
KABİR AZABI YOK MUDUR?
Üzerine yapılan tartışmaların önemli bir mesabeye koyduğu “Kabir azabı var mıdır yok mudur?” mes’elesi bir hayli tartışmalara konu olmuş ve olmakta olan bir bahistir.Bu gün hiçbir usûli metod izlemeksizin Havâssının Avamının tartıştığı bu mes’elenin hakikati bir takım mücerred hissi ve akli fikirlerle hercü merc edilmektedir. Sarf, Nahiv, Meani, Beyan, Bedî’, Usûl-i Tefsir, Usûl-i Fıkıh ilimleri gibi Müfessir olabilmenin ana temel unsurlarını teşkil eden ilimleri tecrid ederek, daha da ötesi “Sünnetsiz Kur’an” anlayışının hâdimleri bu mes’elenin tahkikinde gülünç bir duruma düşmekten kendilerini alıkoyamamaktadırlar.
Konuşulan her hangi bir kelimenin manasını anlayabilme hususunda “Nirengi noktası” diyebileceğimiz Lafzın manaya vaz’ı itibariyle, Has, Amm, Müşterek, el-Cem’ü’l Münekker, Manaya delâleti itibariyle “Zahir, Nass, Müfesser, Muhkem, Hafi, Müşkil, Mücmel, Müteşabih vs. olabilmesi gerçeğini bilmeksizin, Kur’an gibi nazmı baştan aşağıya mu’cize olan bir kitabı anladıklarına dair savundukları iddia “Kavl bir teşehhi” diyebileceğimiz mahza hevâdan konuşmaktır.
Şari’ tealanın “İnsanlara açıklaması için” inzâl ettiği Kur’an-ı Kerimin nasıl anlaşılacağı hususunda kendi görüşleri kadar Peygamgamber Aleyhisselam’ın tefsirine önem vermeyen bu gürüh-i la yüflihûn Sünnet’in “Tebyin ” yönünü göz ardı etmektedirler.
Evet, Sünnetin Kur’an üzerindeki te’sirlerinden biri de Sünnet’in Kur’an’ı “Mübeyyin” olmasıdır. Ve bu tebyin hareketi bazılarının zannettiği gibi Kur’an-a bir bedel arama çalışmasının bir parçası olmayıp, Mutarrif İbn Abdullah’ın tabiriyle “Kur’anı bizden daha iyi bilen (Peygamber) i taleb” çalışmasının ta kendisidir. İşte bu bağlamda, İmam el Evzai’nin “Kur’an Sünnete, Sünnetin Kur’an-a muhtac olmasından daha çok muhtacdır.” şeklindeki sözünün ne kadar mânidar olduğu tebeyyün etmektedir.
Esasen kabir azabının var veya yok olmasından öte, bu gün hercü merc Anaforunda ki sahibsiz mü’minlerin Kur’an ve sünnet algısının ne durumda olduğu mes’elesi daha mühimdir. Zaten bu konunun inkâr tarafının patlak verdiği noktada bu noktadır. Haber-i vâhid olan bir hadis hakkında görüşünü soran kişiye “Sen benim kiliseden çıktığımı mı gördün, yoksa üzerimde zünnar mı görüyorsun. cevabını veren İmam Şafii’nin sünnet hakkında ki bu tutumu yakalanmadan, Yahud da Abese süresi 31. ayette bulunan (??? ) kelimesinin manasını kendisine soran kişiye “Allah’ın kelamı hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem hangi gök beni gölgelendirir ve hangi yer beni üzerinde taşır.” cevabını veren Hz. Ebu Bekir (RadıyallahuAnh) ‘in Kur’an hakkında konuşmadaki şu hassasiyeti yakalanmadan ümmetin felahı gerçekleşmeyecektir.
Bu Mukadimeden sonra Kur’an-ı Kerimde Kabir azabını anlatan ayetlerin tefsiri, Hadislerde geçen kabir azabı, ve bu konu hakkında Kelâm kitaplarında söylenenleri açıklayarak yazımızı idame edelim İnşaellah…
Kur’an-da kabir azabı:
Kabir ehlinin çoğu Kâfirler ve âsilerden müteşekkil olduğu için bu mes’eleyle alakalı yerlerde kabir azabı konu edilip kabirdeki nimetlendirme, meskütun anh bırakılmıştır. Kabir azabının münkirleri inkarlarına “Kur’anda kabir azabının geçmediğini” mesned göstermekteyseler de yukarıda da değindiğimiz gibi bu durum onların Kur’an ayetlerini anlayacak ilim ve idrakten yoksun olmalarından kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerimde kabir azabına işaret eden ayetler sırasıyla şöyledir.
I. “And olsun ki elbette biz o en büyük azaptan önce o en yakın azabtan bir kısmını muhakkak onlara tattıracağız. Ta ki onlar dönsünler.”
İbn Kesir bu ayet-i Kerimenin tefsirinde el Bera İbn Âzib, İmam Mücahid ve Ebu Ubeyde den ayette geçen “El Azabül Edna”/ En yakın azabın kabir azabı olduğunu nakl etmektedir. Hatta Mutezili ez- Zemahşeri dahi İmam Mücahid’den Edna azabın kabir azabı olduğunu nakl etmektedir. Diğer taraftan bu azap “Kıtlık, Kuraklık, Esir düşme, Öldürülme gibi kavramlar ile tefsir edilmekteysede bunu kabir azabı olamayacağını söyleyenlere delil gerekmektedir.
II. “Sabah, Akşam kendisine arz edilmek te oldukları o ateş! O (kıyamet) an (ı) meydana geleceği günde ise “Firavun hanedanını azabın en şiddetlisi (olan cehennem ateşi) ne girdirin (buyuracak).
Yine İbn Kesir bu ayetin tefsirinde Ahmed İbn-i Hanbel’den şu olayı nakl eder: Aişe (RadıyallahuAnha) Yahudi bir kadına ne zaman iyilik etse o da ona “Allah seni Kabir azabından korusun” derdi. Resulullah benim yanıma girdi. Dedim ki; “Ya Resulellah! Kıyamet gününden önce kabirde bir azap var mıdır.? “Hayır. Bunu nerden duydun.” buyurunca ben de: “Bu Yahudi kadın! Ne zaman ona bir iyilik yapsak “Allah seni Kabir azabından korusun” diyor. Resulullah’da “Yahudi yalan söyledi. Onlar Allah’a en çok iftira edenlerdir. Kıyamet günü dışında hiçbir azap yoktur.”Buyurdu. Sonra Allah’ın beklemesini murad ettiği belli bir miktar bekledikten sonra bir gün, günün ortasında elbisesine sarılı ve gözleri kıpkırmızı bir şekilde insanların yanına çıkıp şöyle nida etti. “Ey İnsanlar! Kabir karanlık gecenin yıldızları gibidir. Şayet siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız. Ey insanlar! Kabir azabından Allah’a sığınınız. Zira Muhakkak ki kabir azabı haktır.
İmam Fahrurrazi şöyle dedi:
“Ashabımız bu ayetle kabir azabının isbatına delil getirmişlerdir. Ayet, sabah akşam o ateşin onlar (Firavun ve hanedanı) üzerine arz olunmasını gerektirmektedir. Bununla murad kıyamet günü değildir. Çünkü “O Kıyamet anı meydana geleceğinde Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine girdirin.” buyurmuştur. Bununla murad dünya da değildir. Çünkü; sabah akşam ateşin onlara arz olunması dünyada hasıl olmamıştır. Dolayısıyla bu arz olunmanın ölümden sonra, Kıyametten önce olacağı sabit olmuştur. Bu da, bunlar hakkında kabir azabının isbatı üzerine delâlet eder. Onlar hakkında sabit olunca, onların gayrısı hakkında da sabit olur. Çünkü farkı söyleyen kimse yoktur.
[İtiraz]:
Şayet şöyle denirse ateşin sabah akşam onlar üzerine arz olunmasından maksat dünyada bir takım nasihatlerin onlara arz olunması neden olmasın? Çünkü din ehli terğib ve terhib ile onlara vaaz edip Allah’ın azabıyla onları korkuttuklarında muhakkak ki o ateşi onlar
üzerine arz etmiş oluyorlardı. Sonra biz şöyle deriz: “Bu ayette kabir azabına haml olunmasına mani olacak şeyler vardır ki bunun beyanı iki vecihledir.
Bir: (Bu ayet kabir azabına yorulursa) bu azabın hiç kesilmeksizin daimi olan bir azap olması gerekir. Ve “Sabah- akşam ona arz olunurlar” cümlesi de azabın sadece bu iki vakitte meydana gelmesini gerektirir. Dolayısıyla bu ayetin kabir azabına haml olunamayacağı ortaya çıkmıştır.
İki: Sabah ve akşam ancak dünyada hasıl olurlar. Kabirde bunlar yoktur. İşte bu iki vecihle bu ayetin kabir azabına haml olunmasının mümkin olmadığı ortaya çıkmıştır.
[Cevap]:
Birinci sualin cevabı (şöyledir) : Muhakkak ki dünyada, ateş işini hatırlatan kelimeler onlar üzerine arz olunmuştur. Yoksa ateşin bizzat kendisi değil. Dolayısıyla onların (Münkirlerin) bu sözü üzerine ayetin manası “ Ateş işini hatırlatan kelimeler onlar üzerine arz olunmaktaydı.” şeklinde olmaya intikal eder ki; bu da lafzın zahirini bırakıp mecaza dönmeyi gerektirir.
“Bu ayet, azabın bu iki vakitte (Sabah-Akşam) meydana gelmesini gerektirir ki; bu da caiz değildir” sözüne gelince: Deriz ki; Kabirde ona bu iki vakitte o azabın ulaştırılması sonra kıyametin kopması anında Cehennem’e atılıp bundan sonra azabının devam etmesi niçin caiz olmasın? Aynı şekilde Sabah ve akşam tabirlerinin “devam” dan kinaye olarak zikrolunması da mümteni’ değildir/ olabilir. Mevlâ’nın, Onlar içün orada rızıkları da sabah akşam mevcuddur. kavl-i şerifi gibi.
“Kabir ve kıyamette “Sabah-Akşam” yoktur” sözüne gelince deriz ki: “Dünya ehli içün bu iki vakit meydana gelince o azab onlar üzerine arz olunur” denilmesi niçin caiz olmasın?
III. “Gerçekten de onlara iki defa azab edeceğiz”
Bu ayette geçen iki azabın ne olduğu hususunda farklı görüşler beyan edilmiştir. El-Kelbî ve es-Süddî buyurdular ki “Efendimiz Aleyhissalatü vesselam Cumua günü hutbe irad etti ve “Çık ya Fülan! Zira sen münafıksın. Çık ey Fülan! Çünkü sen münafıksın” buyurarak bir takım insanları mescidden çıkardı ve onları rezil etti. İşte (onlara yapılan) birinci azab bu olup ikinci azab ise “Kabir azabı”dır. İmam-ı Mücahid “Birinci azab “Ölüm ve esir düşmektir” deyip ikinci azabın “Kabir azabı” olduğunu söylemiştir. İmam Katade “Birinci azabın “Dünya’da musibet ve felaket” olduğunu söyleyip ikinci azabın keza “Kabir azabı” olduğunu söylemiştir. İbn Zeyd, birinci azabın “Dünya hayatında malları ve evlatları hususunda ki musibetler olduğunu söyleyip, ikinci azabın keza “Kabir azabı” olduğunu söylemiştir. İbn Abbas (Radıyallahu Anh) birinci azabın hadlerin onlar üzerine ikame edilmesi olduğunu söyleyip ikinci azabın “Kabir azabı” olduğunu söylemiştir.
IV. O zalim olmuş kimseler içün gerçekten bu (Ahiret azabı)ndan önce bir çok azab daha vardır.
Bu ayette söz konusu edilen Ahiret azabından önce zalim olan kimselere yapılacak bir çok azab, yine “kendilerine Dünya’da isabet eden “yedi sene kıtlık, Bedir günü ve Fetih günü başlarına gelen zillet ve de “Kabir azabı olarak tefsir edilmiştir.Allâme Alûsî, ayette geçen (??? ) kelimesine ( ) manası verilmesi ve ismi işaretle kasdolunan günün kıyamet olarak tefsir olunup, ism-i mevsulden de “umum” kasdolunması durumunda bu azabın “Kabir azabı veya Dünya musibetleri olacağını söylemektedir.
Hadislerde kabir azabı :
Kabir azabının mevcudiyetine dair belki lafzı ile tevatür seviyesine çıkmış hadis bulunmasa da, bu konuda varid olan gerek merfu’, Mevkûf ve gerekse Maktu’ rivayetlerin kesişmiş olduğu nokta “kabirde azabın var olduğudur. Bu konuda varid olan rivayetler tabii ki bizim burada zikredeceklerimiz ile asla münhasır değildir. Lakin bu rivayetlerin içerisinde sübütu ve delâleti kat’î rivayetlerin bulunması mes’eleyi kolaylaştırmalıdır. Kabir azabı hakkında rivayet edilen rivayetlerin bir kısmı şunlardır.
1. Esmâ binti Ebi Bekir’den rivayet olundu ki; “Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Selem) bir hutbe irad etti ve kişinin kabirde karşılaşacağı azabtan bahsetti. Ve bunu zikredince Müslümanlar çokça feryad etti”.
2. Musa İbn Ukbe, Halid ibn Said ibn Asi’nin kızından nakletmiştir ki o “Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’in kabir azabından (Allah Teâlâ’ya)sığındığını işitmiştir”.
3. Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) den rivayet edilmiştir ki; Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Selem) şöyle dua ederdi; Ey Allah! Mesih Deccal’in fitnesinden, Ölümün ve hayatın fitnesinden, Cehennem azabından ve Kabir azabından sana sığınırım.
4. İbn Abbas (Radıyallahu Anh) dan rivayet olunmuştur ki; Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem) iki kabre uğradı ve şöyle buyurdu: Muhakkak bu ikisi azab olunuyorlar. Büyük bir şeyden (günahtan) dolayı değil. Bunlardan birisi söz gezdirirdi. Diğeri ise bevlinden sakınmazdı. (Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) şöyle dedi): Sonra (Nebi (Salallahu aleyhi ve Selem) yaş bir odun parçası alıp onu ikiye böldü. Sonra her birisini iki kabrin üzerine koyup şöyle buyurdu: “Bunlar/ bu yaş odun parçaları kurumadığı müddetçe onların azabının hafifletilmesi umulur.
5. Aişe (Radıyallahu Anha) den rivayet edilmiştir ki; Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem) namazda “Ey Allah! Kabir azabından sana sığınırım” diye dua ederdi.
6. Aişe (Radıyallahu Anh) den ve Ğundur (Rahimehullah)’ın ziyadesiyle rivayet edilen hadis-i şerifte Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem) “Kabir azabı haktır” buyurmuştur.
Buraya kadar zikrettiğimiz rivayetler, İslâm’da bütün bir ümmet tarafından Kur’an’dan sonra birinci kaynak olarak telakki edilmiş olan Buharî’nin “el-Cami’u’s Sahih” indeki bu konuyla ilgili bir kısım rivayetlerdir. Ta ki İmamu’l Harameyn (el-Cüveynî) bu konuda şöyle demiştir: “Şayet bir insan Buhari ve Müslim de bulunup onların sahih olduğuna hükmettiği bir hadis-i şerif’in Efendimiz’in sözü olduğuna dair hanımının talakına yemin etse, ona talak’ı gerekli görmem” Bu sözden sonra birkaç şazz kesimin çıkıp bunun üzerine söz söylemesinin mü’minler katında hiç değeri yoktur, olmamalıdır da…
7. İbn Ebi Şeybe, Buhari ve Müslim’in Hazreti Aişe (Radıyallahu Anh)den rivayet ettiği hadis-i şerifte Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Selem) şöyle buyurdu:
Muhakkak ki kabir ehli kabirlerinde hayvanların duyacağı bir azab olunmak ile azab olunmaktadırlar.
8. Ahmed İbn Hanbel ve el-Bezzâr’ın Câbir (Radıyallahu Anh)’ den rivayet ettiği hadis-i şerifte “Efendimiz Beni Neccâr’a aid bir hurma tarlasına girdi ve cahiliye döneminde ölmüş olan Neccar oğullarından bir takım adamların seslerini işitti ki onlar kabirlerinde azab olunuyorlar.Korkulu bir biçimde çıkıp Ashabına kabir azabından (Allah Teâlâ’ya) sığınmalarını emretti.
9. Beyhakî’nin Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’ den rivayetinde; Efendimiz Aleyhissalatü vesselam “Kabir azabı üç şeyden dolayıdır; Gıybet, söz gezdirme ve Bevl… Bunlardan sakınınız” buyurmuştur.
10. İbn Ebî Şeybe ve İbn Ebi’d Dünya’ nın Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den naklettiği hadis-i şerifte Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem) “Bevl’den sakınınız! Zira kabir azabının çoğu ondan dolayıdır” buyurmuştur.
Kelam kitablarında “Kabir azabı”
Kelam ilminde “Kabir azabı” konusunu “Mu’tezile, Cehmiyye, Neccâriyye, fırkaları inkar etmişlerdir. Bunlar, aklen kabir azabının mümkün olmadığını söylemektedirlar. Çünkü kabirde azab olacaksa ya ruh olmaksızın bedene olacaktır ki; bu muhaldir. Veya da bedene ruh iade edilip öyle öyle azab olunacaktır ki budurumda da böyle bir beden ikinci bir ölüme muhtac olacaktır. Bu da muhaldir. Zira Allah teala her nefsin bir kez ölümü tadacağını bildirmektedir.
Aklı Nakle tercih eden bu fırkalar işte böyle bir takım vesveseler ile konu hakkında varid olan onca hadisleri bertaraf edebilmekte ve Peygamber Aleyhisselam’ın “var” dediği yerde “yok” diyebilmektedirler. Halbuki şu vesvesenin def’i yine mümkündür.Malumdur ki; uyuyan bir kişinin ruhu çıkar ve cesedine bitişik olur. Bu halde dahi uyuyan kimse üzüntü duyar. Hatta bazen uykuda konuşur. Çünkü onun ruhu cesedine bitişiktir. Uyku ölümün kardeşidir. Dolayısıyla ölümden sonra da üzüntü veya rahatlığı hissetmesi mümkündür.
Bu konunun en önemli yönlerinden biri de isbâti yönünün Ulema tarafından “telakki bi’l kabulü”dür. Zira “telakki bil kabul isnaddan üstündür” denilmiştir. Tabiinden günümüze bir çok müctehid, mütekellim, müfessir kabir azabının mevcudiyetini söylemişlerdir. Buna delil olarak bir kısmını zikretmek gerekirse; İmam-ı A’zam Ebu Hanife “el Fıkhu’l Ekber” inde , İmam Ebu Mansur el-Maturîdî “Akide”sinde , Tacüddin es-Sübki, buna şerh mahiyetinde yazdığı “es-Seyfu’l Meşhur” unda , İmam Ebu’l Hasen el-Eş’arî “el-İbâne” sinde , İmam Tahavi “el-Akîdetü’t Tahaviyye” sinde ,İmam el-Bâberti “Şerhu’l Akideti’t Tahaviyye” sinde , Abdü’lgani el-Ğuneymî “Şerhu’l Akideti’tTahaviyye” sinde ,Ebu’l Muin en-Nesefi “Bahru’l Kelam”’ı ve “Tabsıratu’l Edille” sinde , İmam es-Suyûti, “Şerhu’s Sudûr” unda ve “el-Budûru’s Safire” sinde, İbn Kayyimi’l Cevziyye “Kitabu’r Ruh” unda , İmam el-Kurtûbî “et-Tezkire” sinde, İbn Receb el-Hanbeli “Ehvâlu’l Kubûr” unda, Ali bin Osman el-Ûşî “Bed’ul Emali” metninde , Ali el-Kâri “Dav’u’l Me’âlî” sinde, Muhammed İbn Süleymen el- Halebî, “Nuhbetu’l Leâlî” sinde , İbn Hümam “el-Müsayere” sinde , Kemalü’ddin Muhammed “el-Müsamere” sinde , Kasım bin Kutluboğa, “”Müsayere” üzerine “Haşiye” sinde , Allâme Taftazanî, “Şerhu’l Akâid” inde , Muhammed Abdülaziz el Ferhârî, Şerhu’l Akaid şerhi “en-Nibrâs” da, Sırrı Giridi, “Nakdü’l Kelâm” ında Seyyid Sâbık “el Akâidu’l İslâmiyye” sinde her birerleri kabir azabının var olduğunu söylemişlerdir.
Hatime:
Hiçbir Mü’min, Nebi, (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in “Onlar bizim topluluktandırlar ve bizim gibi konuşurlar” diye haber verdiği fırak-ı dalle’nin görüşlerinin hamisi ve müdafii olmamalıdır. Ve bu insanların süslü bir kağıt parçasıyla ambalajlanmış zehir mesabesinde ki sözlerine kanmamalıdır. Şu kadar Ayet, Hadis ve bir kısmının müctehid dahi olduğu ulema’nın sözlerinden sarf-ı nazar ederek, sırf kendi heva ve akıllarına uymadığı için böyle hakikatleri cehalete boğduran canileri dinlememelidir. Sözüm ona birilerinin bu konu hakkında bir takım nakil hainlikleri ve cehalet tabloları ile dolu kitab diye ortaya çıkardıkları paçavraları okumak bir kenara, bunları eline dahi almaktan istinkaf etmelidir. Ve bu cühela ile ilim sahibleri, hasbe’l kader cihad etmeli, ilim sahibi olmayanlar da gerektiği yerde kaba kuvvetle dahi olsa hamiyyet-i islâmiyye ve gayret-i imaniyeleri gereği İslâm’ın bu hakikatlerini müdafaa etmelidir.
Yaşamış olduğumuz kaostan kurtarabilmenin bir yolu da bu sapmış gürûh’un doğrularının dahi alınmamasından geçmektedir. Güya birtakım fayda ce hakikatleri insanlara sunma adına “Doğru bildiğimiz yanlışlar” sloganıyla ortaya çıkıp, medyanın kendisine sağlamış olduğu imkanla şarlatanlık yapmayı âdet haline getirmiş bu yüzsüzler bir şeyleri verme uğruna mü’minlerin çok şeylerini almışlardır. Bu durum da bir ata sözü olan ? ?? / “Bir şey buldun ama çok şey kaybettin” sözünü akla getirmektedir. Her hangi bir kimse, Namaz namaz gibi bedeni olan bir ibadetin ruku’ ve secdesini tam yapmaması sebebi ile namaz hırsızı sayılıyor ve hırsızların en kötüsü addediliyorsa, ya milletin mü’minlerin akidesini bozmak suretiyle mü’minleri idlal etmeyi görev addeden şu aşufteler ne olarak anılmalıdırlar. Doğrusu bu da merak konusudur.
Eslafımızı, eserlerini ve görüşlerini “geride kalmış bir takım muhayyelat” olarak gören ve onları tenkid edenler, yine mazideki uç görüşleriyle ? ? / muhalif ol ki tanınasın kaidesince görüşlerini Kur’an’a tercih eden “sapmışlar kervanı” diyebileceğimiz fırak-ı dalle nin mensubları olan “bilge” leri taklitten yahud onların avukatlığını yapmaktan gayrı ortaya somut bir şey koyamamışlardır.
Bu konuda günümüz Müslümanları doğal afetlerden tedbir aldıkları gibi, ondan kat kat daha tehlike arz eden “Akide tufanı” yahud “Dalalet patlaması” diye niteleyebileceğimiz şu manevi erozyon karşısında mutlaka, ama mutlaka önemli tedbirler almalıdırlar. Ve hatta buna mecburdurlar. Vesselam…
ÖMER FARUK KORKMAZ
——————————————
Celaleddin es- Suyûtî, et- Tahbir fi ilmi’t tefsîr, Daru’l kütübi’l ilmiye Baskı.1 S.152
Bu konunun tafsilatı için bkz. Usûlu’ş Şâşi S.15-29, Usulu’l Fıkh, Abdülvehhab Hallaf S.125-170
Kur’an, en-Nahl 44
Şatıbî, el-Muvafakat 4/26 es-Sünne ve Mekânetuha fi’t teşri’il İslâmî Mustafa es-Sıbâî S.422 Daru’l Verrak 1423 Baskı. 3 Beyrut/Lübnan
Es-Sıbâî, a.g.e. S.423
Hristiyanların bir dini alâmet olarak beline taktıkları kemer
Nazratun âbira, Muhammed Zahid el Kevseri S.13
Es-Suyûtî, a.g.e. S.92
Sırrı Giridi, Nakdü’l Kelâm fi akaidi’l İslâm, S.239
Kur’an, es-Secde 21
İbn Kesir, Tefsiru’l Kur’ani’l Azim, 6/369, Benzer rivayet için bakınız Şihabu’ddin el-Alûsî, Ruhu’l Meânî 12/204 Daru’l Fikr Beyrut
Kur’an el-Mü’min 46
İbn Kesir, a.g.e.
Kur’an, Meryem 62
Et-Tefsiru’l Kebîr, Fahru’ddin er-Râzî 9/5805-5806 D.Fikr Baskı.1, 1426 Beyrut/Lübnan
Kur’an, et-Tevbe 101
Tefsîru’l Mazharî, Muhammed Senâullah el- Mazharî, 4/266 D. İhya’ittürasi’l Arabî Baskı.1, 1425 Beyrut/Lübnan
Kur’an et-Tûr 47
Alusi,a.g.e. 15/61
Buhari, Kitabu’l Cenaiz, 86 Babu ma câe fi azabi’l kabr No: 1373
Buhari, Kitabu’l Cenaiz, 87 Babu’t taavvüz min azabi’l kabr No:1376
Buhari, Kitabu’l Cenaiz, 87 No: 1377
Buhari, Kitabu’l Cenaiz 88 Babu azabil kabr mine’l ğîbeti ve’l bevl, No:1378
Buharî, Kitabu’l Ezan Babu’d dua kable’s Selam No: 832
Buhari, Kitabu’l Cenaiz, Babu ma câe fi azabi’l kabr No: 1372
Şerhu’l Menzumeti’l Beyqûniyye, Abdullah Siracuddin S.50
İbn Ebî Şeybe 3/373, Buhari 11/174 ed-Daavat Babu’t taavvuz min azabi’l kabr, Şerhu’s Sudûr Celâlüddin es-Suyûtî Daru İbn Kesir Baskı 4, 1425 Dimeşk/ Beyrut S.223
El-Bezzâr Keşfu’l Estâr 1/412, Şerhu’s Sudûr, a.y.
Beyhakî, İsbâtü azabi’l kabr No 261, Şerhu’s Sudûr S.225
Darekutnî 1/127, Burada saydığımız ve daha bir çok rivayet için bk. Şerhu’s Sudûr S.222- 248
Kur’an, Al-i İmran 185, ed-Duhan 56 , Ebu’l Muin en-Nesefi,Bahru’l Kelâm M. Dari’l Farfur B.2 S.249
Bahru’l Kelam, S.252
El Fıkhu’l Ekber (Ebu’l Münteha şerhiyle beraber) S.48
Akidetü Ebi Mansûr, (es-Seyfu’l meşhur ile birlikte), Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 2000 S.50
Tacüddin es-Sübkî, Es-Seyful Meşhûr fi akideti Ebi Mansur a.y.
Ebu’l Hasen el-Eş’arî, el-İbâne an Usûli’d diyane Daru’n Nefâis Baskı.1 1414 S.163-164
Tahavi, el-Akidetü’t Tahaviyye (Abdülgani el Ğuneymi şerhiyle birlikte) D. Beyruti-D. İbn Abdi’l Hadi, B.1 1425, S.133
Baberti, Şerhu’l Akideti’t Tahaviyye, Daru’l Beyruti, Baskı. 1 1430 S.115
Abdü’l Ğani el-Ğuneymi, Şerhu’l Akide et Tahaviyye, D. Beyruti-D. İbn Abdi’l Hadi, B.1 1425, S.133
Ebu’l Muin en-Nesefi “Bahru’l Kelam” S.249-253
Ebu’l Muin en-Nesefi, Tabsıratu’l Edille D.İ.B, S.364-367
Celalu’ddin es-Suyûti, Şerhu’s Sudur S.222-248
İbn Kayyimi’l Cevziyye, Kitabu’r Ruh, S.58
Ai bin Osman el-Ûşî, Emâli metni 52. beyit
Ali el-Kâri “Dav’u’l Me’âlî fi şerhi bedi’l Emalî S.38
Muhammed İbn Süleymen el- Halebî, Nuhbetu’l Leâlî İhlas Vakfı Yayınları, S.118
İbn Hümam ,el-Müsayere (Müsamere ile birlikte) D.K.İ., Baskı.1, 1423 S.223 vd.
Kemalü’ddin Muhammed, el-Müsamere a.y.
Kasım bin Kutluboğa, Haşiye alâ Müsayere, a.y.
Sa’düddin et-Taftazânî, Şerhu’l Akâid, Asitâne Kitabevi S.158 vd.
Sırrı Giridi, Nakdü’l Kelâm fi akaidi’l İslâm, Dersaadet 1310 S.239-240
Seyyid Sâbık, el Akâidu’l İslâmiyye, Daru’l Kitabi’l Arabi S.237 vd.
.
Özellikle bazı heyecanlı tipler sık sık “Mezhebler bid’attir, sonradan ortaya çıkmış türedi kurumlardır. Resulullah (a.s) zamanında yoktu” şarkısını söylerler. Bu söyleme göre sahabe toplumunda herkes kendisi Kitab ve Sünnetten hüküm çıkarıyor, kimse kimseyi taklid etmiyor. Dolayısıyla imam da, onu takip eden de yoktu. Yani tüm sahabe müctehid idi. Bu söylemleri özellikle ilahiyat fakültelerinde hatta hazırlık sınıflarında çokça dile getirirler ve her talebenin bizzat ictihad etmesini vurgularlar. Bu yaldızlı sinsi sözler genç kesime çok da hoş geliyor. Kıraat ve ilmihal öğretimi seviyesindeki genç bunları duyunca heyecanla kendisini müctehid görmeye başlıyor. Durumu sahabe toplumuna götürerek bu söylem ne derece doğruymuş test edelim:
Yukarıdaki iddiaya göre on binlerce hatta yüzbinleri aşkın sahabenin tamamı müctehid idi, içlerinde hiç mukallid yoktu. Halbuki bu iddianın sahabe toplumuna uyan hiçbir tarafı yoktur. Herşeyden önce ALLAH Hz. Adem’den bu yana tüm ferdleri müctehid olan bir toplum yaratmamıştır. Tüm ferdleri aynı derecede olan bir toplum eşyanın tabiatına terstir. Bunu belirttikten sonra gelelim sahabe toplumundaki duruma: Sahabe toplumunun nüfusu ne kadardı? Veda hutbesini baz alarak bir tahminde bulunalım: Veda hutbesinde bulunanlar için 100 ila 140 bin tahminleri vardır. Merhum Muhammed Hamidullah’ın nakline göre Veda haccına katılmayanlar katılanlardan daha fazlaydı. Buna göre nüfusu 250 ila 300 bin arasında tahmin edelim. Peki bu nüfusun ne kadarı ictihad etmiştir? Kaynaklar sahabe fukahasını ilk elde 7 kişi olarak sayar: Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Aişe, 3 Abdullah (İbn Mes’ûd,İbn Abbas,İbn Ömer) ve Zeyd b. Sabit. Ömründe tek ictihad bile olsa tüm ictihadda bulunan sahabe sayısı 20 tanesi hanımlardan olmak üzere 162’dir. Geri tarafı bu müctehidleri taklid etmişlerdir. Bu rakamlara göre sahabe toplumunda ictihad eden sahabe oranı yuvarlak hesap 1750 kişide 1 kişidir. Hatta adı geçen 7 kişiyi esas alırsak 40 binde 1 kişi civarında olur. Büyük çoğunluk teşkil eden sahabe bu az sayıdaki sahabe fakihlerinden soruyor ve onların dedikleriyle amel ediyorlardı. Demek ki sahabe toplumunda da imam/müctehid ve mukallid, ictihad ve çok büyük oranda taklid varmış.
Kimileri de “Ben şu kadar bin hadis biliyorum, kendim ictihad ederim” diyor. Bu kişiler şunu bilsinler ki hadis bilmek başka, ictihad etmek başka şeydir. Sahabenin hadiste 1 numarası Hz. Ebu Hureyre’dir ama Ebu Hureyre fıkıhta sonlarda yer alır. Hz. Ömer’den çok az hadis gelmiştir ama Hz. Ömer fıkıhta 1 numara arasındadır. İddia doğru olsaydı Ebu Hureyre fıkıhta da 1 numara olur, Hz. Ömer ise fıkıhta 1 numara olmazdı. Veda hutbesinde Peygamber Ef. (a.s) “Burada olanlar, olmayanlara (bu sözleri) duyursun. Muhtemeldir ki burada olmayanlar, olanlardan daha iyi anlamış olabilir” buyurmuştur. Bu söz çok açık ifade ediyor ki hadis ravisi hadisin ahkam yönünü müctehid kadar anlamamış olabilir. Öyleyse çok hadis bilmek çok ictihad etmeyi gerektirmemektedir. Buna sahabe toplumu şahiddir.
Şunu da ekleyelim: Sahabe hadisçileri (ravileri), sahabe fakihlerinin yaklaşık 10 katı daha fazladır. Yani sahabe toplumunda 1 fakihe karşı 10 hadisçi vardır. Bütün bunlar, sahabe toplumunda büyük oranda taklidin olduğunu hem de çok hadis bilmenin ictihad edebilmek olmadığını çok açık ifade etmektedir.
Son olarak: İctihad ve cihad İslam’ı ne kadar korudu ise taklid de o kadar korumuştur. Bilgisi olmayanın, İslam hakkında konuşmaması, bilene tabi olması İslam’ın fitnelerden korunması konusunda zarurettir. Alimlere ve mezheplere her kim düşmanlık yapıyorsa bilin ki onlar İslam’ı bozmak isteyenlere zemin hazırlıyorlar. Dua ve selam ile.
Vahdet Gazetesi
.
Bugün 1 ziyaretçi (13 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
AKAİD İHVANAR 7
Yüce Allah buyuruyor:
O söz başlarına gelince (yaklaşınca), onlara yerden bir “Dâbbe” çıkarırız da O, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler. (Neml – 82)
Âyet-i kerîmenin aslındaki “tükellimun” kelimesi şeddeli lam ile tef’il bâbından olup kesret için olduğundan, Dâbbet’ül-ard denilen varlık insanlarla açıkça konuşacak demektir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de, “on alâmet çıkmadan kıyâmet kopmaz” buyuruyor ve bu on alâmetten birinin dâbbet’ül-ard olduğunu bildiriyor. (Müslim – Tirmizî – Ebû Dâvûd – Nesâî)
Dâbbet’ül-ard nedir?
Dâbbet’ül-ard birleşik bir kelime olup dâbbe, yürüyen, hareket eden canlı varlık, ard da yer demektir. Kıyâmete yakın ortaya çıkacak olan Dâbbet’ül-ard, uzaydan ya da başka gezegenlerden gelmeyip yerden çıkacağı için yer dâbbesi anlamında ona dilbbet’ül-ard denilmiştir.
Dâbbet’ül-ard, fiziksel açıdan nasıl bir varlık olacak?
Dâbbet’ül-ard’ın fiziksel açıdan nasıl bir varlık olacağı kesin olarak bilinmemekle birlikte, en kuvvetli görüşe göre Kâbe’nin yakınındaki Safa Tepesi’nden çıkacağı, iri yapılı ve çok güçlü olacağı rivâyet edilmektedir.
Yüce Allah buyuruyor:
O’nun (Süleyman’ın) ölümüne hükmettiğimiz zaman, o’nun öldüğünü ancak değneği yiyen (kemiren) dâbbet’ül-ard (ağaç kurdu) gösterdi. (Sebe – 14)
Cabir bin Abdullah radıyallahu anhüma diyor ki: Biz deniz kenarında yürürken, kıyıda önümüze büyük kum tepesi gibi bir şey çıktı. Ona yaklaştığımızda bir de baktık ki, o anber denilen bir dâbbe (balık) imiş. (Müslim)
Bu iki örnekte gördüğümüz gibi küçücük ağaç kurtlarından, yaklaşık yirmi ton ağırlığındaki anber balıklarına kadar, yürüyen, hareket eden bütün canlı varlıklara dâbbe denildiği gibi, insanlara da dâbbe denir. Çünkü insanlar da yürüyen ve hareket eden canlı varlıklar kapsamındadır.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Dâbbet’ül-ard çıktığı zaman, yanında Süleyman (Aleyhisselam) ın yüzüğü ile Mûsa (Aleyhisselam) ın âsası olacak. Âsa ile mü’minlerin iki gözü arasına (hafifçe) vuracak, yüzleri nur gibi bembeyaz olacak. Kâfirlerin burnuna yüzükle (sertçe) vuracak, onların da yüzleri kapkara olacak. (Tirmizî)
Dâbbet’ül-ard elindeki Hz. Mûsa’nın âsası ile mü’minlerin iki gözü arasına hafifçe vururken, işte bu mü’min diyecek ve îman alâmeti olarak mü’minlerin yüzü nur gibi bembeyaz olacak. Kâfirlerin burnuna da Hz. Süleyman’ın yüzüğü ile sertçe vururken, işte bu kâfir diyecek ve küfür alâmeti olarak onların yüzü de kapkara kömür gibi olacak.
Güneşin batıdan doğması ve Dâbbet’ül-ard’ın çıkması!
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Kıyâmetin öncü alâmetlerinden biri de güneşin batıdan doğması ve dâbbet’ül-ard’ın çıkmasıdır. Hangisi önce olursa, diğeri de hemen onun peşinden olacaktır. (Müslim)
Güneşin batıdan doğması ile Tevbe Kapısı kapanacağı ve Dâbbet’ülard’ın çıkması ile mü’minlerle kâfirlerin yüzleri işaretleneceği için bu iki olay kıyâmetin en büyük ve en açık alâmeti olacak ve ondan sonra hiç kimsenin tevbesi ve îmanı kabul edilmeyecek.
Bir uyarı!
Kıyâmetin alâmetleri ile ilgili âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler gaybî (gizlilik) kapsamında olduğundan ve gerçek anlamları ancak vakti gelince meydana çıkacağından, Dabbet’ül-ard denilen varlığın hak ve gerçek olduğuna ve kıyâmete yakın ortaya çıkacağına inanalım, îman edelim.
Ancak bazılarının “bu dabbetul arzdır” veya “dabbetul arz şuydu, geldi geçti” gibi iddialarına kulak asmayalım. Veya bazılarının yaptığı gibi tevillere gitmeyelim. Dabbetul arzın haber verilen özelliklerini bilelim yeter. Kim olduğunu araştırmak veya beklemek görevimiz değildir.
www.ihvanlar.net
Paylaş:
.
Kimi zaman çürük ve zayıf fikirleri kabul ettirmek güçlü şahsiyetler üzerinden gerçekleştirilir. Bu kolay olur. Burada da inanç mühendisliği devreye girer. Tabir caizse mesele veya tez, itibarlı şahıslar üzerinden pazarlanır. Bundan dolayı İslam tarihinde des/medsus diye bir tabir türemiştir. Nasıl intihal ve ilim hırsızlığı varsa bunun tersi de caridir. Bu da, muteber adamlara taşımadıkları fikirleri veya görüşleri bühtanla nispet etmektir. Mesnevi’nin yedinci cildiyle ilgili değerlendirmeler böyledir. Keza Abdulvahhab Şarani müstensihlerin kendi kitaplarına katma ve karıştırma (des) yaptıklarını ileri sürmüştür. Tam da bu noktada, kaderin inkârı meselesi veya Kaderiye anlayışı muteber bir isim olan Hasan Basri üzerinden ispatlanmaya çalışılmıştır. Kader münkirleri ya da Kaderiye mensupları veya erken Mutezile diyebileceğimiz gruplar bu fikri tutturmak için bir doktrin mühendisliğiyle birlikte kendi fikirlerini veya tezlerini ispata çalışmışlardır. İki grup Hasan Basri ismini kullanmıştır. Bunlardan birisi Kaderiye mensupları olup kendi fikirlerini ve tezlerini güçlendirmek için Hasan Basri’yi Kaderiye ekolüne nispet etmişlerdir. Bir diğer grup ise Hasan Basri’den nefret eden gruptur ve bunlar da Hasan Basri’yi itibarsızlaştırmak için bu yola başvurmuşlar ve büyük imamı Kaderiye’ye nispet etmişlerdir.
Bu noktada Hasan Basri’nin Abdulmelik Mervan’a kaderle ilgili bir risale yazdığı ve gönderdiği rivayet edilmiştir. Bu mesele yıllardan beri tartışılır. Bir zaman kader konusunda Hasan Basri’den bir hefve veya sekme sadır olmuştur. Bununla birlikte ulemanın söz birliğiyle Hasan Basri bu sekmesinden geri dönmüştür. Abdulmelik Mervan’a yazıldığı ileri sürülen ve kaynağı meçhul olan bu risale tamamen Kaderiye anlayışına uygun bir dille yazılmış ve kaderi nefyeden ve reddeden bir muhtevaya sahiptir. Muhtemelen bu kitabı Hasan Basri’nin meclisinden ayrılan Vasıl İbni Ata kaleme almıştır. Hasan Basri’ye nispeti yanlıştır ( Hasan İbni Yesar el Basri, Mustafa Saidü’l han, Daru’l Kalem, s: 55, Şam). Hasan el Basri söz üstadı ve mirkelam bir zattır ve bazı sözleri anlayış kıtlığı içindeki kimseler tarafından muhtemelen yanlış anlaşılmıştır. Allah’ın hallakiyetinden o kadar bahseder ki, Kaderiye mensupları onu Cebriyeye nispet ederler. Öte yandan kulun sorumluluğu ve iktisap ve kesbi üzerinde o kadar durur ki Sünniler de onu Kaderiye’ye nispet ederler. O ise Kaderiye’den beri olduğu gibi bütün bidatlerden de beridir. Tabiin’in ulularından birisidir.
Zehebi, Mizan el İtidal adlı eserinde Kaderiye konusunda Hasan Basri’nin tahkikattan geçtiğini ve suçlamalardan aklandığını yazmıştır. Bununla birlikte Emeviler idaresi altında sıkıntılı bir dönemden geçmektedir. Said İbni Cübeyr gibi Emevi idaresinden gizlenmektedir ve bazen görüşlerini açıktan ifadeden kaçınmaktadır. Sözgelimi Hazreti Ali’den duyduğu hadisleri mürsel olarak rivayet etmiş. Yani Hazreti Ali’yi zikretmeden ya da bypass ederek doğrudan Resulûllah’ın (S.A.V.) ağzından aktarmıştır. Bunu Emeviler’in hışmından çekindiği için yapmıştır.
Ehl-i Sünnet’e göre Cenab-ı Hak kâfirde küfrü yaratır ama bu rızasının hilafınadır. Meşieti ve dilemesi rızası değildir. Allah küfür, isyan ve günahı varlık olarak yaratır ama dinen ondan razı olmaz. Kaderiye ve Mutezile’ye göre insan Allah’ın kendinde yarattığı bir kudretle fiillerini yaratır. Kaderiye ve Mutezile’ye göre küfürler ve günahlar Allah’ın takdirine bağlı değildir. Yani kader yoktur. Yine Kaderiye’ye göre, Allah kulların fiillerini hudüs yani oluşum anında bilir! Peki! Kabul edelim ki, insanın fiillerinde böyle. Aynı şekilde hayvan veya bitkilerin fiillerini de önceden bilemez mi? Bilirse onların fiillerinin insanın fiillerinden farkı nedir? Sadece sorumluluk mu? Kudreti mi yetmez yoksa kula sorumluluk yüklemek için bilmemesi mi gerekir? Hâşâ öyle ise Allah yoksa kulların filleriyle körebe mi oynuyor? Tabii ki Kaderiye’nin anlayışı saçmalık. Kader meselesini Basra’da ilk ortaya atan Hasan Basri olmayıp bilakis Mabed el Cüheni’dir.
Abdullah İbni Ömer kaderi inkâr edenlerin Uhud Dağı büyüklüğünde amel etseler de makbul olmadığını ifade etmiştir. Amellerin kabulü kadere inanmaya vabestedir.Abdullah İbni Ömer babası Hazreti Ömer’den rivayet edilen Cibril hadisine atıfla kaderi ispat eder. Orada Cibril imandan sorduğunda Peygamberimiz imanın bir rüknü olarak kaderi de zikreder; kaderin, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmaya temas eder.
Hasan Basri’den şerrin Allah’tan geldiğini reddettiği rivayet edilmişse de bu sözden vazgeçtiği ve caydığı genel kabul görmüştür. Hazreti Âdem’in cennet için mi yoksa dünya için mi yaratıldığı sorulduğunda dünya için yaratıldığını ve yasak meyveden yemesinin de bu yüzden mukadder olduğunu söylemiştir. Kur’an’daki bütün ilgili ayetleri kaderin ispatı doğrultusunda yorumlamıştır. Yeni Kaderiyeciler de eskileri gibi kendi hevalarını ispat veya kaderi inkâr için Hasan Basri’yi referans veriyor ve onu ve ismini tezlerine alet etmeye ve onun saygınlığından yararlanmaya çalışıyorlar.
Mustafa Özcan – Milli Gazete
.
Allah Teala’nın sıfatları zat-ı ilahinin ne aynıdır, ne de gayrıdır. Aynı olan zat ile müttehid olması ve teaddüd-i zat lazım elir. Gayri olsa, sıfat-ı ilahinin zat-ı ilahiden ayrılması lazım gelir ki, bu durumda ya binefsihi kaim olması veya gayr ile kaim olması gerekir. Bunların hepsi de muhaldir. Bu sıfatlar, kıdem-i zamani ile kadim ve hudus-i zati ile hâdistirler.
Paylaş:
.
Cennet de cehennem de el’an mevcuttur. Ayet-i kerimelerde cennet ve cehennemden bahsedilirken mazi (geçmiş zaman) sigası ile “Üuıddet” (hazırlandı) buyrulması, onların halen mevcut olduğunu gösteren delillerden biridir. Me’va adlı cennetin Sidretü’l-Münteha’nın yanında bulunduğu, Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle (Sure-i Necm ayet 15) sabittir. Hz. Nuh’un kavmi; suda boğulduğundan onların derhal cehenneme sokulduklarını haber veren Ayet-i Kerime (Sure-i Nuh 25) cehennemin varlığını ifade etmektedir. İşte bu ve benzeri birçok Ayet-i Kerime ve Hadis-i Şerifler, cehennemin el’an mevcut bulunduğunun belgeleridir. Akaid kitapları bu hususu açık ve geniş olarak beyan etmektedir.
Bugün 1 ziyaretçi (14 klik) kişi burdaydı! |
Bu yazımızda Kıyamet alametlerini inkâr edenlere cevap vereceğiz ve delillerimizi ortaya koyacağız…
Hâşâ “Allah geleceği bilmez” diyen Abdülaziz bayındır başta olmak üzere ehli sünnete savaş açan bazı Prof.lar ve benzerleri Peygamberimizin hadis-i şeriflerinde zikrettiği kıyamet alametlerini inkâr ediyorlar ve alametin geldiğini, onun da Peygamberimiz olduğunu iddia ediyorlar. Delil olarak aldıkları ayet şu:
“Onlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesinden başka bir şey beklemiyorlar. Muhakkak onun alametleri gelmiştir (ama öğüt almıyorlar). Kıyamet kendilerine gelip çatınca öğüt almaları kendilerine ne fayda verecek?” (Muhammed suresi 18)
Ayeti Kerimede “alametleri gelmiştir” ifadesinden yola çıkarak başka bir alametin olamayacağını, “ansızın” kelimesinin de bu manayı kuvvetlendirdiğini söylemektedirler…
EL CEVAP:
Öncelikle ayeti kerime “kıyamet alametlerinin” olduğunu beyan etmektedir. Yani kıyamet alametleri inkâr edilemez bir husustur.
Ayeti kerimede “alametleri gelmiştir” denilse bile “hepsinin geldiği” beyan edilmemiş veya “daha gelmeyeceği” hususunu çıkaracağımız bir nokta da yoktur.
Ayeti kerime de belirtilen kıyamet alameti ise bazı müfessirlere göre Peygamber Efendimiz, bazı müfessirlere göre de küçük alametlerdir.
Kıyametin ansızın oluşu, takdir edilen felaketin birden gelmesidir. Bir işaret veya emare olmayacak mansında değildir. Bunun da delili şu ayeti kerimedir:
(KIYAME SURESİ)
6. “O kıyamet günü ne zaman?” diye sorar.
7,8,9,10. Gözler kamaştığı, ay karanlığa gömüldüğü, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman, o gün insan “kaçış nereye?” diyecektir.
Ayette bahsi geçen alametler gözlerin kamaşması, ayın karanlığa gömülmesi, güneşin ve ayın bir araya getirilmesi hepsi birer işarettir ve insanlar kıyametin kopacağına kanaat getirip ümidini kesecek “kaçış nereye” diye soracaklardır. Yani insanlar bazı alametlerden kıyametin kopacağını anlayacaklar ve telaş içinde kaçışsalar bile kurtuluşun olmadığını anlayacaklardır. Kıyamet işte o zaman gelip çatacak ve onları yakalayıverecektir.
Başka bir ayet bu manayı kuvvetlendirmektedir:
“Kıyametin kopacağı günde suçlular hayal kırıklığı içinde ümitsizliğe düşeceklerdir.” (Rum 12)
Bu ayetlerden kıyametin aniden, işaretsiz, emaresiz kopmayacağını, belli alametleri belirdikten ve insanların pişmanlıklarını dahi ortaya koyup ümitlerini kesecek bir vaktin olduğunu anlıyoruz.
Başka bir ayette de şöyle buyrulmaktadır:
“Şüphesiz o Kıyametin (kopacağının) bir bilgisidir. Artık onun hakkında asla şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru bir yoldur.” (Zuhruf 61)
Ehli Sünnet ulemasının İsa Aleyhisselam’ın nüzulüne kuvvetli bir delil olarak aldıkları ayette “kıyametin bir bilgisi” olduğundan bahsedilerek kıyamet alametine, işaretine, belirtisine dikkat çekilmiştir.
Dolayısıyla kıyamet alametlerinin son bulduğunu söylemek ayetler ile çelişmektir. Her zaman söylediğimiz gibi Kur’an-ı Kerimde çelişki yoktur. İnkârcı kafalarda çelişki vardır. Kıyametin alametlerini inkâr edenler Kur’an ve sünnet ile çelişmektedirler.
PEYGAMBER EFENDİMİZ HABER VERDİ
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu alametleri haber verdi. Bu konuda mütevatir (lafzi ve manevi sahihliği) olan inkar edilmesi imkansız hadis-i şerifler vardır. Onlardan bir kaçını sizinle paylaşalım:
“Ben kıyamet şöyle yakın olduğu halde gönderildim!” buyurdular ve şehadet parmağıyla orta parmağını yanyana gösterdiler. “ [Buharî, Rikak 39, Tefsir, Nâziat 1, Talak 25; Müslim, Fiten 132, (2950).]
İSA ALEYHİSSELAM’IN NÜZULÜ
Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim! Meryem oğlu İsa’nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hakim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap’tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.”
Sonra Ebu Hureyre der ki: “Dilerseniz şu ayeti okuyun. (Mealen): “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce O’nun (İsa’nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa onlar aleyhine şahitlik edecektir” (Nisa 159). [Buhârî, Büyû 102, Mezalim 31, Enbiya 49; Müslim, İman 242, (155); Ebu Davud, Melahim 14, (4324); Tirmizî, Fiten 54, (2234).]
MEHDİ’NİN ÇIKIŞI
İbnu Mes’ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah o günü uzatıp, benden bir kimseyi o günde gönderecek.”
İbnu Mes’ud: “Resulullah yahut da şöyle buyurmuştu der: “…Ehl-i beytimden birisi, ki bu zatın ismi benim ismine uyar, babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu zat, yeryüzünü, eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine- adalet ve hakkaniyetle doldurur.” [Ebu Davud, Mehdî 1, (4282); Tirmizî, Fiten 52, (2231, 2232).]
DECCAL:
Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meyi kabul et)sin. Çünkü o, tatlı soğuk sudur.” [Buhârî, Fiten 26, Enbiya 50; Müslim, Fiten 105, (2935); Ebu Davud, Melahim 14, (4315).]
ZAMANIN FİTNELER
Hazreti Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Herc atmadıkça kıyamet kopmaz!” buyurmuşlardı. (Yanındakiler):
“Herc nedir ey Allah’ın Resulü?” diye sordular.
“Öldürmek! Öldürmek!” buyurdular.” [Müslim, Fiten 18, (157).]
Hazreti Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Zaman yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.” [Tirmizî, Zühd 24, (2333).]
BÜYÜK ALAMET
Hazreti Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz.” [Buharî, Rikak 39, İstiska 27, Zekât 9; Müslim, İman 248, (157); Ebu Davud, Melahim 12, (4312).] [
YAHUDİLERİN BİLE TİREDİĞİ ALAMET
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Yahudilerle savaşacak ve onları öldüreceksiniz. Öyle ki taş dahi: “Ey Müslüman! İşte Yahudi, arkamda (saklandı), gel, öldür onu!” diyecek.” [Buharî, Cihad 94, Menakıb 25; Müslim, Fiten 79, (2921); Tirmizî, Fiten 56, (2237).]
Bizim içimizdeki Yahudi kuklaları bu alametleri inkar ede dursun İsrail’in melun başbakanlarından Menahem Begin basın toplantısı yaparken Hollanda’lı gazetecilerden birisi şu soruyu sordu:
“Efendim, İsrailoğulları’yla alakalı Hazreti Muhammed’in bir beyanatı var.Orada diyor ki:
“La tegumü-ssa’atü hatta tugatil-elyehud” Sizler yani müslümanlar, Yahudiler ile – israiloğullarıyla, kıyasıya, çok şiddetli bir savaş yapmadıkça, korkunç bir mücadele yapmadıkça kıyamet kopmayacak.Savaş öyle şiddetli olaca ki:
“Hatta yahtebie-lyehudiyye veraelhaceri veşşeceri” O savaşın şiddetinden, müslümanların savaşa hakimiyetinden bazı yahudiler bir takım ağaçların ve taşların arkasına saklanacaklar.Ancak yahudiler için bu kaçış da çare olmayacak:
“Yegulu-lhaceru veşşeceru” Yahudinin arkasına saklandığı ağaç ve taş dile gelecek, konuşmaya başlayacak ve diyecek ki:
“Ya müslim! inne veraii yehudiyye faktulhü” Ey müslüman! benim arkamda da saklanmış bir yahudi var, gel Allah için onu da öldür! diyecek.
Hollanda’lı gazeteci soruyor:”Bu konuda ne diyorsunuz, görüşünüz nedir, bu konuda ne düşünüyorsunuz?”
Menahem Begin şu cevabı veriyor:
“Ben 6 yaşındayken bizi okutmaya gelen hahamımız (yahudilerde din adamı-sinagog bekçileri) Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) bu sözünü anlattı bize.Ben bu sözü 6 yaşındayken işittim.” Gazetecilerin hayretli bakışları arasında sözlerine devam ediyor ve diyor ki;
“İşte bizde yahudiler olarak, İsrailoğulları olarak bu sözün karşısında tedbirimizi almışız, almaya devam ediyoruz. Tezgahlarımız, ajanlarımız, teşkilatlarımız, elemanlarımız öyle çalışıyoruz ki Muhammed’in (Sallallahu aleyhi ve sellem) haber verdiği bu ümmet meydana gelmesin diye her tedbiri almışız.” diyor…
Sizlere çok sade ve akıcı bir üslup ile bu delilleri sunuyoruz ki kendi inancınızı kuvvetlendirip inkârcılara da verebilecek bir cevabınız olsun. Karşınızdaki işine gelen ayeti alıp, işine gelmeyeni almayacak bir insan ise onun işine gelen Cehennem azabıdır, hiç karışmayın ona. Bizim işimiz delillerle hakikati meydana çıkartmaktır.
www.ihvanlar.net
.
Değerli Gönül Dostları! Bu gün birçok Prof. etiketli adamlar tevhid ve şirkten dem vurmaya, Müslümanları şirkle, putçulukla suçlamaya başladı. Ama ne yazık kı daha putçuluğun ne demek olduğundan haberleri yok. Din adına şirk dedikleri şeyin Kur’an-ı Kerimde çok açık bir şekilde zikredildiğinden bile haberleri yok… Maalesef böyle cehalet söz konusu. Cahillerin din adına ahkam kestiği bir dönemdeyiz…
ŞİRKİN NE OLDUĞUNU BİLMEZLER
Şimdi bu tip insanlar kalkar ve Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in mubarek sakal-ı şerifiyle ve eşyaları ile bereketlenmenin şirk, putçuluk olduğunu iddia ederler.
Peygamberimizin sakalına hürmet, tazim ve bereketlenmek şirkmiş!
Dediğimiz gibi daha şirkin manasını bilmiyorlar…
Şirk, Allahu Teala’ya ortak koşmak, O’nun adına yapılan veya ayrı olarak yapılmış herhangi bir puta tapmak, Allah’a evlat isnadı yapmak, Allah’tan başka yaratıcı olduğuna (doğa, kainat gibi) inanmak gibi inanç meselesinden ibarettir. Yoksa bir şeyin mubarek olduğuna inanmak ve onunla bereketlenmek ne şirktir ne de putçuluktur.
BİR ŞEY MUBAREK İSE PUT MUDUR?
Kur’an-ı Kerimde mesela bir mubarek bir yerden bahsedilir:
“Mûsâ, ateşin yanına gelince o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafındaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.”(Kasas 30)
Mubarek bir geceden bahsedilir:
“Apaçık olan Kitab’a andolsun ki, biz onu mübârek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız.” (Duhan 2, 3)
Kur’an-ı Kerim de mubarektir:
“Bu Kur’an, âyetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.” (Sad 29)
Yukarıda zikredilen iki ayet-i kerimede bir yerin ve bir gecenin mubarek olduğundan, 3. ayette de Kur’an-ı Kerimin mubarek olduğundan bahsediliyor. Bakın başka bir ayette ise bir sandıktan nasıl bahsediliyor:
GÜVEN VEREN SANDIK
“Peygamberleri onlara, “Allah size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi” dedi. Onlar, “O bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir? Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir” dediler. Peygamberleri şöyle dedi: “Şüphesiz Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı.” Allah mülkünü dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.
Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Onun hükümdarlığının alameti size o sandığın gelmesidir. Onda Rabbinizden bir güven duygusu ve huzur ile Mûsâ ailesinin, Hârûn ailesinin geriye bıraktığından kalıntılar vardır. Onu melekler taşımaktadır. Eğer inanmış kimselerseniz bunda şüphesiz, sizin için kesin bir delil vardır.” (Bakara 247, 248)
Görüldüğü üzere Allahu Teala Musa ve Harun Peygamberlerin bazı eşyalarının içerisinde bulunduğu bir sandığı insanlar için güven ve huzur sebebi yapıyor…
Şimdi tevhid adına ahkam kesenlere bir soralım: Huzur ve güveni veren Allahu Teala neden sekineyi yani güven ve huzuru bu tabuta bağlamıştır?
Elbette cevap veremezler…
Demek ki Allahu Teala dilediği bir yeri, geceyi, sandığı mubarek kıldığı gibi dilediği ile bereketlendiriyor, güven ve huzur sebebi kılıyor.
SAKAL-I ŞERİF VE PEYGAMBERİMİZİN EŞYALARI
Gelelim Peygamber Efendimizin mubarek sakal-ı şerifine ve eşyalarına…
Peygamberimizin eşyaları ve sakal-ı şerifiyle bereketlenilir, Allah’ın izniyle şifalar bulunur. Buna inanmanız şirk olmadığı gibi inanmamanız sorun teşkil edebilir. Bakınız Kur’an-ı Kerimden bir örnekle bu işi kökten çözeceğiz.
Bildiğiniz gibi Yusuf Aleyhisselam babasının gözlerinin görmesi için gömleğini göndermişti. İşte o ayeti kerimeler:
“Bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun ki, gözleri açılsın ve bütün ailenizi bana getirin” dedi.
Kervan (Mısır’dan) ayrılınca babaları, “Bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi.
Onlar da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler.
Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. Yakup, “Ben size, Allah tarafından, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi. (Yusuf Suresi 93, 94, 95, 96,)
Bunlar ayeti kerimedir. İnanmayanlar George Bush gibi kafirdirler. Hiçbir farkları olmaz.
GÖZÜ AÇAN GÖMLEK!
Yusuf Aleyhisselam neden Allah’a direk dua etmemiş de gömleğini göndermiş? Bir gömlek nasıl gözü açar? Ey ilahiyatçı çağdaş aydın hocalar kafanız basıyor mu? Bir gömlek nasıl gözü açabiliyor? Yoksa size göre Yusuf Aleyhisselam’da mı haşa PUTÇU, MÜŞRİK?
Ey gidi Müslümanlar! İlimsiz kalınca sizi “bu yok, bu şirk, bu putçuluk” diyerek kandırırlar. Halbuki bakınız ayet-i kerimede açık açık Yusuf Aleyhisselam’ın gömleği ile Yakup Aleyhisselam’ın gözlerinin açıldığı bildiriliyor.
Musa Aleyhisselam’ın ve kardeşinin eşyalarının bulunduğu sandık güven ve huzur veriyor, Yusuf Aleyhisselam’ın gömleği ise yine bir peygamber olan babasının gölerini açıyor… Peki, Onlar Peygamberimizden daha mı üstüdürler?
Elbette Hayır! Peygamberimiz alemlerin hürmetine yaratıldığı, alemlere rahmet olan bir insandır.
“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)
Zahir, Batın, fiil, kavl, amel ve itikad bakımından örnek alınacak tek kişidir O:
“Andolsun, Allah’ın Resülünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için her (yönden uyulması gereken) güzel bir örnek vardır.” (Ahzab 21)
Allahu Teala’nın ömrüne yemin ettiği tek insandır O.
“Hayatına (ömrüne) andolsun ki onlar gözleri dönmüş halde sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlar dediler.” (Hicr 72)
Allah’u Teala’nın sevgisi kendisine ittibaya bağlanan tek insandır:
“De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmran 31)
Her şeyden daha çok sevmemiz emredilen kişidir O
“De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticâret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe 24)
Bu Yusuf Aleyhisselam’ın gömleğidir. Ya kainatın Efendisi, Alemlere rahmet olarak gönderilen Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin mübarek bedenine değmiş bir gömlek, O’nun mübarek bedenin ayrılmış bir parça nasıl Allah’ın izniyle nasıl şifa olmasın? Onunla nasıl bereketlenilmesin?
O bir nur değil mi?
“Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi.” (Maide/15)
SAHABE BEREKETLENMEK İÇİN YARIŞIRDI
Hudeybiye anlaşması yapıldığı senede Kureyş, Urve bin Mes’udu Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gönderdiğinde, ashabının O’na yaptığı tazimlerden (çok acayip) şeyleri gördüğünde şöyle demiştir:
“Abdest alınca artan suyunu almak için koşuşurlardı, öyle ki neredeyse bunun için birbirleriyle vuruşacaklardı.
Tükürdüğü veya sümkürdüğünde, avuçlarıyla onu kaparlar ve yüzlerini ve bedenlerini onunla ovarlardı. O’ndan bir kıl düşse, hemen süratle onu kaparlardı.
Onlara bir iş ile emretse, sür’atle emri yapmaya koşarlardı. Bir söz söylese, yanında seslerini kısarlardı. O’na karşı tazimlerinden dolayı bakışlarını O’na yöneltmezlerdi.”(Buhari 1/67)
Kureyş’in yanına dönünce şöyle demiştir: “Ey Kureyş topluluğu! Ben, Kisra, Kayser ve Necaşi’ye saltanatları vaktinde gittim, Allah’a yemin olsun ki ben, bunlardan hiç birinde, Muhammed’in ashabı içindeki durumu (yani O’na gösterdikleri hürmet) gibisini görmedim.”
Peygamberimizin Hırka-i Şerifi
RESULULLAHIN GÖZ AÇAN ENTARİSİ
Resulullah efendimiz aleyhisselam çarşıya çıkıp, bir entari satın aldı. Giderken gördü ki, bir a’ma oturmuş, “Allah rızası için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir” diyordu. Almış olduğu entariyi buna verdi. A’ma, entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resulullah efendimizin mübarek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resulullahın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. A’ma dua ederek, “Ya Rabbi, bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç” dedi. İki gözü hemen açıldı. (Zad-ül Mukvin)
SAKAL-I ŞERİF HAKKINDA
Buraya kadar Peygamberlerin ve özellikle Peygamberimizin eşyaları ile bereketlenileceğini ve bunların mubarek olduğunu anlıyoruz. Yusuf Aleyhisselam örneği ile de bunun bir şirk ve putçuluk olmadığını Kuranı Kerimden öğreniyoruz.
Peki, sakalı şerif hakkında Peygamberimizden gelen bir rivayet var mıdır?
Buhari ve Müslim gibi sahih hadis kitaplarında bu konu yer almaktadır:
îbn Şîrîn şöyle demiştir: Abîde’ye şöyle dedim: “Elimizde Hazreti Peygamber’in (saç veya sakal) kıllarından var. Biz Enes (veya Enes’in ailesi) aracılığı ile bunu elde ettik”.
Abide şöyle dedi: “Benim elimde O’ndan şefe bir kılın bulunması benim için dünyadan ve dünyadakilerden daha sevimlidir.(Buhari Abdest bölümü)
“Enes’in bildirdiğine göre Resûlullah başını tıraş ettirince onun saçının kıllarından alan ilk kişi Ebû Talha oldu.”
Açıklama
Buhârî bu eseri nakletmekle, Ebû Talha’nın elde ettiği saç kılının onun ailesinde kaldığını, sonra da onların azatlılarına geçtiğini belirtmek istemiştir. Çünkü Muhammed’in babası Şîrîn, Enes İbn Mâlik’in azatlısı idi. Enes ise Ebû Talha’nın üvey oğlu idi.
Ebû Talha el-Ensârî , Enes’in annesi olan Ümmü Süleym’in kocası idi.
Bu hadisi Müslim, İbn Sîrîn’den şu lafızla rivayet etmiştir: Hazreti Peygamber, şeytan taşlayıp kurbanını kestikten sonra berber onun saçının sağ tarafını kesti. Sonra Hazreti Peygamber Ebû Talha’yı çağırarak saç kıllarından ona verdi. Sonra berber saçın sol tarafını kesti. Hazreti Peygamber sol tarafın kıllarından da Ebû Talha’ya vererek şöyle buyurdu: “Bunları insanlara dağıt.[ Müsiim, Hac, 56. (Çev.)]
Abdülkasım bin Me’mun hazretlerinin yanında, Peygamber efendimizin bir çanağı vardı. Bundan su verdiği hastalar şifa bulurlardı. Peygamber efendimiz abdest aldığı zaman, Eshab-ı kiram, Onun abdest suyuna dokunmak ve düşen bir kılını almak için yarışırlar ve bununla bereketlenirlerdi. O da bu hareketlerini kabul buyururdu. Hatta, mübarek başını tıraş ettiği zaman, bereketlenmek için, mübarek saçını, Eshabı arasında paylaştırmasını Ebu Talha hazretlerine emrederdi. (Buhari)
Görüldüğü üzere peygamber Efendimiz, sakallarının dağıtılmasını istemiştir. Nasipli sahabeler bu sakal-ı şerifleri ömür boyu saklamışlardır:
“Uzun zaman Resulullah efendimize hizmetle şereflenen Enes bin Malik, kendisi ile beraber bir sakal-ı şerifin defnolunmasını vasiyet etti. Allahü teâlânın huzuruna sakal-ı şerif ile birlikte çıkmak istedi. (Buhari)
PEYGAMBER DÜŞMANLARI!
Görüyorsunuz ki Peygamber düşmanlarının bütün iddiaları çürük ve içi boş. Bu halleri ile Müslümanları suçladıkları şirke kendileri düşmüş oluyorlar. Çünkü iddiaları ilahi kelam ile kendi aleyhlerine dönmüş durumdadır.
Peygamberimize hürmetsizlikte önde gelen vehhabi selefilerdir. Ellerinden gelse Medine’deki kabri şerifini bile yıkarlar. Ülkemizde de bu akımlardan etkilenmiş, kime ve neye hizmet ettiği belli olmayan insanlar vardır. Peygamber Efendimize bir kafirin yapamayacağı hürmetsizliği yaparlar. Ondan bahsederken yüzleri değişir ve bir kinin eseri görülür… Bunlar muhabbetsiz insanlardır. Anamız babamız sana feda olsun diyemezler çünkü şeytana kurban etmişlerdir.
Allahu Teala bu Peygamber düşmanlarının şerlerinden İslam ümmetini muhafaza eylesin…
Peygamber Efendimizin bize kadar ulaşan emanetlerine sahip çıkıp bereketlenmeyi ve kıymetini bilmeyi nasip eylesin…
.
Bildiğiniz gibi Miraç mucizesinin ruh ile mi yoksa beden ile mi gerçekleştiği hep tartışma konusu olmuştur. Ehli sünnet dışı akımlar miracın rüyada ve ruh ile olduğunu iddia ederlerken Ehli Sünnete göre miraç, uyanıkken hem ruh ve hem beden ile olmuştur.
1- KUR’AN RÜYADA VAHYOLMAZ
Birinci ve en önemli delilimiz hiçbir zaman Kur’an ayetlerinin rüyada vahyedilmemiş olmasıdır.
Peygamberlerin rüyası da vahiydir ancak bunlar Kuran ayeti olamazlar. Bütün İslam âleminin ve alimlerinin bildiği gibi Kur’an ayetleri rüyada indirilmemiştir ve böyle bir şey mümkün değildir.
“Amenerrasulü” olarak bildiğimiz Bakara suresinin son ayetleri de Miraç’da gelmiştir. Dolayısıyla miracın rüyada olduğunu iddia etmek çok büyük ve vahim bir hata olur ki, bu ayetlerin de rüyada gelmiş olduğunu iddia etmiş olur.
2- KULLUK RUH İLE OLMAZ
Allahu Teala’nın İsra hakkında indirdiği ayete bir bakalım:
“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsra 1)
Ayeti kerimede özellikle “kul” (abd) kelimesinin seçilmesi boşuna değildir. Kulluk, ruhun canlı tuttuğu beden ile yapılır. Yani ruh tek başına kul sayılmadığı gibi ruhun alınmasıyla kulluk vazifesi de bitmiş olur. Dolayısıyla Allahu Teala’nın “kul” kelimesini özellikle kullanması bu mucizenin ruh ve beden ile beraber olduğuna ayeti kerimenin işaret ettiği bir delildir.
3- RÜYA OLSAYDI KÂFİRLER ENDİŞELENMEZDİ
Bütün İslam tarihi kitaplarında bu konu yer almış, Peygamber Efendimizin İsra ve miraç mucizesinden sonra kafirlerin itiraz ettikleri sahih senetlerle ortaya konulmuştur. Peygamberimizin bir gecede Mescid-i Aksa’ya gidip geldiğini duyan kafirler şiddetle karşı çıkmış ve bunun ispatı için delil bile istemişlerdir.
Eğer Peygamber Efendimiz bu mucizenin rüyada olmuş olduğunu söyleseydi (ki böyle bir kayıt yok) kafirler hiçbir şekilde itiraz etmezlerdi. Çünkü rüyada her şey mümkün olabilmektedir. “bir rüya” deyip gülüp geçerlerdi. Ama öyle olmadı. Peygamber Efendimizden o zamanki Mescid-i Aksa’nın tarifini bile istemişlerdir.
Hatta bu olay, Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tasdikinden dolayı hazreti Ebubekir (Radıyallahu anh)a sıddık lakabını kazandırmıştır.
Bu gün İsra ve Miraç mucizesini inkar edenlerin o günkü kafirlerin inkarından bir farkı yoktur. Onlar Peygamberimizi yalanlamak için bunu yaparken, bu gün Peygamberimizin mucizelerini ve faziletlerini inkar etmek için yapıyorlar…
SONUÇ
Bütün bunların yanında Peygamber Efendimizin İsra ve miracı anlatan sahih hadisleri de mevcuttur. Ehli sünnetin bu konuda yukarıda sıralanmış olan delilleri olmasına karşın, sapık fırkaların kendi yorumlarından ve kendi gibi düşünen birkaç kişinin görüşlerinden başka delilleri yoktur.
www.ihvanlar.net
Özellikle gençler arasında hayli yoğun bir şekilde tartışılan meselelerden biri haberî sıfatlar. Kısaca,“Kur’an ve Sünnet’te Allah Teala’nın müteşabih sıfatları cümlesinden olduğu haber verilen hususlar” olarak tarif edebileceğimiz bu sıfatlar hakkında ne düşünmeli, onlara nasıl inanmalıyız? Allah Teala’nın eli, yüzü, gözü, inmesi, gelmesi… gibi nitelemeleri okuduğumuzda/dinlediğimizde aklımıza ne gelmeli?
Anlaşılan o ki, bir kesim, bu sıfatlara, nasslarda geldiği gibi iman edilmesi ve tevile gidilmemesi gerektiğini söylerken, diğer bir kesim, bu türlü sıfatların tevil edilmesi gerektiğini söylüyor.
Aslında meseleyi temelden ele aldığımızda kendiliğinden bir sonuca ulaşmamız mümkün. Şöyle ki: Allah Teala’nın varlığı “zorunlu” olduğundan, O’nun varlığıyla ilgili hiçbir hususu insanın ya da insan gibi “yaratılmış” bir varlığın varlığına benzeterek, onunla kıyas ederek anlamaya çalışmak doğru değildir. Zira insan, bir var ediciye muhtaç olduğu için, bir var ediciye muhtaç olmadan (yani “zorunlu olarak”) var olmayı ancak aklî önermeler sonucu kavrayabilir, imanî bir teslimiyetle içselleştirebilir. Bu meseleyi somut varlıklar alemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çaba olmaktan ileriye geçemez. Zira insan algısı, “zaman ve mekân” düzleminde, onlarla bağlantılı ve onlara bağımlı olarak çalışır. Oysa Allah Teala zamandan da mekândan da münezzehtir. O, sadece bu ikisinden değil, bir halden başka bir hale, bir mekândan başka bir mekâna geçmekten, değişmekten, birtakım organ ve azalardan mürekkep olmaktan ve havadisin (sonradan meydana gelen şeylerin) kendisine hulul etmesinden… de münezzehtir. Zira bütün bunlar mahluklara mahsus sıfat ve özelliklerdir.
Şu iki noktaya bilhassa dikkat etmek gerekir:
1. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda aklımıza el, ayak, göz, yüz… gibi “organlar” gelmemeli. Yani “Allah Teala’nın eli” ifadesinden, O’nun bir organı bulunduğu düşünülmemeli. Bunun bir “sıfat” olduğu unutulmamalı.
2. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda, gazab, rıza gibi sıfatlar da bulunduğu unutulmamalı.
Bu ikinciler, ilk sırada zikredilenleri nasıl anlamamız gerektiğini ortaya koymada anahtar olabilir. Zira hiç kimse, Allah Teala’nın gazaplanmasını insanın veya bir başka mahlukun “kızmasına/öfkelenmesine” benzetme hatasına düşmez. Açıktır ki bunlar insana mahsus fiiller/hallerdir ve belli bir şekilde dışa vurulurlar. Biz bir insanın öfkelendiğini nefes alış-verişinden, yüzünün aldığı şekil ve renkten, davranışlarına arız olan halden anlarız. Oysa bu hallerin hiç birisini Allah Teala’ya izafe etmek caiz değildir.
Allah Teala’nın “gazaplanması” ile insanın “gazaplanması” arasında aynı kelimeyle ifade ediliyor olmak dışında hiçbir benzer nokta bulunmadığı gibi, “Allah’ın eli, yüzü…” ile “insanın eli, yüzü…” arasında da aynı kelimeyle ifade edilmek dışında benzerlik yoktur.
Aynı durum “Allah’ın ilmi” ile “insanın ilmi” arasında da mevcuttur. İnsanın ilmi “sonradan elde edilen” bir birikim iken, Allah Teala’nın ilmi böyle değildir. O, olanı olmadan önce bilir ve O’nun bilgisi, bizim için “geçmiş, şimdi ve gelecek” olan durumları/şeyleri aynı şekilde ihata eder. Bizim geçmiş, şimdi ve gelecek hakkındaki ilmimiz ise his, tecrübe, müşahede, tahmin ve habere bağlıdır. Olayların meydana gelmesi O’nun ilminde bir artışa yol açmaz; zira O’nun ilmi mutlaktır. Artış ise ancak eksik olan şey için söz konusudur.
Haberî sıfatlar konusunda izlenmesi gereken tutum, onların varlığına iman edip, mahiyet ve keyfiyetleri hakkında bir şey söylememek, bunun bilgisini Allah Teala’ya havale etmektir. Bu sebeple İmam Ebu Hanîfe, mesela Arş’ı istiva meselesinde el-Vasıyye’de şöyle demiştir: Allah Teala Arş’ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir.” (Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş’ta bu noktaya dikkat çekmiştim.)
Selef’in tutumu bu olduğu gibi, İmam Mâlik, eş-Şâfi’î ve Ahmed b. Hanbel’in tavrı da budur. İmam el-Eş’arî’den nakledilen iki görüşten biri de bu merkezdedir.[1]
Burada hassas bir nokta var: Haberî sıfatların ilmini Allah Teala’ya havale etmek ve bunu “tenzihi vurgulayıp teşbihten sakınarak ve keyfiyeti nefyederek” yapmak da bir tür tevildir. İşârâtu’l-Merâm sahibinin de el-Mevâkıf’tan naklen belirttiği gibi bu, icmalî tevildir. Zira buradaki “el”den, “göz”den, “yüz”den… herkesin bildiği ve söylendiğinde akla başka bir şeyin gelmediği anlamların kastedildiğini söyleyen yoktur. Yani Ehl-i Sünnet’ten hiç kimse, “Buradaki “el”, bildiğimiz organın ismidir; dolayısıyla kastedilen odur” dememiştir.
İmam el-Eş’arî’den gelen iki görüşten diğerine ve İmam el-Mâturîdî’ye göre ise burada tafsilî tevile gidilir. Müteahhirun’dan çoğunun benimsediği bu görüşün gerekçesi şudur: Eğer bu kelimeler makul ölçüler içinde anlamlandırılmazsa, manası bilinmeyen ve muhatap tarafından anlaşılmayan kelimeler olarak nitelendirileceklerdir. Oysa bunların hem zahirine hamledilmeyen, hem de makul biçimde tevili mümkün olmayan kelimeler olması mümkün değildir. Şu halde onları delile dayalı olarak makul şekillerde tevil etmek gerektiği açıktır.
Onları buna sevk eden en önemli gerekçe, teşbih vartasına düşülmesini engellemektir. Okumuş-yazmış insanların bile “el”, “yüz”… dendiğinde bilinen/zahir manaları anladığı bir zaman ve ortamda avamın bunları nasıl algılayacağı meselesi gerçekten önemlidir. Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Tevil edilen mana kelimenin aslıyla yakın ilişkili olmalı, Arap dilinde kullanımı bulunmalı ve yapılan tevilin kesinlik ifade ettiği iddia edilmemelidir.
İşte bu, Selef ile Müteahhirun’u birbirine yaklaştıran, daha doğrusu iki tavır arasında büyük bir farklılık bulunmadığını söylememizi mümkün kılan ve dahi günümüzde yaşanan ayrışmayı ortadan kaldırmamızı sağlayabilecek noktadır…
[1] Kemâluddîn el-Beyâdî, İşârâtu’l-Merâm, 187-8.
Ebubekir Sifil Hocaefendi
.
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor: “Her kim bizim bu işimizde ondan olmayan bir şeyi sonradan ortaya çıkartırsa, o red olunmuştur.” (Buhari, Müslim)
Akaid (inanç) konusunda günümüzde bir çok sapık görüşlü Prof. etiketli veya olmayan kişiler halkın zihnini bulandırmaya çalışıyor. Bu kişiler bazen yeni bir görüş gibi gözüken fikir ortaya atarlar, bazen de geçmişte ehli sünnet alimlerinin çürütüp çöpe attığı görüşleri farklı bir üslup ile tekrar ederler. Alimler halkı bu konuda uyarıyor, itikatta bid’at sahibi olan kişilerden uzak durulmasını ihtar ediyorlar…
Rafizilik, haricilik, kaderiyye’nin ve mürcie’nin görüşleri, Sonra da bu fırkaların her birisinden pek çok fırkalar dallanıp, budaklanmış ve nihayet yetmişiki fırkayı bulmuşlardır, Peygamberi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in haber verdiği gibi.
Ehli Sünnet ve’l-cemaatin bu heva ve bid’at ehline cevap vermek hususunda oldukça güzel gayretleri olmuştur. Onlara karşı daima tetikte bulunmuşlardır. Bid’at ehline karşı söyledikleri sözleri hayli çoktur. Bunlardan sizlere birkaç örnek verelim:
BİD’ATÇİ, HADİS EHLİNE BUĞZEDER
İmam Ahmed b. Sinan el-Kattan şöyle diyor:
“Dünyada ne kadar bid’atçi varsa, mutlaka hadis ehline buğzeder. Çünkü adam bid’at ortaya koydu mu kalbinden hadisin lezzeti sökülüp, alınır.” (Nevevi, et-Tezkire)
Ne kadar mühim bir tesbit değil mi? Bid’atçilere bakın nasıl da hadis alimlerine sövüyor, onları tenkit ediyor hatta tekfir ediyorlar…
BİD’ATÇİ, RİVAYET ALİMLERİNE DİL UZATIR
İmam Ebu Hatim el-Hanzali er-Razi diyor ki:
“Bid’at ehlinin alameti rivayet alimlerine dil uzatmaktır. Zındıkların alameti ise rivayet ilmiyle uğraşanlara Haşviye ismini vermeleridir. Onlar böylelikle rivayetleri iptal etmek istediler. Cehmiyye’nin alameti ise ehli sünnete müşebbihe adını vermeleridir. Kaderriyye’nin alameti ise ehl-i sünnete Cebriyeciler ismini vermeleridir. Mürcie’nin alameti, ehli sünnete muhalifler ve noksancılar adını vermeleridir. Rafızilerin alameti, ehli sünnete Nevasıb adını vermeleridir. Ehl-i sünnete ise ancak bir isim uygun düşebilir. Bütün bu isimlerin onlar hakkında kullanılmalarına imkan yoktur.” (er-Razi, Aslu’s-Sünneti Va’tikadu’d-Din)
Yukarda dikkat çekilen husus sapık fırkaların Ehli sünneti suçlamak için çeşitli yollara başvurmalarıdır. Bunlar hem temiz itikadı bozarlar, hem de temiz olan itikadı yani ehli sünneti bu akımların isimleri ile isimlendirirler.
KADERİ İNKAR EDENDEN KAÇ!
Emir’ulmü’minin Ömer b Hattab (Radıyallahu anh) şöyle demiştir:
“Kur’an-ı Kerimin müteşabihleri ile sizlerle tartışacak birtakım kimseler gelecektir. Siz de onları sünnetlerle susturunuz, çünkü sünnete tabi olan kimseler Allah’ın kitabını en bilen kimselerdir.”
Abdulalh b. Ömer’den gelen rivayete göre ona kader inkâr eden kimseler hakkında soru soran kimseye şöyle cevap vermiştir:
“Bunlarla karşılaştığın zaman onlara şunu bildir ki İbni Ömer onlardan uzaktır, onlar da ondan uzaktır. Ve bu sözlerini üç kere tekrarlamıştır.” (el-Lalekai, Şerhu usuli İ’tikadi Ebli’s-Sunneti ve’l-Cemaa; İbn Batta, el-İbane)
BİD’ATÇİYE GÜVENME
Büyük ilim adamı zahid el-Fudayl b. Iyad şöyle demiştir:
“Bid’at sahibi kimseye dinin hususunda sakın güvenme, işlerinde onunla istişare etme. Onun yanında oturma, bid’at sahibi kimsenin yanına oturan bir kimsenin yüce Allah kalbini kör eder” (el-Lalekai, Şerhu usuli İ’tikadi Ebli’s-Sunneti ve’l-Cemaa; İbn Batta, el-İbane)
İmam Abdullah el-Mubarek de şöyle demiştir:
“Allahım! Bid’at sahibi bir kimsenin bana iyilik yapmasına ve bunun sonucunda kalbimin ona sevgi beslemesine imkan verme” (el-Lalekai, Şerhu usuli İ’tikadi Ebli’s-Sunneti ve’l-Cemaa; İbn Batta, el-İbane)
BİD’ATÇİ SÜNNETE BAŞVURMAZ
Muhammed b. Sirin şöyle demektedir:
“Bir bid’at ortaya koyup da sünnete başvuran kimse yoktur.” (Müslim, Mukaddime’de rivayet etmiştir)
BİD’ATÇİYE KIZ VERMEYİN
İmam Malik b. Enes şöyle demiştir:
“Bid’at ehli kimse nikahlanamaz, bid’at ehli kimseye kız verilmez ve onlara selam da verilmez.” (İmam Malik, el-Müdevvenetu’l-Kübra)
BİD’ATÇİDEN YARDIM İSTEMEYİN!
Ehli sünnetin imamlarından Ahmed b. Hanbel de şöyle demektedir:
“Şüphesiz bid’at ve heva ehlinden Müslümanlara ait herhangi bir iş hakkında yardım istememek gerekir. Çünkü böyle bir şey yapmak, dine en büyük zarardır.” (Menakıbu’l İbni Ahmed)
BİD’ATÇİNİN ARKASINDA NAMAZ KILAMYIN
Kadı Ebu Yusuf şöyle diyor:
“Ben Cehmiyyecinin, Rafızinin ve kaderiyeci kimsenin arkasında namaz kılmam.”
BİD’ATÇİLERLE MÜCADELE EDİN!
İsmail es-Sabuni’nin kitabından bir paragrafla bitirelim:
“Bu kitapçıkta kaydettiğim ifadeler onların hepsinin benimsediği bir inanç idi. Bu hususta birbirlerine muhalefetleri yoktu. Hatta bunların hepsi üzerinde icma etmişler, bununla birlikte bid’at ehlini kahretmek, onları zelil etmek, hakir düşürmek, uzaklaştırmak, uzakta tutmak, onlardan ve onlarla arkadaşlıktan, oturup kalkmaktan uzaklaşmak, onlara uzak kalıp, onlardan uzaklaşmak ile yüce Allah’a yakınlaşmak gereği üzerinde de sözbirliği etmişlerdir.”
SONUÇ!
Ehli sünnet alimler, itikadi bid’ate sahip olan kişilerden uzak durma hususunda bu kadar hassastı ve Müslümanları uyarırlardı. Ahiretimizin selameti için bu uyarılara kulak verelim. Ehli sünnete muhalif görüşü olanlardan uzak duralım. Eğer ilmi yeterliliğiniz yoksa cevap vermek için bile dinlemeyin. Yahudi Hıristiyanların cennete gireceğini söyleyen, kaderi inkar eden, İsa a.s nüzulunu inkar eden, mezhepsizliği körükleyen, kabir azabını, cennet ve cehennemin ebediliğini vs. konuları inkar edenlerin arkasında namaz dahi kılmayın.
Oturma münkirle yeme sancı, pas alırsın paklamaz her kalaycı…
.
.
Vehhabi=Selefiler sahabe-i kiram efendilerimizin yaşadığı ve yaptığı bazı olaylar üzerinden Peygamber Efendimize ve ashabına düşmanlık ediyorlar. Peygamberimiz ve ashabı hakkında edepsizce konuşuyorlar.
Bu olaylardan bir tanesi de Peygamber Efendimizin mübarek kanını ve idrarını bir sahabenin içmiş olması.
Peygamber Efendimizi tahkir etmek için “Peygamber sidiğini içmişler” benzeri ve burada yazamayacağımız ifadelerle saldıran vehhabi kafalar sahabeyi de aşağılamaya çalışıyorlar.
Peki, nedir bu olay?
Bir kere Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kan aldırmıştı ki, Abdullah ibni Zübeyr (Radıyallahu anh) kanı dökmek için alıp hemen içiverdi. (Hakim, El-Müstedrek, No:6343, 3/638)
Ümmü Eymen (Radıyallahu anha) da Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in idrarını içivermişti.
Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onların bu fiiline itiraz etmek bir yana bu sayede cehennemden kurtulduklarını müjdeledi. (Hakim, el-Müstedrek, no: 6912, 4/70; Taberani, el-Mucemü’l-Kebir, no:230, 25/89; Ebu Nu’aym, Hilyetu’l Evliya, 2/67; Ebu Nu’aym, Delailü’n-nübüvve, no: 365, 2/444)
KAN VE İDRAR İÇMEK HARAM DEĞİL Mİ?
Şimdi bu olayı “Resulüllah’ı aşırı yüceltmemek” adına inkâr etmek veya Peygamberimizi ve ashabını tahkir etmek için “kan ve idrar içmek haram değil mi? Sahabe kan mı içmiş” diyenlere cevap verelim…
Değerli Müslümanlar!
Peygamberler insanlar arasından seçilmişlerdir ancak diğerler insanlar gibi değildirler. Bunu bir kere aklınızın bir kenarına çıkmayan kalem ile yazmanız gerekmektedir. Onların vücutlarına değen ve vücutlarından çıkan her şey de bir bereket vardır. Bakınız Kur’an-ı Kerimde bu konuda ne buyruluyor:
“Bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun ki, gözleri açılsın ve bütün ailenizi bana getirin” dedi.
Kervan (Mısır’dan) ayrılınca babaları, “Bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum” dedi.
Onlar da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler.
Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. Yakup, “Ben size, Allah tarafından, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi. (Yusuf Suresi 93, 94, 95, 96,)
Yusuf Aleyhiselam’ın vücuduna değen bir gömlek Kur’an ayetleri ile de sabit olduğu üzere aynı zamanda Peygamber olan babasının âmâ olan gözlerini (Allah’ın izniyle) açmıştır.
Peygamberimiz ise varlığı ile rahmet ve bir nurdur:
“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)
“Size Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi.” (Maide/15)
Cabir bin Abdillah (Radıyallahu anh)den rivayet edildiğine göre Resulüllah Efendimiz: “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdur” buyurmuştur (Abdü’Rezzak, Musannef, Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye: 1/71)
SANKİ BÜTÜN SAHABELER YAPMIŞ GİBİ!
Evet, kan ve idrar içmek caiz değildir ancak Sahabe-i Kiram efendilerimizden sadece iki kişi bunu kendilerinde var olan, coşkun bir aşk sebebiyle yapmışlar, gayri ihtiyari bir refleks ile bu fiili işlemişlerdir. Eğer bu bir günah ise o sahabe günah işlemiş ve hata etmiştir. Günah, insanı dinden çıkarmaz. Hata etmiş ise tövbe eder, af olur. Yaptığını bir hata olarak kabul edecek olsak bile (bu kimsenin haddine değil) Resulüllah’ın “cehennem ateşi dokunmayacağı” ile müjdelemesi yine bizler için eleştiri kapısını kapatmaktadır.
Diğer bir mesele ise bunun sadece bir kere yaşanmış olmasıdır. Yani bu devamlı tekrar eden bir olay değildir. Dolayısıyla bir ya da iki sahabenin yaptığı fiil ile bütün sahabeleri tenkit etmek veya Peygamberimizi tahkir etmeye çalışmak “bir Müslümanın” takınacağı tavır değildir.
O’NUN HERŞEYİ BEREKETTİR
Kaldı ki, o bir nurdur ve vücuduna değer her şey bereket sebebidir.
Hudeybiye anlaşması yapıldığı senede Kureyş, Urve bin Mes’udu Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gönderdiğinde, ashabının O’na yaptığı tazimlerden (çok acayip) şeyleri gördüğünde şöyle demiştir:
“Abdest alınca artan suyunu almak için koşuşurlardı, öyle ki neredeyse bunun için birbirleriyle vuruşacaklardı.
Tükürdüğü veya sümkürdüğünde, avuçlarıyla onu kaparlar ve yüzlerini ve bedenlerini onunla ovarlardı. O’ndan bir kıl düşse, hemen süratle onu kaparlardı.
Onlara bir iş ile emretse, sür’atle emri yapmaya koşarlardı. Bir söz söylese, yanında seslerini kısarlardı. O’na karşı tazimlerinden dolayı bakışlarını O’na yöneltmezlerdi.”(Buhari 1/67)
Kureyş’in yanına dönünce şöyle demiştir: “Ey Kureyş topluluğu! Ben, Kisra, Kayser ve Necaşi’ye saltanatları vaktinde gittim, Allah’a yemin olsun ki ben, bunlardan hiç birinde, Muhammed’in ashabı içindeki durumu (yani O’na gösterdikleri hürmet) gibisini görmedim.”
Peygamber Efendimiz de kendi mübarek saçı ile bereketlenilsin diye dağıtırdı:
Bu hadisi Müslim, İbn Sîrîn’den şu lafızla rivayet etmiştir: Hazreti Peygamber, şeytan taşlayıp kurbanını kestikten sonra berber onun saçının sağ tarafını kesti. Sonra Hazreti Peygamber Ebû Talha’yı çağırarak saç kıllarından ona verdi. Sonra berber saçın sol tarafını kesti. Hazreti Peygamber sol tarafın kıllarından da Ebû Talha’ya vererek şöyle buyurdu: “Bunları insanlara dağıt.” [ Müslim, Hac, 56. (Çev.)]
Abdülkasım bin Me’mun hazretlerinin yanında, Peygamber efendimizin bir çanağı vardı. Bundan su verdiği hastalar şifa bulurlardı. Peygamber efendimiz abdest aldığı zaman, Eshab-ı kiram, Onun abdest suyuna dokunmak ve düşen bir kılını almak için yarışırlar ve bununla bereketlenirlerdi. O da bu hareketlerini kabul buyururdu. Hatta, mübarek başını tıraş ettiği zaman, bereketlenmek için, mübarek saçını, Eshabı arasında paylaştırmasını Ebu Talha hazretlerine emrederdi. (Buhari)
Onun vücudundan çıkan teri misk gibi güzel kokar, vücuduna değen şey şifa verirdi:
Resulullah efendimiz aleyhisselam çarşıya çıkıp, bir entari satın aldı. Giderken gördü ki, bir a’ma oturmuş, “Allah rızası için ve Cennet elbiselerine kavuşmak için, bana kim bir gömlek verir” diyordu. Almış olduğu entariyi buna verdi. A’ma, entariyi eline alınca, misk gibi güzel koku duydu. Bunun, Resulullah efendimizin mübarek elinden geldiğini anladı. Çünkü, Resulullahın bir kere giydiği her şey, eskiyip dağılsa bile, parçaları da misk gibi güzel kokardı. Âmâ dua ederek, “Ya Rabbi, bu gömlek hürmetine, benim gözlerimi aç” dedi. İki gözü hemen açıldı. (Zad-ül Mukvin)
HADİS ÜZERİNDEN PEYGAMBER DÜŞMANLIĞI
Yukarıda da beyan ettiğimiz üzere İslam’ı tahrif, Peygamberi tenkıs, sahabeyi tahkir etme gayreti içerisine girenler bu gibi hadiseleri bahane ederek alay edici bir üslup ile yazılar kaleme almakta, kinlerini bu şekilde kusmaktadırlar. “Peygamberimizi aşırı yüceltici” olduğu gerekçesi ile kimisi hadisleri inkar etmekte, kimisi sahabelere saldırmaktadırlar.
Peygamberimizin kabrine dönmeyi, şefaat istemeyi bile şirk sayan bu zındıklar, maalesef aşktan ve muhabbetten yoksundurlar. Bu yüzden sahabeyi anlayamazlar.
Sahabe-i Kiramın Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e olan aşkı gerçekten de dikkate şayandır:
Resulüllah efendimizin azatlısı Sevban (Radıyallahu nah) Resulüllah’a karşı çok muhabbetli olup, O’nsuz hiç durmazdı. Bir gün rengi değişmiş ve yüzünde üzüntü eseri olduğu halde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna geldiğinde, Resulüllah (Sallallah Aleyhi ve Sellem) ona:
“Senin rengini ne değiştirdi” diye sordu. O da:
“Ya Resulallah! Bende hiçbir hastalık ve ağrı yok. Ancak seni görmediğim zaman, tekrar sana kavuşuncaya kadar çok sıkıntı çekiyorum. Sonra ahireti düşündüğümde seni hiç göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü sen Peygamberlerin makamına yükseleceksin, ben ise cennete girsem de, senin makamından daha aşağı bir mertebede olacağım. Cennete giremezsem, o vakit seni ebediyen göremeyeceğim”diye cevap verince:
“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği peygamberler, sıddiklar, şehitler ve Salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa suresi 69) ayet-i celilesi nazil oldu. (Begavi, Me’alimü’t-Tenzil: 1/450; Ebu ishak es-Sa’lebi, El-Keşfü ve’l beyan, 3/341; Kurtubi, el-Cami’u li ahkami’l Kur’an; 57175, Vahidi, esbabü’n-nüzul, No:334, sh: 168; Ebu Hayyan, el-bahru’l Muhit, 37286)
www.ihvanlar.net
.
Allahu Teala’nın rızasını ve sevgisini kazanabilmek amacıyla tasavvuf yoluna giren mü’minlerde bazen ifrat ve tefritten dolayı insanı yanlışa götürecek inançlar hasıl olabiliyor. Bu yanlışa düşmemek için şuurlanmamız gerekiyor.
Özellikle tarikata yeni giren cahil sofilerin bu zaafından istifade etmeye kalkan vehhabi=selefiler de bir hakikati perdelemek istiyor ve Allah dostlarının gaybı bilemeyeceğini, aksini düşünmenin şirk olduğunu iddia ediyorlar. İddialarının kaynağı ise ilimlerinin yetersizliğine dayanıyor…
GAYBIN ANAHTARI ALLAH KATINDADIR
Öncelikle şunu kesin bir surette bilmeliyiz ki, gaybın anahtarı sadece Allahu Teala’nın katındadır.
Gaybın anahtarları (gizli şifreler) O’nun (Allah’ın) katındadır. Onları O’ndan başka hiç kimse bilemez. Karada ve denizde ne varsa (hepsini) O bilir. O’nun bilgisi dışında bir yaprak düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane (tohum), yaş ve kuru ne varsa hepsi mutlaka apaçık bir kitap’ta (Levh-i Mahfûz’da yazılı)dır. (En’âm – 59)
“Gaybı bilen (ancak) O’dur. Gaybı (gizli sırları) kimseye bildirmez. Ancak seçtiği peygamberler bunun dışındadır.” (Cin – 26 – 27)
Allahu Teala bildirmedikten sonra hiçbir Peygamber de bilemez.
Bu konuda Kur’an-ı Kerimde bir çok misal bulunabilir
Allahu Teala’nın Yusuf Aleyhisselam’ın haberini verinceye kadar, Yakub Aleyhisselam’ın onun Mısır’da olduğunu bilememesi…
Süleyman Aleyhisselam cinlere ve rüzgarlara hükmedebildiği halde Hüdhüd kuşunun “Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim” (Neml 22) diyerek Belkıs ve kavminden haber vermesi.
İbrahim Aleyhisselam’ın Lut kavmi için önderilen ziyaretçilerinin melek olduğunu bilmemesi ve onlar için buzağı kesmesi. (Hud 70-81)
Nuh Aleyhisselam’ın “Ben gaybı da bilmem” (Hud 31) diyerek bu hakikati anlatması misal olarak verilebilir.
PEYGAMBERLERİNE BİLDİRİR
Ancak Allahu Teala gaybı Peygamberlerine bildireceğini buyurmuştur:
“Allah size gaybı bildirecek değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediği seçer.” (Ali İmran 179)
“O, bütün gaybı bilir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz; Ancak razı olduğu Peygamber müstesna” (Cin 26, 27)
Bütün bunlardan Allah Teala’nın Peygamberi de olsa bildirilmediği halde gaybı bilemeyeceği, ancak Allahu Teala’nın bildirdiği kadarını bileceği anlaşılmaktadır.
VELİLER GAYBI BİİR Mİ?
Peki, bir Allah dostu gaybı bilir mi? Gelecekten veya görünmeyenden haber verir mi? Bu konuda muhakkak yaşanmış kerametler anlatılır. Ve bu gün bile buna şahit olan insanlar vardır. Peki bu konuda nasıl itikat etmek (düşünmek) gerekir?
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“(Gerçek) mü’minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden (bö¬lümünden) biridir.” (Buhârî-Müslim-Ebû Dâvûd-Tirmizî-İbni Mâce)
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
“Sizin en doğru rüya göreniniz, sözü en doğru olanınızdır.” (Müslim)
Bu hadis-i şeriflerden de anlaşılacağı üzere Salih kulların rüyaları Peygamber Efendimizin mucizesinden ümmetine bahşedilen bir damla rahmettir ve ileride gerçekleşecek olayları haber verebilmektedir.
“Nübüvvetten sonra, sadece mübeşşirât kalmıştır”
(Sahâbeler:) Mübeşşirât nedir? diye sordular. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Rüya-yı sâlihâ (gerçek ve güzel) rüyadır” buyurdu. (Buhârî-Müslim-İbni Mâce-Ebû Dâvûd-Tirmizî-Nesâî)
Son peygamber olan Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) vefatı ile nübüvvet yani peygamberlik ve vahiy dönemi kapandığından, geriye sadece peygamber¬liğin bir cüzü (bölümü) olan ve “mübeşşirât” denilen gerçek mü’minleri müj¬deleyici güzel ve doğru rüyalar kalmıştır
Herhangi bir Müslüman bile bazen gördüğü rüyanın ertesi gün gerçekleştiğine tanıklık edebilmekte, rüyada yaşadığı hali bir zaman sonra uyanıkken yaşayabilmektedir. Allah dostları ise nefislerini terbiye edip, devamlı surette Allahu Teala’nın zikri ile meşgul olup, gafil olmadıklarından rüya ve zuhuratları (Allah’ı zikretme esnasında gelen geçkinlik hali) bir işaret olabilmektedir.
Dolayısıyla veliyullahın rüya ve zuhurat ile bilinmeyen şeylere ve geleceğe dair bazı olayları haber vermesi doğal bir şeydir. Ancak her ne kadar da olsa bunun vahiy gibi algılanmaması gerekir. Bunlar ilham kabilindendir. Allahu Teala rüya ve zuhurat ile ilham edebilir. Nitekim bal arısına bile Rabbimiz ilham eylemiştir:
“Rabbın bal arısına da şöyle vahyetti: dağlardan ve ağaçlardan ve kuracakları köşklerden göz göz evler edin” (Nahl 68)
Musa Aleyhisselam’ın annesine de ilham yolu ile ne yapması gerektiği bildirilmiştir:
“Hani annene ilham edilmesi gereken şeyleri ilham etmiştik:” (Taha 38)
Bütün bunlardan da şunu anlıyoruz: Allahu Teala Peygamberlerine vahiy ile gaybı bildirdiği gibi, ümmetlerine de rüya ile ilham ederek bazı şeyleri bildirebilmekte, gaybdan haber verebilmektedir.
SAHABE’DEN MİSALİ VAR MI?
Bu konunun sahabe-i kiraramdan da misalleri mevcuttur:
Esbağ İbni Nübate (Radıyallahu anh) şöyle bir nakil yapıyor:
“Biz hazreti Ali (Radıyallahu anh) ile beraber Hazreti Hüseyin (Radıyallahu anh) ın ileride gömüleceği kabrinin yerine geldiğimizde o şöyle buyurdu: “Develerinin çökeceği ve yüklerinin konacağı yer burası! Kanlarının döküleceği yer de şurası! Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ehli beytinden bir takım gençler bu arsada şehit dileceklerdir. Gök ve yer onlara ağlayacaktır.” (Ebu Nuaym, Delailü’n-nübüvve, No:530, 2/581)
Ebu Bekr-i Sıddık (Radıyallahu anh) ölüm hastalığında hanımı hamile iken, kızı Aişe alidemize:
“Onlar senin iki erkek iki de kız kardeşindir. Allahu Teala’nın kitabına göre kalanı bölüşün” diye vasiyet buyurunca, Aişe (Radıyallahu anha) nın: “Ey babacığım! Eğer öyle olsaydı elbette ben hakkım olmayan şeyi bırakırdım. Benim kız kardeşim ancak Esma’dır, peki diğeri kimdir? Demesi üzerine Ebu Bekr (Radıyallahu anh):
“Harica kızının (kendi hanımı) karnındakini kız görüyorum” buyurdu ve dediği gibi çıktı. (İmam-ı Malik Muvatta, Akdıye: 33 No: 1474, sh. 494, Lalikai, Keramatü evliyaullah, No: 63, sh:117)
Bütün bunlar gösteriyor ki, evliyaullah (Allah dostları), Allahu Teala’nın ilham yolu veya rüya vasıtasıyla “bildirdiği kadarıyla” gaybı bilebilirler.
Bu şekilde inanmak şirk olmaz… Vehhabi=Selefi kafalar her yerde oluğu gibi burada da hata etmektedirler. Bu da Kur’an ve sünnet bütünlüğünden haberleri olmadığındna veya kasıtlı olarak insnaları ifsada sürüklemek istemelerinden kaynaklanmaktadır.
Tekrar altını çizerek söylemeliyiz ki kim olursa olsun ancak ve ancak “Allahu Teala’nın bildirdiği zaman, bildirdiği kadarıyla” bazı şeyleri bilebilirler. Bu konuda aşırıya gitmek de zararlıdır. Özellikle tasavvuf ehli bu konuda şuurlandırılmalıdır.
www.ihvanlar.net
.
Bugün 1 ziyaretçi (16 klik) kişi burdaydı!
Kabir ziyareti, biz Müslümanların çok önem verdiği bir uygulamadır. Kabristanları ziyaret eder, ibret alır ve Kur’an-ı Kerim okuyarak vefat eden yakınlarımızın ruhlarına hediye ederiz. Dinimizde Peygamberimizin hadislerine ve kendi fiili sünnetine dayanan bu uygulamayı bazı vehhabi ve sapık zihniyetli insanlar kabul etmezler. Dinde olan bir şeyi gizlemeye çalışırlar. İşte onların yüzlerine çarpacağımız deliller:
“… Aişe (Radtyallâhü anhâ)’dan; Şöyle demiştir:
Ben bir defa Onu —yâni Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’i evde— bulamadım da (aradım.) Baktım ki Bakî’ mezarlığın-dadır. Şöyle buyurdu:
= “Selâm sizlere ey mü’mîn bir kavmin kabristan (halk)ı! Siz bizim için faratlarsınız (23) ve biz muhakkak size iltihak edicileriz. Allah’ım! Bizi onların sevabından mahrum etme. Ve bizi onlardan sonra hak yoldan saptırma.”
Farat: Yola çıkacak bir kavmin varacağı yerde gerekli hazırlığı yapmak üzere oraya gidecek öncülere denilir.
… Büreyde (Radıyallâhü anh)’den; Şöyle demiştir: Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sahâbilerine, kabristana çıkacakları zaman (ne söyleyeceklerini) öğretirdi. (Onlardan mezarlığa gideni) şöyle derdi:
“Selâm sizlere ey bu diyarın mü’min ve müslüman halkı! Biz de inşâallah sizlere iltihak edicileriz. Allah’tan kendimize ve sizlere afiyet dileriz.”
… Ebû Hüreyre’den demiştir ki:
Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (ziyaret için) annesinin mezarına geldi de ağladı ve etrafındakileri de ağlattı. Sonra (şöyle) buyurdu:
“Onun için af dilemek üzere yüce Rabbimden izin istedim de bana izin vermedi. Bunun üzerine kabrini ziyaret etmem için izin istedim. (Bu sefer) bana izin verdi. Kabirleri (siz de) ziyaret ediniz. Çünkü bu (ziyaret) ölümü hatırlatır.” (Müslim, cenâiz 108; Ebû Dâvud, edeb 128; Nesaî, cenâiz 101; İbn Mâce, cenâiz 48; Ahmed b. Hanbel 11-441. Sünen-i Ebu Davud)
Süleyman b. Büreyde (Radıyallâhü anh)’nin babasından rivâyete göre, şöyle demiştir: Rasûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: Bazı sebeblerden dolayı size kabirleri ziyaret etmeyi yasaklamış idim. Şimdi Muhammed’e annesinin kabrini ziyaret etme izni verildi siz de kabirleri ziyaret ediniz çünkü kabir ziyareti size ahireti hatırlatır.” (Nesâî, Cenaiz: 100; İbn Mâce, Cenaiz: 47)
Tirmîzî: Bu konuda Ebû Saîd, İbn Mes’ûd, Enes, Ebû Hüreyre ve Ümmü Seleme’den de hadis rivâyet edilmiştir.
Tirmîzî: Büreyde hadisi hasen sahihtir. İlim adamları uygulamalarını bu hadisle yaparlar ve kabir ziyaretinde bir sakınca görmezler. İbn’ül Mübarek, Şâfii, Ahmed ve İshâk bu görüştedirler.
Hadis-i Şerifler bu konuda bizim yolumuzu aydınlatmıştır. Eğer biri de kalkıp: “Kur’an’da bu yok” derse ona da şu ayet ilahi bir cevap olur:
“…Peygamber size ne verdiyse onu alın (ne emrettiyse onu yapın). Size ne yasak ettiyse ondan da sakının (ona muhalefet etmeyin). ALLAH’tan korkun; çünkü, (Peygamber’e muhalefet edenlere karşı) ALLAH’ın azâbı çetindir. ” (Sûre-i Haşr,7)
KABİR ZİYARETİNDE DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR
Genel olarak kabirleri ziyaret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için caizdir. Salih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fitne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyaretten alıkoymamıştır (Buhârî, Cenâiz, 7, Ahkâm, ll; Müslim, Cenâiz, 15). Diğer yandan Hz. Âîşe’nin de kardeşi Abdurrahman b. Ebi Bekr’in kabrini ziyaret ettiği nakledilir (Tirmizi, Cenâiz, 61).
Hz. Peygamber, henüz kader inancının kökleşmediği ve cahiliye alışkanlıklarının devam ettiği dönemde kabir ziyaretini bir ara yasaklamış, ancak bunu daha sonra serbest bırakmıştır. Hadiste şöyle buyrulur:
“Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz” (Müslim, Cenâiz, – 106, Edâhi, 37; Ebû Dâvud, Cenâiz 77, Eşribe, 7; Tirmizi, Cenâiz, 7;Nesaî, Cenâiz, 100; İbn Mâce, Cenâiz, 47; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 452, III, 38, 63, 237, 250, V, 35, 355, 357). Hz. Peygamber’in kabirleri çok ziyaret eden kadınlara lânet ettiğini bildiren hadisler (Tirmizi, Salât, 21; Cenâiz, 61; Nesaî, Cenâiz, 104; İbn Mâce, Cenâiz, 49), ziyaret yasağı olan döneme aittir. Tirmizi bunu açıkça ifade etmiştir (Tirmizi, Cenâiz, 60). Hz. Âîşe ve İbn Abdilberr bu görüştedir.
Hanefilerin sağlam görüşüne göre, saç baş yolma, ağlamayı tazeleme gibi aşırılıklar olmamak şartıyla kadının kabir ziyareti caiz görülmüştür. Çünkü hadislerde yer alan ruhsat, kadınları da kapsamına almaktadır (Tirmizi, Cenâiz 60, 61; İbn Abidin, Reddü’l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 242).
KABİR ZİYARETİNİN FAYDALARI
a) İnsana ölümü ve ahireti hatırlatır ve ahireti için ibret almayı sağlar (Müslim, Cenâiz, 108; Tirmizî, Cenâiz, 59; İbn Mâce, Cenâiz, 47-48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 145).
b) İnsanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir (İbn Mâce, Cenâiz, 47).
c) Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret, ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Hz. Peygamber’in ve Allah’ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte; “Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, sanki hayatımda iken ziyaret etmiş gibi olur” buyurulmuştur. (Mansur Ali Nasif, et- Tâc, el-Câmiu’l-Usûl, II, 190).
d) Ziyaret; insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine yardımcı olur.
Ziyaretin Ölüye Faydası
a) Özellikle anne, baba diğer akraba ve dostların kabirleri, ruhları için Allah’a dua ve istiğfar etmek amacıyla ziyaret edilir. Ölüler adına yapılan hayır ve hasenâtın sevabının onlara ulaşacağı sahih hadis ve icmâ delili ile sabittir. Ölüler ziyaret edilirken, onların ruhları için Allah’a dua edilir, Kur’an okunur, yapılan iyiliklerin sevabı bağışlanır. Kabre ağaç dikmek sevabtır. Dikilen ağaç ve bitkinin ölünün ruhundan azabın hafifletilmesine sebep olacağına dair hadisler vardır. Hristiyanların yaptığı gibi kabre çelenk götürmek mekruhtur.
Dua ve istiğfarın ölülerin ruhları için faydalı olacağına şu ayet-i kerime de delâlet eder: “Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden önce geçmiş olanları yarlığa. İman etmiş olanlar için kalbimizde bir kin bırakma” (el-Haşr, 59/10). Bu konuda varid olan pek çok hadis vardır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 509; VI, 252; İbn Mâce, Edeb,
b) Ölünün dirileri işitmesi. Kabir ziyareti sırasında konuşulanları kabirdeki kişinin duyduğu ve verilen selâmı aldığı hadislerle sabittir.
Abdullah b. Ömer (r.a)’den nakledildiğine göre Hazreti Peygamber Bedir gazvesinden sonra yerde yatan Kureyş büyüklerinin cesetlerine karşı: “Rabbinizin va’dettiği azabın doğru olduğunu anladınız mı?” diye seslenmişti. Hazreti Ömer’in: “Ey Allah’ın Resulu! Bu duygusuz cesetlere mi hitap ediyorsunuz?” demesi üzerine, Resulullah Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Siz bunlardan daha fazla işitici değilsiniz. Fakat bunlar cevap veremezler” buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, II, 121). Bu konuda Hz. Aişe’den, ölülerin işitmesi yerine, Resulullah’ın; “Gerçeği ölünce şimdi daha iyi anlarlar. Nitekim Cenâb-ı Hak’da: “Habibim sen, sözünü ölülere duyuramazsın ” hadisi nakledilmiştir. Ancak çoğunluk İslâm bilginleri bu konuda Hz. Âîşe’ye muhalefet etmişler, başka rivayetlere uygun düştüğü için yukarıda zikrettiğimiz Abdullah b. Ömer’in hadisini esas almışlardır (bk. ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarih Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, IV, 580).
Ziyaretin Âdabı
Ziyaretçi mezarlığa varınca yüzünü mezarlara döndürerek Peygamberimizin dediği gibi şöyle selâm verir: “Ey müminler ve müslümanlar diyarının ahalisi, sizlere selâm olsun. İnşaallah, biz de sizlere katılacağız. Allah’tan bize ve size âf yet dilerim” (Müslim, Cenâiz, 104; İbn Mâce, Cenâiz, 36).
Hazreti Âîşe’nin rivayetinde anlam aynı olduğu halde ifade biraz farklıdır. Tirmizi’nin İbn Abbâs’tan rivayetinde Resulullah bir defasında Medine mezarlığına uğradı ve onlardan tarafa dönerek şöyle dedi:
“Ey kabirler ahâlisi, size selâm olsun! Allah bizi ve sizi mağfiret eylesin. Sizler, bizden önce gittiniz, biz de sizin ardınızdan (geleceğiz)” (Tirmizi, Cenâiz, 58, 59). Kişi, tanıdığı bir kimseye kabrinin başından geçerken selâm verirse, ölü selâmını alır ve onu tanır. Tanımadığı bir kimsenin kabrinin yanından geçerken selam verirse, ölü, selâmını alır (Gazzâli, İhyau Ulûmi’d-din, IV, Ziyâretü’l-Kubur bahsi).
Kabir ziyareti sırasında mezarda namaz kılınmaz. Kabirler asla mescid edinilmez. Kabre karşı da namaz kılmak mekruhtur. Kabirlere mum dikmek ve yakmak caiz değildir (Müslim, Cenâiz, 98; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Salât, 236).
Boş yere para harcandığı için, ya da kabirlere tazim için buralarda mum yakılmasını Hz. Peygamber yasaklamıştır. Kabrin üzerine oturmak ve mezarları çiğnemek mekruhtur (Müslim, Cenâiz, 33; Tirmizi, Cenâiz, 56).
Kabirde ziyaretle bağdaşmayan edep dışı ve boş söz söylemekten, kibirlenip çalım satarak yürümekten sakınmak ve mütevâzı bir durumda bulunmak gerekir (Nesâî, Cenaiz, 100; Tirmizî, Cenaiz, 46). Kabirlere, küçük ve büyük abdest bozmaktan sakınmak gerekir. (Nesaî, Cenâiz, 100; ibn Mâce, Cenâiz, 46). Kabristanın yaş ot ve ağaçlarını kesmek mekruhtur. Çaput bağlamak, mum yakmak caiz değildir. Ölülerden bir şey istenmez çünkü diri de olsa, ölü de ola kimse yaratmaya kadir değildir. Ancak salih kimseleri vesile ederek Allah’tan istemek caizdir. Kabirler Kâbe tavaf edilir gibi dolaşılıp tavaf edilmez.
Hanefi ve Malikilere göre kabir ziyaretini cuma ve bunun iki yanındaki perşembe ve cumartesi günleri yapmak daha faziletlidir. Şafiîler, perşembe gününün ikindi vaktinden başlamak üzere cumartesi sabahına kadar ziyaretin daha uygun olacağını söylemişlerdir. Hanbeliler, ziyaret için belli bir gün tahsis etmenin doğru olmadığını belirtmişlerdir. Sonuç olarak cuma günü ziyaret daha faziletli ise de diğer günlerde ziyaret de mümkün ve caizdir
.
Selef-i Sâlihîn’i (Sahâbe’yi,Tâbiûn’u ve ilk Müctehid imamlarımızı), diğer fukahâmızı, Muhaddislerimizi, Müfessirlerimizi, Akâid âlimlerimizi ve eserlerini hiçe sayan aklını putlaştıran câhil ve bir o kadar da edebsiz bir nesil türetildi. Her hususta bilir bilmez avurtlarını şişire şişire konuşan bu ecvef ve kof zavallılar sihirmevzuunda da ciddiyetsizce ve câhilâne konuşmaktadırlar… “Sihir” mes’elesi de sözü edilen şu kimseler tarafından üzerinde gelişi güzel konuşulan hususlardandır.
Bu yüzden Sihir bahsini bir Mukaddime, sekiz Mes’ele ve bir Netîce çerçevesinde ele alıp îzâh etmeye çalışacağız. Mukaddime, mevzû’un, târîhin seyri içindeki yeri ve arka planı, Birinci Mes’ele, sihrin ma’nâsı ve ne demek olduğu, İkinci Mes’ele, sihrin çeşitleri,Üçüncü Mes’ele, sihrin hakîkatinin olup olmadığı, Dördüncü Mes’ele, ‘sihrin hakîkati vardır’ diyenlerin delîlleri, Beşinci Mes’ele, ‘sihrin hakîkati ve te’sîri yoktur’ diyenlerin delîlleri, Altıncı Mes’ele, Ehl-i Sünnet âlimlerinin, Mu’tezile’nin delîl zannettikleri şübhelerine cevâbları, Yedinci Mes’ele, sihrin hükmünün ne olduğu, Sekizinci Mes’ele,Hayrettin Karaman’ın “Büyü” başlıklı makâlesinin kısa tahlîli, Netîce de, Ehl-i Sünnet anlayışının yıkılıp yok edilmesinin işi nerelere vardıracağı hakkındadır. Tevfîk sadece Allah’tandır.
Mukaddime
Bir yanda Kur’ân ve Sünnet’i, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem ve Ashâb radıyellâhu anhum gibi anlayıp anlatan ve aklını bu noktada kullanmakla akıllılık yapan Ehl-i Sünnet âlimleri… Diğer yanda Kur’ân ve Sünnet’i aklının ve canının anlayıp ma’nâlandırmak istediği gibi anlayıp ma’nâlandıran ve karıncanın sırtına koca dağı yüklercesine akıllarına hiçbir zaman kaldıramayacakları kadar ağır yükü yüklemekle akılsızlık yapan akılcı akılsızlar tâifesi Mu’tezile ve onların kör taklîdçileri. Bu iki tâifenin, yani Ehl-i Hak ile Ehl-i Bid’at ve Hevâ‘nın, arasındaki anlaşmazlık noktalarından biri de sihir mevzû’udur.
Târîhin her devrinde, akla ancak kaldıracağı kadar yük yükleyenler akıllıca iş yapmışlar, rasyonalistler (akılcılar) ise hep akılsızlık yapagelmişlerdir. Onlar her zaman aklı -ya kaldıramayacağını bile bile veya ne kadar yüklenileceğini yine akla danışarak devir girdabına kapılarak- olmayacak kadar ağır yük altına koymuşlar ve akıl olmaktan çıkarmışlardır. Günümüzdeki rasyonalistlere göre çok daha seviyeli ve akıllı olan geçmiş rasyonalistlerin, Ehl-i Sünnet’e karşı olan bütün kanâatlerinde târîhin ve tenâkuzlarının şehâdetiyle akılsızlık yapmış olmaları katiyyetle sübût bulmuştur. Bu mühim nokta göz önünde bulundurulacak olursa, onların çok kötü kopyaları mesâbesindeki zamâne akılsız akılcılarının seviyesini varınız sizler tasavvur ediniz. İşin en mühim, en can alıcı, en heyecanlandırıcı ve en düşündürücü yanı da -âciz kanaatimce- şudur: Bu akılcı akılsızlar, hep zâlim ve despot padişahların, şeflerin, liderlerin ve iktidarların dönemlerinde tutunabildiler, desteklendiler ve beslendiler. Hep sırtlarını zâlimlere dayayarak Ehl-i Sünnet taraftarlarına kan kusturdular. Her zaman, zâlimlerle anlaşmalı ve sözleşmeli olarak yaşadılar ve geliştiler. Ancak, bâtıl yok olmaya mahkûm olduğu için, hicri dördüncü asırdan i’tibâren târîhin çöplüğüne fırlatıldılar, sesleri solukları kesildi.
Nihâyet, geçen asrın sonlarında, gittikçe zayıflayan Ümmet, küfür milleti tarafından iyice ablukaya alınıp, kendi içindeki beyinsizler yardımıyla tamamen felç edilince, bu rasyonalistler tekrâr devreye sokuldu. İngilizlerin Mısır Hıdivliğine tazyik ederek, Mason Abduh’u nasıl işbaşına getirdiklerini, İngiliz yetkilinin ağzından, büyük muhaddis Allâme Kevserî, Nazratu’n-Âbire’sinin başlarında ibretli bir şekilde anlatır. Mason biraderler Abduhların, Reşid Rızâların, Merağîlerin, Mahmûd Şeltûtların, Tahâ Hüseyinlerin, Ferid Vecdilerin dîne nasıl hıyânet ettiklerinin safahatını Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendinin, Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm’inde ibretle okuyabilirsiniz. Aynı zamanda, çağdaş rasyonalizmin veya ‘Neo Mu’tezile‘nin erkan-ı harbiyesi olan ekip Mısır’da işbaşında bulundurulup geliştirilmekle kalınmayıp,tohumlarını bütün dünyaya yaymalarında da onlara yardımcı olundu. Öte yandan, daha önce Hindistan’da sömürgeci İngilizler tarafından tezgâhlanan Kadiyânîlik nebîsi ve fitnesi ile işlerini yürüten küfür cephesi, oryantalizmin destek atışlarıyla da kuvvetlendirdiği bu iki fitne karargâhının birbirleriyle paslaşmasını temin etti.
Söz misâli, Kadıyânîlerden olan birisi, Ezher Şeyhi Merağî’ye, ‘İsa aleyhisselâm’ın âhir zamanda inip inmeyeceğini’ soruyor, o, işi Mahmûd Şeltût’a havâle ediyor. O da Mü’minlerin İcmâı ile bir îmân unsuru olan nüzûl hakîkatini inkâr ediyor, gelmeyeceğinisöylüyor, Kadıyânîliğin bu iddiâsı böylece Mısır cephesince de imzalanmış oluyordu. Bu cephe, dedikleriyle, yazdıklarıyla ve fetvâlarıyla, her zaman -bilerek veya bilmeyerek- Ehl-i Sünnet’i, hatta bizzat Kur’ân’ı ve Sünnet’i hedef almıştır. Abduh ve Reşid Rıza biraderlerin Menâr’ı, Mahmûd Şeltût’un fetvâları ve diğerleri… Garb medeniyyeti karşısında aşağılık kompleksine kapılan bu şahsiyyet müflisi sürünün hepsinin hedefi budur. Bu cephenin Ehl-i Sünnet’e karşı giriştiği taarruzun mühim bir noktası da işte bu sihir mes’elesidir.
Öyleyse bu meseleyi etraflıca ele alalım. Tevfîk sadece Allahdandır.
Birinci Mes’ele
Sihir ne demektir?
Bu mes’eleyi birkaç yönü ile ele alalım: Bir: Lügâtlarda sihir.
-“Sihir, zebün etmek, alda(t)mak, almak, cadılık etmek, bâtıl bir şeyi (asılsız olanı) sûret-i haktan göstermek.”[1]
-“İbnu Fâris şöyle dedi: Sihir, bâtılı hakk sûretinde çıkarmak demektir. Kelâmı ile onu sihirledi, demek, sözün inceliği ve güzel terkibi ile onu (kendine) meylettirdi, demektir.”[2]
-“Sihir, kapıp almak demektir. Me’hazı (Alındığı yer) küçük ve ince her bir şey sihirdir.” “Sehr, seher, suhr, akciğere derler…[3]
-“Sihir ki, cadılığa denir, aslında (ilk îcâd edilişinde) bir adamın akciğerine vurup onu değişen ve sersemleşen biri etmek ma’nâsında mastar olup, sonra (bunu) cadılıkta kullandılar.”[4]
İki: Istılahta (Bir Terim Olarak) Sihir
Fahruddîn-i Râzî, Tefsîr’inde şöyle dedi:”Sihir lafzı
Şerîat örfünde, sebebi gizli kalmakta ve hakîkatinden başka bir biçimde hayâl edilmekte olan, yaldızlamak, karıştırmak ve aldatmak şeklinde olan her bir şeye aittir.”[5]
Râğıb, el-Müfredât’da şöyle demektedir: “Sihir bir takım ma’nâlara gelir:
Birincisi, aldatmak, hakîkati olmayan hayâl göstermeler, göz boyayıcının el hafifliği ve çabukluğu ile yapmakta olduğu şeylerden gözleri başka taraflara çevirmesi gibi.
İkincisi, şeytâna bir şekilde yaklaşarak onun yardımını celb etmek.
Üçüncüsü, pelteklerin, bir şey doğru konuşamayanların (beyinsizlerin-Tânevî) gittiği şey, sâhib olduğu kanaat. Bu bir fiilin ismidir. Bu sihrin kuvvetinden ötürü sûretleri ve tabiatları değiştirdiğini, insanı eşek, yaptığını iddiâ ediyorlar, ama bunun âlimlere göre hakîkati yoktur. (Bu görüş Mu’tezile’nin görüşüne yatkındır.)”[6]
Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn sâhibi Mevlevî Muhammed Alî İbnu Alî et-Tânevî (Ö:1158 h.) şöyle demektedir: “Sihir, sebebi gizli kalan, bir şeyi hakîkatinden çevirdiği zannını uyandıran bir fiildir (iştir). İbnu Mes’ûd böyle dedi. Keşfu’l-Keşşâf‘ta şöyle denildi: Sihir, lügatin aslında, çevirmek demektir. Ezherî bunu, Ferrâ‘dan ve Yûnus‘tan hikâye etti ve şöyle dedi: Sihir, bir şeyi yönünden çevirdiği için, sihir diye isimlendirildi. Sanki, sihir eden, bâtılı hakk, yani hakk sûretinde, gösterince, o şeyi hakîkatinden çevirmiş oluyor.Leys‘den sihrin, kendisiyle şeytâna yaklaşılan ve onun yardımı olan bir ameldir,dediği anlatıldı…
Fıkıh kitâblarında, i’timâd edilebilecek bir sihir ta’rîfi bana ulaşmadı. En isâbetli ta’rîf şu olabilir: Sihir, şeraitte harâm olan bir söz veya fiil yardımı ile olan harikulade bir iş yapmak demektir ki Allah imtihan anında bunun hâsıl olmasına dâir kanununu icrâ eder.
Ravza‘da, (musannifi) İmâmu’l-Haremeyn‘in
el-İrşâd isimli kitâbından şu nakli yaptılar: Nasıl ki kerâmet sadece takvâ sâhiblerinin elinde zuhûr ederse, sihir de ancak fâsığın elinde zuhûr eder.
Beydâvî, tefsîrinde şöyle denildi: Sihir ile murâd edilen, elde edilmesinde şeytâna yaklaşmaktan faydalanılan şeydir ki, insanın kendisi bunu yapmakta müstakil değildir. Bu, ancak şerli olmakta ve nefis pisliğinde şeytâna benzeyen kimse tarafından elde edilir. Zîrâ, benzerlik bir arada olmak ve yardımlaşma için şarttır. İşte, sihirbaz(ın sihri) ile nebî(nin mu’cizesi) ve velî(nin kerâmeti) bununla birbirinden ayrılır. Hîle sâhiblerinin, âletler veya ilaçların yardımıyla yaptıkları veya el çabukluğuna sâhib olan kimselerin göstermekte oldukları gibi, şaşılacak, tuhaf görülecek şeylere gelince, bunlar (sihir gibi) kınanan şeyler değildir. Bunlara sihir denilmesi mecâz yoluyla veya onlardaki (sanat) inceliğ(i) sebebiyledir. Zîrâ sihir asıl’da, sebebi gizli olan şey için îcâd edilmiştir. [(Beydâvî‘den nakil ) bitti.]
Fetâvâ el-Hammâdiyye‘de şöyle denilmiştir: Sihir, cevherlerin havassını ve yıldızların doğduğu vakit ve yerler hakkında olan hesâb işlerini bilmekten istifâdeyle elde edilen bir çeşit şeydir. O cevherlerden, büyülenecek olan kimsenin sûretinde, belli bir heykel edinilir. Şerîat’e ters düşen kötü sözler ve küfür sözlerini telaffuz etmek de buna ilâve edilir. Bunların isimlerinin anılmasında şeytânlardan yardım beklenir. Bütün bunların tamamından, Allah’ın âdetini (kanununu) icrâ etmesi hükmüyle, sihirlenen şahısta ğarîb (görülmedik) hâller hâsıl olur…[7](Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn’dan Nakil Bitti.)
İkinci Mes’ele
Kaç Çeşit Sihir Vardır?
İslâmî eserlerde sihrin birçok çeşidinden söz edilir. Cessâs’ın Ahkâm-ı Kur’an’ında, Râzî’nin Tefsîr-i Kebîr’inde, Râğıb’ın Müfredât’ında, Semin’in Umdetu’l-Huffâz’ında, Tânevî’nin Ahkâm-ı Kur’an’ında ve başka eserlerde bu husûsta geniş bilgiler vardır. Biz burada Tefsîr-i Kebîr’den kısaltarak bir nakil yapacağız. Zîrâ bilebildiğimiz ve görebildiğimiz kadarıyla en güzel taksîm ve tafsîl orada vardır.
Râzî, tefsîrinde sihrin sekiz çeşidini zikreder:
“Sihrin birinci çeşidi, eski zamanda yaşamış Keldâniler ile Kestânilerin sihri. Bunlar yıldızlara tapan, yıldızların bu kâinatı idâre ettiğini zanneden, hayır ile şerrin mutluluk ile uğursuzluğun yıldızlardan olduğuna inanan bir topluluk olup, Hak teâlâ’nın, görüşlerini geçersiz kılmak ve mezheblerini reddetmek için Hz. İbrâhîm’i gönderdiği kavimdir.
Sihrin ikinci çeşidi, vehim sâhiblerinin ve kuvvetli nefislerin (ruhların) sihridir. Âlimler şöyle demiştir. İnsanlar, herkesin kendisine ‘ben’ diye işaret ettikleri şeyin ne olduğu husûsunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, onun insanın bu bünyesi olduğunu, bazıları onun bu bünye içinde bir cisim olduğunu, bazıları da, onun ne cisim ne de cisimle ilgili bir şey olmadığı hâlde var olan bir şey olduğunu söylemişlerdir. Biz insanın bu bünye olduğunu ve bu bünyenin dört ana unsurdan (enâsır-ı erbaa) meydana geldiğini söylediğimiz zaman, bazı soğuk rüzgârlar sırasında, o insanın mizâcının herhangi yönden bambaşka bir mizâc haline gelmesi, bunun da cismi şekillendirmeye ve bizim bilemediğimiz ve bilmemiz imkânsız olan şeyleri bilmeye muktedir olmayı gerektirmesi niçin câiz olmasın? Eğer biz: ‘insan bu bünye içinde dolaşan bir cisimdir’ dersek, söylenecek söz budur. Fakat, ‘İnsan nefistir’ dersek, o zaman, nefislerin çeşitli olduğunu, bazı nefislerin zâtları gereği bu ğarîb olaylara güçleri olduğu takdîrde, ğâib olan sırlara muttali olabileceklerini söylemek niçin câiz olmasın? Bu ihtimâlin yanlış olduğuna dâir, yukarıda geçmiş olan açıklamalardan başka bir delîl yoktur. Yukarıdaki açıklamaların ise bâtıl olduğu ortaya çıkmıştır.
Sihrin üçüncü çeşidi, yerdeki rûhlardan (cinlerden) yardım dilemektir. Bil ki, cinlerden yardım husûsundaki görüşe gelince, müteahhîr felsefeciler ve Mû’tezile ulemâsı, bunu kabûl etmemiştir. Ama önde gelen felsefecilere gelince, onlar bu husûsla ilgili hükmü inkâr etmemişlerdir. Ne var ki onlar bunu, yere ait rûhlar diye isimlendirmişlerdir. Bunlar, haddi zâtında kendi aralarında farklılık gösterirler. Bunların bir kısmı hayırlı, bir kısmı da şerlidirler. Hayırlı olanlar, mü’min cinler, şerli olanlar ise, cinlerin kâfirleri ile şeytânlarıdır.
Sihrin dördüncü çeşidi, tahayyulât ve gözbağcılığıdır.
Sihrin beşinci çeşidi, bazen hendesî (geometrik) oranlara, bazen de çeşitli sanat hîlelerine göre yapılmış âletlerin birleştirilmesi ile ortaya çıkartılan ve insanı şaşırtan işlerdir. Meselâ, birbirleriyle dövüşen, biri diğerini öldüren iki süvâri gibi; elinde borazan bulunan ve bir at üzerinde olan, gündüzün her saati geçtiğinde hiç kimse ona dokunmadığı halde borazanını çalan süvâri (heykeli) gibi. Yine bu cümleden olarak Rumların, Hintlilerin çizmiş oldukları ve bakanların onun resim mi insan mı olduğunu ayırt edemedikleri resimler vardır. Hatta onlar, ağlayan ve gülen resimler çizerler. Hatta onlar bundan da öteye sevinç, utanç ve alay ifâde eden gülmeleri dahî birbirinden farklı yaparlar. İşte bütün bunlar, insanın muhayyilesini aldatan ince işler cümlesindendir. Firavun’un sihirbazlarının sihri de bu çeşittendir. Saatlerin yapısı da bu bâbtandır. Bu konuya ağır yükleri kaldırma, çekme (Cerru’l-Eskal) ilmi de dâhildir. Bu da çok büyük ağırlıkları hafif ve basit âletlerle çekmektir. Bunun hakîkatte sihirden sayılmaması gerekir. Çünkü bunların dayandığı bilinen pek ince sebebleri vardır. Kim onları bilir ve öğrenirse bu işleri yapabilir. Fakat diğer insanlar bunu sihir sanmışlardır.
Sihrin altıncı çeşidi, ilaçların özelliklerinden istifâde edilerek yapılan sihirlerdir. Meselâ insanın yemeğine -eşeğin beyni gibi- aklı uyuşturan bazıilaçların konulması, sarhoş edici uyuşturucuların katılması. İnsan eşek beyni yediğinde salaklaşır ve zihni azalır. Bil ki bu özellikleri inkâr etmeye imkân yoktur. Çünkü mıknatısın eseri gözle görülmektedir. Ne var ki insanlar bu husûsa fazla ehemmiyet verip doğruyu yalana, bâtılı hakka karıştırmışlardır.
Sihrin yedinci çeşidi, kalbi bağlamaktır.Bu da sihirbazın İsm-i a’zam duâsını bildiğini, cinlerin kendisine itâat edip pek çok işte kendisine boyun eğdiklerini iddiâ etmesidir.Onun bu sözlerini dinleyen kimse zayıf akıllı ve temyîz kâbiliyeti olmayan birisi olduğunda, bunların gerçek olduğuna inanır ve kalbi buna bağlanır(aldanır). Böylece bu kimsede bir çeşit korku ve çekingenlik hâsıl olur. Korku meydana geldiğinde hissî kuvvetleri zayıflar, böylece de sihirbaz o zaman ona istediğini yapabilir. Bu işleri deneyen, ilim ehlinin durumlarını bilen kimse, işleri yaptırma ve sırları gizleme husûsunda kalbin bağlamasının pek büyük te’sîrleri olduğunu anlar.
Sihrin sekizinci çeşidi, şudur: Söz taşımak ve kışkırtmacılık gibi şeylere gayret etmek de, latîf ve gizli şeylerdendir. Bu, insanlar arasında yaygındır. İşte bütün bu saydıklarımız, sihrin kısımları, çeşitleri ve bölümleri hakkında söylenen sözlerdir. Allah celle celâlühû en iyisini bilir.”[8]
Üçüncü Mes’ele
Sihrin Hakîkati Var mıdır?
Yazımızın en mühim mes’elesi işte bu mes’eledir.
Bu husûsu da birkaç noktada açıklığa kavuşturmak istiyoruz.
Bir: Sihrin çeşitlerinden birçoklarının hakîkatinin olmadığında ilim sâhiblerinin söz birliği vardır.
İki: Hârut ve Mârut kıssasında sözü edilen ve Buhârî ile Müslim‘in rivâyet ettiği, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’e yapılan sihrin ve türünün hakîkatinin olduğunda Mu’tezile’nin hilâfı (karşıt görüşü) vardır. Onlar, sihrin bütün türlerinin vehim ve hayâlden ibâret olduğunu iddiâ ederler. Akıllarına sığdıramadıklarından, sihrin hakîkatini ve buna dâir âyetleri neredeyse tahrîf mertebesinde te’vîl, hadîsleri de kökten inkâr ederler. Bu yaptıklarına dayanak ettikleri, onlara göre hüccet (kesin delîl) bize (Ehl-i Sünnet’e) göre ise şübhe ve vehimlerini, bu fakîre göre de sihirlerini inşâallâh ileride iptâl edeceğiz.
Üç: Hanefîlerden Cessâs, Şâfiilerden Ebû İshâk Esterâbâdi,[9] de Mu’tezile’nin görüşündedirler. Allâme Cessâs’ın bir takım mevzûlarda Mu’tezile’nin görüşlerinden te’sîrlendiği, hatta kimi âlimlerce Mu’tezile’den olmakla suçlandığı erbâbına malumdur.
Dört: Cessâs’ın ve İbnu Hazm’ın dışında, hiçbir Ehl-i Sünnet âliminin eserinde ‘sihrin hakîkati yoktur, vehim ve hayâlden ibârettir’ sözüne rastlamadığımız gibi, aksine, Ehl-i Sünnet eserler, ‘sihrin hakîkati vardır’ sözüyle doludur.
Beş: Ehl-i Sünnet âlimlerinin, tefsîr, akâid ve hadîs şerhlerine dâir kitâblarından yüzlerce nakil yapmak mümkündür. Ayrıca kaynak vererek yazıyı uzatmaya gerek yoktur. Dileyen Şerh-i Mevâkıf, Şerh-i Makâsıd’a ve diğerlerine müracaat edebilir.
Altı: Muhterem Muhammed Ali es-Sâbûnî Ahkâm-ı Kur’an’ında her ne kadar, ‘Ehl-i Sünnet’in cumhûru, sihrin hakîkatinin ve te’sîrinin olduğu, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet’in bir kısmı da sihrin hakîkatinin olmadığı görüşündedir’ diyorsa da bu, yanlıştır. Zîrâ, Ehl-i Sünnetten Mu’tezile’ye yatkın bir takım görüşleriyle, ulemânın, Mu’tezile’den olmakla ithâm ettikleri bir Cessâs ile kim olduğu ve görüşünü nerede belirttiği kesin bilinmeyen, Esterâbâdi mi, Esterâbâzi mi, Şafiî mi, Hanefî mi, Ebû Bekir mi, Ebû İshak mı, yoksa Ebû Ca’fer mi olduğu kesinleşmeyen bir zâtın şazz görüşleriyle Ehl-i Sünnetin icmâ’ı ortadan kalkar mı, kalkmaz mı, bu mes’ele, icmâ’ mertebesinden cumhûr mertebesine düşer mi düşmez mi? Bunu, ilim ve insâf ehlinin takdîrlerine bırakıyoruz.
Bir tarafta, tefsîrde, usul-ı fıkıhta ve fıkıhta zirve olan Cessâs’ın diğer tarafta bir takım şazz görüşleriyle başka bid’at mezheblerine meyletmesi, onu sahasında neredeyse erişilmez olmaktan düşürmez. Bu nev’i ğarâbetlere ilim sâhibleri yabancı değildir. Zemahşerî’leri, İbnu Ebi’l-İzz’leri, görmüyor muyuz?..
Yedi: İbnu Cerîrler, Beğâvîler, Râzîler, Kurtubîler, Kadı Beydavîler ve Hâşiyeleri, İbnu Kesîrler, Nesefîler, Mazharîler, Âlûsîler ve diğerleri. Bütün Ehl-i Sünnet tefsîrleri, (Bakara:102) Âyetinin ve Felâk ve Nâs sûrelerinin tefsîrlerinde ‘sihrin hakîkati vardır’derlerken, Mu’tezile ve onların kör taklitçileri ‘yoktur’ demişler de ne olmuş? Akîdede Mu’tezilî, mezhebdd de Şiî olan et-Tabersî, ‘sihrin hakîkati yoktur’ dese ne çıkar? Cessâs’ın Ahkâmu’l-Kur’ân’ı dışında hiçbir Ehl-i Sünnet tefsîrinden, ‘Sihrin hakîkati yoktur’ sözü nakledilemez. İşte yüzlerce tefsîr. Yeni câhillerin tefsîr ismiyle yazdıkları‘tahrîfler’ ise ilim erbâbınca mühim değildir.
Şâfiilerden Ebû Bekr el-Esterâbâdi, Âlûsî ve Zafer Ahmet et-Tânevî’ye göre de Hanefîlerden Ebû Cafer el Esterâbâzîdir.
O’nun kendi görüşüne vasıtasız ulaşamadık; elimizdeki tabakât ve terâcim kitâblarında hakîkî hüvviyetini kesin olarak tesbit edemedik.
Sekiz: El-Mevâkıf’da ve Şerhu’l-Mevâkıf’da, sihrin hakikatinin ve te’sîrinin olduğunda Ümmetin icmâ’ının bulunduğu bildiriliyor.[10] Seyyid Şerif,
aynı yerde Kitâb’ın, Sünnet’in ve icmâ’-ı Ümmet’in bunu gösterdiğini, Kaderiyye’nin (Mu’tezile’nin) Kitâb’a, Sünnet’e ve İcmâ’-ı Ümmet’e ters düştüklerini, Sahâbe asrından muhâlifler ortaya çıkana kadar, bu hususta söz birliği olduğunu söylüyor.[11]
Allâme Teftâzânî, Şerh-i Makâsıd[12] ve diğerleri kitâblarında sihrin hakîkatinin olduğunu kabûl ediyorlar.
Dokuz: Hadîs mecmû’aları ve onların şerhleri de, sihrin hakîkatinin olduğuna dâir sözlerle doludur. Ehl-i Sünnet’ten bir tane muhâlif gösterilemez. İleride de geleceği üzere, bu husûstaki karşı şazz görüşler, esâsen olağanüstülüklere mu’cize, kerâmet ve istidrâclara inanamamak hastalığından kaynaklanmaktadır.
Mu’cizeleri, fizîkî çerçevede ele alan pozitivist kafaların kronikleşmiş hastalıklarının tezâhüründen başka bir şey olmayan ibretlik bir manzara.
Dördüncü Mes’ele
“Sihrin Hakîkati Vardır” Diyenlerin Delillerinden Bir Kısmı
Bir: Sihrin Hakikatinin ve Te’sîrinin Var Olduğunun Âyetten Delîlleri
Birinci Âyet: ‘(Fir’avn’ın sihirbazları) Büyük bir sihir getirdiler (yaptılar)’.[13]
İkinci Âyet: ‘O ikisinden, kişi ile eşi arasını ayıracak şey (sihir) öğreniyorlar’[14]
Kişi ile eşinin ayrılmasına hayâl ve vehim sebeb olamayacağına göre, sihrin hakîkati var.
Üçüncü Âyet: ‘Hâlbuki onlar, onunla (sihirle), Allah’ın izni olmadan hiçbir kimseye zarar veremezler.’[15]
Demek sihir zarar veriyormuş; öyleyse hakîkati var.
Dördüncü Âyet:’De ki, ben durmadan düğümlere üfleyen kadınların şerrinden Allah’a sığınırım.’[16]
İki: Sihrin Hakîkatinin ve Te’sîrinin Var Olduğunun Sünnetten Delîlleri
Buhârî, Müslim ve Nesâî‘nin rivâyet ettiğine göre, bir Yehûdî, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’e sihir yaptı. Bunun üzerine O, birkaç gün hasta oldu. Sonra Cibrîl O’na geldi veYehûdîlerden bir adam sana sihir yaptı, şu kuyuda senin için düğümler yaptı, dedi. Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem hemen adam gönderdi, onu (sihri) çıkardı ve çözdü ve derhal kalktı.[17]
Üç: Sihr’in Hakîkatinin ve Te’sîrinin Var Olduğunun İcmâ’ Delîli
Sahâbe ve sonradan gelen, Mu’tezile dışındaki âlim ve câhil herkes bu husûsta söz birliği etmişlerdir. Nitekim Seyyid Şerîf Cürcânî Şerh-i Mevâkıf’ta böyle demişti.[18]
Beşinci Mes’ele
“Sihrin Te’sîri Yoktur” Diyenlerin Delîli Var mıdır?
Evet, sihrin olmadığını iddiâ edenler bu bâtıl düşüncelerine dâir delîl olduğunu zannettikleri bir takım şübheler ileri sürmektedirler.
Âyet Delîlleri: “İnsanların gözlerini sihirlediler”[19]“Hemen ipleri değnekleri sihirleriyle yürüyor hayâlini uyandırıyor(du)”[20] “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[21] “(Müşrikler) Sen, sadece büyülenen-lerdensin dediler.”[22] “Sihirbaz nerde olsa umduğuna ermez.”[23]
Sünnet Delîlleri: Sünnet’ten delîlleri olamaz. Âyetlerin nazmı imtihan îcâbı olarak hadîsin tefsîrine muhtâcdır. Hevâlarına ters olan hadîsleri tepeleyince önleri açılıverdi.
Akıl Delîlleri: Şöyle bir akıl yürütmektedirler: Sihirbazların olağanüstülüklere gücü yetseydi, nebîlerin mu’cizelerini tasdîk bâtıl olur, hak bâtıl ile karışır, nebî ile sihirbaz ayrılamazdı. Bunlar imkânsız olduğuna göre sihir diye bir şey olmaması lâzımdır.
Altıncı Mes’ele
Ehl-i Sünnet Âlimlerinin, Mu’tezile’nin Delîl Zannettikleri Şübhelerine Cevâbı
Allame Teftâzânî kısaca şöyle diyor:
Bir: Eğer “sihir sahîh olsaydı, sihirbazlar bütün nebîlere ve sâlihlere zarar verirlerdi ve kendilerine büyük bir mülk hâsıl olurdu”. Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem nasıl sihirlenmiş olabilir? Hâlbuki Allah celle celâlühû “Allah seni insanlardan koruyacaktır” ve “sihirbaz nerde olsa umduğuna ermez” buyuruyor. Kâfirler Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem büyülenmiş olmakla ayıplamışlardı. Hâlbuki onların yalancılar olduğu kesindir” dense.
Şöyle cevâb veririz: Sihir her asırda ve zamanda bulunmaz, her bir yerde olmaz. Her zaman hükmü geçerli olmaz. Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem insanların onu helâk etmesinden yâhud Nebîliğine zarar vermelerinden korunmuştur. Yoksa bedenine zarar ve acı ulaştırmalarından korunmamıştır. (Nitekim taşlanıp kanı akıtılmış, vurulup dişi kırılmıştır.) Onun büyülenmiş olduğunu söylemekle kâfirler, aklı sihirle yok edilen bir mecnûn olduğunu kast ediyorlardı. (Hâlbuki bunun böyle olduğunda bir tartışma yoktur.
İki: Şâyet, “Mûsâ aleyhisselâm kıssasında, ‘yürüyor zannı uyandırıyor”[24]sihrin hakikatinin olmadığını gösterir. Sihir hayâl uyandırma ve yaldızlamadan başkası değildir”denirse;
Şöyle cevâb veririz: Olabilir ki, onların sihri, o hayâli uyandırmaktır ki o gerçekleşmiştir. Eğer, sûret olduğu, (o anki sihir şeklinde) sihrin eserinin hayâl uyandırma olduğu kabûl edilse, bu, sihrin hiçbir şekilde aslının olmadığını göstermez.[25]
Üç: Mu’cizeyle karışır iddiâsıyla sihrin hakîkatini inkâr etmeye gelince…
Şöyle cevâb veririz: Mu’tezile, Ehl-i Sünnetçe icmâ’ ile kabûl edilen, evliyânın kerâmeti türünden olağanüstülükleri inkâr ederken de aynı iddiâya tutunuyor idi ama nâfile.
Müfessir Âlûsî de bu noktada şöyle diyor: “Nasıl ki melekler insanların hayırlı olanlarına ve ibâdette söz ve fiille Allah’a yaklaşmakta kendilerine benzeyenlerine yardım ederlerse, şeytânlar da aynı şekilde sözde, fiilde, i’tikâdda, habâset ve necâsette kendilerine benzeyen, şerli kimselere yardım ederler. Sihirbaz nebî ve velîden işte bununla ayrılır.”[26]
Yedinci Mes’ele
İslâm’a Göre Sihrin Hükmü Nedir?
Ulemâ bu mevzuda uzun uzun bilgi verdiyse de, Allâme Sâbûnî, mes’eleyi şöyle hulâsa ediyor:
İmam Ebû Hanîfe, sihirbazın kâfir olacağı görüşündedir. Onun katlini mübâh görmektedir. Ona göre, ondan, tevbe etmesi de istenmez. Ehl-i Kitâb’dan olan sihirbaz da Müslümanlardan olan sihirbaz gibidir.
İmam Şafiî, kâfir olmadığı görüşündedir. Ona göre, başka birini öldürmeye kast etmedikçe (sihirbaz) öldürülmez.
İmam Mâlik, sihirbazın kâfir olacağı kanaatindedir. Müslüman olan sihirbazın öldürüleceği, Ehl-i kitâb’dan olanın ise öldürülmeyeceği görüşündedir.”[27]
Müfessir Âlûsî‘nin dediğine göre, Hanefîlerde, küfür ihtivâ eden sihri yapanın kâfir olacağını, küfür ihtivâ etmeyen sihri yapanın ise harâm işlemiş olacağınısöyleyenler de vardır ve bu görüş İmam Mâtürîdî‘ye nisbet edilmiştir.[28]
Sekizinci Mes’ele
Hayrettin Karaman’ın “Büyü” Başlıklı Makâlesinin Tahlîli Hakkındadır
Sayın Hayrettin Karaman, haftalık bir dergide büyü ile alâkalı üç sayı süren geniş bir yazı neşretti. Yazının ana fikri, “sihrin hakikati ve te’sîriyoktur, te’sîri ancak vehim ve hayâlden ibarettir, bu görüşte olan Mu’tezile mezhebi haklıdır, sihrin te’sîri ve hakikati vardır görüşü yanlıştır, bu görüşte olan Ehl-i Sünnet hatâ etmiş ve Kur’an’la Sünneti bu husustaki açıklığa rağmen anlayamamıştır”şeklinde hulâsa edilebilir. Sözü geçen bu yazıyı, -haddi zâtında üzerinde durmaya pek öyle değer bir yazı olmamasına rağmen- bu husûsta yazarı hakkında oluşturulan kâzib şöhretten dolayı aldanıp Ehl-i Sünnet dışı bir görüşü benimseyebilecek mü’minler bulunabileceği ihtimâline binâen, biraz genişçe ve birçok yanıyla ele alacağız.
Birinci İddiâ: Karaman, Fahrüddîn Râzî’den sadece Sihrin olmadığına dâir Mu’tezile görüşünü nakletmekle yetiniyor.
Cevâb: Karaman Râzî’nin Ehl-i Sünnet görüşünü benimsediğini ve Mu’tezile’yi yerin dibine geçirdiğini, sihrin hakîkatini kabûl ettiğini görmezden gelerek, bilerek veya bilmeyerek okuyucuyu yanıltıyor; aslı olmayan sihir çeşidi olan göz boyamacılık ile okuyucuyu te’sîr altına almaya çalışıyor. Vehim ve hayâl ile yazısının girişindeki peşin hükmü pekiştirmeye çalışıyor.
İkinci İddiâ: Ehl-i Sünnet’ten bazılarının da, aynen Mu’tezile paralelinde olduğunu, Tânevî’nin Keşşâf’ından naklettikten sonra, İbnu Haldun‘un içinde bulunduğu birçok Sünni âlimden, sihrin hakîkatinin olduğunu, naklediyor.
Cevâb: Oysa onca büyük ve meşhûr âlim varken, Ehl-i Sünnet âlimleri arasında, söz, düşe düşe İbnu Haldun’a mı düşmüş. Kimilerine göre cumhurun, kimilerine göre ise icmâ’ın (ki doğrusu da bizce budur) görüşü böylece cılızlaştırılmış oluyor.
Üçüncü İddiâ: kendi görüşünün de sihrin bir hayâl ve vehimden ibâret olduğu, hakîkatinin olmadığı yolunda olduğunu açıklıyor.
Cevâb: Yani, yüksek ictihâdlarıyla Mu’tezile’yi haklı ilan ediyor. Esâsen, Sayın Karaman’ın bu görüşü kendinin öz görüşü olmayıp taklîd ettiği mason üstâdları Abduh ve Reşid Rızâ’nın görüşüdür. Onun yaptığı sadece kör bir taklîd. Nitekim bu, kaynak verdiği Menâr’dan da anlaşılmaktadır.
Dördüncü İddiâ: Sayın Karaman, Ehl-i Sünnet’in iki delîli olan âyet ve hadîsin, tezlerini isbât etmeyeceğini tam aksine çürüttüğünü söylüyor.
Cevâb: Sözünü ettiği âyet (Bakara:102)’dir. Âyeti kendisinin de içinde bulunduğu bir heyet tarafından yapılan tercümesiyle bir daha buraya alalım:
“Süleymân’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytânların uydurup söylediklerine tâbi oldular. Hâlbuki Süleymân büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytânlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik sakın yanlış inanıp ta kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar o ikisinden, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler.”[29]
Sayın Karaman, nasıl becerdi de bu âyetten sihrin hakîkati olmadığını anladı? Bu manalandırmayı, delâlet türlerinden hangisiyle yaptı? Bilen beri gelsin… Görüldüğü gibi âyet Süleymân aleyhisselâm’a atılan iftirâlar ile Hârut ve Mârut’un sihir öğretişini anlatıyor.
Ucu gelmeyen bir Ehl-i Sünnet müctehidler, muhaddisler ve akâid âlimleri kervanı bu âyeti anlayamadı, üstelik aleyhlerinde delîl olmasına rağmen lehlerinde bir delîl olduğunu zannettiler ama Karaman doğru anladı(!) Sübhânellah, bu nasıl bir edeb, nasıl bir terbiye!.. Bunun ileri derecede bir edebsizlik ve terbiyesizlik olduğunu söylememiz de mi edebsizlik sayılacak!.. Hayır, hayır biz öyle demiyoruz. Çünki yapılan böylesi bir şenâati bu kelimeler de ifâde edemez, asla anlatamaz…
Beşinci İddiâ: Müfessirler, bu âyetin sihir öğrenme ve öğretmenin sakıncalarını vurguladığında fikir birliğindedirler.
Cevâb: Doğru ama bu söz, ne kendi iddiâsını isbâta ne de Eh-li Sünnet’in anladığını iptâle yaramaz. Münâkaşa mevzuuna yabancı bir söz.
Altıncı İddiâ: Bu âyette Hârut ve Mârut hakkında ayrıntıya girilmemiştir.
Cevâb: Bu nokta da zaten münâkaşa mevzûu ile alâkasızdır.
Yedinci iddiâ: Hârut ve Mârut’la alâkalı senedi sahîh hiçbir rivâyet yoktur.
Cevâb: Farzedelim ki olmasın… Bunun böyle olması, kendinin ne işine yarar, Ehl-i Sünnet’e ne zarar verir?
Kaldı ki, Sayın Karaman, bu hadîslerden kaç tanesini sened kritiğine tabi tuttu? Tabîdir ki hiçbirini…
Aksine Hafız Süyûtî‘nin dediğine göre, “Bu rivâyetler(den birçoğu), Ahmed İbnu Hanbelve İbnu Hibbân ve başkaları tarafından, Ali (İbnu Ebî Tâlib), İbnu Abbâs, İbnu Ömer ve İbnu Mes’ûd radıyellâhu anhum’dan birçok sahîh isnâdla merfû’ ve mevkûf olarak rivâyet edilmiş olup, onlara vakıf olan, çoklukları ve rivâyet edenlerinin kuvvetli olmalarından dolayı neredeyse sahîh olduklarına hükmedecek.”[30]
Evet, senedin sahîhliği her zaman rivâyetin sahîhliği ma’nâsına gelmez. Hadîs hâfızlarının bu hadîse i’tirâzları sadece senedleri değil, metinleri yönünden de olmalı. Âlûsî’nin de dediği gibi bazı muhakkıklar “Yehûdîlerden gelen bir takım rivâyetlerin asılsız olduğunu ama bunların bâtıl oluşunun sahîh rivâyetleri de bâtıl yapmayacağı”nı ifâde etmektedirler… Üstelik Âlûsî, bu rivâyetleri kabûl etmeyen müfessir ve muhaddisler olduğu gibi, onları rumuzlar olarak anlayıp zâhirinden çeviren muhakkıkların da bulunduğunu söylüyor.[31] O zaman problem kalmamış oluyor.
Benim görebildiğim kadarıyla bu te’lîfi yapan, Şah Veliyyullah Dihlevî’nin talebesi, Canı Cânan el-Mahzar’ın mürîdi, büyük allame, zamanın Beyhakî’si ünvanı verilen büyük fakıh Kadı Muhammed Senâullâh el- Mazharî’dir.[32]
Sekizinci İddiâ: “Taberî, Kadı İyâd, İbnu Hazm, İbnu’l-Arabî, Kurtubî, İbnu Kesîr, İbnu’l-Cevzî, Fahrüddîn Râzî ve Tabersi, bu İsrâilîyyât’tan olan rivâyetlere uydurma ve zayıftır diyor”.
Cevâb: Bu imâmlardan Zâhirî İbnu Hazm ve Şiî Tabersî’nin dışındakiler “Sihrin hakîkati vardır” diyen âlimlerdir. Esâs mes’eleyle alâkalı, onlardan hiçbir nakil yapılmazken, onunla alâkası olmayan tâlî bir mes’elede Menâr vasıtasıyla görüş bildiriliyor. Maksad nedir? Ne olacak?… Laf kalabalıklığıyla esâs mes’ele gölgelenebilir mi? İşte size büyü çeşitlerinden, hakîkati olmadığı Ehl-i Sünnet’çe de kabûl edilen bir büyü çeşidi.
Dokuzuncu İddiâ: “İbnu Kesîr bu rivâyetlerin tamamının uydurma ve İsrâiliyyat olduğunu söylüyor”
Cevâb: Hâlbuki gözü kapalı bir taklîd ile Menâr’a dayanmayıp, zahmet ederek, İbnu Kesîr okunsaydı, görülecekti ki, İbnu Kesîr, bu husûstaki rivâyetleri, merfû’, mevkûf ve maktû’olmak üzere üçe ayırıyor ve tahlîl ediyor.
İbnu Kesîr, öz olarak Merfû’ olanlardan, Ahmet İbnu Hanbel‘in Müsned’inde ve İbnu Hibbân‘ın
Sahîh’inde yaptığı rivâyeti alıyor ve râvîlerinin biri dışındakilerin güvenilir olduğunu, Mûsâ İbnu Cubeyr‘in ise hâlinin örtülü olduğunu, hakkında cerh ve ta’dilin bulunmadığını, rivâyetin bu yönden ğarîb olduğunu, diğer başka rivâyetlerden kalkarak, Abdullah İbnu Ömer’den merfû’ olarak yapılan bu rivâyetin, aslında Kabu’l-Ahbar’a dayanmış ve Benî İsrâîl kitâblarından alınmış olabileceğini” söylüyor.
Oysa Mestûr olmak, İbnu Hibbân’a göre sıhhate zarar vermez. Hanefîlere göre ise, ilk üç fazîletli asırda asıl olan -aksi ortaya çıkana kadar- güvenilirliktir. Mûsâ İbnu Cubeyr, Tâbiûn’un ileri gelenlerinden olup Abdullah İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan rivâyet etmiştir.
İbnu Kesîr yine Mevkuf, yani Sahâbe radıyellâhu anhum’dan olan rivâyetlerden biri Abdullah İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan olup, onu Hâkim‘in sahîh bir isnâd ile rivâyet ettiğini, Hâkim’den naklederek, bu, Zühre (ve Hârut, Mârut) hakkında doğruya en yakın rivâyettir demiştir.
Maktû’ yanı Tâbiûn’dan kendi sözleri olarak yapılan rivâyetlere gelince.
İbnu Kesîr, işte Karaman’ın söylediklerini bunlar için söylüyor. Şimdi buradaki nakil hâinlikleri veya lâubâlîliklerinin neresinden tutalım? Bütün bunları, ilmi ciddiyetsizlikte misâl olsun diye aktardık. Yoksa dediğim gibi, bunların sihrin sâbit olup olmadığıyla hiçbir alâkası yoktur.
Onuncu İddiâ: “Âyetteki melekeyn (=iki melek) mütevâtir olmakla birlikte, melikeyn (=iki kral) olarak da okunmuştur. Bu, İbnu Abbâs, Hasan-ı Basrî, Ebû’l-Esved ve Dahhâk’tan rivâyet edilmiştir”
Cevâb: Birçok âlimin, sahîhtir dediği isnâdlar için, İbnu Kesîr’e demediğini dedirten, İbnu Kesîr,bunların hepsi uydurmadır, dedi, iddiâsında bulunan Sayın Karaman, mütevâtirkırâat karşısındaki şazz kırâatin hiçbir ehemmiyetinin olmadığını bilmiyor mu? Yoksa biliyor da işine gelmediğinden mi bu mes’eleye girmek istemiyor? Her şey bütün çıplaklığıyla ortada… Böyle bir câhillik, değilse hâinlik olamaz!…
On Birinci İddiâ: “İbnu Hazm bunların cinlerden iki kavim olduğunu söylemiştir”
Cevâb:
Bir: İbnu Hazm’ın sözünde geçen {قبيلان} ‘kabîlâni’ lafzını, kabîle manasında ‘iki kavim’şeklinde tercüme etmek doğru değildir. Aksine münâsib olan, (ebe, açık, kefîl, bir kavmin işleri elinde olanı (bilgici, reîsi), kadının kocası, değişik guruplardan toplanmış üç veya daha çok kişiden meydana gelen cemâat/topluluk, bir költen gelenler, bir babanın evlâdından olanlar, kadın(ın) eğirdiği ipliği bükerken önüne doğru çektiği tel, Allah’a itâat, kumar okunun kazananı, ayakkabının başparmağın
girdiği yeri… gibi birçok ma’nâya gelen {قيل} kelimesini)[33]bu makamda ‘iki kabîle reîsi, ileri geleni’ diye tercüme etmektir. Çünki ‘kabîl’ kelimesi ile ‘kabîle’ kelimesi farklıdır.
İki: Bu görüş hakkında, İbnu Kesîr ne demiş? Sayın Karaman nakletmiyor ama biz nakledelim: “…Bu (iddiâ) cidden ğarîbdir. Bundan da garibi, İbnu Hazm’ın iddiâ ettiği gibi, Hârut ve Mârufun cinlerden iki kabîle reisi, ileri geleni olduğunu söyleyenin sözüdür.”
Yani İbnu Kesîr’e göre tutar yanı olmayan garîbin en garîbi bir görüş.
On İkinci İddiâ: “Hârut ve Mârut’un iki kudretli kişi veya iki rûhânî kişi olduğu da söyleniyor”
Cevâb: Görüldüğü gibi bunlar mütevâtir kıraat karşısında getirilen görüşler. Ne sahîh, ne cılız mesnedi olmayan indî kanaatler. Ama Reşid Rızâ ki yazdı, yeter!.
On Üçüncü İddiâ: Karaman “Müfessirlerin çoğu Hârut ve Mârut’a indirilenin de sihir olduğunu… Eski ve yeni bir takım müfessirler de {وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ }/ “ve iki meleğe indirilen şeye de (uydular)” şeklinde tercüme edilen âyeti, “hâlbuki iki meleğeindirilmedi” şeklinde anladılar” dedikten ve kaynak da verdikten(!) sonra, şunları ekliyor: “İbnu Abbâs ve Rebî’ b. Enese isnâd edilen bu yorumu dikkate alan Taberî, âyeti şöyle ma’nâlandırıyor: Onlar (Yahudiler), Süleymân’ın hükümranlığı hakkında şeytânın düzüp koştuğu şeylere uydular. Hâlbuki iki meleğe böyle bir şey İndirilmedi: Fakat inkârcı şeytânlar Bâbil’de insanlara yani Hârut ve Mârut’a sihri öğretiyorlardı. (Taberî 1/452)”
Cevâb: Bu nakilden ne anladınız? İbnu Cerîr’in de bu görüşte olduğunu değil mi? Haklısınız tabiî. Çünki bu ifâdelerden başka bir şey anlaşılmaz. Ama aslâ öyle değil!..
İbnu Cerîr bakınız değişik görüşleri nasıl tahlîl ediyor ve seçtiği görüşün dışındakilerin yanlışlığını nasıl anlatıyor. Anlaşılmakta kolaylık olsun diye âyeti aşağıya alıyor ve tahlîlini onun üzerinden aktarmak istiyoruz:
وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ
Doğrusu, İbnu Cerîr bu görüşü kabûl etmiyor. O
sadece, {وَمَا أُنْزِلَ }deki {مَا}’ya olumsuzluk ma’nâsı verenlere göre, onlar tarafından âyete ma’nâ veriyorve {مَا}kelimesine verilen dört ayrı ma’nâyı aktardıktan sonra, Şöyle diyor:
“Ebû Cafer (İbnu Cerîr) şöyle der: Bence bu te’vîlleriçinde doğru olanı, {وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ }’deki {مَا}’yainkâr/olumsuzluk manası değil, { الذى}/”o ki”, “ona ki” ma’nâsı verenin görüşüdür.
Bu görüşü ancak şu sebeble seçtim: Eğer {مَا}’ya olumsuzluk ma’nâsı verilse, iki meleğe bir şey indirilmemiş ve o ikisinden sonra gelen iki isim -ki Hârût ve Mârût’u kasdediyorum- ya o ikisinden bedelve onların ma’nâsı olarak veya {يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ }sözündeki{النَّاسَ}’dan bedel ve o ikisinden (iki melekden) tercüme olurdu.
Eğer iki melekten bedel ve onlardan tercüme yapılırlarsa ve ikisi(melek) eğer kişi ile eşi arasını ayıracak şeyi bilmiyor idiyseler,
وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ
” ‘Biz sadece fitneyiz; o hâlde sakın kâfir olma’ demedikçe kimseye öğretmezler” âyetinin ma’nâsı bâtıl olur. Çünki bu ikisi, kişi ile eşinin arasını ayıracak şeyi bilmiyorlarsa, kişi ile eşinin arasını ayıracak olanlar o ikisinden neyi öğrenecekler?
Sonra, eğer, {وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ } sözündeki{مَا},{وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ } atfedilerek olumsuzluk manasında ise. Allah celle senâuhû “Süleymân küfretmedi” sözüyle, sihrin Süleymân’ın işinden, bilgisinden ve öğrettiği şeyden olmadığını buyurdu, iki melekten“olmadı” dediği de Süleymân hakkında “olmadı” dediğinin benzeri ise ve Hârût ile Mârût iki melekse, o zaman kişi ile eşinin arasının kendisiyle ayrılacağı şey kimden öğrenilecek?“Hiç kimseye, ‘biz sadece bir imtihânız; öyleyse sakın kâfir olma’ demedikçe öğretmezler” sözüyle kimden haber verilmektedir? Şübhesiz ki bu sözün hatâ olduğu elbette vâzıhtır, apaçıktır.
Eğer, {هَارُوتَ وَمَارُوتَ }Hârût ve Mârût,
{وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ }
sözündeki {النَّاسَ}’dan tercüme ise/o manadaysa, o zaman Hârût ve Mârût’a sihri öğretenlerin şeytanlar olması ve sihirbazların, sihri, şeytanlar onları öğrettikleri içün sadece Hârût ve Mârût’tan öğrenmiş olmaları gerekir. Eğer bu böyle olursa, -bu görüş sâhiblerine göre- Hârût ve Mârût iki işten boş kalmayacaktırlar:
Ya iki melek olacaklar... Eğer ona göre iki melek olursa, onları şeytanlardan sihir öğrendiklerini, onu insanlara öğrettiklerini, bunun üzerinde ısrâr ettiklerini ve durduklarını söylemekle o ikisine Allah’a küfretmeyi ve O’na karşı günah işlemeyi vâcib kılmıştır. Bu haklarında zikredilen Allah’ın azabını hak edecekleri günah işlediklerini söylemekten daha büyüktür. Allah’ın “Hiç kimseye, ‘biz sadece bir imtihânız; öyleyse sakın kâfir olma’demedikçe öğretmezler” sözünde, bu görüşün yanlışlığına çok fazla delîl getirmeye ihtiyâc bırakmayacak şey (açıklık) vardır.
Veya iki insan olacaklar... Eğer böyle ise, onların ölmeleriyle insanoğlundan sihrin, onu bilmenin ve onunla amal etmenin ortadan kalkması gerekecekti. Çünki bu sihrin bilinmesi o ikisi tarafından idiyse, onlardan alınıyor ve öğreniliyor idiyse, gereken, ölmeleri ve yol olmaları ile ancak kendileriyle ulaşılabilecek şeye de yol kalmamasıdır. Sihrin her zaman ve vakitte bulunmasında bu görüşün bozuk olduğuna dâir en açık delîl vardır. Olur ki birisi bu ikisinin insan olduğunu, dünya yaratıldığından i’tibâren yok edilmediklerini insanlar arasında sihir var olduktan sonra da yok edilmeyeceklerini iddiâ eden ve bâtıllığı gizli kalmayacak iddiâlar ileri sürebilecek biri de çıkabilir.
Bozukluğunu gösterdiğimiz manalandırma şekilleribozuk olunca, açıktır ki, وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ }’ deki {مَا}kelimesi, {الذى}manasındadır ve { هَارُوتَ وَمَارُوتَ } Hârût ve Mârût, ile anlatılan iki melektir. İşte bu yüzden isimlerinin sonları fethalanmışlardır. Çünkionlar,{الْمَلَكَيْنِ}’ye döndürülmeleri sebebiyle cerr makamındadırlar. Lâkin onlar (gayri munsarif olmaları yüzünden) cerr edilemeyince isimlerinin sonları fethalandı.
Şâyet geri zekâlı bir kimseye dediğimiz karışık
gelir de derse ki…. “[34](İbnu Cerîr’den Nakil Bitti.)
Açıkça görülmektedir ki, burada da dehşetli bir ilim hıyâneti vardır.
On Dördüncü İddiâ: “En önemli husûs, âyette Hârut ve Mârut’un öğrettiği bildirilen şeyin sihir olduğunun ifâde edilmiş olmadığıdır.Tam aksine âyet, insan ve cin şeytânlarının insanlara sihir öğrettiklerini, bir de o iki meleğe bildirileni öğrettiklerini söylüyor. Bu ifâde açıkça gösteriyor ki, Allah’ın gönderdiği, bildirdiği bilgi sihir değil başka bir bilgidir. Kur’ân sihir karı kocayı ayırır da dememiştir”
Cevâb: Sayın Karaman biraz önce, “Bazı eski ve yeni müfessirlerden, iki meleğe hiçbir şey indirilmediğini” nakletmiş, ifâde ve üslûb tarzıyla, bunu İbnu Cerîr’e iftirâ etmiş ve kendisi de benimsemişti. Tabii, “biz sadece bir fitneyiz, imtihan vesîlesiyiz, o hâlde küfre girme” sözünün havada kalmasını hiç göz önünde bulundurmamıştı. Şimdi de, âyetten “açıkça anlaşılan, iki meleğe indirilen, sihir değil başka bir şeydir”meâlinde sözler edebiliyor. “İndirilmedi” ile “indirildi“yi, “sihirden başkası indirildi” ile de, “sihir indirildi“yi iptâl ederken, dikkate değer ibretlik bir tarz sergiliyor: Bir usûl ve zâbıtadan âzâde olarak, zayıf ve hattâ şâzz mertebesindeki görüşlerle, icmâ’ı veya az kalsın icmâ’ seviyesindeki kuvvetli görüşleri çürütmeyi hedefliyor.
“Kurân, sihir karı kocayı ayırır da demiyor”
derken, size, husûsen başkalarının istifâdesi için bir soru yöneltmek isteriz; Ulemâ, delîller ile pekişmiş yüzde yüze yakın mertebede çok yüksek ihtimâllerde bile, çok temkînli konuşurlarken, çok zayıf, hatta şazz ihtimâller ile “Kurân şunu demiyor, şunu diyor”diyerek kesin konuşmakla, Allah’a yalan iftirâ etmekten ve dolayısıyla en büyük bir zâlim olmaktan korkmaz mısınız?..
Fir’avn kıssasındaki sihrin göz boyamacılık oluşu, her çeşit sihrin de böyle olmasını aklen gerektirmeyeceğini her akıl sâhibi bilir. Üstelik nakiller başka bir takım sihir türlerinin böyle olmadığını ortaya koyarsa, aklının ve naklin yanında, hidâyeti ve idrâki olanların,“tamam” demekten başka, diyebilecekleri hiçbir şey kalmaz.
On Beşinci İddiâ: ” ‘Allah izin vermedikçe öğrendikleriyle kimseye zarar verebilecek değillerdir’ cümlesini, Allah izin verirse sihir te’sîr eder ve zarar verir’şeklinde anlamak doğru değildir. Doğrusu şudur: Sihirbazlar aksini söyleseler de onların yaptığı sihir, öyle, istedikleri insanlara te’sîr etmez, ancak Allah isterse(isteseydi, böyle bir kanun koysaydı) zarar verir. Akıl ve nakil delîlleri sihrin böyle bir etki ve zararının olmadığını ortaya koymuştur. Şu halde, Allah izin vermemiştir ve sihir kimseye zarar veremez.”
Cevâb: Âyet’in aslı şöyle:
فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ
Bu âyette {مَا}ile menfî/olumsuz yapılan bir isim cümlesinden sonra {إِلَّا} istisnâ edâtı gelirse, yeni bir arabça talebesi bile bu âyeti aslâ Karaman gibi tercüme edemez; ederse sınıfta kalır. Karaman’ın tercümesi, ya Arab dilini bilmemek -ki kanaatimizce o aslâ bu kadar bilgisiz olamaz- veya kelimeleri yerlerinden oynatmaktır. Zîrâ burada ‘Hâlbuki onlar onunla (sihirle) bir kimseye ancak Allah’ın izniyle zarar veririler’ şeklindeki tercümede -bilerek veya bilmeyerek- ihsâs edildiği gibi mefhûm-i muhalefet yoktur. Âyette geçen {إِلَّا} lafzı da geçen menfîliği/ olumsuzluğu müsbet/olumlu hale getirmeye ilâveten istisnâ edilenle tahsîs, haberi ise te’yîd eder. Üstelik istisnâ edatı olan fil}’daşart veya ğâye ma’nâsı yoktur. Buradaki {إِلَّا}’nın istisnâ ma’nâsındaki {إِلَّا}’dan başka bir lafız olduğunu söylemeye dil kâideleri müsaade etmez. Tafsılât erbâbına malumdur.
“Onlar, onunla (sihirle) hiçbir kimseye zarar verecek kimseler değillerdir” ,”ancak Allah’ın izniylemüstesnâ”cümlesi, “oikisinden (ikimelekten), kişiyle karısının arasını ayıracakları şeyi (sihri) öğreniyorlar” sözünden hemen sonra geliyor. Buna rağmen Sayın Karaman, âyetten, şu sözünü ettiği ma’nâyı anlayabiliyor!.. Deli olmayan ve birazcık bilgisi olan her mümin bu tahrîfi açıkça görebilir.
İki: Sayın Karaman “Nakil delîlleri sihrin te’sîrinin olmadığını gösteriyor” derken anlatmak istiyor ki; Ehl-i Sünnet âlimleri akılsız ve nakilsiz, Mu’tezile mensûbları ise akıllı ve nakle dayanan kimseler (!).. Buhârî‘nin, Müslim‘in ve diğerlerinin, sihrin te’sîri ile alâkalı ibâreleri ile olan delâletleri bulunduran rivâyetleri nakil değil!.. Hattâ “De ki (Ey Resulüm ve ey Mü’min)!.. düğümlere üfleyen üfürükçü kadınların şerrinden(zararından) Allah’a sığınırım,” Ve yukarıda manasını tahrîf etmeye yeltendiği “onlar, onunla (sihirle) bir kimseye ancak Allah’ın izniyle zarar verebilirler” gibi açık nasslar, Ehl-i kitâb’ın tahrîfine benzer tahrîflerle artık nakil olmaktan çıkarıldı ama, Mu’tezile’nin umûmâttan mes’elemizle alâkalı olarak çıkardığı şübhe ve vesveseler nakil oldu, öyle mi? Vah başımıza gelenlere!.
Üç: Önce, “Meleklere hiçbir şey indirilmedi” sonra, “sihirden başka bir şey indirildi”daha sonra da, “onlar o sihirle ancak Allah izin verseydi zarar verebilirlerdi, izin vermediğine göre zarar veremezler”yani, “o iki meleğe indirilen ve onlardan öğrenilen sihirle, onlar herhangi bir kimseye ancak Allah izin verirse zarar verebilirler”diyor. Gördünüz mü muhâkeme gücünü, tefekkür insicâmını, tefsîr hârikasını!.. Sıradan insanların bile kolay düşmeyeceği saçmalamalar!…
On Altıncı İddiâ: Sayın Karaman, Buhârî’de, Peygamberimize sihir yapıldığına dâir hadîs olduğunu i’tirâf ediyor. Ama bunun karşısına, Mu’tezile’nin iki i’tirâz gerekçesini getiriyor: Bunlardan birincisi, Peygamberimizin sihirden etkilenmesinin peygamberlik ve vahiyde şübhelere sebeb olacağı, ikincisi de, Kur’an’ın Peygamberimizin sihirlenmiş olduğunu reddettiğidir.[35]Karaman devamla, Sünni âlimlerin de hadîsin sahîh olduğunu, sihrin etkisinin baş ağrısı, ateşlenme gibi peygamberliğe zarar vermeyecek ölçüde bir etki olduğunu, alınan tedbirlerle bunun da geçtiğini ileri sürdüklerini, söylüyor.
Cevâb:
Bir: Hadîs ilimleri göz önünde bulundurulduğu zaman hadîsler sahîhtir.
İki: Mu’tezile âlimleri hadîsin ma’nâsını akıllarına sığdıramadıklarından, ilmi bir dayanak bulunmaksızın onu zayıf hatta asılsız kabûl etmişlerdir. Tık yok… Aksine büyük bir ilmî vukûfiyetle(!) destekleniyor ve haklı bulunuyorlar. Haberde yanlış anlama ve yanlış nakil varmış!.. Halt etmişler. “Delîlden doğmayan ihtimâllere itibâr edilmeyeceğinikime nasıl anlatacağız?.. Bu takdîrde peygamberliğe ve vahye şübhe düşüyormuş.Vah vah!..
Aksine biz şöyle diyoruz: Aklı olanlar hadîsten anlarlar ki, tıbbî bir zarara vesîle olan sihir, bu hadîsin verdiği habere göre, vahiyle peygamberimize bildirilmek sûretiyle, hem peygamberlik hem de vahiy tahkîm ediliyor. Yani bir mu’cizeyle peygamberlik ve vahyin doğruluğu bir kez daha isbât edilmiş oluyor. Ama bu açık hakîkati görebilmek, “görene. Köre
ne?”
Üç: “Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem meshûr(sihir yapılan bir kimse) değildir;”doğru… Ama bu, ‘nübüvvet müktesebatı sihir mahsûlü değildir ve aklı sihirle yok edilmemiştir.’ ma’nâsındadır. Çünkü bu ilâhî kelâm, müşriklerin, ‘Kur’an’ın sihir mahsûlü olduğu iddiâları’ için getirilmekle, ibâresiyle delâleti gereği bu dediğimizi anlatmaktadır. Diğer işârî veya delâlet ile olan ma’nâların murâd edilmemesi hem asıl olandır hem de sâir delîllerin gereğidir.
On Yedinci İddiâ: Hadîsin bazı rivâyetlerinde, “öyle olmadığı hâlde kendisine yapmış olmuş gibi geldiği, öyle hayâl ettiği”ifâdesi geçmektedir. Bu da sihrin etkisinin maddî değil vehim ve hayâlde olduğunu gösterir.
Cevâb:
Bir: Gelen sahîh ve zayıf rivâyetlerde hastalığın vakı’ olduğu söyleniyor. Bazı rivâyetlerde ‘hasta olmadığı ama hayâl gördüğü, yapmadığını yaptı zannına kapıldığı’ değil; aksine bu zanna kapılmanın hayâlî olmayan gerçek hastalığın tezahürlerinden biri olduğu söyleniyor.
Bir düşününüz: Maddî bir mikrop, vücûda bir şekilde yüklense ve vücûd gerçekten hasta olsa, fakat bu arada vehim ve hayâller de görülse, bundan o mikrobun ve te’sîrinin fizîkî değil de hayâlî olduğu mu anlaşılır? Elbetteki hayır.
İki: Üstelik bu ‘hayâl görmek,’ veya ‘öyle zannetmek’ ma’nâsında olan lafız, sahîh rivâyetlerde değil de zayıf rivâyetlerde vardırki o da, İmam Beğâvî‘nin yaptığı rivâyetlerden biridir.[36]
Üç: Rivâyetin sağlam olduğunu farzetsek bile Peygamber sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz fizîkî ve mikrobik olarak hasta olur, ateşin te’sîriyle yapmadığını yaptım zannederse, bundan peygamberliğine zarar mı gelir? Elbette ki gelmez. Veya hastalığının hakîkatinin olmadığı, aksine vehim ve hayâlden ibâret olduğu mu anlaşılır? Aslâ böyle anlaşılmaz. Buradaki vehim hastalıkta mı yoksa hastalığın getirdiği tezâhürlerde mi olur? Tabiî ki tezâhürlerde olur. Aslında bu suâllere doğru cevâb verebilmek, sıradan bir vatandaşın bile kudreti dâhilindedir.
Bir şeyin kendisinin vehim ve hayâl olup olmaması ile o şeyin te’sîrinden dolayı kişide vehim ve hayâlin bulunup bulunmayacağı arasındaki farkı fark edebilmek için orta bir akıl yeterlidir. Ayrıca üstün bir akla, hele hele müctehid olmaya hiç mi hiç gerek yoktur.
On Sekizinci İddiâ: Sayın Karaman meâlen şöyle devam ediyor: İlim ve itikatta, mütevâtir olmayan rivayetler geçerli ve yeterli olmadığından, bu hadîsi sihrin hakîkatinin olduğunun isbâtında delîl göstermek doğru değildir.
Cevâb:
Bir: Teftâzânî şöyle diyor: “Bu mes’ele (i’tikâdla ilgili olmaktan) daha çok amelî mes’elelere benze-mektedir.”[37]
Yani bu mes’elenin inanç mes’elesi olduğu zayıf bir görüştür.
İki: Kaldı ki, çok zayıf bir ihtimâle dayanarak i’tikâdî bir mes’ele olduğu kabûl edilse bile, ikinci derece bir i’tikâdî mes’ele olabilir. Üstelik bahis mevzûu olan bu kâide, bu gibi mes’elelerde icmâ’ ile geçerli değildir; temel akâid mes’eleleri içindir.[38]
Dolayısıyla yapılan, ilmîlik yanı bulunmayan zayıf,basit ve sığ bir muarazadır.
On Dokuzuncu İddiâ: Sayın Karaman “Allah seni insanlardan koruyacaktır”[39]âyetini sihrin te’sîrinin olmadığına delîl getiriyor.
Cevâb:
Bir: Peygamberimizin korunması, helâk edilmesi ve peyğamberlik vazîfesinden engellenmesi
noktasındadır. Nitekim bunlara müsâade edilmedi. Yoksa O’nun kanı da akıtıldı, dişi de kırıldı. Bunlar târîhen sâbittir. Ortada tenâkuz da yoktur. Nitekim Teftâzâni bu söze, dediğimize benzer bir cevâb vermiştir.[40]
İki: Ehl-i Sünnet ulemâsı bu şübhe ve vesveseye yeterli cevâb vermişlerdir ve onların paçavrasını çıkararak çöplüğe fırlatmışlardır. Ancak Sayın Karaman bunları hiç görmemiş gibi davranıyor. Belki de görmedi, belli mi olur?
Üç: Görüldüğü gibi, Karaman’ın delîllerinin tamâmı Ehl-i Sünnet’in çürütüp çöplüğe attığı Mu’tezile delîlleridir; O bunları çöplükten eşeleyip çıkarmış veya böyle yapanlardan almıştır.
Yirminci İddiâ: SayınKaraman, sihirbazların sihirlerinin aslının olmadığına dâir mantıkî bir delîl (!) de ileri sürüyor ve mâlen şöyle diyor: Ğaybden haber verdiklerini söylüyorlar ama kendilerini basmaya gelen emniyet güçlerini göremiyorlar, sihirleriyle hapisten kurtulamıyorlar.
Cevâb: Şu sözün neresinden tutalım ?…
Bir: Sözü edilen bu sihir ile ğaybden haber vermek mes’elesi her yönüyle birbirini lâzım getiren şeyler değildir.
İki: Dolayısıyla ğaybden haber vermeyen bir takım sihirbazlar bulunabileceği gibi sihir yapmayan ğaybdan haber veren hokkabazlar da var olabilir.
Üç: Ğaybı Allah’tan başka hiç kimse bilemez;
âmennâ bu doğru. Ancak, Allah celle celâlühû, Resûlüne mu’cize, velîsine kerâmet ve kendine isyân edene istidrâc yoluyla ğaybden bir şeyler bildirmiş olabilir. Bu, ğaybi bilmek değil, Allah celle celâlühû tarafından birilerine ğaybden cüz’î bir takım şeyler bildirilmek demek olur. Bu mes’ele, “Gaybı allahdan başkasını bilemeyeceği”ne dâir âyetlerin tefsîrlerinde ve akâid kitâblarının, ilmin sebebleri bahsinde yer alır. Ayrıca İbnu Âbidîn’in Mecmuâtu’r-Resâil’deki Sellü’l-Hüsâmi’l-Hindî isimli risâlesine bakılabilir.
Dört: Allah, birtakım sihirbazlara istidrâc olarak ğaybden bir şeyleri bildirirse bile, bu onların her şeyi, hattâ çok şeyi bilebilecekleri ma’nâsına gelmez.
Beş: Velîler de öyledir. Ömer radıyellâhu anhu efendimiz Medîne’den Allah’ın göstermesiyle İran’ı gördü ve orduya düzen verdi.[41] Ama O’nu hançerleyecek olan, kendine bildirilmediği için onu bilemedi. Demek ki bildirilen biliniyor, bildirilmeyen ise bilinemiyor.
Altı: ‘Sihrin hakîkatı vardır’ diyenler, her üçkâğıtçı sahtekârın, sihir yapabileceğini iddiâ etmediler. Siz öyle mi anladınız? Büyücüyüm diyenlerin, bilhassa günümüzde hemen hemen tamamına yakını zaten yalan söyleyen, dîni bilmemenin yanında büyüyü de bilmeyen kimselerdir.
Yedi: Demek ki Sayın Karaman’ın Mu’tezile’yi destekleyen, Ehl-i Sünnet’i de çürütmeye çalıştığı iddiâları her yönüyle tutarsız ve mesnedsizdir; elinde en küçük ve en zayıf bir delîl dahî yoktur.
Netice
Şu yazı ile de ‘Neo Mu’tezile’/Yeni Mutezile’
cereyânı dediğimiz kuşağın, temel ğayesinin, Sünnet üzerinde şübheler, tereddütler ve şeytânî vesveseler uyandırarak Sünnet kalesini yıkmanın, Kur’ân’ı gelişi güzel bir şekilde bir o yana, bir bu yana sündürmenin ve canlarının istediği gibi yorumlamanın yolunu açmak olduğu iyice açığa çıkmaktadır. Tefsîrlere, hadîslere, akâid kitâblarına, mezheb imâmlarına, Buhârîlere Müslimlere ve diğer mu’teber kaynaklara i’timâdı yok etmek ya ne demektir?!… Bir yazıda yetmiş ilim, mantık ve muhâkeme rezâleti ve çelişkisi olan zavallılar, Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile arasında hakem olacak, Ehl-i Sünnet’i haksız, Mu’tezile’yi de haklı gösterecekler!. Ehl-i Sünnet’ten yana olduğunu söyleyen ulemâ ve fudalâ (!) efendilerimiz de susacak, dilsiz şeytân olmak zilletine rızâ gösterecekler… Üstelik bunu efendilik ve Ümmet’in birliğini muhâfaza gibi haddi zâtında çok ulvî bir gerekçe ile kılıflayarak işi kurtarmaya çalışacaklar!… Bâtılları Mü’minlere usul usul telkın etmeye, onlarda yerleştirmeye ve nihâyet kökleştirmeye gayret eden dilli şeytânlarınşeytanlıkları çok tehlikelidir de, hakkı gücü ölçüsünde haykırmamak ve haksızlığı iptâl etmemekle kazanılan dilsiz şeytân olmak vasfı çok mu az tehlikelidir?[42]
وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا
كُلَّمَا ذَكَرَهُ الذَّاكِرُونَ وَ غَفَلَ عَنْ ذِكْرِهِ الْغَافِلُونَ
وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَي
[2]Feyyûmî, el-Musbahu’l-Munîr
[3]Er-Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh
[5]Feyyûmî, el-Mısbahu’l-Münir
[6]Râğıb, el-Müfredât, Semin, Umdetu’l-Huffâz
[7] Mevlevî Muhammed Alî İbnu Alî et-Tânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn (1/639)
[8]Fahruddîn er-Râzi, et-Tefsîru’l-Kebîr, Bakara,102. âyetinin tefsîri (1/625), Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, ikinci baskı, 1417
[9]Sözü edilen bu kişi, Kurtubî’ye göre Şafiilerden Ebû İshak Esterâbâdî, Kessâfu Istilâhâti’l-Fünûn sâhibi Tâneviye göre
[10]Adududdîn el-Îcî ve Seyyid Şerîf el-Cürcânî, el-Mevâkıf ve Şerhu’l-Mevâkıf (2/416-417)
[11]Adududdîn el-Îcî ve Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Metnü ve Şerhu’l-Mevâkıf (2/417)
[12]Allâme Teftâzânî, Metnü ve Şerhu’l-Makâsıd (5/79-80-81)
[17][Buhârî ve Müslim ‘Âişe radıyellâhu anhâ’dan, Nesâî, Zeyd İbnu Erkam radıyellâhu anhu’dan], Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân (1/80-81)
[18]Adududdîn el-Îcî ve Seyyid Şerîf Cürcânî, Mevâkıf ve Şerhu’l-Mevâkıf’ (2/416-417), eski baskı.
[25]Teftâzânî, Metnü’l-Makâsıd (Şerhi ile berâber) (5/79)
[26]Âlûsî, Rûhu’l-Meânî (1/338)
[27]Muhammed Alî es-Sâbûnî, Revâiu’l-Beyân fî Ahkâmi’l-Kur’ân (1/86)
[28]İmam Müfessir Âlûsî, Ruhu’l-Meânî (1/339)
[29]Karaman’ın da içinde bulunduğu hey’etçe yapılan Kur’an meâli.
[30]Âlûsî, Rûhu’l-Meânî (1/341)
[32]Kadı Muhammed Senâullâh el- Mazherî, et-Tefsîru’l-Mazherî (1/109)
[33]Âsım Efendi, Kamûs Tercümesi
[34]İbnu Cerîr, Tefsîru Câmii’l-Beyân (2/424-426) M. M. Şâkir tahkiki.
[36]Kadı Muhammed Senâullâh el-Mazherî, et-Tefsîru’l-Mazherî (1/375)
[37]Allâme Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd (5/82)
[38]Nitekim bu bahis, Ğurabâ’nın ikinci sayısında Haber-i Vâhid mevzû’lu bir yazıda etraflıca incelenmiştir.
[40]Allâme Teftâzânî, el-Makâsıd ve Şerhu’l-Makâsıd (5/81)
[41][Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, el-Lâlikâî, es-Sünne, ez-Zeyn Âkûlî, el-Fevâid, İbnu’l-A’râbî,Kerâmâtü’l-Evliyâ, İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan. Bunun isnadı hasendir. Yine İbnu Merdûyeİbnu Ömer radıyellâhu anhumâ’dan.], İbnu Hacer, el-İsâbe (465, Terceme no:3169) Beytü’l-Efkâr,2004
[42]Bu makâle, birkaç sene önce şimdi kapalı olan bir mecmuada değişik sebeblerle çok bozuk ve daha kısa bir şekilde neşredilen bir yazının bir nisbette ıslâh edilmiş hâlidir.
.
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ
بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
Bâzıları Evliyâullah’a/Allah dostlarına düşmanlık yapayım derlerken, ilim yanıyla tam ma’nâsıyla ecvef/boş olduklarını da ele verir ve sergilerler, maskara olurlar. Kur’ân, Sünnet, Fıkıh, Akîde, Lisân, Mantık ve muhâkeme noktalarındaki cehâlet ve yayalıklarını teşhîr ederler.
Bir misâl… Bakınız bir ilim, idrâk ve hidâyet fakîri bu husûsda ne diyor?
İddia: Bazı tasavvuf kitâblarında daha da ileri gidilerek Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının Şeyhte gözüktüğü ifâde edilmektedir. Bu nasıl kabûl edilebilir? Bu durum sizde de var, siz de aynı iddiaları tekrarlayıp duruyorsunuz. Ama bu çirkinliği daha fazla uzatmak istemiyorum.[1]
Cevâb: Kişi, birçok şeye düşman olabilirse de, bilhassa bilmediği şeyin çoğu kez azılı bir düşmanıdır; söylenilen sözü anlamaktan âciz olmasının yanında bir de sormamakta ısrârlı olur ve şizofrenik rahatsızlar gibi kafayı bellediği noktaya mıhlarsa, iş böyle içinden çıkılmaz hâl alır. Oysa, şu sözün sâhiblerine ne demek istedikleri? sorulsa, belki de yorulma hiç vâkı’ olmayacaktır. Lâkin bunun da ön şartı, hakkı aramak ve ard niyyetli olmamaktır. Bunlar bulunmayınca da sorma ihtiyâcı duyulmuyor.
Evet, Allah celle celâlühû bazı sıfatlarından sadece insanlara değil, bütün varlıklara belli şekil ve nisbetlerle verir.
Mevzû’ İle Alâkalı
Âyetlerın Bir Kısmı
(Birinci Âyet): “Ve ben O’na (Âdem’e), rûhumdan üfledim.”[2]
Şu âyeti nasıl anlayacağız?… “Rûhundan”, ya’nî “hayâtından” vermesi ne demektir?[3]
“Allah celle celâlühû’nun O’na ‘rûhundan’ üflemesi, O’nda ‘hâyâtı yaratması’/O’na ‘hayât’dan vermesi demektir.”[4]
Müfessirlerin, ‘rûhun Allah celle celâlühû’ya izâfe edilmesi, ‘Allah’ın rûhu’ denilmesi, ‘Allah’ın devesi’ sözünde olduğu gibi, şu ‘rûh’a şeref kazandırmak içindir,’ demeleri, ‘üfleme’nin ‘hayât verme’ şeklindeki te’vîl edilmesinden sonra yapılan ikinci bir te’vîldir.
Oysa, “Allah celle celâlühû ‘O’na hayâtımdan hayât verdim’, demeyi murâd ediyor” demek, âyetin zâhir ma’nâsına daha yakındır. Şöyle bir ma’nâlandırma, ileride getireceğimiz İmâm Buhârî’nin Sahîh’indeki rivâyetine ve diğer hadîs rivâyetlerine de münâsib düşmektedir.
Allah celle celâlühû şöyle buyurdu:
(İkinci Âyet): “Ve o'(insan)’ı semî’ ve basîr yaptık)buyuruyor.[5]
Hâlbuki Allah Teâlâ, başka bir âyette
(Hiç şübhesiz ki, “(başkası değil), O(Allah)dır, ‘semî’ ve ‘basîr’ olan”[6] buyurmuştu.
(Üçüncü Âyet): “(O Resûl sallallâhu aleyhi ve sellem), Mü’minlere Raûf ve Rahîm’dir.”[7]
“Rahîm” sıfatının hiç değilse Fâtıha’dan ve başındaki besmeleden, “Raûf”un da Tirmizî’de ve başka kitâblarda gelen rivâyetler-den Allah’a âid sıfatlarından olduğunu biliyoruz.
Allah Teâlâ’nın sözleri arasında çelişki olamayacağına göre, “sâdece kendine âit olduğu”nu bidirdiği “Sem’”/“işitmek”,“Basar”/“görmek”, “Re’fet” ve “Rahmet”sıfatlarından cüz’î ve mecâzî de olsa kullarına dahî verdiğini haber verdi; kime ne?
(Dördüncü Âyet):“Ve her bir kavim içün bir hâdî/doğruya sevk eden vardır.”[8]
Hâdî sıfatının Allah’a âid olduğu bellidir. Çünki,
(Beşinci Âyet): “Rabbin hâdî ve Nasîr/yardımcı olarak yeter.”[9]
Ancak, sebeb olmak alâkasıyla Allah bu sıfattan başta nebîleri olmak üzere bir nebze kullarına da verir.
(Altıncı Âyet): “(Allah) Sizi melikler (veya mâlikler) yaptı.”[10] “Artık (insanlar) onlara (davarlara) mâliklerdir”[11]
Habuki, yine Kur’ândan ve Sünnetten öğrendiğimize göre “O Allah’dır Melik olan.”[12] Yani “Melik” ve “Mâlik” Allah’ın isimleridir; ama,
(Yedinci Âyet): “Mülkünü dilediğine verir”[13]
Yani bir parça da olsa onu mâlik ve melik yapar.
Mes’eleyle Alâkalı Birkaç Hadîs
(Birinci Hadîs): “Allah celle celâlühû rahmeti yüz parça yaptı; doksan dokuzunu kendisinde bıraktı; birini bütün mahlûkata taksim etti…”[14]
Hadîsin Buhârî ve Müslim’in rivâyetlerinde değişik lafızları vardır. Bunlardan biri de Müslim’in şu lafzıdır: “Allah’ın yüz rahmeti vardır…”
(İkinci Hadîs): “Rahmân benim, (Rahm)’i/akrabalığı ben yarattım; ona ismimden bir isim kopardım verdim.”[15]
(Üçüncü Hadîs): “Allah’ın yüz on yedi huluku/hasleti (sıfatı, vasfı) vardır; kim onlardan bir tane haslet getirirse, Allah onu cennete girdirir.”[16]
(Dördüncü Hadîs): “Şübhesiz Allah Teâlâ’nın yüz on yedi huluku/hasleti[17], vasfı vardır; kim, onlardan birini Allah’a getirirse cennete girer.”[18]
Rivâyetin sıhhat’i tartışılmakta ise de tarîklerinin fazlalığından olmalı ki, Feyzü’l-Kadîr’in metninde hadîsin sonunda Hasen (-Allâhu a’lem- “liğayrihî”) işâreti konulmuştur.
Âlimler Ne Diyorlar?
Allâme Muhaddis Azîm Âbâdî[19] benzer mevzûlardaki birçok şâzlarına rağmen şöyle diyor:
“Mü’mine Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak, isim ve sıfatları ile bağlantı kurmak kesinleşiyor.”[20]
Allâme Hifnî (Ö:1101-1181) şöyle diyor:”Ya’nî, Allah’ın, hilim, kerem ve güzel huy gibi kullarca sâhib olunmaya elverişli sıfatları vardır. (Kullarca şu sıfatları bulundurmak) her ne kadar Allah’ın sıfatlarına denk olmasa da O’nun sıfatlarıyla kısmen (ve mecâzen) sıfatlanmaktır.”[21]
İmâm Müfessir ve Kelâmcı Fahruddîn er-Râzî, Levâmiu’l-Beyyinât fî Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ ve’s-Sıfât isimli eserinde “kulun bu isimden olan payına gelince” diyerek daha çok her ismin şerhinin sonlarında dedikleri de bu istiqâmettedir.[22]
İmâm Ğazâlî el-Maksadu’l-Esnâ isimli eserinde mü’minlerin ilâhî isimlerden ve sıfatlardan “nasîbi”nin ne olduğunu ‘tenbîh’ başlığı altında teker teker îzâh eder.[23] Hattâ O, ‘kulun fiillerin sıfatlarından payı açıktır; o yüzden sözü uzatmamış olmak içün bu nasîbi her bir isimde tekrâr ile meşğûl olmayacağız’ demektedir.[24]
Öylesi büyük bir müctehid ve akâid âlimi -hâşâ- “çirkinlik” işliyor; ama şimdiki kendini bilmez edeb mahrûmu cüceler şu çirkinlikten sakınıyor!… Mine’l-Ğarâib…
Muhaddis ve Sûfî Hakîm-i Tirmîzî de şöyle dedi: “Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem demek istiyor ki, Allah celle celâlühû’ya kim onlardan bir tane getirirse, Allah ona bütün günâhlarını hibe eder, diğer günâhlarını da ona bağışlar. Bu ahlâk, kullarına kendi katındaki rütbelerine göre Allah’ın hediyesidir. Onlardan insanlardan beş tane verdiği kimse vardır; on tane, yâhud yirmi tane verdiği kimse vardır.”[25]
Sözün kısası, bir kaçı hâric Allah’ın hangi ismine ve sıfatına bakılırsa bakılsın onların âyetlerde kullar için de kullanıldığı görülecektir. Tabiîdir ki, mâhiyyet, muhtevâ ve nisbet olarak kıyâs kabûl etmeyecek ölçüde farklı olarak… Bunları kullarda müstakil olarak görmek midir Tevhîd’e daha münâsib olan, yoksa bunların Allah celle celâlühû tarafından yaratılanlara cüz’î ve mecâzî olarak verildiklerine inanmak mı? Elbette ki ikincisi…
İnsanın vücûd sıfatı, Allah’ın vücûd sıfatından onun nasîbine düşen, görme sıfatı, Allah’ınbasarından, işitmesi Allah’ın sem’inden/işitmesinden, merhameti rahmetinden, ona düşen pay… Allah’ın sıfatları bütün eşyâya değişik tecellî eder. Ancak, insana daha çok. Mü”mine, daha da fazla… Kâmil mürşidlere ise nasîbsizlerin hayâl bile edemeyeceği kadar fazla. Allah kime de hidâyet ederse/verirse o’dur hidâyete eren.[26] Allah’ın o’na hâdî sıfatı tecellî etmiştir. Allah kime hidâyet ederse, odur hidâyete eren, kimi de saptırırsa onun için asla hiçbir mürşid velî[27] bulamayacaksın.[28]Bu kimsede ise Allah’ın mudıl sıfatı tecellî etmiştir.
“Hâsılı, Allah’ın ilim, hilim ve kerem gibi kısmen ve mecâzen kullarda bulunabilecek sıfatlarına sâhib olmak, -bunlar her ne kadar Allah’ın sıfatlarına denk veya yakın olmasa da- O’nun sıfatlarıyla kısmen sıfatlanmaktadır..”[29]
Tenbîh:
Allâme Hifnî yine şöyle diyor: “Allah’ın doksan dokuz isminin bulunuşu tahsîs/sınırlandırmak ifâde etmez. El-Hannân,[30] (el-Mennân)[31] ve ed-Deyyân[32] isimleri bu doksan dokuz isim arasında bulunmamasına rağmen Sahîh hadîslerle sâbittirler.”
Allah’ın sıfatları neydi? Ğafûr, rahmân, rahîm, kahhâr, cebbâr olmak ve diğerleri…Sıfatlarından, kullarına vermesi ne demektir? Şimdi aklı olana soruyoruz: Allah celle celâlühû kullarına, bağışlayıcılık, merhâmet etmek ve diğer sıfatlarından kendisindekiyle kıyâslanmayacak derecede az bile olsa vermiyor mu? Sizde merhamet, adâlet, affedicilik, bilmek, kusûr örtmek yok mu, varsa, kim verdi? Yoksa, zâten diyeceğimiz yok. Bizim sözümüz; insan olan insanlaradır; bu vasıflardan mahrûm olduğunu söyleyenlere veya onları Allah’dan bağımsız olarak bulundurduğunu iddiâ edip O’na rakîb olduğunu i’lân eden ilâh taslaklarına değil…
Kısacası, Allah’ın sıfatları mutlak/sınırsız ve hakîkî, kullarına verdiği ise mukayyed/sınırlı ve Allah’a nisbetle mecâzîdir…
Cehâlet sebebiyle, İslâmî hakîkatlere çirkinlik vasfını yakıştırmakla takınılan çirkinlik sıfatı, elbette bir yanıyla Allah’dan değil şeytândan alınmadır. Lâkin bu da Allah’ın Mudıll/saptıran sıfatının birilerindeki bir tecellîsi olup yine de Adâlet-i İlâhiyye ve Hikmet-i Samedâniyye çerçevesindedir. Birileri bu çirkinlikleri ile beraber bakalım kendilerini Allah’ın azâbından koruyabilecekler mi? Bir şeyin güzel yahut çirkin oluşu, cüce beyinlilerin tesbîti ve yakıştırmasıyla değil, İslâmî kıstâsların/ölçülerin tâ’yîni iledir. Bu sebeble, bir takım som İslâmî doğrulara çirkin denilmesi, mü’minler için hakîkatin ölçüsü değildir. Aksine bu, kendini ele vermekten başka bir işe yaramaz.
“Allah’ın Tecellî Etmesi” Ne Demektir?
İddia:Tecellî, gözükmek, ortaya çıkmak anlamındadır. Allah’ın tecellî etmesi de Allah’ın gözükmesi veya gücünün ortaya çıkması anlamında kullanılır.
Cevâb: Tecellî bir terim olarak ne demektir? Bu, bir ilim adamı ciddiyeti ile açıklanacağı yerde kısmî bir luğat ma’nâsı ile iktifâ edilmiş. Olsun, benzeri ciddiyetsizliklerinize bizi çoktan alıştırdınız; yadırgamadık. Oysa, Tecellî, “bir şeyin iyice zâhir olması, açılması,”[33] “bir şey inkişâf etmek açığa çıkmak,”[34] demektir. “Rabbi ne zamân ki tecellî etti.”[35] Ya’nî “emri zuhûr etti/ ortaya çıktı”[36] “Tecellî (ortaya çıkmak, gözükmek), bazen, bizzât olur.[37]” Gündüze yemin olsun bizzât göründüğü zamân[38] âyetinde olduğu gibi. Bazen de emir/iş ve fiil ile olur. Rabbin ne zamân ki dağa tecellî etti, âyetinde olduğu gibi.[39] “Tecellî, kalblere açılan, ğaybların nûrları…” “Allah’ın zâtının tecellîsi, demek, -her ne kadar bu tecellî isimler ve sıfatlar vasıtası ile olsa da- kendisiyle sıfatlardan bir sıfat bulunmaksızın, başlangıcı zât olan, tecellî demektir.. Zirâ, Hakk (teâlâ), zâtı yönünden mevcûdâta ancak isimler(i) ile alâkalı perdelerden olan bir takım perdelerin ardından zuhûr eder…”[40]“Ya’nî Allah’ın nûrundan küçük parmak kadar gözükünce.” Nitekim bu ma’nâda Hâkim’in naklettiği ve Sahîhtir dediği rivâyetler vardır.[41]Gerçi,Hâkim’in rivâyetinde, nûru lafzı yoksa da,[42] İbn-i Cerîr’in Rebî’den yaptığı, Perde açılıp nûru gördüğünde…[43]ve İbnü Ebî Hâtim ile Ebû’ş-Şeyh’in Mücâhid’den yaptığı, Perdelerin bazısı açıldığında şeklindeki[44]rivâyetlerden anlaşılacağı gibi, ortada muzâfın hazfi vardır. Ya’nî buna göre, Allah tecellî ettiğinde… lafzı, aslında, Allah(ın nûru) tecellî ettiğindetakdîrindedir.
Kaldı ki, Allâme Münâvî, İmâm İbnü’l-Hümâm’dan şöyle bir rivâyet nakletti: İbnü’l-Hümâm’aDarekutnî ve diğerlerince Enes radıyallâhu anhu’dan rivâyet edilen, Rabbimi en güzel şekilde gördüm, hadîsinin uyanık iken görme takdîrinde nasıl anlaşılacağı sorulduğunda, bu, sûret perdesidir, diye cevâb verdi. Bu, da sûfilerde yaygın olan Tecellî-i Sûrî’dir.[45]Ya’nî, Allah’ın dağa sûret perdesi vb… bir takım perdeler ardından tecellî/zuhûr etmiş olması mümkindir.
“İktidarının zuhûru, emrinin ve iradesini tesaddîsi…”[46]“Azametinin zuhûru iktidar ve emrinin tesaddisi…” Şöyle de denilmiştir: “Allah celle celâlühû dağa, O’nu görme iktidarı verdi ve O’nu gördü.”
Bir Hadîsde Efendiler Efendisi Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyorlar:
“Şübheniz olmasın ki, güneş ve ay, ne bir kimsenin ölümü, ne de yaşamasından dolayı tutulmazlar. Lâkin bu ikisi Allah (celle celâlühû)’nun âyetlerinden iki âyettirler. Bir de, şübheniz olmasın ki, Allah, yarattıklarından bir şeye tecellî ettiği zamân, o şey O’na boyun büker.”[47]
Demek ki, Allah celle celâlühû, yarattıklarına tecellî eder… Ama kimi süper akıllılara(!) göre insana etmez; öyle mi?… Sübhâhe kâsimi’l-ukûl…
Allah Dünyâda Veya Rü’yâda Görülebilir mi?
Şeyh Efendi:(Kendi alnını göstererek) Şeyhlerin alnı bir aynadır. Orada Cenab-ı Hakk celle celâlühû tecellî eder.
İddia:Allah Teâlâ, insanda nasıl tecellî eder, nasıl görünür? Bunun delîli nedir?
Şeyh Efendi: Delîli şudur: Allah celle celâlühû şöyle buyuruyor:
“Mûsâ, ta’yîn ettiğimiz vakitte (Tûr-i Sina’ya) gelip de Rabbi onunla konuşunca, Rabbim bana kendini göster, seni göreyim dedi. (Rabbi), Sen beni asla göremezsin. Fakat şu dağa bak eğer yerinde durabilirse sen de beni göreceksin, buyurdu. Rabbi o dağa tecellî edince, dağı paramparça etti. Mûsâ, baygın düştü. Ayılınca dedi ki; seni noksan sıfatlardan tenzîh ederim. Sana tevbe ettim ve ben inananların ilkiyim”[48]
Allah celle celâlühû bir dağda tecellî ettiğine göre bir insanda tecellî edemez mi?
[Ben (A. Güzel) Derim ki;Allah’ın zâtının, dünyâda uyanık iken, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in dışında hiçbir kimseye görünmeyeceği, aralarında Şeyh efendi hazretlerinin de bulunduğu bütün mü’minlerin icmâ’ ettiği, Mi’râc’da Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından görüldüğü, rü’yâda iken de mü’minlerce görülebileceği, âlimlerin ihtilaf ettiği bir mes’eledir. İhtilâftaki ağırlık kazanan görüş ise, muhakkiklere göre farklıdır. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah celle celâlühû’yu, Mi’râcda, kafa gözüyle gördü mü görmedi mi? mes’elesi için Şifa-i Şerîf[49] ve şerhlerine bakılırsa, geniş bilgi elde edilebilir.][50]
Allah Celle Celâlühû Rü’yâda Görülebilir mi?
Cevâb: Şu mevzû’, Allah celle celâlühû’nun rü’yâda görülebilip görülemeyeceği dahî akâid âlimlerince tartışılan mevzû’lardandır. Bu da -eğer sâbitse- bir tecellîdir.
Hadîslerde, “Rabbimi gördüm,”[51]“Rabbimi gördüm…”[52],“Rabbimi gördüm…”[53], “Rabbimi gördüm…”[54], “Rab bimi gördüm…”[55]buyruldu.
İmâm Münâvî Şemâil-i Tirmizî şerhinde,[56]Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsned’ini (mevzû’lara göre) tertîb edip şerheden Allâme Ahmed Abdurrahmân el-Bennâ da el-Fethu’r-Rebbânî’de[57],Resûlullah’ın, Allah’ı rü’yâda, bir sûrette görmesi onun bir şekil ve sûret sâhibi olduğunu göstermeyeceğini, zîrâ, nihâyet bunun bir rü’yâ olduğunu, rü’yâda ise şekil ve sûretli varlıkların şekilsiz, şekil ve sûret sâhibi olmayan varlıkların ise şekil ve sûretli olarak görünebileceğini, söylüyor. Benzer ifâdeleri, Aliyyu’l-Kârî de serdetmiştir.[58]Mâtürîdiye akâidi imâmlarından es-Sâbûnî,[59] Allah’ın, rü’yâda görülüp görülmeyeceğinde âlimlerce ihtilâf edildiğini, kimilerinin, bunun câiz olmayacağını söylediğini ve Hz. Ömer radıyallâhu anhu’nun kalbim Allah’ı gördüdediğini, ifâde etmektedir.
Neyse, biz asıl mes’eleye dönelim:
Tecellî… Dünyâdayken Allah’ın mü’minlere tecellîsi (zuhûru, inkişâfi, görülmesi) demek, nûrunun, emrinin ve fiilinin tecellîsi ma’nâsındadır. Yoksa, zâtının perdesiz zuhûru değil. Hâkim’in el-Müstedrek’inde Sahîh bir isnâdla yaptığı rivâyette, Allah(ın nûru) dağa küçük parmak kadar tecellî etti[60] denilmektedir. Bütün bunlara rağmen, Allah’ın, sadece zâtının gözükmesinden dem vurulabiliyorsa, muhâtablar böyle bir iddiâda bulunmamalarına rağmen, mes’ele böyle aksettirilmeye kalkılıyorsa, ya birilerinin bu mes’elelerden haberleri yok, yahud var da, kasden bilmezlikten geliniyor, okuyucu bu noktada da kandırılıyor. Birincisi kötü. Çünki, “İnsanlardan kimisi vardır; Allah hakkında ilimsiz olarak mücâdele eder ve her bir mutemerrid şeytânın peşine takılır.”[61]İkincisi ise, daha kötü. Zîrâ, ‘Aldatan bizden değildir.’[62]
Allah celle celâlühû, insana tecellî ettiğinde, dağda olduğu gibi, insanın parçalanacağını, dolayısıyla bunun olmayacağı iddiâ ediliyor. Böylesi akılcı ama akılsızca iddiânın benzeri, şu iddiâ sâhiblerinden çok daha akıllı ama yine de akılcılığın kurbanı olmuş akılsız Mu’tezile sapıklarınca ortaya atılmıştı. Âhirette mü’minlerin Allah’ı görmesimes’elesinde ileri sürülmüştü. Bunun, (görme ve görülmenin), Allah’la aynı hizâda olma, O’nunla karşı karşıya gelme, mekan tutma ve O’nu kuşatma, imkansızlıklarını bulunduracağını, dolayısıyla, bâtıl olduğunu, ileri sürüyorlardı. Böylece Allah’ın ve Resûlünun karşısına dikilmişlerdi… Ehl-i Sünnet âlimleri de bu akılsızca akıl yürütmelere karşı, anılan o imkansız şeyler olmadan da görme’nin olabileceğini, bir et parçasına görme kâbiliyyeti veren kâdir-i mutlak’ın bu mahzûrlar söz konusu olmadan da kullarına böyle bir görmeyi nasîb edebileceğini söylemişlerdir. Böylece, kalbin îmânı yanında aklın da ona paralel îmân etmesi lâzım geldiğini ortaya koymuşlardır. Hâsılı, kalb ile aklın beraber îmân etmesiyle yalnız aklın yahut yalnız kalbin îmânı arasındaki inceliği gören gözlere göstermişlerdir. Hem, bu, sırf îmân eden aklın îzâhı değil, meşhûr (kimi âlimlerce de mütevâtir) haberlerin açık ifâdelerine dayanan biz îzâh ve çözülmesi zor bir şeyin çözülmesidir. Şimdi, ilmi, aklı ve idrâki yönüyle hasta olmayanlara soruyoruz; Âhiret’te Allah celle celâlühû kendini mü’minlere gösterdiğinde ne olacak,yok mu olacaklar, param parça mı? Kalbi ve aklı beraberce îmân edenlere göre hiçbiri…
Bunda anlaştıysak, Allah celle celâlühû dünyâda bir dostuna nûru ile veya emriyle yahud esmâ ve sıfât perdeleri arkasından bizzât zâtıyle değişik bir şekilde tecellî etse, o kul neden her halükarda parçalansın ve yok olsun?
Evet, bazen öyle olduğu da olur. Nitekim, Zürâre İbnü Ebî Evfâ radıyallâhu anhu’nun namazda imâmlık yaparken, sûra üflendiğinde[63] âyetini okuduğu zamân, ölüp düştü.[64]
Kaldı ki, Allah celle celâlühû’nun tecellîsi, sadece dostlarına değil bütün eşyâya değişik şekillerde olur. Ağaca tecellî etmesi ve ağaçtan, Mûsâ aleyhisselâm’a, Şübhesiz, benim Allah, ben,[65] diye ses gelmesi gibi.
Dostlarına tecellîsi ise, diğer eşyâdakinden bambaşka bir keyfiyette olur… Hem, O’nun tecellîsi, dostlarının sadece alnına değil, husûsan kalbine olur. Alnına olan tecellînin mâhiyyet ve keyfiyyeti ise başkadır. Sür çıkar ağyarı (Allah’tan başkalarını) dilden (gönülden) tâ tecellî îde Hakk. Padişah konmaz sarâye hâne ma’mûr olmadan demişler. Allah dostlarının kalbine olan ilâhî tecellî, dostluk nisbetinde kesîfdir, yoğundur. Onun için, gönül aynasını onların kalbine çevirenlerde te’sîr fazla olur. Güneşe tutulan, sıradan cam ise, değişen bir şey olmaz. Soğukluğu ile güneşin sıcağını bile azaltır. Ama bu, yuvarlak mercekse, güneşin dağınık ışıklarını mükemmel bir şekilde toplar. Bu ışık da nereye tutulsa (şâyet orası yanacak cinsten ise) orayı yakar. Şunu, çocuklar bile kâğıt yakarak deniyorlar; siz de sınayabilirsiniz. Sâliklerin de gönüllerini mürşidleri-nin gönül aynalarına çevirmelerindeki (Râbıta etmelerindeki) hikmeti bu noktada akıl ve hidâyetten nasibi olanlar daha bir iyi anlarlar. Meselâ, Allah celle celâlühû ârifin kalbine, es-Şâfi ismiyle, herkesinkinden ve her zamânkinden daha kesîf/yoğun tecellî ederse, ve O, hastaya bakar, yâhut ona dokunur veya onu okşarsa hemen şifâ bulabilir. Sahâbe radıyallahu anhüm’un onulmaz hastalıkları fâtiha’yı okuyarak bi iznillâh tedâvî ettiğini, Buhârî’de[66] ve diğer eserlerde okuyoruz… Siz ve biz okusak, bu muhâtaba şifa olur mu acaba? Olacak babayiğitler elbette vardır. Ama herkes böyle değildir… Kur’ân âyetleriyle tedâvî husûsun-daki hadîslere bir bakalım… Onları sâlih kimselerin okumasıyla sıradan kimselerin okuması aynı netîceyi vermez. Kimi Allah dostları birilerine kızgın bir bakışla bakar, baktığı hasta olur yahut ölür. Demek, Mevlâ o bakan kişiye mumît yahut Kahhâr ismiyle kesîf bir şekilde tecellî etmiştir.
Demek ki, esas mes’ele, kalbi yuvarlak mercek haline getirip Mevlânın isim ve sıfatlarına çevirebilmektir… Allah’ın nûrunun, âriflerin alnına tecellî ederek, onların, nûrânî bir sima, yüreklerine ve gözlerine tecellî edip keskin bir firâset sâhibi olmaları, erbâbına ma’lûm-dur. Hakîmisminin zuhûru, tecellîsi ile dillerinden incilerin dökülmesi, cemîl isminin tecellîsi ile insan güzeli olmaları, Rahmân isminin tecellîsi ile akıl almaz merhamet sâhibi olmaları, Hâdî ismini tecellîsiyle bir çoklarının hidâyet vesîle ve sebebi olmaları gören gözlere açıktır.
Ahmed İbnü Hanbel’in Müsnedinde[67] Nesâî’nin es-Sünenü’l-Kübrâ’sında[68] ve İbn-i Hıbbân’ın Sahîh’inde[69]yer alan Huzeyme İbnü Sâbit’in rivâyetinde, Huzeyme radıyallâhu anhu, rü’yâsında, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in alnına secde ediyor. Uyanınca gelip bunu O’na anlatıyor. O da, arkaya yatar gibi yapıp; Gel, nasıl gördüysen öyle yap, buyuruyor. Huzeyme gidip alnına secde ediyor. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem de;Rûhlar ordulaştırılmış ordulardır, buyuruyor. Nesâî’nin rivâyetinde de, Rûhlar rûhlarla karşılaşır, buyuruyor. -Allah en iyisini bilir ya- rûhların teveccüh ettiği/yöneldiği uzuvların içindealının bulunması bu mes’eleyle alâkalı bir şeydir… Yüz, zâttan mecâz-ı mürsel olarak dahî kullanılan en şerefli bir uzuv olduğu için de ilâhî tecellînin ona apayrı bir şekilde olması da muhtemeldir. Bu nihâyet keşif ve zevkle alâkalı bir hâldir.
Allah’ın, sıfatlarıyla mahlûkâtına tecellî etmesi mes’elesi başka bir mevzû’ münâsebetiyle ileride İmâm Buharî’nin rivâyetiyle biiznihî teâlâ tekrar ortaya konulacaktır.
Şeyh Efendi: İşte şeyh dağ yerinde, mürîd de Mûsâ aleyhisselâm ın makâmındadır.
İddia:Mürîdin şeyhi önünde cezbeye girip baygın düşmesi böyle bir şartlanmadan dolayı olsa gerekir.
Cevâb:Böyle bir iddiâ câhilce bir yakıştırmadır. Verilen misâli câhiller de anlayacak diye bir şey yok. Hele hidâyetten nasîbi olmayanlar hiç… Bizim hoşafı, tabiîdir ki kimi yaratılmışlar içmeyecektir. Misâl basit.; dağa tecellîde, tecellî eden Allah, tecellî edilen dağ, bakıp seyreden Mûsâ aleyhisselâm. Şeyhe tecellîde ise, tecellî eden Allah, tecellî edilen Şeyh ve şeyhin husûsan alnı; bakıp müşâhede eden de mürîd. İki hâdisede de fiil tecellî. Mef’ûlün fîh, birincide Mûsâ aleyhisselâm, ikincide onun yerinde/makâmında mürîd. Değişik şekillerde ve azlık çoklukta da olsa, fiili ve fâili aynı olan iki hadîsenin değişik iki mef’ûlünde fiilin te’sîri bazen vasfı bakımından ayrı olsa da aslı bakımından aynı olabilir. Bunu bilmemek cehâletin ta kendisidir.
İddia:Bu ne biçim delîl getirme, ne biçim kıyâstır? Allah teâlâ celle celâlühû dağda tecellî etmedi ki, dağa tecellî etti. Ya’nî dağda gözükmedi, dağa gözüktü. (126)
Cevâb: Kaç “biçim” delîl getirme’yi biliyordunuz? Gûyâ, delîl getirme ve kıyâsdan anlıyormuş gibi, bu ne biçim delîl getirme, ne biçim kıyâstır, diyorsunuz. Siz nerde, bunlar nerde? On yaşına varmamış çocukların idrâk ve muhâkemesine bile mâlik olmayanlar lütfen şunları ehline terk etsinler. Tecellînin dağda değil de dağa oluşu neyi değiştirir ki?.. Tecellî ediş dağa olunca tecellî fiili dağda vâkı’ olur. Birisi fiilin aslı, diğeri de, eseri ve semeresi itibariyle vasfıdır. Aynaya bakarsanız yahut görünürseniz, görünüşünüz aynada olur. Ya’nî, size göre, dağ Allah’ı gördü, başkaları dağda Allah’ı görmedi. Aksini iddia eden yoktu. Mef’ûlün bih’in ta’rîfi neydi? Fâilinin fiilinin, üzerinde vaki olduğu şey. Öyle değil mi? Hah, işte, bu i’tibârla tecellî dağa oldu ve dağda vâki’ oldu. Kaldı ki bu laf cambazlığını siz kendiniz de uydurmuş olabilirsiniz.
İddia: Allah’ın insana tecellî etmeyeceği, ya’nî bu dünyâda bir insana gözükmeyeceği yukarıdaki âyette açıkça belirtilmiştir. (126)
Cevâb: Allah’ın insana tecellî etmeyeceği yukarıdaki âyette, değil kesinlikle, zayîf bir şübhe ile dahi yoktur. Allah celle celâlühû’ya iftirâ ediyorsunuz. Dünyâdaki tecellî’ye Allah’ın zâtının vâsıtasız görünmesi ma’nâsını ilim ve idrâk fakîri olmanız sebebiyle siz verdiniz. Sonra, kendi bâtılınız üzerine başka bâtıllarınızı bina ediyorsunuz. Âyetle sadece, insanların dünyâda Allah’ı göremeyeceği anlaşılıyor. Tecellî etmeyeceği, insanların onun tecellîsine mahzar olmayacağı hiçbir şekilde anlatılmıyor. Kendinize göre muhatablarınızı Allah’ın, kullarınadünyâda görünmeyeceğini bilmemekle ve buna dair olan âyeti bir tarafa atmakla suçlayayım derken, eşref-i mahlûk olan insana görünmeyecek olan Mevlâ’nın, dağa kayaya bilinen ma’nâda göründüğüne dair asılsız ve bâtıl düşüncenizi ortaya koymakla, cehâletinizi belgelemiş oldunuz. Halbuki tuğyan/azmak vesîlelerinin en kuvvetlilerinden olan müstağnîliği bir tarafa koyup tefsîrlere baksaydınız, dağa görünenin Allah’ın zâtı değil de nûru olduğunu, yahut zâtının değişik perdelerle ona tecellî ettiğini bilir, gülünç hale düşmezdiniz.
İddia:Âyete aykırı olmasına rağmen, farzedelim ki, sizin dediğiniz doğrudur ve Allah dağa tecellî etmiştir. Siz kendinizi dağa nasıl kıyâslarsınız? İnsan dağa benzer mi? Böyle kıyâslara kıyâs maâl fârık, ya’nî ilgisiz şeyleri birbirine benzetmek denir. İnsanla dağ arasında nasıl bir benzerlik buluyorsunuz ki, bir âyetin dağ ile ilgili hükmünü insana teşmil ediyorsunuz. (126)
Cevâb:Burada da güya mantık veya Usul-ı Fıkıhta olan kıyâs bilginizin olduğunu göstermeye kalkışmışsınız. Ancak geçmişteki alâkasız kıyâslarınızı unutup, alâkalı kıyâsları. Kıyâs meal fârık i’lân etmekle ve biraz konuşmakla bu noktada dahî ecvef/boş olduğunuzu gözler önüne sermişsiniz. Şecâat arz edeyim derken merd-i Kıptî sirkatin söyler… misâli… Burada sizin vehmettiğiniz şöyle bir kıyâs yok:
Allah dağa tecellî etti ve dağa bakan Mûsâ aleyhisselâm’a şöyle şöyle oldu. /Şeyhin alnı da dağ gibidir, /Öyleyse, ona da tecellî eder; ona bakan mürîde de Mûsâ aleyhisselâm’a olan olur.
Böyle bir kıyâs, ancak tecellîlerin aynı mâhiyette ve tecellî edilenin aynı dayanıklılıkta olması şartıyla aynı hükmü netîce verir. Oysa böyle bir iddiası olan yok… Yapılan ne? Bir benzetme… Allah’ın tecellî ettiği alın ile ona bakan mürîd, Allah’ın tecellî ettiği dağ ile ona bakan Mûsâ aleyhisselâm’a, bazı yanlarıyla benzer. Müşebbeh/benzetilen alın ve mürîd,Müşebbehün bih/kendisine benzetilen de dağ ve Mûsâ aleyhisselâm…Burada, Vech-i Şebeh/benzeme yanı nedir?.. Dağın da alnın da tecellî edilen yer, mürîdin de Mûsâ aleyhisselâm’ın da tecellî edilen yere bakan kimseler olması. Bu kadar… Yer yer Allah’a ve Resûlüne iftirâ edebilen kimsenin burada söylenilenlerde ne türlü tasarruflar, ne tür oynamalar yaptığı Allah’ın ma’lûmu. Aramızda geçen konuşma diye neşredilen fotokopilerle bu kitâbçıktakiler arasındaki mühim farklar bunun delîlidir.
Allah’ın nûrunun, Allah dostlarının alnına tecellî ettiği, erbâbı tarafından keşfen ve vicdanen de bilinmekte olan bir şeydir. Allahu a’lem bu ma’nâ, âyetin işâretiyle de takviye edilmek istenmiştir. Şunda ilim sâhiblerine göre Şer’î hiçbir mahzûr yoktur. Câhillerin zırvaları ise mühim değildir.
İddia: Bir an için benzetmenin doğru olduğunu kabûl etsek bile, varılacak hüküm, böyle bir tecellîden sonra şeyhin parçalanıp yok olması olmaz mı? Çünki Allah’ın tecellîsinden sonra dağ paramparça olmuştur. (126)
Cevâb:Böyle bir tecellîden sonra şeyh parçalanıp yok olmayabilir. Aynı şartlarda aynı sebebler her zamân aynı netîceleri doğurur düşüncesi Determinist bir felsefî cereyânının mahsûlü olup, mü’minin tamâmen kabûl edebileceği bir görüş değildir. Bu, mu’cize ve kerâmet gibi olağanüstülükleri inkâra götüren bir münkirlik ve ahmaklıktır. Kıyâmet gününde gerçekleşecek olan Rü’yetüllâh’ı kabûl edip-etmediğinizi bilmiyorum. Olabilir ki, Mu’tezile’yi taklîd ederek onu da inkâr edebilirsiniz. İsim vermeseniz de birçok yazınızda bunu açıkça ortaya koymaktasınız Ölçüsüzlüğü ölçü edinenlerden her şey beklenir. Şâyed ru’yetullahı kabûl ediyorsanız, diyoruz ki, Kıyâmet günü, Allah celle celâlühû mü’minlere tecellî edecek ve görünecek; ama paramparça olmayacaklar. Buna ne dersiniz?… Düşüncenizi felsefî temele dayandırabilecek bir kültür ve müktesebâtınızın olduğunu sanmıyorsam da bazen birtakım felsefî anlayışların bunların felsefî kaynaklı olduğundan haberi olmayan avamda, hattâ kocakarılarda da görüldüğünü biliyor ve hattâ görüyorum. Kaldı ki, böyle bir muhâkeme tarzının ve netîcesinin fizîkî doğruluğu, her iki taraftaki şartların ve sebeblerin aynı olmasına da bağlıdır. Oysa burada elinizde böyle bir bilgi yoktur. Ya’nî Allah’ın dağa tecellî mikdârı/ölçüsü ile[70] şeyhe tecellî ölçüsünün bir olduğunu size kim söyledi. Belki şeyhlere iğne ucu kadar, yani çok az tecellî oluyor.
Biz bu Kur’ânı bir dağın başına indirseydik, elbette onu Allah korkusundan dolayı paramparça olmuş halde görürdün…[71]
Ama insana indi; lâkin insan paramparça olmadı…
Şübhe yok ki biz emâneti dağlara arzettik de onu yüklenmekden kaçındılar ve ondan korktular da, onu insan yüklendi…[72]
Niye böyle oldu, insan neden parçalanmadı?
Yapacağından O’na soru sorulmaz.[73]
Ben soramam… Belki tecellî kesâfetini/yoğunluğunu az yaptığı için, belki insana dayanma gücünü fazla verdiği için, belki her ikisi de vukû bulduğundan? Belki başka nice illet, yâhud sebeb, veyâhud da hikmetlerle…
İddia:Ama böyle olmuyor. Şeyhin alnı bu tecellî ile Allah’ın aynası durumuna geliyor ve herkes şeyhin alnında Allah’ı görmeye başlıyor. (126)
Cevâb: Herkes şeyhin alnında Allah’ı görüyor iddiasında olanlar ile, böyle bir iddiası olmayanlara böyle bir çamuru atabilen çamurlara Allah adâletiyle muâmele eylesin. Âmîn… Bu kadar da süflîlik ve belden aşağı atmak da olmaz doğrusu!…
Evvel O’dur. Âhir O’dur. Zâhir/açık ve görünen O’dur…[74] Ya’nî? O, görünendir. Nasıl görünen? Nasılı var mı, görünen, açık olan, kapalı olmayan… Ama O bâtındır… Kapalıdır, açık değildir. Tefsîrler, sıfatlarıyla ve onu gösteren delîllerle zâhir/açık, zâtı ile bâtın/kapalı ve gizli, ve benzeri te’vîllerle bu âyeti te’vîl ediyorlar.[75] Bütün tefsîrlere bakılabilir, kaynak göstermeye gerek yoktur. Değişik i’tibârları olan tecellînin farklı birçok yanıyla zuhûr, inkişâf vetekeşşüf ma’nâlarından, sâdece zâtın görünmesi ma’nâsının alınması… Bunun, hiçbir şekilde söylemeyen muhâtaba isnâd edilmesi… O’nun karalanmaya çalışılması, müsbet vasıflardaki her türlü za’fiyetinin yanında husûsan ahlâk zafiyetinin hattâ ahlaksızlığın, dalâletten kaynaklanması, Allah’ın mudill/ saptıran sıfatının ondaki bir tecellîsi olması cidden ibret verici bir vâkı’adır.
وَصَلَّى الله عَلَى نَبِيِّنَا وَ عَلَى اَلِهِ و سَلَّمَ تَسْلِيمًا كلما ذكره الذاكرون و غفل عن ذكره الغالون
وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمِينَ
[1] Abdülaziz Bayındır.
[2] Hicr:29
[3] İmâm Rabbânî kuddise sirruhû’nun eşyâdaki “vücûd” sıfatı hakkındaki nefîs îzâhını münkire maraz olacağından buraya almayıp mes’elenin sathî tahlîli ile iktifâ ediyoruz.
[4] El-Hatîbu’ş-Şirbînî, es-Sirâcü’l-Münîr:1/201ve diğerleri….
[5] Sûre-i İnsân:2
[6] İsrâ:1
[7] Tevbe:128
[8] Ra’d:7
[9] Furkan:31
[10] Mâide:20
[11]Yâsîn:71
[12] Haşr:23
[13] Bakara:247
[14] [Buhârî (600, 6469), Müslim, Tirmizî, Ahmed İbnu Hanbel],
[15] [İrâkî İhyâ Tahrîci’nde, “’Âişe radiyellâhu anhâ’dan yapılan müttefekun aleyh (Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettiği) bir hadîsdir,” dedi. Bu hadîs’i aynı zamanda Ahmed İbnu Hanbel Müsned(2/498)’de, İbnu Ebî ŞeybeMusannef’de, Buhârî el-Edebu’l-Müfred(53)’de, Ebû Dâvûd (Sünen’inde), Tirmizî (Sünen’inde) sahîh olduğunu söyleyerek, İbnu Hibbân (Sahîh’inde-Mevârid:2033), Hâkim (el-Müstedrek’inde:1/348, 4/157-158), Beyhakî(es-Sünenü’l-Kübrâ’da:7/26), Abdurrahmân İbnu Avf radıyellâhu anhu’dan rivâyet etti. Kezâ, (biraz farklı bir lafızla) Harâitî, Mesâvî’l-Ahlâk’da, Hatîb (Târîh-i Bağdât’da:5/426) Ebû Hureyre radıyellâhu anhu’dan, el-Hakîmü’t-Tirmizî de “Allah Rahm’e seni yarattım ve sana ismimden koparıp verdim” lafzıyle (Nevâdiru’l-Usûl’ünde) İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ’dan, Süyûtî’nin el-Câmiu’s-Sağîr’deki isnâdına göre, Taberânî, el-Kebîr’de ve el-Evsât’da Cerîr radıyellâhu anhu’dan rivâyet ettiler.], İbnu Ebî’d-Dünyâ, Mekârimu’l-Ahlâk (D. K. İlmiye), dipnotu:155
[16] İbnu Ebî’d-Dünya, Mekârimu’l-Ahlâk (D.K. İlmiye), Osmân İbnu Affân radıyellâhu anhu’dan:33-34. H:27
Dipnot’unda hadîs’in Ebû Dâvûd et-Tayâlisî tarafından da rivâyet edildiği ifâde edildiyse de O’nun lafzı farklıdır.
[17] Münâvî, et-Teysîr:1/330
[18] [Hakîm-i Tirmîzî (Nevâdiru’l-Usûl), Ebû Ya’lâ (Müsned) ve Beyhekî, (Şu’abu’l-Îmân) Osman İbnu Affan radıyallâhu anhu’dan] et-Teysîr; 1/330. Hadîs, Hasen Liğeyrihidir, Azîzî kenarı: 1/520
[19] Bir çok şâzz/çizgi dışı görüşleri bulunan geçmiş asırda yaşamış Hindistânlı bir hadîs âlimidir.
[20] Azîm Âbâdî, Avnu’l-Ma’bûd Şerhu Süneni Ebî Dâvûd: 5/113
[21] El-Hıfnî, el-Camiu’s-Sağîr Hâşiyesi, (Azîzî kenarı): 2/226
[22] Misâl olarak, “Habîr” ismi içün 186, ‘Halîm’ ismi içün 188, ‘Azîm’ ismi içün 190, ‘Şekûr’ içün de 192. sayfalara bakılabilir. (El-matbaatü’ş-Şarkıyye-Mısır-1323)
[23] Misâl olarak, ‘vâsi’ ismi içün 86, ‘hakîm’ ismi içün 87, ‘vedûd’ ismi içün 88, ‘kayyûm’ ismi içün 98, ‘hamîd’ ismi içün de 94 numaralı sayfala ra bakılabilir.
[24] El-Maksadü’l-Esnâ:98
[25] Münâvî, el-Teysîr: 1/330
[26] İsrâ:97
[27] Rehber bir dost ve yardımcı…
[28] Kehf:17
[29] El-Hıfnî, el-Câmiu’s-Sağîr Hâşiyesi, (Azîzî kenarı): 2/226
[30] [Ahmed, Müsned:3/158 (Hannân)],el-Mu’cemu’l-Müfehres
[31] [Ahmed, Müsned:3/230 (Hannân ve Mennân)], el-Mu’cemu’l-Müfehres
[32] [Buhârî, Tevhîd:32 (Deyyân)], el-Mu’cemu’l-Müfehres
[33] Muhtâru’s-Sıhâh (ج ل ا) maddesinin sonun
[34] Misbâh ( ل وج) maddesinin başı
[35] A’râf: 143
[36] Semîn, Umde: 98
[37] Yani bir şeyin zati ve kendisi tarafından olur.
[38] Leyl: 2
[39] Râğıb, Müfredât, 96, Ebû’l-Beka, Külliyât; 313
[40] Cürcânî, Ta’rîfât: 29
[41] Celaleyn, A’râf 143’ün tefsiri
[42] El-Müstedrek: 2/320-21
[43] İbnu Cerîr, 13/99)
[44] Ed-Dürrü’l-Mensûr: 3/546
[45] Alûsi, Rûh-ul Meânî: 9/52
[46] Keşşâf: 1/349
[47] [Ebû Hanîfe ve Ahmed, Müsned’lerinde, Nesâî ve İbnu Mâce, Sünen’lerinde, İbn-i Huzeyme, Sahîh’inde,Hâkim Müstedrek’inde. İbn-i Huzeyme ve Hâkim, bu rivâyetin “sahîh” olduğunu söylediler.], Muhammed Hasen es-Senbelî, Tensîku’n-Nizâm, Şerhu Müsnedi Ebî Hanîfe:321
[48] [Araf: 7/143]
[49] Şifâ-i Şerîf: 1/57-64
[50] Aliyyü’l-Kari, Şerh-i Şifa (1/416-430), Hafacı Şerh-i Şifa (2/285-302)
[51] Ahmed, İbnu Abbas radıyallâhu anhumâ’dan. İsnadı sahihdir.
Ya gözleriyle yahut kalbiyle. Münâvî, et-Teysîr: 2/25
[52] Taberânî, İbnu Abbâs radıyallâhu anhu’dan Ebû Zurâre radıyallâhu anhu dan bunun sahih bir hadis olduğunu söylediği nakledildi. Bu rüyada görmekti, Suyuti, K. Ummal, 1/228 h: 1152
[53] Taberânî, es-Sünne, Ummutufeyl radıyallâhu anhu’dan K. Ummal: 1/228, h: 1153
[54] Taberânî, es-Sünne, Muaz b. Afra radıyallâhu anhu’dan K. Ummal, H:1154
[55] Taberânî, el-Kebir, Ebû Rafi radıyallâhu anhu’dan K. Ummal, 1/228, H:1151
[56] Cemu’l-Vesâil Kenarı: 1/208
[57] El-Fethu’r-Rebbânî: 17/223
[58] El-Kevkebu’d-Dürrî: 2/261
[59] Es-Sâbûnî, el Bidaye fi Usûlüddîn’de: 43 (Muâsır Sâbûnî, değil.)
[60] Bu hadisin hakkında söz söylendiyse de, muzaf takdiriyle ortada bir telif vardır.
[61] Hacc: 22/3
[62] [Müslim Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’dan], et-Teysîr, 2/432
[63] Müddessir:8
[64] [Hâkim], et-Terğib ve’t-Terhîb: 5/223, h: 12
[65] Kasas:30
[66] Buhârî, Sahîh (5737) v.d.
[67] Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned: 5/214
[68] Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ: 4/354
[69] (İbnu Hibbân’ın Sahîh’i et-Tekâsîm ve’l-Envâ’ın tertîbi) El-İhsân:16/99
[70] Ki hadisteki ifadesiyle küçük parmağın yarısı kadardır.
[71] Haşr:21
[72] Ahzâb: 72
[73] Enbiyâ: 22
[74] Hadîd: 3
[75] Tefsîrlerde, ‘ve’z-Zâhir ve’l-Bâtın’ın tefsîrine bakılabilir.
Paylaş:
.
Bu husûs, içinde yaşadığımız zamân, zemîn ve şartların doğurup büyüttüğü ilmî ve îmânî sapmalar ve heyelânlar/erozyonlar göz önünde bulundurulursa, bilhassa günümüzde iyice açıklık kazanması îcab eden bir husûstur. Bakınız, Mu’tezileyi yeniden keşfeden ve zamânın şartlarına uyacak bir şekliyle canlandırmaya çalışanlardan birisi olan sayın M. Hayri Kırbaşoğlu ne diyor:
Kâdî Abdulcabbâr’ın aşağıdaki değerlendirmelerine tamamen katılıyoruz. Ona göre bir şey, Rasulullah tarafından yapıldığı veya söylendiği kesinleştikten sonra Sünnet adını alabilir ve delîl yerine geçer. Rasulul-lah’tan nakledilen âhâd haberlerde sıhhat şartlarını taşımaları durumunda sadece örfen, (‘alâ vechi’t-tâ’âruf) Sünnet adını alabilirler. Çünkü yalan ihtimali bulunduğundan haber-i vâhid için “Rasulullah şöyle buyurdu..” demek mantıken yanlış olacağından, ihtiyâten “O’ndan şöyle rivâyet edildi..” demek daha uygundur. (Fadlu’l-i’tizal, s. 185; Şerhu usûli’l-hamse, s. 89) Bir başka eserinde de benzer şeyleri söylemektedir: “Rasulullah şöyle buyurdu”, şeklinde kesinlik ifadesi kullanılmayıp “Rivâyet edildiğine göre Rasulullah’tan şöyle haber verildi; Rasulullah’tan şöyle nakledildi..” gibi ihtimâl ifadeleri kullanılmalıdır. (el-Muğnî fî ebvâbi’t-tevhîd ve’l-adl, XVII. 383-384)[1] (Nakil son buldu.)
Buna göre Mütevâtir olmayan/Haber-i Vâhid rivâyetlerle fıkhî hükümler sâbit olmaz. Mütevâtirler ise, onlara göre ya hiç yoktur; veya yok denecek kadar azdır. Öyleyse insanlar İslâm’ın büyük bir kısmından -hâşâ-kurtuldular demektir. Âyetler ise, artık istenilen yana çekilebilecek hâle getirilmiştir. Mu’tezile sapıklarından olan Abdulcabbar’ın ve Onun şurada dediklerine tamâmen katılan Kırbaşoğlu’nun kanâatleri onların olsun. Sünnet kervânının âlimleri ve yollarından gidenler bu rivâyet edildi, veya rivâyet edildiğine göre gibi ifâdeleri sahîh ve hasen için değil de sadece zayıf rivâyetler için kullanırlar.
Bütün bu Ehl-i Sünnete karşı yapılan ve geliştirilen karıştırma ve vesveselerin savulması için sâhib-i salâhiyet kimselerin son derece ğayretli, hassas ve vazîfesini müdrik hareket etme mecbûriyetleri vardır. Biz kendimizi yeter mikdârda şu işe ehil görmesek de, biznillâh Ehl-i Sünnet muârızlarına yeter de artarız. Gücümüzü, temsîl etmeye mecbûr bırakıldığımız hak ve ulvî olan da’vâdan almaktayız. Hak’dan yana olan, haddi zâtında zayıf bile olsa hâlen kuvvetli ve nihâyette ğâlibdir. Hakîkî İslâm anlayışı olan Ehl-i Sünnet’in böylesine garîb ve yetim kaldığı ve bırakıldığı zamân ve şartlarda hak ve hakîkat, büyüklerin yolundaki kifâyetsizlerin dilinde ve kaleminde de tecellî eder. Hem, iş daralınca genişler kadıyye-i muhkemesi ayni zamanda bir fizik kânûnu olmakla ilâhî bir düstûr değil midir?!… Daha ne?…
Bütün bunlardan cesâret alarak Haber-i Vâhid’i bir takım yanlarıyla açıklamak için şu makâleyi -inşâellah- bir mukaddime, üç mes’ele ve bir netîce çerçevesinde ele alacağız:
Mukaddime, bahsimizin nazikliği ve husûsen günümüzdeki kullanılışının arka planı hakkındadır.
Birinci mes’ele, Haber-i Vâhidin, yani Mütevâtir olmayan Hadîs rivâyetinin delîl olma ağırlığı var mıdır, varsa, nedir, ilim mi ifâde eder, zann mı? mes’elesidir.
İkinci mes’ele, Haber-i Vâhid,akâidde mu’teber delîl olur mu, olmaz mı ve bu mes’ele, icmâî midir, değil midir, yani âlimlerce üzerinde söz birliği edilmiş midir, edilmemiş midir? husûsudur.
Üçüncü mes’ele, Haber-i Vâhid akâidde, delîl olmaz sözünü söyleyenler, bunu mutlak olarak mı, mukayyed olarak mı, yani sınırlandırmaya gitmeden mi, sınırlandırarak mı? söylüyorlar, mes’elesidir.
Netîce de, bu sözü, üzerinde icmâ’ edilen ve mutlak, yani, bütün inanç mevzû’larını içine alan bir hüküm olarak kabûl edenlerin, bu kabûlünün ucunun nereye varacağı ve bu noktada Ehl-i Sünnet çizgisindeki gayretli Mü’minlerin yapması gereken nedir? sorusuna aranan bir cevâbtır.
Tevfîksadece Allah’tandır.
Mukaddime
Mütevâtir olmayan hadîslerin, yani Haber-i Vâhidin akâid’de delîl olup olmayacağını, ilim adamlarının irdelemesi, ne kadar gerekli ve faydalı ise, kendini âlim gösteren veya birilerince âlim olarak gösterilen, satılmış, yâhud kiralanmış, yâhud da gönüllü olarak sahibinin sesi olmuş işbirlikçi ve işbitirici câhillerin ağıza alması o ölçüde nazik ve tehlikelidir. Günümüzün, beyni ve yüreği istîlâ altında olan âlim pozlarındaki câhillerinin, bu sözü dile dolamalarının, dev aynasındaki şu cücelerin, küfür otoritelerinin okus pokus mercekleriyle kürre olarak gösterilen bu zerrelerin, âlimlerin şu sözünü, canlarının açmak istedikleri her bir şer kapısı için maymuncuk olarak kullanmalarının arka planı nedir? Bunun iyi bilinmesi ve net bir şekilde görülmesi lâzımdır.
Silahlar ve ilaçlar, akıllı, reşîd ve ehil kimselerce, yerinde kullanıldıklarında, lüzumlu ve faydalı iseler de, akılsızlar, çocuklar ve ehil olmayanların elinde lüzumsuzluğun da ötesinde kendine ve çevresine zarar, hatta bazen felâket getiren belâ ve musîbetlerden başka bir şey değildirler.
İslâm âlimlerinin bir kısmının kitâbla-rında, Haber-i Vâhid veya, Haber-i Âhâd’lar akâid’de delîl olmaz veya yeterli delîl değildirler, veya mu’teber delîl değildirler.gibi sözler geçer. Bu tür sözleri, sâhiblerinin, onunla ne demek istediklerini bilir bilmez bir şekilde, insanları Sünnet çizgisinden uzaklaştırmak isteyen, veya neyin nereye varabileceğini hesap edemeyenlerin, canlarının istediği, nefislerinin arzuladığı, veya münasib düştüğünü zannettikleri yerlerde, olur olmaz bir biçimde kullandıklarını görmekteyiz. Şeytanın, nefs-i emmârelerinin, cehalet ve firâsetsizliğin mahkûmu olan çeyrek akıllarını ve azgınlaşan hevâlarını putlaştıran, nâmütenâhî (sonsuz) derinlik ve enginlikte olan ölümsüz mutlak hakîkatları kuş beyinlerine yerleştirmeye çalışan, çoğunlukla sahibinin sesi ve ırgatı olan günümüzün sünnetsiz bid’atçılarının her sıkıştıkları yerde can simidi gibi yapıştıkları her sıkıştırıldıklarında da kalkan olarak kullandıkları bu kendisiyle bâtıl murad edilen (bir çok âlime göre) hak olan sözün ne demek olduğunu, Sünnet çizgisindeki, Rebbânî âlimlerin sözleriyle anlatmaya çalışacağız İnşâellah.
Bu husûsun iyice açığa çıkması gerekir. Zîrâ, bid’atçi sapıklar, âhir zamânda Îsâ aleyhisselâm’ın ineceği, Sihrin aslının olduğu ve Yıldızların şeytanları kovaladığı gibi mes’elelere dâir gelen Kur’ân ve Sünnet haberlerinin ve Ehl-i Sünnet’e âid görüşlerin bir çoğunun inkâr ve ibtâlini hep bu esasa dayandırmaktadırlar.
Birinci Mes’ele
Mütevâtir olmayan haberlerin, yani Haber-i Vâhidin ilim bildirip bildirmemesi mes’elesine girmeden önce birkaç noktaya açıklık getirelim.
Birinci Nokta
Mütevâtir Haber, râvîleri, çoklukta yalanda birleşmelerini âdetin imkânsız bulacağı bir sayıya varan ve (bu imkânsız bulma) devâm eden, böylece başı sonu gibi, ortası da iki tarafı gibi olan haber demekdir.[2]
Mütevâtir Haber: Yalanda ittifâk etmelerini âdet’in imkânsız bulacağı kalabalığa varan bir topluluğun (baştan sona, en az kendisi gibi bir topluluktan) verdiği, hisler (duyma, görme, dokunma, tadma ve koklama) ile bilinebilecek bir haber, demektir.[3]
Kur’ân-ı Kerîm bir çok âyette tevâtürle hâsıl olan ilmi görmek ve şâhid olmak kelimeleriyle anlatmıştır. Allah celle celâlühû Nebîsi sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâb ederek şöyle buyurdu:
Görmedin mi nasıl yaptı Rabbin Fîl Ashâbı’na?![4]
Görmedin mi nasıl yaptı Rabbin Âd(kavmin)e?![5]
Allah celle celâlühû Mekke halkı hakkında da şöyle buyurdu:
Görmediler mi onlardan önce nice asırlar(ın halkın)ı helâk ettiğimizi?![6]
Şurası apaçık bir şeydir ki, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in bizzât kendisi sözü edilen hâdiseleri görmemişti. Çünki hepsi O’nun pâk doğumundan önce vukû’ bulmuştu.
Âd ve diğer kavimlerin azâbı ise Fîl Vak’ası’ndan binlerce sene evvel meydana gelmişti. Bu sebeble, ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in ne de Mekke halkının bu vak’aları görmesi mümkin olamaz. Ancak bunların ilmi asırlar boyu aralarında tevâtürle aktarıla gelmiştir. Sonra Allah celle celâlühû, tevâtürle hâsıl olan bu ilmi, tevâtürle gelen kesinliğine hükmedilen ilmi[7] görmeyle sâbit olan gibi (kesin) olduğuna işâret etmek için fiilî müşâhede/şâhid olma, görme ifâdesiyle haber vermiştir.
Mütevâtir Haber iki çeşittir; Lafzî Mütevâtir ve Ma’nevî Mütevâtir:
Lafzî Mütevâtir:
Tevâtürde aranan kalabalığın aranan şartlarla aynı lafızla verdikleri haber demektir.
Cezâirî şöyle diyor:
Lafzî Mütevâtir haber öyle bir haberdir ki, râvîlerin lafızları onda aynı olur. Falancı falan şehri fethetti demeleri gibi: İsterse bu lafız ile veya onun yerine geçebilecek kastedilen ma’nâyı açıkça anlatacak bir başka lafız ile olsun, değişmez.
Ma’nevî Mütevâtir râvîlerin bir kısmının bir vakıayı, diğerlerinin de başka bir vakıayı rivâyet etmeleriyle değişik lafızlarla rivâyet etmiş oldukları haberdir. Şu kadar var ki, bu vakıalar bir kadri müştereki içinde bulundurmaktadır. Bu ortak miktara ma’nevî tevâtür veya ma’nâ yönüyle tevâtür denilir. Bu bir kimsenin Hâtem’in 100 dinar, başka bir kimsenin 100 deve, başka bir kimsenin 20 at ve başka başka kimselerin ve devam edecek şekilde hibe ettiğini rivâyet etmeleri ve bunun böyle devam etmesi, nihâyet râvîlerin tevâtür sınırına ulaşması gibidir. Bu haberler bir şeyde ortaktır. O da Hâtem’in malından bir şey hibe ettiğidir ki, bu cömertliğinin delîlidir. Bu ma’nevî tevâtür yoluyla sabittir.
Bu şöyle îzâh edilebilir. Bu haberler bir işte müşterektir. O iş de Hâtem’in cömert oluşudur. Zîrâ o haberlerden birini açıkça rivâyet eden bu ortak noktayı îmâ yoluyla rivâyet etmiştir. Tevâtür sınırına ulaşınca da bu ortak nokta -ki bu onun cömertliğidir- tevâtür yoluyla rivâyet edilmiş olur. Şu kadar var ki, bu ma’nevî tevâtür kabîlindendir.
Bazıları da demişlerdir ki bu şöyle îzâh edilmelidir: Şu râvîlerin tamamı yalan söylememişlerdir. Aksine onlardan bir tanesi mutlaka doğru söylemiştir. İş böyle olunca bu haberlerden bir haber doğru olmuştur. Onlardan birisi doğru olunca onun cömert olduğu sâbit olmuştur. Ama birinci îzâh tarzı daha kuvvetlidir. Çünki cömertlik bir defa da sâbit olmamıştır.
Bazı usûl âlimleri şöyle demiştir:
İlim ifâde etmeyen haberler bazen bir küllî ma’nâda ortak olurlar. Râvîlerin tamamı tevâtür haddine ulaşınca da şu küllî, tevâtürle rivâyet edilmiş olur. Bu şuna benzer. Bir cemaat Hazreti Ali radıyallahu anh’ın bir vak’a da şu kadar düşman öldürdüğünü nakleder, başka bir cemaat de başka bir vak’ada şu kadar düşman öldürdüğünü nakleder ve bu böyle devam eder gider. Râvîler tamamı itibarıyle tevâtür haddine ulaşınca, bu haberler arasında olan müşterek ma’nâ -ki o Hazreti Ali’nin yiğitliğidir- tevâtürle yani ma’nâ cihetiyle tevâtürle rivâyet edilmiş olur. Her ne kadar o haberlerin her biri Âhâd yolla rivâyet edilmiş olsa bile. Sen buna, bu hadiselere benzer şeyleri kıyas et. Ahnef’in mülâyimliği, İyas’ın zekası gibi.
İbn-i Hâcib diye tanınan Şeyh Cemaleddîn Ebû Amr Osman Müntehâ’l-Vusûl ve’l-Emel fî İlmeyi’l-Usûl ve’l-Cedel isimli eserinde şöyle demiştir:
Vak’alardaki tevâtürde, haber verenlerin haberleri değişik olduğu ve tezammun yâhud iltizâm cihetiyle müşterek bir küllî ma’nâyı şümûlünde bulundurduğu zamân bununla ilim hâsıl olur. Antere’nin muhârebelerindeki, Hâtem’in cömertliğindeki ve Hazreti Ali’nin yiğitliğindeki vak’alar gibi…
İmâm Ebû İshak İbrâhim Eş-Şîrâzî el-Lüma’ isimli eserinde şöyle demiştir:
Bilesin ki, haber iki çeşittir; Mütevâtir ve Âhâd. Mütevâtir; verdiği bilgi kaçınılmaz olarak bilinen bir haberdir. Bu da iki türlüdür: Lafız yönünden mütevâtir, geçmiş çağlardan ve uzak memleketlerden haber veren söz birliği halindeki haberler gibi. Biri de ma’nâ yoluyla tevâtür, Hâtem’in cömertliğinden, Hazreti Ali’nin yiğitliğinden ve bunlara benzer şeylerden bilgi veren farklı haberler gibi.
Mütevâtirin iki çeşidiyle de ilim hâsıl olur.[8]
Hâsılı Ma’nevî Mütevâtir, tevâtürde aranan sayıya varmış râvîlerin, haber verilenlerin hepsinde değil de parçalarından biri (veya birkaçı) üzerinde birleştikleri bir haberdir.
Her iki Mütevâtir çeşidi de kesin ilim bildirir.
Şu kadar var ki, Lafzî Mütevâtir, Ma’nevî Mütevâtir’den daha kuvvetlidir.
Seyyid Şerîf Cürcânî (Ö: 816) şöyle diyor:
Haber-i Vâhid bir, yâhud iki râvî veya mütevâtirlik ve meşhûrluk haddine varmadıkça, daha çok râvînin rivâyet ettiği hadîstir. Mütevâtir haber de, bir topluluğun bir topluluktan naklettiği hadîstir. Aralarındaki fark, Mütevâtir haberi inkâr edenin söz birliğiyle kâfir olması, meşhûr haberi inkâr edenin hakkında da ihtilâf edilmesidir, ama sahîh olanın kâfir olacağıdır. Haber-i Vâhid’i(n sübûtünü) inkâr eden ise ittifakla kâfir olmaz.[9]
Sindî (Ö:1140)şöyle dedi:
Meşhûr Haber, Haber-i Âhâd’ların birinci kısmıdır ki, tarîkleri/yolları ikiden fazla ile sınırlı haber demektir.[10]
Yukarıdaki ta’rîf hadîs âlimlerinin cumhûrunun ta’rîfidir. Hanefî usûlcülerine göre ise meşhûrun ta’rîfi değişiktir. Nitekim onlardan biri olan,
Habbâzî (Ö:691)şöyle dedi:
Meşhûr hadîs, aslında Âhâd’dan olup sonra da yayılan ve yalanda birleşmeleri düşünülemeyecek bir (kalabalık) topluluk tarafindan nakledilmeye başlayan haberdir. O topluluk ikinci ve sonraki asırdır. Onlar güvenilir bir topluluk ve ithâm edilmeyecek İmâmlardır. (Sözü edilen haber) şu İmâmların şahidlikleri ve tasdîkleri ile Mütevâtir rütbesine ulaşmıştır. Hatta Cessâs bunun (meşhûrun) Mütevâtirin iki kısmından biri olduğunu söylemiştir.
Îsâ ibn-i Ebân, Meşhûr’u inkâr eden sapıklıkla suçlanır, kâfirlikle suçlanmaz, dedi. Bizce doğru olan da budur.[11]
Şerhu’l-Muğnî’nin muhakkıkı, Muhammed Mazhar Bekâ şöyle dedi:
Cessâs ile İbn-i Ebân arasındaki anlaşmazlığın kısa ifâdesi şudur: Cessâs’a göre Meşhûr’u inkâr eden kâfir olur, İbn-i Ebân’a göre ise kâfir olmaz.[12]
Vâkıa, el-Cezâirî, Cessâs’ın bu taksiminden meşhûr’u inkâr edenin kâfir olacağınıanlamanın yanlış olduğunu söylemektedir.[13]
Hâsılı, Haber-i Vâhid, âlimlerimizin cumhûruna göre Mütevâtir olmayan, Hanefî usûl âlimlerimize göre ise, Mütevâtir ve meşhûr olmayan haber demektir.[14]
İkinci Nokta
İlim, asıl ve hakîkî ma’nâsıyla, olana mutâbık kesin i’tıkâd demektir.[15] Bu, öğrenilip kazanılmayla olursa Nazarî veya İstidlâlî, kazanılmayla olmayıp, herkesin sâhib olacağı, def’ine güç yetiremeyeceği, yani onu defetmek ve ondan ayrılmak hiçbir mahlûkun gücü dâhilinde olmayan ilim ise, Zarûrî ilim[16]/Mecbûrî-kaçınılmaz ilim ismini alır. Bu ilim, her iki kısmıyla dayakîn, yani kesinlik bildirir. Bu tür ilim bildiren delîle, kat’î delîl denir.
Ayrıca zann mertebesinde olup da kesin ilim mertebesinde olmayan, ama bazen, kesin ilmin bulunmadığı yerlerde onun yerinde bulundurulması istenen zann olmasına rağmen bir alt mertebe ve değerde olan, bir bakıma mecâzî olarak ilim sayılan istidlâller (delîl getirmeler), yaninazarlar (görüşler)dahi vardır.
Üçüncü Nokta
İlimolmayan, fakat doğru olma ihtimali, doğru olmama ihtimâlinden yüksek olan bilgilere,zann denir. Zannın yakîn ve şekk için kullanıldığı da olur.[17] Bu çeşit bilgiyi ifâde eden delîllere,zannî delîl (zann bildiren delîl)denir.
Dördüncü Nokta
İslâm âlimlerinin ve mantıkçıların dilindeki zann ve zannî delîl, ğalib zann (ağırlıklı zann) ve bu ğalib zannı bildiren delîl demektir. Şu zann ve zannî delîl, aksine ihtimali az olan bir bilgi ve o bilgiyi bildiren delîl demektir.
Beşinci Nokta
İslâm âlimlerince, ilmin, yani, kesin bilginin elde edilebileceği yerlerde, zann’a ve zann bildiren delîllere tutunulmaz. İlme, yani yakînî (kesin) bilgiye uymayacak, ters düşecek zannve zann bildiren delîllerin hiçbir kıymeti yoktur. Bunların kesin bilgiye ters olmayanları veya ona müvâzî/paralel olanları, ancak karîne ve ipucu olma mertebesinde, veya kat’î bilgileri destekleyecek ve açıklayacak seviyede değerleri vardır.
Altıncı Nokta
İslâm âlimlerinin, delîl kabûl ettikleri, kıyas ve istinbât gibi zannlar ve zann bildiren delîllervardır. Bunlar, kesin bilginin bulunduğu ve elde edebileceği noktalarda değildir. Yani, yakîn ile mükellef kılındığımız noktalarda, zann ve zanni delîller mu’teber değildir. İslâm’da, uyulması kınanan zann, yakînin istendiği yerdeki, yakînsiz olan veya yakîn’e uymayan, bir de şekk vevehim mertebesindeki zanndır. Yani, kişiye göre doğru olma ihtimali, doğru olmama ihtimaliyle aynı olan ve doğru olma ihtimali doğru olmama ihtimalinden az olan zanndır. Mantık ıstılâhındakişekkvevehim, İslâm ıstılâhındaki, fâsid zanna (bozuk ve işe yaramayan zanna) dâhildir.
Yedinci Nokta
İslâm âlimlerinin dilindeki, fâsid ve bâtıl olmayan zannlar, haktan hiçbir şey kazandırmayan zannlar demek değildir. Nasıl öyle olur ki? Onlar hem bir taraftan, ictihâdın mecbûrî bir Şer’î delîl olduğunu söyleyecekler ve ictihâd edecekler, ictihâdlar zann bildirir,bu zanna müctehidlerin kendilerinin ve avâmın uyması vâcibdirdiyecekler, hem Kıyâs(ın bir kısmı icmâ’[18] ile) Şer’î delîllerdendir ve Kıyâs zann bildirir diyecekler, hem de diğer yanda bütün zannları bâtıl (asılsız) ve mezmûm (kınanılacak bir şey) kabûl edecekler. Böyle şey olmaz.
Mümkin midir ki, Haber-i Vâhid zann bildirir, Haber-i Vâhidle amel etmek vâcibtir vezannların hepsi bâtıldır, haktan hiçbir şey kazandırmazlargibi sözleri aynı anda söyleyecekler. Bu gibi çelişkili tavrı, ancak, akılsız yâhud çocuk, veya zır câhil, yâhud da ard niyyetliler sergileyebilir.
Mütevâtir olmayan haberlerin zann bildirdiğini söyleyen âlimlerin çoğuna göre bu zann, kıyâsın bildirdiği zandan daha kuvvetlidir.
Hatta, İslâm âlimlerinin ittifakı ile zayıf olan Haber-i Vâhid[19], Hanefîlerin ve Hanbelîlerin bir çoğuna göre kıyâstan önce gelir.
İbn-i Hazm şöyle dedi:
Ebû Hanîfe’nin bütün arkadaşları, onun mezhebinin, zayıf hadîsin kıyâstan ve reyden evlâ olduğu şeklindedir.[20]
Sekizinci Nokta
Âlimlerin sözünü ettikleri şu zann câhillerin zannettiği gibi bir zann olmayıp, çok küçük bile olsa, yanılma ve yanlış olma ihtimalinden dolayı kendine zann ismi verilen bir zanndır. Kesin bilgiye, yani ilme göre zanndır. Kesin bilgiye dayanmayan, ondan kalkarak varılmayan veya elle tutulabilir hiçbir mesnedi olmayan mücerred reye ve görüşe göre kesinlik mertebesine yakın olan yüce bir zanndır.
İmâm-ı Rebbânî kuddise sirruhû ne güzel demiş (veya nakletmiş):
Gökleri, arşa kıyaslarsak, çok aşağılarda kalır.
Yere kıyaslarsak şaşırtacak yükseklikte olur.[21]
Şu mübârek sözü bizim mevzû’muza tatbik edecek olursak, âlimlerin naklî delîllerden dayanağı olan bu zannını, kesin bilgiye kıyaslarsak aşağılarda kalırsa da, delîl ve dayanağı olmayan görüşlere, hatta zanna kıyaslarsak, gökyüzünün yerden yüksekliği kadar ondan yükseklerde olur.
Dokuzuncu Nokta
Haber-i Âhâd’la amel etmek, bunlar zayıf olmadıkça, -sapık Mu’tezile âlimlerinden Cübbâî’nin (ve yolundan gidenlerin) dışında- Ümmet’in âlimlerinin icmâı (söz birliği) ile vâcibdir/farzdır. Cübbâî’nin hilâfı (icmâ’’a karşı çıkışı) ise, muhakkık âlimlerce, bu icmâ’’a zarar vermez. Mütevâtir olmayan haberlerin zann bildirdiğini söyleyenler de bu görüştedir.
Şimdi asıl mes’elemize gelebiliriz.
Mütevâtir Olmayan
Haber İlim mi Bildirir Zann mı?
İslâm âlimlerinin bu husûsta birkaç görüşü vardır;
Bir: Haber-i Vâhid karîneyle birlikte dahi olsa ilim bildirmez, zann bildirir. Bu, âlimlerin çoğunun görüşüdür.
İki: Bazı karînelerle[22] Haber-i Vâhidler ilim bildirir.
Bu görüşte olanlar da birkaç tâifeye ayrılırlar:
Birinci Tâife:
Meşhur olan Haber-i Vâhidler ilim, meşhûr olmayanlar da zann bildirirler.[23]
İkinci Tâife:
Ümmetin telakki bi’l-kabûlünü (i’tirâzsız ve istisnasız kabûlünü) kazananlar ilim, diğerleri dezann bildirirler.
Üçüncü Tâife:
Buhârî ve Müslim’in beraberce rivâyet ettikleri Haber-i Vâhidler ilim, diğerleri(nin tenkîd edilmeyenleri) ise zann bildirir.
Üç: Haber-i Vâhid karîneli de olsa, ilim değil, zann bildirir, diyenlerin görüşü ile, bir takım karînelerle ilim, o karîneler olmazsa zann bildirir diyenlerin görüşlerindeki ayrılık ma’nâda değil lafızdadır. Karîneli dahi olsa Haber-i Vâhid ilim bildirmez diyenlerzarûrî ilmi,bildirir diyenler ise istidlâlî ilmi kastetmişlerdir.[24]
Dört: Zayıf olmadıktan sonra, Haber-i Vâhid ilim bildirir.
Şimdi yukarıdaki dört görüşü etraflıca anlatmaya çalışalım:
Birinci görüş üzerinde durmayacağız. Zîrâ bu, âlimlerin çoğunluğunun görüşü olup hâinlerin anlamak istemedikleri, câhillerin de duymadıkları, yâhud duyduğu halde anlayamadıkları bir görüştür. Kimin bu görüşte olduğunu uzun uzun anlatmak gerekmez.
Diğer görüşlere gelince…
Buhârî ve Müslim tarafından rivâyet edilen Haber-i Âhâd’ların ilim ifâde edeceğini söyleyen hadîs, fıkıh ve akâid âlimlerinden bazısı şunlardır: Humeydî, İbn-i Tâhir, Üstâz Ebû İshâk, Şeyh Ebû Hâmid, Kâdı Ebû’t Tayyib, talebesi Ebû İshâk Şîrâzî, Şemsü’l-Eimme Serahsî, Kâdı Abdülvehhâb, Ebû Ya’lâ, Ebû’l-Hattâb, İbn-i Zâğûnî, İbn-i Fûrek, İbn-i Nasr Abdürrahîm, İbn-i Teymiyye, İbn-i Salâh, İbn-i Kayyîm, İbn-i Kesîr, İbn-i Hacer, Bulkînî, Süyûtî.
Bazı hadîs âlimlerine göre bu görüş, Eş’arî akâid âlimlerinin çoğunun, hadîs âlimlerinin ve Selef’in âmmesinin (mezheb İmâmları ve onlardan yukarısının çoğunun) mezhebidir. İbn-i Salâh,bu tür Haber-i Vâhidlerinnazarî olan yakîn (kesin) ilimi ifâde ettiğini ve kesin doğru olduğunu söylüyor.[25]
Bir takım karînelerle, Haber-i Vâhidin ilim bildireceğini İbn-i Sübkî de Cem’u’l Cevâmi’de seçiyor.[26]
İbn-i Hümâm (Ö: 861) et-Tahrîr’de şöyle diyor:
Seçilen görüş şudur:[27] (Haber-i Vâhid, habere, haber verene ve haber verilene. Ş) lâzım olmayan (onlardan ayrılan, onlarla alâkalı olmayan) karînelerle -haber veren adaletli olmasa da- bazen ilim ifâde eder. Karîne olmadığında ise etmez.
Denilmiştir ki;Eğer haberi veren adaletli ise, karîne yoksa da (Haber-i Vâhid) ilim ifâde edebilir. (Lâkin her adaletli kimsenin haberi için şu geçerli değildir. Bu görüş bazı hadîs âlimlerinden rivâyet edilmiştir. Ş.)
Ahmed b.Hanbel’den yapılan bir rivâyette, âdil olan her râvînin her haberi, (karîne olmasa da) ilim bildirir. Bu her sahîh rivâyetin ilim bildireceği, amelin vâcib olması ilmima’nâsına geldiğiile te’vîl edildiyse de, İbn-i Salâh’ın, Buhârî ve Müslim tarafından yapılan rivâyetlerin doğruluğunun kesin olduğunun kabûlüne dâir, -her ne kadar zanndan doğsa da- Ümmetin icmâ’ını delîl getirerek açıkça ifâde etmesi, bu te’vîli ibtal eder (geçersiz kılar). Bu, masum bir zanndır. (Ümmet yanlışta icmâ’ etmeyeceği için) (Fakih ve hadîsçi. Şerh.) âlimlerin çoğunluğu (karîneli olsun olmasın) Haber-i Vâhidin ilim bildirmeyeceği görüşündedir.[28] (Bitti.)
Ğumârî, -yukarıdaki ifâdeleri İbn-i Humâm’dan naklettikten sonra-şöyle diyor:
Bu görüşü aynı zamânda İmâmü’l-Harameyn, Ğazâlî, Râzî, Âmidî, İbn-i Hâcib, İbn-i Sübkî, Beydâvî, Adud, Cürcânî ve İbn-i Hacer dahî seçmiştir, ki, doğrusu da budur… Aksi görüşte olanların, tutunabilecekleri ve delîl olarak ileri sürebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Hatta buna muhalif olmak yanlışlığı biline biline yapılan bir karşı çıkıştır.[29]
El-Bâcî (Ö: 494),
Haber-i Vâhid’i Ümmet kabûl ettiyse (ve ona ehlinden i’tirâz gelmediyse) onun ilim bildireceği görüşündedir.[30]
İmâm Zâhid-i Kevserî şöyle diyor:
Haber-i Âhâd ilim bildirmez diyenler, bir topluluğun görüşüne uyan, (başka âlimlerin görüşüne uymayan) Haber-i Âhâd’ı kastetmişlerdir; yoksa, Ümmet’in kabûl ettiği Haber-i Âhâd’ın doğruluğunun kesinliğine inanılır.
Nitekim Ebû’l-Muzaffer es-Sem’ânî (Ö: 489), El-Kavâtı’da bunu açıkça ifâde etti. SehâvîFethu’l-Muğîsde, muhakkıklardan bir topluluktan, Haber-i Vâhidin karîneli olduğunda ilim ifâde edeceğini anlattı. Hattâ,
Bir cemâat,
Buhârî ve Müslim’in ittifak ettikleri Haber-i Vâhidin, tenkid edilenlerin dışındakilerin karînelerle olduklarında ilim ifâde ettiğini söyledi. Ğazâlî onlardandır.(Kevseri’nin sözü bitti)
Ğumârî şöyle diyor:
Her çeşit sahîh olan, (ki kanaatimizce hasen de buna dâhildir) Haber-i Vâhidin kesin ilim bildireceğini söyleyenlerden bazısı şunlardır: (Bir rivâyette) Ahmed b. Hanbel, Dâvud-i Zâhirî, Hâris-i Muhâsibî, Kerâbisî ve İbn-i Hazm. İbn-i Huveyzimendâd, bunu İmâm Mâlik’ten rivâyet etti ve seçti. İbn-i Sebbâğ, bunu hadîs âlimlerinden bir topluluktan hikâye etti.
İbn-i Hazm (Ö: 456), en-Nübez’de,[31] uzun bir girişten sonra şöyle dedi:
Güvenilir râvînin, kendisi gibi güvenilir bir kimseden, Resûlûllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e dayandırarak verdiği haber, bütün râvîleri, adaletlerinde söz birliği edilen, veya bazılarında i’tirâzı geçersiz kimselerce i’tirâz edildiyse veya i’tirâz edilmeyecek bir şeyle kendilerine i’tirâz geldiyse bile, adaleti geçerli olan kimselerse, Allah katında hak olduğu husûsunda kesindir. Kendisiyle hüküm vermenin doğruluğunu gerektiricidir.[32]
İbn-i Hazm, El-İhkâm’da (1/124),
Kesin olarak sübût buldu ki, adil bir kimsenin kendisi gibi âdil birisinden Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e ulaştırdığı haber haktır, kesindir; ilim ve ameli beraberce gerektirir dedikten sonra, bu görüşü, Ahmed b. Hanbel, Dâvud-i-Zâhirî, Hâris-i Muhâsibî ve Hüseyin Kerâbisî’den nakletti.
Abdü’l-Azîz el-Buhârî, Şerh-i Usûl-i Pezdevî’de şöyle dedi:
Hadîs âlimlerinin çoğu, hadîs ve hadîs usûlü ilmi sâhiblerince sahîh olduğuna hükmedilen haberlerin ‘ilm-i yakîn’i mecbûrî olarak gerektireceği görüşündedirler.(Ğumârî’nin sözü bitti)
İbn-i Kudâme el-Makdisî, Haber-i Vâhid’in ilim bildireceğini söyleyenlerin delîllerini sıralarken şöyle diyor:
İşte bu yüzden, Ümmet, sıfat hadîslerini[33] rivâyet etmekte ittifak etmiştir. Halbuki sıfat hadîslerinde amel yoktur. Onların faydası ancak tasdîklerinin vâcib oluşu ve onlardaki (ma’nâ)lara i’tikâd etmektir.[34]
Usûl kitâblarından nakilleri daha da çoğaltmak mümkindir. Lâkin buna lüzûm yoktur. İlim ve insâf ehli olanlar ve samîmî câhiller için bu kadarı yeterlidir. Hem, maksadımız burada, delîlleri her yönüyle münakaşa etmek de değildir.
Allâme Kevserî, dikkatlerimizi mühim bir başka noktaya çekiyor ve şöyle diyor:
Sonra, Haber-i Âhâd ile amel etmek (yani onun îcâbını yapmak) ilim ifâde eden kat’î delîlle sâbittir. Nitekim bunu, Ebû’l-Hasen el-Kerhî ve Sem’ânî el-Kavâtıda, Ğazâlî, el-Müstasfâda, Abdü’l-Azîz el-Buhârî Şerh-i Usûl-i Pezdevî’de açıkça ifâde etmişlerdir.[35]
İ’tikâd, Haber-i Âhâd’dan da alınan kalble alâkalı bir ameldir. Nitekim bu, Fahrü’l-İslâm’dan (Pezdevî’den) geçmişti. Bu yüzden, Haber-i Âhâd’dan i’tikâd almayı inkâr etmek, Haber-i Âhâd’la amel etmeyi gerektirecek ilim ifâde eden kesin ilmi inkâr etmek olur.
Vâkıa, bir tâife, Haber-i Âhâd ancak amel ifâde eder, dediler ki, bu, Cumhûr’un görüşüdür. Lâkin kalbin i’tikâdı ameldendir.
Bir tâife, kalbin i’tikâdı, şartsız olarak ilmi ve ameli ifâde eder dediler. İbn-i Hazm gibi.
Bir tâife de, karînelerle beraber olduğunda ilmi ve ameli ifâde ederdediler.
…Bütün âlimler, Haber-i Vâhidin kalb ameli ifâde edeceğinde müttefiktirler, ki, kalb ameli i’tikâddır. Haber-i Vâhid’in amel ifâde etmesi kesindir.[36]
Kevserî, yine diyor ki;
Gerçek şu ki, Haber-i Âhâd sadece amel ifâde eder diyen, (uzuvların) organların ve kalbin amelini içine alan (geniş ma’nâda) ameli kastediyor ki, bu, i’tikâddır. Nitekim,
Pezdevî’nin kendisi, Haber-i Âhâd bahsinin sonunda şöyle diyor;
Âhiret ahkâmı hakkındaki Haber-i Âhâd’a gelince, bunlardan bazıları meşhûr,[37] bazıları da daha aşağı mertebededirler. Lâkin bu, dediğimiz gibi, bir tür ilim bildirir. Onda bir tür amel de vardır ki, bu, kalbi ona bağlamaktır. Zîrâ, kalbi (bir şeye) bağlamak, bilmeye ve ma’rifete üstün tutulmuştur. Halbuki, kalbi (bir şeye) bağlamak, o şeyi bilmenin zarûrâtından değildir. Allah Teâlâ, Onu, çocuklarını tanımakta oldukları gibi tanımaktadırlar, Kendileri onları kesin bilmelerine rağmen, onları bilerek inkâr ettiler. buyurdu. O sebeble, nasıl bedenle amel etmek sûretiyle imtihan sahîh oluyorsa (kalbi) bağlamakla da ibtilâ (sınama deneme) sahîh olur.[38]
Burada akla şöyle bir soru gelebilir:
Haber-i Vâhid amel bildirir sözünü, amel bedenle (organla) ve kalble yapılan amel diye ikiye ayrılır, dolayısıyla amelin içine i’tikâd da girer şeklinde anlarsak, ilim ifâde edenlerine yapacağız, onlar i’tikâd ifâde etmez mi, şâyet ederse, aralarındaki fark nedir?
Cevâben deriz ki,
Kat’î delîller temel ve tâlî akîdevî noktalarda, amel bildiren delîller de, organla yapılan amelin yanında bir takım tâlî inanç sahalarında ve temel inançları te’yîd ve takviye husûsunda delîl olurlar. Dolayısıyla ortada bir çelişki yoktur.
İkinci Mes’ele
Haber-i Vâhid akîdede (inanılacak husûslarda) delîl olur mu, olmaz mı? Bu mes’ele, üzerinde, âlimlerce ittifak edilen bir mes’ele midir, değil midir? sorularına gelince…
Bunu da birkaç fâide ile îzâh edelim:
Birinci Fâide
İlm-i Kelâm kitâblarında, Haber-i Vâhid akâidde mu’teber delîl olmaz diye bir söz geçer. Bu hüküm, Haber-i Vâhidin ilim mi yoksa zann mı, yâhud, ilim mi, amel mi? bildireceğindeki ihtilafta, zann veya ameltarafını seçmeye dayanıyor.
İkinci Fâide
Tabiidir ki, sahîh olan Haber-i Âhâd’ın ilim bildireceğini söyleyenler ile, Ümmet’in (avâmı ve sapık ilim sâhibleri müstesnâ) i’tirâzsız kabûlünü kazanma veya Buhârî ve Müslimtarafından ittifakla rivâyet edilmiş olma, gibi, bir takım karîneler ile ilim ifâde eder diyenlerce, bu söz, çizdikleri dâirede geçerli değildir. Halbuki sünnetsiz bid’atçılar bu sözü, sanki üzerinde icmâ’ edilmiş mutlak bir sözmüş gibi dillerine dolayıp bid’atlerine alet etmektedirler.
Üçüncü Fâide
Bu hüküm tartışmalı bir hüküm olmanın yanında, câhillerce anlaşılmayan, ard niyyetli bilgi sâhiblerince de bilmezden gelinen ve Sünnet sarayının temellerini dinamitlemek isteyenlerin her zamân silah olarak kullandığı bir sözdür..[39]
Dördüncü Fâide
Diğer âlimlerce Haber-i Vâhidden sayılan Meşhûr haber, Hanefî usûlcülerinin çoğuna göre,Haber-i Vâhidden olmayıp, Mütevâtirle Haber-i Vâhid arasındadır. Hanefîlerden Cessâs, Seyyid Şerîf Cürcânî ve başka bir takım kimselere göre ise Mütevâtirin bir çeşididir.
Üçüncü Mes’ele
Bu, Haber-i Âhâd’lar akâid’de delîl olmaz hükmü, şu hükmün sahiblerine göre mutlak mıdır? Yani bütün akîde mes’elelerini içine alır mı?
Bu mes’eleyi de birkaç makamda ele alacağız.
Birinci makam
Bazı Kelâm âlimlerinin ifâdelerinden, mutlaklık anlaşılıyorsa da, muhakkıklara göre bu kesinlikle yanlıştır. Bu hüküm asla mutlakdeğildir. Bütün akâid mes’elelerine şâmil değildir. Aksini iddia etmek, akla, ilme ve icmâ’a karşı çıkmaktır. Hatta, âhâd haberlerzan bildirir, ilim bildirmez diyen âlimlere göre de bunlar akâid’de delîl olmaz görüşü akâid mes’elelerinin tamamı için geçerli değildir. Bazılarına hasdır. Halbuki, Müslümanları bilerek veya bilmeyerek Sünnet çizgisinden uzaklaştırmak isteyen şu sünnetsizler, âlimlerin bir kısmının bu sözünü sanki bütün âlimlerin sözüymüş gibi anlayıp anlatmanın ötesinde bütün inanç mes’elelerine teşmil etmekle ayrı bir cehalet veya hıyânet sergilemektedirler.
İkinci Makam
Zann ile akîde sâbit olur mu? denilse,
Deriz ki, Olur. Bu, îmânda zannı ve tereddüdü gerektirmez. Kişi, o zannî delîlin haberine kesin inanır, olur biter. Nitekim,
Allâme Kevserî bu noktayı şöyle açıklıyor:[40]
Mükellef olan kişi, inanç mes’elesinde işitmekte olduğu Haber-i Vâhid’e kesin inanırsa, Âhiret’te onu kurtaracak îmânı tamamlamış olur. Çünki ondan istenen kesin inanmaktır. O kesin inanmanın hâsıl oluşunun yolu ne olursa olsun.[41] (Kevserî’nin sözü bitti)
İmâm Kevserî devamla şöyle diyor:
Şâyet, (amel mes’elesi olmayıp îmân mes’elesi olan) ğayb mes’elelerinde Haber-i Vâhid’ei’timâd olmasaydı, Ümmet’in hadîs hafızları, bu husûslarla alâkalı hadîsleri toplayıp kitâblaştırmakla, oynayan kimseler olmuş olurlardı. Ve elbette akâid âlimlerinin, kitâblarındaki ğayb mes’ele-lerinde, bu husûsta ma’sûm (günahsız ve kusursuz) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den sahîh hadîs gelmiştir. Bunu açık ma’nâsında anlamaya da (akli) imkânsızlık yoktur derlerken dalga geçen kimseler olurlardı.[42]
İlimle i’tikâd arasında telâzüm-i küllî[43] yoktur. Bazen ilimsiz i’tikâd, bazen de i’tikadsız ilim bulunur.[44]
Üçüncü Makam
Bazı akîde mevzû’larının Haber-i Vâhid ile de sâbit olabileceğini bir çok âlim bildirmiştir.
Allâme Ğumârî şöyle diyor:
(Mahmûd Şeltût’un) Haber-i Âhâd hadîslere ğayb mes’elelerinde i’timâd edilmeyeceğinde icmâ’ olduğunu iddia etmesi, önceki iddiasından daha açık bir yalan, daha görünür bir bâtıldır. Şâyet, sâdece azâb tehdîdi bahsinde, bu hükmü veren bir bölük fakîhi bir yana koyarsak, dünyada bu görüşte olan hiçbir âlim yoktur. Nerde kaldı icmâ’ olsun. Hattâ ulemâ, ğayb ile alâkalı mes’elelerde i’timâdın, Kitâb’a, sahîh ve hasen Sünnet’e olduğunda karar kıldılar. Nitekim onların bir çok kitâbında da bu vardır. Beyhakî’nin el-Esmâ ve’s-Sıfâtı,Kâdî İyâd’ın Eş-Şifâsı, Hâfız İbn-i Kesîr’in elBidâye ve’n-Nihâye’si,Sehâvi’nin el-İ’lân vet-Tevbîhigibi… (Ğumârî’nin sözü bitti)
İbn-i Hümâm, el-Müsâyeresinde, Kelâm İlmini ta’rîf ederken şöyle diyor:
Kelâm,kişinin inanma vazifesiyle vazifeli olduğu, uhdesinde bulunan, İslâm dinine âid inançları, delîllerden (bazılarında kesin) ilim ve bazılarında (da) zannolarak etraflıca bilmesidir. Allah teâlâ’yı (zâtını) ve zâtı ile alâkalı sıfatları bilmek gibi ilmin farz olduğu yerleri, ve nübüvvetin bir takım şartları, yok edilenin tekrar nasıl hayata çevrileceği ve kabirdeki süâl gibizannın yerinin belirlenmesi dıştandır. (İlm-i Kelâm’ın ta’rîfinden değildir.)[45]
Ubbî, Müslim Şerhi’nin bir çok yerindeşöyle demiştir:
Zât ve sıfatlarla alâkalı olmayan inanç mes’elelerinde Haber-i Vâhid-lere tutunmak doğru olur.[46]
Allâme Teftâzânî şöyle diyor:
Eğer i’tikâdlar bahsinde zann bildiren delîllere i’tibâr edilmez sözü ile, ondan kesin i’tikad hâsıl olmaz, kat’î hüküm (çıkarmak) doğru olmaz, denilmek istendi ise, bunda tartışma yoktur.[47] Eğer bu hükme dâir bir zann hâsıl olmaz denilmek istendiyse, bu, asılsızlığı açık bir iddiadır.[48]
Şerh-i Akâid’e, en-Nibrâs isimli nefîs bir şerh yazan Allâme Hâfız Muhammed Abdü’l-Azîz b. Ahmed Ferîhârî el-Mültâni, Teftâzânî’nin akâidin bilinmesi, (akâid) delîllerinin bilinmesinden sâdır olur/doğar sözünü şerh ederken şöyle diyor: Akâid’de, zanna uymakkınanan bir şey olduğundan, Cumhûr (âlimlerin çoğu) bu (inançlara dâir) delîlleri, kat’î delîllerolmakla kayıtlandırmıştır. Lâkin, Cumhûr’un bu kabûlünde iki noktada iyi düşünmek lâzımdır:
Birincisi:
Bazen zann bildiren delîller bir araya toplanır ve hads/sür’atle intikal vasıtası ile kesinlik ifâde edebilirler. Böylece, bu maksatla zann bildiren delîllerin getirilmesi zanna uymak babından olmaz.
İkincisi: Akâid/inançlar iki kısımdır. Bir kısmı, mutlaka yakînin/kesinliğin elde edilmesi gereken kısımdır. Allah celle celâlühû’nun varlığı ve birliği gibi. Diğer kısmı da zannîdir. Onda kesin bilginin elde edilmesi imkânsızdır. Peyğamberlerin meleklere üstünlüğü gibi. Bu husûsta zann(bildiren delîl)’e uymakta bir beis yoktur. Çünki İslâm âlimleri bu kısım delîlleri akâid kitâblarına almakda icmâ’ etmişlerdir. Bu yüzden, bazı kelâmcıların, zannî delîlleri i’tibardan düşürmeleri doğru değildir.[49]
En-Nibrâs sahibi, Teftâzânî’nin, i’tikâdiyyât bâbında zanna i’tibâr edilmez sözünü açıklarken de şöyle diyor:
Bizce, i’tibâr edilmez ifâdesini sınırlamasız söylemek, söz kaldırır. Zîrâ İslâm âlimleri, zannîdelîlleri akâidlerinde zikrettiler. Selef, amelle alâkalı olmamasına rağmen, ferd(ğarib haber)leri, mi’râc, kabir, cennet ve cehennem halleri mevzû’unda nakledegeldi. Eğer (selef) bunlara i’tikâd etmeseydi, bunları rivâyet etmek abes, ve olup olmamaları bir olurdu. Bu ise bâtıldır. Aksine hak olan, kınanan (zanna tabi olma), fâsid zann ve yakîn ile mükellef kılınmış olmaya rağmen istidlâl ile yakînin mümkin olabileceği yerdeki zanndır. Allah celle celâlühû’nun varlığı ve birliği, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in doğruluğu gibi. Zannî delîlin hükmündeki zann ise kınanan bir şey değildir.[50]
Bu bizim dediğimizi Ebû’l-Berekât en-Nesefî’nin (aşağıda getireceği) süâli ve ona verdiği cevâbı te’yîd etmektedir.
Süâl şu:
Haber-i Vâhidyakîn/kesinlik ifâde etmez.[51]Takrîri şudur: Âhiret hükümleri ile ilgili ferd/ğarîb hadîslerde sadece ilim vardır (amel yoktur). Nasıl olacak?[52]
Sonra, buna şöyle bir cevâb verdi:Kalbi, o ğarîb (râvîleri tek kalmış) hadîslere bağlamak bir tür ameldir. Zîrâ akd (kalbi bir şeye bağlamak) ilimden ayrı bir şeydir. Birinci olarak, mukallid ilimsiz inanır. Çünki ilim ya zarûrî (kazanılmadan elde edilen) veya istidlâlîdir (nazarîdir, kazanılarak sâhib olunandır). Mukallidde bu ikisi de yoktur. İkinci olarak, inadçı kâfirlerde ilim var ama, inanç yoktur.[53]
Şârih yine, Teftâzânî’nin Bu mes’ele, Resûllerin meleklere üstünlüğü, zannî mes’ele olduğundan ve onda zannî delîllerle yetinebileceğinde hiçbir gizlilik kapalılık yoktursözünü îzâh ederken hülâsa olarak şöyle diyor: Allah teâlâ şübhesiz ki zann, haktan hiçbir şey kazandırmaz buyuruyor. Kelâmcılar bu âyetle, akâidde zannın mahzûrlu olduğu’na delîl getirmişlerdir. Derim ki, ayıblanan ve mahzûrlu olan, yakîn istenen yerde yakîn ifâde eden doğru nazarı elde etmekden üşenip geri durarak zann ile yetinmektir. Ancak, bir hükme dâir zannî bir delîl bulunursa, zanna göre ona i’tikâd etmekte bir mahzûr yoktur. Aksine, delîle zıt olduğundan onun inkârı mahzûrlu olur.[54]
Allâme Leknevî (Ö: 1304),
Cürcânî’nin, zayıf hadîslerin vaazlarda ve kıssalarda zayıf olduklarını açıklamadan rivâyet edilebilecekleri ama Allah’ın sıfatlarında bunun câiz olmadığı(na) dâir olan sözünü açıklarken şöyle diyor: Eğer Allah’ın sıfatlarından bir sıfata delalet eden, zayıf bir hadîs bulunsa ve bu (sıfat) mu’teber (başka) bir delîl ile sabit değilse o zayıf hadîs mu’teber olmaz.[55] Zîrâ Allah’ın sıfatları ve isimlerinde i’timâd edilir delîl olmadıkça, cüretkar davranılmaz. Çünki, bunlar amel değil de, akâid babındadırlar. Bunlara bütün dînî akâid katılır. Bu yüzden, akâid ancak, Sahîh ve Hasen li-zâtihî veya hasen li-ğayrihî hadîslerle sâbit olur. Nasıl olur da zayıf hadîsler akâidde delîl olur? Âlimler sahîh bile olsa Haber-i Âhâd’ların akâidde yetmeyeceğini açık açık söylediler. Yeterli olmayacakları ile anlatılmak istenen, kat’ıyyet bildirmeyecekleri ve bu yüzden insanların kesin inanmakla mükellef oldukları inançlar husûsunda hiç bir şekilde geçerli olmayacaklarıdır. Yoksa, asrımızın adamlarının vehmettikleri gibi zann da bildirmeyecekleri ve akâidde hiçbir şekilde onlara kesinlikle i’tibâr edilmeyeceği değil..Baksana,
Kurtubî,
Nebî aleyhisselâm’ın Mi’râc’ta Rabbini görmesi mes’elesinde mes’ele, amelle alâkalı mes’ele değildir ki onda zannî delîller ile yetinilsin. Bu mes’ele ancak i’tikâdî mes’elelerdendir. Bu yüzden onda ancak kat’î delîl yeterli olabilir derken,
Sübkî, Kurtubî’ye, es-Seyfü’l-Meslûl isimli eserinde cevâb verdi ve şöyle dedi:
Bunda, kesin ve Mütevâtir olma şartı yoktur. Aksine hadîs, zâhiren bile olsa, sahîh ve Haber-i Âhâd rivâyetlerden olunca bu husûsta ona i’timâd etmek câiz olur. Zîrâ bu, kesinlik şartı koşulan i’tikâdlardan değildir…. (Sübkî’nin sözü son buldu)[56]
Dördüncü Makam
Selef’ten ve Halef’ten birçok Hadîs, Hasâis[57], Târih ve Akâid âlimi, imânî mevzû’lar olan Kıyâmet Alametleri, Fiten ve Melâhim, Kıyâmet’in kopuşu halleri, Kabir halleri, Kıyâmet günü halleri, Cennet, Cehennem, Rü’yetü’llah, Mîzân, Havz, Haşr, Neşr, Hesâb, Azâb ve benzeri husûslarda yazdıkları nice başlı başına kitâblarda birçok Haber-i Âhâd’ı rivâyet ettiler.
İbn-i Mende’nin el-Îmân’ı, Lâlikâî’nin es-Sünne’si İbnü Ebî Âsım’ın es-Sünne’si, Beyhakî’nin el-Ba’s ve’n-Nuşûr’u, El-İ’tikâd’ı ve el-Esmâ ve’s-Sıfât’ı, İbn-i Hüzeyme’nin et-Tevhid’i,[58] Kurtûbî’nin et-Tezkire’si, İbn-i Receb’in Ehvâl-i Kubûr’u, İbn-i Kesîr’in Sıfetü’l-Cenne’si, en-Nihâye fi’l-Fiten ve’l-Melâhim’i, İbn-i Kayyim’in er-Rûh’u, Hâdi’l-Ervâh’ı ve Kasîde-i Nûniyye’si, İbnü Ebî’l-İzz’in Şerh-i Akîde-i Tahâviyye’si, Süyûtî’nin el-Budûrü’s-Sâfîre’si, Şerh-u’s-Sudûr’u ve Cem’uş-Şetît’i, Berzencî’nin el-İşâ’e’si, Kannûcî’nin[59] el-İzâ’e’si, Keşmîrî’nin et-Tasrîh’i, baştan sona, Kütüb-i Sitte, diğer Sahîhler, Sünenler, Mu’cemler, Müsnedler ve diğerleri, Kıyâmet alâmetleri, Kabir ve Âhiret halleri mevzû’larında binlerce hatta on binlerce Sahîh ve Hasen Haber-i Âhâd’ları bulundurmaktadır. Bu rivâyetlerin -bilinen ma’nâda- amelle de alâkası yoktur. Bunun yanında bir de akîde ile alâkaları yoksa, bunlar boşuna ve eğlence olsun diye mi rivâyet edildiler ve kitâblaştırıldılar? Hâşâ… Binlerce hâşâ…
Netîce
Kısacası, Haber-i Vâhid akâid’in bazı kısımlarında İslâm âlimlerin söz birliği ile kesin olarak delîldir. Bu, çok küçük bir şâz gürûh dışında İslâm âlimlerinin tamamının görüşüdür. Haber-i Vâhid akâidde delîl olmaz sözünün sahibleri, bunu sınırlı akîde/îmân noktaları için söylemişlerdir. Allah celle celâlühû’nun zâtı ve sıfatları için hüküm isbât etmekte Haber-i Vâhiddelîl olmazsa da, kat’î delîllerle sâbit olan hükümleri te’yîd, takviye ve tefsîr olarak ve temel îmân esaslarının isbâtı dışındaki akîde mes’elelerinde âlimlerin icmâ’ı ile delîldir. Hanefî olmanın yanında aynı zamanda bir Mu’tezile âlimi olan Zemahşerî’nin Keşşâf’ına varıncaya kadar, Ümmet’in tefsîr, hadîs, fıkıh ve akâid kitâblarının bu husûslardaki Haber-i Vâhid nev’inden olan hadîslerle dolu olması söylediğimizin en kestirme, kat’î ve açık delîlidir.
Haber-i Vâhid akâidde delîl olmazsözünü günümüzde diline dolayanların hemen hemen hepsi, aslında on binlerce hadîsi çürütmek, onların yer aldığı rivâyet kaynaklarına olan i’timâdı sarsmak, tefsîr ve akâid kitâblarına olan güveni yok etmek, kendi bid’atlarının önünü iyice açmak ve Ümmet’in sahîh îmânını sarsmaktan başka bir niyet ve amele sâhib değillerdir. Buhârî, Müslim ve diğer hadîs mecmualarında -hâşâ- aslı olmayan ve işe yaramayan hatta aykırı ve zararlı rivâyetler varsa, onlar Ümmet’i yanlış bir inanışa sahib kılıyorsa, Mü’minler şu eserlerin nesine güvenecek? Tefsîrlerde ve akâidlerde Mü’minlere yanlış îmân kazandıran binlerce hatta on binlerce Haber-i Vâhid varsa, onlara kim nasıl güvenecek?
Hülâgü’nün ve asrımızın Hülâgü’lerinin yaka yaka yok edemedikleri İslâmî eserleri, onların yolundakiler ve vazifelerini üstlenenler, âlim kılığına bürünerek veya büründürülerek usta bir şekilde, Mü’minler’in gözünde, gönlünde ve dünyasında yok etmenin yolunu gördünüz mü nasıl da buldular?!.. Bütün benliğinizle inanabilirsiniz ki bunlar, Hülâgü’nün ve sâir Hülâgü’lerin beceremediğini ve yapamadığını yaptılar ve yapmaya da devam etmektedirler.
Sapmışlar gürûhu Efğânî,[60] Abduh, Reşîd Rızâ, Merâğî ve çömezlerinden Mahmûd Şeltût, bir de onların izinden giden, Haber-i Vâhid akîdede delîl olmaz, dolayısı ile, Îsâ aleyhisselâm’ın Âhir Zamân’da ineceğine, sihrin hakîkat’înin sabit olduğuna, yıldızların şeytanları kovaladığına, Recm cezâsına, Mürted’in öldürülmesine, Nüzûl-i ‘Îsâ aleyyhisselâm’a ve benzeri -sahîh hadîslerin bildirdiği ve Ehl-i Sünnet’in kabûl ettiği- mes’elelere dâir olan haberler yanlış ve asılsızdırlar, diyenler bir tarafta… Allah celle celâlühû, Rasülü sallallahü aleyhi ve sellem, Ashâb radıyallahü anhüm, günümüze kadar gelen İslâm âlimleri ve Mü’minler diğer tarafta…
Ehl-i Sünnet âlimleri ittifakla, sihrin hakîkat’î vardır, sihir sâbittir, mevcûddur, derlerken âyetleri ve hadîsleri akıllarının kurbanı eden sapık Mu’tezile, yoktur diyor. Bu husûstaki âyetleri Ehl-i Sünnet âlimleri anlayamıyor ama Mu’tezile anlıyor(!). Günümüzün turfanda müctehid ve müceddidleri(!) ise Mu’tezileyi haklı, Ehl-i Sünnet’i haksız buluyor ve bu vatandaşlar, çok değerli,hocalar hocası ve eşi bulunmaz Hind kumaşı kimseler oluyorlar. Âdeta totemleştirilen bu kimselere hakîkatten yana olarak birazcık karşı çıkmak ve dik durmak, utana utana, sıkıla sıkıla Ehl-i Sünnet’ten yana olmak zilleti bile çok görülecek, ayıb ve bağnazca bir tavırolacak ve affedilmez bir taassub şeklinde kabûl edilecek!…. Serçeler aslanlara kükreyecek, karıncalar fillere harb i’lân edecek, yel değirmenine mukavva kılıç ve miğferiyle saldıran Donkişot’u gölgede bırakacak maskaralıkla, Kevserî de kim oluyor? denilecek ve kimse kalkıp da,dünyanın tanıdığı bir dev’i senin gibi bir cüce tanımazsa ne olur, seni kim tanıyor, adam olabilmek için illa da müsteşrik, yâhud onun çömezi ve uşağı, veya kendini küfür otoritelerine satmış birileri mi olmak gerekir? diyemeyecek!…
Siz, kulağının üzerine yatıp uyuyan, ara sıra da gözlerini mahmûr bir şekilde açtığında esneyip ensesini kaşıyan, Ehl-i Sünnet’e bağlı olmayı kimselere bırakmayan, nâzik, kibar ve çelebi Mü’minler ve âlimler topluluğu!.. Uyumaya ve kaşınmaya devam edin. Ay bacayı aştıktan, Basrâ harâb olduktan ve iş işten geçtikten sonra… Erişilmez akıl, ilim ve firâsetleriyle(!) zamânlarında, İttihâd ve Terakkî’yi haklı bulup sonuna kadar destekleyen ve ona yardım eden, dolayısıyla cinâyetlerine ortak olan ve nihâyet her şey tükendikten, saray vîrâne olup üzerinde baykuşlar tüneyip ötmeye başladıktan sonra da, artık tevbe eden âlimler(!)gibi tevbe etseniz, Ümmet’in felâketi noktasında bu tevbeniz neye yarar?!…
وصلى الله سيدنا مُحمد و اله وصحبه
كلما ذكره الذاكرون وغفل عن ذكره الغافلون
والْحمد لله رب العالِمين
Hüseyin AVNİ
[1] M.Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadîs Metodolojisi:56
[2] İmâm Leknevî, Zaferu’l-Emânî: 30
[3] Nühbetü’l-Fiker, (İm’ânü’n-Nazar şerhiyle): 15-16
[4] Fîl:1
[5] Fecr:5
[6] En’âm:6
[7] [Fethu’l-Mülhim (5/1)], Müftî Muhammed Refî,’ Mekânetü’l-İcmâ’ ve Hücciyyetühû: 23-24, Mektebetü Dâr’l-Ulûm, 1. bsk. 2001, Karaçi-Pâkistân
[8] Şeyh Tâhir el-Cezaîrî ed-Dimeşkî, Tevcîhu’n-Nazar: 1/133-135
[9] Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 56.
[10] İm’ânü’n-Nazar: 25.
[11] Şerhu’l-Muğnî: 325-326.
[12] Aynı yer.
[13] El-Cezâirî, Tevcîhu’n-Nazar: 1/114
[14] Sindî, İm’ânü’n-Nazar: 31, Leknevî, Zaferu’l-Emânî: 32-33.
[15] Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 93
[16] Geniş bilgi için bknz. İbn-i Hacer ve Sindî, İm’ânü’n-Nazar:22-23
[17] Seyyîd Şerîf Cürcânî, Ta’rîfât: 85
[18] Kıyâs’ın bir kısmında icmâ vardır. Zâhirîlerin bu husustaki zıd görüşleri kıyâsın bazısındadır. (Kâsimî, Fıkhu’l-Müşkilât: 88, İdâretü’l-Kurân, Karaçi-Pâkistân, 1. bsk. 1421 h.)
[19] İbn-i Teymiyye’ye göre, bu zayıf, hasenin bir kısmıdır. Zîrâ, O’na göre, hasen sonraki âlimlerin ıstılâhıdır. Önceki âlimlerin katında Hadîsler sahîh ve zayîf diye ikiye ayrılır. Sonrakilerin hasen dediklerini öncekiler zayıfkabûl ederlerdi. O, bu hasen olan zayıf hadîsin, zayıf hadîslerin kabûl edilebilir kısmı olduğunu iddia etmiştir. Merhûm Ebû Ğudde önceleri bu görüşü kabûl etmiş ve kitâblarına almıştır. (El- Ecvibetü’l-Fâzıla: 47,48,49)
Lâkin, daha sonra, bunun yanlış olduğunu, talebesi Muhammed Avvâme, nefîs bir ilmî tahkîkle ortaya koyup hocasına arzetmiş, O da ilmî kemâlin bahşettiği tevâzuyla, inâd etmeyip yanlışını kabûl ve i’tiraf edebilmiş ve ondan dönme fazîletini gösterebilmiş ve de kitâbının sonraki baskılarında i’lân edebilmiştir. (Tânevî, Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs ve Hâşiyesi:1/59-66)
[20] Zehebî, Menâkıbu Ebî Hanîfe: 21.
[21] Mektûbât:1/144, Fazîlet Neşriyât-İstanbul
[22] Haberin dışında bulunup da onu kuvvetlendirecek olan alâmet ve işâretler ile. Buhârî ve Müslim tarafından rivâyet edilmiş olmak gibi.
[23] Bu görüş Hanefîlerin taksimine göre değildir.
[24] İbnu Hacer el-Askalânî, Nüzhe Şerhu’n-Nühbe:217. (Aliyyü’l-Kârî şerhi ile birlikte.)
[25] Zürkânî; Şerh-i Beykûniyye (Kenarı: Haşiye-i Echûrî): 18 ve el-Ğumârî’nin Akîdetü ehli’l-İslâm (52-53) isimli eserlerinden seçerek.
[26] Hâşiyetü’l-Bennânî: 2/88-89 veya, 2/130 (başka bir baskı).
[27] İmâmu’l-Harameyn, Ğazâlî, Âmidî, Râzî ve İbn-i Hâcib, bir rivâyette Ahmed ve diğerleri.
[28] [Teysîrü’t-Tahrîr: 3/76.] Metinde yer alan parantezlerdeki ayrıca yazılı Ş harfleri, o parantezlerdeki sözlerin, Tahrîr’in Şerhi demek olduğunu gösterir.
[29] Ğumârî, Akîdetü Ehli’l-İslâm: 50 / 51 Ğumârî, buradaki son iki cümlesiyle söz isrâfında bulunuyorsa da bizce burada mühim olan, O’nun mes’elemizle alâkalı nakilleridir; şu değerlendirmesi değil.
[30] İhkâmu’l-Fusûl: 2/4/8.
[31] Sahife: 21
[32] Sh:23
[33] Mevlâ’nın sıfatlarıyla alâkalı olup açık ma’nâsı cisimi andıran haberleri.
[34] Ravzatü’n-Nâzır: 1/263.
[35] İmâm Buhârî, Sahîh’inin el-İ’tisâm bahsinde, bir takım Haber-i Âhâdı, Haber-i Âhâd’ın huccet olduğuna delîl getirmiş. Allâme Sindî de, Buhârî hâşiyesinde, Haber-i Âhâd’ın hüccet oluşuna Haber-i Âhâd’ı delîl olarak ileri sürmek devir (bir şeyi ikinci bir şeye dayandırıp bağladıktan sonra, o ikinci şeyi de kendisine dayandırılan birinci şeye dayandırmak) olmaz mı? işkâline (altından kalkılması zor olan soruya), şöyle cevâb verdi: Buhârî her mevzû’da bir iki hadîs getirirken burada çok rivâyet getirdi, bunların tamâmı ortak olarak ma’nevî tevâtür bildirir, dolayısıyla devir olmaz.
Oysa Sindî, Buhârî, bunları mevzû’nun başında getirdiği sübûtu kat’î delîller olan mücmel âyetlere tefsîr sadedinde getirdi, (ileride de geleceği üzere) bunda mahzûr yoktur deseydi, -Allahu a’lem- daha güzel olurdu.
[Nitekim bunu, Allâme Muhammed el-Bahît başka bir münâsebetle Nüzûl-i ‘Îsâ fetvâsında, Fevâtihu’r-Rehamût(2/51-53)’tan nakletti: (Ğumârî, Akîdetü Ehli İslâm Zeyli:111-127)]
Zîrâ getirilen şu sayıdaki rivâyetlerin Ma’nevî Mütevâtir olması, Tahâvî, İbn-i Hazm ve diğer bazı âlimlerce mümkin ise de, Cumhûru meydâna getiren diğer âlimler ve muhakkıklarca çok söz kaldırır.
[36] İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 112.
[37] Buradan, hadîslerin taksîminde ve Meşhûr ta’rîfinde, Pezdevî’nin, Hanefîlerin ekserîsinin değil de Cumhûrun görüşünde olduğu anlaşılmaktadır.
[38] İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 108.
[39] Üçüncü Mes’ele bu İkinci Mes’elenin tamamlayıcısı olmakla, âlimlerin bu husustaki sözleri ve delîlleri orada zikredilecek.
[40] Nazratün Âbirah: 112
[41] Yani, o kesin inanış, ister kat’î delîle, isterse zann bildiren delîle dayansın
[42] İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah: 114.
[43] Her yönüyle birbirinin lâzımı olma, yani ilim (kesin bilgi) varsa i’tikâd var, i’tikâd varsa ilim var, diye bir şey.
[44] İmâm Kevserî, Nazratün Âbirah
[45] İbn-i Hümâm el-Müsâyere, (İbn-i Ebî Şerîf Şerhi ve Kâsım ibn-i Kutlu Buğâ hâşiyesi ile):11-12.
[46] Şerh-i Ubbî: 1/103 ve 6/188’den naklen Ğumârî Akîdetü-Ehl-i İslâm hâmişi: 53
[47] Gerçi bu hususta da ulemânın bir çoğunun tartışması vardır. Ancak maksadımız Allâmenin sözünün burası üzerinde durmak ve münâkaşasını yapmak değil, zannınasıl anladığını göstermektir.
[48] [Teftâzânî, Şerh-i Makâsıd (5/63)] Leknevî, Zaferü’l-Emânî: 203
[49] En-Nibrâs: 24.
[50] Hatta, ictihâd gibi emredilen bir şeydir.
[51] O, bir Hanefî olduğundan, Ona göre, meşhûr bunun dışındadır.
[52] Bunlar yakîn bildirmediği için inanç ifâde etmiyorlarsa, zâten amel de bildirmiyorlar. Şu halde ne işe yararlar?
[53] En-Nibrâs: 449, 450.
[54] En-Nibrâs :598.
[55] Ama bu sıfat kat’î delîllerle sübût bulduktan sonra, o zayıf hadîs, bu sabit olanı te’yîd ve takviye veya îzâh için mu’teber olur.
Ahkâm mevzû’undaki zayıf hadîsler de daha evlâ yolla böyledir. Onların delîl olamayacakları mustakil olaraktır. Yoksa, kuvvetlendirici olarak değil. Bu hususta, Hâfız Muhaddis Abdullah b. Sıddîk el-Ğumârî’nin ve kardeşinin nefis tahkîkleri vardır.
Abdullah b. Sıddık el-Ğumârî şöyle diyor:
Âlimlerin, zayıf hadîsler ile ahkâmda amel edilmez şeklindeki sözlerinin yeri, bir hükmü isbât etmekte sadece zayıf hadîs bulunduğu, onu te’yîd eden başka bir delîl bulunmadığı mahaldir. Ancak, onun ma’nâsını başka delîl te’yîd ederse, tartışmasız olarak onun ile amel edilir. O zamân, senedi zayıf da olsa ma’nâsı sahîh bir hadîs olur. (El-İstiksâ: 35)
Hatta, İbn-i Hümâm gibi birçok muhaddis ve fakîh’e göre, zayıf hadîsle müstehablık sâbit olur. (Fethu’l-Kadîr: 1/467)
[56] Leknevî, Zaferu’l-Emânî:200-204
[57] Bir kişide bulunup ta başkasında bulunmayan husûsiyetler.
[58] Maksadım, içindeki kendi görüşleri ve uyduruk rivâyetler değildir.
[59] Ebû Ğudde merhumun zabtıyla Kınnevcî
[60] Boğazından veya bağırsağından medya mıntıkasına bağlanan ve öttürülen bir medya kekliği şu Efğânî aleyhinde olanlar için, onun taha ret bezi bile olmazlar gibi laflar etmiş. Efğânî aleyhinde olmayı bir İslâmi hamiyyet ve îmânî ğayret olarak gören bizler, Onun ve yandaşlarının karşı ve düşman olduklarıselefimizin, mezheb imâmlarımızın ve onların yolunda gidenlerin taharetten önce bıratık ları ve taharetle yıkayıp attıları şeyler bile olmayacaklarını söylersek, bilmem ki ne derler?!…
Paylaş:
.
Nesih ve Mensuh meselesi ayeti kerime ve hadisi şerifler ile sabit iken bunu inkar edenlerin kendi görüşlerinden başka delilleri bulunmamaktadır.
Nesih: İzale, bertaraf, ibtal ve yok etme; izale edilen şeyin yerine başka birinin konulması veya konulmaması, nakletme, kaldırma, hükümsüz kılma, istinsah etme, değiştirme, tahvil etme (nesha) fiilinin mastarıdır.
Istılah âlimlerince nesh değişik şekillerde tarif edilmiştir. Neshin, ıstılâhî tariflerinin ortak noktaları alınmak suretiyle şu şekilde tarifi mümkündür: “Nesh, şer’î bir delil ile sabit şer’î ve fer’î bir hükmün daha sonra gelen yeni şer’î bir delille kaldırılması, ilgası, tebdil ve tağyîr edilmesidir.” Bu şekilde kendinden önceki hükmü kaldıran delile “nâsih”, hükmü kaldırılan delile de “mensûh” denilir.
Alimler neshi ve mensuh meselesine ve bu konu ile alakalı ayetlere vakıf olmayanların ayetlerden hüküm çıkarmaya çalışmalarının ve Kur’andan vaaz vermelerinin caiz olmadığını bildirmişlerdir.
Kur’an-ı Kerimde bu konuda çok açık ayetler bulunmaktadır. Şöyle ki:
“Biz herhangi bir ayeti nesheder veya onu unutturursak, ondan daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki; gerçekten Allah her şeye Kadir’dir.” (Bakara 106)
“Biz bir ayet yerine başka bir ayeti değiştirdiğimizde, o kişiler: ‘Sen ancak bir uydurucusun!’ derler. Oysa Allah neyi indireceğini pek iyi bilmektedir. Doğrusu onların pek çoğu bilmezler.” (Nahl 101)
“(Ey Habibim) Biz seni okutacağız da sen asla unutmayacaksın. Ancak Allah’ın dilediği müstesna. Çünkü O âşikârı da bilir, gizliyi de” (el-Âlâ, 6-7)
Bu gibi ayetler Allahu Teala’nın indirdiği bir ayeti lafzen veya hükmen kaldırıp/unutturacağını beyan etmektedir. Şimdi birkaç örnek ile konuyu genişletelim..
Nesih 3 şekilde olur.
1- Lafzı ve manası mensuh (kaldırılmış) olan
2- Yalnız manası (hükmü) kaldırılıp lafzı mevcut olan
3- Lafzı lafzı kaldırılıp manası baki olandır.
LAFZI VE MANASI KALDIRILMIŞ OLAN
Hazreti Enes (Radıyallahu anh) nı şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Allahu Teala, Meune kuyusunda öldürülenler hakkında ayet indirmiş di ki, biz o ayeti nesh olununcaya kadar (kaldırılıncaya) kadar okurduk. Şöyle ki:
“Dikkat edin! Kavmimize ulaştırın ki, şüphesiz biz Rabbimize kavuştuk. Bizden razı oldu ve bizi razı etti.”
MANASI (HÜKMÜ) KALDIRILIP LAFZI BAKİ OLAN
1- Mesela Enfal suresi 65. ayeti kerimesinde sabırlı 20 kişinin 200 kişiye, 100 kişinin 1000 kişiye gelip gelebileceği yani böyle bir karşılaşmadan kaçmanın haram olduğu belirtilmektedir. Hemen sonraki 66. ayeti kerimede ise Allahu Teala sayı ve zafiyet bakımından bir zafiyetin olması, ümmetin kolaylığı için sabırlı 100 kişinin 200 kişiye, 1000 kişinin 2 bin kişiye galip geleceğini yani 1’e 2’lik bir karşılaşmadan kaçılmasının haramiyetini beyan etmiştir.
Ayetlerin meali şöyledir: “Ey nebi! İnsanları savaşa teşvik et! İçinizden sabredici yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Sizden (sabırlı) yüz kişi bulunursa, o kafir olmuş kimselerden bin (kişiy)i yenerler…..” (Enfal 65)
“Allahu Teala sizde bir zafiyet olduğunu bilmiş ve şuanda bir hafifletme yapmıştır. Artık içinizden sabırlı yüz kişi bulunursa, iki yüz (kişiy)e galip gelirler. Ama aranızdan (sabırlı) bin (kişi) bulunursa, Allah’ın izni (ve desteği) ile iki bin (kişiy)e galip gelirler. Zaten Allah o sabredenlerle beraberdir” (Enfal 66)
Görüldüğü üzere bir ayet diğer ayetin hükmünü neshetmiştir. Ayetin lafzı vardır ancak hükmü kalkmıştır.
2- Başka bir misal miras ile ilgilidir. Bakara Suresi 180. ayetinde geçen mü’minlerin servetlerindne bir kısmını anne-baba ve yakınlarına vasiyet etmelerinin farz oluşu Nisa Suresi 11 ve 12. ayetlerinde miras taksiminin kesinleşmesi ile kaldırılmış, artık yapılacak vasiyetler geçersiz sayılmıştır. (İslama göre kişi mal varlığını ölmeden önce istediği dağıtabilir ancak malının dağıtımının öldükten sonrası için yaptığı vasiyet geçersizdir.)
Kur’an-ı kerimde bu konuda bir çok örnek vardır. Yukarıda da denildiği gibi nesh ve mensuh meselesini bilmeyenlerin Kur’an-ı Kerimden vaaz vermeleri doğru değildir.
LAFZI KALDIRILIP MANASI BAKİ OLAN
Mesela recim meselesinde zina eden erkek ve kadının recm edileceği hakkındaki ayetin lafzı sonradan kaldırılmıştır. (Hükmü geçerli olmakla birlikte bu konuda Resulüllah Efendimizin mütevatır derecesine ulaşmış inkar edilemeyecek hadisleri mevcut olduğundan recim konusu inkar edilemez.)
Abdullah b. Abbas (r. anhümâ), Hazreti Ömer’in minberde şöyle dediğini rivâyet etmiştir. “Cenab-ı Allah Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i hak ile göndermiş ve O’na Kitab’ı indirmiştir. Recm ayeti de O’na indirilen ayetlerden idi. Biz bu ayeti okuduk, ezberledik ve anladık. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) recmi uyguladı, ondan sonra biz de uyguladık”. Korkarım, zaman geçince birileri çıkıp “Biz Allah’ın kitabında recmi bulamıyoruz” der ve Allah’ın indirdiği bir farzı terkederek sapıklığa düşerler. Şüphesiz recm, Allah’ın kitabında, evli olmak, şahit, gebelik veya ikrar bulunmak şartıyla, zina eden kimse aleyhine bir haktır” (Müslim, Hudûd, 15).
Hazreti Ömer’in sözünü ettiği okunuşu mensuh ayet şudur: “İhtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ederlerse, onları recmedin” (Mâlik, Muvatta’, Hudûd 10; İbn Mâce, Hudûd, 9; Ahmed b. Hanbel, V, 132, 183). Hazreti Ömer’in recmi, Medine minberinden ilân etmesi, içlerinde bir çok sahabe bulunan cematten hiç birinin buna karşı çıkmaması, recmin sabit olduğunu gösterir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, İstanbul 1978, VIII, 350). es-Serahsî (ö. 490/1097). Ömer (Radıyallahu anh)’in şöyle dediğini nakleder:
“Eğer insanlar, Ömer Allah’ın Kitabına ilave yaptı demeyecek olsalar, “ihtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ettikleri…” ifadesini Mushaf’ın haşiyesine yazardım” (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, IX, 37).
Bazıları Resulüllah’ın hadisi ile ayetin neshedilemeyeceği, dolayısıyla bu hükmün geçersiz olduğunu iddia ederler. Yani recim cezasının olmadığını söylerler. Halbuki yukarıda da okuduğunuz gibi bu ayetin lafzı kalkmış ancak manası sabit kalmıştır…
ELİMİZDEKİ KUR’AN CEBRAİL’İN SUNDUĞU KUR’ANDIR
Şu da bilinmelidir ki, elimizde bulunan Kur’an-ı Kerim Cebrail (Aleyhisselam)ın Efendimize arzettiği (sunduğu) son şeklidir.
Ubeydetu’s-Selmani’nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in vefat ettiği sene, O’na arzedilen (sunulan) kıraat (Kur’an okunuşu) Hazreti Osman (Radıyallahu anh) ın bütün insanları üzerine topladığı (herkesin razı olduğu) ve bütün insanların ittifakı (birliği)yle okuduğu kıraattır. (Suyuti, D. Mensur 1/258)
İbn-i Mesud (Radıyallahu anh) ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Cibril-i Emin her sene bir kere, Kuran’ı Efendimize arz ederdi. Son sene iki kere arz etti. İşte ben o sene Resulüllah’tan Kuran’ı aldım.” (Suyuti, Dürrul Mensur 1/259)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allahu Teala dinin yeni yeni oturduğu zaman diliminde bazı ayetler indirmiş ve daha sonra unutturmak sureti ile onları kaldırmıştır. Bazı ayetlerin hükmünü diğeri ile neshetmiştir. Ehli Sünnetin ittifak ettiği görüş nesih ve mensuhun olduğudur. Siz, televizyonlara çıkan yerden bitme ne olduğu belirsiz, hadis, müctehid tanımayan, işine gelmeyen ayeti bile görmeyen körlere aldanıp da ehli sünnetten şaşmayın..
.
Kur’an-ı Kerimde çelişki olmadığını her zaman ve zeminde söylüyoruz. Çelişki Kur’an-ı anladıklarını zanneden, kendi anladıklarını Kur’an’ın meali zanneden insanlardan kaynaklanıyor.
Ehli Sünnetin üzerinde titizlikle durduğu İsa (Alehisselam)ın ölmediği ve nüzulü meselesi bu konuda bir örnektir.
Mesela bakara 55 ve Al-i İmran 117. ayeti kerimelerinde “müteveffike” kelimesi vardır. Bu kelimenin manaları arasında “seni vefat ettireceğim” manası da vardır ancak o mana alınamaz. Neden o mana alınamaz? çünkü eğer o manayı alırsanız diğer ayetler ile çelişirsiniz.
“Bir de inkarlarından ve Meryem’e büyük bir iftira atmalarından ve “Biz Allah’ın peygamberi Meryemoğlu İsa Mesih’i öldürdük” demelerinden dolayı kalplerini mühürledik. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle gibi gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Onu kesin olarak öldürmediler. Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa Suresi 156-157-158)
Bakınız ayeti kerimede yahudilerin öldürdük demelerinden dolayı kalplerinin mühürlendiğine ve lanete uğradıklarına vurgu yapılırken kesinlikle öldürülmediği vurgulanıyor ve öldürülmediğinin vurgulanmasının ardından “yükseltildiği”söyleniyor.
KELİMENİN DİĞER MANALARI DURURKEN!…
Mesela Taha suresinde “Rahman arşı istiva etti” ayetine “arşa oturdu” manası veremezsiniz. İstivanın manaları arasında oturmak da vardır ancak onu alamazsınız. Alırsanız “Onun misli hiçbir şey yoktur” ayeti ile çelişirsiniz. Biz de oturduğumuza ve Allah’ın yarattığı hiçbir şeye benzemeyeceğine göre oturma manasını vermeniz imkansızdır. İstivanın hükümran olmak, hüküm sürmek gibi manaları da vardır.
Aynı şey işte tam burada da geçerlidir. “teveffa” kelimesi çeşitli manalara gelmektedir. İşte basit bir lügatten örnek:
Burada biz “öldü manası” veremeyeceğimize göre Kur’an-ı kerimin diğer ayetlerini tefsir eder şekilde “tamamını almak” manası verilmelidir ki, Müfessir Sahabeler ve ehli sünnet alimler bu manayı vermişlerdir.
İşte bu ayetlerin ehli sünnet ulemasına göre verilen tefsirli meali:
“Hani Allah buyurmuştu ki: “Ey İsa! Şüphesiz Ben seni (yeryüzünden) tamamen al(ıp ikinci kat semaya kaldırarak, Yahudilerin öldürme teşebbüsünden kurtar)ıcıyım, seni Kendi (meleklerimin karargahı olan gökleri)me yükselticiyim, o kafir olmuş kimseler(in kötü muamelelerin)den seni tertemiz ediciyim ve kıyamet gününe kadar sana hakkıyla uymuş olan (Müslüman)ları (hem ilmi sahada, hem de silah güvcü bakımından) inkar etmiş olanların üstünde (galip) kılıcıyım! Sonra (ahirette senin de, ümmetinin de) dönüşünüz ancak banadır! Artık (o zaman, dini konularla alakalı)kendisinde ihtilaf etmekte bulunmuş olduğunuz şeyler hususnda, aranızda (kimin haklı, kimin haksız olduğuna) Ben hüküm vereceğim.” Ali İmran 55
“Ben onlara: ‘benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin!’ diye Senin bana kendisini (söylememi) emretmiş olduğun şeyden başkasını söylemedim.
İçlerinde bulunduğum sürece ben kendileri üzerine bir şahit (ve gözcü) idim. Fakat sen beni (göklere kaldırarak içlerinden) tamamen alınca, onlar üzerine (tam manasıyla gözcü ve koruyucu olan) Rakib sadece Sen oldun. Zaten Sen (bizim sözlerimiz ve işlerimiz dahil) her şeye (hakkıyla şahitlikte bulunan bir) Şehid’sin.” Maide 117
Ayeti celilede geçen “Seni vefat ettirecek benim” cümle-i celilesinden yola çıkarak şu anda İsa (Aleyhissealm)ın vefat etmiş olduğunu, dolayısıyla kıyamete yakın dünyaya gönderilmeyeceğini söyleyenler, diğer bir çok ayet-i kerime ve hadisi şerifle çelişen, dolayısıyla da Ehl-i Sünnet’e muhalif olan batıl bir inançtadırlar. Zira ehli sünnet uleması, burada geçen “teveffi” kelimesini; halk dilinde yaygın olan “öldürme” anlamında değil de, lugatlerde bilinen “tamamıyla alma” manasında tefsir etmişlerdir. Zaten peşi sıra gelen: “Seni kendi kendime yükselteceğim” ifadesi de bunun, ölen diğer mubarek insanların ruhlarının göğe yükseltilmesi gibi ruhani bir ref’ anlamında olmayıp, bir insanın hem bedeni hem de ruhuyla diri olarak göğe yükseltilmesi manasında olduğuna işaret etmektedir. Ulemanın bu hususta farklı cevapları varsa da, Sahabelerin baş müfessiri İbni Abbas (Radıyallahu anhuma) dan nakledilen; Taberi ve kurtubi (Rahimehullah) tarafından da tercih edilen sahih görüş; İsa Aleyhisselam’ın hiç ölüm tatmaksızın ve uyutulmaksızın canlı ve uyanık haliyle göğe kaldırıldığıdır. (Beyzavi Tefsiri, Nesefi Tefsiri, Alusi ve Hazin Tefsirleri)
Ayeti Kerimeleri en güzel şekilde anlayabilmek için Ahıska Yayınevinden Efendi hazretlerimize ait tefsirli Kuran mealini alabilirsiniz.
HADİSİ ŞERİFLER
Ayetlerin yanında hadisi şeriflerde bu ayetlerin bu manada olduklarına işaret etmektedir.
(Benim dinim üzerine İsa gelir, Deccalı öldürür, sonra kıyamet kopar.) [İ.Ahmed]
(İsa gelince Deccalı öldürür.) [Müslim, İ.Ahmed, Taberani, Ruyani, Ziya el makdisi]
(İsa, Deccalı öldürdükten sonra iki kişi arasında düşmanlık kalmaz.) [Müslim]
(Bir ümmet ki başında ben, sonunda İsa gelir. Allah onları hor etmez.) [Hâkim, Ebu Nuaym]
(Ne mutlu İsa indikten sonraki hayata…) [E.Nuaym]
(Ahir zamanda İsa indikten sonraki hayat ne güzeldir. Yağmur yağdırması için gökyüzüne, bitki bitirmesi için yeryüzüne izin verilir. Tohumu düz bir taşa ekersen yeşerir. Bir kişi aslanın yanından geçer aslan ona zarar vermez. Yılana basar da, onu sokmaz. İnsanlar arasında menfaat mücadelesi, karşılıklı haset ve kin olmaz.) [Ebu Said-en-Nakkaş]
(İsa, âdil bir hakem olarak indiği zaman kin, nefret ve haset kalkacaktır.) [Müslim]
(İsa benim yanıma gömülecektir.) [Tirmizi]
Kur’an çelişmez, çelişen ancak ve ancak Kur’an ve sünnete muhalif olan kafalardır…
.
Yahudi Ve Hıristiyanların cennete giremeyeceği mevzusu Cübbeli Hocamız tarafından mükemmel bir reddiye ile kitap haline getirmiş kitaba da “Yahudi Hıristiyanlar Cennete Girecek diyenler Cennete Giremez” ismini verilmişti. Biz kısa ve öz bir şekilde bu konuya açıklık getireceğiz. Böylelikle her yerde susturucu deliller ışığında bu konu hakkında konuşabileceksiniz.
Öncelikle bu konu hakkında delil olarak alınan ayetleri izah edelim… Diyalogcuların İMAN ŞARTLARINI indirgemek için delil olarak kabul edip ihanetlerine perde yapmaya çalıştıkları ayetleri, tafsilata girmeden, kelime kalabalığında kaybolmadan sade bir şekilde anlatmaya çalışalım…
Bildiğiniz gibi Kur’an-ı Kerim bir bütündür, tamamıyla değerlendirilir ve çelişki yoktur. Bir ayet diğeri ile kesinlikle çelişmez aksine tefsir eder. Önünüze gelen bir ayeti alarak hüküm çıkarmanız sadece cehaletinizin hükmünü vermeniz olur.
Dolayısıyla bir ayeti alarak Yahudi ve Hıristiyanlar hakkında “cennetlik” fetvasını verenler bu büyük kaideyi çiğneyerek kendi cehalet veya art niyetlerini ortaya koymaktadırlar.
Şimdi konuyu genişleterek Yahudi ve Hıristiyanlar için iman şartının ne olduğunu anlatmaya çalışacağız.
BAKARA 62 – MAİDE 69
Öncelikle size ayetlerin manasını verelim sonra izah edelim:
“Şüphesiz o kimseler ki, iman etmiştirler, bir de o kimseler ki Yahudi olmuşturlar, ayrıca Hıristiyanlar ve Sabiiler; Allah’a ve o son güne inanmış, Salih bir amel de işlemişse; onlar için Rableri nezdinde ecirleri vardır. Onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Bakara 62)
“… O kişiler ki, Yahudi olmuşlardır. Bir de o sabiler ile Hıristiyanlar; işte her kim Allah’a ve o son resulüne inanır ayrıca Salih bir amel de işlerse, artık onlar üzerine hiçbir kork yoktur ve ancak onlar mahzun olmayacaklardır.” (Maide 69)
Ayetlerin yalın manalarını verdik. Kur’an’ı açıp ilk olarak bu ayetleri gören Müslüman veya herhangi bir insan muhakkak ki çeşitli evhamlara kapılacaklar, biraz arsızlık var ise bu ayetlerden hüküm bile çıkaracaktır.
İlk olarak şu bilinmelidir ki, bu ayetler Peygamber Efendimize kavuşamayan ve tek Allah inancına sahip olan bozulmamış ehli kitap hakkında nazil olmuştur. Fakat bazıları gibi bu ayetler o zamanda geçerliydi bu zamanda geçerli değil diyemeyiz. Ayetler kıyamete kadar tazeliğini koruyacaktır.
Ancak en başta da dediğimiz gibi Kur’an bir bütündür ve tamamını ele almadan hususi mana ifade eden bir ayeti umumi şekilde anlayamazsınız.
Bu nedenle diğer ayetlere göz atacağız bakalım ne olacak…
Her gece okuduğumuz “Amenerrasulü” de bakınız Mevla Teala ne buyuruyor:
“O Peygamber de, Rabbinden kendisine indirilmiş olana iman etmiştir, müminler de. Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine inanmıştır” (Bakara 285)
Ne görüyorsunuz bu ayette? İman şartları kaça tamamlandı?
Yukarıda “Allaha, resulüne ve ahirete” iman zikredilirken bu ayette ise “Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve resullerine” inanmak da zikrediliyor. Bunu teyit eden ve ters istikamette gidenleri tehdit eden bir başka ayeti kerime okuyalım:
“Ey inanmış olan kimseler! Allah’a, Resulüne peyderpey indirmiş olduğu o kitaba ve daha önce topyekün indirmiş olduğu kitaplara iman edin (imanda sebat edin)
Her kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve o son günü (bunlardan birini) inkâr ederse, muhakkak ki o, pek uzak bir sapmayla sapıtmıştır.” (Nisa 136)
Görüldüğü üzere iman şartları sadece Allah’a ve son güne inanmaktan ibaret değil. Ve işin ince noktası bu şartları inkâr edenler dalalete düşmüş, hidayet yolundan sapmış sapık olarak nitelendiriliyor.
Yazının üçüncü kısmında ayet ve hadis-i şerifler ile delillerimizi sıralayacağız ancak öncelikle Yahudi ve Hıristiyanların içinde bulundukları şirki gözler önüne serelim…
KÜFRE DÜŞEN YAHUDİ HIRİSTİYANLAR
“Andolsun “Şüphesiz Allah Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler küfre düşmüştür. De ki: “O eğer Meryem oğlu Mesih’i onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helak (yok) etmek isterse Allah’tan (bunu önlemeye) kim birşeye malik olabilir? Göklerin yerin ve bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah’ındır; dilediğini yaratır. Allah herşeye güç yetirendir.” (5/17)
“Yahudi ve Hıristiyanlar: “Biz Allah’ın çocuklarıyız ve sevdikleriyiz” dedi. De ki: “Peki ne diye sizi günahlarınızdan dolayı azablandırıyor? Hayır siz O’nun yarattığından birer beşersiniz. O dilediğini bağışlar dilediğini azaplandırır. Göklerin yerin ve bunların arasındakilerin tümünün mülkü Allah’ındır. Son varış O’nadır.” (5/18)
Dediler ki: “Allah oğul edindi.” O (bu yakıştırmadan) yücedir. Hayır göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur tümü O’na gönülden boyun eğmişlerdir. (2/116)
“Yahudiler: “Üzeyir Allah’ın oğludur” dediler; Hıristiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar, bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? (9/30)
“Onlar Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de.. Oysa onlar tek olan bir ilah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (9/31)
“Allah katından yanlarında olan (Tevrat)ı doğrulayan bir Kitap geldiği zaman, -ki bundan önce inkâr edenlere karşı fetih istiyorlardı- işte bilip-tanıdıkları gelince, onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti kafirlerin üzerinedir.” (2/89)
“Kitap Ehlinden olan kafirler ve müşrikler, Rabbinizden üzerinize bir hayrın indirilmesini arzu etmezler. Allah ise, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah büyük fazl sahibidir.” (2/105)
Bu ayeti kerimelerden anlaşılacağı üzere Hıristiyan ve Yahudiler Allah’a çocuk isnat eden, kendilerini onun çocuğu gören ve rahiplerini rab edinen, birer kafir ve müşrik topluluktur.
Kafir ve müşrikler için ise büyük tehditler vardır:
“Şüphesiz küfredip kafir olarak ölenler, bunların hiçbirisinden, yeryüzü dolusu altını olsa -bunu fidye olarak verse de- kesin olarak kabul edilmez. Onlar için acı bir azab vardır ve onların yardımcıları yoktur.” (3/91)
“Ve kafirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.” (3/131)
“İnkâr edenler, Beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar? Gerçekten Biz cehennemi kafirler için bir durak olarak hazırlamışız. (18/102)”
“Gerçekten Allah, kafirleri lanetlemiş ve onlar için ‘çılgın bir ateş’ hazırlamıştır.(33/64)”
AYET-İ KERİMELERDEN DELİLLERİMİZ
İSLAM BÜTÜN DİNLERDEN ÜSTÜNDÜR
“Elçilerini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Öyle ki onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile.” (Saf 9)
ALLAH KATINDA TEK DİN İSLAMDIR
“Şüphesiz ki Allah katında tek din İslam’dır…” (Al-i İmran 19)
Bazıları bu ayete karşılık “o halde neden Allah Kur’an-ı Keriminde diğer dinleri muhatap alıyor” diyebilir. İşte onların bu yanlış anlamalarına fırsat verilmemesi için başka bir ayet yukarıdaki ayeti hem tefsir etmekte hem de manasını kuvvetlendirmektedir:
“Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler.” (Al-i İmran 83)
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardandır.” (Al-i İmran 85)
Görüldüğü üzere Allah katında tek din İslam’dır ve her kim İslam’dan başka herhangi bir dine uymuş olursa ondan kabul olunmayacak, ahirette hüsrana uğrayacak yani batıl yolda olduğunu anlayacak, eli boş kalacak, cehenneme gönderilecektir.
EHLİ KİTAP İMAN ETSEYDİ!
Bu ayette ise İslam dinine iman etmeyenlerin fıska saptıklarını, hayrın İslam’da olduğu beyan ediliyor..
“Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır. (Al-i İmran 110)
MÜMİNLERİN TÖVBESİNİ KABU LEDER
“Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak; mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (33/73)
İSLAM’A AÇILAN GÖNÜL
“Allah, kimin göğsünü İslam’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nur üzerinedir”(Zümer 22)
Bu ayette Müslüman olanların hidayete ulaştıran nur olduğu beyan edilirken alttaki ayet tarafından teyit ve tefsir edilmektedir
“Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir.” (6/125)
Yani hidayet İslam dinindedir.
İNKAR EDEN EHLİ KİTAP
Aşağıdaki ayette ise Ehli Kitap ve müşrik burada aynı kategoride zikredilip ikisinin kurtuluşuda İmana bağlanmış, İslam dinini inkar ederek imandan yüz çevirmeleri halinde her iki guruba da cehennem vaad edilmiştir.
“Şüphesiz, kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, içinde sürekli kalıcılar olmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar, yaratılmışların en kötüleridir. (98/6)
İSLAMA ÇAĞRILDIĞI HALDE…
“İslam’a çağrıldığı halde, Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim bir kavmi hidayete erdirmez.” (Saf 7)
HADİS-İ ŞERİF VE SİYER ÖRNEKLERİ
Şu hadis-i şerif aslında tartışmalara mahal bile bırakmamaktadır..
“Muhammed’in canı, (kudret) elinde olan Zât’a yemin olsun ki; bu ümmetten Yahudi veya Hıristiyan herhangi bir kimse beni duyar da, sonra benimle gönderilen dine inanmadan ölürse, mutlaka cehennem ashâbından olur!” (Müslim, İman: 70, no:153)”
Hadîs-i şerifi de, bu kâfirlikten, sadece “Allâh’ı ve âhireti inkâr” kastedilmeyip, bununla birlikte “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dinine uymamanın da imansızlık sayıldığını açıklamaktadır.
BİZANS KAYSERİ HERAKLİYUS’A GÖNDERİLEN MEKTUP:
Bizans kayserine gönderilen mektup bu konuda hayli açıktır:
“Allah’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Bizans’ın Başı Herakliyus’a. Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun..
Bundan sonra ey kral, seni İslâmiyete davet ediyorum. Müslüman ol. Allah seni bütün belâlardan korur ve seni iki kat mükâfatlandırır. Amma inkâra sapar ve bu tebliği kabulden imtinâ edersen, yalnız kendi inkârının günahını değil, tebaalarının inkârının günahı da senin boynunadır.
De ki: “Ey kitap ehli! Aramızda müşterek olan bir söze gelin de yalnız Allah’a ibadet edelim, ona hiçbir şeyi ortak tutmayalım.”
Fakat yüz çevirirlerse: “Şâhid olun ki biz (Allah’ın iradesine teslim olan) Müslümanlarız” deyin.
(Âl-i İmrân: 64)
Peygamber Efendimiz, İslama davet ettiği Ehli kitap bir hükümdara Müslüman olması aksi halde inkara sapacağını ve halkının da vebalini yükleneceğini ilan ediyor… Halbuki diyalogculara ve bazı ilahiyatçı geçinenlere göre kralın Müslüman olması şart değil! Peygamberimize göre hidayetin ve doğal olarak cennetin anahtarı Müslüman olmasında, sapıklara göre ise tam tersi!
YAHUDİ GENCE İSLAM TEBLİĞİ
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hizmetinde bulunan yahudi bir genç vardı. Bir gün hastalandı. Peygamberimiz, onu ziyarete gitti, başucuna oturdu ve ona, “müslüman olmasını” teklif etti. Çocuk, düşüncesini öğrenmek için, yanında bulunan babasının yüzüne baktı. Babası: Ebü’l-Kâsım’ın çağrısına uy, deyince, çocuk da Müslüman oldu.
Bunun üzerine Peygamberimiz: “Şu yavrucağı cehennemden kurtaran Allah’a hamdolsun.” diyerek oradan ayrıldı. (Buhârî, Cenâiz 80)
Görüldüğü üzere Peygamberimiz bir Yahudiye ölüm anında bile İslam’ı tebliğ etmiş, kabul ederek vefat etmesi üzerine cehennemden kurtulduğunu söylemiştir. Kabul etmeden Yahudilik üzerine ölseydi cehennem odunundan başka bir şey olmayacaktı.
MÜSLÜMAN OLMAK ŞART
Gayri Müslim bir kimsenin Müslüman olabilmesi için Allah’a, Peygamberimize, getirdiğine iman etmesi ve ona tabi olması ile mümkün olur. Peygamber Efendimize itaat ise mensubu olduğu batıl dinin bütün inanç sisteminden sıyrılması gerekir.
“Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet edinceye kadar, insanlarla savaşmakla emrolundum.” (Müslim 52-53, Buhari: 1/14)
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslam’ı din edinmeyen kimselerle, küçülerek (boyun eğerek) kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın.“(Tevbe 29)
“De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ki ben, O Allah’ın sizin hepinize (gönderdiği) elçiyim ki, göklerin ve yerin mülkü sadece kendisine aittir, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur, o diriltir ve öldürür. O halde Allah’a da, o Nebiyy-i Ümmi olan Rasulüne de iman edin ki, o da Allah’a ve kelimelerine (indirmiş olduğu kitaplara) inanmaktadır. Bir de ona hakkıyla tabi olun, ta ki siz hidayet bulabilesiniz.” (Araf 158)
Bu ayeti kerimede de Yahudi Hıristiyan fark etmeden bütün insanlara Resulüllah’a yani Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) inanmanın ve ona tabi olmanın zarureti, kaçınılmazlığı ve hidayetin anahtarı olduğu beyan ediliyor.
Gördüğünüz gibi Allahu Teala, Peygamberine insanları kendisine iman ve itaat etmeye çağırmasını emrediyor ve hidayetin bu imana bağlı olduğunu beyan ediyor. (Bu ayet, “peygamber Yahudilere Müslüman olun demedi, Hıristiyanlara Müslüman olun demedi” diyenlere de cevaptır.)
Şimdi bir kişi bunca ayet hadise rağmen kalkarak Bakara 62, Maide 69 ayetlerini alıp Yahudi ve Hıristiyanlara cennet vizesi vermeye kalkıyorsa bilin ki ya o çok cahil bir adamdır, ya da çok meşhur bir insandır. Cahil ise bilgisizliğindendir. Peygamberimiz:“Cahil cesur olur” buyurmuştur. Meşhur bir kimse ise anlayın ki satılmıştır. Adı kullanılarak bu sapıklığın yayılması kolaylaştırılır.
Biz bu gün bu iddiayı atan kelli felli hocaların daha dün bu görüşlere karşı geldiğini de biliyoruz. İnsan sormadan geçemiyor: “Peki, ne oldu da değiştiniz?” Siz mi değiştiniz, yoksa kitabınız mı değişti?
Bu delilleri ezberleyen kişi Yahudi Ve Hıristiyanların cennetin kokusunu dahi alamayacağını, deve iğne deliğinden girse bile Yahudi ve Hıristiyanların cennete giremeyeceğini ortaya koyar. Biz yemeği pişirdik size kaşık sallaması kaldı…
www.ihvanlar.net
.
Bu gün İlahiyatçı prof. geçinen sapıklar, bazı ayetleri kendilerince yorumlayarak Peygamberimizin mucizelerini inkâr etmekte, Peygamber Efendimizin Kur’an-ı Kerimden başka bir mucizesinin olmadığını iddia etmektedirler. Bunu iddia etmek Peygamber Efendimizin hayatını konu alan siyerin tamamına yakınını yok saymak demektir. Çünkü Peygamber Efendimizin hayatının her anı mucizeler ile süslenmiştir.
Bu mucizeler bazen kâfirlere, bazen müminlere gösterilmiş. Bazen hilelerden kurtulmasına, bazen hayra yol olmasına vesile olmuştur. Yazımızda bunların hepsine örnek vereceğiz.
Şunun altını çizelim ki, Ayetler ve mutevatir denilen sahihliği tartışılamaz, inkâr edilemez hadis-i şerifler ile sabit olan bu hususu inkâr etmek insanı iman dairesinden çıkarır.
İNKAR İÇİN ALINAN SÖZDE DELİL
Bildiğiniz gibi öncelikle sapıkların kendilerine sözde delil olarak aldığı (almaya çalıştığı) ayeti izah ediyoruz. Ayet İsra Suresi 60. ayet. Ayet-i Kerime şöyle:
“Bizi, (Kureyş’in istediği) mucizeleri göndermekten, ancak, öncekilerin onları yalanlamış olması alıkoydu. (Nitekim) Semûd kavmine o dişi deveyi açık bir mucize olarak verdik de onlar bu yüzden zalim oldular. Oysa biz mucizeleri sırf korkutmak için göndeririz.” (İsra 59)
Adam kalkıp: “Bak, Allah mucize vermediğini söylüyor” diyor. Hâlbuki Kur’an-ı Kerimi, tefsir ilmini bilen ve İslam tarihine vakıf olan bir insanın bu ayetten böyle bir mana çıkarması çok abestir. Çünkü Allahu Teala bu ayette mucize vermediğini değil, Mekkeli müşriklerin istediği ve her halükarda iman etmeyecekleri “kahır” olarak nitelendirilen mucizelerin verilmediğini beyan etmektedir. Nitekim ayın yarılmasına iman etmemişlerdir. Miraç mucizesine Peygamberimizin onca delil göstermesine rağmen inanmamışlardır. Dolayısıyla bunların ardından “Safa tepesinin altın yapılması”, “arazilerin ekilebilmesi için dağların aradan kaldırılması” gibi kahır mucizelerin istenmesinin sonucunda eğer iman etmez ve yalanlar iseler evvelkilerin başına gelen helak Mekkelilerin de başına gelecektir. Ki Allahu Teala Enfal suresinde belirtildiği gibi Peygamberimiz olduğu sürece onları helak etmeyecektir. Bu ümmete verilen bir eman da toplu olarak helak edilmeyeceğidir. Bütün bunlar Mekke’li müşriklerin istediği kahır mucizelerin gösterilmemesine sebeptir. Bakınız sahabenin müfessirlerinden İbni Abbas (Radıyallahu anh) bu hususu nasıl aktarıyor:
“Mekkeliler Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den Safa Tepesi’ni kendileri için altına dönüştürmesini ve arazileri ekebilmeleri ve işleyebilmeleri için, aradaki dağları da kaldırmasını istediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), bunu Allah’dan talep etti de, Cenâb-ı Hak, “istersen bunu yaparım; ancak onların, yeniden küfre dönmeleri halinde de onları helak ederimi” dedi. Buna mukabil Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de: “Hayır, ben bunu istemiyorum. Bilakis onlara merhamet et; mühlet ver” buyurdu da, bunun üzerine işte bu ayet nazil oldu.”
Hemen sonra gelen ayeti kerime de bu hususa açıklık getirmektedir:
“Hani sana, “Muhakkak Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır” demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur’an’da lanetlenmiş bulunan o ağacı da sırf insanları sınamak için vesile yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, sadece onların büyük azgınlıklarını (daha da) artırdı.” (İsra 60)
Burada ifade edilen “rüya”dan maksat, Hazreti Peygamberin Mîrac gecesindeki müşahedeleridir. Bu müşahedeler gece vakti meydana geldiği için rüya kelimesiyle anlatılmıştır. Kur’an’da lanetlenmiş bulunan ağaç da, cehennemdeki “zakkum”ağacıdır.
Peygamberimiz İsra’yı ve cehennem ehlinin yiyeceği olan zakkumu haber verince kafirler dalga geçtiler, inkar ettiler. Yani onlara ne kadar mucize gösterilse de bu onların inkarını arttırdı. Dolayısıyla istedikleri kahır mucizeleri inkar edecekleri ve belaya müstehak olacakları için bu mucizeler kendilerine gösterilmemiştir.
Dolayısıyla ayeti kerimeden “Peygamber’in Kur’an-ı Kerimden başka bir mucize verilmediği” hükmünün çıkarılması “ilim erbabına” değil “filim erbabına” yakışan cahilane bir yorumdur. Çünkü mucizeler ile ilgili ayetler olduğu gibi mütevatır (inkarı ayeti inkar gibi olan sahih) hadisler de mevcuttur. Şimdi mucize konusuna eğilelim…
Yazımızın bu kısmı mucizenin kelime manası, anlamı, Kur’an-ı Kerimde geçen mucizeler ve Mutevatır (sahihliği tartışılamayan, inkârı ayeti inkâr gibi olan) hadisi şeriflerden deliller ile şekilleniyor…
Kudret’in karşıtı olan “acz” kökünden if’al babında “i’caz” masdarından türetilen bir ism-i fail olarak “âciz bırakan, karşı konulamayan, benzeri yapılamayan, hârika” anlamında bir terim. Kur’ân-ı Kerim’de, “mucize” anlamında çok defa, “âyet, âyât, beyyine, delil ve delâil” kelimeleri kullanılmıştır. Âyet; belli olan bir alâmet, bir şeyi ispat eden delil veya işaret demektir. O halde genel olarak mucize ya bir işaret, delil ve ispat manâsına; veya “ilâhî bir haber” yahut “tebliğ edilen kelâm” anlamına gelir. Birinci manâ, mucizenin dinî bir terim olarak yapılan tarifine daha uygundur. İkinci manâ içine, çok defa Kur’ân âyetleri, bazen de bizzat Kur’an-ı Kerim girmektedir. Bu kelimenin, hem ilâhî bir haber olan Allah’ın kelâmı Kur’ân-ı Kerim, hem de, onu tebliğ eden Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in risaletini ispat için kullanılmasında önemli bir hikmet vardır. O da; ilâhî bir kelâm ve hidâyet rehberi olan Kur’an-ı Kerim’in hak ve gerçek olduğuna bizzat kendisinin en kuvvetli bir delil olmasıdır. Nitekim Peygamber Efendimizin her devirde geçerliliğini koruyan en büyük (aklî) mucizesi Kur’ân-ı Kerim’dir. Gerçekte mu’cize; tabiat kanunları ve âdetler üstü, fevkalâde, harika bir olaydır. Hak Teâlâ onunla inkârcıları, bir benzerini getirmekten âciz bırakır; peygamber olarak seçtiği zâtı tasdik eder, peygamberlik iddiasının doğruluğunu ispat etmek için onda âdetler üstü hârika bir şey gösterir. İşte bu, onun peygamberliğini ispat eden bir delil yani bir mucizedir. Bir hârika olan mucizenin iki ana özelliği vardır. Bunlardan biri; “meydan okumak” diğeri, inkârcıları “âciz bırakmak”tır. Ehl-i Sünnet âlimleri, mucizeyi, kerâmet gibi diğer harikalardan ayıran unsur ve şartları dikkate alarak çeşitli ifadelerle tarif etmişlerdir. Bunlardan en uygun ve açık olanı şöyledir; Mucize; Peygamberlik iddiasında bulunan ve inkârcılara meydan okuyan zâtın bu iddiasının doğruluğunu tasdik etmek, inanların imanını kuvvetlendirmek için, Hak Teâlâ’nın, onun vasıtasıyla izhar ettiği ve onları bir benzerini ‘mislini) yapmaktan âciz bırakan, tabiat kanunları ve âdetler üstü harikulâde bir hadisedir (et-Taftazânî, Şerhul-Akâid en-Nesefiyye; Kahire 1939, s. 459-460; Diğer tarif için bk. el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III,177; el-Cezirî, Tavdîhu’l-Akâid, 140).
Bu tariften anlaşılacağı üzere mucizeyi Peygamberi elinde yaratan ve gösteren, bizzat Allah (Celle Celaluhu) tır. Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan ve inkarcılara karşı meydan okuyan bir zatın elinde, onu inkâr eden herkesi aciz bırakan böyle bir harika izhar edilmesi, peygamberlik iddiasını ispat ve tasdik manası taşır. Çünkü peygamberin böyle bir harika göstermesi, “kulum, peygamberlik iddiasında sadıktır, kendiside, tebliğ ettiği sözler de, doğru ve gerçektir” demektir. Tarifteki, “peygamberlik iddiasında bulunmak” ve “meydan okumak” (tahaddi) şartlar, mucizeyi, Allah’ın salih kulları olan evliyâ’nın gösterdikleri “kerâmet” adı verilen ve benzeri diğer fevkalâde hadiselerden ayırır. Çünkü Allah dostları olan evliyanın, “peygamberlik iddiası” ve “meydan okuma” vasfı yoktur. Onların gösterdiği kerâmetler, tâbi oldukları ve şerîatı üzere yaşadıkları peygamberlerin bir tür mucizesi sayılır.
Peygamberler, eğer mucize ile desteklenmemiş olsalardı, sözlerini kabul etmek ve onları tasdik etmek gerekmezdi. Peygamberlik davasında sadık (doğru ve samimî) olan ile, kâzip (yalancı) olan birbirinden ayırt edilemezdi. Mucize gösterilince, iddia sahibinin doğru söylediği ve peygamber olduğu kesin olarak anlaşılmış olur. Çünkü Hak Teâlâ, mucizenin hemen ardından; onu görenlerde, peygamberin sâdık, sözünün doğru olduğuna dair bir bilgi yaratır. Bu bilgi, şu benzer olaydaki gibi şöyle hâsıl olur: Bir zât, bir topluluğa gelerek; “Ben, şu kralın size gönderdiği elçiyim” dese, sonra orada bulunan krala dönerek, “Eğer beni kendine elçi tayin etmekte sadık isen, âdetine muhalefet et; üç defa yerinden kalk ve âdetine aykırı bir yere otur” dese, kral da bunu yapsa; toplulukta, o zâtın doğru söylediği, kralın elçisi olduğu hususunda zorunlu ve kesin bir bilgi hasıl olur” (Fazla bilgi için bk. Şerhu’l-Akâidil-Nesefiyye, 460, el-Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, III, 181, 182).
KUR’AN’DA GEÇEN MUCİZELER
1- İsrâ ve Mirac mucizesi: Kur’ân-ı Kerim, İsrâ sûresinde; “Kulunu (Muhammed’i), ona âyetlerini göstermek üzere, bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şânı ne yücedir…” (el-İsrâ, 17/1) buyurulmuştur. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz, ilâhî emir üzerine Cebrail (a.s)’ın refakatinde bir gecenin belirli bir kısmında, Mekke-i Mükerremedeki Mescid-i Haram’dan, Kudüs’te bulnan Mescid-i Aksa’ya süratle götürülmüş; oradan da, yedi kat gökyüzüne yükseltilerek “sidre-i Müntehâ” ya ve diğer yüce makamlara çıkarılmış; bir çok ilâhî lütuflara (Füyuıâtı Rabbâniyeye) mazhar olduktan sonra, tekrar Mekke-i Mükerreme’ye ulaştırılmıştır, Buharî ve Müslim’in Sahihlerinde mevcut meşhur bir hadise göre; bu mucize, Hicret’ten bir buçuk yıl önce Receb ayının yirmiyedinci gecesi vuku bulmuştur. İsrâ’nın, ruh ve ceset birlikte tahakkuk ettiğinde icmâ vardır. İsrâ hadisesi, yukarda kaydedilen âyetle sâbit olduğundan, inkâr eden kâfir olur. Mirac hadisesinde de, icmâ-ı ümmet varsa da, keyfiyetin de, yani oluş şeklinde ittifak olunmamıştır. Ancak âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, Mi’rac ta, ruh ve ceset birlikte ve uyanık olarak tahakkuk etmiştir.
“Mirac gecesi Cehennemi gösterdiler, çoğunun kadın olduğunu gördüm.” (Tirmizi)
“İsra gecesi [Miraca çıkınca] Cennetin kapısı üzerinde “Sadakanın on, ödünç vermenin sevabı onsekiz mislidir” yazılmış olduğunu gördüm.” (Beyheki) Bu konuda hadis-i şerifler çoktur…
NASIL OLDU -RUH İLE Mİ BEDEN İLE Mİ?
İnkarcılar İsra olayına dil uzatamadıkları için miraca yönelirler. Miraç hususunu inkarda da aciz kalınca “Peygamberimiz rüyada gitti” derler.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki her iki iddiaya göre de bu gece mubarek bir gecedir. Namazın farz kılınması, Amenerrasulü ve şirk koşmayanların cennete gireceği müjdesi bu gece Allah tarafından verilmiştir. İhya edilmesi gereken bir gecedir.
Bu husus anlaşıldıktan sonra ruh ile mi yoksa beden ile mi gitti meselesi şöyle izah edilmektedir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) kafirleri toplayıp bir gecede Mescid-i Aksa’ya gidip geldiğini söyleyince kafirler ayaklandı ve bunun olamayacağını hararetli bir şekilde tartışmaya başladılar.
Peygamberimiz eğer rüyada gitmiş olsaydı “bu bir rüyadır” derler ve kimsenin de ilgisini çekmezdi zaten. Ama öyle bir kargaşa oldu ki Peygamberimizden delil bile istediler. O da gelecek olan kervanı işaret buyurdu.
Ayrıca bu olay Hazreti Ebubekir (Radıyallahu anh)ın sıdık lakabını almasına vesile oldu.
Dolayısıyla ehli sünnet alimlerine göre isra ve mirac mucizesi ruh ve beden ile gerçekleşmiştir.
2- İnşikâk-ı Kâmer, Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin bu büyük mucizesi de Kur’an’la sâbittir. Nitekim; Kamer sûresinde (54/1): “(Kıyâmet)saat(i) yaklaştı, ay (ikiye) bölündü (yarıldı)”buyurulmuştur. Bazı sahih hadislerde nakledildiğine göre; müşriklerden bir grup, bir mucize olarak, ayın iki kısma ayrılmasını, Rasul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den istediler. Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) da, Allah’u Teâlâ’ya yönelerek niyazda bulundu. Ay, Allah’ın kudret ve izniyle derhal ikiye ayrıldı; bir kısmı Hıra dağı üzerinde, diğer kısmı ise, aşağıda ve tam karşısında görüldü. Müşrikler, inat ve tekebbürlerine kapılarak bu büyük mucizeyi inkâr ettiler ve “Bu, ancak bir sihirdir” dediler. Şayet bu mucize, diğer Mekkelilerce de görülmemiş olsaydı, ona delâlet eden âyetle tekzip edilmiş olur ve kimse Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e iman etmez, hattâ inananlardan irtidat edenler bile olurdu.
Aklî Mucizeler: Aklî mucize, akla ve vicdana hitab eden ve her devirde geçerli olan olağanüstü eşsiz bir harikadır. Bu tür mucizeye en canlı örnek, yalnız Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’e verilen ve onun en büyük mucizesi sayılan Kur’ân-ı Kerim’dir. Çünkü o, her zaman ve mekanda onun peygamberliğini simgeleyen en etkili mucizedir. Daha önceki peygamberlere verilen hissî mucizelerin fonksiyonu Kur’anla sona ermiş; onların, hatıralarda anılan tarihî fevkalâde bir olay olmaktan öte, artık bir etkisi kalmamıştır. Böyle bir aklî mucizenin, peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimize verilip, daha önceki peygamberlerin hiç birine bir benzerinin verilmemesinin hikmeti; onların peygamberliklerinin bir sonraki peygamberin gönderilişine kadar ki belirli zamana ve belirli bir millete mahsus olmasıdır. Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in peygamberliği ise, kıyamet gününe kadar bâki olduğu için, ona; bütün insanların peygamberi olduğuna tanıklık edecek Kur’ân-ı Kerim gibi, her devirde geçerli, aklî ve eşsiz bir mucize verildi. Kur’an’ın pek çok olan icaz yönleri, genel olarak şu iki kısımda toplanarak özetlenebilir:
EN BÜYÜK MUCİZESİ
1- Bütün insanları hedef alan i’câzı: Kur’an’ın o zamana kadar duyulmayan, adı sanı bilinmeyen gaybî hakikatlerden haber vermesi ve bunların aynen çıkması. Aynı şekilde, geçmiş ümmetlerden ve onların kıssalarından bahsetmiş olması da, Kur’ân’ın icazına örnek sayılır. Ayrıca, bütün devirlerde, her yerde ve her millete uygulanabilen genel ve eşsiz bir hukuk sistemi ortaya koyması da, ilmî bir mucizedir. Çünkü Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ümmî idi, okuması yazması yoktu. Onun herhangi bir âlim ve mürşidden ders almadığı, hukuk ve kanun okumadığı tarihen sâbittir. O halde, böyle ümmî bir zâtın, Kur’ân-ı Kerim gibi, Arap belâgat ve fesâhatının zirvesinde olan ilahî hikmetlerle dolu eşsiz bir hukuk sistemini, kendi karihâsından meydana getirebilmesi mümkün müdür? İşte Kur’ân-ı Kerim’in bu yöndeki icazını ve onun büyük bir mucize olduğunu aklı selim sahibi herkes rahatlıkla kavrayabilir.
2- Kur’ân-ı Kerim’in Araplara yönelik bulunan icazına gelince; bu Kur’ân’ın ilâhî lâfzının, “nesir”in alışılmış uslub ve yöntemleriyle tam tamına uyuşmayan; “şiir” in bilinen vezinleriyle de bağdaşmayan kendine mahsus üstün ve parlak nazmıdır. Bunun yanında, Kur’an’ın hayret verici, insanı teshir eden yüce bir belağatı ve eşsiz bir fesahatı vardır. O öyle yüce bir usluba sahiptir ki; ondan, avam olsun, kültürlü olsun veya ihtisas sahibi bir âlim olsun, herkes mutlaka faydalanır ve manevî zevk alır. Eşsiz bir uslup, geniş ve engin bir manâ hazinesi olan Kur’ân-ı Kerim, asırlardır tekrar tekrar meydan okuduğu halde, Arap edebiyatı, belağat ve fesahat üstadları bu güne kadar Kur’ân’ın bir benzerini yapmaktan âciz kalmışlardır. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer kulumuz (Muhammed)’e indirdiğimiz (Kur’ân)’dan şüphe ediyorsanız, haydi siz de ona benzer bir sûre getirin. Allah’tan başka bütün şâhitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın) yok eğer yapamadınızsa, ki yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının” (el-Bakara, 2/23-24). Başka bir âyette; “Deki: Andolsun eğer bütün insan(lar) ve cin(ler) şu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek için (biraraya gelip) toplansalar yine onun bir benzerini yapamazlar” (el-İsrâ, 17/88) diye meydan okumuyor ve “Yoksa Onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar. Doğru iseler, haydi onun gibi bir söz meydana getirsinler” (et-Tur, 52/33-34) buyuruluyor.
Fakat bütün bu meydan okumalara rağmen onlar, hiç bir şey yapamadılar ve Kur’ân’a cevap verme cesareti gösteremediler. Bu âyetler ve bütün Kur’an, asırlardır, değişik anlayış ve inançta bulunan belâğat üstadlarına, şair ve edebiyatçılara meydan okumaya devam ettiği halde, onunla kıyaslamaya yarayacak güzellikte herhangi bir çalışma yapılamamıştır. İşte bu, gözlem ve deneye dayalı ilmî delillerle ortaya konmuş bulunan gerçek, Kur’an’ın ilâhî icazını ve en büyük mucize oluşunu ispat eden belgedir.
AYIN YARILMASINA MUTEVATİR HADİSLER
“Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. Onlar bir mucize görürler ise hemen yüz çevirirler ve: Eskiden beri devam ede gelen bir sihirdir, derler.” (Kamer 1-2)
Ayette dikkati çeken husus Allahu Teala’nın ayın ikiye yarılma olayını bildirdikten sonra mucize görenlerin yüz çevireceğini beyan etmesidir. Yani ayın yarılması olayının bir mucize olduğunu beyan ettikten sonra inkarcıların yüz çevireceğini bildiriyor.
Ehli sünnet uleması ayın ikiye yarıldığında icma etmişlerdir. Çünkü bu konuda ayeti kerimenin yanında mütevatir derecesine ulaşmış sahih hadis-i şeriflerde bulunmaktadır…
RAVİLERİ İLE BİRLİKTE…
İşte ayın yarılması mucizesinin ravileri ve rivayeti: Hafız Hüseyin bin Muhammed bize el yazısıyla haber verdi; Kadı Siraç bin Abdullah, El Asili, El Mervezi, El Ferebri, El Buhari, Müsedded, Yahya Şu’be’den, Sufyan A’meşten o da İbrahim’den, O’da Ebi Ma’mer’den o da ibni Mesud’dan (Radıyallahu anh) şöyle dedi:
“Ay, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında iki kısma ayrıldı. Bir kısmı dağın (Ebu Kubeys veya Hira) üzerinde idi, bir kısmı da karşısında.
Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dedi: “Şahid olunuz.” (Buhari, Müslim, Müsned-ü Ahmed)
İbni Mes’ud el-Esved şöyle dedi: “Hatta ayı, dağın iki yarığı arasında gördüm.”
Mesruk Ondan rivayet etti. Kendisi Mekke’de idi. Şöyle ekledi: Kureyş kafirleri: “İbni ebi kabşe (Nebi Aleyhisselam) sizi zehirledi.” Dediler.
İçlerinden biri şöyle dedi: Muhakkak Muhammed, eğer ayı sihirledi ise, bütün yeryüzüne sihrinin ulaşması imkansızdır. Başka beldelerden gelenlere sorun, bunu görmüşler mi?
Gittiler etraftakilere sordular. Onlarda aynısını gördüklerini beyan ettiler.
Semerkandi, Dahhak’tan benzerini nakletti: Ebu Cehil dedi ki: Bu sihirdir. Afaklara (civar beldelere) adamlar gönderin, taki baksınlar, bunu görmüşler mi, yoksa görmemişler mi?
Afak ehli ayı yarılmış olarak gördüklerini haber verdiler.
Mekke’li kafirler dediler ki: “Bu devam eden bir sihirdir.”
İbni Mes’ud ve Akama’da aynısını rivayet etti. Bunlar Abdullah bin Mes’ud’dan rivayet eden dört kişidir. İbni Mes’ud’dan başkaları da bunu rivayet etmiştir. Bunlar Enes, İbni Abbas, ibni ömer, Huzeyfe, Ali, Cübeyr ibni Mut’amdır.
Al, Huzeyfe el Ezci’in rivayetinde der ki: Ay yarıldı, bizler nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile beraberdik.
DİĞER MUCİZELERDEN MİSALLER
Peygamberimizin hayatından mucizeleri çıkardığınız zaman siyer diye bir şey kalmıyor zaten. Kâinatın efendisi her an mucize göstermektedir. Yukarda dediğimiz gibi bu mucizeler bazen mü’minlere, bazen kafirlere gösterilmiştir. İşte o mucizelerden bazıları:
PARMAKLARININ ARASINDAN SU FIŞKIRMASI
Bu konuda hadisi şerifler cidden çoktur. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in parmakları arasından suyun akması hadisini ashaptan bir topluluk rivayet etmiştir. Enes, Cabir ve Mes’ud bunlardandır.
RAVİLER: Ebu İshak iBrahim bin Cafer el Fakih kendi okuyuşuyla bize haber verd; kadı İsa bin Sehl, Ebul kasım hatem bin Muhammed, ebu Ömer bin Fehhar, ebu İsa, Yahya, malik, ishak bin Abdullah bin Ebi Talha Enes bin malik’ten (Radıyalahu anh) şöyle dediğini rivayet etti:
“Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’i gördüm, ikindi namazı yakın olmuştu, insanlar abdest için su araştırdılar bulamadılar. (Buhari 4-233, Müslim 1783 Tirmizi 5-596)
Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e abdest için (az bir miktar) su getirdiler. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) elini suya soktu, insanlara o kaptan abdest almalarını emretti.
Enes der ki: Suyu gördüm, parmaklarının arasından kaynıyordu, insanlar abdest aldı, taki sonuna kadar herkes abdest aldı.” Aynı şekilde Katade Enes’ten rivayet etmiştir. (Buhari 4-233, Müslim 1783)
AĞAÇLAR ŞAHADET EDERDİ
Ahmed bin Muhammed bin Ğalbun şeyh Salih bize, ebi Amt et Talmenki’den; Ebi Bekir bin El Muhendis, ebi Kasım el Bağavi, Ahmed bin İmran el Ahnesi, Mücahid’in arkadaşı olan Ebu Hayyan et Teymi’den, o da İbni Ömer’den riayetle bize şöyle haber verip şöyle dedi:
Bir seferde Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile beraberdik, O’na bir bedevi yanaştı, ona dedi ki:
“Ey Bedevi! Nereye gidiyorsun?” Dedi ki: Ailemin yanına.
Buyurdu: “Senin için bir hayır var mı?” Bedevi: “O nedir?” dedi.
Buyurdu: “Tek olduğu halde, ortağı olmadığı halde Allah’tan başka ilah olmadığına şahadet etmen, Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) O’nun kulu ve Resulü olduğuna da şahadet etmendir.”
Bedevi: Senin dediğine kim şahadet edecek?
Buyurdu: “Vadinin kıyısındaki şu büyük ağaç. Onu davet et, sana icabet edecektir.”
Ağaç yerinden sökülüp geldi ve önünde durdu. Ondan üç kere şahadet etmesini istedi, ağaç Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ‘in dediği gibi söyledi ve eski yerine dönüp gitti.
AĞAÇLAR PERDE OLDU
Sahihi Müslim’in 2306 Cabir hadisinde şöyledir: Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hacetini gidermek için gitti, örtünecek bir şey bulamadı. Bir de, vadinin kenarında iki tane ağaç olduğunu gördü.
Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ağacın birine doğru gitti. Dallarından bir dalı tuttu ve ona hitaben: “Allah’ın izniyle üzerime doğru eğil” dedi. Ağacın dalı üzerine eğildi, burundan sahibinin çekerek çömelttiği deve gibi beraberinde (dal) eğildi.
Cabir der ki: Başka bir dalı da öyle yaptı, taki (yolun) ortasına kadar eğildi. Buyurdu: Allah’ı izniyle üzerimde toplaşın; toplaştılar (üzerini örttüler)
HURMA KÜTÜĞÜ KONUŞTU!
Bu olay haddizatında meşhur ve yaygındır. Bununla alakalı haberler mütevatirdir. Sahih kitap sahipleri bunu tahriç etmişlerdir. (Buhari 4-237) Ashabtan on küsur kişi rivayet etmiştir. Bunlardan Übey b. Ka’b, Cabir b. Abdullah, Enes b. Malik, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbas, Sehl bin Sa’d, Ebu Said el-Hudri, Büreyde, Ümmü Seleme, Muttalip bin Ebi Vedaa’. Hepsi bu manada hadisi naklettiler.
Tirmizi der ki, Enes’in hadisi sahihtir. (Tirmizi 5-595)
Cabir b. Abdullah anlatıyor (Buhari 4-237, İbnü Mace 455)
Mescid-i Nebeci hurma kütüğünden yapılmıştı. Nebi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hutbe irad ettiği (okuduğu) zaman, bu kütüklerden birinin üzerine çıkardı. Ne zaman kendisi için bir minber yapıldı, (hutbe için binbere çıktı) şu kütükten hamile deve iniltisi gibi ses işittik.
Enes’in rivayetinde; öyleki mescid sesinden sarsıldı.
Sehl’in rivayetinde: Gördükleri sebebiyle, insanların ağlaması çoğaldı. Übeyy: “Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem gelip elini üzerine koyunca sakinleşti.”
KAFİRLERİN GÖRDÜĞÜ MUCİZELER
Peygamberimizin Hakem’in Suikasdından Korunması
Taberânî, îbn-i Münde ve Ebû Nuaym, Kays bin Hubra tarikiyle Hakem’in kızından şöyle nakleder: “Bana atam dedi ki: Kızım ben sana, Müslüman olmazdan önce bizzat kendimizin yaşadığı ve gözlerimizin gördüğü bir olay nakledeyim: Biz Resûlüllah’ı yakalayıp öldürmek üzere anlaşmıştık. O’na yaklaştığımız zaman Öyle büyük bir gürültü duyduk ki, Tihame’de parçalanmıyan hiç bir dağ kalmadığını zannettik ve müthiş korktuk… Bulunduğumuz yerde baygın yere düştük… Bu sırada Resülüllah namazını kılıp bitirmiş ve evine dönmüştür… Sonra biz, bir başka günün gecesinde Resûlüllah’ı öldürmek üzere kendi aramızda sözleşmiştik. Bu seferinde de Safa ve Merve tepelerinin üst üste gelerek aramıza girip, O’nu koruduğunu gördük… Vallahi bu seferinde dahi O’na karşı bir şey yapamadık… Nihayet Allah bizim hakkımızda hidâyet murâd etti ve bize müslüman olmamız için izin verdi. Bizler de müslüman olduk…”
Peygamberimizin Nadr Bin El-Haris’in Suikasdından Korunması
Vâkıdî ve Ebû Nuaym Urue bin Zübeyr’den naklediyor. O şöyle diyor: “Nadr bin Haris Peygamber Efendimiz’e zaman zaman eziyet eder, taarruzda bulunurdu. Birgün Peygamberimiz öğle vakti yaklaşırken haceti için Seniyyetü’l-Hacûn tarafına gitti. Adetleri veçhile oldukça uzağa gitti. Bunu gören Nadr: “Böyle bir fırsat ebediyen bir daha elime geçmez, pusuya yatıp ansızın onu öldürmeliyim!” diyerek gidip pusuya yattı… Sonra ansızın müthiş bir korkuya kapılarak geri döndü. Dönüş sırasında Ebû Cehl kendisine “Nereden geldiğini?” sordu. Nadir şu karşılığı verdi: “Muhammed’in peşinden gitmiştim. O’nun yalnız olduğunu görerek hesabım görmek istemiştim. Bu maksatla gidip pusuya yattım, fakat simsiyah ve korkunç yılanların dişlerini birbirine çarparak ağızlarını açmış bir vaziyette bana hücum ettiklerini gördüm, müthiş korktum ve süratle evime dönüyordum!” Ebû Cehl de kendisine: “Bu, O’nun sihirlerinden birisidir” karşılığım verdi.”
İslam Kadınlarından Zinnire’nin Gözlerinin Kör Olması Ve Sonra İyileşmesi
Bunu, Beyhakî Urve’den rivayet ediyor, O şöyle demiştir: Müslüman oldukları için Allah yolunda işkence görenlerden yedi kişiyi, Ebû Bekir satın alıp azâd etmiştir. Bunlardan biri de kadın müslümanlardan Zinnire idi. Bir ara gözleri hastalanıp kapanmıştı, artık görmüyordu. Kendisi Allah yolunda çok işkence görmüştü. Mahzûm Oğulları ona en ağır işkenceleri yapıyor, o ise asla İslam’dan vazgeçmiyordu… Gözlerinin kapanması üzerine müşrikler: “O, Lât ve Uzzâ adındaki ilahlarımıza ihanet ettiği için, onlar tarafından çarpılmıştır” diye söyleniyorlardı. Bu söylentiyi Zinnıre duyduğu zaman çok üzülmüş ve gayrete gelerek: “inandığım ve kendisine sağındığım Allah’a yemin ederim ki, müşriklerin dediği gibi değildir! Lât ve Uzzâ adındaki putlar, hiç bir şeye kadir değillerdir! inandığım bir ve büyük Allah’ım ise, her şeye kadirdir, dilerse benim gözlerimi de iade eder” diye müşriklere karşılık vermiştir. Yüce Allah da gözlerini ona iade etmiştir.”
HİCRET YERİ
Buharı, Hazreti Aişe’den şu haberi nakletmiştir: Peygamberimiz müslümanlara sizin hicret edeceğiniz yer bana gösterildi. Orası toprağı tuzlu ve hurmalık bir yerdir. Peygamberimizin bu sözünden sonra Medine’ye hicret başladı.
ÇIKIP GİTTİ KİMSE GÖRMEDİ
Beyhakî îbni Abbas’tan rivayet eder: “Kureyş ileri gelecileri Darün-Nedve denilen yerde toplandı. Peygamberimizin öldürülmesi üzerine ittifaka vardı. Cibril gelip durumu Hz. Peygambere haber verdi. O gece şimdiye kadar yatmakta olduğu yatağında yatmamasını emretti. Peygamber efendimize Mekke’yi terk etmesi hakkında izin verdi.
Bu hususta îbni Sa’d’in de bir haberi var: îbni Abbas, Ali, Aişe, Süraka bin Caşüm ve Aişe binti Kudame’den… Şöyle demişler. “Peygamber efendimiz hicret etmek için evinden çıktığı zaman, kiralık adamlar kapının önünde oturuyorlardı. Yerden bir avuç toprak alıp onların başlarına saçtı ve bu sırada Yasin suresinin baş tarafındaki ayetleri okudu. Sonra devam etti. Birisi kapının önünde bekleşenlere: “Burada niçin bekleşiyorsunuz?” dedi. Onlar da: “Mu ham m e d’in çıkmasını” dediler, O da: “Vallahi Muhammed çoktan çımp yanınızdan geçerek gitti” dedi. Adamlar: “Vallahi biz görmedik” dediler. Bu sırada her biri başlarındaki toprağı silkelemekle meşgul idi. Rasulüllah ise çoktan gitmişti.
KİMSE YAKALAYAMADI
Buhari Sürakadan şöyle rivayet eder: “Ben Peygamberi ve arkadaşını bulmak üzere peşlerine takıldım. Onlara yaklaştığım zaman atım tökezledi ve ben kendimi yerde buldum. Kalkıp tekrar bindim, bu sırada Rasulüllahın Kur’an okumakta olduğunu duydum. Hiç dönüpte bakmıyordu. Ebu Bekir ise sık sık geri bakıyordu. Derken atım bir kere daha tökezledi ve ben yere yuvarlandım. Baktım atımın ön ayaklan iyice kuma gömülmüş, çıkarmaya çalışıyor fakat çıkaramıyor. Nihayet doğrulabildi. Dizlerinden direklenen duman, sanki ta semalara yükseliyordu. Ben peygambere nida edip eman istedim. Onlar durup beklediler. (Ben atıma atlıyarak onlara yaklaştım ve ondan eman aldım). Çünkü başıma gelenlerden anlamıştım ki, ben asla onlara bir şey yapamıyacağım ve Rasulüllahın davası, pek yakında iyice ortaya çıkacak ve kuvvetlenecektir.”
Peygamberimizin hicreti esnasında Hazreti Ebubekir (Radıyallahu anh) ile girdiği mağarada bir ağ ve kuş yuvası ile kafirlerden korunması zaten başlı başına bir mucizedir.
KAFİRLER MÜSLÜMAN OLDU
Vâkıdî der ki: Bana Muhammed bin Ziyad söyledi, ona da Zeyd bin Ebu Attâb söylemiş. Ona Dahhâk bin Osman, ona Abdurrahmân bin Muhammed Ebu Bekir ve daha başkaları anlatmış. Şöyle ki: “Gatafân-dan bazı kimselerin Zîemerr denilen yerde toplandıkları ve Medine’nin yakınlarına baskın düzenlemek üzere bulundukları, Rasulullah efendi¬mize haber verildi. Du’sûr bin Haris adındaki savaşçı bir adamın ela onlara katıldığı bildirildi. Rasulullah da derhal dört yüz elli kadar asker alarak yola çıktı. Bunlardan bazıları da atlı idi. Düşmanın toplandığı yere varınca Gatafânlılar kaçışıp bir dağın zirvesine sığındılar.
Rasulüllah ve askeri Zîemerr denilen yere geldiklerinde çok yağmur yağdı. Bu sırada haceti için giden Rasulüllah da hayli ıslandı. Bulunduğu yer, ashabına hayli uzaktı. Burada (Zîemerr vadisinin ‘ilerisinde) ıslanan elbisesini çıkarıp kuruması için bir ağacın üzerine serdi. Kendisi de ağacın altına uzandı. Gatafânlı ârâbîler de bu durumu gözetmekte idiler. Cesaretine güvendikleri Du’sûr’a hitaben: “Haydi fırsat bu fırsat! Muhammed ashabından uzakta tek başına kaldı. Onlara çağırsa da duyuramaz. Derhal gidip onu öldürmelisin!” dediler ve onu kışkırttılar. Du’sûr’da kılıcını alarak yürüdü, Peygamberimizin yanma gelip başı ucunda dikildi ve: “Söyle bakalım ey Muhammed! Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” diye haykırdı. Peygamberi¬miz de kendisine: “Allah” diyerek karşılık verdi. Derhal Cibril gelip Du’sûr’un göğs’üne bir darbe indirdi, kılıcı elinden fırlayıp gitti. Onun kılıcını eline alan Peygamberimiz, onun başucuna dikilerek: “Şimdi sen söyle bakalım, benim elimden seni kim kurtaracak?” buyurdu. Du’sûr: “Hiç kimse kurtaramaz ya Muhammed” dedi ve: “Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de onun kulu ve rasulü olduğuna” şehadet getirerek, orada müslüman oldu ve bir daha peygamberin karşısına çıkmayacağına, peygamber aleyhinde kuvvet toplamayacağına da kesin söz verdi. Peygamber efendimiz de, kendisini affedip kılıcım kendi eline teslim eyledi. Giderken dönüp arkasına baktı ve Peygamberimize hitaben: “Vallahi sen benden çok hayırlısın” dedi. Peygamberimiz de kendisine şu karşılığı verdi: “Elbette ben, bir peygamber olarak buna senden daha layık bulunuyorum!”
Du’sûr kılıcı elinde ve müslüman olmuş vaziyette Gatafânlılann yanma gitti. Arkadaşları kendisine: “Hani, senin dediğin ne oldu, ne yaptın?” dediler. O da: “Vallahi ben, dediğimi yapmakta kararlı idim. Fakat baktım uzun boylu ve beyaz bir adam, göğsüme bir darbe indirdi. Ben kendimi sırtüstü yerde buldum. Bildim ki, o bir melektir ve Muhammed’e yardıma gelmiştir. Ben de bunun üzerine Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehadet getirerek müslüman oldum. Sizleri de müslümanlığa davet ediyorum” dedi ve bu davetine devam etti. Cenab-ı Hak da bu olay üzerine şu ayetini inzal buyurdu:
“Ey iman edenler! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani bir topluluk size ei uzatmaya yeltenmişti de Allah onların ellerini sizden çekmişti. Allah’tan korkunuz! Bütün mü’minler Allah’a dayansınlar.” (Maıde suresi, 11)
EBU CEHİL’İN GÖRDÜĞÜ MUCİZE
Müslim Ebû Hüreyre’den rivayet ediyor: “Bir gün Ebû Cehil büyük bir öfkeleyle: “Demek, Muhammed aranızda yüzgösterip istediği gibi ibâdet mi ediyor?” diye bağırdı.” Kendisine: “Evet” dediler. Bunun üzerine Ebû Cehl: “Lât ve Uzzâ adındaki putlarımıza yemin ederim ki, eğer Muhammed’in bir daha böyle yaptığını görecek olursam, muhak¬kak boynunu çiğneyeceğim! Yahut ta yüzünü yerlere süreceğim!” dedi. Peygamberimiz ise tekrar gelip namaz kılmaya başladı. O’nun boynunu çiğnemek için ilerliyen Ebu Cehl, birden bire geri çekilmeye ve eliyle kendisini korumaya çalışır gibi hareketlere başladı ve oradan derhal uzaklaştı. Kendisine niçin böyle yaptığım sorduklarında: “Muhammed-le benim aramda ateşten bir hendek açıldı. Müthiş korktum. Sonra aramızda birtakım kanatlar da zuhur etti” cevabını verdi. Peygamber efendimiz de bu hususa temasla: “Eğer o bana yaklaşsaydı meleklerin kanadıyla parça parça edilirdi” buyurdular. Cenab-ı Hak da:
“Hayır, gerçekten insan azar. (Rabbi’nin bunca iyiliğine rağmen yine de taşkınlık eder)” mealindeki âyeti ve onu takîb eden diğer âyetleri inzal buyurdu. (Alâk suresi, 6-19)
NASIL OLURDA İNKAR EDERLER
Kainatın Efendisinin bunca mucizesini nasıl olurda inkar ederler ve Allah’ın başka bir mucize vermediğini iddia ederler. Bu insanlar bilmiyor değiller ancak neden böyle bir cehalet sergiliyorlar inanın anlamış değiliz.
Yüce Rabbimize çok dua edelim de kalplerimizi batıl yollara kaydırmasın, karartmasın:
“Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.” (Al-i İmran
.
Aslında Sırat köprüsünün inkarı Mutezile mezhebi kaynaklıdır. Günümüzde ise bazıları Sırat Köprüsünün varlığını inkâr etmekte, Fatiha suresindeki “sırat” kelimesinden yola çıkarak İslam’da “Sırat Köprüsü” denilen şeyin aslında “dosdoğru yol” demek olduğunu söylemektedirler.
Fatiha Suresindeki ayet zahiri olarak dosdoğru yol manasındadır. Mana şöyle: 6- “Bizi o dosdoğru yola hidayet et” (o dosdoğru yol kimin yoludur) 7- “Kendilerini nimetlendirmiş olduğun o kimselerin yoluna”
Zaten ayetten sonra gelen “gazaba uğramış (Yahudilerin) ve dalalete sapmış (Hıristiyanların) yoluna değil.” Ayeti bunun dosdoğru yol anlamında olduğunu beyan eder. Ancak “sırat” kelimesi burada dosdoğru yol olarak geçiyor diye “Sırat köprüsü”yok manası çıkarılamaz. Böyle bir cahilliğe ancak inkar için düşülür..
SIRAT
Sırat, cehennem üzerine kurulmuş, kıldan ince ve kılıştan keskin bir köprüdür. Şu ayet bize Sırat’ın varlığını açıklamaktadır:
”Onları cehennemin yoluna (sırata) sürün.(Saffat 23)
“Sırat” kelimesi bu ayette de geçmektedir ve “cehennem yolu” olarak zikredilmiştir. Bakalım Müfessirlerin Efendisi Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bu ayeti tefsir eder şekilde ne buyurmuşlar:
“Cehennemin üzerindeki sırat köprüsü kılıncın keskin tarafı gibi incedir. İki tarafında kancalar ve dikenli ağaçlar vardır. Sıratı geçerken (ameli kötü olanlar) kancalara ve dikenlere takılırlar.”(Beyhaki)
İbnu’l-Müseyyeb, Atâ İbnu Zeyd el-Leysî, Ebu Hureyre (radıyallahu anh)’den nakledilen uzunda bir hadis-i şerifte “Sırat köprüsü” yine çok açık bir şekilde belirtiliyor:
“Rab Teala onları (cennete) davet eder. Cehennemin üzerine sırat kurulur. Peygamberler arasında, ümmetiyle sırattan ilk geçen ben olurum. O gün peygamberler dışında kimse konuşmaz.”
“Mahşerde muhakeme ve muhasebe işlerinden sonra Cehennemin üzerinde bir köprü (Sırat) kurulur. Allah şefaate izin verir. (Mü’minler) ya Allah selamet ver, selamet ver, diye dua eder durur”. Ya Rasulallah, köprü nedir? diye sorulduğunda;“Kaypak ve kaygan bir yoldur. Orada; kancalar, çengeller ve Necidde bilen sa’dan denilen sert dikencikler gibi dikenler vardır. Mü’minler amellerine göre kimi göz açıp kapayıncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi rüzgar gibi, kimi kuş gibi, kimi iyi cins yarış atları gibi, kimi deve gibi süratle geçerler. Mü’minlerden kimi sapasağlam kurtulur. Kimi de tırmalanmış (hafif yaralı) olarak salıverilir. Kimileri de Cehennem ateşi içerisine dökülür“ (Buhari, Müslim, Tirmizi’den naklen Mansur Ali Nasıf, Tâc, V, 394-395).
Ebu Hureyre, Peygamberimizden şöyle rivayet ediyor: “Cehennemin ortasına sırat (köprüsü) kurulur. Oradan peygamberlerden ümmetleri ile beraber geçenlerin ilki ben olacağım. Peygamberlerden başka o gün kimse konuşamaz, Peygamberlerin sözleri de “Ey Allah’ım, kurtar kurtar” olur” (Buhari ve Müslim’den naklen, Tâc, V, 377-378).
Ebû Sa’id el-Hudri’nin rivayet ettiğine göre, Sırat köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Sırat’ın uzunluğu bin senelik yokuş, bin senelik iniş ve bin senelik de düzlüktür. Bu mesafe bazı insanlar için olacaktır. Her bir kimsenin bu mesafeyi geçmesi, amelleri ile orantılı bir zamanda olacaktır (Mansur Ali Nasıf, Tâc, V.394; Acluni, Keşfül-Hafa, II, 31). Bazı ulemâya göre Sırat’ın kıldan ince, kılıçtan keskin olduğuna dair rivayetler, bu köprünün üzerinden geçmenin pek müşkil ve zor olduğundan kinayedir.
Mü’minlerin Sırat’ın üzerinden çabuk geçip geçmemeleri, onların haramlara yönelip yönelmemelerine bağlıdır. Kalbine haram işleme düşüncesi gelip de ondan hemen yüz çevirip uzaklaşan kimseler Sırat’tan çabuk geçecektir.
Sırat üzerinde her bir mü’minin yalnız kendisinin faydalanacağı bir nûru vardır. Bu nurdan başkası faydalanamayacaktır. Kimse, başka bir kimsenin nûru içerisinde gidemeyecektir. Nurunun intişarı nisbetinde her bir mü’mini Sırat geniş veya dar olacaktır. Sırat’ın genişliği hadd-i zatında bir ve aynı olduğu halde, üzerlerinden geçenlerin nurları nisbetinde kimisine ince ve sıkıcı, kimisine enli, rahat ve hoş görünecektir.
Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey iman edenler, günahlarınıza samimi bir tevbe ile Allah’a dönün! Umulur ki Rabbiniz, sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Çünkü onların nurları önlerinden ve yanlarından koşar da, “Ey Rabbimiz, nurumuzu tamamla, bizi bağışla; muhakkak sen her şeye kadirsin ” derler “(et- Tahrim, 66/8). Bu âyette, mü’minlerin nurlarından kastedilen, iman ve amelleriyle husûle gelen nurlardır. Özellikle bu nurları Sırat üzerinde onları yedip götürecek ve selamete çıkaracaktır. Münafıklar, karanlıkta kaldıkça mü’minler “Rabbimiz, nurumuzu söndürüp de bizi de kâfirler ve münafıklar gibi karanlıkta bırakma! Varacağımız yere kadar nurumuzu devam ettir ki, bu nurla sevinelim, karanlıkta kalıp perişan olmayalım” derler: “O gün (sıratta) münafık erkeklerle münafık kadınlar, mü’minlere, bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım, derler. Onlara, dönün arkanıza da bir nur arayın, denilir. Nihayet, onların arasına, bir kapısı olan ve içinde rahmet ve dışında azab bulunan bir sür çekilir” (el-Hadid, 57/13).
Allah Teâlâ yine şöyle buyurur:
“Sizlerden hiç bir kimse yoktur ki oraya (Cehenneme) uğramamış olsun. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, iman edip kötülüklerden sakınanları kurtarırız. Zalimleri de diz üstü çökmüş olarak orada bırakırız” (Meryem, 19/71-72).
Sırat köprüsünü inkar edenler geçer mi bilinmez ama Allahu Teala bizlere en sür’atli nasıl geçiliyorsa öyle geçmek nasip eylesin.
.
Yüce Rabbimizin mümünlere mir mükafat, kafirlere ise azap yurdu olarak hazırladığı Cennet ve Cehhenemin ebedi oluşu meselesi ayet, hadis ve ümmetin icmasıyla sabit olduğu halde İbni Teymiyye ve talebesinin muhalif olduğunu, günümüzde de bazılarının bu görüşü benimsediğini görüyoruz. Ayetleri inkar derecesinde tevil ederek, hadis-i şerifleri yok sayarak bütün İslam alemini bir tarafa, tescilli iki sapığı diğer tarafa koyarak dalaleti seçen kişiler bilmelidirler ki, bu vebalden kurtulamazlar.
Yazıya başlamadan önce ilginç bir noktayı sizlerle paylaşmak istiyoruz. Allahu Teala’nın (Celle Celaluhu) Kuran’ı Kerimde müminleri cennet ile müjdelediği, kafirleri cehennem ile korkuttuğu ayetler vardır. Mesela Ali-i İmran suresi 136. ayetinde: “İman edip salih ameller işleyenleri ise, içinden ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacakları cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları, koyu gölgeler altında bulunduracağız.” buyruluyor. Şimdi bir düşünelim. Allahu Teala nimetlerini ve güzelliklerini saydığı bir yer için “halidine fiha ebeda” buyuruyor. Şimdi bu eğer geçici bir müddet olsaydı bir müjde mahiyetinde olur muydu? Ya da kafirler için bir korkutma olur muydu? Olmazdı. Neden? O zaman kafirler “ne de olsa sonu varmış, bir müddet sonra yok olacakmış” derler ve yine inkarda ileri giderlerdi.
Halbuki ne sahabeden ve ne de gelen her ayet ile alay etmenin yolunu arayan kafirlerden böyle bir söz, hareket varid olmamıştır. Akla vurulduğu zaman bile inkarcıların kaçacak deliği kalmıyor. Ancak bizim dinimiz nakil dinidir, aklı olanlara hitap eder. Biz deliller ile hakkı bulacağız…
KİM İNKAR EDİYOR VE NE DİYOR?
Mustafa İslamoğlu bakın kendi sitesinden sorulan bir soruya nasıl cevap veriyor:
“Cennet cehennem yok olacaktır” görüşü benim görüşüm değildir. Bir Kur’an talebesi olarak Kur’an’daki “huld” ves “ebed” kelimelerini tahlil ettim. Cennet ve Cehennemin ebediliğinin nasıl anlaşıldığını sahabenin olayı nasıl yorumladığını söyledim.
Hazreti Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere birçok güzide sahabinin bu konudaki günümüz yaygın kanaatinin aksine olan görüşlerini serdettim. Cehennemin sonsuz olmadığını söylediklerini naklettim.
Buna da İbn kayyım el-Cevziyyenin yazdığı Hadi’l-Ervah İla Biladi’l-Efrah adlı eserini kaynak gösterdim. Bu eser arapça olarak piyasada var. Her yerde satılıyor. Bakmak isteyen açıp bakar. İbn Kayyım’ın ilmi yetkinliğinin derecesini siz bilmezseniz bilen birine sorabilirsiniz. “
Bir sonraki derste kendi görüşümü naklettim. O da şuydu: “CENNET VE CEHENNEMİN ZAMANI GAYBİ BİR KONUDUR. BU KONUDA KONUŞMAK ĞAYBI TAŞLAMAKTIR. BUNU ALLAH BİLİR. BİZE DÜŞEN CEHENNEMDEN SAKINMAK CENNETİ HAK ETMEKTİR”
Mustafa İslamoğlu’nun kaynak olarak verdiği kitap İslam Alimleri tarafından incelenmiştir. Hadi’l-Ervah ve içindeki deliller okunmuş ve gerekli şekilde cevaplandırılmıştır. Hatta bu, daha İbnu’l-Kayyım hayattayken yapılmıştır. Pek çok alim tarafından “müçtehid” olduğu söylenen Takiyyüddin es-Sübkî, el-İ’tibâr bi Bekâi’l-Cenneti ve’n-Nâr” adlı eserinde Hadi’l-Ervâh’taki hatalı yaklaşımı açık biçimde gözler önüne sermiştir. Ondan yüzyıllar sonra Muhammed b. İsmail el-Emîr, “Ref’ul-Estâr” adlı reddiye ile meselenin üstüne bir kere daha gitmiştir. Bu ikinci eser, sıkı bir Selefî ve İbn Teymiyye takipçisi olan el-Albânî tarafından tahkik ve neşredilmiştir. el-Albânî de orada İbn Teymiyye ve öğrencisinin hatalı olduğunu açık bir şekilde itiraf etmektedir.
HAZRETİ ÖMER SÖZÜNÜ NASIL ÇARPITTI
Hazreti Ebubekir ve diğer sahabelere ait böyle bir görüş hiçbir kaynakta bulunmazken M. İ.oğlunun Hazreti Ömer (Radıyallahu anh)ın sözünü de çarpıttı ortaya çıktı.
Mustafa İ.oğlu Hazreti Ömer (Radıyallahu anh)ın şu sözünü bakın nasıl çarpıtıyor: Söz şu: “Şayet cehennem ehli kumlar sayısında cehennemde bekleyecek olsalardı bile, günün birinde çıkarlardı.” Hazreti Ömer’in bu sözü aslında cehennemden hiçbir şekilde çıkamayacaklarını, kum tanelerinin bile bir sonu olup cehennemin sonu olmadığını beyan etmektedir. Taberani’de geçen hadis-i şerif de bu konuda bize yol göstermektedir:
“Cehennem ehline: ‘Bütün dünyada bulunan çakıl taşlarının sayısı kadar uzun müddet orada kalacaksınız!’ denilse elbette sevinirlerdi. Cennet ehline de: ‘bütün dünyada bulunan çakıl taşlarının sayısı kadar uzun müddet kalacaksınız’ denilse kuşkusuz hüzünlenirlerdi. Fakat onlar için sonsuzluk kesinleşmiştir.” (Taberani, El-Mu’cemul Kebir No: 10384, 10/179-180)
Gördüğünüz gibi ne kadar açık ve net bir şekilde cennet ve cehennemin sonsuzluğunu ortaya koyuyor. İ.oğlu ise hazreti Ömer (Radıyallahu anh)ın sözünü şöyle çarpıtıyor: “Şayet cehennem ehli cehennemde, iç içe girmiş yoğun kumlar miktarı uzun zaman kalacak olsalar da, sonunda çıkacakları bir gün gelir.”
KİMSE KALMAYACAK!
Ebu Hureyre, İbni Mes’ud ve Abdullah b. Amr b. El-As (Radıyallahu anhum)’ün:“Cehennem üzerine öyle bir zaman gelecek ki içinde kimse kalmayacak” sözleri günahkar Müslümanlar için kullanılmıştır. Bu rivayetin ravisi olan Ubeydullah b. Mu’az: “Bununla günahkar Müslümanlar kastediliyor” demiştir ki günahkar Müslümanların cehennemden çıkacağı zaten ittifak konusudur.
HER ŞEY HELAK OLUCUDUR AYETİ!
Yine hoca geçinen zatın birisi de çıktığı bir kanalda Cennet ve Cehennem yok olacak mı sorusuna “tabi ki yok olacak” deyip Kasas Suresi 88. ayeti okuyor. Böyle cahilliklere ilk defa şahit oluyoruz.Ayet şöyle:
“Allah ile birlikte hiçbir ilaha tapma! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O’nun zatı dışında herşey helak olucudur. Hüküm de ancak O’na aittir. Siz ancak O’na döndürüleceksniz.”
Birincisi o ayete eğer siz cennet ve cehennemin yok olacağına delil olarak verirseniz aşağıda sıralayacağımız ayet ve hadisler ile çelişirsiniz. Kur’an-ı kerimde çelişki yoktur.
İkincisi ayeti kerime Allah’tan başkasına taparak başka başka rabler edinenleri hedef almakta ve güvencelerinin boşa çıkacağını çünkü herşeyin helak olacağını beyan ediyor. Bu ayeti teyit eden başka bir ayetin meali şöyledir:
“O gün onlar ortaya çıkarlar. Onların hiçbir şeyi Allah’a gizli kalmaz. (Allahu Teala) Bugün mülk (hükümranlık) kimindir? (diye sorar ve yine kendisi cevap verir) Tek olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’ındır” (Mümin 16)
Yani bu ayetten cennet ve cehennemin yok olacağı mesajı kesinlikle çıkmamıştır. Sahabe-i Kiram dahil ehli sünnet müfessir ve müctehidlerin hiç birisi de böyle bir mana vermemiştir.
AYET VE HADİS-İ ŞERİFTEN DELİLLER
Delil olarak aldığımız Ayetlerde cennet ve cehennemden bahsedilirken “halidine” ve “ebeden” kelimeleri kullanılmaktadır. Huld ve ebed ne demektir öncelikle bunu izah etmemiz gerekiyor..
Huld: Devam etmek, kalmak, uzun süre kalmak. Bir isim olarak huld; bilezik, küpe, ebedîlik ve cennet gibi anlamlara gelir.
Bakınız Şeytan’ın cennete Adem (Aleyhisselam)a yasaklanan ağaçtan yemesi halinde ebedi kalacağını söylediği belirtilen ayette yine “huld” kelimesi geçmektedir. Şeytanın Adem Aleyhisselam’a cennete ebedi kalmasının yolunu yalan ile telkin etmesini anlatan ayet “huld” kelimesi ile anlatıyor.
“Sonunda Şeytan onu fitneye düşürerek, söyle dedi: Ey Ãdem, seni ebedilik ağacına, son bulmayacak olan devlete götüreyim mi?” (Tâhâ, 20/120)
Ebed kelimesi: Sonu olmamak, daima var olmak manasına gelir.
Ayetlerde çoğu zaman Cennet ve cehennemden bahsedilirken “huld” ve “ebed”kelimesi beraber zikredilmektedir. Çünkü biri kalkar ve “huld” kelimesi uzun bir zaman kalmak manasına geliyor diyecek olursa onun önü “ebeden” ile kesiliyor…
HULD KELİMESİ İLE GEÇENLER
İçinde sadece huld kelimesi geçen ayetlerden birkaç misal verelim:
“Onlar ebedî olarak lânet içinde kalırlar. Artık ne kendilerinden azap hafifletilir, ne de yüzlerine bakılır.” (Bakara 162)
“Eğer şaşacaksan, asıl şaşılacak olan onların, “Biz toprak olunca yeniden mi yaratılacakmışız?” demeleridir. İşte bunlar Rablerini inkar edenlerdir. İşte onlar boyunlarına demir halkalar vurulanlardır ve işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” (Ra’d 5)
“Allah’a ortak koşanların, inkârlarına bizzat kendileri şahitlik edip dururken, Allah’ın mescitlerini imar etmeleri düşünülemez. Onların bütün amelleri boşa gitmiştir. Onlar ateşte ebedî kalacaklardır.” (Tevbe 17)
“Allah’a ve Resûlüne karşı gelen kimseye, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşinin olduğunu bilmediler mi? İşte bu, büyük bir rezilliktir.” (Tevbe 63)
“Sonra da zulmedenlere, “Ebedî azabı tadın! Siz ancak vaktiyle kazanmakta olduğunuzun cezasına çarptırılıyorsunuz” denilecektir.” (Yunus 52)
“Şüphesiz suçlular cehennem azabında devamlı kalacaklardır.” (Zuhruf 74)
Bu ayetin devamında kafirlerin ümitsiz olduğu belirtiliyor: “Azapları hafifletilmeyecektir. Onlar azap içinde ümitsizdirler.” (Zuhruf 75)
HULD VE EBED BİRLİKTE
“İman edip salih ameller işleyenleri ise, içinden ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacakları cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları, koyu gölgeler altında bulunduracağız.” (Nisa 57)
“(Allah onları) ancak içinde ebedi kalacakları cehennemin yoluna iletir. Bu ise Allah’a çok kolaydır.” (Nisa suresi 169)
“Allah şöyle diyecek: “Bugün, doğrulara, doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür.” Onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’dan razı olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır.”(Maide 119)
“Onlar orada ebedi kalacaklardır. Şüphesiz, Allah katında büyük bir mükafat vardır.” (Tevbe 22)
“Onlar, orada ebedi olarak kalacaklardır. Hiçbir dost, hiçbir yardımcı bulamayacaklardır.” (Ahzab 65)
“İman edip salih amel işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size Allah’ın apaçık âyetlerini okuyan bir peygamber gönderdi. Kim Allah’a inanır ve salih bir amel işlerse Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. Allah gerçekten ona güzel bir rızık vermiştir.” (Talak 11)
“Ancak Allah’tan gelenleri tebliğ edebilirim ve O’nun vahiylerini açıklayabilirim. Kim Allah’a ve Resülüne karşı gelirse, şüphesiz onlar için, içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin 23)
“Şüphesiz, inkâr eden (İslamı kabul etmeyen) kitap ehli ile Allah’a ortak koşanlar, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar yaratıkların en kötüsüdürler.” (Beyyine 6)
EBEDİLİK GÜNÜ
“Oraya esenlikle girin. İşte bu, ebedilik günüdür.” (Kaf 34)
DÜNYA GEÇİCİ AHİRET KALICI
“Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya hayatı ancak (geçici) bir yararlanmadır. Ahiret ise ebedi olarak kalınacak yerdir.” (Mümin 39)
HADİS-İ ŞERİFLERDEN
Ebû Bekr b. Ebî Şeyhe ile Ebû Küreyb rivayet et¬tiler. Lâfızları birbirine yakındır. (Dediler ki) : Bize Ebû Muâviye, A’meş’-den, o da Ebû Sâlih’den, o da Ebû Saîd’den naklen rivayet etti: Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular :
“Kıyamet gününde ölüm sanki bakla bir koçmuş gibi getirilecek. (Eb£ Kûreyb şunu ziyade etti) : Ve cennetle cehennemin arasında durdurulacak (Hadîsin kalan kısmı hususunda ittifak ettiler.) Ve Ey cennetlikler, bunu bi liyor musunuz? Denilecek. Onlar başlarını kaldırarak bakacaklar: Evet, bu ölümdür! diyecekler ve:
– Ey cehennemlikler bunu biliyor musunuz? Denilecek. Onlar da başlarını kaldırarak bakacaklar ve:
– Evet, bu ölümdür! Diyecekler. Müteakiben emir verilerek koç kesilecek. Sonra:
– Ey cennetlikler, size ebediyet… Artık ölüm yok ve: “Ey cehennemlikler, size de ebediyet!.. Artık ölüm yok, denilecektir.” (Müslim –Kitabül Cennet, Buhari – Tefsir, Tirmizi)
“Cehennem ehline: ‘Bütün dünyada bulunan çakıl taşlarının sayısı kadar uzun müddet orada kalacaksınız!’ denilse elbette sevinirlerdi. Cennet ehline de: ‘bütün dünyada bulunan çakıl taşlarının sayısı kadar uzun müddet kalacaksınız’ denilse kuşkusuz hüzünlenirlerdi. Fakat onlar için sonsuzluk kesinleşmiştir.” (Taberani, El-Mu’cemul Kebir No: 10384, 10/179-180)
Allah Cennetlikleri Cennete Cehennemlikleri de Cehenneme koyduğunda ölüm boynundan çekilerek getirilecek Cennetliklerle Cehennemlikler arasında bir sur üzerinde durdurulacak sonra Ey Cennetlikler diye seslenilecek, onlar da korkuyla bakacaklar sonra Ey Cehennemlikler denilecek onlar da sevinç içerisinde şefaat umarak bakacaklar sonra hem Cehennemliklere hem de Cennetliklere; bunu tanıyor musunuz? Diye sorulacak bunlar da onlar da hep birlikte onu tanıyoruz o ölümdür diyecekler. Sonra o ölüm Cennetliklerle Cehennemlikler arasındaki sur üzerinde bir koç şeklinde yatırılıp boğazlanacak ve şöyle denilecektir. Ey Cennetlikler ebedilik var ölüm yok!… Ey Cehennemlikler ebedilik var ölüm yok!” (Müslim, Cennet: 13; Dârimî, Rıkak: 90) Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir.
Ebû Saîd (Radıyallahu anh), merfu olarak şöyle demiştir: “Kıyamet gününde ölüm alaca bir koç gibi getirilip Cennetle Cehennem arasında durdurulacak ve onların gözleri önünde kesilecektir. İşte o anda sevinçten ölecek bir kimse olsaydı Cennetlikler ölürdü kederden ölen bir kimse olsaydı Cehennemlikler ölür giderlerdi.”(Müslim, Cennet: 13; Dârimî, Rıkak: 90) Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir.
Görüldüğü üzere cennette ve cehennemde ölüm, helak, yok olmak diye bir şey söz konusu değildir. Açık ayet ve sahih hadisler ile sabit olan bu konuyu inkar etmek insanı kafir eder. Siz siz olun İslamı ehli sünnet alimlerinden alın. Bakın takip ettiğiniz bir hoca sizi ne hallere sokabilir, görün ve ibret alın…
.
Bildiğiniz gibi vehhabilerin temel inançlarından birisi de haşa Allah’ın arşın üzerinde mekan tuttuğudur. Onlar haşa Allah’ın aşrın üzerine oturduğunu iddia ederler. Sapıkların babası İbni Teymiyye’de bu görüştedir. Zaten Vehhabiliğin (selefilik) temeli ibni Teymiyye’ye dayanmaktadır.“Allah benim gibi iner, çıkar” diyen de yine ibni Temiyye idi.. İBNİ TEYMİYYENİN ARŞ ÜSTÜNE OTURDU İFTİRASINI BURADAN BAKABİLİRSİNİZ
ALLAH’A “ARŞIN ÜZERİNDEDİR” İFTİRASI
Sapıkların bu konuda aldığı sözde delil Taha suresi 5. ayettir. Meali şöyle:
“Rahman olan Allah, Arş üzerine istiva etmiştir”(Taha 5)
İstiva kelimesi “oturmak” manasına da gelir ancak istivanın başka manaları da vardır. Bunlardan bazıları istila etmek, hâkimiyeti altına almak, kasdetmek, yönelmek gibi manalardır. Bazen tam ve kamil olmak manaları, bazen de karar ve mekan tutmak manaları anlaşılır. Bu ihtimaller karşısında, Allah’ın arş üzerinde mekan tuttuğunu ileri süren görüşlerin lehine bu ayeti kerimede bir mesned mevcud değildir.
Mesela istiva kelimesini bir insan için kullansanız bundan kesinlikle oturdu manası çıkartamazsınız. Şiirde olduğu gibi:
“Bişr Irak ülkesine hâkim olmuştur,
Kılıç kullanılmadan, kan akıtılmadan.” (burada hâkim olmuştur manası, şiirde geçen ”istiva” kelimesinden kastedilen manadır)
ALLAH İÇİN NEDEN OTURDU MANASI VERİLEMEZ?
İstiva kelimesi ile bir insan için bile oturdu manası alamıyor iseniz, bunu Allahu Teala için nasıl kullanırsınız?
Öncelikle bunu iddia eden kişiler Allahu Teala’ya mekan isnat etmektedirler. Allahu Teala’nın evveli yoktur. Arş, kürs ise sonradan yaratılmıştır. Hadis olanın (sonradan yaratılanın) kadim olana mekan olması muhaldir (düşünülemez)
Oturulan yerin sınırlı olması, oturanın da sınırlı olmasını gerektirir. Arş sonsuz olmadığına göre bu iddia ile Allah’u Teala’nın varlığına bir sınır getirilmiş olur. Sınırlı olmak ise ancak yaratılmışlara ait bir sıfattır ve büyük bir eksikliktir:
Bakınız Allahu Teala ne buyuruyor:
“Allah, her türlü eksiklikten uzaktır, onların söylediklerinin ötesindedir, yücedir.”(İsra 43)
Ayeti kerimenin de beyan ettiği üzere Allahu Teala akla gelebilecek tüm eksiklikten münezzehtir. Oturmak ise yaratılmışlara ait en büyük eksikliklerden biridir.
Yaratılanlara benzememek: Allahu Teala muhalefetün lil havadis yani zati olarak yaratılan hiçbir şeye benzememektedir. Oturmak kalkmak bizlere ait fiillerdir. Bunların Allahu Teala’ya yakıştırılması son derece sapık bir görüştür. Ayeti kerime şöyledir:
“…Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura 11)
HADİS, KADİME MAHAL OLAMAZ
Arş “hadis” yani sonradan yaratılan bir varlıktır. Allahu Teala ise “kadim” evveli olmayandır. Allahu Teala’nın aşrın üzerinde oturduğunu söyleyenlere sorulacak soru şudur:
Arş kadim midir, hadis midir? Cevap: Hadistir (Sonradan yaratılmıştır) Peki, Allahu Teala var iken arş var mıydı? Cevap: Yoktu… O halde Allahu Teala arş yok iken neredeydi? Allahu Teala sonradan arşa mı muhtaç oldu?
“Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, o, hiçbir şeye muhtaç değildir.)” (İhlas Suresi 2)
Bu soruya cevap veremezler. Rezil olur kalırlar. Ancak siz rezil etmek için değil Hakkı ortaya çıkarmak için tartışın…
Şimdilerde ise Vehhabiler bu sorulara cevap veremedikleri için çeşitli çıkış yolları geliştirmektedirler. Mesela şöyle demektedirler: “Allah arşın üzerinde keyfiyetini bilmediğimiz bir halde veya yerdedir”
Bu görüşün diğerinden farkı yumuşatılmış olmasıdır. İkisi de yanlıştır. Allahu Teala için cihet yani yön (sağ, sol, ön, arka, üst, alt) söz konusu değildir. Bunların hepsi yaratılmışlık belirtileridir. Allahu Teala zatı ile yarattıklarına benzemekten münezzehtir. Yukarıda verilen ayetler bu konuda da geçerlidir…
İmam-ı Malik Rahmetullahi Aleyh ne güzel demiştir: “İstiva malum, keyfiyet meçhul, sormak bid’attir.”
İstiva malum: Yani istiva vardır ama keyfiyetini bilemeyiz. (Allahu Teala’ya eksiklik ve noksanlık isnat eden, ayetlerle çelişen tevillerde de bulunamayız) bunun keyfiyetini sormak da bid’attir…
Bu görüşler yıllar önce alimler tarafından çürütülüp çöpe atılmışken şimdi özellikle İlahiyat vasıtasıyla ihya edilmeye çalışılıyor. Allahu Teala Ümmeti Muhammedi şerlerinden muhafaza eylesin…
.
Bazı Müslümanlar şuursuzluktan ve ilim eksikliğinden dolayı böyle hatalara düşebiliyorlar. Ölen bir gayri müslimin arkasından “Allah rahmet eylesin” veya “mekanı nur olsun” veya “kabri nur olsun” gibi ifadeler kullanabiliyorlar. Bu ifadeler dinimizce uygun değildir. Çünkü Allah’ın rahmeti kafirlerden kurtulmak için zaten bir vesile kılınmıştır:
“Ve bizi, kâfirler topluluğundan rahmetinle kurtar.” (Yunus 86)
Öncelikle bilmeliyiz ki, Müslüman olmayanlar kurtuluşa erememiştirler.
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa asla ondan kabul edilmez. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardandır.” (Al-i İmran 85)
“Allah, kimin göğsünü İslam’a açmışsa, artık o, Rabbinden bir nur üzerinedir”(Zümer 22)
“Cehennemliklerle cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr 20)
“Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.” (Mü’minun 1)
“Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” (Hac 77)
Bir kişinin ahirette kurtulmasının sebebi imandır. İslam dışında hangi din üzere olursa olsun ondan kabul edilmeyecektir…
Burada akla gelen en önemli soru kişi gayri Müslim de olsa yaptığı iyi ve güzel hizmetlerin karşılığını alacak mıdır?
Öyle ya adam kendisini insanlığın hizmetine adamış, yetime, yoksula bakmış, yardımlarına koşmuş.
Bu gayri Müslimin yaptığı işler ona fayda verir mi?
“… O kişiler ki, Yahudi olmuşlardır. Bir de o sabiler ile Hıristiyanlar; işte her kim Allah’a ve o son resulüne inanır ayrıca Salih bir amel de işlerse, artık onlar üzerine hiçbir kork yoktur ve ancak onlar mahzun olmayacaklardır.” (Maide 69)
Mesela bu ayette Salih bir amel işleyen Yahudi ve hıristiyanın üzerine hiçbir korku olmayacağı beyan edilmiştir ancak TEK BİR ŞART koyulmuştur: ALLAH VE RESULÜNE İMAN ETMEK!
Bütün hayırlar Allah’a ve resulüne iman etmek, yani Müslüman olmaktan geçer… İman etmeyen kafirlerin yaptığı iyi şeyler onları kurtuluşa götürmeyecektir:
“De ki: Size en çok ziyana uğrayanları haber verelim mi? Onlar dünya hayatında iyi işler yaptıklarını sandıkları halde, çabaları boşa giden kimselerdir. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve Ona kavuşmayı (dirilmeyi, hesabı, ceza ve mükâfatı) inkâr eden, bu yüzden amelleri boşa giden kimselerdir. Onlar için, kıyamet günü, hiç bir terazi tutmayız. (çünkü amelleri boşa gitmiştir, tartıya girecek makbul şeyleri kalmamıştır.)” (Kehf 103, 104, 105)
“Kâfirlerin iyi işleri engin çöllerde görünen seraba benzer. Susayan kimse onu uzaktan su sanır; ama yanına varınca, umduğunu bulamaz.” (Nur 39)
“Kâfir olarak ölenlerin işleri, dünyada da, ahirette de boşa gider.” (Maide 5)
HİÇ Mİ FAYDASI OLMAZ!
Cennet derece derece olup cehennem de tabaka tabakadır. Ve cehennemde 7 tabaka vardır. Her bir aşağı tabakanın azabı diğerlerine göre daha şiddetlidir. Mesela münafıklar Firavun’dan bile daha üst tabakada cehennemin en şiddetli kısmında olacaklardır.
“Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın.” (Nisa 145)
“Allahü teâlâ, Cehennem kapıcısına, cömert kâfir için, “Bunu cömertliği derecesinde hafif yere koy” buyurur.” (Deylemi, Ebu-ş-şeyh)
Cehennem azabının en hafifi bile çok şiddetlidir. Dünyadaki ateşten kat kat daha şiddetlidir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
“Cehennemde en hafif azap gören, beynini kaynatan ateşten iki nalın olan bir kimsedir. Bazıları topuğuna kadar ateşe girmiş olarak azap görür. Kimi dizlerine kadar, kimi göğsüne kadar, kimi burnuna kadar, kimi de tamamen ateşe batmış olarak azap görür.” (Hâkim)
Buna göre imanı olmayan bir insanın dünyayı abat etmesi bile kendisine bir kurtuluş sağlamamakla birlikte cehennemde tabakasının düşük olabileceği anlaşılmaktadır.
Çünkü o kişi yaptığı iyi işleri imanı olmaması nedeniyle Allah’ın rızasını kazanmak için yapmamıştır. İmam-ı Rabbani mektubatının 114. mektubunda şöyle buyuruyor:
“Peygambere tabi olmak amacıyla öğlen vaktinin yarsında yapılan az bir uyku, onun şeriatına uymayan binlerce geceyi ihya etmekten (mesela Budist gibi bazı müşriklerin kendince yaptığı riyazetlerden) daha faziletlidir.” Çünkü onlar yok hükmündedir.
ÖLEN KAFİRE ALLAH RAHMET ETSİN DENİR Mİ?
Bazıları: “O, Rahman ve Rahimdir” veya “Merhametlilerin en merhametlisidir”ayetlerini göstererek “Allah rahmeti çok geniştir, o dilerse affeder” demektedirler.
RAHMAN VE RAHİM NE DEMEKTİR?
Her an okuduğumuz Besmele-i şerifte geçen Rahman ve Rahim isimlerinin manasını hiç merak ettiniz mi?
Rahman: Dünyada mün’min kafir ayırt etmeden merhameti ile muamele edendir (hayat, rızık, genişlik verendir) Eğer öyle olmasaydı dünyada kafirlere bir yudum su içirilmezdi.
Rahim: Ahirette rahmeti sadece mü’minleri kuşatıcı olandır. Rahîm sıfatının tecellileri daha çok ahirette görülecek, Cenab-ı Hakk’ın oradaki ikram ve ihsanları müminler için olacaktır. Pek çok ayette Rahîm sıfatı zikredilerek, Cenab-ı Hakk’ın müminleri bu sıfatla bağışlayacağı belirtilmiştir.
“O, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için üzerinize melekleriyle birlikte rahmetini gönderir. Allah mü’minlere çok merhamet eden (rahîm) dir” (el-Ahzâb, 33/43)
Diğer bir mesele Allahu Teala kimi affedip affetmeyeceğini daha dünyada iken bizlere bildirmiştir:
“Ayetlerimize karşı inkâra sapanları şüphesiz ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe azabı tadmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten Allah güçlü ve üstün olandır hüküm ve hikmet sahibidir.” (4/56)
“Şüphesiz küfredip kafir olarak ölenler, bunların hiçbirisinden, yeryüzü dolusu altını olsa -bunu fidye olarak verse de- kesin olarak kabul edilmez. Onlar için acı bir azab vardır ve onların yardımcıları yoktur.” (3/91)
“Ve kafirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.” (3/131)
“Kâfirlerin azapları hiç hafifletilmez.” (Bekara 86)
Allahu Teala başka bir ayette “…Allah vadinden dönmez.” (Zümer 20) buyrulmaktadır. Dolayısıyla kafirlerin rahmetten nasipleri yoktur.
KABRİ NUR OLSUN DENİR Mİ?
Buraya kadar şunu anlıyoruz: Kişi iman etmedikçe yaptığı hiçbir iş ahirette kurtuluşuna vesile olmuyor ve o kişi Allah’ın rahmetinden uzak olduğu halde cehennemde ebedi bir azaba layık oluyor. Dolayısıyla bu kişinin kabrinin nur olması da düşünülemez. Çünkü bir hadis-i şerifte bildirildiği üzere: “kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
Şu halde bir gayri Müslim ne kadar iyi kalpli olursa olsun, ne kadar cömert ve iyilik sever olursa olsun ölümünün ardından “Allah rahmet etsin, kabri nur olsun” gibi ifadelerden kaçınmalıdır. Yaptığı iyilikleri sayılabileceği gibi “Müslüman olsaydı kurtuluşa ererdi” veya “Müslüman olsaydı derecesi büyük olurdu” gibi ifadeler kullanılmalıdır.
Maalesef bazı sunuculardan tutun avam halkımıza kadar bu konuda bilinçsiz olduğumuz gözlerden kaçmıyor. Ölen kişiden bahsederken ağız alışkanlığı ile “Allah rahmet etsin, kabri nur olsun” gibi ifadeler kullanabiliyorlar. İnsanların bu hali şuursuzluktan kaynaklanıyor ancak bu sözler elfaz-ı küfre girebilir. Allah’a küfreden, ondan başka ilaha tapan (belki ineğe, belki sineğe) İsa Aleyhisselam için “Allah’ın oğlu” diyen kişiye “nur” “rahmet” dilemek aklı selim olan Müslümanın yapacağı bir iş değildir.
“İşte bunlar, gerçekten kafir olanlardır. Kafirlere aşağılatıcı bir azab hazırlamışızdır.”(4/151)
“İnkâr edenler, cehenneme bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: “Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” Onlar: “Evet.” dediler. Ancak azab kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu.” (39/71)
“Senin Rabbinin kafirler üzerindeki: “Gerçekten onlar ateşin halkıdır” sözü böylece hak oldu.” (40/6)
ALLAH BİZDEN DAHA MERHAMETLİ
Şunu hiç unutmayalım ki, Allahu Teala bütün insanlığın merhametinin toplamından daha merhametlidir. Kendisine isyan edenleri, kendisine küfredenlere Ancak yukarıda zikredilen ayetlerden de anlaşılacağı üzere kendisine iman edilmemesine, gönderdiği hak dine ve Peygambere tabi olunmamasına rahmeti ile değil gazabı ile muamele edecektir. Bunu Rabbimiz açık bir şekilde beyan etmiştir. Bize düşen felsefe yapmak değil Rabbimizden indirilene iman edip itaat etmektir.
.
Bu konuda felsefe yapanların ifrata veya tefrite düşmeleri kaçınılmaz olmuştur. Kimisi “Allah kulun yapacağı işi istemiş ve yaratmış” diyerek insanların üzerinden kulluk sorumluluğunu almaya çalışır, kimisi de “Allah kulun ne yapacağına karışmaz, kul kendi fiilini seçer ve yapar. Allah, kulun ne yapacağını da bilmez” der. Mesela Abdülaziz Bayındır’ın “Allah geleceği bilmez”demesi işte bu yüzdendir. Böyle inananlara tarihte Kaderiye ve Mutezile denmiştir. Bu konuda aşağıda malumat gelecektir. Kaderi inkâr edenlerden birisi de Mustafa İslamoğlu’dur. “Kaderin tartışmalı fazlalık” olduğunu iddia etmektedir. İşte bütün bunlar orta yolu seçen Ehlisünnetin dışına çıkmanın sonucudur.
MUSTAFA İSLAMOĞLU’NUN KADERİ İNKARINI BURADAN İZLEYEBİLİRSİNİZ
KADER NEDİR?
Kader: Allah’ın olacak her şeyin ne zaman ve ne şekilde olacağını, ilmi ezelisi ile bilmesi, tesbit ve tayin etmesidir.
Kaza: Ezelde takdir edilen şeylerin zamanı gelince, Allah tarafından meydana getirilmesidir.
“Bu önce geçenlerde Allah’ın geçerli kıldığı sünneti (işidir-adeti) dir. Allah’ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir.”(Ahzab 38)
“Çünkü biz herşeyi bir takdir ile yarattık.”(Kamer 49)
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadid 22)
Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’de şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse kadere, hayrı ve şerri ile Allah’tan geldiğine iman etmedikçe, kendisine gelip isabet eden bir şeyin gelip çatmamasının imkânsız olduğunu ve kendisini gelip bulmayan bir şeyin kendisine isabet etmesinin de imkânsız olduğunu kesinlikle bilmedikçe hiç bir kul iman etmiş olamaz.” (Sahihu Sünen’i-Tirmizi)
Ubade İbnu’s-Samit (radıyallahu anh) oğluna ölümü sırasında demiştir ki: “Oğulcuğum, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını, kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe sen, imanın hakikatının tadını asla bulamazsın. Zîra ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın şöyle söylediğini işittim:
“Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve: “Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz!” dedi.
“Oğulcuğum, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’dan şunu da işittim:
“Kim bu inanç dışında olarak ölürse benden değildir.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4700); Tirmizî, Kader 17, (2156).]
Bu, vukua gelen her şeyin Cenab-ı Hakk tarafından önceden bilindiğini ve bu bilginin yazılmış olduğunu ifade eder. Nitekim bir ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası başımıza gelmez. Bizim dostumuz ve gözeticimiz O’dur. Öyleyse mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler” (Tevbe 51)
ALLAHIN EZELİ BİLGİSİ
Allah Teala Hazretleri (Celle Celaluhu) Hazreti Adem’in cennette ağaçtan alıp yiyeceğini ilmiyle bilmiştir. Allah’ın, Hazreti Adem hakkındaki bu ilmi inkar edilip, iptal edilmesi mümkün değildir. Bu husus, şu ayette beyan edilmiştir: “Hani Rabbin, meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde…” (Bakara 30) burada Cenab-ı Hak, Adem’in varlığından önce, onu arz için yaratacağını, onu cennette bırakmayacağını, oradan arza nakledeceğini haber vermektedir. Hazreti Adem’in cennette ağaçtan alıp yemesi, Adem’in içindeki diğer mahlukata bir halife ve vali olmak üzere asıl yaratılış hedefi olan arza gönderilmesine bir sebep kılınmıştır.
“Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.”(Enam 59)
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”(Hadid 22)
Kader konusunu inkar edenler aynı zamanda Allah’u Teala’nın geleceği bilmediğini iddia edenlerdir. Allahu Teala’nın geleceği bilmediğini iddia edenler de aynı zamanda kaderi inkar edenlerdir.
KADER KONUSUNDA SAPIK MEZHEPLER
İslâm mezhepler tarihçilerine göre Kaderiyye akımına Emevi halifelerinden Abdülmelik İbn Mervan döneminde Haccâc tarafından öldürülen Ma’bed ibn Halid el-Cüheni (ö.80/699) öncülük etti. Tabiûn bilginlerinden olan ve Hasan Basrî’nin derslerini izleyen el-Cüheni’nin Kader konusundaki düşüncelerinin yaygınlık kazanmasında ünlü Mutezile bilginlerinden Amr b. Ubeyd’in önemli etkisi oldu. Kaderî düşüncelere yön veren etken, ilmî olmaktan çok siyasî niteliklidir. Emevîlerin yönetimlerini meşrulaştırmak amacıyla Cebr düşüncesinden yararlanmaya, çalışmalarına karşılık, bu yönetime muhalif kişiler onların anladıkları anlamda bir kadere, dolayısıyla onların yönetimine karşı çıkıyorlardı. Nitekim el-Cüheni’nin öldürülmesine kader konusundaki düşünceleri değil, Abdurrahman b. Eş’as’ın Emevîlere karşı başlattığı isyana katılması neden olmuştu. Mevcut yönetime karşı muhalefet, eylemlerini Allah’ın takdiri ile açıklayan Emevilerin uygulamalarından dolayı sorumlu olduklarım savunan tüm ilk kaderilerin ortak özelliğidir.
Kaderiyye inançları el-Cühenî’den sonra, Hişam b. Abdülmelik (H.105-123) tarafından önce dili, sonra baş kestirilerek öldürülen Gaylan b. Müslim el-Kıptî ed-Dımaşkî tarafından daha sistemli bir biçimde savunuldu. Bu nedenle Gaylan, Kaderiyye’nin gerçek kurucusu sayılır. Gaylan’ın öldürülmesinden sonra Kaderiyye bağımsız bir akım olarak varlığını sürdüremedi, ancak kadere ilişkin düşünceleri kısmen değiştirilerek Mutezile tarafından savunuldu. Bu nedenle Kaderiyye kimi zaman Mutezile içinde bir kol gibi görülmüş; kimi zaman da Mutezile, Kaderiyye olarak adlandırılmıştır.
Kaderiyye bağımsız bir okul durumuna gelemediği için bir düşünce sisteminden söz edilemez. Ancak bu akım içinde yer alan kişilerin kader ve buna bağlı olarak insanın özgürlük ve iradesi, Allah’ın iradesinin insanın fiilleri üzerindeki etkisi gibi konularda birleştikleri söylenebilir. Buna göre insan özgür ve irade sahibi bir varlıktır. Bu nedenle eylemlerinden sorumludur. Ne Allah’ın irade etmesi ve yaratması anlamında, ne de bilmesi ve takdir etmesi anlamında bir kader vardır. İnsan eylemini bilgisiyle kendisi seçer, sonra iradesi ile seçtiği eyleme yönelir ve yapabilme gücüyle yaratır. Allah bu eylemi önceden belirlemez., iradesinin bu eylemle bir ilgisi, gücünün de ortaya çıkısında bir etkisi yoktur. Allah insanın eylemlerini ancak ortaya çıktıktan sonra bilebilir.
KADERİ İNKAR EDENLERİN ZEMMİ
Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Her ümmetin Mecusileri vardır. Bu ümmetin Mecusileri “kader yoktur!” diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal’e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4692).] [40]
AÇIKLAMA:
1- Bagavî, Şerhu’s-Sünne’sinde kader meselesini şöyle özetler: “Kadere iman farzdır. Bu, kulların hayır ve şer bütün fiillerini Allah’ın yarattığına, bunları yaratmazdan önce Levh-i Mahfuz’da yazdığına, her şeyin O’nun kazası ve kaderiyle, irade ve meşietiyle olduğuna; ancak iman ve taate razı olduğuna ve bunlara sevap vaadettiğine, küfre ve masiyete razı olmadığına ve bunlar için ikab vaadettiğine inanmaktır. Kader, Allah’ın sırlarından bir sırdır. Buna ne mukarreb bir melek, ne de mürsel bir peygamber muttali olmamıştır. Bu meseleye akıl yoluyla gidip araştırma yapmak caiz değildir. Gerekli olan, bütün mahlukatı Allah’ın yaratıp onları iki gruba ayırdığına inanmaktır; bu gruplardan birini cennet için yaratmıştır ki, bu, fazlındandır, bir grubu da cehennem için yaratmıştır, bu da onun adaletindendir.”
2- Kaderiye fırkası Mecusilere benzetilmiştir. Hattabi’ye göre bunun sebebi, onların iki asıl meselesindeki sözlerinin Mecusilerin sözlerine benzemesidir. Çünkü onlar hayrı nurun fiilinden, şerri de zulmetin (karanlığın) fiilinden bilirler.
Kaderiyeciler de hayrı Allah’a, şerri de O’nun gayrına izafe ederler. Halbuki hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. O’nun meşieti olmadan ne hayır ne de şer meydana gelir. Allah hikmetiyle şerri şer olarak yaratmıştır, tıpkı hayrı da hayır olarak yarattığı gibi, zira her ikisi de halk ve icad cihetiyle Allah’a; fiil ve kesb cihetiyle de failine muzaftır.
www.ihvanlar.net
.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
İman; lisan ile ikrar, kalb ile tasdiktir. Sadece ikrar iman olmaz. Çünkü sadece ikrar iman olsaydı, bütün münafıkların mü’min olmaları gerekirdi. Keza sadece tasdik de iman olmaz. Eğer sadece tasdik îman olsaydı, bütün kitap ehlinin mü’min olması gerekirdi. Halbuki Allah; “Allah şahitlik eder ki, münafıklar yalancıdırlar.”(el-Münafikun,1) ve“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler Peygamberi oğullarını tanır gibi tanırlar.”(el-Bakara,146.) buyurmaktadır.
İman artmaz ve eksilmez. Çünkü, imanın artması ancak küfrün azalmasıyla; eksilmesi de küfrün artmasıyla tasavvur olunabilir. Bir şahsın aynı durumda mü’min ve kâfir olması nasıl mümkün olur? Mü’min gerçekten iman eden, kâfir de gerçekten inkâr eden kimsedir. İmanda şüphe olmaz. Zira Yüce Allah “Onlar gerçekten mü’minlerdir.”(el-Enfal,4.) ve “Onlar gerçekten kâfirlerdir.”(en-Nisa,151.)buyurmaktadır. Hazreti Muhammed’in ümmetinden âsi olan kimselerin hepsi gerçekten mü’min olup, kâfir değillerdir.
Amel imandan ayrı, iman da amelden ayrı şeylerdir. Mü’minin bir çok zaman bazı amellerden muaf tutulması bunun delilidir. Bu muaflık halinde mü’minden imanın gittiği söylenemez. Âdet gören bir kadın, namazdan muaftır. Fakat, ondan imanın kaldırıldığını, yahut imanın terkedilmesinin emredildiğini söylemek caiz değildir. Şâri’ o kimseye “Orucu terket, sonra da kaza et,” demiştir. Fakat “İmam bırak, sonra kaza et,” denilmesi caiz değildir. Fakirin zekât vermesi gerekmez, demek caizdir. Fakat fakirin iman etmesi gerekmez demek caiz değildir.
Hayrın ve şerrin takdiri Allah’tandır. Eğer bir kimse hayır ve şerrin takdirinin Allah’tan başkasından olduğunu söylerse, o kimse Allah’ı inkâr ve tevhid inancını iptal etmiş olur.
Ameller; fariza, fazilet ve masiyet olmak üzere üç kısma ayrılır. Farizalar, Allah’ın emri, dilemesi, muhabbeti, rızası, kazası, kudreti, ilmi, muvaffak kılması, yaratması ve Levh-i Mahfûz’da yazması iledir. Fazilet (farz olmayan ameller) Allah’ın emri neticesi olan amel değildir. Eğer öyle olsaydı, fariza olurdu. Fakat fazilet olan ameller Allah’ın dilemesi, muhabbeti, rızası, kaderi, kazası, hükmü, ilmi,muvaffak kılması, yaratması ve Levh-i Mahfûz’da yazması neticesidir. Ma’siyet olan amel Allah’ın emri neticesi değildir, fakat Allah’ın muhabbeti, rızası ve muvaffak kılması olmaksızın; dilemesi, kazası, takdiri, hızlanı (yardıma ihtiyaç duyulduğu anda yardımı kesmek), ilmi ve Levh-i Mahfûz’da yazması iledir.
Allah’ın ihtiyacı olmaksızın Arş üzerine istiva ve istikrarı vardır. Muhtaç olmaksızın arşı ve başkalarını muhafaza eder. Eğer Allah’ın ihtiyacı olsaydı, mahlûklar gibi âlemi icad ve tedbîre kadir olamazdı. Oturmak ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş’ın yaratılmasından önce Allah’ın nerede olduğu sorusu ortaya çıkardı. Yüce Allah bundan münezzehtir.
Kur’ân, Allah-u Taâla’nın mahluk olmayan kelâmı, vahyi, tenzili, ilâhî zâtının aynı olmayan, zatından da ayrı düşünülemeyen kelâm sıfatıdır. O, mushaflarda yazılı dille okunur, kalplerde yer tutmaksızın muhafaza edilir. Mürekkep, kâğıt ve yazıların hepsi mahlûktur. Zira bunlar kulların fiilleri sonucudur. Fakat Allah’ın kelâmı mahlûk değildir. Yazılar, harfler, kelimeler, işaretler kulların anlama ihtiyacından dolayı mânâya delalet eden şeylerdir. Allah’ın kelâmı zâtıyla kaim olup, mânâsı bu delalet edici şeylerle anlaşılır. Allah’ın kelâmının mahlûk olduğunu söyleyen kimse kâfir olur. Allah-u’ Taâla daima kendisine ibâdet edilendir. Kelâmı ise kendisinden ayrılmaksızın okunan, yazılan ve hıfzolunandır.
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den sonra bu ümmetin en faziletlisi Ebû Bekr es-Sıddîk, sonra Ömer, sonra Osman, sonra da Ali’dir (Allah hepsinden razı olsun). “İlk önce iman edenler, herkesi geçenlerdir. Allah’a yakın olanlar onlardır. Onlar Naîm cennetlerindedir.”(el-Vakıa,10.) âyeti bu hususu ifade eder. Önceliği olan herkes daha faziletlidir. Onları her mü’min ve muttaki sever, buğzedenler münafık ve kötü kimselerdir. Kullar amelleri, ikrarları ve marifetleri ile mahlûkturlar. Fail mahlûk olunca onun fiillerinin evleviyetle mahlûk olması gerekir.
Allah-u Taâla mahlûkatı âciz ve zayıf oldukları halde güçleri olmaksızın yaratmıştır. Onların yaratıcı ve rızıklandırıcısı “Sizi yaratan, sonra besleyen, sonra sizi öldüren, sonra dirilten Allah’tır.”(er-Rum,40.) âyetine göre Allah-u Taâla’dır. Helâl kazanç ve helâlinden mal biriktirmek helâldir. Haramdan mal biriktirmek ise haramdır. İnsanlar üç kısma ayrılır: İmanında samimi olan mü’min, küfründe direnen inkarcı kâfir ve nifakında sebat eden iki yüzlü münafık. Allah-u Taâla mü’mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlası farz kılmıştır. “Ey insanlar; Rabbinizden korkun”(el-Hac,1.) âyetinde “Ey mü’minler, Allah’a itaat edin”, “Ey kâfirler; Allah’a iman edin”, “Ey münafıklar; ihlaslı ve samimi olun,” mânâsı vardır.
İstitaat (kulun fiili için gerekli güç) fiilden önce de sonra da değil, ancak fiille beraberdir. Eğer istitaat fiilden önce olsaydı, kul ihtiyacı anında Allah’tan müstağni olurdu. Bu ise “Müstağni olan Allah’tır. Sizler ise muhtaçsınız.” (Muhammed,38.) âyetine muhalif olurdu. İstitaatin fiilden sonra olması, fiilin takat ve istitaatsız meydana gelmesini gerektireceği için muhaldir.
Mestler üzerine meshetmek vârid olan hadîse göre caiz olup; mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Hadîs, mütevatire yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur. Seferde namazları kısaltmak ve oruç tutmamak ruhsattır. “Sefere çıktığınız zaman namazı kısaltmanızda beis yoktur.”(en-Nisa,101.) ve “İçinizden kim hasta olur veya seferde bulunursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar.”(el-Bakara,184) âyetleri bu hususu ifade etmektedir.
Allahu Taâla “Kalem”e yazmasını emretmiş, Kalem de “Ne yazayım ya Rabbi” demiştir. Allah-u Taâla da ona “Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz,” buyurmuştur. (Ebû Davud, es-Sünne, 16; et-Tirmizî, el-Kader, 17; İbnu Hanbel. el-Müsned, V/217, 218, 219.)”Onların işledikleri her şey defterlerde kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey yazılıdır.”(el-Kamer,52,53.) âyeti bunu belirtmektedir.
Şüphesiz kabir azabı vardır. Münker ve Nekir suali haktır. Bu konuda hadîsler varid olmuştur. Cennet ve Cehennem haktır. Ve ehli için yaratılmıştır. Allah mü’minler için Cenneti “Müttakiler için hazırlanmıştır.”(A’li-İmran116.) kâfirler için de Cehennemi “Kâfirler için hazırlanmıştır.”(el-Bakara,24.) âyetlerinde yarattığını belirtmiştir. Allah Cennet ve Cehennem’i sevap ve ceza için yaratmıştır. Mizan haktır. “Kıyamet günü adalet terazilerini kuracağız. Hiç bir kimse, hiç bir şeyde haksızlığa uğramayacaktır.”(el-Enbiya,47) âyeti bunu ifade eder. İnsanın kitabını (amel defterini) okuması haktır. “Kitabını oku! Bu gün senin nefsin kendi hesabını görmek için kâfidir.”(İsra,14) âyeti bunun delilidir.
Allah bu nefisleri ölümden sonra da ellibin sene miktarınca tutan günde; ceza, sevap ve hakların edası için diriltir. “Şüphesiz, Allah kabirlerde bulunanları diriltecektir.” (et-Tirmizi, el-Kader, 17.)âyeti bu hususu’ belirtir. Cennet ehlinin Allah-u Taâla’ya keyfiyet, teşbih ve cihet olmadan mülaki olmaları haktır. Peygamberimiz’in (Allah salât ve selâm eylesin) şefaati büyük günah işlese de Cennet ehli olan her mü’min için haktır. Hz. Aişe, Hz. Hatice’den sonra kadınların en faziletlisi, mü’minlerin annesi, zinadan uzak, râfizîlerin iftira ve iddialarından beridir. Kim ona zina isnadında bulunursa, kendisi zina mahsûlüdür.
Cennet ehli Cennet’te, Cehennem ehli de Cehennem’de ebedî kalacaklardır. Allah-u Taâla mü’minler için “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedî kalacaklardır.” (İbn Hanbel, el-Müsned, V, 217,218,219.)kâfirler için de “Onlar Cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır.” (Ali-İmran,116) buyurmaktadır.
.
Hıristiyan misyonerlerin yapamadığı işi üstlenip İslam dinini tahrip davası güdenlerin temel prensibi haline gelen “hadis inkarında” aşırıya gidip işi Peygamberimize dayandıranlar artık “Peygamber şeriat koyamaz, Peygamber hüküm koyamaz, Peygamber helal haram koyamaz, Peygamber Kur’an-ı kerimi yorumlayamaz” demeye başladılar.
Onlara göre bunların hiçbirisini peygamber yapamaz ama kendileri pek ala yapabilir… Kuran’ı istedikleri gibi yorumlar, istedikleri manayı çıkarır, istedikleri ayeti görüp diğerini görmezden gelirler. Ayetleri istedikleri gibi yorumlarlar. Ayetlerin zahiri manasından fıkıh çıkarır fetva bile verirler…
Bu Müslüman görünümlü kâfirler elbette Peygamberimizin hadislerini inkar edip, O’nu dinde etkisiz kılmaya çalışırlar. Yoksa kendilerine böyle geniş bir alan bulabilirler mi? Hayır…
Şimdi bu konuda şuurlanmamız için Kur’an-ı Kerimden deliller ortaya koyacağız. Bu delilleri inci tanesi gibi dizeceğiz. “Hadis kabul etmem, sadece Kur’an” diyenlere “İşte al sana Kur’an” diyeceğiz…
PEYGAMBERİN ŞAH DAMARINI KESERİZ
Yukarıdaki iddiayı gündeme getirenler şu ayeti kerimeyi de kendilerine delil olarak alırlar:
HAKKASURESİ:
42. Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!
43. O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
44,45. Eğer (Peygamber) bize isnat ederek bazı sözler uydurmuş olsaydı mutlaka onu kudretimizle yakalardık.
46. Sonra da onun şah damarını mutlaka keserdik.
47. Hiçbiriniz de bu cezayı engelleyip ondan savamazdı.
Ayet-i kerimeye zahiri olarak bakan kişinin bile böyle bir mana çıkarması imkânsızdır. Ayette Peygamberimizin Allahu Teala’ya isnat ederek hiçbir şey söylemeyeceği, söyleyemeyeceği belirtiliyor. Yani bu ayet aslında Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)i bütünüyle tasdik ediyor ve O’nun İslam, din, şeriat adına sarfettiği her sözün Allah’u Teala’nın teminatı altında olduğunu beyan ediyor. Çünkü ayette geçen tehdit Peygamberimiz hakkında gerçekleşmemiştir.
Sahabeler ve ümmet, Kur’an-ı Kerimi Peygamber Efendimizin iki dudağı arasından almışlardır. Peygamberimiz bunları ayet olarak yazılmasını tayin ettiği vahiy kâtiplerine emretmiştir. Ve Peygamberimiz kendi sözlerinin bu ayetlere karışmaması için ilk önceleri hadislerin yazılmasını bile yasaklamış, daha sonra serbest bırakmıştır.
Bunun dışında Allahu Teala’nın kendisine bildirdiği ancak ayet olarak okunamayan şeyleri de “Rabbim bana bildirdi” “Allah (Celle Celaluhu) bana bildirdi” gibi ifadelerle aktarmıştır. Bunlara da hadis-i kudsi diyoruz. Bütün bunlar Peygamberimizin mubarek ağzından çıktığı halde hiçbiri birbirine karışmamış ve kategorize edilmiştir. Dolayısıyla bu iddianın içi boştur. İnkarcıların iddiasının tersine ayetler Peygamberimizi tasdik etmektedir.
Alttaki delillerden de anlayacağınız üzere Peygamber Efendimiz helal haram koyma yetkisine sahiptir. Eğer bir kişi “Allah adına helal haram koyamaz” derse yukarıdaki ayetleri delil olarak gösterebiliriz. Allahu Teala, Peygamberinin bile kendi adına bir şey uydurması halinde şah damarını keseceğini beyan ediyor. Böyle bir şey vukua gelmediğinden dolayı Peygamberimizin koyduğu hükümlerin de aslında Allahu Teala tarafından koyulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bir ayeti kerimede:
“O nefsani bir arzudan dolayı konuşmaz, O ancak vahyedilmekte olan bir vahiydir.”(Necm 3,4)
Peygamberimizin günlük olağan hayatın dışında olan ve Dini yaşamı ilgilendiren her konuşması Allahu Teala’nın O’na bir vahyidir ve ondan hüküm çıkartılır. Mesela altını erkeklere haram kılması gibi. Bunun lafzı Peygamberimizdendir ancak aslında O kendisine vahyolunan hükmü koymakta, (haşa) nefsani hareket etmemektedir.
Bu hususu açıklığa kavuşturduktan sonra şimdi delillere geçelim:
O Kur’an-ı kerimi tebliğ, tebyin ve tefsir etme, Allah’ın izniyle helal ve haram koyma yetkilerine sahiptir. Bu konuyu ayetler ile ele alalım.
TEBYİN VE TEFSİR (AÇIKLAMA) YETKİSİ
1- “(Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye.”(16/44)
Ayeti kerimede bildirildiği üzere Hazreti Peygamber, Allahu Teala’nın bildirdiği ayetleri açıklamakla görevlidir. Bu konuyu destekleyen bir başka ayet ise şöyledir:
“Ey kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada “Bize ne müjdeleyici bir peygamber geldi, ne de bir uyarıcı” demeyesiniz diye, işte size (hakikatı) açıklayan elçimiz (Muhammed) geldi. (Evet,) size bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Maide 19.)
HÜKÜM VERME YETKİSİ
2- “Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne davet edildiklerinde, mü’minlerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur 51)
Ayeti Kerimenin iniş sebebi çok manidardır. Münafık Bişr ile bir yahudi hakkında nazil olmuştur. İkisi arasında bir arazi üzerinde ihtilâf çıkmıştı. Yahudi, Bişr’i, aralarında hüküm vermesi için Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’a çekerken münafık, Yahudiyi Ka’b ibnu’l-Eşref e gitmeleri için çekiyor, bir yandan da: “Muhammed bize haksızlık eder, zulmeder.” diyordu. Sonunda Yahudinin ısrarı ile Peygamberimiz’e gelip davalarını anlattılar; Allah’ın Rasûlü de Yahudi lehine hükmetti.
Ancak münafık, Hazreti Peygamber (Aleyhisselam)’ın hükmüne razı olmayıp: “Gel bir de Ömer’e davamızı anlatalım, ondan hüküm vermesini isteyelim.” dedi. Yahudi buna da razı oldu ve gidip davalarını Hazreti Ömer (Radıyallahu anh)’a anlattılar. Yahudi bu arada Hz. Ömer’e: “Hazreti Peygamber, benim lehime hükmetti de bu adam O’nun hükmüne razı olmadı.” dedi. Hazreti Ömer, o münafığa: “Öyle mi oldu?” diye sordu, onun: “Evet.” cevabı üzerine: “Beni burada biraz bekleyin, hemen geliyorum.” deyip evine girdi, kılıcını kuşanmış olarak çıktı ve münafığın oracıkta boynunu vurup öldürdü ve: “Rasûlullah’ın hükmüne razı olmayan hakkında benim hükmüm budur.” dedi de bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerimeleri indirdi.
Hazreti Ömer’in bu davranışı üzerine Cibril: “Ömer, Hak ile bâtılın arasını ayırdı.” demiş, bunun üzerine Hazreti Ömer’e: “el-Fârûk” lâkabı verilmiştir.
Ayeti Kerimenin ifadesi ile de anlaşılıyor ki Peygamberimiz hazreti Muhammed Mustafa (Sallallah Aleyhi ve Sellem) kesin bir hüküm verme yetkisine sahiptir. Mü’minlere düşen ise bu hükme razı olmaları ve gönülden kabul etmeleridir.
ALLAH VE RESULÜ HÜKMEDİNCE SEÇME HAKKIN YOKTUR!
3- “Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab 36)
Bir önceki ayeti teyit eden bu ayet de Resulüllah’ın bir konu hakkında verdiği hükmü Allah’ın (Celle Celaluhu) hükmü ile eşit saymış, bir fark olmadığını vurgulamış, bu hüküm karşısında seçme veya çıkar bir yol aramanın batıl olduğunun altı çizilmiş ve bu hükmü kabul etmeyenlerin (Resulüllah hüküm koyamaz diyenler de dahil) aşikar bir şekilde sapıtacağını beyan etmiştir.
HARAM KOYMA YETKİSİ
4- “Resul size neyi verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının, Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı çetindir.” (Haşr 7)
Ayeti kerime çok sarih bir ifadeyle Resulüllah Efendimizin haram koyma, sakındırma, nehyetme yetkisini ifade etmektedir. Ayet-i kerimede dikkati çeken husus Resulüllah’ın nehyettiği şeyden sakınılması ve bu emre itaat hususnda Allah’tan korkulması gerektiğidir. Allahu Teala, Peygamberinin emirlerini kendi ilahi garantisi altına almış ve mü’minlerin kesin itaatini emretmiştir. Peygamber’in hükmünden yüz çevirenler ise ayeti kerimeye göre ancak Allah’u Teala’dan korkmayanlardır.
RESULE İTAAT ALLAH’A İTAATTİR!
5- “Kim Resul’e itaat ederse gerçekte Allah’a itaat etmiş olur…” (Nisa 80)
Yukarıda geçen ayet-i kerimelerde hüküm verme, helal ve haram koyma yetkisi beyan edilen Resulüllah Efendimizi, Allahu Teala bu ayeti kerime ile itaat makamında kendisi lie eş değer tutulmakta, Resulüne itaatin aslında Allah’a itaat olduğu dolayısıyla Resulüne ve verdiği hükme karşı gelmenin Allah’a karşı gelmek olduğu ifade ediliyor.
ALLAH’A VE RESULÜNE İTAAT EDİN
Aşağıda sıralayacağımız ayetler de Allah ve Resulüne itaati hiç ayırmamıştır…
6- “Allah’a ve Resulüne itaat edin ki merhamet olunasınız” (Al-i İmran 132)
7- “İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır. Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve onun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı cehennem ateşine sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (nisa 13-14)
8- “Öyleyse Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve Allah’a karşı gelmekten sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilmiş olun ki elçimize düşen sadece apaçık tebliğdir.”(Maide 92)
9- “Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal 46)
10- “Ey iman edenler! Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve işitir olduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin.” (Enfal 20)
SONUÇ
Dikkat ettiyseniz konunun tamamını ayeti kerimelerden deliller ışında izah ettik. Zındıklar eğer diyorlarsa ki: “Kur’andan başkasını kabul etmeyiz” biz de diyoruz ki“Alın size Kur’an ve alın size ayetler” eğer bunları da kabul etmiyorsanız tabi ki diyecek bir sözümüz yok. Sorgusuz sualsiz bir ahiret sizi bekliyor demektir… Ama sonu cehennem olan bir ahiret… Çünkü bir ayeti bile kabul etmeyen kişi Müslüman olamaz, Müslüman olmayanın yurdu ise cehennemdir.
Görüldüğü üzere Allahu Teala, Resulüne hüküm verme, helal ve haram koyma yetkisi vermiş, Resulüne itaati kendine itaat ile bir tutmuş, Resulüne isyan ile kendine isyanı ayırmamış ve birlikte zikretmiştir. Bu ayetlerden Resulüllah’ın hüküm, emir ve yasaklarına itaatin ne kadar mühim bir mesele olduğu anlaşılmaktadır.
Bütün bu ayetlerden anlaşılacağı üzere Resulüllah Efendimiz Kur’an-ı sadece tebliğ etmekle değil açıklamakla, beyan etmekle de vazifelidir. Şeriat koymaya, helal ve haram belirlemeye yetkisi vardır. Mü’minlerin bu hükümlere itaatten başka seçecekleri yol yoktur.
Müslüman görünümlü, prof, doç etiketli veya hoca kılıklı herifler maalesef (haşa) “peygamber şeriat koyamaz, hadisler geçersizdir, hepsini çöpe atın” gibi küfür dolu sözler sarfedebiliyorlar. Gerçeği arayan ancak bilgisi olmayan insanları da kandırabiliyorlar. Amaçları Resulüllah’ı dinde etkisiz kılarak kendileri için oluşturdukları geniş alanda İSTEDİKLERİ İSLAMI insanlara dayatmak…
Bir de bunca delile rağmen inadi bir inkar sergileyip cehaletinde ısrar edenler var… Onlara da yapılabilecek pek fazla bir şey yok…
Allahu Teala cümlemizi ehli sünnetin pak ve temiz yolundan ayırmasın, sapmaktan sapıtmaktan muhafaza eylesin…
.
Ehli sünnet şöyle dedi:
”Maktul eceliyle ölmüştür. Onun başka bir eceli yoktur. Katl, katilin bir fiili olup onunla kaİmdir. Ölüm ise katilin fiili sonunda Allah Teala’nın yaratması suretiyle ölmüş kimse ile bulunan bir şeydir.
Mutezile ise şöyle dedi:
”Maktul, eceli kesilmiş kişidir. Şayet öldürülmemiş olsaydı ömrünün sonuna kadar yaşayacaktı.
İsabetli olan bizim söylediğimizdir. Çünkü Yüce Allah, kulları hakkındaki ilmine ve iradesine uygun olarak onların ecellerine hükmetmiştir. Şüphe yok ki Allah Teala’nın, ilminde ve iradesinde takdim ve tehir yoktur. Onun kaza ve hükmünü geri çevirmek mümkün değildir.
Soru: Resulullah Efendimiz, ”Hısım ve akrabayı ziyaret ömrü uzatır” buyurumuştur. Eğer insanın tek eceli olsaydı onun uzaması düşünülemezdi?
Cevap: Bu hadisi şerifte yer alan ”ziyade”nin izahı şöyledir: Hısım ve akrabayı ziyaret etmeseydi o kimsenin ömrünün mesela elli yıl olacağı Allah’ın ilminde mevcuddu. Bunun yanında Cenab-ı Hak, onun hısım ve akrabayı ziyaret edeceğini ve bu sebeple ömrünün yetmiş yıl olacağını da biliyordu.
Bundan bilgisi olmayan insandır. Yani insan ömrünün uzayıp uzamayacağını bilemediği için akrabayı ziyaret veya sadaka vererek ömrünün Allah tarafından uzatılmasını isteyebilir. Ancak bunun olacağını veya olmayacağını Mevla zaten biliyordu. Zamanı gelince kul, bu fiili işlemiş oldu.
Burada bilmemiz gereken bir husus da, kulların, kendi geleceğini bilemediğidir. Biz hayır ile yaşamaya çalışmalıyız. Mevla’nın bizim geleceğimizi bilmesi, bizim ilgi alanımz dışındadır. Çünkü yaratan O’dur, yöneten O’dur. Biz yaratılan ve yönetileniz…
Mahlûkata güç yetiremeyecekleri teklifi yapmak Allah için caizdir.
Mutezile, bu cevazda da aykırı bir yol tutarak böyle bir teklifin Allah için caiz olmadığını iddia ederler.
Hâlbuki böyle bir teklif caiz olmasaydı ”Böyle bir teklifi bizlere yükleme!’ diye yalvarmaları manasız olurdu. İnsanların böyle yalvardıkları ve böyle yalvarmaları gerektiğini Kuran bize haber veriyor:
”Ey Rabbimiz! Bize güç yetiremeyeceğimiz şeyi yükleme.”(Bakara 286)
BU DELİLE AKIL DAYANMAZ
Allah Teala, Peygamberimize, Ebu Cehil’in kendisine inanmayacağını bildirmiştir. Ancak bu haberi tebliğden sonra peygamberine:”Ebu Cehile söyle! Getirdiğin bütün hükümlerde seni tasdik etsin.” emrini vermiştir.
Halbuki bu hükümlerden biri Ebu Cehil’in iman etmeyeceği haberiydi. Binaenaleyh (teklifi mala yu’tak) Allah hakkında caiz olmasaydı nasıl olurda Ebu Cehil, kabul etmeyeceği hususu tasdik etmeye davet edilirdi.
Buna rağmen böyle bir teklif Allah tarafından yapılmıştır. O halde bu mümkündür.
Allah Teala’nın geçmiş bir sevap ve suçu olmaksızın, dilediği kuluna azap etmesi veya nimet bahşetmesi mümkündür. Yani Allah, bunları zahiri sebep olmaksızın da yapabilir.
Mutezile, bu hükümde de Ehli Sünnet vel-cemaate muhalefet etmiştir. Onlara göre azap ve nimet ancak sabık yani geçmiş bir suç veya sevaptan ileri gelebilir. Onlar, böyle bir sebep olmaksızın ceza ve mükâfatın Allah hakkında mümkün olmadığını ileri sürerler.
Evet, Allah, sebepsiz olarak da azap edebilir veya nimet verebilir; çünkü o, mülkünde tasarruf eder. Bu, mülkünün dışına çıkmış bir tasarruf olarak düşünülemez.
Zulüm ise; sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde tasarruf etmektir (yani istediğini yapmaktır)
Böyle bir şeyi Allah hakkında düşünmek imkânsızdır. Çünkü Allah’a nisbetle hiçbir kimsenin mülkü yoktur ki, Allah’ın oradaki tasarrufu zulüm olsun.
Mesela, hayvanları kesmek, onlar için suçsuz bir elemdir. İnsanlar tarafından hayvanlara yapılan çeşitli azaplar da geçmiş suçlardan neş’et etmiş değildir.
Burada anlaşılması gereken husus; Allah-u Teala, tüm kainatın ve insanların rabbi, yaratıcısı, sahibidir. Nasıl ki bir insan maliki olduğu evin duvarını dilediği şekilde yıkabiliyor ve kimsenin karışma hakkı bulunmuyorsa, Rabbimizde sahibi olduğu kâinat ve insan üzerinde istediğini takdir eder. Bunun tersini iddia bir fayda getirmez. Ancak böyle inanmak inancın temizi ve Ehlisünnet olmanın gereğidir.
Diğer yandan Allah-u Teala adaletli olacağını haber vermiştir. Kimseye zulüm etmeyeceğini ayetlerinde beyan etmiştir.
Bununla beraber kimse Allah (Celle Celaluhu) hakkında ”böyle yapmak zorundadır, böyle yapmak mecburiyetindedir” diyemez. Bu inanç, Allah’ın yüceliğini bilmemekten ve sefihlikten ileri gelmektedir. Kimse yaratan ve yoktan var eden Allah-u Teâlâ hakkında böyle konuşamaz.
.
Ehli sünnet (Allah zaferlerini daim kılsın) şöyle dedi: “Allah Teala’nın hidayete erdirmesi demek kulun nefsinde hidayetlenmeyi (ihtidayı, doğru yola girmeyi) yaratması demektir. Saptırmak (ıdlal) da onda sapıklığı (delaleti) meydana getirmesi manasına gelir.”
Mutezile’de şöyle dedi: “Yüce Allah’ın hidayeti doğru yolu göstermesi demektir. Saptırması ise kula “sapık” demesi (sapık tesmiye etmesi) veya kul kendi nefsinde sapıklığı yarattığı zaman onun sapıklığına hükmetmesi” demektir.
Bu mevzuda da Ehlisünnetin görüşü isabetlidir. Çünkü Cenab-ı Hak Peygamber Aleyhisselam’a hitaben şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki sen her sevdiğin (istediğin) kimseyi hidayete erdiremezsin.”(Kasas 56)
Eğer hidayet doğru yolu göstermek manasına olsaydı onun Peygamber efendimizden nefyedilmesi doğru olmazdı, zira o, sevdiğine de sevmediğine de doğru yolu göstermiş, hidayeti açıklamıştır.
Yine Cenab-ı Hak: “Dilediğini saptırır, dilediğine de hidayet verir.”(Fatır buyurmaktadır. Eğer hidayetin manası doğru yolu açıklamaktan ibaret olsaydı ayette zikredilen şıklar (dilediğine sapıklık, dilediğine hidayet) tahakkuk edemezdi. Çünkü Yüce Allah’ın doğru yolu açıklaması herkes için variddir. Saptırmak terimine gelince, o da (Mutezilenin iddia ettiği gibi) kula “sapık” demekten ibaret olsaydı (ayette zikredildiği üzere) ilahi irade ile değil, kulun iradesiyle kayıtlanmış olurdu, çünkü bu anlayışa göre sapıklık kulun kasıt ve iradesine bağlı olmaktır.
Şefaat meselesi inkar edilen hususlardandır. Şefaatin olmadığını Kur’an-ı Kerimden delil olarak getirdikleri ayetlere dayandırarak iddia ederler. Şimdi o ayetlerin aslına kendilerini nasıl haksız çıkarttığını göreceğiz.
ŞEFAAT NEDİR?
Öncelikle şefaatin ne olduğunu anlayalım. Şefaat, sözlükte: tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek, bir başkası adına ricada bulunmak, bir suçlunun af edilmesi için aracı olmak, birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, birinin aracılığını istemek, maddi ve manevi bir imkanı elde etmek için yetkilisi nezdinde aracılık yapmak” gibi manalara gelir.
Dini bir terim olarak ise: “ahirette peygamberlerin ve kendilerine şefaat yetkisi verilen kimselerin, bir müminin günahlarının affedilmesi veya daha yüksek derecelere ulaşması için Allah’a yalvarmaları, dua etmeleri, aracı olmaları” demektir.
İNKARA DELİL OLARAK ALINAN AYETLER
Bakara Suresinde buyruluyor ki:
1- “kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım da görülmeyeceği bir günden kendinizi koruyun.” (Bakara 48)
2- “Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin kimseye yarar sağlamayacağı ve onların hiçbir yardım göremeyeceği o günden korkun.” (Bakara 123)
İZAH:
Bir ayetin öncesini ve sonrasını okumadan, Kur’an-ı kerimi bir bütün olarak değerlendirmeden inkara kalkışırsanız Ehli Sünnete toslarsınız…
Bu ayeti Kerime’nin öncesi ve sonrası Yahudiler’den bahsetmektedir. Allah’u Teala bir önceki ayette: “Ey İsrailoğulları! Benim size verdiğim nimetleri ve sizi (Musa (A.s) zamanındaki hak dine uyan dedelerinizi) alemlere (o zaman ki milletlere) çok üstün kıldığımı hatırlayın.” Buyurduktan sonra bu ayeti kerimeyi buyurarak “Yahudileri imana davet etmiş”tir.
Nesefi, Ruhu’l Beyan tefsirlerinde zikredildiğine göre Yahudiler: “Biz İbrahim ve İshak (Aleyhisselam) ın torunlarıyız. Bu sebeple Allah’u Teala, onların bizim hakkımızdaki şefaatlerini kabul eder.” Dediklerinde onların bu iddialarına karşı bu ayeti celile geldi ve hak din İslam’a girmedikleri takdirde haklarındaki hiçbir şefaatin kabul olmayacağını bildirmiştir.
İyi bakıldığında görülecektir ki, Allah’u Teala İsrailoğulları kıssasına nimeti hatırlatan ve imana davet eden iki ayet ile başlamış ve aynı manada iki ayet ile bitirmiştir. Başında bulunan ayet 48., sonunda bulunan ise 123. Ayettir.
Ayet-i Kerime’de geçen “Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği” ifadesinin manası ise üzerinde kul hakkı bulunmayan bir kişinin, diğer bir kişiye vacip olan haklardan hiçbirini ödemeyeceğidir.
KAFİRLERE ŞEFAAT YOKTUR!
Kafirlere kesinlikle şefaat yoktur. Şefaatin ilk ve en önemli şartı imandır. Şuara Suresinde puta tapan kafirlerin ahiretteki çaresizlikleri anlatılırken şöyle dediklerini Mevla Teala haber veriyor: “Artık bizim için hiçbir yardımcı ve yakın bir dost yoktur”(Şuara 100-101)
Müdessir suresinde de bu durum şöyle bildiriliyor:
“Sizi sekar’a sokan şey nedir? Dediler ki, Biz namaz kılanlardan değildik! Yoksulu da yedirmezdik. (Allah’ın ayetlerini inkara) girişenlerle birlikte biz de dalmaktaydık. Ceza günün de yalan saymaktaydık. Ta ki o kesin gerçek bize geldi! Artık şefaatçilerin şefaati fayda vermeyecektir.”(Müdessir 42-48)
Bu Ayeti Kerimelerden de anlaşıldığı üzere ahireti inkar eden kafirlere şefaat fayda vermeyecektir. Ayrıca ayette: “şefaatçilerin şefaati” ifadesi şefaatçilerin olduğuna ancak etseler bile fayda vermeyeceğine işaret eder.
ALLAH’IN İZNİ!
Yine Bakara suresinde “Ey iman edenler” diye başlayan 254. Ayeti kerimesinde “ne bir dostluk ne de bir şefaat vardır” buyurmaktadır. Ancak bu ayete de, “şefaat yok” diye mana veremezsiniz, “Allah’ın izni olmaksızın” şefaat yoktur manası verebilirsiniz. Aksi takdirde diğer ayet-i Kerimeler ile çelişirsiniz. Kur’an’da ise çelişki yoktur.
Bakınız hemen peşinden gelen Ayete’l Kürsi’de Mevla Teala:
“O’nun izni olmadan şefaat edecek olan kimdir?” buyurmaktadır.
Günde 5 vakit namazın ardından okuduğumuz bu ayeti kerime, ahirette şefaatin var olduğuna delildir. Çünkü bir şeyin izne bağlanmış olması, izin verilmesi halinde o şeyin mümkün olduğunu gösterir.
Yine aynı manayı teyit eden başka bir ayeti kerime de:
“O’nun izni olmadıktan sonra hiçbir şefaatçi şefaat edemez.” (Yunus 3)
Başka bir ayette:
“Rahman’ın huzurunda söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemeyecektir.”(Meryem 87)
Başka bir ayette:
“O gün, Rahman’ın şefaat izni verip sözünden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Taha 109)
Başka bir ayette ise şefaat edenlerin hali açıklanmıştır:
“Onlar Allah’ın razı olduklarından başkasına şefaat etmezler.” (Enbiya 28)
Gördüğünüz gibi ayetler açık ve nettir. Kur’an-ı Kerimi bir bütün olarak ele aldığımızda inkarcılara tutunacak dal kalmamaktadır.
ŞEFAATİ EMREDEN AYETLER
İnkârcıların iddialarını çürüttükten sonra peygamberimize aracı olmasını emreden ayetleri zikredelim:
“O halde onları affet, onlar için istiğfarda bulun.” (Al-i İmran 159)
“Onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur 62)
“(Sana gelen kadınların biatlarını kabul et ve) onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine 12)
“Hem kendin hem mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dile.”(Muhammed 19)
Şimdi düşünelim! Eğer bir şefaatçi veya aracı olmayacak olsaydı, kimsenin günahı kimsenin hatırına affedilmeyecek olsaydı Allah’u Teala “onlar için istiğfarda bulun, bağışlanma dile” buyurur muydu?
Elbette hayır!
Bakınız, yukarıda dediğimiz gibi şefaat iman edenler için geçerlidir. Başka bir ayeti kerimede Mevla Teala, münafıklardan bahsederken:
“Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir, fark etmez; Allah o münafıkları asla bağışlamaz ve Allah fasıkları hidayete erdirmez.” (Münafikun 6)
Yine başka bir örnek verecek olursak, Melekler bakın nasıl istiğfar ediyorlar:
“Arşı taşıyan ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rab’lerini hamdederek tesbih ederler, O’na inanırlar ve inanlar için bağışlanma dilerler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. O halde tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azabından koru.” (Mümin 7)
Gördüğünüz gibi melekler bile Allah’ın yoluna uyanlar için istiğfar ederek şefaat etmektler.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki şefaat, müslümanlar için geçerlidir ve haktır.
Allah’u Teala “O’nun izni olmadan şefaat edecek kimdir” buyurmuştur. Peki, Allah’u Teala şefaat izin vermiş midir? Vermiş ise kimlere izin vermiştir?
MAKAM-I MAHMUD
Her ezandan sonra yaptığımız duada “Vaad ettiğin Makam-ı Mahmud’a ulaştır”diyoruz. Peki, Makam-ı Mahmud’un ne olduğunu biliyor muyuz?
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’ın bildirdiğine göre Peygamberimize: “Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a (övgüye değer bir makama) yükselteceği ümit edilir.” (İsra 79) ayetinde zikredilen makam-ı mahmuddan sual edildi. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bu şefaattir” diye cevap verdi. (Tirmizi, Tefsir 17 (nr.3136); Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr 300)
“Ey falan! Bize şefaat et, ey falan bize şefaat et diyecekler. Sonunda şefaat etme işi bana kalacak. İşte makam-ı Mahmud budur.” (Buhari, Tefsir 11; zekat 52)
Görüldüğü gibi Peygamberimizin şefaat edeceği hususi bir makamı vardır. Ve biz her ezanın arkasında, Allah’u Teala’ya, Resulüllah efendimizi bu makama ulaştırması için dua ediyoruz. Efendimiz ezanı tkrar edip, ezan duasını okuyanlara da şefaat edeceğini bildirmiştir. (Buhari ezan, 8, 17; Ebu Davud, Salat, 37; Tirmizi, Mevakit, 43, Salat, 42; İbni Mace Ezan nr. 714)
Hazreti Peygamber’in şefâatıyla hesaba ve sorguya çekilmeden Cennet’e girecekler de olacaktır (Buhârî, Tefsir, Sûre 18; Müslim, İman, 84).
“Ümmetime ulaştırmak üzere kırk hadis ezberleyen kimseye kıyamet günüde hem şefaatçi hem de şahit olruum” (Beyhaki, Şuabu’l İmran, nr 1726)
PEYGAMBERLERİN ŞEFAATİ
Bütün peygamberlere şefaat etme hakkı tanınmıştır. (Buhari, Rikak, 45, Tevhid, 33; Müslim, İman, 81; Ebu Davut, Cihad, 26; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/94, 325.)
Her Peygamber kendi ümmetine şefaat edecektir. (Buhari, tefsir, 18)
KUR’AN-I KERİM’İN ŞEFAATİ
Kur’an-ı Kerim insanlardan şikâyetçi olacak veya şefaat edecektir.
“Kur’an şefaat edicidir, şefaati kabul edilendir, şereflidir, tasdik edicidir. Kim O’nu önder edinirse O’nu cennete götürür. Kim de O’nu arkasına atacak olursa, cehenneme gönderir.”
“Kur’an-ı kerim’i okuyun! Çünkü Kur’an, onu okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim, Müsafirun 252)
Mülk Suresi kabirde şefaat eder:
“Mülk suresi (kabir azabına veya kabir azabına sebep olan günahla karşı) engeldir. Kurtuluş sebebidir, kişiyi kabir azabından kurtarır.” (Tirmizi Kur’an 9)
Amel Eden hafızlar şefaat eder:
”Kim kur’anı okur, ezberler, helal kıldığı şeyi helal kabul eder, Haram kıldığı şeyi de haram kabul ederse Allah (Celle Celaluhu) o kimseyi cennetine koyar, ayrıca hepsine cehennem şart olmuş bulunan ailesinden on kişiye şefatçı kılar.” (Tirmizi Kuran 13, (nr 2905)
VELİLERİN ŞEFAATİ
“ümmetimden bazıları var ki büyük bir cemaate, bazıları vardır ki bir kabileye, bazıları vadır ki bir guruba, bazıları da vardır ki tek bir kişiye şefaat eder ve cennete girmelerini sağlar.” (Tirmizi, Kıyamet 11)
İmam-ı Rabbani Hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Salih ve hayırlı zatların, Allah’u Teala’nın izni ile kıyamet günü, asiler ve günahkarlar hakkında şefaat etmeleri hak ve gerçektir.” (Mektubat 17. Mektubdan)
ŞEHİTLERİN ŞEFAATİ
“Kıyamet günü üç grup şefaat edecektir; Peygamberler, alimler ve şehidler.” (İbni Mace, Zühd 37)
“Şehid, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder.” (Ebu Davut, cihad 28)
ÇOCUKLARIN ŞEFAATİ
Büluğ çağına erişmeden ölen çocuklara anne ve babalarına şefaatçi olma hakkı verilecektir. Peygamber Efendimiz:
“Küçük yaşta ölen çocuğa, “Cennete gir” denilir. Fakat o cennetin kapısında durur, kızgın ve öfkeli bir şekilde beklemeye başlar ve: “Annem ile bbam yanımda olmadıkça girmem” der. O zaman meleklere: “Onun anne babasını da onunla birlikte cennete koyun” denilir. (Müslim, Birr, 154; İbni Mace, Cenaiz, 58; Heysemi, mecmau’z Zevad, nr. 18551)
AMELLERİN ŞEFAATİ
İnsanların işlemiş olduğu bazı hayır ve hasenatlar, yaptığı ameller ona şefaat edecek, sıkıntılardan kurtaracaktır. Bu konuda birçok hadis-i şerif mevcuttur. Onlardan bir tanesi de şudur:
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. Bir adamın ateşe atılması için emir verilir. Giderken (dünyada) susadığı zaman su vermiş olduğu adama rastlanır, onu tanır ve ona:
“benim için şefaat etmeyecek misin” der. Adam: “Sen kimsin” diye sorar. O da: “Ben sana falan gün su içirmedim mi” diye sorar. Öbürü bunu tanır ve (Allah nezdinde) onun için şefaatte bulunur. Adam da böylece geri çevrilir ve cennete gider.” (Tirmizi, kıyamet 11)
Şefaati kullarının cennete girebilmesi için aracı kılan da Rabbimizdir, bağışlayan da Rabbimizdir, şefaat yetkisini veren de Rabbimiz, şefaati kabul eden de Rabbimizdir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, şefaat inkâr edilemez bir gerçektir ve ayetlerle sabittir. İnkar edenler ise Allah muhafaza bu nimetten mahrum kalacaklardır.
Burada önemli olan husus şudur: Kimse kendisine şefaat makamı verildiğini, verileceğini veya şefaat edileceğini bilmediği ve bilemeyeceği için son nefesine kadar azim ile Allah yolundan ayrılmamaya gayret etmelidir.
Allahu teala, bizleri başta Resulüllah olmak üzere tüm İslam büyüklerinin şefaatlerine nail eylesin.
Mezhep sözlük anlamı olarak” gitmek, izlemek, gidilen yol” demektir. Terim anlamı olarak ise, dinin aslî (inanç) veya fer’î (ibadet-muamelat) hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin (müctehid) ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem manasına gelmektedir.
Mezheplerin, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz döneminde olmaması gayet doğaldır. Efendimiz (S.A.V.) hayatta iken sahabeler arasında herhangi bir ihtilaf yoktu. Dinin usul ve füruunda sahabelerden bazısının anlamadığı bir mesele çıkarsa, Hz. Peygamber (S.A.V.)’e sorar, O da açıklardı.
Fakat Efendimiz (S.A.V.)’in vefatından ve bilhassa Hz.Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinden sonra çıkan ihtilaf ve fitnelerle birlikte ilk siyasi ve bidat mezhepler ortaya çıkmıştır. Bu siyasi mezhepler dini kisveye bürünmüşlerdi.
Şunu belirtelim ki akaidde ihtilaf zararlıdır. Akaidde ihtilaf, bid’at ve sapıklığa götürür. Sapıklık da büyüdüğü zaman küfre kadar iletir. Akaidde ihtilaf, İslam ümmetinin birliğini bozar, dinde tefrika doğurur. Bu sebeple, sahabe ve bunlara güzellikle tabi olan selef âlimleri akaidde ihtilafı haram saymışlar ve buna asla cevaz vermemişlerdir. Çünkü ümmetin birlik ve dayanışmasını aynı iman esasları etrafında ittifak etmek sağlar. Kamil imanın müminleri birbirleriyle birleştirdiği kadar başka hiç bir şey birleştiremez.
Fıkıhtaki ihtilaflar, itikattaki ihtilaflar gibi bid’at ve delâlete götürmez. İtikadî ile amelî hükümdeki ihtilaf arasında büyük fark vardır. İslâm dininin akaidinde kesin delilsiz ihtilaf haram, bid’at ve dalalet sayılırken fıkhi meselelerde içtihadların farklılığı rahmet sayılmıştır. Böylece zaman ve mekânlara göre ümmete geniş imkânlar sağlanmış olur.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz Muaz İbn Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona sordu. “Ne ile hükmedeceksin?” O da “Allah’ın kitabıyla” “-Onda bulamazsan.” Muaz: “Rasulullah’ın sünnetiyle hükmederim” dedi- “Bunların her ikisinde de bulamazsan ne yaparsın.” diye sorunca, Muaz: “O zaman re’yimle (görüşümle) içtihad ederim.” dedi. Rasulullah bu cevaptan memnun kalarak “Rasulünün elçisini, resulünün razı olacağı bir şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun ” dedi.1 Böylece Rasulullah Kitap ve Sünnet’te hükmü bulunmayan meseleler hakkında ictihad etmesine izin verdi. Fakih sahabiler de Muaz b. Cebel’in yolunu takip ettiler.
Abdullah (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Müslümanların güzel gördüğü birşey, ALLAH katında da güzeldir”2 buyurmuştur.
Bu sebeple müslümanların dini varlıklarını temsil eden bütün müçtehitlerin bir mesele hakkında aynı görüş ve kanaatta bulunmaları, o mesele hakkında şer’an muteber bir delildir, bir hüccettir.
Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz, müctehidin içtihadında isabet ederse, iki sevap, iyi niyetle Allah rızası için yaptığı içtihadında hata ederse, bir sevap alacağını ifade etmiştir.3
Mezheplerin Kuruluşu
Hicri 1. yüzyılın sonlarından itibaren mezheplerin kurucuları, akaid ve fıkıhtaki görüşlerini beyan ederler, meselelerin hükümlerini açıklarlardı. Bunlardan okuyanlar ve yazanlar, sözlerini ve içtihadlarını duyan insanlar, bunların görüş ve açıklamalarına uyarlardı. Böylece bu zatların görüş ve içtihadları halkın anlayışlarında bir mezhep olarak yerleşip kalmıştır. Mezhep sahibi olan bu büyük âlim ve imamlar hiç bir zaman, biz bir mezhep kuruyoruz, bize uyunuz, diye halkı görüşlerine uymaya çağırmazlardı. Hükümdar, emir gibi kimselerin davet ve emriyle de bir mezhep kurmaya yeltenmemişlerdi.
Mezheplerin ortaya çıkışına neden olan sebepler olarak şunlar zikredilebilir:
İnsanların anlayış-zeka seviyelerin farklı olması; insanların arzu ve isteklerinin uyuşmaması; metod ve ölçülerin farklı olması, mesela mutezile aklı esas almış, ehlisünnet ise nakli esas alırken aklı destekleyici olarak görmüştür. Kuranda muhkem ve müteşahih ayetlerin bulunması, Müteşabih nasların belirlenmesi ve bunların tefsir ve te’villerinin ihtilafa yol açması; hadislerin, zabt edilme ve senedi konusunda konulan şartlar sebebiyle sahih, hasen ve zayıf kısımlarına ayrılması, zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği gibi meselelerin ihtilafa yol açması; Arapça’nin belagat ve gramerinin tüm incelikleriyle bilinememesi; hilafet çekişmeleri, ırkçılığın gelişmesi, fethedilen yeni yerlerde yeni kültürlerle karşılaşılması, örf ve adetlerin değişiklik göstermesi gibi nedenler mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.
Mezhepler Bidat midir?
Bugün mezhepleri bidat olarak değerlendirmek doğru değildir. Bidat; bazı kimselerin dinde olmayan bir şeyi sonradan ortaya atıp bunu şer’î imiş gibi göstermeleri ve bununla Allah’a ibadeti kastetmeleridir.
“Asr-ı Saadet’te mezhep yoktu, binaenaleyh bid’attir” diyenler yanılgı içindedir. Asr-ı Saadet’te Mushaf (Kitap şeklinde Kur’ân) da yoktu. Mushafa da mı bid’at diyeceğiz? Mushaf Kitabullah’ın metninin, İlâhî nazmın tamamını bir araya getirmiştir; fıkıh mezhepleri de Kur’ân’ın ve Sünnetin hükümlerini bir araya getirmiştir. Hiçbir kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki kendi kafasından bir hüküm koyabilsin.
Mezhepler rahmettir
Bugün dört büyük mezhep, müslümanlar hakkında bir ilahi rahmettir. Bunlar dört temel delilden dini hükümleri çıkarmış, müslümanlara takip edecekleri yolu açıkça göstermişlerdir. Artık bunlardan her hangisinin mezhebine uyan bir Müslüman hak bir mezhebe intisap etmiş, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz’in yolunda bulunmuş olur.
Bu pek muhterem müçtehitlerin hepsi de dini meselelerin esasında ittifak etmişlerdir. Aralarında bir ayrılık yoktur. Ancak ikinci derecede bulunan bir kısım fer’î (ayrıntılı) meselelerde ihtilaf etmişlerdir. Fakat güzelce incelenirse görülür ki, bunların birçoğu da görünüşte bir ihtilaftan başka şey değildir. Çünkü bu meselelerin birçoğunda bu mübarek zatlardan biri, bir azimet ve takva yolunu, diğeri de bir ruhsat ve müsaade yolunu tercih etmiş, bu şekilde ümmet-i merhumenin önünde geniş bir rahmet sahası açık bulunmuştur. İşte Abdullah ibn-i Abbas (R.A.) den rivayet edilen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin: “Ümmetimin ihtilafı bir rahmettir.”4 hadis-i şerifi ile buna işaret buyrulmuştur.
Dinimizin bir ilâhî yönü, bir de insanların anladığı ve uyguladığı yönü vardır. Mezhep, bunlardan ikincisine karşılık gelmektedir. Dolayısıyla mezhep, bir veya birkaç meselede kendine has bir anlayış geliştirip başkalarına muhalefet eden kimsenin oluşturduğu basit bir olgu olmayıp İslâm’ı benimseyen bir zümrenin bütün fikir ve amel tarzları ile töre, âdet ve geleneklerinin bütününü ifade eder.
Bir Mezhebe Tabi Olmak Zorunluluk mudur?
Dinin temel kaynaklarından hüküm çıkarmaya gücü yetmeyen kimselerin bu işin ehli olan müçtehid kimselere tabi olması, Allah Teâlâ’nın kesin bir emridir. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “…Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre, bilenlere sorun.”5
Ayet-i Kerimede geçen “ehl-i zikir”den maksat âlimlerdir. Bu emirden de anlaşılmaktadır ki: Müminler, bilmediklerini bilenlere sormakla mükelleftirler. Bu nedenle herkes tabi olduğu mezhebe göre hareket etmeli ve bundan sorumlu olacağını bilmelidir.
Evet… Düşünmeli ki, müslümanlıkta ibadetlere, muamelelere ve diğer konulara âit ne kadar çok meseleler vardır. Bunların hükümlerini, Kur’an-ı Mübin ile hadis-i şeriflerden ve ümmetin icmâından bulup meydana çıkarmak öyle her müslüman için kolay birşey değildir. Bu pek büyük bir ihtisas işidir.
İşte bu yüksek müctehidler, bu vazifeyi sadece Hak Teâlâ’nın rızası için yapmış, müslümanlara lazım olan bütün meseleleri açıkça bildirmiş, her asırda milyonlarca ehli islama rehber olmuşlardır.
dipnot
(1) Ebû Dâvud; Akzıye:11; No:3592; 2/327; Tirmizi; Ahkam:3; No:1332; 3/62; Nesâî; Kuzat:11; No:5334; 8/230; A. b. Hanbel; 5/230
(2) Hakim, el-Müstedrek: 3/78, A,b.Hanbel, 1/379, Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, 9/112
(3) Buhari, el-İ’tisam, 21; Müslim, el-Akdıye, 6
(4) Deylemi, Firdevs; No:6497; 4/160; Ebû Nuaym, Hılyetü’l-Evliya;7/119
(5) Nahl Sûresi:43
.
İslam dünyasında hadisi şerifleri inkar ederek“Kur’an İslamcılığını” yaymak isteyen zihniyetin, Peygamberimizin hadis-i şeriflerine ne derece düşman olduğunu biliyorsunuz. Önce “Peygamberin hadis-i şeriflerini kaubl etmeyiz” diyorlardı. Aşırı tepki alınca “biz hadise karşı değiliz, uydurma hadise karşıyız” demeye başladılar. Bunun yanında da “Peygamberimiz hadislerini yazılmasını yasakladı” diyerek şöyle bir delil getiriyorlar:
“Allah’ın elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.” (Tirmizi, K. İlm 11)
İşin en tuhaf tarafı, “Peygamberimizin yazılmasını yasakladı” dedikleri yazılan hadis-i şeriflerden delil getirmeye çalışıyorlar. Hem “Peygamberimiz yazılmasını yasakladı” diyorlar hem de o yazılan hadis-i şerifi delil olarak sunuyorlar.
Şimdi bu konuya bir açıklık getirelim…
HADİS-İ ŞERİFLER
Şüphesiz ki hadis rivayetinde ilk ve en önemli tabaka sahâbe tabakasıdır. Onlar gerek Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hayattayken, gerekse vefatından sonra hadislerin muhafazası ve duydukları şekliyle harfi harfine rivayeti için harikulâde gayret sarfetmişlerdir. Onların bu gayretleri, hata yapma korkusuyla fazla rivayetten kaçınmaları, ravilerin durumlarını titizlikle araştırmaları ve hadisi, bizzat Rasûlullah’tan işiten sahâbîden almak için uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanmaları gelecek nesiller için örnek olmuş ve bu ilme temel teşkil etmiştir.
Şüphesiz ki bu titizliğin sebebi; sahâbîlerin, nakledecekleri her hadisin her bir harfinin ümmet için ne büyük bir öneme sahip olduğunun bilinci içinde olmalarıdır. Hatta İbni Ömer ve İbni Abbas (Radıyallahu Anhuma) gibi pek çok sahâbî, hadisin manasını değiştirmeyecek tarzdaki lafızların yer değiştirilmesi, eş anlamlı iki kelimeden birinin diğerinin yerine kullanılması gibi hatalara dahi müsamaha göstermiyorlardı.[Dârimî 1/31/324, Hatîb (el-Kifaye fi İlmi’r-Rivaye) s.176, Müsned 2/88, Tabakât 2/373]
Sahâbenin hadis rivayetindeki ihtiyatlarının en belirgin göstergesi, az hadis rivayet etmeleri ve mecbur kalmadıkça rivayette bulunmamalarıdır. Muksirûndan olan Ebu Hureyre, İbni Ömer ve Ebu Said el-Hudrî gibi sahâbîlerin çokça rivayetten kaçındıkları bilinen bir gerçektir.[İbni Mace 25-26,29, Dârimî 1/28/278-279,283-284]
Sahâbîlerin kendileri çok hadis rivayetinden kaçındıkları gibi, başkalarını da bundan menederlerdi. Bunların başında da Dört Raşit Halife gelmektedir.[İbni Mace 28, Ahmed (Kitabu’l-İlel) 62-63, Şerefu Ashâbi’l-Hadis s.88]
Hadislerin muhafazası için sahâbe tarafından benims¬nen diğer bir tedbir de rivayet edilen hadislerin kabulünde gösterdikleri ihtiyattır. Bu ihtiyat şahit istemek, yemin ettirmek vb. şekillerde uygulanmıştır. Özellikle Raşit Halifelerin hadis kabulündeki titizlikleri çok tesirli olmuştur.[ Buhârî 6190,6601, Müslim 1683/39, Ahmed 1/67-68]
PEYGAMBER EFENDİMİZ HADİS-İ ŞERİFLERİN YAZILMASINI YASAKLADI MI?
“Allah’ın elçisinden sözlerini yazmak için izin istedik, bize izin vermedi.” Hadis-i Şerifi vardır. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in normal hayatta sarfettiği her sözünün yazılması sorun olmaması ve vahiy ile yani Kur’an ayetleri ile hadis-i şeriflerin karışmaması için böyle buyurmuştur. Ve lakin dini mübin-i İslam’ı izah eden ve Kur’an-ı tefsir eden hadis-i şeriflerinin kayda alınmasını ve rivayet edilmesini yasaklamak şöyle dursun teşvik etmiştir. Şöyle ki:
Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)’den rivâyete göre; “Ensâr’dan bir adam Peygamberin yanında oturur, Peygamberden hadislerini dinler, hoşuna gider fakat ezberleyemezdi. Bu durumunu Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e şikayet etti ve Ey Allah’ın Rasûlü! Dedi. Senden bir hadis işitiyorum hoşuma gidiyor fakat ezberleyemiyorum. Bunun üzerine Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Elinin yardımına müracaat et buyurdu ve eliyle yazı yazmaya işaret etti.” (Tirmizî rivâyet etmiştir.)
Ebû Hüreyre (Radıyallahu Anh)’den rivâyete göre: “Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hutbe verdi ve hutbesinde bir kıssadan bahsetmişti. Bunun üzerine Ebû Şah: Ey Allah’ın Rasûlü! Dedi. Bana bu kıssayı yazınız. Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’de Ebû Şah için bunu yazınız” buyurdu. (Tirmizî rivâyet etmiştir.) (Bu hadis biraz uzuncadır. Şeyban, Yahya b. ebî Kesîr’den bu hadisin bir benzerini rivâyet etmiştir.)
Bakınız bu hadis-i şerifler, hadis düşmanlarının delil olarak sunduğu hadisin bulunduğu Tirmizi’de geçiyor. Hadis-i şerifler birbirini mi yalanlıyor? Hayır. En başta dediğimiz gibi Peygamberimizin ihtarı, hadis-i şeriflerin, Kur’an ayetlerine karıştırılmaması içindir ki Peygamber Efendimiz aynı şekilde yasakladığı bazı şeyleri serbest bırakmıştır. Kabir ziyareti gibi…
Sahabelerin şu durumu bize bunu haber vermektedir:
Hemmâm b. Münebbih (Radıyalahu Anh)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Ebû Hüreyre’nin şöyle söylediğini işittim: “Rasûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ashabından hiçbir kimse benim kadar hadis rivâyet etmiş değildir. Ancak Abdullah b. Amr bunun dışındadır çünkü o yazıyordu ben ise yazmıyordum.” (Buhârî, İlim: 17; Dârimî, Mukaddime: 27) (Tirmizî: Bu hadis hasen sahihtir. Vehb b. Münebbih, Hemmam b. Münebbih’in kardeşidir.)
Görüldüğü üzere Ebu Hureyre Radıyallahu Anh, Abdullah b. Amr’ın hadisi şerifleri yazdığını söylemiş ve kendisi yazmadığı için hayıflanmıştır. Dolayısıyla bu konu tereddüte mahal vermeyecek derecede açıktır.
HADİS-İ ŞERİFLERİ YAYMAYA TEŞVİK
“Allah, benim sözümü işitip de benden işittiği gibi (başkasına) tebliğ eden kişinin yüzünü ağartsın.”[Tirmizî 2795, İbni Mace 232]
“(Veda Hutbesi’nde)Sizden burada bulunanlar bulunmayanlara tebliğ etsin.”[Buhârî 4096, Müslim 1679/29]
Peygamberimiz, sadece teşvik etmekle kalmamış, hadislerine ilgi duyanlar hakkında: “Allah’ım! (Benden sonra gelip hadislerimi ve sünnetimi rivayet ederek insanlara öğreten) halifelerime rahmet et!”[ Şerefu Ashâbi’l-Hadis s.31] diye dua etmiş ve onları ‘halifelerim’ diye nitelendirerek onore etmiştir.
Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerini yazılı veya sözlü olarak yaymak büyük bir şereftir.
.
Kur’an-ı Kerim ayetlerinin bir kısmı herkesin anlayabileceği bir şekilde (muhkem), bir kısmı da herkesin anlamayacağı bir şekilde (müteşâbih) idi. Kur’an-ı Kerîm’de muhkem ve müteşâbih ayetlerin varlığına işaret eden bizzat yine Kur’an-ı Kerîm’in kendisidir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“(Habibim) sana kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım ayetler muhkemdir ki bunlar Kitab’ın anası (temeli)dir. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) ve (kendi arzularına göre) Onun te’viline yeltenmek için Onun müteşâbih olanına tabi olurlar. Hâlbuki Onun te’vîlini Allah Teâlâ’dan başkası bilmez. İlimde yüksek payeye erenler ise, “Biz O’na inandık. Hepsi Rabbimiz katındandır” derler. (Bunları) salim akıllardan başkası iyice düşünmez.”1
Bununla birlikte Cenab-ı Hak diğer bir ayet-i kerimede “(Bu sana indirilen) Ayetleri muhkem kılınmış bir kitaptır.”2 buyurarak Kur’an-ı Kerîm’in tamamının muhkem olduğunu, diğer bir ayet-i kerimede de: “Allah (ayetleri) müteşâbih olan kitabı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.”3 buyurarak Kur’an-ı Kerim’in tamamının müteşâbih olduğunu açıklamıştır. Başta zikrettiğimiz ayeti kerimede ise, Kur’an-ı Kerim’in bir kısmının muhkem, bir kısmının da müteşâbih olduğunu zikretmiştir. Farklı gibi görünen bu üç hususu şöyle anlamak mümkündür:
Kur’an-ı Kerim ayetlerinin tamanının muhkem olması, hepsinin doğru ve gerçek olup, hiçbirinin fuzulî, ciddiyetten uzak olmaması demektir. Hepsinin müteşâbih olması ise güzellikte, fesahat ve belagatta, birbirine benzemesi demektir. Kur’an-ı Kerîm’in baştan sona lafızları; anlatım üslubu ve manaları birbirine benzemekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur’an-ı Kerîm’in bir ayet-i kerimesi, başka bir ayet-i kerimesiyle çelişmez. Bazısının muhkem, bazısının müteşâbih olması hususunda ise, ulemanın değişik sözleri vardır.
Muhkem: Hükme delâleti açık, te’vil, tahsis ve -Hazreti Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in hayatında dahi- neshe (hükmün kaldırılması) ihtimali olmayan lafızdır. Kur’an-ı Kerim’de helâl, haram, namaz, hac, zekat, oruç ve bunlar gibi ahkamla ilgili ayetler muhkemdir. Yani manası kolaylıkla anlaşılan, haricî bir tesire ihtiyaç göstermeyen ve tek manası olan ayetlerdir.
Yüce Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman gibi dini ayakta tutan temel hükümlere veya adalet ve ahde vefa gibi fazilet prensiplerine delâlet eden yahut süreklilik ve kesintisiz devamlılık ifade eden nasslar da böyledir.
Muhkeme şu prensipler örnek verilebilir: Kur’an-ı Kerîm’de Allah Teâlâ’ya, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahiret gününe iman gibi zamanın değişmesi ile değişmeyen, temel hükümlere delâlet eden ayetler ile fazilet ve ahlak esaslarını bildiren ve selim fıtratın benimsediği kurallarla, zulüm, hıyanet, yalan, sözde durmama, ana-babaya karşı gelme ve fısk (bozgunculuk) gibi kötü hasletleri yasaklayan hükümler de muhkemdir.
Muhkemin hükmü: Kesin olarak delâlet ettiği manaya uygun amel etmenin gerekliliğidir. Zahirinden anlaşılan mananın başka bir manaya çekilebilme ihtimali bulunmadığı gibi, nesih ve iptal ihtimaline de kapalıdır.
Müteşâbih ise Kur’an-ı Kerim’de manası kapalı, bir çok anlama gelebilen, tefsirinde güçlük çekilen ayet veya kelimeler olup bunlara müteşâbihât denir. Bunların hangi manaya geldikleri yalnız kendilerinden anlaşılmaz. Başka haricî bir delile ihtiyaç gösterirler. Müteşâbihin karşıtı muhkemdir. Allah Teâlâ’nın sıfatları, kıyametin durumu, cennet nimetleri, cehennem azabı vs. hakkındaki lafızlar müteşâbihtir.
Nasslar üzerinde tümevarım yoluyla yapılan incelemeler sonunda, şer’î-amelî hükümleri beyan etmek üzere gelen ayet ve hadislerde müteşâbihin bulunmadığı neticesine varılmıştır. Çünkü ahkam nususu (hukukî temel metinler) ile kast edilen, kulların bu nasslarla amel etmeleri ve onları hayatlarında tatbik etmeleridir; sadece itikad ve iman etmek değildir. Eğer onlar müteşâbih olurlarsa, kendileriyle amel etmeye imkân olmaz. Gereğine göre hareket olunmak üzere meşru kılındıklarından kendilerinde herhangi bir anlaşılmazlık, teşabüh ve iştibah (tereddüt) bulunmamak lazımdır.
Şu halde, müteşâbih, ancak ahkâm ayetleri ve hadisleri dışındaki nasslarda bulunur. Müteşâbihlik ya lafız yönünden, ya mana yönünden ya da her ikisi yönünden olur.
Lafızda müteşâbihlik ya kelimede ya da cümlede olur. Kelimenin garib bir kelime olması veya birden fazla anlama gelmesi onu müteşâbih kılar. Cümlede müteşâbihlik ise, cümlenin kuruluşunda takdim-te’hir gibi cümlenin üslubundan kaynaklanan durumdur. Mana yönünden müteşâbihlik; Allah Teâlâ’nın sıfatları, kıyamet ile ilgili hususlar gibi insan aklının künhüne (içyüzüne, aslına, özüne) varmaktan aciz olduğu hususlardır.
Hem mana ve hem lafız yönünden müteşâbihler ise; âmm-has, nasih-mensûh ve mübhemâtü’l Kur’an-ı Kerîm’i ilgilendiren hususlardır. Fıkıh usulü ulemâsı da müteşâbihâtı iki kısma ayırmışlardır. Birincisi muhkemle mukayese edildiğinde manası bilinebilen, ikincisi ise hakikatini bilmeye imkân olmayan ayetlerdir. Mesala kıyametin ne zaman kopacağı ve bazı surelerin başlarındaki el-Hurûf-ul Mukattaa gibi.
Geniş anlamıyla müteşâbihlerin kapsamına yukarıda anlattığımız hususların hepsi girmesine rağmen, özel ve yaygın anlamıyla müteşâbih, Allah Teâlâ’nın sıfatlarını konu alan ayetlerdir.
Kur’an-ı Kerim Allah hakkında istiva, vech (yüz), yed (el), ayn (göz) gibi sıfatlardan bahsetmektedir. Allah hakkında kullanılan bu sıfatlar zahirleri üzere mi kabul edilecekler; yoksa te’vîl mi edilecekler? Âlimler arasında bu hususlar tartışma konusu olduğundan, müteşâbih derken ilk akla gelen hususlar bunlar olmaktadır.
Selef âlimleri bu sıfatları zahirleri üzere kabul eder, te’vil etmezlerdi. Onlara göre bu sıfatları te’vil etmek, mesela “istiva”ya istila demek, veçhe Allah Teâlâ’nın zatı; yede Allah Teâlâ’nın kudreti gibi anlamlar vermek, bu sıfatları ta’til (işlevsiz kılma) ve onları yok saymaktır.
Selef âlimleri bunu söylerken, Allah Teâlâ’nın elinin bizim elimize benzediğini ya da Allah Teâlâ’nın cisim olduğunu kastetmezler. Nasıl Allah Teâlâ’nın zat ve sıfatlarını bilmiyorsak, sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz, derler. İmam Malik’in, istivanın ne olduğunu soran birine; “istivanın keyfiyeti akıl ile bilinmez. İstiva’nın dildeki anlamı ise meçhul değildir. Ayrıca buna iman etmek vacip, hakkında soru sormak ise bid’attir” şeklindeki cevabı ise meşhurdur.4
Bu sıfatları ilk te’vil eden fırka Mutezile olmuştur. Daha sonra Müteahhirün diye bilinen Ehl-i sünnet kelâmcıları, Mutezile’ye uyarak bu sıfatları te’vil etmiş ve “onları zahirleri üzere kabul edersek bu, bizi teşbih ve tecsime götürür” demişlerdir.
Müteşâbihin hükmü; o lafızların hak olduğuna inanıp gerçek manasını bilme iddiasından kaçınmaktır.
Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanında, müteşâbih ayetler olduğu gibi kabul edilir, bunlar üzerinde durulmazdı. Bunları kurcalayanların kalplerinin hasta olduğunu Kur’an-ı Kerim beyan etmektedir.5
Bu işi Hazret-i Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den sonra gelen halifeler de sıkı tutmuşlardır. Hakikatte ilk devirde bunlarla meşgul olanlar, müslümanları şüpheye düşürmeye çalışıyorlardı. İlk devirde müteşâbih ayetlerin ihtiva ettikleri lafızların lugavî manaları malûm ise de, o manaların Allah Teâlâ’ya isnadı muhal olduğundan, bunların medlullerini tayinini selef ulemâsı Allah Teâlâ’ya tefviz ve havale etmişlerdir. Fakat hapsedilemeyecek fıtratta yaratılan insan zekâsı, müteşâbihât üzerinde de işlemeye başlamıştır. Hele hele İslâmiyetin aslını bozmak isteyenlerin bu ayetlere gelişigüzel mana verişlerini frenlemek ve aynı zamanda kötü neticelerinden müslümanları korumak için, müteşâbih ayetleri İslâm’ın ruhuna uygun bir şekilde te’vil etmek mecburiyeti ortaya çıkmıştır.
Şurası bir gerçektir ki: Sayıları yetmiş ikiyi bulan sapık fırkalar Kuran’ı tamamen reddetmemiş ancak bu anlatılan metodu kullanmışlardır. Böylece ayetler hakkında sapık yorumlar yapılmış ve bu yorumlarda sadece kendi zevklerini esas almışlardır. Bunlardan bazıları da bu konuda izledikleri tutumları ile tamamen İslâm’ın dışına çıkmışlar, bazıları da tamamen küfre düşmese de sapıtmışlardır.
Ayrıca: Kitabın te’viline uğraşmak ve onu tahrif etmek, gerçeğe uymayan sapık bir yorum yapmaktır. Bu tür yorum yapanlar ayette asıl kastedilen anlamın kendilerinin çıkardıkları anlam olduğunu ileri sürerler. Her çağda ortaya çıkan bidatçilerin, kafalarına göre yorumlar yapmaya kalkışanların ve dinden dönmelerin izlediği yol budur. Çağımızda da kendilerini müjdeleyiciler olarak adlandıranlar onların yollarını izlemektedir.
Meseleyi özetlersek; müteşâbih ayetler hususunda iki görüş vardır:
1- Selef âlimlerinin görüşü: Bunlar müteşâbihleri te’vil etmek istemezler, “Onların mahiyetini Allah bilir” derler.
2- Müteahhir ulemâ ise bu ayetleri te’vil ederler, ayette kastedilen işarî manayı ararlar. Bunlar müteşâbihleri akla ve şeriatın zahirine uygun şekilde te’vil etmenin cevazına hatta gereğine hükmederler. Buna göre “istiva”dan maksat, hükümranlık, hâkimiyettir. Rahman’ın arşı istivası, Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudretiyle kâinatı kuşatan Arş-ı Azam’a hükmetmesi, tasarrufu altına alması demektir. Yine “Allah Teâlâ’nın eli”nden maksat da Allah Teâlâ’nın kudretidir.
Müteşâbih hakkında verdiğimiz şu kısa bilgiden sonra, Kur’an-ı Kerîm-i Azimüşşan dini açıklamak ve kulları irşad etmek için indirildiği halde, içinde müteşâbihlerin bulunmasının ne faydası vardır, hepsi muhkem olmalı değil midir? gibi bir soru sorulacak olursa ulemâ buna bir kaç şekilde cevap vermiştir:
1- Kur’an-ı Kerîm-ı Azimüşşan Arap lügati üzerine indirilmiştir ki, Arap lügati iki kısım üzeredir. Birincisi: İcaz (kısa konuşmak)dır ki, bu, dinleyenin açıkça anlayacağı kısa ve net ifadelerdir. İkincisi: Itale’dir ki, bu da maksadı daha iyi anlatmak ve kuvvetlendirmek için uzun konuşmaktan ibarettir. Bu ikinci kısım; mecaz, kinaye, ta’riz ve işaret gibi bazı manaları gizli kapalı olarak açıklamaktadır ki Araplar katında çok güzel kabul edilen bir üslûptur.
İşte Allah Teâlâ hazretleri müşriklerin, Kur’an-ı Kerîm’ın mislini yapmaktan aciz olduklarını ortaya çıkarmak için, Kur’an-ı Kerîm-ı Azimüşşanı bu iki kısım üzere indirmiştir. Sanki onlara bu iki kısmın hangisiyle isterseniz mukabele edin, karşılık verin buyurmak istemiştir.
Kur’an-ı Kerim’in hepsi muhkem ve açık olarak indirilmiş olsaydı, elbette onlar: “bu kitap bizce kabul edilen, beğenilen üslûp üzere niçin indirilmedi?”derlerdi.
2. Allah Teâlâ Hazretleri müteşâbih ayetleri çok büyük bir fayda için indirmiştir ki o da ilim ve nazar (düşünce) ehlinin, müteşâbih ayetleri anlamak için muhkem ayetlere müracaat etmekle uğraşıp, uzun uzun düşünerek, diğer ibadetlerden sevap aldıkları gibi, bu uğraşmaktaki zahmetlerinden de sevap almalarıdır.
Kur’an-ı Kerim’in tamamı muhkem olarak indirilecek olsaydı, elbette âlim ve cahil olan herkes onu bilmekte eşit olup, âlimin cahile karşı üstünlüğü kalmayacak, ayrıca inceleme gücü ölecek ve düşünce sönecekti.
Zira manalar kapalı olduğu zaman onları anlamak için çare aramaya ve ince düşünceye ihtiyaç olur. Gerçekten bu müteşâbih ayetler sayesinde İslâmiyet’te insan fikri dondurulmamış ve geniş bir fikir hürriyetine müsaade edilmiş oluyor ve bunlar dinin temellerini kuvvetlendirmekte esaslı rol oynuyordu. Çünkü bu ayetler bir kaç manaya tahammül edebiliyordu. Başlangıçta zihinleri tamamen boş olan ve muhtelif fikirlerle karışmamış olan cahilî Araplara o anda akıllarının alamayacağı bir şey söylemek, onları elbette tereddüte düşürebilirdi. Onlara güneş yer etrafında dolaşmıyor, yer güneşin etrafında dolaşıyor denmiş olsaydı, çoklarının zihinlerinin kabul edemeyeceği bir söz söylenmiş olacağından yeni dine inanmada tereddüt gösterebilirlerdi. İşte bu ayetler sayesinde bu durum ortadan kalkmış, müslümanları daha çok öğrenmeye ve başka bilgilere de sahip olmaya sevk etmiştir. Yine bu ayetler sayesinde dinin tesisine ve tebliğine mani olmak için girişilen teşebbüslere susturucu cevaplar verilmiş ve ilk günlerde meydana gelebilecek ifsad hareketlerinin önüne sed çekilmiş oluyordu. Müteşâbih ayetlerin te’vil edilmesi caiz görülmezse de, Kur’an-ı Kerim’de işaret buyrulduğu şekilde, caiz görülmeyen te’vil, gönülleri sapkın, niyetleri kötü olanların fitne ve fesat çıkarmak maksadıyla yapmak istedikleri tevillerdir. Yoksa iyi niyetle akla, muhakemeye ve dinin esaslarına uygun olarak yapılan te’viller makbul ve lazımdır. Çünkü ilk devirdeki sağlam iman sarsılmış, meydana gelen tereddütleri makul bir şekilde ortadan kaldırmak gerekmiştir.
3- Her ilim ehli, talebelerinin zihinlerini denemek için, ilimleri arasına kapalı manalar ve ince meseleler koyarlar. Böylece o gizli manaları anlamakla daha güçlü oldukları meydana çıkar. İşte Allahü Teâlâ’nın müteşâbih ayetleri indirmesi ulemâ indinde güzel kabul edilen bu usul üzeredir.
4- Beni İsrail, ırmakla imtihan edildiği gibi, bu ümmet de müteşâbih ayetlerle imtihan edilmektedir. Şöyle ki: Mümin o ayetleri duyduğunda duraklayıp manasını bilenlere havale edecek, böylece büyük sevaplar elde edecek. Münafık ise şüphe edecek, dolayısıyla kalbine eğrilik girerek, cezaya çarptırılacaktır.
dipnot
(1) Al-i İmran suresi: 7
(2) Hud suresi: 1
(3) Zümer suresi: 23
(4) Beyhekî, Kitabü’l-Esma ve’s-sıfat, sh: 408
(5) Al-i İmran suresi: 7
Mehmet Talu Hocaefendi
.
Tefsirlere geçmeden önce, Nisa suresindeki iki âyetin mealine bakalım:
(Allah’ın resulü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük dedikleri için Yahudileri lanetledik. Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler, asmadılar da, öldürülen kimse kendilerine İsa gibi gösterildi.Onun hakkında ihtilafa düşenler tam bir kararsızlık içinde; bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı kendi nezdine kaldırmış yani himayesine almıştır.) [Nisa 157-158]
Allahü teâlâ, bu âyetlerde Hazret-i İsa’nın öldürülmediğini kesin olarak bildiriyor. İleride gelecektir, kendi nezdinden maksat, göğe kaldırılmasıdır. Yoksa Allah mekândan münezzehtir, gökte değildir. Gökleri de O yaratmıştır. Yaratılan şey, yaratana mekân olamaz.
En iyi tefsir elbette Resulullah efendimizinkidir. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir:
(On alamet çıkmadan kıyamet kopmaz. Biri İsa’nın gökten inmesidir.) [Müslim, E. Davud, Tirmizi, İbni Mace, Nesai, İ.Ahmed, Taberani, İ.Hibban, İ.Cerir]
(İsa, âdil bir hakem olarak gökten inecek, haçı kıracak, [Hıristiyanlığı kaldıracak] domuzu öldürecek, [domuz etini yasaklayacak] İslam’dan başka şeyi yasaklayacaktır.) [Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Ebi Şeybe]
(İsa, yere inince evlenecek, bir oğlu olacak, kırk yıl kadar yaşayıp ölecek ve benim yanıma defnedilecektir.) [Tirmizi, Mevahib]
(Benim dinim üzerine İsa gelir, Deccalı öldürür, sonra kıyamet kopar.) [İ.Ahmed]
(İsa gelince Deccalı öldürür.) [Müslim, İ.Ahmed, Taberani, Ruyani, Ziya el makdisi]
(İsa, Deccalı öldürdükten sonra iki kişi arasında düşmanlık kalmaz.) [Müslim]
(Bir ümmet ki başında ben, sonunda İsa gelir. Allah onları hor etmez.) [Hâkim, Ebu Nuaym]
(Ne mutlu İsa indikten sonraki hayata…) [E.Nuaym]
(Ahir zamanda İsa indikten sonraki hayat ne güzeldir. Yağmur yağdırması için gökyüzüne, bitki bitirmesi için yeryüzüne izin verilir. Tohumu düz bir taşa ekersen yeşerir. Bir kişi aslanın yanından geçer aslan ona zarar vermez. Yılana basar da, onu sokmaz. İnsanlar arasında menfaat mücadelesi, karşılıklı haset ve kin olmaz.) [Ebu Said-en-Nakkaş]
(İsa, âdil bir hakem olarak indiği zaman kin, nefret ve haset kalkacaktır.) [Müslim]
(İsa benim yanıma gömülecektir.) [Tirmizi]
Öldürülen ona benzetildi
Önce kolay bulunması bakımından Tibyan tefsirine bakalım:
Nisa suresinin 157 ve 158. âyeti tefsir edilirken, Hazret-i İsa’nın öldürülmediği, asılmadığı, öldürülenin ona benzetildiği ve Hazret-i İsa’nın ref edildiği, yani göğe kaldırıldığı bildirilmektedir. (Tibyanc.1,s.365)
Al-i imran suresinin 55. âyetinin tefsirinde ise şöyle buyuruluyor:
(Hazret-i İsa diri olarak göğe kaldırıldı. Buhari ve Müslim’in rivayet ettiği hadiste, Hazret-i İsa, kıyamete yakın yere inecek, İslamiyetle hükmedecek, Deccalı, domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır. Yeryüzünde 7 sene, başka bir rivayette 40 sene kalacak ve vefat ederek cenaze namazı kılınacaktır. 40 sene dünyada kaldığı ömrü olabilir. Göğe kaldırılmadan önce 33, gökten indikten sonra da 7 sene kalacaktır. Toplamı 40 tır. (Tibyan c.1, s.233)
Zuhruf suresi 61. âyetinin tefsirinde ise şöyle buyuruluyor:
İsa aleyhisselamın inmesi kıyamet alametidir. (Tibyan c.4, s.137)
Türkçe meallerin en kıymetlisi kabul edilen Hasan Basri Çantay’ın mealinde, Nisa suresinin 157 ve 158. âyetinde diyor ki:
Hazret-i İsa öldürülmedi, asılmadı, öldürülen ona benzetildi ve Hazret-i İsa göğe kaldırıldı. Bu Celaleyn tefsirinden alınmıştır. (Kur’an-ı hâkim ve meal-i kerim c.1, s150)
Al-i imran suresinin 55. âyetinin tefsirinde ise diyor ki:
(O zaman Allah, şöyle demişti: Seni öldürecek olan onlar değil, benim, seni kendime yükseltip kaldıracağım, yani himayeme alacağım.) Dip notunda ise, (Hazret-i İsa, Nisa suresinin 157 ve 158. âyetine göre, düşmanları tarafından öldürülmemiş, Allah onu ruhu ve cesedi ile birlikte, yükseltip kaldırmıştır.) Buhari ve Müslim’deki, Kıyamete yakın ineceğini bildiren hadis-i şerif nakledilmiş ve “Bu hususta sahih başka haberler de var” denmektedir. (Kur’an-ı hâkim ve meal-i kerim c.1, s.92)
Zuhruf suresi 61. âyetinin tefsirinde ise, Hazret-i İsa’nın inmesinin kıyamet alametlerinden olduğu bildirilmektedir. Dipnotta ise, bu bilgileri Beydavi, Celaleyn ve Medarik’ten aldığı bildirilmektedir. İbni Abbas hazretlerinin, (Hazret-i İsa’nın nüzulü (yere inmesi), kıyamet alametlerindendir) ifadesine de yer verilmiştir. Buhari ve Müslim’deki Hazret-i İsa’nın ineceğini bildiren hadis-i şerif de ilave edilmiştir.(Kur’an-ı hâkim ve meal-i kerim c.3, s.900)
İmam-ı Kurtubi, El-camiu liahkamil Kur’an isimli eserinde diyor ki: Zuhruf süresi 61. âyetinde O muhakkak kıyamet bilgisidir, alametidir ondan şüphe etmeyin buyuruluyor. İbni Abbas, Mücahid, Dahhak, Elsediy ve Katade yine buyurdu ki: Deccalın da kıyamet alametlerinden olduğu gibi âyet-i kerime Hazret-i İsa’nın çıkışının da kıyamet alametlerinden olduğunu bildirir. Çünkü Allahü teâlâ onu kıyametin kopmasından önce gökten indirecektir. İbni Abbas, Ebu Hüreyre, Katade, Malik bin Dinar ve Dahhak alamet olarak bildirdiler. İbni Mesud dedi ki: Resulullah miraca çıkarken Hazret-i İsa’yı gördü. Hazret-i İsa (Kıyamet alameti Deccalın çıkmasıdır, ben inip onu öldüreceğim) dedi. Deccal çıktığı an Allahü teâlâ İsa’yı gönderir onu koklayan kâfirin nefesi kesilip ölür ve Deccalı öldürür. (Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, İ. Ahmed, Taberani, Suyuti, İ. Münavi, Nevevi, Kenzil ummal, Mecmul zevaid)
Yahudi dönmesinin sualleri
Polonyalı Yahudi dönmesi M.Esed’in, internetteki şu suallerine bir cevap verir misiniz?
Sual: 1- İsa’nın tekrar dünyaya gelmesi, Kur’an ile çelişmiyor mu? Son peygamber olan Muhammed’den sonra İsa gelemez. Eğer gelirse son peygamber İsa olmaz mı? Eğer İsa peygamber olarak gelmeyecek denirse, o zaman da İsa’nın peygamberliği inkâr edilmiş olmaz mı?
CEVAP
Bir Müslüman, İsa veya Muhammed diye konuşmaz. Aleyhisselam der veya en azından hazret kelimesini kullanır. Bu ifadeler dönmemiş olduğunu, yani Yahudiliğe devam ettiğini göstermez mi? Hazret-i İsa son peygamber olarak değil, son peygamber Muhammed aleyhisselamın dinine hizmet etmek üzere peygamber olarak gelecektir. Bir peygamber, başka peygamberin dinini yayabilir. Mesela Harun aleyhisselam, Musa aleyhisselamın dinini, Yahya aleyhisselam Hazret-i İsa’nın dinini yaymak üzere peygamber olarak gönderilmiştir.
Sual: 2- İsa gelince Kur’anı inkâr etmeyeceğine göre, kendisinin peygamber olduğunu bildiren âyetlere de inanacaktır. Bu durumda Muhammed’in son peygamber oluşunu inkâr etmiş olmaz mı?
CEVAP
Hâşâ Hazret-i İsa, kendisinin peygamber olduğunu niye inkâr edecek ki? (Ben Allah’ın peygamberi İsa’yım, son peygamber Muhammed aleyhisselamın dinine hizmet etmek üzere Allahü teâlâ beni göndermiştir) diyecektir.
Sual: 3- Hadis kitaplarınızın iddia ettiği gibi İsa dünyaya tekrar gelse, kendisinin peygamber olduğuna dair Kur’an âyetlerine inanacak mı?
CEVAP
Hadis kitaplarınız diyorsunuz, hadis kitapları sizin değil mi? Allah’ı kabul eden Resulünün sözlerini kabul etmez mi? Senin gerçekten dönme olmadığın anlaşılmaktadır. Hâşâ Hazret-i İsa, Kur’an âyetlerine niye inanmasın ki? Onları yaymak için gelecektir.
Sual: 4- İsa peygamber dünyaya tekrar gelse, Muhammed, son peygamber unvanını koruyabilir mi?
CEVAP
Daha da kuvvetlenir. Son peygamber Muhammed aleyhisselamın dinini yaymak üzere geldim demesi, İslamiyet’e hizmet etmesi, kendisine, annesine ve yüce Allah’a yapılan iftiralara bizzat cevap vermesi, Kur’an-ı kerimin doğruluğunun teyit edilmesine sebep olur.
Sual: 5- İsa geldiğinde bazı haramları helal edeceğine dair hadislere ne diyorsunuz?
CEVAP
Öyle bir hadis yoktur. İslamiyet’le hükmedecektir. Dinimizdeki dört delilden ikincisi olan hadis-i şerifde buyuruluyor ki:
(Allah’a yemin ederim ki, Meryem’in oğlu İsa, âdil bir hakem olarak aranıza inecek, haçı kıracak [Hıristiyanlığı kaldıracak], domuzu öldürecek [domuz etini yasaklayacak], İslam’dan başka şeyi yasak edecektir.) [Buhari]
Kabir azabı, Ehli Sünnet dışı akımlar tarafından inkar edilen konuların başında gelmektedir. Biz, bu konuda tereddüde mahal verilmemesi ve Ehli Sünnet inancımızı kuvvetlendirmek amacıyla delillerden bir kısmını sizler ile paylaşacağız…
AYETLER…
Allah’u Teala Mü’min Suresinde bu gerçeği açıkça beyan etmiştir:
45. Allah onu, onların hilelerinin kötülüklerinden korudu. Firavun ailesini, azâbın en kötüsü kuşattı.
46. (Öyle bir) ateş ki, onlar sabah-akşam ona sunulurlar.. (Buyurduktan sonra bu azabın kabirde gerçekleştiğini teyid etmek üzere devamında: ) Kıyametin kopacağı günde de, “Firavun ailesini azabın en şiddetlisine sokun” denilecektir.”
Bu ayeti kerime açıkça kabirdeki azaba işaret etmektedir. Şu hadisi şerif ayeti kerimeyi tefsir eder mahiyettedir:
“ Abdullah İbn Ömer (Radıyallahu anh), Resûlullah’ın (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Sizden biri ölünce gideceği yer kendisine sabah akşam gösterilir. Şayet ölen kişi cennetlik ise cennetteki yeri, cehennemlik ise cehennemdeki yeri gösterilir ve kendisine: ‘Allah seni kıyamet gününde yeniden diriltinceye kadar bu senin kalacağın yerdir’ denir.” (Buhari)
Kütüb-i Sitte’de (En sahih altı hadis kitabında) geçen bir hadis-i şerif de şöyledir:
İbn Abbas şöyle demiştir: Hazreti Peygamber Medine’deki (veya Mekke’deki) bahçelerden birine uğradı. Kabirlerinde azap gören iki insanın sesini duydu. Bunun üzerine şöyle buyurdu:
“ikisi azap görüyorlar. (Kendilerince) büyük bir günah sebebiyle azap görmüyorlar. Oysa ki bu büyük bir günahtır. Birisi idrarından sakınmazdı. Diğeri ise insanlar arasında laf getirip götürürdü (koğuculuk yapardı)”.
Sonra bir dal istedi. Dalı ikiye ayırarak her birinin kabrinin başına bir parçasını koydu.
Ona: “Ey Allah’ın Resulü bunu niçin yaptın” diye soruldu. şöyle buyurdu: “Umulur ki bu dallar kurumadıkça onların azabı hafifletilir”.(Buhari)
KABİR AZABINDAN SIĞINMAK
Peygamber Efendimizin kabir azabından sığındığını bildiren hadis-i şerifler artık hiçbir itiraza mahal bırakmıyor:
Ukbe şöyle dedi: “Hâlid İbn Saîd İbnü’l-Âs’ın kızı bana Hazreti Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) kabir azabından sığındığını işittiğini söyledi.”
Ebü Hüreyre Radıyallahu anh, Hazreti Peygamber’in (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şekilde dua ettiğini söylemiştir:
“Allahümme innî eûzu bike min azâbi’l-kabri ve min azâbi’n-nâri ve min fitneti’l-mahyâ ve’I-memâtü ve min fitneti’l-mesîhi’d-deccâl.”
(Allahım! Kabir azabından, ateş (cehennem) azabından, hayat ve ölümün fitnelerinden ve Mesih deccâl’in fitnesinden sana sığınırım)
Âişe (Radıyallahu anha) Allah Resûlü’ne (Sallallahu aleyhi ve Sellem) “İnsanlara kabirlerinde azap olunur mu?” diye sordu. Allah Resulü (Sallallahu aleyhi ve Sellem)“Evet, kabir azabı (vardır)” buyurdu.
Hazreti Âişe (Radıyallahu anha) şöyle der: Bundan sonra Allah Resûlü’nün (Sallallahu aleyhi ve Sellem) sonunda kabir azabından Allah’a sığınmadığı hiçbir namazını görmedim. (Buhârî, cum’a/986, 988-989, 991, 996, 998, cenâiz/1283, bed’ul-haIk/2964, teftîru’l-K.ur’ân/4258, nikâh/4820, da’avât/5889, eymân/6141; Müslim, küsûf/1499, 1501-1502, 1504-1506; Tirmizî, cum’a/514; Nesâî, küsûf/1453, 1455, 1457-1459; Ebû Dâvud, salât/995, 997; İbn Mâce, ikâmetu’s-salât/1253; İbn Hanbel, bakî musnedi’I-Ensâr/22917, 23048, 23133, 23333, 23379, 23432, 23529, 24088, 24148, 24184, 24815; Mâlik, nidâ/398, 400; Dârimî, salât/1486.)
“Kabir ya ateş çukurlarından bir çukur veya cennet bahçelerinden bir bahçedir.”(Tirmizî, Taberânî)
İslam âlimleri Kabir azabı ile ilgili çeşitli kitaplar yazmışlarsa da, bizim ilk olarak bu delilleri bilmemiz yeterli olacaktır. Kabir azabı haktır, inkâr edenler Ehli Sünnet dairesinden ayrılmışlardır.
.xxx
Günümüzde hadis Profesörüyüm deyip daha mütevatir hadisin kaça ayrıldığını, lafzi ve manevi olanını bilmeden inkar yolunu tutan sapkınlara karşı Müslümanları şuurlandırmak için bu konuyu iyi anlayıp paylaşalım.
5 vakit namaz nasıl ki bizlere manen mütevatir hadisler ulaşmış ise İsa Aleyhisselam’ın nüzulü de manen mütevatir derecesine ulaşmış hadisler ile bizlere ulaşmıştır. 5 vakit namazı inkar eden küfre nasıl giriyor ise İsa Aleyhisselam’ın nüzulünü inkar edenler de Peygamberimizin kesinlik arz eden beyanlarını “yok saymaktan” veya “inkar etmekten” küfre girmektedirler.
İşte üzerinde durduğumuz konu bu denli önemlidir.
Peki, mütevatir hadis ne demektir?
Mütevâtir hadis, Sahabeden itibaren her devirde yalan üzerinde birleşmeleri aklen tasavvur olunamayan topluluklar tarafından rivayet edilen hadistir.
Bir hadisin mütevâtir sayılabilmesi için aşağıdaki şartları taşıması gerekir:
I) Mütevâtir hadis her devirde pek çok kimse tarafından rivayet edilmiş olmalıdır. Ancak her tabakadaki ravilerin asgarî sayısı için herhangi bir sınır tayîn ve tesbiti şart değildir. Gerçi yalan üzerinde anlaşmaları düşünülemeyecek kalabalığın en az 4, 5, 10, 12, 20, 40, 70 ve 300 küsur olması gerektiğini söyleyenler varsa da, bunların hiçbiri sözünü bu konuyla ilgili ciddî bir delile dayandıramamıştır. Önemli olan, hadisi, yalan üzerinde -kasıtlı veya kasıtsız- ittifaklarını aklın kabul edemeyeceği bir topluluğun nakletmiş olmasıdır.
2) Olayı veya haberi ilk nakledenlerin görmüş veya duymuş olmaları gerekir. Aynı zamanda nakledilen husus mümkinattan olmalı, muhal olmamalıdır.
Mütevâtir hadis lafzî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılır:
a) Lafzî mütevâtir: Senedin başından sonuna kadar her tabakada bütün ravilerin aynı lafızlarla rivayet ettikleri hadistir. Peygamber Efendimizin sözlerini her devirde pek çok kimsenin kelimesi kelimesine aynen nakletmesi tabiatıyla mümkün olamamıştır. Eğer böyle bir şart konulsaydı, harfiyyen akılda tutulamayacak bütün hadisler tamamen unutulmaya mahkum olurdu. Manâ ile rivayetin caiz görülmesi sebebiyle lafzî mütevâtir hadisler oldukça azdır. Aşağıdaki hadisler lafzî mütevâtire örnektir.
“Kim bilerek bana yalan isnad ederse Cehennem’deki yerine hazırlansın”; “Sarhoşluk veren her içki haramdır”. “Kim Allah rızası için bir cami yaparsa Allah da ona Cennet’te bir ev hazırlar”
a) Manevî mütevâtir: Raviler tarafından değişik lafızlarla nakledilen bir mesele veya olay manâca mütevâtir sayılır. Bu tip rivayetlerde müşterek olan taraf mütevâtir demektir. Manevî mütevâtir hadisler hayli çoktur. Beş vakit namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler hep manevî mütevâtir derecesindedir. Meselâ, Hz. Peygamber’in dua ederken ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir. Ancak bunlarda müşterek olan taraf ellerin kaldırılmasıdır ve bu yönü mütevâtirdir.
Muhaddislere göre, mütevâtir hadisin ravilerini tek tek incelemeye gerek kalmaz. Ravilerin çokluğuna itibar edilir. Çünkü onların yalan üzerine ittifak edemeyecekleri kabul edilir. Dolayısıyla hem lafzî hem de manevî mütevâtir hadisin kesin bilgi verdiğinde bütün hadisçiler müttefiktirler
MÜTEVATİR HADİSİN HÜKMÜ
İslam alimlerinin ittifak ile üzerinde durduğu husus şudur ki, Mütevâtir hadisler kesin ve zaruri bilgi ifade eder. Mütevatir hadisler Akâid konularında bile tek başına delil sayılırlar. Bu yüzden mütevâtir olan haber-i Rasûlü inkâr eden küfre girer. Çünkü böyle bir haberi inkâr etmek, Peygamberi inkâr demektir. O da şüphesiz küfürdür.
Bu gün “mütevatirin” ne olduğunu bilmeyen cahil Prof.ların kalkıp manevi mütevatir derecesine ulaşmış bir konuyu inkar yoluna gitmesi küfrü gerektiren bir haldir. Böyle adamların ne fetvası alınır, ne şahitliği kabul edilir ne de “din” diye anlattığına kulak verilir.
www.ihvanlar.net
.
Zaman zaman gençlerin bilhassa itikadi konularda serbestçe sarf-ı kelam ettiği konusunda mailler alıyorum. İnternetteki kimi forumlarda tevatürle sabit bir takım meselelerin inkârı söz konusu oluyormuş. Bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmanın getirdiği önemli bir tehlike bu.
Hz. İsa (a.s)’ın nüzulü, kabir azabı ve benzeri meseleler hakkında genellikle şu tarz değerlendirmeler yapılıyor: “Bu meseleler Kur’an’da geçmiyor, bazı hadislerde yer alıyor. Ama hadis Kur’an’a aykırı olamaz. Dolayısıyla bu konulardaki hadisler uydurmadır.” Ya da, “Evet, bu konuda bazı hadisler var, ama bu hadisler itikadî sahada bir şey ifade etmez.”
İmam Ebû Hanîfe şöyle der: “Kabir azabını bilmem” diyen kimse helaka uğrayan Cehmiyye’dendir. Çünkü o kimse, kabir azabının ifade edildiği “Biz onları iki defa azaplandıracağız” (9/et-Tevbe, 101) ayetini ve kabirdeki azabı anlatan “Şüphesiz zulmedenlere bundan başka da bir azap var” (52/et-Tûr, 47) ayetlerini inkâr etmiştir. Eğer bu kimse, “Ben ayete inanıyorum; ancak tefsir ve teviline inanmıyorum” derse kâfir olur. Çünkü Kur’an’da, tevili tenzilinin aynı olan (ne ifade ettiği konusunda ayrıca yoruma gerek bırakmayacak ölçüde açık olan) ayetler vardır. Eğer bunu inkâr ederse kâfir olur.”.
Yine İmam Ebû Hanîfe şöyle der: Mestler üzerine meshin, mukim için bir gün bir gece, yolcu içihn üç gün üç gece olacak şekilde hak olduğunu ikrar ederiz. Çünkü hadiste böyle varit olmuştur. Bu konudaki rivayetler mütevatir seviyesine yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur.”
Ekmeluddîn el-Bâbertî bu metni şerh ederken ilginç bir anekdot nakleder. Buna göre Tabiun’dan Katâde Kûfe’ye geldiğinde İmam Ebû Hanîfe ile bir araya gelirler. Ona şöyle der: “Sen, Dinlerini fırka fırka bölenlerden misin?” İmam buna şöyle cevap verir: “Ben Hz. Ebû Bekr ile Hz. Ömer’i (r.anhuma) diğer sahabîlerden üstün tutarım. Efendimiz (s.a.v)’in iki torununa muhabbet beslerim. Ve mestler üzerine meshe kailim.” Bunun üzerine Katâde üç kere, “İsabet ettin. Bu çizgiden ayrılma” der.
Burada enteresan olun nokta şu: İmam Ebû Hanîfe, itikadî çizgisi hakkında Katâde’nin kulağına gitmiş olan yalan-yanlış bilgileri tashih etmek için dönemindeki bid’at fırkaların görüşlerine muhalif olduğunu beyan sadedinde üç husus zikretmektedir. Bunlar arasında sadece mestler üzerine meshin fıkhî bir mesele olduğu açıktır. Böyle olduğu halde İmam, bu meselenin itikadî bir boyutu olduğunu ihsas etmektedir. Bu boyut, konuyla ilgili rivayetlerin “ilim” ifade edecek kemiyette olduğu gerçeğinden başkası değildir.
İmam Ebû Hanîfe (rh.a), itikadî meseleler hakkında yeterli bilgisi olmayan kimselerin takınması gereken tavır hakkında şöyle der: Tevhit (itikad) ilminin ince meselelerinden herhangi bir hususu anlamakta müşkilat çeken kimsenin, meseleyi sorup öğreneceği bir alim bulana kadar o konuda Allah Teala katındaki doğru neyse o şekilde inanması gerekir. Bu durumdaki bir kimsenin, meselenin doğrusunu öğrenmeyi ertelemesi caiz değildir. Bu durumdaki kimsenin, tevakkuf etmesi, meselenin aslını öğrenmekten geri durması mazur görülemez. Eğer bu durumdaki kimse, meselenin aslını öğrenmekten geri durursa (ve hayatını öylece şüphe içinde geçirmeye devam ederse) dinden çıkar.”
Be sebeple itikadî meselelerde ya aklımıza takılan hususları ehil kimselerden sorup doğru bir şekilde öğreneceğiz, ya da hiç bu meselelere dalmadan “inandım” deyip geçeceğiz. İtikadda şüpheye yer yoktur.
Ebubekir Sifil Hocaefendi — Milli Gazete – 31 Aralık 2007
Paylaş:
.
Nesh, lügatte: İzale etmek, gidermek, yok etmek, değiştirmek, tebdil, tahvil ve nakletmek manalarına gelir. Istılahta ise: Şer’i bir hükmün, ondan sonra gelen şer’i bir delil ile kaldırılmasıdır. Tıpkı yeni çıkarılan bir kanunla bir evvelki kanunun yürürlükten kaldırılması gibidir. Sonradan gelen şer\’i delil “nasih=nesheden”, kaldırılan şer’i hükme ise “mensûh = neshedilmiş” denir. Artık onunla amel edilmez.
Burada ifade edelim ki, nesh muvakkat olarak konulan şer\’i bir hükmün, zamanı gelince şer\’i bir delil ile son bulduğunu bildirmekten ibarettir. Bu bakımdan nesh, ALLAH Teâlâ\’ya göre beyan, insanlara göre ise hükmü başka bir delille değiştirmek, tebdil etmektir. Çünkü o hükmün hangi zamana kadar devam edeceğini Cenab-ı Hakk önceden bilmektedir. İnsanların ise bu konuda bilgisi bulunmamaktadır.
Nesh halinde bazen bir hükmün yerine başka bir hüküm konulabileceği gibi, bazen de sadece hüküm kaldırılmış olur. Meselâ, Namazda Kudüs\’e yönelme hükmü kaldırılmış, onun yerine Kâbe’ye yönelme hükmü getirilmiştir. Hâlbuki mut\’a nikâhı ve şarabın içilmesi neshedildiği halde onların yerine başka hükümler getirilmemiştir. Yeni konan hüküm, neshedilen hükme eşit olabileceği gibi, bazen ondan daha hafif veya daha ağır olabilir.1Nitekim Nisa sûresi 160. ayet-i kerimesinde Yahudilere bir kısım helalin haram kılındığı belirtilir. Ağır hükümden (tağlîz) vazgeçilir, yerine hafif hükümler (tahfif) konur. Enfal suresinin 66. ayet-i kerimesinde bunun örneği görülür.
Nesh, aklen ve naklen caizdir
Nesh, aklen caiz ve haddi zatında vakidir. Şöyle ki: ALLAH Teâlâ kulları hakkında dilediği gibi tasarruf edebilir. Kullarını bir zaman bir hükme, diğer bir zaman da başka bir hükme tabi tutabilir, buna kimsenin itiraz hakkı yoktur. Bununla birlikte ALLAH Teâlâ, hakimdir, rahimdir, kullarının faideleri için bazı hükümlerini tebdil buyurmasına ne mani vardır? Zamanların, mizaçların değişmesiyle ilaçlar da değiştiği gibi vakitlerin değişmesiyle insanların maslahatları değişebilir. İşte bundan dolayı bazı hükümlerde değişikliğin olması aklen caiz ve hikmete muvafıktır, uygundur.
Nesh naklen de caiz ve sabittir. Müşriklerin ve Yahudilerin: “Muhammed\’i görmüyor musunuz ki! Ashabına bugün bir şeyi emrediyor sonra, onu yasaklayarak tersini emrediyor. Bugün bir söz söylüyor, yarın ondan dönüyor. Bu Kur\’an, Muhammed\’in kendi tarafından uydurduğu sözden başka bir şey değildir” demeleri üzerine şu ayet-i kerîme nazil oldu:
“Biz bir ayet-i, nesh ettiğimiz diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit ki, ALLAH Teâlâ neyi indireceğini çok iyi bilendir, dediler ki: Sen ancak bir iftiracısın. Hayır! Onların pek çoğu bilmezler.”2
“Biz neshettiğimiz yani hükmünü diğer bir ayetle değiştirdiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin yerine ya ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz. Şüphesiz ALLAH Teâlâ\’nın her şeye ziyade kadir olduğunu bilmedin mi? Elbette bildin.”3
İşte, arz edilen bu ayet-i kerimeler neshi haber vermektedir. Nitekim önceki peygamberlerin şeriatlarında nesihler vuku bulduğu gibi, peygamberlerimizin şeriatı da önceki şeriatları neshetmiştir. Aynı şekilde, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin getirdiği fer\’i hükümlerde de neshin vukuu görülmektedir. Meselâ: Kıblenin tahvili buna delildir. Bunların hepsi bir hikmeti ilahiyye gereğidir. Cenab-ı Hak bu meseleleri zaten ilmî ezelisiyle böyle bilip takdir buyurmuştur. Zamanı gelince de bunları Peygamberleri vasıtasıyla kullarına bildirmiştir. Bu cihetle ALLAH Teâlâ\’nın ilminde ve takdirinde asla bir değişiklik olmuş sayılmaz. Bilâkis bu, idarî ve içtimaî bir hikmet ve maslahata binaen böyle takdir edilmiştir.
İslâm âlimlerinin ekserisi, neshin Kur’ân-ı Kerîm\’de mevcud olduğunu kabul etmişlerdir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerim\’in kendisinden önceki kitapları neshine ilaveten, yeni kurulmaya başlayan İslam nizamının inkişaf ve tekamülü için nesih keyfiyetini tabiî birşey olarak karşılamışlardır.
Neshin Şartları
1- Mensûh gibi, nâsihin de fer\’i, şer\’i delil olması gerekir.
2- Nâsihin, mensûh delil kuvvetinde veya ondan daha kuvvetli olması gerekir. Başka bir ifadeyle, şer\’i delil Kur\’an ve Sünnet nassı yani ayet-i kerime veya sahih hadis-i şerif olmalıdır. İcma ve kıyas, Kur\’an ve Sünnet kuvvetinde olmadıkları için nâsih olamazlar.
Şöyle ki: Kıyas ile, icma ile bir şer\’î hüküm nesh edilemez. Çünkü nesh, yalnız Resûli Ekrem (S.A.V.) Efendimizin hayatında vaki olabilirdi. O\’nun hayatında ise nesh, kıyas ile veya icma ile değil, ancak kendisinin beyanatı ile malûm olabilirdi. Bir de kıyas, bir zannî delildir. Nass ile sabit bir hükmü nesh edemez. İcma ise Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin zamanında cari olamazdı, dinî hususlarda bizzat kendisine müracaat edilirdi, kendisinin beyanatı aksine bir icma vukuu tasavvur olunamazdı. İcma, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizin beyanının altındadır. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin tek başına beyanatı kafidir. İcma, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz hayatta iken bir hüccet olamazdı. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin zamanından sonra ise nesh cari olamaz ki, icma ile vaki olabilsin. Velhasıl: Kıyas ile icma, ne nâsih ve ne de mensûh hiçbiri olamaz.
3- Nâsih delil, mensûh hükümlerden sonra gelmiş olmalıdır.
4- Eğer nesih sarih değilse, her iki nassın tevfîkı yani bağdaştırılması imkansız bulunmalıdır. Muarız nassların bağdaştırılması mümkün olan yerlerde nesih cihetine gidilmez, tevfik veya te\’vil ciheti tercih edilir.
Neshin zamanı
Nesh, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz zamanında vuku bulmuştur. O\’nun vefatından sonra ise neshin vuku bulması mümkün değildir. Çünkü nesih vahiy yoluyla olmaktadır. Vahiy dönemi O\’nun vefatıyla bittiğine göre, O\’ndan sonra neshin vuku bulması da düşünülemez.
Neshin mahalli, yeri
1- Fer\’î, şer\’î hükümlerde nesh cereyan eder. Ancak nasslarda o hükmün kıyamete kadar devam edeceğine dair bir delil bulunursa, o naslarda nesih cereyan etmez. Meselâ,
“Onların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin.”4 ayet-i kerimesindeki “Ebeden” sözü bu hükmün kalkmayacak şekilde daimi olduğunu gösterir. Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
“Cihad, ALLAH Teâlâ\’nın beni peygamber olarak gönderdiği bu günden, bu ümmetin Deccâl\’e karşı savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir. Onu, ne imamın zâlim olması, ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır.”5 Hadis-i şerifi de, cihad hükmünde neshin mümkün olmadığını, cihadın kıyamete kadar devam edeceğini açıkça ifade etmektedir.
İtikadi hükümler yani iman esasları da zamanla değişmeyecekleri için nesih vuku bulmaz.
Aynı şekilde, hissi ve akli hükümlerde de nesih düşünülemez. Meselâ, “Ateş yakıcıdır, alem hadistir” sözlerinde olduğu gibi. Çünkü bunlar, mahiyetleri icabı zamanla değişmezler.
Haksız yere adam öldürmek, zulmetmek, yalan söylemek gibi aklın kötülüğüne hükmedilebileceği kötülükleri yasaklayan ve bunlardan sakındıran nasslarla, adalet, anababaya iyilik, ikram gibi iyiliğini insanın kavrayabileceği hukukî, ahlâkî hükümleri ihtiva eden nasslarda nesih düşünülemez.
Tarihi hadiselerden haber veren nasslarda da nesih tasavvuru mümkün değildir. Meselâ, Âd kavminin sarsıntıyla yok edildiğini bildiren âyet-i kerimelerde nesih düşünülemez.
Ayet-i kerime ve hadis-i şerifler arası nesh
Ayet-i kerimenin ayet-i kerimeyle, hadis-i şerifin hadis-i şerifle neshi ittifak edilen noktadır. İhtilaf; âyet-i kerimenin hadis-i şerifi, hadis-i şerifin âyet-i kerimeyi neshindedir. Bunlar yanında sünneti âhâd, mütevâtir bölümlerine ayırarak nesih vak\’ası içinde her biri için ayrı iddiada bulunanlar vardır. Burada Kur’ân-ı Kerim\’in sünneti, sünnetin ayet-i kerimeyi neshini gösteren misallere yer vereceğiz.
Kur’ân-ı Kerim ayet-i kerimelerinin neshi
1- ayet-i kerimenin ayet-i kerimeyi neshi: Ayet-i kerimelerin hepsi sübut yönünden eşit olduğu için birbirini neshetmesi caiz ve vâkîdir. Meselâ: Mirasla ilgili âyet-i kerimeler gelmeden önce, kişinin servetinden ana, baba ve akrabalarına bir miktar verilmesi için vasiyet etmesi:
“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek ALLAH Teâlâ \’dan korkanlar üzerine bir borçtur.”6 ayet-i kerimesiyle farz kılınmıştı. Ancak, Nisâ sûresinde gelen 11 ve 12. miras âyet-i kerimeleri ile herkesin hakkı kesin ve net olarak belirlenmiş, Ebu Ümame (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de:
“ALLAH Teâlâ her hak sahibine hakkını vermiştir. Öyleyse varise vasiyet yoktur.”7 buyurmuş, böylece yukarıdaki âyet-i kerime neshedilmiştir. Fakat mirastan payı olmayan akraba ve düşkünlere ve hayır müesseselerine vasiyet bâkidir. Her Müslüman gönüllü olarak servetinin üçte birini istediği yere vasiyet edebilir.
2- Âyet-i kerimenin hadis-i şeriflerle neshi: Ebu Hanife, İmam Malik gibi alimler Sünnetin de vahiy mahsûlü olduğunu ileri sürerek mütevatir ve meşhur sünnetle Kur’ân-ı Kerim ayet-i kerimelerinin neshedilebileceğini ifade etmişlerdir. Meselâ, Bakara sûresi, 180. ayet-i kerimesinin sünnetle neshi gibi.
Sünnetin neshi
1- Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’le neshi:
İmam Şafii’den başka alimler, sünnetin Kur’ân-ı Kerim’le neshini caiz görmüşlerdir. Meselâ, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz Medine\’ye hicret ettikten sonra Beyti Makdis\’e yönelerek namaz kılmışlardır. Sonradan bu sünnet:
“Yönünü Mescidi Haram\’a çevir”8 ayet-i kerimesiyle nesholunmuştur.
2- Sünnetin sünnetle neshi
Mütevatir ve meşhur sünnetle sünnetin bütün nevilerinin neshi caizdir. Ahad sünnetin ahad sünnetle neshine bir mani bulunmamaktadır. Meselâ, İslam\’ın başında putperestliğin tesirini azaltmak için Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz insanları kabir ziyaretinden menetmişti. Sonradan İslam kökleşip, iman kalplerde iyice yerleşince artık, kabirlere tapınmak mevzubahis olmayınca bu hükmü, Büreyde (R.A.) den rivayete göre:
“Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size ahireti hatırlatır.”9 buyurarak neshetmiş ve bu yasağı kaldırmıştır.
Neshi Tesbit ve Bilme Yolları
Bir hükmün nâsih ve mensuh olduğu dört yolla bilinir.
1- Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin beyanı ile neshin bilinmesi: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bazan açık olarak nesih ifadesini kullanarak bazan da neshe delalet edecek zımnî beyanlarıyla neshe işaret etmiş olabilir. Meselâ kabirleri ziyaret yasağının kaldırıldığı bizzat kendi ifadelerinde yerini bulmuştur.
2- Sahabenin verdiği bilgilerle neshin tesbiti ve bilinmesi: Hz. Ali (R.A.)nun: “Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, cenaze geçerken kalkmamızı bize emrederdi, kendisi oturdu, bize de oturmamızı emretti.” sözü10 ile Sa\’d (R.A.) nun: “Biz secdeye giderken ellerimizi dizlerimizden önce yere koyardık, ellerimizden önce dizlerimizi yere koymakla emrolunduk.” sözleri11 buna açık birer misaldir. Bir de sahabinin: “Bu, iki uygulamanın sonuncusudur, falan hüküm nesholundu.” gibi sözleri de neshi belirtir. Mesela: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin en son yaptığı iki işten biri ateşte pişen bir şey yenince abdest almayı terk etmek oldu.12
3- İki müteârız hadis-i şerifin vürud târihlerinin bilinmesiyle nesh anlaşılır. Muahhar olan nâsih, mukaddem olan yani önceki mensûhtur. Meselâ, Şeddât ve Ebu Hureyre (R.Anhüma) dan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Hacamat yapan kişinin de, hacamat olan kişinin de orucu bozulur.”13 buyurdu. Bu rivayete göre hacamat yapanın ve yaptıranın oruçları bozulur. Abdullah b. Abbas (R.A.)nun rivayetine göre ise Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ihramlı ve oruçlu olduğu halde kan aldırmıştır.14 Bu nâsihtir. Çünkü Şeddât ve Ebu Hureyre (R.Anhüma)nın rivayet ettiği hadis-i şerif Mekke-i Mükerreme’nin fethi senesinde varid olmuştur. Abdullah b. Abbas (R.A.) ise, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kan aldırdığına Veda Haccı senesinde şahid olmuştur. Mekke-i Mükerreme’nin fethi veda haccından daha öncedir. İşte muahhar olan fiili sünnet ile mukaddem bulunan hadis-i şerifin neshedildiği anlaşılmaktadır.
4- İcmâ ile neshin tesbiti ve bilinmesi: Alimlerin birbirlerine muarız iki delilden birinin önce ve diğerinin daha sonra geldiği hususunda ittifak etmeleriyle nesh tesbit edilir. Mesela: Muaviye (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki:
“Kim şarap, içki içerse dayak cezası verin. Dördüncü sefer tekrar ederse öldürün.”15
Bu rivâyet farklı şekillerde gelmiştir. Hepsi de ilk üçte ceza olarak dayak atmayı, dördüncü seferde öldürmeyi emreder. Sonradan nesh edilmiştir. Cumhur bu görüştedir. Bir kimse, içki yüzünden öldürülmez, dördüncü değil onuncu kere içmiş olsa bile.
Tirmizî\’nin, İlel kısmında açıkladığına göre, bu hadis-i şerifle amel eden tek fakih çıkmamıştır. Dolayısıyle, bu hadis-i şerifle amel etmeme hususunda icmâ hasıl olmuştur. Bazı alimler: “Hadis-i şerif, hükmüyle amel edilmemesiyle hasıl olan icma ile mensuhtur.” demiştir.
Ayrıca Kabîsa b. Züeyb (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki:
“Kim şarap, içki içerse dayak cezası verin. Eğer tekrar içerse, dayak cezası verin. Eğer tekrar içerse, dayak cezası verin. Üç veya dördüncü sefer tekrar içerse öldürün.”16
Fakat daha sonra Resûlullah (S.A.V.) efendimize şarap içmiş bir adam getirildi. Hemen dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi, yine dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi, yine dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi yine dayak cezası verildi ve öldürme kaldırıldı. Artık, ölüm cezası bir ruhsat olarak kaldırılmıştı.17
Bu rivayete göre, mezkûr hadis-i şerif icma ile değil, bizzat Resûlullah (S.A.V.) efendimizin sünneti ile nesh edilmiştir.
Bir ayet-i kerimenin, bir hükmün nasih veya mensuh olduğunu tayin hususunda rey ve içtihat ile hareket olunamaz. Bu ancak sahih bir nakl ile, bir tarih ile bilinir.
Bir kısım müfessirler, müellifler, nasih ile mensûhun adedini pek çok göstermiş, bunlara dair müteaddid kitaplar yazmışlardır. Fakat Fahri Razi gibi müdeddik müfessirler, alimler, hakikaten nasih ile mensuh olan ayetleri tayine muvaffak olmuş, bunların öyle zan edildiği kadar çok olmadığını ispat etmişlerdir.
İmam Süyutinin “Itkan”ında yazdığına göre bunlardan adedi nihayet yirmi veya yirmi birden ibarettir. Aralarını te\’lifi kabil, aralarında bir muaraza gayri zahir olan bir kısım ayet-i kerimeleri, hükümleri nasihiyetle, mensuhiyetle zikretmek sathi düşüncelerden ileri gelmiş bulunmaktadır.18
Kur’ân-ı Kerim\’de nesh çeşitleri
Kur\’an\’da vukubulan nesih dört kısma ayrılmıştır:
1- Hem tilaveti yani okunması hem de hükmü mensûh ayet-i kerimeler: Bazı rivayetlere göre Hz.Peygamber (S.AV.) Efendimiz zamanında bazı ayet-i kerimelerin hem tilaveti hem de hükmü nesh olunmuştur. Nitekim Enes b. Malik (R.A.) şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ, Meune kuyusunda öldürülenler hakkında ayet-i kerime indirmişti ki, biz o ayet-i kerimeyi nesh olununcaya kadar okurduk. Şöyle ki:
“Dikkat! Kavmimize ulaştırın ki, şüphesiz biz Rabbimize kavuştuk. Bizden razı oldu ve bizi razı etti.”19
Ebu Musa\’l-Eş\’ari (R.A.) şöyle demiştir: “Biz Kur’ân-ı Kerim’de uzunluk ve şiddet bakımından Bera\’e Suresine benzettiğimiz bir sure okurduk, o bana unutturuldu. Yalnız onun:
“Adem oğlunun iki vadi dolu malı olsa, üçüncüsünü ister. Ademoğlunun karın boşluğunu ancak toprak doldurur!” ayet-i kerimesi hatırımda kaldı. Yine biz uzunlukta Müsebbihattan yani Sebbeha ile başlayan sûrelerden birine benzettiğimiz bir sûre okurduk. Baş tarafı “Sebbeha lillahi mâ fissemâvâti” idi. O da bana unutturuldu. Sadece:
“Ey inananlar yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz, sonra boynunuza tanıklık yazılır, kıyamet gününde ondan sorulursunuz.” ayet-i kerimesi hatırımda kaldı.20
Yine Hz. Ömer (R.A.) biz şöyle bir ayet-i kerime okuyorduk:
“Babalarınızdan yüz çevirmeyin! Kim babasından yüz çevirip onu terk ederse bu küfürdür yani o kişi aile nimetine nankörlük etmiş olur.”21
Önemli not: Neshin bu çeşidi Resûlullah (S.AV.) Efendimizin zamanına mahsustur. Ahirete teşriflerinden sonra artık böyle bir nesh asla caiz değildir. Hiçbir ayet-i kerime hakkında unutmak veya okunmasının terk olunması tasavvur olunamaz.
“Kur’ân-ı Kerim’i şüphesiz biz indirdik. Ve muhakkak O’nu muhafaza da biz edeceğiz”22ayet-i kerimesi bunu haber vermektedir.
2- Tilaveti yani okunması mensûh olmayıp, yalnız hükmü mensûh olan ayet-i kerimeler. Meselâ:
“Sizden ölüp de dul eşler bırakan kimseler, hanımlarının, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda sağlıklarında vasiyet etsinler.”23
Zina eden kadınların dil ile eza ve hanelerinde haps edilmeleri hakkındaki:
“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut ALLAH Teâlâ onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.
İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü ALLAH Teâlâ tevbeleri çok kabul eden ve çok esirgeyendir.”24 ayet-i celilenin hükmü nesh edilip tilaveti baki kalmıştır.
Bu tilavetin de ayrıca hükümleri vardır. Bunun teberrüken okunması bununla namazın caiz olması, bununla geçmiş hükmün bilinmesi ve ümmet hakkında bir nimeti ilâhiye olarak kolaylık gösterildiğini bildirmek gibi.
3- Hükmü bakî, tilaveti mensûh olan ayet-i kerimeler. Hz. Ömer (R.A.) şöyle demiştir: “Gerçekten ALLAH Teâlâ, Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizi hak din ile göndermiş ve kendisine kitabı indirmiştir. ALLAH Teâlâ\’nın indirdiği şeyler içinde recm ayet-i kerimesi de vardı. Bizler o ayet-i kerimeyi okuduk, akledip anladık ve iyice ezberledik. Bunun içindir ki, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz recmetti, O\’ndan sonra biz de recm ettik. Ben insanlara zaman uzayıp da bir diyenin: Biz ALLAH Teâlâ\’nın kitabında recm ayet-i kerimesini bulmuyoruz, demesinden ve ALLAH Teâlâ\’nın indirmiş olduğu bir farizayı terk etmeleri suretiyle sapıklığa düşmelerinden endişe ediyorum. Recm, ALLAH Teâlâ\’nın kitabında sabit bir haktır. Bu erkeklerden ve kadınlardan evlenip de zina eden, zinası da beyyine yani açık delil ile yahud gebelik ile yahud da itiraf ile sabit olan kimselere uygulanır.”25
Hz. Ömer (R.A.)nun bahsettiği recm ayet-i kerimesi şu idi:
“Erkek ve kadın iki yaşlı yani evli kimse zina ederse, her ikisini de ALLAH Teâlâ\’dan ibretli bir ceza olarak recmedin. ALLAH Teâlâ aziz ve hakimdir.”26
Yine Abdullah b. Mes\’ud (R.A.)nun mushafında olan Maide sûresi 89. ayet-i kerimesinde “mütetabiat” kavli şerifi gibi ki, bunun nazmı mensuh ise de hükmü bakidir. Keffareti yeminden dolayı tutulacak üç günlük oruçta ara verilmemesi yani peşpeşe olması gerekir.
Yalnız tilâvetin mensûhiyetindeki hikmet: Ümmeti merhumenin emri ilâhiye ne derecelerde imtisal gösterdiğini izhardan, vesaireden ibarettir. Çünkü tilavet olunan bir nas bulunmadığı halde onun mücerret rivayet edilen hükmüne imtisal edilmesi, ümmeti merhumenin hakka ibadet ve taat hususundaki mükemmeliyetini, yüksek diyanetini ortaya çıkarır.
4- Aslında hükmü baki olduğu halde bir vasfı mensuh olan hükümlerdir. Meselâ: Aşura orucunun farziyeti nesh edildiği halde cevazı mendup olarak kalmıştır. İşte bunda asıl hüküm ki oruçtur, o nesh edilmeyip onun vasfı olan farziyyet nesh edilmiştir.
Nasih, mensûhtan ya daha hafif veya mensûha müsavi veya mensûhtan da meşakkatli olur. Meselâ: Bir zaman Ramazan şerif gecelerinde uyuduktan sonra yiyip içmek hanıma cinsi münasebette bulunmak haram idi. Sonra bunlar fecre kadar mubah oldu. İşte burada nasih, mensûhtan daha hafiftir.
Yine bir zaman Mescidi Aksaya doğru namaz kılınırdı, sonra Kabe-i Muazzama\’ya doğru kılınması emr olundu. Bunda da nasih, mensuha müsavidir. Orucun farz kılındığı ilk yıllarda oruç ile mükellef olanlar, oruç tutmak ile fidye vermek arasında muhayyer idiler. Sonra oruç tutmaya muktedir olanlar için herhalde oruç tutmaları farz oldu. Burada nasih, mensûhtan daha meşakkatlidir.
Neshi Bilmenin Önemi
Kur’ân-ı Kerim ilmini bilmeyen, O’nun iniş sebeplerinden, nasih ve mensuhundan habersiz bulunan, ayet-i kerimelerin taşıdığı ilmî, ahlakî, fıkhî ve tasavvufî manalara aşina olmayan, Arapçasının lügat ve ıstılah anlamlarından bir şey anlamayan, aynı zamanda Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ayet-i kerimeleri nasıl izah ettiğini araştırmayan kimsenin ayet-i kerimeleri tefsir edip hüküm çıkarması caiz değildir.
Rivayete göre, bir kere Hz.Ali (R.A.) mescide girmiş, insanları korkutan bir adama rastlamış:
– Bu kimdir? diye sormuş.
– İnsanlara vaaz eden bir adam, demişler. Hz.Ali (R.A.) Efendimiz:
– O, insanlara vaaz eden bir adam değil, ancak ben filan oğlu filanım beni tanıyın demek isteyen bir adamdır, demiş. Sonra bir adam gönderip yanına çağırtarak, ona:
– Nasih ve mensûhu bilirmisin, demiş. O da:
– Hayır! Deyince, Hz.Ali (R.A.) Efendimiz:
– Bizim mescidimizden çık! Burada vaaz etme! Buyurmuştur.
Bir rivayete göre de, Abdullah b. Abbas (R.A.) vaaz eden bir adama rastladı. Onu ayağıyla dürterek:
– Sen nasih ve mensûhu bilir misin? dedi. O da:
– Bilmem, deyince:
– Kendin de helak oldun, dinleyenleri de helak ettin! Dedi.
Huzeyfe (R.A.) şöyle demiştir: “İnsanlara ancak üç kişiden biri fetva verebilir:
1- Kur’ân-ı Kerim\’in nasih ve mensuhunu bilen. Bu, Hz.Ömer (R.A.) gibi kişilerdir.
2- Mutlaka fetva vermesi gereken kişi. Yani kendinden başka fetva veren olmadığı için mecbur kalan ve bildiği kadar fetva veren.
3- Zorla kendini biliyormuş gibi gösteren ahmak adam. Ben ilk iki kişiden biri olamadım üçüncü kişi de olmak istemem.”27
Resûlullah (S.A.V.) Efendimize indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerim, geçmiş kitapların hepsini neshettiği gibi, İncil, Tevrat\’ı, Tevrat da kendinden evvelki şeriatın bir çok hükümlerini neshetmişlerdir. Meselâ: Cumartesi gününde çalışmak, Yahudilere haram olduğu halde Müslümanlara helal sayılmıştır. Böylece haram hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Hz.Adem (A.S.) zamanında neslin çoğalma zarureti karşısında kız kardeşin erkek kardeşiyle evlenmesi caiz kılınmıştı. Nesil çoğalıp arzu edilen seviyeye gelinince bu hüküm neshedilmiş ve artık iki kardeşin birbiriyle evlenmesi yasaklanmıştır.
Hz.Nuh (A.S.) tufandan kurtulduğu zaman, insan neslinin devamı ve sağlam bünyeli bir neslin yetişmesi zarureti ortaya çıkmıştı. Her taraf tufanın tesiri altında kalıp, bir çöl halini aldığından yeteri kadar gıda maddesi temin etmek mümkün olmuyordu. Bu sebeple birçok veya bütün hayvanların eti onlara helal kılınmıştı. İsrailoğulları devrinde ise bu zorluk kalktığından hayvanların çoğu haram kılınmış, iç yağlarına bile müsaade edilmemişti.
Neshin Hikmetleri
Neshin bir çok hikmetleri vardır. Bunlardan bazılarını zikredelim:
1- İnsanların maslahat ve menfaatlerini gözetme. Şer\’i hükümlerin asıl maksadı insanların maslahatlarını gerçekleştirmektir. Herhangi bir hüküm bir zaman sonra yürürlükten kaldırılmış ve onun yerine başka bir hüküm ikame edilmişse, onda insanların menfaatleri olmuştur. Çünkü insanların maslahatları zaman zaman ve yer yer değişebilir.
2- İnsanları tedrici bir şekilde dine ısındırma. Dini tebliğde esas olan insanları nefret ettirmek değil, dini sevdirmektir. Psikolojik olarak iyi veya kötü adet ve alışkanlıklara saplanmış bir cemiyeti, bu alışkanlıklardan bir anda koparmak mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin tebliği ile 22 küsur sene zarfında insanları ve toplumları tedrici bir şekilde ve yumuşatmak suretiyle İslam Dini\’ne yaklaştırmıştır. Mesela dini ibadetlerin konuluşunda, içkinin yasaklanışında tedrici metodun uygulandığını müşahade etmek mümkündür.
3- İnsanları imtihan etmek. İnsanlar dünyaya imtihan için gelmişlerdir. İmtihanda başarılı olanlar mükâfatı artırılacak, muvaffak olamayanlar ise cezalandırılacaktır. Cenab-ı Hakk emirlerini her insanın takatine göre yöneltmiştir.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizden önceki insanların fer\’i hükümleri başka, kendi ümmetinin hükümleri başkadır. Her ümmet, kendine tebliğ edilen hükümlerden mesuldür. İmtihanı ona göre yapılacaktır. Çünkü mükellef kılmak ALLAH Teâlâ\’ya ait bir yetkidir. İnsanlara düşen, emir ve yasaklara riayet etmektir.28
Netice olarak diyebiliriz ki: Ayet-i kerimelerin tarihi bir yolla izah edilip açıklanması bakımından nesh meselesi mühim rol oynamaktadır. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerim\’in tefsirini yapmak isteyen bir kimseye çeşitli bilgiler yanında, nesh meselesini bilmesi de şart koşulmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de bütün insanlığı saadete ulaştıracak hareket kaideleri mevcut ve kendisine ittiba edenlerin ne yolda hareket etmeleri gerektiğini bildirmektedir. Psikolojik olarak, iyi veya kötü adetlere saplanmış olan bir cemiyeti bu alışkanlıklarından bir anda koparıvermek mümkün değildir. İşte Kur’ân-ı Kerim, insanları ve cemiyetleri dini bir taktikle veya başka bir deyimle, tedrici olarak yumuşatmak suretiyle kendine yaklaştırmış oluyordu. Kur’ân-ı Kerim’i iyi anlayabilmek ve O’nun ayet-i kerimeleri hakkında doğru hükümler verebilmek için mutlak surette nesh meselesini bilmeye ihtiyaç vardır.
dipnot
(1) Serahsi, Usul, 2/54
(2) Nahl Sûresi: 101-103
(3) Bakara Sûresi: 106
(4) Nur Sûresi: 4
(5) Ebu Dâvud, Cihad:35, No:2532
(6) Bakara Sûresi: 180
(7) Ebu Davud, Büyû: 90, No:3565, 3/296, Vesaya: 6; Tirmizî, Vesaya: 5, No:2121, Buhari, Vesaya: 6, Neseî,Vesaya: 5, İbn-i Mace, Vesaya: 6
(8) Bakara Sûresi: 144
(9) Müslim, Cenaiz: 106, No:977; Ebu Davûd, Cenaiz: 81, No:3235; Tirmizî, Cenaiz: 60, No:1054; Nesâî, Cenaiz: 100, 4, 89; Hakim, Müstedrek, Cenaiz; 1/375
(10) A.b. Hanbel; No:624, 1/82; İbn-i Hıbban, No:3056, 7/326
(11) Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, Salat, No: 2692, 2/430
(12) Neseî; Taharet:123; No:185; 1/108.İbn-i Hıbban; Vuzu: No:1134; 3/416.Ebu Dâvud; Taharet:75; No:192; 1/98.İbn-i Huzeyme; Taharet:31; No:43; 1/28
(13) Taberani, el-Mu\’cemu’l-Evsat, No: 5017; 6/11; Ebu Ya\’la; No: 6211; 5/397; El-beyan ve’t-Ta’rif, 1/123
(14) Buhari, 2/685, No: 1836, 1837
(15) Tirmizî, Hudud: 15, 4/48, No: 1444; Ebû Dâvûd, Hudud: 37, 4/164, No:4482
(16) Ebu Davud; Hudud;37; No:4485; 4/165
(17) Ebû Dâvud, Hudud 37, 4/165, No:4485; Tirmizî, Hudud: 15, No:1444
(18) Ö.N.Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, 1/98-103
(19) Buhari, Cihad: 180, Mesacid: 297, Ahmed b. Hanbel, 3/109,111, 210,215, 255, 290
(20) Müslim, Zekat: 116, 119; Buhari, Rikak: 10; Tirmizi, Zühd: 27, Menakıb: 32; İbn-i Mace, Zühd: 27; Darimi, Rikak: 62; Ahmed b. Hanbel, 3/122, 176, 192, 198, 236, 238, 272, 4/368, 5/117, 132, 219, 221, 6/55
(21) Buhârî, Muharibin: 16; Ahmed b. Hanbel, 2/526
(22) Hicr Sûresi: 9
(24) Nisa Sûresi: 15-16
(25) Tirmizi, Hudud:7, No: 1432: 4/38; Buhari, Hudud: 15, No: 6441, 6/2503; Müslim, Hudud:5, No: 1691, 3/1317
(26) İbn-i Hibban, Hudud:1, No:4429, 10/274, Hakim, Müstedrek, 4/359
(27) Suyûtî, a.g.e. 1/259-260
(28) Serahsî, a.g.e. 2/56-57
Mehmet Talu Hocaefendi
.
Oryantalistler ve onlarla pek çok konuda fikir birliği içerisinde olan yenilikçi Müslümanlar ilmi ve tarihi verilere rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu iddia etmektedirler.İddia sahipleri Allah Resulü hakkında Kuran’da kullanılan “ümmî nebi” ifadesinin okuma yazma bilmeyen anlamına gelmediğini, bütün müfessirler tarafından benimsenen “ümmîlik yaftası”nın esas itibarıyla “din adamları sınıfı ağzı” olduğunu, gerçekte “ümmî” ve çoğulu olan “ümmiyyun” kelimelerinin “halkın bağrından çıkan, genel halk” gibi anlamlara geldiğini ileri sürmektedirler. Direkt ya da dolaylı olarak Allah Resulü’nün okuma yazma bilmediğini haber veren ayetlerin ise yabancı dilde bir metni okuyamaması şeklinde anlaşılması gerektiğini savunmaktadırlar.Allah Resulü’nün –haşa- Kur’an-ı Kerim’i önceki kitaplardan istinsah ettiği iddiasına gerekçe üretmeyi hedef edinen bu yaklaşımın akli ve nakli deliller karşısındaki değerini tartışmak bu makalenin başlıca konusudur. Ancak ilahi bilgi ve ona ulaşmanın vasıtası olan vahiyle, beşeri bilgi ve edevatı arasındaki farkı gölgeleyip “ümmî” kavramını “cahil”le aynileştiren yenilikçilerin Allah Resulü’nü müdafaa eder bir görüntü içerisinde olmaları zihinleri karıştırdığından öncelikli olarak bilginin ne olduğunu ve ilahi bilginin beşeri olandan farkını izah etmemiz gerekir.
İlim
Lügatte bilme, biliş, bilgi gibi anlamlara gelen ilmin mahiyetinin ne olduğu suali alimleri çokça meşgul etmiştir. İlmin tanımlanmaya ihtiyacı olmadığına vurgu yapanlar olduğu gibi[1] Cüveynî ve öğrencisi Gazzâlî gibi tarifini yapmanın güç olduğunu söyleyenler de olmuştur. Fahruddin er-Razî ise mahiyetinin kendiliğinden bilinmesi hasebiyle tarifinin mümkün olmadığını belirtmiştir.
İlmi tanımlayanlar onun akıl ve duyularla olan irtibatına dikkat çekmişlerdir. Filozoflar ilmi; “bir şeyin suretinin akılda oluşması” şeklinde tarif ederken kelamcılar, “aklın ve duyuların alanına giren her şeyin (mezkûr) tanınmasını sağlayan sıfat”[2] ya da “bir şeyi bulunduğu konumda idrak etmek”[3] olarak tanımlamışlardır.
İlim, insanda oluşması veya tahsil edilmesi bakımından iki kısma ayrılır:
Zarûrî İlim
Düşünmeden, delile müracaat etmeden, kendiliğinden ve kaçınılmaz bir şekilde oluşan bilgiye “zarûrî ilim” denir. İnsanın “bir” sayısının “iki”nin yarısı (bedihiyyât) ya da ateşin yakıcı olduğunu (müşâhedât) bilmesi ‘zarûrî ilim” kapsamında değerlendirilir.
İstidlâlî İlim
Delile başvurmak anlamına gelen istidlâl, bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri uygun bir şekilde kullanmaktır. “İstidlâlî ilme” aynı zamanda “kesbî ilim” de denir. İnsan ancak öğrenme usullerini kullanarak bu nevi ilme ulaşabilir.
Ayrıca ilim varoluşu itibarıyla de iki kısma ayrılır: Allah Teala’nın zatıyla kâim olana “kadîm”; sonradan olan ve kullara aidiyeti ile bilinene ise “hâdis ilim” denir.[4]
İlim ve Peygamberler
Allah Teala, hem “alîm(bilen)” hem de “muallim(öğreten)”dir. Hz. Adem’e “esma(isimleri)”yı o öğretmiştir. Toprağı işlemeyi, gemiyi inşa etmeyi, demire şekil vermeyi, kumaşı dikmeyi, hastayı tedavi etmeyi de peygamberlere O vahyetmiştir. Her şeyi kuşatan en üst bilgi ona aittir. O, her şeyi bilendir. Medeniyetlerin kazanımları, insanların müktesebatı onun öğrettiklerinden neşet etmiştir. Kullarından dilediklerini peygamber olarak seçmiş;[5] onların kalbine vahyi unutmayacakları bir şekilde yerleştirmiştir. Nitekim, unutma endişesiyle gelen ayet-i kerimeleri henüz okunmaları bitmeden Cebrail’le birlikte tekrar eden Allah Resulü (sallallahu kımıldatma. Muhakkak onu, toplamak (kalbine yerleştirmek), okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen takip et.”[6] Şu ayet-i kerimede vahyin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbinde korunduğunu bildirmektedir: “Sana (Kur’an’ı) okutacağız; artık Allah’ın dilediği hariç, sen hiç unutmayacaksın.”[7]
Lisan ve Peygamberler
İnsanlar peygamberler vasıtasıyla gönderilen ilahi bilgiyi anlamak, korumak ve geliştirmek için yazıyı keşfettiler. Yazı, bilgiye ulaşma aracı olarak işlev gördüğünden onunla bilgi daha kalıcı ve kullanılır hale geldi.
Peygamberler ilahi bilginin doğrudan muhatapları olduklarından bilginin aracı olan yazının onlar tarafından bilinmesinin gerekliliği söz konu olmamıştır. Bu durum diğer peygamberler içerisinde ümmî vasfıyla temayüz eden Allah Resulü’nde daha da belirgindir. İmam Kurtubî’nin de ifade ettiği gibi, Allah Teala’nın Efendimiz’in kemal vasıflarından biri olarak belirlediği ve ona sahip olmasından dolayı kendisini övdüğü “ümmîlik”, ondan başkası hakkında eksikliğe işaret eden bir vasıftır. Çünkü insanı şerefli kılan ve genellikle onun değerini yücelten yazı, eğitim ve öğretim gibi ilme ulaştıran yollardandır. Fakat Allah Teala mucize olarak yazı ve eğitim faslı olmaksızın Resulü’ne öncekilerin ve sonrakilerin ilmini ihsan etmiştir. Bu, onun (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru olduğuna delalet eden, ona özel vasıflardandır. Başkası hakkında eksiklik olan şey, onun hakkında kemal göstergesi olmuştur.[8]
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmî olması “ilahi bilgiyi önceki kitaplardan aldı.” gibi töhmet kapılarının kapanmasını temin etmiştir. Allah Teala ona, en cins mütefekkirlerin yazıyla ulaşamayacakları gaip haberlerini vahy etmiştir.[9]
Dili ve muhtevasıyla en büyük söz ustalarını hayrete düşüren Kur’an-ı Kerim’in, ümmî bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi uydurulmuş olduğu iddialarını bütünüyle geçersiz kılmıştır. Düz bir ovada yükselen dağ gibi ümmîlikteki safiyet de Kur’an’ın i’cazını bedihi bir şekilde ortaya çıkarmıştır.
Lisanın Oluşması
Lisaniyâtçılar, dil icat etmezler sadece mevcut dil üzerinde incelemede bulunur, tesbitler yaparlar. Kaideler ve kurallar da dili oluşturmaz, dilin içerisinden çıkarılırlar. Çünkü onlardan öncede diller vardı. Nitekim Arapça bir isim cümlesinin iki unsuru olan mübteda ve haberin ne olduğunu bilmeyen nice bedevi bunların iraplarını doğru bir şekilde yapar. Bu durum, diğer bütün lisanlar ve onları konuşanlar için geçerlidir.
Kelimeler, millet hayatının tabii akışı içerisinde doğar ve tedavüle çıkarlar. Onların delalet ettiği anlamları ve türevlerini en doğru o dili konuşanlar bilir. Bu yüzdendir ki alimler bir kelimenin irabında ya da delaletinde ihtilaf ettiklerinde dili en saf şekliyle konuşan bedevilerin hakemliğine başvururlardı. Diller lisaniyâtçıya değil, onu konuşan millete isnad edilerek anılırlar.
Apaçık bir Arapça olarak inen Kur’an-ı Kerim’i anlamak da ancak Arap dilini bilmek ve gereğince amel etmekle mümkün olur. Kur’an’da geçen “ümmî” kelimesinin hangi anlamlara geldiğini tesbit edebilmek için de aynı yöntem izlenmeli, Araplarının kullanımı esas alınmalıdır.
Ümmî
Ümmî; anne, kaynak, asıl gibi anlamlara gelen “ümm” kelimesinin ism-i mensup halidir. Buna göre ümmî; yazı yazmayı bilmeyen, annesinin doğurduğu şekilde kalan[10], yeni bir bilgi edinmeyen kişi gibi anlamlara gelmektedir. Yazı yazmayı öğrenmek sonradan kazanılan bir ameliye olduğundan onu bilmeyen annesine nisbet edilmiştir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Biz ümmî bir ümmetiz. Ne yazı yazmayı, ne de hesap yapmayı biliriz.” buyurmaktadır. Hadis-i şerif, ümmî kelimesini lügat anlamına uygun olarak annesinden dünyaya geldiği ilk hal üzere devam edip yazı ve hesabı öğrenmeyen[11] kişiler şeklinde tanımlamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü ya da bizzat Efendimiz’in kendisini ümmî olarak nitelemesinin nedeni noktasında alimler iki farklı ihtimal belirtmektedirler:[12]
1. Ümmî kelimesi ile anneye nisbet kastedilmiştir. Sanki Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) annesinden doğduğu hal üzere kalmış[13]; bütün bilgilerini vahiy yoluyla almıştır.[14]
2. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuma yazma bilmemeleriyle temayüz eden Arap milletine mensup olduğuna işaret edilmiştir.[15]
Buna göre ümmîlik hangi kelimeden türetilir ya da kime nisbet edilirse edilsin her iki durumda da ondan Efendimiz’in okuryazar olmadığı anlaşılmaktadır.
Ümmî ve Cahil Arasındaki Fark
İlme ulaşmanın farklı usulleri vardır. İnsanların çoğu ilmi okuma ve yazma, bir kısmı da dinleme, görme, his ve tecrübe gibi yollarla elde eder. Bu yüzden her okuryazar alim, her ümmî de cahil değildir. Okuryazar birinin cahil olması gibi alimin de ümmî olması mümkündür. Nitekim ümmî olduğu halde dinleme yoluyla çok sayıda kitap ezberleyen pek çok sayıda ümmî alim vardır.
Ümmî, okuryazarın; alim de cahilin karşıtıdır. Binaenaleyh ümmî, cahil demek değildir. Nitekim ümmî olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke toplumunun yabancısı olduğu geçmişte yaşayan ümmetlerden, ahiretten, haşirden, neşirden haber vermiş; bunu yaparken de hiçbir insanın minneti altında kalmamış, hiçbir mektepte hiçbir hocadan ders almamıştır. Ümmîlik onun zihnini her tür kirli bilgiden korumuştur.
KUR’AN’DA ÜMMÎ
Ümmî kelimesi Kur’an-ı Kerim’de müfred (tekil) ve cem’i (çoğul) kipleriyle altı ayet-i kerimede geçmektedir. Bunlardan üçü ümmî olmalarıyla temayüz eden Araplar, ikisi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), biri de Yahudiler hakkındadır.
Araplar ve Ümmîlik
İslam’ın doğuşuna kadar Araplar’da yazı kültürü oluşmadığından, tarihi birikim ve edebi ürünlerini hafıza yoluyla paylaşırlardı. Onlarda yazı, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesinden çok az önce veya hemen sonra ortaya çıkmıştı. İmam Şa’bî Arapça yazan ilk şahsın Ebû Süfyan’ın babası Harb İbn Ümeyye olduğunu rivayet etmektedir. Harb ise yazıyı Enbar halkından öğrenmiştir.[16]
Tarihi verilerden de anlaşıldığı gibi Mekke halkının neredeyse tamamı ümmî idi. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim onları, bu vasıflarıyla tanımlamıştır. İlgili ayet-i kerimeler şu şekildedir: “O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içerisindeydiler.”[17]
Allah Teala tevile imkan vermeyecek bir şekilde “ümmî” olan Araplara “içlerinden” onlar gibi okuma yazma bilmeyen bir peygamber gönderdiğini bildirmektedir.
“Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.’ Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: ‘Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?’ Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kullarını hakkıyla görendir.”[18]
Ayet-i kerimede önce “Ehl-i Kitab” sonrada “atıf vavı” ile “ümmîler” zikredilmektedir. Bu durum, ümmîler kelimesi ile, Ehl-i Kitap’tan farklı bir topluluk olan Arapların kastedildiğini belirtmek içindir. Çünkü bir kelimenin öncesine atfedilmesi farklı olduğunu gösterir.
“Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘Ümmîlere karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur.’ demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.”[19]
Yahudilerin emanete ihanet etmelerinin arkaplanında “dinlerine göre, ümmî olan Arapların mallarını yemelerinde bir mahzur olmaması ve Allah Teala’nın bunu kendilerine helal kıldığı inancı[20] vardı. Nitekim Yahudilerin -büyük gördüğü- alimlerinden Fenhas b. Âzura bir Kureyşli’nin kendisine emanet bıraktığı bir dirhemi inkar ettiği zaman mağduruna şöyle demiştir; “Adam sen de! Okuma yazması olmayanların hakkı mı olurmuş? Vesikası bulunmayan, hele dini ayrı olan kimselerin hakkını yemek helaldir.”[21]
Ayetlerde de görüldüğü gibi “ümmî” kelimesi, okuma yazma bilmeyen insanların karşılığı olarak kullanılmıştır.
Allah Resulü ve Ümmîlik
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kavmi gibi ümmî olduğunu bildiren ayet-i kerimeler şu şekildedir: “Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. İşte o peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[22]
Ayet, Hz. Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’nın Tevrat ve İncil’de yazılı olan daimi sıfatlarından bahsetmektedir. Önceki kitaplarda onun ümmî bir resul olarak geleceği bildirilmekte ve insanların o ümmî peygambere uyacakları ifade edilmektedir.
Allah Resulü’nün okuma yazma bilmemesi resül ve nebi gibi değişmez sıfatları arasında yer almaktadır. O peygamberler arasında ümmî sıfatıyla bilinmektedir. Nitekim Hz. Musa, Miraç Gecesi’nde onunla karşılaştığında ümmîlik vasfını öne çıkararak “Merhaba ümmî peygamber” diyerek onu selamlamıştır.[23]
“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve onun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”[24]
İslam’ın evrensel olduğundan bahseden ayet ins ve cinni, lekesiz dimağı vahy-i ilahiyle terbiye edilen, saf bir ayna gibi gördüğü her hakikati hiçbir şey eksiltmeden ya da ilave etmeden yansıtan o ümmî peygambere uyup kurtulmaya davet etmektedir.
Yahudiler ve Ümmîlik
“İçlerinde birtakım ümmîler vardır ki, Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri bir sürü kuruntudan ibarettir. Onlar sadece zanda bulunurlar.”[25]
Yahudiler ümmî olup olmama açısından iki gruba ayrılmaktadırlar. Ayette ümmî olarak tavsif edilen grup Yahudi alimlerinin tahrifatını Tevrat zannederek onlardan işittikleri batıl sözleri ve yanlış tevilleri vahiy gibi gerçek kabul addedenlerdir.
DELİLLER
Önceki kitaplar Allah Resulü’nün “ümmî” olduğunu belirtmiş, din adamları da beklenen peygamberin ümmî olacağını ifade etmişlerdir. Hz. Mustafa’nın hayatının her anına tanıklık eden sahabe de onu ümmî olarak anlatmıştır. Lisaniyâtçı, müfessir, muhaddis, siyer alimi herkes onun ümmî olduğunda ittifak etmiştir. Bunda ümmî kelimesinin geçtiği altı ayetin dışında Allah Resulü’nün okuryazar olmadığını bildiren diğer nakli ve akli deliller de etkili olmuştur.
Ayetler
Oryantalizmin etkin bir şekilde varlığını hissettirdiği yıllara kadar yapılan tefsir çalışmalarında “ümmî” kavramı okuryazar olmayan kişi şeklinde izah edilmiştir. Hatta rivayet tefsirlerinin Kur’an’la Müslümanlar arasında perde oluşturduğunu iddia eden Muhammed Abduh bile ümmî ifadesini diğer müfessirler gibi izah etmiştir.[26]
I. Kur’an-ı Kerim ümmî kavramının geçmediği fakat ümmîliği tasrih eden ifadelerin yer aldığı ayetlerle de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olmadığını belirtmiştir. Mevzu ile alakalı bir ayet-i kerimenin meali şu şekildedir: “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı.”[27]
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün herhangi bir kitabı okumadığına vurgu yapan ayet-i kerime, yazmasını nefyederken “Ne de onu yazardın.” gibi maksadı ifade eden bir cümle yerine; “Ne de elinle onu yazardın.” şeklinde mecaz ihtimallerini ortadan kaldıran bir söz dizimi kullanmaktadır. Ayette “el” kelimesinin tasrih edilmesinin gayesi şu şeklide açıklanabilir: “El” kendisi ile yazı yazılan bir uzuvdur. Burada zikredilerek yazı yazma ameliyesi bütünüyle Efendimiz’den uzak tutulmuştur. Bu, kişinin “nezartu(baktım)” yerine “nezartu biaynî(gözümle baktım.)” demesi gibidir. Ayette geçen “Ve lâ tehudduhu” ifadesinin başında yer alan nef’i “lâ”sı da şimdiki ve gelecek zamanı olumsuzlaştırmaktadır. Buna göre anlam; “onu şimdi de gelecekte de yazmazsın” şeklinde olur.
Eğer Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) okuma yazma bilseydi ona bühtan edip; “Bu Kur’an’ı o uydurmuştur.” diyen müşrikler iddialarına kendilerince mesnet bulmuş olacaklardı. Ayrıca Tevrat’ta son peygamberin ümmî olacağını gören Yahudiler de haklı olarak Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün nübüvvetinden şüphe edeceklerdi.[28]
II. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiyden önce ne Kitab’ı ne de imanın alamet ve şartlarını ayrıntılı bir şekilde bilmekteydi. Bu durumun arka planında ümmî olması vardır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık.”[29]
Kur’an nazil olmaya başladığında yeryüzünde Yahudilik ve Hristiyanlık gibi vahiy merkezli muharref iki din hüküm sürmekteydi. Bu durumu çarpıtan İslam karşıtları Kur’an’ın gaiptan ve önceki ümmetlerden haber veren ayetlerinin mevcut dinlerden iktibas edildiğini iddia ettiler. Olan gibi, olacak olan her şeyi de bilen Allah Teala bu nevi iddaları işin başında geçersiz kılmak için -öncekilerin aksine- son peygamberinin ümmî kalmasını murat etmiştir. Bu yüzden Tevrat ve İncil okuryazar olan peygamberlere bir anda inerken Kur’an-ı Kerim ümmî olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne hıfzedebilmesi için parça parça yirmi üç yılda nazil olmuştur. Mekkeli kafirlerin Kur’an’ın bir defada nazil olması yönündeki taleplerine Allah Teala şu şekilde cevap vermiştir: “İnkar edenler, Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane okuduk.”[30]
Hadisler
I. Efendimiz “ümmî” kelimesini okur yazar olmayan, hesap yapamayan kişi olarak tefsir etmektedir. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: “Biz yazmayı ve hesabı bilmeyen ümmî bir ümmetiz. Ay şöyle, şöyledir.[31] (Yani bazen yirmi dokuz, bazen otuz gün çeker.)
II. Hira’da ilk inen ayetler Allah Resulü’nün okuryazar olmadığının en açık delillerindendir. Nitekim ondan okumasını talep eden meleğe “mâ ene bikâriin[32] (ben okuma bilmem)” şeklinde cevap vermiştir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Cebrâil’le Hira’da okuma üzerine yaşadığı diyaloğu şu şekilde nakletmektedir: “O zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘İkrâ(oku)’, dedi. Ben de ona: ‘Okuma bilmem’, dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘İkrâ’, dedi. Ben de: ‘Okuma bilmem’, dedim. Nihayet beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp: “Yaradan Rabb’inin ismiyle oku. O insanı aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku, Rabb’ın nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini o öğretti.[33] dedi”.[34]
Bu diyalog vahyin başladığı zaman Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğunun açık delilidir. Çünkü Efendimiz “oku” emrine üç defa “ben okuma bilmem” şeklinde cevap vermiştir.
Ümmî bir toplumda ümmî bir anneden dünyaya gelen Hz. Mustafa’nın ümmîliği “Yüce Dost”a kavuşuncaya kadar devam etmiştir.
Ümmîlik hem Hz. Mustafa’nın, hem ümmetinin kıyamet günü de vasfı olacaktır: Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma)’tan gelen bir hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Biz dünyada ümmetlerin sonuncusu ahirette ise hesaba çekilme cihetiyle ilki olacağız. O gün şöyle denilecek: ‘Ümmî ümmet ve peygamberi nerede?’[35]
III. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) risalet hayatının farklı devrelerinde müteaddit kere ümmî olduğunu belirtmiştir. Abdullah b. Amr (radiyallahu anhuma) bir gün Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya veda eden kişi gibi yanlarına geldiğini ve üç defa “Ben ümmî peygamber Muhammed’im./Ene Muhammedun en-Nebiyyu’l-Ümmîyyu; benden sonra peygamber gelmeyecek.” dediğini rivayet etmektedir.[36]
Bir sahabi de Efendimiz’e “Ya Resulallah! Allah bize, size salavât getirmemizi emretti, nasıl salât edelim? diye sorunca; Allah Resulü hiç karşılık vermeden sustu. Öyle ki sahabe o kişinin bu soruyu hiç sormamış olmasını istedi. (Bir müddet) sonra; “Allah’ım! Ümmî Nebî Muhammed’i ve âlini yücelt.” deyiniz buyurdu.[37]
Sahabe’nin Tanıklığı
Sahabe, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne olan derin sevgisi ve onu örnek alma gayretiyle, hayatının her anına ait gözlemlerini muhafaza etmiştir. Sözleri, seyahatleri, ahlakı, şemaili, hiçbir devlet adamına, ideoloğa hatta önceki peygamberlere nasip olmayacak ayrıntıda tedvin-telif edilmiştir. Böylece tabiun ve onları takiben gelen nesiller onu başındaki beyaz saç teline varıncaya kadar tanıma imkanı bulmuştur.
Sahabe Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risalet sonrası gibi risalet öncesi hayatını da ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Siyer kitapları nesebi, viladeti, çocukluk yılları, seyahatleri, görüştüğü, konuştuğu ve ortaklık yaptığı insanlarla alakalı ayrıntılı bilgiler ihtiva etmektedir. Buna rağmen onun okuryazar olduğu ya da birisinden ders aldığı noktasında tek bir rivayet yoktur. Bilakis ümmî olduğu tasrih edilmiştir. Sahabenin Allah Resulü’nün ümmi olduğuna delalet eden gözlem ve rivayetlerinden birkaçı şu şekildedir:
Hz. Ali (radiyallahu anh) -Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ahirete irtihal etmesinden sonra- Küfe’de bir defasında şöyle buyurmuştur: “Tohumu yarana ve insanı yaratana yemin olsun ki beni ancak müminin seveceği ve ancak bana münafığın buğzedeceği, ümmî Nebi’nin bana kuvvetli bir ahdidir.”[38]
Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma) da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü şu ifadelerle anlatmaktadır: “Peygamberiniz okuma yazma bilmeyen, hesapla iştigal etmeyen bir ümmî idi.”[39]
Hz. Abbas Mekke’de iken Efendimiz’e hitaben Kureyş’in toplanıp yola (Uhut muharebesi için) çıktığını bildiren bir yazı kaleme aldı. Abbas’ın Benû Gıfar’dan bir adamla gönderdiği mektup Medine’ye ulaştığında Efendimiz mührünü açtı, okuması için Übeyy b. Ka’b’a verdi. Übeyy, okuyunca da ondan mektubu sır olarak saklamasını istedi.”[40]
Sahabe’nin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ait eşyaları teberrük maksadıyla muhafaza ettiği, hırkası, cübbesi ve silahının asırlarca korunduğu yaygın bir bilgidir. Fakat korunan eşya arasında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından yazıldığı iddia edilen tek bir metin yoktur. Eğer yazmış olsaydı sakallarını muhafaza eden ashap elbette yazısını da korurdu.
Tarihi Deliller
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün yaşadığı dönemde hayatına tanık olanlar ona iman edip etmeme noktasında iki gruba ayrılmaktaydı. İlki ona iman etmeyen Mekke Müşrikleri ile Medine’de yaşayan kafir, münafık ve Yahudiler; ikincisi ise Müslümanlardan oluşmaktaydı. Bu iki gruptan hiç kimse Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu rivayet etmedi. “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın.”[41] ayeti inince, onu (sallallahu aleyhi ve sellem) etkisiz hale getirmek için aleyhinde delil teşkil edebilecek en küçük ihtimali dahi değerlendiren düşmanlarından hiç biri bu ayet vakıaya aykırıdır iddiasında bulunmadı. Çünkü Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risalet öncesi hayatının her karesine tanıklık etmelerine, nereye girip çıktığına, kimlerle oturup kalktığına vakıf olmalarına rağmen ümmî vasfını ihlal edecek bir ipucuna ulaşamadılar. Bu yüzden “O, okuryazardı.” diyemediler.
Kur’an’ı –haşa- O yazıyor diyemeyenler; “(Bu ayetler) onun (Muhammed’in), başkasına yazdırıp (iktetebe) da sabah akşam kendisine okunan, öncekilere ait masallardır.”[42] iddiasında bulundu. Ayeti kerimede geçen “iktetebe” fili “istektebe” anlamında talep bildirmektedir. Buna göre anlam; “başkasına, ayetleri kendisi için yazmasını emretti.” demek olur.[43]
Ayrıca ona iman edenlerin hepsi aynı derecede değildi. Eğer ayete aykırı bir durum görmüş olsalardı, İsra ve Miraç gerçeğini idrak edemeyenlerde olduğu gibi onlar içerisinde de irtidat edenler olurdu.
Tarihi verilerin ümmî olmasında ittifak ettiği Allah Resulü, gelen vahyi de farklı iklimlere gönderdiği mektupları da katipleri vasıtasıyla kaleme almıştır.[44]
Aklî Deliller
Mekke’de okuryazar olanlar toplam on yedi kişiydi. Bu yüzden tarihi ve aktüel olaylar şifahi olarak paylaşılır, sonraki kuşaklara da hafızalara nakşedilen şiirlerle aktarılırdı. Şiirlerin içeriği putperest geleneğe ve kabile kültürüne ait olaylardan oluşmaktaydı. Tevrat ve İncil İbranice olduğundan halk Ehl-i kitap’ın kültürüne yabancıydı.
Böyle bir ortamda nazil olan Kur’an-ı Kerim, Mekkelilerin hiç duymadığı hadiselerden, gaibî hakikatlerden, iman esaslarından bahsetti. Ayetleri, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an- Kerim’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne yazdırıldığını iddia ederek vahyin kaynak meselesini halledeceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah Resulü’ne Rum asıllı Hristiyan bir köle olan Cebr en-Nasrani tarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” demiştir.[45]
Müşrikler bu hamleleriyle umduklarını bulamadılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar Cebr’e aittir.” demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla ona değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terk edip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca “muallaka-i seb’a(yedi askı)” şairlerinin dahi bir suresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını çürütüp, tarumar etti.[46]
Müşrikler gibi hayretler içerisinde kalan oryantalistler “Muhammed ümmî olduğu halde Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?” diye kendilerine sordular. Onlara; “işte bu onun Resul olduğunun delilidir.” denildiğinde risaleti tasdik etselerdi küfürden kurtulacaklardı. Fakat onlar okuryazar olduğunu iddia ederek küfrü tercih ettiler. Tarihi veriler iddialarını reddedince de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunda ısrar edip, bunu ailesine varıncaya kadar herkesten gizlediğini ileri sürdüler.
Yemek içmek gibi aleni bir ameliye olan okur-yazarlığın ev halkından bile gizlenebileceğini iddia edenlere gülerek mukabelede bulunmak onlara verilebilecek en anlamlı cevap olacaktır.
Hikmeti
Allah Resulü’nü alimlerden farklı kılan en önemli özellik, bilgisinin ilahi olmasıdır. Onu resul yapan bilginin okuryazarlıkla ilgisi yoktur. Okuryazar olmak, onun ilahi olan bilgisine bir şey katamayacağı gibi olmaması da hiçbir halel getirmemiştir.
Araplar fesahat, belagat, hitabet ve şiir gibi edebi disiplinlerde dünya milletlerine göre daha ileri konumdaydılar. Edebi eserlerini sergilemek için Ukâz ve Zü’l-Mecâz gibi panayırlar tertip ederlerdi. Oralarda sözün sultanları olan ümmî şairler şiirle birbirlerine karşı fahriyede bulunurlardı. Allah Teala bu ümmî toplum içerisinden onlar gibi; fakat onları hayrette bırakan ümmî bir peygamber gönderdi ve minnet altında kalmaması için onu kimseye öğrenci yapmadı: “Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.”[47]
Müşriklerin de şahadet ettiği gibi Araplar içerisinde en fasih ve en beliğ olan kişi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) idi. Şairler, Kur’an-ı insanın fevkinde bir kitap olarak görür ve bu yüzden “bu ancak sihirdir.” derlerdi. Cenab-ı Hak da Resulü’nün ümmî kalmasını murat ederek –sanki- muarızlarına “edebi kudretine şahadet ettiğiniz Muhammed, bunları birisinden öğrenmediyse –ki öyledir- o halde Kur’an’ın Allah’tan geldiğini kabul etmekten başka seçeneğiniz yoktur.” demektedir.
Allah, Resulünü yüceltmek için bilgisini de yücelerden gönderdi. Onu ümmî bırakarak vahyi, bilgisinin yegane kaynağı kıldı.
Allah Teala Kur’an-ı resulünün kalbine yerleştire yerleştire[48] yirmi üç yılda indirdiğinden kendilerine vahiy kitap hâlinde gönderilen önceki peygamberler gibi okuryazar olması gereklilik arz etmedi. Allah ona okuduğunu bir daha unutmama nimetini bahşetti.[49] Tıpkı âmalığın zihne katkısı gibi ümmîlik de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hafızasının gücüne güç katmıştır.
Ümmî Olmadığını İddia Edenlerin Delili
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu iddia edenlerin istidlal ettiği delil, Buharî’nin de rivayet ettiği bir hadistir. Hadise konu olan olay şu şekildedir: Hudeybiye musalahası yazılırken –henüz Müslüman olmamış olan- Süheyl b. Amr, Efendimiz’in adının “Allah Resulü Muhammed” şeklinde yazılmasına itiraz eder ve bunun silinip yerine “Muhammed b. Abdillah” yazılmasını ister. Efendimiz, Hz. Ali’ye “Allah Resulü” ifadesini silmesini emreder fakat Hz. Ali (radiyallahu anh) derin sadakatinden “Hayır! Allah’a yemin olsun ki asla adını silemem.” der. Bunun üzerine Efendimiz, “sahifeyi aldı, pek iyi yazamıyordu ve (adını) yazdı.”[50]
Bu ifade ile alakalı Buharî şarihi Aynî şunları söylemektedir: Hz. Ali’ye adını yazmasını Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) emrettiğinden mecazi olarak bu yazma işi ona isnat edilmiştir. Süheylî’nin de dediği gibi gerçekte ifade şu şekildedir: “Allah Resulü, Ali’ye yazmasını emretti.”[51] Nitekim bazı rivayetlerde sadece, Hz. Ali’nin işaretiyle Efendimiz’in ibareyi sildiği sonrasında da anlaşmanın akdedildiği mevcuttur.[52] Bu durum isnadın mecazi olduğunu desteklemektedir. Ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir defaya mahsus mucize olarak adını yazmıştır. Fakat bu yaklaşım alimler nezdinde itibar görmemiştir. Nitekim bu mütalaa ilk olarak Ebu’l-Veli el-Bâcî tarafından dile getirildiğinde Endülüs uleması onu Kur’an’a muhalefet etti gerekçesiyle zındıklıkla itham etmiştir.[53]
Efendimiz, “Hudeybiye musalahasında kaleme alınan metne adını yazdı.” şeklinde yapılan rivayet sahih olsa ve bu ameliye mucize babından addedilmese, yine de bu durum yenilikçilerin iddiasına delil teşkil etmez. Zira adını tam olarak yazamayacak kadar yazıya yabancı olan bir peygamber nasıl olurda insanlık tarihinin en büyük söz ustalarını, mütefekkirlerini susturan muciz bir kitabı –haşa- kaleme alabilir?! İşte küfür diğerleri gibi bu faraziyenin de cevabını vermekten acizdir.
Sonuç
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatının hiçbir devresinde ne bir metni yazdı ne yazılı bir metni bakarak okudu.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğundan bahseden ayet-i kerimeler Medenî’dir. Sadece okuryazar olmadığını bildiren ayet mekkîdir.[54] Konu ile alakalı hadislerin tamamı ise Medenî’dir. Bu durum ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.
Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların bilgisinden bahseden kitabı tebliğ etmesi ve bu kitabın dünyanın en çok okunan kutsalı olması ilim tarihinin en büyük hadisesidir. Bu durumu gölgelemek isteyenler Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğunu reddetmektedirler.
Siyer kitapları, hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen onun okuduğundan ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedirler. Bir an okumayı mucize olarak öğrendiği düşünülse, bu da herhangi bir metni okuduğuna dair açık bir rivayet olmaması ve mucizelerinden bahseden eserlerde meselenin tadat edilmemesi cihetleriyle merduttur.
Ümmîlik okuryazar olmanın zıddıdır. Alimin karşıtı ise cahildir. Âmânın, alim olabilmesi gibi ümmî de alim olabilir. Bilgisi beşeri olan ümmîler için geçerli olan bu durum bilgisi ilahi olan peygamberler için evleviyetle geçerlidir. Bu yüzden ümmîlik Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) için nakısa değildir. Bilakis ümmîlik onun (sallallahu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.
Lisaniyâtçı, müfessir ve muhaddisler başta olmak üzere bütün alimler iştikakı hangi kelimeden olursa olsun ümmîliği okuma yazma bilmemek olarak yorumlamışlardır. Bunlar dışında alim olmadığına göre günümüzde ümmîliğe farklı manalar yükleyenlerin ifadeleri zandan ibarettir. Arap dili ve Kur’an-ı Kerim’in müsaade etmediği bu anlama ameliyesinin tek kaynağının oryantalizm olduğunu tasrih etmek kelam israfı olacaktır.
Dipnotlar:
[1] el-Cürcânî, et-Ta’rifât, Beyrut, 2000, s. 157.
[2] et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, İstanbul, t.y., s. 60.
[3] el-Cürcânî, a.g.e., s. 157.
[4] el-Cürcânî, a.g.e., 157.
[5] Bkz. Şûra(42): 13.
[6] Kıyâme(75): 16-17-18.
[7] A’lâ(87): 6.
[8] Kadı İyaz, İkmâlu’l-Mu’lim bi Fevâidi’l-Müslim, (Dip not: 3), Beyrut, 2004, I, 335.
[9] Bkz. Yûsuf(12): 102.
[10] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, XII, 34.
[11] İbn Manzûr, a.g.e, XII, 34.
[12] Bu iki ihtimal dışında itibar edilmeyen bir üçüncü görüş daha vardır ki o da Ümmî Mekkeli anlamında kullanılmış olabilir. Çünkü Mekke’nin adlarından biri Ümmü’l-Kurâ idi. Bkz. Kurtubî, el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 2000, VII, 190.
[13] Âlûsî, Rûhu’l-Meanî, Beyrut, 2005,V, 75.
[14] Fahruddîn Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut, 1990, XV, 20.
[15] Razî, a.g.e., XV, 20; Ebû Hayân, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut, 1993, IV, 432; Âlûsî, a.g.e., V, 75.
[16] Halil İbrahim Molla Hatır, en-Nebiyyu’l-Mustafâ, Mekke, ty., s. 174.
[17] Cum’a: (62): 2.
[18] Âl-i İmrân(3): 20.
[19] Âl-i İmrân(3): 75.
[20] İbn Kesîr, Tefsîr-u İbn Kesîr, Beyrut, 1399, I, 292.
[21] Elmalılı M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ty., II, 393.
[22] A’raf(7): 157.
[23] Ahmed, Müsned, I, 257.
[24] A’raf(7): 158.
[25] Bakara(2): 78.
[26] Hemen bütün müfessirler ümmî kavramını “okuma yazma bilmeyen kişi” şeklinde anladıklarından birkaç sayfalık yer kaplayacak olan benzer ifadeleri verip makaleyi uzatmaktan sarf-ı nazar ettik.
[27] Ankebût(29): 48.
[28] Her ne kadar Allah Resulü’nün risaletini inkar ettilerse de şüphelerini destekleyecek bir delil bulamadılar.
[29] Şûrâ(42): 52.
[30] Furkan(25): 32.
[31] Buharî, Savm 13; Müslim, Siyam 2; Ebû Dâvud, Siyam 4; Nesâi, Siyam 17; Ahmed, Müsned, II, 43.
[32] Mâ ene bikâriin ifadesindeki ”mâ” nafiyedir. Eğer istifhamiyye olsaydı “kâri” kelimesini başına “bâ” harfi cerrini alması uygun olmazdı. Bâ olumsuz anlamı tekit etmek için gelen zaid bir harftir.
[33] Alâk(96): 1-5.
[34] Bahârî, Vahy ? 1
[35] İbn Mace, Züht 37.
[36] Ahmed, Müsned, II, 172, 212..
[37] Ebû Davud, Salat 178-179.
[38] Müslim, İman 33.
[39] Kurtubî, a.g.e., VII, 190.
[40] Eğer Allah Resulü okuryazar olsaydı stratejik önemi haiz bir mektubu Übeyy’e okutmaz sonrasında da ondan saklamasını talep etmezdi. Bkz. Muhammed Rıza, Muhammed Resulullah, Beyrut, ty., s. 80.
[41] Ankebût(29): 48.
[42] Furkân(25): 5.
[43] İbn Manzûr, a.g.e., I, 698; Molla Hatır, a.g.e., s. 140.
[44] Bkz. Molla Hatır, a.g.e., s. 111.
[45] Kurtubî, a.g.e., , X, 117)
[46] İhsan Şenocak, “Kur’an-ı Kerim ve Marjinal Gruplar”, İnkişaf Dergisi, Bahar 2007, sy. 8, s. 1.
[47] Nisâ(113): 4.
[48] Furkân 32.
[49] A’la(87): 6.
[50] Buharî Meğazî 45.
[51] Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2001, XVII, 351.
[52] Ebû Ya’lâ, Müsned, III, 261.
[53] el-Keşmîrî, Feyzu’l-Bârî, (Dip not: 1), Beyrut, 2005, V, 97.
[54] Ankebût(29): 48
Paylaş:
.
Müslüman olmanın en temel şartlarından bir tanesi “kelime-i şahadet” getirmektir. Bu kelimeyi dili ile söyleyip kalbi ile tasdik eden bir insan “ben Allah’tan başka bir ilah olmadığına ve Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in O’nun kulu ve Resulü olduğuna iman ettim” demektedir.
Görüldüğü gibi Müslüman olmak bile öncelikle “iman” yani “inanmak” ile alakalıdır. Dolayısıyla İslam’da “inanç sisteminin” çok büyük bir yeri ve önemi vardır.
Mesela Kur’an-ı Kerim’de Hırısitiyanların Hazreti İsa’yı ilah edinmeleri, Allah için“üçün üçüncüsü” ifadelerini kullanmaları gibi inanç sapıklıkları reddedilmiştir. Yahudilerin “Üzeyr Allah’ın oğludur” demeleri gibi sapıklıkları reddedilmiştir. Yine örneğin Allah’a nasıl inanılması gerektiği ihlas suresinde ana maddeler şeklinde sıralanmıştır.
Dolayısıyla İslam’da inanç sistemini önemi ortaya çıkarken; İslam’da nasıl inanılması gerekiyor? Bir Müslüman nasıl inanmalıdır? Bir Müslümanın inancı nasıl olmalıdır? Gibi soruların mutlaka cevap bulması gerekiyor.
Peki, bu sorular neye göre cevap bulacak? Yani bir Müslüman inancını neye göre tesis edecek? Bir şeye hangi şekilde inanmak Allah katında kabul olur?
İşte Ehli Sünnet Ve’l-Cemaat kavramının önemi bu noktadan sonra ortaya çıkıyor. Çünkü az sonra Kur’an ve sünnetten getireceğimiz deliller bize Ehli Sünnet Ve’l-Cemaat kavramının tarifini yapıyor.
Öncelikle bu cümlenin ne manaya geldiğine bakalım:
“Ehli” demek “ailesinden” yani “onlardan” demektir.
“Sünnet” Peygamberimizin yolunu
“Cemaat” ise Ashabını işaret eder.
Yani “Peygamberimiz ve Ashabının yolundan” demektir. Evet, bizler Ehli Sünnet Ve’l-Cemaatiz derken Peygamberimiz ve Ashabı nasıl inanmış ise biz de öyle inanıyoruz demiş oluyoruz.
Şimdi “Sünnet” ve “Cemaat” ifadelerine tek tak bakalım ve delillerimizi ortaya koyalım:
1- SÜNNET
Allahu Teala (Celle Celaluhu) Peygamberimize hitaben buyuruyor ki:
“De ki: “İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar büyük bir (beyan ve) basiret üzere Allah’a çağırırız. Allah’ın şanı yücedir. Ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.”(Yusuf 108)
Allahu Teala, Peygamberine söyletiriyor ve O’nun ağzıyla O’nun yoluna çağırtıyor. Aslında çağrıyı Allahu Teala yapmış oluyor ve “Bu Resulümün yoludur” denmişoluyor.
İşte burada SÜNNET kavramı ortaya çıkıyor. Allahu Teala burada “Bu Allah’ın yoludur” da buyurabilirdi. Ama Resulünü ön plana çıkarttı ve O’nun yoluna uyulması gerektiğini bildirdi. Ve ayrıteyen Rabbimiz “ben ve bana uyanlar” demesini emrederek yine SAHABEYİ de burada zikretti.
Ayetin tefsirinde de geçtiği üzere:
İbni Abbâs (Radıyallâhu anhümâ) şöyle buyurmuştur: “Gerçekten Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve ashabı en güzel bir yol ve en üstün bir hidâyet üzere bulunmuştular. Onlar ilmin madeni, imanın hazinesi ve Rahmân’ın ordularıydılar.”
İbni Mes’ûd (Radıyallâhu anh) şöyle buyurmuştur: “Bir kimseyi izleyecek olan, vefat etmiş olan sahabeyi örnek alsın! İşte o Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashabı bu ümmetin en hayırlıları, en iyi kalplileri, en derin ilme sahip olanları ve yapmacık hareketlerden en uzak olanlarıydılar. Onlar Öyle bir toplumdu ki Allâh-u Te’âlâ onları, peygamberi Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in arkadaşlığı ve dininin nakli için seçmişti, öyleyse siz de onların ahlâkına benzemeye çalışın ve yollarına uyun! Çünkü dosdoğru yol üzere bulunanlar ancak onlardır!” (Hâzin)
2- SÜNNET VE CEMAAT
Bir başka ayet-i Kerimede ise Rabbimiz bir kişinin imanının Peygamberimiz ve Ashabı gibi olmadan muteber olmayacağını buyurmutur.
“Eğer onlar böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse onlar elbette derin bir ayrılığa düşmüş olurlar. Allah onlara karşı seni koruyacaktır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara 137)
Ayette “siz” ifadesi kullanılmış ve Peygamberimiz ile Ashabı açıkça işaret edilmiştir.
Ayetin Arapçasında “bi misli mâ amentüm” diye geçmektedir.
Karşılığı: Sizin inancınızın misliyle yani birebir tıpatıp aynıyısıyla demektir.
Evet burada da PEYGAMBERİMİZ ve ASHABI açıkça beyan edilmiş ve SÜNNET – CEMAAT bağlantısı kurulmuştur.
Bu ayetlerden ortaya çıkan netice PEYGAMBERİMİZ’in yolunun tutulması gereken yol, PEYGAMBERİMİZ VE ASHABININ inancının da inanılması gereken şey olduğudur. Peygamberimizin ve Ashabının dışındaki inançların ALLAH katında muteber olmadığıdır.
İşte Allah katında muteber olan yola biz bu ayetleri göz önünde bulundurarak EHLİ SÜNNET V’EL CEMAAT diyoruz.
AYRILDILAR
Dolayısıyla Sünneti inkar edenler (hariciler vb.) zaten bu yoldan sapmıştırlar. Sahabe-i Kirama küfredenler, lanet okuyanlar (şia vb.) bu yoldan sapmıştırlar. Peygamberimiz ve Sahabesinin inancına aykırı olarak (kaderi inkar gibi) görüş ortaya atanlar (Mutezile, Kaderiyye vb.) bu yoldan sapmıştırlar.
Yani Allah Resulünü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Ashabını (Radıyallahu anhum) devre dışı bırakıp kendi kıt aklına, felsefesine göre yorum yapanlar, Peygamberimiz ve Ashabından gelen bu dine “uydurma din” deyip kendi yorumunu din diye yutturmaya çalışanlar “Allah katında muteber olan” inanç yolundan sapmıştırlar.
Mesela Peygamberimiz ve Ashabı kadere iman ediyorlar iken biri kalkıp “kader yoktur” diyor, diğeri “Her şey yazılmıştır kişi yaptığından mesul değildir” diyor, Peygamberimiz ve Ashabı müteşabih ayetleri yorumlamaz iken biri kalkıp “Allah arşta oturuyor” diyor, diğeri “Allah’ın eli yüzü vardır” diyor. Biri kalkıp “sahabeya lanet” okuyor, diğeri “cennet cehennem ebedi değil” diyor, bir diğeri “Allah geleceği bilmez” diyor vs…
Böylelikle sapıyor ve saptırıyorlar.
PEYGAMBERİMİZ DE İŞARET ETTİ
Ayette “bu benim yolum de” buyrulan Hak yolun sahibi Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de bu konuda ayetleri tefsir edercesine şöyle buyurdular:
“Yahudiler yetmişbir fırkaya ayrıldılar. (Bunlardan) biri Cennette, yetmişi atestedir. Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. (Onlardan da) yetmişbir fırka ateste, biri cennettedir.
Muhammed’in canı (kudret) elinde bulunan (Allah-u Teal’âya) yemin ederim ki elbette benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka Cennette yetmiş iki fırka ateştedir. Bunun üzerine: “Ya Resulullah! Cennette olan fırka kimlerdir?” diye soruldugunda, Resulullah: (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) “(Ehl-i Sünnet Ve’l)Cemaattir.” diye cevap verdi. (lbn-i Mace, Fiten:17 No: 3992 2/1322 Ebu Davud, Sünnet: 1 Na: 4596 2/608 Ahme4 Fbn-i Hanbel, Müsned Na: 8404 3/229)
Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz de açıkça bu gerçeği bizlere haber vermiştir. Buyurduğu gibi de olmuş, Ümmet sonradan ortaya atılan fikir ayrılıkları ile parçalara bölünmüştür.
Bu bölünmüşlük amel bakımından olmayıp “inanç” bakımındandır. Peygamberimiz ve ashabının yolundan ayrılanların özellikleri ve buna bağlı olarak sebepleri vardır:
– Deliller bütün olan ayet ve hadislerin özüne ve temeline vakıf olamamak
– Felsefi yabancı akımların tesirinde kalarak ayet ve hadisleri yanlış tevil etmek
– Kur’an’ın üslubuna ve arap dilinin özelliklerine vakıf olamamak
– Müteşabih ayetleri kendi görüşü ile yorumlamak
– Ashabı Kiram’a karşı art niyetli olmak
– Peygamberimizin fiili, kavli, takriri sünnetine karşı olumsuz tavır sergilemek.
– İşine gelmeyen hadisleri sahih olmadığı veya mütevatir olmadığı gerekçesiyle reddetmek
– Kendi batıl mezhep anlayışlarını desteklemek için hadis uydurmak.
– Çoğunluktan ayrılarak azınlık ruh haliyle karşı tarafı tekfir etmek
– İslam’ın sarsılmaz temel inanç sistemini (Allah’ın ilmi gibi) tartışmaya açmak
EHLİ SÜNNET İNANÇ SİSTEMİ
Peygamberimiz ve Ashabının nasıl inandığını ise İmam Maturidi ve İmam Eşari (Allah onlardan razı olsun) deliller ışında ortaya koymuşlar , sonradan ortaya çıkarak Peygamberimiz ve Ashabının yolundan ayrılan Ehli bidatin iddialarını deliller ışığında çürütmüşler ve bu inanç esaslarını sistemleştirmişlerdir.
Bu inanç sistemini alıp incelediğimizde Kur’an, Sünnet ve Ashabını buluyoruz. Diğerlerinde ise kiminde Kur’an var Sünnet yok, kiminde Ashab yok, Kiminde hiç biri yok sadece o kişinin yorumları var.
Dolayısıyla bir Müslümanın neye tabi olacağını, nasıl inanacağını belirlemesi için bu kriterleri araması gerekmektedir.
Kur’an > Sünnet > Ashab
Şia’ya mı tabi olacaksın? Bir bak! Sahabe var mı? Yoksa kaç oaradan…
Haricilere mi tabi olacaksın? Bir bak, Sünnet var mı? Sahabe var mı? Yani bir şeyi Resulüllah’a ve Ashabına müracaat ederek mi yoksa kendi yorumlarıyla mı yapıyorlar?
Bu gün tabi olduğun kişilere bak! Bir ayeti tefsir ederken orada Resulüllah ve Ashab var mı? Yoksa kaç oradan.
İnanç ile alakalı bir problem çözülürken Resulüllah ve Ashabı yoksa kaç oradan…
Hem de aslandan kaçar gibi kaç… Çünkü imanın gitme tehlikesi var, imanın Allah (Celle Celaluhu) katında muteber olamaması tehlikesi var.
EHLİ SÜNNETİN ÖNEMİ
Ehli Sünnetin ve müdafaasının önemi inşaAllah anlaşılmıştır. İslam düşmanları, Şeytan’ın askerleri “Allah katında muteber olan” bu inancı yer yüzünden silmek için var güçleri ile mücadele ediyorlar. Dünyanın her yer yerinde Sunnilik hedefte. Sunni olan halklar her zaman tehdit altında.
Öncelikle silah ile ele geçirme çalışıyorlar. O halkın alimlerini asıp kesip cahil bırakıp kendi yetiştirdikleri sapıkları salıyorlar.
Bunda bir nebze başarılı oluyorlar. Daha sonra her koldan sapık fikirleri o Müslüman halka aşılamaya çalışıp bir de Resulüllah ve ashabının yolunu “uydurma din” diye damgalatıp yutturuyorlar.
MÜSAADE ETMEYECEĞİZ
Şeytanın askerlerine karşı bütün imkanlarımız ile savaşacağız. Peygamberimizin buyurduğu üzere sapık fırkalar mutlaka olacaktır ancak biz kaç kişiyi kurtarabilirsek ve kaç kişinin imanının muteber olmasında vesile olabilirsek onu kâr bileceğiz…
Durmadan, bıkmadan, yorulmadan mücadeleye devam edeceğiz…
.
Sıfatlar konusunu işlemeden önce şu ikazı yapmak yerinde olacaktır. Allahu Teala’nın Kur’an ve Sünnet çevçevesinde tespit edilen bu sıfatlarını okurken ve iman ederken düşüncemizde bizde olan özellikler canlanmamalı.
Yani mesela Allah’ın görmesi diyoruz. Biz görmek için bir göz yapısına, gözün görme mekanizmasına, görüntüyü algılayan beyne, görüntüyü algılamak için ışığa, renge vs. muhtacız. İşte Allahu Teala için bunların hiçbirisi düşünülemez. Çünkü o muhtaç değildir. Muhtaç olan “İlah” olamaz.
Dolayısıyla O’nun görmesinden bahsederken aslında insan ve aciz olmamız hasebiyle kendi acziyetimizle tarif etmeye çalışıyoruz. Ne kadar anlatmaya çalışsak o kadar aciz kalırız. Sakın Rabbimizin görmesini, işitmesini vs. sıfatlarını kendi duyularınızla kıyas etmeyin. Bu büyük bir hata olacaktır. Bize düşen şey O’nu bütün acizlikten tenzih ederek bu esaslara iman etmektir.
Bir müslümanın inancı Allah-u Teala’nın zatıyla ve sıfatlarıyla tek olduguna inanması şeklinde olmalıdır. Allah-u Teala’nın zatıyla ve sıfatlarıyla bir olmasının manası Zatı ve sıfatlan hususunda eşi ve benzerinin olmamasıdır.
Allah-u Teala’nın sıfatları Tenzihi (Selbi), Subûti ve Fiili olmak üzere üç kısımdır.
Tenzihi (Selbi), sıfatlar: Allah-u Teala’ya nelerin isnad edilemeyecegini anlatan sıfatlardır.
Tenzihi (Selbi) sıfatlar altı tanedir;
1- Vücut,
2- Kıdem,
3- Bekâ,
4- Vahdaniyet,
5- Muhalefetün Li’l-Havadis,
6- Kıyam bi nefsihi.
Vücut: Yokluğu düşünülemeyen, var olan. Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var olacak bir durumda değildir. Bunlardan hiç biri ne kendi kendine var olabilir, ne de kendi kendine yok olabilir. Başka bir deyişle, hiç bir şey kendi kendine yokluktan varlığa gelemez. Varlıkdan da yokluğa gidemez. Hiçbir yaratık da ne bir zerreyi var edebilir, ne de onu yok edebilir. İçinde yaşadığımız bu dünya ile beraber sonsuz alemler meydana gelmiş, birbiri ardınca vücuda gelip devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur. İşte bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi Yüce bir yaratıcının varlığından asla şübhe edilemez.
Kıdem: Varlığının başlangıcı olmamak. Ezeliyyet, evveli olmamaktır. Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan meydana gelene de Hâdis denir. Allahü Teala Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah ezelîdir, kadîmdir, varlığının başlangıcı yoktur. O’ndan önce yokluk geçmemiştir. O’nun varlığı yanında milyonlarca seneler bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz alemler, milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah’ın ezeliliği yanında bir saniyelik bir hayata sahib sayılmaz.
Bekâ: Varlığının sonu olmamak. Ebediyet, sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “Fânî”, sonu olmayana da “Bâki” denir.
Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü ebedidir, bakîdir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı bir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Bakî’dir, değişiklikten ve yok olmaktan beridir. Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Onun için Yüce Allah’ın şanında yokluk ve değişiklik nasıl düşünülebilir. Her şey yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir.
Vahdaniyet: Ortagı bulunmamak. benzeri olmamak; çoğalmaktan, parçalara ayrılmaktan ve eksilmekten beri bulunmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Bu sıfatları taşıyana “Vahid” denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten ve cüzlerin bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce Allah’a mahsustur.
Muhalefetün Li’l-Havadis: Yaratılmıslara hiç bir yönden benzememek. Sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır. Yüce Allah havadise (sonradan var olan şeylere) aykırı ve muhalif bulunmak sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allahü Teala yaratılmış şeylerden hiçbirine hiçbir yönden benzemez, hepsine muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allahü Teala mutlak surette başkadır.
Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişirler, başkalaşırlar, birbirine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, her hal ve şekilleri ile asla Allah’a benzemezler.
Kıyam bi nefsihi: Varlıgı için baskasına muhtaç olmamak. Varlığı ve durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Yüce Allah’a mahsustur. Öyle ki, Hak Teala’nin ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allahü Teala’ya Vacibü’l-Vücud (varlığı kendinden dolayı gerekli) denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan beridir. Allah’ı var eden bir varlık olsaydı, o zaman var eden o varlık Allah olurdu. Onun için “Allah’ı kim yarattı?” diye sorulmaz; çünkü O, kendiliğinden vardır, kadîmdir. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey… Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız alemin varlığını izah etmeye imkan kalmaz. Allah’dan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem var olmaya, hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar.
Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah’ı var eden bir varlık düşünülemez ve O’ndan başka bir yaratıcı varlık da olamaz.
Görüldügü gibi bu sıfatlarla, ulühiyete (ilahlıga) nisbet edilmesi mümkün olmayan;
1- Yokluk,
2- Varlıgın baslangıcı olma,
3- Varlıgın sonu olma,
4-Ortagı bulunma,
5- Yaratılmıslara benzeme,
6- Varlıgı için baskasına muhtaç olma,
kavramları selb (nefy) edilmistir. Bu itibarla da bu sıfatlara “Selbi’ sıfatlar denilmistir.
Ayrıca: ‘Kelam ilmi” ile alakalı kültür gelistikten sonra Selbi sıfatlar çogaltılmıstır.
Söyle ki: muteber kitaplarımızdan olan
“Akaid-i Nesefi” de selbi sıfatlara sunlar da eklenmistir.
Allah-u Teala şunlardan da münezzehtir:
1- Araz (renkler ve hareketler gibi, kendi basına duramayan, belirebilmesi için bir cevhere muhtaç olan sey),
2- Cisim (yer kaplayan, eni, boyu, yük sekligi olan madde),
3- Cevher (baslı basına durabilen madde),
4- Şekle bürünen,
5- Sınırlandırılan,
6- Nicelenen,
7- Hacimli olan,
8-Birlesik parçalardan tesekkül etmis olan,
9- Sonu olan,
10- Mahiyet ve keyfiyeti olan,
11- Mekan tutan,
12- Üzerinden zaman geçen,
13- Kendisine bir sey benzeyen,
14- Herhangi bir sey ilim ve kudretinin dısında kalan bir varlık DEĞİLDİR.
SORU: Sübûti sıfatlar ne demektir?
CEVAP : Allah-u Teala’nın zatına nisbet edilen ve O’nun ne oldugunu ifade eden sıfatlar demektir. Bu sıfatlara “Zatiye, Vücûdiye” sıfatları da denilir.
SUBUTİ SIFATLAR
1- Hayat: Diri olmak,
2- lim: Bilmek,
3- Sem’: sitmek,
4- Basar Görmek,
5- Kudret: Güç yetirmek,
6- rade: Dilemek,
7- Kelam: Konusmak,
8- Tekvin: Olusturmak.
Bu sıfatların yok sayılması durumunda onların zıttı olan asagıdaki sıfatlar lazım gelir.
1- Mevt: Ölü olmak,
2- Cehl: Bilmemek,
3- Samem: Sagır olmak,
4- Amâ: Kör olmak,
5- Acz: Aciz olmak,
6- Kerahiyet: steksiz olmak,
7- Bekem: Dilsiz olmak.
Maturidi’ler Allah-u Teala’nın subuti sıfatlarına: “Yapmak, yaratmak ve olusturmak”
anlamına gelen: ‘Tekvin” sıfatnı ekleyerek subuti sıfatların sekiz adet oldugunu
söylemislerdir.
Bu Tekvin sıfatı yok sayılması durumunda zıttı olan mana lazım gelmez.
Zira Allah-u Teala hakkında “Tekvin” (yaratmak, yapmak, olusturmak) sıfatı
düsünülebilecegi gibi, yaratmamak, yapmamak da düsünülebilir.
Burada yeri gelmisken Allah-u Teala’nın subuti sıfatlarıyla ilgili bazı açıklamalar yapalım:
1- Hayat (Allah-u Teala’nın diri olması),
Allah-u Teala diridir. Bu diriligi ezdi ve ebedi olup baslangıcı ve sonu yoktur. Hudüs
(sonradan olma) yada fena vasfında (yok olacak nitelikte) degildir.
2-İlim (her seyi bilmesi),
Allah-u Teala yerde ve gökte olan her seyi bilir, ona gizli ve açık diye hiç bir sey yoktur. Kainattaki yaprakların sayısı, çiçeklerin, tanelerin, kumların adedi ve denizlerin damlaları onca malumdur. Geçmisi gelecegi, insanın kalbine gelen düsünceleri, diliyle konustuklarını, iç ve dısını çok iyi bilir. O, hazır (görünen) ler ile gaip (görünmeyen) leri bilir. Gaybı (gelecekte olacagı) bilen yalnız O’dur, baskası bilemez, bilenler de ancak O’nun bildirmesiyle bilebilirler. O, unutmaktan, sasırmaktan beri (uzak) tır. Bilmesi kendinden olup duyu organları ve akıl gibi vasıtalarla degildir.
3- Semi’ (her seyi duyması),
Allah-u Teala semi’ (duyucu) dur. Sesli ya da sessiz olan her seyi duyar. Bir kimsenin
kulağına fısıldanıp kendisinin duymadığı seyleri de duyar. Duyması kulak gibi bir aletle degildir. İşitmesi sonradan olma degildir. Yok olucu da degildir.
4- Basar (her seyi görmesi), Allah-u Teala her seyi görücüdür. Simsiyah bir gecede siyah karıncanın siyah bir tas üzerinde yürümesini görür, ayagının sesini duyar.
O’nun görmesi göz vasıtasıyla degildir. Bu sıfat da hem ezeli hem ebedidir (sonradan olmadıgı gibi yok olucu da degildir).
5- İrade (dilemesi),Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Yüce Allah irade sıfatı ile vasıflanmıştır. O’nun iradesi ezelîdir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey vücuda gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak Allah’ın dilemesiyle var olur ve yine O’nun dilemesiyle yok olur.
Allah bütün bu kainatı ezelî olan iradesi üzere yaratmıştır. Yaratılmış şeylerin milyonlarca cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış olması, hele bir topraktan, bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, meyvelerin çiçeklerin ve canlıların başka başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi ezelî bir iradenin neticesinden başka değildir.
İşte bütün bunlar, Allah’ın irade sıfatı ile vasıflı bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah hakkında mecburiyet düşünülemez; O, her şeyi kendi dilemesiyle yaratır. Hiç bir şeyi yaratmaya veya yok etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah’ın şanına uygun olmaz.
“Allah dilediğini hemen yapar.” (Hûd: 107)
6- Kudret (her seye gücü yetmesi),
Allah-u Teala her seye kadirdir. O, mümkün olan her seyi ve diledigini yaratır. O istese ölüye hayat verir. Ağaç ve tası konuşturur ve yürütür. O’nun güç yetiremedigi hiç bir sey yoktur. o dilese binlerce göğü ve yeri yaratır. Dagları altına ve gümüse çevirebilir. Nehirleri tersine akıtabilir. Akan sulan gümüş ve altın yapabilir. Dilediği kulunu dogudan batıya, yeryüzünden yedinci kat semaya çıkarıp geriye döndürebilir. O’nun kudreti ezeli ve ebedi olup sonradan olma ve geçici degildir.
7- Kelâm (harf ve sese muhtaç olmadan konusması),
Allah-u Teala söyler, konuşur fakat O’nun konuşması bize benzemez, konuşması dil ile değildir.
Bazı kullarına vasıtasız olarak hitap eder. Mesela Musa (Aleyhisselam) a Tur dagındaki nidasıyla, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e miractaki hitabı bu hususta birer örnektirler. Bazı kullarına Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla hitap etmistir. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e gelen vahiylerin ekserisi böyledir. Kur’an Kerim Allah-u Teala’nın sözüdür. Başlangıcı ve sonu yoktur. Mahlûk (yaratılmıs) olmadığı gibi geçici de degildir.
8- Tekvin (diledigini yaratması),
Allah-u Teala diledigini yaratır. Zerreden Kürreye varıncaya kadar her seyi O yaratmıştır. O’ndan baska Halik (yaratan) yoktur. Canlıların hareket ya da sükun (durus) larını, itaat ve isyanlarını, iman ve küfürlerini bütün hayır ve serri yaratan O’dur. Elin hareketi, dilin konusması gözün yumulup açılması hep O’nun yaratmasıyladır.
Bu hususta Mevla Teala:
“Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” (Saffat Suresi.96) buyurmaktadır.
Dolayısıyla herkesin yaptıgı amel ve islerin yaratıcısı Allah-u Teala’dır. Bize verdigi iradey-i cüziyye ile bizi yaptıgımız işlerin faili (yapıcısı) kılmıştır. Bu sebeple herkes yaptıgı islerin ceza ve mükafatını görecektir. Bütün canlıları yaratan O oldugu gibi hepsini rızıklandıran, hasta yapan ve sıhhatte tutan, öldüren ve dirilten Odur.
Ateşle temas halinde elin ısınması ya da yanmasını, karla ve buzla temasında üşümesini yaratan O’dur.
Bir kimseyi ateşe atsalar da Allah o kim seyi dilerse yakmamaya kadirdir. Nitekim İbrahim(Aleyhisselam) ı yakmayışı bunun misalidir.
Yine karlar içindeki bir kulunu üsütmeyebilir. Ancak Cenab’ı Hakkın adeti öyle cereyan eder ki atesle temas yanmayı gerektirir. Allah-u Teala da onu yaratır.
Üsümeyi yaratan da kar degildir. Ancak Allah-u Zülcelal’dir. Toklugu yaratan da Allah’u Teala’dır. Eger O, tokluğu yaratmasaydı insanlar ne kadar yeseler doymazlardı. Acıkmak ve digerleri de bunun gibidir. Hulâsa Allah’tan baska yaratan ve etkileyen yoktur. Her sey O’nun yaratıgıdır.
O’nun bu sıfatları zatıyla kaim olup kadimdirler, sonradan olmadıkları gibi yok olmaz ve degismezler. İste Allah-u Teala’yı bu sıfatlarla muttasıf olarak tanıyan kul: “Arif” (Allah’ı bilici) sayılır. Allah-u Teala’yı bu sıfatların zıddı olan noksan sıfatlarla vasıflayan (niteleyen) ise mü’min ve müslüman olamaz. Allah’a inanması da muteber sayılmaz. Nitekim Yahudi ve Hıristiyan alemi Allah a inandıklarını iddia etseler de ona ogul ve hanım isnad ettikleri için kafir sayılmıslardır.
SORU : Fiili sıfatlar ne demektir?
CEVAP: Allah-u Teala’nın kainatla olan münasebetini en açık bir şekilde ifade eden ve
O’nun kainatı yaratıs ve idare edisini oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatan sıfatlardır.
Allah-u Teala’nın: Tahlik (icat etmek, yoktan yaratmak), Terzik (rızık vermek), hya
(diriltmek), mate (öldürmek), Ten’im (nimet vermek), Te’zib (azap etmek) gibi bütün
filleri, Allah-u Teala’nın subuti sıfatı olan: “Tekvin” sıfatına raci (dönücü) dür.
SORU : Matüridiler, Allah-u Teala’nın subuti (zati) ve fiili sıfatları hakkında ne
demişlerdir?
CEVAP: Bu sıfatların hepsi Allah-u Teala nın zatı ile kaim (zatında) olup kadimdirler.
Zira kulların görme, isitme gibi sıfatlan onlardan ayrılır. Allah-u Teala’nın sıfatları ise O’ndan ayrılmaz.
SORU : Bu sıfatların kadim olmasının manası nedir?
CEVAP: Allah-u Teala’nın zatının evveli (baslangıcı) olmadıgı gibi, zatıyla kaim olan bu sıfatların da evveli yoktur.
Zira kadim (evveli olmayan) zatın, kadim olmayan (hadis; sonradan olan) sıfatlara mahal olması (onlarla vasıflanması) düsünülemez.
Selefiler ve Es’ariler de, subûti (zati) sıfatlar hakkında Matüridilerle aynı görüstedirler, ancak Es’ariler, fiili sıfatların hadis oldugunu ileri sürmüslerdir.
Onlar, ilim sıfatına kudret ve iradenin eklenmesiyle fiili sıfatların tamamlanabilecegi görüsündedirler. Onlara göre Matüridilerin fiili sıfat olarak kabul ettikleri sıfatlar, dogrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve iradenin taallüklarını temsil ederler. Kadim olmayıp hadistirler. Dolayısıyla hadis olan bu sıfatlar Allah-u Teala’nın zatıyla kaim degildirler.
SORU : Allah-u Teala’nın subûti ve fiili sıfatlarının zatı ile olan münasebeti nedir?
CEVAP : Allah-u Teala’nın bu sıfatlan, zatının ne aynı ne de gayrıdır.
SORU: Bir şey diger bir seyin aynı degilse gayri olması, gayri degilse, aynı olması lazım gelir. Buna göre yukarıdaki ifade çeliskili degil midir?
CEVAP : Çeliskili degildir, çünkü “Serhu-l Emali” de belirtildigi üzere Ehl-i Sünnet
alimleri: “Sıfat zatın aynı degildir.” derken, sıfatları zatın aynı kabul etmek suretiyle, onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı Mutezili kelamcılarla İslam filozoflarının hatasından kurtulmuşlar, “Gayrı degildir.” derken de, bu sıfatların “Kulların sıfatları” gibi olduğu düsüncesinden kaçınmıslardır.
Veya: “Gayri degildir.” derken sıfatı zattan ayırıp beşer seviyesine indiren ve Isa
(Aleyhisselam) bedeninde maddilestiren Hıristiyanların yanlıs inançlarından kaçınmak istemişlerdir.
www.ihvanlar.net
.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Mehdi, benim neslimden ve (kızım) Fâtıma’nın evlâtlarındandır. (Ebû Dâvûd-İbni Mâce-Hâkim-Taberânî)
Her dönemde yalancı peygamberler ve yalancı evliyalar ortaya çıktığı gibi kuşkusuz yalancı mehdiler de ortaya çıkacağından, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizi uyarıyor ve gerçek Mehdi’nin, ancak kendi temiz neslinden ve kızı Hz. Fâtıma’nın evlâtlarından (torunlarından) olacağını haber veriyor.
Bu hadîs-i şerîfe göre, soyu Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in temiz nesline dayanmayan ve kızı Hz. Fâtıma’nın evlâtlarından (torunlarından) olmayan kimse gerçek mehdi değildir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Mehdi’nin adı, benim adım (gibi Muhammed) ve babasının adı babamın adı (gibi Abdullah) olacak. (İbni Asâkir)
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) önceki hadîs-i şerif’de gerçek Mehdi’nin soyunu, bu hadîs-i şerifde de gerçek Mehdi’nin kimliğini açıklıyor ve “Mehdi’nin adı, benim adım (gibi Muhammed) ve babasının adı babamın adı (gibi Abdullah) olacak buyuruyor.
Mehdîlik makâmı
Son peygamber Hz. Muhammed’in vefatı ile peygamberlik dönemi kapandığından,
Hz. Mehdi peygamber değil veli (evliya) olacak. Ancak mâkamı kutuplardan, müceddid evliyalardan üstün ve ilimde de müctehidîn-i mutlak derecesinde olacağından, sadece onun ictihadı geçerli olacak.
Peygamberlerin nebî, resûl, ulü’l-azm ve hâtemü’l-enbiya gibi farklı mâkamları vardır. Ancak hâtemü’l-enbiya mâkamı tektir ve onun sahibi sadece Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dir.
Evliyaların da ricâlullah, ricâü’l-gayb, üç yüzler, kırklar, yediler, kutuplar, müceddidler ve mehdilik gibi farklı mâkamları vardır. Bunlardan mehdilik mâkamı da tektir ve onun sahibi sadece Peygamberimiz (s.a.v.) in neslinden gelecek olan gerçek Mehdi, Abdullah oğlu Muhammed’dir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
(Kıyâmete yakın) yeryüzü zulüm ve fitnelerle dolduğu zaman, Allah benim neslimden adı benim adım (Muhammed) ve babasının adı, babamın adı (Abdullah) olan birini çıkaracak ve yeryüzü daha önce zulüm ve fitnelerle dolduğu gibi o da adâlet ve huzurla dolduracak.
İşte o zaman gökyüzünden yağmurlar, yeryüzünden bereketler fışkıracak, çok bolluk, bereket olacak ve (Mehdi) aranızda yedi, sekiz ya da en fazla dokuz yıl kalacak. (Taberânî)
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Benim ehl-i beytimden (neslimden) yüzü nurlu ve burnu yumru biri yeryüzüne hâkim olmadıkça kıyâmet kopmaz. Ondan önce yeryüzü zulümle dolduğu gibi o da adâletle doldurur ve yedi sene hüküm sürer. (Müslim-Ahmed İbni Hanbel-Ebû Ya’lâ)
Kıyâmete yakın yeryüzü zulüm ve fitnelerle dolduğu, terör olayları arttığı ve din düşmanlarının egemen olduğu bir zamanda, Allah (c.c.) Peygamberimiz
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in neslinden, kızı Hz. Fâtımâ’nın evlâtlarından ve Hz. Hüseyin’in torunlarından, adı Muhammed ve babasının adı Abdullah olan büyük bir veliye mehdilik görevini verecek ve onu yeryüzüne hâkim (egemen) kılacak.
En kuvvetli görüşe göre Hz. Mehdi Mekke’de ortaya çıkınca bütün evliyalar ona tâbi olacak ve Eshâb-ı Kehf de uykudan uyanıp mağaradan çıkacak ve ona yardımcı olacak. Yüce Allah’ın takdir ettiği vakit gelince ve Hz. Mehdi ortaya çıkınca, âdeta Asr-ı saadetteki gibi mânevî bir atmosfer oluşacak ve yeryüzündeki bütün müslümanlar tek devlet olacak. Müslümanlar Hz. Mehdi’nin etrafında birleşip tek devlet ve tek yumruk olunca, siyonizm belâsı ortadan kalkacak ve yeryüzüne gerçek adâlet, huzur ve mutluluk gelecek. Hz. Mehdi kesinlikle sadece bir cemaatin ya da bir grubun değil, bütün İslâm âleminin lideri ve yeryüzünün egemeni olacak.
Ahmet Tomor Hoca – İhvanlar.net
|
Bugün 211 ziyaretçi (442 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
. |
|
|
|
|
|
|
Bugün 1178 ziyaretçi (2072 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|