Ârif Nihat Asya
Ben bu yazıyı 5 Ocakta yazıyorum. Siz, onu 6 Ocakta okuyacaksınız. 5 Ocak 1922 Adananın kurtuluş günü. Edebiyatımızın en güzel bayrak şiiri 5 Ocak 1940ta Adanada Ârif Nihat Asya tarafından yazıldı.
Ben bu yazıyı 5 Ocakta yazıyorum. Siz, onu 6 Ocakta okuyacaksınız. 5 Ocak 1922 Adananın kurtuluş günü. Edebiyatımızın en güzel bayrak şiiri 5 Ocak 1940ta Adanada Ârif Nihat Asya tarafından yazıldı. Ve 5 Ocak 1975te Ârif Nihat, Ankarada, Hakka yürüdü. Cumhuriyet devrimizin en büyük şairlerinden ve nâsirlerinden biri olan Ârif Nihat Asya, demek ki, 38 yıldan beri yazmıyor. Demek ki, artık o da unutulmaya terk edilenler arasında. Birtakım etkili ve yetkili çevreler daha sağlığında bile ona sırtlarını dönmüşlerdi. Bir mukayese yapmak gerekirse diyebilirim ki, şiirde Nâzım Hikmetten geri değildi. Nesirde ise, Nâzımı beş-on defa tartacak değerdeydi. Şimdi: Peki ama diyeceksiniz, başta devlet radyomuz ve devlet televizyonumuz olmak üzere, birtakım çevreler, Ârif Nihat Asyaya karşı neden bütün kapılarını kapadılar? Bu tavrın üç önemli sebebi var: Önce Ârif Nihat katiyyen komünist değildi. Türkiyeli komünistlerin Sovyet Rusya yeniçerileri olduklarını, Moskovaya satılan hainler grubunda bulunduklarını söylerdi ve yazardı. Sonra Ârif Nihat, samimi bir Müslümandı. Sevgili Peygamberimiz için yazılan en güzel naatlardan birinin altında onun ismi gülümsüyordu. Sonra üçüncü büyük suçu: Türkiyemizi şiir yüklü güzelliklerle kullanıyor olmasıydı. Uyduruk-kaydırık, kurbağa vıraklamasına benzer kelimelerle yazmıyordu. Yani ana sütümüze akrep zehiri karıştırmıyordu. Bu sebeble onu, 5 Ocak 1975 tarihine kadar Ankara Radyosuna katiyyen davet etmediler. Ankara Televizyonunda, onunla ilgili bir program düzenlemediler. Bırakın bir program hazırlamayı, cumhuriyetimizin kuruluşunun 50. yılı dolayısiyle hazırlanan ve birkaç program devam eden bir çalışmada, ondan bir cümleyle olsun bahsetmediler. Neden bahsetmediler? Üç büyük suçu yüzünden, devlet kuruluşlarımızın bile, kör bir taassup içinde bulunduklarını yukarıda belirtmiştim. 1959-1960 yılları arasında Kıbrıs Celâl Bayar lisesinde edebiyat öğretmeni olarak bulunduğunda Kıbrıs Rum Radyo ve Televizyonu onu dâvet etmiş, onunla iki ayrı program hazırlamış ve sunmuştu. Ama Türkiye Radyoları ve Televizyonları ona karşı bir demir perde olmuşlardı. Ben 1964-1968 yılları arasında Ankara Radyosunda çalışmıştım. Stalinin kızı Sivetlana, o yıllarda, babasının çok zâlim bir kişi olduğunu yazmıştı. Sivetlananın yazdıklarını, Talat Sait Halman Türkçeye çevirerek Hayat mecmuasında yayımlatmıştı. Ankara Radyosundaki komünist fikriyatlı programcılar, günlerce Sivetlanaya sövüp saymışlardı. Stalin hayranları, bizim ruh kökümüze bağlı Ârif Nihat Asyayı kendilerine düşman bilmişlerdi. Ârif Nihat Asya, aslen Tokatın Kapusuz köyündendi. Ailesi Türkmen boylarındandı. Dedeleri, geçim sıkıntısı yüzünden Çatalcanın İnceğiz köyüne yerleşmiş, orada dabakçılıkla uğraşmışlardı. Ârif Nihat, İnceğizde doğmuştu. Fakir, çok fakir bir ailenin çocuğuydu. Yedi günlükken yetim kalmıştı. Dört yaşına girdiğinde yakasına bir de öksüzlük yapışmıştı. İlkokuldan sonra Boluda ortaokulu, Kastamonuda liseyi, İstanbulda yüksek Muallim Mektebini, tamamen devlet yardımıyla okumuştu. 1950-1954 yılları arasında Demokrat Partiden Adana milletvekili seçilmişti. Adanada, Edirnede, Malatyada, Ankarada, Eskişehirde, Lefkoşada binden fazla gencimizin yetişmesine yardımcı olmuştu ve edebiyatımıza 25 değerli eser kazandırmıştı. Bunlardan 16sı şiir, 9u nesir kitabıdır. Türkiye üzerine, onun kadar güzelleme yazan ikinci bir şairimiz yoktur. Bayrağımız ve Hazreti Mevlana üzerine en güzel şiirleri de o yazdı. Bin defa rahmet olsun ona. Onun şiir ve nesir kitaplarını okumadınızsa kayıptasınız demektir.
Terör biter mi dersiniz?
Evvela bir hususu, en kesin cümlelerle kabul etmemiz lâzım: Çanakkale ve İstanbul Boğazları bizim için ne ise, Doğu Anadolu da o kadar önemlidir. Bütün enerji kaynaklarımız Doğu Anadolu'muzdadır.
Terör konusunda ileri sürülen yeni iddiayı duymuşsunuzdur. Mayıs ayında, yani şu 4-5 ay içinde, PKKnın silah bırakacağını söyleyenler var. PKK silah bırakır mı? Ben bırakır diyenlerle beraber değilim. Bu konuda yanılmış olmamı elbette milyon defa isterim. Ama 1071 yılından, yani Anadolu topraklarına girdiğimizden bu yana, yaşadıklarımıza bakınca iyimser olamıyorum. Evvela bir hususu, en kesin cümlelerle kabul etmemiz lâzım: Çanakkale ve İstanbul Boğazları bizim için ne ise, Doğu Anadolu da o kadar önemlidir. Bütün enerji kaynaklarımız Doğu Anadolumuzdadır. Yakın bir gelecekte bir damla su, bin damla petrolden daha önemli hâle gelecektir. Başta ABD olmak üzere, bütün büyük devletler, enerji kaynaklarına el koymak sahip çıkmak gayretindedirler. Bizim Doğu ve Güneydoğu Anadolumuzdan kaybedecek, verecek bir karış toprağımız bile yoktur. Çünkü o enerji kaynaklarımızı kaybetmek demek, evvela evlerimizdeki buzdolaplarımızı, çamaşır makinelerimizi bile çalıştıramamak demektir. Aynı zamanda Türkiyenin bütün sanayi tesislerinin durması, cumhuriyetimizin ilk yıllarında olduğu gibi toplu iğnemizi, kurşun kalemimizi bile Avrupadan almak mecburiyetinde kalmamız demektir. Can damarlarımız, Batıda olduğu kadar, Doğu Anadolumuzdadır. Sonra, terörün durması için, başta millî dostumuz(!) ABD Başkanı Obamanın bir cümle söylemesi lâzım. Yanlış okumadınız, yanlış yazmadım, ABDnin Irak yetkililerine; Çıkarın bu PKK militanlarını topraklarınızdan demesi şart. Hem de şartların şartı. ABD böyle bir ikazda bulunuyor mu? Bulunmuyor. Aksine, Balyoz dâvâsından hükümlü komutanlarımızın açıklamalarına göre, ABD helikopterleri Irak bölgesinde bulunan PKK militanlarına silah ve gıda malzemeleri atmışlardır. Kim ne derse, desin, aksine inanmam imkânsız gibidir: Biz, dünyada yapayalnız kalan bir milletiz. Bana göre, bir tek samimi dostumuz var: Pakistan. O da yardıma muhtaç durumda. Biz Saddam Hüseyin zulmünden kaçarak topraklarımıza sığınan beş yüz bin Kürt mültecisine bir sene kucak açmadık mı? Onları yedirip içirmedik mi? Talabaniye ve Barzaniye kırmızı pasaport vermedik mi? Dünyanın çeşitli ülkelerine rahatlıkla girip çıkmalarını sağlamadık mı? Peki sonra ne oldu? Askerimizi, polisimizi, vatandaşlarımızı hunharca vurup Irak topraklarına kaçan PKK militanlarını, Irak yetkililerinden istediğimiz zaman ABDnin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturttuğu Celâl Talabani ne dedi? Türkiyeye bir kedi bile vermem! diye başkaldırmadı mı? Sadece Celâl Talabani mi böyle? Hayır! Hayır! Hayır! NATOdan müttefikimiz olan bütün Batılı devletler de Iraktan farklı değil. Gitmediğim, görmediğim Avrupa ülkesi kalmadı. Oralarda şahit oldum ki, NATOdan dostumuz(!) olan her devlet, kendi topraklarında hem PKK militanlarına hem de Alevi vatandaşlarımıza kol-kanat geriyorlar. Niçin? Türke ve İslâma düşman oldukları için. Batının ŞARK MESELESİni bilmeyenler, başları kumda olan gafillerdir. 1585 yılında, Sultan 3. Murad Han döneminde vatan coğrafyamız 23 milyon 337 bin 600 km2 üzerinde idi. Bugün 780 bin km2deyiz. Bu, dünden bugüne durmadan budandığımızı gösteriyor. Cahiller ve gafiller kalabalığı yazdıklarımı elbette anlamayacaklardır. Ama bilmeliyiz ki, Kürtün de, Alevinin de, Sünninin de huzuru, şerefi, hürriyeti, Türk devletinin, Türk ordusunun gücüne bağlıdır. Bu devlet yıkıldı mı, bu ordu çöktü mü, Doğu Anadolu Türkiyeden koptu mu, oralarda ne Kürt, ne Türk kalır, ne Alevi ne Sünni kalır. Bu bakımdan, ABD yanında bütün Avrupa Devletleri, ellerini terör ihanetinden çekmedikleri sürece bize rahat yüzü yoktur.
A. Menderes'e tekme tokat dayak, Apo'ya renkli televizyon
Gazeteler yazdı: Apo'nun hücresine televizyon konulacakmış. Daha önce radyo verilmişti. Canı sıkılmasın diyerek yattığı hapishaneye birkaç mahkûm da gönderilmişti. Apo, günün belirli saatlerinde o kişilerle volta atıyor, konuşuyor, koğuşuna döndüğünde de radyo dinliyordu. Artık odasında bir de televizyonu var.
Gazeteler yazdı: Apo'nun hücresine televizyon konulacakmış. Daha önce radyo verilmişti. Canı sıkılmasın diyerek yattığı hapishaneye birkaç mahkûm da gönderilmişti. Apo, günün belirli saatlerinde o kişilerle volta atıyor, konuşuyor, koğuşuna döndüğünde de radyo dinliyordu. Artık odasında bir de televizyonu var. Şimdi ben, anlatılmaz bir hüzünle, merhum Adnan Menderes'i düşünüyorum. Öyle sanıyorum ki, yaşları 50-60 civarında olanlar, Adnan Menderes hakkında ya hiçbir şey bilmiyorlar veya yarım yamalak birkaç cümlenin içinde kekeleyip duruyorlar. Adnan Menderes, bizim en başarılı, en efendi, en sevilen başbakanlarımızdan biriydi. Yapılan değerlendirmeler gösterdi ki, Türkiye, en çok onun başbakanlığı döneminde kalkındı. Milletimizin yüzü, en çok onun devrinde güldü (1950-1960). Türkiye, yamalı kasketliler memleketiydi. Köylünün ayağı çarıklıydı. Şehirlerimizdeki bir-iki katlı evlerimiz kerpiçtendi. Sokaklarımız tozlu-topraklıydı. Asfalt, ancak birkaç şehrimizde biliniyordu. Geceleri gaz lambaları altında oturuyorduk. Daha önceki seçimler, açık oy, gizli tasnifle yapılıyordu. Ve hep CHP kazanıyordu. 1950 yılında durum değişti, seçimler gizli oy açık tasnifle yapıldı ve Demokrat Parti o ilk seçimlerden büyük bir zaferle çıktı. Adnan Menderes Başbakan oldu. Demokrat Parti 393 milletvekilliği kazandı. CHP, 69 milletvekiliyle meclise girdi... 1954 yılında yapılan seçimlerde, Demokrat Parti 488 milletvekiliyle iktidardaydı. CHP'nin milletvekili sayısı 30'a indi... 1957 yılındaki seçimlerde de durum değişmedi. CHP üçüncü defa muhalefette kalmaya tahammül edemedi. CHP siyasi tarihimizde görülmemiş yalanlarla, iftiralarla, suçlamalarla ortalığı çok gerdi. Gençlerimizi meydanlara döktü. Ordu içindeki CHP zihniyetli subayları tahrik etti. Son derecede seviyesiz, rezil dedikodularla doldurulan bazı subaylar, 27 Mayıs 1960 günü bir hükümet darbesi yaparak Demokrat Parti'yi büyük bir kinle Meclis dışına çekti. DP milletvekillerini evlerinden alarak, döverek, söverek, tekme tokatlarla yürüterek önce Kara Harp Okulu'na götürüp tıktılar. Sonra, oradan Yassıada zindanına taşıdılar. O esnada da bazı CHP'li subaylar ve astsubaylar, azgın boğalar gibi milletvekillerine ve bakanlara saldırdılar. Yapılan zulümlere tahammül edemeyen Cumhurbaşkanı Celal Bayar intihara teşebbüs etti. Başbakan Adnan Menderes tek kişilik bir odaya konuldu. Hiç kimse ile görüştürülmedi ve konuşturulmadı. Odasında nöbet tutan subayların da onunla konuşmaları yasaklandı. Ada kumandanı "Kürt Tarık" diye bilinen zalim bir yarbaydı. Emrindeki subaylar da öyleydiler. Adnan Menderes, bir gün kapısındaki nöbetçi subaya; "Acaba benim avukatım geldi mi?" diye sorunca tekme tokat dövülerek odasına itildi. Bir başka gün Menderes, iki nöbetçi subay arasında mahkeme salonuna götürülüyordu. Karşıdan da eski valilerimizden Turhan Kapanlı geliyordu. Karşı karşıya gelince Adnan Menderes; "Nasılsınız Turhan Kapanlı beyefendi", diye sordu. Kapanlı da aynı nezaketle cevap verdi. "Teşekkür ederim Sayın Başbakanım" dedi. Birdenbire dört nöbetçi subay, taraflara rezil küfürler savurarak onları tekme tokat dövmeye başladılar. Dövdüklerinden biri bu ülkeye 10 yıl başbakanlık yapan efendi bir kimseydi. Ötekisi değerli valilerimizden biriydi. Adnan Menderes, idam sehpasına götürülmeden bir saat kadar önce, ada kumandanının emriyle ve zorla basur muayenesinden geçirildi. Yazmaktan utandığım daha nice rezil davranışlar hayvanca zulümler yapıldı... Şimdi de otuz bin kişinin katili Apo'nun odasına TV konuluyor. Va esefa!..
Beşiktaş Belediyesi mi Atatürkçü bir belediye?
CHPli bazı belediyeler, Nâzım Hikmet için bayrak açıyorlar. Nâzım Hikmet Günleri düzenliyorlar. Şuraya-buraya Nâzım Hikmet heykelleri dikiyorlar.
CHPli bazı belediyeler, Nâzım Hikmet için bayrak açıyorlar. Nâzım Hikmet Günleri düzenliyorlar. Şuraya-buraya Nâzım Hikmet heykelleri dikiyorlar. İşte o CHPliler topluluğuna Beşiktaş Belediyesi de nefes nefese yetişerek katıldı. Beşiktaş Belediyesi de Ustaya Saygı diye çırpınıp duruyor. Maksatları, katiyyen şiir değil, sanat değildir. Maksatları Nâzım Hikmet örtüsü altında, halkımızı Komünizme ısındırmaktır. Çünkü Nâzım, dünyanın en kabadayı komünistlerinden biriydi. O kadar ki, eğer o, komünist sistemin kendiliğinden gümbür, gümbür yıkılıp gittiğini görseydi, ya kalp krizinden ölür giderdi ya da kafasına bir kurşun sıkarak intihar ederdi. Komünizm sevdası, bize işçi sınıfımızın ayaklanmasıyla veya işçi sendikalarımızın gayretiyle gelmedi. Bizde komünizm, sanat faaliyetleriyle yeşermeye çalıştı. Komünist düşünce, şiirle, hikâyeyle, romanla, tiyatroyla, resimle kolkola girerek aramıza sokuluyor. Ve bizim komünistlerimiz, ağızlarını Atatürk diye açtılar, açıyorlar. Bir insan, hem komünist, hem de Atatürkçü olabilir mi? Olamaz! olamaz! olamaz. Eğer bu mümkün olsaydı, Atatürk de komünist bir kafayla önümüze düşerdi. Atatürk değil komünist olmak, komünizme yakınlık bile duymadı. Komünistlerimizden SEBÜKMAĞZ adamlar diye bahsetti. SEBÜKMAĞZ; farsça bir kelime Aptal, ahmak, gerikafalı demektir. Bizim Türkiyeli komünistlerimiz gerçekten de, çağımızın yüz yıl gerisinde kalan aptal, avanak kafalardır, Atatürk, bizim komünistlerimiz için sadece SEBÜKMAĞZ demedi Şurası unutulmamalıdır ki, Türk âleminin en büyük düşmanı komünizmdir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir! diyerek de dikkatimizi çekti. Çetin Altan yıllarca önce öflkelenmişti: Atatürk deli midir ki böyle bir cümle kullansın? diye yazmıştı. Bu gün kimin akıllı, kimin deli olduğu ayan-beyan ortada. Ama bizim Türkiyeli komünistlerimiz hâlâ o rejimin rüyasıyla yatıp kalkıyorlar. Rusya, milyonlarca insanı öldürmesine, ceza evlerine tıkılmasına veya ülkelerini bırakıp başka diyarlara kaçmalarına sebeb olduğu halde, Marksist rejimi ancak yetmiş yıl ayakta tutabildi. Moskova, o yetmiş yıllık vahşet devrimin acılarını şimdi silmeye çalışıyor. Bizim geri kafalı komünistlerimiz ise, o kanlı o geri, anlayışın arkasında çırpınıp duruyorlar. CHP Kadıköy Belediyesi, CKM (Caddebostan Kültür Merkezi) önüne Nâzım Hikmetin bir heykelini diktirmiş. O heykel kaidesi altında, Nâzım Hikmetin iki mısrası var: Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak/ Nasıl çıkar karanlıklar aydınlıklara? Pekâlâ! Aydınlıklara nasıl çıkarız? Nâzım Hikmet kafasına göre komünist olmakla çıkabiliriz. Sovyet Rusya, yetmiş yıllık uygulamasına rağmen aydınlıklara çıkabilmiş mi? Bu soruyu, kendilerini Türkiyede ve başka ülkelerde satarak karınlarını doyurmaya çalışan o güzelim Rus kadınlarına sormak lazım. Bugün Rusyada fert başına düşen milli gelir 13.236 $dır. ABDde ise 48.147 $, Almanyada 44.558 $ Japonyada 45.774 $, İngilterede 39.600 $ Güney Korede: 23.749 $ Komünist Kuzey Korede ise: bir kaç bin $ civarındadır. Allah Beşiktaş Belediyesi idarecilerine akıl fikir versin. Beşiktaş Belediyesi çıksın girdiği çıkmaz sokaklardan da ustaya saygı ayaklarından sıyrılsın da, milletimize, vatanımıza, bayrağımıza...saygılı olmaya çalışsın.
Nâzım Hikmet'e niçin saygı duyayım? -ll-
Şimdi bir de "Nâzım Hikmet'e saygı" toplantıları yapılıyor. Ben Nâzım Hikmet'e hiçbir saygı duymuyorum.
Şimdi bir de "Nâzım Hikmet'e saygı" toplantıları yapılıyor. Ben Nâzım Hikmet'e hiçbir saygı duymuyorum. Hemen belirteyim ki, Onun bütün şiirlerini hem de birkaç defa dikkatle okudum. KAN KONUŞMAZ ve YAŞAMAK GÜZEL ŞEY KARDEŞİM isimli romanlarını Bulgaristan'dan getirttim. Sonra Nâzım'la ilgili kitapları da gözden geçirdim, Sonunda gördüm ki içimde, Nâzım Hikmet'e karşı zerre kadar bir sevgi ve saygı yok çünkü; evvela Nâzım Hikmet çok kötü bir insan, sonra çok kötü bir vatandaş, sonra çok kötü bir koca ve sonra çok kötü bir babadır da ondan. Aşağıda belirteceğim hususlar, size çok tabii gelebilir, ama dikkatinize sunacağım davranışlar benim insanlık anlayışıma, devlet saygıma evlat ve eş anlayışıma katiyyen uymayan hareketlerdir. Nâzım Hikmet niçin çok kötü bir insandır? Nâzım, 1937 yılında, CHP iktidarı döneminde, açılan iki dâvâ yüzünden toplam 35 yıla mahkûm oldu. 1950 yılına kadar hapiste yattı. O yıllarda, VATAN gazetesi sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman Nâzım'a kol kanat gerdi. Af edilmesi için yazılar yazdı. Demokrat Parti 1950 yılında iktidar olunca Ahmet Emin Yalman, Nâzım için ayrıca bir imza kampanyası açtı. Fikir sanat, siyaset dünyamızdan 100'e yakın imza topladı. Sonra o imzaları ileri sürerek Başbakan Adnan Menderes'ten Nâzım'ın affını istedi. Böylece 1950 yılında çıkarılan aftan Nazım da istifade etti ama o af dolayısiyle, Yalman da, Menderes de büyük hücumlara uğradılar. Sonra ne oldu? Cezaevinden çıkan Nâzım hem Ahmet Emin, hem de Menderes aleyhinde çok ağır, çok rezil şiirler yazdı. Onları vatan hainliğiyle suçladı. Esasında ne Menderes ne de Ahmet Emin Yalman vatan hainiydi. Zerre kadar vefa duygusuna sahip olan bir insan, en zor günlerinde kendisine kol kanat geren kimseleri en ahlâksız iddialarla yerden yere vurur mu? Vuramaz! Vurmamalı! Rusya bizim vatanımızın, tarihimizin, dilimizin, dinimizin en büyük düşmanlarından biridir. Stalin, tam bir insan kasabıdır. Yüz binlerce Kırım ve Ahıska Türkü'nü bir gece içinde, evlerinden alıp uzak diyarlara süren Stalin'dir. Türkistan'dan ve Azerbaycan'dan binlerce soydaşımızı toprağa gömdüren odur. Ama Nâzım Hikmet, Rusya'ya kaçtığı gün, Moskova Havaalanında: "Stalin gözlerimin ışığıdır. Beni Stalin yarattı! Ben Sovyetler Birliğinin çocuğuyum. O kadar mutluyum ki..." diye beyanat verdi. Kore'de çarpışan Mehmetçiklerimize "Teslim ol Ahmet!.." diye seslendiği için ve Bulgaristan'da, Kırcaali Türklerinden bizzat dinledim, onlara; "Türkiye'ye gitmeyin! Karılarınızı, kızlarınızı orada Amerikalı askerlere peşkeş çekecekler" yalanlarını savurduğu için onu sevmiyorum, ona saygı duymuyorum. N. Hikmet çok kötü bir baba idi. Oğlu Memed için yazdığı şiirler, benim de yüreğimi kavurmuştu. Fakat Memed anasıyla birlikte kaçıp Varşova'ya gidince Nazım Hikmet katiyyen sahip çıkmadı. Çünkü çok kötü bir baba idi. Nazım Hikmet, kötünün kötüsü bir koca idi. Dayısının kızı, Memed'in anası Münevver Hanımı Varşova'da nasıl yüzüstü bıraktığını iyi anlamak için Zekeriya Sertel'in Nâzım Hikmet'in Son Yılları isimli kitabını okumak lâzım. Ona niçin saygı duymalıyız ve onu niçin sevmeliyiz?..
Kültür Bakanlığımız da sahip çıkmaz mı?
Batı dünyası neden bizden ileride? Biz neden gerideyiz? Bu sorunun cevabını Kültür Bakanımız Sayın Ertuğrul Günay elbette benden daha iyi bilir.
Batı dünyası neden bizden ileride? Biz neden gerideyiz? Bu sorunun cevabını Kültür Bakanımız Sayın Ertuğrul Günay elbette benden daha iyi bilir. Ancak ben, yeni bir gelişme dolayısiyle, okuyucularımıza da bir hatırlatmada bulunmak istiyorum: Batı dünyası bizden ilerde, çünkü adamlar, akıllarını kullanıyorlar. Biz Batı dünyasının gerisinde kaldık. Çünkü aklımızı kullanmıyoruz veya aklımızı nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz. Öyle sanıyorum ki, Türkiyemizde de milyonlarca kişi İsrail-Filistin savaşının bazı sahnelerini televizyon ekranlarında seyretmişlerdir. İsrail, kilometrelerce uzaktan füzeleriyle, Filistin topraklarını bombalıyor. Evler yıkılıyor, insanlar paramparça oluyor. O yıkıntılar, o ölen parçalanan Araplar arasında sağ kalanlar, avazlarının çıktığı kadar bağırıyorlar: "Allah-u ekber! Allah-u ekber!" Allah, o mağdur Araplar bağırmasalar da, elbette büyükür. Bombalanan araplar Allahın ve sevgili Peygamberimizin gösterdikleri yoldan yürüselerdi, yani akıllarını kullansalardı, "düşmana, düşmanın silahıyla karşı koymak" zaruretini dikkate alsalardı mutlaka caydırıcı olurlardı. İsrail karşısında iki büklüm kalmazlardı. Şimdi, tabii olarak sorulacaktır: İnsanlar, akıllarını nasıl kullanabilirler? Cevabı basittir ve kesindir: Okumakla, araştırmakla, bilmekle, incelemekle yani ilme yönelmekle insanlar akıllarını kullanabilirler. Batı dünyası okumanın önemini bildiği için önce, çocuklarını lider seviyesinde yetiştiriyor. Mesela, 8 yıllık eğitimden geçirdiği çocukların ders kitaplarını 71 bin kelimeyle hazırlıyor. Bu rakam Japonya'da 44 bin İtalya'da 32 bin Türkiyemizde ise maalesef 6-7 bin civarındadır. Ve bizim çocuklarımız da bu 6-7 bin kelimenin %10'uyla düşünüp konuşmaktadırlar. 70 bin kelimeyle okuyup yazan nesillerle 600-700 kelimeyle düşünen, konuşan nesiller elbette bir olmazlar, olamazlar. Kur'an'ın "Oku!" emrine rağmen, dünyada en az okuyan milletlerin başında maalesef biz varız. Biliyoruz ki, dünyanın her yerinde insanlar kelimelerle düşünüyor, kelimelerle konuşuyorlar. Biz, yeterli kelime haznesine sahip olmadığımız için doğru düşünemiyoruz. Türkiyemizde cinayet vakalarının çokluğu, trafik kazalarının dehşeti, hep insanlarımızın cehaletindendir. Bilmeliyiz ki milletler, kendi kültür değerleriyle vardırlar. Kültür ise bir milletin: dil, din, tarih şuuru, gelenek ve görenekleri, güzel sanatları... toplamıdır. Bizim, bütün kültür kaynaklarını ayakta tutacak, zenginleştirecek kuruluşlara, faaliyetlere şiddetle ihtiyacımız var. Bab-ı Âli ve Bayazıd çevresi, eskiden kültür dünyamızın zenginleştiği, boy verdiği yerlerdi. Şimdi, her iki bölgede de kültür ocaklarımız gittikçe kan kaybediyor. Yeni kültür merkezlerine şiddetle ihtiyacımız var. Biliyoruz ki Sultanahmet'deki eski Adliye Sarayı yeni yerine taşındığı için şimdi tamamen boş durumda. Bir takım kişiler orayı otel yapmak için çırpınıyorlar. Mehmet Nuri Yardım'ın başkanı olduğu ESKADER yani Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği basın toplantıları düzenleyerek, eski Adalet Sarayı'nın büyük, canlı zengin bir kültür sarayı olması için çırpınıp duruyor. Bu çok önemli, bu çok faydalı ve zaruri isteğe acaba Kültür Bakanlığımız da sahip çıkmaz mı? Milletimizin yüzünü yeni bir otel mi, yeni bir kültür sarayı mı güldürür?
Türk olmak şereftir -1-
1986 yılında Prof. Dr. Hayrettin Kahraman'la Pakistan'a gittik. Devlet Başkanı Ziya-ül Hak sağdı. Başkent İslamabad'da çeşitli toplantılara birlikte katıldık. Bir gün bizi, Pakistan asıllı bir profesörün evine götürdüler. Yaşlı-başlı bir zat idi. Sohbet esnasında dedi ki: -"Türk olmak bir büyük şereftir. Siz Millî Mücadeleye başladığınız zaman, bir yakın arkadaşımla birlikte Türkiye'ye gelmek ve Türk ordusu saflarında düşmanlarınıza karşı savaşmak istedik. Burada, ilgililere resmen başvurduk. Bize dediler ki: 'Yaşınız daha 18'i doldurmamış. Bu bakımdan gidemezsiniz!' Türk ordusuna katılmak Türklerle beraber olmak bizim en büyük arzumuzdu, olmayınca çok üzüldük. Türk olmak şereftir!" Devlet başkanı Ziya-ül Hak bizi, bir öğlen yemeği için Beyaz Saray'ına davet etti. Pakistan Büyükelçimiz Bâki İlkin'di. Yemekte o da hazırdı. Ziya-ül Hak'a dedim ki: -Efendim! Türkiye'de biz deriz ki: Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur; Pakistanlılar müstesna. Biz Türk milleti olarak Pakistan milletini çok seviyoruz! Ziya-ül Hak'ın cevabı hepimizi düşündürmelidir: -"Biz de Türk milletini çok seviyoruz. Siz Millî Mücadele için cephelerde çarpışırken biz daha İngiltere hâkimiyetinden kurtulmamıştık. O yıllarda bir Şeyhülislamımız vardı. İsmi Şeyh Ahmed Bedevi idi. İngiltere hükûmeti, bizim Şeyhülislamımıza çok baskı yaptı. Ondan, sizin Millî Mücadelenizi kötüleyen bir fetva almak istedi. Şeyh Ahmet Bedevi İngiltere devletine dedi ki: -Siz değil, Türkler gelip burada benim dilimi kesseler ve dilimden ayaklarına çarık yapsalar, ben ne Türklerin Millî Mücadeleleri aleyhinde bir tek söz söylerim, ne de bir fetva yazarım! Bizim Şeyhülislamımız, İngiltere devletinin bütün baskısına rağmen söylediği gibi davrandı ve onlara ne bir fetva verdi ne de Türkiye aleyhinde bir tek kelime söyledi. Biz de sizi çok seviyoruz!" *** Görmediğim Avrupa ülkesi kalmadı. NATO'dan müttefikimiz olan hiçbir Avrupa ülkesi bizi sevmiyor. Bunu nereden çıkarıyorsun diye sorabilirsiniz. Gittiğim her Avrupa ülkesinde gördüm ki orada devlet PKK ihanetini destekliyor. Aynı zamanda Alevi kardeşlerimize kol kanat geriyor. Bunu, Kürtleri sevdikleri için mi yapıyorlar? Aleviliği bildikleri için mi öyle davranıyorlar. Hayır! Hayır! Hayır! Adamlar Türk'e ve İslâma düşman oldukları için kuyumuzu -NATO antlaşması içinde bile- kazmaya çalışıyorlar. Şimdi Türkiye'de, birçok aydınımızın ve tabii olarak halkımızın çok büyük bir kısmının bilmedikleri dolayısıyle hiç düşünmedikleri bir husus var: Devlet-i Aliyye. 1595 yılında, 23 milyon 337 bin 600 km2 üzerinde idi. Doğu ve Batı dünyası bizi kırpa kırpa, bize vura vura getirip 780 bin km2 üzerine yatırdı. Yani biz bugünkü Türkiye büyüklüğünde 30 Türkiye kaybettik. Bilmiyoruz ki, bilmiyorlar ki, bu devlet yıkıldı mı, bu ordu dağıldı mı, Doğuda ne Kürt, ne de şurda-burda Alevi ve Sünni kalır. Ermenilerin ve Yahudilerin büyük devlet politikalarını bilmeyenlere, millî dostumuz ve 72 dilli dostumuz Amerika'nın Büyük Orta Doğu Politikasına dudak bükenlere hiçbir şey anlatamayız. Anlatamıyoruz. Şimdi Türkiye'de, Türk'e Türklüğe, Türkiye'ye karşı dehşetli bir küçümseme, suçlama, yok etme hareketi başladı. Hemen her gün, birtakım cahil, gafil ve hain insanların yazılı ve sözlü beyanlarıyla karşı karşıyayız. Sanki bin metre çapında, bin metre uzunluğunda bir lağımın baştan sona patlaması gibi, iğrenç üstü iğrenç bir manzara önündeyiz. Bu hâl, bir milletin topyekûn intihar girişimine hazırlanması demektir. Yarın yine yazacağım...
02.02.2013
Türk olmak şereftir -ll-
Sapla samanı birbirine karıştıranlar var. O bakımdan, yerinden kalkan Türklüğü, Türk milletini kötülemeye çalışıyor. Irkçılığı reddeden yeni ırkçılar, tarihimiz boyunca ırkçı olmayan, ırkçılık yapmayan milletimize saldırıyorlar. Bir insanın kendi soyunu-sopunu, yani kendi ırkını sevmesi başkadır, ırkçılık yapması başka. Irkçılık: Başka ırktan olan kişilere hayat hakkı tanımamaktır. Onları devlet ve millet hayatının dışında tutmaktır. Bir ırkı, topyekûn suçlu saymaktır. Mesela Hitler ırkçıydı. Yahudi milletini topyekûn suçlu sayıyordu. 6 milyon Yahudi'yi modern fırınlarda yaktırması Alman ırkçısı olmasındandı. İngilizler, Fransızlar, Ruslar tarih boyunca dehşetli ölçülerle ırkçılık yaptılar. Mesela İngilizler, Avustralya'ya girdikleri zaman, yerli halk olan Aborjinler'den 65 bin kişiyi kumlara gömerek (bir futbol topuna vurur gibi) kafalarını tekmeleyerek öldürdüler. Bir devlet hiçbir suç işlemeyen, kendi işinde gücünde olan insanları, onlar sırf falan filan ırktandır diyerek, nasıl sürmeye, öldürmeye, yok etmeye çalışır? Mesela Rusya'da Komünist idareciler, devlete başkaldırmayan, hiçbir suç işlemeyen yüz binlerce Ahıska Türkünü, Kırım, Türkistan ve Azerbaycan Türkünü sürmüşler, öldürmüşlerdir. Ermeniler, bizim aydınlarımızın, halkımızın kat'iyyen okumamalarından, öğrenmemelerinden istifade ederek, 1915 yılında, Ermeni soykırımı yaptığımızı iddia ediyorlar. Milyon kere, milyar kere yanlıştır. Biz Ermenilerle ilk defa Anadolu topraklarında 1071 Malazgirt Zaferinden sonra karşılaştık. 1071 yılından 1915 yılına kadar, yani tam 840 yıl onlarla çok insani ölçüler içinde yaşadık. Ama biz, 1914 yılında Birinci Dünya Harbine girince, Ermenilerin çok büyük çapta ihanetine uğradık. Ordumuz Ruslarla çarpışırken, arkadan da Ermeni çetelerinin hücumuna uğradı. Ermeniler Doğu Anadolu'da on binlerce Kürt'ü ve Türk'ü kuyulara atarak, sulara gömerek, camilere doldurup yakarak, duvarlara çivileyerek...çok vahşiyane usullerle öldürdüler. Türk-Ermeni savaşı ve sürgünü, Ermeni ihanetinden sonra başladı. Biz, tarihimiz boyunca ırkçılık yapmadık. Aksine, başka ırktan olanlar, bizim içimizde paşalar gibi yaşadılar. İşte çok önemli bir örnek: Meşhur tarihçilerimizden İsmail Hami Danişmend'in 6 ciltlik bir eseri var. İsmi: Osmanlı Tarihi Kronolojisi. O eserin 5. cildinin 125. sayfasında, İsmail Hami ciddi bir araştırmayı ortaya koyuyor. Diyor ki: "623 yıllık Osmanlı tarihinde, Sadrazamlık yani Başbakanlık makamına 215 kişi oturdu. Bu sadrazamlardan sadece 78'i Türk'tür. 137 Sadrazam ise Arnavut, Boşnak, Rum, Hırvat, Ermeni, İtalyan, Abaza, Çerkes, Çeçen, Bulgar, Pomak, Sırp, Rus... milletindendirler." Irkçı bir devlette böyle bir uygulama olur mu? Bugün Türkiye'de, en kanlı ırkçılığı, PKK ve sevdalıları yapmaktadırlar. Cumhuriyetimizin ilanından sonra, Kürt asıllı milletvekillerimiz, bakanlarımız, Meclis başkanlarımız, Başbakanlarımız, Cumhurbaşkanlarımız olduğu halde, Kürt ırkçıları, Kürt vatandaşlarımıza da Türklere de adeta kan kusturmaktadırlar. Sonra da kalkıp Türk ırkçılığından şikayet etmektedirler. Neredesin ey akıl! Ey insaf! Ey vicdan!..
03.02.2013
Mesela mı örneğin mi diyelim?
Yazılarım, şiirlerim, kitaplarım meydandadır. Konuşmalarımı dinleyenler de görmüşlerdir: Ben Türkçe düşünen, Türkçe konuşan, Türkçe yazan bir kimseyim. Uyduruk-kaydırık kelimelere veya Öztürkçe tarzına, kendimi bildim bileli hiç, ama hiç heveslenmedim. Bana göre Türkçe başka, Öztürkçe başka bir dildir. Türkçe milletimizin dilidir. Öztürkçe, bir avuç azınlığın kekelemesi. Ben, Türkçeye sevdalı, bir adamım. Öztürkçeden ise yılan görmüş gibi kaçan biriyim. Birisi bana bir kitabın methini yaptı mı, gidip o kitabı buluyorum. Sayfalarını çevirip şurasından burasından okuyorum. Eğer o kitap uyduruk-kaydırık Öztürkçe kelimelerle yazılmışsa ve hele hele devrik cümlelerle yüklüyse tiksinerek yerine koyuyorum. Bizim konuşmalarımızda devrik cümleler elbette vardır. Mesela konuşurken: "Gittim sabahın erken saatlerinde çarşıya ben" diye söze başlarız. Ama, kalemi elimize aldığımız zaman: "Ben sabahın erken saatlerinde çarşıya gittim" diye yazarız. Devrik cümlelerle yazılmış bir makaleyi veya bir kitabı okuduğum zaman, kendimi nadasa bırakılmış bir tarlada yürüyormuşum gibi yorgun hissediyorum. Bizim nesrimizde devrik cümle yoktur. Evimdeki kütüphanemde 10 bin (on bin) kitabım var. Bu on bin kitap içerisinde Öztürkçe ile veya devrik cümlelerle yazılmış bir tek kitap yoktur. Öfkelenmemek ve iğrenmemek için, öyle kitapları kaldırır atarım. Necip Fazıl Kısakürek bir dörtlüğünde diyor ki: Ruhsal, parasal, soyut, boyut, yaşam, eğilim. Ya bunlar Türkçe değil, yahut ben Türk değilim. Oysa halis Türk benim, bunlar işgalcilerim. Allah Türk'ü korusun, yalnız bunu dilerim. Dil, elbette canlı bir varlıktır. Dile, elbette, zamanla birtakım kelimeler girer ve birtakım kelimeler çıkar. Ben bunu elbette kabul ediyorum. Ama dilimizde bin yıldan beri bulunan, kullanılan, dal-budak salan, deyimlerle, vecizelerle, atasözleriyle güzelleşen kelimeleri çıkarıp atmayı en büyük ihanetlerden biri sayıyorum. Mesela İstanbul'un şu veya bu semtinde toprağı ve göğü sımsıkı kucaklayan 500 yıllık, 1000 yıllık bir çınarı keserek yerine cılız bir kavak veya akasya dikmek nasıl bir gaflet ve ihanetse, bin yıldan beri kullanageldiğimiz bir kelimeyi çıkarıp atmak da o kadar gaflet ve ihanettir. Bu makaleyi niçin yazıyorum biliyor musunuz? Benim sevgili hemşehrilerimden bir edebiyat öğretmeni: "Türkçe ÖRNEK SÖZÜNE BU YADSIMA NEREDEN KAYNAKLANIYOR?" diye soruyor. Yadsıma, öztürkçede: ret etmek, yok saymak, tanımamak karşılığında bir kelime. Ben örnek kelimesine itiraz etmiyorum. Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanan: Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü'nün 680. sayfasında şöyle bir açıklama var. Biz Türkiye Türkçesinde örnek diyoruz. Azerbaycan Türkleri: Nümune, Başkurtlar: Ölgö, ürnek, Kazaklar: Ülgi, örnek, Kırgızlar: Örnök, Özbekler: Örnek, namuna, Tatarlar: Ölgi, ürnak, Uygurlar: Örnak, ülga diyorlar. Türkmenlerde örnek kelimesi yok. Beri yandan, hiçbir Türk Cumhuriyeti'nde örneğin diye bir kelime yaşamıyor. Biz mesela yerine örneğin demeye başladık. Azerbaycan Türkleri nümüna Başkurtlar: Masalan, Kazaklar: Maselen, misali, Kırgızlar: Misalı, Özbekler: Masalan, Tatarlar: Masalan, Türkmenler: Meselem, Uygurlar: Masilan diyorlar. Hiçbir Türk Cumhuriyeti'nde örneğin kelimesi yok. Cumhuriyet Devrimize kadar bizde de yoktu. Nereden çıktı bu örneğin ucubesi? Ermenicenin orinagin kelimesinden. Kabul edelim ki örneğin kelimesi tamamen Türkçe. Pekâlâ, ben neden bin yıllık meselâ kelimesini 40 yıllık 'örneğin'e kurban edeyim?
09.02.2013
Kemâlizmin millet anlayışında dinin yeri yoktur -1-
Atatürk üzerine yazılan kitaplardan sadece doksan tanesini okuyabildim. Elimin altında on kitap daha var. Onları da okuduktan sonra, yeni bir kitaba uzanmayacağım. Artık yeter diyeceğim. Şimdi okuduklarıma dayanarak söylüyorum: Millî Mücadelemizin kayıtsız-şartsız lideri o'dur. Eğer Atatürk olmasaydı, bugünkü Türkiye, 780 bin km2 olmazdı. Doğu ve Batı emperyalizminin elinde, yamalı bohçaya dönerdik. Türkçe, bize büyük çapta unutturulurdu. Devletimizin isminde Türk kelimesi bulunmazdı. Camilerimiz boynu bükük kalırdı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'muzun büyük bir bölümünde Ermenistan bayrakları dalgalanırdı. Uzağa gitmeye gerek yok. Millî Mücadele yıllarımızın önemli kahramanlarından biri olan Rauf Orbay diyor ki: "Biz olmasaydık, Mustafa Kemal bu işi başarırdı. Ama o olmasaydı, biz bu işi yapamazdık." O Rauf Orbay ki, Atatürk'ün çok yakın arkadaşlarından olmasına rağmen, zamanla araları açılmış ve İzmir Suikastı yüzünden -dokunulamazlığı kaldırılmadan- Atatürk'ün emriyle İstiklâl Mahkemesine verilmişti. İdamla yargılanmak istenmişti. Avrupa'da olduğu için duruşmalara katılmamıştı... Atatürk, elbette dehâ derecesinde akıllı bir devlet adamıdır. Doğru, doğru, doğru! Peki Atatürk'ün yanlışları olmadı mı? Elbette oldu. Çünkü Atatürk de bir insandı. Atalarımız boşuna mı; "beşer, şaşar!" demişler? Ama Türkiye'de Atatürk'ün yanlışları ortaya konulamıyor. Önce bilmeliyiz ki, Atatürk devri Türkiye'sinde bir muhalefet partisi yoktur. Muhalefetsiz cumhuriyet rejimi olur mu? Kurulan iki muhalefet partisine, Atatürk'ün partisi, ancak üçer ay tahammül edebilmişti. Tenkitsiz demokrasi, tenkitsiz ilim olmaz. Ama Türkiye'de Atatürk, katiyyen tenkid edilemez. Bizde, Atatürk'ü tenkit etmenin ismi: Atatürk düşmanlığıdır. Bu, yobazca bir suçlamadır. Şahsen ben, bir kimsenin ciddi ölçüler içinde Atatürk'ü iki saat tenkit etmesini dikkatle ve zevkle dinlerim. Ama o'na bir dakika olsun hakaret edilmesine, sövülmesine, tahammül edemem... Mesela Atatürk'ün ömrü boyunca, üç ayrı Türkçe anlayışı oldu. Bunlardan ikisi, ummanları dolduracak kadar yanlıştı. Nitekim birinden bizzat kendisi, ötekisinden -Güneş Dil Nazariyesi- İsmet İnönü vazgeçti. Atatürk'ün "Türkçeleşen Türkçedir" inanışı doğrudur. Atatürk musiki ve din konusunda da yanlış adımlar attı. Bunları söylemeyelim mi, yazmayalım mı? Kendisi, Çankaya'daki bütün sazlı-sözlü-içkili toplantılarda bizim türkülerimizi, şarkılarımızı söyledi. Bizim oyunlarımızı oynadı. Ama bizim musikimizi devlet radyolarımızdan üç yıl yasakladı. O dayatma sökmedi. Musikide inkılap olmaz diyerek vazgeçti. Kimse bana Atatürk'ün Ku'ranı Türkçeye çevirtmek için emir verdiğini, Balıkesir camiinde minbere çıkarak hutbe okuduğunu, TBMM'yi bir cuma günü, Hacı Bayram Camii'nden başlayarak, tekbirlerle, salatlarla açtığını, sevgili peygamberimizi öven beyanlarda bulunduğunu söylemesin. Bunların hepsi doğru bunları biliyorum. Atatürk derecesinde çok akıllı bir insan, şartlar olgunlaşmadan, iktidarın bütün güçlerini eline geçirmeden Türkiye gibi Müslüman bir ülkede, kalkıp da dinin aleyhinde konuşamazdı-konuşmadı. Konuşursa kendi bindiği dalı kesmiş olurdu. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Millî Mücadelenin hiçbir devresinde Sultan Vahdettin'in ve Halifenin aleyhinde de tek cümle söylemedi. Aksine gittiği her yerde "Padişah efendimizi ve Halifemizi düşman esaretinden kurtarmak için çalıştığını" söyledi. Duruma hakim olunca, Padişahı da Halifeyi de tanımadığını bütün dünyaya ilân etti. Türkiye'mizin en değerli sosyologlarından Prof. Dr. Orhan Türkdoğan diyor ki: "Kemalist düşünce sisteminde, millet yapısında dinin yeri yoktur!" Türkdoğan bu kanaate, Atatürk'ün bizzat yazdırdığı, 40 bin adet bastırarak okullarımızda okuttuğu MEDENİ BİLGİLER kitabına dayanarak, 4 ciltlik tarih ders kitaplarını okuyarak söylüyor. Ben de aynı kanaatteyim. Kemalist zihniyetin millet anlayışında din yoktur. Vardır diye öfkelenenler çok satıhta kalanlardır. Yarın yine yazacağım.
16.02.2013
Kemâlizmin millet anlayışında dinin yeri yoktur -2-
Kemalistler veya KAMALİSTLER, millet yaşayışımızda ve anlayışımızda İslâmiyeti yavaş yavaş silebilmek veya onu hafife almak için önce Amentüden işe başladılar. İslâmın Amentüsünde, imanın 6 şartı mı açıklanıyor; onlar da 1928 yılında, Hakimiyet-i Milliye Matbaasında bastırıp dağıttıkları Türk'ün Amentüsü'nde, seslerini şöyle yükselttiler: "Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e o'nun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahit analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, Gâzi'nin Allahın en sevgili kulu olduğuna, kalbimin bütün hulusuyla (samimiyetiyle) şahadet eylerim." Türk'ün yeni Amentüsünden sonra, sıra Kur'ana ve Hz. Muhammed'e geldi. 1931 yılında, İstanbul'da Devlet Matbaasında 4 ciltlik yeni bir tarih kitabı basıldı ve bu tarih kitabı, 1931 yılından 1950 yılına kadar bütün liselerimizde okutuldu. Bu 4 ciltlik tarih kitabını hazırlayanların %90'ı CHP milletvekilleriydi. Yalnızca biri Cumhurbaşkanı Genel Sekreteriydi, ikincisi, Atatürk Lâtife Hanımdan boşandıktan sonra Çankaya Köşkü'nün yeni sakini, bir taşbebek kadar güzel Afet Hanım, diğer ikisi de albay idi. CHP milletvekilleri şunlardı: (Bu kişiler, aynı zamanda Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyeleriydiler) Çanakkale Mebusu: Samih Rıfat Bey, İstanbul Mebusu Prof. Dr. Akçuraoğlu Yusuf Bey, Aydın Mebusu Dr. Reşit Galib Bey, Balıkesir Mebusu Hasan Cemil Bey, Balıkesir Mebusu İsmail Hakkı Bey, Kocaeli Mebusu Reşit Saffet Bey, Şarkikarahisar Mebusu Prof. Dr. Sadri Maksudi Bey, Sivas Mebusu Prof. Dr. Şemsettin Günaltay Bey, Eskişehir Mebusu Prof. Dr. Yusuf Ziya Bey... 4 ciltlik tarih kitabının 2. cildi İSLÂMİYET üzerineydi. Peki bu CHP milletvekilleri, Hazreti Muhammed ve Kur'an için ne diyorlar dı? Diyorlardı ki: "Muhammet, 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine dâvete başladı. Bu dine İslâm denilmiştir." (Syf. 89) "Muhammet'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba KUR'AN denir. O, Arapların, ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğuna inanmış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisine vahiy ve ilhâm fikri doğmuştur." (Syf.90) SORUYORUM: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Kur'an, Hazreti Muhammed'in mi eseridir? Siz de Allah'ı, Cebrail'i, vahyi inkâr mı ediyorsunuz? Etmiyorsanız öfkeniz neden? Atatürk ve Afet Hanım, 1931 yılında, Çankaya Köşkünde Yurttaşlık Bilgisi isimli bir kitap hazırladılar. Daha doğrusu Atatürk'ün söylediklerini Afet Hanım kaleme aldı. Kitap bittikten sonra Atatürk, Başvekil İsmet İnönü'ye bir mektup yazarak bu kitabın hem bütün okul öğrencilerine, hem de bütün vatandaşlarımıza okutulmasını önemle rica etti. Bu kitabın 12. sayfasında, millet bölümünde deniliyor ki: "Din birliğinin de, bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda, bunun aksini görmekteyiz. Türkler, İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra bu din bilâkis Türk milletinin millî bağlarını gevşetti. Millî hislerini, Millî heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi..." SORU: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Türk milletinin millî hisleri, millî heyecanları İslâmiyet yüzünden gevşediği ve uyuştuğu için mi soyumuz dünyanın en muhteşem devletlerinden birini kurdu. Onu 23 milyon 337 bin 600 km2 üzerine yaydı. 624 yıl yaşattı ve tam 322 yıl, dünyada lider devlet olarak hükümran oldu? Dünyanın neresinde, millî hisleri uyuşan bir millet böyle zaferler kazandı? CHP Edirne saylavı (milletvekili) Şeref Aykut, milletimizin o tarih kitapları ve yurttaşlık kitapları sayesinde, İslâmiyetten ayrılmaya başladığına inandı. 1936 yılında, İstanbul'da KAMALİZM isimli bir kitap bastırdı. Bu kitabın daha ilk sayfasında KAMALİZM'in yeni bir din olduğunu ileri sürdü: "Kamalizm, yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir!" diyordu ve CHP'nin 6 okunu, Kamalizm Dininin 6 görüşü, inancı, imanı olarak açıklıyordu. SORU: Siz de Kamalizmi veya Kemalizmi yeni bir din olarak mı kabul ediyorsunuz. Cevabınız evet ise alın ve hayrını görün. "Sizin dininiz size, bizimki bize. Bu millet sizin taptıklarınıza tapmaz. Siz de bu milletin taptığına tapmazsınız.
17.02.2013
Sinoplu gençleri kim tahrik etti?
Barış ve Demokrasi Partisi'ne mensup 4 milletvekili, Karadeniz illerimize doğru yola çıktılar. Bu milletvekillerini iyi tanıyoruz: Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü, Sabahat Tuncel ve Levent Tüzel. İlk durakları Sinop idi. Maksatlarını şöyle açıklamışlardı: "Barış ve Demokrasi konusunda, halkımızı aydınlatmak istiyoruz." Ancak, Sinop gençliği, topraklarına ayak basan bu siyasilerden çok büyük bir rahatsızlık duydular. İnandılar ki çirkin bir oyunla karşı karşıya bulunmaktadırlar: "Önce, bu siyasîlerin bağlı oldukları partinin, barışla ve demokrasiyle bağdaşır davranışları yoktur dediler. Barış ve demokrasi, bu siyasî partinin iyi seçilmiş bir paravanasından ibarettir. Türkiye'mizde kardeş kavgasını ve bir iç savaşı körükleyen bir partinin barışla ve demokrasiyle samimi bir beraberliği olabilir mi?" diyerek seslerini yükselttiler. Sinoplu gençler "Hangi barış, hangi demokrasi? dediler. 30 yıldan beri devam eden bu kanlı ayaklanma, iz'ansız, insafsız, vicdansız bir PKK hareketi, 30 bin insanımızın ölümüne sebep oldu. Askerimizi, polisimizi, çoluğumuzu, çocuğumuzu, hatta ahırlardaki hayvanlarımızı bile vurup kıranlar, iç barışımızın ve demokrasimizin kanlı katilleridirler. 30 yıldan beri devam eden bu kanlı ayaklanma devletimize 300 milyar dolarlık bir yük bindirdi. Ayrıca bu terör teşkilatının militanları, Türk'e, Türkiye'ye, Türk bayrağına, vatan bütünlüğümüze... anlatılmaz bir düşmanlık içindedirler. Bunlar mı, bunların Meclisteki uzantıları mı barış ve demokrasi fikriyatıyla hareket edeceklerdir" diye öfkelendiler. Üstelik, Sinop gençleri arasında, PKK terörünün şehit ettiği kimseler de vardı. Barış ve Demokrasi Partisi, bu terör hareketini katiyyen lanetlememiş, aksine eli kanlı teröristlerle kucaklaşmıştı. Böyle bir zihniyetin mensuplarına Sinop gençliği haklı olarak kızgındı. Bu öfke birdenbire şiddete dönüştü. Galeyan halindeki Sinop gençliğine; eğer PKK militanlarının düşman oldukları ve her fırsatta vurup öldürdükleri polislerimiz engel olmasalardı çok daha büyük hadiseler doğabilirdi. Açık açık yazıyorum: Ben, Sinop'ta cereyan eden hadiseyi, Türkiye'nin ve siyasî hayatımızın bugünü ve yarını bakımından doğru bulmadım, doğru bulmuyorum. Ama bu hadiseye, BDP'nin ve PKK militanlarının sebebiyet verdiklerine inanıyorum. Yani kabahat Sinop gençliğinin değildir. Kabahat o gençliği öfkelendiren, tahrik eden PKK militanlarınındır. O militanlarla yüzdeyüz fikir birliği içinde olan BDP'nindir. Sinop olayları, dünyanın en medeni ülkelerinde bile görülen cemiyet tepkilerindendir. İşte bizde ve Avrupa'da zaman zaman şahit olduğumuz futbol maçlarındaki kavgalar... Sosyoloji ilminin tesbit ettiği çok doğru bir gerçek var: "Toplulukların aklı yoktur. Büyük kalabalıklar, bazan bir kişinin 'Vurun! Kaçın! Yakın! Yıkın! Alkışlayın! Yuhalayın...' emriyle hareket ederler!" Toplulukları zapt-u rapt altına almak kolay değildir. Bundan birkaç ay evvel, eski İçişleri Bakanımız İdris Naim Şahin Hakkari'ye gidince, orada birtakım kimselerin hücumuna uğramadı mı? Barış ve Demokrasi Partisi ve onun dün Sinop'a giden milletvekillerinden bir teki, İçişleri Bakanımıza yapılan o saldırıyı yarım ağızla olsun tenkit etti mi? Etmedi. Aksine o davranışı yerinde buldu. "İçişleri Bakanının Hakkâri'de işi ne? Halkı tahrik etmeye gitti" manasına gelen sözler söylediler. Peki o BDP şimdi Sinop hadisesi karşısında neden öfkeleniyor? Türkçemizde güzel bir atalar sözümüz var: "Rüzgâr eken fırtına biçer!" Bana göre, Sinop gençliğini öfkelendiren, harekete geçiren PKK isyânıdır ve o kanlı isyana kol-kanat geren bazı siyasîlerdir.
23.02.2013
Hocalı'da Ermeni ve Rus vahşeti -2-
Hocalı katliamı üzerinden 21 yıl geçti. Bu münasebetle, çeşitli şehirlerimizde o vahşeti lânetleyen toplantılar yapıldı. Hocalı vahşetinde çekilen fotoğraflar sergilendi. Ben de İstanbul'da, Marmara Üniversitesinde yapılan programda konuştum. Konferans salonu girişinde sıralanan dehşet verici resimlere, anlatılmaz bir hüzünle baktım. Yıllar önce, Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğümüzün bizdeki Ermeni ayaklanmaları ve katliamlarıyla ilgili ve tamamen resmî belgelere dayalı Ermeni Mezalimi üzerine yayımlanan 4 ciltlik eseri okuduğum için, Hocalı vahşetinden çekilen resimler bana şaşırtıcı gelmedi. Gördüm ki, 1914-1915 yıllarında, Doğu ve Güneydoğu illerimizde, bâzı Ermeniler, hangi usullerle büyük katliamlara girişmişlerse, 77 yıl sonra, 26 Şubat 1992 tarihinde de, Hocalı'da aynı vahşetle, aynı canavarlıkla soydaşlarımızı, kadın, çocuk, ihtiyar, hasta demeden parçalayarak öldürmüşlerdir. ÜSKÜP'TEN KOSOVA'YA isimli kitabımı okuyanlar, orada Âşık Kahraman isimli bir halk şairimizin, Kars'ın KALO köyünde 660 köylümüzün Ermeniler tarafından nasıl öldürüldüklerini görmüşlerdir. O uzun şiiri buraya alacak değilim. Ama Âşık Kahraman'ın o ölüm destanını okuyunca anlıyoruz ki, bin yıl beraberce insan gibi yaşadığımız, kendilerine "Gözünüzün üstünde kaşınız var!" demediğimiz Ermeniler, Rusların, İngilizlerin, Fransızların oyunlarına gelerek, Birinci Dünya Savaşının en buhranlı günlerinde, bizi arkamızdan vurmuşlar. Öyle kurşunla veya hançerle değil, insanlarımızı camilere veya samanlıklara doldurarak diri diri yakmışlar. Kuyulara, göllere atmışlar. İnsanlarımızı duvarlara veya kapılara avuç içlerinden çivileyerek derilerini soymuşlar. Gözlerini çıkarmışlar, kulaklarını, burunlarını kesmişler, hamile kadınlarımızın karınlarını deşerek bebeklerini çekip süngülemişler, insanlarımızın yanlarına cepler açarak, ellerini o ceplerin içine sokmuşlar. Kadınlarımıza, kızlarımıza tecavüz etmişler ve daha neler, neler, neler... İnanıyorum ki bizim bin insanımızdan biri değil on bin insanımızdan biri bile, bu Başbakanlık Arşivlerinden hazırlanan eseri okumamışlardır. Bu bakımdan, ağızlarını açıp 1915 olayları üzerine tek cümle söyleyemiyorlar. Ben Hocalı vahşetinde çekilen resimlere şaşırarak bakmadım. O vahşeti anlatan bazı yabancı gazetecilerin ve ajansların yazdıkları karşısında da dehşete düşmedim. Çünkü bildiklerimi görüyor ve duyuyorum. İşte o haberden sadece ikisi: Rusya'nın İzvestiya gazetesinin muhabiri Beliks, şunları yazıyor: "Olaydan bir süre sonra AĞDAM iline geldik. Buraya, Hocalı'da katledilenlerin cesetleri getiriliyordu. Gördüklerim dehşetli kâbus gibiydi. Hatta bence, kâbus, bu kadar korkunç olamazdı: Çıkarılmış gözler derisi soyulmuş kafatasları, kesilmiş başlar, kulaklar..." Rus binbaşı Leonid Kravets'in anlattıkları da şöyle: "26 Şubat 1992 tarihinde Han Kentine yaralıları taşıyordum. Askeran kentinde, bir tepenin yamacında iki yüz kadar ceset vardı. Bizim ekipte, Azeri Türkü olan bir yüzbaşı da bulunuyordu. O adam orada, dört yaşındaki oğlunu, başı parçalanmış bir şekilde buldu ve zavallı, o anda bayıldı..." Ermeniler, 26 Şubat 1992 tarihinde, 366 sayılı Rus Motorlu Alayı'nın zırhlı araçlarıyla birlikte, Hocalı'ya saldırdılar. Silahsız, savunmasız, ordusuz Hocalı Türkü'nden 613 kişiyi canavarca duygularla öldürdüler. Bunların 63'ü, 3 ila 15 yaşlarındaki çocuklardı. 106'sı kadınlarımızdı. 544'ü yaşlı ve genç, ama silahsız, ama çaresiz soydaşlarımızdı. Ermeniler Azerbaycan toprağının %20'sini işgal ettiler. 6 şehrimizi, 800 köyümüzü, 700 sağlık merkezimizi, 1400 kadar ilk ve orta okulumuzu, 1000'e yakın sosyal tesislerimizi yakıp yıktılar. Hür dünya, bu vahşet karşısında sessiz, sedasız...
03.03.2013
Anıtkabir'de Kral Abdullah'ın gözyaşı
İttihat ve Terakki Partisi'nin çok meşhur üç paşası vardı: Enver Paşa, Cemal Paşa, Talat Paşa. İlk iki paşamız asker asıllıydı. Talat Paşa sivil bir posta memuruydu. Sultan Abdülhamid Han'ın devrilmesinden sonra, önce İçişleri Bakanımız oldu; sonra Başbakanlık makamına kuruldu. Cemal Paşa, hem Bahriye Nazırımız, hem de 4. Ordu Kumandanımızdı. Enver Paşamız 33 yaşında Başkumandan vekilimizdi. Bizi, Birinci Dünya Harbine bu üç paşamız soktu. Hepsi de vatansever insanlardı. Ama devlet tecrübeleri yoktu. Bu bakımdan 10 yıl gibi kısa bir süre içerisinde, hem koskoca imparatorluğumuzu batırdılar, hem de en az bir milyon insanımızın şehit düşmesine sebep oldular. Toprak kaybımız da çok büyük oldu. Bu üç paşamızın hatıraları yayımlandı. Önce Cemal Paşanın HATIRALAR'ı çıktı. Çok merak ettiğim için alıp okudum. Cemal Paşa'nın HATIRALARI, 1959 yılında Selek Yayınları arasında basıldı. Sonra, Talat Paşanın Anıları yayımlandı. (1990/İletişim yayımları) Arkasından ENVER PAŞA'NIN ANILARI 2006 yılında, İş Bankası Yayımları arasında yer aldı. Her üç paşamızı da derin bir hüzünle okudum. Suriye'deki son karışıklıklar dolayısiyle Cemal Paşa'nın HATIRALAR'ını yeniden elime aldım. Cemal Paşa, hatıratında Mekke Emiri Şerif Hüseyin'e ateş püskürüyor. Onu ve oğullarını çok ağır kelimelerle lânetliyor. Şu cümleleri paşanın HATIRALAR'ından alıyorum: "Şerif Hüseyin ile evlatlarına lânetler etmekten nefsimi menedemiyorum. Çok âdi ve alçak Şerif Hüseyin ve evlatları, sancaklar altında devletimize ve halifemize bağlı kalacaklarına dair yemin ederek benden altınlar aldılar. Sonra İngilizlerden ve Fransızlardan da altınlar alarak onlarla birleştiler. 1916 Haziranının 2. günü Şerif Hüseyin'in ihtilali karşısında kaldım. Bu ihtilâl, Kanal seferine esaslı bir darbe indirmiştir. İslâm âlemine en affolunmaz darbeyi indirmiş olan Şerif Hüseyin'in, haincesine isyanı olmasa idi, ben, İngilizleri fiilen Mısır'dan kovamasaydım bile, Filistin ve Suriye içerisine bir adım atmalarına izin vermez ve yüz binlerce İngiliz askerini, Mısır'da bağlamaya muvaffak olurdum!" Cemal Paşa, Şerif Hüseyin'in kasasına kaç bin altın koydu? Bu miktarın 40-50 bin civarında olduğunu tahmin ediyorum. Şerif Hüseyin, bir bu kadar altını da İngilizlerden ve Fransızlardan alarak Osmanlıya ve İslamiyete ihanet etti. Emrindeki kuvvetler askerimizi arkadan vurdu. Biz Suriye'den, Irak'tan, Ürdün'den Mısır'dan çekilmek mecburiyetinde kaldık. O topraklar, İngiliz ve Fransız devletinin sömürgesi oldular. Ama Şerif Hüseyin, umduğunu bulamadı. Yurdunu terk etmek mecburiyetinde kaldı. Oğulları, türlü suikastlarla hayatlarını kaybettiler. Şerif Hüseyin, bir gün hıçkırıklara boğularak oğluna der ki: "Başımıza gelen bu belâlar, hep Osmanlı'ya ettiğimiz ihanet yüzündendir!" Geçenlerde Ankara'ya gelen, Anıtkabirde Atatürk'ün manevi huzurunda gözyaşı döken, Ürdün Kralı Abdullah, Şerif Hüseyin'in torunlarındandır. Öyle sanıyorum ki o da, dedesinin vicdan azabı içinde olduğu için, ağlayacak kadar duygulanmıştır. Şimdi bizim yeni bir "Şerif Hüseyin"imiz daha var! Onun Apo olduğunu söylememe gerek yok. Merak ettiğim husus şu: Acaba Apo, milletimize ve devletimize yaptığı büyük ihanetin pişmanlığını ne zaman duyacaktır?..
09.03.2013
Kadınlar Günümüze bir bakın Allah aşkına!
8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyle, genç kızlarımızın ve kadınlarımızın gösterilerini, televizyon kanallarımızdan hüzünle seyrettim. Gördüm ki, bizim kızlarımız, kadınlarımız, bugünün önemini henüz kavrayamamışlar. Nitekim Dünya Kadınlar Günü dolayısıyle, kızlarımız, kadınlarımız, meydanlara dökülerek halaylar çektiler, karşılıklı oyunlar oynadılar, pankartlar açtılar ve "Kadına şiddete son!" diye bağırarak yürüdüler. Sonra? Sonrası "sen şen, ben salim!" dağılıp gittiler. Doğrusu, o gösterilere şaşırarak, utanarak baktım. Çünkü işin zerre kadar ciddiyeti yoktu. Çok önemli bir konuda, yine yaya kaldığımızın ayan-beyan resmiydi.
Bir örnek vermeme müsaade ediniz: Türkiye'mizde, trafik kazalarında, bir yılda kaybettiğimiz insan sayısı, bütün Avrupa ülkelerinde trafik kazalarında ölenlerin sayısından daha fazla veya 7.8 şiddetinde bir deprem olduğunda, bizim 25.000, 30.000 insanımız toprağın altında kalıyor. Aynı şiddette bir deprem, Japonya'da bir kişinin ölümüne değil, 8-10 kişinin yaralanmasına ya sebep oluyor veya olmuyor. Niçin? Bin kere haşa! Allah, Müslüman Türk'ün düşmanı olduğu için mi bizim elimiz böğrümüzde kalıyor? Elbette milyon kere hayır!
Biz her deprem felaketinden sonra, ellerimizi dizlerimize vura vura ağlıyoruz. "Kader!" diyerek acımızı unutmaya çalışıyoruz. Japon böyle yapmıyor. Japon başını elleri arasına alarak düşünüyor. Önce yerleşme merkezleri için, zemini sağlam alanları araştırıyor. Sonra depreme dayanıklı evler, iş yerleri yapıyor. Oralarda iki kattan yüksek evlere kat'iyyen izin verilmiyor. Yollarını, trafik kaidelerine müsait bir şekilde yapıyor ve çok daha önemlisi, insanını trafik kaidelerine kayıtsız-şartsız uyacak şekilde eğitiyor. Bizim gibi meydanlara dökülerek bağırıp çağırmıyor. Bizim, en büyük düşmanımız cehalettir. Cahil insanların hayvanlardan daha çok tehlikeli olduğunu henüz öğrenemedik. Onun için Türkiye'de bir salkım üzüm bir tutam ot, bir karış toprak...için cinayetler işleniyor. Kolsuz-kanatsız kızlarımız-kadınlarımız bir hiç yüzünden öldürülüyor. Bizde; "Yüzüme neden öyle bakıyorsun?" sorusundan sonra bıçak çekip adam öldürenler, 18-20 sene hapishanelerde çürüyenler var. Şimdi biz, on binler halinde değil, yüz binlerle birlikte meydanlara koşsak ve yeri göğü inleterek; "Deprem facialarına son! Trafik canavarına hayır! Kadına şiddet olmasın! Cinayet işlenmesin... vs. vs..." diyerek bağırıp çağırsak, halaylar tutsak, karşılıklı oyunlar oynasak, pankartlar açıp polisle kavga etsek... yakamızı bu çirkinliklerin, felaketlerin, vahşetlerin elinden kurtarabilir miyiz? Bu soruya "Evet" diye cevap verenler, hiçbir şey bilmeyenlerdir. Su üstüne yazı yazmak isteyenlerdir.
Dünyanın her yerinde, insanlar, kelimelerle düşünüyor, kelimelerle konuşuyorlar. Yani, hafızasında yeterli miktarda kelime olmayanlar, doğru düşünemezler. Doğru karar veremezler. İlmin tepbiti böyle. Şimdi bizim evlerimizin %95'i kitapsız ve kütüphanesizdir. Kitapsız ve kütüphanesiz evlerin mağara karanlığından farkı yoktur. Kur'an boşuna mı "oku!" Emriyle başlıyor. Sevgili Peygamberimiz neden "Âlimin uykusu, abidin -ibadet edenin- ibadetinden üstündür!" diyor? Ah biz, Dünya Kadınlar Günü'nde, mümkün olsaydı da kadınımızın, erkeğimizin eline bir küçük kitap olsun verebilseydik. Onları, meydanlardaki oyunlar, yürüyüşler, bağırıp çağırmalar dışına çekip, bir masa başında oturtabilseydik ve kafalarının karanlığını birazcık olsun dağıtabilmek için bir gayret içinde olabilseydik. Ne kadar faydalı bir iş yapmış olurduk.
10.03.2013
Allaha ısmarladık
Bugün, Türkiye gazetesinde son köşe yazımı karalıyorum. 15 yıldan beri Türkiye'de yazıyorum. Haftada iki defa yazdığım dikkate alınırsa, 15 yılda 1650 köşe yazısıyla huzurunuzda olduğum anlaşılacaktır. Bu süre içerisinde, bazı okuyuculardan çok ağır, çok sert mektuplar aldım. Bunu çok tabii karşıladım. Merhum Necip Fazıl Kısakürek'in bir beytini hatırlayacaksınız:
"Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın/Gündüze gece lâzım, bana da sen lâzımsın!"
Hasımsız, fikir ve dâvâ adamı olmaz. Esasında, benim hiçbir düşmanım yoktur: Türklüğün ve İslâmiyetin düşmanları hariç. Doğrusu Türklüğün ve İslamın dostları dışında benim hiçbir dostum da yoktur. Bu bakımdan bilerek ve isteyerek, Türklüğün ve İslâmiyetin aleyhinde tek satır bile yazmadım... Yayınlanmış 23 kitabım var. Bunların toplam baskı sayısı bir milyonu bulmuştur. Bu kitaplarımda da hiç kimse, yukarıda arz ettiğim iddiamı yalanlayan bir cümle gösteremez. Tarihin her devrinde Türk'ün ve İslâmın amansız düşmanları oldu. Bu bakımdan Türklüğe ve İslâma kör bakanlar, zaman zaman karşıma öfkeyle dikildiler. Aldırmadım, aldırmıyorum. Ama yazılarımı büyük bir zevkle okuduklarını, cumartesi ve pazar günlerini sabırsızlıkla beklediklerini bildiren okuyucularım da var. İltifatlarını unutmayacağım. Bu vesileyle onlara minnettarlığımı ifade ediyorum...
Son yıllarda, bazı gazetelerin, şu veya bu sebeple, yazarlarına yol verdiklerini siz de okumuş veya duymuşsunuzdur. Benim, artık yazmayışım, bu gazetenin Sahibinden veya Genel Yayın Müdüründen gelmiyor. Yazmamaya, kendi köşeme çekilmeye yeni hazırlayacağım kitaplarıma daha uzun zaman ayırmaya kendim karar verdim.
Genel Yayın Müdürümüz sevgili kardeşim Nuh Albayrak, beni telefonla arayarak üzüntüsünü ifade etti. Sadece kendisinin değil, yazı kadrosundaki bütün arkadaşlarının da benimle ilgili güzel duygularla yüklü olduklarını belirterek, mutlaka yazmamı rica etti. Çok üzüldüğünü özellikle belirtti. Benim de sevgili dostum Nuh Albayrak'a ve gazetenin yazı kadrosunda çalışan kimselere karşı hiçbir kırgınlığım yok.
Kibar insan, güzel adam Nuh Albayrak'ın isteğini yerine getiremediğim için Türkiye'nin bütün okuyucuları önünde ondan helâllik istiyorum. Beni bağışlamasını diliyorum. Ve tabii bu veda yazısıyla bütün okuyucularıma, Türkiye camiasına; Allaha ısmarladık diyorum... Sevgiyle, saygıyla, huzurla kalın efendim. Allaha ısmarladık!..
24.03.2013
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Mavi gözlü-yeşil gözlü Kürt olmaz -l-
İki günden beri, elimden düşmeyen bir kitap var. Adı: MUSTAFA KAFALI. Bu kitabı, Prof. Dr. Kenan Erzurumlu hazırlamış. Bizim Genel Türk Tarihi profösörlerinden olan, hocaların hocası MUSTAFA KAFALI'yı Samsun'a dâvet etmiş. Aziz misafirini orada üç gün ağırlamış. Çeşitli sohbet toplantılarında ve TV programlarında KAFALI'nın konuşmalarını satır satır kaleme almış. Sonra o notları 152 sayfalık bir kitap haline getirmiş. Prof. Dr. Mustafa Kafalı'yı ben de çok iyi tanıdığım için kendimi bütün o sohbet toplantılarının içinde buldum. KAFALI, bizim çeşitli meselelerimizi bir ilim adamı ciddiyetiyle ele alıp anlatmış. Ülkemizdeki Kürt nüfusu üzerine söyledikleri dikkatimi çekti. Bazı çevreler, Kürtlerin 18-20 milyon olduğunu iddia ediyorlar. Bu doğru bir tesbit midir? KAFALI diyor ki: "...1956 civarı idi. Urfa/Siverek'e gittim. O zamanlar, yaşlılar, nineler, hepsi güzel Türkçe konuşuyordu. Fakat genç nesilde Türkçe yoktu. Bunun mânâsı: Kökeni Türk olan ahalinin Kürtleşmeye başlamış olmasıdır. 1927 sayımında umum nüfus 13 milyon 600 bindir. Kürt nüfusu 732 bin. Kaçta kaç eder? 20'de 1. Biz çok artıyoruz diyorlar. Çok arttılar 15'te 1 oldu. Diyelim 10'da bir oldu. Türkiye'nin nüfusu bugün 73 milyon. Bölün 10'a, 15'e 5-7 milyon arası bir nüfus çıkar. Nerede 15-20 milyon olarak bahsedilen Kürt nüfusu, nerede 5-7 milyon nüfus? Kaldı ki, Kürtlerin çok büyük bir bölümü de, Kürtleşmiş Türkmen oymaklarıdır. 1925'te, Şeyh Said isyan ediyor. Daha doğrusu Diyarbakır'ı kuşatıyor. O zamanlar Diyarbakır'ın nüfusu 5-6 bin civarında. Nüfusun yarısı da Ermeni ve Rum. Geri kalan 1500-3000 kadarı da Bekir Arab'ı. Minorski (Rus): 'Bunlar Kürt olabilir!' dedi Minorski ilim adamı değil. O zamana kadar şehrin müdafaasını yapanlar var. Onlar kim? Akkoyunluların torunları. Şehirlerimiz Bitlis olsun, Van, Ahlat, Erciş, Gevaş olsun, oralar, yakın zamana kadar, Türk nüfusunun, çoğunlukta olduğu yerlerdi. Kürtler, dağlarda yaşarlardı. Van, Erciş, Karakoyunlulara başkentlik yapmıştır. Akkoyunluların merkezi Diyarbakır'dır. Van'da 70'li yıllara kadar, belediye başkanlığı seçimini, hep Türk asıllı adaylar kazanırdı. Etnik köken olarak, Kürt'ün Alevisi yoktur. Bugün 'Alevi Kürt'üm' diyenler ya Türkmen Alevisidir ya da Ermeni dönmesidir. Fırat kavisinin ötesindekileri, yani hepsini Kürt saysak, son nüfus sayımına göre 7-7.5 milyon civarındadırlar. Bunların arasında, Türk başta olmak üzere Yezidî, Keldanî, Asurî, Arap gibi pek çok unsur var. Onlar da dahil geriye 3.5-4 milyon Kürt kalır. İstanbul, İzmir gibi, Adana, Ankara, Mersin gibi yerlerde de 200'er bin İstanbul'da 350-400 bin kadar Kürt vardır. Onları da toplayacak olsan en fazla 6 milyondur. Konda'nın yaptığı bir araştırmada bu rakam 7.5 milyon olarak gösterilmiş ki, bu rakam bile abartılıdır. Bazı art niyetli Batılılar, bu rakamı pompalıyorlar.12.5, 14, 15.5 gibi sayılar telaffuz ediyorlar. Ondan sonra da adamlar ağızlarını açtıkları zaman 15-20-25 milyondan bahsediyorlar. Türkiye'deki Kürtler üçe ayrılır. Baba Kürdîler, Kırmançlar ve Zazalar. Kırmançlar ve Zazalar diğer grupları oluşturur. Bunların tamamına yakını Türk'tür. Prof. Halaçoğlu Türkiye'deki Kürtlerin %80'inin kürtleşmiş Türkmen aşiretleri olduğunu tespit etmiştir. Zazalar Kürtlüğü kabul etmezler. Yaşlı bir Zaza ile konuşurken şöyle demişti: Biz Zazalar asla ve kat'a Kürt değiliz. Kürtleri de sevmeyiz... Zazalar arasında Aleviler vardır. Alevilikleri, Türkmen Aleviliği gibidir. İran toprağının en doğusunda Horasan bölgesi vardır. O bölgenin ahalisi birinci derecede Türk'tür. Oradan Anadolu'ya geldiler. Onları nasıl Kürtlerle bir tutuyorlar Kırmançlar Zazalardan 500 sene sonra geldiler. Sarışın mavi gözlü birisi Kürt olmaz. Sarışın, mavi gözlü olanlar Elaziz'de Malatya'da, Urfa'da, Mardin'de hatta Diyarbakır'da vardır. Onlar, kök itibariyle Türk'türler. Yani Kürt'ün sarışını, yeşil, mavi gözlüsü hiç olmaz. Mümkün değil!.." Yarın bu konuda bir hatıramı yazacağım.
26.01.2013
Mavi gözlü-yeşil gözlü Kürt olmaz -ll-
Meşhur tarihçilerimizden Enver Behnan Şapolyo'yu, Ankara'da ziyarete gitmiştim. MEZHEPLER VE TARİKATLAR TARİHİ isimli önemli eseri yeni çıkmıştı. Okumuş ve çok istifade etmiştim. (1964) Bana demişti ki: Sivas çevresinde yaşayan ve kendilerini Kürt sanan Alevilerimiz var. Üzerlerinde çok çalıştım. Onlar, Türkmen boylarından olan soydaşlarımızdır. İçlerinde sarışın, mavi gözlü, yeşil gözlü kimseler gördüm. Kürt'ün sarışını, mavi gözlüsü, yeşil gözlüsü katiyyen olmaz. Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail üzerine yürürken, bu Sivas Alevileri, İran Şahının tarafını tuttular. Yavuz da, arkasını emniyete almak için onların bir kısmını temizledi. Kalanlar, şehirlerden dağlara kaçtılar ve 'Dilimiz bile Sünnilerin diline benzemesin!..' diyerek Kürtçe konuşmaya başladılar. Ben senin yerinde olsam, bu hususu onlara anlatmaya çalışırdım!.." Şapolyo hocamızın bu nasihatinden 4 yıl sonra, Ankara'dan Sivas'a döndüm. Müvekkillerimin arasında, kendilerini Kürt sananlar vardı. Enver Behnan Şapolyo'dan dinlediklerimi onlara anlattım. Onlardan biriyle konuşmamızı, şimdi burada size de açacağım. Adı İLBEY KILIÇ'tı. Kendisi Kangal ilçemizdendi. Kangal'ı 'KANKAL' diye telaffuz ediyordu. Benim siyasi konuşmalarımı çok beğeniyormuş. Sivas'a her gelişinde bana uğramadan, çayımı içmeden KANKAL'a dönmüyordu. Ben de konuşmalarımızda, Onun gibi Kangal'a 'KANKAL' diyordum. Hoşuna gidiyordu. Yazıhaneme bir gelişinde sohbeti koyulaştırarak sormuştum: -İlbey Kılıç sen hiç dört ayaklı tavuk gördün mü? -Dört ayaklı tavuk olur mu abey? -Peki sen hiç iki ayaklı Kankal köpeği gördün mü? -İki ayaklı Kankal köpeği olur mu abey? -Olmaz tabii. Bak şimdi İlbey Kılıç. Nasıl dört ayaklı tavuk, iki ayaklı Kankal köpeği olmazsa, mavi gözlü yeşil gözlü Kürt de olmaz. Neden olmaz? Çünkü Allah kavimleri öyle yaratmış. Beyaz renkli bir zenci de yok! Sarı saçlı bir Afrikalı da yok! Niye yok? Allah onları öyle yaratmış da ondan. Şimdi senin gözlerin masmavi. Senin adın İlbey! Soyadın Kılıç. İlbey tamamen Türkçe bir isim. Bir ilin, bir bölgenin beyi demektir. Ne güzel bir isim. Soyadın da Türkçe, adın da! Ben kaç kitap okudum. Kaç ilim adamıyla konuştum. Bana dediler ki: "Mavi gözlü, yeşil gözlü Kürt olmaz." Şimdi sen, hem adınla, soyadınla Türksün, hem de fiziki yapınla Türksün! Kabul etsen Türk milleti ne kazanacak? Kabul etmesen ne kaybedeceğiz? Sadece bilesin diye söylüyorum. Sonra sen Alevisin. Alevinin de Kürt'ü olmaz. Çünkü bizim Alevilerimiz, milletimizin Müslüman olmadan önceki inançlarını, âdetlerini devam ettiriyorlar. O bakımdan bizim Alevimiz başkadır, Irak, İran, Suriye Alevisi başkadır. Niye başkadır? Çünkü milletlerin dilleri gibi örfleri, âdetleri de farklıdır da ondan. Bir adam hem Kürt olacak hem de Türk'ün Müslümanlıktan önceki âdetlerine bağlı kalarak yaşayacak!.. Sonra ben İlbey Kılıç'a, Müslüman olmadan önceki âdetlerimizi, Şamanizmi ve Alevi-Sünni farklılığının sebeplerini uzun uzun anlattım. Yazıhanemden rüzgâr gibi çıktı. Sonrasını Kangallı arkadaşlarımdan dinledim... İlbey Kılıç ilçesine gittikten sonra Kahvehaneye girmiş. Orada bir masanın üzerine zıplayıp çıkarak, avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış: -Ula Kankallılar beni çok iyi dinleyin! demiş. Ula ben şimdi Sivas'tan geliyorum ha! Yavuz Bülent, bana aslımı, neslimi bir bir anlattı. Anladım ki ben Türk oğlu Türk'üm! Dilimiz bile Sünnilerin diline benzemesin deyip Kürtçe konuşmaya başlamışız. Ula bundan sonra beni Kürt bilenin, bana Kürt diyenin var ya... anladınız mı? İlbey Kılıç, ortalığa kırk küfür savurarak masadan alkışlarla inmiş!
27.01.2013
Atatürk dinin nasıl öğretilmesini istiyordu – Yavuz Bülent Bâkiler (iki bölüm birleştirildi)
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Yavuz Bülent Bâkiler. “Müslümanım ama Atatürkçüyüm” diyen MHP’lilerin gerçeği görmeleri için bu fotoğrafı özellikle seçtik
***
Atatürk’ün ölümü üzerinden 74 yıl geçti. Şimdi biz, İslâmiyetle ilgili konularda bile, “Atatürk dedi ki…” diye söze başlıyoruz. Atatürk bir İslâm âlimi midir? Sanıyorum ki, yüz yıl sonramızda bile, birtakım kimseler, kendilerini bu yanlıştan kurtaramayacaklar. Bugün, bazı ilim adamlarımız da, görüşlerini Atatürk’e dayanarak açıklıyorlar. Yâni, dinin önemini belirtmek için, Atatürk’ün konuşmalarından örnekler veriyorlar. Beri yanda, pozitivist düşüncede olanlar da, yani ahiretin bütün kapılarını kapatanlar da, Kur’an’a, Allaha inanmayanlar da “Atatürk demişti ki…” diyerek yazıyor, konuşuyorlar. Her iki görüş de yanlıştır.
Yani biz, dindarlığımızı veya din dışı yaşayışımızı Atatürk’e bakarak mı belirleyeceğiz? İslâmiyet söz konusu olduğunda, bizim için örnek insan, Hz. Muhammed’dir (Salavat). Biz sevgili peygamberimizin söylediklerine bakarız ve bir Müslüman olarak da, inanmak veya inanmamak konusunda Atatürk’ün söylediklerini çok tabii karşılarız. Yani Atatürk İslamiyete inanıyorsa sevinç çığlıkları atmayız. İnanmıyorsa ona yumruk sıkmayız. Çünkü Atatürk’ün de bir insan olarak inanmak ve inanmamak hakkı-hürriyeti vardır. Unutmamak lâzımdır ki, Milli Mücadelemizin lideri, devletimizin kurucusu kayıtsız şartsız Mustafa Kemal Paşadır. Ama o, dini konularda örnek alınacak bir kişi değildir.
Değerli dostum Arslan Tekin’in evvelki gün, Yeniçağ gazetesinde bir yazısı çıktı. “Dini Cehâletin Böylesi” başlıklı yazının ilk cümlesi dikkatimi çekti. Tekin: “Mustafa Kemal neden dinin sağlam öğretilmesini istiyordu?” diye başlıyordu.
Hemen belirteyim ki dinin öğretilmesi doğru, fakat Mustafa Kemal’in İslamiyet konusundaki görüşleri, yanlıştır.
Ben, Atatürk üzerine yazılan kitaplardan 90 tanesini okuyabildim. Şimdi 91. kitap elimdedir. Biliyorum ki, Mustafa Kemal, dehâ derecesinde zeki bir kimsedir. Büyük bir kahramandır. Milli Mücadele yıllarında, câmi minberlerine bile çıkarak İslâmiyeti ve sevgili peygamberimizi çok, ama çok öven beyanlarda bulunmuştu. Buna mecburdu. Çünkü halkımızı yanına almadan o büyük, o zor mücadeleden başarıyla çıkması imkânsızdı. Ama Cumhurbaşkanı olduktan; bütün kuvvetleri avucunda topladıktan sonra, tavrı değişti. Hz. Muhammed’den “Arab oğlu” Kur’an-ı kerimden de “O Arab oğlunun yaveleri” yani saçma sapan sözleri diye bahsetti. İsmet Bozdağ’ın “Paşalar’ın Kavgası”nda da, Kazım Karabekir Paşa’nın hatıratında da vardır. Atatürk, Karabekir Paşa’ya demiş ki:
“Karabekir! Kur’anı Türkçeye çevirtiyorum. İstiyorum ki milletimiz okusun ve o Arab oğlunun ne yaveler yediğini görsün!”
Atatürk, İslâmiyetin batacağına yerine yeni bir dinin çıkacağına inanıyordu. Bunu Hüsrev Gerede’nin Anıları’nda okuyoruz. Hüsrev Gerede, Atatürk’ün çok yakın asker arkadaşlarından biri. Mustafa Kemal, Samsun’a 19 Mayıs 1919 tarihinde 18 kurmay arkadaşıyla birlikte çıktı. O kurmaylardan biri de Hüsrev Gerede’dir. Onun literatür yayınlarının 86.’sı olarak basılan anılarının 267. sayfasında H. Gerede, Atatürk için diyor ki: “Dindar, yani dini bütün ve inançlı mıydı? Buna doğrudan doğruya cevap vermek çok güçtür. Herhâlde oruç tutan, namaz kılan cinsinden değildi.” Gerede, dini konularda yazılar yazan Selim Sırrı Tarcan’a Atatürk’ün “Bu din batacak ileride yeni bir din çıkacaktır. Sen bu konularda yazı yazmayacaksın anladın mı?” diyerek mani olduğunu açıklıyor. (Sayfa; 268)
O yeni dinin Hristiyanlık olduğunu yarınki yazımda okuyacaksınız.
***
(Devamı…)
Arslan Tekin kardeşim, Mustafa Kemal’in, “Dinin doğru öğretilmesini istediğini” yazıyor. Ben de, Cumhuriyetimizin yeni filizlendiği yıllarda, devletimizin İslamiyete ve Hz. Peygambere nasıl baktığını belgelere dayanarak dikkatinize sunmak istiyorum: Devletimiz ortaokullarımızda ve liselerimizde okunması için 1931 yılında, Devlet Matbaasında 4 ciltlik bir tarih kitabı bastırdı. Bu kitabın 2. cildinde İslâmiyetle ve Hz. Peygamberle ilgili dehşet verici iddialar var. Tarih kitabının 89. sayfasında kelimesi kelimesine şöyle deniliyor:
MUHAMMED’İN DAVETİ: “Muhammed, Mekke’de, müşriklik muhitinde ve tesirinde büyümüş olmasına rağmen dini meseleler ve dini düşünceler, pek derin bir surette, zihnini işgal ediyordu. Muhammed 40 yaşına geldiği zaman vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı. Muhammed’in dâvet ettiği bu dine…. İslam denilmiştir.”
Resmî olarak hazırlanan o İslâm Tarihi kitabının 90. sayfasında çocuklarımıza şu görüşler telkin edilmek istenmişti.
KUR’AN VE VAHİY: “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir. O, Arapların ahlak ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslâha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslâh için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra, kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.”
Böyle inkârlarla mı İslâmiyet doğru olarak anlatılacaktı?
Tarih Kitabının 91. sayfasındaki inkâra bakınız:
İLK VAHİY: “Muhammed, uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan âyetleri, lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber, kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi.”
Böyle midir? Arslan Tekin kardeşim de böyle mi düşünmektedir? Şimdi diyeceksiniz ki: “Bu tarih kitabını kim, kimler yazmış?”
Bu kitap 14 önemli kişinin çalışmasıyla hazırlanmış.
İşte 9 CHP milletvekili şunlar:
Samih Rıfat – Yusuf Akçuraoğlu – Dr. Reşit Galib – Hasan Cemil – İsmail Hakkı – Reşit Saffet – Sadri Maksudi Arsal – Şemsettin Günaltay – Yusuf Ziya – M.Tevfik Bey Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri – Afet İnan: Musiki mektebi Muallimi – Bâki Bey: Miralay – Şemsi Bey: Miralay.
Haydi iki örnek daha vereyim:
Cumhuriyetin ilânından sonra İslâmın Amentüsü, yani imanın 6 şartı değiştirildi. Türk’ün yeni Amentüsü Hâkimiyet-i Milliye Matbaasında bastırılarak dağıtıldı.
Deniliyordu ki: 1-”Vatanı yoktan var eden Mustafa Kemal’e,
2-Onun ordularına,
3-Onun kanunlarına,
4-Mücahit Analarına
5-İyilik ve kötülüğün insanlardan geldiğine
6-Öldükten sonra dirilme olmayacağına ve Atatürk’ün Tanrının en sevgili kulu olduğuna iman ederim!..” Beğendiniz mi?
Son olarak Kâzım Karabekir Paşanın 13-14-15-16 Kasım 1970 tarihli Yeni İstanbul gazetelerinde çıkan hâtıratını özetliyorum.
Karabekir Paşa diyor ki: 18 Temmuz 1923 tarihinde, Mustafa Kemal Paşa başkanlığında toplanan bir komisyonda, yeni Anayasamızda, dinimizin Hristiyanlık olarak gösterilmesi isteniyordu.
İktisat Vekili Tevfik Rüştü Bey, Dahiliye Vekili Fethi Okyar Bey, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey… bu fikri şiddetle savunuyorlardı. Söz olarak ben de kendilerine itiraz ettim.
Hava çok gerginleşti. Başkanlık kürsüsünde oturan Atatürk’e döndüm:
-Paşam siz ne düşünüyorsunuz? Siz ki Meclisimizi Fatihalarla tekbirlerle açtınız dedim. Atatürk:
-Münakaşalar şiddetlendi. Toplantıyı tatil ediyorum, diyerek toplantıyı tatil etti…”
**********
KAYNAK:
Yavuz Bülent Bâkiler’in, “Atatürk dinin nasıl öğretilmesini istiyordu” adlı köşe yazısının birinci bölümü 18 Ağustos, ikinci bölümü ise 19 Ağustos 2012 tarihinde Türkiye Gazetesi’nde yayınlandı.
Birinci Bölüm: http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=545763#.UF4gH6BkGNc
Ikinci Bölüm: http://www.turkiyegazetesi.com/makaledetay.aspx?ID=545868#.UF4f_qBkGNd
Yukarıdaki linklerle Türkiye gazetesinde yayınlanan bu köşe yazılarına bağlanın ve altındaki facebook, twitter vs. gibi sembollere tıklayarak yazıyı paylaşın. Böylece yazar, bu tür köşe yazılarına rağbet olduğunu görecek ve inşaallah bu konulara ağırlık verecektir.
Yazıda Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin ismi defalarca geçti. 3 kez salavat getirelim: Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammed Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed.
**********
Kadir Çandarlıoğlu
**********
“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:
http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez
*
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com
*******************
www.edebi.net/index.../1969-yavuz-buelent-bakiler-muaviye-ve-yezid-in-mezarlar
Makaleler-Tezler-Yazılar ... Yavuz Bülent Bakiler - Muaviye ve Yezid'in Mezarları ..... en başta geleni, en önde geleni, en mutlu o
.
- Ayrıntılar
- Kategori: Köşe Yazıları
- Gösterim: 11173
Aşıkpaşaoğlu Tarihinde okumuştum: Timur, Suriye’ye girdiği vakit tellal çağırtmış.
Tellallar Timur adına:
"Ben Yezidiyim! Ne kadar Yezidi varsa ortaya çıksınlar!" diye bağırmaya başlamışlar. Yezidin soyundan gelenler, yezidin yolunda olanlar, sevinçle bir meydanda toplanmışlar.
Timur Yezidilere seslenmiş;
"Ey Yezidiler", demiş "şimdi bana Yezid’in mezarını gösterin."
Timur, o kalabalıkla birlikte Yezid’in mezarına yürümüş. Ordusu da Timur’un arkasında. Şam’ın büyük mezarlığına gelmişler. Yezidiler büyük bir sevinçle Timur’a Yezid’in mezarını göstermişler.
Hükümdar, ordusundan bir kaç kişiye emir vermiş: " Açın demiş bu alçağın mezarını!"
Açmışlar Yezidin kemikleri meydana çıkınca Timur, ordusuna dönmüş “Yezid denilen bu alçak, sevgili Peygamberimizin torunu olan Hz. Hüseyin efendimizi şehit etti.İslama çok büyük bir tefrika soktu. Bütün İslam Alemi asırlardan beri bu ikiliğin acısıyla sancılanıp duruyor.Şimdi benim ordumun her bir neferi gelerek bu Yezid’in mezarına pisleyecektir”” diye emir vermiş.
Askerler Timur’un emrini yerine getirmişler. Yezidiler olaya çok büyük bir üzüntüyle bakakalmışlar. Askerler işlerini bitirdikten sonra Timur, Şam’daki bütün Yezidileri katlettirmiş. (1401)
2002 yılında TRT adına 15 gün kalmak üzere Şam’a gittim. Yedi bölümlük belgeli bir TV. Programı hazırlamakla görevliydim.
Şam’da araştırdım. Yezid’in mezarı yoktu. Kimsede onun nerede yattığını bilmiyordu.
Yalnız Yezid’in babası olan Muaviye’nin Şam mezarlığındaki kabrini bana gösterdiler.
Adeta viran haldeydi. Muaviye bizim kerpiçle örülmüş köy evlerimiz gibi dört duvar arasında yatıyormuş. Bu duvarlardan ikisi yıkılmıştı. Ben dik açı şeklindeki iki duvarlı halini gördüm. İran hacıları, Muaviye’nin mezarını taş yağmuruna tutmuşlar. Muaviye’nin üzerinde yumruk büyüklüğünde binlerce taş vardı. Kabir tam bir sefalet içindeydi. Şam mezarlığında Hz. Peygamber’in hanımlarıyla Bilal-ı Habeşi’nin de mezarlarını gördüm. Osmanlı devleti o mezarlara sahip çıkmış, üzerlerine birer türbe kondurmuş. Fakat Devlet-i Aliyye Suriye’de 400 yıl hüküm sürdüğü halde, Muaviye’nin mezarına katiyen ilgi göstermemiş.Bu tespiti şunun için yazıyorum: Timur, Yezidi’lerle olan hesabını gidip Şam’da bizzat Yezidle ve Yezidilerle görmüş.
Bizim millet olarak, ne Hz. Ali’nin nede Hz. Hüseyin’in şehit edilmelerine milyarda bir bile mesuliyetimiz yok. Biz o acı hadiseler cereyan ederken, millet olarak daha Müslüman bile değildik. Müslüman olduktan sonra da, Eyhibeyt’e yapılan zulmü, haksızlığı kat’iyen kabul etmedik, benimsemedik.
Aradan bin yıl geçmiş olmasına rağmen, bir takım gerçekleri, Alevi ve Sünni camiaya bir türlü anlatamadık. Çok yanlış suçlamaları ortadan kaldıramadık. Vebal, önce idarecilerimizin sonra her aklı başında olan Sünni ve Alevilerin omuzlarındadır.
En büyük düşmanımız cehalettir.
PKK silah bırakıyor diye sevinenler var.
Doğrusu olayları ben büyük bir endişe ile takip ediyorum. Çünki Birleşmiş Milletlerin yayınlamış olduğu bir resmi rapora göre, son yirmi yıl içerisinde, İslam ülkelerinde, mezhep kavgaları yüzünden on milyon insan öldürülmüştür. Iraktaki ve Suriye’deki deşhet verici katliamları görmüyor musunuz?
Sünniler Şiilerin camilerin bombalıyorlar, Şiilerde Sünnilerin camilerine bomba atıyorlar. O camilerde namaz kılan Sünniler ve Şiiler büyük bir cehalet yüzünden öldürülüyorlar. Benim büyük endişem buradan kaynaklanıyor: PKK silah bıraktıktan sonra, büyük devletler tarafından görevlendirilen militanlar Türkiye’de aynı günde 5-10 Alevi ve Sünnileri öldürüp kenara çekilecekler.
Sonra iki taraf arasında kanlı bir boğuşma başlayacak. Ben böyle bir çarpışmanın PKK felaketinden daha büyük, daha kanlı olacağına inanıyorum.
Bu bakımdan hem Alevilerimize hem de Sünnilerimize çok büyük bir vazife düşüyor: Aman herkes çok dikkatli olsun milletimiz aman bir oyuna gelmesin. Aleviler Sünnilerin Sünnilerde Alevilerin, hem soy bakımından hem de din bakımından kardeşleridirler.
Herkes düşman oyunları karşısında çok dikkatli olmak mecburiyetindedir.
yb@bizimsivas.com
2 Mayıs 2013
XXXXXXXXX
Ocağına incir ağacı dikmek!
Halk arasında yaygın olarak kullanılan "Ocağına incir ağacı dikmek" deyimini bilmeyenimiz yok gibidir. Atalarımızdan, bu özlü sözün nasıl geldiği konusunda birçok rivayetler var. Fakat bütün rivayetlerde hep aynı neticeye varılıyor. Eğer bir ocağa (yani bir ailenin hayatının temeli olan yuva tabir edilen evine) incir çekirdeği düşmüşse, büyümeğe başlamışsa o evde hayat bitmiş demektir. Oturacak kimse kalmamış, yuva terk edilmiş demektir.
Peki incir ağacı nasıl düşer, ne yapar da bu deyim bir çöküşün, yok oluşun, terk edilmişliğin hikâyelerine konu edilir.
Bildiğiniz gibi incir çekirdeği çok küçük bir çekirdektir. Bu tohum kuşlar vasıtası ile her yere yayılabilmektedir. Kullanılmayan, terk edilmiş bir mekâna bir incir tohumu düşmeyegörsün. Çatı, kiremit, dam, duvar demeden düşen incir tohumları bir müddet sonra ağaca dönüşmekte, ağaç büyüdükçe, kökler yayıldıkça incir ağacı yetişen mekânlar harabeye dönüşmektedir.
Hasbel kader ziraatçilik ile ilgili biraz bilgim vardır. Ağaç kökleri nasıl olur da toprağın içerisinde sert zeminde ilerleyip uzayabiliyor? Bunu ziraat kitapları şöyle açıklıyor: Ağaçların kök uçlarındaki yüksük denilen kısımda öyle bir asit salgılanır ki, o nazik görünen kökler bırakın toprağı, önüne gelen taşı bile deler geçer...
Peki bunları niye yazdım?
Geçtiğimiz günlerden birinde Eminönü'ne bir sergi ziyareti için gitmiştim. Eminönü öyle bir kalabalıktı ki, yerliden çok yabancı turist vardı sanki. Boşuna mavi bayrakları dikmiyoruz tabii. Biz medeniyetler beşiği bir ülkeyiz.
Bir grup turistin tarihî Rüstem Paşa Camisi'nin duvarlarını gösterdiğini gördüm. Gayri ihtiyari o tarafa baktım. Caminin duvarlarında maalesef birkaç incir ağacı kök salmıştı. Hem de Eminönü gibi çok işlek bir semtte, Rüstem Paşa Camisi gibi turistlerin "mavi çinili cami" diye en çok ilgi gösterdiği eserlerden biri üzerinde incir ağacını görmek beni üzdü. Evet, dışarıdan gelen yabancılar görmüş, biz görmemişiz, ya da görememişiz! Görmüşüz de ilgilenmemişiz ihtimalini aklıma bile getirmek istemiyorum.
Elbette eskiden bugüne çok şeyler değişti. Nice harabe eserler onarılıp yeniden hayat buldu. Yapılan gayretli çalışmaları takdirle karşılıyorum. Fakat göz göre göre ilgisizlik, ihmal bize yakışmaz, yakışmamalı. Bizim ata yâdigârımız olan tarihî eserlerimize gereken ihtimam gösterilmeli. Asırlar boyunca tarihî eserlerimizle birlikte nasıl dik durduğumuzu göstermenin en anlamlı günlerindeyiz. Biz millet olarak tarihimizle varız. Bu vatan, bu eserler bizim ocağımız.
Ocağımıza incir ağacı dikmeyin! Dikenlere müsaade etmeyin!
18.10.2014
İstemezük!" anlayışı
Devlet Tiyatroları (DT) Genel Müdürü Mustafa Kurt, tam tiyatro sezonunun başlayacağı anda sansürü gerekçe göstererek istifa edince, ardından başrejisör Ali Hürol, Ankara DT Müdürü Şekip Taşpınar ve Ankara DT Müdür Yardımcısı Serdar Kayaokay'ın istifaları zincirleme gelmişti.
Genel Müdürlük görevine, işlerin aksamaması için kurum dışından Nejat Birecik vekaleten getirildi. Ne olduysa bundan sonra oldu. Bu atamaya tepki olarak da çeşitli illerin DT müdürleri görevlerini bıraktı.
Belli ki bu istifa furyası ile bir yerlere mesaj verilmek isteniyor.
Peki mesajlarını duyurabilecekler mi? Bence sanmıyorum.
Atamanın uygunsuz yapıldığını söylüyorlar. Tiyatro sezonunun başladığı bir dönemde devlet istifa eden birine yalvaracak değil. Oraya en uygun kişiyi atayacaktır. Öyle de yapmış. Usule uygun olsun diye de vekaleten atamış.
Diğer bir ihtimal, Nejat Birecik'in kurum dışından olduğuna içerlemiş olabilirler. Kurum dışından ama ömrü, oyunculuk ve tiyatro sahnelerinde geçmiş tecrübeli biri. Bu da geçerli bir sebep değil gibi...
Geriye bir ihtimal kalıyor. Devlet Tiyatrolarında kümelenmiş belli anlayıştaki bir grubun fikirlerine ters düşebilecek bir yapılanma içine girilmiş olabilir. Bu atamayı bunun başlangıcı olarak görmüş olabilirler.
Bu grup zaman zaman siyasi bir tepki olarak, zaman zaman sanatı bahane ederek "İstemezük anlayışı" ile ortaya çıkıyor. Geçmişte Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin daha modern çizgilerle yeniden yapılmasına aynı direnişi göstermişler, uzun süre engellemişlerdi. Sonra ne oldu? Muhsin Ertuğrul Sahnesi "İstemezük" seslerine rağmen sanata, sanatçıya yakışan muhteşem bir yapıya kavuştu.
Taksim'deki Atatürk Kültür Merkezi (ATM) için de yine aynı tepkiyi göstermişlerdi. ATM şimdi Taksim'in merkezinde atıl bir durumda yenilenmeyi bekliyor.
Sanattaki siyasi temayüllerin kaldırılıp, gerçek sanatçılarla gerçek sanatın icra edilmesinden yanayım. Siyaset bulaşan sanat çirkinleşiyor. Bu ülke gerçekten iyi sanatçılar yetiştirecek zengin bir kültür geçmişine sahip.
Fevri davranıp istifa etmek çözüm değil. İstifa edenler! Yeriniz boş kalmaz. Gözünüz arkada kalmasın. Sizden çok daha iyileri gelecektir. İyi ki böyle yaptınız. Kadirşinaslık örneği sergilediniz. Hem yeni kadrolara da fırsat vermek lazım...
Değil mi?
***
Son dönemlerde direnişler alışkanlık hâline eldi. Bilhassa son birkaç yıl içinde "İstemezük" nidalarının yükseldiği büyük organize direnişler bu ülkede büyük bir oyun perdesi içinde sahnelendi.
Ne oluyor?
Biz bu "İstemezük" anlayışındaki organize direnişlerle bir yere varılamayacağına defalarca şahit olduk. Ülkeye ve direnenlere zarardan başka bir şey getirmiyor.
Asıl düşündüren taraf; asıl niyetlerin gizlenerek, başka kimlikler öne sürülerek çevre adına, sanat adına, toplum adına maske takılarak bu işlerin yapılması.
Eskiden sağcısı da solcusu da mertti. Sağcı "sağcıyım", solcu "solcuyum" derdi. Fikirlerini açıkça beyan ederdi. Şimdi Vandallıkla fikirlerini dikte etmeye çalışan bir sürü maskeler var. Bunlar Türkiye'nin yeni yüzüne alışamayanlar... Hâlâ bu değişimin farkına varamayanlar... Eski karanlık günlerin yeniden gelmesini bekleyenler...
O günler mazi oldu. Artık gelmez! Yeni Türkiye maskesiz temiz yüzlü insanların ülkesi olma yolunda ilerliyor. Maskeler bir bir düşecek.
İçtenlikle temenni ediyorum ki, kirli maskelerle o temiz yüzlerini kirletenler, temiz insanların yüzlerine baka baka, bir gün yaptıklarından pişman olacaklar, maskelerinden kurtulacaklardır.
Bu topraklarda yaşayanlara yakışan budur.
31.10.2014
Okuma zamanı
Sultanahmet'te Cafer Ağa Medresesi'nde, Aydın Üniversitesi yüksek lisans talebesi bir şair olan Figen Yılmaz'ın "Dünyaya İki Satır" adlı kitabının tanıtım toplantısı için gitmiştim. Edebiyat Dünyası'nın ileri gelenlerinden Doğan Hızlan, Yavuz Bülent Bakiler, Beşir Ayvazoğlu, Mehmet Nuri Yardım ve Aydın Üniversitesi'nden başta rektör olmak üzere sanata yakınlık duyan birçok bilim adamı oradaydı.
Yavuz Bülent Bakiler ve Beşir Ayvazoğlu yaptıkları konuşmalarda, yeni yazarın ilk deneme yazılarını usta gözüyle irdeleyerek övgüyle birlikte, yazara son derece faydalı olabilecek teknik mahiyette yapıcı eleştirilerde de bulundular.
Hani çok uzun bir merdiven varmış da, merdivenin üst basamağına yaklaşanların, ilk basamağa adım atanlara "Oraya basma kayar, ortadan çık. İkinci basamak sallanıyor dikkat et, üçüncü basamakta köşeye basma kırık" gibi tecrübeden kaynaklanan ikazları olur ya! İşte bu eleştiriler de öyle bir şey.
Beşir Ayvazoğlu ile yan yana oturuyorduk. Ona, konuşma sonrası "Doğru yaptınız. Ustalar hatalara, eksikliklere müsamaha etmez" dedim. "Ederse yeni ustalar yetişmez."
Fakat empati kurup bir de yeni şair yazarımızın tarafından bakarsak; büyük bir cesaret ve azimle "ben de varım" demiş çıkmış meydana. Bir adım atmış.
Çinli düşünür Konfiçyüs'ün "En uzak yollar bile ufacık bir adımla başlar" sözündeki o ilk adımı atmış. Bundan sonra çok uzak olsa da, bu yolda yürüdükçe mesafe alacak demektir. Akademisyen şairimiz Figen Yılmaz'a bu düşünceyle başarılar diliyorum.
**
Benim asıl üzerinde durmak istediğim, Yavuz Bülent Bakiler ustamızın konuşmada dillendirdiği TÜİK'in verilerinden aldığı bazı bilgiler.
TÜİK'in rakamlarına göre, Avrupa'da yüzde 21'lerdeki okuma oranı Türkiye'de binde bir seviyesinde. 28 Avrupa Birliği üyesinin en gerisindeyiz. Günde 6 saat televizyon izliyor, 3 saat internete giriyor, sadece 1 dakika kitap okuyoruz.
7 milyon nüfuslu kardeş ülke Azerbaycan'da bir baskıda en az 100 bin kitap basılıyorsa, 75 milyon nüfuslu bizde ise ortalama 3 bin adet basılıyorsa, varın kıyası siz yapın artık!
**
Peki Neden?
Neden okuma özürlü bir millet olduk?
Bunun cevabı aslında çok basit.
Bize okutulan kitap evvela "Okuma" kitabı diye başlıyor. Biz ne ektiysek onu biçtik. Erkeklere top oynattık. Kızlara ip atlattık. "Uyu yat uyu" ile bol bol uyuttuk.
"Oku!" "adam okur, kazlar okumaz" demedik. "Yapma" "Etme" ile eğittiğimiz çocuklarımızın önüne "Okuma" kitabı koyduk. Onlar da okumuyorlar.
Orhun Kitabeleri'ne "yazıt" demişler de, neden okunacak kitaba "okut" kitabı değil de "okuma" kitabı demişler?
"İçme" suyu; işçi "bulma" kurumu; "çalışma" "konuşma"; "danışma"; "sulama" gibi örnekler saydıkça bitmez.
Türkçemiz kültürümüzün temel taşı. Zengin bir lisanımız var. Fakat bu "-ma" olumsuzluk eki, olumlu kelimelerde kullanılınca işler karışıyor. Şuuraltında ters işlem yapıyor. Çünkü zihnimizin derinliklerine olumsuz manada yerleşen "-ma" eki, her ne kadar "olumlu" manadaki kelimelerde kullanılsa da, şuuraltı onu olumsuz olarak kabul etmiş bir kere. Nasıl kabul etmiş? Çocuklarımıza ilk öğrettiğimiz olumsuz ekli, hem de emir kipindeki, dikte edici zorlayıcı "Yapma"; "Etme"; "Koşma"; "Gitme" gibi kelimelerle... Psikoloji uzmanları bu durumun kavramsal boyutunu, etkilerini daha iyi izah edeceklerdir.
Ufacık bir 'ek'in başımıza açtıklarına bak!
Okuma-yazma ile frenlenmiş bir nesil değil; okuyan, yazan, okur-yazar (gerçi bunu da diplomasız-eğitimsiz insanlar için kullanıp, manayı tersine çevirmişler ya!) bir nesil yetişmesi isteniyorsa, bu karmaşayı dil bilimcilerin ciddi olarak ele alması, çözmesi gerekiyor...
14.11.2014
MEDENİ HAYAT
Türkiye nüfusunun beşte biri İstanbul'da yaşıyor.
İstanbul, bir yüzüyle, şairlere, yazarlara ilham olmuş muhteşem bir şehir. Medeniyetler beşiği yedi tepeli bu meşhur şehirde yaşayıp da ondan etkilenmemiş bir yazar, şair yoktur diye düşünüyorum. Yedi tepenin her biri tarihin muhteşem farklı çizgilerini taşıyan eserlerle donatılmış. Suriçi Türk İslam mimarisinin izlerini taşırken, Beyoğlu Batı mimari tarzının örnekleri ile dolu. Boğaziçi muhteşem cami, saray, köşk ve yalı görüntüleri ile Osmanlı kimliğini âdeta perçinliyor. Eski İstanbul diyebileceğimiz Suriçi, Boğaziçi ve Haliç bölgesinden uzaklaştıkça şehrin tarihî izleri silinmekte, yerini benzerine her yerde rastlayabileceğimiz sıradan yapılara bırakmakta...
İşte şehrin diğer yüzü buralarda karşımıza çıkıyor.
O şairlere, yazarlara ilham olmuş nadide tarihî şehir gidiyor, yerine sıradan binaların alabildiğince yığınlaştığı, ulaşımın felç olduğu, yoğunluktan âdeta boğulan, nefes alamaz duruma gelmiş problemli bir şehir geliyor.
İstanbul'un bu yeni yüzünde büyüme o kadar hızlı ki, bir yandan binalar yapılırken, diğer yandan şehri olabildiğince dolduran kalabalıkların yoğunluğu artıyor. Bu hesapsız büyüme şehri çıkılmaz problemlerle karşı karşıya getiriyor.
Merkezden uzaklaştıkça her yeni semt kendi kültürünü oluşturmuş, eski İstanbul'un o nazik, kibar, saygıdeğer kültürü kaybolmaya yüz tutmuş. Öyle olmuş ki esnaf esnafı, küçükler büyükleri, komşu komşuyu tanımaz, saymaz hâle gelmiş. Nerede o "Ahh efendim lütfen siz önden buyurun!" diyen nazik insanlar? Nerede o hanımefendiler, beyefendiler şehri? Nerede nezaket? İstanbul'un beyefendisini bulmak artık çok zor...
**
Ne dediğimi anlamak istiyorsanız akşam iş çıkışı saatlerinde herhangi bir metrobüs durağına gidin. Evlerine dönmek için duraklarda yığınla bekleyen insanların hâlini bir görün. Bir metrobüs durağa yanaşmaya görsün! Ne nezaketi, ne önden buyurması efendim? İnsanlar birbirlerini ezercesine içeri girmeye çalışıyorlar. Bazen kavgalar oluyor. Bir yer kapma uğruna, bir an önce eve gidebilme uğruna insanlar birbirlerine giriyorlar. Yumruklar havaya kalkıyor. Kavga ediyorlar. Nahoş sahneler vuku buluyor. Sinirler gergin...
Hele hele o kadınların düştüğü durumu anmak bile istemiyorum. Sıkışık nizam, balık istifi, hiç birbirini tanımayan insanların kucak kucağa gittiği bir ortam...
Bu yoğunluğu Hindistan trenlerinden hatırlıyorum. İnsanlar sıkış tepiş tren vagonlarına sığmaya çalışıyor, yoğunluktan pencerelerden, kapılardan sarkarak gidiyorlar. Vagona sığmak için birbirlerini iteliyorlar. "Bu nasıl bir yaşayış tarzı?" Derdim. Şimdi daha beterinin kendi ülkemde yaşanmasından açıkçası muzdaribim.
Bunun bir çaresi olmalı. Bir çıkış yolu olmalı. Bu böyle olmamalı. Biraz daha kafa yorulmalı. Bir şeyler eksik yapılıyor ama ne? Gerekirse E-5 üzerine Tokyo'daki gibi 2. kat, hatta yetmiyorsa 3. kat yol yapılmalı. E-5 buna müsait. Hatta E-5'in altından metro ulaşımı sağlanmalı. Bu ana arter, şehri medenice taşıyacak hâle getirilmeli. Ne bileyim? Şehir planlamacıları bunun çok daha iyisini düşünüyorlardır herhâlde.
**
Biz ne olduk, ne oluyoruz böyle? Mecburiyetler bizi ne hâllere sokuyor? Sosyal anlayışımızda büyük değişim yaşıyoruz. Biz geliştikçe, makineleştikçe, modernleştikçe medeni anlayıştan, medeni hayattan uzaklaşıyoruz galiba. Bu mecburiyetler bizim bazı hasletlerimizi, değerlerimizi alıp götürüyor gibi...
Bu medeniyet değil! Medeniyet, geçmişten geleceğe izler bırakan, yaşanmasından rahatsızlık duyulmayan tarzın adıdır. Hiç kimsenin gelecekte toptan taşıma aracı (toplu taşıma değil) metrobüsün yolculuğunu hatırladıkça gıpta ile anacağını sanmıyorum.
Temennim şudur ki, insanlar daha fazla üst üste taşınmamalı. Bu durum çok uzun sürmemeli. Çünkü duraklarda tansiyon gittikçe yükseliyor. Birilerinin bunu kötü bir şekilde kullanmasına fırsat verilmemeli.
Çil çil kubbeler serperek dünyayı medeniyetle tanıştıran bu millet, medenice yaşamayı hak ediyor.
21.11.2014
Neden farklıyız?
Geçimi için Fransa'da çalışan bir işçimiz.
Adı Ali Dal... Henüz 38 yaşında...
Yıllarca alın teri ile kazanıp biriktirdiği parasını, Diyarbakır'da şehit edilen Astsubay Necdet Aydoğdu'nun doğacak çocuğuna bağışladı. Bu gerçekten takdire şayan bir hareket... İnsanlığın içimizde, genlerimizde yaşamaya devam ettiğinin işareti. Bu haberi medya günlerce işledi. Çünkü ilgi şunaydı. Bu zamanda bu gibi bir fedakârlığı yapacak insan olabilir mi idi?
Olurmuş demek ki!
Bu ülkede, ecdadımızdan gelen merhamet duygularını taşıyan, yaşatan, iliklerine kadar hisseden insanlar elbette var. Bu milleti ayakta tutan, kenetleyen, değerlerimizi geleceğe taşıyacak olan bu insanlarımızın varlığıdır.
Diyarbakır'da şehit edilen Astsubayımız Necdet Aydoğdu da en az bu duyarlı gurbetçimiz kadar fedakârdı. Neden? Yaşadığı vatan topraklarının güvenliği için orada idi. Ortaya canını koymuştu. Ölmek bu görevin doğasında var. Bunu kabullenmiş olmak, bir ülke için, o ülkede yaşayanlar için yapılabilecek fedakârlıkların en büyüğü... Bu maksatla ölen bütün şehitlerimiz, kahraman olmalarının yanında, aynı zamanda fedakârdırlar. Vuranlarla bir tanışıklıkları, menfaat çakışmaları ya da kişisel bir düşmanlıkları yok. Sadece üzerlerine giydikleri kıyafetlerden dolayı, yapmış oldukları güvenliğimizi sağlama görevlerinden dolayı hedef oluyorlar.
Bu açıdan bakınca ülkemizde fedakâr olan milyonlar var.
**
Biz Türk milleti olarak zaten fedakâr bir milletiz. Bu bizim genlerimizde var. Son zamanlarda yaşadığımız doğal afetlerde halkımızın, yaptığı yardımlar ve destekler küçümsenecek meblağlar değil. Her ne kadar toplum içinde birbirimizi anlayışta, nezakette, saygıda sıkıntı yaşasak da iş yardım etmeye gelince, mağdurun yanında yer almaya gelince tavırlar değişiyor. Başka insan oluveriyoruz. İçimizden ummadığımız kahramanlar, fedakârlar çıkıveriyor. Belki de tarihin derinliklerinden bugüne büyük devletler kura kura gelişimizin temelinde bu var.
Sınırlarımızda 2 milyona yakın mülteciye kucak açan, barındıran biziz. Onların dinine, diline, ırkına, devletine bakmadan bunları yapıyoruz.
Dünyanın en fitneci, tehlikeli milleti olan Yahudileri bile 500 yıl önce diğer milletler yok etmeye çalışıp ülkelerinden sürgün ettiklerinde, sırf insan oldukları için, Allah yarattığı için sahip çıkan biz olmuşuz.
Fatih Sultan Muhammed Han, İstanbul'u almak için binlerce şehid verdi. Çok sevdiği komutanlarını, yakınlarını kaybetti. Bu üzüntü ile istese İstanbul'a girdiğinde bütün Rum askerlerini ve destekleyen halkı kılıçtan geçirebilirdi. (Bugün Esad'ın kendi halkına yaptığı katliamı bütün dünya görüyor.) Fatih henüz genç idi. Daha 21 yaşında idi. Hırsına, üzüntüsüne hâkim olamayabilirdi. Ama yapmadı. Nefsine yenilmedi. Herkesin korku ile onun kararını beklediğinde; o adaletli olmayı, insan olmayı tercih etti. Yazdığı ferman ile "bütün mahallelerde aşevleri kurula. Açların karnı doyurula. Gelemeyenler olursa evleri tespit edilip alaca karanlıkta yemekleri evlerine bırakıla..." şeklinde dünyaya medeniyeti öğreten kararını açıkladı.
**
Her ne kadar, ülke insanımızın beynini yıkasalar da, Batı hayranlığını enjekte etseler de, fitne, fesat düşünceler soksalar da, çeşitli oyunlar entrikalar kursalar da, içimizdeki ve dışımızdaki düşmanlar geçmişimize tekrar tekrar baksınlar. Orada şunu görecekler.
Bu milletin içinde Aliler de bitmez, Necdetler de, Fatihler de...
28.11.2014
Ömür dediğin...
İnsan bazen elinde olanın kıymetini bilemiyor. Bitmez dedikleri bitiveriyor. Geçmez dedikleri geçiveriyor.
Elimizde olan ne mi?
Hiç tükenmez dediğimiz sonlu olan ömürden bahsediyorum. Sınırsızmış gibi harcadığımız vakitten, sayılı nefeslerimizden...
Saniyelerden, dakikalardan, saatlerden, günlerden, haftalardan, aylardan ve o çook uzun sandığımız yıllardan...
Ve bu ömür içinde yaptığımız, yapacağımız, yaşadığımız her şeyden...
Aslında farkında olmadan harcadığımız, boşa geçirdiğimiz o kadar çok vakit var ki... Bu boşa harcanan vakitler içinde, değerlendirmediğimiz, kaçırdığımız o kadar çok fırsatlar, imkânlar var ki!..
En başta sevdiklerimizle daha çok vakit geçirme imkânı. O nadide anları, unutulmaz hatıraları daha çok yaşama imkânı. Vakti boş şeylerle geçirme yerine daha faydalı işlerle geçirme imkânı. Sonsuz olan için biraz daha bir şeyler yapma imkânı...
Fakat heyhat! Gidenler geri gelmiyor. Kaybedilenlerin yeri dolmuyor. Kaçırılan fırsatların, günlerin, ayların, yılların yenisi gelmiyor. Gelmez de...
**
İnsan ömrünü saatli bir bombaya benzetiyorum. Doğduğumuzda sayacı çalışmaya başlıyor. Ömür bittiğinde de sıfırlanıyor. Üzerinde sayaçlı bir bomba bağlı olan insan, sayaç rakamları geriye saydıkça ne hisseder acaba?
Zamanı bolmuş gibi rahat olabilir mi? Umursamadan vaktini boşa harcayabilir mi? Sayaçtaki rakamları tükenmez bir hazine gibi görebilir mi?
Gözünüzü kapatın ve kendinizi bir an böyle bir bombaya bağlıymış gibi hissetmeye çalışın. Kendinize (gözünüz dünyada kalmasın!) fazla fazla 120 yıllık bir ömür biçin. Sayacınızı kurun. Geriye doğru saymaya başlayın. 120.. 119.. 118... Azalan rakamları görmeye çalışın. Şu anda kaç yaşında iseniz o kadar saymışsınız demektir. Devam edin sıfıra gelinceye kadar... Hayatınızın bitmek üzere olduğunun hâlâ farkına varamadınız mı?
**
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Yarın yaparım diyen ziyandadır" meâlindeki Hadis-i şerifi ile, elimizde bulunan ömür fırsatını yarına bırakmadan değerlendirmenin önemini bildirmedi mi?
Yarının ne olacağı belli değil ki! İnsan yaşlandıkça beyin hücreleri yavaş yavaş ölmeye başlar. Bildiklerini unutur, eski gücü kalmaz. Elden ayaktan düşer. Yaparım dediklerini yapamaz olur. Hatırlarım dediklerini hatırlamaz olur. Yaşlılık bir yakaladı mı bırakmaz. Bel çöker, vücut göçer. Hastalık gelir, sağlık gider. Sayacın son 10 hanesi gibi... Her 'dıt' deyişte insanın canı ağzına gelir. 9.. 8.. 7... Bazen de sayaç arıza yapar, 'dıt'lardan bir tanesi bombayı tetikler. Bomba zamansız patlar. Can ağızdan çıkar gider.
Ömür dediğin nedir ki? Gelip geçiveriyor.
İnsan bazen elinde olanın kıymetini bilemiyor.
Bitmez dedikleri bitiveriyor. Geçmez dedikleri geçiveriyor...
05.12.2014
PEYGAMBER ÂŞIKLARI
Habib...
Sevgili demek.
Sevgili; uğruna her şey yapılabilen...
Her şey sevmekle başladı.
Allahü teâla âlemlere rahmet olarak gönderdiği resûlüne "Habibim" diyerek en büyük iltifatı yaptı. En yüksek değeri verdi. Ve bu değer o kadar yüksekti ki "Ey habibim! Sen olmasaydın! Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım" buyurdu.
Bir sevgili uğruna âlemleri yaratmak...
Uğruna âlemler yaratılan böyle bir sevgiliye âşık olmak... Aşkların en yücesi olsa gerek.
Âlemlerin mayası âdeta sevgi olmuş. Dinimiz sevgi üzerine kurulmuş. Bunun için Habibullah (Allahın sevgilisi), yani sevgililer sevgilisi yüce peygamberimiz (sallallahü aleyhi vesellem) "Kişi sevdiği ile beraberdir" buyurmuştur. Seven sevilenle beraber olacaksa, sevmek hem kavuşmanın, hem ebedi kurtuluşun vesilesi demektir. Tabii sevginiz gerçek ise ve o sevgilinin tarafında yer alırsınız. O zaman sevdiğinin sevdiklerini de seversin, sevmediklerini sevmezsin. Sevemezsin! Sevmenin bir işareti bu...
**
Tarih, peygamber âşıkları sultanlar, veliler, dervişler, meczublar ve onların hikâyeleri ile doludur. Tarihe peygamber âşığı olarak geçen sultanlardan biri olan Mısır Memlüklü Sultanı Eşref Kayıtbay'ın ilginç bir hikâyesi var. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'deki mübarek türbelerinin (Mescid-i Nebevi) yeşil kubbesini yaptıran ilk sultandır. Bir gün kendisine bir aile tarafından Kadem-i Şerif (Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" mübarek ayak izleri) getirilir. Peygamber âşığı sultan, vefatından sonra Kadem-i Şerifin kabrinin baş ucuna konmasını vasiyet eder. Vefatından sonra vasiyetini yerine getirirler. Kahire'deki türbesinin içine, mezarının başına Kadem-i Şerifi koyarlar. Böylece türbesindeki Kadem-i Şerif ziyaret edildikçe Sultan Eşref Kayıtbay da duadan nasibini almakta idi.
Aradan bir asırdan ziyade zaman geçer. Osmanlı Padişahı Sultan 1. Ahmed Han da, Sultan Kayıtbay gibi peygamber âşığı sultanlardan biri idi. Peygamber aşkına bir işaret olarak, Kadem-i Şerifin küçük bir metal kalıbını yaptırmış, sorguç olarak sarığında taşıyordu. Sorgucun üzerine şu şiiri yazdırmıştı:
Ne ola başında tacım gibi götürsem daim,
Kadem-i Nakş-i pâkini ol Hazreti Resul'ün...
Gül-i gülzâr-ı Nübüvvet o kadem sahibidir.
Ahmed Ağa durma yüzün sür kademine o gülün...
14. Osmanlı Sultanı 1. Ahmed Han, Sultanahmet Camii'ni yaptırdıktan sonra, burayı şereflendirmek ve ziyaretçisinin daha çok olması için Kahire'de Sultan Kayıtbay türbesindeki Kadem-i Şerifi İstanbul'a getirtir. Kadem-i Şerif, mihrabın sol tarafına bir bölmeye yerleştirilir. Sultanahmet Camii, sanki peygamber efendimiz teşrif etmiş gibi ziyaretçi akınına uğramaya başlar. Fakat bir gece Sultan Ahmet Han müthiş bir rüya görür. Sultan Kayıtbay ile Peygamber efendimizin huzurundadır. Sultan Kayıtbay, "Efendim sizin mübarek ayak izleriniz kabrimin başında idi. Osmanlı Sultanı onu kendi camisine taşıdı. Ben bu şereften mahrum kaldım" diyordu. Bu iki âşığı şefkatle izleyen Peygamber Efendimiz, bunun üzerine "Ey Ahmed! Kademi yerine iade et!" buyurur. Sultan Ahmed Han ter içinde uyanır. Rüyanın etkisindedir. Zamanın âlimi Aziz Mahmud Hüdâyî hazretlerine giderek rüyasını anlatır. O mübarek veli de "Rüya açık. Kadem yerine gitmeli" buyurunca, Sultan Ahmed Han tereddüt etmeden, büyük bir aşk ve hürmetle getirttiği Kadem-i Şerifi yine aynı hürmetle Mısır'a geri gönderir.
**
Onlar peygamber âşıkları...
Sevgililer sevgilisini aşk derecesinde sevmek, böyle bir şey olsa gerek.
Böyle düşünen, böyle yaşayan, böyle inanan, böyle seven insanlarla tarihimizin sayfaları şereflendi. Sevmenin derecesini, insan olmanın faziletini yaşayarak gösterdiler. (Allah onlardan razı olsun.)
Sevgililer sevgilisinin sevgisini kalbinizde hissetmeniz dileği ile...
.....
Yukarıdaki tarihi vakalara benzer hikâyelerin yer aldığı,Talha Uğurluel tarafından kaleme alınan "Asr-ı Saadet'ten Osmanlı'ya Sarayın Kutsalları" adlı kitabı okumanızı tavsiye ederim.
12.12.2014
FASİT DAİRE
Yıllar önceydi...
Her şey iyi niyetlerle başladı.
Herkes devletin bekâsını düşünerek, devletin altını kazıyordu. Halkın özgürlüğü sağlanacak, eşit yönetim gelecek, ülke sıkıntılardan kurtulacaktı. Bu ancak Batı'ya entegre(!) modern yeni bir dünya düzeniyle olabilirdi. Buna inanan bir grup arkadaş, 1889 yılında Askeri Tıbbiye'nin bahçesinde bir araya gelerek İttihat ve Terakki cemiyetinin (İttihad-ı Osmani) temellerini attılar. Cemiyetin lideri olan İbrahim Temo, Napoli'de İtalyan Mason Teşkilatının örgütlenme biçiminin eğitimini almıştı. Bu harekete katılanlar da ya mason idi, ya da daha sonra masonluğu kabul etmiştir. Cemiyet üyeleri, merkezi Paris'te bulunan Jön Türklerle de irtibata geçerek, İttihat ve Terakki cemiyeti adı altında birlikte çalışmaya başladılar. Cemiyete para desteğini ise Paris mason locası (tabii hayır yapmak için değil) veriyordu.
İttihat ve Terakki hareketinin hedefi Avrupa yönetim tarzını ve kanunlarını aynen uygulamaktı. Kurtuluşun Batı'ya benzemekle olacağına inanmışlardı. İnandırılmışlardı. Kendi halkından bihaber ittihatçılara, Batılılar, bilhassa İngilizler kendilerinin bile asla uygulamadıkları sistemi aşılamışlardı. Eylem başarılırsa asıl özgürlüğü azınlıklar kazanacaktı. Yani kazanan yine Batı olacaktı. Çünkü Batı, kendi kültür hegemonyası altında olmayan hiçbir kültürün yaşamasını asla kabul etmez.
Dünyayı tepeden yöneten ABD ve İngiltere'nin derin yapısında yer alan büyük güç, ülkelerin içine yukarıdaki gibi gayet masum niyetlerle girerek teşkilatlanıyor, kök salıyor, bir müddet sonra da devleti vesayetle yöneten güç haline geliyordu.
Osmanlı Devleti de böyle bir tehlike ile karşı karşıya idi. Osmanlı Devletini yıkmayı kafaya koymuş olan bütün muhalifler, Sultan 2. Abdülhamid Han yönetimini devirmek için 1907 yılı sonunda Paris'te toplandılar. Jön Türkler, Ermeni Devrimci Federasyonu (Taşnaksutyun), İttihat ve Terakki Cemiyeti ve diğer bütün muhalif yapılar yeni bir yönetimin kurulması amacında birleştiler. Taksim Taşkışla'dan başlattıkları ayaklanma hareketi, 24 Temmuz 2. Meşrutiyet ilanı ile son buldu. Yenilik, ıslahat, batılılaşma uğruna istedikleri Yeni Dünya Düzenini, padişaha ve halka zorla dayattılar. Bu isyanı hazırlayan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı Devleti tarihine çetecilik yoluyla yönetimi ele geçiren ilk hareket olarak geçti. Seçimlerin ardından oluşan yeni Meclis-i Mebusan 17 Aralık (Bu tarih size bir şeyler hatırlatıyor mu?) 1908'de çalışmalarına başladı. Osmanlıyı cephelerde bir türlü yıkamayan Batılılar, içimizden birileri ile bu işi sinsice hallediyorlardı. İttihatçılar asıl zararı, 1914 yılında Osmanlı Devleti'ni Birinci Dünya Savaşına sokarak verdiler. Osmanlı'nın dağılmasına sebep oldular.
**
Birinci Dünya Savaşı sonrası Batılılar istediklerini fazlası ile almışlardı. Artık korktukları Osmanlı Devleti yoktu. Peki, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin vazifesi bitecek mi idi? Asla! Osmanlı üst yönetimine ve sosyal hayatın cemiyet kurumlarına öyle bir yerleşmişlerdi ki, ağaçlara dadanan koşniller gibi (ağacın gövdesine yapışırlar. Ağacın özsuyunu emerek yaşarlar ve bir müddet sonra ağacı kuruturlar) Osmanlıyı dil olarak, din olarak, kültür olarak tamamen kurutmadan bitmeyecekti.
Atalarımız "Su uyur düşman uyumaz" demişler.
Osmanlı Devletinin devamı olarak kurulan Cumhuriyet'te de varlıklarını sürdüreceklerdi. Bürokratik yapı içinde değişik isimlerle yaşadılar. Hem ekonomik, hem siyasi güç oldular. Yeni taraftarlar buldular, yeni dostlar edindiler. Defalarca ihtilallerde, darbelerde rol aldılar. Bir Başbakanı astılar. Bir Cumhurbaşkanını zehirlediler. Devletin en mahrem konuşmalarını dinlediler. Millet olmanın özelliklerini bozmak için yıllarca uğraştılar. Fitne tohumları serperek, halkı birbirine düşürdüler.
17 Aralık'ta Taksim'deki ağaçları sebep gösterip, gezi olaylarını başlattılar. Hedef bu sefer yönetimin başındaki lider Recep Tayyip Erdoğan'dı. Tıpkı 100 yıl öncesi gibi, bütün muhalif gruplar bir araya gelmişti. O günden bugüne niyetler değişmemişti. Ve aynı yerden, aynı şekilde başlamışlardı.
**
Yıllar sonraydı...
Her şey iyi niyetlerle başladı.
Herkes devletin bekâsını düşünerek, devletin altını kazıyordu. Halkın özgürlüğü sağlanacak, eşit yönetim gelecek, ülke sıkıntılardan kurtulacaktı! Bu ancak Batı'ya entegre modern yeni bir dünya düzeniyle olabilirdi!
Buna inanan...
19.12.2014
Unutulmuş bir zafer: KUT-ÜL AMARE
Yarın 27 Aralık.
Bana unutulmuş tarihî bir vakayı hatırlattı.
Birinci Dünya Savaşı yılları... Batı devletlerinin bala üşüşmüş sinekler gibi Osmanlı topraklarına çöreklendiği yıllar... Bir diğer adıyla Osmanlı'nın ateşten yılları...
Fakat Osmanlı bu... Öyle kolay lokma olacak bir millet değildi...
Önce Çanakkale Boğaz Harbi'nde bunu düşmana gösterdi. Âdeta etten duvar ören Osmanlı askerleri, 1915'in Mart ayında düşman birliklerini Boğaz'ın serin sularına gömdüler.
Sonra aynı yıl, Aralık ayının 25'inde Osmanlı birlikleri İngilizler'in ve muhalif kuvvetlerin karargâhı sayılan Kut'u muhasara etti.
**
Kut, Dicle Nehri kıyısında, Basra Körfezi'nin kuzeyinde kalan bir kasaba...
Irak ve Havalisi Komutanı Miralay (Albay) 'Sakallı' Nurettin Bey'in birlikleri, Çanakkale'den sonra kasabanın yakınlarında konuşlanmış İngiliz kuvvetleri ile müttefiklerini bertaraf edip, kibirli İngiliz birliklerine karşı ikinci büyük darbeyi vurmak istiyordu.
Bu durumdan son derece rahatsız olan İngilizler, Kut'u kurtarmak için General Aylmer komutasındaki kolorduyla 6 Ocak'ta hücuma geçti. Fakat büyük bir zayiatla geri çekildiler.
Bu muhasaraya önem veren Osmanlı Devleti, Nurettin Paşa'yı geri çağırıp, Enver Paşa'nın amcası Mirliva Halil Paşa'yı komutan olarak buraya gönderdi.
İngilizler bu kasabayı onur meselesi yapıp, muhasarayı kırmak için Nisan 1916 tarihine kadar defalarca saldırdılar. Her seferinde büyük kayıplarla geri püskürtüldüler. Sonuncu saldırıları olan 29 Nisan gününde, General Gorringe komutasındaki Townshend birlikleri büyük bir hüsrana uğramış, mağlup olmuşlardı. Kut-ül Amare adıyla anılan bu harpte kibirli İngilizler, 13 general, 481 subay ve 13.300 er ile birlikte "Hasta Adam" dedikleri Osmanlı Kuvvetleri'ne teslim oldular. İngilizler'in ve müttefiklerinin kaybı büyüktü. 23.000 ölü vermişlerdi. Osmanlı kuvvetlerinin şehit ve yaralı sayısı ise 10 bin civarında idi. Ölenler için kasabada Kut Türk Şehitliği yapıldı.
1. Dünya Savaşı'nın en mühim muharebelerinden biri olarak bilinen bu müthiş harp Osmanlının muhteşem zaferi ile sona erdi. Kasaba alındı.
İngiliz tarihçisi James Morris, Kut'un kaybını "Britanya (İngiltere) askerî tarihindeki en aşağılık şartlı teslimi" olarak tanımladı. Bu yenilgi İngiliz basınında ve kamuoyunda çok büyük bir infial uyandırdı. General Gorringe, bu başarısızlığı sebebi ile görevinden alındı.
İngilizler, bu aşağılık duruma son vermek, esirlerini kurtarmak ve Kut'u yeniden almak için tekrar saldırdılarsa da başaramadılar. Üstelik daha büyük kayıplar verdiler.
Halil Paşa'nın, Kut-ül Amare zaferinden sonraki sözleri tarihe şöyle geçti: "Arslanlar! Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında, şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
...
Tarih bu hadiseyi yazmak için kelime bulmakta müşkülâta uğrayacaktır. İşte Türk sebatının, İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale'de, ikinci zaferi burada görüyoruz."
**
Evet, Osmanlı Ordusu gerçekten tarihe geçecek büyük bir zafer daha kazanmıştı.
Her yıl Kut-ül Amare zaferi kutlanmaya başlandı.
Ta ki Türkiye'de 1952 yılında NATO'ya üye olana kadar. İngilizler, tarihlerinde kara bir leke ve yüz karası olarak kalan bu hezimetin, Türkler tarafından her yıl zafer bayramı olarak kutlanmasını aşağılanmış görüp, onurlarına yediremediler ve kaldırılması için baskı yaptılar. Baskılar üzerine de Türkiye, NATO üyeliği sebebi ile bayram merasimine son verdi. İngilizlerin baskısı o kadar yoğundu ki Kut-ül Amare zaferi ve Kut Bayramı'na yönelik tarihî malumâtlar, okullardaki tarih kitaplarından bile silindi. Unutturulmaya çalışıldı.
Tarihten silinse bile bu zafer gönüllere kazındı.
Din için, devlet için, vatan için ölen binlerce yiğidin canını verip şehit olduğu (nur içinde yatsınlar) o kutlu zafer nasıl unutulur. Kut şehitliğinin aziz insanlarını rahmetle anıyoruz.
Anacağız. Daima!..
26.12.2014
Büyük oyun
Yıllar önce Yahudi asıllı Amerika eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından "yeni düşman cephesi"nin Müslümanlar olduğunu ima eden açıklamalarda bulunmuştu. Bin Laden denen CIA'nın yetiştirdiği teröristin ortaya çıkması ve 11 Eylül ikiz kule saldırısının yapılması ile birlikte Müslümanlar üzerine oynanan büyük oyunun başladığının işaretleri verildi. Hristiyanları ve Yahudileri yöneten, ABD'nin derin aklı İllimünati'nin önemli ismi olan Kissinger'in Irak-İran savaşı için sarf ettiği, "Bizim amacımız Müslümanların birbirlerini öldürmelerini sağlamaktı" şeklindeki kan dondurucu sözleri, dünyada şu anda devam eden büyük oyunun ipuçlarını vermektedir. Gerçekten o tarihten sonra İslâm dünyasında büyük karışıklıklar vuku bulmaya başladı. Orta Doğu âdeta cadı kazanına döndü.
Irak-İran savaşında bir milyonun üzerinde Müslüman öldü. Daha sonra Amerikan'ın Irak operasyonu, daha sonra "Arap Baharı" dedikleri toplum hareketleri, iç savaşlar ve en sonunda Suriye'de yaşanan katliam. Ardı ardına gelen bu düzmece karışıklıklarda yüz binlerce mazlum Müslüman hayatını kaybetti. Kaybetmeye devam ediyor.
Batıya bu kan da yetmedi.
Yahudi Simon organizasyonuyla IŞİD adlı kanlı bir terör örgütü kurarak, Müslüman kılığına girmiş sünnetsiz yöneticilerle, çeşitli ülkelerden devşirdikleri maceraperest gençleri, Orta Doğu'daki Müslümanlar üzerine sürerek vahşice işledikleri cinayetleri özellikle web sitelerine yükleyip, İslâmı ürkütücü, vahşi bir din olarak göstermenin gayreti içine girdiler. Bu kirli propaganda ile dünya çocuklarını, gençlerini ve insanlarını etkilemeye, İslam dininden soğutmaya çalışıyorlar. Batı televizyonları bunu eğlence sunar gibi aralıksız ekranlarına taşıyor.
Fakat kana doymayan Batı'ya bu katliamlar da yetmedi ki yeni oyunlar peşindeler.
Şimdi de Avrupa'daki Müslümanların huzurunu bozucu eylemler içine girdiler. Müslüman kılığına soktuğu ajanlarını infial uyandıracak yerlere saldırtarak Müslümanlar üzerine büyük çamur atmak, kirli medyalarını da kullanarak kamuoyu oluşturmak istiyorlar.
Fransa'nın Paris şehrinde bir dergiye saldırı düzenlendi. Bu menfur saldırı sonucu 12 kişi öldü. Öldürenler de güya Müslüman(!) Saldırma sebebi de bu derginin defalarca Müslümanlığı aşağılayıcı haberler yapması gösteriliyor. Tezgâh çoktan ayarlanmış.
Fakat, Müslümanlar kendilerini bütün dünyaya düşman edecek bir eylemi neden yapsınlar? Kendi ayaklarına kurşunu neden sıksınlar? Zaten Orta Doğu'da yeteri kadar kanları dökülüyor. Müslümanlar öyle bir girdaba sürüklenmiş ki, içlerindeki Batı yanlısı ajanların kışkırtmaları ile birbirlerini öldürüyorlar. Bu yetmezmiş gibi bütün dünyayı kendilerine düşman edecek olaylar içine neden girsinler?
Bu ara ABD'nin ve İsrail'in istememesine rağmen Fransa'nın Filistin Devleti'ni kabul ettiğini de unutmayın. Müslümanlar için büyük önem arz eden Filistin Devletini kabul eden Fransa'ya "Müslümanlar acaba neden saldırır?" diye de düşünün! Müslümanlar böyle mi teşekkür eder? Yoksa bu işten rahatsız olan birileri mi bu işi yapar?
Hesap açık. Fransa'nın ikinci büyük dini kitlesi olan Müslümanlarla Hristiyanlar birbirine girecek. Müslüman bir devletin kurulmasını kabul eden Fransa ile bu ülkedeki Müslümanlar cezalandırılmış olacak. Olay Avrupa'ya yayılacak.
En baştaki oyun neydi? Müslümanı Müslümana kırdırmak. Şimdi Hristiyanlar kışkırtılarak oyunun ikinci safhasına mı geçilmek isteniyor? Papa'nın geçen yılki açıklamasını hatırlayın. "Artık 3. Dünya Savaşı başladı."
Bu kışkırtma ile birilerinin cebine milyar dolarlar akıyor. İnsanların gözünün içine baka baka organize edilen kara bir tezgâh var ortada! Kanla oynanan büyük bir oyunun içindeyiz!..
09.01.2015
Türkçeden Türkçeye tercüme etmek
Geçtiğimiz günlerde Türk Edebiyatı Vakfı'na gitmiştim. Değerli dostum Hayati İnanç'ın sohbet toplantısı vardı. Hayati İnanç, divan edebiyatı üzerine çalışmaları olan, divan şiiri için tarihin sayfalarını açtıkça, bize unutturulmuş dilimizin zengin ifade tarzını ve akıcılığını sunan müthiş bir hazine. Fakat bir o kadar da mütevâzı bir insan. Meşguliyetinin ne olduğunu soranlara "Ne yapalım? Türkçeden Türkçeye tercüme ediyoruz" diyerek o engin divan edebiyatı bilgisini bu mütevâzı cevabın ardına gizliyor.
Evet, aslında aslımızdan o kadar uzaklaşmışız ki kendi dilimizi yeniden tercüme etmek ihtiyacı hissediyoruz. Bu gerçekten çok acı bir durum.
İki nesil öncesini anlayabilmek için Türkçeyi yeniden tercüme etmek! Bunun dünyada başka bir örneği var mı acaba? Kendi diliyle yazılan kendi tarihini, kendi edebiyatını okuyamayan başka millet var mı? Kendi diliyle bu kadar oynanan bir millet!..
Sanmıyorum.
Meğer biz dilde neler kaybetmişiz?
En başta Türkçeden Türkçeye tercüme edecek kadar dilimizi kaybetmişiz.
Sonra, o zengin Osmanlı Türkçesinin mânâ ve ifade zenginliğini kaybetmişiz. Eskiden bir meseleyi 10 kelime ile ifade edebilirken, şimdi 10 meseleyi bir kelimeye sığdırıp ifade etmeye çalışıyoruz. Ardından acaba bu kelime hangi mânâda kullanıldı diye de düşünmeye başlıyoruz.
Sonra, edebiyatımızı kaybetmişiz. Geçmişimizi kaybetmişiz. Tarihimizi kaybetmişiz. Geriye ne kaldı bilmiyorum ama, velhasıl kendimizi kaybetmişiz!
Osmanlı Türkçesini öğrenerek bu değerlerimizi tekrar kazanabiliriz. Belki de içimizdeki 'Brütüs'lerin Osmanlıcaya tepkilerinin ana sebebi, Türk toplumunun unutturulmak istenen değerlerine yeniden kavuşacağı korkusu olabilir.
Osmanlı Türkçesinin değerini anlamak için, içinde zengin bir tarih ve kültür taşıyan divan edebiyatını iyi anlamak lazım olduğunu, Hayati İnanç'ı dinlediğinizde daha iyi farkına varacaksınız. Yazmış olduğu "Can Veren Pervaneler" isimli eserini de okumanızı tavsiye ederim.
**
Divan edebiyatı, 7 asırlık bir mazisi olan; ilmi, edebi, tasavvufî derinliği olan bir yazı biçimi... Osmanlı Türkçesinin zenginliğini ortaya koyan ziyneti gibi... Hoca Dehhânî ile başlayan bu edebi şiir sanatı, Padişahlar da dâhil olmak üzere divan edebiyatının son ustası Şeyh Galip'e kadar devam etmiş. Sonraları devam etse de köşe taşları bunlar olmuş. Divan edebiyatının en büyük şairi ise Urfalı Nâbi'nin olduğu kabul edilmektedir. 17. yüzyıl şairlerinden Nâbi'nin şiirlerinde Osmanlının köklü kültürünü, muhteşem zenginliğini, ilmini, edebini, ahlâkını kısacası her şeyini bulacaksınız. Tıpkı diğer divan şiirlerinde olduğu gibi...
Nâbi'nin meşhur bir şiirini ve bunun hikâyesini aktarayım. Nabi, Medine-i Münevvere'ye Sevgili Peygamberimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) ziyarete gider. Yaklaştığında, yol arkadaşının at üzerinde uyuduğunu görür. Onu uyarmak için irticalen okuduğu naattan birkaç beytini arz ediyorum. Dilimize, kültürümüze ne kadar yabancılaştığımızı daha iyi anlayacaksınız.
Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ'dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ'dır bu.
Felekte mâh-ı nev Bâbu's-selâm'ın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu.
Habîb-i Kibriyâ'nın, hâbgâhıdır fazîlette;
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ'dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.
Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.
**
İnşallah, kendi dilimizi tercüme etmeden anlamak, yazmak ve tedris etmek imkânına tekrar kavuşuruz da kaybettiğimiz zenginliklerimize ulaşır, ecdadımızı daha iyi anlarız.
Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola...
16.01.2015
Medeni tarihimizin yol levhaları
Engin bir insan ahlakı ile yoğrulmuş olan tarihimiz, ibretlik hikâyeler, menkıbelerle doludur. Sosyal tarihimizin hangi sayfasını çevirsek, insanî değerler taşıyan sayısız yaşanmış hikâyeye rastlarız. Sultanından çobanına, âliminden talebesine, askerinden çiftçisine, esnafından müşterisine kadar her kesimden insanın yaşadığı insanlık hikâyeleri...
Sosyal kültürümüzün temelini oluşturan, iz bırakan bu muhteşem yaşanmışlıklar, geçmişten geleceğe bize yol gösteren, izlerinden gidebileceğimiz ışıklı levhalar olmuşlar.
**
Hani Eyüp Sultan Camisinin musalla taşına girişinde "Ya bu dünyada bir garip gibi olacaksın, ya gelip geçen bir yolcu, ya da kabirde yatan bir ölü gibi..." yazıyor ya işte böyle gariplerden biri bir gün hamama gider. Lakin o gün hamama vezirler geleceğinden hamam sahibi, Habib Baba isimli bu garip yaşlı adamı kabul etmek istemez. Habib Baba üzülür, rica minnet "evladım, ben şuracıkta kimseyi rahatsız etmeden yıkanır, çıkarım, beni kırma" diye ısrar edince hamam sahibinin insafına gelir. "Şu kuytu odada yıkan kimseye görünmeden çık" der. Yaşlı adam dualarla hamama girer. Yıkanmaya başlar...
O sırada hamama heybetli, genç bir müşteri daha gelir. Bu kılık değiştirmiş, 4. Murad'dır. Vezirlerinin hamam sefası yapacaklarını öğrenince bir merak ile tebdil-i kıyafet eyleyip hamama gelmiştir. Hamam sahibi tanıyamadığı için, sultanı da hamama almak istemez. Sultan ısrar edince, hamamcı onun heybetinden biraz da çekinerek kabul eder "Şu kuytu odada bir ihtiyar yıkanıyor. Orada sessizce yıkanın. Aman yiğidim vezirler sizi görmesin" diye de tembih eder. Sultan 4. Murad, peştamalı bürünür Habib Baba'nın yanına girer. Başlar yıkanmaya. Habib Baba genci, kendisi gibi garip biri zannederek, "Evladım. Dön sırtını keseleyivereyim" deyince bu teklif sultanın pek hoşuna gider. Zira birisi kendine sultan olduğu için değil, sadece bir insan olduğu için karşılık beklemeden teklifte bulunmuştur. Habib Baba tanıyamadığı sultanın sırtını bir güzel ovalar. Sonra padişah, bu iyiliğe teşekkür olarak o da Habib Baba'nın sırtını ovalamaya başlar. Sultan 4. Murad, bir yandan Habib Baba'nın sırtını keselerken, bir yandan sanki şikayetlenir gibi "Ya baba gördün mü? Şu dünyada, vezir olmak, sultan olmak varmış. Baksana hamam sahibi koskoca hamamı kapatmış Sultan Murad'ın vezirleri var diye kimseyi içeri almıyor. Bu nasıl iştir?" der.
Kiminle beraber olduğunu bilmeyen Habib Baba, gayet saf temiz duygularla "Be evladım. Sultan Murad dediğin kimdir ki? O da bir kul. Sen asıl âlemlerin sultanı olan Allah'a kendini sevdirmeye bak. O seni severse, gerisi beyhude. Dilerse seni hamama da aldırır, hatta Sultan Murad'a bile sırtını keseletir."
**
Evet, dedim ya engin insan ahlâkı ile yoğrulmuş ibret alınacak bir tarihimiz var. Bunun gibi binlerce menkıbe medeni hayatımızın geçmişinde yer almış. Sosyal kültürümüzün temelini oluşturan, iz bırakan bu muhteşem yaşanmışlıklar, geçmişten geleceğe bize yol gösteren, izlerinden gidebileceğimiz ışıklı levhalar olmuşlar.
Yeter ki biz o yolun yolcusu olabilelim.
23.01.2015
OSMANLI DEVLETİ TAKDİRİN TEZAHÜRÜ
"Kostantîniyye elbette fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır! Onu fetheden askerler ne güzel askerlerdir!"
'Sevgililer Sevgilisi', âlemlerin bir tanesi yüce peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) asırlar öncesinden haber verdiği muhteşem müjde...
Her şey bununla başladı.
Bu asırlar öncesinden değil, madde âlemi öncesinden, mana âleminden gelen bir haberdi. Olacak olanların çok önceden yazıldığı âlemden...
**
Aslında Kostantîniyye'yi feth edecek komutan da belliydi, fethedecek ordu da... Onu fethedecek milletin tarihi, insanlık tarihi ile birlikte yazılmaya başlamıştı. Mayası kahramanlıkla, mertlikle yoğrulmaya başlamıştı. Nuh aleyhisselâmın oğlu Yafes'in soyundan gelen Türkler; âdeta Allah'ın yeryüzünde adaleti sağlayıcı kılıcı olarak takdir edilmişlerdi. Yolları ta ezelde belliydi, varacakları hedef de... Bilinen ve bilinmeyen insanlık tarihinde, sanki genlerine işlenmiş gibi; soyları, boyları aynı düstur ve hedef üzerine hareket etmişler, asırlar boyu dünya tarihindeki etkinlikleri ile, tarihe yön vermişlerdi. Haklının, mazlumun yanında yer almışlar; haksızın, zalimin amansız düşmanı olmuşlardı.
Soydan soya, boydan boya binlerce yılı aşa aşa, artlarında altın harflerle yazılmış bir tarih bırakarak bildirilen hakikate doğru yaklaştılar.
Dünyanın yaradılış hakikatini anlayamayanlar, dünyadaki olayları, yaşananları tesadüflere, mantıklarının kavradığı sebeplere bağlayıp izah etmeye çalışırlar. Evet, olaylar görünüşte sebeplere göre gelişir. Fakat hakikatte takdir edilen çizgide seyreder. Yani hiçbir şey tesadüf değildir. Vaki olan her şey tevâfukdur, çok ince bir ilahi hesabın tezahürüdür.
Hakikat yolunda hizmet, gönüldeki ateşin, meyilin gücüne göre tecelli eder. Gönül; zamanı ve mekânı olmayan âlemden bir latif... O ateş, ta ezelde o gönüle düşmüşse...
Daha 21 yaşında olan bir sultanın kendisine, ordusuna, dünya insanlarına hem dünyevî, hem uhrevî lütufların kapısını açacak bir fethin fatihi olma arzusu yüreğinde yangına dönmüşse...
Buna kim engel olabilir, önünde kim durabilir?
Kutlu Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed han, gönlünü yakan Konstantîyye'yi fethetme niyetini, "İ'lâ-yı Kelimetullah ve ihyâ-i minnet-i Resûlullah etmiye gücümü sarf eylemek dilerim!" şeklinde divanda açıklarken "Ya ben Bizans'ı alırım, ya da Bizans beni!.." kararlılığındaydı.
Çünkü o Allah'a inanmıştı. Resülüne inanmıştı. Askerlerine, hocalarına, milletine inanmıştı. Fethin gerçekleşeceğine inanmıştı. Ezelde takdir edilene de...
**
Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alan 16 yıldızı temsil eden devletler boşuna kurulmamıştı. Osmanlı Devletinin kuruluşu bir takdirin tezahürü idi. Başarıları boşuna değildi. Yolları ta ezelde belliydi, varacakları hedef de... Hiçbir şey tesadüf değildi. Osmanlı Devleti İstanbul'u fethederek, 'Sevgililer Sevgilisi'nin (sallallahü aleyhi ve sellem) müjdesini yerine getirdi. En büyük vazifesini gerçekleştirdi.
Asıl Osmanlı Devleti, bunun için kurulmuştu. Ezelde takdir edilen önemli bir vazifeyi icra etmek için...
Bu hafta 716. kuruluş yıld önümü kutlanan bu nasibli devlet, insanlık tarihinin en berrak sayfalarında, bütün ihtişamıyla daima anılacak, yaşayacak...
30.01.2015
Osmanlıda kitap kültürü
"Okumak", medeni toplumların gelişmesinde sürükleyici bir rol üstlenen; topluma anlayış, seviye, değer kazandıran temel bir alışkanlık, önemli bir kültürdür.
Okumak... İnsan olmanın başlangıç noktası... İnsanın insan olduğunun alameti.
Elime bir Osmanlı elifbası geçmişti. Orada şöyle yazıyordu: "Oku! Çocuk oku. Sen çok oku. Adam okur, kaz okumaz."
Yine Yunus Emre hazretlerinin okumak üzerine söylediği mısraları derin manalar ifade etmekte, okumanın adabını, derecesini, nasıl olması gerektiğini bildirmektedir.
İlim; ilim bilmektir.
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?
**
Yaşlı dünyanın ahirinde, insanlığın son kurtuluş ümidi olan İslam dini için gelen ilk ilahi emir de "Oku" olarak gelmişti. "Yaradan Rabbinin adıyla oku"
Bu ilahi emir, insanlık tarihinin ahirinde medeniyet kapılarının anahtarı oldu. Asırlar evvelinden gelen bilgilerin asırlar sonrasına intikalini sağladı.
Bu sebeple Müslümanlar okumaya çok önem verdiler. İlim irfan sahibi olarak büyük medeni toplumların, devletlerin var olmasına sebep oldular. İslam âlimlerinin yazdığı kitaplar yüzyıllarca insanlara ışık oldu, rehber oldu, yol gösterdi. Müslümanların bu okumaları, yazmaları, ilimle iştigal etmeleri sadece kendilerine değil, dünyadaki bütün toplumlara fayda sağladı. Karanlıklar içinde yaşayan nice toplumlar bu medeniyetten nasibini aldı.
**
Özellikle son devirde üç kıtada hüküm süren Osmanlılar, açtıkları medreseler, mektepler, Enderun okulları ile, okumak ve yazmanın önemine en çok vâkıf olan toplumlardan biri oldu. Yazdıkları kitaplar kütüphaneleri doldurarak, hem fen alanında, hem manevi alanda büyük ilerlemeler katettiler. Osmanlının son döneminde sadece İstanbul'da iki yüzün üzerinde kütüphane bulunmakta idi. Şimdiki "cafe"lerin, çay ocaklarının, kahvehanelerin yerinde o zamanlar "kıraathane" denilen içinde kütüphanelerin olduğu, kitap okunan, sohbet edilen mekânlar vardı. İslam dininin emrettiği üzere Yazmak ve okumak medeniyeti ile yoğrulan Osmanlıların, kitap kültürüne verdiği önemin daha iyi anlaşılabilmesi için yakın zamana mahsus bir misal arz edeyim.
Veliyyüddin Cârullah Efendi (1659-1738), on yedinci ve on sekizinci yüzyılda yaşamış, dönemin meşhur âlimlerinden biridir. Yazdığı kitaplar kırkın üzerindedir. Cârullah Efendi, İstanbul'da bir kütüphane kurmuş ve bu kütüphanede yer alan eserlerin tamamına yakınını okuyarak kenarlarına notlar düşmüştür. Kütüphanesindeki eserler üzerine düşülen bu notlar, dönemin kitap kültürünü anlama noktasında canlı birer tanık olmuştur. Şimdi bu eserler dünyanın en büyük yazma eser kütüphanesi olan Süleymaniye Kütüphanesi'nde zengin bir koleksiyon olarak yer almaktadır.
Evet. İnsanlığın kurtuluşu için, gecesini gündüzüne katıp eserler yazan, kitap kültürü ile insanları medeni hayatın zirvesine taşıyan böyle rehber insanlar, tarihimizin değerli hazineleri olarak eserleriyle birlikte hep yaşayacaklar.
Bu hazineler, okuyan, yazan, kitap kültürüyle yoğrulmuş gençleri bekliyor.
Osmanlıdaki kitap kültürünü anlatmak için İlmi Etüdler Derneği 14 Şubat'ta Üsküdar'daki merkezinde "Osmanlı Kitap Kültürü: Cârullah Efendi Sempozyumu" gerçekleştirecek. Sempozyumda, Cârullah Efendi'nin koleksiyonu hakkında akademisyenler araştırmalarını paylaşacaklar. Ayrıca burada Süleymaniye Kütüphanesinde yer alan yazma eserlerden örnekler de sunulacak.
06.02.2015
Tarihimizin sessiz şahitleri
İnsanlar, doğarlar, yaşarlar ve ölürler.
Doğan bir insan için yaşamak nasıl haksa, ölüm de insan için haktır ve insanların hangi inançta ve halde olursa olsun kaçamayacakları bir gerçektir.
Toplumlar, yaşadıkları hayatın bir parçası olarak bu gerçeği kabullenmiş, kendi inançları ve kültürleri doğrultusunda ölüm ve sonrası için farklı âdetler, gelenekler, merasimler yapagelmişlerdir.
Ölülerini yakanlar, suya bırakanlar, büyük anıt mezarlarda, odalarda, lahitlerde ya da mumya şeklinde saklayanlar olmuş... Çeşitli şekil ve yapıdaki bu tür anıt mezarlar tarihî birer vesika olarak günümüze kadar gelmiştir.
Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturan İlahi dinlerde ise insanların naaşları temizlendikten sonra tabutla veya tabutsuz olarak toprağa gömülmüş, yerleri belli olması için yazılı mezar taşları ile işaretler konmuş, kabirleri zaman zaman ziyaret edilerek insana hürmet devam etmiştir.
İnsan, değerli bir mahlûktur. Bütün dinlerin olgunlaşmış, tamamlanmış hali olan dinimiz İslam'a göre eşrefi mahlûkattır. Dirisi gibi ölüsü de hürmet edilmeyi, dua okunmayı, ziyaret edilmeyi hak ediyor. Çünkü, insan bedeni aslı olan toprağa geri dönse de ruhen medfun bulunduğu toprağa bağlı durmaktadır. Bu sebeple ecdadımızın asırlar öncesinden günümüze gelen mezarları itina ile korunmuş, geçmişte iz bırakan değerli şahsiyetlerin türbeleri ziyarete açık olmuş, tarihimizin sessiz şahitleri olarak günümüze kadar gelmiştir.
**
Batılı devletler bu gerçeği çok iyi bildikleri için, İslam ülkelerindeki mezarlıkları çeşitli yollarla yok edip izleri silmeye çalışmışlardır. Bu yok ediş fark edilmesin diye de İslam dini içinden farklı bozuk mezhepler türeterek (Vehhabilik, Selefilik gibi), imha hareketini Müslümanlar içinde türeyen bu fırkalara ihale etmişlerdir.
Özellikle son iki asırda yoğun faaliyet gösteren Vehhabiler, Arabistan topraklarında ziyaret edilecek kabir bırakmamışlar, ecdadımızın kabirlerini yerle bir etmişlerdir.
Kabirler, bir beldenin geçmişinin yattığı, manevi değeri olan tarihî izler taşıyan alanlardır. Geçmişlerine sahip çıkan milletler, atiye emin adımlarla ilerler. Geçmişine sahip çıkmayan milletlerin geleceği olmaz. Osmanlı, ecdadına sahip çıktığı için Osmanlı oldu. Osmanlı aynı zamanda bir türbeler medeniyetidir. Değer verdiği insanlara, vefatlarından sonra da aynı ilginin devamını sağlamış, toprak altında kalan öpülecek ellere gösterdiği hürmetle, büyük manevi desteklere mazhar olmuştur.
**
Süleyman Şah...
Osman Bey'in dedesi... Yüce Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) müjdesine mazhar olan bir milletin, bir ordunun atası... Asırlar boyunca bu kutlu insanın türbesi dimdik ayakta kalmış. Daim korunmuş. Bizim için ayrı bir önem ifade ediyor. Ateş çemberi içindeki Ortadoğu'da, bir yandan DEAŞ, bir yandan 21. yüzyılın zalimi Esed tarafından türbelerin, kabirlerin, bombalanarak yok edildiği bir ortamda; Türk askerinin "Şah Fırat" operasyonu adlı cesurca bir hamle ile ecdadımızın kabrini, düşman ayakların basmasından korumak için aldığı tedbir, takdire şayandır.
Kabir aynı yerinde kalsa da ordumuzun bunu korumaya gücü yeterdi. Ancak, çok önemli bir husus var. Kutsalımız olan türbe etrafında dönen çetrefilli oyunlarla, üzerimize kardeş kanı bulaştırılmak isteniyordu. Batının bu kirli oyunu bir kez daha bozulmuş oldu. At sırtından inmeyen göçebe bir milletin torunlarıyız. Yeri geldiğinde çadırımızı da taşırız, kabrimizi de... Ancak yurt edindiğimiz topraklar ve altında yatanlar bizim kadim değerlerimiz olur. Yaşadığımız yerde insan olarak yaşar, insanlık tarihinde altın sayfalar yaza yaza insan olarak ölürüz.
Dünya son birkaç senede kimin insan, kimin canavar olduğunu çok iyi gördü. İnsanlık tarihinde canavarların yeri asla olmayacak. Canavarlara yandaşlık yapanların da...
02.03.2015
İnsanın değeri
İnsan bir muamma... Bir görünen yüzü var, bir de görünmeyen... Herkes kendine münhasır ayrı bir âlem. Bazen görünen insanı yanıltabilir. Mevki, makam, para, mal, mülk, markalı hayata göre biçilen değerler, bazen o kişiyi yansıtmayabilir. Fakir olması, zengin olması ya da güç kudret sahibi olup dünyaları yönetmesi hakikatteki değerinin ölçüleri değildir. Yaptıkları, söyledikleri her ne kadar karakterinin tezahürü olsa da, bazen bu dahi onun gerçek âleminin göstergesi olmayabiliyor.
İnsan, ancak insan olmanın hasletlerini samimiyetle taşırsa değer kazanır.
Mevlana hazretlerinin şu sözü meşhurdur:
Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok!
Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok!
Yani insan esvabıyla değil, kendi âlemindeki hakikati ile kıymetlenir. Bir köşede pejmürde halde duran bir mecnunun, gelecekte size şefaatçi olup olamayacağını kim bilebilir ki? Kimin nasıl bir halle hayatının sona ereceği, kimin hangi kıymete ereceği son nefese kadar belli değildir...
**
Sultan 3. Mustafa, bugünkü Laleli semtinde bir cami yaptırır. Caminin girişine bir ayakkabı tamircisi tezgâhını kurar. Bu zat lale çiçeğini sevdiği, üzerinde taşıdığı için Laleli Baba olarak anılır olur. Fakat hiçbir vakit namaza gittiği görülmez. Cami cemaati beynamaz bildikleri kunduracıyı oradan uzaklaştırmak isteseler de o gitmez. Bir gün padişahın annesi valide sultanın kulağına bu haber ulaşır. Oğlunun yaptırdığı caminin önünde böyle birinin olmasından rahatsız olur. Merak eder görmeye gider. Gerçekten de ezan okunduğu halde kunduracı, hiç oralı olmaz işine devam eder. Valide Sultan tanınmayacak halde örtülüdür. Yüzü peçelidir. Bu din bilmez adama haddini bildirmek ve birkaç söz söylemek için yaklaşır. Yaşlı kunduracı edeple başını eğer, "Buyrun Sultanım!" der. Valide Sultan şaşırır. Zira kendisinin tanınması mümkün değildir. "Bu nasıl olabilir?" Der. Uzaklaşmak için geri döner, sonra vazgeçip tekrar kunduracıya döndüğünde kendini Kâbe-i Şerif'te bulur. Hayretler içindedir. Kunduracı biraz ötede Kâbe-i Şerif'in huzurunda huşû ile namaz kılmaktadır. Valide Sultan'ın telaşesi ve heyecanı zirvededir. Neler olduğunu anlamak için geriye döndüğünde, tekrar kendini cami avlusunda bulur. Camiye gitmez bildikleri bu mecnunun, aslında veli bir zat olduğuna şahit olur. Hızlıca oradan uzaklaşır, saraya döner. Olanları oğlu Sultan 3. Mustafa'ya anlatır. Adil, hayırsever bir padişah olan 3. Mustafa, 9 Mart 1764 yılında hizmete açtığı camisinin adını, zaman zaman sohbetlerinde bulunduğu bu veli zata hürmeten "Laleli Camii" olarak değiştirir. Bugün caminin açılış yıl dönümü olması sebebiyle medeni tarihimizde yer edinen bu kıymetli insanları anmış olduk...
**
Yukarıdaki ibretlik hikâyenin yüzlercesine tarihimizde rastlamak mümkün... Dedim ya, insan bir muamma...
Yaratılanı yaratandan ötürü hoş görmedikçe, her gördüğümüzü Hızır (aleyhisselam) bilmedikçe, kendi âlemimizdeki hakikati güzelliklere taşıyamayız. Görüntü merkezli değil, gönül merkezli yaşamak, görmek, hissetmek; bizi zümrelerden, kalıplardan çıkarıp insan olmanın erdemine, şerefine, hakikatine erdirir diye inanıyorum.
Dün kadınlar günü idi. Analık gibi kutsal bir insanlık görevini üstlenen kadınlarımızın gerçek değerlerinin anlaşılması dileğiyle günlerini kutlarım.
Keşke, yılın bir gününü de "İnsanlık günü" ilan etseler de, insanlar bir gün de olsa insan olduklarını hatırlasa, katliama, vahşete son verseler, savaşlar dursa, barış olsa; çocuklar, kadınlar, insanlar ölmese... Küsler barışsa... Herkes birbirine dostça sarılsa...
Bir günlük de olsa insan olabilseydik keşke ne olurdu?..
09.03.2015
100 yıl oldu...
Zaman su gibi akıp gidiyor.
Batının "Çanakkale Geçilmez"i öğrenmesinin üzerinden geçen zaman, tam 100 yıl oldu.
Çanakkale Zaferi, bu aziz milletin tarihe altın harflerle kazıdığı başarılardan biri olmuştur. Hasta adam dedikleri Osmanlı İmparatorluğu'nu, kolay lokma gördükleri bir milleti tarihten silme arzusuyla, İtilaf devletlerinden İngiltere ve Fransa 3 Kasım 1914 tarihinde Bozcaada'dan Boğaz'a girdiler. İngilizler Ertuğrul ve Seddülbahir tabyalarını, Fransızlar ise Orhaniye ve Kumkale tabyalarını havan topları ile dövmeye başladılar. Boğaza giren gemiler ise top ateşleri ile Türk mevzilerini vuruyordu. Osmanlı askeri, mevzilerini can siperane bir şekilde koruyordu. Boğaz'ı aşamayan düşmanlar, bu kez karadan çıkarma yapmayı denediler. Bolayır, Seddülbahir, Beşike, Kabatepe, Conkbayırı, Anafartalar, Arıburnu; kara savaşlarının en yoğun geçtiği yerler oldu. Osmanlı askeri âdeta etten bir duvar örmüştü. İngiliz mitralyözünden çıkan kurşunlar, mevziden çıkan askerlerimizi taradıkça, arkadan yenileri çıkıyordu. Göğüs göğüse yapılan harbin sonunda, İngilizler, Fransızlar öldürmekten yıldılar, Osmanlı neferi ölmekten korkmadı. Böyle ölüme çok rahat giden bir orduyu karşısında gören düşman askerleri, korkuya, dehşete kapılıp silahlarını bırakıp kaçmaya başladılar.
Cephelerde belki şehitlerden aşılmaz bentler oldu, nice yiğitler, canlar hakka teslim oldu ama, karşı tarafa da bunun bedeli çok ağır ödetildi. Hem de çok ağır...
17 Mart gecesi Nusret mayın gemimiz, sanki düşmanın ertesi gün büyük saldırıya geçeceğini hissetmiş gibi sabaha kadar denize mayın bıraktı. 400'e yakın mayın, düşman gemilerini bekliyordu.
18 Mart günü Boğaz, İngiliz ve Fransız donanmasının gemileri ile doldu. Queen Elizabeth zırhlısı, İnflexible, Agamennon, Lord Nelson, Qcean, Wengeance Majestic, İrresistible, Bouvet, Prince, Suffren isimli dev savaş gemileri Boğaz'ın iki yakasını vurmaya başladılar. Osmanlı'nın Mesudiye, Mecidiye, Hamidiye, Namazgâh ve Dardanos tabyalarından anında karşılık gördüler. Bir kısmı top mermisi ile bir kısmı mayın çarpması ile yara alan düşman gemilerinden bazıları, Boğaz'ın derin sularına gömülüp gitti. Boğazların bu kadar geçilmez olabileceğini tahmin etmemişlerdi. Amiral De Robeck komutasındaki düşman donanması büyük bir hezeyana uğramış, yenilmişti. Osmanlı üzerine yaptıkları hesaplar tutmamıştı. 18 Mart 1915'te kazanılan bu zafer, Türk milletinin efsanevi dirilişinin başlangıcı oldu.
**
Peki! Osmanlı ne yapmıştı da Batı, bir ülkeyi ve insanlarını yok etmek için bu kadar kin ve nefret doluydu?
Napolyon'un ''İstanbul bir anahtardır. İstanbul'a egemen olan dünyaya hükmedecektir" sözü müydü Batı'yı kamçılayan?
Ya da Osmanlı'nın, Haçlılar'ın Kudüs'e hakim olmasını engellemesi miydi?
Ya da, ta Endülüs Emevi Devleti'nden itibaren, Batı'nın Papalık yönetimi karanlığından kurtulup, aydın bir din olan İslam dini ile yakınlaşma tehlikesi mi?
Ya da, 600 yıl gibi uzun bir süre dünyaya adaleti, merhameti, İslam'ı, medeniyeti, insanlığı öğreten Osmanlı gibi bir devletin varlığı mı?
Ya da, ölmek üzere olan hasta adam olarak gördükleri Osmanlı Devleti'nin toprakları altında yatan, zengin petrol ve maden yatakları mı?
Belki de hepsi... Belki de dünyayı yönetmeye çalışan derin güçlerin bilmediğimiz başka hesapları...
100 yıl oldu. Zaman su gibi akıp geçiyor. "Çanakkale Geçilmez"i öğrettiğimizin üzerinden bir asır geçti. Tarih tekerrürden ibarettir derler. Batı'nın kirli emelleri ve hesapları devam ettiği müddetçe, bizden öğrenecekleri daha çok şeyler var!
Aziz şehitlerimiz nur içinde yatsınlar. Savunmak için canlarını verdikleri vatan emin ellerde...
16.03.2015
Geçmişten geleceğe bilginin taşınması
Bilginin paylaşılması, kalıcı hale gelmesi, gelecek nesillere aktarılması, çok eski çağlardan beri insanlık tarihi için önem arz etmektedir.
İnsanlar bir şekilde bilgilerini saklamak ve ileriki nesillere aktarmak için; yazıtlar, işaretler, kitabeler, yazılı eserler, matbaanın devreye girmesiyle basılı eserler, günümüzde de teknolojisinin sunduğu imkânlar doğrultusunda sesli teyp kayıtları, görüntülü analog kayıtlar ve en son teknoloji olan sayısal (Digital) kayıtlar gibi araçlar kullandılar. Bu araçlar içinde bilginin paylaşımı, aktarımı için bütün dünya insanlarının kullanageldiği yazılı ve basılı eserlerden oluşan kitaplar ise her asrın vazgeçilmez bilgi kaynağı oldu. Bu değerli bilgi kaynaklarını hem saklamak, hem de paylaşılmasını sağlamak için, kütüphaneler kurulup, insanlığın istifadesine sunuldu.
Türkiye'de, tarihin derinliklerinden gelen bir kütüphane geleneği bulunmaktadır. Türklerde bilginin yazılı olarak aktarılması, bilinen tarihte Orhun Yazıtları'na kadar dayanmaktadır. Anadolu Selçukluları ve Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde, kütüphanelerle ilgili faaliyetlerin büyük önem taşıdığı bilinmektedir. Kütüphaneler; cami, medrese ve vakıfların âdeta birer parçası haline gelmiştir. Ayrıca bağışlar yoluyla da vakfedilen, bağımsız kütüphaneler bu bilgi paylaşım zinciri içinde yerini almıştır.
Bugün Türkiye'deki bütün halk kütüphaneleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı KYGM (Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü) çatısı altında hizmetlerini yürütmektedir. KYGM bünyesinde (2013 yılı kayıtlarına göre) 1118 kütüphane bulunmaktadır. Ayrıca 580 noktaya hizmet götüren 32 gezici kütüphane bulunmaktadır. Halk kütüphanelerinde 16 milyonun üzerinde kitap ve yaklaşık 80 bin cilt süreli yayın bulunmaktadır. Her geçen yıl kütüphanelerin koleksiyonları büyümektedir. Halk kütüphanelerine kayıtlı üye sayısı ise 1 milyonu aşmıştır. Özellikle son yıllarda yapılan çeşitli kampanyalar, düzenlenen fuarlar ile kitaba olan ilgi oldukça artmıştır.
Bu ülkemiz açısından son derece faydalı bir gelişmedir. Çünkü, bilgi ne kadar paylaşılırsa, o kadar büyür. Bilgi paylaşılan ülke de o kadar kalkınır, gelişir.
**
Geçtiğimiz günlerde, ülkemizin kültürel mirası ve bilgi hazinesi ile ilgili bir çalıştay yapıldı. Kültürel mirasımıza sahip çıkmak, uluslararası kültürel alanda söz sahibi olmak, geçmişi, bugün ve gelecekle bütünleştirmek için atılabilecek adımlar, Antalya'da Ankaref tarafından düzenlenen "Kütüphane, Arşiv ve Müze Yöneticileri Çalıştayı"nda masaya yatırıldı. Yaklaşık 400 kütüphane, arşiv ve müze yöneticisi, öğretim üyeleri ve uzmanın katıldığı bu çalıştayda, çok önemli konularda çözümler arandı. Kültür ve Turizm eski Bakanı Atilla Koç'un da konuşmacı olarak yer aldığı ve kültürel mirasımızın devamlılığını sağlayan kütüphane, müze ve arşivleri, bilişim ve teknolojiyle birleştirmek için yapılan bu toplantıyı çok faydalı buldum. Bu tür çalışmalar bizim kalkınmamıza, gelişmemize büyük katkı sağlayacaktır.
**
Neden mi?
Bilgilerini geçmişten geleceğe taşıyamayan toplumlar batmaya mahkûmdur. Biz geçmişle gelecek arasındaki bağları koparılmış bir toplumuz. Eğitim, öğretim gördüğü alfabesi değiştirilen, yeni harflerle sıfırdan başlayan bir toplum için dünya standartlarında bilgi paylaşımını yeniden yakalamak, büyük bir çaba gerektirir. Yıllarca ülkemizi diğer ülkelerle kıyaslayarak, okuma oranının çok düşük olduğundan bahsettiler. Elbette düşük olur. Diğer ülkelerin hiç birinin alfabesi değişmedi çünkü. Asırlar önce hangi yazıyı okuyorlarsa, hâlâ aynısını okuyorlar. Ayrıca asırlar öncesinde hangi kelimeyi konuşuyorlarsa, bugün de aynı kelimeyi konuşuyorlar.
Biz sadece alfabemizi değil, aynı zamanda konuştuğumuz kelimeleri de değiştirdik. Dede ile torun arasındaki bağlantıyı kopardık. Bir önceki nesil bir sonrakini anlamaz oldu. Buna rağmen bugün kitap okuma, bilgi paylaşımı konusunda gelinen nokta, fevkalâde başarılıdır. Kütüphanelerimizin yoğunluğu her geçen gün artmaktadır. Okuma oranımız, basılı kitap sayımız her geçen gün hızla yükselmektedir. (2014 verilerine göre basalı kitap adedinde 12. sıradayız)
Okumak; kültür demektir, bilgi demektir, gelişmek demektir, medeniyet demektir. Bu ülke insanı zoru başardı. Aşılmaz bentleri aştı. Çelikten kabuğunu kırdı. Uzaklaştırıldığı değerlerine muhteşem bir dönüş yaptı. Aslına rücu etti. Geçmişten geleceğe yeniden köprü kurdu.
Şimdi bunun meyvelerini toplama zamanı...
23.03.2015
ŞAKA DEĞİL GERÇEK!
Aptallar Günü ya da Hile Günü adıyla tarihe geçen 1 Nisan günü, Batı kültürüne şakaların yapıldığı bir gelenek olarak yerleşmiş, dünyanın çeşitli ülkelerinde de, aynı algı ile şakalar yapılan gün olarak kabul edilmiştir.
Batı kültüründe her ne kadar, şakaların yapıldığı bir gün olsa da, bazı tarihî rivayetlerde hazin bir hikâyesi olan gün olarak anlatılagelmiştir.
Müslümanlığı Avrupa'ya taşıyan ve 15. Yüzyıla kadar orada yaşatan Endülüs Emevileri, Haçlı saldırıları ile oldukça yıpranmış, savundukları son kalelerden de çekilmek üzeredir. Kuşatılan kalelerden birinde saldırılara rağmen kaleye girmeyi başaramayan Haçlı ordusu komutanı Endülüs Müslümanlarına bir teklif yapmak için 31 Mart akşamı kalenin önüne gelir. Bir elinde Kur'an-ı Kerim, diğer elinde İncil 'Hem sizin inandığınız kitap, hem de bizim inandığımız kitap üzerine yemin ederim ki, bu gece kaleyi teslim ederseniz, sizlerin sağ salim buradan gitmenizi sağlayacağım' diye söz vererek teklifte bulunur. Artık Endülüs'ün son günlerinin yaşandığının farkında olan Müslümanlar, daha fazla can zayiatı olmaması için, iki kitap üzerine yemin eden Haçlı komutanın teklifini kabul ederler. 1 Nisan günü çocuklar, yaşlılar, yaralılar, kadınlar, askerler; kafileler halinde kaleden çıkmaya başlarlar. Hepsi çıktıktan sonra Haçlı komutan saldırı emrini verir. Müslümanlar, 'Yemin etmiştiniz. Kan dökülmesin diye sizin sözünüze inandık. Bu nasıl anlaşma?' deyince, Haçlı komutan 'O söz dün içindi, bugün 1 Nisan' der. O gün, oradaki bütün Müslümanlar yaşlı, hasta, çocuk demeden şehit edilir. Bu olay tarihî rivayetlere Müslümanlar açısından acı bir vaka, Hristiyan Avrupalılar için başarılı bir hile olarak geçer. O günden sonra 1 Nisan günü Hristiyanlar arasında 'Hile Günü' olarak kutlanmaya başlar.
**
Bir diğer 1 Nisan algısı ise, Batılıların kullandığı miladi takvimde yılbaşı başlangıç tarihinin, Fransa Kralı IX. Charles tarafından 1 Ocak ilân edilmesiyle başlamıştır. Birdenbire eski alışkanlıklarını bırakamayan ya da değişimden haberi olmayan halk, yılbaşı olarak 1 Nisan günü eski geleneklerini sürdürüp hediyeleşmeye devam etmişler. 1 Ocağı yeni yıl başlangıcı kabul edenler ise eski gelenekleri sürdürenlere '1 Nisan Aptalları' demişlerdir. Zamanla bu durum gelenek halini almış, Fransızlar "1 Nisan"larda birbirlerine, aptal durumuna düşürücü şakalar yapmaya başlamışlar.
Ayrıca yine Fransa'da nisan ayında balık avı yasağı çıkınca, bazı şakacılar, balık avcılarını kandırmak için suya oyuncak çiroz ringa balıkları atarak şaka yapmışlar. Böylece 1 Nisan şakaları yerleşmiş.
Fransa, Hollanda, Belçika, Kanada, ABD, İsviçre, Japonya gibi dünyanın bazı ülkelerin vatandaşları 1 Nisan'ı 'April Fools's Day' (Aptallar Günü) olarak kutlarken, İngiltere, April Fools' Day (Nisan Kaçıklar Günü) olarak kutlamaktadır.
**
Çeşitli sebeplerle Hristiyanların "Şaka günü" olarak kabul ettikleri bu günün, her ne kadar zararsız eğlence kültürü gibi görülse de, yukarıda naklettiğim bilgiler ışığında, hangi sebeple olursa olsun, aldatma üzerine kurulu bu âdetin, bizim kültürümüzle bir alakası yoktur.
İster Fransız aptallığı, ister İngiliz kaçıklığı densin, sadece bu gün için değil, her gün için devam eden şaka olmayan bir gerçek var. Sadece 1 Nisan'da değil, her gün yüzlerce Müslüman öldürülmeye devam ediyor.
Bu şaka değil gerçek!
Şimdi 1 Nisan'ı bir de bu gözle bakıp, aldatma günü değil, bir günlüğüne de olsa "İnsan Olma Günü" ilan edin!
30.03.2015
Soğuk savaşın silahları
Bugün Orta Doğu, Batı'nın silah deneme alanı gibi, silahlı çatışmanın her türlüsünü yaşıyor. Diğer bir ifade ile varil bombasından kimyasal zehirine kadar, envai tür silahların kullanıldığı sıcak bir savaşın tam ortasında... İnsanlar ölüyor, şehirler yıkılıyor, yağan bombalar taş taş üstünde bırakmıyor. Olanların nedenini kavrayamayacak kadar küçük olan masum çocuklar, oynadıkları huzurlu günleri özlercesine, viraneler arasından endişe ve korku dolu gözlerle, anlamsız bakışlarla olanları izliyor.
Sıcak savaş denmesi; bombaların, silahların patlamasından, uçuşan füzeler, kurşunlar arasında acıların yaşanmasından, yıkımlarının hemen görülmesinden, fiziksel etkilerinin, sıcaklığının hemen hissedilmesinden geliyor.
Dünya tarihi, dehşetli günlerin yaşandığı, çok acı sonuçların olduğu, milyonlarla ifade edilen insan hayatının son bulduğu, bu tür sıcak savaşlarla doludur.
Nedeni ise, bir ırkın bir ırka, bir inancın bir inanca, bir fikrin bir fikre ya da bir gücün diğer bir güce maddi, manevi üstünlük sağlayıp, zenginlik sağlayan kaynakların ele geçirilme düşüncesidir. Bu üstünlük savaşı, zenginlik sağlayan kaynakları ele geçirme savaşı öyle bir hale geldi ki, bugün ateşinin düşmediği hiçbir ülke yok gibi!
**
"Bizde savaş yok!" "Biz rahatız!" "Bize dokunmayan yılan bin yaşasın!" Düşüncesinde olanlar büyük bir yanılgı içindedir. Sıcak savaşlar, aysbergin su üzerindeki görünen tarafı gibidir. Asıl tehlike ise, aysbergin su altındaki dev tarafı gibi görünmeyen, perde arkasında acımasızca devam eden soğuk savaşlardır.
Devletler veya derin güçler bu üstünlük savaşını, ekonomi, gıda, sağlık ve fikir alanlarında; para biyolojik, kimyasal, siber ve kültürel güçlerini kullanarak sessiz ve derinden devam ettirmektedir.
Hiçbir karşılığı olmayan, bir kâğıt parçası değerindeki dolarla dünyayı yönetmeye kalkanlar, uyguladıkları ekonomik manevralarla istedikleri ülkelerde etkilerini gösterip, milyar dolarla ifade edilen menfaatler elde edebiliyorlar.
Ya da digital ortamda çalışan sistemleri kullanarak siber saldırılar ile, sisteme sızıp bilgileri elde etmek, sistemdeki bilgi akışını değiştirip insanları yanıltmak, sistemi çökertmek sureti ile büyük menfaatler elde edip, zararlar verebiliyorlar. (Geçen hafta ülke çapındaki elektrik kesintisinin siber saldırı ile yapıldığı ihtimali konuşuluyor.)
Ya da bitkisel ve hayvansal genler üzerinde yaptıkları değişimlerle ürettikleri GDO'lu ürünlerle, insan sağlığı üzerinde büyük yıkımlar oluşturup, ürettikleri salgın mikroplarla ilaç sanayiinden milyar dolarlarla ifade edilen menfaatler sağlayabiliyorlar. (Geçtiğimiz yıllarda domuz gribi safsatasından bir ilaç firmasının elde ettiği menfaat, 65 milyar dolar.)
Gerek ekonomi, gerek siber, gerekse biyolojik alanda olsun, yapılan soğuk savaşa karşı ülkeler çareler üretip karşı koyabilirler. Çünkü bunların gözle görülür etkileri hemen fark edilir.
**
Fakat insanlarımızı sinsice ele geçiren, soğuk savaşın en tehlikeli silahı olan kültürel hegemonya, çaresiz ince hastalık gibi sessizce yayılıyor. Yabancı güçler birer birer beyinlerimize bayraklarını dikiyor. Kültür akımları ile ele geçirilen genç beyinler, kolay kolay iflah olmuyor. İçimizde, düşman gibi düşünen işgal edilmiş beyinler, ülkeyi içeriden vuran Brütüs karakterine dönüşüyor. Yabancı güçler bu beyinleri istedikleri gibi kullanıp, ülkeye büyük zararlar verebiliyorlar.
Eğer çocuklarımızı bu yabancı kültür mandasından kurtaramazsak, yabancı kültüre karşı kendi kültür şuurumuzu kazandıramazsak, önce beyinlerimiz, sonra güçlerimiz yavaş yavaş taraf değiştirecektir. Zira kültürsüz milletler yok olmaya mahkûmdur. Bu sebeple millî kültüre sahip çıkmak, diğer saldırılardan çok daha önemlidir.
Müreffeh, bağımsız bir istikbâl, ancak kültürüne sahip çıkan nesillerle kazanılır.
.....
Not: Gazeteci F. William Engdahl'in yazdığı "Ölüm Tohumları" kitabı, genleri değişmiş (GDO"lu) tohumların ölümcül tehlikelerini, jeopolitik ve ekonomik etkilerini anlatıyor.
06.04.2015
YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Nisan ayı...
Görünüşte yeni bir başlangıç ayı...
Bahara, sıcağa, yeniden doğuşlara, uyanışlara başlangıç... Yeniden yeni bir hayatın başlangıcı...
Geçen Cuma Beylikdüzü'nde bir caminin avlusunda hazır güneşi bulmuşken biraz güneşleneyim dedim. Malum, İstanbul'da son yıllarda güneşi bulmak zor... Zira serap misali bir görünüp bir yok oluyor. Artık her şey gibi mevsimlerin de tadı kaçtı. Bahar mı, yaz mı, kış mı, güz mü? Farkına varamıyorsunuz. Çimenler üzerinde hop hop zıplayan serçelerin neşesini bir göreceksiniz. Baharın farkına varmışçasına cıvıl cıvıl sesleriyle neşelerini duyurmaya çalışıyorlar. "Bak bahar geldi" der gibiler. Ağaçların dibinde ağızları açık, dilleri sarkık, tembel tembel soluyan birkaç köpek ise, sanki kışın soğuğunu atmak için güneşin bütün sıcağından istifade etmeye çalışıyorlar gibi yayılıp yatmışlar. Hemen yanlarından geçen kedi umurlarında bile değil. Hazır böyle bir güneş bulmuşken, ısınmanın keyfini hiç bozmaya niyetleri yok.
Ya ağaçlar, bitkiler. Asıl hareket canlılık onlarda... Baharın bir işareti olarak, üzerleri renk renk çiçeklerle bezenmiş ağaçlar, arıların uğrak yeri olmuş. Çiçeklerin bolluğu, bereketli bir yılın habercisi. Eğer nisan donlarına (soğuklarına) yakalanmazlarsa tabii... Güzün ekilen ekinler çoktan boy atmaya başlamışlar bile. Sanki herkes, her şey yeni bir başlangıcın sevincinde... Hayat devam ediyor.
**
Fakat geriye doğru baktığımızda başlangıç, yeniden uyanış gibi görünen bu ayda, birçok ünlünün, hayatının sona erdiğini, fani dünyaya veda ettiğini görüyoruz.
Herkesin isimlerini rahatlıkla hatırlayacağı yabancı ünlülerden, ABD Başkanları Abraham Lincoln (1865) ve Richard Nixon (1994), bilim adamı Benjamin Franklin (1790), ünlü fizikçi Albert Einstein (1955), İngiliz sanatçı William Shakespeare (1616), İtalyan lider Benito Mussolini (1945) ve Alman lider Adolf Hitler (1945), Ford fabrikasının kurucusu Henry Ford (1947), Yönetmen Alfred Hitchcock (1980), İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher (2013) gibi hepsi, başlangıç ayı olan nisanda hayatları son bulanlardan.
Kendi ünlülerimizden de, Lehçe-i Osmani adlı sözlüğü ile Türk dili ve edebiyatına katkılar sağlamış Sadrazam Ahmet Vefik Paşa (1891), Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa (1900), Özü Kalesi'ndeki Türklerin Ruslar tarafından kılıçtan geçirildiğini öğrendiğinde üzüntüsünden vefat eden milletinin sevdalısı Sultan 1. Abdülhamit Han (1789), Divan edebiyatının en büyük şairlerinden olan Baki (1600) ve Nabi (1712), Osmanlı yazarlarından Muallim Naci (1893), Milli Mücadele komutanı Mareşal Fevzi Çakmak (1950), hayatına 400'e yakın eseri sığdıran tarihimizin mimari dehası Mimar Sinan (1588), Türkistan'ın bağımsızlık lideri Osman Batur (1951), Kurtdereli Mehmet Pehlivan (1939), Cumhurbaşkanımız Turgut Özal (1993), siyasi lider Alpaslan Türkeş (1997), Türk şiirinin ustalarından Abdülhak Hamit Tarhan (1937), Sanatçı Münir Nurettin Selçuk (1981), iş adamı Sakıp Sabancı (2004) ve daha isimlerini sayamadığımız niceleri...
Niceleri diriliş ayı nisanda, göçüp gittiler.
**
Ya Kayahan! Mütevazılığı ile gönülleri fetheden, hayat dolu duayen sanatçı... O da her şeyin yeniden başladığı ayda hayatı bırakıverdi. Sevenleri onu bırakmak istemese de...
Hayatı diğerleri gibi bırakan biri daha var. Aslında bir bahar gibi yeniden başlamaya, filizlenmeye, gelişmeye hep hazırdı. Sanatçı ruhluydu. İnce ruhunun güzellikleri, çiçek çiçek açardı. İçindeki dirilişlere benzettiği baharı severdi. Fakat, bu nisan başkaydı. Baharın gücü, dirilişi, kıpırdanışı, enerjisi, onun yeni aylar görmesine yetmedi. Her fani bir gün ölür. Ölüm, Allahü teâlânın emri. O, Allah'ın emirlerine hep uyardı. Son kez yine uydu. Sonun başlangıcı olarak nisanı seçti. Yeniden, yeni bir hayatın başlangıcı olarak...
Mekânın cennet olsun Erol Mermer. Nisan yağmurları kadar rahmetin bol olsun. Farkımız yok! Biz de faniyiz değerli kardeşim.
Bu fani dünyada baki kalan muhabbettir, gerisi hazan!
13.04.2015
Suyu kim bulandırıyor?
Meşhur fıkradır. Duymayan belki az insan vardır.
Derenin yukarısında su içerken, aşağıda duran kuzuyu gören kurt onu yemeyi kafaya koyar. Bir sebep olsun diye de kuzuya seslenir. "Sen benim suyumu niye bulandırıyorsun?" der. Kuzu bir bulunduğu yere, bir kurdun bulunduğu yere bakar der ki: "Kurt abi, sen yukarıdasın, ben ise aşağıda. Su aşağı doğru akıyor. Suyunu nasıl bulandırabilirim ki!" Kurt kuzunun mantıklı cevabına daha sert bir sesle cevap verir: "Sen bana yalancı mı diyorsun?" Kurdun diklenmesinden ürken kuzu, "Size yalancı demek istemedim" der. Kurt iddiasını tekrarlar: "O halde benim suyumu bulandırdığını kabul et. Ben seni yiyeceğim..."
Evet, maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmekse ve hır çıkarmak için binbir sebep ortaya sürülmüşse, suyun hangi tarafa aktığının hiçbir önemi olmaz!
**
Son günlerde Ermeni tehcir olayını yine alevlendirdiler. Türkiye'ye soykırım yaftası giydirmeye çalışıyorlar. Yukarılarda duran bazı güçler "suyu bulandırdın!" dercesine, Ermeni meselesini temcid pilavı gibi önümüze sürüp duruyorlar. Peki, nedir bu Ermeni soykırım meselesi? Tarih boyunca Ermenilere sadık dost gözüyle bakan Türklere, soykırım nasıl yakıştırılıyor? Bu dostluğu kim, nasıl bozdu? 1915 tehcir olayı nasıl gelişti?
Bunun için 1800'li yıllara kadar inmemiz gerekiyor. Çünkü bu olayların temeli ABD'de atıldı. 1810'da Samuel J. Mills yönetimindeki bir grup tarafından kurulan Amerikan Board Teşkilatı, Doğu'dan Batı'ya birçok ülkede yoğun bir misyonerlik faaliyetine başladı. 1819 yılından itibaren de Osmanlı topraklarında yapılandılar. Osmanlı Devleti içinde Batı Misyonu, Doğu Misyonu, Merkezi Türkiye Misyonu gibi misyonlar oluşturarak, ülkeyi örümcek ağı gibi sardılar. Eğitim çalışmaları adı altında 80 yüksekokul, 8 kolej ve 16 kız okulu açtılar. Hiç Türk öğrencinin alınmadığı bu okullardaki öğrenci sayısı kısa sürede 27 bini aştı. Yardım kurumları kurarak, sosyal hayatın içinde yer aldılar, halkın güvenini kazandılar. Düğünlerde, ölümlerde, bayramlarda, yiyecek pazarında, geçim kaynaklarında, yer altı ve yer üstü zenginliklerinde insanları kendilerine bağlayan faaliyetlerde bulundular. Yüz yıl içinde Osmanlı'nın toplum yapısını ve zayıf noktalarını çok iyi çözdüler. Amerikan Board misyonerleri, ellerinde bol para, incil, dini risale ve çeşitli yayınlarla Ermeni evlerine bir bir giderek, Osmanlı'ya karşı ilk düşmanlık tohumlarını aşıladılar. Osmanlı karşıtı düşünen beyinler çoğaldı. Özellikle Merkezi Türkiye Misyonu, Osmanlı Ermenilerini Devlete karşı kışkırtmak için hazırladı. Türk aleyhtarı Ermeni propagandasında kullanılan bu gençlerin bir kısmı Amerikan vatandaşı yapıldı. Amerikan misyonerleri, yetiştirdikleri Ermeni ihtilalcilerini destekleyip, Hınçak ve Taşnak komitelerinin gizli kuryeliğini yaptılar. Artık Osmanlı Ermenilerinin bir kısmı, fitili ateşlenecek bomba misali patlamaya hazırdı.
Dost Ermeniler, düşman olmuştu artık!
Yıl 1914. Birinci Dünya Savaşı çıktı. Osmanlı önce bu savaşa girmedi. Fakat Amerikan basını, "Türkiye'de Ermeniler katlediliyor!" şeklindeki manşet haberleri ile algı operasyonu başlattı. Amerikan Başkanı Wilson'a Türkiye'ye müdahale etmesi için çağrıda bulunuyorlardı. İngiltere ve Fransa bu haberleri teyit ediyordu. Neler oluyordu? Halbuki Türk topraklarında böyle bir vukuat yoktu. Anadolu insanını çirkin bir oyunun içine sürüklüyorlardı. Bu katliam haberleri ülkeleri etkiledi. 2 Kasım 1914'te Rusya, 5 Kasım 1914'te İngiltere ve Fransa, Osmanlı devletine savaş açtılar. Rusya'nın desteklediği Ermeni Taşnak Komitesi (Taşnaksutyun), Doğu'daki Ermenileri isyana hazırlıyordu. 1915 Nisan'ında Van'da başlattıkları isyan Doğu illerini sardı. Binlerce insanımız öldürüldü. 24 Nisan'da Taşnakların faaliyeti yasaklandı. Ve Osmanlı Devleti kan dökülmemesi için Ermeni tehcirini (Zorunlu göç) başlattı. Fakat Türkiye'deki Ermenilerin topluca katledildikleri propagandası sürüp gitti. Batı'nın yüz yıllık çalışması hedefine ulaşmıştı. Osmanlı'nın yıkılış fitilini ateşlemişlerdi. Sonrası malumunuz...
**
Şimdi soruyorum. İki yüz yıl önce başlatılan bu habis oyunda müsebbibler belli iken, siz haklılığınızı kime, nasıl inandıracaksınız? Daha katliam olmadan "Katliam var" diyenlere neyi anlatacaksınız? Bütün arşivleri önlerine dökseniz beyhude olacak. Boynumuza yafta asılmış. Bizi halletmeyi kafaya koymuşlar bir kere... "Suyu bulandırıyorsun" demişler.
Suyun ne tarafında olduğumuzu göreceklerini mi zannediyorsunuz?
Tek çare var. Kurttan daha güçlü olmak!
20.04.2015
ASIL MESELE...
Her yıl, 24 Nisan günü (1915 yılında Ermeni Taşnak Komitesi'nin Van'da ve Doğu illerinde isyan başlatıp masum halkı katletmeye başlaması üzerine, Osmanlı Devleti'nin katliamları durdurmak için, Taşnak Komitesi'ni gayri kanuni kabul edip faaliyetlerini menettiği gündür.) Ermeni Diasporasının yaptığı lobi faaliyetleri ile "Soykırım" diktesi önümüze devamlı sürülüyor. Yapılan yoğun kampanyalarla ülke liderlerine "Ermenilere soykırım yapıldı" dedirtmeye çalışıyorlar.
Bu çabaların sonunda Ermeni Tehcirinin 100. Yılında Avrupa Parlamentosu (AP) 1915 olaylarını "soykırım" olarak nitelendiren karar tasarısını oy çokluğuyla kabul etti.
Almanya Federal Cumhuriyeti Meclisi partileri de, tarihlerine kara bir leke olarak geçecek bir karara imza atarak, Osmanlı birliklerinin iç isyanı bastırmak için 100 yıl önce yaptığı müdahaleyi soykırım olarak nitelendirdi. Önergede "Ermenilerin kaderi, 20'nci yüzyıla damgasını vuran katliam, etnik temizlik, tehcir ve soykırım tarihine bir örnektir" ifadesine yer verilmiş!
Neden kara leke?
Çünkü Koskoca Osmanlı Devletini bitiren 1. Dünya Savaşına, Osmanlılar, Alman Devleti ile aynı safta girdi. Eğer bir suç varsa, en az Osmanlılar kadar Almanlar da suçlu o zaman. Çünkü ortak savaştıkları yıllarda vuku bulmuş bir olay.
Neden kara leke?
Çünkü önce yüzleri kızarması lazım... Çok yakın tarihte 1939-1941 yılları arasında, 6 milyon Yahudi'nin katledildiği bir ülke. Hem de öyle bir katliam ki, Yahudiler hayvan vagonlarına doldurulup, ölüm fabrikalarına taşınıyor; gaz odalarında Zyklon B gazı ile çok acı çektiren bir şekilde öldürülüyordu. Sonra bu cesetler, fırınlarda yakılıyor, ölenlerin şahsi eşyaları, altın dişleri, elbiseleri, ayakkabıları, saçları, vücut yağları endüstride kullanılıyordu.
Vahşetse bu vahşet! Katliamsa bu katliam! Soykırımsa bu soykırım! Sadece 20. Yüzyıla değil, insanlık tarihine damgasını vuran vahşet bir olay!
**
Avrupa'ya gelince...
711 yılında Hristiyan Avrupa'ya yerleşen, Endülüs Müslümanlarının maksadı Allah'ın son dini olan İslamiyeti insanlara tebliğ etmek, onların kurtuluşunu sağlamaktı. Karanlık çağda hurafelerle yaşayan Avrupalılara medeni hayatı öğrettiler. 800 bin nüfusu ile Kurtuba ilk ışıklandırılan kent oldu. Avrupa'da ilk üniversiteyi kurdular. Sadece Kurtuba'da 500 câmi, 300 hamam ve 70 halk kütüphanesi vardı. Bir yılda 60.000 kitap yazılıyordu. Endülüs'te okuma yazma bilmeyen yok gibiydi. Avrupa'da ise okuma yazmayı din adamları ve asiller dışında bilen pek azdı.
Adaletli, huzurlu ve medeni bir hayat sağlayan İslam dini, Avrupa'da yayılmaya başladı. Papalık bunu tehlike olarak gördü. Ta ki 1492 yılında Kraliçe İsabel'in emriyle yerle bir edilen Gırnata'da on binlerce insan öldürülene kadar. Bu tarihten sonra Hıristiyanlar Müslümanlara ait bütün izleri silmeye başladı. Muhteşem câmiler, saraylar, kütüphaneler yakıldı, yıkıldı. 2 milyondan ziyade kitap talan edildi. Su kanalları, çeşmeler, hamamlar tahrip edildi. Müslümanlar ya öldürüldü, ya göçe, ya da din değiştirmeye zorlandı. Din değiştirenlere bile güvenilmeyip engizisyon fırınlarında yakılarak öldürüldüler. Tarihin en büyük Müslüman soykırımını yaptılar. Osmanlı Devleti gemilerle giderek kurtarabildiklerini kurtardı.
Ey Avrupa! İber'deki Endülüs Müslümanları nerede? Hani camileri? Hani eserleri? Buharlaştı mı bunlar? Endülüs Müslümanlarını katletmeniz de sizin yüz karanız olarak tarihe geçen bir soykırımdır. Tıpkı Amerika'daki Kızılderililerin katledilmesi gibi...
Soykırıma uğradı dediğiniz Ermeniler, o tarihlerde Bizans'ın zulmünden Anadolu Türklerine sığınmış, onların himayesinde güven içinde yaşıyordu. Ermeniler bugüne kadar geldilerse, Osmanlı'nın himayesiyle geldiler. Yoksa Bizans'ın Rumları, Ermeni diye bir millet bırakmayacaktı.
**
Asıl mesele ne biliyor musunuz?
Osmanlı, dünyaya adaleti getiren, mazlum halkları koruyan, Amerika'yı bile vergiye bağlamış güçlü büyük bir devletti. Birbirini kesmeye, boğazlamaya, ezmeye alışmış Batı devletleri, yüzyıllarca Osmanlı'nın korkusundan zulüm işleyemez olmuştu. Böyle bir gücü bir daha karşılarında asla görmek istemiyorlardı. İşte asıl mesele bu.
Bu sebeple, yıllarca Türkiye üzerinde kurgulanan oyunlar oynadılar. Sağ-sol dediler tutmadı. İşçi-patron dediler tutmadı. Alevi-Sünni dediler tutmadı. Türk-Kürt dediler tutmadı. Gezi-paralel dediler tutmadı. Şimdi de Ermeni-Türk ayrımı yapmaya çalışıyorlar. Bu ülkenin topraklarında yaşayan Ermeni vatandaşlarımız nerede yaşadıklarının bilincinde. Dönen oyunların da, kirli odakların da farkındalar.
Soykırımı iddia edenler, önce kendi karalarını bir temizlesinler bakalım! Sonra bizim varsa hesabımız, alnımızın akıyla veririz evelallah!
27.04.2015
Ağaç isteyen tohum eker!
Kültürümüzün, geçmişten günümüze ve geleceğe taşınmasında payı olan vesilelerden biri de şüphesiz ki dergilerdir. Bazen birkaç kültür adamının, bazen birkaç şairin, edebiyatçının ya da tarihçinin bir araya gelerek yayımladıkları dergiler, kimliğimizi oluşturan değerleri çok farklı açılardan okuyucularına yansıtmışlar, fikir ve sanat eserlerinin benimsenmesinde, yayılmasında önemli rol oynamışlardır. Dergilerin en önemli faydalarından biri de kendini duyurma imkânı bulamayan yazar, şair, bilim adamı ve araştırmacının fikirlerinin duyurulmasına, yazılarının, şiirlerinin yayımlanmasına vesile olmasıdır. Nice kültür adamımız, çeşitli dergilerin sağladığı yazma fırsatı ile kendilerini ifade etme imkânı bulmuşlar, bir yazarlık mektebinde yetişir gibi edindikleri tecrübelerle toplumun sayılan, sevilen isimleri arasında yerini almışlardır.
Günümüzde çok sayıda ve çok farklı alanlarda dergi yayımlanmaktadır. Ticari dergiler yanında kültür, sanat, edebiyat, fikir ve tarih alanlarında yayın yapan dergilerin sayısı da oldukça fazladır. Bunlardan bir kaçını tanıtmak istiyorum.
**
Şehirler âbâd edilirken, kültürü berbat etmeden, sanatı, edebiyatı şehrin belleğinden ayırmadan, şehirli ile birlikte yaşanması, yaşatılması çabası ile çıkan "Şehir ve Kültür" dergisi bunlardan biri...
Hazırladığı arşivlik sayılarla bir süreli yayın olmaktan öte, Batı yanlılarının bütün tahribat çabalarına rağmen, İslam medeniyetini en duyarlı şekilde yansıtan bir milletin his tarihine dair, önemli şerhler düşme gayretini sürdüren bir dergi. Konu zenginliği ile, tasarımı ile, rengârenk resimleri ile okurlarını sıkılmadan başka dünyalara taşıyor.
. . .
"Bütün bildikleriniz tarih olacak!" sloganı ile tarih dergileri arasında yerini alan "Derin Tarih" ise, gerçekten bildiğimiz tarihin çok ötesinde bize yeni, duymadığımız bilgiler sunuyor. Gerçekleri saklanan tarihî olayları, belgelerin ışığında âdeta kapatıldıkları karanlık mahzenlerden gün yüzüne çıkararak okurlarıyla buluşturuyor. Derin Tarih, güçlü ve zengin bir yazar kadrosuna sahip. Her biri alanında uzman tarihçiler, derginin sayfalarında okurlarını âdeta tarihin saklı koylarına, gizli dehlizlerine bir yolculuğa çıkarıyor.
. . .
Yazar kadrosu ile, muhtevası ile, tasarımı ile, okuyucusuna zengin bir kültür sunan, takip ettiğim ve "işte aradığım dergi diyebildiğim" dergilerden biri de "Divanyolu" dergisi... İstanbul'da filizlenen ve yurt sathına dalga dalga yayılan bir hizmet anlayışı ile kültür, sanat, tarih, edebiyat ağırlıklı ve içtimai hayattan kesitler sunan, dolu dolu bir dergi... Uzun yıllar Türkiye gazetesinde köşe yazıları ile tanınan, sevilen tecrübeli gazeteci Muammer Erkul'un genel yayın yönetmenliğinde her ay okurları ile buluşuyor. Yayın hayatında 1 yılını çoktan gerilerde bırakan ve okuyucusu ile sıkı bağlar oluşturan dergi, ünlü kalemlerin imbikten süzülen damlalar misali, satırlara nakşeden yazıları ile gönüllere hitap ediyor. Fedakârlıklarla hazırlanan dergi, kütüphanenize zenginlik katacak bir kültür hizmeti...
. . .
Tarihimizde geçen ibretlik vakaları inceleyip, araştıran ve rahat okunur bir mizanpajla okuyucularıyla paylaşan "Yedikıta" dergisi de sağlam kaynaklardan güvenilir bilgileri bizlere sunuyor. Merak ettiğimiz, yüzeysel bilgilerle bildiğimiz birçok tarihî vakanın arka yüzü, bilinmeyenleri araştırmacı yazarlar tarafından okuyuculara aktarılıyor. "Yedikıta" dergisi tarihe bakış açısını şöyle yorumluyor: Tarihteki hadiselere kırık aynalardan bakanların her biri, farklı şeyler görür, farklı yorumlar ve değişik hükümler çıkarır. Tarih ise ancak bugünden o güne değil, o günden bugüne çok boyutlu gözlüklerle bakılırsa daha net ve pürüzsüz görülür. İşte "Yedikıta"nın bu bakış açısı, tarihi bambaşka bir boyutuyla algılamamızı sağlıyor.
**
Yaşayan kültürümüz, kadim medeniyetimizin tohumlarından yeşermiş, derin köklerinden güç alan ulu çınarlar gibi... Mevlana hazretlerinin "Kuru duayı bırak, ağaç isteyen tohum eker" misali dergiler de gönüllerde yeşertmek istenen duyguların, gelecek nesillere taşınmak istenen fikirlerin, kadim medeniyetin tohumu gibiler. Kültürümüzün, manevi değerlerimizin yaşaması, yaşatılması, yayılması için öz kültürümüzün tohumu değerindeki böyle dergilerin, alınması, ekilmesi, yeşertilmesi gerekiyor. Eğer gerçekten ağaç istiyorsak!
Yani bu topraklarda var olan değerlere sahip çıkmak istiyorsak, emaneti gelecek nesillere temiz bırakmak istiyorsak ve toprağın altında yatanlara minnet borcumuzu ödemek istiyorsak...
04.05.2015
İYİ ŞEYLERDÜŞÜNMEK!
Seyahat etmeyi sevmeyeniniz var mı?
Hele İstanbul'da yaşıyorsanız! Nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu insanlarının göçüyle oluşan İstanbul, yaz ayları öyle bir boşalıyor ki, şehir de nefes alıyor, gidenler de...
Sıla-i rahim düşüncesi ile insanlar, hem bir tatil yapmak, hem de memleket hasretlerini gidermek için yollara düşüyorlar.
Seyahat etmek insana gerçekten iyi geliyor. Şehirlerin entrika dolu basık havasından kurtulup, dertlerinizi, gerginliklerinizi bir nebze olsun geride bırakmak, bir nefes temiz Anadolu havasından ciğerlerinize çekmek ilaç gibi geliyor. İyi şeyler düşünmenizi sağlıyor. Otoban kalitesindeki pürüzsüz yollarda süzülerek gitmek... Ovalar, vadiler, dağlar, ormanlar aşarak farklı güzellikleri yaşamak... Dinlendirici bir heyecan... Yol güzergâhı üzerinde sergi açan, yetiştirdikleri ürünleri pazarlayan köylülerden durup alışveriş yapmak ise apayrı bir zevk. Hele hele durduğunuz yerde buz gibi dağ suyu akan çeşmeler var ise...
Bazen gittiğim ana yoldan yan yollara sapar, yakın kasabaları görmek için girerim. Anadolu'da görmediğim gitmediğim çok az yer var. Her bir yörenin kendine has kültürünü, farklı lehçesini, tadlarını, lezzetlerini, hususiyetlerini görüyorsunuz. Doğal güzelliklerini, şehir yapılanmalarını, tarihî eserlerini keşfediyorsunuz. İllaki her uğradığım dinlenme tesisinde ya da kasabada en çok ziyaret ettiğim yerlerden biri de camiler oluyor.
Çok eskileri hatırlıyorum da dinlenme tesisi dedikleri mekânlar çok berbat yerlerdi. Mescit bulmak çok zordu. Tuvaletleri ise, anlatmak ne mümkün? Artık sözün bittiği yerdi. Şimdi gerçekten çok modern tesisler, hijyenik ortamlarda hizmet veriyorlar.
**
Fakat seyahatlerimde dikkatimi çeken bir husus var. Dedim ya, camiler ve mescitler uğrak yerim diye. Hemen hemen neredeyse istisnasız bütün camilerde küçük oturaklara, sandalyelere, koltuklara hatta kilisedekilere benzer sıralara rastlıyorum. Bu, son 20 yıl içerisinde her seyahatimde giderek çoğaldığını gözlemlediğim bir değişim (İstanbul'da da fazlasıyla var). Hatta bazı dinlenme tesisleri o kadar abartmışlar ki, mescitlerin bir tarafına lüks deri koltuklardan yaptıkları sıralar yerleştirmişler. Şaşırıyorsunuz. "Acaba dinlenme salonuna mı girdim? Kiliseye mi?" diye...
Çocukluğumdan hatırlarım. Gittiğim hiçbir camide ve mescitte böyle bir yapılanma yoktu. Yaşlı bazı kişiler yere otururlar namazlarını öyle kılarlardı. Eğer camilerde sandalyeye ihtiyaç olsaydı, önce Osmanlılar bunu yapardı. Çünkü Osmanlı âlimleri, İslam dinini en iyi bilen, yüksek ilim seviyesindeki insanlardı. Ama yapmamışlar. Camilere sandalye, sıra asla sokmamışlar.
"Acaba Diyanet İşleri Başkanlığı'nın bir yeniliği mi?" diye araştırdım. Hayır. Hatta Diyanet İşleri, bir tamim ile bunu yasaklamış. Camilerde sandalye ile namaz kılmanın uygun olmadığını güzel bir şekilde izah etmiş.
O zaman camilerimizi kilise görünümüne sokan sandalyeli namaz kılma âdetini "kim yayıyor?" diye insanın aklına sorular geliyor. Belli birkaç şehirde, ya da yörede yapılsa, birkaç kişinin etkisi ile olabilir dersiniz. Fakat Türkiye genelinde Diyanet'in yasağına rağmen yayılınca, "sadece devletle değil, insanların dini ile de uğraşıyorlar" diye insan düşünüyor. Birçok ileri gelen din adamımızın da karşı çıktığı bu zararlı yapılanmaya birilerinin "sandalyede namaz olmaz!" demesi ve menetmesi gerekiyor.
Mesela yıllar önce (1983 yılı) yüzyıllarca Osmanlı'nın kullandığı temkinli namaz vakitlerini de değiştirmişlerdi... Yıllarca Müslümanlar vakit konusunda ikiye bölündüler. Ne gereği vardı! Bu değişimle kim neyi kazandı? Nasıl bir ilerleme sağlandı? Önceki vakitler yanlış mıydı? Osmanlılar hep yanlış vakitte mi namaz kılmıştı? Eğer değilse neden vakitleri değiştirme ihtiyacı duyuldu? Son zamanlarda ülkemizin içinde ve dışında gizli, aşikâr o kadar çok düşman var ki, insanın aklına binbir türlü soru geliyor. İnsanlarımızın inandıkları değerlerde ikilikler çıkararak kardeşi kardeşle karşı karşıya getiriyorlar. Yüzlerce yıl bizi dışarıdan vuramayan düşmanlar, her zaman yaptıkları gibi içeriden sinsice vurmaya çalışıyorlar. A, B, C, D, ... Z planları değil, çok planları var çok!
**
Ülkemizin temel değerleri üzerine serpilen ikilik tohumları, geleceğimiz üzerine kurgulanan kirli oyunlar, ülkesini seven her vatandaş gibi, beni de geriyor, üzüyor, endişelendiriyor.
Sizi bilmem ama, seyahat etmek bana gerçekten iyi geliyor. Şehirlerin entrika dolu, basık havasından kurtulup, endişeleri, üzüntüleri, gerginlikleri bir nebze olsun geride bırakmak, bir nefes temiz Anadolu havasından ciğerlerime çekmek, ilaç gibi geliyor. İyi şeyler düşünmemi sağlıyor.
11.05.2015
BİZİM AVRUPA
Geçenlerde yıllar önce SOFRES araştırma şirketinde birlikte çalıştığım bir arkadaşım ziyaretime geldi. Zaman o kadar hızlı akıyor ki, 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl sonra bir arkadaşınız karşınıza çıkıveriyor. İrfan Söyler, uzun yıllar Almanya'da kaldı. Dergi çıkardı. Televizyonlara programlar yaptı. Önüme bir kitap bıraktı. Avrupa'da gezdiği şehirlerde başından geçen önemli yol hikâyelerini "Bizim Avrupa" adıyla kaleme aldığı bir kitap...
Kitabı okudum. Gerçekten ders alınması gereken ilginç hikâyeler var. Kitaptan küçük bir bölüm aktarayım. İsveç'te uçağını kaçırması üzerine bir kasabada karşılaştığı Memduh ile geçen anısını, ilginizi çekeceği kanaati ile paylaşıyorum.
**
...
-Hakkâri nere, İsveç nere? Hikâyen nedir?
Memduh gözlerime bakıyor, durgunlaşıyor. Belli ki hatıraları depreşiyor. Başlıyor anlatmaya...
-Ben Kandil dağındaydım. Evimden köyümden ayrı, elimde silah dağlarda aylarım geçti. Kayaların dibinde uçak sesinden ürkerek ölümün ne zaman geleceğini düşünerek, soğuk-sıcak demeden yürüyerek gençliğimizi dağlardaki çalıların dallarına bıraktık.
Heyecanla Memduh'u dinliyorum.
-(İrfan bey) Seni gördüğüme o kadar sevindim ki, bizden bir ses birkaç kelime duymayalı o kadar uzun zaman oldu ki, kendimi boşlukta yaşıyormuş gibi hissetmeye başlamıştım.
Aynı vatanın iki evladı dünyanın çok uzak bir köşesinde hasret kokan sohbete devam ediyoruz.
-Dağlarda ne kadar kaldın?
-İki yıldan fazla...
-İsveç'e nasıl geldin?
-Örgütten (PKK) ayrıldıktan sonra kaçak yollar ile İsveç'e geldim. Sığınma talebi ve işlemlerden sonra kaldığım kamptan ayrılarak döner dükkânında işçi olarak çalışmaya başladım. Ardından bu kasabaya geldim. Burada döner yoktu. Şu an içinde bulunduğum dükkânı kiralayarak döner büfesi açtım.
Hava iyice kararmaya başlamıştı ki "Kalacak yer için bildiğin otel var mı?" diye sordum.
-Bunu hakaret kabul ederim. Aylar sonra misafirim geliyor ve ben bunu otele göndereceğim. Bizim kültürümüzde böyle bir şey var mı? Benim evim varken seni otelde yatırır mıyım?
İşte bizim insanımız bu! Birlikte dükkânı kapatıyor ve Memduh'un evine gidiyoruz. Sade bir bekâr evi... Duvarlarında Türkiye'den değişik manzaralar var. Boğaz köprüsü, Ağrı dağı, Pamukkale manzaraları... Demli çayımızı içerken muhabbetimiz sürüyor.
- Memduh Türkiye'nin en çok neyini özledin?
-Annemin kokusunu, babamın tesbih çekerken mırıldanışını, müezzinin ezan okuyuşunu, akşam yayladan gelen ineklerin köye girerken çıkardıkları sesleri, kuzuların annelerine koşarken deli gibi zıplamalarını... Daha sayayım mı? Saymakla bitmez.
-Memduh bizim sevdamız, hüznümüz, türkümüz, şarkımız, dostumuz, düşmanımız aynı değil mi?
- Aynı...
- Peki! O zaman niye bunca sene düşman gibi gösterildik?
-Büyük bir oyun oynandı. Bazıları için bu bir oyundu ama, olan vatanımızın yiten canlarına oldu. Olan kaybettiklerimize oldu. Analar ağladı. Oyunları oynayanlar güldü.
Yıllarca Kandil'de Türk kardeşlerini düşman bilerek elinde silah dolaşan Memduh'un tespitleri üzerine söylenecek nasıl bir söz olabilir ki?
**
Evet işte burası gerçekten sözün bittiği yer. Avrupa'nın ücra bir köşesinde PKK'dan kaçan, Hakkârili Memduh'un, özüne dönüşü, samimi itirafları, değerini anladığı vatanına hasreti, memleketinden tanıdık bir kişi, bir kelâm, bir nefes arayışı... Ve halen onun bıraktığı kandildeki hayatı devam ettirmek isteyenler...
"Bizim Avrupa"da bunun gibi, fakat çok farklı hikâyeler bulacaksınız. İrfan Söyler getirdikleri ile, götürdükleri ile Avrupa'dan anılarını kitabına aktarmış. Okumanızı tavsiye ederim...
01.06.2015
BABALAR "BABİŞKO" OLDU
Hayat yavanlaştı mı ne?
Sanki bir şeyler eksik. Bir şeyler farklı gibi.
Hani her zaman alıştığınız bir damak tadınız vardır. Bir yemek getirirler önünüze. Onun kokusundan, duruşundan, tadından, lezzetinden daha öncekilere benzeyip benzemediğini hemen anlarsınız ya!
İşte aynen öyle bir şey!
Hayatımızın da eski tadı, tuzu, lezzeti kalmadı, sanki yavanlaştı. Her şey biraz daha soğuk, biraz daha buruk gibi...
Farkında olmadan atladığımız, es geçtiğimiz ya da unuttuğumuz bir şeyler var. Hayat tarzımız, anlayışımız değişiyor. O eski günlerin aile sıcaklığı, hürmeti, efendiliği, geleneği kaybolmak üzere. Birbirlerine saygıyla hitap edenler azaldı. Kahvenin hatırı 40 gün bile sürmüyor artık. Komşusuyla karşılaşınca selam verip, hatırını soran hatırşinaslar yok şimdi.
Komşusunu tanımıyor ki selam versin!
**
Necip Fazıl'ın şiirindeki tarif, sanki topluma da yansımış.
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: Mavs oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kız kardeşimin tamtam da çığlıkları.
Şimdi apartmanlardaki hayat bu hâle geldi. Kimsenin kimseden haberi yok gibi yaşıyor. Yan komşuyu soyarlarken, taşınıyorlar zannedilen bir anlayış ve yabancılaşma var. Hayat bağlarının ipleri kopmuş.
Hele aile içi ilişkiler. Fertler arasında buzdan duvarlar var sanki. Çocukları bilgisayarlar, televizyonlar yetiştiriyor. Babalar "babişko" oldu. Eskiden babalar, evin hürmet edilen yol gösteren büyüğü idi. Sözü dinlenirdi. Toplumda gelenekleri yaşatan sarsılmaz bir aile yapısı vardı. Şimdi yabancı kültürlerin akımı aileleri esir aldı. Babişkolar çocuklarının dünya isteklerini karşılayan para kasası gibiler. Ailedeki değerleri ise bütçeleri kadar...
Bu soğuk ilişkiler şehir ortamına da yansımış. Sabırsız, aceleci, anlayışsız, soğuk, birbirini tanımaz bir psikolojiye bürünmüş insanlar, dokunsanız patlayacaklar kıvamına gelmişler. Işıklarda dururken, yeşil yanar yanmaz, daha elinizi vitese atmadan kornaya basanlar... Yollarda önce ben geçeceğim anlayışında olanlar... Metrobüslerde, tramvaylarda birbirini iteleyenler... "Lütfen önce siz buyrun!" diyen centilmenlere rastlanmıyor pek.
**
Bir okurumuzdan mektup gelmişti.
"Eski günler nerede? Birbirimizi çok sever sayardık. Fazla bir şeyimiz yoktu ama birbirimize anlayışımız vardı. Şimdi her şeyimiz var. Fakat saygımızı, sevgimizi yitirdik sanki" diye yazmış.
Ne kadar haklı...
Şimdi çok şeylerimiz var ama, sanki bir şeyler eksik, bir şeyler farklı gibi...
Hayat yavanlaştı mı ne?
25.05.2015
KAYIP GENÇLİK
Bir arkadaşımla sohbet ederken konu gençlerden açıldı. Oğlunun meziyetlerinden, başarılarından, bilgisayar kullanımındaki maharetlerinden bahsetti. Oğlu iki yıl önce üniversiteyi bitirmiş. İyi bir İngilizcesi varmış. Anlattığı meziyetlerle genç gözümde o kadar büyüdü ki, yahu dedim. Ne muhteşem gençler var. Şimdi okul da bittiğine göre, bu meziyetlerle iyi bir iş bulmuştur kendine diye düşündüm.
Merak ettim sordum. Bir işe girdi mi?
Yok! Evde... Dedi arkadaşım. 2 senedir çalışmıyor.
İş mi yok? Dedim. Var bulduk. Fakat bir ay çalıştı bıraktı diye cevap verdi. Peki, şimdi ne yapıyor? Hâlâ çalışmıyor mu? Diye sordum. Yok! Dedi. İçine kapanık biri oldu çıktı. Bir işin ucundan bile tutmuyor. Sosyal hayatı yok. Gece sabaha kadar bilgisayarda oyun oynuyor. Sabah da akşama kadar yatıyor. Çocuk iş bulamadığı için strese girdi, herhâlde ondan...
Yok! Ondan değil diyorum. İçimden tabii. Neticede arkadaşım. Alınmasın diye!
Maalesef sadece senin oğlun bu durumda değil! Deyip susuyorum.
**
Halbuki onda iş kapasitesi olsa çoktan ekmeğini taştan çıkarmıştı. İş bulmak için önce işe talip olmak gerekir. İş, hayatın gerçeklerinden bir meşgaledir. Gözü ekrandan başka bir şey algılamayan sanallaşmış hayatların, gerçekleri bulması, görmesi çok zordur. Bu sebeple sanal kişiliklerin gerçek bir işi bulmaları da çok zordur.
O, bilgisayarın hayal dünyasına kendini kaptırmış bir kere. Hayatı sanal zannediyor. Elektrik parası, su parası, kira parası, ekmek parasının gerçek olduğunun farkında değil. Bir ödeyen var çünkü. Onun bütün dünyası ekran kadar. Hayata bakışı ekranın ötesine geçemiyor. Bilgisayar oyunlarının girdabına düşen sömürülmüş beyinlerden olmuş. Çünkü böylelerinin gerçek hayatla ilgili hiçbir planları, hedefleri olmaz. Kişilikleri tamamen bilgisayar oyunları tarafından kodlanır. Şekle sokulur. Bunlar toplumun kaybedilmiş beyinleridir. Toplum içinde fert olarak vardırlar, fakat icraat olarak yokturlar.
Hani derler ya "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" diye... Atalarımız ne güzel söylemiş. Onlar boşa söylemezler. İnsanlar kendilerini nereye koyarlarsa koysunlar, değerleri yaptıkları icraatları ile anlaşılır. Faydalı icraatlardan uzak, günlerini oyunla ve yatmakla geçiren, ailesinden, çevresinden hatta kendinden bile kopuk bir insanın, topluma ne katkısı olabilir ki değeri olsun. En başta kendisine faydası yok.
**
Bilgisayar oyunları gençlerimizi sömürüyor. Onları elimizden alıyor. Kendi kültürünü, ailesini, beğenmeyen, anne babasına isyan eden, hasta kişilikler oluşuyor. Üretgen olmayan, amaçsız, hedefsiz, sanallaşmış beyinler yarınlarımızı tehdit ediyor. Hayatlarının en önemli dönemlerini, gerçek hayattan kopuk, uyurgezer bir hâlde, hiçbir faydası olmayan boş bir meşgale ile geçiriyorlar. Dünya gençliğini sömürüp posaya çeviren bu karanlık sanal çarkın dişlilerinden gençlerimizi kurtaracak bir şeyler yapmamız lazım.
Yoksa gerçek hayatın çarkında telef olup gidecekler.
08.06.2015
Küllerden yeniden doğuş
Son zamanlarda sınırlar ötesinde gerçekleştirdikleri birçok faydalı etkinlik ve inşa ettikleri eserlerle Türkiye'nin adını duyuran iki kurumdan bahsetmek istiyorum.
TİKA ve Yunus Emre Enstitüsü'nden...
TİKA (Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı) Ocak 1992 tarihinde Dışişleri Bakanlığı'na bağlı bir uluslararası teknik yardım teşkilatı olarak kurulmuş; daha sonra doğrudan Başbakanlığa bağlı bir kurum olarak çalışmaya başlamış. Yunus Emre Enstitüsü ise Türkiye'nin diğer ülkeler ile kültürel alışverişini artırıp dostluğunu geliştirmek amacıyla Mayıs 2007'de kurulan bir kamu vakfı.
Ülkemizin 90'lı yıllarda Orta Asya konusundaki ilk önceliği, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan genç Türk devletlerinin uluslararası toplum tarafından kabul edilmesi olmuştur. Bu devletlerle (Kazakistan, Tacikistan, Özbekistan, Azerbaycan ve Kırgızistan) ortak bir dile, ortak bir hafızaya ve ortak bir kültüre sahip olmamız ikili ve bölgesel ilişkilerin güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Türkiye'nin ilk başta sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda yaptığı yardımlar, zaman içinde uzun soluklu projelere, kalkınma merkezli iş birliği çalışmalarına dönüşmüş. Buna bağlı olarak yapılan faaliyetleri koordine edecek bir organizasyon ihtiyacı doğmuş ve bu doğrultuda Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) kurulmuştur.
TİKA 48 ülkede, 50 Program Koordinasyon Ofisi ile faaliyet göstermektedir. Ülkemiz, TİKA aracılığı ile Pasifik'ten Orta Asya'ya, Orta Doğu ve Afrika'dan Balkanlar'a, Kafkasya'dan Latin Amerika'ya kadar birçok ülkede okullar, kütüphaneler inşa etmiş, üniversitelere teknik donanım yardımları yapmış, eğitim, sağlık, restorasyon, tarımsal kalkınma, turizm, sanayi alanlarında birçok proje gerçekleştirmiştir. Yıkılan camiler tekrar inşa edilmiş, minareler yeniden yükselmiş, söndürülmeye, unutturulmaya çalışılan manevi atmosfer küllerinden yeniden doğmuştur. TİKA bugün, ofislerinin bulunduğu ülkelerle beraber yaklaşık 100 ülkede kalkınma merkezli iş birliği çalışmaları yapmaktadır.
**
Yunus Emre Enstitüsü ise yurt dışında kurduğu merkezlerde eğitim ve öğretim çalışmalarının yanı sıra, kültür ve sanat faaliyetleri yürütmekte, bilimsel araştırmalara destek vermektedir. Yunus Emre Enstitüsü'nün bugün itibariyle yurt dışında 30'un üzerinde kültür merkezi bulunuyor. Bu merkezlerde isteyen herkese Türkçe öğretiliyor. Çeşitli seminerler, sempozyumlar, konferanslar ve paneller düzenlenen merkezlerde, kültür ve sanat dünyasının önde gelen isimleri sanatseverlerle buluşuyor. Yunus Emre Türk Kültür Merkezleri'nde bilimsel projeler, kültürel etkinlikler ve kurslar aracılığıyla bir taraftan Türkiye'nin tanıtımına katkı sağlanırken, diğer taraftan Türkiye ile diğer ülkeler arasında dostluk pekiştirilerek ve kültürler arasındaki münasebetler artırılıyor.
Yakın zamanda Balkanlar'daki sıcak çatışmalar esnasında, Osmanlı kültür ve medeniyetinin mirası, kasıtlı olarak tahrip edilmiş, bazı eserler ise tamamen yok edilmiştir. Bu savaşın, özellikle Balkanlar'daki Türk tarihinin izlerini silmeye ve Balkan kültürü ile olan tarihî bağımızı koparmaya yönelik yapıldığı açıkça görülmektedir. İşte bu kültürel yıkımın etkisini ortadan kaldırmak için Yunus Emre Enstitüsü, kaybolmaya yüz tutmuş ya da unutulmuş geleneksel Türk el sanatlarını tespit ediyor. Balkanlar'da yeniden canlandırılması ve geliştirilmesi için de çeşitli sanat dallarından uzmanlar ile, bu alanlarda açılan meslek edindirme kurslarında eğitim veriyorlar.
**
Bu iki kurumu, Türkiye'nin yurt dışında çil çil kubbeler serpen ve medeniyetimizin yeniden doğuşunu gerçekleştiren öncü güçler olarak görüyorum. Yaptıkları işler takdire şayan. Türkiye'nin var olduğunu, geleceğe emin adımlarla ilerlediğini insanî yaklaşımla bütün dünyaya gösteriyorlar. Avrupa Birliği, istediği kadar almamak için dirensin, Türkiye, Osmanlının izlerini yeniden canlandırarak çoktan Avrupa içlerine girdi bile... Üstelik içimizdeki Batı yanlısı ikiyüzlü ihanet çetelerinin bütün engellemelerine rağmen...
Bu sebeple başarılı çalışmalarından dolayı bu iki kurumu ve vesile olanları kutluyorum.
29.06.2015
RAMAZANDA EĞLENCE!..
Ramazan geldi, geçiyor bile...
Başka şehirleri bilmem ama İstanbul'da ramazan bu yıl çok rahat geçti. Üstelik yılın en uzun günleri olmasına rağmen...
İstanbul ramazanda bir başka güzel... Şehir, ramazanın manevi atmosferine bürünüyor ve yaşıyor âdeta... Sosyal faaliyetler, kitap fuarları, ramazan sohbetleri, Hırka-ı Şerif, Eyüp Sultan, Sultanahmet Camii, türbe ve kabir ziyaretleri, akşamları halka açık iftar sofraları...
Dedim ya, şehir de insanlar kadar ramazanı yaşıyor. Ayrı bir manevi dünya oluşuyor.
Yıllar öncesinden gazetemizin binası Cağaloğlu'nda idi. Evim Fatih'te olduğundan ara sıra iftar saatine yakın otobüsü beklemeden yürüyerek eve giderdim. Bazen yolda iken ezan okunurdu. Ortalık birden sakinleşir, insanlar sanki anlaşmışlar gibi sokaklar boşalırdı. Tenha sokaklarda yürürken, evlerden sadece çatal kaşık sesleri duyulurdu. Herkesin aynı anda aynı şeyi yaptığı iftar sofralarından, sokaktan sokağa şehri dolaşan çatal kaşık seslerinin muazzam ritmi...
Beyazıt civarında gördüğüm bir grup turistin, ortalığın birdenbire boşalıp, esnafların ise sözleşmişler gibi dükkânlarında aynı anda iftar sofralarına oturmalarını şakın şaşkın izlediklerini, "Ne oluyor?" der gibi etraflarına bakındıklarını unutmuyorum. Kendi ülkelerinde, bütün şehrin aynı anda yemek sofralarında olduğu, böyle bir kültürlerinin olduğunu sanmıyorum. İlk defa gördükleri bu durum, eminim ki gezi hatıralarında yer almıştır...
O günden bugüne aradan 30 yıla yakın bir zaman geçti. Fakat o sakin sokaklar yok artık. Gürültüden ve kalabalıktan çatal kaşık sesleri duyulmuyor. Turistler de şaşkın şaşkın bakmıyorlar. Son yıllarda ülkemize o kadar çok turist geldi ki, "yeni Türkiye"yi öğrendiler, artık yabancılık çekmiyorlar.
Yeni Türkiye Osmanlı'nın küllerinden yeniden doğdu. Her şey değişti. Fakat bir husus ders alınmamış gibi devam ediyor. Çok abartılan bir uygulama var. Ramazan ayını âdeta eğlenceye boğan etkinlikler yapılıyor. Arada teravih namazı kaynayıp gidiyor.
Özellikle belediyeler, yaptıkları kültürel etkinliklerle birbirleriyle yarış hâlindeler. Programları oldukça yoğun... Bu yarışa AVM'ler, televizyon kanalları da katılmış. Tıpkı Osmanlı'nın son yıllarında yapılmak istendiği, gibi bugün de ramazanda oruç ve ibadet, eğlence kültürünün gölgesinde bırakılmaya çalışılıyor. -Osmanlı'nın son döneminde, maksadı belli güçler ve onlara bağlı çalışan yerli işbirlikçiler özellikle, insanların dini bağlarını zayıflatmak, ahlaki değerlerini çökertmek için masum görünüşlü çeşitli eğlence faaliyetleri ile toplumun manevi yapısına büyük zararlar verdiler.-
Öyle reklamlar, tanıtımlar yapıyorlar ki, sanki ramazan ibadet ayı değil de eğlence ayıymış gibi algılanıyor! Çocukların zihninde ramazan dediğiniz zaman ibadeti değil de eğlenceyi hatırlatacak bir algı oluşturuluyor.
Buyrun bazı ilanlara -yer ve kurum belirtmeden- bir göz atalım.
**
Unutulmaz Ramazan Eğlenceleri ........ AVM'de ziyaretçilerine keyifli bir ramazan yaşatacak. İftar ve sahur sofraları, konserler ve tiyatro gösterileri ile ramazan eğlencesinin tadını çıkaracaklar.
AVM ziyaretçileri eğlenceli bir sürpriz ile, hafta içi her gün alışveriş merkezi içinde Yeniçeri ve Padişah, İstanbul Hanımefendisi ve Beyefendisi, Çığırtkan, Beberuhi, Vezir, Ramazan Davulcusu, Manidar, Arap Bacı, Tuzsuz Deli Bekir, Keloğlan ve Nasrettin Hoca ile karşılaşabilecekler.
Ramazan eğlenceleri kapsamında Türk Pop Müziği'nin sevilen sanatçısı ....., sevilen şarkılarını ...... için seslendirecek. ...... Korosu bu akşam .......'nde Türk Sanat Müziği eserlerinin seslendirileceği muhteşem bir konser verecek.
........ Alışveriş Merkezi ramazan etkinlikleri kapsamında; her hafta sonu Karagöz-Hacivat, Aşuk ile Maşuk, İbiş ve müzikal kukla gösterileri, sihirbaz, tahta bacak, akrobat şov, kanto gösterileri ve ramazanın nostaljik ruhunu(!) yansıtan fasıl dinletileri gerçekleştirecek.
AVM içinde birbirinden eğlenceli dakikalar yaşatmayı ve geleneksel ramazan eğlencesini günümüze taşımayı amaçlayan ramazan kortejine trompet, davul, trambon ve saksafondan oluşan özel bir bando eşlik edecek.
...... halkı, tam bir ay boyunca dolu dolu geçen ramazan akşamları yaşayacak. Mahallelerde geleneksel gösteriler, konserler, tiyatro ve çeşitli yarışmalar gerçekleşecek. Renkli ramazan eğlenceleri, konserler, türkü geceleri, fasıl geceleri...
**
Bunlar uzayıp gidiyor. Osmanlılar zamanında karşımızda son derece hazırlıklı bilinçli, bir düşman vardı. Ya şimdi! Biz nasıl bir gaflet içindeyiz? Yoksa aynı düşman hâlâ içimizde yaşıyor da biz mi farkında değiliz? Ne oluyoruz? Biraz çok abartmıyor muyuz? Yine çok iyi niyetlerle, masum düşüncelerle aynı zararları veriyoruz. Bu işin bir ölçüsü yok mu? On bir ay istediğiniz eğlenceyi, istediğiniz şekilde yapın. Ama ramazanla özdeşleştirmeyin! Ramazanla eğlenceyi yan yana getirmeyin! Ramazanın manevi havasını bozmayın. Ramazanın nostaljik ruhu eğlence değildir, huşu içinde ibadettir.
Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola...
06.07.2015
SREBRENİTSA'DA İNSANLIK ÖLDÜRÜLDÜ
Tarih 11 Temmuz 1995... Bosna ve civarında savaş 3 yıldır sürüyor. İnsanlığın gözü önünde, Sırp caniler her türlü savaş suçunu işleyip, binlerce Müslümanı medeni(!) Avrupa'nın göbeğinde bebek, yaşlı, kadın, hasta demeden katlediyordu. Dünya bu vahşeti film izler gibi televizyonların başına kurulmuş izledi.
Srebrenitsa, Bosna'da BM'nin güvenli bölge ilan ettiği yerlerden biri... Bosnalı Müslümanların güvenli bölge diye toplandıkları şehir 'açlık' ve 'hastalıklar' ile mücadele eden bir toplama kampına dönüşmüştü. Barış Gücü olarak Birleşmiş Milletler'e bağlı 400 kişilik Hollanda kuvvetleri, bölgeyi korumakla görevlendirildi. Hollandalı komutan Thom Karremans'in emri ile, Müslümanların elindeki silahlar toplatıldı. Çaresiz durumdaki Bosnalı Müslümanlar, BM barış gücünün kendilerini koruyacağına inandılar ve silahlarını bıraktılar. Sanki ayarlanmış gibi Srpska Cumhuriyeti Ordusu, Srebrenitsa'ya karşı savunmasız insanlar üzerine Krivaya 95 Harekâtı'nı başlattı. O gün Hollandalı komutan Thom Karremans, birkaç küçük hediye karşılığında, 25 bin mülteciyi ve şehri Sırp Komutan Ratko Mladic'e bıraktı.
11 Temmuz günü Sırp kasabı bir gün içerisinde 20.000'in üzerinde mülteciyi Srebrenitsa'dan zorla çıkardı. Bir fabrika alanı içine toplanan Bosnalı Müslümanları çocuk yaşlı kadın demeden öldürmeye başladılar. Öldürülen Müslümanları diğer Müslümanlara taşıtıyorlar, sürüklenen Müslümanların ardından kahkahalar atıyorlardı. Ölüm çığlıkları arasında, Sırp askerlerinin sevinç naraları yankılanıyordu. Sırp kuvvetleri tarafından Srebrenitsa'da başlatılan katliam beş gün sürdü. 8.372 savunmasız Boşnak Müslüman vahşice katledildi. Bu sadece orada yapılan toplu katliam idi. Ülkenin tamamında ise şehirler yangın yerine dönmüş kan gövdeyi götürüyordu. Savaşın başladığı 1992 yılından itibaren 312 bin Müslüman öldürülmüştü.
312 bin masum insan...
Aslında öldürülen insanlar değil, insanlıktı. Bu tarih insanlığın öldürülüşünün başlangıç tarihi oldu. İnsanlığın sonunun başlangıcı...
Potoçari Mezarlığı'nda katledilen ve mezarı belirlenen toplam 6 bin 377 kişinin mezarı başında, yakınlarını kaybetmiş, acı içinde kıvranan binlerce insan 20 yıldır aynı acıyı yaşıyor. Bu acı yüreklere kazındı. Her yıl tekrar tekrar yaşanıyor. Sırplar ise Srebrenitsa katliamının yıl dönümünü bayram ilan etmişler bayram yapıyorlar. Demek ki yaptıklarından son derece memnunlar. Zulmün, vahşetin karanlığı iflah olmaz bir şekilde ruhlarına işlemiş.
Benimse ruhumda Bosnalı küçük bir kızın söyledikleri daha derin izler bıraktı.
Annesine çocuk saflığında masum bir soru soruyordu. "Anne!" diyordu Bosnalı küçük kız... "Biz küçüküz diye küçük kurşunla mı öldürürler?" Savaşın ne olduğunu, ölümün ne olduğunu bilmeden... Annesinin ona sarılmaktan başka verecek cevabı yoktu.
O yıllarda Birleşmiş Milletler'in fiyasko ile biten korumacılığında binlerce insanın ölümü gerçekleşti. Artık Batı'nın derin kapılar ardındaki gizli anlaşmalarla örgütlediği soykırım neticeye ulaşmıştı. Şimdi rötuş yapma zamanı, ortaya çıkma zamanı gelmişti. Müslümanların bu mağduriyet durumundan kendilerine pay çıkarmaları gerekiyordu. 30 Ağustos'ta NATO güçleri havadan, katliam görevini bitirmiş Sırp mevzilerini vurmak için İtalya'daki üslerden havalandılar.
Üsküplü bir arkadaşım bu uçaklarla ilgili şüpheli söylentileri benimle şöyle paylaştı: "NATO uçakları Sırp mevzilerini vurmadı ki. Bombalarını denizlere, dağlara boşalttılar. Sırp mevzilerini bombalayan uçakların NATO'da görevli Türk uçakları olduğunu herkes bilir."
Bu nasıl bir oyun ki insanın aklı almıyor?
Katliamın başrol oyuncusu Ratko Mladiç ise "Milorad Komadiç" sahte kimliği ile 2011'de yakalandı. Yargılanması hâlâ sürüyor(!) Avukatları ise hasta olduğunu savundukları Sırp katilin salıverileceğinden umutlu!..
Adaletin bu mu dünya? Yoksa Mehmet Akif'in "canavar" diye tarif ettiği medeniyet bu muydu?
Bosna'da ve Srebrenitsa'da şehit düşen bütün mümin kardeşlerimi rahmetle anıyorum. Sizler huzur içinde yatın. Size zulmedenler, bilin ki kısa bir süre sonra zelil bir şekilde ahiret adaletinde hak ettiklerini bulacak.
Kadir gecesinin, bütün inananlara hayırlar getirmesini diliyorum.
13.07.2015
Gurbet acısı
Çocukluğumda radyolar yeni yeni yayılmaya başlamıştı. 60'lı yıllardan bahsediyorum. Herkes büyük bir ilgiyle dinlerdi. Bazen öyle yanık yanık türküler, bozlaklar çalardı ki, ağlatırdı gurbetlik çekenleri...
"Bir yiğit gurbete gitse, gör başına neler gelir?
Garip sılayı andıkça, yaş gözüne dolar gelir."
Kadınlar otururlar hüngür hüngür ağlarlardı. Annemi de öyle ağlarken çok gördüm. Dayanamazdı böyle acılı ezgilere... Duygulanırdı uzaktan kulağına gelen ağıtlı seslerden... Ya da acı bir haberden. Bir oğlu gurbette okuyor ya ondan... Gurbet acısı depreşirdi hemen.
Sanki o zamanın kadınları daha mı duyguluydu ne? Ya da daha mı çok dertleri vardı acaba?
**
Gurbet kültürü bizde çok eskilere dayanır. Ta asırlar ötesinden gelir. Belki de dünya milletleri içinde yeni yurtlar kura kura dolaşan yegâne milletlerden biriyiz. Göçebelik bizim genlerimize işlemiş. Köyden kasabaya, şehire, yayladan yaylaya, ülkeden ülkeye hep göçmüşüz. Gurbetçi olmuşuz hep.
Gurbet; içinde hem ayrılığı, hem hasreti, hem garipliği, hem uzaklığı barındıran bir kelime...
Bir diyardan bir diyara giderken bazen sevdiklerimizi bırakmışız ardımızda. Buruk bir acı kemirmiş hep içimizi. Şiirler yazmış, ağıtlar dizmiş, türküler söylemişiz.
Bazen köyümüzü, bazen şehrimizi, bazen de ülkemizi bırakmışız gerilerde içimiz sızlaya sızlaya... Ne geride bıraktıklarımızı unutabilmişiz, ne daha ötelere gitmekten vazgeçmişiz. Yani "Ne yardan vazgeçmişiz ne serden" derler ya! İşte öyle bir şey...
Bizim Anadolu kültürümüz hasret üzerine, ayrılık üzerine, gurbet üzerine yoğrulmuş. Yumak yumak olmuş ilmekler, sabır sabır dokunmuş kilimler... Gurbet acısı içine düşmeye görsün. Pınar olur akar yaşlar, taa uzakları gözleyen gözlerden...
Özdemir Erdoğan "Bir de gurbet yarası var hepsinden derin, söyleyin memleketten bir haber mi var?" derken,
Barış Manço, "Dağlar dağlar! Kurban olam yol ver geçem, sevdiğimi son kez olsun yakından görem" derken,
Yıldırım Gürses, "Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde, hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde" derken...
Tercüman olmuşlar gurbetlik çekenlerin duygularına... Gurbette olmayan var mı? Bir şekilde her birimizin bir yakını var uzakta... Ya da biz uzak kalmışız yardan, sıladan, doğduğumuz topraklardan...
Kısacası Anadolu insanı gurbet acısını, hasretlik duygusunu hep yaşamış, hep taşımış üzerinde...
Bunca hasretlik çeken bir millet olarak, bizi sevdiklerimize kavuşturan, buluşturan, iyi ki bir de bayramlarımız var. İşte bu bayramlar ilaç gibi geliyor hasret çekenlere... Ayrılar kavuşuyor, küsler barışıyor. Kucaklaşıyor bütün sevenler bayramlarda; hasret gideriyorlar. İçlerindeki sızıyı dindiriyorlar. Bu yüzden bayramlar kavuşmak kadar değerli olmuş. İnsanları birbirine kavuşturan bayramların ayrı bir yeri olmuş.
**
Fakat bir de kavuşamadıklarımız var. Hasret ateşi hiç sönmeyecek olanlar. İçimizdeki acının hiç dinmediği haller. Gidip de bir daha dönmeyenlerin acısı... Beklesek de, gözlesek de gelmeyecek olanların...
Her duyduğumda duygulandığım meşhur Yemen Türküsü, "Şu Yemen elleri ne de yamandır, ah o Yemen'dir gülü çemendir, giden gelmiyor acep nedendir?" derken, asla geri gelmeyecek olanların habercisi gibi, sanki asıl acımızın tercümanı oluyor. Gönlümüzde hiç kapanmayan bir yaranın acısı...
Ölünceye kadar hasretini çekeceğimiz kaybettiklerimizin acısı...
Şu an olsaydı da doyasıya görebilseydim, sarılabilseydim, ellerini öpebilseydim, yaşarken anlayamadık, kıymetini daha iyi bilebilseydim dediğimiz gönlümüzde yaşayanların acısı.
'Kavuşmak mı, ne zaman?' Bilemediğimiz, sevdiklerimizin acısı... İşte bu hiç dinmiyor.
Geçmiş bayramınızı tebrik ederim. Her gününüz bayram gibi olsun!
20.07.2015
NASIL BİLİRDİNİZ?
Haftalar ayları, aylar yılları öyle hızlı kovalıyor ki ömrümüzün nasıl geçtiğinin farkında değiliz.
Hep yapacak işlerimiz var. Sanki sonsuz yaşayacakmışız gibi hesaplarımız var. Planlarımız var. Hiç bitmiyor. Sayısını bilmiyorum kaç tane yaşlı insana sordum. "Hayattan ne anladın?" diye... İnanın cevap hep aynı klasik cevaptı. "Hiç!.."
Koskoca bir hiç olduğunu bile bile, hiç tükenmeyecekmiş gibi hayatı horca kullanıyoruz. Bilen de kullanıyor, bilmeyen de, idrak edenler dışında...
Halbuki mezarlıklarda yatanların ibretlik yarım kalmış hikâyeleri, hep yarım kalan hesaplarla, işlerle dolu. Seferi yarım kalmış ne krallar, padişahlar var? İşleri yarım kalmış ne insanlar var? Kavuşmaları mahşere kalmış ne sevenler var? Belki de bunun için insanoğluna "Nasihat olarak ölüm yeter" buyurulmuş.
Belki ders çıkarırlar diye!
Ne zaman bir cenazeye katılsam, hep şu aklıma gelir: "Bugün biz arkadaşımızı taşıyoruz ama, bir gün taşınanın biz olacağı gün muhakkak gelecek."
İslam âlimleri buyuruyorlar ki: "Muhakkak olanı olmuş bilin!"
Bir gün musalla taşına yatıracaklar. "Nasıl bilirdiniz?" diye soracaklar. İşte insan hayatının özeti bu iki kelimenin cevabında saklı... Rahmetliyi nasıl bilirdik? Yaşarken nasıl bir iz, eser, hatıra, muhabbet, hak, hukuk bıraktı?
Gerçekten rahmetli mi? Ya rahmetsizse!.. Ya ardında yıkık gönüller, kapanmaz yaralar, harabeler bırakmışsa... "İyi bilirdik" cevabını gönülden söyleyen dostlar bırakmamışsa... İnsanları kışkırtıp, nefret ve fitne tohumları ekip birbirine düşürmüşse! Geride ağlayan analar, kahrolmuş babalar, dağılmış aileler, yetim, öksüz çocuklar bırakmışsa! İnsan olduğunu unutup, aslına ihanet ederek, insanlık dışı vahşetlere sebep olmuşsa!.. Kalbi sevgiden, merhametten, kulluktan, insanlıktan nasibini alamamışsa...
Fani bir yaratılan olduğunu, bâki olan yaratıcısının kendisini beklediğini ve bir gün ona muhakkak geri döneceğini unutmuşsa...
Demir olsa, taş olsa, bir güruha baş olsa ne yazar?
Kurtuluş yok! Bilesin ki "Her nefs ölümü tadacaktır" (Ayet-i Kerime: Ali İmrân suresinden)
**
Geçenlerde Timaş'ta, yakın zamanda vefat eden bir arkadaşımızın (Erol Mermer), anma toplantısına katıldım. "Nasıl Bilirdiniz?" sualinin ne demek olduğunun en güzel örneği burada sergilendi. Toplantıya gelenler, kendi hatıralarında yer alan Erol Mermer'i nasıl bildiklerini anlattılar. Kelimeler dillerde şekilleniyor, ardında bıraktığı izler muhabbetle yoğrulmuş söze dönüşüyordu. "Bir güzel insandı" diye andıkları Erol Mermer'i, "Derviş, gönül insanı, mütevâzı, kanaatkâr, yüreği ile konuşan, çelebi meşrep, gülümseyen insan, geldiği yere sıcaklık veren, özüyle beraber yüzü gülen insan, talepkâr olmayan haline razı, dürüst, hassas, iyimser, sessiz, sakin, uyumlu, umut veren, şikâyet etmeyen, kalender, kendi ruh dünyamızın insanı, hastalığına sabreden, hamd etmesini bilen, muhlis, mümin, nüktedan, yaşarken kıymetini bilemediğimiz arkadaş" gibi kelimelerle yâd ediyorlardı...
**
"İşte bu!" dedim. "Nasıl bilirdiniz?" dendiğinde yıllar geçse de, aynı samimiyetle "İyi bilirdik" cevabını dolu dolu almak.
Ardında güzel anılar, izler bırakmak, iyiliklerle yâd eden dostlar bırakmak, dualarla ve rahmetle anılmak... Rahmetli olmak... Çünkü Allahü tealanın rahmeti olmazsa biz hiçiz!
Rabbim bizlere de arkamızdan rahmetle anılmayı nasip etsin.
27.07.2015
Dil eğitimi ve kültür
Halk arasında "Bir lisan bir insan..." derler.
Lisan, insanların birbirilerini anlamaları için kullandıkları dil...
Farklı dillerden farklı kültürler, farklı anlayışlar, farklı toplumlar oluşmuş. Bir toplumun ya da ülkenin kültürünü anlayabilmenin, anlatabilmenin yolu, onların dilini öğrenmekten geçer. Çünkü kültürler, kelimelerle, sözlerle, o kültüre ait yazılmış eserlerle anlatılabilir.
Diğer bir ifade ile sizin lisanınızdan anlayan ne kadar çok ise, sizi anlayan taraftarınız da o kadar çok olacaktır. Dünya üzerinde etkin rol oynayan Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkeler uzun yıllar önce lisanın gücünün farkına varmışlar, kendi lisanlarını öğretmek için birçok ülkede dil öğreten enstitüler ve kurslar açmışlardır. Bu kurslarda dil eğitiminin yanı sıra düzenledikleri sosyal etkinliklerle gençlerin sempatisini kazanarak, kültürlerini benimsetip yeni taraftarlar bulmuşlar.
1911 yılından beri faaliyet gösteren Amerikan Kültür Derneği'nin sadece Türkiye'de 147 şubesi bulunmaktadır. Gençler lisan öğrenmek için gittikleri bu kurumlarda Amerikan kültürünü de öğrenmektedirler.
Bu maksatla kurulan Alman Goethe Enstitüsü'nün de dünyanın 79 ülkesinde 128, Almanya'da ise 14 enstitüsü bulunmaktadır. Türkiye'de İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere 3 büyük ilimizde faaliyetlerini sürdürmektedir. Goethe Enstitüleri kültür programlarının yanı sıra dil kursları vermekte, bilgilendirme günleri düzenlemekte, Almanca öğretmenlere ve edebiyatçılara danışmanlık hizmetleri de sunmaktadır.
Yine Fransız Kültür Merkezleri kapsamında faaliyet gösteren Fransa Dışişleri ve Avrupa İşleri Bakanlığı, Yükseköğrenim ve Araştırma Bakanlığı'na bağlı "Campus France", 89 ülkede 117 merkezde Fransız dilini ve kültürünü benimsetmek için çeşitli kültürel etkinlikler yapmaktadır.
Bu konularda oldukça mahir olan İngiltere de ülkemizde İngiliz Kültür Derneği adı altında birçok şehrimizde yabancı dil eğitim faaliyetlerini sürdürmektedir.
Hazreti Ali'nin (radıyallahü anh) ilmin, eğitimin, lisan öğrenmenin önemini vurgulayan "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum" sözü meşhurdur.
Böyle yerlerde eğitim gören, bir harf değil, geleceğini şekillendirecek yeni bir lisan öğrenen gençler de (genellikle) bu kurumlara ve ülkelerine ilgi ve sempati duymaya başlamakta, dilini öğrendikleri ülkenin kültürünü yadırgamamakta, taraftarı olmaktadır. Bu gençlerin ileride devlet kadrolarında önemli mevkilere geldiklerini bir düşünsenize... Sempati duyduğu ülke ile ilgili konulara daha farklı yaklaşacaktır.
Onlar bize dillerini öğretip taraftar toplarken, biz ise maalesef yıllarca at gözlüğü takıp "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" avutması ile dünyadan soyutlanmışız. Herkesi düşman gibi görmüşüz. Diğer bir deyişle dünyaya karşı, komşularımıza karşı "sevimsiz" görünüp antisempati toplayan bir hale girmişiz. Sonra da bir olay vuku bulduğunda haklılığımızı anlatamamış, bizi anlamalarını beklemişiz.
Rahmetli Özal ile birlikte dünyaya kapılarımızı nihayet açtık. Uyandık. Tabularımızı bir bir yıktık.
Tıptı Osmanlılar gibi Türk milletinin barbar değil, dost olduğunu, dostluğunun da kıymetli olduğunu, Yunus diliyle yeniden anlatmaya başladık.
Fakat bu konuda o kadar geç kalmıştık ki dünya insanlarının bizi anlamaları, algılamaları için uzun bir süreç gerekiyordu. 2007 yılında bir kamu vakfı olarak kurulan Yunus Emre Enstitüsü tıpkı yukarıdaki ülkelerin yaptığı gibi dilimizi, kültürümüzü dünya gençlerine öğretmek üzere faaliyetine başladı. Bugüne kadar 32 ülkede 40'tan fazla şehirde Türk dilini öğreten enstitüler açtı. Gittikleri ülkelerde düzenledikleri etkinliklerle sempatik bağlar kurdular. Artık kültürümüzü, sanatımızı, insanımızı, ülkemizi yakinen tanıyan, bizim gibi düşünen, dilimizi konuşan, bize sempati duyan, bizi anlayan dünya gençleri var.
İyi ki Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumlarımız var. Bize Türkiye'nin dilinden anlayacak, binlerce gence lisan öğreterek, ülkemize binlerce dost insan kazandırıyor.
Hem de Yunus anlayışında...
03.08.2015
Sosyal hayatımızda tehlike sinyalleri...
Arkadaşımız Feridun beyin "Bir Derdim Var" köşesinde öyle ilginç konular çıkıyor ki, bazısından bir film senaryosu bile çıkar. Şikâyetler, sitemler, talepler, dertler, çözüm arayanlar, danışanlar, duygularını, düşüncelerini paylaşmak isteyenler... Ne ararsanız var. "Bir derdim var" diyenin derdini birilerine ulaştırmaya çalıştığı can simidi olmuş köşe...
Süleyman A. isimli bir okurumuzun "Sokağa çıkmaya korkar oldum" yazısı ilgimi çekti. Daha doğrusu yazısının sonundaki "Sosyal bilimcilerin vereceği raporlar doğrultusunda devletin halkına sahip çıkması, kültürüne sahip çıkması, geleneğine sahip çıkması gerekmektedir" şeklindeki talebi...
73 yaşında güngörmüş duyarlı bir insan olan Süleyman A., toplumdaki olumsuz gelişmelere olan tepkisini dile getirmeye çalışmış. Bir nevi bu konuda rahatsızlık duyanların duygularına tercüman olmuş. Aslında bu serzenişi, sosyal kültürümüzün yanlış bir yerlere doğru gittiğinin sinyalleridir.
Neler oluyordu da doğma büyüme İstanbullu olan Süleyman bey, devletten kültürüne, halkına sahip çıkmasını istiyordu?
"Sokağa çıkmak istemiyorum" diye sitemle yazdığı yazısında, "Artık o hale geldi ki sokakta başımıza ne geleceğini bilemez olduk. İnsanlarla iletişim kuramıyorsunuz. Vapura bindiğinizde yanınızdaki yolcuya merhaba diyemiyorsunuz. Ne tanıdığınız kasap kaldı, ne terzi, ne de fırıncı... Sanki bu çağ insanları çıldırttı. Siyasal olaylardan sosyal hayata sıra gelmiyor.
Diplomalar olsa da insanların ilmi yok, mesleği yok. Ekranlar şiddet, aldatma yalan dolan bilgiler aktarıyor. Maneviyat kalmadı. Öfke üreten, öfke devşiren bir toplumdan ne beklenir? Gelenek ve görenekler unutuldu. Hürmet kalmadı. Önceleri toplumun huzur ortamını altüst eden sosyal yayınlar yoktu. Toplum bu kadar cahil değildi. Temel bilgilere sahipti. İnsanlardaki öfkeyi, aile içi şiddeti, sokak kavgalarını, o kavgaların bireysel sebeplerini; genel olarak toplumun bu hale gelmesinin nedenlerini sosyal bilimciler araştırmalı, raporlamalı..." rahatsızlıklarını dile getiriyor. Geçmişiyle kıyasladığı bugünlerde ona göre ters giden bir şeyler vardı.
**
Biz galiba bir şeyleri atlıyoruz. Çok hızlı gittiğimiz için bir şeyleri gerilerde unutuyoruz. En önemlisi de bu unuttuğumuz şeyleri umursamıyoruz. Yeni şeyler hayatımızı dolduruyor, bizleri fazlasıyla meşgul ediyor. Aile bağları kopuyor, toplumda insan ilişkileri zedeleniyor, sohbet etmeye etmeye konuşma dilimiz bozuluyor. Birbirimizi anlama kabiliyetini kaybediyoruz.
"Komşu komşunun külüne muhtaçtır", "Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir", "Veren el alan elden üstündür" kültürleri unutulmak üzere. Sokaklarda, metrolarda, otobüslerde kimse birbirine güler yüzle bakmıyor. Sinirler son derece gergin. Kimsenin kimseye tahammülü kalmamış. On kişiden sekiz kişisi cep telefonuyla meşgul. Sanal bir dünyaya hapsolmuş. Yanında duran yakınını, arkadaşını fark etmiyor. Yaşayan ölüler gibiyiz. Amerikalılar belki de bu sonuçları bildiği için, bol bol zombi filmleri çekiyorlar.
Sahi bize ne oluyor? Böyle nereye gidiyoruz? Kaybettiklerimizin kimse farkında değil mi?
Tehlike çok büyük! Kimse yabancılaşan, değişen, yozlaşan kültürün farkında değil mi?
Toplumun birleştirici harcı olan, bizi birbirimize kenetleyen, hayat tarzımızı oluşturan, geçmişten geleceğe değerlerimizi taşıyan; anlayışımız, hürmetimiz, sevgimiz, merhametimiz, ilgimiz, tadımız, fedakârlığımız, cana yakınlığımız, dostluğumuz, hatıralarımız, kısaca bize hayat veren kültürümüz silinmeden lütfen ama lütfen uyarımı dikkate alın! Gerekirse sırf bu iş için, toplumun sosyal yapısını onarmak, aslına döndürmek, toplumun bağlarını güçlendirmek için Toplum Bakanlığı kurulmalı. Büyük bütçeler ayrılmalı. Bu, bugünkü siyasal olaylardan da, ekonomik gelişmeden de daha önemli.
Eğer kendimize gelemezsek, eğer bu uykudan uyanamazsak, eğer hâlâ rehavet ve gaflet içinde umursamaz davranırsak, yaşayan ne kültürümüz kalacak, ne de "bizim" dediğimiz insanımız.
Yabancılar ülkesinde yabancı yabancı yaşarız artık!
10.08.2015
ALGI YÖNETİMİ
Geçmişten bugüne çok uluslu güçler ve emperyalist sistemler, sayılamayacak kadar farklı yöntemlerle dünya insanlarını yönlendirip, yönetmeye çalıştılar. Bu güçler sadece bizim değil, diğer dünya milletlerinin de huzur ve refaha kavuşmasını, büyük ülke olmasını, birlik beraberlik ve kardeşlik içerisinde yaşamasını asla istemediler. Çünkü dünyanın yer altı ve yer üstü kaynaklarını, tabii zenginliklerini, stratejik imkânlarını ellerinde tutmak için, gerek toplum içinde gerekse toplumlar, ülkeler arası sürekli kavga çıkarmak suretiyle, kargaşa ortamında gemilerini yürüttüler. Yönetimleri yönettikleri için istedikleri hedeflere rahatça ulaştılar. Bunun için ekonomik ambargolardan tutun da, taşeron terör örgütlerinin eylemlerine kadar, gıda ve tarım spekülasyonlarından, genetik kodlamalardan yola çıkılarak yapılan biyolojik saldırılara kadar binlerce çeşit yöntem uyguladılar. Bu kavgalar bazen strateji olarak soğuk savaş şeklinde, bazen de canlar yakan, bombaların patladığı sıcak savaş şekliyle sürdürüldü.
**
Günümüzde haberleşme araçlarının çok gelişmesi ile uluslararası sermayeyi yöneten karanlık güçler, dünyayı yöneten yöntemlere bir yenisini daha eklediler.
Algı yöntemi ve yönetimi...
"Algı operasyonu" kelimeleri son zamanlarda ülkemizde de sıkça kullanılır oldu. Algı nedir? "Ne manaya geliyor?" diye Türkçe sözlüğe baktım.
Birinci manası: Kazanç, alacak, rüşvet, vergi anlamları taşıyor. Bu değildi aradığımız.
İkinci manası: Haşhaş sütünü toplamakta kullanılan kaşık anlamına geliyor. Bu da değildi.
Üçüncü manası: Bir şeye dikkati yönelterek, o şeyin bilincine varma, idrak anlamına geliyor.
İnsan neyi, nasıl idrak ederse, öyle anlar ve savunur. Bu algısı devam ettiği müddetçe, yanlış da olsa idrak ettiğine inanır. Aradığımız bu idi. Algı kelimesinin bu manası; şimdi uluslararası yönetme ve yönlendirme eylemlerinde etkin bir şekilde kullanılıyor. Birtakım göz doldurucu ve inandırıcı operasyonlarla insanların algıları yönlendirilebiliyor, değiştirilebiliyor. İşte toplumları yönlendirmede kullanılan bu yeni yöntem, belki de bugüne kadar kullandıkları yöntemlerin en etkilisi ve kalıcısı olacak gibi görünüyor.
**
Dikkat edin!
Müslümanlar terörist olmadığı halde, zalim olmadığı halde, barbar olmadığı halde (çünkü İslam dini böyle şeylere müsaade etmez) düzmece kurulan, el Kaide, DAEŞ gibi terör örgütleri ile yapılan bütün saldırıların, eylemlerin faturası Müslümanlara kesiliyor. Dünya televizyonları (tabii bunların büyük bir kısmı uluslararası gücün emrinde çalışan yayın organları) bu terör örgütlerinin yaptıkları eylemleri öyle bir sunuyorlar ki, bu görüntüleri izleyen Batı insanları, İslam dinine ve Müslümanlara karşı müthiş bir nefret duyguları taşımaya, düşmanlık hisleri beslemeye başlıyorlar. Bu algı operasyonları ile çok daha kısa sürede, çok daha büyük kitlelere mesaj ulaştırıp, algıları yöneterek ve yönlendirerek taraftar topluyorlar.
Neredeyse Müslüman toplumlar, dünyada istenmeyen, dünya huzurunu bozan, dünyadan yok edilmesi gereken insanlar olarak görülecek. Bu tehlikeli algı, bütün Müslümanları tehdit ediyor. Belki de Suriye'de 450 bin insanın vahşice öldürülmesine dünya bunun için hiç tepki vermeden sadece izledi.
Bir etrafınıza bakın! Dünyaya bakın!
Neden sadece Müslüman ülkelerde savaş var, yangın var? "Müslümanlar teröristtir!" algısının beyinlere kazınması için yapılan çalışmaların bir parçası da onun için. Bu büyük algı operasyonunu şimdi de Türkiye'de gerçekleştirmeye, Türkiye'yi de ateşin içine çekmeye çalışıyorlar. DAEŞ kurulduğundan beri, bu örgüte Türkiye'nin destek verdiği algısını oluşturmaya çalışıyorlar. Üstelik bunu içimizde bizimle aynı ülkeyi, aynı bayrağı, aynı toprağı paylaşan, aynı vatanın ekmeğini yiyen, suyunu içen Kürt kardeşlerimizi ve "içimizdeki Brütüsler"i kullanarak yapıyorlar.
Oyun aynı oyun. Müslümanı Müslümana kırdırmak. Teröristler araçları yakıyor, yolları kazıyor, şehirleri talan ediyor, insanları öldürüyor. Yalancı şahitler hazır. "Türk uçakları sivil köyleri vuruyor" diye algı oluşturuluyor. Olaylar Brütüslerin gözüyle, idrâki ile dünyaya servis ediliyor.
**
Bunun altını çizerek söylüyorum. Hem insanlık, hem bütün dünya Müslümanları büyük tehlike içinde... Müslümanlardan nefret uyandıran 'algı'nın ivedilikle düzeltilmesi lazım... Müslüman ülkelerde acilen barışın sağlanması lazım. Bu oyunu tezgâhlayan asıl güçlerin deşifre edilerek, teşhir edilmesi lazım. Bu çok önemli! Aksi takdirde bu acımasız oyun bozulmazsa, bu ateş artarak her yeri saracak.
.....
Brütüs: Eski Roma döneminde Roma Kralını (Sezar'ı) en kritik dönemde arkadan vuran hainin adı.
24.08.2015
Damatlığı dolabında asılı kaldı!
Geçenlerde TGRT Belgesel'de, tarihî eserleri tanıtan bir program yapan, değerli tarih araştırmacısı İsmail Yağcı Bey aradı. Sunduğu programda, tarihî değerlerimizi kendine has, samimi bir üslûp ile anlatan bu mütevazı tarihçinin programını izlemeye başladığınızda bırakamıyorsunuz. Camilerle ilgili öyle bilgiler veriyor ki... Nasıl yapıldı? Niçin yapıldı? Ne zaman yapıldı? Hikâyesi nedir? Dinlerken bir solukta öğreniveriyorsunuz. Zamanımızın Evliya Çelebisi gibi...
Seyahatlerinden birinde İsmail Beye, Tülay D. K. adlı bir okurumuz mektup vermiş. Son zamanlarda yürekler yakan olaylarla ilgili bir mektup. Televizyonda gördüğü "Damatlığı dolapta kaldı" başlığı ile verilen Yozgatlı şehit polisimiz Savaş Akyol'un haberinden oldukça etkilenen bu hanımefendi, vicdan azabının sesini kelimelere taşımış. İsmail Bey de bize iletti. Ortak bir vicdanın sesi olur düşüncesiyle siz değerli okurlarımla bu mektubu paylaşmak istedim.
**
"Damatlığı dolabında asılı kaldı."
Allah'ım ailesine sonsuz sabır ver. Kelimeler boğazımda düğümlendi... Ağladım, ağladım!
Şimdi kadınlığımı, biraz nezaketimi unutup, ağzıma geleni saydım, sövdüm... Kim sebep ise, onun ocağına da ateş düşsün ki o yanan yürekleri anlasın istedim.
Birbirimizi yemekten bıkmadık mı? Ölenlerin yürekleri yakacak öyle hikâyeleri var ki. Kiminin bebeği 20 günlük... Kiminin eşi 3 aylık hamile... Kiminin parmağında nişan yüzüğü... Kiminin terhisine 10 gün kalmış. Kimi sanal âlemde paylaşmış, "anam seni özledim" diye...
Daha anlatmaya varmıyor dilim... Kalemim zorluyor cümleleri... Neyin kavgası bu? Neyin?
Şehidime ağlamıyorum. O makamında efendimiz ile... Ben anayım, bilirim bir ananın yanan yüreğini! Tarifi imkânsız bir acı. Patlayan yanardağ gördünüz mü? Lavının hararetini bildiniz mi? İşte o bile az kalır ananın - babanın yanan yüreğinin yanında...
Elimizden bir şey gelmiyor ise dualarımızla yaklaşalım birbirimize. "Allah'ım kahır sıfatın ile Ebabil kuşlarını yolla bu zalimler üzerine... Elbet senin hesabın olacak. Bu kansız vicdansızlar ile bu hesabı yakın eyle! Açılan elleri edilen duaları boş çevirme!"
Sessizce ama bir o kadar da çığlıklarla, haykırışlarla gökleri çınlatacak ana yüreğim ile "Amin amin amin" diyorum.
Haykırıyorum! Duyan ağlasın, dağlar ağlasın, kuşlar, çiçekler ağlasın... O ananın yüreğine acısına, yanan bağrına melekler zemzem boşaltsın. Ninnilerle büyüttüğü, sünnetinde damatlığını düşünüp sevindiği, hayalindeki torunlarını sevdiği oğlu şehid düşmüş. Damatlığı dolabında asılı kalmış. Bu ana yüreği nasıl dayansın!
Dayanmıyor yürek! Bu haber yaktı beni! Bir ananın feryadını duyun. "Ey şehidim! Şimdi var git Cennette yapsınlar düğününü. Damatlığın bu dünyada siyah idi. Cennette bembeyaz kefenin oldu. Huriler ağırlasın seni... Tek tesellimiz Şehitsin diye... Selam söyle peygamberimize... Şimdi bana diyorlar, 'Şehidin anası'...
Damat şehidim... Bana gelin diye huriler mi seçtin?"
**
Evet. Maalesef son günlerde üst üste gelen şehit haberleri yüreğimize bir kor gibi düşüp yakmaya devam ediyor. Çocuklar babasız, eşler kocasız, anne babalar evlatsız kalıyor. Yürekler dağlanıyor. Bu ülkenin ekmeğini yiyip, bu topraklardan beslenip sonra da bu ülkenin polisine, askerine, vatandaşına haince kurşun sıkılmasına bir izah bulamıyorum.
Ancak bu ülkenin gelişmesinden rahatsız olan düşmanlar bunu yapabilir. "Vatanım başka bir ülke" diyenler; bu ülkeyle çok eskilere dayanan hesabı olan hainler; bu ülkeyi, bu ülke insanını ırkı, dini, kültürü için sevmeyenler; kin, nefret ve intikam duygusu taşıyanlar yapabilir. Ya da üç kuruşa satılanlar.
Bu millet böyle çok acılar yaşadı. Bu topraklarda çok şehitler verdi. Çok çaresiz denilen zorlukları aştı. Biiznillah bu kötü zamanı da aşar. Bugünler de geçer.
Ölenler mi? Şehitler ölmez. Allah (celle celalühü) onlara cennet vadediyor.
Ya ihanet çeteleri ile bir olup, masum insanları onursuzca katleden alçaklar! İşte onlar bilsin ki, vatanına ihanet edenlerin bu vatanda yeri yok! Öldüğünüzde de felaketlerin en büyüğü sizi bekliyor. Uğruna savaştığınız hiçbir güç, sizi sonsuz azaptan kurtaramayacak.
Elbet Allah'ın (celle celalühü) hesabı olacak bu kansızlar ile...
14.09.2015
Maneviyat ve sanatın zirvesi
Selimiye Camii...
Edirne'nin öyle bir yerine inşa edilmiş ki, şehre girmeye başladığınız andan itibaren hep karşınızda...
Sanki oradan Avrupa içlerine doğru "Hey! Desturla girin. Burası bir İslam beldesi..." der gibi sesleniyor.
Seslenirken de bütün ihtişamını gösteriyor. Ve diyor ki, dikkatle bakın! Burası aynı zamanda medeniyetin başlangıç noktası...
Osmanlı'nın muhteşem Mimarı Sinan'ın ustalık eserim dediği bu zarif cami, yüzyıllardır böyle seslendi Avrupa'ya...
Selimiye Camiinin yapılışı ile alakalı çok rivayetler nakledildi. Bunların en ilginci de "Ters Lale" ile ilgili rivayetler. Güya cami yapılacak mahalde bir kadın arsasını satmak istememiş, güçlükle ikna etmişler ve Mimar Sinan bunu sembolleştirmek için müezzin mahfiline ters bir lale motifi işlemiş. Selimiye'yi görmek için gittiğimde, caminin yapılışının gerçek maksadını unutup, herkes gibi "Ters Lale mahfilin hangi direğindedir?" diye meraka kapılanların arasına katıldım. Müezzin mahfilinin direklerinden biri üzerinde parmak büyüklüğünde, acemice işlenmiş ters bir lale motifi vardı. Baktım, inceledim merakımı giderdim. Sonra başımı kaldırdım o ışık huzmeleri içindeki muhteşem kubbeyi ve zarif işlemeleri gördüm. Hayranlığımla birlikte "Ben ne yapıyorum?" dedim. Kendi kendime hayıflandım. Biraz da mahcup oldum. Çünkü esas eserin güzelliğini bırakmış, bir lale motifinin peşine düşmüştüm. Neredeyse 5 asır öncesinin tekniğiyle yapılan bu muhteşem eserin güzelliği başımı döndürdü. Ters Lale motifi gözümde hiç kaldı. Hatta zihnimi kurcaladı. Böyle bir muazzam yapı için, böyle basit bir meselenin cami içine sembol olarak taşınması ve öne çıkması bana pek de uygun bir şey olarak gelmemişti.
Bu "Ters Lale"nin hikmeti başka bir şey olmalıydı. Başka bir şey...
**
Selimiye Camii üzerine araştırmaları olan ve yazdığı "Altınyay" isimli romanına da camiyi mekân olarak seçen yazar Halil Delice, Ters Lale ile ilgili yeni bilgiler bulduğunu, haber olarak hazırladığını söyledi. Yazılanları okuduğumda, gerçekten Osmanlı'nın ihtişamının en iyi göstergesi olan bu nadide sanat eserini iyi anlatan değerli bir araştırma olduğunu gördüm.
Aradığım başka şeyi bulmuştum. Yazar Halil Delice, araştırmasında şöyle diyordu:
"Mimar Sinan'ın Selimiye'sinde her rakamın, bir esrarı var. Minarelerin dört adet, kubbenin tek, kubbede kırk cam, kubbeyi tutan fil ayaklarının sekiz, minber basamaklarının 32, avlu kubbelerinin 18 oluşu ve uzunluk, yükseklik ölçüleri, hepsinin bir sırrı var. Mimar Sinan, inşa ettiği kocaman Selimiye Külliyesini ve bu külliyeyi meydana getiren rakamların sırrının çözümünü bize bırakmış. Sanat Tarihçisi Mehtap Cömert hanım, Selimiye'deki lale motifleriyle ilgili yaptığı çalışmada, çini süslemelerinde kullanılan lale motiflerini tek tek saymış ve çizmiş. Cami içinde 98 çeşit lale motifi olduğunu tespit etmiş. Müezzin mahfilindeki mermer direğe kazınmış Ters Lale ile birlikte bu rakam 99 ediyor. Ters Lale'nin asıl çizilme maksadını o zaman anladım. Allah, lale ve hilal kelimeleri, İslam harfleriyle yazıldığında aynı harflerden meydana gelmektedir. İki lam, bir elif ve he harflerinden... Bunların ebcet hesabında değeri altmış altıdır. Lale, Allah (celle celalühu) ismine remz olarak kabul edilmiştir. Osmanlı'da, Allah lafzının ayaklar altında kalmasına mani olmak için, mezar taşlarında da lale motifi kullanılmıştır. Ve bu sebeple Türk süsleme sanatında, ayrı bir yeri olmuştur.
İşte bu sebeple Allahü teâlânın 99 ismine işaret olsun diye çiniler üzerine doksan dokuz çeşit lale motifi işlenmesini emreden Mimar Sinan, motiflerin yanlışlıkla 98'de kaldığını işitince "Nerede bir noksanlık çıkacak diye günlerdir bekliyordum. Elhamdülillah çıktı. Mükemmel, noksansız olmak sadece Allahü teâlâya mahsustur. İnsan elinden çıkan da mutlaka bir kusur olmalı. Ustalarımızın bize öğrettiği budur. 98 çini öyle kalsın; kalsın ki, kulluğumuz ortaya çıksın. Noksanlığımıza işaret olarak da 99. lale motifini, en acemi bir çırak, mahfil direğine ters olarak kazısın. Öyle meşhur olsun ki, koca cami, parmak büyüklüğündeki bir ters lalenin gölgesi, şöhreti altında kalsın. Acizliğimiz görülsün" dedi.
**
Evet! Aradığım bu idi. Ters Lale ancak böyle bir sebeple bu muazzam eserde yerini alabilirdi.
Ecdadımızın sanattaki inceliği kadar, inançtaki yüksekliği de bu gibi muhteşem hikâyelerle perçinlenmektedir.
Allahü teala bu anlayıştaki millete zeval vermesin. Birlik ve beraberliğimiz bozulmasın. Bu medeni anlayış kıyamete kadar yaşasın.
Yaşasın ki, insanlık da yaşasın...
...
Değerli okurlarımın şimdiden Kurban Bayramını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim...
21.09.2015
Ekranların etkisi
Görüntülü yayınlar hiç şüphesiz ki diğer medya ve haberleşme iletişim araçları arasında en etkili olanı. Ekranlar âdeta dünyaya açılan bir pencere gibi. Görmek istediğinizi mekânınıza kadar taşıyor. Haberler, diziler, programlar, belgeseller, filmler, oyunlar derken, dünyada büyük bir kitle televizyon ve bilgisayar ekranlarının bağımlısı olmuş. Hayatlarının bir kısmı bu pencere karşısında geçiyor.
Erkekler genellikle haberler ve maçları izlerken, kadınlar diziler ve filmler ile vakit geçiriyor.
Çocuklar ise bilgisayar oyunlarının içinde kaybolup gidiyor.
Bu tek gözlü nesne, insanları etkileyen, algılarını yöneten müthiş güç olmuş.
Bu güç, insanlık için tamamen faydalı olarak kullanılıyor diyemeyiz.
Çünkü öyle zararlı yayınlar oluyor ki, ne çocuğunuzda ahlak bırakıyor, ne ailenizde huzur. Evinizin içine yerleştirilmiş bir bomba gibi ailenizin varlığını tehdit ediyor. Dizilerdeki olumsuz karakterler, eşinize, çocuğunuza kötü örnek olabiliyor. Bilgisayar oyunlarının etkisiyle çocuklarınız bambaşka kişiliğe bürünüyor. Kendi ellerinizle evlerinize taşıdığınız bu pencereler, sevdiklerinizi bir bir elinizden alabiliyor.
Tamamen zararlı da diyemiyoruz.
Çünkü teknoloji çağının gereği olarak iş ortamınıza kadar giren ve işinizin bir parçası hâline gelen bilgisayarlarla haşir neşir hâlindesiniz. Televizyonlar ise, görüntülü yayınları ile sizi ekrana bağlıyor. Kısa sürede dünyada neler olup bitiyor öğreniyorsunuz. Aile için yapılan bilgilendirici, eğitici programlar, kendimize dersler çıkaracağımız diziler, filmler ile faydalı olabiliyor.
İşte bu sebeple evinizde ekran sahibi iseniz, en az yayını yapanlar kadar bilinçli bir izleyici olmak zorundasınız. Kendi filtrenizi kendiniz oluşturmalısınız. Neyi izleyip, neyi izlemeyeceğinizi aile kültürü olarak belirlemiş olmalısınız. Aksi halde sel gibi gelen yayın furyası arasında kendinizi ve ailenizi kaptırır gidersiniz.
Zira bu gücün farkına varanlar, bunu çok iyi şekilde kullanıyorlar. İyi niyetli olanlar iyi; kötü niyetli olanlar kötü şekilde... Diğer bir ifade ile insanların algıları, görüntülü yayınlarla değiştirilip, daha kolay yönetilebiliyor.
**
Daha önceki yazılarımdan birinde algı yönetiminden bahsetmiştim. Önemine binaen yine tekrarlıyorum. Dünya güçleri algı yönetimini geleceğin geçerli silahı olarak görüyor. Çünkü insanların fikirlerini, görüşlerini yönetebildiğiniz ölçüde dünyayı yönetirsiniz.
Mesela Suriyeli minik Aylan'ın cansız bedeni ekranlara yansıdığında, bütün dünya gündemi buna kilitlendi. 2 yıldır film seyreder gibi Suriye'deki yüz binlerce insanın katliamını izleyen Batı, ne hikmetse bir çocuğun resmiyle, daha doğrusu kamuoyunda oluşan vicdanın sesiyle kendine geldi. Mülteci meselesini hemen gündeme aldılar. İşte bazen bir resim bile insanların algılarını değiştirebiliyor.
Fakat dünyada oluşturulan "Müslümanlar teröristtir" algısı hâlâ etkisini sürdürmeye devam ediyor. Üstelik bir de bunun üzerine "Türkiye teröristlere yardım ediyor" algısı oluşturulmaya çalışılıyor. Ülkemizde de aynı mihrakların uzantıları Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan için menfi bir algı operasyonu yürütüyorlar.
**
Eskiden tek ses vardı. Devletin radyosu. Ne konuşursa o... İnsanlar bunu dinler, bunu söylerdi. Medya da tek taraf gibi aynı sesi desteklerdi. Menderes'i böyle götürdüler. Şimdi çok taraflı (daha doğrusu iki cepheli) yayın organları her telden çalıyor, söylüyor. Yani herkes kendi kabındakini sızdırıyor. Çok seslilik elbette olsun. Fakat devlet, tehlikeli algıları bertaraf edecek, millî birlik ve beraberliği sağlayan algıları oluşturacak bir sistemi ivedilikle tesis etmeli.
Millet, 'yerli' ve 'millî' olmanın ne olduğunu iyice idrak edip öğrenmeli...
Bu tesis edilemezse, ekranların gücünü iyi kullananlar, algıları değiştirecek; doğrular yanlışlar birbirine karışacak. Sonra ne 'yerli' anlayışı kalacak, ne de 'millî' fikir...
05.10.2015
TARİHİMİZİ İYİ ANLAMAK
Üsküdar Belediyesi geçen hafta, Çanakkale Zaferi'nin 100. yıl dönümü dolayısıyla 10 bine yakın öğrenciyi Çanakkale Şehitliği'ne götürdü. 120 araçlık dev bir otobüs konvoyu ile Çanakkale'ye giden gençlere, cephede savaşan kahramanların karavanası olan arpa ekmeği ve arpa çorbası ikram edildi. Maksat yüz yıl öncesinin ruhuna biraz daha yaklaşabilmek. Güzel düşünülmüş bir seyahat programı. Geçmişten geleceğe bir köprü, nesillerden nesillere bir bayrak teslimi gibi...Geleceğimiz olan gençler, geçmişte vatanları için ölen on binlerce şehidimiz ile buluştu. Bu kadar yiğit, yüreği temiz insan neden şehit oldu? Nasıl oldu? Nerede oldu? Onları gördüler. Egeli Ömer'in, Karadenizli Osman'ın, Akdenizli Hüseyin'in, Diyarbakırlı Hasan'ın, Kahramanmaraşlı Ökkeş'in, Iğdırlı Ali'nin, Erzurumlu Ahmet'in, Kayserili Mehmet'in; il il, belde belde, Türk'ü , Kürd'ü, Çerkez'i, Abaza'sı, Laz'ı, Gürcü'sü, Arab'ı, Arnavut'u, Boşnak'ı, velhasıl birbirine kenetlenmiş nice insanımızın düşmana karşı omuz omuza savaşıp, şimdi evlerinden çok uzaklarda, şehit düştükleri aynı topraklarda saf saf yattığına şahit oldular. Dahası, hür yaşamanın, vatan sahibi olmanın, bir bayrak altında yaşamanın bir bedeli olduğunu, bu toprakların bedelinin de kanla ödendiğine vâkıf oldular. Gençler, bugün rahat yaşıyorlarsa, hür yaşıyorlarsa, o gün gözünü kırpmadan düşmana göğsünü geren nice gencin fedâkarlığı ile kazanıldığını daha yakından idrak ettiler.
Yüzyıl önce şer odakları birliğimizi bozdular, bizi birbirimize düşürdüler; hem topraklarımızı kaybettik, hem de yüz binlerce insanımızı... Bugün yine aynı odaklar bizi yine birbirimize düşürmek için uğraşıyorlar. Ülke insanımızın birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğu bu zamanda böyle bir organizasyon, geçmişte yaşadığımız acı tarihi iyi anlamanın, gençlerin idrak etmesini sağlamanın ve aynı hataya düşmemelerini öğretmenin en güzel yollarından biri.
Bu sebeple örnek teşkil edecek böyle bir organizasyonu gerçekleştiren Üsküdar Belediye Başkanı sayın Hilmi Türkmen'i, bu hassas uygulamasından dolayı tebrik ediyorum.
**
Geçen hafta mesai arkadaşım değerli insan Hasan Sarıçiçek, Osmanlı'nın payitahtlarından Bursa'ya bir ziyarette bulunmuştu. Bursa deyince tabii ilk ziyaret için akla gelen mekânlardan biri Emir Sultan hazretlerinin türbesi. Türbeye gittiğinde bir grup turistin, bir rehberin anlattığı bilgilerle çevreyi ilgiyle izlediğini görüyor. Fakat rehberin tarihî konularda turistlere bazı yanlış bilgiler aktardığını fark ediyor. Emir Sultan Hazretlerinin kayınpederi olan Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han'ın, güya Timur Han'la yaptığı savaşta mağlup olmasını hazmedemeyip intihar ettiğini anlatıyor. Rehberin, davası İslam olan Müslüman bir Sultan'ın, dinde haram olan bir işi nasıl yapabileceğini idrak edememesi ve başkalarına da bu bilgiyi yanlış aktarması, tarihimizi doğru öğrenmemenin, iyi anlayamamanın, idrak edememenin bir tezahürü olarak görüyorum.
**
Geçtiğimiz yıllarda, Topkapı Sarayı'nda bir mektep gibi yüzyıllarca Saray kadınlarının eğitim gördüğü Harem dairesini turistlere anlatan bir rehberle karşılaşmıştım. Rehber, burada sanki çok yanlış şeyler yapılıyormuş gibi, turistlerin ilgisini çekmek için saçma sapan şeyler söylüyor, alaylı alaylı gülüyordu. Yani yıllar önce gördüğüm bilgisizlik, şuursuzluk hali, bugün de devam ediyor demek ki...
Neredeyse ülkemizin yarı nüfusu kadar turist geliyor. Evet, ülkemize çok turist gelsin. Gelirimiz artsın. Tarihî eserlerimizi, kültürümüzü, bizi tanısınlar. Fakat tarihimizi doğru öğrenmeden, iyi anlamadan yabancılara böyle yanlış bilgiler aktaracaksak, bizi yanlış tanımalarına sebep olacaksak; yapılan onca, reklamın, tanıtımın, masrafın ne anlamı var?
Yerli ve yabancı düşmanlar bizi yanlış tanıtmak için, zaten ellerinden geleni yapıyorlar.
Hülâsa; tarihimizi anlatan, ülkemizin değerlerini tanıtan rehberlerin doğru bilgileri anlatması, tarihimizi anlatırken daha dikkatli olmaları gerekiyor. Bunun için gerekirse rehberler eğitimden geçirilmeli, sertifikası, diploması olmayan, bilgi eksikliği olan rehberlere müsaade edilmemeli. Hatta rehberlik bilimi enstitüleri kurulmalı. Kendimizi anlatmak kadar çok önem arz eden bir iş, misyonunu kavrayamamış, tarihini iyi anlayamamış, neyi, nerede, nasıl anlatacağını bilmeyen kişilere bırakılmamalı.
Bizim ülkemizde kendi insanımızın, tarihimizi, kültürümüzü yanlış anlaması, anlatması kadar vahim bir durum olabilir mi?
18.05.2015
Batı bizi hiç sevmedi ki!
Tarih boyunca Türk devletleri, Batı dünyası tarafından en tehlikeli düşman gücü olarak görülmüştür. Zira Anadolu'yu yurt edinen Müslüman Türkler, zulüm ve kana doymayan Batılı devletlerin korkulu rüyası olmuştu. Bu korkudan kurtulmak ise onların en büyük amacı hâline geldi. Bu gücü, Haçlı Seferleri adı altında düzenlenen saldırılar ve çeşitli ittifakların entrikaları, oyunları ile yüzyıllar boyunca yıkmaya çalıştılar. Bu sebeple Müslüman Türkleri dün istemediler, bugün istemiyorlar, yarın da istemeyecekler.
**
Günümüzde gelişen olaylar, benzerliği sebebi ile beni, ibretlik ders alınması gereken, bazı acı hadiselerin yaşandığı geçmiş tarihimizin buruk sayfalarının arasına taşıdı.
Osmanlı'nın son yılları... Batı ajanları içimize iyice sızmış, "Hasta Adam" gibi gördükleri Osmanlı Devleti'ni algı operasyonları ile yıkıma götürüyorlardı. Bu hastalığın sebebi olarak da dönemin sultanı 2. Abdülhamid Han'ı gösteriyorlardı. Batı'nın asıl hedefi aslında Osmanlı Devleti idi. Fakat Sultanı indirirlerse zaten devleti de yıkacaklarını biliyorlardı. Büyük devlet adamı Sultan Abdülhamid Han'a reva görülenler akla mantığa sığacak cinsten değildi.
Beyinleri yıkanmış nice paşa, muallim, din adamı, siyaset adamı ve ileri gelen zevat da aydın kisvesi ile maalesef düşmanın aynı düşüncelerini taşıyordu. Düşmandan tek farkları ise, sultanı indirirlerse devletin daha iyi olacağını zannetmeleri idi...
Ne istiyorlardı?
Sanki hürriyet yokmuş gibi hürriyet istiyorlardı!
Nereden başlattılar nümayişleri?
Bugünkü Taksim'de bulunan Gezi Parkı'nın yerinde olan Topçu kışlasından...
Peki, sonuç ne oldu?
Bunu o günleri yaşayan ve Abdülhamid Han'a karşı çıkanlardan Dr. Rıza Nur'un acı itirafından aktarayım. Şöyle anlatıyor: "Güya hürriyet istiyorduk. Abdülhamid gitti. Hürriyet de gitti. Yeni zulüm ve istibdâd dönemi başladı. Bu Abdülhamid'inkinden(!) daha dehşetli oldu. Zavallı Abdülhamid kaç kişiyi asmıştı. Hiç... Hele hiç hırsızlık etmedi, hiç fuhuş yapmadı, hiç israfta bulunmadı. Bilakis memlekette bunların önüne geçmeye çalıştı. Abdülhamid'e karşı durduğuma utanıyorum."
Rıza Tevfik de Sultan Abdülhamid'e karşı komplo kuranlardan biri idi. Yıllar sonra "özür dileyen" şiiri şöyle:
"Pâdişah hem zâlim, hem deli" dedik,
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz "beli" dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına.
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük atalar kıblegâhına...
...
Büyük halk kitlelerini "Sultan gitsin" diye sokağa döken hürriyetperestler, Sultan gidince onun 33 yıllık huzurlu yönetimini arar oldular.
Peki, suçu neydi Sultan Abdülhamid Han'ın? İşte yaptıklarından bazıları:
- Filistin topraklarını Yahudilere vermedi.
- İlk otomobili getirdi. 5 bin km yol yaptı.
- İlk metroyu Karaköy'den Taksim'e inşa ettirdi.
- İlk defa elektriği, gazı getirdi. Ulaşımda tramvayı getirdi.
- Haydarpaşa'dan Hicaz'a demir yolu yaptırdı.
- Hastaneler yaptı. Eczaneler açtırdı. Darülaceze'yi yaptırdı.
- Midilli adasını Fransızlardan geri aldı.
- Ziraat Bankası kurdu. Ziraat ve sanayi odaları açtı.
- Kendi parasından fakirlere kömür dağıttı.
- Sanayileşme hareketi başlattı. Kâğıt, kumaş fabrikaları açtı.
- Avrupa'dan hemen sonra telefon telgraf posta sistemini kurdu.
- Modern matbaa makineleri getirdi. Bedava kitaplar dağıttı.
- Terkos sularını İstanbul'a taşıdı. 40 yeni çeşme yaptırdı.
- Yeni gemiler, toplar silahlar aldı. Tabyalar kurdu.
- Eğitim için meslek okulları, öğretmen okulları, üniversiteler açtı...
**
O günle bugün arasında müthiş benzerlikler var. Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'a oynanan oyun aynı. Aynı algı ile iktidardan uzaklaştırılmak isteniyor. Onun adı üzerinden asıl hedef Türkiye. Sadece kelimeler değişmiş. O gün "'İstibdâd' gitsin 'Hürriyet' gelsin!" deniyordu. Bugün "'Diktatör' gitsin 'Özgürlük', 'Özerklik' gelsin!" diyorlar.
İki liderin de ülkesi için yaptığı hizmetler birbirine benziyor. Bu millet geçmişte bu oyuna bir kez geldi. Koskoca Osmanlı Devletini yitirdi. İkinci bir kez aynı tuzağa düşecek kadar ahmak değil. Tarihten dersini çıkarmıştır diye ümit ediyorum. Bu oyunun içinde yer alan maşaların ise, ahmaklıktan öte ihanet içinde olduklarını düşünüyorum.
Gerçek şu: Batı, Müslüman Türkleri hiç sevmedi. Dün istemediler, bugün istemiyorlar, yarın da istemeyecekler. Gerisi teferruat...
12.10.2015
Mandaya alışanlar
Yerli malı, yurdun malı
Herkes onu kullanmalı.
Çocukluk günlerimde sıkça söylediğimiz tekerlemelerden... İlkokulda okurken her yıl yerli malı haftasında, yerli ürünlerle ilgili etkinlikler yapardık. Herkes evinden çeşitli taze veya kurutulmuş meyveler, hamur işi yiyecekler, şekerlemeler getirirlerdi. Sınıfta paylaşarak yerdik. Yerli malını bu kadar bilirdik.
O yıllarda İzmir fuarı ilgi odağı idi. Birçok ülkenin ürünlerinin tanıtıldığı bu fuarı çok merak ederdim. Nihayet bir gün ailecek gitmek kısmet oldu. Çeşitli ülkelerin devasa pavyonlarda sergilenen ürünlerini gördüm. Hayalimin çok ötesinde dev sanayi makineleri, tekstil ürünleri, sanayi ürünleri, çeşitli cihazlar, ev aletleri, elektronik ürünler oldukça ilgimi çekmişti. Ufkum değişti. O zaman anladım. Yerli malı deyince sadece meyveler, sebzeler değildi kastedilen... O kadar ülkenin ürünlerini ve makinelerini görünce ister istemez "kendi ülkemin yerli malları neler?" diye merak ettim. Türkiye pavyonuna girdiğimizde de sadece kesme şeker paketleyen bir makine ile karşılaştık. Ziyaretçiler de paketlenen şekerleri satın alıyordu. İşin açıkçası çocuk duygularımla kendimi ezik hissetmiştim. Diğer ülke stantlarında dev makineler, türlü türlü cihazlar, aletler varken, benim ülkemde kurutulmuş gıdalar ve şeker paketleme makinesinden başka bir şey yoktu. Biz çok güçsüz, çok geri kalmış bir ülkeymişiz. O an için öyle algıladım.
Daha sonraki eğitim yıllarımda da bu psikolojiyi üzerimden atamadım. Çünkü ortaokul yıllarında da okutulan kitaplarda neredeyse her yeniliğin, her buluşun Batı'dan geldiğini öğrendik. Özellikle tarihçilerimiz, Rönesans hareketini hep ballandıra ballandıra anlatırdı. Hipokrates'i, Sokrates'i, Kristof Kolomb'u, Macellan'ı, Mikelanjelo'ı, Leonardo Da Vinci'yi, Pasteur'u, Newton'u, Pascal'ı, Edison'u, James Watt'ı, Mozart'ı, Shakespeare'i; daha adını sayamadığım birçok ismi âdeta ezberlettiler. Yunan medeniyetini öğrenmekten Osmanlı'ya, Selçuklu'ya bir türlü sıra gelmiyordu.
"Batı olmasaymış biz hiçmişiz!" hissini içimize yerleştirdiler. Batı ülkelerini merak eder olduk. Onların kültürlerine, filmlerine, müziklerine, yaptıklarına hayranlık duymaya başladık.
**
Lise yılları...
Fikirlerimizde istikametin belirlendiği yıllar. İnsan aslına çeker derler ya! Babamın dedesinin Osmanlı subayı olduğu evde konuşulurdu. İçimde buruk duygularla "Ne yapmışlardı da bizi geri bırakmışlardı?" diyerek Osmanlıları merak etmeye başladım. Okutulan tarih kitabı haricinde başka kaynaklardan ecdadımız olan Osmanlı'yı araştırmaya başladım. Araştırdıkça bazı gerçeklerin bambaşka olduğunu gördüm. Batılıların ecdadımız kadar medeni anlayışa, insani değerlere sahip olmadığını fark ettim. Medeniyet dedikleri, temcid pilavı gibi önümüze böbürlenerek sürdükleri buluşları ise Müslüman ve Türk dünyasının âlimlerinden kopyaladıkları bilgilerdi. Mikrobu Pasteur değil Akşemsettin hazretleri bulmuştu. Ali bin Abbas Hipokrat'ın tıbbi hatalarını düzeltmişti.
Matematikte Sinüs ve Kosinüs'ü bulan Battani'yi; Amerika'yı Kristof Kolomb'dan 500 yıl önce haber veren Biruni'yi; Atomun parçalanacağını bulan Cabir bin Hayyan'ı; Bilgisayarın babası Cezeri'yi; ilk zooloji âlimi Demiri'yi; Batıya tedavi metodlarını öğreten Ali Bin Rıdvan'ı, İbni Sina'yı; ilk cebiri bulan Harizmi'yi; yerçekimini bulan Hazini'yi; ses dalgalarını bulan Farabi'yi; ilk uçağı yapan ibni Firnas'ı; en büyük botanikçi İbni Baytar'ı; dünya haritasını çizen İdrisi'yi; ilk torna tezgâhını kuran Karaka'yı; Optik sistemleri bulan İbni Heysem'i; dünyanın çapını ilk hesap eden Sabit bin Kurra'yı; Ali Kuşçu'yu, Piri Reis'i, Uluğ Bey'i; tarihe keşifleri ile hem de Batılılardan asırlar önce yön vermiş, daha yüzlerce bilim adamımızı bize öğretmediler, anlatmadılar.
Dünya'nın 7 harikasından biri kabul edilen Taç Mahal'i, Mimar Sinan'ın talebesi Mehmet Ağanın yaptığını yıllar sonra öğrendim.
Araştırdıkça içimdeki eziklik duygusunu attım. Batı gözümde küçüldü, itibarsızlaştı. Hayranlığım söndü, kendi ecdadıma olan hayranlığa dönüştü. Çünkü asıl medeni olan bizdik.
**
Yıllar çok şeyi değiştirdi. Şimdi kendi silahını, helikopterini kendi üreten, dev sanayi tesisleri olan, ileri teknoloji kullanan bir Türkiye var. Fakat içlerindeki aşağılık duygusunu yenemeyenler, hâlâ Batı'ya hayranlık besleyenler, ne ilk yerli otomobilimiz "Devrim"i içlerine sindirebildiler, ne şimdiki yerli prototip otomobilleri... Zaten bu görüşte olanlar, Türkiye Devleti'ne bir sarayı bile çok gördüler, yakıştıramadılar. Mandaya alışmışlar bir kere...
Şunu herkesin iyi bilmesi, kavraması lazım...
Biz ne kadar yerli isek, ne kadar kendi aslımıza dönersek o kadar bağımsızız.
19.10.2015
Ne ekersen onu biçersin
Atasözlerimiz...
Asırlar öncesinden günümüze kadar söylenegelmiş, dersler çıkarmamız gereken, uyarıcı, yol gösterici altın değerinde sözler...
Atasözlerimiz zengin tarihimizin ziynetleri gibidir. Defalarca yaşanmış ders alınmış tecrübelerin ışığında, atalarımızın gelecek nesillere bıraktığı en güzel kültür değerlerinden biridir.
Ata yadigârı bu sözler, kimin söylediği tam olarak bilinmese de, dededen toruna, nesilden nesile söylene söylene atalar sözü olarak sosyal hayatımız içinde yerini almış.
Her bir söz üzerine hikâyeler, romanlar, senaryolar yazılabilir. Bu sözler, toplum kültürü içinde bir konu üzerinde ifadeyi güçlendirmek için belli manalar yüklenerek, ya da belli manaları ima etmek için kullanılmış. Atasözünde kullanılan kelimelerin asıl manasından ziyade, mecazi manasının ima ettiği ifade öne çıkmıştır.
**
Atalar ne demişse doğru demiş. Her bir söz kulağa küpe olacak değer taşıyor. Bu sözlerden birini bugünkü yazıma konu yapmak istiyorum.
"Ne ekersen onu biçersin!"
İşte çok manalar yüklü olan, dersler çıkarılması gereken atasözlerimizden biri... Kelimelerinin gerçek manaları ile de kullanılan bu atasözümüz, mecaz olarak da birçok anlam taşımaktadır.
Gerçekten insan ne ekerse onu biçer. Buğday eken, arpa biçecek değil ya! Hiçbir şey ekmezsen de hiçbir şey biçemezsin.
Yaşlı bir çiftçinin tembel bir oğlu varmış. Babası onu bir türlü iş yapmaya yönlendirememiş. Kendisi gücü yettiğince tarlalarını eker biçermiş. Gel zaman git zaman, delikanlının evlenme vakti gelmiş. Delikanlı babasına konuyu açmış. Babası "Oğlum yukarı tarladaki buğdayı biç. Onu düğün parası yapalım" demiş. Delikanlı eline tırpanı almış, türkü çığıra çığıra düşmüş tarla yoluna. Fakat tarlaya vardığında ne görsün? Ortada ne buğday var, ne de biçilecek bir ürün. Koşa koşa babasının yanına geri dönmüş. Tarlada biçilecek hiçbir ürünün olmadığını söylemiş. Babası da "Ya öyle mi? Ben yaşlıyım. Bir şey ekemedim. Sen ekmişsindir sandım. Ekmemişsen neyi biçeceksin? Ne ekersen onu biçersin" demiş. Tembel delikanlı bu söze verecek cevap bulamamış.
Bu atasözünün benzeri olan, eş mana taşıyan bazı atasözleri de var. Mesela "Ne edersen onu bulursun", "İyilik yapan iyilik bulur", "Çalma kapıyı, çalarlar kapını", "Bağa bak üzüm olsun, yemeye yüzün olsun", "Lafla peynir gemisi yürümez". "Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına", "Ne verirsen elinle, o gider seninle" gibi...
Genel tema olarak, insanın başına gelen yaptıklarındandır, ya da yapılmamış bir şeyin karşılığının olmayacağı anlatılmaya çalışılıyor.
Bu atasözünün bir de daha ileri safhasını anlatan, aşırılığa kaçmanın kötü neticeler doğuracağını ifade eden "Rüzgâr eken, fırtına biçer" ya da diğer bir ifade ile "Öfkeyle kalkan, zararla oturur" şeklinde ikaz mahiyetinde olanı var.
**
Ülkemiz son zamanlarda sıkıntılı kritik günler geçiriyor. Gelecek Pazar her bir vatandaşımızın kullanacağı oy, ileride ne biçmek istiyorsa onun tohumları olacak. Yani ne ekilirse o biçilecek.
Temenni ederiz ki huzur tohumları ekilsin; istikrar ekilsin, barış ekilsin, anlayış ekilsin... Herkes bal gibi biliyor. Türkiye'nin güçlü olmak için, birlik olmak için bunlara ihtiyacı var. Hem de her zamankinden daha fazla... Bu gerçeğe rağmen, nifak tohumları ekmeye devam edenlere, düşmanlık duygusu taşıyanlara, aşırılığa kaçanlara bir çift sözüm olacak.
Bilsinler ki, "Rüzgâr eken, fırtına biçer", aşırılık yapan aşırılık bulur. "Eden kendine eder"...
Gelin eteğinizdeki taşları dökün. Yerine ülkemizin hayrı için iyilik tohumları doldurun.
Bilin ki, "Ne ekerseniz, onu biçeceksiniz" hem de fazlasıyla...
26.10.2015
YERLİYİ KİM İSTEMİYOR?
Yıllardır yerli araba arıyoruz. Babayiğit arıyoruz.
Zamanında babayiğit de bulunmuş, üretilecek araç modeli de... Üretilmiş de...
Fakat nasıl oldu ise az bir benzinle yola çıkarılan araba, yolda kaldı diye üretimden vazgeçilmiş.
Devrim marka otomobilimizden bahsediyorum. Türk mühendislerin el emeği, göz nuru ile yapılmış yerliden... Şunu bir türlü aklım almıyor. Nasıl olur da başarıyla üretilen bir araç, benzini bitti diye fabrikası kapatılır. Neden tekrar benzin konulmaz. Bunu biri bana izah etsin. Dünyanın hiçbir yerinde eşi benzerine rastlanılmayacak acaib bir vaka... Hiçbir mantığa uymayan ilginç bir hadise... Hem de o günün şartlarında gerçekten otomobil çizgileri taşıyan Türk yapımı bir araçtan bahsediyorum.
Aradan yaklaşık 55 yıl geçmiş. Şimdi yeniden yerli bir araç yapımı için kollar sıvandı. Günümüz şartlarında bugünün teknolojisi ile yeni bir model geliştirildi. Seri üretimi için çalışmalar devam ediyor. Üretecek babayiğitler aranıyor.
Müthiş bir teklifim var!
Hazır elimizde üretilmiş bir araç var. Aynı kalıpla neden üretmiyoruz? Artık Devrim marka otomobilimizi klasik modeller arasında sayabiliriz. Devrimi yeniden nostalji serisi olarak çıkaralım. Rengine, aksesuarına göre adına 'Turkuaz' diyelim; 'Sedef' diyelim; 'Lale' diyelim. Yüz yıl geçse de kaportası ve modeli üretildiği sürece aynı olsun. Değişmesin. Sadece iç aksesuar, motor ve elektronik kısımlarında gelişmeye göre değişiklikler yapılsın. Eminim ki klasik araba tutkunlarından müşterisi çok olacaktır. Böyle bir arabanın ilk müşterisi olarak hemen beni kaydedin. Amerikan arabaları gibi çok iyi boya ve nikelajlı tampon ve aksesuarlar ile ışıl ışıl yanan Devrim marka bir araca sahip olmak isteyen çok sayıda otomobil sevdalısı olduğuna kaniyim.
İnanmazsanız, bunu halkımıza deklare edin. Yüzbinlerin müşteri olacağını göreceksiniz. Bugün Küba gibi dünyanın birçok ülkesinde klasik oto tutkunları hâlâ var. Yüz yıl da geçse kaporta şekli değişmeden üretilebilir.
Madem ilk yerli otomobil olarak üretildi. Mühendislerimizin emeği boşa gitmesin. Üstelik o gün üretimi kim, hangi güç durdurduysa, ona verilecek en iyi cevap bu olacaktır.
**
Aslında yerli oto olarak sadece Devrim'i üretmemişiz.
Prof. Dr. Rahmi Güçlü, Türk Silahlı Kuvvetlerinde görevli asker ve Yıldız Teknik Üniversitesi sivil, Türk mühendislerin başarılarıyla, 1988 yılında, 'Tuzla 1013' markalı yerli Cip'in, motor dahil bütün parçalarının Türkiye'de üretildiğini söylüyor. Özellikle vites kutusu, arazi dişlileri, diferansiyel mekanizması, şaftları ve diğer aktarma organları, şasi, kaporta, iç ve dış bütün aksamın K.K.K. 1013. Ordu Donatım Ana Tamir Fabrikası'nda yerli olarak üretildiğini belirtiyor. Güçlü, "Bugün Türk Silahlı Kuvvetleri'nin envanterinde, 10 binden fazla yerli askeri cip ve mobil silah yer alıyor; hâlâ kullanılmakta olan bu araçları, kışlalarda ya da törenlerde görebilirsiniz. Bugüne kadar bu ciplerin kamuoyu tarafından bilinmemesi, askerî bir proje olmasından kaynaklanıyor" şeklinde bilgi veriyor. İnternette birçok sitede bununla ilgili bilgi var.
Bu yerli ciplerin de üretimi bilinmez bir şekilde durdurulmuş. Üstelik, 'Tuzla 1013' marka yerli Cip'in yurt dışından ithal edilen emsallerine göre, teknik açıdan daha üstün ve çok daha ucuza mal olmasına rağmen, üretiminin neden durdurulduğu hâlâ muamma.
Gelin işe bu iki yerliyi yeniden üreterek başlayalım. Tezgâh hazır, kalıplar hazır, yürekler hazır; üretim için bütün şartlar hazır. Madem yerli istiyoruz. Sadece kendi ülkemiz için, kendi insanımız için, kurumlarımız için üretelim. Önce bu yarım kalan üretimimizi tamamlayalım. Bir işi her şeye rağmen yarım bırakmadığımızı bütün dünya görsün. Sonra yeni prototipimizle, teknoloji gücümüzle gövde gösterimizi yaparız.
Var mısınız?
**
Seçimler bitti. Bugün çıkan netice ülkemiz insanının takdiri ve tercihidir. Geçen haftaki yazımda "Herkes ne ektiyse onu biçer" demiştim. İstikrar isteyen istikrar biçecek, kaos isteyen kaos...
Fakat hayat devam ediyor. Bugünden itibaren "Yerli olma" çabası da dahil, yapılacak çok iş var çok... Neticenin ülkemiz için hayırlara vesile olmasını dilerim...
02.11.2015
DİKİLİ AĞACI OLMAK
Geçen hafta değerli dostum Hüseyin Namık Yıldırım'ın daveti ile Malatya Film Festivali'ne katıldım. Bu yıl 6.sı düzenlenen festivalde daha önceki bölümlerde "Altın Kayısı" ödülü verilirken, 4. Yılından itibaren "Kristal Kayısı" ödülü verilmeye başlanmış.
"Neden?" diye merak edip sordum. Verilen cevap ilginçti. Malatya'da yaşayan Ermeniler, Ermenistan'a göç ettikten sonra, orada Malatya isimli bir şehir kurmuşlar. Malatya Altın Kayısı Film Festivali'nin ismini uluslararası tescil ettirmişler. Bunun üzerine bizim Malatya'da verilen "Altın Kayısı" ödülünün aynı isimle olmaması için "Kristal Kayısı"ya dönüşmüş. Altın Kayısı ise Ramada Otelin duvarlarında bir yazı olarak hatıra kalmış.
**
Festivale bu yıl, sıradan etkinliklerin yanında onur ödülü alan sanatçılar için, adlarına kayısı fidanı dikilerek ayrı bir mana kazandırmışlar. Malatya'nın Yeşilyurt belediyesi sınırları içinde ayrılan bir alanda, festivalde onur ödülü alan sanatçılar için dikilen ağaçlarla "Kayısı Bahçesi" oluşturulacak.
Bu bahçenin oluşumunda Yeşilyurt Belediye Başkanı Hacı Uğur Polat'ın emeği var. Bununla ilgili düşüncelerini, "Sinema festivali şehrimizin sosyal ve kültürel yönüyle tanıtımına büyük katkı sağlıyor. Dünyanın en leziz meyvesi olan ana ürünümüz kayısının tanıtımı da bizim için büyük önem arz ediyor" şeklinde vurguluyor. Böylece onur ödülü alan sanatçıların adına dikilen kayısı fidanları ile hem kayısının tanıtımına katkıda bulunmuş olacaklar, hem de düzenledikleri festivale bir mana kazandırmış olacaklar. Başkanı bu düşüncesinden dolayı tebrik ettim.
Çünkü bir ağaç dikmek, ya da dikilmesine vesile olmak; insan hayatı içinde mana ifade eden hayırlı bir amel... Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem), "Müslüman bir kişi, bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen meyve kıyamete kadar o kimseye sadakadır" hadis-i şerifi ile ağaç dikmenin hayırlı bir amel olduğunu haber veriyor. Ayrıca ağaç dikmenin çok önemli olduğunu belirtmek için şöyle buyuruyor: "Kıyâmet kopuyor olsa ve birinizin elinde bir fidan bulunsa, kıyâmet kopmadan onu dikebilirse bunu hemen yapsın!"
**
Adlarına dikili birer kayısı ağacı olmasından dolayı onur ödülü alan sanatçılar da bu uygulamadan son derece memnun. Ağaç dikim alanında görüştüğüm yılların sinema sanatçısı Serdar Gökhan, "51 yıllık bir sanat hayatım var. Sayısız festivale katıldım. Fakat ilk defa adıma ağaç dikilerek onore edildim. Dikili bir ağacımız yoktu. O da oldu. Adımıza kayısı ağacı diktiler. Çok güzel bir uygulama. Demek ki unutulmayacağız. Bu etkinliğe katılmaktan onur duydum. Festivali düzenleyenlere ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum" diyerek samimi bir dille bu konudaki duygu ve düşüncelerini ifade etti.
Yine aynı şekilde onur ödülü alan sanatçılardan Perihan Savaş da "Malatya Film Festivali'nden onur ödülü alanlara bir bahçe tahsis edilmesi, adıma dikili ağacımızın olması beni gerçekten çok onore etti. Çok mutluyum" şeklindeki açıklaması, yapılan uygulamanın ne kadar yerinde olduğunu gösteriyor.
Evet... Her geçen gün biraz daha ısınan, ateşi yükselen yaşlı dünyamızda, yeşil alanların çoğaltılması insanlık hayatı için elzem bir durum. Hangi sebeple olursa olsun ağaç dikmek, çok güzel bir eylem.
Keşke her doğan insan için bir fidan dikmek yükümlülük hâline gelseydi. Bunun için yerleşim yerlerinde ağaç dikme alanları oluşturulabilseydi. Mesela ceviz fidanı dikilseydi... Şimdi 78 milyon ceviz ağacımız olurdu. Ya da her şehir kendi iklimine uygun bir ağaç dikebilseydi. Şimdi herkesin adına dikili bir ağacı olurdu; hem de dededen toruna intikal edecek değerli bir mirası...
16.11.2015
İKİ MESELE AKLIMA ÇOK TAKILIYOR!
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık hitapta bulunduğu “Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız” sözleri, ülkemizi yarınlara taşıyacak olan anlayışın temel unsurudur. Bir olmakla büyürüz, iri olmakla güçleniriz. Diri olmakla baki kalırız. Ayrılıklar bizi zayıflatır.
Bu sebeple nifaklardan hep nefret etmişimdir. Kim ki ikilik çıkarıyor, ondan uzaklaşmışımdır.
Aklımın almadığı iki mesele var. Beni oldukça rahatsız ediyor.
Bu meselelerden biri, 1983 yılına kadar uygulanan, yüzyıllardır Osmanlı’nın kullandığı namaz vakitleri nasıl olduysa bu tarihten itibaren, değiştirildi. Bu konu üzerine o yıllarda oldukça tartışmalar yaşandı.
Yazılar yazıldı. Fakat ne yazık ki bir netice alınamadı. O tarihten itibaren Türkiye’de iki ayrı namaz vakti kullanılmaya başlandı. Müslümanlar arasında namaz vakti konusunda birlik bozuldu. İkilik çıktı.
Takvimlerde iki ayrı vakit bilgileri yayınlanır oldu. Özellikle imsak vakitlerindeki 20 dakikaya varan vakit farkı, oruç ibadetinin başlama vaktinde şüpheler oluşturdu.
Ne olmuştu? Osmanlılar yanılmış mıydı da namaz vakitlerini düzeltme ihtiyacı duyuldu? Merak edip araştırdım. Vardığım sonuç beni daha da şaşırttı.
Daha önceleri ufka beyazlığın düşmesi (fecr), güneşin irtifası (bütün İslam âlimlerinin ittifakı ile) -19 derecede başladığı kabul edilirken, Avrupalı bilginlerin ileri sürdüğü hesaplarda Fecrin -18 derecede başladığının bildirilmesi, Türkiye’de vaktin değişmesine sebep olmuş. Ayrıca bu vakit değişikliğinde; Osmanlıların “insanların namazı heba olmasın, oruçları zayi olmasın, çünkü vakit, bu ibadetlerin şartlarındandır” diyerek coğrafi şartlardan ve astronomik hesaplama tekniğinden kaynaklanan mecburiyetten dolayı koydukları 8-10 dakikalık temkin vakitleri de kaldırılmış. Böylece hem derece farkından, hem de temkin farkından kaynaklanan vakit farkları, özellikle imsak vakitlerinde 15-20 dakikalık oruca geç başlama, ucu ucuna başlama gibi, ibadeti riske atacak durum oluşturmuştur.
Diyanet’in 1983 yılından itibaren, Avrupa bilginlerinin ileri sürdüğü “fecr -18 derecede başlar” bilgisine göre namaz vakitlerinin değiştirilmesine karşılık, İstanbul Üniversitesi Kandilli Rasathanesi’nin, 08.07.1992 târih ve 1354 sayılı yazısı ile imsâk ve yatsı vakitlerinde güneşin ufkun altındaki derecelerinin ve temkin müddetinin, 1400 seneden beri uygulanageldiği, yani, Yatsı (Şafak) için ufkun altında (-17) derece, İmsâk (Fecr) için ise, (-19) derece şeklinde olduğu; temkin müddeti ile ilgili olarak da, “Yapılan hesaplara göre bu miktar (temkin) belli bir rasat yeri için muhtelif tarihlerde 8-10 dakika arasında olmaktadır. Bu bakımdan genel olarak temkin miktarının 10 dakika alınması ve bunun öğleden önceki vakitlerden çıkartılması, öğleden sonraki vakitlere ise eklenmesi gelenek hâlini almıştır” şeklinde açıklaması ile Osmanlı vakitlerinin doğruluğu teyit edilmiştir.
Yani, Osmanlılar yanılmamıştı. Bir din adamı değilim. Sade Müslüman bir vatandaşım. Sadece aklıma çok takılıyor. Mantığım almıyor. Müslüman astronomi âlimlerinin ve din adamlarının kabul ettiği vakitler değil de, neden Avrupa bilginlerinin fecr anlayışına göre ibadet vakitlerinin uyarlandığını ve hâlâ uygulandığını anlayamıyorum!..
**
İkinci mesele ise; görevim icabı Türkiye’nin birçok yerini dolaştım. Yolculuğum esnasında konakladığım yerlerde; bazen illerde, bazen ilçelerde, köylerde ya da dinlenme tesislerinde namaz için girdiğim camilerin, mescitlerin birçoğunda ibadet için konulmuş sandalyeler, koltuklar, sıralar gördüm. Çocukluğumda hiçbir camide görmediğim bu manzara beni tedirgin ediyor. Hatta bazı cami ve mescitlerde öyle ileri gitmişler ki, neredeyse ibadet alanının bir kısmını (aynı kiliselerdeki gibi) sıralardan oluşan oturma yerleri, lüks koltuklar yapmışlar. Camilerdeki bu değişim, yine 80’li yıllardan sonra başladı. “Dinde ne değişti de ibadet şekli değişmeye başladı?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Aklıma takılıyor.
**
İşte Sayın Cumhurbaşkanımızın sözleri bu noktada daha da önem kazanıyor: “Biz bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız” ki içimize ayrılık tohumlarının ekildiği bu zamanda, her şekle giren düşmana fırsat verilmesin. Şimdi bir olma, birlik olma zamanı… Zaman öyle bir zaman ki, iki bile çok!
Bunun için, bizi bir tutan, en sağlam harcımız olan millî birliğimizi, din birliğimizi bozan nifaklardan, ikiliklerden, yanlış uygulamalardan, paralel kurgulardan uzak olmalıyız. Halkımızın büyük bir teveccühü ile iktidara gelen hükümetimizin de ayrılıkları bitirip, değerlerimize sahip çıkıp, birliği sağlayacağına inancım tam...
23.11.2015
.
|
Bugün 275 ziyaretçi (380 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|
|