|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Dinimizde dört delil vardır
|
Sual: Geçen gün abdestte enseyi mesh etmek haram demiştim, siz haram değil demiştiniz. Zebra yemek haramdır dedim. Siz ise haram olduğunu söyleyen iddiasını ispat etmeye mecburdur demiştiniz. Siz değil de ben niye mecbur oluyorum? Sonra niye sorulara Kur’andan değil de başka kitaplardan cevap veriyorsunuz? Bir de, Yahudilerle ortak olduğunuz söyleniyor. Ortak olmadığınızı ispat edin diyorum, ispat size düşer diyorsunuz. Niye siz ispat etmiyorsunuz?
CEVAP
Mubah, yani haram olmayan şey çoktur. Bunlar mubah diye Kur’an ve sünnette yazılı olmaz. Ama haram azdır ve haram olduğu edille-i şeriyyede bildirilmiştir. Bütün meyve, sebze ve otlar mubahtır. Mubah olduğuna dair delil aranmaz. Haram deniliyorsa delil aranır. Mesela sarhoş edici otları yemek haramdır. Bunun delili olur. Zehirleyen meyve veya gıdaları yemek haramdır bunun delili olur. Alerji yapıp hastalandıran gıdaları yemek haramdır. Bunun delili olur. Ama bir kivi için, bir ananas için, bir muz için mubah olduğuna dair delil aranmaz. Haram diyen çıkarsa delilini onun göstermesi lazımdır.
İftira edilen kimse, kendisinin temiz olduğunu ispat edemez. İspat, iftira edene düşer. Mesela bir kimse, (Babanız hırsızdır, katildir. Falancanın malını çalmıştır, beş kişiyi öldürmüştür) dese, babanız, bunları yapmadığını nasıl ispat edecektir? Elbette bunu söyleyenin ispat etmesi, delil göstermesi gerekir. Babanız, (Ben böyle bir şey yapmadım) diyorsa, artık ondan delil istenmez. Suçu kim isnat ediyorsa, şahit ve delil ondan istenir. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Şahit dava edene, yemin, inkâr edene düşer.) [Darekutni]
(İspat davacıya, yemin de inkâr edene düşer.) [Tirmizi]
Dinimizde delil sadece Kur’an-ı kerim değildir. Dinimizde dört tane delil vardır. Bunlar;
1- Kitab,
2- Sünnet,
3- İcma [âlimlerin söz birliği],
4- Kıyası fukaha [Fıkıh âlimlerinin ictihadı]
Her meselede bu dört delile bakılır. Mesela enseyi mesh etmek haram mı diye bu delillere bakılır. Bu delillerde öyle bir şey yok. Hatta sünnet olduğunu fıkıh kitapları bildiriyor. Zebranın yendiğini, köpeğin yenmediğini yine fıkıh kitapları bildiriyor. Bir de, dört hak mezhepte bazı fıkhi konular farklıdır. Bir mezhepte haram olan öteki mezhepte mubah olabilir. Onun için herkes kendi mezhebine göre amel etmesi gerekir. Bu delillerle inanmayan, dört mezhepten birisinde bulunmayıp sadece Kur’an diyen kimse mezhepsizdir. Mezhepsizin sapık veya kâfir olduğu Seyyid Ahmed Tahtavi’nin Dürr-ül-muhtar hâşiyesinin Zebâyıh kısmında bildirilmektedir.
Örf, bir şehirdeki insanların dine aykırı olmayan umumi âdetleri demektir. Edille-i şeriyye denilen dört delilden sonra dine aykırı olmayan örf ve âdetler de delil olur. Ancak, zamanın değişmesiyle örf ve âdete dayanan hükümler değişebilir. Çünkü Mecelle’nin 39. maddenin açıklamasında deniyor ki: Zamanın değişmesiyle, örf ve âdete ait hükümler değişebilir. Nassa, delile dayanan hükümler zamanla değişmez. (Dürer-ül hükkam)
Nassa dayanan hükümler zamanla değişmez. İbadetlerde nass ile bildirilmiş olmayan bir hükmü anlamak için umumi [genel] âdetler delil olur. Âdetlerin umumi olması için Eshab-ı kiram zamanından kalması, müctehidlerin kullanmış olmaları ve devamlı olmaları gerekir. Sonradan âdet olan şeyler, şer’i delil olmaz. Muamelattaki âdete ait hükümler, nassa muhalif değilse delil olur. Örf ve âdetin nassa aykırı olup olmadığını da ancak fıkıh âlimleri anlar. (Mecelle şerhi)
(Kur’anda var mı?) demek
Sual: Dinimizi bilmeyen veya art niyetli kimselere, bir hadis-i şerif söyleyerek bir şey haram dense, mesela (Dövme yaptırmak haram) dense, (Bu konuda âyet var mı?) diyorlar. Hâşâ Peygamber efendimiz, Kur’ana aykırı mı söylüyor?
CEVAP
Her şeyi Kur’anda açıkça bulmak zordur. Sahih-i Müslim’de bildiriliyor ki: İbni Mesud hazretleri, (Dövme yapan ve yaptırana lanet olsun)mealindeki hadis-i şerifi rivayet edince, Ümmü Yakub isimli yaşlı bir kadın, “Ben Kur’anı okudum, ama böyle bir lanet yok” dedi. İbni Mesud hazretleri, “Dikkatli okusaydın mutlaka görürdün” diyerek şu mealdeki âyet-i kerimeyi okudu:
(Resulullah’ın size verdiklerini alın, yasakladıklarından sakının!)[Haşr 7]
Birkaç âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Allah’a ve Resulüne itaat edin!) [Al-i İmran 32]
(İhtilaflı bir işin hükmünü Allah’tan [Kur’andan] ve Resulünden[Sünnetten] anlayın!) [Nisa 59]
(Resulüme uyun ki, doğru yolu bulasınız!) [Araf 158]
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(İhtilaflarda seni hakem edip verdiğin hükmü tereddütsüz kabullenmeyen iman etmiş olmaz.) [Nisa 65]
(Resulüm, kendi arzusuyla konuşmaz. Onun [din işlerine ait] sözü vahiydir.) [Necm 3, 4]
İslam’a göre namaz
Sual: Farklı ictihadlardan kurtulup, Kitap ve Sünnet esas alınarak(İslam’a göre namaz) kitabı hazırlanamaz mı?
CEVAP
Hazırlayanlar var. Bu da Kitap ve Sünnet’ten kendi anladığına göre bir namaz olur ki, buna da, Kitap ve Sünnet’e göre namaz denmez; indî [kişisel] namaz denebilir. Peki, dört hak mezhebin sahipleri Kitap ve Sünnet’e göre namaz kılmayı bildirmediler mi? Onların farklı ictihadları, ümmet için birer rahmettir. Şimdiki türedilerin, yetkisiz olarak, kendi şahsî görüşlerine Kitap ve Sünnet demeleri çok yanlış olur. Zaten her sapık, kendi kişisel görüşünün kitaba ve sünnete uygun olduğunu savunur. Bu yanlışlıktan dolayı 72 tane sapık fırka meydana çıkmıştır.
Müslümanlara rahmet olması için, Resulullah efendimiz bazı şeyleri farklı bildirdi. Müctehid âlimler de bunlara dayanarak farklı hükümler bildirdiler. Şimdi her müslüman, bunlardan birine uymak zorundadır. Seyyid Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:
Cehennemden kurtulan fırka-i naciyye, bugün dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli’dir. Bu zamanda, bu dört hak mezhepten birine uymayan, bid’at sahibi olup Cehenneme gider. (Dürr-ül-muhtar haşiyesi)
Namazda imam arkasında Fatiha okumak Kitap ve Sünnet’e uygun mudur? İmam-ı Şafii’ye göre farzdır, İmam-ı a’zama göre, tahrimen mekruh yani harama yakındır. Biri farz derken, öbürü haram diyor. Hangisi İslam’a göre namaz olur? Onun için Hanefi’ye göre namaz, Şafii’ye göre namaz denmiştir. İslam’a göre namaz olmaz, yapılmaya kalkılırsa mezhepsizlik, yani bid’at ve dalalet olur.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
www.ilmihalonline.8m.com/ders_14.htm
Konu: ŞER
.
|
ŞER'İ DELİLLER ( EDİLLE-İ ŞER'İYYE) |
Ders 14 |
Şer’i Delil Ne Demektir ?
Dini bir hükmün dayanağı veya hüküm çıkarma yolları demektir. Bunlar sırasıyla şunlardır.
1. Kitap
Yani Kur’an âyetleridir. Farz ve Vacip hükümler genelde âyetlerden çıkar.
2. Sünnet
Hz. Peygamberin peygamber sıfatıyla söylediği sözler ve yaptığı işler demektir. Farz ve Vacibin dışındaki hükümler genelde sünnetlerden çıkar.
3. İcma
Hz. Peygamberin vefatından sonra müctehidlik vasfını kazanmış olan alimlerin herhangi bir meselede fikir birliği etmeleridir. İttifakla alınan böyle bir hüküm bütün ümmeti bağlar. Bir müctehidin kendi görüşü ise yalnız kendisini ve onu kabul edeni bağlar.
4. Kıyas
Kitap ve sünnette hükmü bulunmayan bir meseleye aralarındaki illet (gerekçe) birliği sebebiyle kitap ve sünnetle düzenlenmiş meselenin hükmünü vermektir. Şarabın haramlılığı âyetlerle sabittir sebebi ise sarhoşluk verme illetidir (özelliğidir). Aynı özelliği taşıyan fakat ismi Kur’an ‘da geçmeyen diğer içkilere kıyasla onların da haramlılığına hükmedilir.
Not: Bu dört delile asli (ana) deliller denir ki, bu dört delil üzerinde bütün alimler ittifak etmişlerdir. Bunlardan başka tâli (yan) deliller de vardır ki, alimler farklı yalnız tâli deliller ortaya koymuşlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
a. İstihsan: Bir müctehidin genel hükümden vazgeçip, bazı sebeblerle güzel gördüğü başka bir çözümü benimsemesi demektir. Özellikle Hanefi fakihleri bu metoda sıkça başvurmuşlardır.
b. Masalaha: Fayda temin etme, zararı savma anlayışıdır.
c. Örf ve Adet: Bazı müctehidler ictihadlarında o bölgenin örf ve âdetini de dikkate almışlardır. Yalnız bu örf ve adetlerin hiçbir zaman âyet ve hadislere ters düşmemesi lazımdır.
d. Sahabe Sözü: Bazı müctehidler ictihadlarında Sünneti en güzel şekilde yaşamaya gayret eden sahabenin yaşayışını ve tavsiyesini dikkate almışlardır.
e. Sedd-i Zera’i: Harama yol açacak olan davranışların yasaklanması, kötülüğe gidecek yolların kapatılması demektir.
f. Rey ve İctihad: Olayları anlama ve İslam’ın emirleri doğrultusunda yorumlama demektir.
MÜCTEHİD MESELEYİ NASIL ÇÖZER ?
· Müctehid olan kişi herhangi bir islami meseleyi çözmek için önce o mesele ile ilgili âyetin olup olmadığına bakar.
· Sonra Hz. Peygamberin sünnetine yani hadise müracaat eder.
· Bunlarda bulamazsa konuyla ilgili alimlerin görüşünü (icmanın olup olmadığını) araştırır.
· Onda da bulamazsa kıyas yaparak meseleyi çözmeye çalışır.
· Asli delillerle meseleyi çözemeyen müctehid yukarıda sayılan tâli yollara baş vurarak illaki meseleyi çözüme kavuşturur.
MÜCTEHİD KİME DENİR ?
· Kur’an ve Hadislerin tamamını bilen
· Tefsir ve Hadis usülünü bilen, ve bunları anlayacak derecede Arapça bilen
· Üstün bir muhakeme gücüne sahip olan, Ayet ve Hadislerin amaç ve illetini bilen
İşi gerçeğini öğrenebilme ve ortaya koyma konusunda samimi ve dürüst olan âlim kişilerdir.
www.islamkultur.com/sorularla-cevabi-936.html
Şer'î deliller anlamına gelen edille-i şer'iyye, dinî hükümlerin dayandığı kaynaklara denir. Bu kaynaklar:Kitap
.
Edille-i Şer'iyye Nedir?Kaçtır?
Edille-i şeriyye ne demektir?Edille-i şeriyye nelerdir?Edille-i şeriyye kime denir?Edille- şeriyye kaçtır?
Şer'î deliller anlamına gelen edille-i şer'iyye, dinî hükümlerin dayandığı kaynaklara denir. Bu kaynaklar:Kitap,sünnet,icama-i ümmet ve kıyası fukahadır.
Fıkıh usulünde delil, şer'î ve amelî bir hükme götüren şey diye tarif edilebilir. Bunun için âlimler, hem dinî hükmün çıkarıldığı aslı, hem de hükmü elde etmek için kullanılan yöntem ve genel prensipleri delil olarak adlandırmışlardır.
Bu nedenle, hüküm çıkarılmakta asıl olan âyet ve hadisler ile hüküm çıkarma usulü olan icma, kıyas, sahabenin sözü, istihsan, istıslah, ıstıshab gibi metotlar şer'î delil olarak kabul edilmiştir. Ancak İslâm âlimleri, bir bakıma bütün şer'î delilleri temsil eden ve hükümlerin kaynağını oluşturan bir konumda gördüklerinden, bunlardan dördü üzerinde ittifak etmişlerdir; bunlar Kitap yani Kur'ân-ı Kerim, Sünnet, icma' ve kıyastır. Bu delillere edille-i erbaa da denilmektedir.
1. Kitap: Kur'an-i Kerîm.
2. Sünnet: Peygamberimizin mübârek sözleri, isle-dikleri ve baskalari tarafindan yapilan islerde o isi tasvip mâhiyetindeki sükûtlaridir.
3. Icmâ-i ümmet: Bir asirda, Ümmet-i Muhammed'in müctehidlerinin bir mesele hakkinda ittifak etmeleridir.
4. Kiyâs-i Fukahâ: Bir hâdisenin kitap, sünnet ve icmâ-i ümmetle sâbit olan hükmünü; ayni illete, ayni sebebe ve ayni hikmete dayandirarak o hâdisenin tam benzerinde de isbat etmekten ibârettir.
Ictihad: Ser'î hükmü, ser'î delîlinden çikarma hususunda olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir.
Müctehid: Herhangi bir ser'î hükmü âyet-i kerîme ve hadîs-i seriflerden çikaran, kiyas yapabilen büyük âlimdir. Müctehid olabilmek için, bütün islâmî ilimlere vakif olduktan sonra mevhibe-i ilâhî (Allâh vergisi) olan ledünnî ilme de mazhar olmak lâzimdir.
.
www.mehmedkirkinci.com/index.php?s=article&aid=1186
15 Tem 2010 - Peygamberimiz zamanında ahkâm-ı şeriyye bizzat Peygamberimizden alınır, talim edilirdi. Edi
.
Edille-i Şer’îyye
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
Şer’i delillerin esası, Kitabullah ile sünneti Nebeviyedir. Dinimizin başlıca hükümleri bu iki menbadan iktibas olunmuştur. Peygamberimiz zamanında ahkâm-ı şeriyye bizzat Peygamberimizden alınır, talim edilirdi. Edille-i şeriyyenin birincisi olan âyet-i celileler nazil olduktan sonra bu âyetler bizzat Peygamber Efendimiz tarafından izah ve beyan olunurdu. Resûlullâh Efendimizin (a.s.m.) yaptığı bu izahlardan ve içtihatlardan şer’i delillerin ikincisi olan sünnet-i seniyye teşekkül etti. Peygamberimizin ahirete teşrifinden sonra meydana gelen yeni hadislerden dolayı icmâ ve kıyas gibi iki delile daha ihtiyaç hasıl oldu. Evet zamanın teceddüdü ile vukuatın teceddüdü bu ihtiyacı zaruri kıldı. Nitekim bir hüküm eğer Kitap’ta sarahaten mevcud ise onunla amel olunur. Kitap’ta yoksa sünnete müracaat ediler. Orada da bulunmazsa icma ve kıyasa başvurulur.
1) Kur’an-ı Kerim:
Edille-i Şer’iyyenin birincisi Kur’an-ı Azimüşşandır. Kur’an-ı Kerim bütün beşeriyetin rehberi olan bir Kitab-ı İlâhî ve ebedî hidâyet kaynağıdır. İnsaniyetin ebedi saadet ve selameti bu kutsi kitabın hükümlerine, emir ve tavsiyelerine uymakla mümkündür. Çünkü İslâm dini, Kur’an ile kemal bulmuştur. İslâm şer’iatının esası ve temeli O’dur. Dine ait umum kaideler O’nda icmalen zikrolunmuştur. Zaman ve mekanın değîşmesiyle O’ndaki hükümler değişmez. Ezelden geldiği gibi ebede gidecektir.
Bediüzzaman Hazretlerinin güzel ifadeleriyle Kur’ân-ı Kerim:
“Hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi., ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi., ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası., ve zât ve sıfat ve esma ve şuun-u İlâhîyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vazıhı, bürhan-i katıı, tercüman-ı satıı.. ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi., ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ’ ve ziyası., ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hadîsi...” 76 dir.
Evet, Kur’an-ı Kerim aklın maverasında, zekânın fevkinde bir mürşid-i azamdır ki, âlem-i beşeri itidal ve istikamete davet eder ve sırat-i müstakim-i gösterir. Kur’an-ı Kerim bütün insaniyet âleminin yegane hikmet, hidâyet, feyz ve marifet kaynağıdır. O’nun her bir âyeti yüzlerce-binlerce hakikatleri ihtiva eder. İnsanları her vadide kemalatın şahikasına yükseltecek bütün prensipleri ihtiva etmektedir. Hayatın her safhasında muzaffer olmak için onun koyduğu yolu takip etmek gerekir. İhata ettiği metod ve prensipler nazara alınıp onlara temessük edilmezse muvaffakiyet mümkün değildir. Çünkü Kur’an beşere selamet yollarını gösteren bir kanunlar manzumesidir.
Beşerin mübtela olduğu bütün hastalıkları izale ve tedavi edecek yegane tabip Kitabullah’tır.
Bu kudsî kitabın bütün lafız, ibare, delâlet, işaret ve manaları ulvîdir, ilâhîdir ve birer hidâyet yıldızıdır. Onun kutsi ve ulvî meşalesi kıyamete kadar ziya verecektir. O, engin ve zengin bir belagat ve fesahet mucizesidir. Ondört asır evvel Hicaz kıtasında tulû eden bu manevi güneş kendine teveccüh eden akıl ve kalbleri tenvir eyledi ve ilelebed de edecektir.
Evet, Kur’an-ı Kerim âleme rehber olacak bir kitâb-ı celîldir. O’nun getirdiği ahkamı-ı âliyesine itaat edenler fert olsun, millet olsun veya devlet olsun, iki dünyanın saadetine nail olurlar. Zira Kur’an-ı Azimüşşan her vecihle hikmet ve maslahata muvafıktır. İhtiva etmiş olduğu hükümler fenni ve akli delillerle de teyid edilmiştir.
Fikr-i beşer terakki edip ilim ve fünun yükseldikçe Kur’an’ın ehemmiyet ve mertebesi daha iyi anlaşılacaktır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle Kur’an-ı Kerim:
“İnsanlara hem bir kitab-i şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci’ olacak çok kîtabları tazammun eden tek, cami’ bir kitab-ı mukaddes...”77 tir.
Demek oluyor ki, Kur’an-ı Kerim sadece şeriat ve ahkam âyetlerine münhasır değildir. 6666 âyetin sadece 500 tanesi ahkama aittir. Bu âyetlerde kâide-i külliye halinde ve mücmel olarak zikredildiği için şer’i hükümlerin bütün teferruatını ve istikbâlde gelecek yeni hâdiseleri bu âyetlerde sarahaten bulmak mümkün değildir. Bu mücmel âyetlerin tafsil ile beyan edilmesi başta Sünnet-i Seniyye ve sonra icmâ ve kıyas ile gerçekleşmiştir.
2) Sünnet-i Seniyye:
İslâm dininin Kur’an-ı Kerim’den sonra en büyük temeli hadis-i şerifler ve sünnet-i seniyyedir. Sünnet-i Seniyye kuvvetini Kur’an’dan alır ve O’nun birinci tefsiridir. Müçtehidîn-i kiram efendilerimiz Kur’an’dan ahkâm istinbat ettikleri gibi hadis-i şeriflerden de Şer’i hükümleri çıkarmışlardır. Buna binaen İslâm dininin Kur’an’dan sonra en büyük esas kaynağı Sünnet-i Seniyyedir.
Sünnet-i Seniyye’yi, ya gafletlerinden yahut ihanetlerinden dolayı şer’î delil kabul etmeyen bazı çevreler, Müslümanların zihinlerini fazlasıyla karıştırdıkları için, bu şer’î delil üzerinde biraz daha geniş olarak durmak zarureti hasıl olmuştur.
İslâm dini, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye namıyla iki şubeye istinat eder. Hâriciler, “Biz Kur’an’dan başkasına bakmayız. O bize yeter.” diyerek Peygamber’in sünnetini tanımamak istemişlerdir. Yalnız birincisini kabul edipte ikincisinden i’raz eden, yüz çevirenler ilk defa Hariciler olmuştur. Hariciler, bunu idraksizliklerinden yapmışlardı. Bir kısım mülhidler ve muarızlar da aynı fikri Müslümanları şek ve şüpheye düşürüp İslâmiyeti tahrip etmek niyetiyle yapıyorlar. Bunlar önce Kur’an’a dil uzattılar. Bunu başaramayınca yeni bir entrika çevirerek peygamberimizin şahsiyyetine çeşitli iftiralarda bulundular. O’nun hayatında güya çeşitli noksanlıklar ve ayıplar bulmaya çalıştılar. Bunda da muvaffak olamayınca son çare olarak, “Kur’an bize yeter”, diyerek sünnet-i seniyyenin önemini insanların nazarından düşürmeye gayret ettiler. Bu gibi insanlar,
"Kur an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”78
âyetiyle Kur’an’ı ve onun tefsiri olan sünneti koruyacağından gafildirler.
Hadis-i şerifler ve onların ortaya koyduğu hükümler anlaşılmadan Kur’an’ı anlamak oldukça zordur. Kur’an’ın anlaşılmasında hadis ve sünnete ihtiyaç zaruridir. Çünkü Kur’an; şeriatın hüküm ve kanunlarının, prensip ve metodlarının metnidir. Sünnet ise; O’nun şerh ve izahı mesabesindedir. Bundan dolayı bir mes’elenin hükmünü istihraçta bir müctehid için tevessül olunacak yol; bu iki müstakim menbadan faydalanarak içtihat yapmaktır. Zira umumiyet ifade eden âyetlerin şamil oldukları hükümleri, mutlak olarak zikredilenlerin de kayıtları hadislerle beyan buyurulmuştur.
Kur’an’daki hükümlerin bir kısmı külli, bazıları mücmel hükümlerdir. Bunlarda cüz’iyata ve teferruata ait tafsilat yoktur. İşte Kur’an’dan külli yahut mücmel veyahut müşterek veya hafi olan bu âyetlerin manalarını Peygamber Efendimiz, sözleri ve işleri ile beyan buyurdu. Tefsir ve izah ederek bu suretle onlardan ne gibi manalar kasdedilmiş olduğunu anlattı. Kur’an’da sarahatle ifade edilmeyen hükümleri açıkladı. Çünkü Peygamberin vazifesinden biri de bu idi, Kur’an’ı beyan ve tefsir etmekti.
Ebu Hanife: “Sünnet olmasaydı kimse Kur’an’ı anlayamazdı.” demiştir. 79
Şatıbî, “Sünnet, kitabı tefsir eder, kim sünneti bilmeden kitaba sarılırsa, sünnetten uzaklaştığı gibi kitaptan da uzaklaşır.”der. 80
Ahmed Emin ise şu beyanda bulunur:
“Mücmel, mutlak, müşkil ve amm birçok âyetler vardır. Resûl’ün sözü ve ameli bunları beyan, takyid ve tahsis eder. Kur’an’ın mücmel olarak zikrettiği namazı, Nebi’nin fiili tafsil ettiği gibi, onun vakit ve keyfiyetini de açıklamıştır. Kur’an, şarabı haram kılmış, şaraptan muradı ve miktarını hadis beyan etmiştir."
"Kur’an’ın lafız ve manaları Allah’dan vahiy suretiyle gelmiştir, sünnetin ise lafızları Resûle aittir. Sünnet ve hadisler birçok âyeti açıklamıştır.”81
tafsilat Kur’an-ı Kerim’de mevcut değildir. Bu tafsilatı şeriatın ikinci delili olan sünnet deruhte etmiştir.
Peygamber Efendimiz (a.s.m) bir hadisi şeriflerinde
“Sallû Kema Raeytumuni usalli.”82 (Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız öyle kılınız.)
buyurmuştur ki, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) namaz kılma şekli Kur’an’daki namaz kılma emrinin beyan ve tefsiri demektir.
İmran b. Husayn sünneti kabul etmeyen birisine: “Kur’an’da yatsıyı dört rekat akşamı üç rekat, sabahı iki rekat, öğleyi ve ikindiyi de dörder rekat olarak kılınacağını görebiliyor musun?" deyince adam “Hayır” dedi. İmran ise, "Bunları nereden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz ise onu Resûlullah’dan almadık mı? Kırk koyunda bir koyun zekat vermeyi Kur’an’da bulabiliyor musunuz?" deyince adam yine “Hayır” dedi. İmran yine "Bunları kimden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz ise Nebi’den almadık mı?" diyerek misalleri çoğalttı. Sonra da “Resûl size neyi verdiyse onu alınız, sizi nehyettiği şeyden de kaçınınız.” 83 âyetini okuyarak “Bilinmeyen birçok şeyi Resûlullah’dan aldık.” dedi. 84
Eğer sünnet, Kur’an’ı izah etmiş olmasaydı, Kur’an sadece nazari bir kitap olarak kalır ve herkesin keyfî yorumuna açık olurdu. Böylece ittihaddan ziyade ihtilaf ortaya çıkardı. Bu cihet, Kur’an-ı Kerim’de açıktır. İşte bundan dolayı Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından az değildir.
Demek ki, Kur’an da hadis de vahyin semeresidir. Ancak Kur’an vahyin en yüksek mertebesinde gelmiştir. Çünkü Kur’an’ın hem lafzı, hem manası Allah’dan olduğu için Kur’an birinci derecede ise de Kur’an’ı anlama ve hayata tatbik etme noktasında hadis ve sünnet-i şerif ön plana çıkmaktadır. Çünkü Kur’an’ın getirdiği mücmel hakikatleri anlamak ancak sünnetle mümkündür. Binaenaleyh hadis ve sünnetin getirdiği hükümlere de sımsıkı sarılmak ve ferdî ve içtimaî hayata tatbik etmek zaruridir. Zira sünnet, kitabın tefsir ve beyanıdır.
Sünnet’i Terkedip; Yalnız Kur’an ile Amel Etmek İsteyenler
Bazı ehliyetsiz insanları görüyoruz ki, yalnız Kur’an-ı Kerim’in getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, edille-i şeriyyenin diğer delilleri olan Sünnet, İcma ve Kıyas’ı reddediyorlar. Maksatları ise, halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir. Bunlar, Kur’an’ı tek mezhep kabul edip, sünnet-i Peygamberiyeyi ve İslâm’ın diğer delillerini hafife alırken işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu Müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler, buna hakları da yoktur.
Malumdur ki, Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp inkıyada memur oldukları gibi, hadislerle buyrulan şer’i hükümleri de kabullenmeye mecburdurlar.
Bunlar asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve sair sahalarda yazılmış olan bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar.
Evet, Kur’an-ı Azimüşşanın gölgesine sığınarak yanlış telkinatta bulunan bir kimse hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir Müslüman ne kadar âmi de olsa Kur’an’ı Azimüşşanın Allah kelamı olduğununa katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi sünnet-i seniyyenin de İslâm’ın ikinci bir delili ve nokta-i istinadı olduğunu yakinen bilir ve öyle de itikad eder.
Şu hâlde, “İslâm dininin esası yalnız Kur’an’dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz.”diyerek, sünnet-i şerifi nazar-ı itibare almamak ona kıymet vermemek Peygamberimizin değerini ve vazifesini idrak etmemektir. Kur’an’ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O’dur.
Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
“Bana Kur’an-ı Kerim ve onunla birlikte, bir onun kadarı daha (yani sünnet) verildi.” 85
Başka bir hadis-i şerifte de
“Bir kişiye, koltuğuna yaslanmışken hadisim ulaşır da 'Aramızda Allah’ın kitabı var, ondaki helali helal, haramı da haram sayarız.'derse (bilsin ki) Resûllullah’ın haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” 86 buyurulmuştur.
Ulemanın bir kısmı şöyle der: Sünnetin getirdiği her hükmün, uzak veya yakın, Kur’anda aslı vardır. Sünnet, kitaba râcîdir. Onun mücmelini tafsil, müşkilini tavzih eder, muhtasar olanını da genişletir. 87
Şatıbî, Kur’an ile iktifa fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra, “Bid’at ehlinden bir çoğu hadisi terkedip Allah’ın kitabını yanlış te’vil ederek hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar.” der. 88
“Muhakkak ki, O zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz, şüphesiz O’nun hıfzedicisi de biziz.”89
âyeti ile bu iki esastan Kur’an-ı Azimüşşan’ın elfazı gibi manaların: da muhafaza etmeyi tekeffül etmiştir. İslâm uleması buradaki muhafazanın Kur’an’ı olduğu gibi sünneti de şamil olduğunu beyan etmişlerdir. Bu âyet-i kerime Kur’an’ın tefsir ve izahı mahiyetinde olan Peygamberimizin sünnet ve hadislerini de yani
“Biz sana Kur’an’ı, insanlara indirilen ahkâmı beyan etmen için indirdik.”90
âyeti ile teminat altına almıştır. Çünkü âyette bildirilen “beyan” Kur’an’ın manasındandır. Bu beyan ise ancak Peygamberimizin sünnet ve hadisleri ile olur.
“Resûlullah’ın size getirdiklerine yapışınız. O’nun size yasak ettiği şeylerden de uzak olunuz. Allah’dan korkunuz. Çünkü Allah’ın vereceği ceza ağırdır.” 91
Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri tefsirinde bu âyete şöyle meal verir:
“Peygamber size her ne verdiyse onu ahzedin..., almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın ve Allah’dan korkun da Allah’ın ve Peygamberin emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete hıyanet eylemekten sakının...” 92
Büyük müfessir Mehmed Vehbi Efendi de bu âyet-i kerime hakkında şöyle buyurur:
“Kur’an’da en ziyade mücmel ve müfid ve bilumum ahkâmı cami’ olan âyetlerden birisi de bu âyetdir. Çünkü bu âyet, kavice ve fiilen emir ve nehy-i Resule şâmil olduğu gibi bütün menhiyat ve me’mnrata da şamil olduğundan ahkâm-ı şer’iyeyi bu âyet tamamiyle cami’dir. Zira, dünyevî ve uhrevi, insanların ahvaline müteallik bir hüküm olsun da emir veya nehy-i Resulden hark olsun, olamaz. Binaenaleyh, elbette bunlardan birinin müştemilatından olacağı aşikardır. Çünkü, gerek Kur’an’da, gerek hadisde beyan ve oralardan istinbat olunan ahkâmın cümlesi bizlere Zât-ı Nebevilerinden geldiği için her biri O’nun emir ve nehyinde dahildir.” 93
Şu hale göre Kur’an sünnetsiz, sünnet de Kur’ansız tasavvur edilemez. Bunlardan birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hasta-lıktır ve bir dalalettir. Tabiri caiz ise Kur’an bir güneş ise sünnet-i seniyye onun ziyasıdır. Birisi için diğeri feda edilmez.
Evet, nasıl Cenâb-ı Hak, hafızlar ile Kur’an’ı hıfzetmişse, İslâm alimlerinin vasıtası ile de sünnet ve hadisleri muhafaza etmişdir.
Sünnetin Ehemmiyeti
Müslim, sünnetin ehemmiyetini şu şekilde özetler:
"Resûlullah (a.s.m.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya yapmışsa, bir peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve attığı her adım; dalâlet ve kötülükten uzaktır. Bütün söz ve fiilleri, Cenâb-ı Hakk’ın çizdiği çizgi üzerinde olmuş, onun gösterdiği sınırlar içinde kalmıştır. Dolayısıyla, bütün insanlar Hazret-i Peygamber’in hayatının her anını kendilerine örnek almalıdırlar. O’nun (a.s.m.) hayatı, canlı bir Kur’an-ı Kerim ve İlâhî nizamnamedir." 94
Kur’an ve hadis kitaplarında, "sünnet-i seniyyeye ittibâın, dinin vazgeçilmez bir esası" olduğunu kesin olarak ifade eden âyet ve hadisler pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
Ayetler:
“Ey îman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resûl’e götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 95
Tefsir alimleri “onu Allah’a ve Resûlüne götürün” emrini, “Kur’an’a ve sünnete müracaat edin”, şeklinde tefsir etmişlerdir. Hamdi Efendi bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
“Ey ehl-i iman Allah’a itaat ve Resule itaat ediniz, sizden olan ulülemre de" - dikkat edilmek lazım gelirki Allah ve Resulü hakkında "itaat edin" diye itaat itlakı üzere tasrih edildiği hâlde ulülemr hakkında ayrıca "Peygambere ve sizden olan ulül emre itaat edin" buyurulmayıp; bunlara itaat Resûle atfen ve mahza itaati Resûle tebaan emrolunmuş ve bu suretle tâbi’ıyyet tahtında itaatin hem aynı kuvvetle mutlak olduğu gösterilmiş, hem de isyan mevki’leri hükümden hariç bırakılmıştır."
"Şu halde âmirin her emri, me’muru mes’uliyyetten kurtarmağa kafi gelmez. Bil’farz bir me’mur âmirinin emrile rüşvet alsa veya sirkat yapsa mes’uliyyetten kurtulamaz. Bu ma’nâ “âmirin hilâf-ı kanun emri, me’muru mes’uliyyetten kurtaramaz” diye de ifade olunur."
"Şayan-i dikkat olan kayıdlardan birisi de müminlere hitaben kaydıdır ki ma’nâsı vazıhdir. Mü’minlerden olmayan ulülemre itaat dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir ahde riâyet mevzubahs olacaktır. Fakat taatin adem-i vücubundan behemehal isyanın vücubunu anlamağa kalkışmamalıdır, itaatin adem-i vücub-u isyanın vücubunu müstelzim olmayacağından itaat mecburiyyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyyetinde bulunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başkadır. Binaenaleyh buradan gayr-ı mü’min bir muhitte bulunan mü’minlerin, şuna buna karşı isyankâr bir ihtilalci vaz’iyyetinde telakki edilmemeli ve belki mü’minlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resûlüne karşı ma’siyetten ictinab ve ayni zamanda kendilerinden olan ulülemre itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lazım gelir.”96
“Binaenaleyh ey mü’minler -gerek suret-i umumiyyede biribirinizle ve gerek ulülemr ile beyninizde, gerekse ulülemr olanlar arasında- her hangi bir şeyde niza’ ederseniz onu Allah’a ve Resûlüne redd ü irca’ ediniz. Yani mücerred kendi keyf ü arzunuzla faalle kalkışmayınız. Müsademelere düşmeyiniz, başkalarına da gitmeyiniz de evvelâ Allah’ı, saniyen Resûlullah’ı kendinize merci’ biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda yegane hakem ve hâkim Allah ve Peygamberi tanıyınız. Muhtelif hükümlerinizi fikirlerinizi Allah’ın ayatına ve Resûlullah’ın beyanatına tatbik ve tevfik ederek tevhid ediniz ki Allah’a müracaat iman-ı tevhid de ihlâs ile âyâtullahı taharri ve tetkik, Resûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ba’dehu sünnetine ve hulefasına arz-ı keyfıyyet ile olur.” 97
“Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 98
“Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” 99
“De ki, Ya Muhammed! Eğer Allah’ı seviyor idiyseniz bana tabi’ olunuz, öyle yaparsanız Allah sizi daha çok sever ve günahlarınızı bağışlar. Allah Gafur ve Rahimdir.” 100
Bediüzzaman Hazretleri bu âyetin tefsiri sadedinde şöyle buyurur:
“Şu âyet diyor ki: Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten sîz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”
İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.” 101
Mevdûdî sünnete teslim olma konusunda şu ifadelere yer verir: Hazret-i Resûl’ün (a.s.m.) sünnetinden bir santim bile ayrılmak, Allah ve Resûlü tarafından daha az sevilmeye sebep olabilir. Aşk ve sevginin ilk şartı kayıtsız şartsız teslimiyettir. Resûlullah’ı seven O’na tüm olarak teslim olmalı, itaat etmelidir. 102
Bu vesileyle Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sünnete ittiba ile ilgili bazı parçaları arzetmekte fayda görüyorum:
"Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-î iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalalettir ve büyük hatadır. Âdât-ı seniyesi ve harekât-i müstahsenesi ise hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünki herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutabaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu’cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir."103
“Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resûl-i Ekrem’in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-mîskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.” 104
“Sünnet-i Seniye, edepdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenâb-ı Hakk, habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edepsizliğe düşer.” 105
“Allah’a ve Resûlüne itaat eden kimseler; nebiler, sıddıklar, şehidler, sâlihler ve Allah’ın kendilerine in’am ve ihsanda bulunduğu kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaşlardır.” 106
“Her kim Resûle itaat ederse Allah’a itaat etmiştir.” 107
“Sizden Allah’ı ve âhiret gününü dileyen ve çokça Allah’ı hatırlayanlar için Resûlııllah’a tâbi’ olmakta güzel bir istikamet vardır.” 108
Allah-u Teâla Hazretleri, Peygamberimizin (a.s.m.) ve onun Sünnet-i şerifinin ehemmiyetini bu âyetler ile altından bir kordon gibi işlemiştir.
Sünnet-i seniye huzur ve saadetin menşei ise, Kur’an-ı Kerim de onun öz kaynağıdır. Bu cihetle aralarında sathi bir alakadan ziyade ruhun cesede, aslın ferine taalluku nisbetinde külli bir münasebet ve kuvvetli bir rabıta vardır. Buna binaen ferdî ve içtimaî huzur ve saadet bu ikisine uymakla tahakkuk eder. Necip hisler bu iki menbadan feyz alır, tekâmül eder. Şu halde her ikisine de her zaman ve her yerde tabi olmak vacibtir. Her ikisi de feyz-i Hüda’nın şualarıdır. Bunlardan tecelli eden feyz hangi kalbe konarsa o kalp marifet ve muhabbetullahın cilvegâhı olur. İkisini birbirinden ayıranlar, yani sünnetten müstağni kalarak, Kur’an bana kafi gelir diyenler, hem Kur’an’ın nurundan, hem de Peygamberimizin feyzinden mahrum kalırlar.
Resûlullah (a.s.m.)’ın Sünnetine İmtisali, Kur’an île Hadis Arasında Kopmaz Bir Bağ Olduğunu Bildiren Hadisleri:
Ebu Dâvud, Irbâd b. Sâriye’den rivayet etmiştir:
Resûlüllah (S.A.) bir gün bize namaz kıldırdı, sonra yüzünü bize çevirdi, öyle beliğ bir konuşma yaptı ki, kalbler ürperdi, gözler yaş döktü. Dinleyenlerden bir adam,
“Ya Resûlallah! Sanki bu veda eden birisinin konuşmasıdır. O halde bize ne gibi şeyleri vasiyet edersin?”, dedi. Resûlallah,
“Size Allah’ın azabından korkmayı, rahmetinden ümidvar olmayı, siyah bir köle de olsa büyüklerinizi dinleyip itaat etmeyi tavsiye ederim. Biliniz ki, aranızdan benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman benim sünnetime ve doğru yolda giden râşid halifelerimin sünnetine sarılınız. Sadece bunlara yapışınız. Sakın başka yollara sapmayınız. Dinde yeni işler yapmaktan şiddetle sakınınız. Çünkü dinde yapılacak her yenilik bid’at, her bid’at ise sapıklıktır. Sapıklığın her çeşidi insanı ateşe iter.” buyurdular.
Müslim, Câbir (r.a.) den rivayet etmiştir:
Resûlullah (a.s.m.) konuştuğu zaman -sanki akşama sabaha düşmanın geleceğini ihtar eden bir kumandan gibi- gözleri kızarır, sesi yükselir, gazabı artardı. Bir defasında şehadet parmağı ile ortanca parmağını uzatarak şöyle dedi:
“Kıyametle aramda şu iki parmak arasındaki kadar mesafe kaldığı bir sırada ben gönderildim. Şüphesiz sözlerin en hayırlısı Allah’ın kitabı, yolların en hayırlısı da Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötüsü, dinde yapılan mesnedsiz yeniliklerdir. Dinde yapılan her yenilik bid’attır ve her bid’at da sapıklıktır.”
Buhari ve Müslim, Enes (r.a.) den rivayet etmişlerdir:
Resûlullah (a.s.m.), “Sizden hiç biriniz -ben kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar- iman etmez.” buyurmuştur. 109
Hazret-i Peygamber: “Allah-u Teâla’nın rahmeti benim vekillerim üzerine olsun.” diye buyurmuş. “Vekilleriniz kimlerdir?” diye sorulunca, “Sünnetimi yaşatıp Allah Teâla’nın kullarına öğretenlerdir.”, cevabını vermişlerdir. 110
“Musa İbn-i İmran zamanımda bulunmuş olsaydı bana tabi olmaktan başka, bir şey yapamazdı.”
buyuran Seyyidi’l-Mürselin hem sünnetin ulviyeti ve kudsiyetini hem de kendine tabi olmanın vücubiyetini veciz bir ifade ile ortaya koymak tadır.
Demek oluyor ki, Hazret-i Musa gibi kitap sahibi bir peygamber için dahi bütün kamillerin en ekmeli olan Peygamber Efendimize (a.s.m.) tabi olmaktan başka bir çare olmadığı halde, bizim gibi ami ve günahkar ümmetin böyle bir Peygamber-i Alişan’ın sünnetine ittiba etmemiz, bizim için ne kadar büyük bir saadet ve bir bahtiyarlık olduğu anlaşılır.
“Nebinizin sünnetini terkederseniz, dalalete düşersiniz.” 111
“Bir kimse benim getirdiğime değil, hevasına tabi olursa gerçek mü’min olamaz.” 112
“Sünnetimi terkedene Allah ve ben lanet ederiz.” 113
“Sünnetimden yüz çeviren benim yolumu takibetmiş değildir.” 114
“Bizim yolumuza uymayan bir işi yapanın bu ameli merdudtur.”115
Bunlar, bu konuda vârid olan âyet ve hadislerden bir nebzedir. Kur’an’da ve hadis kitaplarında sünnete sarlımanın, dinin vazgeçilmez bir esası olduğunu kesin olarak ifade eden âyet ve hadisler pek çoktur. Hal böyle olunca “yalnız Kur’an ile amel edelim” iddiası ciddiyetten uzaktır. Samimi müslümanlar bu tür iddialara kulak vermezler.
Sünneti İslâm’dan Tecrid Etmek İsteyen Gruplar
1. İslâm’ın amel ve uygulama boyutunu daraltıp, İslâm’ı tatbikî ve amelî sahadan tecrid ederek sadece fikrî ve kalbî rabıtalara bağlamaya ve “İslâm bir vicdan meselesidir.” diyerek avam-ı nası, İslâm’ın yaşanan ve uygulanan değerlerinden uzaklaştırmaya çalışan kasıtlı ihanet şebekeleri.
2. İslâm dininin, diğer semavi dinlere karşı gittikçe yayılmasını hazmedemeyen taassub sahibi bir kısım müsteşrikler.
3. Selef-i salihini, müçtehitleri ve mazideki İslâm ulemasını, akıllarınca küçük düşürerek, gurur-u ilmilerini, enaniyetlerini sergilemek isteyen, şan ve şeref, alkış ve şöhret hissi ile, sünnete karşı çıkarak efkar-ı ammede görünmek sevdasına kapılan şöhretperestler.
4. İlmi seviyesi, Sünnet-i seniyenin, dinin menbaı olduğunu idrak edemeyecek kadar nakıs olanlar....
5. Güya Kur’an’a tazim mülahazası ile sünnete ehemmiyet vermeyen sadık ahmaklar.
İslâm tarihinde ilk defa sünnet ve hadislere karşı çıkan Hariciler olmuştur.Hariciler, dinde mutaassıp muhakeme-i akliyede noksan insanlardır. İlk defa Müslümanlar arasında tefrika çıkararak İslâmiyet’e darbe vuranlar da yine bunlardır. Son asırlarda Havariç tıynetinde olan bazı kimseler de, Kur’an’dan başkasını tanımayız diyenler de ortaya yeni bir şey koymamışlardır. Günümüzde Peygamberin çizmiş olduğu sünneti tanımak istemiyenler ya Kur’an ve hadis hakkında hiçbir fikri olmayanlar, yahut içine daldıkları nimet kendilerine onu vereni unutturan, boğazına kadar zevk ve eğlenceye dalarak yalnız dünya hayatına razı olanlardır.
Hadislerin Sıhhati
Sual: Peygamberimizin (a.s.m.) söylemediği herhangi bir sözü, söylemiş gibi ona isnad edenler hakkında İslâm âlimleri ne hüküm vermiştir?
Cevap: İslâm fukahâsı, Peygamberimize (a.s.m.) isnad ederek kasden yalan söylemenin kat’i haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Resûlullah Efendimiz,
"Her kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın." (Buharî, İlm 38, Cenâiz 33, Enbiyâ 50, Edeb 109; Müslim Zühd 72)
buyurarak ümmetini böyle bir cürmden şiddetle nehyetmiştir.
Efendimizin (a.s.m.) söylemediği herhangi bir sözü hangi maksat ve ne suretle olursa olsun kasten ona isnad ederek uyduranların küfürden sonra en büyük bir günahı irtikab ettiklerine hükmetmişlerdir. Hatta Babanzâde Ahmed Nâim Efendi, Zehebi’nin “Cevahir” adlı eserinden şu nakli yapmaktadır:
“Hadis uyduranın küfrüne hükmolunmazsa da uydurulan bu hadisler eğer helal ve harama ait olursa, o zaman bilicma tekfir olunur (kafir olduğuna hükmedilir).”
Uydurma Hadisler
İslâm tarihi incelendiğinde “hadis uyduranların” dört gurup olduğu görülür:
1. Dini hafife alıp, Müslümanları dalalete götürmek gayesi güden zındıka cereyanları,
2. Kendi batıl mezheplerini takviye maksadı taşıyanlar,
3. Siyasi mülahaza ile taraftarlarını muhafaza etmek ve rakiplerinin etkilerini kırmak isteyenler,
4. Müminleri ibadete teşvik etmek, dine meyillerini ziyadeleştirmek gayesiyle cahilâne bir cüret gösterenler.
Hadis İlmi
Hadis ilmi, Resûlullah Efendimizin sözleri, fiilleri, takrirleri ve sıfatlarını bildiren ilimdir. Dine ait en mühim kanunları, prensipleri ihtiva eden, maddî ve manevî bir feyz ve bir tekemmül kaynağıdır. İtikad ve ibadete, ahlak ve içtimaiyata, marifet ve fazilete ait yüzbinlerce hadis-i şerif vardır. Hadis alimleri, fevkalade bir himmet ve gayret göstererek, şark ve garbe hicret eden sahabeleri arayıp bulmuşlar, bu hadisleri, tasavvurun fevkinde bir dikkat ve itina ile o zâtlardan almışlardır. Bu vefakâr ve fedakâr zâtlar, bir hadis-i şerifin ne suretle ve kimler vasıtasıyla Peygamberimiz'den nakledildiğini öğrenmek için şehir şehir, diyar diyar seyahat etmişlerdir. Böylece Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim gibi muteber hadis kitaplarını vücuda getirmişlerdir. Bu gibi gayretli ve hamiyetperver zâtların sayesindedir ki, İslâm aleminde hadis ilmi fevkalade bir inkişafa mazhar olmuştur.
Bütün hadis-i şerifler; daha birinci asırda sahih senetleriyle zapt ve ihata edilmiş, tafsilat ve teferruatına varıncaya kadar, gayet müdakkikane, derin tahkikatla bütün İslâm alemine neşr edilmiştir. İslâm’ın hususiyetlerinden olan ittisal senedi (senet zinciri) sayesinde, selef-i salihin zamanından beri bütün hadis-i şerifler tamamen mazbut bir halde yazılmış ve kitaplar haline getirilmiştir. Hatta, bir hadis-i şerifin ne kadar ravisi varsa hepsi bu kitaplarda yazılmıştır. Meselâ Sünen-i İbn-i Mâce’de,
“Sevap isteğiyle yedi sene müezzinlik yapan adam için cehennem ateşinden bir beraat (kurtuluş) yazılmış olur.” 117
hadis-i şerifinin on bir râvisinin de isimleri yazılmıştır. Bunlar Ebu Kureyb, Muhtar ibn-i Gassan, Hafs ibn-i Ömer, Câbir, İkrime, İbn-i Abbas, Ravh ibn-i Ferec, Ali ibn-i Hasan, Ebu Hamza, Cabir, İkrime ve İbn-i Abbas’dır. Bundaki hikmeti Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklıyor:
“An’ane ile gösteriliyor ki, an’anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-î hadîsin bir nevi icmaını irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senedde, o an’anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.” 118
Bu hiçbir peygambere nasip olmamış müstesna bir mazhariyettir.
Hadis ilmi ayrı bir meslek ve müstakil sahadır. O sahada, hüneri ve melekesi olmayanın söz söylemesi hikmet ve hakikata uygun olmaz. Selefi salihin hadislerin kısımlarını, sahihlerini ve zayıflarını, meşhur, mütevatir, müteşabih, nâsıh, mensûh gibi mertebelerini birbirinden ayırmak için birçok külli kaide tespit etmişlerdir. Bunların tümüne birden “Usul-ü Hadis” denilmiştir. Usul-ü Hadis, başlı başına bir ilimdir.
“Hadislerin zamanında gerekli değerlendirmeleri yapılmış; sahih olanlar olmayanlardan ayrılmış; kendileriyle amel meselesinde her nevi hadis için bir değer ölçüsü konulmuş; fakihler onlardan gerektiği şekilde hüküm istinbat etmişlerdir. Artık Müslümanlara düşen, fıkıh kitaplarında hazır hale getirilen malzeme ile amel etmekdir.” 119
Hadis ilminde mahir ve mütehassıs zâtlar, bitmez tükenmez gayretleriyle mevzu’ (sahih olmayan) hadisleri sahih hadislerden ayırmışlardır. Bu hususta müteaddit kitaplar yazmışlar ve hadis uydurma faaliyetinin kökünü kurutmuşlardır. Bilhassa Buharî, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban, Ebu Nuaym, Darekutnî, Suyutî gibi birçok mütebahhir alimler, büyük bir titizlikle sahih hadisleri seçerek kitaplar haline getirmişlerdir.120 Nitekim Darekutni, “Ben sağ iken hiç kimse Peygamberimize yalan söz isnat edemez.” buyurmuştur.121
Bir sözün hadis olup olmadığını anlamakta mütehassıs olan bu zâtlara “Ricalü’l-Hadis” (Muhaddis) denilir. Bunların hayatları inceden inceye tedkik edilmiş ve ortaya yeni bir ilim dalı çıkmıştır ki buna cerh ve ta’dil denir.
Ayrıca muhaddisler rivayet ilmine pek büyük ehemmiyet vermişler ve bunu en yüksek mertebeye çıkarmışlardır. Hem her hadisin müteselsil ve mevsuk senetlerini, ravilerini ve ravilerin ahvallerini gayet müdakkikane tespit etmişlerdir. Bu ise yeni bir ilim dalı haline gelmiştir.
Hadislerin sıhhati hakkında Üstad Bediüzzaman şu tespitlerde bulunmuştur:
“...Sahabelerin ellerinden, binler Tabiînin muhakkikleri el atıp almışlar; sağlam olarak ikinci asır müçtehitlerinin ellerine vermişler. Onlar da kemal-i ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrımıza gelmiş."
"Hem Asr-ı Saadette yazılan Kütüb-ü Ehadîseye sağlam olarak devredilip, tâ Buhari ve Müslim gibi ilm-i hadîsin dahî imamlarının eline geçmiş. Onlar da, kemal-i tahkik ile meratibini tefrik ederek, sıhhati şübhesiz olanları cem’ederek bize ders vermişler, takdim etmişler.”122
“Zâten Sahabeden sonra Tâbiînin eline geçtiği vakit, tevatür suretini alır. Hususan Buhari, Müslim, İbn-i Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha; tâ zaman-ı sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buhari’de görmek, aynı sahabeden işitmek gibidir.” 123
“İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdânların karıştırdıkları mevzu ehadîsi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle; yetmiş defa Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam temessül edip, yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celaleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehadîs-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler.”124
Tarihin şehadetiyle sabittir ki, mazide olduğu gibi Peygamberimize yalan isnad edenler, hadis uyduranlar bugün de, yarın da çıkabilir. Ancak usûl-ü hadis ilminin koyduğu kaideler birer miyar ve mihenk taşıdır ki, altını bakırdan, hakkı batıldan temyiz eder.
Peygamberimizin (a.s.m.) kelamı ile uydurma hadisler yanyana konulduğunda arada apaçık bir fark ortaya çıkar. Dünyaca meşhur bir ressamın çizdiği bir tablo ile ilkokul talebesinin çizdiği resim arasında ne derece büyük bir fark varsa, Peygamberimizin (a.s.m.) hadislerinin üslubu, camiiyyeti ve ihtiva ettiği ulvi hakikatler, engin ve zengin manalar, beyanındaki berraklık ve ifadelerindeki sadelik itibarı ile aralarındaki azim fark hemen ortaya çıkar.
Bu hal müdakkik ve mütebahhir alimler ve belağat üstatları tarafından müstakil risalelerle açıklanmıştır. Onlar hikmetin, faziletin ve ahlakın esaslarını cami olan hadis metinlerini akıl ve mantık ölçüleriyle, ortaya koymuşlardır.
Şu hususu da önemle belirtmek gerektir ki, Kur’an-ı Kerim’den sonra belağat ve fesahat noktasında en ileri olan kelam Peygamberimizin kelamıdır. Malumdur ki, edebiyatta meleke kazanmış bir alim için okuduğu bir eserin hangi edibe ait olduğunu anlamak pek kolaydır. Çünkü, üslub üzerinde pek derin, çok açık ve izalesi mümkün olmayan nişaneler vardır. Fakat bu nişaneleri hissedip zevketmek büyük san’atkarlara mahsusdur. Yoksa mümtaz bir fikir ve irfana mâlik olmayan ve zevk-i selimden mahrum olan herhangi bir kimsenin idrak edeceği bir şey değildir. Her edibin kendine has bir ifade tarzı, bir üslubu vardır ki, eserlerinde hissedilir ve o şahsın seciyesini taşır. Evet insanın seciyesi ile üslubu arasında gayet kuvvetli bir münasebet, bir rabıta mevcuddur. Onun üslub-u beyanı aynı ile o insandır. Evet insanların maddî simaları gibi, manevî simaları da birbirinden farklıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu konuda şöyle buyurur:
“Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden; mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm ve mizaç ve san’atını kelâmiyla mümtezic tahayyül etsen, Hayaliyyun mezhebinde muateb olmuyorsun.” 125
Bir zamanda yaşamış iki şair nazar-ı itibâre alınırsa onların mizaç ve fıtratlarında büyük farklar görünür. İşte bu fark aynıyla eserlerine ve üslub-u beyanlarına intikal eder. Meselâ M. Akif ile Tevfik Fikret aynı asırda yaşamış iki şair oldukları halde, mizac ve fıtratlarının birbirine zıt olması sebebiyle üslupları da farklılık göstermiştir. Onlardan herhangi birinin bir şiirini okuyan bir ehl-i irfan, şiirin hangisine ait olduğunu derhal idrakte güçlük çekmez.
Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadları o derece hadîs ile hususiyet peyda etmişler ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmişler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu’u görse,“Mevzu’dur” der. “Bu, hadîs olmaz ve Peygamber’in sözü değildir”der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler tenkîdde ifrat edip, bazı ehadîs-i sahihaya da mevzu’ demişler. Fakat her mevzu’ şey’in manası yanlıştır demek değildir; belki “Bu söz hadîs değildir” demektir.” 126
İbn-i Cevzi gibi katı bir münekkid bile, Buhari ve Müslim’deki hadislerden ancak birer tanesine ‘mevzu’ diyebilmiştir. Bu konu hakkında Tecrid-i Sarih Tercümesinde şu ifadeler yer alır:
“Zira müellif pek müşeddid (katı) olduğundan, teşdid i’tiyadına mağlub olarak mevzu’ olduklarına hiçbir delil bulunmayan birçok ehadis-i şerifeye hemen mevzu’ damgasını basmış ve acele ile ‘sünen’ kitaplarında olanlardan yüz yirmi kadar, hatta Buhârî ile Müslim’den birer hâdise mevzu’ deyivermiştir.”
Hal böyle iken hil’at-i nübüvvet ile muazzez ve müşerref, gayr-i mütenahi feyz ve inâyete mazhar, belağat ve fesahat meydanlarının bülbülü, Risalet semasının yekta bir güne şi olan bir zâtın sözü ile herhangi bir bedbahtın uydurması hiç bir biriyle iltibas edilebilir mi? O bülbül ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesi ile
“Bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdemin büîbül-ü zül-Kur’anı: Muhammed-i Ârabî’dir.” 127
Herhangi bir hadis-i şerife dakik bir nazar ile bakılır, tahkik ve tahlil edilirse Peygamberimize ait olup olmadığı hemen ortaya çıkar. Çünkü Peygamberimizin (a.s.m.) hadis-i şerifleri ne Kur’an’a, ne icma-i ümmete, ne kıyas-ı fukahaya ne de kamil bir akla kat’iyyen ters düşmez. İşte böyle bir hadis-i şerife mevzu demek mücerred bir iddiadır. Bu itibarla onların tenkit ve inkârlarına değer verilmez.
Peygamberimize izafeten bir hadis uydurmak ne kadar tehlikeli ise sahih hadislere mevzu’ demek de o derece zararlıdır. Hadis-i şerifler üzerinde ciddi ve hakiki bir tahlil yapan mütefekkirler bu hadislerin vahyin semeresi olduğunu anlamada pek güçlük çekmez ve şüpheye düşmezler. Fikren hasta ve ruhen sapık olanlar bahsimizden hariçtir.
Alem-i İslâm’ın her tarafında en çok okunan ve ulema arasında en ziyade itimada şayan olan hadis kitaplarının başında “Kütüb-ü Sitte” gelir. Bunlar içinde de ehemmiyet nokta-i nazarından birinci derecede Buhari ve Müslim gelmektedir. İmâm-ı Buhari sahih hadisleri tesbit için İslâm ilim merkezlerini dolaşmış, hadis âlimlerinden istifade etmiştir. Hıfzına aldığı 600.000 hadisten 7395 kadarını yani yüzde 1,2’sini kitabına almıştır. İmâm-ı Buhari’nin bu hali, hadisleri ayıklamada ne kadar hassas davrandığının delilidir. Buhari ve Müslim, fukaha ve müfessirin-i izamın ittifakiyle Kitabullah’tan sonra en yüksek dereceyi haizdirler. 128 Hadis-i şerifler Cenâb-ı Hakk’tan peygamberlerin en ekmeline, ümmetlerin en efdaline ihsan buyurulan bitmez, tükenmez bir irfan ve hikmet hazinesidir. Buhari ve Müslim gibi hadis kitapları da Kur’an’la beraber kıyamete kadar payidar olacaktır. Bu bakımdan İslâm âlimleri Kütüb-ü Sitte’de yer alan hadislere son derece itina göstermişler ve onlar için ciltler dolusu şerh ve haşiyeler yazmışlar. Bununla da kalmamışlar İslâm âleminin her köşe ve bucağında darü’l-hadisler (hadis medreseleri) açarak bu hadisleri okutmuşlardır. Bazı günlerde Buhari hadislerini hatmederlerdi.
Şu noktayı nazar-ı dikkate almak gerekir ki, bütün müçtehitler şeriata ait bir çok hükmü bu hadislerden istinbat etmiş ve kütüphaneler dolusu fıkıh kitapları yazmışlardır. İşte bunların her biri hadislerin Peygamberimize ait olduğunu gösteren bir mühürdür. Bu hadislere mevzu’ demek fıkıh ilminin tümünü ortadan kaldırmayı netice verir. Bu ise kimsenin haddi değildir.
İmkânlar elverdiği müddetçe sünnet-i seniyeye ait vazifeleri yerine getirmek imanın kemale ermesine büyük vesiledir.
Sünnete tabi olmak hikmet ve aklın muktezası olduğu gibi sünnete karşı olmak ve onun faziletini takdir etmemek de en büyük bir gaflettir.
Malumdur ki, sünneti seniye Kur’an-ı Azimüşşan’dan sonra dinimizin ikinci bir rükn-ü azimidir. Bir şeyin aslına hürmet ve riâyeti olmayan bir insandan fazilet ve kemalat nasıl beklenebilir. Ve böyle bir insan saadet ve selamete nasıl erebilir. Bu gibi insanlar, hangi kisveye bürünürse bürünsünler ferasetli müminler onları tanır. Büründükleri libaslar o keskin nazarlara perde çekemez.
3) İcmâ
İcmâ lügatte, toplama, ittifak etme manalarına gelir. Istılahta ise icma;ümmet-i Muhammed’den bir asırda gelen müçtehitlerin dinî bir hüküm üzerine ittifak etmeleridir. Görülüyor ki tıpkı lügat manasında olduğu gibi icmanın ıstılah manasında da bir ittifak mevcuttur. Yanlız bu ittifaktan maksat müçtehitlerin ittifakıdır. Çünkü bunlar ilim ve irfan noktasında ümmet-i Muhamıned’in en a’zarcılarıdır. İcmanın şartı da, içtihada ehil olanların ittifakıdır. Artık müctehidlerin ittifak ettikleri şey şer’i bir hüküm olur. İcmanın tahakkuku bütün müçtehitlerin ittifakına vabestedir. Bu müçtehitlerden birisi dahi muhalefet etse, icma tahakkuk etmez. Zira, ihtimaldir ki hak,
o muhalefet eden müçtehidin elinde olsun. Bundan anlaşılıyor ki icmanın rükn-ü azamı ittifakdır.
Bir asırda bulunan müçtehitlerin bir hâdisede ittifakları ve bu ittifaktan Müslümanların haberdar olması aklen mümkin ve vakidir. Nitekim Ashab-ı Kiramın bazı mes’elelerde ittifak etmiş olması katiyyen sabit ve bize göre tevatüren mâlumdur. Ümmet-i Muhammed’in en kudretli mümessilleri olan müçtehidîn-i izamın bir mes’elede ittifak etmeleri bir hüccettir. Böyle bir ittifakın şer’an bir hüccet sayılması bu ümmete İlâhi bir ikramdır.
İcma-i ümmet için birçok deliller getirilmiştir. Bunların en meşhurları;
“Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat ahirette de) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir.”129
âyet-i kelimesiyle
“Ümmetim dalalet üzerine toplanmaz.” 130 hadis-i şerifleridir. Diğer bir hadis-i şerifte de
“Müslümanların güzel gördüğü şey Allah’ın indi manevisinde de güzel görülmüştür.” 131 buyurulmaktadır.
İcmanın hükmünde hata ihtimali yoktur. İcmanin tahakkukundan sonra ona muhalefet edilmez, çünkü cumhura muhalefet büyük bir hatadır.
4) Kıyas
Kıyas lügatta takdir, müsavat, bir şeyi diğer bir şey ile ölçmek mânasına gelir. Buna “mukayese” de denir. Istılahı manasını ise, usul alimleri muhtelif suretlerde tarif etmişlerdir. Bu tariflerin ikisini takdim ediyorum:
Kıyas: Bir şer’i meselenin hükmünü esas alarak, o meseleye misil ve benzer diğer bir mesele hakkında hüküm izhar etmektir.
Kıyas; şer’i hükmü malûm olmayan bir hâdiseyi; hükm-ü şer’isi malum olan başka bir hâdiseye teşbihle hüküm vermektir. Şöyleki; iki hâdiseden birinin illeti gibi bir illet, diğerinde de bulunursa, onun hükmü gibi bir hüküm bu ikinci hâdise için de verilebilir. Fıkıh kitaplarımız, kıyas ile tespit edilen hükümler ile doludur. Şunu da ifade edelim ki, kıyas yapmak zannedildiği gibi kolay bir iş değildir. Şöyle ki, bir hükmün çeşitli illetlerinin bulunması halinde bunların hangisinin fetvada esas tutulacağına karar vermek ancak mütehassıs fukahanın işidir.
Kıyasın hüccet olması hem Kitap, hem sünnet hem de icma-i ümmet ile sabittir. Kur’an’daki delil "Ey akıl sahipleri ibret alın!.."132 âyet-i kerimesidir. Elmalılı Muhammed Hamdi Hazretleri bu âyetin tefsirinde, “İbret almak diye hulâsa ettiğimiz i’tibar, meşhud olan bir malûma dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeğe intikal eylemek demek olur. Bu da usûl-ü fıkıhta kıyas denilen istinbat usûlünün ta kendisidir.
Onun için fukaha işbu فَا عْتَبٍرُوا emrinden kıyasın hücciyyetine istidlal eylemişlerdir."133 buyurmuşlardır.
Sünnet-i seniyyedeki delili ise, Efendimizin (a.s.m.) Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken onunla yaptığı şu konuşmadır:
Fahr-i Kainat Efendimiz, ashabın fakih ve alimlerinden Muaz İbn-i Cebel Hz’lerini Yemen’e kadı olarak gönderdiğinde kendisini imtihana tabi tutarak şu sualleri sordular:
– Ya Muaz ne ile hükmedeceksin?
– Kitab ile hükmederim Yâ Resûlallah.
– Ya Onda bulamaz isen ne ile hükmedeceksin?
– Sünnet-i seniyye ile hükmederim.
– Onda da bulamazsan.
– Artık o zaman rey’im ile içtihat ederim ya Resûlallah, dedi.
Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Hazret-i Muaz’ın bu cevaplarından çok memnun oldular ve
“Cenâb-ı Hakka hamdederim ki, Resûlünün elçisini, Resûlünün razı olacağı şeye muvaffak buyurmuştur.”dediler. 134
Sahabe-i kiram ve selef-i salihin bir çok meselede kıyas ile amel ettiler. Diğer sahabe ve müçtehidin-i izam da bunu gördükleri halde reddetmediler. Böylece kıyas hakkında bir icma vukua gelmiş oldu. Şu halde kıyasın hüccet olması icma ile de sabit oldu.
Fakat “asıl mes’ele” ile “kıyas edilecek mesele”yi birbirinden ayırmak, aralarındaki münasebet ve müşabeheti tespit etmek kolay bir iş değildir. Bunu tayin için bir çok kayıt ve şartlara ihtiyaç vardır. Bu şartlar, usul-ü fıkıh kitaplarında sayfalar dolusu bahs edilmiştir.
Dipnotlar:
78 Hicr Suresi (15), 9
79 Denizkuşları, Doç. Dr. Mahmut, Sünneti Terk, Kur’anla Amel Mes’elesi, s. 108
80 el-İ’tisam, I, 79
81 Ahmed Emin, Fecru’l- İslâm, s. 280.
82 Buhari Ezân 18, Edeb 27
83 Haşr Sûresi, (59), 7.
84 Suyuti, Miftahu’l-cenne, s. 21,22
85 Ebu Davud, es-Sünne, 5; İbnu Mace, d-Mukaddime, 61.
86 Tirmizi, el-ilim, 10; İbnu mace, el-mukaddime, 2; ed-Darimi, el-mukaddime, 48; el-Hakim, el-Müstedrek, I, 109; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 130.
87 Denizkuşları, s. 73
88 el-Muvafakat, IV, 17,18.
89 Hicr Sûresi (15), 9
90 Nahl Sûresi (16), 44
91 Haşr Sûresi (59), 7
92 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 4836
93 Mehmed Vehbi, Hulasatu’l Beyan Fi Tefsirü’l Kur’an, Evkâf-ı İslamiye Matbaası,
Şehzâdebaşı, 1341-1343, c.14, s. 456
94 Müslim, el-Müsafirin, had. 139.
95 Nisa Sûresi (4), 59.
96 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 1374-1375
97 96 a.g.e. ,s. 1378
98 Nisa Sûresi (4), 65.
99 Nisa Sûresi (4), 115.
100 Âl-i İmrân Sûresi (3), 31
101 Lem’alar
102 Mevdûdî, Hazret-i Peygamber, 1, s. 224.
103 Nursi, Lem’alar, s. 59
104 Mesnevi-i Nuriye
105 Lem’alar
106 Nisa Sûresi (4), 69
107 Nisa Sûresi (4), 80
108 Ahzâb Sûresi (4), 21
109 Birgivi, et-Tarikat-ül-Muhammediye, s. 5-8.
110 İmâm-ı Gazali, İhyâu ‘ulûmi’d-din , Bedir yayınevi, cilt-1, s. 36,
111 Müslim, el-Mesacid, had. 257; en-Neseî, el-İmamet, 50.
112 Kasımi, Kavaidu’t-Tahdis, s. 53.
113 et-Tirmizi, el-Kader, 17.
114 el-Buhari, el-Kader, 17.
115 el-Buhari, el-İ’tisam, 20; Müslim, el-Akdiye, 17,18.
116 Feyzu’l-kadîr,c. 6, 234, 8993
117 İbn-u Mâce, Ezân 5, 727 117 Nursi, Mektubat
118 Denizkuşları, s. 49 118 Mektubat
119 Denizkuşları, s. 49
120 Tecrid-i sarih tercümesi, c. 1, s. 286
121 a.g.e.,c. 1,s. 276
122 Mektubat
123 Mektubat 121 a.g.e.,c. 1,s. 276
124 Mektubat
125 Muhakemat
126 Mektubat
127 Sözler
128 Ayrıca Buhari ve Müslim’in ittifak ettikleri hadisler de bir araya getirilmiştir ki, bu esere de “el-Lü’lüü ve’1-Mercân” adı verilmiştir.
129 Nisa Suresi (4), 115
130 İbn-u Mâce, Fiten 8
131 Müsned-ü Ahmed 1, 379; Keşfu’1-Hafa 2, 188; Sehâvi, Makâsıdu’l-Hasene s. 432
132 Haşr Sûresi (59), 2
133 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 4816
134 Ebu Davud, Akdiye 11, 3592-3593
|
.
|
www.sevde.de/Fikhi/E/edillei1.htm
Edille-i Şer'iy
.EDİLLE-İ ŞER'İYYE (ŞER'İ DELİLLER)
Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma yolları. Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir. Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.
Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder. Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42). Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder.
Genel bir sınıflama ile şerî deliller, "Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler. Bu deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele", "örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan önceki şeriâtler" gibi delillerdir.
Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir.
Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20).
Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür. Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î" delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51).
Kitap
Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17). Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir. Tedricî olarak indirilmiştir. Bir harfini bile inkâr küfürdür. Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır. Kur'an, İslâm teşrîinin (yaşama) temelini teşkil eder. Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92). Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz." Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez. Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır. Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır. Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir .
Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liân'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır. Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır. Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir. Meselâ, Kur'ân'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan bahsedilmektedir. Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır.
Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e itâat edin. Bir şeyde anlasamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin. Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ, 4/59).
Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın hakkıyla bilinmesi demektir. Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir. İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar. Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler. Amm zannederek hâs ile delil getirdiler. Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler. Sözün başını ve sonunu düşünmediler. Onu kaynak edinip yollarını bilemediler. Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev.: İ. Sarmış, İstanbul 1981, 176).
Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir. Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz. Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır. Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır. Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35).
Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da denilir. Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir. Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır. Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler. Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar. Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar. Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre", "Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar.
Kur'ân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır. Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır. Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır. Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir. Yalnızca bir kanun kitabı değildir. Üslûbu mu'cizdir. Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir.
Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır. Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır.
Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı. Hz. Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi. Hz. Osman bu Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi. Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi. Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı. Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı. Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi. Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı.
Sünnet
Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. Hz. Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80). Hz. Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir.
Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir. Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir.
Fiilî sünnet ise, Hz. Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir. Hz. Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir.
Takriri sünnet, Hz. Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi.
Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır. Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır. Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yaşamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir.
İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır. Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz. Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz. Peygamber'in açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur. Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz. Peygamber'in uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid Hz. Peygamber'in bağımsız bir yaşama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz. Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir. "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b. Hanbel, V, 53).
Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir. Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis). Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur Sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil. Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63). Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra Sûresinin 78. âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80). Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır. Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir. Fakat makru' (okunmuş)dur. Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: "... Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın.'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: AbdulKadir Şener, Ankara 1969, s.83).
Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir. Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır. Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır.
Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır. Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır.
Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir. Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir. Bunlar asl'dır.
Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir. "Ameller niyetlere göredir" gibi. Bunları reddetmek fâsıklıktır.
Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir. Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkârı bid'at'tır.
Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:
Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz. Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113). İmam Şâfii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca Hz. Peygamber'in sünneti olarak alır. Sahâbenin sünneti, Hz. Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir. Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz. Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır. İmam Şâfii de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz. Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivâyetlere göre Cebrail (a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34). Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz. Peygamber'e öğretiyordu. Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü. Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu. Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular. İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu. İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır. Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi. Ehli sünnet, Şia'nın Hz. Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b. Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür.
Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır. Katâde, İbn İshak'ı överken. Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler. İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk. Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn).
Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder. Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir.
İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89). Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder. "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir. Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b. Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır.
İcmâ '
İcmâ' lügatte, bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Bu itibarla, halk tabakasının, şer'î bir konudaki ittifak ya da ihtilâfları mûteber değildir (Mehmet Şener, İslâm Hukukunda Örf, s.34-35).
İcmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir müessese ve Kur'ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çoğunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalâlet) birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 18) meâlindeki hadistir.
İcmâ herhangi bir konuda gerçekleşmişse bu icmâ'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir. İslâm hukukçularının, şer'î bir dayanak olmaksızın keyfî bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine varmaları düşünülemez. Bu sebepledir ki, sonraki İslâm hukukçuları, bir konudaki icmâ'ı öğrenmek istediklerinde, o icmâ'ın delilini değil, böyle bir icmâ'ın var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar. Diğer bir ifadeyle, icmâ'ın şer'î bir delile dayanması gerekli olmakla beraber, bu delilin icmâ' ile birlikte nakledilmesi ve bilinmesi, icmâ'ın mûteberlik şartı değildir.
İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çeşittir. Sözlü icmâ' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği etmeleriyle meydana gelir. Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir.
Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s.29-41). Sonuç olarak söylemek gerekirse; icmâ'ın, kolektif bir ictihad olarak değerlendirilmesi mümkün ise de, İslâm hukukçuları genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icmâ'a da uygulamaya pek yanaşmamışlardır. Başka bir deyişle, herhangi bir konuda icmâ'a varsa, aynı konuda ikinci bir icmâ'a imkân tanımamışlardır. Bununla birlikte, Sahâbe icmâ'ının da hemen tamamını teşkil eden ibadet yönü ağır basan dinî meselelerde bu görüş kabul edilse bile, özellikle muâmelât hukuku sahasında ikinci bir icmâ'a imkân tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir. Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur. Molla Hüsrev, "Bir asırda müctehid olan bütün fukahânın ittifakı esastır" der. Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhâlefet etse icmâ' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev, Miratü'1-Usûl fî Şerhi Mirkatü'l-Usûl, İstanbul 1307, 1I, s.50).
İcmâ', naklî ve tabii bir kaynaktır. Rasûlullah'ın vefâtından sonra ümmet, işlerini Kur'ân'ın koyduğu kurala göre "şûrâ ile" yürüttü, dalâlet üzerinde olmadılar. İcmâ', sarih, sukûtî ve iki görüşün varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sarih icmâ' bağlayıcıdır; amel etmek, hükmünü icrâ etmek zorunludur. Sukûtî icmâ'da bağlayıcılık kesin değildir. Üçüncü icmâ' şekli câiz değildir.
İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler. İbrahim b. Yesar en-Nazzâm (ö.331) icmâ'ın huccet olmasını reddeder. Üzerinde icmâ' edilen hüküm kâfi bir delile dayanırsa, delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip olmaları sebebiyle icmâ' gerçekleşmez demiştir (Suphi es-Sâlih, a.g.e. 182).
Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler, diğer icmâ'ları reddederler.
Kıyas
Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır. Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83) buyurulur.
Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, a.g.e., s.67; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s.21). İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b. Amr'dan rivâyet etmişlerdir).
Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır (Şâfii, Risâle, s.66). Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz. Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, a.g.e., s.19).
İslâm hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir .
Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir.
Kıyas aklı bir kaynaktır. Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur. Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır. Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır. Vahiy asrında (h. 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş, kıyası Hz. Ömer delillere katmıştır. Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir. Kıyasla varılan hükümler zann-ı gâlib ifade eder.
Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir. Ebû Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir.
Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b. Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin (öl. h. 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şerîatın tedvini gerekmişti. İlk fıkıh medresesi Medine'deydi. Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Harice b. Zeyd, Ubeydullah b. Abdullah, Selman b. Yesâr ile başlamıştır.
Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu. Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler. II. ve III. asırlar en parlak ilim asırları oldu. Kur'ân ve sünnetin tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî, Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu. Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır. Şöyle ki:
İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir. O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel etmemesi...
İmam Mâlik (93-179), Medine halkının ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder. İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar. Sahâbi sözü içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider.
İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder. Bu kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir. İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz. Şâfii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar. Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır. Ahmed b. Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir.
İmam Câfer es-Sâdık'a (ö.147) göre sünnet, Hz. Ali'nin ve ehl-i beyt'in rivâyetlerini kapsar. Masum imamların söz ve fiillerini de delil alır ve sahâbe sözlerine tercih eder. Kıyası reddeder ve delil saymaz.
Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta, 211). Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti. Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi. Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı. Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s.375 vd.). Nasslarla çatışmayan örf ve âdet de hukukî teşri'de kullanıldı. II. asır, tâbiîn devridir. Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Etbau't-tâbiîn ve müçtehid imamlar döneminde (III. ve IV. yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı. Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü delil aldı. Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi. İstihsan, örf, maslahat v.b. deliller çıktı. Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve âdet'di. İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi.
mamiyye Kitab, Sünnet, icmâ', akıl kaynaklarıyla fıkhı koydu. Ancak edille-i şer'iyye diye ortaya konan dört delilde bütün mezhepler ittifak ettiler.
.
dinibilgiler.ravda.net › İlmihal › İtikad
İslâm'da, dinî hükümler, iki temel kaynağa dayanmaktadır: 1. Kitâb,. 2. Sünnet. İslâm'ın ortaya koyduğu b
.
EDİLLE-İ ŞERİYYE
(İSLÂM'DA DİNÎ ve ŞER'Î HÜKÜMLERİN KAYNAKLARI)
|
İslam'da Dini ve Şeri Hükümlerin Kaynakları |
İslâm'da, dinî hükümler, iki temel kaynağa dayanmaktadır:
1. Kitâb,
2. Sünnet
İslâm'ın ortaya koyduğu bütün dinî ve şer'î hükümler, bu iki kaynaktan alınmıştır. Bu kaynaklardan başka hiçbir esastan ve kanundan, İslâmî bir hüküm alınmış değildir.
Bu iki temel kaynaktan ayrı, Kıyâs ve İcmâ' adında, iki şer'î delil daha vardır ki, bunlar asıl itibariyle müstakil kaynaklar değildir. Kitab ve Sünnete râcidirler. Şu halde İslâmî hükümlerin hepsi, Kitab ve Sünnetten çıkmıştır.
Şimdi bu kaynakları birer birer îzah edelim:
|
1. Kitab |
Kitabdan maksad, Kur'an-ı Kerîm'dir. |
2. Sünnet |
Peygamberimizin söylediği sözlere ve yaptığı işlere Sünnet denir. Bu da üç kısma ayrılır:
a. Kavlî sünnet,
b. Fi'lî sünnet,
c. Takrirî sünnet...
Peygamberimizin sözlerine Kavlî Sünnet; işlerine Fi'lî Sünnet; Sahâbelerden birinin söylediği bir sözden, yahut işlediğini gördüğü bir işten, onu men'etmeyip susmalarına da Takrirî Sünnet denir.
Bunların hepsine birden Hadîs denebilirse de, bu tâbir, bilhâssa, Peygamberimizin sözleri (Kavlî Sünnet) için kullanılır.
Peygamberimizin sünneti, şer'î delil olan Kur'an'dan sonra mühim bir asıldır. Sünnet, Kur'an'daki dinî hükümlere bir açıklık ve tefsir getirdiği gibi, Kur'an'da olmayan yeni hükümler de koymuştur.
|
3. Kıyâs |
Kur'an ve Sünnet'e istinad eden şer'î ve dinî bir delildir.
Kıyâs, bir mes'ele hakkında Kitab ve Sünnette bulunan şer'î bir hükmü, aralarındaki illet ve sebeb benzerliğinden dolayı diğer bir mes'ele hakkında da vermektir.
Meselâ: Şarabın içilmesi haram olduğu, hem Kitab, hem de Sünnet ile sâbittir. Şarabın haram olma illeti sekr, yani, sarhoşluk vermesidir. O halde şarabın dışında sarhoşluk veren bütün alkollü maddelerin içilmesi de haram olmalıdır. Bu hüküm kıyâs yoluyla ortaya çıkmaktadır. Kıyâsı, ancak müctehid seviyesindeki din ve fıkıh âlimleri yapabilir.
|
4. İcmâ'-ı Ümmet |
Bir asırda bulunan İslâm müctehidlerinin bir mes'ele üzerinde ictihad yoluyla verdikleri hükümlerinde ittifak etmelerine "İcmâ'-ı Ümmet" denir.
Hakkında icma' olan bir mes'ele, şüphesiz ki en kuvvetli bir mes'eledir.
|
İctihad, şer'î bir hükmü, şer'î delilinden çıkarmak için olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir. İctihadı yapacak ilmî ehliyete sâhip olan kimseye müctehid denir.
İctihad yapabilmek için Kitabı, Sünneti, Kıyâs'ı, İcma'ı, bütün teferruatıyla ve incelikleriyle bilmek şarttır.
"Bir hâdisenin hükmü Kur'an ve Sünnette açıkça belirtilmemiş ise ictihâda gidilir. Yani, Kur'an ve Sünnet'in ışığı altında hükmünü çıkarmak için cehd ve gayret gösterilir. İctihad yüce dinimizin en büyük meziyyetlerinden biridir. İctihad sebebiyle hayat sahnesinde ortaya çıkan bütün hâdiselerin hükmü beyan edilir. Dînimizin her asrın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kabiliyete sahip olmasının sebeblerinden biri de budur."
(Halil Günenç -Günümüz Mes'elelerine Fetvalar)
.
www.islamkultur.com/sorularla-cevabi-936.html
Bu nedenle, hüküm çıkarılmakta asıl olan âyet ve hadisler ile hüküm çıkarma usulü olanicma, kıyas, saha
.
Edille-i Şer'iyye Nedir?Kaçtır?
Edille-i şeriyye ne demektir?Edille-i şeriyye nelerdir?Edille-i şeriyye kime denir?Edille- şeriyye kaçtır?
Şer'î deliller anlamına gelen edille-i şer'iyye, dinî hükümlerin dayandığı kaynaklara denir. Bu kaynaklar:Kitap,sünnet,icama-i ümmet ve kıyası fukahadır.
Fıkıh usulünde delil, şer'î ve amelî bir hükme götüren şey diye tarif edilebilir. Bunun için âlimler, hem dinî hükmün çıkarıldığı aslı, hem de hükmü elde etmek için kullanılan yöntem ve genel prensipleri delil olarak adlandırmışlardır.
Bu nedenle, hüküm çıkarılmakta asıl olan âyet ve hadisler ile hüküm çıkarma usulü olan icma, kıyas, sahabenin sözü, istihsan, istıslah, ıstıshab gibi metotlar şer'î delil olarak kabul edilmiştir. Ancak İslâm âlimleri, bir bakıma bütün şer'î delilleri temsil eden ve hükümlerin kaynağını oluşturan bir konumda gördüklerinden, bunlardan dördü üzerinde ittifak etmişlerdir; bunlar Kitap yani Kur'ân-ı Kerim, Sünnet, icma' ve kıyastır. Bu delillere edille-i erbaa da denilmektedir.
1. Kitap: Kur'an-i Kerîm.
2. Sünnet: Peygamberimizin mübârek sözleri, isle-dikleri ve baskalari tarafindan yapilan islerde o isi tasvip mâhiyetindeki sükûtlaridir.
3. Icmâ-i ümmet: Bir asirda, Ümmet-i Muhammed'in müctehidlerinin bir mesele hakkinda ittifak etmeleridir.
4. Kiyâs-i Fukahâ: Bir hâdisenin kitap, sünnet ve icmâ-i ümmetle sâbit olan hükmünü; ayni illete, ayni sebebe ve ayni hikmete dayandirarak o hâdisenin tam benzerinde de isbat etmekten ibârettir.
Ictihad: Ser'î hükmü, ser'î delîlinden çikarma hususunda olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir.
Müctehid: Herhangi bir ser'î hükmü âyet-i kerîme ve hadîs-i seriflerden çikaran, kiyas yapabilen büyük âlimdir. Müctehid olabilmek için, bütün islâmî ilimlere vakif olduktan sonra mevhibe-i ilâhî (Allâh vergisi) olan ledünnî ilme de mazhar olmak lâzimdir.
.
|
www.irfansohbetleri.com/.../edille-i-erbaa-kuran-i-kerim-sunnet-icma-ki...
23 Şub 2014 - Kur'an-ı Kerim, hadis, sünnet, icma, kıyas. Bunlara edille-i erbaa denir. (01:50). Allah kit
.
Edille-i Erbaa: Kur’an-ı Kerim, sünnet, icma, kıyas
On 23 Şubat 2014
Gönül Dünyamız | Bölüm 3 | 24 Haziran 2013 | 50′ 48”
İslâm’da delil kaynakları dört olarak sınırlandırılmıştır. Kur’an-ı Kerim, hadis, sünnet, icma, kıyas. Bunlara edille-i erbaa denir. (01:50)
Allah kitabında Habibim neyi gösterdi ise onu alın, nelerden çekinmenizi isterse siz de çekinin manasında ayet buyuruyor, diğer bir ayette de “kim Rasulullah’a itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur” buyurmuştur. Bu durumda farz sünnet ayrımı şaşılık değil de nedir? (04:30)
Ameli mezheplerin dört tane olduğu bilgisi ezber bir bilgidir. Sadece ameli mezhepler yoktur, itikadi mezhepler de vardır. Mezhepler sadece namazda el nasıl tutulur, besmele sesli mi sessiz mi söylenir o konuda ictihad yapmaz, İslam hayat dinidir, mezhepler de zekat, miras gibi hayatın tüm alanlarında ictihad yapmışlardır. (09:50)
Müçtehid olmak için ondokuz tane ilmi mütehassıs seviyesinde bilmek lazımdır. Bu ilimlerin başında gramer incelikleri ile birlikte lisan, astronomi gibi ilimler gelir. Astronomi namaz vakitlerini belirlemede kullanılır. (19:30)
Nevafil, nafilenin çoğuludur ve faydalı şey demektir. Müslümana yakışan namaz kılmaya bahane aramasıdır, kılmamaya değil… (27:00)
Hadisler sadece kavl-i Peygamberi değildir, hal-i Peygamberi de hadistir. Örneğin, şiir okuyan birine Efendimiz hırkasını hediye etmiştir, buradan Efendimizi övücü şiir söylemenin sünnet olduğunu çıkartabiliriz. (35:00)
Hz Abdülmuttalib’in Efendimize “Muhammed” ismini koyması… Allahu zülcelal o zamana kadar “Muhammed” ismi şerifini korumuştur. (39:00)
Dünya hayatında başarı için birçok şey yapıyoruz, dini tahsil konusunda bu çabaların kaçta kaçını sarfediyoruz? (43:45)
İnsan sevdiğine saygısızlık yapmaz, Allah’tan korkmayın, Allah’ı sevin, O’nu üzmekten korkun. Cehennem korkusu veya cennet ümidi ile değil, yarimin gönlünü kırmayayım diye hareket edelim.(45:00)
Allah’ın Kur’an’da “şunu şunu yapanları severim” dediği tüm özellikler Efendimizde vardır. (48:00)
Kur’an-ı Kerim, hadis, farz, vahiy, İmam Ezvahî, ameli mezhepler, itikadi mezhepler, İmam Şafii, Maliki, İmamı Azam, zekat, aşar, İmam Ebi Leyla, zekat, hac, arafat, tavaf, astronomi, namaz vakitleri, müçtehid, içtihad, miras, Ahmet Cevdet Paşa, şiir, hırka, Ebu Leheb, Hz.Abdülmuttalib
.
www.tahavi.com/makaleler/088.html
Bunlar Kur'an-ı K
.İLÂHİ EMİRLERİN KAYNAKLARI
ABDURRAHMAN BAYRAKÇI
Dinimiz, daima doğru olmak, haktan ayrılmamak, adalet gibi dünya ve ahiret saadeti için uyulması gerekenleri emreder. Her türlü kötülüğü de yasaklar. Dinimizdeki bütün emir ve yasaklar, başta Mukaddes Kitabımız olmak üzere Sünnet-i Seniyye, icma, içtihat gibi kaynaklara dayanır. Bu kaynaklardan çıkarılan hükümler bütününü ifade eden fıkıh da, bazı temel kavramlar üzerinde şekillenir.
Dinimizin Yüce Allah'ın emirlerini bildiren temel kaynakları esas itibarıyla dört kısma ayrılır. Bunlar Kur'an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve Kıyas'dır.
Kur'an-ı Kerim
Kur'an-ı Kerim Allahu Tealâ'nın kelâmıdır. Rabbimiz bu mukaddes kitabı rasulü Hz. Muhammed Mustafa s.a.v.'e, insanlar ve cinler alemini küfr ve zulmetten aydınlığa çıkarması için indirmiştir.
Kur'an-ı Kerim, İslâm hükümlerinin ilk kaynağıdır. Müçtehit alimler bir meselenin hükmünü öğrenmede ilk önce Kur'an'a müracaat eder, eğer burada bulunursa ona göre hükmeder. Mesela: Kumar oynamanın, içki içmenin, putlara tapmanın, fal bakmanın haram oluşunu Rabbimiz Kur'an'da bildirir: “Ey İnsanlar! Şarap, kumar, dikili taşlar, şans okları çekmek şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide, 90) Bunun gibi, alış veriş ve ribanın (faizin) hükmünü de Kur'an'dan öğreniriz. “Allah, alış verişi helal, ribayı (faizi) haram kılmıştır.” (Bakara, 275)
Kur'an-ı Kerim İslâm fıkhının ilk kaynağıdır, fakat bütün meseleleri teker teker zikredip hükümlerini açıklamamıştır. İslâm inanç esaslarının üzerinde tafsilatlı bir şekilde durmuş, ibadet ve insanlar arası ilişkilere dair hükümleri ise genel prensipleriyle açıklamıştır. Kur'an'da müslümanlar için ana hatlar çizilmiş, tafsilat Rasulullah s.a.v.'in Sünnet'ine bırakılmıştır. Mesela: Kur'an'da namaz kılınması emredilmiş, fakat hangi şekilde, kaç rekât olarak kılınacağı açıklanmamıştır. Zekat emredilmiş, ne kadar ve hangi maldan verileceği ise açıklanmamıştır. Bunlar gibi daha birçok misal, Hz. Peygamber s.a.v.'in Sünnet'iyle açıklanmıştır. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim Sünnet-i Rasulullah ile sıkı sıkıya irtibatlıdır. Sünnet-i Seniyye, Kur'an-ı Kerim'in mücmel (genel) kısımlarını tafsilatlı olarak açıklar.
Sünnet-i Seniyye
Sünnet, Peygamber s.a.v. Efendimiz'den nakledilen söz, fiil ve bir durum karşısındaki tavrı (takrir) demektir. Üçe ayrılır:
Sözlü (kavlî) Sünnet: Peygamberimiz'in muhtelif vesilelerle söylemiş olduğu sözlerdir. Bu sözlere “hadis” denir. Efendimiz s.a.v.'in sözlerinden dinî hükümleri açıklama mahiyetinde olanlar, dinimizin anakaynağıdır.
Fiilî Sünnet: Peygamber s.a.v.'in yaptığı hareket ve işlerdir. Mesala: Namazın rekâtlarını ve rükûnlarını eda etmesi, bir şahit ve davacının yeminini kabul edip hüküm vermesi gibi işler fiilî sünnetlerindendir.
Takrirî Sünnet: Rasulullah s.a.v. Efendimiz'in yapılan bir işe, söylenen bir söze karşı sükut etmesi, yani itiraz ve ret etmeyişi takrirî sünneti meydana getirir. Takrir bir şeyi kabul etmek anlamındadır.
İcma
Kelime olarak bir meselede görüşbirliği manasına gelir. Fıkıhta ise Hz. Peygamber s.a.v. Efendimiz'in vefatından sonra müçtehit alimlerin dinî bir hüküm üzerinde görüş birliği etmeleridir.
İcmada üç şartın buluması gerekir:
1- Müçtehit olmayanların görüş ve ittifakları dinî bir delil sayılmaz. Zira müçtehitler bir konuda ittifak ettikleri zaman onunla amel etmek vaciptir.
2- Dinî bir meseledeki hüküm, müçtehitlerin ilk görüş birliği sağladığı anda aranır ve ondan sonra fikir değiştirmekle icma bozulmaz.
3- Dinî yönü olmayan konulardaki ittifaklar icma sayılmaz.
İcma müracaat bakımından Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'den sonra gelir. Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'te bulunamayan dinî bir mesele hakkında alimler icmaya müracaat eder.
Kıyas
Kıyas, bir şeyi başka bir şeyle karşılaştırmak manasına gelir. Fıkıhta hakkında hüküm olmayan bir şeyi, hakkında hüküm olan benzeri bir şeyle karşılaştırmaktır. Karşılaştırılan iki şeyin de illeti, yani sebebi aynıdır. Bir misal olarak: Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şarabı haram kılmıştır. Bunun haramlığının sebebi, aklı gidermesi ve sarhoşluk vermesidir. Bu sebeple müçtehit alimler, sarhoşluk veren madde ne olursa olsun, hangi isim verilirse verilsin, şaraba kıyas ederek haram olduğuna hükmetmişlerdir.
Fıkıh ilmi bir ana prensip olarak Kur'an-ı Kerim, Sünnet ve İcma'da bulunamayan dini bir mesele hakkında kıyası kaynak kabul eder. Yani müracaat bakımından dördüncü derecede yer alır. İcma ve kıyas, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet'e tabidir.
Bazı fıkıh kavramları
Müslümanlar, Kur'an-ı Kerim, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın kaynaklık ettiği hükümler bütününe, yani İslâm fıkhına uyarak, Rablerinin emir ve yasaklarına uygun hareket etmiş olurlar. İslâm alimleri de, “fıkıh ıstılahları (kavramları)” denen kimi sözlere belirli manalar atayıp fıkhın daha kolay anlaşılır olmasını sağlamışlardır. Fıkhın konularına ve meselelerine girmeden önce bu kavramların bilinmesi gerekir. Çünkü fıkıh hükümleri onların üzerine bina edilir. Müslümanların dinlerini anlayabilmeleri için bilmeleri gereken temel kavramlar şunlardır:
Farz: Dinimizin yapılmasını kesin olarak emrettiği şeylere denir. Yapan sevap, terkeden günah kazanır. Namaz, oruç gibi.
Farz iki kısma ayrılır:
1- Farz-ı Ayn: Akıllı ve ergen (mükellef) her müslü-mandan mutlaka yapması istenen ibadetlerdir. Bütün müslümanlar -zihinsel özürlüler ve çocuklar hariç- bizzat o farziyeti yerine getirmekle so-rumludur. Bir kısım müslümanların yapmasıyla diğerlerinin üzerinden farziyet yani yükümlülük kalkmaz. Namaz, oruç, zekât vs.
2- Farz-ı Kifaye: Mükellef müslü-manlara ayrı ayrı değil, hepsine bir-den emredilen farzlardır. Böyle farzları bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinin üzerinden sorumluluk kalkar. Kur'an-ı Kerim'i ezberlemek, cenaze namazı kılmak gibi. Farz-ı Kifayenin sevabı sadece onu yapanlaradır. Fakat bir toplumda hiç kimse yerine getirmezse hepsi günahkâr ve sorumlu olur.
Vacip: Dinimizin, tam kesinlik ifade etmeyen bir delille yapılmasını istediği ibadetlerdir. Buna “vücubiyetin zannî bir delille sabit olması” denir. Bu tarz emirler genellikle Rasulullah s.a.v.'den tek kişi kanalıyla nakledilen sünnete dayanır. Hükmü farz gibidir. Bayram namazları, vitir namazı, fıtır sadakası gibi. Hanefi mezhebinden başka diğer üç mezhepte farz ve vacip aynıdır.
Mendup veya Sünnet: Dinimizin yapılmasını tavsiye ettiği, yapanın sevap kazandığı, yapmayanın da günahkâr olmadığı şeylere mendub denir. Şevval ayında altı gün oruç tutmak, gece namazı kılmak, duha namazı kılmak gibi.
Menduba aynı zamanda sünnet, müstehab, tatavvu ve nafile de denir. Sünnet üç kısma ayrılır:
1- Müekked Sünnet: Hz. Peygamber s.a.v.'in farz, vacib dışında hiç terketmeksizin yaptığı işleri, amelleridir. Böyle bir sünneti terketmenin cezası olmamakla beraber, kınanmaya sebeptir. Sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri gibi.
2- Gayri Müekked Sünnet: Hz. Peygamber s.a.v.'in bazen terketmiş olduğu sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazının ilk sünnetleri gibi.
3- Zevaid Sünnet: Hz. Peygamber s.a.v.'in bir beşer, bir insan olarak yaptığı, Cenab-ı Hakk'ın bir tebliği veya dini açıklama sıfatını taşımayan beşeri fiilleridir. Yeme, içme ve giyimde takip ettiği yol gibi.
Mümin kimse, hürmet, saygı ve sevgisinden, bağlılığından dolayı Rasulullah s.a.v. gibi yer, içer, giyinir ve diğer amellerini de O'nun gibi yaparsa kesinlikle sevap kazanır.
Mübah: Yapılması ve terkedilmesi dinimiz açısından eşit olan hususlara denir. Yeme, içme, uyuma gibi. Yapılmasında veya terkinde sevap veya ceza yoktur. Ancak yapmamak zararla sonuçlanıyorsa, yapmak vacip, terk etmek de haram olur.
Haram: Dinimizin yapılmasını men ettiği, yasak kıldığı, yapanların günahkâr olup ilâhi ceza ile tehdit olunduğu, Allah için yapmayanların da sevap kazanacakları şeylere haram denir. Haramın inkârı küfrdür. İçki içmek, adam öldürmek, hırsızlık yapmak gibi.
Eğer Allahu Tealâ bir şeyi haram kılmışsa, kesinlikle o şeyin haram oluşunun insanlığa faydaları vardır. Bir haramdaki zarar “bizatihi” olabilir. Veya dolaylı yani “ligayri zatihi” olabilir. Bunun için haram da iki çeşittir:
1- Haram Li'aynihi (Bizzat Haram): Dinimizin şartsız olarak temelden haram kıldığı fiil ve hareketlerdir. Hırsızlık, zina gibi genel olarak haramlar, malı, canı, dini, aklı ve nesli muhafaza maksadıyla konan, yasaklanan fiiller ve hareketlerdir. Haram lizatihi, aslından gayri meşru olan fiillerdir.
2- Haram Ligayrihi (Dolaylı Haram): Aslında helal olduğu halde bir sebebe bağlı olarak yasaklanan fiillerdir. Mesela: Alış veriş helal olduğu halde, Cuma namazı saatinde mükellef erkek bir müslüman alış veriş yapsa, bu haram olur. Zira Rabbimiz, Cuma vakti girdiği zaman namaza gidilmesini, alış verişin bırakılmasını emretmektedir. Buradaki haramiyet onu namazdan alıkoyduğu içindir ve sınırlıdır.
Mekruh: Dinimizin terkedilmesini kesin ve bağlayıcı olmadan istediği şeylerdir. Terkeden methedilir, sevap kazanır, devamlı olmamak şartıyla yapan da kınanmaz, cezalandırılmaz. Hanefi mezhebine göre mekruh iki kısma ayrılır.
1- Tahrimen Mekruh: Dinimizin akıllı ve ergen olan her şahıstan, yani mükellef olan kimseden kesin olmayan bir delille mutlaka kaçınmasını istediği şeylere tahrimen mekruh denir. Terkedilmesi sevap, yapılması ise günahtır. Fakat mekruhun günahı haramın günahından hafiftir. Güneş doğarken ve batarken namaz kılmak gibi.
Tahrimen mekruh harama yakın olan mekruhtur.
2- Tenzihen Mekruh: Dinimizin mükelleften bir şeyi yapmamasını, yüz çevirmesini mecbur tutmayarak talep ettiği şeylere denir. Bu gibi şeyler terkedildiği zaman sevap verilir, işlenirse cezayı gerektirmez. Hacda Arefe günü oruç tutmayı terkederse sevap kazanır. Oruç tutarsa da günahkâr sayılmaz.
Dinimizi anlama ve yaşama çabamızda mutlaka öğrenmemiz gereken daha birçok kavram bulunuyor. Okuyucularımızın bu kavramları hiç değilse bir ilmihalden öğrenmeye çalışmalarını, anlamadıklarını sormalarını tavsiye ederiz.
.xxxxxxxxxxx
EDİLLE-İ ŞER'İYYE
Şer'î deliller, şer'î hükümleri çıkarma yolları. Edille, delil kelimesinin çoğuludur. Delil de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir. Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.
Edille-i Şer'iyye, yahut şer'î deliller, en genel anlamda İslâm hukukunun kaynaklarını teşkil eder. Diğer bir ifadeyle, edille-i şer'iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esaslar olarak ifade edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbau't-Tâbiin devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi veya kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulâştırân şeydir (Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42). Kesin veya zannı olarak genel hüküm ifâde eder.
Genel bir sınıflama ile şerî deliller, "Sem'î" ve "aklî" olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Sem'î olanlar; Kitap, Sünnet, İcma olup bunları değişik olaylara uygulama aracı olan Kıyas da bunlara ilâve edilen ve "aklı deliller" olarak değerlendirilen diğer deliller ve bunların sıralaması hakkında farklı görüştedirler. Bu deliller, "istishâbu'l-hâl", "istihsan", "mesâlihu'l-mürsele", "örf", "sahâbe sözü" ve "İslâm'dan önceki şeriâtler" gibi delillerdir.
Edille-i Şer'iyye'nin dört ile sınırlândırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delil, menşe itibariyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya "metlüvv" ki bu Kur'an'dır veya "gâyr-i metlüvv" olur ki bu dâ Sünnettir.
Delilin vâhiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delil, bir asırdaki bütün müctehidlerin ortak görüşü ise "icmâ", her müctehidin ferdî görüşü ise "kıyas" adını alır (Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20).
Aslındâ, Kur'ân ve sünneti aslı ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delilleri ise Kur'an ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vasıtası olarak değerlendirmek mümkündür. Kitap, sünnet, icma, kıyas "aslı deliller", istihsan, istislah, istishab, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler "fer'î" delillerdir (Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51).
Kitap
Kitap, İslâm hukuk literatüründe "Kur'an" yerine kullanılan bir terimdir. Kur'ân ise, lügatte, okumak anlamında olup, ıstılahta Hz. peygamber (s.a.s.)'e inen, mushaflarda yazılı olan ve en ufak bir şüphe olmaksızın mütevâtir olarak nakledilen, Cenâb-ı Allah'ın sözü (kelâmullah) anlamında kullanılır (Molla Hüsrev, Mir'at, 16-17). Kur'ân Allah'ın kitabı ve apaçık vahyidir. Tedricî olarak indirilmiştir. Bir harfini bile inkâr küfürdür. Kur'ân'ı en iyi bilen Rasûlullah; sonra ashâbıdır. Kur'an, İslâm teşrîinin (yasama) temelini teşkil eder. Kur'ân'da dinî hukuk sisteminin (şerîat) esasları açıklanmış; inanç, ibadet ve hukuk konuları genel hatları itibariyle belirtilmiştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, IV, 92). Bu itibarla, Kur'an, İslâm teşrîinin "aslı kaynağı", diğer bir deyişle yegâne değişmez kaynağı olarak kabul edilir. Rasûlullah Vedâ Haccında şöyle buyurmuştur: "Sizlere iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve Rasûlünün sünneti. Bunlara sarıldığınız müddetçe dalâlete düşmezsiniz." Kur'ân, hükümleri genel çizgileriyle belirtir; pek az konu dışında bunların detayına inmez. Nitekim, Kur'ân'da, keyfiyet ve detayı belirtilmeksizin namaz kılmak ve oruç tutmak emredilmiş; bunların nasıl yapılacağım ise, Hz. Peygamber, sözlü ve fiilî olarak açıklamıştır. Aynı şekilde, Kur'ân akitlerin yerine getirilmesini emretmiş, alım-satımın helâl, ribânın haram olduğunu belirtmiş, fakat hangi akitlerin sahih, hangilerinin bâtıl ya da fâsit olduğunu açıklamamıştır. Bu ayırımın temel ölçülerinin belirlenmesini de ilk planda sünnet yüklenmiştir .
Diğer taraftan, Kur'ân'da detayları ile birlikte zikredilen bazı konular da vardır; miras, karı-koca arasındaki liân'ın nasıl yapılacağı ve bazı cezaî müeyyideler bunlar arasındadır. Kur'ân'ın bu genel ifâde (icmâl) tarzının önemi, özellikle muâmelât hukuku alanında ortaya çıkmaktadır. Bu tarz, mücmel nassların değişik şekillerde anlaşılıp uygulanmasına imkân vermekte ve böylece değişik zamanlardaki maslahatlara ayak uydurmasına ve genel amaç ve prensiplerden ayrılmaksızın onların gereklerine göre hüküm verilebilmesine yardım etmektedir. Meselâ, Kur'ân'da, özel bir şekil belirtilmeksizin "şûrâ"dan bahsedilmektedir. Genel bir şekilde ifade edilen bu şûra, istibdâd ve baskının bulunmadığı, halk içerisinde belli ölçüde bilgi ve kanaat sahibi olanların görüşlerine saygı duyulup başvurulduğu bir yönetim biçimini kapsamaktadır.
Bütün bunlara rağmen, Kur'ân nasslarının bu genel ifade tarzının, bazı noktalarda sünnetle açıklanmasına ihtiyaç vardır. Bu sebeple, Kur'ân'da pekçok yerde, sünnet'e atıfta bulunulmuştur, "Allah'a ve Rasûl'e itâat edin" (Al-u Imrân, 3/32); "Peygamber size neyi vermişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının" (el-Haşr, 59/7) ve "Ey inananlar, Allah'a itâat edin, Peygamber'e ve Ulû'l-Emr'e itâat edin. Bir şeyde anlaşamazsanız onu Allah'a ve Peygamber'ine arzedin. Bu en iyi ve netice itibariyle en güzeldir" (en-Nisâ, 4/59).
Kur'ân'ın delîl olması demek, Kur'ân'ın hakkıyla bilinmesi demektir. Kur'ân ilmine sahip olmadan, Arapça'ya vâkıf olmadan, sünnete başvurmadan, ilim ehli olmayanlar için fıkhı manada değil, ahlâkı manada okunan bir kitap olabilir. İmam Câfer-i Sâdık bu konuda şöyle demiştir: "Kur'ân'ın bir kısmını diğeriyle çarpıştırdılar. Nasih zannederek mensuhu delil gösterdiler. Amm zannederek hâs ile delil getirdiler. Âyetin te'vîlini delil göstererek sünnetin onu te'vil şeklini terkettiler. Sözün başını ve sonunu düşünmediler. Onu kaynak edinip yollarını bilemediler. Ehlinden almadılar, böylece saptılar ve saptırdılar" (Suphi es-Salih, İslâm Mezhepleri ve Müesseseleri, Çev.: İ. Sarmış, İstanbul 1981, 176).
Kur'ân'ın bütün âyetlerinin sübutu kat'idir. Ancak, ifade ettikleri mana ve kavrama delâletleri her zaman kat'i olmaz. Bu bir kısım âyetlerin delâlet bakımından zannı olması farklı mezheplerin farklı görüşler ortaya koymasına yol açmıştır. Şer'i hükümlerin kaynakları kitap, sünnet, icmâ, kıyas olunca mukallidin ilmi, târifin dışında kalmaktadır. Çünkü müctehidin kavli her ne kadar mukâllid için delil olsa da, delillerin kendisi değildir (İbn Abidin, Reddü'l-muhtâr Haşiyesi Terc: Ahmed Davudoğlu, İstânbul, 1982, I, 35).
Kur'ân-ı Kerîm'e "vahy-i metlüvv" da denilir. Kur'ân'ın fıkıhta delil olarak kullanılmasında, onun lâfzı kanunlarının bilinmesi gerekir. Lâfızlar, manaya delâletleri itibariyle hâss, âmm, müşterek ve müevvel kısımlarına ayrılır ve bunlardan her biri özel bir hüküm için kullanılır. Lâfızlar, delâlet ettikleri mânâya zâhir, hâss, müfesser, muhkem olarak açık bir tarzda delâlet ederler. Kapalı tarzda delâletlerinde ise hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih diye kısımlara ayrılırlar. Ayrıca delâlet ettikleri manada veya başka bir münâsebetle olan mânâda açık veya kapalı kullanılmaları itibariyle hakîkat, mecâz, sarih, kinâye kısımlarına ayrılırlar. Yine ne gibi manalara delâlet ettikleri ve hangi maksatlarla söylenilmiş olduklarına işitenlerin vukufları itibariyle "Dal bi'l ibâre", "Dal bi'l-işâre", "Dal bi'd-delâle", "dal bi'l-iktizâ" diye ayrılırlar.
Kur'ân hükümleri de birkaç kısma ayrılmaktadır: Akîde, (itikâdı hükümler), ahlâk (ahlâkı hükümler) ve mükelleflerin söz ve işleriyle ilgili hükümleri "ibadetler" ve "muâmeleler" diye iki grupta ele alır. Kur'ân'da hükümler ya küllî, ya da icmâlî olarak açıklanmıştır. Bütün hükümlerin özelliği, îman ile içiçe geçmiş olmasıdır. Kur'ân hem yasa koyar, hem hidâyete erdirir, hem irşâd eder, hem öğüt verir. Yalnızca bir kanun kitabı değildir. Üslûbu mu'cizdir. Konular defalarca tekrarlanmıştır ve âyetler hüküm koyarken iman ve ahlâktan ayrı değildir.
Kur'ân'ın âhkâm âyetleri daha ziyade Medenî sûrelerde yer almaktadır. Âyetlerden hüküm çıkarılırken müctehidler arasında meydana gelen ihtilâf, mücmel ifadeleri tefsirden ve bir kısım lâfızların delâletlerini ele alma metodundan doğmaktadır.
Rasûlullah vefât ettiğinde Kur'ân âyetleri vahiy kâtiplerinin ellerinde bulunan sahifelerde ve ashâbın hafızalarındaydı. Hz. Ebû Bekir Kur'ân âyetlerini toplattırdı ve bir Mushaf haline getirdi. Hz. Osman bu Mushaf'tan Kur'ân nüshaları çoğalttı ve bütün merkezlere gönderdi. Sahâbe, Kur'ân âyetlerini hem ezberler, hem anlar, hem de amel ederdi. Bir âyetle amel etmeden başka âyete geçmeyenler vardı. Sahâbe nesli Kur'an'ı en iyi bilen nesil olup, bildikleriyle amel eden, bilmedikleri ile ilgili olarak da susan insanlardı. Tâbiin devrinden sonra ise her asırda Kur'ân tefsiri o asırdaki ilmî-dinî hareketten etkilendi. Âyetlerin tefsirinde ictihad farklılıkları açıkça ortaya çıktı.
Sünnet
Sünnet, Arap dilinde iyi olsun kötü olsun gidilen veya benimsenen yol anlamına gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in Kur'ân dışındaki söz, fiil ve takriri anlamında kullanılır. Hz. Peygamber mü'minler için her alanda bağlayıcıdır: ''Peygambere itâat eden, Allah'a itâat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80). Hz. Peygamber mü'minler için ahlâken veya hukuken en güzel ve vazgeçilmez tek örnektir.
Hadis olarak da adlandırılan sünnet, Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylediği sözlerdir. Meselâ: "Zarar vermek ve zarara zararla karşılık vermek yoktur " (İbn Mâce, Ahkâm, 13) ve "Ameller niyetlere göredir" (Buhâri, Bedu'l- Vahy, I) hadisleri böyledir.
Fiilî sünnet ise, Hz. Peygamber'in şekil ve şartlar ile namaz ve hacc ibadetlerinin yerine getirilmesi, muhâkeme usûlü alanında bir ahit ve yemin ile hüküm vermesi gibi işlerdir. Hz. Peygamber, "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın'' buyurarak (Buhâri, Ezan 18, Edeb, 27) yol göstermiştir.
Takriri sünnet, Hz. Peygamber'in sahâbenin yaptığı bazı işlere olumlu ya da olumsuz bir müdahalede bulunmaması veya o işi tasvip ettiğini belirtmesidir (Abdulvahhab Hallaf, İslâm Hukuk Felsefesi, Çev: Hüseyin Atay, 181-182). Su bulamadığından teyemmümle namaz kılan bir sahâbînin namazdan sonra su bulduğu halde namazı iâde etmemesin Rasûlullah'ın tasvibi gibi.
Sünnet, Kur'ân'ın mücmelini beyân etmesi, müşkilini açıklaması, mutlakını kayıtlaması ve onda olmayan bazı hükümleri belirtmesi açısından Kur'ân'dan sonra ikinci teşrî' kaynağı olarak yer alır. Sünnet, Kur'ân'da olmayan bazı hükümleri getirmesiyle de, bir yönden müstakil bir teşrî' kaynağıdır. Kur'ân'ın çizdiği genel çerçeve ve ilkelerin dışına çıkmadan onun açıklayıcısı olması bakımından da Kur'ân'a tâbi sayılır. Her iki yönüyle de sünnetin hüccet olması, bazı âlimler tarafından dinî bir zaruret olarak ifade edilmiştir. Ancak hemen belirtelim ki, yasamaya kaynak teşkil edebilecek sünnet, belirli şartları taşıyan sahih sünnettir. Sünnet Kur'ân'a nisbetle ikinci derecede bir teşrî' kaynağı olmakla beraber, sünnete başvurmadan Kur'ân'ı anlamak pek mümkün gözükmemektedir.
İmam Şâfii sünneti üç grupta ele alır. Birincisi, Allah'ın Kur'ân'da zikrettiği bir hususu benzer bir ifadeyle Hz. Peygamber'in de belirtmesi; ikincisi, Allah'ın çok kısa ve özlü bir şekilde bildirdiği bir âyetle neyin kastedildiğini Hz. Peygamber'in açıklamasıdır. Bu iki çeşit sünnet hakkında İslâm hukukçuları arasında ihtilâf yoktur. Üçüncüsü ise, hakkında Kur'ân'da hiçbir hüküm bulunmayan bir konuyu Hz. Peygamber'in uygulamaya koymasıdır. Bu sünnet çeşidi hakkında genelde iki görüş mevcuttur. Bir kısım müctehid Hz. Peygamber'in bağımsız bir yasama yetkisine sahip olduğunu, dolayısıyla Kur'ân'da sözkonusu edilmeyen konularda hüküm koyabileceğini ileri sürmüşler; bir kısmı da Hz. Peygamber'e böyle bir yetki vermeyip onun tatbiki olan herşeyin Kur'ân'da bir aslı bulunduğunu ileri sürmüşlerdir (Şafii, Risale, s.91-92). Sünnet, Kur'ân'ın tefsiridir. "Namazı kılın" buyruğunu sünnet olmadan anlamak ve tatbik etmek mümkün değildir. Rasûlullah namazı nasıl kılmışsa, müslümanlar da ona uyarak kılmışlardır (Ahmed b. Hanbel, V, 53).
Sünnetin hadisle aynı manada kullanılabilir. Hadisler, birtakım kısımlara ayrılır (Bk. Hadis). Sahih hadisler, bütün ümmet için bağlayıcıdır, hüküm kaynağıdır. Bunlar reddedilemezler. Nur sûresinin altmışüçüncü âyeti bunu bize bildirmektedir: "Öyle değil. Rabbine andolsun ki, onlar aralarında kimi oraya, kimi buraya çekiştirip durdukları şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar" (en-Nur, 24/63). Kur'ân'ın bütün delilleri, Rasûlullah'ın bütün hükümleri, emir ve nehiyleri eştir (Şâtibî, el-Muvâfakat, I, 14). Sünnet kaynak olmasaydı, meselâ "Kur'âniyyun" fırkası gibi sadece Kur'ân kaynak alınsaydı, onların yaptığı gibi İsra sûresinin 78. âyetine istinaden günde iki rekât namaz kılınması gerekecekti. Oysa bu, küfürdür (İbn Hazm, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, II, 80). Zahiri mezhebinin en büyük müctehidi İbn Hazm, sünnet hakkında "O, kendi hevasından söylemez. O, ancak kendisine gönderilen bir vahiydir'' (en-Necm, 53/3, 4) âyetini zikrettikten sonra şöyle der: "Buna göre Allah'ın peygamberine göndermiş olduğu vahyi ikiye ayırabiliriz: Vahy-i Metlüvv (tilâvet edilen vahiy) ki, bu, icazkâr bir üslûba sahip olan kitab (Kur'ân)dır. Vahy-i Mervi (rivâyet olunan vahiy) ki, bu, icazkâr üslûba sahip olmadığı gibi metlüvv de değildir. Menkul olduğu halde kitap halinde rivâyet edilmemiştir. Fakat makru' (okunmuş)dur. Yani bu Peygamber'den vârid olan haber olup Allahu Teâlâ'nın muradını açıklayıcı mâhiyettedir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulmuştur: "... Tâ ki insanlara kendilerine indirileni açıkça anlatasın.'' Buna göre Allahu Teâlâ nasıl vahyin birinci kısmını teşkil eden Kur'ân'a itâât etmemizi emretmişse, vahyin bu ikinci kısmına da itâat etmemizi emretmiştir. Bunlar arasında hiçbir fark yoktur" (Muhammed Ebû Zehra, İslâm 'da Fıkhı Mezhepler Tarihi, Çev: Abdulkadir Şener, Ankara 1969, s.83).
Cumhur ulemâ sika râvinin rivâyet ettiği ahad haberin hüccet olduğunu ve onunla amel etmek gerektiğini söylemiştir. Hadislerin çoğu hasen lizâtihidir ve onu kabul etmek kaçınılmazdır. Zayıf hadis ise kesinlikle kaynak olamamaktadır.
Sünnet derken, bunun, fıkıhta hadislerin kısımlara ayrılarak hükümlerin çıkarıldığı bir kaynak olması anlaşılır. Yani râvîlere göre mütevâtir, meşhur, ahad diye ayrılan ve ahad hadislerin de sahih, hasen, zayıf diye kısımlara ayrılması hâdisesinde de ihtilâf olup, bu konu mezheplerin ayrılmasında bir başka ihtilâf noktasıdır.
Mütevâtir sünnetler, "Bana yalan yere bir şeyi isnad eden ateşte oturacağı yere hazırlansın'' hadisi gibi, büyük bir cemaatçe işitilen ve her asırda binlerce zevât tarafından rivâyet edilegelen yalan üzerine ittifak mümkün olmayan rivâyetlerdir. Namaz rek'atlarına dâir haberler bu nevidendir. Bunlar asl'dır.
Meşhur sünnetler, Rasûlullah'tan birkaç zatın rivâyet ettiği, ikinci ve üçüncü hicrî asırlardan beri tevâtüren nakledilen haberlerdir. "Ameller niyetlere göredir" gibi. Bunları reddetmek fâsıklıktır.
Haber-i ahad, bir zatın diğerinden veya bir cemaatten, bir cemaatin bir râviden rivâyet ettiği sünnettir. Tevâtür derecesinde olmayan râvilerin, iki üç zatın naklettiği sünnet de böyledir. Bunun inkârı bid'at'tır.
Mezheplerin sünnet târifinde farklılıklar vardır:
Hanefi mezhebi müctehidlerinden es-Serahsı şöyle der: "Bize göre sünnetten murad hukukî açıdan Hz. Peygamber ve ondan sonra sahâbenin yaptıklarıdır" (Usûlu's-Serahsı, I, 113). İmam Şâfii ise, (ö.204/819) sünneti yalnızca Hz. Peygamber'in sünneti olarak alır. Sahâbenin sünneti, Hz. Peygamber'in itikad, ibadet, ahkâm esaslarıyla ilgili olarak Kur'ân dışındaki söz, hareket, davranışları, takrirleri, tasdikleri, örfleri, va'zettiği esaslar, koyduğu ilkelerdir. Sahâbe ve Tâbim, herhangi bir konuda tatbik edecekleri şeyde "Hz. Peygamber nasıl yaptı?" diye sormuşlardır. Sünnet anlayışı, üçüncü halife Hz. Osman zamanında fitnelerin çıkmasıyla değişime uğradı, bid'atler dine karıştı; sünnetten uzaklaşıldı. Tâbimin büyük âlimleri Kur'ân'da geçen (el-Bakara, 2/151, 231; Âlu İmrân, 3/164; en-Nisâ, 4/113; Cumâ, 62/2; Ahzâb, 33/34) 'hikmet' kavramını 'sünnet' şeklinde anlamışlardır. İmam Şâfii de bu görüştedir. Kendisine kitapla birlikte onun bir benzerinin verildiğini söyleyen Hz. Peygamber'in (Müsned, IV, 134) sünneti böylece zikr, hikmet, misl olmaktadır. Rivâyetlere göre Cebrail (a.s.) vahyi getirirken, onun açıklamasını (sünneti) de getirdi (Câmiu'l-Beyâni'l-İlim, II, 34). Hem Kur'an'ı hem de sünneti indiriyor, Hz. Peygamber'e öğretiyordu. Sünnet, İslâm toplumunun ve islâm devletinin oluşmasında âmil olan en mühim faktördü. Sahâbe, bu sünneti, gelecek nesillere kalması için aktardı ve "hadis" bir bakıma böyle doğdu. Ancak ashâb hadis rivâyetinde çok titiz davranmasına karşılık, tedvin asrında sapık akımlar ve İslâm düşmanlârı hâdis uydurdular. İhtilâflı meselelerde kendi görüşlerini destekler mâhiyette hadis uyduruldu. İbn Haldun, Ebû Hanife'nin sıhhati kesin kabul ettiği hadis sayısının 17 olduğunu yazmıştır. Hadis ehli bu durum karşısında hadis tenkidine yöneldi ve hadis usûlu geliştirildi. Ehli sünnet, Şia'nın Hz. Ali hakkındaki rivâyetlerini cerh edip sahih kabul etmezken Abdullah b. Mes'ud'un rivâyetlerini esas almış, Şia da ehl-i beyt hakkındaki rivâyetlerde taassuba düşmüştür.
Cerh ve ta'dil * ilminde bu yüzden fıkıhçılardan ayrı yöntemler meydana gelmiş, hükümlerin fer'î olanlarında bu açığa çıkmıştır. Katâde, İbn İshak'ı överken. Nesaî onun kuvvetli olmadığını; Dârekutnî ise onun sözüyle delil getirilemeyeceğini söyler. İmam Mâlik de aynı şahsın yalancı olduğuna şehâdet eder. Öte yandan ikinci yüzyılda ehli hadis okulu ile ehli rey okulu arasında şiddetli münâkaşalar oldu (Geniş bilgi için bk. Şâtibî, el-Muvafakat; Gazalı, el-Mustasfa; İbn Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkıîn).
Ebû Hanife ile İmam Mâlik, kesin bir delile aykırı olmayan haber-i vâhidi delil olarak kullanırken; Şâfii, sıhhat şartlarını taşıyan haber-i vâhidi kabul eder. Hanefilere göre bu haberler şâz'dır, reddedilmesi gerekir.
İmam Şâfii, sünnetin ancak sünnetle neshini câiz bulur (er-Risâle, 89). Gazzâlî, Kur'ân ile sünnetin, sünnetle de Kur'ân'ın neshini kabul eder. "Her ikisi de vahiydir, dolayısıyla birbirlerini neshedebilirler" der (el-Mustasfa, Bulak 1 322, 1, s.124). Cumhur ise, Kitab; Kitab'ı ve sünneti; sünnet sünneti ve mütevâtir sünnet kitabı nesheder görüşündedir. Hadisler tâbiîn devrinde toplanmış ve yazılmış, daha sonraları fıkıh kitaplarındaki bölüm adlarına göre tertip ve tasnif edilmiş, İmam Mâlik Muvatta'ını, Ahmed b. Hanbel Müsned'i yazmış, Kütüb-i Sitte* adı verilen hadis mecmuâları ortaya çıkmıştır.
İcmâ '
İcmâ' lügatte, bir işe azmetme ve bir konuda görüş birliği etme gibi anlamlara gelir. Istılahta ise, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bir asırdaki müctehidlerin, herhangi bir şer'î hüküm üzerinde görüş birliği etmeleri anlamında kullanılmaktadır. Bu itibarla, halk tabakasının, şer'î bir konudaki ittifak ya da ihtilâfları mûteber değildir (Mehmet Şener, İslâm Hukukunda Örf, s.34-35).
İcmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından belli bir asır ile sınırlı olmayan bir müessese ve Kur'ân ve sünnetten sonra gelen üçüncü bir teşrı kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu hususa delil olarak çoğunlukla zikredilen âyet, "Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız. Ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası" (en-Nisâ, 4/115) meâlindeki âyet; çoğunlukla kullanılan hadis de, "Ümmetim yanlış yolda (dalâlet) birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 18) meâlindeki hadistir.
İcmâ herhangi bir konuda gerçekleşmişse bu icmâ'ın o konudaki bir delile dayanması gerekir. İslâm hukukçularının, şer'î bir dayanak olmaksızın keyfî bir şekilde bir konu üzerinde görüş birliğine varmaları düşünülemez. Bu sebepledir ki, sonraki İslâm hukukçuları, bir konudaki icmâ'ı öğrenmek istediklerinde, o icmâ'ın delilini değil, böyle bir icmâ'ın var olup olmadığını, eğer varsa sahih bir şekilde nakledilip nakledilmediğini araştırırlar. Diğer bir ifadeyle, icmâ'ın şer'î bir delile dayanması gerekli olmakla beraber, bu delilin icmâ' ile birlikte nakledilmesi ve bilinmesi, icmâ'ın mûteberlik şartı değildir.
İcmâ', sözlü ve sukûtî olmak üzere iki çeşittir. Sözlü icmâ' bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin, bir konuda açık ve sarih bir şekilde görüş birliği etmeleriyle meydana gelir. Sukûtî icmâ ise, bir müctehidin bir konuda görüş beyân edip, diğerlerinin, bundan haberdar olmalarına rağmen başka bir görüş ileri sürmemeleri durumunda meydana gelir.
Sözlü icmâ', İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından delil olarak kabul edilmekle beraber, sukûtî icmâ'ın delil oluşu ihtilâflıdır (Abdülkadir Şener, Kıyas, İstihsan, Istıslah, s.29-41). Sonuç olarak söylemek gerekirse; icmâ'ın, kolektif bir ictihad olarak değerlendirilmesi mümkün ise de, İslâm hukukçuları genelde "ictihad, ictihadı nakzetmez" prensibini icmâ'a da uygulamaya pek yanaşmamışlardır. Başka bir deyişle, herhangi bir konuda icmâ'a varsa, aynı konuda ikinci bir icmâ'a imkân tanımamışlardır. Bununla birlikte, Sahâbe icmâ'ının da hemen tamamını teşkil eden ibadet yönü ağır basan dinî meselelerde bu görüş kabul edilse bile, özellikle muâmelât hukuku sahasında ikinci bir icmâ'a imkân tanıması, gelişen şartlara uyum sağlama ve kamu yararını temin etme açılarından yararlı gözükmektedir. Her asırda, çok az konuda ittifak edildiği malumdur. Molla Hüsrev, "Bir asırda müctehid olan bütün fukahânın ittifakı esastır" der. Bu durumda olanların biri dahi o meseleye muhâlefet etse icmâ' oluşmuş sayılmaz (Molla Hüsrev, Miratü'1-Usûl fî Şerhi Mirkatü'l-Usûl, İstanbul 1307, 1I, s.50).
İcmâ', naklî ve tabii bir kaynaktır. Rasûlullah'ın vefâtından sonra ümmet, işlerini Kur'ân'ın koyduğu kurala göre "şûrâ ile" yürüttü, dalâlet üzerinde olmadılar. İcmâ', sarih, sukûtî ve iki görüşün varolması durumunda bir üçüncüsünün doğması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Sarih icmâ' bağlayıcıdır; amel etmek, hükmünü icrâ etmek zorunludur. Sukûtî icmâ'da bağlayıcılık kesin değildir. Üçüncü icmâ' şekli câiz değildir.
İcmâ'ı huccet sayan fukahâ, icmâ'ın kendisi konusunda aynı görüşe sahip değildir. Mâlikîler icmâ'ın sadece Medine fukahâsına âit olduğunu, Şâfiiler İslâm âlemindeki bütün âlimlerin ittifakını; Hanbeli ve Hanefiler de sukûtî icmâ'ı kabul etmektedirler. İbrahim b. Yesar en-Nazzâm (ö.331) icmâ'ın huccet olmasını reddeder. Üzerinde icmâ' edilen hüküm kâfi bir delile dayanırsa, delilin kendisi huccet olur, kapalı ve zannı bir delile dayanırsa, insanların değişik görüşlere sahip olmaları sebebiyle icmâ' gerçekleşmez demiştir (Suphi es-Sâlih, a.g.e. 182).
Câferiler de, icmâ'ı ancak toplananlar arasında bir masum İmam bulunmasıyla kabul ederler, diğer icmâ'ları reddederler.
Kıyas
Kıyas, lügatte birşeyi ölçmek, takdir etmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek anlamlarında kullanılır. Istılahta ise, her ikisinde de hükme esas teşkil eden illet aynı olduğu için, hakkında nass bulunmayan bir olayın hükmünü, hakkında nass bulunan bir olayın hükmüne eşit kılmaktır. Kur'ân'da, ''Halbuki o haberi Rasûl'e ve kendilerinden olan Ulû'l-Emr'e arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarabilenler, işin aslını anlar ve bilirlerdi" (en-Nisâ, 4/83) buyurulur.
Şer'î delillerin dördüncüsü sayılan kıyas; kitap, sünnet, ve icmâ' gibi kesin bilgi ifade etmeyip tecviz edici bir mâhiyete sahiptir. Diğer bir ifadeyle kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm ortaya koymayıp, diğer üç delilden biriyle sâbit olan ve delili gizli bulunan bir hükmü ortaya çıkarır (Abdülkadir Şener, a.g.e., s.67; İ. Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Hazırlayan: Sabri Hizmetli, s.21). İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, kıyas ile amel etmek aklen ve şer'an câizdir. Meşhur Muaz hadisin'de, Yemen'e vali tâyin edilen Muaz'a ne ile hükmedeceğini soran Peygamber'e Kitap, Sünnet, İctihad ile demesi ve Rasûlullah'ın onu övmesi kıyasa dâir en önemli belgedir (Ebd Dâvûd, Akdiye, 11; Tirmizî, Ahkâm, 3 Hâris b. Amr'dan rivâyet etmişlerdir).
Şafii, kıyas ile ictihadı aynı mânâdâ kullanır (Şâfii, Risâle, s.66). Re'y ile kıyası aynı mânâda kullanmaz. Kıyasın, bir delil olmaktan çok, bir metod, diğer bir deyişle, yorum ve uygulama vasıtası olarak değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. Nitekim, bu husus, kıyasın meşru olduğunu göstermek için dayanılan şu aklı gerçekte açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır; Kur'ân ve sünnetin nassları sınırlı ve sonludur. Halbuki, meydana gelen ve gelecek olan olaylar sonsuzdur. Sonlu ile sonsuza cevap vermek mümkün olmadığına göre, yeni çıkan olayların hükmü ancak re'y ile, ictihad yoluyla belirlenebilir ki bunun başında kıyas gelmektedir (İzmirli, a.g.e., s.19).
İslâm hukukuna canlılık kazandıran da bir noktada, sâbit ve değişmez kaynaklardaki hükümlerin yorumlama vasıtalarının çokluğu ve çeşitliliği ve bunun yanında, kamu yararının ve beşeri ilişkilerin düzenlemesinde, genel doğrultudan sapmamak kaydıyla "re'y (bağımsız görüş)e" ile hüküm verebilmesidir .
Bu deliller dışında geliştirilen ve daha ziyade beşerî ilişkilere akıcılık ve esneklik kazandırmaya yönelik daha birçok delil vardır ki bunların başında "mesâlih-i mürsele" gelir.
Kıyas aklı bir kaynaktır. Nassı benzetme yoluyla hüküm çıkarma metodudur. Aslın hükmünü fer'e uygulamaktır. Nass vârid olan ve olmayan iki hükmün benzerliğinde, hükümde de aynı olmasını sağlamaktır. Vahiy asrında (h. 622-632) kıyas, Muâz hadisiyle sâbit olmuş, kıyası Hz. Ömer delillere katmıştır. Kıyası en çok Hanefiler kullanmış, âdeta kıyas onlarla özdeşleşmiştir. Kıyasla varılan hükümler zann-ı gâlib ifade eder.
Fıkıhta ana kural, "nass olan yerde içtihadın olmayacağı"dır. Hz. Ali, "Din, kıyasla olsaydı meshin içi dışından daha çok meshedilmeye lâyık olurdu" demiştir. Ebû Hanife, "Kıyas yapsaydım, kadın erkekten zayıf olduğundan mirasta ona iki hisse verirdim" demiştir.
Hicrî üçüncü yüzyılın sonlarında son sahâbî olan Ebû't-Tufeyl Amir b. Vâsila el-Leysî el-Kinânı'nin (öl. h. 100) vefâtıyla tâbiin dönemine giren İslâm'ın ikinci asrında, İslâm devletinin sınırları Mısır'dan İran'a, Yemen'den Irak'a yayılmış ve şerîatın tedvini gerekmişti. İlk fıkıh medresesi Medine'deydi. Fıkhı hareket Medine medresesinin meşhur yedi fakihi olan Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Kasım b. Muhammed, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Harice b. Zeyd, Ubeydullah b. Abdullah, Selman b. Yesâr ile başlamıştır.
Etbaut-tâbiîn nesli, ictihad nesli oldu. Mezhebler doğdu, halklar bu mezheblere intisap ederek dini öğrendiler. II. ve III. asırlar en parlak ilim asırları oldu. Kur'ân ve sünnetin tedvini, sahâbe fıkhının tedvini, tefsir ve hadisin tedvini, cedel ve kelâmın çıkışıyla ferdî-Sevrî, Evzaî veya cemaî mezhebler (dört mezhep) doğdu. Mezheblerin şer'i delilleri değerlendirme açıları farklıdır. Şöyle ki:
İmam Ebû Hanife (80-150) birçok ahad haberi reddetmiştir. O, ahad haberi bazı şartlarla kabul etmektedir: Nassa aykırı olmaması, Kur'ân'ın zâhir ve umûmuna, meşhur sünnete muhâlif olmaması, sahâbe ve tâbiînin ameline aykırı düşmemesi, râvinin yazısı dışında kaynağının da zikredilmiş olması, râvinin rivâyet ettiği hadise aykırı amel etmemesi...
İmam Mâlik (93-179), Medine halkının ameline mütevâtir hadis derecesinde itibar eder. İçtihad ve re'ye mecal göstermeyen sahâbenin sözlerini delil sayar. Sahâbi sözü içtihada müsâitse araştırdığı mesele ile sebep ve illete, ona ortak ve bilinen başka bir mesele arasında benzerlik ilgisini kurarak kıyasa gider.
İmam Şâfii (150-204), icmâ'ı Medine ehlinin ameliyle mukayyed saymaz, kıyasla da amel eder. Bu kıyasın Kur'ân ve Sünnet temeline dayanması gerekir. İstihsan ve mesâlih-i mürsele geçerli delil olamaz. Şâfii istihsan yapanın teşri' etmiş olacağını söyleyerek şiddetle karşı çıkar. Ancak o da başka adla istihsanı kullanmıştır. Ahmed b. Hanbel'e (164-241) göre kıyas en zayıf delildir.
Rasûlullah, "Ben en güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim" buyurdu (İmam Mâlik, Muvatta, 211). Yönetim işinde, ashâbıyla istişâre etti. Vahiy çağında fıkıh kaynakları kitap, sünnet, re'y içtihadı idi. Re'y ile içtihad bazan kamu yararına, bazan kıyasa göre yapıldı. Sahâbe döneminde "icmâ" dördüncü delil oldu (İbn Haldun, Mukaddime, s.375 vd.). Nasslarla çatışmayan örf ve âdet de hukukî teşri'de kullanıldı. II. asır, tâbiîn devridir. Bunlar fıkhın kaynaklarında kitab, sünnet, re'y ile içtihad ve icmâ'ı esas aldılar. Etbau't-tâbiîn ve müçtehid imamlar döneminde (III. ve IV. yüzyılda) fütuhat ve yeni gelişmeler hayatın ve toplumların değişmeleriyle fıkhı doktrinler ortaya çıktı. Çoğu zaman her tâbi kendi üstadının görüşünü delil aldı. Etbau't-tâbiîn ve içtihad çağında fıkıh çok gelişti, genişledi. İstihsan, örf, maslahat v.b. deliller çıktı. Ebû Hanife'nin delilleri Kitab, Sünnet, sahâbe fetvası, İcmâ', Kıyas, İstihsan, örf iken; İmam Mâlik'in, Kitab, Sünnet, sahâbe fetvâsı, Medine icmâ'ı, kıyas, istihsan, maslahat-ı mürsele, zerayi', örf ve âdet'di. İmam Şâfii Kitab, Sünnet, sahâbe icmâ'ı, sahâbenin ihtilâflı sözlerini ve kıyası delil olarak alırken; Hanbel, maslahat-ı mürsele, zerayi', istihsan, istihsab'ı da ekledi.
.sorularla islamiyet
.
x
Edillei Şeriyye
Tarih: 3.08.2020 22:19:21
Okunma: 3752
Cevap
Edille-i Şer'iyye; İslami hükümlerin kaynaklarını ifade eder. İslâm dîninin dünyâ ve âhırete âid bütün hükümleri önce dört ana kaynaktan elde edilir. Bunu müctehid âlimleri yapar. Bu dört ana kaynak sırasıyla: 1-Kitâb, 2-Sünnet, 3-İcmâ-ı ümmet, 4-Kıyâs-ı fukahâ’dır.
1-Kitâb: Kur’ân-ı kerîmdir. O, Allahü teâlânın, Resûlü Muhammed aleyhisselâma indirdiği, mushaflarda yazılı, bize kadar tevatür yoluyla Arabça olarak nakledilen kelâm-ı kadîmidir (sözüdür). (Bkz. Kur’ân-ı kerîm). Kur’ân-ı kerîm, din bilgilerinin elde edildiği kaynakların ilkidir. Diğer kaynakların da kaynağıdır. Bütün beşerin (insanların) dünyâ ve âhıret hayâtının her yönüne ait hükümleri ihtiva eder. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde Nahl sûresi 89. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: “(Ey Resûlüm!) Sana her şeyi bildiren, herkese hidâyet ve rahmet olan ve müslümanlara Cennet’i müjdeleyen Kur’ân-ı kerîmi gönderdik.”
2-Edille-i şer’iyyenin (şer’î delillerin) ikincisi, sünnettir. Sünnet, Peygamber efendimizin söz, fiil ve takrîrleridir. (Bkz. Sünnet). Takrîrî sünnet, Resûlullah’ın huzurlarında söylenen bir sözü veya yapılan biri işi görüp, yahut da başka yerde söylenen bir söz veya yapılan bir işi duyup da sükût etmeleridir.
Sünnet-i seniyyenin ikinci delîl olması; Kur’ân-ı kerîm, sünnet, icmâ’ ve aklî delîllerle sabittir.
Kur’ân-ı kerîmde Necm sûresinin üç ve dördüncü âyet-i kerîmelerinde, Peygamber efendimizin dînî hükümlerle ilgili her söylediği şeyin vahye dayandığı bildirildi. Meâlen: “O hevâsından (reyinden, kendi nefsinden) konuşmaz. (Peygamber sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Kur’ân-ı kerîm ve din hakkında) hep vahyolunanı söylemektedir.” Kaynak vahy olunca, Resûlullah efendimizin mübarek sözleri de mânâ olarak Kur’ân-ı kerîm gibi olup, Allahü teâlâ katındandır. Allahü teâlâ katından olunca, Kur’ân-ı kerîme uymak nasıl farz ise, Resûlullah efendimizin mübarek sünnetine uymak da öyledir.
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize Kur’ân-ı kerîmin mânâlarını şerhetmek, hükümlerini açıklamak vazifesini verdi. Resûlullah efendimizin bu açıklamaları ile Kur’ân-ı kerîm’deki dînî hükümler öğrenildi. Kur’ân-ı kerîm’in mânâsını sâdece Resûlullah efendimiz tam olarak bildiğinden, Eshâb-ı kirâmına yaptığı açıklamalar (sünnet) İslâm dîninin ikinci kaynağını teşkil etti. Böylece sünnet; delîl, sened oldu.
3-İcmâ’: Lügatte, ittifak (söz birliği) demektir. Fıkıhda, bir asırda bulunan müctehidlerin, dînî bir işin hükmünde birleşmeleri, aynı sözü söylemeleri veya aynı işi yapmalarıdır. Bir asırda bulunan müctehidlerin bir kısmı söyler veya yapar, diğerleri işitince susarlar, red etmezlerse, Hanefî mezhebinde yine icmâ’ olur. İcmâ’ ehli, fâsık ve bid’at ehli olmayan müctehid zâtlardır. İbn-i Abidîn, (Habs) bahsinde icmâ’ı; Eshâb-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin söz birliği olarak bildirmiştir.
İcmâ’ın delîl olduğu nakl ve akıl ile sabittir, Ayet-i kerîmeden ve meşhûr hadîs den açıkça anlaşılan hükümde icmâ’ olmaz. Bunların kendileri zâten delildir. En kuvvetli icmâ’, Eshâb-ı kiramın icmâ’ıdır. Mütevâtir hadîs gibidir. Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâmı olduğu, namaz, oruç ve zekâtın farz oldukları böyle icmâ’lardandır. Bu nevî icmâ’ı inkâr eden kâfir olur.
İcmâ’ delîl değildir diyen kâfir olmaz. Bid’at sahibi olur. Bu sebeble, haricîler ve diğer bid’at fırkalarının icmâ’a uymayan sözleri küfür olmaz. (Bkz. İcmâ’).
4-Edille-i şer’iyyenin dördüncüsü kıyâs’dır. Kıyâs, lügatte, takdîr, bir şeyi bir şeyle ölçmek, bir şeyi bir şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, hükmü nassdan anlaşılamayan bir şeyin hükmünü, hükmü bilinen ve bu şeye benzeyen başka bir şeyin hükmünden anlamaktır. Bir işin helâl veya haram olduğu Kur’ân-ı kerîmden veya hadîs-i şerîflerden yahut icmâ’dan anlaşılamazsa, bu iş, hükmü bilinen başka bir işe kıyâs edilir, benzetilir. Kıyâs yapmak için, hükmü bilinen işi helâl veya haram yapan sebebin, hükmü bilinmeyen birinci işte de bulunması lâzımdır. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde hamr, yâni şarap içmek yasak edilmiş, başka içkiler bildirilmemiştir. Şarâbın haram olmasının sebebi, hamr kelimesinden de anlaşılacağı üzere, sarhoşluk vermesi, aklı gidermesidir. Bundan dolayı müctehidler, şarâbın haram olmasındaki sebeb (sarhoşluk verme, aklı giderme), herhangi bir içkide bulunursa o içki haramdır diye kıyâs yapmışlardır. Böylece, konyak, votka, rakı gibi içkilerin hükmü anlaşılmış oldu.
Kıyâsın delîl olduğu, âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ile sabit olduğu gibi, akıl ile de bilinmektedir. Kıyâsı ancak, ictihad şartlarını hâiz olan âlimler yapabilirler.
(İslam Tarihi Ansiklopedisi, Cilt 4, Edille-i Şer'iyye maddesi)
.
Edille-i Şer'iyye
Edille-i şer'iyye, dînî ve şer'î hükümlerin çıkarıldığı ve dayandıkları kaynaklardır ki, bunlar da dörttür:................süleymaniye.com
Kitap: Kur'an-ı Kerîm.
Sünnet: Peygamberimizin mübârek sözleri, işle-dikleri ve başkaları tarafından yapılan işlerde o işi tasvip mâhiyetindeki sükûtlarıdır.
İcmâ-ı ümmet: Bir asırda, Ümmet-i Muhammed'in müctehidlerinin bir mesele hakkında ittifak etmeleridir.
Kıyâs-ı Fukahâ: Bir hâdisenin kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sâbit olan hükmünü; aynı illete, aynı sebebe ve aynı hikmete dayandırarak o hâdisenin tam benzerinde de isbat etmekten ibârettir.
İctihad: Şer'î hükmü, şer'î delîlinden çıkarma hususunda olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir.
Müctehid: Herhangi bir şer'î hükmü âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerden çıkaran, kıyas yapabilen büyük âlimdir. Müctehid olabilmek için, bütün islâmî ilimlere vakıf olduktan sonra mevhibe-i ilâhî (Allâh vergisi) olan ledünnî ilme de mazhar olmak lâzımdır.
|
|
|
|
Bugün 1125 ziyaretçi (2004 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|