Son dönemlerdeki açıklamalarından anlıyoruz ki, Sayın Cumhurbaşkanımız İstanbul Sözleşmesi’nden oldukça rahatsız.
Bunu nereden anlıyoruz? Sözleşmeden rahatsız olan parti tabanı hemen her fırsatta, bu sıkıntıyı ciddi olarak Sayın Başkanımızın gündemine getirmeye başladı.
Nitekim Cumhurbaşkanımız kamuoyuna yansıyan yönüyle bu konu ile ilk kez, Millî İrade Platformu’nun 1 Haziran’da Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlediği iftar programında muhatap oldu. Aileleri parçalayan 6284 sayılı yasaya, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği adlı girişime ve eş cinsel sapkınlığının propagandasına dayanak teşkil eden İstanbul Sözleşmesi ile ilgili ağır eleştiri ve şikâyetleri dinledi. Bütün bu yakınmalar karşısında, “İstanbul Sözleşmesi nas değildir. Bizim için ölçü değildir” dedi. Ancak duyumlarımıza göre KADEM yetkililerinin konuşmaları üzerine bu meseleyi belki de bir müddet için askıya aldı.
Nitekim Sayın Erdoğan bundan sonra hemen her fırsatta ailenin önemine değinmeye başladı. 2 Mayıs 2019’da, “Nikâh akdi değersizleşti, evlilik dışı ilişkiler normalleşti” değerlendirmesini yaparken, 6 Kasım 2019’da ise dindar nesle özellikle vurgu yapmayı ihmal etmedi.
Sayın Cumhurbaşkanımız İslam İşbirliği Teşkilatı Sosyal Kalkınmadan Sorumlu Bakanlar Konferansı’nda da meselenin önemine şöyle değindi:
“Müslümanlığımızın en önemli alamet-i farikalarından biri de, aile kurumumuzun gücüdür. Bugün geleceğini tehdit altında gören toplumların tamamının da ortak özelliği, aile kurumunu zayıflatmış, çarpıtmış ve ifsat etmiş olmalarıdır. Gelinen noktada, hiçbir teşvik, hiçbir maddi destek, hiçbir telkin, bu tür ülkelerin aile kurumlarını yeniden ayağa kaldırmaya yetmiyor. Çünkü temel çökmüş durumda. İslam ülkeleri olarak aile kurumumuza ne kadar sahip çıkarsak, geleceğimize de o derece güvenle bakabiliriz. Kendi ülkem başta olmak üzere, bu konuda hepimize çok önemli görevler düşüyor. Güçlü aile yapısının güçlü toplum demek olduğunu, bunun da hep birlikte güvenli geleceğimiz anlamına geldiğini tekrar tekrar hatırlamalıyız…”
Öyle tahmin ediyorum ki Cumhurbaşkanımıza, aile sistemimize yönelik korkunç planların merkezinde yer alan İstanbul Sözleşmesi ve 6284 no.lu kanundan duyulan rahatsızlık her fırsatta dillendiriliyor.
İstanbul Sözleşmesi’ne neden dokunulamaz?
Nitekim 7 Aralık 2019 günü Haliç Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilen AK Parti İl Başkanlığı Danışma Meclisi toplantısında Sayın Cumhurbaşkanımıza bir kez daha İstanbul Sözleşmesi’nin sıkıntısından bahsedildi. Cumhurbaşkanımızın burada verdiği cevap ise çok çarpıcı idi!
Öncelikle sözleşmenin imzalandığı tarihe dikkat çekti. “Sözleşmeye o tarihte şu anda AK Parti’den ayrılıp yeni parti kurma aşamasında olanlar sebep oldu” dedi.
Aslında müsebbipler, sadece parti kuranlar değildi. CHP’den Gülsün Bilgehan, HDP’den Pervin Buldan sözleşmeyi hararetle savunup çıkması için gayret sarf edenlerdi. O dönem Meclis’te bulunan bütün vekillerin ortak imzası ile kabul edildi. Yürürlüğe girdiği tarihte ise Sayın Cumhurbaşkanımızın belirttiği şahıslar etkili bulunuyordu. Öyleyse sözleşmenin yürürlüğe girmesi konusunda bunların ısrarlı hareketleri etkili olmuş olmalıdır. Böylece Cumhurbaşkanımız bu sözleşmeyi yürürlüğe koyanların iyi niyetli olmadıklarını bir bakıma açıkça belirtmiş oldu.
Ancak şurası muhakkak ki Cumhurbaşkanımız da neticede partinin en üst kademesinde bulunduğundan o günün ağır siyasi şartları içinde meselenin vahametini kavrayamamış olsa da bugün artık tüm sorumluluğun kendisinde olduğunu ve bütün olumsuz gidişatın kendi hanesine yazılacağını bilmelidir.
Cumhurbaşkanımız bu açıklamasını takiben “kamuoyunda bu mesele biraz köpürtülüyor” dedi. Bu sözü ile muhtemelen sözleşmeye muhalif olanların tenkitlerini abarttıklarını belirtmiş olabilir. Şayet böyle ise Sayın Cumhurbaşkanımızı AK Parti içinde olup sözleşmenin devamından yana tavır takınanların etkilediği düşünülebilir.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki sözleşme hakkında bırakın köpürtülmeyi son derece az bile söyleniyor. Zira sözleşmeye yapılan tenkitler, yaptığı tahribata göre yok denecek kadar azdır! Birkaç etkili kişi dışında bu meseleye değinen dahi yok, neden?
Birincisi HDP, CHP ve İyi Parti başta olmak üzere AK Parti dışındaki bütün oluşumlar bugün itibarıyla sözleşmeye ya tam destek oluyorlar veya susmayı tercih ediyorlar. Zira bu zevat biliyor ki AK Parti en büyük zararı bu sözleşme dolayısıyla görecektir. Aileler bu sözleşme ile savrulacak, toplum dejenere olacak ve bunun sıkıntılarını AK Parti çekecektir…
İkincisi ise AK Parti yanında yer alan yazarların parti yıpranacak korkusuyla tavır almamalarıdır. Bunların büyük bölümü İstanbul Sözleşmesi’nin toplum üzerindeki menfi ve yıkıcı etkilerini görmekte fakat bu işi konuşarak çözelim, vurmayalım diyerek en hafif bir tepki ile geçiştirmek istemektedirler. Nitekim bu konuda KADEM yönetimine en yakın isimlerden biri olan Sibel Eraslan Hanım’ın yazılarını okuyabilirsiniz.
Konuşmak isteyenler ne zaman konuşacaklar ve çözüm üretecekler bilemiyorum. Fakat şunu iyi biliyorum ki, yarınlarda sabah akşam konuşsalar dahi çözüm bulamayacaklar ve yıpranan aile yapısını kolay tamir edemeyeceklerdir…
Meseleyi biraz daha köpürtelim!
Şurası inkâr olunamaz bir gerçektir ki bu sözleşme ve 6284 no.lu kanun, günümüzde AK Parti’yi en fazla yıpratan konuların birinci sırasına girmiştir. Partide sadece kendi aralarında kahvaltı partileri düzenleyip halka inemeyenler bu hususu takdir edemezler. Onlarla milletin dâhil olduğu her platforma gitmeye ve değerlendirmeye hazır olduğumu bir kez daha ifade edeyim.
Diğer taraftan İstanbul Sözleşmesi’ni savunanların sinsi bir manevrası var. “Kadına şiddeti mi savunuyorsunuz?” diyerek atağa geçmek veya kadına şiddeti önlemenin neresi kötü diyerek savunma refleksleri düzenlemek veya geliştirmektir.
Öncelikle şunu belirtelim ki bunu ifade edenler önce Müslümanın tarifini bilsinler. Şanlı Peygamber Efendimiz: “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların emniyette olduğu kişidir” buyurmuştur. Yalancılık, iftira her türlü ahlaksızlık ve kul hakkına giren şiddet dinimizin beğenmediği haram kıldığı hastalık olarak gördüğü hususlardır.
Dolayısıyla durduk yerde Müslümanları, şiddet uygulamakla itham etmek en büyük iftiradır. Günümüzde Batı dünyasının Müslümanları terörist olarak göstermeye çalışması da benzeri bir algı çalışması değil midir?
Şahsi olarak çeşitli saiklerle şiddet yoluna sapanları elbette bu değerlendirmeden muaf tutuyorum. Böylelerinin cezalarını kanun elbette kesecektir ve kesmelidir.
Bizim burada tenkit ettiğimiz husus, Avrupa Konseyi’nin diktesi ile ve daha kimlerin sebep olduğu belli olmayan bir sözleşmenin hataları, yanlışları, sebep olduğu hadiseler ve aile yapımızı mahvetmeye yönelik girişimlerdir.
Sayın Cumhurbaşkanımızı sevenler 15 Temmuz’da hiç düşünmeden canlarını ortaya koydular. Ne için?
Şu İslam beldesinde Müslümanca yaşamak, huzur içinde olmak, oğlunu, kızını güzel bir ahlak ile yetiştirebilmek, bayrağının nazlı nazlı salınışını görebilmek, ezanını huşu içerisinde dinleyebilmek için değil mi?
Millet şimdi canını hiç düşünmeden ortaya koyduğu liderinden bir tek şey istiyor.
Bu istek bütün ahlaksızlıklara kapı aralayan, ailede huzur bırakmayan İstanbul Sözleşmesi’nin bir paçavra gibi yırtılıp atılmasıdır.
Yarınlarda Avrupa Birliği’ne giriş müzakereleri sırasında “sizin ahlakınız bozuldu, sizi içimize alamayız” sözlerini işitme zilletini bu necip millete yaşatmamak lazım.
BM’de Avrupa’ya insanlık dersi veren liderimiz için bunu gerçekleştirebilmek neden güç? Çevresi bu kadar mı baskın bilemiyorum.
Cumhurbaşkanımızı sevdiğini söyleyen yakın çevresine ve akl-ı selim kişilere sesleniyorum!
Yarınlarda en büyük pişmanlığı yaşamak ve yaşatmak istemiyorsanız geliniz bütün kötülüklere kapı aralayan ve hiçbir hayrı gözükmeyen bu sözleşmeyi bitirelim!
Anlayacağınız üzere geliniz meseleyi biraz daha köpürtelim!
TEFEKKÜR
Fukarâ kalbine her kim dokuna
Dokuna sînesi Allah okuna
.
Kâzım Karabekir ve II. Abdülhamid Han!
Üstat Necip Fazıl Bey tarih konusunda galiba en büyük görevini şöyle düşünüyordu:
Bize kalan aziz borç asırlık zamanlardan;
Tarihi temizlemek sahte kahramanlardan!
Zira Sultan II. Abdülhamid Han’ın Siyonistler, İngilizler ve bilumum Osmanlı-Türk düşmanlarının sinsi bir tertibi ile tahtından indirilmesi ile bütün İslam âleminin Batı’nın uşaklığına düşecek devri de başlıyordu. Evet, çok geçmeyecek ve on seneyi bulmadan bin yıldır İslam’a hizmetle şereflenmiş Türk milleti, tarihinin en ağır zillet şartlarına mahkûm olacaktı.
Artık tarih kitaplarımızı dahi rahmetli Oktay Sinanoğlu Bey’in ifadesiyle İngiliz muhipleri yazmış olduğundan, biz yapılan hataları hiç okuyamadık ve bilemedik. Sadece kahraman üretmeye çalıştık. Putunu kendi yapar kendi tapar, misali hiç kimseyi hakkıyla değerlendiremedik! Sevdiğimize toz kondurmamayı marifet zannettik. Dolayısıyla Tanzimat’tan neredeyse günümüze kadar yaşanan hadiselerin içyüzlerini arakasındaki tertipleri çözmek bir türlü mümkün olmadı. Aynı delikten bir değil on kez ısırıldık. Bu itibarla bazı şahsiyetlerimizi daha yakından tanımak icap etmektedir.
Bunlardan bir tanesi Kâzım Karabekir Paşa’dır.
Kâzım Karabekir, İstanbul’da doğmuş olup asıl adı Mûsâ Kâzım’dır. Babası Mehmed Emin Paşa, annesi Havva Hanım’dır. İstanbul’da başladığı ilk öğrenimini jandarma subayı olan babasının görevi dolayısıyla Van, Harput ve Mekke’de tamamladı. Ortaöğrenimini İstanbul’da Fâtih Askerî Rüşdiyesi ile Kuleli Askerî İdâdîsi’nde gördü. 1905’te de Harp Akademisi’nden mezun oldu. Kurmay Yüzbaşı olarak Manastır’da staja başladı, Bölge Kurmay Başkanlığı görevini de üstlendi.
Paşalar artık eskisi gibi görev görevdir demiyordu. Doğuya bir görev çıktığı anda sürgün olarak değerlendiriyor ve padişah düşmanlığı da başlıyordu. Bu sebeple Kâzım Karabekir’in hanesinde padişah ve saltanat düşmanlığı o daha küçükken yerleşmişti.
Kâzım Karabekir henüz Rüşdiye’de okurken ağabeyi Hamdi Bey tarafından Abdülhamid Han düşmanlığı ile yetiştirilmişti. Ağabeyi Fransa’dan gelen dergileri ve gazeteleri kendisine okuturdu. İttihat ve Terakki Cemiyetine yemin ettirerek o kaydettirmişti. Ağabeyi bunları gizlemesi ve kimseye açıklamamasını da Karabekir’in kendi ifadesiyle şöyle anlatmıştı:
“Hamdi ağabeyim gözlerimin içine baktı ve bana, ‘Yemin et bakayım ki bundan hiç kimseye tek bir kelime bile söylemeyeceksin’ dedi. Yemin ettim. Bunun üzerine bana, ‘Kâzım, ailemizin namını yükseltecek istidat yalnız sende var. Kendini her fenalıktan korumalısın. Ahlakını nasıl muhafaza ediyorsan hayatını da öyle korumalısın’ diyerek Abdülhamid’in zulmünü, istibdatını ve buna karşı milletin iyi kalpli evlatlarının hürriyeti almak için İttihat ve Terakki Cemiyeti namıyla bir cemiyet teşkil ettiklerini, vatanını seven her münevver gencin buna dâhil olduğunu fakat bazı alçaklar tarafından haber alınarak birçok gencin sürgüne Yemen’e, Fizan’a gönderildiğini, bazılarının da denize atıldığını acı acı anlattı…
Tüylerim dimdik olmuştu. ‘Vatanını seven her gencin girdiği bu cemiyete ben de girersem ne olur?’ dedim. ‘Girdin gitti… Demincek yemin etmedin mi?’ dedi.
Ama ne sevindim ne sevindim… Kendimi zaten çocuk saymıyordum. Şimdi büyük bir adam olmuşum gibi geldi. Ağabeyim bana tekrar yemin ettirdi ki zabit oluncaya kadar ben bu işi kimseye açmayacağım. ‘Yoksa bütün ailece mahvoluruz’ dedi. Ben de ellerinden öptüm. O da beni kucakladı, alnımdan öptü…”
Yahu Kâzım ne yamanmış!
Kâzım Karabekir bundan sonra artık bulunduğu her yerde İttihat ve Terakki’nin sağlam bir fedaisi olmuştur. O, Enver Bey’le birlikte İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin Manastır ve İstanbul şubelerinin açılışında görev yaptı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bilhassa İstanbul’da esas ve köklü teşkilatlanmasını Kâzım Karabekir sağladı. Manastır’da kışla görevinde iken Harbiye’ye muallim olarak tayin edilmesi (1907) kendisine bu yolu açacaktı.
Kâzım Karabekir, İstanbul’a gitmeden önce Selanik’e gelerek İsmail Hakkı Bey’in evinde İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri ile toplandılar. Toplantının konusu İstanbul’da yapılacak faaliyet ve izlenecek yoldu. Meşrutiyetin ilanı için İstanbul şubesine düşen görevler ve şayet mümkünse Sultan Abdülhamid’e bir suikast girişiminin gerçekleştirilmesi idi. Kâzım Karabekir’in suikasttan yana tavır göstermesi üzerine Talat Bey heyecanlanarak şöyle söyledi:
“Yahu Kâzım yamanmış be! Seni arkadaşlar çok cesur ve çok da düşünceli derlerdi. Şimdi bunu karşımda kendim görüyorum. Bize çok kuvvet veriyorsun. Eğer İstanbul’da teşkilat yapmaya muvaffak olursan sana icabında buradan birkaç fedai göndererek terörler de yaptırabileceğimize inanıyorum…”
Terörlerde kim ölecekti. Masum ve gariban siviller. Zira Abdülhamid Han’ın gitmesi için onlarca her yol mubahtı…
Kâzım Karabekir için Sultan Abdülhamid’in mutlaka öldürülmesi gerekiyordu! Ancak onu bir Ermeni veya Yahudi’nin değil kendilerinin ortadan kaldırmaları gerekirdi. Diğer türlü namuslarına halel gelirdi. Nitekim padişaha yapılan meşhur suikastı şöyle değerlendirecekti:
“Bir Türk padişahının Ermeni veya sair Türk olmayanlar tarafından öldürülmesini kendi tarihimiz bakımından çirkin bir hadise telakki ile üzülmüştük. Çünkü ölümü gayr-i Türklerin menfaati için lazım bir hadise gibi görülecekti. Hâlbuki vaziyet Türk milletinin gittikçe, bu cahil sultan idaresinde tehlikeye yürümesiydi…”
Yine Kâzım Karabekir’in, II. Abdülhamid Han’ın kendisine suikast düzenleyen ünlü terörist Edward Joris’i affederek devleti lehine kullanmasından duyduğu rahatsızlığı belirtirken padişaha duyduğu dehşetli kini de ortaya çıkıyordu:
“Padişaha tertiplediği suikastta birkaç yerli Ermeni de yardım etmiş. İdama mahkûm olan bu adamı Sultan Hamid affetmiş, ihsan vermiş ve Avrupa’da aleyhindeki cereyanlar ve suikastlardan haber vermek üzere maaşlı hafiye yapmış. Koca Sultan, bu işleri bir gün senin öz Türk milletin de yapacak ve sen onların elinden yakanı kurtaramayacaksın. Eğer aklın eriyorsa fikirleri boğma, onlara yol ver ve hürmet et. Muhitini saran cahil veya riyakâr, murdar ahlaklı insanları dağıt da Avrupa hükümdarları gibi milletini saadete götür. Sen de milletinin sevgisi arasında mesut yaşa. Fakat yazık ki daha ismini bile zor yazabilecek derecede irfanın var…”
Bu nasıl bir kin!
Kâzım Karabekir, Sultan Abdülhamid Han hakkında Ermeni ve Yahudilerin uydurduğu her yalana inanmakta dolayısıyla kini ve nefreti de o ölçüde artmaktadır. Makedonya isyanlarını, Ermeni kıyamlarını dahi sırf padişahı tahtından alaşağı edeceği cihetiyle memnuniyetle takip ediyor ve hoşlanıyordu. Buna karşılık onların bu gayretlerinin padişahı tahtından düşüremeyeceğini belirterek öz evlatlarının kendisini boğacağından dem vururken bütün bir Osmanlı hanedanını da aşağılıyordu. Şöyle ki:
“Etrafındaki yüzlerce halayıkların şehvet halkası içinde, bütün hanedanın gibi tereddi etmişsin (soysuzlaşmışsın). Mithat Paşa gibi bir veziri, Mahmut Paşa gibi bir damadı boğduran, en namuslu, hamiyetli ve malumatlı insanları zindanlarda, menfalarda çürüten, muhitini hafiye ağları içinde kuklaya çeviren insandan ne beklenir? Dün İttihat ve Terakki’yi de boğdun. Mithat Paşa’nın Jön Türkleri gibi onların da mahvolduğuna belki kailsin. Fakat fikirler ölmüyor, birbirine zincirleniyor. Muhakkak her müstebit gibi fikirler arasında sen de boğulacaksın. Makedonya isyanları, Ermeni kıyamları belki senin için tehlikeli değildir; fakat kork milletinden… Bakalım bunu ne zaman göreceksin…”
Bu öyle bir düşmanlıktı ki karınca yürüse Sultan II. Abdülhamid Han’dan bilir olmuşlardı. İslam’ın esaslarından dahi bî-haber idiler. Dini kafalarına göre değiştirmek gayesini güderken sanki bunları da Abdülhamid Han’ın suçu olarak göstermekte tereddüt etmiyorlardı.
Nitekim cuma namazı hutbesi hakkındaki ifadeleri bunun yansımasıdır:
“Hutbe okunurken uyuklayan, esneyen hemen bütün cemaat… Güzel sözleri anlıyorum, ne yazık bari Arapçayı akabinde Türkçeye de tercüme etseler ne olur… Hem âyet-i kerime ve hadis-i şerifler tercüme edilmiş; fakat esas hutbe neden Türkçe olmasın. Fakat kahrolası istibdat! Âciz ve riyakâr. Bir toplantı, rahat yaşasın diye milletin uyuması lâzım. Mademki hutbe okunurken halk uyuyor, o murdar idare için bundan muvaffakiyetli ne olur… Kulaklara sansür…”
Hâlbuki Osmanlı meşihat makamı, hutbenin Arapçadan başka bir lisanla olamayacağı sebebiyle hutbeden önce vaazı koydurmuş ve böylece Müslümanların bilgilenmelerinin yolunu açmıştı. Fakat onların maksadı anlamak değil sadece yargılamaktı. Zaten Kâzım Karabekir’in namaza ilgisi ve cemaatle namaz konusunda söyledikleri de bunu ortaya koyuyordu:
“Bizi Harbiye efendileri gibi dört vakit namaza da sürmeye başladılar. Sabah namazları arzuya tabiydi. Mektebin musluklarında su olmadığı hâlde binlerce efendilerin ve arada zabit elbiseli üç namzet sınıfın elleri değnekli zabitler tarafından camiye sürülmesi -hindi sürüsü gibi- pek elim bir manzaraydı. Birkaçı müstesna, abdestsiz secdeye zorla yatıp kalkıyordu. Harbiye ikinci sınıf nihayetinde geçirdiğim tifo hastalığından sonra abdest ve namazı yalnız evde ve cuma namazlarına bırakmıştım…”
Kâzım Karabekir’in şikâyeti bu kadarla da sınırlı değildi. Neredeyse cami yapılmasından dahi şikâyet edecek bir noktadaydı. Sanki bütün bunları bir harbiye öğrencisinin değerlendirmesi gerekiyor gibi. Bu durum bir anlamda askeriyede siyasetin nasıl zararlı bir noktaya vardığının da göstergesi idi.
“Cami üstüne cami… Saray üstüne saray… Asırlarca bu riyakârlık devam etmiş. Hâlâ da böyle gidiyor. Bir padişah için birçok saray ve birçok bahçe ve eğlence yeri. Sonra milyonla halk için bir şey düşünme. Vaktiyle medeniyete giriyoruz diye Haliç’te, Göksular’daki sarfiyat da hep padişah ve riyakâr günahkâr muhiti için… Dün böyle geçmiş. Bugün de böyle. Ah yarın olsun şu memleketin evvela havası bu riyakâr ve yalandan temiz saf bir havayla dolsa…”
Kâzım Karabekir “asırlarca bu böyle devam etmiş” diyerek neredeyse tüm Osmanlı padişahlarına bühtan ettiğinin farkında mıydı? Acaba fazladan nereye cami ve saray yaptırdı diye sorulsa ne cevap verebilirdi? Konuşmak iftira etmek Fransa’dan gelen mecmualardaki yazıları süzgeçsiz kabul etmek… Asıl sürü psikolojisi bu değil miydi?
Kâzım Karabekir, koskoca cihan imparatorluğu yok olduğunda bu fikirlerini düşünme imkânı buldu mu acaba?
II. Abdülhamid Han çekildikten sonra riyakâr ve yalandan temiz bir hava(!) bulabildiler mi?
Ne gezer!!!
TEFEKKÜR
Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdâ’sı
Herkesin çektiği kendi işinin cezâsı
.
Putperestlik uygulamasının merkezi!
Sayın Millî Eğitim Bakanımızın, tarih ve coğrafya gibi temel dersleri seçmeli ders kategorisine alması son dönemlerde en ciddi tepkilere neden olmaktadır. Kendisi geçtiğimiz hafta ulusal bir kanalda durumun böyle olmadığını bildirdi. Oysa gerçekler kendisini tekzip etmektedir. Şairin; “Âlemde bir devir dönüyor amma/Devri Frenk midir İngiliz mi bilmem” dediği gibi Millî Eğitim’de de bazı uygulamaların nedenini açıkçası kestiremiyoruz.
Misal olarak 10 Kasım’da okullarda resme karşı secde seansları düzenlenmiş ve toplumun büyük tepkisine yol açmıştı.
Millî Eğitim Bakanımız müdürler hakkında soruşturma açıldığını belirterek toplumun gazını aldı.
Hâlbuki Millî Eğitim Bakanlığına bağlı “Eğitim ve Bilişim Ağı” (EBA)’na girenler gözlerine inanamıyordu. Zira resme tapınmanın kaynağı orasıydı!.. Bu uygulama örneği orada bulunuyordu. Öyleyse müdürlere açılan göstermelik soruşturma neyin nesiydi?
Altı oku çekerek secdeye yatma seansı hâlâ EBA’da duruyor. Bilginize!
Evet Millî Eğitim Bakanına söylüyorum. Mesele sadece tarihi seçmeli yapmanız değil tarih müfredatları da rezalet. Kitaplardaki faydasız bilgi yığınından şuurlu ve bilinçli nesiller çıkmaz.
Rahmetli Oktay Sinanoğlu Bey’in dediği gibi, İngiliz muhiplerinin tesirinden kurtulamayacak mıyız?
Şayet tarihi adam gibi öğretmezsek dinimizi, dilimizi, edebiyatımızı, coğrafyamızı bir anlamda manevi ve maddi değerlerimizi gençlerimize veremezsek açık söylüyorum:
Yarınlarda vatanı işgal edilirken âlem yapan nesiller bulursunuz!
Gaflet içindesiniz!
Tıpkı Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahtından alaşağı edilmesiyle âlem yapan mankurtlar gibi. Hâlbuki o günlerde dört asırlık Türk yurdu, Turgut Reis’in emaneti Trablusgarp elimizden kayıp gidiyordu. Arnavutluk ve Balkanların elimizden çıkışının hazırlıkları yapılıyordu. Peki Abdülhamid Han’ın gidişi ile bayram yapan Türk gençleri ne ile meşguldü?!.
Buyurun Selanik’te Alatini Köşkü‘ne uzanalım…
Bir gün köşkün bahçesinde yoğun bir hareketlilik göze çarpıyordu. Zabitler koşuyorlar, gülüyorlar, patırtı kıyamet kopuyordu. Köşktekiler ne olduğunu merak ederek hayretle pencerelerden olanları izliyorlardı. Bu gürültüler, bu keyifli kahkahalar Abdülhamid Han’ın da dikkatini çekmişti.
“Bahçede bir eğlence mi var?” diye sormuş̧ ise de üzüleceğini bilerek kimse kendisine doğru bir cevap veremedi. Abdülhamid Han iyice şüphelenmişti. Muhafızı Rasim Bey’i isteyerek bu defa ona sordu: “Bahçede bir eğlence veya ziyafet mi var?” Rasim Bey pek de söylemek istemediği halde, “Evet” deyince sabık Padişah: “Herhâlde mühim bir misafir olacaktır. Kimdir?” Rasim Bey yine istemeyerek: “Sandanski geliyor. Birlikte yemek yiyeceğiz.”
Bulgaristan’da binlerce Türk ve Müslümanın kanına giren bu cani “Hareket Ordusu” ile İstanbul’a gelmiş̧ ve Yıldız Sarayı yağmasında da başrolü oynamıştı. Şimdi kendisi Alatini Köşkü’nde ağırlanacak ve ziyafet çekilecekti.
Abdülhamid Han fevkalade canı sıkılarak, “Dünkü̈ düşmanımız, bugün dostumuz mu oldu Rasim Bey?” dedi. Rasim Bey, “Evet şimdi dostuz” diyerek cevapladı. Abdülhamid Han acı acı gülümseyerek;
“Aldanıyorsunuz Rasim Bey! Sandanski ve ona benzeyen adamlar hiçbir vakit Türk’ün dostu olamazlar. Gaflet içindesiniz. Aklınızı başınıza toplayınız. Yazıktır. Binlerce Türk’ün kanını bu komitacılar emmişlerdir. Pişman olmamanızı temenni ederim” dedikten sonra bir müddet durup arkasından şunları da ilave etti: “Bakınız ben saltanattan çekilmiş̧ bir adamım. Benim felaketim şerefine bir Türk düşmanına verilen ziyafet ve gösterilen hürmet benden ziyade sizin için acıklıdır. Pek teessüf ederim!..”
II. Abdülhamid Han’ın tarihe not düştüğü sözler, kendisinin nasıl bir Türklük şuuruna sahip olduğunun en büyük delilidir. Bu arada Türklük davasıyla hareket ettiklerini iddia eden İttihatçıların zavallı hâli de gözden kaçırılmamalıdır.
Rasim Bey bu haklı ve yerinde sözler üzerine önüne bakarak dışarıya çıktı. Bahçede o eski neşe kalmamıştı…
Sinop baskınının 166. yılında yaşanan rezalet!
Sultan Abdülhamid Han anlaşılmayınca, tarih bilinmeyince ve ibret alınmayınca maalesef her gün yeni bir yüz karalığı yaşamaktayız!..
Tarih fukaralığını gösteren üzüntü verici bir faaliyet geçen hafta Sinop Boyabat’ta yaşandı. Önce tarihî hadiseye ışık tutalım:
İngiltere bundan 166 yıl önce Osmanlı Devleti’ni Ruslarla Kırım Savaşına ve ardından borcun içine sürükleyebilmek için Sinop baskınına zemin hazırlamıştı. Sinop şehrimiz, 30 Kasım-1 Aralık 1853 tarihinde en felaketli günlerinden birini yaşadı. Rus kalyonları beklenmedik bir şekilde sabah erkenden limanı ablukaya almış ve yoğun bir bombardımana tutmaya başlamıştı.
Ağır yaralar alan Osmanlı sancak gemisi Avnillah, perişan vaziyette karaya vurdu. Düşmanın kullandığı obüs topları ve humbaralar yangın çıkardığından, Türk leventleri bir yandan da yangınla mücadele etmekteydiler.
Türk gemisi Navek-i Bahri ise düşman filosunca kuşatıldı. Binbaşı Ali Bey, fırkateynini Ruslara kaptırmamak için gemiyi havaya uçurma emrini verdi. Kendisini dinleyen olmayınca önce personelin gemiyi terk etmesini sağladı. Ardından yaktığı meşaleyi bizzat cephaneliğe fırlattı. Adamlarının ısrarla gemiyi terk etmesini istemelerine ise şu cevabı verdi:
“Sizler vazifenizi sonuna kadar yaptınız, gitmekte serbestsiniz. Ama benim vazifem henüz bitmiş değildir. Bir gemi kumandanı şartlar ne olursa olsun gemisini terk etmez. Ancak gemisi ile mukadderat birliği yaptığı takdirde vazifesini bitirmiş̧ olur.”
Kısa bir süre sonra cephanelik müthiş̧ bir gürültü ile infilak etti. Yüzlerce parça hâlinde havaya yükselip, sonra denize döküldü̈. Büyük kahraman Ali Bey şehit düşerken kendisini saran Rus gemilerine de zayiat verdirmişti.
Ancak Rus gemilerinden atılan humbaralarla Türk gemilerindeki hasar oldukça artmıştı. Saat 14.30’u gösterirken, denizin üzerinde sağlam Türk gemisi kalmamış bulunuyordu. Yüzlerce insan filikalara yahut bir seren parçasına sarılarak kurtulmaya çalışırken boğuldu.
Ruslar ise savaş kurallarına uygun olmayan bir biçimde şimdi bütün kinlerini denize düşmüş Türk askerlerine doğrultmuşlardı. Uzun bir süre Türk gemilerinden denize dökülmüş, ölümle pençeleşen yaralı Türklere kancalar, balyozlar savurarak; uzaktakilere top ateşi açarak denizin üzerini kızıl renge çevirmekle, bir vahşet tablosu çizdiler.
Ne var ki bu acı tablo da onları tatmin etmeye yetmeyecek ve kalyonların ölüm kusan topları şehrin özellikle Müslüman mahallesi üzerine çevrilecektir.
Şehirde bulunan tabyalar, baskın sırasında Rus donanmasına karşı mukabelede bulunmuşsa da, topların küçüklüğü ve menzillerinin kısalığı yüzünden pek etkili olamayacaktı…
Netice olarak baskın sonunda on iki Türk savaş gemisinden on biri tamamen tahrip edilerek batırılmıştı. Türk filosunda görevli kaptan, zabit, asker, gemi personeli ve diğerleri olmak üzere toplam üç bin kişiden iki bini şehit düşmüştü.
Bombalamadan şehir de nasibini almıştı. Yedi mescit, iki mektep, üç yüz ev ve iki yüze yakın dükkân yanmıştır. Halkın süratle şehri boşaltması üzerine beş şehit verilmişti.
Baskında Sinop’un çok büyük tahribata maruz kaldığı ve uzun süre eski canlılığını yakalayamadığı, kaynaklarda belirtilmiştir. Nitekim 1853 yılı öncesinde yazılan eserlerde, nüfus 10-15 bin arasında gösterilirken, baskın sonrasındaki kayıtlarda 6-9 bin civarında olduğu belirtilmiştir..
Geçtiğimiz sene hadisenin 165. yıl dönümünde ilk kez Ayancık’ta şehitlerimizi andık. AK Partili Belediye Bakanı Aslan Özdemir Bey Kur’ân-ı kerim tilaveti ve dualarla bir büyük vefayı gösterdi. Ardından tüm Ayancıklılara balık ziyafeti verdi.
O gün AK Parti Sinop vekilimiz de oradaydı. Birkaç ay sonra da yerel seçimler yapılacaktı. Vekil Bey bütün Ayancıklıların sevgisini kazanmış Aslan Bey’i aday göstertmedi. Ayancık göz göre göre kaybedildi.
Sinop’un tarihindeki bu en acı gününün 166. yıl dönümünde ise ne görelim! Bu defa Boyabat’ta Hande Yener konseri vardı. Vekilimiz acaba binlerce şehit verdiğimiz bir günün arifesinde Hande Yener’le coşmak için mi Ayancık Belediye Başkanımızı cezalandırmıştı, anlayamadım! Ben bu tarih fukaralığına ayıp diyorum ve yuh diyorum.
Millî Eğitim Bakanımıza da onun için tarih şart diyorum.
Aksi hâlde ülkeler elden giderken oyun ve oynaşta olan bir nesil yetiştirirsiniz!
TEFEKKÜR
Vakfdır mülk olamaz kimseye bu dâr-ı gurur
Gezme gaflet içre bu temelsiz viranede
.
Taş devirleriyle mankurt ettiler!
Bizim nesiller maalesef tarih fukarası olarak yetiştiler. Şanlı tarihimiz doğru düzgün öğretilmedi. Taş, Yontma Taş, Cilalı Taş Devirleri; Etiler, Sümerler, Akadlar, Babiller, Urartular, Nabukadnazar ve Şuppiluliuma arasında güzelim tarihimiz kaynadı gitti…
O şanlı tarihten öğretilen kısımlar ise başka bir garabetti. Deli Padişahlar, Lale Devri, Avcı Padişah Devri, Hain Padişah, Zalim Padişah, vatanı satıp kaçan padişah… teraneleri ile uyutulduk. Nesiller Oğuz Kağan’dan Alparslan’a, Selahaddin Eyyubi’den Gazneli Mahmud’a, Osman Gazi’den Fatih’e, Yavuz’a, Kanuni’ye kadar emsalsiz kahramanlarını hakkıyla bilmek bir yana sevmeden sevemeden eğitim hayatlarını noktaladılar. Osmanlı padişahlarına ise anlaşılmaz bir kin ve nefret duygusu aşılanıyordu…
Nihat Sami Banarlı Bey’in ifadesiyle, “Türk milletinin dünya tarihi ve dünya coğrafyası üzerinde kurduğu en büyük eser olan Osmanlı Devleti”ne karşı bu düşmanlık evlatlarına nereden sirayet etti. Üzerinde ciddi tahlillerin yapılması gereken bir konudur bu.
Şu çok iyi bilinmelidir ki Osmanlı düşmanlığı, öncelikle Türkiye’nin aydın geçinen tabakasına başta İngilizler olmak üzere Avrupalılardan aşılandı. Sebebini ve maksadını ise Kemal Tahir Bey şöyle ifade ediyordu:
“Osmanlı toplumunun sadece var olması bile, Batılı soygununa karşı bir direnişti. Bu direniş salt Osmanlı toplumunun değil, bir bakıma bütün soyulan Doğu’nun direnişiydi. Batılının Osmanlı düşmanlığı işte buradan gelmektedir…”
Bugün İslam dünyasının içinde bulunduğu elim vaziyeti gördüğümüzde Kemal Tahir Bey’in tespiti bütün acı gerçekliği ile görülmektedir.
Maalesef bu düşmanlık ilerleyen yıllarda Fulbright Anlaşması’nın tesiri ile de artarak devam etti ve neredeyse kangren hâlini aldı.
Cumhuriyet hükûmetleri, Türkiye’de güya yeni sistemi tutturabilmek için Osmanlıya hücumu amansız bir ana babaya sövme ve sövdürme politikası hâline getirdiler. O hâle geldi ki Türk gençleri Lenin’i, Stalin’i, Mao’yu, Humeyni’yi övme yarışına girmişlerdi. Onlar için yıllarca birbirlerini kırdılar. Buna karşılık kendi büyüklerine ağız dolusu sövmeyi, iftira etmeyi hüner saydılar. İşin en acı tarafı bu seviyesizliğin kendilerine mekteplerde öğretmenleri tarafında şırınga edilmesiydi.
Değişmeyen gelenek: Osmanlıya küfretmek!
1983 yılında akademisyen olduğum zaman bu zihniyetten hiçbir şeyin değişmediğini görüyordum. Liselerden gelen talebelerimiz tarihimize aynı at gözlüğüyle bakıyorlardı. Derslerimin ilk bir haftası anlattığım bilgiler karşısında şaşkınlık yaşıyorlardı. “Hocam biz bunları hiç duymadık nereden anlatıyorsun” diyorlardı. Oysa hepsi bizim kaynaklarımızda vardı. Sadece Batı’nın iftiralarını, yalan yanlış beyanlarını söylemiyordum.
Özallı yılların açılımı ve eğitimde atılan müspet adımların tesiriyle, zaman içinde bu zihniyetin değişeceğini düşünüyordum. 2000 yılına gelindiğinde 28 Şubat’ın da tesiriyle maalesef durum aynıydı. O yıllarda bilhassa tarih ve edebiyat kitaplarına yapılan müdahaleleri işin ehilleri iyi bilmektedir.
Bunun üzerinde 2000 yılında bir karar almıştım. Kendi kendime “Ahmet Hoca, sadece seksen talebeye ders vermek ve konferanslarda millete anlatmakla olmaz. Eser yazmalısın” dedim. Bu kararla birlikte Kayı serisini yazmaya başladım…
Tam 19 sene sürdü. Kayı 11 Elveda ile eser nihayet buldu.
Cenab-ı Hakk’a bir faniye zor nasip olacak bu eseri tamamlamaya imkân, ruhsat ve muvaffakiyet verdiği için sonsuz hamd ve şükrederim.
Zira Kayı serisi bir akademisyenin kaleminden çıkan ve Osmanlıyı bütünü ile ele alan tek Osmanlı tarihidir.
Yeniçağcı bir ilim adamı olarak farklı alanlarda da kalem oynatmak bazı akademisyenlerimizin tepkisine ve bu tepkilerini farklı şekillerde gündeme getirmelerine sebep olmaktadır. Bu ülkede araştırmacı tarihçi olarak herkes, tarihin istediği alanında at oynatabilmeli fakat bir ilim adamı sahasının dışında konuşmamalıdır.
Herhâlde bundan daha garip bir anlayış olamaz!
Zira akademisyen o sahanın metodolojisini almış olduğundan neyi nasıl değerlendirmesi gerektiğini en iyi bilendir.
“Seng-i tan-ı cühela hep ulemaya dokunur”, dizesi gereği cahillere cevap vermeye değmez.
Buna karşılık kitaplarımıza bugüne kadar ciddi hiçbir bilim adamından tenkit gelmemiş olması elbette önemlidir. Yorumlarımıza karşı çıkan bizim fikirlerimize katılmayan olacaktır. Bu son derece tabiidir. Bu anlayış ilmin de gelişmesine yol açar.
Ancak Osmanlıyı seviyor, övüyor tarzı yaklaşımlar basit, sığ̆ ve ucuz değerlendirmelerdir.
Zira övülecek olan övülür, yerilecek olan yerilir. Maksat doğrudan ve haktan ayrılmamaktır.
Şanlı tarih ve Kayı serisi
Serinin Kayı 1’den Kayı 4’e kadar olan bölümünde Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bir beyliğin 16 milyon kilometrekareyi aşan haşmetli yürüyüşünü neye borçlu olduğu anlaşılacaktır. Milletlerin gönülleri nasıl kazanılır öğrenilecektir. Bizi biz yapan değerler kavranacak azmin, ilmin, tefekkürün tesirine şahit olunacaktır.
Kayı 5-8 arasında genel olarak dünyada tek süper güç olmanın tehlikesi ve içine kapanmanın zararları anlaşılacaktır. İç çekişmelerin sebep olduğu felaketler fazlasıyla görülecektir. Buna rağmen böyle devirleri atlatmak kolaydır. Zira bünye sağlam olduğu için hastalığınızı anladığınızda hangi adımları atacağınızı bilmekte, gücünüzü tanımakta, tedbirleri almakta ve yeniden eski haşmetli günlere dönebilmektesiniz. IV. Murad, Köprülüler ve I. Mahmud Han devirleri bunlara en güzel misal teşkil etmiştir. Diğer taraftan aynı dönemlerde vuku bulan darbelerin bir ülke için ağır yıkımları da görülecektir.
Kayı 9-11 arasında ise insanda olduğu gibi devlet siyasetinde de yanlış teşhisin ağır ve öldürücü zararlarına şahit olunacaktır.
Büyük devletler uçak gemisi gibidir. Manevra alanı geniş olacağı için dönüşü uzun süre fark edilemez. Uygulanan politikaların etkileri ancak uzun bir zaman geçtiğinde anlaşılır. Bazen çözüm için çok geç olabilir. Nitekim Tanzimat döneminin ağır faturası da 40 sene sonunda belli olmuştu. Buna direnen II. Abdülhamid Han, uzun bir uğraş neticesinde devleti yeniden etkili bir noktaya getirmişse de kalıcı kılması mümkün olmayacaktı. Zira açtığı yüzlerce okulda eğitim alan gençler artık hanedan ve padişah düşmanlığı ile yetişiyordu. O mekteplerde yetişen gençler kısa bir süre içerisinde imparatorluğun mezarını kazacaklardı. Ordu içine siyaset girmesinin vahim neticeleri ortaya çıkacaktı.
Kapitalist Avrupalı güçler bu muhteşem imparatorluğu silah kuvvetiyle yıkamayacaklarını anlayınca onu içinden vurup kendi evlatlarına yıktırmanın yollarını aramışlar ve bunda başarılı da olmuşlardı. Zira o yüce çınar yıkıldığında görülen manzara içinin neredeyse bütünüyle çürümüşlüğü idi.
15 Temmuz işgal girişimine maruz kalan Türk milleti artık bu büyük oyunun tam farkında olmalıdır.
Cuma Divanı’nda önümüzdeki haftalarda ele alacağım bazı şahsiyetleri okuduğunuzda bu durumu yakinen anlayacaksınız!
Bu vesile ile Kayı serisinin (11 kitap) basımı ve dağıtımını titizlikle ve gayretle yürüten Timaş Yayın Grubu’na ve ilgililerine müteşekkirim. Osmanlı tarihini doğru olarak anlatan ve gençlerimize iman ve vatan aşkı kazandıran, tarih şuuru veren Kayı serisi inşallah ilelebet gençlerimizin, nesillerimizin istifade ettiği bir eser olur.
Zira Batılıların iki asırdır sürdürdükleri yıkıcı projeler ancak diline, dinine ve tarihine bağlı olmakla aşılabilir. Bu değerlerine bağlı bir milleti yok etmenin imkân ve ihtimali bulunmamaktadır.
Ecdadımızın şanı ve şerefi işe ma’ruf-ı cihandır. Nitekim 1565’te Mısır’da vefat eden meşhur âlim İmam-ı Şarânî hazretleri, Osmanlı sultanlarının dine bağlılığını ve adaletlerini överek, “Bugün dinin koruyucusu ve İslamiyet’in yüzünü ak eden ancak Osmanoğulları ve onların askerleridir” demiştir.
Büyük âlim Abdülgani Nablusî hazretleri (v. 1640) ise “Yeryüzünü salih kullarıma miras bırakırım” mealindeki âyet-i kerimesinin (Enbiyâ: 105) Osmanlı Sultanlarını övdüğünü ve onları işaret ettiğini belirtmiştir.
Dolayısıyla bu muazzam tarihimizin bilinmesi, anlaşılması ve hakkıyla değerinin verilmesi dileğiyle Kayı serisini bütün okurlarıma özellikle tavsiye ederim…
TEFEKKÜR
Ehl-i ilm oğlu olup medrese-i âlemde
Câhil olmaktan ise doğmadan ölmek yeğdir
Tokat’ın efsanevi valisi
Rahmetli babam memlekette “İsmail Hafız” diye bilinirdi. Kendisini Boyabat ve köylerinde neredeyse tanımayan yoktu. Bütün sosyal faaliyetlerde yer alırdı. O kadar etkili idi ki 12 Eylül döneminde muhtarlığı elinden alından yedi muhtardan biri idi. Zira o dönemde muhtarlara dokunulmamış ve görevlerinde bırakılmışlardı. Seçimlerde göz hapsinde tutulurdu.
O, okumamız için çok gayret sarf eder ve her türlü desteği vermeye çalışırdı.
1985 yılında Rahmet-i rahmana kavuştuğu sırada Erzurum Atatürk Üniversitesinde asistandım. Yüksek lisansımı bitirmiş doktoraya hazırlık yapıyordum. Babamın hastalığında son 15 gün başında bulunabilmiştim. Belki hayattan neredeyse kopma günlerim olmuştu. Zira en sevdiğiniz bir kimsenin son demlerinde yanında olamamak nasıl bir duygudur yaşadım. Bir anlamda gurbetin acı zehrini içmiştim…
O dönemleri bugünün kırk yaş ve altındakiler rüyalarında görseler inanamazlar. Düşünün ki, gurbetten evinizi arayıp ana ve babamızla birkaç dakika görüşebilmek için postanede 7-8 saat oturduğumuz zamanlardı. Şimdiki gençler maalesef ellerindeki nimetin kıymetini bilmezler.
Dolayısıyla babamın vefatı ile birlikte artık üniversiteden istifa edip anacağımın ve sevdiklerimin yanında olmayı özler hâle gelmiştim. Bunun gelgitleri ve ne yapacağıma karar vereceğim o günlerde Tokat’a gittim. Doktora tezimin konusunu belirlemiş ve ön çalışma yapmayı planlıyordum.
O sırada Tokat Valisi Rahmetli Recep Yazıcıoğlu idi. Namı tüm Türkiye’yi sarmıştı. Kendisiyle görüşebileceğimi fazla ümit etmiyordum. Yine de bir ziyaret edeyim dedim. Zira Tokat’ın merkez köylerini de gezeceğim için desteğine ihtiyacım vardı. Daha kendisine arz etmelerinin üzerinden on dakika geçmeden huzura alınmıştım. Tanıştık. Tokat şehrinin 16. Asırdaki tarihini çalışacağımı belirtmemle birlikte yerinden kalktı geldi bana sarıldı tebrik etti. Ardından çekmecesinden Tokat tarihi ile ilgili bazı çalışmalar çıkarıp hediye etti. Müthiş memnun olmuştu.
Nerede kalacağımı sordu. Yeni geldiğimi ve otel bakacağımı söyledim. Hayır dedi benim misafirimsin derhal Tokat Öğretmenevini arayıp en güzel odayı hazırlamalarını söyledi. Çağırdığı bir şoföre hocamı önce kalacağı yere yerleştir ardından anlaşın ne zaman isterse emrinde olacaksın diyerek araba tahsis etti…
Gerçekten büyük bir şaşkınlık yaşamıştım. Rüyamda görsem inanamayacağım bir hareketti.
Öğretmenevine doğru giderken İmam-ı azam hazretlerinin bir kıssasını hatırlamıştım.
İlmin değeri
Rivayet olunur ki, İmam-ı Ebu Yusuf, hocası İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretlerinden ders almaya başlamıştı. O, çok çocuklu ve yoksul bir aileye mensuptu. Bu itibarla kaynaklar, çocukluk ve gençlik yıllarının büyük sıkıntılar içinde geçtiğini belirtmektedir. Hatta kendisini bir kunduracının yanına çırak olarak vermişlerdi. Buna rağmen oradan kaçarak İmam-ı Azam’ın sohbet ve derslerine devam ederdi.
Bir gün annesi İmam-ı Azam’ın yanına gelerek;
“Hoca Efendi, bu çocuğun sanat elde etmesine neden engel oluyorsun? Kendisi bir kuruşa muhtaç bir yetimdir ve geçimimiz benim gibi bir ihtiyar kadının çıkrıkla eğireceği ipliğe bağlıdır. Onu o ustanın yanına günde üç beş kuruş kazanıp onunla geçinsin diye verdim. Yoksa, burada senin yanında oturmaktan ne hasıl olabilir?” diye çıkıştı.
İmam-ı Azam hazretleri gülerek, “Merak etmeyin çocuğunuz burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor” demişti. Kadıncağız bu sözlerden bir şey anlamamıştı. Üzülüp, “sen ihtiyarlayıp bunadığın için ne dediğini bilmiyorsun…” deyip gitti.
İmam-ı Azam ise bu zeki ve kabiliyetli gence sahip çıkarak ona, kunduracıdan alacağı parayı fazlasıyla vererek ilim yolundan kopmasını önlemişti.
İmam-ı Ebu Yusuf ilimde yetişip büyük bir âlim olduktan sonra ona kadılık vazifesi verilmişti. Bu vazifesi sırasında bir gün halife Harun Reşid onu yemeğe davet etmişti. Sofraya tereyağı, fıstık, badem ezmesi getirdiklerinde Harun Reşid;
“Bunlardan ye, her zaman böyle yiyecekler ikram etmezler” demişti. Bu durum karşısında, hocasının yıllar önce annesine söylediği sözleri hatırlayıp hocasının kerametini anlayarak tebessüm etti. Harun Reşid niçin güldün deyince, hâdiseyi anlattı. Hocası İmam-ı Azam’a rahmetle dua ettiler…
Anlattığım iki hadiseden alınacak o kadar çok ders var ki.
Demek ki ilme yol açan valiler, vekiller, başkanlar unutulmuyor. Hür düşünceyi savunanları yerinde ve yapıcı tenkitlerde bulunanları desteklemek gerekiyor. Zira onlar olmazsa hatalı hareketlerin, yanlış icraatların önü alınmaz. Sonuç yerine göre milletin geleceğine istiklaline kadar uzanan gençliğimiz mahvolmaya sürükleyen noktalara kadar varabilir.
Son zamanlarda yapıcı tenkitlerde bulunan bir kısım ilim ve fikir adamlarına yönelik saldırılar, üst kadrolardan gelen engellemeler vetolar bu korkuyu artırmaktadır.
İşte sırf “İstanbul Sözleşmesi” hakkında yaptığım eleştiriler dolayısıyla Tokat Kitap Fuarı’na katılmamın engellenmesi karşısında, Tokatlıların program düzenleyerek beni davet etmeleri gerçekten büyük bir vefa örneği idi. Milletin bu yanlış anlayış karşısında vakarlı ve hürmetli duruşuydu.
Geçtiğimiz cumartesi günü Tokat’ta yediden yetmişe çok coşkulu bir kalabalıkla güzel bir tarih sohbeti gerçekleştirdik. Osmanlıyı konuştuk. Günümüzde milletimiz üzerinde oynanan oyunlara dikkat çektik. Tokat’ın tarihine ve kültürüne değindik. İsterdim ki Sayın Valimiz ve Belediye Başkanımız da orada olsunlar. İşte Recep Yazıcıoğlu Bey’i büyüten ve yücelten fark orada idi.
Tokat’ın 1455-1574 tarihleri arasında idari, iktisadi ve sosyal tarihini araştırmış bir akademisyen olarak öğle vakti olmasına rağmen salonu dolduran sevgili hemşehrilerime teşekkür ve şükranlarımı sunarım.
***************
Adaletten nimet, zulümden ateş çıkar!
Bazen gündem o kadar yoğun oluyor ki yazmak istediğiniz bir kısım mevzular geri kalabiliyor. Ancak bazı hususların geç de olsa unutulmaması ve yerine getirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bunlardan birisi Adalet Bakanı Sayın Abdülhamit Gül’ün 18 Eylül 2019 tarihli son derece mühim bir demeci idi:
“FETÖ ile mücadele FETÖ’cü yöntemlerle yapılamaz. Nerede ahlaksızca bir saldırı varsa bu FETÖ’nün bir tezahürüdür. Daha düne kadar FETÖ ile aynı maklubeye kaşık sallayanlar bugün utanmadan çıkıp FETÖ’yle mücadele dersi vermeye kalkmasınlar” mesajından sonra Yargı’da yaşanan son gelişmelerdi.
Zira, devletin temeli olan adaleti tesis edecek hâkim ve savcıların tayin, terfi ve tüm özlük hakları ile ilgili hususlarda tasarruf yetkisine sahip HSK’da 24 Ekim 2019 tarihinde çok kritik iki görevde atamalar yapıldı. HSK Genel Sekreteri ve HSK Teftiş Kurulu Başkanı sözde aflarını isteyerek istifa ettiler ve yerlerine yeni atamalar gerçekleştirildi.
Elbette bu istifaların perde arkasında neler yaşandığını biz bilmiyoruz. Ancak bilinen bir şey vardı ki bir Sayın HSK Kurul Üyesinin bu değişikliklerden rahatsız olduğu ve yeni seçilenlerle ilgili toplantıya katılmadığı idi. Bu hususun da önümüzdeki günlerde açıklığa kavuşacağı muhakkaktır.
Buradan sık sık bir noktaya özellikle parmak basmaktayım. Bilhassa Sayın Cumhurbaşkanımızın özellikle yakın çevresindekiler tarafından bazı konularda yanlış bilgilendirildiğini, bunun da gerek icraatlara gerekse görevlendirmelere olumsuz yansıdığını belirtmekteyim. Nitekim Adalet sahasında olduğu kadar, Milli Eğitim ve İstanbul Sözleşmesi hakkında yazdıklarım bunlara misaldir. İşte Abdülhamid Gül Bey’in sözlerinden sonra yaşananlar, başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere Sayın Adalet Bakanı’nın da bu durumun farkına vararak doğru hamleler yaptıklarını gösterdi. Bu olumlu gelişme için Sayın Cumhurbaşkanımıza ve Adalet Bakanımıza teşekkür ediyoruz.
Özellikle; 2014 yılı HSK seçimlerinde devleti ve hükûmeti yargı eliyle ele geçirmek isteyen FETÖ terör örgütü mensuplarına karşı Türk milletinin öz evlatlarından oluşan, siyasi kimliği, dünya görüşü, etnik kökeni ne olursa olsun Yargıda Birlik Platformu adı altında bir araya gelen, sonrasında Yargıda Birlik Derneği olarak yoluna devam eden, Sayın Cumhurbaşkanımızca da kabul gören oluşumun ruhuna uygun, tüm yargı mensuplarını kucaklayan, kıdeme, liyakati ve ehliyeti önceleyen tasarrufların artarak devam etmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Devlet hiyerarşisi dışında hiçbir hiyerarşiye yer olmadığı bilinciyle, kamu görevlileri arasında gruplaşmaya, hizipleşmeye, siyasal ayrımlara yer olmadığını, devletin temeli olan adalette ise aksine durumun hiç kabul edilemeyeceğini bir kez daha vurgulamak isteriz.
TEFEKKÜR
Hüsn-i tabir eylesin hakkında herkes gayret et
Geçmesin ömrün azizim korkulu rüyâ gibi
Millî Eğitim ve Rotary Kulübü
Bir konuya artık FETÖ diye başlamak veya bitirmek, işleri sulandırmak gibi bir mana olarak da görülmeye başladı. Zira FETÖ hususunda uygulamalar, cezalandırmalar, yerine göre mağdurlar veya kesin bağlantısı olduğu hâlde salıvermeler öylesine bir hâl aldı ki hiç kimseye haksızsın denilecek bir nokta kalmadı. “Neden en net bilinenler salıveriliyor? FETÖ borsası mı oluştu? Neden siyasi ayağı es geçildi?” dediklerinde bir bakıma susup kalmaktasınız. FETÖ’nün bozgunluğunu herkes kabul ediyor. Fakat mücadele noktasına gelindiğinde ve kim FETÖ’cü kim değil diye tartışıldığında saflar bir anda rengârenk oluyor. Her konuşan haklı pozisyonuna geçiyor.
Bu tartışma içerisinde asıl bilinmesi ve çözülmesi gereken hususlar maalesef arada kaynayıp gidiyor. FETÖ bu hâle nasıl geldi? Gençleri hangi yöntemlerle kendi safına kattı? Kurumlara nasıl sızdı ve onları nasıl ele geçirdi? İşte can alıcı bu sualleri tartışacak ve çözümler üreteceksiniz ki milletimiz bir daha bu travmaları yaşamasın!!!
Bu konular gündeme geldiğinde ilk değerlendirilecek husus elbette eğitim sistemimiz olacaktır.
Sayın Arınç bir dönemler, “Devletimizin yapamadığını FETÖ okulları yapıyor” diyerek güzellemeler yaparken bir anlamda eğitim sistemimiz FETÖ severlere teslim edilmiş oluyordu. Uzun yıllar boyunca bu sistemin devamı eğitim sistemimizi kangren hâline getirdi.
Sayın Cumhurbaşkanımız defalarca, “Eğitimde sınıfta kaldık” diye ifadede bulundu. “Eğitim sistemimizi düzeltmeliyiz”. “Gençlerimizi ahlaklı vatan ve milletine sadık yetiştirmeliyiz” diyerek defalarca vurguladı.
Buna rağmen eğitimde yeni dönemde atılan adımlar açıkçası halkımızı ve eğitimcileri karamsarlığa sevk etmektedir.
Millî Eğitim Bakanımız büyük ümitlerle karşılanmış ve kendisinden büyük beklentiler oluşmuştu. Fakat gelinen noktada sorduğum ve konuştuğum eğitimciler yaşadıkları hayal kırıklığından söz etmekteler.
Parlak nutuklar çekiliyor basın da bu nutuklarla kendisini yağlamaya devam ediyor. Uygulamalar ise hiç de iç açıcı değil.
Gençlerimiz Rotary Kulübüne mi teslim!
Liselerde ders kalitesini yükseltmek bir yana gençlerimize şuur, idrak, vatan ve millet aşkı verecek dersler seçmeli yapılarak tümden yok edilmeye doğru bir çığır açıldı.
Toplumsal cinsiyet eğitimi halkımızın dikkati sayesinde şimdilik uygulamaya sokulmadı. Fakat bunun yerine daha sinsi bir faaliyet başlatıldı.
İşler Rotary Kulübüne ihale edildi!.. Kendileri ile bir protokol imzalandı. Rotary Kulübü, Bakanlık düzeyinde taltif edildi. Protokole göre Rotary Kulübü artık okullarımızda hem öğrencileri, hem öğretmenleri hem de velileri eğiteceklerini ilan ettiler. Nitekim İzmir Valiliği bu faaliyete onay verdi.
ABD, FETÖ’nün çekildiği okullara şimdi de Rotary Kulüpleri ile mi sızmaktadır? Dikkat olunsun! Bakanlık milletten tepki geldiğinde “Bakanlığımız tarafından bu konuda il millî eğitim müdürlüklerine gönderilen bir talimat bulunmamaktadır” diyerek yine yalanlama yoluna sapmaktadır. Gerçekten Millî Eğitim Bakanlığı ahmak mı aldatıyor yoksa kendi çevresindekileri uyutmaya mı çalışıyor?
Zira Bakanlığın ilave talimat göndermesine zaten gerek yok. Konu artık valilerle çözülüyor. Sayın Bakanımız proje sahiplerini makamında kabul ederek Rotary Bayrağı ile resim vermedi mi? Sayın Valilerimiz Rotary Derneği ile iş birliği protokolleri yapmadı mı? Rotary Derneği, okullarımızın içine girerek süslü söz ve hediyelerle projelerini fiilen başlatmadı mı?
Aynen 10 Kasım’da resme secde edilmesi faaliyeti gibi. Bakanlık, “Nasıl olur böyle bir saçmalık?” diyerek müdürler hakkında soruşturma açmıştı. Hâlbuki bakanlığın resmî bir organı olan EBA (Eğitim ve Bilişim Ağı)’da bu uygulama örnek faaliyet olarak sunuluyordu.
Millî Eğitim Bakanımıza soruyorum: Sayın Cumhurbaşkanımızın söylediği ahlak ve erdemli nesilleri Rotary Kulüpleri ile mi yetiştireceksiniz?
Şayet Millî Eğitim Bakanımız, Rotary Kulübü ile ilgili sözünde ciddi ve samimi ise; Valiliklerle bu konuda yapılmış olan tüm protokoller iptal edilmeli, okullarımıza Rotary Derneklerinin uzman, üye veya herhangi bir vasıfla girerek faaliyette bulunmalarının yasaklandığı duyurulmalıdır.
Aksi hâlde Sayın Bakan bu meş’um projenin ağır faturasını partisine yükleyecektir.
Kilise paranoyası mı?
15 Kasım tarihli Cuma Divanı köşemde, “Camilerimi kiliseye benzetme!” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Sosyal medyada bu konu büyük ses getirdi. Vatandaşlarımız gittikçe kilise hâlini alan camilerden büyük rahatsızlık duyarak tepkilerini en yüksek düzeyde gösterdiler. Neredeyse her camiden kiliseyi andıran fotoğraflar sosyal medyaya servis edilerek diyanet göreve çağırıldı. Türkiye gazetesi de bu konuyu defalarca gündeme taşımış ve tehlikelerine dikkat çekmişti.
Sonunda Diyanet İşleri Başkanımız da tepkilere kayıtsız kalmadı ve camilerimizde yaşanan bu sinsi faaliyete son verdi.
Başkanımızı; Kutlu Doğum Haftası’ndan sonra bir FETÖ projesine daha son verdiği için tebrik ediyorum.
Dini bozma yolunda olanlar ise derhâl duygusal söylemlerle karşı atağa geçerek hazımsızlıklarını belli ettiler: “Efendim ayakta duramayanlar ne yapacakmış!”
Beyefendi sen spor yapmıyorsun. Namaz kılıyorsun. Namazın nasıl kılınacağını peygamber efendimiz, uygulamasıyla ve sözleriyle gösterdi. Her türlü kolaylık yolunu belirledi. Hâl böyle iken bir taraftan kafana göre namaz şekli belirleyeceksin bir taraftan da güya masumane bir tavırla camileri kiliseye dönüştüreceksin öyle mi?
Zaten FETÖ dönemlerinde çay çorba servisleri de başlamıştı. Birkaç yıl daha geçince camilere döşediğin koltuklara kurulur, önce önündeki masalara secde edersin sonra masalara peçeteler serilir, çayını çorbanı içer, böreğini de yersin. Hatta hanımın da yanına oturur birlikte önce namazlarını eda eder sonra eşin servisini yapar çocukların da caminin oyun parkına çevirdiğin bir köşesinde oyununu oynardı!..
Oh ne âlâ. Rahatın bozuldu değil mi?
İşte Diyanet İşleri Başkanı’nın genelgesi bu sebeple birilerinin keyfini kaçırdı.
Karar gazetesinde Akif Beki bu gelişme üzerine adaşı Akif’ten bozma bir ifade ile; “Bir kilise paranoyası uğruna ne izinler iptal ediliyor ya Rab!” diye haykırmış, üzülmüş, dövünmüş.
Eh ne kadar üzülse yeridir. Zira sinsi bir projenin daha yolu kesiliyor! Onlar ise proje çukurlarına masumane bir görüntü sergilemek suretiyle su taşıyanlardır.
Nitekim sayın Beki’nin uyuduğu yıllarda birileri harıl harıl bu faaliyeti geliştiriyordu. 2008 yılında içinde sinagog ve kilisenin de bulunduğu bir cami yapıldığından haberi olmuş muydu? Olduysa ne tepki vermişti. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür, demişler. Malum şahıs, sağa sola fazla savruluyor. Şayet unutmuş ise hatırlatayım. O, Ankara’da bir cami idi. Ama içinde ayrı bölümlerde sinagog ve kilise de vardı. Adı da Doğramacızade Camii idi.
İşte 15 Temmuz’la birlikte o tip projeler akim kalınca bu tip projeleri geliştirdiler… Malum Batı’nın dinler arası projesi ile İslam’ı yok etme; şayet yok edemezse bozma planları bitmez. Müslümanlar üzerindeki faaliyetleri eksilmez!
Şimdi birkaç sene evvelini hatırlayalım! FETÖ’nün dinî ayinlerinde hahamlar, papazlar ve imamlar hep yan yana değil miydi? Bu durum cami içinde üç dinin mensuplarını birleştirme noktasına kadar varmamış mıydı?
Nitekim bu gidişatın sonunda da birkaç yıl sonra Hristiyanlar gelip “caminin şu bölümünde biz de ibadetimizi yapıverelim” veya “sizden sonra da biz ibadet edelim” derlerse ne diyecektik!
Beki gibiler paranoyak olmadıklarından, “tabii, ne var bunda” deyip papazlara hahamlara anahtarı verip evlerine dönerdi!..
Unutmayın! Mescidini, mektebini düşmanına verenler vatanlarını da terk ederler!
TEFEKKÜR
Güle gûş ettiremez yok yere bülbül inler
Düşman desiselerin kim sezer kim dinler
.
Mevlid-i Nebi Haftası ve Aile
8 Kasım Cuma günü akşamı Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi’nde Mevlid-i Nebi Haftası programına katıldım. Peygamber efendimizin doğum günü, iki sene öncesine kadar (28 sene boyunca) nisan ayına sabitlenmiş olarak “Kutlu Doğum Haftası” adıyla kutlanırdı. Belediyeler, Valilikler kimden komut alıyorlarsa hepsi seferber olurlardı. CHP’nin lideri ve vekilleri dahi en önde boy gösterirlerdi. Kimden alıyorlardı bu direktifleri belli değildi. Mevlid-i Nebi Haftası aslına dönünce ve asırlardır uygulandığı şekilde Rebiül-evvel ayının 12. günü kandil tebriki başlayınca tekrar toz oldular. Neden kayboldular. Bırakın onları ‘Kutlu Doğum Haftası’nı kaldırtmamak için büyük mücadele veren İlahiyat Profesörleri, eski Diyanet İşleri Başkanları Ali Bardakoğlu ve Mehmet Görmez dahi yoktular. Kuramer sayfasında mesaj dahi yayınlamadı.
Demek ki bunların derdi dini bozmaktan başka bir şey değildi. Milletin dinini, imanını, tarihini ve değerlerini yok etmek veya değiştirmekti. Yok etmek elbette kolay olmuyor, büyük tepki çekiyor. Öyleyse yaldızlı ifadelerle gözleri boyayıp bozmak ve değiştirmek daha kolaydı.
O günlerde okunan Fatihaları ve getirilen salevatları dahi tek tek sayan Mehmet Emin Özafşar (Görmez’in sekiz yıldır yardımcısı idi ve muhtemelen Diyanet İşleri Başkanı olacaktı) şimdi Mevlid-i Nebi Haftası’nda Peygamber efendimizin doğumuna sevindiğini belirten ve Müslümanların kandilini tebrik eden bir tweet dahi atmamaktadır. (Twitter’ına bakarsanız bazı gerçekleri görürsünüz.
Buna karşılık Mevlid-i Nebi Haftası’na katılarak muazzam bir konuşma yapan Sayın Cumhurbaşkanımızı ve salonu dolduran necip halkımızı tebrik ediyorum.
Diyanet’in bu sene konu itibarıyla “Peygamber Efendimiz ve Aile”yi seçmesi de son derece önemli ve manidar oldu.
Zira aile üzerinde İstanbul Sözleşmesi ve 6284 no.lu Kanunun yıkım etkisi tam gaz devam etmektedir.
Bir asırdır dejenere edilmeye çalışılan Türk aile yapısı üzerinde erkeğin bütün inisiyatifi yok edilmek istenmektedir.
Oysa bir araya gelerek ortak bir yuva kuran aile fertlerinin elbette birbirleri üzerinde birtakım hakları bulunmaktadır.
Bir iş yerini düşünün. Kadın ve erkek olmak üzere patron, müdür, usta, işçi ve hizmetli olmak üzere hepsi var. Bunların her birinin ayrı bir görevi ve yine her birinin birbirine karşı emretme yetkisi bulunmaktadır. Şimdi siz bu iş yerindeki bütün insanları eşitlerseniz ne olur söyleyin! Orada amir mevkiindeki kadın erkeğe veya erkek kadına şunu yap bunu yapma diyemez diye kim söyleyebilir. “Kadın hizmetçi mi, yabancı birine niçin hizmette bulunsun!” diyebilir misiniz?
Ancak Diyanet’in bir kamu spotunda evin hanımı beyine çay kahve ikram etti diye sosyal medyada bazıları ayaklandılar. Hatta “Diyanet kapatılsın” diyerek linç girişiminde bulundular. Bunlar hanımını hizmetçi gören zavallılardır. Zira Müslüman hanımını “evin sultanı” olarak değerlendirir. Bunların asıl maksadı İslam düşmanlığıdır. İslam’ın kadına verdiği değeri ise bilmezler.
Bunlar aileyi yıkmak ve kadını Mor Çatı Kadın Sığınağı’na düşürmek isterler. LGBT’nin silahşorlarıdır. Kadınlar bunların yoluna saparsa, dünyadan değerli incisini kaybettiğinin farkında olmayıp bir mavi boncuk için yanıp yakılan çocuğa dönerler.
Evlilik feragattir!
Cenab-ı Hak herkesi fıtratına uygun olarak yaratmıştır. Yine herkese fıtratına uygun görevler vermiştir. Erkeğe sorumluluklar yüklemiştir. Kadına görevler vermiştir. Emir ve nehiyler gelmiştir. Peygamber efendimiz bunları bildirmiş uygulamaları ile de göstermiştir. İslamiyet, insanın huzurunu mutluluğunu esas alır.
Bugün elli yaşın üzerindeki insanlarla görüşünüz. Ninelerimizin annelerimizin zor şartlar altında iken dahi nasıl huzur ve mutluluk içerisinde yaşadıklarını dinleyiniz.
Günümüzde ise psikologları geziniz ve anketler hazırlayınız. Psikologların müşterileri en çok erkekler mi yoksa kadınlar mıdır?
Arızanın sıkıntının sebebi nedir? İşte asıl sebep bilinemediği için sinir ilaçları ile kadınlar uyutulmaktadır. Asıl tedavi yöntemleri bilinmediği için sıkıntı çoğalarak devam etmektedir.
Eşlerin birbirlerinin daraldığı noktada birbirleri ile yardımlaşmalarından daha tabii ne olabilir. Fıtratlarına uygun iş bölümü yapmanın ne zararı vardır. Evlenmek sadece cinsellik midir? Bu ne bağnaz bir anlayış ve hayvani bir düşüncedir. Evlilik, sağlıklı nesillerin milletlerin ve ümmetlerin devamı içindir. Bunun için de ailede huzur ve mutluluk esastır. Aile üyelerinin birbirlerine saygısı, sevgisi, şefkati ve iyiliği olmayacaksa, elemde, kederde ve sevinçte yürekler birlikte çarpmayacaksa o yuvada mutluluk olur mu?
Bu milletin dinini imanını çalmak isteyen iç ve dış azılı düşmanlar her an her fırsatta hareket hâlindedirler. Taşları bağlamışlar, köpekleri salıvermişler misali devamlı saldırı düzenlemektedirler.
Akif’in deyimiyle:
Ey vatansız derbederler, ey deni kundakçılar,
Milletin az çok duran dini ve namusu var.
Öyleyse millet kadını ve erkeği kızı ve oğulları dedesi ve ninesi ile bu korkunç saldırıya karşı uyanık olmalıdır.
Şu an çözüm yok diyerek susmayalım. Biz de her vesile ile nerede durduğumuzu ve ne için mücadele ettiğimizi bilelim. Sabit-kadem olalım.
Zafer, susanların değil mücadele edenlerin olacaktır.
Şunu da unutmayalım ki biz doğru yoldayız… Cenab-ı Hak doğruların yardımcısıdır!
“Mescidimi kiliseye benzetme!”
Camilerde özellikle 2010-2016 yılları arasında tabureler ve sandalyeler akıl almaz bir biçimde çoğalmaya başlamıştı. O günlerde TV’lerde “Türk halkı bir gecede kötürüm mü oldu?” diye sormuştum ve yapılan işin dinen uygun olmadığını belirtmiştim. Zira namazı ayakta kılmanın mümkün olmadığı hâllerde nasıl davranılacağı en iyi bildiğim bir husustu.
1982 yılında ayağım kırılmıştı ve iki ay yatmak durumunda kalmıştım. Öyle bir durumda ilk akla gelen namazımı nasıl kılacağım meselesi idi. Sandalyede mi oturarak mı yatarak mı kılacaktım?
Neticede böyle durumlarda yapacağınız iş, kitaplara müracaat etmek oluyor. Kıyam yani namazda ayakta durmak farz olduğu için bu durum önemliydi. Kitaplar hemen her hâle cevap vermişlerdi. Misal olarak:
“Namazının bir kısmını ayakta sağlıklı kılan bir kimse namaz içinde hastalansa rükû ve secdesini oturarak veya ima ile yapabileceği” belirtilmişti.
“Hasta, iftitah tekbiri ile farz olan kıraati gerçekleştirecek kadar ayakta durabilecek güce sahipse bunları ayakta yapmalı ve ondan sonra güç yetiremediği rükû ve secdeyi oturarak ifa etmeli” deniliyordu.
Ayakta durmaya hiç gücü yetmeyen hastanın ise -en baştan itibaren- yere oturarak namaz kılacağı ifade edilmiştir.
Bu konuda şu eserlere bakılabilir: İbn Mâce, el-Muhît, II, s.140-141; eş-Şeybânî, el-Aslu’l-Ma’rûf, I, s.223; el-Kudûrî, Ebu’l-Huseyin Ahmed b. Muhammed, Kitâbu’l-Kudûrî fi’l-Fıkhi’l- Hanefî, İstanbul 1966, s.19; el-Merğînânî, el-Hidâye, I, s.194; es-Semerkandî, Tuhfetu’l-Fukahâ, I, s.193-194; el-Kâsânî, Bedâi’, I, s.351; Molla Husrev, Dureru’l-Hukkâm, I, s.87; el-Halebî, Halebi-î Kebîr, s.262; el-Cezîri, Mezâhibi’l-Erba’a, I, s.451; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s.126.
Rükû ve secdeyi oturarak veya imâ ile yapmak durumunda olan bir hastanın oturma şekli de hâline ve durumuna göre değişmekteydi.
Yine kaynaklarda böyle bir kişi namazını kendi durumuna göre diz çökerek veya bağdaş kurarak yahut ayaklarını yana ya da kıbleye doğru uzatarak kılabileceği belirtiliyordu. Bu konuda Peygamber efendimizin hadis-i şerifi de bulunuyordu.
Peygamberimiz nasıl namaz kılacağını soran hasta bir sahabiye “Namazını ayakta kıl. Eğer gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üzere kıl” buyurmuştu. (Buhari, Taksiru’s-Salat, 19).
Dolayısıyla Müslümanlar ayakta duramayacak derecede hasta veya rahatsız olduklarında asırlardır ibadetlerini bu şekilde ifa etmişlerdi.
Bu kadar kolaylık olduğu hâlde camileri tabure ve sandalyelerle doldurmak nasıl bir mantıktı. Elbette ki bunda gizli emeller ve farklı maksatlar vardı.
Ardından secde etmek için önlerine masalar konulacaktı.
Açıkçası bütün bunlar “camileri kiliseye çevirmek projesi”ydi!..
Diyanet 15 Temmuz girişiminden sonra bu girişimlerin önünü kesmek için faaliyetlerde bulundu. Bir müddet bu proje durdu. Hatta büyük oranda kaldırıldı.
Ancak son zamanlarda tekrar aynı faaliyetlerin sinsi bir biçimde uygulamaya konulduğu görülmektedir. Gün geçmiyor ki sosyal medyada sıralarla dolu bir cami veya mescit görmüyor olalım.
Öyleyse Diyanet’in bu “proje”ye dikkat çekmesi gerekmektedir.
Sandalyede namazın olmayacağını vurgulaması ve bu tür faaliyetlerin önünün kesilmesi elzemdir.
AVM’leri gezen, her işini yürüten, evinde ayaklarını uzatıp oturabilen hatta yatabilen insan nedense camiye gelince sandalyeye kurulmak istemektedir. Bu kadar kolaylığa rağmen ibadeti bozmaya çalışmak veya yanlış yapmak nasıl bir zihniyettir.
Hâlbuki namazı sandalyede eda edebilmek için hiçbir kaynak gösterebilmek mümkün değildir. Varsa bilmek isteriz…
Dini ve ibadeti değiştirecek faaliyetlere karşı dikkatli olunmalıdır.
İnsanlara özgü ibadet olmaz. Hele camiler ve mescitler kilise havası verecek bir şekle asla sokulamaz.
Öyleyse ey millet ve ey Diyanet! Mescidimi kiliseye çevirme!
TEFEKKÜR
Ehl-i butlânın sözün tercih eden âdem midir
Âdem ol isterse hasm olsun bütün âlem sana
.
Ezik aydınlar!
Tanzimat’tan itibaren bu ülkenin idarecisi ve aydını genelde Batı’nın hayranı oldu. Bu hayranlık Batı’nın ilim ve teknolojisine duyduğu aşkın çok çok ötesindeydi. Giyimiyle kuşamıyla, inancıyla, medeniyetiyle neredeyse Batı’nın uşaklığına özenecek derecede yüksek bir hayranlıktı.
Misal olarak idarede Mustafa Reşit Paşa ile başlayan ve bu süreçte onun yetiştirmeleri olan Âli ve Fuad Paşalar devamında Hüseyin Avni ve Mithat Paşalar sonrasında ise Mahmut Şevket, Halil Kut, Enver, Talat ve Cemal Paşaların birçoğu İslam’a karşı mesafeli insanlardı. Buna karşılık Batı karşısında hep ezik ve teslimiyetçi bir durumda idiler.
Ne hazindir ki ülkemizde idareciler kadar aydınlar da aynı noktaya devşirilmişlerdi. Onlar da inceden inceye asırlardır hâkim pozisyonda bulunan milletinin değerlerine ve inancına ters düşerek yol almaktaydı. Batı onların gözünde güya erişilmez bir noktaya varmıştı. Bu teslimiyetçiliğin en büyük sebebi dinlerine bağlılıklarının kesilmesi veya gevşemesi olarak görülebilir.
Dolayısıyla hem idareciler hem de aydınlar Batı’yı yakalamanın ve ona ulaşmanın yolunun onlar gibi olmak gerektiği şeklinde fasit bir düşüncenin içerisine düştüler. Kendilerine bu yüksek ideale(!) ulaşmakta en büyük engeli İslamiyet olarak görüyorlardı. Bu sebeple gizli veya açık İslam düşmanlığına başladılar. Bin yıldır güç, kuvvet ve kudret kaynakları olan değerlerine saldırdılar.
O kadar gözleri dönmüştü ki bu esnada neleri kaybettiklerinin, atalarının kanları uğruna ne emeklerle kazandıkları toprakların ellerinden kayıp gittiğinin farkında bile değildiler.
Niğbolu, Gostivar, Zağra, Filibe, İşkodra, Yanya, Selanik, Üsküp, Sofya, Halep, Bağdat ve Kudüs’ün ellerinden nasıl çıktığını fark etmediler bile. Sadece elde kalana bayram yapmakla avunuyorlardı.
Her gelene alkış tutuyor gidene ise teneke çalıyorlardı.
Sinsi ve acımasız düşman
Batı’yla (Hristiyan âlemi) bin yıldır ölümüne mücadele eden hilalin temsilcisi Türk milleti, onlarca ülke büyüklüğünde toprak kaybettiği Batı karşısında hâlâ neden ezik korkak ve ürkektir? Neden Batı’ya karşı ülkesini şikâyet edecek kadar aşağılık kompleksi içerisindedir? Anlamak mümkün değil.
Her ne kadar “anlamak mümkün değil” desek de bunu mecaz olarak ifade ediyorum. Zira basiret gözü açık olanlar için bu durum güneş kadar meydandadır.
Kişiye kim sevdirilirse ona benzemektedir. Öyleyse bir kez daha eğitim sistemimizi ve hatta fert fert kendimizi sorgulamamız gerekmektedir. Millîyim diyeni dahi millîlikten çıkarmışlar fakat haberi yok!
Batı, ya satın aldığı veya içimize saldığı taşeron örgütlerle işini öyle güzel icra ediyor ve toplumumuza öylesine kolay bir şekilde algıları yerleştiriyor ki rahatlıkla nesillerimizi ifsat etmeyi başarabiliyor.
Bakınız son yıllarda Batı’da İslam kelimesi kullanılırken hep İslamofobiya tartışılmaktadır. Peki İslam korkusu derken suçlanan kimdir: Güya Müslüman teröristler.
Hâlbuki Müslüman terörist diye suçlananlar Batı’nın taşeron örgütleridir. Buna karşılık onlar üzerinden Müslümanları itham eden ise maalesef içimizdekilerdir. Batı’nın İslam düşmanlığını körüklemek için Müslümanlar arasına yaydıkları fitneci örgüt üyeleridir. Bu anlamda İslamofobiyayı çıkaran ve yaşatan bizzat Batılıdır. Halkları İslam’la tanıştırmamak, İslam’dan uzak tutmak ve İslam’a düşman etmek için uyguladığı bir projedir.
Müslümanlar da bu oyuna gelmekte ve İslamofobiya diye bir şey olamayacağını ispat etmek için var güçleriyle Müslümanların hoşgörülü olduğundan bahsetmeye Batılılara yaranabilmek için çırpınmaya çalışmaktadırlar.
İşte Batı’nın ikinci kazığı budur.
Şu son harekâtta görüldü ki ne kadar haklı olursanız olunuz Batı bize düşmandır. Hatta iflah olmaz düşmandır. Neden? Zira hem şanlı Peygamber efendimize düşmandır hem inancımıza ırkımıza hasımdır. İslam dinine ve onun şanlı Peygamberine asırlardır düşmanlık eden bir kitlenin dost olmasını mı bekliyorsunuz? Onların dost olması için tek adım vardır. Müslüman olmalarıdır. Aksi hâlde Batı’dan dostluk beklemek zehirli yılanla aynı çuvala girmeyi arzulamak manasına gelmektedir.
Batı’yı iyi tanı ve tanıt!
İslamiyete ve Türklere yönelik bu olumsuz tavır ve bakış Hristiyan geleneğine ait felsefi altyapıdan kaynaklanmaktadır. Hristiyan Batı dünyası bu düşünce yapısının temellerini Antik Yunan’dan almaktadır. Bu zihniyet onlara kendinden olmayanları ötekileştirme, asimile etme ya da yok etme arzusunu aşılamaktadır.
İşte bu noktada Batı’nın felsefi aktörlerini ve zihniyet yapısını iyi tanımak gerekmektedir.
Bunlardan Aristo, Asyalı toplumları, seçkin Yunanlılar tarafından yönetilecek olan doğal köleler olarak nitelendirmektedir. Bu anlayış politikalarına da yansımış ve Yunan olmayanlar bilhassa Türkler “barbar” olarak nitelendirilirken “doğal köle” kabul edilmişlerdir.
Kendisini köle görenlere karşı, biz size karşı hoşgörülüyüz diye yaklaşmak nasıl bir mantıktır izah edebilecek olanınız var mı? Köle efendiye ikram ediyor öyle mi(!)
Kölenin efendisine tavrı, bağlılıktır. CHP zihniyetinin veya geçtiğimiz günlerde İBB Başkanı’nın yaptığı gibi “Efendim biz size tabiyiz ama bazıları bağlılığımıza sekte vuruyor” diye şikâyet edeceksiniz ve sözünden asla çıkmayacaksınız. Sayın Cumhurbaşkanı’mızın Birleşmiş Milletler’de yaptığı yiğitçe çıkışlar ve mert duruşlar köle zihniyetlileri sıtma tutmuş gibi korkutmaktadır.
Alman Papaz Martin Luther’in (1483-1576) İslamiyet karşıtı ifade ve fikirleri de Batı medeniyetinin Müslümanlara karşı nefret yüklü tutumunda etkin bir rol oynamıştır. O, güya hoşgörüyü esas alan, özgürlükçü bir din anlayışını savunmuştur. Peki Türklere karşı düşünmüş olduğu hoşgörü nasıl bir şeydir? İşte onun eserlerinden Türkler ve Müslümanlara karşı olan derin nefreti:
“Türk’ün tanrısı olan şeytanı yenmeden Türk’ü yenmek kolay olmayacaktır. Tanrı, işlenen sayısız günah ve nankörlük nedeniyle şeytan Türkleri Almanların başına bela etmiştir. Bir Türk’ü öldüren vicdan azabı duymamalı; tersine Hristiyanlığın düşmanını yok ettiği için vicdanı rahatlamalıdır”.
Fransız filozof Voltaire’in şu ifadeleri de İslamiyete karşı alçak ve iğrenç bakışını açıkça ortaya koymaktadır:
“Şu deve tüccarı olan kimse, kasabanın ayak takımı güruhunu, baş melek Cebrail ile konuştuğuna ikna edip inandırır. Cennete alındığını, göklere yükseldiğini ve her sayfasında aklıselimi titreten, sindirimi zor kitabının bir bölümünün orada, bizzat kendisine teslim edildiğini ileri sürer…”
Yine Voltaire’in Rus Çariçesi II. Katerina’ya yazdığı mektubundaki Türkler hakkındaki nefret diline bakınız:
“Yüce majesteleri, Türkleri öldürerek bana yeniden hayat veriyorsunuz. Türk dilini ve onu konuşanları Avrupa’dan sürmek gerek… İnsanlığın iki büyük baş belası var: Birincisi veba, ikincisi Türkler…”
Aynı şekilde Weber, Leibniz, Voltaire, Kant, Hegel, Marx, Engels, Nietzsche, Auguste Comte ve Ernest Renan vd. gibi düşünürler, İslam’ın bilime ve gelişmeye mani olduğunu ifade ederken Müslümanları medeniyetten uzak canavarlar olarak betimlemekten geri durmamışlardır. Onları yok veya asimile etmek nihai hedefleridir.
Bu itibarla günümüzde de Batılı güçler, düşünürlerinin ve aydınlarının yolunda hiç sapmadan yürümeye devam ediyorlar. Suriye’de, Irak’ta, Libya’da Doğu Türkistan’da, Arakan’da imkân buldukları her yerde Türk’ü ve Müslümanları öldürmeye devam ediyorlar.
Köle ruhluluk!
Elbette bu açıklamaları Batı’ya ve Hristiyanlara savaş açalım diye ifade etmiyorum. Ancak asırlardır bizim ezik ve aşağılık kompleksi ile hareket eden aydınlarımız ve idarecilerimiz ise hoşgörü hoşgörü diyerek gençlerimize kimliğimizi ve değerlerimizi kaybettirmektedir.
Üzülerek belirtmeliyim ki, üniversitelerimizden Millî Eğitim’deki tedrisata kadar bu ezikliği görmek mümkündür.
Osmanlı tarihçilerine burun kıvıran bizim anlı şanlı akademisyenlerimizin, Dukas, Babinger, Barthold, Ebül Ferec, Colin İmber, Heywood gibi İslam düşmanı tarihçilerin yazdıklarını haşa Peygamber buyurmuş gibi kabullenişleri bu ezikliğin üniversitelerimize yansımaları değil midir?
Yine Batılı düşünürlerin İslamiyet ve Türklerle ilgili hakaret yüklü ifadelerini çıkarırsak onların zihniyetleri bugün tarihselci ve modernist ilahiyat mensuplarınca aynen ve kısmen savunulmakta değil midir? Hatta KURAMER gibi kurumlar Müslüman müfessir ve muhaddisleri bir yana bırakıp Batılı müsteşrikler gözüyle Kur’ân-ı kerimi ve hadis-i şerifleri yorumlamakta bir beis görmemektedir!
Keza okullarımıza gidiyorum. Duvarlarda iki Müslüman âliminin yanında on Batılı düşünürün sözü yazılı. Okul kitaplarımıza bakıyorum yine aynı. Günün sözü, ayın sözü, özlü sözler derken Batılı filozof düşünür ve ilim adamlarının insanları cezbeden ifadelerinden geçilmiyor.
Yunus’tan Fuzuli’den Baki’den Şeyh Galip’ten, Nabi’den kaç beyit ezberledin, Ahmed Yesevi’nin hikmetlerini okudun mu, Kutadgu Bilig’den ne aldın diyen yok!
Bizdeki Batı hayranı bu kitle Fransız, Alman, İngiliz eserlerinde de bizim ilim adamlarımızın sözlerine rastlıyorlar mı acaba? Onlar da Akşemseddin, Kemalpaşazade, Fatih, Yavuz, Kanuni, Aziz Mahmud Hüdayi, Somuncu Baba, Molla Fenari ve Molla Hüsrev’den alıntılar yapıyorlar mı?
Bir Türk gencine hemen Batı klasiklerini okudun mu diye aşağılanırcasına yükleniliyor. Okumasa ne olur söyler misin neyi eksilir?
Nesillerine daha kendisini tanımadan, düşmanını sevdiren, celladına âşık eden zihniyet ve eğitim ancak sömürge ülkelerinde bulunur.
Açıkçası buna millî eğitim demezler. Parlak sloganlarla gençlerini cellatlarına âşık eden, mankurtlaştıran ve neticede kadim değerlerini unutturmak suretiyle teslimiyetçi kılan bir eğitim derler.
İşte bu sistem içerisinde yetişen ezik aydınlarımız İslam ve Türk düşmanı filozofların kulağa hoş gelen sözlerini paylaşmayı onları tek adres görmeyi hâlâ marifet addediyor. Gençleri onlara doğru meylettiriyor. Yaranmaya çalışıyor…
Siz hâlâ Batı’da birkaç senato üyesinin senede bir hakkınızda söylediği parlak bir iki cümleye kanarak yaltaklanmaya devam edin bakalım, ne kazanacaksınız?
TEFEKKÜR
Din ü milleti unutarak her işimizde
Bitmedi bitmeyecek tabi olmak frenge
İstanbul Sözleşmesi
Son birkaç ay içinde, İstanbul Sözleşmesi ve onu destekleyen kanunlar hakkında yazılar yazdım. Sosyal medyada da fikirlerimi paylaştım. Gittiğim yerlerde verdiğim konferanslarda ise insanların şu suallerine hep muhatap olmaktayım:
Hocam bu İstanbul Sözleşmesi’nin aslı esası nedir? Bize bunu anlatır mısınız?
Demek ki ya biz bazı noktaları atlıyoruz veya okuyucuya meramımızı tam olarak ifade edemiyoruz.
Hazreti Mevlâna “Sözlerim anladığın kadardır” derken ne hoş ifade etmiş…
Bu noktada bizim de sözleşmeyi biraz daha açık olarak ifade etmemiz gerektiğini anladım.
Zira bu sözleşmenin milletin geleceğini karartacağını ve aile yapımızı çökerteceğini belirtiyorsak onun ne olduğunu millete daha iyi izah etmemiz gerekiyor. Aksi hâlde bugünlerde belki yalnız dişi ağrıyan bağırıyor yani sözleşmenin acı zehrini yutanlar ağlıyor. Yarın millet topyekûn ağlayacak ise de iş işten çoktan geçmiş olacak. Bu itibarla bize düşen erken uyarı sinyallerini devreye sokmaktır. Hâlâ millet uyanmazsa ve idarecilerimiz de duymazsa biz en azından görevimizi yaptık diyeceğiz…
Ben bu konuda öncelikle sağduyulu hukukçularımızın konuşmasını beklerdim. TV’lerde bazı hukukçular siyaset konusunda maşallah ortalığı inletiyorlar. Fakat milletimin mahvına sebep olacak bir meselede hukukçu bir akademisyenden neredeyse daha tek cılız bir ses dahi duyamadım.
Millî meselelerde bizim bilim adamlarımız neden suskundur anlayamadım!
Diğer bir üzücü husus ise sağduyulu aydınların ve siyasetçilerin tutumudur! Maalesef bugün AK Partinin iktidar oluşu ve kanunun onun döneminde ortaya çıkması bu sözleşmeyi hiç tasvip etmediği hâlde siyasetçilerin ve büyük oranda aydınların elini ağzını bağlıyor. Hiçbiri sesini çıkarmıyor. Sadece susuyor ve seyrediyor.
Hâlbuki gerçek dost hataları gösterendir, nasihat edendir, yanlışlara dikkat çekendir. Şayet yanlış olduğunu bildiği hâlde susuyorsa dilsiz şeytandır veya dost sandığın gizli düşmanındır. Yok, bu sözleşmenin doğru olduğunu düşünüyorlarsa o zaman savunsunlar biz de bilelim. Hatalı olduğumuzu görelim.
Maksadı ve kapsamı
Öncelikle şunu belirtelim ki İstanbul Sözleşmesi’nin aslı, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’dir. Bu sözleşmenin ilk olarak İstanbul’da şerhsiz ve mutlak kabulü ve şekli oldukça düşündürücüdür.
Zira Meclis’e, 2011 yılında HDP Milletvekili Pervin Buldan sunmuş CHP desteklemiş ve o dönemki MHP ve AK Parti vekillerince de kabul edilmiştir. Aslında böyle meş’um bir sözleşmenin AK Parti ve MHP üyelerinin kabulünden nasıl bu kadar kolay geçtiğini anlamak için dönemin aktif FETÖ tesirini mutlaka dikkate almak gerekmektedir. Aksi hâlde Rusya’nın nesilleri mahveder diyerek 100 yıl görüşülmesini dahi yasakladığı bu sözleşmenin bu kadar kolay geçmesini izah edebilmek mümkün değildir.
Peki milletimizi yavaş yavaş patlama noktasına doğru götüren bu sözleşme nedir? Sözleşmenin maksadı, kapsamı ve tanımı okunduğu zaman perde gerisindeki meş’um hedef ortaya çıkmaktadır.
Maksadı: Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmaktır.
Bazıları bu ifadelere bakarak kadına şiddete karşı bir sözleşme şeklinde düşünüyorsa zehri daha baştan kapıyordur.
Çünkü şiddet denilen uygulamanın tarifi çok geniştir. Bir söz, bir bakış istediği parayı vermeme gibi güya kadını aşağılamaya yönelik gösterilebilecek her hareket şiddetin içine dâhil edilebilmektedir. Nitekim sözleşmenin kapsamı açıklanırken bu husus şöyle beyan edilmiştir:
Aile içi şiddet de dâhil olmak üzere, kadınları orantısız bir biçimde etkileyen, kadına karşı her türlü şiddet için geçerli olacaktır. Kadına karşı şiddetten, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel hayatta meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dâhil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır. Taraflar bu Sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasında toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kadın mağdurlarına özel olarak dikkat göstereceklerdir…
Maddede “toplumsal cinsiyet”, açıklanırken de “Herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır” denilmektedir.
Dolayısıyla burada cinsiyet rollerinin kaynağı olan fıtrat ve yaratılış kaldırılmakta güya kadın ve erkek eşitlenmektedir. Kızlara İsmail, Ali, Mehmet, erkeklere ise Ayşe, Fatma ve Hatice isimleri verilecek, giyim kuşam birleştirilecek ve cinsiyet ayırımı olmadan isteyen istediği ile evlenebilecektir. Buna karşı çıkmak ise İstanbul Sözleşmesi’ne göre suçtur. Böylece dinimizce lanetlenen sapkınlıklar, kanunlarla meşrulaştırılmakta, eş cinsellik meşru ve normal hâle getirilmektedir.
Toplumsal cinsiyet eşitliği adı altında cinsiyet rollerine savaş açan, kadını erkekleştirme, erkeği kadınlaştırma politikaları bu milleti nerelere sürükler şöyle bir tefekkür etmez misiniz? Ailenin çatısı cinsiyet üzerine kuruludur. Nesiller öyle çoğalır. Cinsiyet yoksa aile de yoktur. Ailenin yok olduğu toplumlarda ise artık dinden, milletten devletten bahsetmek hayal olacaktır.
Bir yıkım aracı!
Öte yandan İstanbul Sözleşmesi’nin hız kesmeden ve giderek artan bir dozajda uygulanabilmesi için çıkarılan 6284 no’lu kanun ise, aileyi çökertmekte kullanılan başlı başına bir yıkım vasıtasıdır. İstanbul Sözleşmesi sayesinde Türk İslam aile yapısını yıkmak isteyenlerin ellerine verilmiş en tesirli silahtır. Panzehri olmayan bir zehir gibidir. Bununla güya şiddete uğrayan kadına şikâyet yolu açılırken tek taraflı olarak kadının beyanı mutlak esas kabul edilmiştir. Ardından İstanbul Sözleşmesi’ni takip etmek üzere AB’den ve Soros’tan gelen paralarla kurulan LGBT’li dernekler, kadınlara bu haklarını duyurmak üzere neredeyse tüm yurdu sarmış durumdadır. Maksatları kadına şiddeti bitirmek değil, evlilikleri yok etmek, nikâhlı birlikteliği ortadan kaldırmak ve gençlerimizi sapkın ilişkilere yöneltmek olup bu girişimlerine tam hız devam etmektedirler.
Sözleşmede devamlı vurgu yapılan eşitlik de aldatmacadan başka bir şey değildir. Zira 6284 no’lu kanunda “kadının beyanı esastır” denilerek, daha baştan kadın haklı erkek suçlu kabul edilmiştir. Erkek kendini savunma fırsatını dahi bulamadan doğru veya yanlış bir beyanla evinden uzaklaştırılmakta böylece aileyi parçalamanın birinci adımı kolayca atılmaktadır. Eşler arasına husumet tohumu ekilmektedir. TC kanunlarında erkek kadın arasında bugüne kadar bir ayırım mı vardı? Onu da kanunu çıkaranlar, bugün savunanlar ve hukukçular anlatsın. Bilakis ayırımcılık, eşitsizlik ve adaletsizlik 6284 no’lu kanunla revaç bulmuştur.
Böylece açılan yol kadın ve erkeği birbirine düşman hâline getirmektedir. Bu kanun şiddeti bitirmeye değil çığ gibi arttırmaya yöneliktir. Zira hukukla değil sadece bir beyanla kadın karşısında erkeği suçlu ilan edip ötekileştirmenin mantığını izah edebilecek bir Allah’ın kulu var mıdır?
Ayrıca yine bu sözleşme sayesinde kadını boşanmaya ve aileyi bitirmeye yöneltecek adımlar da atılmıştır. Nitekim boşanma hâlinde tazminat ve ömür boyu nafaka vaadi, kadınları bu tehlikeli maceraya sürüklemektedir. Kanun çıktıktan sonra yapılan araştırmalar, 6284 no’lu kanunu kullanarak binlerce kadının, eşi tarafından fiziksel hiçbir şiddete maruz kalmadığı hâlde kocalarını polis zoruyla evden attırdığını ortaya koymuştur. Zira böyle yüz kızartıcı bir hakarete veya iftiraya maruz kalan kocaları, -genelde karısı sonradan pişman dahi olsa- eve dönmeyip boşanma yolunu seçmektedir. Aktörler ise emellerine ulaşmış olmaktadır. Zira artık aile öldürücü darbeyi yemiş veya dağılmış, çocuklar ise perişan olmuştur.
Hâlbuki şiddet erkeğe, kadına, geline, kaynanaya, torun veya dedeye özgü bir şey değildir. Şiddeti kim işlerse suçlu odur. Bir tarafın beyanını esas alıp diğerini hiç dinlemeden suçlu kabul etmek hangi hukuk kuralında vardır! Bir ülkenin kanunları, vatandaşlarını kadın-erkek ayırımı yapmadan korumak zorundadır. Şayet kanunlarda bir eksiklik varsa o giderilir.
Netice itibarıyla bu sözleşme metni Avrupa Konseyi’nin nesilleri mahvetmeye yönelik bir diktesidir. Bize ne şekilde ve kimlerin dayatması ile kabul ettirilmiş olduğu hâlen bir muammadır.
Dinimize, örfümüze ve aile yapımıza tamamıyla terstir. Dini temelinden sarsmakta, nasihati öldürmektedir. Zira kadının, kocasından rahatsızlık duyacağı veya işine gelmediği her söz ve beyan, şiddet tarifinin içinde yer alabilmektedir. Keza aynı durum adamın oğlu veya kızı için de geçerlidir…
Bu arada iyi incelenirse İstanbul sözleşmesi, temelde erkeği hedef almakta ise de kadını da korumasız, güçsüz kılmakta ve zayıflatmaktadır. Birlikte yaşamayı öldürmekte kişiyi yalnızlaştırmaktadır. Çocukları babasız yaşamaya mahkûm kılmaktadır. Kadınlarımızın bu oyuna gelmemesi ve anlaşmaya en fazla onların karşı durması gerekmektedir.
Tehlikenin daha farkına varamayanlar son beş yılda yapılan istatistiklerde çığ gibi artan boşanma oranlarını, yuvaları dağılan aileleri, iftira ile evinden sokağa atılan babaları, işini kaybedenleri görsünler ve varsa tanıdıkları hukukçulara sorsunlar.
Gelecek beş yılda ise bin yıldır Müslümanlıkla yoğrulan milletimin yurdunda Toplumsal Cinsiyet Eşitliği neticesinde başlayacak erkek erkeğe ve kadın kadına belediye nikâhlı evliliklere hazır olsunlar.
İşte bütün bunların kaynağı İstanbul Sözleşmesi’dir.
Hâlâ anlayamayan, safdillere İngilizce mi Fransızca mı yoksa Arapça ile mi anlatalım! Yoksa “biz böyle bir sözleşmeden rahatsız değiliz” mi dediniz, duyamadım!
TEFEKKÜR
Sözlerim fehmin kadardır kıl nigâh
Hasretim fehm-i sahiha âh ah
.
Mete Han’dan ders çıkarmak
Önceki gün CNN Türk TV’de Ahmet Hakan’ın konukları arasında bulunan CHP 26. Dönem Milletvekili Aytuğ Atıcı, Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı, ABD Başkanı’nın mektubundaki üsluba değinirken çok içerlediğini belirtiyordu. “Onurumuz kırıldı. Buna en ağır cevap bizzat Cumhurbaşkanımız tarafından verilmeli” diyerek feveran ediyordu. Aslında bu tez, mektup açıklandığından beri bilhassa iç siyasette Cumhurbaşkanının özellikle hasımları tarafından şiddetle dile getirilmektedir ve çok düşündürücüdür.
Normal şartlarda bu ifadelerde yadırganacak hiçbir nokta yok. Belki her Türk ferdinin söylemesi gereken bir husustur.
Ancak meseleyi siyasi, diplomasi ve tarihî tecrübeler ışığında birçok yönden irdelemekte fayda bulunmaktadır.
Siyasi noktadan baktığımızda CHP, milletin oyuyla başkanlığa seçilmiş bulunan Sayın Recep Tayyip Erdoğan için, “Ülkemizin bugün baş temsilcisidir ve ona yapılan millete yapılmıştır” diyerek haklı bir duruş sergilemektedir. Ancak başta CHP lideri olmak üzere iki yıldır yapılan akıl almaz hakaret ve iftiraları nereye koymak gerekecektir. Cumhurbaşkanına karşı yapılan hakaretler millete ise daha dikkatli bir üslubu önce kendileri seçmeli değil midir? Bu durum efendim dışa karşı böyleyiz denilerek geçiştirilebilecek bir husus değildir. Milletin seçtiğine dışarıdan bir saldırı yapıldığında millete, içeriden yapıldığında ise şahsa yapılmış olur diye bir kural yoktur. Şayet aynı duruşu içeride de sergilemiş olsa idiler gerçekten tutarlı bir davranış olurdu.
Bu durumda akla başka senaryolar da gelmektedir. ABD ile ilişkilerin bozulması mı hesaplanmaktadır. Eğer öyle ise bu girişime, ülkeyi idareye talip olanların hasmını yanlış yapmaya sürüklemek adına ülkeyi ateşe atması denir ki böylesine akıl dışı hareketleri tarih affetmez!
Diplomasi konusunda ise iyi tarih bilgisi şarttır. Mesela bu noktada Mete Han’ı bilmek ve tanımak lazımdır.
Türk tarihinin en büyük hükümdarlarından biri olarak bilinen Mete Han’la ilgili meşhur bir rivayet vardır… Mete Han tahta çıktıktan sonra güneybatı komşuları olan Tung-hular, Hun tahtına genç yaşta birinin çıkmış olmasından yararlanarak, Hun ülkesini istila etmek istemişlerdi. Bunun için Hunlara politik baskı uygulamaya başladılar. Gönderdikleri elçi ile Mete Han’ın babası Teoman’a ait atı istediler. Mete Han bu isteği kabul ederek atı yolladı.
Tung-hular Mete Han’ın kendilerinden çekindiğini düşünüp daha ileri gittiler ve Mete Han’dan cariyesini istediler. Mete bu isteği de kabul edip cariyesini yolladı. Tung-hular daha da ileri giderek iki devlet arasında kullanılmayan çorak bir araziyi istediler.
Mete Han, bu isteği ise hiç düşünmeden tereddütsüz reddetmişti. Devlet adamları onun neticede savaşa yol açacak bu tavrına şaşırmıştı. “En kıymetli varlıklarını verdin şimdi çorak ve kullanılmaz bir arazi yüzünden savaş mı çıkaracaksın?” dediklerinde Mete Han;
“Onlar bana aitti. Ancak bu defa istedikleri devletime aittir. Devletimin temeli olan toprağı nasıl verebiliriz?” diyerek onları susturdu.
Aslında bu olay o günün şartlarında devlet hayatında taviz politikasının sınırlarını göstermesi bakımından önemlidir. Mete Han kendisine ait olan at ve cariyeyi vermekte tereddüt etmemiş ama halkın malı olan toprak söz konusu olunca taviz vermektense savaşmayı tercih etmiş bulunuyordu. Türk devlet anlayışı telakkisinin en zirve anlayışını yansıtıyordu. Bu tavır tüm Türk tarihi boyunca Türk devlet anlayışının da temelini oluşturacaktır.
Ardından Mete Han’ın ordusu ani bir baskınla devletin namusuna el uzatan Tung-hu’lara haddini bildirmiş ve onları imha etmiştir…
Muhalefetin maksadı ne?
Elbette Trump’ın mektubu diplomasi kaidelerine tam manasıyla ters ve ağırdır. Süper gücün şımarıklığını şu an başta bulunan şahsın kabalığını yansıtmaktadır. Trump bu tavrını sözleri ile olmasa da tavır ve davranışları ile pek çok Avrupa liderine karşı da göstermiştir.
Şimdi CHP ve o zihniyettekilerin Sayın Cumhurbaşkanı’na hitap ederek zaten pamuk ipliğine bağlı duran ilişkileri tümden koparmak istemelerini nasıl yorumlamak gerekmektedir. Bu duruma düşülürse diplomasi yolları bir anda kapanmayacak mıdır?
Şayet Cumhurbaşkanı mektup açıklanır açıklanmaz onların istediği gibi davranmış olsaydı, tam anlaşma kapıları aralanmışken bu kapı yüzlerine kapatılmış olsa böyle mi konuşacaklardı? “Efendim şahsi egonu memleketin önüne geçirdin”; “Ülkeyi bir kez daha düşüncesizce ateşe attın”; “Senin egon tavan yapmış” demeyecekler miydi?
Hâlbuki iyi düşünüldüğünde Sayın Cumhurbaşkanımız tam bir tarihî tecrübe ile mektuba cevap vermiştir. Zira mektup Cumhurbaşkanımıza harekâttan uzak durması için yazılmıştı ve saygısızca tehdit edilmişti. Cumhurbaşkanımız ise ABD Başkanı’nı kaale dahi almadan mektubun gelişiyle birlikte harekâtı başlatarak en ağır cevabı vermişti.
Hâl böyle iken, Türk ordusu ABD’nin bölgedeki gücü olarak görülen teröristlere ağzının payını vermeye başladığı mektubun kimler ve ne maksatla ortaya saçıldığını düşünmek gerekirdi. Cumhurbaşkanı’na “ver Trump’a ağzının payını” diye bağırmak diplomasi dilinden hiç anlamamak ve sokak kabadayılığı hareketlerine teşvik etmektir. Devlet meselesini bir manada şahsiliğe dönüştürmek istemektir. Kılıçdaroğlu’nun evvelce meşhur tarih bilgisi (!) düşünüldüğünde bu duruma fazla şaşırmamak gerekmektedir. Şayet Cumhurbaşkanımızı bu yönlendirmeleri cehalet icabı değilse çok daha düşündürücüdür. Maalesef CHP tavrı, ülkeyi değil sadece ikbal peşinde olduğunun açık kanıtı gibidir. Zira terörist gruplar konusunda tutumları maalesef ülkenin bekasına zarar vermektedir.
Evet devletimizin maruz kaldığı bu netameli günlerde şahsi hakaretlerin esamesi dahi okunmaz. Devletimiz bugünlerde tedbir, istişare ve atacağı adımlarda zamanlama faktörünü elden bırakmadan soğukkanlılıkla kararlarını almalı ve tavizsiz uygulamalıdır.
Zira bölgedeki süper-güçler tam manasıyla satranç oynamaktadır. Acımaları yoktur. Beyinlerinin gerisinde hesap ve planları çoktur. Verdikleri sözleri daha evlerine varmadan unutabilmektedirler.
Bütün buna rağmen Türk idare yapısı sınırımızda beliren büyük tehlikeye zamanında vurmayı ve zamanında durmayı başarmış bölgedeki dünya süper güçlerinin hedef ve maksatlarını da değerlendirmek suretiyle masada şimdilik istediği hedefe ulaşmıştır.
Bölgede henüz istikrar vuku bulmuş değildir. Devletimizin gaflete düşmeden hadiseleri dikkatle takip ederek atacağı adımları ona göre belirlemesi daha da elzem hâle gelmiştir. Zira Türk başarısı, yıllardır tasarladığı planları suya düşenleri yeni hamlelere itebilir!
DİB’i tebrik ve İstanbul Sözleşmesi
- Afrika Müslüman Dinî Liderler Zirvesi’nde konuşan Diyanet İşleri Başkanımız Ali Erbaş, FETÖ konusunda son derece önemli bir konuşma yaptı. Şöyle ki:
“Milletimizin istiklaline ve istikbaline kurşun sıkan FETÖ, din kisvesi altında yayılan dış güdümlü bir terör örgütüdür. Dinî kavram ve söylemlerle gençlerimizi kandırarak kirli emellerine alet etmeye çalışan karanlık bir şebekedir. İslam’ın bütün değerlerini istismar eden, itikadi, amelî ve ahlaki bir sapmadır. Dünyadaki bütün Müslümanların geleceği için büyük bir fitne, tefrika ve tehlikedir. Bu bağlamda başkanlığımız, söz konusu hain yapının içyüzünü anlatan eserler ve raporlar hazırlayarak farklı dillerde yayınlamıştır. Bu eserler dünyanın her yerindeki büyükelçilik ve ülkemizi temsil eden kurumlarımıza gönderilmiştir. Arzu eden ülkelere ve kardeşlerimize de bu sapkın örgütü anlatan eserleri göndermeye devam ediyoruz.”
Sayın Başkan’ın bu konuşmasını tebrik ederken şu acı gerçeği de hatırlatmak istiyorum. Maalesef böylesine tehlikeli bir dinî yapıyı Diyanet Camiasının on yıllar sonunda bir darbe girişimine maruz kalması ile birlikte tespit etmesi hıyanet değilse çok büyük bir gaflettir!..
Bunun üzerinde neden durdum. Zira din ve gençlik üzerindeki projeler bitmemiştir. Şu anda gençliğimiz ve ailemiz, yine bir FETÖ planı olduğu muhtemel İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projelerinin kıskacı altında hızla dejenere olmaktadır. Diyanet Camiası bu meş’um faaliyetin farkına ne zaman varacaktır. Yine on yıllar geçtikten ve ba’de harabü’l-Basra olduktan sonra mı?
Bu arada Sayın Ali Erbaş Bey, Afrika’daki bir kısım yardım faaliyetlerine de dikkat çekmiş. Merak etmesin, bizim sivil toplum kuruluşlarımız Afrika’da kurbanları keser, kuyuları açar, yemek yedirir. Diyanet lütfen bunları bıraksın. Asıl olarak gençliğimize, aile yapımıza sahip çıksın. Zira onların çökmesi dinin de çökmesi manasına gelmektedir!
TEFEKKÜR
Nazar-ı ârifânda yeksandır
Düşman-ı ma’rifetle düşman-ı Hak
.
Fetih
Türk ordusu Suriye’ye yeni bir harekât başlattı. Beraberinde hem içeride hem de dışarıda tartışmalar da başladı.
Bu tartışma alanlarından biri de “Fetih” kelimesinin kullanılmasıydı. Aslında harekâtın adında ve devlet büyüklerinin ağzından böyle bir kelime vaki olmadı. Barış Pınarı Harekâtı adı verilen bu yeni teşebbüsün, isminden de anlaşılacağı üzere bölgeye huzur ve mutluluk getirme maksadını taşıdığı ifade ediliyordu.
Sosyal medyada bu durum genelde fetih hareketi olarak açıklandı. Bazıları bu ifadeden fazlasıyla rahatsız oldu. TV’lerde bu rahatsızlıklarını uzun uzun beyan ettiler.
Ancak aynı kişiler nedense işgal kelimesini kullananlardan hiç rahatsızlık duymadılar. Avrupa’nın, ABD’nin Türkiye aleyhindeki sözlerinden ve saldırgan tutumlarından endişe etmediler.
Sanki, “Ne duruyorsunuz” ve “Ne bekliyorsunuz!” der gibiydiler.
Etimoloji bilgimiz o kadar zayıfladı ki hangi kelimenin hangi manalara geldiği nerelerde kullanıldığı tamamıyla unutuldu.
Dilimiz çorak bir araziye dönüştürüldü.
“Düşmanıyım asaletin kelimelerde bile” diyen zihniyet mensupları, fetih kelimesinin yerine işgali koyabilseler çok ferahlayacaklar. Maalesef bunu bazı safdiller veya birilerine hoş görünmek isteyen gafiller de hiç anlamıyor ve hatta kullanmayı da marifet zannediyorlar. Oysa bu iki kelime doğu ile batı, adalet ile zulüm kadar birbirine zıttır.
Fetih kelimesi Arapça Feteha kelimesinden neş’et eder. Biz Arapça Feteha’yı kullanmadık ise de bu kelimeden kaynaklı onlarca kelimeyi dilimize kazandırdık, benimsedik, kullandık ve hâlâ da kullanmaya devam ediyoruz.
Öncelikle, fetih kelimesini sadece “birinin ülkesini zorla ele geçirmek” şeklinde anlayanlara kelimenin hangi manalara geldiğini beyan edelim.
Fetih kelimesi açma, açılma, başlama, zapt etme, ele geçirme, yol gösterme manalarını taşımaktadır.
Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Birinin gönlündeki gam ve kederi giderip onu sevince gark etmek de fetihtir. Garibin gönlünü fethetti gibi.
Şimdi de bu kelimeden çıkarılan ve çok kullandığımız kelimelere göz atalım.
Fâtih: Fetheden bir ülkeyi alan.
Ne saadet bu taraflarda her ülfetten uzak
Vatanın fâtihi cedlerle beraber yaşamak
Öte yandan İstanbul’u fethettiği için Osmanlı Padişahı II. Mehmed’in lakabı “Fâtih” olmuş ve Türk milletinin en fazla kullandığı isimlerden biri hâline gelmiştir.
Elde sensin dilde sen gönüldesin baştasın,
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Ya Müfettihu’l ebvab!
Fâtihü’l-Ebvab ise “kapıları açan”dır. Genelde Allahü teâlâ için kullanılmaktadır.
Bir kapı bağlarsa açan bin kapı,
Fatihü’l-ebvab’dır Allah, efendi.
Müfettihu’l-ebvâb kelimesi de aynı manadadır. Nitekim şu dua Müslümanların dilinden düşmezdi. Topkapı Sarayı’nın kapılarında ve nice hat levhalarında görülmektedir
“Ya Müfettihu’l ebvab/İftah lena hayru’l bab” (Ey bütün kapıların açıcısı (Allahım). Bize de hayırlı kapılar aç…)
Nitekim Fatih Sultan Mehmed son hücum gününde ordusunu İstanbul surları üzerine sevk ederken Akşemseddin Hazretleri çadırında “Ya Müfettihü’l-ebvab” diyerek gözyaşı döküyor, dua ediyordu.
Ünlü şairimiz Yahya Kemal ise İstanbul’u fetheden yeniçeriye gazelinde Türk ordusunu, kapıları İslam’a açan yiğitler olarak tavsif etmekteydi. Şöyle ki:
Ey leşker-i müfettihü’l-ebvâb vur bugün,
Feth-i mübîni zâmin o tebşir aşkına…
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar,
Fecr-i hücûm içindeki tekbir aşkına…
Yâ Settâr, Yâ Cebbâr, Yâ Gaffâr, Yâ Allâh…
(Ey kapıları açan ordu, vur bugün; O apaçık fethi haber veren müjde aşkına! Son gücünle vur ki açılsın bu surlar, Şafak hücumunda duyulan tekbir aşkına!..)
Miftah kelimesi de fetahadan türetilen günümüzde unutulmaya yüz tutan kelimelerdendir. Bir şeyi açan şey yani anahtar manasınadır.
İşte budur miftah-ı genc-i kadim,
Bismillahirrahmanirrahim.
Besmele, ebedî ve ezelî saadetin anahtarıdır. Hiç elinden gitmeyecek, çıkmayacak hazinelere onunla kavuşursun. O, Bismillahirrahmanirrahim demektir. Her işine onunla başla.
Nef’î de bir gazelinde kelimeyi şöyle kullanmaktadır:
Girdi miftâh-ı der-i genc-i maâni elime,
Âleme bezl-i güher eylesem itlâf değil.
(Mana hazinelerinin anahtarını elime almışım/Bu hazineden âleme mücevherler saçsam ne ziyanı var…)
Aynı kökenden gelen Fatiha kelimesi de başlangıç, giriş demektir. Kur’ân-ı kerimin ilk suresine verilen isimdir. Kur’ân-ı kerimin başlangıcı olmuştur. Mehmet Akif Ersoy şehitlerimize Fatihalar okunmasını isterken şöyle demektedir:
Gök kubbenin altında yatar al kan içinde,
Ey yolcu şu topraklar için can veren erler.
Hakkın bu veli kulları taş türbeye girmez,
Gufrana bürünmüş yalnız Fatiha bekler.
Namaza girişte alınan tekbire de iftitah tekbiri denilmektedir…
İçeriden işgal olunmak!
Fetih ve emsali kelimelerde güzellikler vardır. Mutluluk barış vardır. İyi, güzel ve faydalı işlere başlamak vardır.
Bu bakımdan Barış Pınarı Harekâtı, düşmanın sınırımıza yığdığı korkunç silah ve terörist yığınağını mahveden girişimin bitirilmesine yol açtığı için yeni bir fetihtir. Oradaki insanların terörist yapılıp hayatlarının mahvolmasının önünü kestiği için fetihtir. Vatanından yurdundan olmuş Suriyeli kardeşlerimize inşallah yurt ve vatan kapısını açtığı için fetihtir.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul önüne geldiğinde Bizans, Roma’dan yardım istemişti. Roma ise “Katolik olursanız yardım ederiz” cevabını verdiğinde Bizans’ın ikinci adamı Lukas Notaras;
“İstanbul’da Katolik şapkası görmektense Türk sarığını tercih ederiz” cevabını göndermişti.
İşte Türk sarığı fethi, Katolik şapkası ise işgali temsil eder. İşgalde sömürü, katliam, zulüm, perişanlık bulunmaktadır. İşgalciler fethin manasından gafil olduklarından ihtiva ettiği manaları da anlayamazlar. Cahilin âlimi bilip anlayamadığı gibi.
Âlim ise cahili iyi bilir. Zira evvelce o sıfatı taşımıştır. Dolayısıyla Batı’nın, İslam dünyasını, Türk’ün fetihteki gayesini bilmemesi normaldir. İslam’ın o güzel değerlerine yabancıdır, tanışmamıştır. Ya içerideki bir kısım cahillere ne demek düşer. Görmüyorlar mı bilmiyorlar mı, duymadılar mı?
Bu itibarla tarih elzemdir.
Millî Eğitim bakanımız duymasa da, okumasa da, görmese de ben her vesile geldiğinde TARİH diyeceğim. Tarihi, tasavvuf edebiyatını seçmeli yapma; tarihe değer ver; tarihimi, âlimlerimi, velilerimi gençlerime öğret diyeceğim! Sadece şu son harekâtta dahi dünyanın üzerimize nasıl geldiğini, neler söylediğini, bizi karalamak uğruna ne tür gayret gösterdiğini ve ne iftiralar attığını gör. Gör ve bari içeride nesillerine sahip çık!
Nesiller elden giderse o zaman düşmana hacet kalmaz. İçeriden işgal eder ve işini bitirirler!..
TEFEKKÜR
Ârif isen bir gül yeter kokmağa
Câhil isen gir bahçeye yıkmağa
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
18.10.2019
Türkiye Gazetesi
.
Bugün savaş istemeyenler kimdir?
Dünyanın bugünkü tartışmasız süper gücü ABD aylardır Fırat’ın doğusuna silah yığdı. On binlerle tır silah sevkiyatı aylarca sürdü. YPG güçlerini eğitti ve hazırladı. Kime karşı?
Sayın Cumhurbaşkanımız defalarca burada böyle bir gücün oluşmasına fırsat vermeyeceklerini ifade etti. Fırat’ın doğusuna gireceklerini bildirdi. Süreç oldukça uzun sürdü. Bazıları bunu korkuya hamlettiler. Oysa onlar hazırlandıkça, devletimiz de tedbirlerini alıyor hazırlıklarını görüyordu.
Nihayet bıçak kemiğe dayandı. Öyle zannediyorum ki diplomatik görüşmeler nihayete erdirildi ve “Barış Pınarı Harekâtı”na start verildi.
Son günlerde savaş istemeyiz naraları doruktaydı. Öncelikle şunu bilmek gerekir ki savaşı hiç kimse istemez. Savaş netice itibarıyla maddi ve manevi kayıpları beraberinde getirir.
Ancak öyle zamanlar olur ki, savaş istemeyiz demek, savaş isteriz demekten daha tehlikelidir!.. Nitekim gerek 93 Harbi gerekse Balkan Harpleri öncesinde İstanbul’da tersine olarak savaş isteriz çığlıkları yükselmişti. Sonuç ise felaket olmuştu. Zira orada devletin sözü ile değil, devlete çöreklenmiş Batı uşağı cuntaların yönlendirmesi ile hareket eden çığırtkanların sesine teslim olan idarenin kararı vardı.
Dikkat ediniz bu defa da savaş isteriz çığlıkları yerine istemeyiz çığlıkları var.
Dün olduğu gibi bugün de dışarının maşası olanlar bunları haykırmaktadır.
O gün savaş isteriz diyerek devletimizi harbe sürükleyenler kaybetti. Ülkeler kaybettik. Bu defa ise savaşa girmezsek kaybedecektik…
Elbette savaş diye bağıran ben olmayacağım. Devletim, devlet adamlarım, istihbaratım, ilgili bakanlarım bu işe karar verecekler.
Zira bu ülkenin geleceği tehdit altına girmekteyse ülkemin yetkilileri gözünü kırpmadan o kararı alabilecektir.
Nitekim bugün devletimizin üst kademesi, bir dünya lideri olduğu tartışmasız tescillenmiş bulunan Sayın Cumhurbaşkanımız‘ın liderliğinde ittifakla bu kararı almışlardır. Zira ülkemizin geleceğine yönelik büyük bir tehdit hâline gelmiş bulunan Fırat’ın doğusuna müdahale kaçınılmaz hâle gelmiştir. Birlikte rahmet vardır. İnşallah bu zafer ülkemizi ve bölgeyi ferahlatacak kapıyı açacaktır.
Bundan sonra millete düşen; oraya düğüne gidiyoruz diyerek vatan savunmasına koşan Mehmetçiklere dua etmek ve moral vermektir. Bugün hâlâ savaş istemeyiz diyerek moral bozanların ihanet çemberi içerisinde bulunduklarını biliniz.
Mehmetçiğin savaş yolundaki şu nidaları gözlerimi yaşarttı…
Bizimleydi!
Kapı gibi çağ açıp kapatan,
Cennetmekân Fatih Sultan Mehmed Han,
Yeniden kükredi bugün Alparslan,
Bizimleydi, Sur’da bizimle.
“Allahsız” zalimin zulmüne karşı,
Allah Allah diye inlettik Arş’ı,
Semayı titretti İstiklal Marşı,
Bizimleydi, Yüksekova’da bizimle.
Vallahi var bize kanat gerenler,
Bizimleydi gönül gözü görenler,
Evliyalar, enbiyalar, erenler,
Bizimleydi, İdil’de bizimle.
Ne kadar savaşsak bitmez yolumuz,
Gövdemiz hür, lakin esir kolumuz,
Tepeden tırnağa Anadolu’muz,
Bizimleydi, Silvan’da bizimle.
Kırklar ve yediler açtı kucağı,
Alevlendi her gün iman ocağı,
Resul-i Ekrem’in tevhit sancağı,
Bizimleydi, Nusaybin’de bizimle.
Duanın gücü
Dua müminin silahıdır… Allah’ın kudret ve azameti karşısında kendi acizliğini ortaya koymaktadır. Edebiyatımız dua manzumeleri ile doludur. Bu tip manzumelere münacat ve tazarruname isimleri verilmiştir. Duanın tesirini Rabbimiz haber vermektedir.
Nitekim Bedir’de savaşın en şiddeti anında Şanlı Peygamberimiz, Cebrail aleyhisselamın tavsiyesiyle dua ettikten sonra yerden bir avuç toprak alıp kâfirlerin yüzlerine doğru serpince Kureyş ordusunun gözleri görmez oldu. Böylece savaş Müslümanların lehine neticelendi. Müşriklerin birçoğu öldürüldü. Eshab-ı kiramın içinde şöyle esir ettim böyle perişan kıldık diye konuşmalar başlayınca Cenab-ı Hak Enfal suresi 17. Âyetinde, “Sonra onları siz öldürmediniz ve lâkin onları Allah öldürdü”, buyurdu. Böylece hakikatte yardımın nusretin kendinden olduğunu bildirdi.
Türkler, İslamiyeti kabulleri ile birlikte dua konusunda sınırsız zengin bir medeniyet oluşturmuşlardır. Necip milletimiz hemen her faaliyetini Rabbine sığınarak dua ile tamamlamayı vazife bilmiştir. Yemek duası, yağmur duası, nazar duası, hacı duası, mektebe başlama duası, kitap duası, sefer duası, hatim duası, ezan duası, esnaf duası, yatağa yatma ve kalkma duası gibi çeşitli dualarla sabrını, şükrünü, tedbirini ve isteğini ortaya koymuştur. İlk Türk eserlerinden sayılan Dede Korkut Hikâyeleri ile birlikte hangi alanda yazılırsa yazılsın bütün eserlerde bu anlayış görülmektedir.
Nitekim Dede Korkut’un Dirse Han Oğlu Boğaç Han için söylediği “Yom vereyin Hânum” (Dua edeyim Hânım) şeklinde başlayan duası o kadar içten ve samimidir ki:
Yom vireyin Hânum!
Yarlu kara tağlarun yıkılmasun!
Gölgelice kaba ağacun kesilmesün!
Kanın akan görklü suyun kurumasun!
Kanadlarun uçları kırılmasun!
Çaparken ağ boz atun büdirmesün!
Çalışanda kara polat uz kılıcun gedilmesün!
Dürtüşürken ala gönderün ufanmasun!
Ağ bürçekli anan yiri behişt olsun!
Ağ sakallu baban yiri uçmak olsun!
Hak yanduran çırâğun yanadursun!
Kâdir seni nâmerde muhtâc etmesün!
Ol ögdügüm yüce Allah dost olub meded irsün!
Hânum sana, cânum sana!
Dilinden gitmesin her demde Sübhan!
Yine Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig, Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’indeki manzumeler de dua konusunda oldukça zengindir.
Süleyman Çelebi, Vesiletü’n-Necat’ındaki “Münâcaat”ında her işin evvelinde Allah’ı zikretmenin fazileti ve faydalarını anlatmaktadır. Kim ki gününe Allah adıyla başlarsa o bütün işlerinde başarıya ulaşır. Onun için başarı kapılan sonuna kadar açıktır. Yeter ki kul, her nefeste Allahü teâlâyı zikredebilsin. İşte Süleyman Çelebi bunu şöyle özetlemiştir:
Allah adın zikr idelüm evvelâ
Vâcib oldur cümle işde her kula
Allah adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ide Allah ona
Allah adı olsa her işin öni
Hergiz ebter olmaya anun sonu
İsm-i pakın pâk olur zikr eyleyen
Her murada irişür Allah diyen
Osmanlı padişahları da divanlarında bu konuyu fazlasıyla işlemişlerdir. Dua onların virdi olmuştu.
II. Bayezid Han Cenab-ı Hakka yalvarırken:
Madem sensin sığınağı cihanın
Herkesten Sana iltica yaraşır
Derken III. Murad Han ise her işinde O’nun rızasını elde etmeyi şöyle dile getirmişti:
Allah’ı seven kullar Allah’a sena eyler
Her demde rızasını isminde rica eyler
Kanuni Sultan Süleyman da aynı şekilde:
Dilinden gitmesin her demde Sübhan
Ki oldur kulların derdine derman
Diyerek yakarıyordu. III. Mehmed Han ise zafer için şöyle niyazda bulunmaktaydı.
Enbiya vü evliyaya istinadum var benim
Lütf-ı Haktandır heman ümmid ü feth ü nusretim
Aradan asırlar geçtikten sonra Mehmetçiğin Fırat’ın doğusuna girerken söylediği:
“Bizimleydi gönül gözü görenler/Evliyalar, enbiyalar, erenler/Bizimleydi, İdil’de bizimle” deyişi ne ulvi bir duygu ve heyecandır. Bir kısım ilahiyatçıların ve din düşmanlarının yıllardır yok etmeye çalıştıkları değerler, Anadolu gencinin hafızasında aynı tazeliği ile yaşamaktadır.
Cenab-ı Hak vatanımızı hıfz eylesin, askerimizi ve milletimizi mansur ve muzaffer kılsın. Bu iman ve inançtan bizleri ayırmasın!
TEFEKKÜR
Duacıyam duadur armağanum
Duacıdan duayı armağan um
MEB’in tarih kitaplarında galiz hatalar!
Son günlerde lise talebelerinin sık sık sorularına muhatap kaldığım bir husus var.
Osmanlının kuruluş tarihi meselesi…
Öncelikle “Ortaöğretim Tarih 10” (MEB, Ankara 2018) kitabına göz gezdirdiğimde açıkçası kafamda birçok soru işaretleri de belirmedi değil.
Paul Wittek’in, Osmanlı Beyliği’ni kuran ailenin Oğuzlardan ve Kayı boyundan olmadığı gibi akılalmaz görüşlerinin lise kitaplarımıza kadar girmesi doğrusu beni şaşırttı!..
Üniversiteli gençlerin okuyacağı ve tartışacağı bilgiler lise kitaplarında niçin yazılıyor anlamadım. Gereksiz ve lüzumsuz o kadar çok bilgi var ki akıl alır gibi değil. Buna karşılık Osmanlı tarihi ile geniş araştırmaları bulunan İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Şehabettin Tekindağ gibi tarihçilerimizin ise esamesi dahi okunmuyor.
Yine aynı ders kitabında Osmanlı tarihinin kuruluşu, Halil İnalcık Bey’in 1302 tarihi iddiasına dayandırılırken şöyle sunulmuştur:
“Halil İnalcık’a göre Osman Gazi’ye güç ve prestij kazandıran 27 Temmuz 1302 tarihli Koyunhisar (Bafeus) Savaşı, Osmanlı Beyliği’nin gerçek kuruluş tarihi olarak kabul edilmelidir. Çünkü Osmanlı Devleti gibi büyük bir devletin kuruluşunu birtakım menkıbelerle açıklamaya çalışmak bilimsellikten uzaklaşmaktır.” (s. 58)
Öncelikle şunu ifade edeyim ki Osmanlının birtakım gerçeklerini çarpıtmak, padişahların şahsiyetlerini karalamak isteyenlerin ağzında çiğneye çiğneye cılkı çıkmış bir söz var: “Menkıbe…”
Nitekim “Birtakım menkıbelerle açıklamaya çalışmak bilimsellikten uzaklaşmaktır”, nasıl bir ifadedir. Hangi menkıbe hangi bilimsel gerçeği yok etmektedir? Menkıbe de, konuyu muhatabın gözünden düşür, öyle mi?
Millî Eğitim Bakanımız sabah akşam sorgulayan bir nesilden bahsetmektedir.
Buyurun sorgulayan bir talebenin ayağa kalkarak hocasına şu suali yönelttiğini düşünün:
“Bu konuyu hangi menkıbelere dayandırıyorlar söyler misiniz hocam?”
İşte ben de Talim ve Terbiye Kurulundaki efendilere soruyorum:
“Söyleyin hangi menkıbe?”
Halil İnalcık da “şu menkıbedir” diye söyledi mi gösterin öyleyse?
Nasıl bir aymazlık ve boş iddialardır bunlar.
Bakınız birincisi Halil Bey kabul edilmelidir diyor. “Niçin kabul edilmelidir?” sorusu askıda kalıyor. Devletini kurduğunu saltanatını ilan ettiğini gösteren bilgi ve belge namına tek bir emare yok!
Malum devlet kurmak için hutbe okutmak, para bastırmak, ikta dağıtmak gibi birçok emareler vardır. Buna karşılık “savaş kazanmak” diye bir şart hiçbir yerde geçmez. Savaş sadece Halil Bey’in de belirttiği üzere güç ve prestij kazandırır. Mağlup olmak da devletli kişiyi devletsiz yapmaz. Bunlar farklı hususlardır…
***
Yine lise kitabında Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili olarak “1299 tarihi nereden çıktı” diye sorulduktan sonra şu bilgiler verilmektedir:
“Maarif nezareti 10 Şubat 1914 tarihli bir kararla Osmanlı Beyliği’nin bağımsızlık tarihini ortaya koyma görevini Tarih-i Osmani Encümeni Başkanlığına vermiş ve Efdaleddin Bey bu işle görevlendirilmiştir. Efdaleddin Bey konuyla ilgili eserleri değerlendirdikten sonra hicri 699 miladi 1299 yılını bağımsızlık tarihi olarak kabul etmiştir. Kuruluşun tam tarihini belirlemek isteyen Efdaleddin Bey, Beyati Hasan bin Mahmud’un Cam-ı Cem Ayin adlı eserindeki bir kayıttan bahsetmiştir. Bu kayıtta uç gazilerinin Osman Bey’i oy birliğiyle başa getirdikleri gün el öpme ve kımız ikramının yapıldığı resmî bir tören icra edildiğine dikkat çekilmiştir.” (Bkz. s.57)
Kaynakları görmezsen gülünç olursun!
Konuyu Efdaleddin Bey’e yükleyip bir tek Cam-ı Cem Ayin adlı eserini göstermek tam bir ciddiyetsizliktir.
Hâlbuki Aşıkpaşazade ve Kemalpaşazade gibi ilk dönemin en mühim kaynakları 699/1299 tarihini açıkça vermektedirler.
Aşıkpaşazade tarihinin anlatımına göre Karacahisar 1288’de alınınca bir kısım halkın şehri terk etmesi üzerine evler uzun süre boş ve ıssız kalmıştı. Zamanla çevre illerden ve Germiyan ülkesinden gelenlerle şehir şenlenmeye başladı. 699/1299 yılına gelindiğinde mescitleri, mektepleri, çarşıları ve pazarı ile mamur bir belde hâlini almıştı.
Halk, Dursun Fakih’e gelerek şehirde cuma namazı kılınması için izin istediler. Ayrıca problemlerinin çözümü için kadı tayin edilmesini arzu ettiler.
Dursun Fakih, meseleyi Şeyh Edebali’ye açtı. Sonra beraberce Osman Gazi’ye arz ettiler.
Osman Gazi “Ne yapılmak gerekiyorsa yapılsın” deyince, Dursun Fakih;
“Hân’ım! Sultandan izin almak gerektir” dedi. Bunun üzerine Osman Gazi;
“Bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp düşmanlarla uğraştım. Eğer o, ‘ben Selçuk hanedanındanım’ derse ben de ‘Gök Alp oğluyum’ derim. Eğer ‘bu ülkeye ben onlardan önce geldim’ derse ‘Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi’ derim” cevabını verdi.
Bu sözlerden sonra Osman Gazi, Karacahisar’a Dursun Fakih’i hem kadı hem de hatip tayin etti. Şeyh Edebali’nin akrabası ve talebesi olan Dursun Fakih, büyük âlimlerdendi. Osman Gazi ile bütün savaşlara katılır ve mücahidlere namaz kıldırırdı.
Dursun Fakih ilk cuma günü, minberde hutbeye çıktı. Allahü zül-celal’e hamd, Resulüne salevat, âline ve ashabına duadan sonra; Osman Gazi’nin adını hutbede zikretti.
Kemalpaşazade de Osman Gazi’nin Karacahisar’da cemaatle cuma namazı kılmaya izin verip adına hutbe okutmasını, serbest ve bağımsız hareket etmeye başlamasına bir misal olarak gösterir. Bağımsızlık tarihi olarak 699/1299 tarihini şu ifadelerle verir:
“Âl-i Selçuk dağılıp saltanat işleri ve memleket ahvali bozulunca Osman Gazi cihangirlik meydanında idare dizginlerini eline aldı. Sultan-ı alişan olup unvanı ’emîr’ iken ‘han’ oldu. Hicretin 699. yılında emirlik kürsüsünden saltanat tahtına çıktı. Hilafet hil’atin eğnine alup cihangirlik kemerin beline kuşandı. Kadr ü celali hilal iken bedr, kişveri karye iken şehr, leşkeri nehir iken bahr oldu…”
Bu ifadeler açık bir biçimde Osman Gazi’nin namına hutbe okuttuğunu ve bağımsız hareket etmeye başladığını göstermektedir. Nitekim beyliğin gereği olarak 1301 yılında da emirlerine şehirleri ikta olarak dağıtacaktır. Yani Koyunhisar (Bafeus) Savaşı Osmanlı Beyliği’ne güç katmaktan başka bir mana ifade etmez.
Şayet bu bilgileri menkıbe diye atarsan bu defa bütün kaynakları tamamıyla atman gerekmektedir. Zaten işine gelmedikleri noktada böyle yapılmıyor mu?
Osman Gazi’ye iftira!
Öte yandan Cam-ı Cem Ayin eserinde Osman Gazi’nin kımız içtiğine dair bir rivayet yoktur. Millî Eğitim bunu nereden almıştır anlatmalı! Osman Gazi, Müslüman değildi diyen müsteşriklere kapı mı aralanmak istenmektedir bilinmeli!
Bendeniz 2000’li yılların başında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabında bir bölümün yazarlığını yaparken Hazreti Osman efendimiz hakkında yazılan bir iftirayı kaldırabilmek için iki sene uğraşmıştım. Ancak Talim ve Terbiye Kurulu her defasında yazılarımı sadece “yanlış bilgi” diyerek geri çevirmişti. Ben de kitap heyetini terk etmiştim…
Şimdilerde ise bırakın doğruluğu ispatlanmamış bilgileri iftira olan yazılar dahi rahatlıkla konulmaktadır.
Böyle okumaktansa Millî Eğitim Bakanı iyi ki tarihi seçmeli mi yaptı diyeceğiz anlamıyor insan!
Öte yandan Halil İnalcık iddia etti diye ispatlanmamış bir iddiayı hiç çekinmeden koymak açıkçası insanı ürkütmektedir.
Zira aynı Halil İnalcık o dönemde Osmanlıların Kayı boyundan gelmediğini de iddia etti. Sayın Millî Eğitim Bakanı bu konuda ne düşünmektedir acaba? Bendeniz üç senedir bu söylemlerin bir proje olduğunu Osmanlı’yı kuranların güya Pontus veya Rum olduğuna yol açmak için çıkarıldığını söylemekteyim. Neden duymuyorlar anlamıyorum. Şayet Colin Imber ve Heywood gibi tarihçileri ve iddialarını okurlarsa bu sözlerimin ihtiva ettiği manayı iyi anlarlar.
Galiba bizim sözlerimiz Millî Eğitim Bakanına ve Talim ve Terbiye Kuruluna hep menkıbe olarak geliyor!
Kur’ân-ı kerimdeki kıssaları bile atmaya kalkan ilahiyat hocalarını gördükçe bunlara da ne diyeceğini bilemiyor insan.
Sadece ne yapmak istediklerini ve cevabi yazılarını duyabilsem gam yemeyeceğim. O da yok.
İstedikleri gibi at oynatıyorlar.
İnşallah Millî Eğitim’deki çarpıklıkları ve bu konuda başarısız olduğumuzu her fırsatta dile getiren Sayın Başkanımız, bu ikazlara kulak verir ve duyar diyorum.
TEFEKKÜR
Ne mekândan geldin ne mekândasın
Evvel gözünü aç özünü tanı
Bir kez inkâra düşersen!
Geçen hafta Reşid Rıza’nın mucize düşmanı olduğunu yazdığımda, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde okuyan bazı talebelerden sesler geldi. “Hocam İlahiyat Fakültesine gelin ve mucize düşmanlarını asıl burada görün” dediler.
Gerçekten de kendilerine “İslam inanç esasları” adlı kitabını okutan Prof. Dr. Ömer Aydın, Reşid Rıza’yı da aratacak cinsten.
Evet, maalesef Abduh, Afgani ve Reşid Rıza çizgisinde yol alınca doğru yoldan sapmanın hududu yok. Git gidebildiğin kadar…
Aydın, talebelerin eline verdiği “İslam İnanç Esasları” kitabında, İsa aleyhisselamın göğe çekilmesi ve kıyamete yakın inişi konusunu tamamıyla inkâr ederken şu ifadeleri kullanmaktadır:
“Kur’an’ın hiçbir yerinde Hazreti İsa’nın göğe çıktığından söz edilmez. Aksine onun tabii ölümle öldüğü açık bir şekilde ifade edilir” (s.170).
Yine:
“İsa (aleyhisselam)’nın geleceğini ifade eden birtakım rivayetler varsa da bunlara itibar etmek mümkün değildir. Zira bunlar hem Kur’ân’a aykırı hem de itikatta delil alınması mümkün olmayan ahad haberlerdendir” (s.171) demektedir.
Maalesef bizim bir kısım ilahiyatçılarımız Afgani, Abduh, Reşid Rıza çemberi içinde boğulduklarından başka bir âlim ve tefsir okumazlar. Kabul de etmezler! Burada olduğu gibi “Kur’ân’ın hiçbir yerinde Hazreti İsa’nın göğe çıktığından söz edilmez” deyip geçerler.
Oysa bu konu kelam âlimleri arasında tartışmaya dahi mahal olmayacak bir şekilde ittifaklıdır. Nitekim Mahmut Şeltut, bu konuyu inkâr ettiği bir yazı kaleme aldığı zaman, büyük âlim Zahidü’l-Kevserî de kendisine cevap olarak bir risale yazmıştı. Kevserî, cevabında bu konuyu net ve anlaşılır bir biçimde ortaya koymuş ve hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde izah etmiştir. (Bu konuda Osman Oral Bey’in, “Muhammed Zahidü’l-Kevserî’nin ref ve nüzül-i İsa görüşünün kelamî açıdan değerlendirilmesi” isimli makalesine bakılabilir).
Kevserî öncelikle, “Bu ümmetin imamları ve âlimleri ilk günden günümüze kadar akidenin anlamını bilmiyor değillerdi, onlar Hazreti İsa’nın nüzul meselesini, Şeltut gibi âlimlerden asırlar önce kitaplarında başlık olarak ele almışlardı” der. Ona göre Hazreti İsa’nın ref’i ve nüzulü meselesi açık ayet ve mütevâtir hadislerle sabittir. Kitap, Sünnet ve İcma delillerini inkâr etmek de mümkün değildir. Hazreti İsa’nın ref’i ve nüzulü meselesi akaid eserlerinde geçen ve tartışılmaması gereken bir meseledir. Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat önderlerinin açık biçimde belirttiği bir husustur. Nitekim İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri, el-Fıkhu’l-Ekber’inde “Kıyamet alametlerinden Nüzul-i İsa haktır, inanırız” şeklinde dile getirmiştir.
Ehl-i Sünnet’in itikat imamlarından olan Hasen-i Eş’arî hazretleri (v.936), Allahü tealanın Hazreti İsa’yı semaya yükseltmesi (ref’) üzerinde ümmetin icması bulunduğunu, Deccal’in çıkacağı ve Hazreti İsa’nın onu öldüreceğinin tasdik edilmesi gerektiğini söylemektedir.
Ehl-i Sünnet’in diğer önemli itikat âlimi İmam Mansur Mâturidî hazretleri (v.944) de ilgili ayetlerin tevilinde ref’ ve nüzul-i İsa konusuna değinir. Ona göre Hazreti İsa’nın hayatı baştan sona mucizeyle donatılmıştır. Babasız olarak dünyaya gelmiş, beşikteyken konuşmuştur. Yahudiler onu yalanladılar ve öldürmeye azmettiler, tuzak kurdular, Yüce Allah da İsa aleyhisselamı ref’ etmek ve içlerinden birisini ona benzeterek öldürmelerini sağlamak suretiyle mukabil tuzak kurdu. Başka birisi ona benzetildi ve o kişi öldürüldü. Hazreti İsa ise göğe kaldırıldı. Yine o, rivayetlerde geldiği üzere kıyametten önce nüzul edeceğini ve kendisine tabi olanlarla birlikte kâfirlerle savaşacağını söyler.
İmam-ı Mâturidî, âyet-i kerimelerde yüce Allah’ın azametini ve Hazreti İsa’nın nübüvvetine işaret olduğunu, onu düşmanlarının arasından ruh ve bedenle birlikte aldığını da belirtir.
İmam-ı Nesefî (v.1310) ve Taftazanî (v.1390) de Hazreti İsa’nın ref’ edildiğini, bir çeşit canlı olduğunu, kıyametten önce Muhammed aleyhisselamın dinini yaşamak için tekrar geleceğini söyler.
Lügat ilminin önemi!
Ömer Aydın’ın bütün bu tefsir imamlarını görmeyip doğrudan ve açıkça reddetmesi Kur’ân-ı kerimde geçen teveffi (müteveffi) kelimesine sadece ölüm manasını vermesiyle ilgilidir. Bunlar, tefsir âlimlerinin açıklamalarına karşı kördürler. Bari biraz lügat karıştırıp, kelimenin başka manaları da var mıdır diye araştırsalardı, tefekkür etselerdi. Elbette o takdirde talebenin kafasını karıştıramaz düşüncelerini dumura uğratamazlardı.
Galiba bunlara yüz denilince sadece koyunu yüzen adamlar akıllarına gelmektedir. Oysa denizde yüzmek de vardır. Yüz sayısı olabilir, insan yüzü de akla gelir.
Nitekim “el-Müncid” adlı lügat kitabında teveffa kelimesine “hakkını tam olarak almak” manası verilmiştir. Şanına layık olanı vermek demektir. Öldürmek manasına mecazen kullanılmaktadır. Yine “Teveffi” kavramı, ayet ve hadislerle birlikte değerlendirildiğinde onun “öldürme” anlamının ötesinde “yeryüzünden bütünüyle kaldırıp almak” ve “uyutmak, ölmüş gibi yapmak” anlamlarına da gelmektedir. Kevserî de, “teveffa” kelimesinin ölüm anlamına değil, kabzetmek ve almak anlamına da geldiğini diğer ayetlerle pekiştirerek şöyle der:
“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini belirli bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” Bu ayette geçen “teveffi” kelimesi “ölüm” değil “almak” manasına kullanılmıştır. Eğer ölüm manasına gelseydi “mevt” kelimesinin, anlamsız olması gerekirdi.
Nitekim buna uygun olarak Kurtubî tefsirinde âyet-i kerime şöyle tefsir edilmiştir: “Seni iman etmeyip küfredenlerin arasından, tertemiz olarak kurtarıp meleklerin makamına yükselteceğim. Yeryüzüne indirilmenden sonra da (ecelin gelince) vefat ettireceğim”.
Ruhul Beyân tefsirinde ise Hasen-i Basri hazretlerinin şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: “Allahü teâlâ, İsa aleyhisselamı semaya kaldırdı. Sema Allahü tealanın ihsan ve ikram mahallidir. Meleklerin mekânıdır. Orada Allahü tealadan başka hiçbir kimsenin hükmü geçerli değildir. Bu sebeple İsa aleyhisselamın böyle bir mekâna kaldırılması Allahü tealaya kaldırılmak gibi oldu.”
Bu kaldırılışta beden ve ruh beraberdir. Nitekim Kevserî, sadece ruhu ile yükseldi ifadesini kabul etmez ve şöyle der: “İsa aleyhisselamın semaya kaldırılışını bildiren ayette geçen “rafea” kelimesinin gerçek manası bir şeyi aşağıdan yukarıya nakletmektir ve semaya bizzat kendisinin kaldırıldığını ifade eder. Âyet-i kerimede kelimeyi mecaz manaya hamletmeyi gerektiren bir karine yoktur. Dolayısıyla mecaz manaya hamledip sadece ruhu yükselmiştir denilemez.”
Öte yandan âyet-i kerime, Yahudilerin: “Biz İsa’yı öldürdük” sözlerine cevap mahiyetinde gelmiştir. İsa aleyhisselamın öldürülmeyip semaya kaldırıldığını ifade eder. Bazılarının dediği gibi Hazreti İsa’nın öldürülüp semaya ref’ edilenin ruhu olduğunu iddia etmek, Yahudilerin iddiasını reddetmek değil, onları desteklemek olur. Hâlbuki âyet-i kerime, onların iddiasını çürütmek için gelmiştir. Kevserî, Hazreti Allah, Hazreti İsa’yı, bedeni ve ruhu ile birlikte “ruh maa’l-cesed” semaya yükseltmemiş olup sadece onu ruhu ile yükseltmiş olsaydı, bu Hazreti İsa’nın öldürülmesine aykırı olmazdı, der. Zira ona göre nice peygamberler öldürülmüş, şehit edilmiş sonra da ruhları yükseltilmiştir. Hâlbuki bu âyette Hazreti İsa’nın yükseltilip kaldırılması öldürülmediğine delil olarak gösterilmiştir.
Fasit delil!
Ömer Aydın, bütün ehl-i sünnet müfessirleri ve muhaddisleri bir kenara atıp haşa sanki Kur’ân-ı kerimi sadece kendisi görmüş ve anlamış gibi pervasızca ahkâm kesmekte ve kendi indi görüşüne delil olarak şunları yazmaktadır:
“Kur’ân’ın açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi eğer Muhammed (aleyhisselam) son peygamberse -ki bunda şüphe yoktur- artık ne yeni ne de eski bir peygamber gelmeyecek ortaya çıkmayacaktır. Gerçekte öteki bir peygamberin Hazreti Muhammed’den (aleyhisselam) sonra herhangi bir şekilde ortaya çıkması, peygamberliğin sona erdiği akidesini tahrip eder (aynı eser, s.171).”
Bin yıllık şu İslam beldesinde yaşlı ninelerin ve çocukların dahi bildiği bir konuda ne yazık ki bir ilahiyat profesörü gençlerin kafalarını karıştırmak için her yolu ve metodu kullanmaktadır.
Süleyman Çelebi mevlidinde:
Ölmeyip İsa göğe bulduğu yol
Ümmetinden olmak için idi ol
Derken İsa aleyhisselamın bir peygamber olarak değil Muhammed aleyhisselama ümmet olarak geleceğini, onun dinine tabi olup onu tebliğ edeceğini açıkça göstermektedir.
Büyük tefsir âlimi Fahreddin Râzî (v.1210) ise İsa aleyhisselamın yeryüzüne ineceğini kabul etmenin, Muhammed aleyhisselamın son peygamber olduğu gerçeğiyle çelişeceği görüşüne şu cevabı vermektedir:
“Bize göre böyle bir tenakuz söz konusu değildir ve bunu öne sürmek çok zayıf bir iddiadır. Çünkü nebilerin yeryüzüne gelmeleri, Hazreti Peygamber’in Resul olarak gönderilme anına kadar devam etmiştir. Peygamber efendimizin Resul olarak gönderilmesiyle bu sürecin sona erdiği ayetlerle sabittir. Ancak Hazreti İsa’nın nüzulünden sonra hazreti Muhammed aleyhisselama ve onun şeriatına tabi oluşu, onun Peygamber efendimizden sonra Nebî olacağını göstermez.”
Şimdi şu soruyu sormak hakkımız değil midir?
İlahiyat fakültelerinde bu necip ve asil milletin evlatlarına din diye, İslamiyet diye ne verilmek istenmektedir?
TEFEKKÜR
Karınca kanatlanınca zanneder ki beşarettir
Zavallı bilmez ki ölümüne işarettir
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
27.09.2019
Türkiye Gazetesi
.
Masonların oyuncağı olmak!
28 Şubat süreciydi. Hedef Müslümanlar olduğu için İslami yaşantıyı bozma uğruna her türlü propaganda da yapılmaktaydı.
Türkçe ezan Türkçe Kur’ân tartışmaları had safhadaydı. Başörtüsü problemini ben çözerim diyenler ekranlardan inmiyordu. Keyfine göre tefsir yapanlar her gece bir TV’de idi.
Böyle bir tartışma programında anlı şanlı bir profesörümüz daha genç doçent ve profesörlerle hararetli bir tartışmanın içerisine girmişti.
Diğerlerinin akıl almaz uç fikirleri karşısında anlı şanlı profesörümüz alıklaşmıştı:
Nasıl olur? Nasıl böyle söylersiniz? Cinsinden ifadelerle saçmalıklarına dikkat çekmek istedi.
Diğerleri de hocanın bu çıkışı karşısında şaşkındı. “Hocam biz bu yolu senden öğrendik, bize her konuda içtihat edebileceğimizi siz söylemiştiniz” dediler.
Bu çarpıcı gerçek karşısında öteki ancak, “iyi de canım bu kadar da olmaz ki” diyebildi.
Evet, ana daireden yani ehl-i sünnet itikat ve inancından bir kere çıkılmaya görsün soluğu nerede alacağınızı bilemiyorsunuz. Zira artık derya gibi bir alan var. Yolu, meydanı, sahanı kafana göre istediğin kadar genişlet! Hatta olmadı adına da yine kendi aklına göre bu da ehl-i sünnet dersin ve kendini ferahlatırsın!
Nasıl ki zulüm iğne deliği kadar da olsa zulüm sayılıyorsa ehl-i sünnet itikadından da kıl ucu kadar ayrılsan o artık Resul’ün yolu olmaktan çıkar. Başka bir inanç hâline gelir. Bunu benim veya senin belirleme hakkın yok.
Bu yol şanlı Peygamberimiz tarafından belirlenmiştir.
Dar bir alanda değildir. Geniş bir otobandır. Ancak her şeyin olduğu gibi bu otobanın da sınırları vardır.
İşte, yerine göre benlik yerine göre nefis ve yerine göre ilim insana bu sınırları zorlatır. Nice mübahlar olduğu hâlde insanın sınırı aşıp haramlara yönelmesi gibidir.
Nitekim helal yiyecek ve içecekler sınırsızdır. Haramlar pek azdır. Ancak mayası bozuk olanlar her şey harammış gibi konuşur ve haramı seçer.
İnanılacak esaslar da bellidir. Buna rağmen kendi aklını beğenenler felsefe yaparak “ben neden bir şey ortaya koyamayacağım” diye efelenir.
İşte ehl-i sünnet büyükleri kılı kırk yararak itikattaki ve ibadetteki bütün hususları belirlediler.
İnsanların zorda kalacağı hiçbir husus bırakmadılar.
İnsanoğlu yaşamaktansa tartışmayı seçti.
“Elde Kur’ân gibi burhan varken başka delil aramak zaiddir” deyip önce âlimleri sonra şanlı Peygamber efendimizi yok saymaya başladılar.
Ülkemizi bu noktada etkileyen şahısların önderleri Afgani, Abduh ve Reşid Rıza idiler.
Afgani ve Abduh mason localarına da bağlı olup son büyük imparatorluğumuzun mahvında mühim rol oynadılar.
Reşid Rıza kendisi masonluğa kayıtlı olmamakla birlikte mason Abduh ve Afgani’ye taparcasına bağlıydı.
Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim düsturu uyarınca “Reşid Rıza mason değildi” diyerek övünmek nasıl bir tenakuzdur. Masonun elinde oyuncak olan onların fikirleri ile beslenen bir adam masonluğa kayıtlı olsa ne olur olmasa ne olur?
Öyle bir sinsi çalışma ki!
Reşid Rıza dinî açıdan büyük ölçüde İbni Teymiyye ve İbni Kayyım el-Cevziyye damarından beslenmiştir. Bu ikisinin nasıl doğru yoldan ve itikattan ayrıldığını erbabı iyi bilir. Dolayısıyla Reşid Rıza’nın fikirleri ehl-i sünnet inancı ve itikadına neredeyse taban tabana zıttır. Ehl-i sünnet görünümü, siyasette II. Abdülhamid Han’a sözde bağlılığında olduğu gibi sadece gafil Müslümanları aldatmak içindir.
Misal olarak hocası Abduh, fikirlerini ortaya koyarken bir konuda Mutezilî, bir başka konuda Selefî, bir diğer konuda ise Eş’arî gibi hareket etmekte beis görmemekteydi. Bu mudur ehl-i sünnet itikadında olmak?
Buna karşılık talebesi Reşid Rıza da Hanbelilik çizgisine mensup gibi görünürken Vehhabiliğe meylediyordu. “el-Vehhâbiyyûn ve’l-Hicaz” eserini yazarak Vehhabilik hareketinin gelişimine fikrî manada katkıda bulunmaya çalışıyordu. Böylece bir taraftan da hareketin o dönemdeki lideri Abdülaziz b. Suud’un (1880-1953) siyasetine destek vermeye çalışıyordu. Bugün dünyada Vehhabilik inancının ve politikasının ne olduğunu anlamayan bir Müslüman kaldı mı acaba?
Diğer taraftan bu tip bid’at sahipleri Peygamber efendimizin temiz yoluna vurma noktasını çok sinsice planlamakta ve uygulamakta mahirdirler. Reşid Rıza da İslam âlimlerini gözden düşürmek ve dinin herhangi bir meselesini değiştirmek ve bozmak istediğinde: “Bu mevzu İsrailiyyattandır”, diyerek kalplere şüphe tohumları ekmektedir. Bu ifade, saf veya cahil bir Müslümanın zihninde acaba ne çağrıştırır? İyi düşünmelidir. Herhâlde bu konuyu Yahudiler uydurdu veya onlardan bize nakledildi, öyleyse kabul edilemez. İşte Reşid Rıza’nın sinsice vurguladığı ifadelerden biri budur.
Mesela Deccal, kıyametin kopması ve Hazreti İsa’nın nüzulüyle ilgili rivayetleri İsrailiyyat kategorisinde değerlendirmek suretiyle kökten reddetmiştir.
O, bunu yaparken tabiinin büyüklerinden Kâ’bü’l-Ahbar’ı da İslam inancını kasten bozma teşebbüsüyle itham etmiştir.
Oysa Kâ’bü’l-Ahbar, Yemen Yahudilerinden olup, Tevrat hakkındaki geniş bilgisiyle meşhur bir âlimdi. Babasından kendisine intikal eden tahrif edilmemiş (bozulmamış) bir Tevrat’ta Peygamber efendimizin vasıflarını görünce derhal İslam’ı kabul etmişti. Hazreti Ömer efendimiz döneminde Müslüman olduğu bildirilen Kâ’bü’l-Ahbar, Yahudi âlimleri ile yaptığı münazaralarda doğru yolu ortaya koyarak kendilerini İslamiyet’i kabule teşvik etti. Bunun için Tevrat’ı kullanması Yahudileri perişan etmeye yetiyordu. Bu itibarla Yahudiler kendisine karşı aşırı kinlenmişlerdir. Hakkında çok yalan uydurmuşlardır. Maksatlı kaleme alınmış tarih kitaplarına onunla ilgili akıl almaz iftiralar yazmışlardır. Güya Hazreti Ömer efendimizin şehadetinde onun parmağı vardır. Hâlbuki Hazreti Ömer, Abdullah bin Zübeyr, Abdullah bin Abbas, Ebu Hüreyre kendisinden istifade eden sahabelerdir.
O, İslam âlimleri tarafından Ehli Kitap nakledicilerinin en güvenilir olanı kabul edilmiştir. Geniş bilgisi keskin hafızası konusunda ittifak vardır.
Reşid Rıza ise bir taraftan İsrailiyyatı eleştirip diğer taraftan İsrailiyyatı İslam’ın içerisine soktu diyerek Kâ’bü’l-Ahbar’ın Müslümanlığını tartışma konusu yaparken bazen de tam tersi bir tutumla Ahd-i Atik’e başvurarak ehl-i sünnet büyüklerinin tefsir ve hadis kitaplarındaki rivayetleri reddetmiştir. Nitekim A’râf suresi 133. ayetini tefsir ederken, Ahd-i Atik’teki “Çıkış” kitabından aldığı bilgileri İslam kaynaklarındaki rivayetlere tercih etmiştir.
Mucize düşmanı
Bid’at ehlinin ve ehl-i sünnet muarızlarının en mühim özellikleri ehl-i sünnet âlimlerine fütursuzca saldırmalarıdır. Biz bunların hatalarını ortaya koyduğumuz zaman ise nedense öteleyici oluyoruz. Onları ise bu davranışları sebebiyle tenkit etmeyip özgür düşünce sahipleri diye yüceltiyorlar. Bakalım Reşid Rıza’da özgür düşüncenin sınırı nereye kadar gitmektedir?
Diyor ki: “Şayet Kur’ân’da Hazreti İsa ve Hazreti Musa’yı teyit eden mucizelerden söz edilmeseydi kim bilir belki de Avrupalı özgür düşünürlerin İslam’a yönelip hidayete ermeleri daha fazla ve daha hızlı olabilirdi”.
Haşa Cenabıhakk’ı İslamiyet’in yayılmasında engel göstermek midir özgür düşünce? Cenabıhakk’ın seçtiği ve insanlara hakkı tebliğ için gönderdiği peygamberlerini teyit etmesinden rahatsızlık duyması nasıl bir hezeyandır. Haşa Cenabıhakk’a yarattığı kullarına nasıl hitap etmesini bu haddini bilmeyen düşünür müsveddesi mi öğretecektir?
Neredeyse İslam’ın göz bebeği bütün müfessirleri ve muhaddisleri suçlayacaksın ancak bizim bir kısım ilahiyatçıların ifadesiyle “gerçek İslam’da birlik kahramanı” diye savunulacaksın. Yazık…
Reşid Rıza, tefsirinde geniş düşünce hürriyetini savunur. Düşünce sisteminin ve felsefenin ise tefsirde yeri yoktur. Zira tefsirden maksat murad-ı ilahi’yi anlamaktır. Kendi indi görüşlerinle zamanın insanlarının hoşuna gidecek bir takım fikirler serdetmek değildir. O, bu yaklaşımı sebebiyle tefsirinde yeri geldikçe büyük müfessirleri tenkit etmekten geri durmamıştır. Başta müfessirlerin şahı Kadı Beydavi olmak üzere Kurtubî, Tûsî, Fahreddin Razi, Nesefi, Ebussuud Efendi gibi müfessirleri taklitçi diyerek suçlamıştır.
Nitekim Reşid Rıza, Peygamber efendimizin döneminde ayın yarıldığı (inşikâku’l-kamer) mucizesini kabul etmemiştir. O, bu hadiseyi şanlı peygamberimizin nübüvvetine delil teşkil eden bir mucize değil, kıyametin kopuş zamanına matuf bir işaret olarak almıştır. Ona göre Peygamber efendimizin döneminde ayın gerçekten yarıldığını bildiren rivayetler İsrailiyyat türündedir.
Yine Reşid Rıza, Bedir Savaşı’nda Allah’ın bin melekle Müslümanlara yardım ettiğini bildiren ayetleri (Enfal suresi: 9-10) açıklarken de ehl-i sünnet tefsir âlimlerinin hilafına olarak kendi şahsi fikirleriyle yorumlamaya kalkmıştır. Meleklerin fiilen savaşa iştirak etmelerinin mümkün olmadığını belirterek, zikredilen ayetlerde Allah tarafından Müslüman savaşçıların kalp ve gönüllerine manevi destek verildiği şeklinde fikrini savunmuştur.
Aslında Reşid Rıza, Kur’ân-ı kerimi akli bir mucize olarak belirttikten sonra hem geçmiş peygamberler hem de Peygamber efendimize ait hiçbir mucizeyi kabul etmemektedir.
Yunus Emre ne güzel söylemişti: “Bilene bir söz yeter sende güher var ise”.
Anlamak ve görmek istemeyene ise ne desen, ne söylesen, bir değil binlerce delil getirsen boştur.
TEFEKKÜR
Hakikate hiç inanmaz, yarasa kaçar ziyadan,
Karga çöplükten tat alır, bülbüldür gülü arayan.
Reşid Rıza’nın gerçek yüzü!
Hayrettin Karaman Bey, “Gerçek İslam’da Birlik” isimli eserinde bu birliğin hangi ekolce tasarlanabileceğini göstermek üzere bu milletin evlatlarına Reşid Rıza, Efgani ve Abduh’u örnek şahsiyetler olarak sunmuştu. Biz de bu zatların, hem İslam’ı anlayışlarının Osmanlı ehl-i sünnet inancı ile çatıştığını ve hem de İngilizlerle ittifak ederek Osmanlı Devleti’ne ve hususiyle II. Abdülhamid Han’a ihanetlerinden bahsetmiştik.
Hayrettin Karaman yazılarımıza uzun bir aradan sonra Reşit Rıza’yı savunarak tekrar cevap vermeye başladı.
25 Ağustos 2019 tarihli, “R. Riza, Hilafet ve Abdülhamid Han” yazısında Reşid Rıza’nın Abdülhamid Han’ın yanında bulunduğunu ve ona destek olduğunu uzun uzun izaha çalışmış. Ancak yazısı dikkatle okunursa bu izahın içerisinde Reşit Rıza’nın asıl maksadını yakalamak zor olmayacaktır.
Nitekim Hayrettin Bey şöyle yazmaktadır:
“(Reşid Riza) ümmet çapında yaymağı istediği inanç ve düşüncelerinin tek aracı olan dergisinin (el-Menar) bir engele uğramadan çıkmasını ve yayılarak okunmasını istiyor bunun da saltanatla iyi geçinmeye bağlı olduğunu biliyordu”.
Buna bizim halk dilinde, “köprüyü geçinceye kadar…..” manasına geldiğini herhâlde anlamayan olamaz. Demek ki Reşit Rıza, Abdülhamid Han’ı böylesine bir zihniyetle değerlendiriyor ve yanında duruyordu.
Bugün artık yüzlerce araştırma neticesinde ortaya çıkan hakikat şu ki II. Abdülhamid Han, ehl-i sünnet karşıtlarına ümmetin birliğini bozanların karşısında kale gibiydi. Onlara fırsat tanımamaya çalışıyordu. Bu birlik yıkılırsa İngilizlerin, ümmetin başına nasıl bir bela kesileceğinin farkındaydı.
Abdülhamid Han’ın bu siyasetinin başta Yahudiler olmak üzere İngiliz, Fransız, Rus ve Ermeniler tarafından nasıl değerlendirildiğini ve kendisine nasıl bir kin ve nefretle saldırdıklarını bugün hâlâ bu ülkede bilmeyen duymayan kalmış mıdır acaba?
Yüce hakanı yıkamayan ve alaşağı edemeyenler kendisini diktatör, zalim, müstebit, baykuş ve daha nice aşağılayıcı ifadelerle karalama kampanyasını başlatmadılar mı?
Devrini ise kitaplara “istibdad dönemi” diye kaydettirmediler mi?
Nitekim Reşid Rıza’nın da hocasının hocası olan Efgani’yi seven, takdir eden yolundan giden ve benimseyen hemen herkesin Abdülhamid Han dönemini “devr-i istibdad” diye nitelemesi ne manaya gelmektedir acaba?
Kendisini çok seven Akif’in istibdad şiirine ve Abdülhamid Han’ı zemmederken, “Ne mel’unsun ki rahmetler okuttun ruh-ı iblise” şeklindeki korkunç ibaresini nasıl değerlendirmeliyiz acaba?
Böyle mi sağlanacaktı ümmetin birliği ve dirliği?
İstibdad idaresi öyle mi?
Hayrettin Karaman’ın, Abdülhamid Han’ın saltanattan çekilmesinden sonra Reşit Rıza’nın tavrını ifade ederken aslında bir gerçeğin de altını çizmektedir. Şöyle ki:
“Reşid Riza’nın siyasi görüş ve projesinde meydana gelen değişiklik Sultan Abdülhamid’in hal’inden sonraki yazılarında açıklık kazandı. İttihad ve Terakki iktidarının yerleştiğine kanaat getirinceye kadar yine de ihtiyatı elden bırakmadı. Bundan emin olduktan sonra dergisinde Abdülhamid devrindeki istibdad yönetimi ile meşru olmayan tasarrufları tenkit etti. Kötü sonucu kötü davranışların getirdiğini ifade etti.”
Bu ifadeler karşısında öncelikle şu soruları sormak hakkımızdır:
Reşid Rıza gerçekten hakiki bir âlim midir? Âlim haksızlıklar karşısında susar mı? Yoksa “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadis-i şerifinden gafil miydi?
Abdülhamid Han gittikten, bir daha geri dönmeyeceğine de iyice kanaat getirdikten sonra istibdad yönetiminin bozukluklarını dile getirmiş.
Neymiş bu kötülükler Sayın Karaman! Bunları da öğrensek fena olmayacaktı. Hep istibdadın yanlış uygulamaları diyerek geçip gitmek ne kadar moda oldu. İngiliz Blunt, senin Efgani’yi nasıl aldatıyordu? Biraz da oralara kafa yorsanız ne güzel olacak.
Diğer taraftan Sayın Karaman’ın bunları anlaması da çok zor. Maalesef Efgani, Abduh ve Reşit Rıza derken kendisi de Abdülhamid Han devrini istibdad diyerek yaftalamakta bir beis görmemektedir.
Nitekim yazısının bir yerinde: “R. Riza Osmanlılara ve Abdülhamid’e karşı bu tavır ve tutumunu (olumlu manada) sürdürürken bölgedeki Osmanlı yöneticilerinin ailesine, kendisine ve bazı yakınlarına yaptıkları haksız davranışları biliyor, sultanın ısrarla sürdürdüğü istibdad idaresini de görüyordu”.
Sultanın ısrarla sürdürdüğü istibdad idaresi haa!
Keza Karaman, 29 Ağustos tarihli yazısında da: “Reşid Riza, istibdad yönetimine karşı olduğu, İttihatçıların verdikleri sözler doğrultusunda talepleri de bulunduğu için bunları gerçekleştirmek üzere harekete geçti” demektedir.
İstibdad yönetimine karşı olduğu için vay vay!
Sayın Karaman! İstibdada, zulme, baskıya herkes karşıdır. Fakat burada istibdad devri dediğinizde Abdülhamid Han’ın idaresi ve dönemi anlaşılır. Sizin gibi birinin bunları bilmemesi olamaz. Hâl böyle iken Fransız akademi üyelerinin, Ermeni ve Yahudilerin, İslam düşmanlarının yakıştırdığı bir sıfatı ne kadar rahat kullanıyorsunuz!
Siz o istibdad devri dediğiniz dönem bitip de meşrutiyet idaresi geldiğinde neler olduğunu hiç okumadınız mı? Hangi birlik sağlandı? Üç günde hangi ülkeler yitirildi? Hangi ilerleme kaydedildi söyler misiniz?
Filozof Rıza Tevfik kadar dahi olamıyorsunuz! Pek yazık!
Hâlbuki Abdülhamid Han’da hata ve kusur arayanlar o gidince İngilizlerle iş birliği yapar hâle geldi.
Nitekim Reşid Rıza da İngilizlerle iş birliğinin faydalarını anlatmaya başladı. Bir taraftan da hain İmam Yahya’nın hilafetini savunma derecesine düştü.
Haşa zulmetmez kuluna Hüda’sı
Herkesin çektiği kendi işinin cezası
Hatayı başkalarında bulmak ve görmek ne kadar kolaydır. Biraz da şahıslarında arasalar ne güzel olurdu.
Türk düşmanlığı!
Diğer taraftan Reşid Rıza, Osmanlılara, Hayrettin Karaman Bey’in iddia ettiği gibi öyle dürüst ve samimi olarak bağlı da değildi. Evvelce bir yazımda belirttiğim üzere İstanbul’un fethini dahi fetih kabul etmeyen ve daha fethedilmesini bekleyen birinden nasıl bir Osmanlı muhabbeti beklenebilirdi?
Diğer taraftan hilafet meselesinde Osmanlılara bağlılığı, sadece o günün şartlarında muhtaç bulunmaları düşüncesinden öteye gitmemekteydi.
Zira Reşit Rıza, Osmanlı hilafetini İslam hukuku temeline dayalı bir hükûmet olarak algılamamakta idi. Ona göre hilafet, Abbasilerden Osmanlılara galebe yoluyla geçmiştir. Esir edilen halifeden bu görev alınmıştır. Hâlbuki esir birinin böyle bir yetkiyi devretmeye hakkı yoktur. Hakkı olmayan bir şeyi birine devretmekle o hak gerçekleşmiş olmazdı (Bu görüşleri için bkz. M. Çelen, M. Reşid Rıza’da Hilafet Düşüncesi ve Osmanlı Tecrübesi, s.25).
Şu ifadeler o dönemde İngilizlerden başka kimin değirmenine su taşımaktaydı? Reşid Rıza bunları ifade ederken nedense Abbasilerin hilafeti Emevilerden nasıl devralmış olduklarını hatırına dahi getirmiyordu. Zira ondaki bu şaşılık temelde Türk düşmanlığından gelmekteydi.
Nitekim o, Türklere olan husumetini bu kadarla da bırakmaz. Halife Mutasım ve Mütevekkil’i Türkleri devlet kademelerine aldığı için şiddetle eleştirir ve işlerin bozulması olarak bunu gösterir. Hatta Hazreti Ebubekir efendimizin hilafete Hazreti Ömer’i getirmesini, ileride hilafetin saltanat yoluyla değişmesine yol açacaktır teziyle tenkit eder.
Peki Reşid Rıza’ya göre döneminde hilafete kim elyaktır ve hak etmektedir diye sorulsa vereceği tek cevap vardı:
O da hocası mason Abduh’du.
Sayın Karaman! Bu arada tarih ilmine pek itimat ettiğiniz Murat Bardakçı Bey’in tavsiyesi ile de olsa (zira benim “Kayı 10, II. Abdülhamid Han” kitabımı tavsiye edeceğini pek zannetmem) Orhan Koloğlu Bey’in kitabını okumanıza çok sevindim (18 Ağustos tarihli “Takdir ve tenkit” başlıklı yazınız). Fakat nasıl okuduğunuzu anlayamadım. Kitaptaki şu ifadeleri göremediniz mi?
“Cemalettin Afgani 1876’da Mason oldu ve arkadaşlarını da masonluğa girmeleri konusunda destekledi. Bunların arasında sonraki yılların ünlü isimleri olan Abduh, Saad Zaglul, Yakub Sannu’da vardı”…
“Afgani din aleyhtarı görüşleri sebebiyle Mısır’dan çıkarıldı” (Koloğlu, Abdülhamit Gerçeği, s. 145-146)”.
Siz iki mason hayranı ve ehl-i sünnet düşmanı bir Reşid Rıza’nın nasıl olmasını bekliyorsunuz acaba? Zaten “Gerçek İslam’da Birlik” diyerek bu üçünü yan yana koymanız da birbirlerinin aynısı olduğunun ispatı değil midir?
İnşallah Reşid Rıza’nın diğer fikri yapısını anlatmaya devam edeceğim. Osmanlı ve Türk düşmanlığı o zaman daha iyi anlaşılır sanırım.
TEFEKKÜR
Bir devrede geldik ki bu bâzâr-ı fenaya
Sermâye-i irfânı olanlar hazer eyler
.
Sahteleşen insan!
Tatlılarda bile lezzet yok, tat yok,
Benim bu hâlime takacak ad yok!
Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti Bey, yaşlılığını ifade ederken söylemişti bu sözleri. Oysa bugün, gençler de bulamıyorlar hakiki tatları veya sahteleri gerçek zannetmenin duygusu içerisinde bî-haber yaşıyorlar.
Biz çocukluğumuzda sadece paranın sahtesini duyardık. Bazı kalpazanlar sahte para basıp yakalandıklarında haberlere konu olurdu. Oysa bugün artık görüyoruz ki her şeyimiz sahteye dönüştü.
İhtimaldir ki gıdalarla başladı bu sahtecilik. Beslenme ve gıda uzmanlarını dinledikçe dehşete kapılıyor insan. Tuzundan yağına, etinden ununa neredeyse yenecek bir şey kalmamış. Bu kadar sahte yiyecekle beslenen insan da sahteleşti sonunda. Gülmesi sahte, inancı sahte, yaşayışı sahte, sözü sahte bir insan yığını olup çıktık. Öyle ki böyle bir insan yığını sonunda sahte bir toplum oluşturacak.
Adalet dahi sahteleşmeye başladı. Sosyal medyadaki haberlere göre şekilleniyor sanki… Öyle ki bir olay sosyal medyada gündem olursa adam cezalandırılıyor yok sosyal medyaya yansımazsa arka kapıdan çıkıp gidiyor.
Din sahteleşti, tesettür sahteleşti, ahlak sahteleşti, ibadet sahteleşti!..
İlahiyat profesörleri hadis ayıklayıcısı oldu. Diyanet’e bağlı Kuramer, Kur’ân-ı kerim âyetlerini müsteşriklere göre yorumlar hâle geldi. Ahkam âyetlerini Kur’ân-ı kerimden çıkarmak derdine düştü. Bizim sahte Müslümanlara hangisi uyar hangisi uymaz yahut da bu sahte Müslümanlar hangisini kabul eder, hangisini etmez ona göre bir hadis külliyatı ve ona göre bir Kur’ân-ı kerim hazırlayalım derdindeler. Öyle ya sahtenin dini inancı da sahte olmalı.
Bugün müftülerimiz konuşuyor. Kesilen kurbanlarla derin dondurucuları değil gönülleri dolduralım, diyorlar. İyi de sahte insanların gönlü de sahte, kalbi de. İnsanı güzel ahlaklı yapınca söz söylemeye gerek yok. İnsan sahte olduysa ne vereceksin!
Yıllarca inanç turizmi diyerek haccı umreyi ibadetten turizme ve kurbanı kesimli mi kesimsiz mi verirsin diyerek başka mecralara çevirenler, bugün en büyük dinsiz diyerek andıkları FETÖ’yü, ne acıdır ki kırk sene sonra anlayanlar artık korkunç bir sele dönüşen felaket akıntısını nasıl çevirecekler bilemiyorum…
Sinop’ta Kuzey Fest Organizasyonu
Neredeyse bir aydır Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın KADEM sayesinde Meclis’te yer bulduğunu Türk aile yapısını çökertme yolunda korkunç adımlar attıklarını ifade ediyorum. KADEM’den Meclis’e adım atan AK Partili iki bayan vekil azim ve gayretle İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmaya çalışıyor. Peki diğerleri Türk aile yapısını koruma ve kollama yönünde sahteci mi? Neredeler?
Bakınız kendi icraatı olduğu hâlde CHP, Kazdağları’nı nasıl AK Parti’nin üzerinde yıkmakta mahir davranıyor. Sahte hesaplarla canımıza okuyor. Peki İstanbul Sözleşmesi’nde CHP neden yanınızda bulunuyor söyler misiniz? Bugüne kadar hangi hayırlı hizmetinizin yanında durdu? İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırın bakalım nasıl çıldıracaklar?
S-400’leri getirmek adına ABD’ye kafa tutmaktan daha mı zor, İstanbul Sözleşmesini kaldırmak? Evet bana göre daha zor! Zira en büyük silah vatanı, dini, namusu, bayrağı, ezanı uğruna ölümü göze alan gençtir. S-400’ler ile kalplere hükmedemezsin, ancak ve ancak bedenlere hükmedebilirsin. İstanbul Sözleşmesi ise kalpleri sahte hâle getiriyor. Güçlü aileleri güçsüz kılıyor. Dini imanı mahvediyor.
CHP’liler Kazdağları’nı gündeme taşırken AK Partililer geçen hafta Sinop’ta tertiplenen Kuzey Fest Organizasyonu‘ndan haberdar oldu mu acaba?
Ana babaların dahi ne oluyor diye bakması ve girmesi yasak olan çadırlarda 14-18 yaş arası gençlerin yatırıldığını ve sponsorların çadırların yanı başında sınırsız içki dağıttıklarını gördüler mi? İçeride nelerin yaşandığından haberdar oldular mı? Böyle bir organizasyona izin veren valiyi sorguladılar mı? KADEM oradaki genç kızlarımızın durumu, geleceği ve gelecekte nasıl bir yuva kuracakları konusunda ilgilenmez tabii ki! Onlar İstanbul Sözleşmesi’nden sonra kuruldular! Pir ü paklar. Sadece Ayşe Paşalı olayını misal gösterip kadın haklarını kadınlara duyurmaktan haz alırlar. O aileyi ve yuvaları yıkan hakları, İstanbul Sözleşmesi’nin tanıdığından da gafiller. Arkalarında Batılı vakıflarla destekli derneklerin ne haltlar karıştırdığı ile ilgilenmezler! Uyandıkları gün pek acı olacaktır!
İmamı sahte, hizmeti sahte, kurbanı sahte, altın nesli sahte FETÖ hadisesinin bu millete nasıl bir bela ve felaket olduğunu maalesef anlayamadan daha büyük uçurumlara doğru gitmekteyiz.
Şu kurban ve hac mevsiminde sahteden gerçeğe, suretten asla dönelim de bir nebze olsun farkı fark edelim…
Gayra bakmaz âşık gözü!
Büyük çoğunluğu yüksek rütbeli Osmanlı devlet adamlarından meydana gelen hac kafilesi; âlemlere rahmet olarak yaratılan, mutluluk rehberi Peygamber Efendimizi ziyaret yolundadır. Çölde günlerdir süren yorucu yolculuk bitmek üzeredir. Medine’ye yaklaştıkları bir gecede son kez mola vermişlerdi. Kafiledekiler kısa bir süre içinde yorgunluktan uykuya daldılar.
Ancak biri var ki günlerdir uyku görmeyen nemli gözleri ile uzaklara dalmıştır. Bu kişi iki cihan serveri Peygamber Efendimizin hasreti ile yanmış ve kavrulmuş Yusuf Nâbî’dir. O gece de Resulullâh’a bu kadar yakın olmanın hazzı içerisinde yerinde duramayıp gezerken, devlet büyüklerinden birisinin, ayağını kıbleye doğru uzatmış uyuduğunu gördü.
Yusuf Nâbî’nin gözü karardı. Yetkiliyi uyandıracak ve uyaracak tarzda şu sözler ağzından inci gibi saçılmaya başladı:
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbub-ı Hudâdır bu,
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafâdır bu…
Bu mısraları işiten o yüksek rütbeli kişi hemen ayaklarını toplayarak doğruldu ve;
– Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu? diye sordu. Yusuf Nâbî de;
– Daha önceden hiç söylememiştim. Şu anda sizi bu hâlde uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım, ikimizden başka bilen yok, dedi.
Bu sözler üzerine o kişi rahat bir nefes alarak;
– Mademki bu şiiri burada söyledin burada kalsın. İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz, diye ikaz etti.
O böyle tehditler savuradursun, Cenâb-ı Hak, Habibinin aşkıyla söylenen bu gönül açıcı ifadeleri hiç gizli bırakır mıydı? Bu ifadeleri kıyamete kadar unutulmayacak bir şekilde açığa çıkardı.
Kafile, yoluna devam ederek sabah namazına yakın Mescid-i Nebi’ye vardı. Onlar Mescid-i Nebi’ye girerken minarelerden yanık sesli müezzinler Ezan-ı Muhammedî’den evvel Nâbî’nin;
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbub-ı Hudâdır bu/Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafâdır bu…” diye başlayan na’tını okuyorlardı…
Nâbî ve o yüksek rütbeli kişi hayretten donakaldılar. Sabah namazını kıldıktan sonra Nâbî ve diğer zat namaz kıldıkları caminin müezzinini buldular. Nâbî müezzine;
– Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun söyle! Ezandan önce okuduğun na’tı kimden nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin de büyük bir heyecan içerisinde şunları anlattı:
– Resul-i Ekrem Efendimiz bu gece Mescidi Nebi’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek “Ümmetimden Nâbi isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın” buyurdular. Biz de Resulullâh Efendimizin emirlerini yerine getirdik!..
Nâbî, müezzinin son sözlerini işitmez olmuştu. Gözyaşları içerisinde “Sahiden Nâbî mi dedi. O iki cihanın peygamberi Nâbî gibi bir zavallıyı, günahkârı ümmetinden saymak lûtfunu gösterdi mi?” dedi. “Evet” cevabını alınca da sevincinden bayılarak kendinden geçti…
Nabi’nin, yüreği yanarak söylediği nâ’tının tamamının manası şu şekildeydi:
“Edebi terk etmekten sakın. Zira burası Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamber Efendimizin bulunduğu yerdir… Bu yer Hak teâlânın nazar ettiği ev, Resûl-i Ekremin makamıdır… Burası Cenâb-ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir, fazilet yönünden düşünülürse Allahü teâlânın Arş’ının en üstündedir… Bu mübarek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi… Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı. Zira burası kör gözlere şifa veren sürmedir… Gökyüzündeki yeni ay Onun kapısının yüreği, yaralı âşığıdır. Bunun kandili dahi, ışığının nurunu ondan almaktadır… Ey Nabi! Bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf yeridir…”
Bu samimi duygulara, ihlaslı gönüllere, riyasız aşklara sevgilere o kadar çok ihtiyacımız var ki. Cenâb-ı Hakk, her işimizi ve hâlimizi ihlaslı ve mübarek kılsın, razı olduğu hâlde eylesin…
Sevgili okurlarımın bayramını şimdiden tebrik ederim.
İnşallah büyüklerimi ve geçmişlerimi ziyarete gideceğimden bir müddet yazılarıma ara vereceğimi duyurur, hoşgörülerinize sığınırım…
TEFEKKÜR
Dost ile ettiğin ahdî unutma,
Unutup bu viran evi vatan tutma!
Beyefendi adına zarar vermek!
Türkiye, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra üç senede üç seçim geçirdi. Nice sıkıntılı devrelerden geçti. Gerçekten beka meselesi denilen hassas devreleri atlattı. Ekonomik sıkıntılara katlandı ve hâlâ da katlanmaya devam ediyor.
Böyle bir süreçte maalesef birçokları da hükûmette oluşunu veya devlet adamlarını kullanarak köşe devşirmeye, yanlış işler yapmaya, parasına para katmak üzere dalavereli işlere girmeye ve hatta FETÖ borsası oluşturmaya kalktı.
İşte zaman zaman bu hataları, yanlışları dile getirdiğimizde dostlar hep, “Hocam seçime girerken bunları mı konuşacağız”, “seçim geçsin konuşalım”, “sen bari söyleme…” dediler. Onların nokta-i nazarından bakınca bir bakıma haklıydılar. Fazla bir şey söyleyemedik ve çoğu zaman sustuk. Fakat AK Parti’ye zarar verenler susmuyordu.
Onlar uygulamalarıyla hataları, yanlışları hep devam ettirdiler. Zira nasıl olsa kimse bir şey söylemiyor veya söyleyemiyordu. Zira yaptıkları her işi “Beyefendi” adına yapıyorlardı(!)
Kim ne söyleyebilirdi? Onun için de istedikleri gibi at oynattılar. Ama millet son seçimde iyice dikkat çekerek, artık tahammülü kalmadığını belirtti.
Bakınız; Sayın Cumhurbaşkanı bu mesajı gördü. Birilerinin kendi adına ahkâm kestiğinin farkına vardı ve geçen gün grup toplantısında; “İşinin altından kalkamayan Beyefendi böyle istiyor, Cumhurbaşkanımız, Külliye böyle diyor. Ömrümde görmediğim insanların tavsiyesine kadar her konuda kullanıldığı anlaşılıyor. Peki bunun ispatı var mı? Ağzımdan çıkan böyle bir söz var mı? Yok. Daha önce ahkâm kesenlerle ilgili rahatsızlığımı belirtmiştim. Tekrarlıyorum. Eğer ben birisine bir şey söyleyeceksem tavır koyacaksam kimseyi aracı kılmaya ihtiyacım yok bunu bizzat kendim yaparım” dedikten sonra bir soru üzerine, “Bunun istisnası yok kendi ailem de dâhil” diyerek tam bir lider olduğunu gösterdi…
Aslında bu noktada iş artık danışmanlara düşüyor. Sayın Cumhurbaşkanına doğruları söyleyemeyecek, sıkıntıları arz edemeyecek danışman, orada durmamalı! Milletin derdini ifade edemeyecek olanlar derhâl ayrılmalı! Şunu da açıkça ifade etmek gerekir ki bu noktada milletin Başkan’ın danışmanlarına güveni yok! Her birinin bunun cakasını satmak dışında ne yaptığı belli değil!
Sayın Cumhurbaşkanımız hakkı kendisine korkusuzca ifade edecek birkaç danışman bulmalı ve bunlarla ayda bir görüşmeli, sansürsüz dinlemeli, inanın AK Parti bir yılda yeniden eski heyecanını, dinamizmini kazanır!
“Rîze-i elmas” ekmek!
Aslında bendeniz de Sayın Cumhurbaşkanımızın dile getirdiği bu sıkıntıları yaşayanlardanım. Kutlu Doğum Haftası, Arşivdeki kıyım, adalet mekanizmasının hataları, Diyanet Camiasında bazı FETÖ’cülerin soruşturmalarının durdurulması gibi konularda görüş ve fikirlerimi dile getirdiğimde gerek gazeteme gerekse bendenize bu nevi uyarılar gelmedi değil. Benim de tek sözüm bu oluyordu. Sayın Cumhurbaşkanım rahatsız ise bize ulaşabilir! Şimdi kendisine bu açıklaması için ayrıca teşekkür ediyorum. Zira bu durum bizim, hatalı uygulamalara dikkat çekmekte en büyük itici gücümüz oluyor!
Nitekim bugünlerde milletin en büyük sıkıntısı durumundaki İstanbul Sözleşmesi, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projeleri ve 6284 no’lu kanun gibi problemleri dile getirdiğimizde derhâl birtakım mihraklardan tepkiler de ardı ardına yağıyor. Özellikle medyada tepki verenlerin çoğunun maksadı belli:
“AK Parti bu yanlış uygulamalara devam etsin. Önümüzdeki ilk seçimde de boyunun ölçüsünü alsın. Silinsin gitsin. Millete de ne olursa olsun. AK Parti’ye verdiği desteğin cezasını çeksin!”
Hayır, işte biz böyle düşünenlerden değiliz! Bize göre AK Parti milletin, devletin, bayrağın, dinî değerlerin yanında bir partidir. Cumhurbaşkanımız bu konularda hassas bir liderdir. Onun adına hatalı hareketlerde bulunarak hatalı işler yaptıranları uyaracağız. Bu bir ilim adamı olarak görevimizdir zihniyetiyle hareket ediyoruz.
İşte Sayın Cumhurbaşkanı, nasıl bazılarının kendisini kullandıklarından müşteki ise Sümeyye Hanım da aynı durumdadır. Onun da KADEM’deki konumunu dikkatle değerlendirmesi gerekmektedir. Zira KADEM sayesinde Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı meclise girebilmekte o ve onun gibi LGBT’li dernekler meş’um projelerini sürdürmektedir. Fatura ise Sayın Cumhurbaşkanının hanesine yazılmaktadır.
Bu arada KADEM bazı noktalarda İstanbul Sözleşmesi’nden güya rahatsızmış. Rahatsızlık öyle ağız ucuyla dile getirilmez. İstanbul Sözleşmesi kalkıncaya ve 6284 no’lu kanun değiştirilinceye kadar faaliyetlerimizi durduruyoruz diyebiliyor musunuz? Diyemezsiniz çünkü varlık sebebiniz bu! Milleti düşünmeyen, AK Parti’yi hiç düşünmez!
KADEM’in başkanı neredeyse bütün faaliyetlerine Ayşe Paşalı’nın akıbetini örnek gösterdi. Bir kişinin yanlış işi yüzünden bir milleti öldürecek projeler geliştirilmez. Milletin diniyle değerleriyle oynanmaz!
Yüreğiniz yetiyorsa TUİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) 2005-2018 arasındaki evlenme ve boşanma verilerini inceleyiniz. Evlilik içi tecavüz kavramından İstanbul Sözleşmesine, 6284 no’lu kanundan kadının güçlendirilmesi eylem planına kadar alınan ve alınmakta olan kararlar aileyi güçlü mü kıldı temelinden mi sarstı? Evlenmeleri artırdı mı yoksa gençleri evlilikten soğuttu mu? Boşanmaları durdurdu mu çoğalttı mı? Zinayı mı yoksa nikâhlı beraberliği mi özendirdi?
Haydi değerlendirin ve kamuoyu ile paylaşın. Zira TV’ler size açık, istediğiniz an basın açıklaması yapabilirsiniz. Onlar da KADEM’e iftiralar diye yayınlarlar! Bakınız artık mızrak çuvala sığmıyor, millet sıkıntıları yaşıyor. Sizin basın açıklamanız sadece yaraya “rîze-i elmas” (yarayı derinleştiren ve kapanmasını önleyen elmas tozları) ekiyor.
Feministler, İslam düşmanları ve hatta ve hatta kadın ve aile düşmanları bayram ediyor! Zira onlar asılda kadın falan düşünmezler! Sadece kadını bir yerlere sığıntı yapmanın derdindedirler!
Safınızdakilere dikkat!
Ahmet Hakan, “Ben KADEM’ciyim” diye manşet atıyor, -ki daha önce de bir FETÖ projesi olduğu kesinleşmiş bulunan “Kutlu Doğum Haftası’nın yanındayım” demişti- Tokat Milletvekili Özlem Zengin Hanım da “zor zamanda” yanlarında olduğu için kendisine teşekkür selamı çakıyor!..
Sayın milletvekili! Hangi bakımdan zor durumdaydınız söyler misiniz? Gerçekleri göstermek, hataları sıralamak size zor mu geliyor? Yok haksız isek buyurun sizi üç haftadır tevdi ettiğimiz suallere açıklama yapmaya davet ediyorum.
Nihal Bengisu Karaca Hanım, “siz erkekler” diyerek ayırımcılığın daniskasını da yaparak, bizi kadın karşıtı gibi gösterip tenkide kalkarak güya kendince “yargı dağıtıyor”muş(!) Sayın Karaca şunu unutma! Ailede kadının ve erkeğin değeri birbirlerine kıymet vermekle artar. Anası, eşi, kızı ve kız torunu bulunan bir erkeğe siz kadın sevgisi mi öğretmeye kalkıyorsunuz? Bunu kanun yoluyla mı öğreteceksiniz? LGBT yolunu açarak mı o sevgiyi vereceksiniz? Önce dertlinin bir derdini dinleyin sonra hükmünüzü verin. Sizin babanız, dedeniz, oğlunuz, erkek kardeşiniz varsa benim size erkeklere değer veriniz demem zaid olmaz mı? Ne demek kadın-erkek ayrımı yaparak meseleye yaklaşmak! Unutmayınız cinsiyeti ile övünen üstünlük düşünen ahmaktır. Zira bunlar kişinin elinde değildir. Allah vergisidir. Müslüman kendini hayvandan bile üstün göremez. Üstünlük sadece takvadadır. Size hangi dersi anlatayım ben!
Hangi sıfatla yargı dağıttığı belli olmayan ve milleti seviyesiz gösterip sonra da seviyesizleşmek için Allah’tan yardım dilenen Karaca, meseleyi ele alırken hem her şeyden şikâyetçi, hem kanunlar sürsün, hem hatalar var ve hem de uygulama aynen devam etsin mantığıyla yazısını kaleme alırken hatırıma hemen kurbağanın haşlanması hikâyesi geliyor.
Kurbağayı hafif hafif ısıtacaksın. Ilık suda biraz keyif alan kurbağa haşlandığını anladığında iş işten geçmiş bulunacak. Nitekim Karaca da, “siz sesinizi çıkarmayın, biz de sizi idare edelim nasıl olsa bir nesil sonra yoksunuz” derken bu gidişle uyanmaya dahi vaktimizin olmayacağını nasıl da ağzından kaçırmış! Haklı zira bu gidişle ne aile ne memleket kalacak!
Bir de Karar gazetesinde Elif Çakır! KADEM’i tenkit edenlere karşı nedense pek alınmış! “Sayın Cumhurbaşkanımız bunlara niçin haddini bildirmiyor”, “Beştepe’den neden okkalı bir cevap yok” diyerek derin üzüntüsünü dile getirip kahroluyor!
Güler misin ağlar mısın? Aynı hanım daha önce de Sayın Cumhurbaşkanımızı diktatör olarak suçlamaktaydı! Şimdi ise diktatörlüğe özendiriyor! Nasıl bir mantık ve nasıl bir anlayıştır bu? Hâlbuki KADEM-Soros diyen de olmadı. Çünkü iddiaları okumak, anlamak gibi bir gayretleri de yok bunların.
Evet görülüyor ki bunların hiçbirinin derdi, Türk’ün, Müslümanın aile yapısı değil! Sadece AK Parti hata etsin, erisin, bitsin sevdasındalar! Ne aile ne de millet onları ilgilendirmiyor! Bunlara ilaveten yine KADEM’i alkışlayan Taslaman ve İsmail Saymaz gibilerini ise konuşmaya gerek yok, zira maksatları herkes tarafından biliniyor!
Öte yandan bazıları da İstanbul Sözleşmesi’ni ve 6284 no’lu yasayı tenkit edenleri hemen FETÖ veya trol gibi simgelerle suçlayıp işi sulandırmaya hedef şaşırtmaya çalışıyor.
Buyurun Sayın Özlem Zengin Hanım da dâhil olmak üzere KADEM’cilere bir görev. Şurası herkesçe bilinmektedir ki, neredeyse eğitiminden sporuna kadar 17/25 Aralık 2013 yılından önceki bütün özel veya devlet projelerinde FETÖ elini görmek mümkündür. Öyleyse 2005 yılından 2013 yılına kadar aile yapımızı mahvetmek yolunda ilerleyen İstanbul Sözleşmesi de dâhil çıkarılan kanunları bir araştırın bakalım. Altından kim çıkacak?
Dinimizi ve milletimizi mahvetmeye azmetmiş bulunan bir FETÖ için uygulamanın ilk adımı nereden başlamalıydı sizce? İstanbul Sözleşmesi’nde CHP ve HDP nerede duruyordu?
Şayet bunların cevabını verebilirseniz bütün meseleyi çözersiniz!
Tekrar söylüyorum mesele KADEM değil! KADEM’in arkasında kendisini gizleyen ve İstanbul Sözleşmesi’nden faydalanarak Türk aile yapısını bitiren Mor Çatı Kadın Sığınağı ve daha onlarca LGBT’li derneğin meş’um faaliyetleridir.
Evet, bunlar hem milletin hem de AK Parti’nin temellerini kemirmeye devam ediyor!
Sahi o derneklerin arkasındaki Rockefeller, Soros, Ford vesair kuruluşların desteklerini daha araştırmadınız mı? Nedense bu suallere karşı hiç sesiniz çıkmadı!
Özlem Zengin Hanımefendi Ahmet Hakan’a teşekkür tweetleri atacağı yerde bu konuları araştırmak üzere Meclis’te bir araştırma komisyonu kurulması için çalışsa ne güzel olurdu!
Artık darbe hamasetini bir tarafa bırakın! FETÖ zihniyetinin devam ettirildiği projelere odaklanın!
TEFEKKÜR
Bu dehr-i taabde nâil-i câh olmağa lâ-büdd
Utanmaz yüz tükenmez söz işitmez bir kulak ister
Otağ -III- Horasan’dan Anadolu’ya Selçuklular Sultan Alparslan
ÖNSÖZ
Gaznelilere karşı elde ettikleri Dandanakan zaferi, Selçuk oğullarına devlet kurma yolunu açacaktır. Gazne orduları bu savaşın öncesinde de Selçuklular karşısında üst üste mağlubiyetler yaşamışlardı. İşte bu nihai savaşın (Dandanakan) evvelinde Sultan Mesud bir divan tertip etmişti. Burada yapılan görüşmelerin sonrasında Ebü’l-Fazl Beyhakî’nin Gazneli Sultan Mesud’la arasında şöyle bir konuşma geçmişti.
Beyhakî: “Söylemek istediğim bir mesele daha var, fakat Emir’in ömrü uzun olsun, bunu söylemeye kulunuz utanıyor.”
Sultan Mesud: “Söylemek lâzımdır. Söyle, ben can kulağıyla dinliyorum.” dedi.
Beyhakî: “Emir’in ömrü uzun olsun, bugün bu kavim (Oğuzlar) bize musallat oldu. Biz ne kadar fena insanlarız ki Allah bize bunları musallat etti. Rabbim sizin gibi bir padişahı inayetinden mahrum ediyor ve böyle bir kavim ona karşı muzaffer oluyor? Bu delâlet eder ki Allahü zül-celal sizden razı değildir. Emir bir kere düşünsün… Şayet onun rızasına muhalif bir harekette bulunduysa onun af ve mağfiretine sığınsın, hatta mümkün ise bu gece onun huzurunda secdeye kapanıp tazarru ve niyaz ile yalvarsın, nezirlerde bulunsun, ona karşı muhalif bir harekette bulunduysa nedamet göstersin. Eğer böyle yaparsa, bu gece yapacağı duaların yarın tesirini göreceği muhakkaktır.”
Gazneli sarayında böyle bir konuşma geçerken, diğer yanda kazandıkları bir zaferin sonrasında onlara barış teklif eden Selçukluların bakışı ne kadar manidardır: “Düşünmediğimiz ve ummadığımız halde böyle bir hâdise vuku buldu. Bunu kendimizden bilmek büyük hatadır. Bu büyük orduyu biz yenmedik. Biz kendimizi korumaktan fazla bir şey yapmadık. Bu, onların tedbirsizliğinden olmuştur. Allahü Teâlâ bizim galip gelmemizi diledi, böyle oldu. Bu Hakk’ın bir lütfudur. Tâ ki birdenbire mahvolmadık ve beklemediğimiz halde bunca nimet ve âlet elimize geçti. Fakir idik, zengin olduk.”
Bir insanın işi yolunda gider ve talihi de yar olursa kara toprağı âleme halis altın gibi gösterebilir.
Felek işini küçük görmeyen halinden şikâyet etmeyen adama büyük insan nazarı ile bakar.
Eğer bir süvarinin altındaki at itaat etmezse, süvari tepe üstü düşer ve talihine esir olur.
Oğuzların Kınık boyunun asil evlatları yüz hanelik bir nüfusla Cend’e gelirken Selçuk Bey’in ifadesiyle maksatları şöyleydi: “Bu tarafa gelmemizin sebebi hayırlı bir iş içindir. İslam ehlinin yoluna girmek ve İslamiyet’i kabul etmek içindir. Şimdi dileğimiz budur ki, fukaha ve ulamanın önde gelenlerinden biri, bize Kur’an’ı, iman ve İslam’ın hakikatlerini öğretmek için bu tarafa gönderilsin. Çölde yolunu kaybetmiş avareleri hidayet pınarına ulaştırsın.”
İşte bu saf ve temiz itikatları nedeniyle Cenab-ı Hak azlarını çoğa çevirdi. Onlar Allah için vatanlarını terk ettiler. Cenab-ı Hak, onlara nice nice ülkeler bahşeyledi. Anadolu’yu ise kendilerine ve evlatlarına ebedi vatan kıldı.
Sultan Alparslan komutasındaki Oğuz mücahidleri bir dünya gücünü Malazgirt’te mahvettiler. Bu büyük zaferden 10 yıl sonra ise (1081). Kutalmışoğlu Süleyman Şah idaresindeki Selçuk oğulları Üsküdar’da görüneceklerdir.
Bir kişi ki yardımcısı Allah ola
Var kıyas eyle ki ol ne şah ola
Osmanlı öncesi Türk asırları Otağ serisinde devam ediyor. Otağ III/ Horasan’dan Anadolu’ya Selçuklular: Sultan Alparslan serinin üçüncü eseri olarak elinizde bulunuyor.
Bu eserde Kınık boyunun siyasi sahada göründüğü Lokman Dukak’tan, Sultan Alparslan devri sonuna kadar Selçuklular tarihi göreceksiniz. Küçük bir topluluğun şanlı ve azametli bir devlet haline gelişinin sırlarını bulacaksınız. Anadolu’yu Müslüman Türklere yurt yapan kapıyı açan Malazgirt Savaşı’nın safahatını en çarpıcı yönleri ile okuyacaksınız. Malazgirt, öyle göz kamaştırıcı bir başarı idi ki sonra ki bütün fetihlerin kapısı sayılacaktı. Bu itibarla Arif Nihat Asya Bey, ebced hesabıyla 1071 tutan “Fetih kapıları” deyimini şöyle kullanacaktır:
Malazgird’de destan yazan Türk için dedim sorana:
“Fetih kapıları”, daha bugünden, açıldı ona!
Yine eserde, Lokman Dukak’tan Selçuk’a, Çağrı ve Tuğrul beylerden Alparslan’a bu yüce devletin temellerini atan ve Türk milletine şanlı zaferler bahşeden başbuğların heybetli yürüyüşlerini ve şahsiyet özelliklerini bulacaksınız. Onlara bu zaferin hangi hasletleri dolayısıyla verildiğini anlayacaksınız!
Her eser, öncekilerin çalışmaları ile mükemmelleşir. Selçuklu tarihi ile ilgili kıymetli çalışmalara imza atan rahmetli İbrahim Kafesoğlu, M. Halil Yınanç, Mehmet Altay Köymen, Faruk Sümer, Osman Turan, Ali Sevim, Erdoğan Merçil, bizzat talebesi olmakla şereflendiğim Coşkun Alptekin ve Fahreddin Kırzıoğlu beyleri minnet ve şükranla anmak bir borçtur. Şiirlerinden alıntılar yaptığım destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu Bey’e rahmet dilerim.
Ayrıca günümüzde de Selçuklular sahasında ciddi araştırmaları bulunan Abdülkerim Özaydın, Osman G. Özgüdenli beylere teşekkür eder, çalışmalarında başarılar dilerim.
Eserin basımını gerçekleştiren Timaş Yayınları’na ve Tarih Editörü Zeynep Berktaş’a şükranlarımı sunarım. Yine eserin hazırlanmasında büyük emeği geçen Hamza Umut Albayrak, Ahmet Mercan, Fehim Harmanşa ve Hakan Gürsel beylere müteşekkirim.
Ârif olana besdir işaret…
.
İktidarda “Mor Çatı” mı var?
Hak ve bâtıl, belâya varınca mücadele;
İki çapraz çizgiyle çözüldü muadele.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek Bey tartışmaların alevlendiği zamanlarda işte böyle muhteşem bir beyti ile bütün bir mücadeleyi noktalardı. Çözümü gösterir, hakkı yerli yerine oturturdu.
Bazen tarafların kendini belli etmesi ne kadar önemlidir. Safları gördüğün zaman kimin haklı kimin haksız olduğunu anında anlarsın. Onun için yanında ve safında olanlara dikkat etmelisin.
Kendini öyle sorgulamalısın!
Sultan II. Abdülhamid Han’ın bu hususta şaşmaz bir mihenginden bahsedilir.
O, mühim bir karar vereceği zaman, yaverlerinden birini çağırır ve “Git, bakalım Rus elçisine sor, şu konuda ne düşünüyor” dermiş. Yaveri gider, Rus elçisi ile muhabbet sırasında o konuyu da açar, fikirlerini dinler ve ardından gelerek Abdülhamid Han’a nakledermiş. Padişah bundan sonra tamam dermiş şimdi tam tersini yapın!
Burada ders çıkarılacak nokta elbette Rus elçisi Osmanlının menfaatine olacaksa olumsuz, Rusya’nın menfaatine ise olumlu konuşacaktır. Padişah da ona göre tavrını belirlemektedir.
Şimdi bu iki noktayı neden anlattım? Bu millet “İstanbul Sözleşmesi” ve 6284 no.lu kanundan artık gına getirmiş durumdadır. Aile yapımızı çökerttiğini, dinimizi temelinden sarstığını görmekte ve endişelerini dile getirip bu meş’um sözleşmenin bitirilmesini istemektedir.
Ancak milletin feveranını hakkıyla gündeme taşıyabilen yoktur. Bu konuda en ciddi tenkitleri yıllardır Sema Maraşlı Hanım yapmıştı.
Benim ve Yusuf Kaplan Bey’in yazısı ve twitleri bir anda gündemi sarstı. Milletten görülmemiş olumlu tepkiler geldi.
Biz bilhassa KADEM’in faaliyetlerini öne çıkardık. Zira KADEM, yanlış ve hatalı işlerinin ötesinde İstanbul Sözleşmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projelerinin dalgakıranı durumunda idi. Çünkü bu projeleri destekleyen gerideki 95 derneğin çoğunun arkasında hep Soros vardı.
İşte birileri hemen konuyu Soros ve KADEM ilgisine getirerek sulandırmaya çalıştı. İftira dediler. Birileri de KADEM’in yanındayız mesajları verdiler.
Bakınız bu konuyu asla sulandıramazsınız. Zira bu sözleşme ve projeler milletin yuvasını yakıyor, ailesini yıkıyor, evlatlarını mahvediyor.
Birileri ise bunları görmüyor, hatta zil takıp oynuyor. Kim bu zil takıp oynayanlar?
Caner Taslaman, Ahmet Hakan, Karar gazetesinden Elif Çakır vs… Bunlar ardı ardına KADEM’in yanındayız dediler ve destek çıktılar.
Sebep ne? Zira İstanbul Sözleşmesi, KADEM sayesinde ayakta duruyor. Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, KADEM ve İstanbul Sözleşmesi sayesinde Meclis’e girip faaliyette bulunabiliyor. Onlarca LGBT’li dernek bu sözleşmeye dayanarak aile yapımızı sinsi sinsi kemiriyor.
Artık “Ey KADEM’ciler”, demiyorum. Zira KADEM Başkanı Saliha Okur Gümrükçüoğlu yanına sayın Cumhurbaşkanımızın kızını da alarak basın açıklaması yaparken, İstanbul Sözleşmesi’ni biz çıkarmadık diyerek suçu Reis’e yıkmasıyla düşünce yapısını da göstermiştir. AK Parti’ye en büyük zararı kendisinin vermekte olduğunu ispatlamıştır. Benim sözüm Sayın Sümeyye Hanım‘a. Milletin nefretini kazanmak yolunda son sürat ilerleyen bu İstanbul Sözleşmesi’ne karşı net tavrınızı gösteriniz. Bu KADEM’den çıkınız. Yoksa gerçekten Reis’e büyük zarar verdiğinizi ve siz oradasınız diye, Reis’e hürmeten söz söyleyemeyenler olduğunu biliniz. Sizi öne koyarak birilerinin rahatça AK Parti trollüğü yapmakta olduğunu lütfen artık görünüz.
Bunun için sadece KADEM’i destekleyenlere bakmanız ve onların altına gelen yorumlara göz gezdirmeniz yeterlidir!
Tabii bir de gerçekten doğruları savunduğunu bildiğim ve inandığım bir kısım AK Parti yetkililerine sesleniyorum:
Hakkı ne zaman dile getireceksiniz. Aile yapısını mahveden bu sözleşmenin kalkması için tarihî misyonunuzu ne zaman ifa edeceksiniz?
Bu konunun fecaatini bilen ve takdir eden Memur-Sen, haklı bir taleple İstanbul Sözleşmesi’ne son verilsin derken, Mor Çatı Kadın Sığınağı yetkilileri de şöyle efeleniyordu:
“İstanbul Sözleşmesi tartışmaya açılamaz!..”
Evet, bu ülkede kim iktidarda bilelim.
AK Parti mi yoksa Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı yetkilileri mi?
KADEM’deki bu korku neden?
Bu ülkede son yıllarda garip bir söylem yerleşti. Şayet uzmanı değilsen bir mesele hakkında doğru da olsa fikir yürütemezsin!
Sanki coğrafya uzmanı değilsen Uzungöl’ün hangi bölgede olduğunu bilemezsin.
Gıda mühendisi değilsen yemeğin lezzeti hakkında fikir beyan edemezsin.
Spor yorumcusu değilsen “yahu bu Slimani golcü falan değil” diye hüküm veremezsin.
Evet, ben hayatımda böyle cahilce bir yorum görmedim. Birisi doğru bir ifadede bulunuyor ama muhatabı hemen senin mesleğin ne, titrin ne, sen konuşamazsın diyerek ahkâm kesiyor.
Oysa muhatabın hükmü yanlışsa ve sen de bu konuda bir şeyler biliyorsan doğrusunu söylersin veya doğru kaynaklara yöneltirsin. Yapmazsa da artık kendisi bilir dersin.
İşte İstanbul Sözleşmesi tartışmaları Anadolu’da bazı KADEM yetkililerinin ne düşüncede olduğunu göstermesi bakımından da faydalı oldu. Bunlardan bir tanesi Konya temsilcisi Kübra Karçaaltıncaba Solak idi. Sema Maraşlı Hanım’a attığı tweet tam bir cehalet örneği idi.
Sema Maraşlı Hanım yıllardır İstanbul Sözleşmesi’nin aile yapımıza verdiği zararı irdeleyen bir hanım kardeşimiz. Bu konuyu en fazla araştıran, neticelerini gösteren değerlendiren bir araştırmacı. Kendisini hem tebrik ediyor ve hem de bu konuda ondan çok istifade ettiğimi belirtmek istiyorum.
Bu Konya temsilcisi hanım, Sayın Maraşlı’ya bir taraftan güya bilmediği konularda ahkam kesmemesini istihza ile belirtirken diğer taraftan daha felaket bir şekilde sonunda “Sen git Kur’ân okut” ifadesini kullanabiliyor.
Söz altundur gönül levhinde derc et,
Teraziye vur ondan sonra sarf et.
Demişler. Söz söylerken yeri, maksadı son derece önemlidir. Bu hanım Kur’ân-ı kerim okutmanın önem ve ehemmiyetinden bahsederken birilerine bu işi tavsiye etmiyor.
Sözünü ve işini beğenmediği, aşağıladığı bir hanıma ifadesinin sonunda, “sen git Kur’ân okutmakla meşgul ol”, “konferans vereceğin yerde kızlara Kur’ân öğret” demek Kur’ân-ı kerimi okumayı ve öğretmeyi hafife almak aşağılamaktır. Mevzumuz Kur’ân-ı kerim öğretmek midir ki böyle bir mukayesede bulunulsun. Yoksa muhatabın, Kur’ân-ı kerim öğretmeyi mi hafif görmektedir?
Yazıklar olsun… Kur’ân-ı kerim okumak ve okutmanın önemi konusunda burada meseleye girmeyeceğim ama “Biz Kur’ân’a ve Peygamber’e göre aile yapısını savunuyoruz” diyenlerin maksadı, kızdıklarında hemen nasıl da açığa çıkıveriyor!
Bu bayan kendisini öyle güçlü görüyor ki, “Alanı olmadığı konularda konuşan tarihçiler de sussun!” diyerek bizlere de aba altından sopa göstermeyi ihmal etmiyor.
Herkes sussun, sadece diş hekimi sosyolog hanım konuşsun öyle mi?
Şunu unutmayalım ki yapıcı ve yol gösterici tenkitten ancak hatalı işler yapanlar ve bunu bile bile işleyenler korkar. Aksi hâlde teşekkür edilir. Anlamıyorum KADEM’de bu korku ve rahatsızlık neden?
Bir gerçek ve bir tiyatro oyunu!
Dr. Tahsin Ünal Bey’in, “Türk’ün Sosyo-Ekonomik Tarihi” adlı eserinden bir pasaj:
Milletin beka ve hâkimiyetlerinin kaynaklarından biri de onun gökler kadar engin, kayalar kadar sert bir ahlâk, bir iman ve bir karı koca sadakatine sahip, erkeklerin mert, kadınların iffet ve ismet sahibi olmasıdır. 15 sene Türk tarihini tetkik ederek tarih yazmış olan Amerikalı bir tarihçi “Türklerin yıkılmadan birbiri arkasında devletler ve imparatorluklar kurmalarının sebebini onların sağlam aile yuvaları kurmalarında aramalıdır. Gerçi onlar İslâmî devirde ‘üçten dokuza kadar şart olsun. Hanım ben seni boşadım’ dediler mi, ailelerinden ayrılabiliyorlardı. Fakat karakter sahibi bir Türk erkeğinin ağzından bu bir çift sözü çekip çıkarabilmek için, dört camız gücü lazımdır” demektedir. Ahlâkî metanet ve sağlam karakter denilen budur…
Şimdi de bir tiyatro oyunu yazalım!
Evlenecek çiftler nikâh memurunun bulunduğu masada yerini aldılar. Davetliler kalabalık. Nikâh memuru ailenin öneminden bahsederek çiftleri karı koca ilan edecek ve davetliler de alkış tutacaklar.
Ancak o gün nikâh memuru, gelin adayına dönerek haklarını da sıralamaya başladı:
“Bak kızım! Şayet bu beyin sana ters bakarsa; yaptığın yemeği beğenmezse; hatta seni yemek yapmaya, çocuğuna bakmaya zorlarsa; gezdiğin erkeklere karışırsa, kadınlara saçı uzun aklı kısa falan derse sana şiddete başlamış demektir. Onu derhâl evden uzaklaştırma hakkına sahipsin. Boşanırsan tazminatın olacak, ömür boyu nafakan olacak daha neler neler olacak. KADEM, Mor Çatı vesair derneklerin üyeleri sana bunları gelip uzun uzun anlatacaklar hatırından çıkarma!”
Evet, bu sözlerden sonra ben artık damat efendinin hâlini merak ediyorum. Ne dersiniz ey KADEM yetkilileri bir araştırma yapalım mı?
Sakın Başkanınız da basın toplantısı düzenleyip, “Biz böyle bir şey talep etmiyoruz savunmuyoruz” demeye kalkmasın!
10 Temmuz 2019 günü KADEM Adana İl Temsilciliği, Adana Orman Bölge Müdürlüğü’nde kadınları toplayıp hangi haklarını hatırlattı söyler misiniz? Siz aileyi güçlendirmek adına mı yoksa “rahat bir yaşantı sizi bekliyor bu aile kahrını ne diye çekiyorsunuz” demek için mi varsınız?
Evli barklı hanımları toplayıp boşandıktan sonraki yasal haklarını hatırlatmak mıdır sizin göreviniz? Merak etmeyin boşanacak kadına, avukatları bunları fazlasıyla yerine getiriyorlar! Siz aileyi güçlü kılmaya bakın.
O toplantılarda dinimize göre erkeklerin kadınlar üzerindeki haklarından da bahsedebiliyor musunuz? Ancak İstanbul Sözleşmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projeleri onlara fırsat vermiyor değil mi?
TEFEKKÜR
Nice tahrîr edeyim vasfını derd ü elemin
Bağrı yufka kâğıdın gözleri yaşlı kalemin
KADEM yalnız değil!
Üç yılı aşkın bir süredir gazetemde önce “Pazar” sonrasında ise “Cuma Divanı” adlı köşemde yazılar kaleme almaktayım. Açıkçası en fazla tepki aldığım beş yazıdan biri de geçen hafta, “İstanbul Sözleşmesi (Avrupa Konseyi Sözleşmesi)” ve “Cinsiyet Eşitliği” konusunda yazdıklarım oldu. Konu hakkında şikâyetçi sayısı beni ürküttü.
Taksim’de neyin onuru olduğu belli olmayan LGBT’liler yürüyüşünden sonra, aile sistemimizin bataklığı hâline gelmiş bulunan İstanbul Sözleşmesi’ne ciddi tepki koyanlardan biri de Yusuf Kaplan Bey idi. O, benim de ifade ettiğim üzere Tanzimat’tan beri Türk aile yapısına Batı’nın bu en büyük saldırısını dile getirerek Twitter’da şöyle bir yazı paylaştı:
“Tanzimat’tan bu yana en büyük tehdit ailenin çözülmesidir.
Ailenin korunması millî güvenlik meselesi hâline gelmiştir.
Ailenin çözülmesine yol açan Millî Eğitim, Aile Bakanlığı ve KADEM projeleri derhâl durdurulmalıdır!..”
Fakat ertesi gün hem benim yazıma ve hem de Yusuf Bey’e bir kısım yerlerden tepkiler de geldi. Bunlardan Selçuk Bayraktar Bey tweetinde şöyle demişti.
“KADEM ailenin birliğini ve korunmasını savunur, Soros projeleri iftirası vebaldir. Müslümanın hakkaniyetine yakışmaz. Çok etkileşim alınması doğru söylendiği anlamına gelmez.”
Selçuk Bayraktar Bey’in bilhassa ülke silah sanayiine yaptığı hizmetleri hiç kimse inkâr edemez. En fazla takdir edenlerden biri de benim. Peki buradaki maksadın İstanbul Sözleşmesi olduğu bilindiği hâlde, KADEM’i korumak adına neden böyle bir sahiplenmenin içine girdi? Elbette bunu bilmeyen olamaz. Ancak şu da herkes tarafından bilinmektedir ki KADEM’in içinde yer alan Sayın Sümeyye Hanım’ın Bayraktar’ın eşi ve Cumhurbaşkanımızın da kızı olması bugüne kadar bazı yanlışların görülmesine hep engel oldu. İnsanlar belki uzun süre sırf bu yüzden seslerini çıkarmadılar veya çıkaramadılar.
Bugün gelinen noktada ise hemen herkes İstanbul Sözleşmesi’nin ülkeyi nerelere getirdiğini ve daha ne felaketlere doğru yelken açtırdığını görmekte ve de yetkililere şikâyetlerini iletmek istemektedir.
Bunları değerlendirmek yerine tek bir tweetle, Soros KADEM’i desteklemiyor diyerek sıyrılmaya ve yanlışları kapatmaya çalışmak büyük ucuzluktur!..
Aslında bunu söyleyen de olmadı. Bendeniz de dâhil, Cinsiyet Eşitliği ile ilgili projeler geliştiren bir kısım belediyelerin, STK’ların ve hatta spor kulüplerinin hep Soros’tan nemalandıklarını ve onun adına faaliyet yürüttüklerini yazdık.
KADEM ise bunu kullanarak, “biz almıyoruz, iftira ediyorsunuz”, noktasına getirdi.
Birincisi, Soros’tan destek almamak faaliyetlerin doğru olduğunu göstermez.
İkincisi, sizinle beraber ve hatta sizin gücünüzden istifade ile Cinsiyet Eşitliği projesini yürüten diğer kuruluşları görmek gerekir.
Üçüncüsü ise İstanbul Sözleşmesi bugüne kadar nelere mal oldu ve daha ülkeyi nerelere sürükleyecektir.
KADEM yetkilileri bu defa da sakın, “onlar bizi bağlamaz” basitliğine kaçmasınlar!..
Bakınız Türk halkı imdat istercesine, “Ailem çöküyor, lütfen tedbir alın” diyerek yetkililere seslenirken Meclis’te neler oluyordu?
3 Temmuz 2019’da TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu, İstanbul Sözleşmesi’nin etkinliğinin artırılması için alınması gereken hukuki ve idari tedbirler ve bu mücadeleye STK’ların katkıları konusunda gündem toplantısı hâlindeydi. Bir anlamda, “Türk Aile yapısını çökertme hareketini hızlandırın” manasına gelen bir gündem.
Bunu nereden anlıyoruz? Buyurun katılımcıları görelim.
KADEM’in yanı sıra Türk Kadınlar Birliği, GİKAP, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, KASAV ve Kadın Dayanışma Vakfı.
Şimdi KADEM yetkilileri lütfen bana açıklasınlar! Eşcinselliği savunan “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” ile nasıl birlikte hareket ediyorsunuz? Sizi bir araya getiren hangi güçtür?
Mor Çatı’yı tanımıyor musunuz?
Bakınız Mor Çatı Kadın Derneği’nin sadece şiddet tariflerine basit bir misal vereyim. Sitelerinde ilişkilerde şiddetin boyutunu tarif ederken;
“Sevgilin kadın ve erkeklerin birbirinden farklı işler yapması gerektiğini düşünüyorsa”;
“Sevgilin bir erkek sevgilisini korumalı ve kıskanmalıdır düşüncesine katılıyorsa”, şiddetle karşı karşıya kalabilirsin.
Eşi tarifini bile kullanmayıp hep “sevgilin” ifadesini seçen, 13 yaşından itibaren flörtü destekleyen bu kurumlarla nerede anlaşıyorsunuz ve birlikte ne yürütüyorsunuz anlatabilir misiniz?
Zira bunlar nikâha ve İslam’a düşmanlar. 18 yaşına kadar nikâh kıyıp evlenen genci tecavüzcü diyerek insan yerine koymayıp en aşağılık mahluk gibi görenler 13 yaşındaki kızın ise istediği gençle istediği şekilde flört etmesine her türlü yeşil ışığı yakmaktadır.
Baba veya anne, oğlunu veya kızını böyle davranma diye ikaz ederse baskı ve şiddetin alanına girmektedir.
Bu durum dini temelden yıkmak değil de nedir?
Zira sevgili peygamberimiz “Din nasihattir” buyurdu. Baba oğluna, anne kızına, eşi hanımına yanlış gördüğü bir hususta ikaz görevini yapamayacak mı?
İşte bu durum ailenin temeline dinamit, milletin geleceğine atom bombası koymakla birdir!
Bakınız İstanbul Sözleşmesi’nin kabulü ile birlikte uygulamaları izleme ve müdahil olma hususunda ülke genelinde bir anda tam 95 tane dernek peydah oldu. Bunlar İstanbul Sözleşmesi’ni vesile ederek neler yapıyorlar Sayın Selçuk Bayraktar veya KADEM yetkilileri bana anlatabilir mi?
Bunların kaçını Soros vakıfları destekliyor söyleyebilirler mi?
Bunlardan “Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı” başta olmak üzere, “Mor Salkım Kadın dayanışma Derneği”, “MORel Eskişehir LGBT”, “Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği”, “Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği”, “Sınır Tanımayan Kadınlar Derneği”, “Mersin LGBT 7 Renk ve Araştırma Derneği”, “Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği” ve daha bunun gibi niceleri neler yapmaktadır biliyor musunuz? Millete anlatır mısınız?
Gidiniz o bölgelerde temiz ve asil milletin ne sıkıntılara maruz kaldığını görünüz.
İşte Rusya’da Putin bütün bu faaliyetlere yol açacağını bilerek İstanbul Sözleşmesi’ne imza koymadı. Putin’in FETÖ okullarına tek engel olan başkan olduğunu da hatırdan çıkarmayınız!
Biz ise CHP’nin teklif sunması ve HDP’nin destek olması ile İstanbul Sözleşmesi’ni ilk olarak imzaladık. CHP ve HDP bugüne kadar sizin başka hangi projenize destek oldu söyler misiniz?
Dolayısıyla KADEM, burada milletin bu meş’um sözleşmeye tepkisini şimdilik önleyen bir dalgakıran hüviyetindedir.
KADEM’in gerisinde ise gizlenmiş, ülkenin geleceğini ve aile yapısını mahvetmek üzere ordu gibi çalışan genelde Soros vakıfları ile desteklenen onlarca STK vardır.
İstanbul Sözleşmesi’nin kalkması, KADEM’in varlığına mâni midir?
KADEM varlığını ve varsa hayırlı hizmetlerini yine devam ettirsin. Aksi hâlde, bu necip milletin aile yapısını çökertmeye kararlı İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmaya mâni olmaktaki niyeti ve gayreti nedir?
Artık bunu millete anlatamazsınız!
Şunu da görünüz! AK Parti hareketini Davutoğlu, Gül, Babacan hiç kimse bitiremez.
AK Parti kendi kendini bitirir. Bunda da en büyük etki, Sayın Cumhurbaşkanı’mızın çevresinden gelmektedir.
Sayın Selçuk Bayraktar sadece attığı Tweet’inin altına geldiği yorumları okursa ve Anadolu’da AK Parti teşkilatlarına bu faaliyetleri sorup, -ama sadece sorup- sessizce dinlerse, sözümüzü daha iyi anlayacaktır.
Bir daha ifade edeyim ki bu durum partiler üstü bir meseledir. Millî bir davadır. İstanbul Sözleşmesi Batı’nın diktesidir. Bu ülkeyi mahvetmek adına en büyük ve tehlikeli projesidir!.. Bu duruma artık her kesimden insanın ve bütün bir milletin tavrını göstermesi gerekmektedir.
Yoksa, “Kim ki dişi ağrır, o bağırır”, demişler.
Bugün başı dara düşenler bağırıyor. Yarın millet topyekûn bağıracak ama duyan bulunmayacak. Zira tehlike büyük.
Ayrıca bu meş’um sözleşmeye karşı çıkmak AK Partiye hasım olmak, trol olmak değil bilakis en büyük destektir. İşin erbabı sözümü çok iyi anlar.
Zira asıl trol olmak, “hataları ve yanlışları doğru göstermek için uğraşıp partisine ve davasına zarar vermekle” olur.
TEFEKKÜR
Can sıkar dersin bir âdem doğru bir söz söylese,
Bir müdâhin bin yalan söyler de sıkmaz cânını!..
.
Türk’ün ateşle imtihanı!
Tanzimat’tan beri Türk milletinin, Avrupa’ya karşı vermek zorunda kaldığı en büyük, en uzun soluklu, en çetin ve en acımasız savaşıdır bu. Hiç bitmemiştir ve bitmeyecektir. Zira Türk milletine nihai olarak galebe çalmanın temel yolu buradan geçmektedir. Aksi hâlde bin kez ezseler, bin kez dirilmektedir…
İşte bu varoluş mücadelesinin ana merkezi Türk aile yapısıdır. Zira Türk milletini ayakta tutan en önemli kalesi ailedir. Güçlü aile bağları, Türk gencinin her zaman ve her şartta bedenen ve ruhen sıhhatli, vatan sevgisi ile dolu ve şehadet arzusuyla yüklü olarak yetişmesini sağlamaktadır. Bir milletin en güçlü noktası veya kalesi neresi ise düşman da orasını hedef alır. Bütün saldırılar, taarruzlar, hücumlar oraya olur. Bu bazen sinsi bazen açık hedeftir. İşte Türk milletinin Tanzimat’la başlayan Cumhuriyet döneminde de hız kesmeden devam eden esas mücadelesi bu cephede verilmektedir. Filmler, diziler, romanlar, karikatürler ve daha nice yollarla hep aile bağları aşındırılır. AB kanunları ve dayatmaları ile de bu mücadeleyi kolaylaştırıcı yollar açılır.
Geçtiğimiz pazar günü İstanbul, LGBT hareketinin çirkin boyutlarının nerelere geldiğini açıkça gözler önüne serdi. Devlet büyüklerinin, vatan sevdalılarının, Türk milletinin geleceğini düşünenlerin ellerini başının arasına alıp dikkatle değerlendirmeleri gerektiğini gözler önüne serdi.
Açıkçası İstanbul seçimlerini değil asıl bu hareketin milletimizi nereye götürmekte olduğu üzerinde derin analizlerin yapılması lüzumunu gösterdi. İstanbul seçimi bunun yanında bataklıktaki sivrisinek mesabesindedir.
İnanıyorum ki bu değerlendirmenin sonunda, karşımıza çıkan ilk sonuç, “Biz kime hizmet ediyoruz?” olacaktır. Batı, öldürücü zehirleri bizim elimizle bize şırınga etmektedir. Zehri şekerle kaplayıp sunmaktadır. Basireti bağlı ve Batı’nın yağlı lokmasına tav olanlar, size şekeri göstererek, “Ne var bunda, tatlı şeker işte”, deyip gözü kara bir şekilde projelerin figüranı hâline gelmektedir. “Batı, bu parayı niçin bana veriyor, maksadı gayesi nedir?”, diye asla sorgulamamaktadır.
Şekerle kaplı zehir
İşte bizi bu noktalara getiren ve hız kesmeden devam ettirilen, şekerle kaplı bir zehirden de öte gitmeyen Soros projesinin adı ‘Cinsiyet Eşitliği’dir.
Türkiye’nin 11 Mayıs 2011’de imzaladığı 14 Mayıs 2012’de onayladığı İstanbul Sözleşmesi (Avrupa Konseyi Sözleşmesi), güya kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi gibi masumane bir şekilde sunuluyordu. Oysa hemen akabinde sözleşmenin, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği dâhil yani LGBT’lileri de içine alan, hiçbir ayrıma yer vermeksizin herkese sağlanması gerektiği ifade edilmeye başlandı. Nitekim LGBT’li bireyler de korunma hakkı kazandı.
Bu gelişmeler ne mana ifade ediyordu? Türk’ün üç bin yıllık anane, ahlak, edep ve değerlerinin mahvolması değil mi? Nitekim sözleşmenin bir maddesi, “taraflar kültür, töre, din gelenek ve namus gibi kavramlarla bu sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemine gerekçe olarak kullanılmamasını temin edecektir” hükmünü taşımaktaydı. Burada güya adı “şiddet eylemidir!” Şu kanuna göre baba oğluna, ana kızına, evin beyi eşine nasihat bile veremez hâle gelecektir. O nasihat karşı tarafça şiddet veya baskı olarak değerlendirilirse ne olacaktır? Dikkat ediniz, neden bu kanunlar çıktıkça aile içi geçimsizlikler de artmakta şiddet azmakta, yuvalar bölünmekte, boşanmalar çoğalmaktadır. Neden ters etki yapmaktadır? Vekiller, sosyologlar, psikologlar bunları hakkıyla değerlendirip niçin çözüm önerileri sunmaz? Herkes bana iş çıksın, para kazanayım sevdasında mıdır?
Öte yandan projeler Soros tandanslı olunca hemen herkes nasıl da sahiplenivermektedir. Şimdi hemen herkesin ağzında, kurumların ve kuruluşların ise faaliyetlerinde mutlaka göstermek istedikleri bir çalışma var. “Cinsiyet eşitliği projesine katkı yapıyoruz”. “Cinsiyet eşitliğine saygılıyız”. “Cinsiyet eşitliği eğitimine hazırız” vs… Ne oluyoruz, birdenbire nereden çıktı bunlar? Spor kulüpleri, bir kısım sivil toplum kuruluşları, belediyeler sanki her biri belli bir merkezden emir almış gibi harekete geçiverdiler.
Tıpkı bir dönem “Kutlu Doğum Haftası” kutlamaları gibi. Diyanet, valilikler, belediyeler, millî eğitim camiası ve hatta muhalefet partilerinin liderlerine kadar hemen herkes Kutlu Doğum Haftası’nı en yüksek düzeyde kutlamaya kalkardı. Kutlu Doğum Haftası kalkıp 1400 senedir uygulandığı hâle geri dönülünce son mevlit kandilinde neden unuttular acaba? Hiç kafa yormadınız mı? Demek ki maksat Peygamber efendimizi anmak değildi, İslam’ı bozmaktı!
Artık FETÖ-Metö demeyeceğim, düpedüz Soros projeleri ile Batı’nın kültür emperyalizmi devam etmektedir. Soros ve benzeri kuruluşların paraları bir yerlere akıtılmaktadır. Onların bursları ile palazlanan, desteği ile bir yerlere gelenler de bedel ödemeye devam etmektedir. Türk ve İslam’ın azılı düşmanları her cenahtan taarruz hâlindedir.
Putin kadar olamamak!
Bu tehlikeyi Putin kadar göremeyecek miyiz?
Biz 2011-12 yıllarında Türk ailesini yıkımın eşiğine götürecek bu faaliyetlere onay verirken Rusya’da Moskova Yüksek Mahkemesi, 2012 yılında “Eş Cinsel Onur Yürüyüşü”nün 100 yıl süreyle Rus başkentinde yapılmasını yasaklama kararını çıkarmıştı.
Yasak kararına gerekçe olarak da eş cinselliğin nesil bozukluğuna yol açacağını göstermişlerdi. Anlaşılıyor ki, bataklığın sebebini iyi keşfetmişlerdi. Nitekim Soros vakıflarının kullanılmasının yolunu kapatırken, bu faaliyetleri özendirecek tüm sitelere de erişim yasağı getirmişlerdi.
Rusya bu kararları alırken Putin’e en büyük eleştiri Obama’dan gelecektir. Hollanda ve Fransa devlet başkanları da Rusya’daki dünya kupasına gelmeyeceklerini belirterek bu kararları protesto edeceklerdir.
Evet, Rusya tehlikenin farkında olmuş, nesillerinin mahvolacağını görmüş ve ona göre tedbirler almıştı. Peki, bizde, bu geleceğimizi karartacak projeler ile kim ve nasıl mücadele edecektir?
Bu konuda ilk akla gelecek elbette ki Millî Eğitim Bakanlığı’dır. Hâlbuki MEB Bakanı Ziya Selçuk bir taraftan tarih derslerini ortadan kaldırmak için kararlılığını gösterip bir taraftan da, “Cinsiyet eşitliğine duyarlı okul geliyor” müjdesini verirken büyük haz ve mutluluk duyuyordu.
Evet, bu Millî Eğitim Bakanı, Soros hedeflerinin gerçekleşmesi yolunda eğitim sistemimizi hazırlayan adam olarak tarihe geçecek adımları atmaktadır. Maalesef MEB’nın başında bulunduğu süre içerisinde telafisi imkânsız girişimlere kapı aralayacaktır.
Onun tarih düşmanlığının maksadı daha iyi anlaşılmaktadır. Zira bu milletin köklerine zehir akıtmadan, köklerini kurutmadan, kökleriyle bağını koparmadan başarılı olamazsınız. Soros ve avanesi bunu iyi bilmektedir. Diğer taraftan tasavvuf edebiyatını seçmeli yapmaktaki gayesi de bu vesile ile ortaya çıkmış bulunmaktadır. Belli ki bu sayede müfredatlarda edebiyatın da içini boşaltacaktır. Edepsiz ve ahlaksız bir edebiyat dersinin kapısını aralayacaktır. Coğrafya dersini seçmeli yapmakla da dünya vatandaşı bir Türk oğlunu yetiştirecektir. “İslam felsefesi” dersleri ile de dini tartışmaya daha liselerde açmayı planlamaktadır.
Bir dönem bu faaliyetlere kapı aralayan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı maalesef bugün de tehlikenin farkında değildir. Gençlik ve Spor Bakanlığı bu tehlikeye karşı ne kadar duyarlıdır ve neler yapmaktadır. Bunlara alabileceğimiz açık bir cevap var mıdır?
KADEM denen kuruluş ise Sümeyye Erdoğan Hanım’ı siper edinip Soros projelerinin en büyük destekçisi gibi faaliyetlere imza atmaktan çekinmemektedir. En büyük dertleri 6284 Sayılı Kanun’un takipçisi olmak ve Türk aile yapısında onulmaz yaralar açmaya devam etmektir. Sümeyye Hanım acilen bu kuruluşu terk etmelidir. Yoksa Sayın Başkan’ımıza ve davasına en büyük zararı kendisi kanalıyla vermekte olduklarını iyi düşünmelidir.
Sümeyye Erdoğan Hanım ve bütün AK Partililer şunu da unutmasınlar. Bütün bu faaliyetler yürütülürken hedefe hep Sayın Erdoğan konulmaktadır. LGBT’lilerin yürüyüşleri dahi, Tayyip Bey’in karşıtlığı hâline getirilmiştir. Zira öyle sinsice hareket etmektedirler ki onun düşmanlığını bu tarafa kanalize ederek LGBT’li hareketini, Türkiye’nin bir numaralı gündemi gibi göstermeyi başarmışlardır. Nitekim sırf bu maksatla CHP’li belediyeler de onlara desteklerini fazlasıyla sunmuşlardır.
Yine bakınız İstanbul’a başkan seçilen İmamoğlu’nun ilk icraatlarından biri de “Cinsiyet Eşitliği Komiyonu” oluşturmak için harekete geçmek oldu. Bu teşebbüs AK Parti ve MHP’li üyelerce reddedildi. AK Partili belediyeler CHP’lilerin LGBT’ye destek mesajlarına yerinde tepkiler koydu. İyi de bugüne kadar KADEM’in faaliyetleri, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının uygulamalarını ne yapacağız. Ziya Selçuk ve Diyanet’i nereye koyacağız. Demek ki bizim bakanlıklar ve çoğu kurumlar CHP’nin, LGBT’lilerin ve Soros’un ellerini ovuşturmasına ve bir kısım uygulamalarını zevkle takip etmelerine sebep olmaktadır.
Onların değirmenine su taşımaktadır.
Peki, Diyanet camiası ile TV’lerde ahkâm kesen anlı şanlı ilahiyat profesörleri nerededir, neler yapmaktadır! Soros destekli FETÖ projesi Kutlu Doğum Haftası’nı muhafaza için ölümüne mücadele veriyorlardı. Cinsiyet Eşitliği Projesi’nin gerisindeki meş’um maksadı hiç sezmiyorlar mı?
Papa bile Avrupa’da bu sapkın faaliyetlere savaş açarken, Rusya yasaklarken bizimkilerin suskunluğu ne ile izah edilebilir! Sadece Sayın Başkan Ali Erbaş Bey’in bir kınaması ile geçiştirilecek bir mesele midir?
Diyanet Vakfı neredeyse Türkiye bütçesine yakın paralarını nereye harcamaktadır? Soros vakıfları dünya kadar parayı gençlerimizin dinini imanını çalmak, ahlakını edebini yok etmek için uğraşırken Diyanet camiası onun kadar olamıyor mu?
Bana kalırsa Diyanet, hac organizasyonlarını, umre faaliyetlerini bıraksın gençliğimizi düşünsün. Nesillerimizin dinini doğru bir şekilde bilmesi ve yaşamasıyla ilgilensin. Merak buyurmasın herkes haccını, umresini bir şekilde yerine getirir.
Şunu da ifade edeyim ki bu konu partilerüstü olup millî bir davadır.
Bu tehlikeyi görmeyenler topuğuna değil beynine kurşun sıkmaktadır. Bunun sonucu bir milletin en ağır acılar içerisinde göz göre göre ve can çekişerek ölümüdür. Bunun panzehri yoktur.
Bilhassa Sayın Cumhurbaşkanımızın ve Devlet Bahçeli Bey’in bir araya gelerek geç olmadan bu konuyu görüşmesini, çözümler üretmesini ve hatta kanunlar çıkarmasını can u gönülden diliyorum.
TEFEKKÜR
Dost bî-vefâ, felek bî-rahm, devran bî-sükûn,
Dert çok, hemdert yok, düşman kâvî, tali’ zebûn
.
Siyaset zor sanattır!
Üst üste iki kez yapılan son İstanbul yerel seçimleri tarihe geçti. Herhâlde uzun yıllar hatırlanacak ve değerlendirilecektir. Önceki seçimleri unutturması bir yana çok ders çıkarmalara vesile olacak bir seçim oldu.
İstanbul’un son 25 senesine Recep Tayyip Erdoğan Bey damgasını vurdu. Onun İstanbul’a karşı özel bir sevgisi ve aşkı vardı. İstanbullu da bu sevgisine ve aşkına karşılık verdi. O da İstanbul’un hemen her köşesinde iz bıraktı.
31 Mart seçimlerinden hemen sonra Maraş’tan iş adamı bir dostum aramıştı. Söz elbette hemen İstanbul seçimlerine geldiğinde dostum şöyle konuşmuştu:
“Hocam bizim bir dünya harikası havalimanımız yok. Avrasya’mız yok. Marmaray bizim buraya gelmedi. Yavuz Sultan Selim Köprüsü, metrolar, metrobüsler, tüneller, stadyumlar, camiler, kongre salonları, su şebekeleri bizim Maraş’a yapılmadı. Size hizmet fazla geldi galiba!..”
Gerçekten İstanbul’a son 25 senede yapılanları saysak, açıkçası sütunlar yetmez.
Peki, 25 sene öncesine gittiğimizde ne hatırlarsanız diye sorsak; çöp dağları, susuzluk ve yolsuzluk ilk sırada konuşulacak konular olacaktır.
Hâl böyle iken neden bu sonuç sorusunun cevabı elbette ki kolay değildir. Yorumu zordur. Tek bir sebebi yoktur. Hemen herkes bir tarafından alıp sonuca varmak istemektedir. O da kimseyi ikna etmemektedir.
Siyasette geriye takılıp kalmak da doğru değildir. Ancak her yönüyle değerlendirilmezse, hatalar bütün olarak alınıp gözden geçirilmezse ileriye doğru atılacak adımlar sakil kalır.
Bu itibarla tenkitten korkmamak, alınmamak tenkit edeni derhal küstürmemek esas olmalıdır. Maalesef günümüz insanının tenkide tahammüllü yönü yok. Oysa kişiyi geliştiren güzelleştiren doğruya sevk eden yanlıştan uzaklaştıran hep yapıcı tenkitlerdir. Buna en çok ihtiyacı olanların da icraat sahipleri ve siyaset ehlinin olduğunu düşünürüm. Maalesef günümüzde siyasetçiler kulaklarına pamuk tıkayıp geziyorlar. Hiçbir kimseyi dinlemiyorlar.
Şunu ifade edeyim ki; dinleyen kazanır…
Rüzgârı yakalamak!
Şurası bir gerçek ki 31 Mart seçimlerinin iptali büyük oranda İmamoğlu’na yaradı. Ben iptalin ertesi günü en az yüzde beş öne geçti demiştim. Şimdi anlıyorum ki bu fark daha da fazla imiş. Bunu mağduriyet olarak da düşünmüyorum. Seçmenin genel manada seçimlerden bıktığını düşünüyorum. Yani seçmen 31 Mart seçimleri sonrası, “Tamam kardeşim şaibe, hırsızlık, oy kaydırma var veya yok. Öyle veya böyle kazanmış işte, yapsın onları da görelim bakalım” düşüncesinde idi. Zira millet artık son üç yıldır durgun seyreden ekonomiye odaklanmayı ve işine yönelmeyi arzuluyordu. Kolay değil bir yıl içinde üçüncü seçimdi bu. Dördüncü seçimi kaldıracak vaziyette değildi. AK Parti’ye yakın bazı kanalların ülkeyi velveleye boğan hayalî evler, olmayan mahalleler vs. çığırtkanlıklarından gün geçtikçe net bir sonuç da ortaya çıkmadı. Yani sayılan oylar sonunda Binali Bey öne geçemedi. Sayılamayanlar da dikkate alınarak ve farklı şikâyetlerle bir kez daha seçim kararı alındı.
Ancak rüzgâr bir kez İmamoğlu tarafına esmeye başlamıştı. Geri çevirmek mümkün olmadı ve bu kez beklenmeyen bir farkla seçimi aldı. Buradan net çıkan bir sonuç da; şu saatten sonra erken seçim diyen de perişan olur…
Vaki olanda hayır var, demişler. İmamoğlu birinci seçim sonucu ile başkan olmuş olsaydı İstanbullu hep tartışmaların odağında ve stres içerisinde yaşayacak ve bunalacaktı. Şimdi ise icraatlara odaklanacak ve İmamoğlu daha rahat değerlendirilebilecek. Nitekim seçim akşamı hem Binali Bey’in hem de Sayın Cumhurbaşkanımızın İmamoğlu’nu tebrik ve başarı mesajları bunun en büyük göstergesidir ve milleti rahatlatmıştır.
Bence İstanbul’un bu dönemine İmamoğlu kadar Cumhur İttifakı’na mensup meclis üyeleri de damga vuracaktır. Zira hâkimiyet onlardadır. Onlar isterse başkanın elini kolunu bağlayabilir. Böyle bir durumda kazanan yine İmamoğlu olacaktır. İmamoğlu da bunu çok iyi kullanabilecek bir yapıdadır.
Zira AK Parti bir ideoloji hareketinden ziyade icraat ve hizmet hareketi olduğunu unutmamalıdır. AK Parti’yi 17 yıldır iktidarda tutan tılsımın bu olduğu asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Onun için AK Parti meclis üyeleri gayet açık ve şeffaf bir şekilde başkanın millet nezdinde faydalı olacak hizmetlerine, rakibim puan kazanır düşüncesine kapılmadan yeşil ışık yakmalı, milletin hoşuna gitmeyen meselelerde ise karşı durmalıdır. Bir anlamda her icraatını millete anlatabilecek durumda bulunmalıdır. Yoksa yarınlarda İmamoğlu’nun en büyük kozunun bu olacağını, “beni çalıştırmadılar” tezine yapışacağını bilmelidir. Öyle intiba vermelidir ki millet, “Hayır kardeşim! Kimse senin elini kolunu bağlamadı, bilakis her türlü rahatlığı da verdi. Beş yılda ne yaptın bakalım onu anlat” noktasına gelmiş olmalıdır.
Bir misal vermek gerekirse İmamoğlu suya belli oranda indirim yapacağını istediğinde daha fazlasını teklif etmek açıkçası hiç şık olmamıştı. Zira millet “O zaman, madem öyle sen neden yapmadın” diye düşündü ve dillendirdi. Böyle ucuz hesaplara da düşmemelidir.
AK Parti için İstanbul konusunda yeni bir siyaset tarzı şimdi başlamaktadır. Bunu Türk siyasetinin en büyük hastalığı olan, “çalıştırmama ve rakibim başarısız olsun” tarzıyla asla yürütmemeli milletin takdirini alacak bir tarzla sürdürmelidir…
Bundan böyle İstanbul’u kazanmak!
Diğer taraftan İmamoğlu İstanbul seçimlerinin her ikisinde de farklı bir üslup, alışık olmadığımız bir tarz ve siyaset uyguladı. Bunları da değerlendirmek gerekir. CHP, İYİ Parti ve diğer kendini destekleyenleri tamamen devre dışı bıraktı. Sahada neredeyse sadece kendisi vardı. Çok gezdi, sahayı dolaştı, yerine göre miting yaptı, yaşlıların elini öptü, camiye girdi dua etti, her kesimden insanı kucakladı, 16 milyon mesajıyla kitleleri selamladı ve hatta AK Parti hizmetlerini yerine göre överek yol aldı…
Bunları ister samimi ister siyaseten yapmış olsun, neticede böyle yaptı. AK Parti’ye yakın kanallar ise gece gündüz bunları samimiyetsiz diyerek karalama metoduyla verdi. Bir taraftan rakibinin reklamını yapmış oldu bir taraftan da hep yanlış niyet okuma yoluyla milletin tepkisine sebep oldu. Onun bu konularda niyetinin samimi olup olmadığını da artık millet değerlendirecektir. Fakat her işinde ve her hareketinde yanlış arama ve yanlış göstermeye çalışma gayreti AK Parti siyaseti olmamalıdır. Bazı hükümleri millete bırakma yolu daha etkilidir. Zira millet kör veya şaşı değildir. Dolayısıyla ben AK Parti kurmaylarından ziyade bazı basın yayın kuruluşları başta olmak üzere AK Parti’ye iyilik yaptığını zannedenlerin kendine çekidüzen vermesi lazım diye de düşünüyorum.
Aslında bu seçim göstermiştir ki artık İstanbul’u Türkiye’nin orta ölçekte bir ilçesi gibi değerlendirmelidir. Nasıl ki o ilçeye parti liderleri gidip konuşma yapmıyorsa sadece o ilçenin parti başkanları, milletvekilleri, teşkilatları, adayları mücadele veriyorsa İstanbul da artık böyle olmalıdır ve böyle olması gerektiği görülmüştür.
Böylece sorumluluk ve yetki sahibi olup bunda başarılı olamayan seçimi kaybeden teşkilatlar da yenilenmelidir. Millet yarın beraber olacağı kendisinin hizmetinde bulunanları görmeli tanımalıdır. İstanbul kendi başkanını bilmelidir.
Nitekim AK Parti teşkilatı, nasıl olsa Binali Bey kazanır ve nasıl olsa Tayyip Bey bir şekilde bu işi kotarır ucuzluğundan, yan gelip yatmaktan, vatandaşa tepeden bakmaktan kurtulur ve gereğini yapmaya gayret eder.
İnanın, bundan sonra İstanbul seçimlerini, böyle hazırlananlar, çalışanlar ve yürütenler kazanacaktır.
TEFEKKÜR
Her zilletin elbette bir izzet var içinde
Seyret çeh-i Ken’ân’ı ne devlet var içinde
Akif ve bugün
Bu ülkede en fazla İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy konuşulur. En fazla onun adına konferanslar verilir, en fazla o anlatılır. Çanakkale zaferi haftası, İstiklal marşının kabulü, doğum yıl dönümü, ölüm yıl dönümü, Kurtuluş Savaşı vesilesiyle hep gündemimizdedir. Buna rağmen ne garip bir cilvedir ki insanımızın hakkıyla bilemediği bir şahsiyettir. Zira onun anılmasında sadece hamaset dili vardır. İbret noktainazarı hiç yoktur. Hâlbuki Mehmet Akif’in hayatı günümüze en fazla ibretler sunmaktadır. Aldanışın, yanılışın, üzüntünün ve ızdırabın zirve kaynağıdır Akif. O, Cemaleddin Afgani ve Abduh gibi İngiliz ajanlarına takılıp II. Abdülhamid Han’a düşman kesilmiştir. M. Akif, bu büyük dâhi siyaset adamının en azılı düşmanı olmuştur. Onun gitmesi için her faaliyetin içinde bulunmuştur. Nitekim Kanuni Esasi ilan edildiği gün duygularını bir İslam seyyahı olan Abdurreşid İbrahim Efendi’nin ağzından şöyle terennüm etmişti:
Haydarâbad’a yetiştim ki, bütün Hindistan,
“Verdi Kânûn-i Esâsî’yi nihâyet Sultan!”
Diye birdenbire çalkandı. İnan, kâbil mi?
Hiç o binlerce havâtır kemirirken içimi,
Bir cılız “Belki!” nasıl hepsini tenkîl etsin?
Ansızın başladı beynimde ümîdin, ye’sin,
Doğduğumdan beri hiç görmediğim bir harbi…
O ne müdhiş halecanlardı, aman yâ Rabbi?
Verdi Kânûn-i Esâsî… Bu, çıkar rü’yâ mı?
Yok canım öyle değil: Milletin istirhâmı,
….
Gemi enginde iken bende de engindi hayâl;
Kevser içmiş sofunun hâline benzer bir hâl!
Ömrü haybetle Cehennem’de geçen hâne-harâb,
Verseler Cennet’i şaşkın gibi çekmez ya azâb;
Ben de rûhumdaki zulmetleri artık koğdum;
En büyük hasmım olan ye’si nihayet boğdum.
Bahr-i Umman’da henüz çalkanıyormuş tekne…
Attı hülyâ beni tâ Marmara sâhillerine!
Görüyordum, iki üç bin mil açıktan bakarak,
Şu sizin kapkara İstanbul’u kardan daha ak.
Parlıyor alnı uzaktan Ay’ın on dördü gibi;
……
Bu ne müdhiş azamet, oh, ne müdhiş dârât!
Sayısız mektep açılmış: Kadın, erkek okuyor;
İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.
Gece gündüz basıyor millete nâfi’ âsâr;
Âdetâ matba’alar bir uyumaz hizmetkâr.
Mülkü baştan başa imar edecek şirketler;
Halkın irşâdına hâdim yeni cemiyetler,
Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;
Gemiler sâhile boydan boya servet taşıyor…
Eskisinden daha berbâd, iyileşmek ne gezer!
Evet Meşrutiyet ilan edilmiş ve kurtuluş günü gelmiştir. Sevinç doruktadır. Ancak beklenen şafak açmayacak ayın on dördü parlaklığı hiç görülemeyecektir. Nitekim aynı Akif üç gün geçmeden Yine Abdurreşid Efendi’nin ağzından yaşananları şöyle özetleyecektir:
Bir de İstanbul’a geldim ki: Bütün çarşı, Pazar
Naradan çalkanıyor! Öyle ya… Hürriyyet var!
Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş… Doğru:
Vardı aklından o gün her kimi gördümse zoru.
Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının;
Kafalar tütsülü hülyâ ile, gözler kızgın.
Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirden,
Yıkıvermiş de tımarhâneyi çıkmış birden!
Zurnalar şehrin ahâlîsini takmış peşine;
Yedisinden tutarak tâ dayanın yetmişine!
Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli;
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük
Türlü adlarla çıkan nâ-mütenahi gazete
Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!
Şüphesiz yıktı o hülyâları meşhûdâtım…
Ama ben kendimi bir müddet için aldattım:
Galeyandır… Galeyan geldi mi kalmaz mantık…
Su bulanmazsa durulmaz…Hele sabret azıcık…
İyi, lâkin ne kadar beklemiş olsan, işler,
Eskisinden daha berbâd, iyileşmek ne gezer!
İstanbul’a sahip çıkalım!
Evet Mehmet Akif Ersoy bir müddet kendini aldatarak bekleyecek fakat o özlediği günler bir türlü görünmeyecektir. Zaten çok geçmeden de Trablusgarp’ta başlayarak kendi atalarının memleketi Arnavutluk ve ardından da sırasıyla bütün Balkanlar ve Ana vatan kan ve ateş içerisinde kalacaktır. Akif’in ömrü artık yanmak, yakılmak ve ağlamakla geçecektir. Meşhur Bülbül şiirinde:
Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin;
Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihanın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vadi, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen.
…….
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil… Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim hercümerc oldu,
Salâhaddîn-i Eyyûbî’lerin, Fâtih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: Nâkus inlesin beyninde Osmân’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: En şevketli bir mâzî serâb olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!
…..
Yıkılmış hânümanlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem..
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Şimdi yüz yıl önce yüz yıl sonra diye düşünelim. Dün İngiltere’nin bugün ise ABD’nin Orta Doğu politikalarını karşılaştıralım. Komşu İslam devletlerinin düştüğü durumları ve 2013 yılından beri ülkemizin maruz kaldığı yıkıcı teşebbüsleri ve işgal planlarını atlamayalım. ABD’nin hemen sınır ötemize binlerce tırla taşıyarak yığdığı silahları müze için getirmediğinin farkında olalım. Doğu Akdeniz ve Hürmüz’deki harekâtlarına bakalım. Bu İstanbul seçimlerinin Batı’yı neden bu kadar ilgilendirdiğini, bizim ise onların merkezlerindeki yerel seçimlerin en son ne zaman yapıldığını ve kimin kazanıp kimin kaybettiğini bilip bilmediğimizi bir tefekkür edelim. Bölücülerin, terör örgütlerinin kimin yanında durduğunu asla gözden uzak tutmayalım. Dolayısıyla bu seçimin normal bir seçimden çok öte manalar taşıdığını tefekkür edelim. Yoksa derdimizi dökecek bülbül dahi bulamayız!
Akif’in hayatından iki kesit sunduğumuz veçhile onun tarihin önemine vurgu yaparken “Tarihten adam hisse kaparmış ne masal şey”, dediği gaflet hâline biz de düşmeyelim. “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” vecizesini ise asla hatırdan çıkarmayalım.
Yoksa, her şey çok güzel olacak derken, “Berbat oldu her şey, nasıl kurtuluruz bilmem” ağıtını yakmak durumunda kalabiliriz!
İstanbul’a sahip çıkalım!
TEFEKKÜR
Ehl-i butlânın sözün tercih eden âdem midir
Âdem ol isterse hasm olsun bütün âlem sana
.
Millî Eğitim Bakanı’na mektup -2-
Geçen hafta köşemde Millî Eğitim Bakanımızın bir tweetini paylaşmıştım. Sayın Bakan şöyle yazmıştı:
“Mesele uzaysa, enerjiyse, tıpsa bilgi geleceğe yönelik ele alınıyor… Mesele dinse, bilgi hep geçmişe dönük konuşuluyor maalesef. Oysa bilgi can’lıdır. An’da yaşar. Can’ı olmayan sadece geçmişe dönük olan bilgi çürür, çürütür atalar dini olur…”
Tarihe ve değerlerimize karşı soğuk duruşunu belli eden Bakan’ın, bir taraftan liselerde tarih derslerini seçmeli hâle getirirken diğer taraftan “İslam felsefesi” gibi dersler koydurması bir bakıma bu tweetindeki fikri yapısı ile örtüşüyordu.
Peki Sayın Bakan’ın, “mesele dinse bilgi hep geçmişe dönük konuşuluyor maalesef” diyerek üzüntüsünü dile getirmesi ne anlama geliyordu. Bakan’ın, dine bu tarzda bakışının menşei neydi nereden kaynaklıydı? Sayın Bakan, hiç tahmin etmediğimiz ama artık şüpheye düştüğümüz bir şekilde tarihine karşı fazla mı Fransız kalmıştı? Şurası muhakkak ki Bakan Bey’in tweetindeki manayı çözmek için Emile Durkheim felsefesini bilmek gerekmektedir.
Batı dünyası asırlar boyunca, değiştirilmiş ve aslından uzaklaştırılmış bir dinin temsilcisi durumundaki kilise ile aydınlar arasındaki fikrî çatışmaların odağında kalmıştı. Önce Endülüs ve ardından Osmanlı ilminden ve ilim adamlarından etkilenen Batılı aydınlar, ilmî gelişmelere engel olan kiliseye karşı büyük bir mücadelenin içerisine girecekler ve sonunda galip geleceklerdir. Ancak bir taraftan Kilise’ye karşı verdikleri mücadele diğer taraftan İslam’a olan düşmanlıkları genelde Batılı aydınları dinsizliğin pençesinde kıvrandıracaktır.
İşte bunlardan biri de ünlü sosyolog Emile Durkheim’dir.
Emile Durkheim, Avustralya kabilesi Aruntaları incelemek suretiyle dinin kaynaklarını bulmaya çalışmıştır. Ancak geçmişleri hakkında pek az bilgiye sahip olunan bu eski kabile hakkında yürüttüğü fikirler kendisini bambaşka bir vadiye doğru sürükleyecektir.
Şöyle ki, son geldiği noktada ona göre dinin kaynağı toplumdur. Toplum bir arada huzurlu yaşayabilmek için böyle kutsal birtakım değerlere mecburiyet duymuştur. Neticede her toplum kutsal ve kutsal olmayan olguları belirleyerek kendi dinini meydana getirmiştir.
Böylece Durkheim, dinin toplumun bir yapı şartı olduğunu kabul ederken, ilahi olduğunu ise reddetmiştir. O, dinin ortaya çıkışını insana ve topluma indirgemiştir.
Öte yandan Avrupa’da bilimin kısa sürede gelişmesi karşısında dini toptan inkâr edenlere ve kaldırmak isteyenlere karşı Durkheim’in tezi biraz daha farklıdır. O, toplumların ahlakında dinin büyük rol oynadığı inancıyla, mevcudiyetini koruması ve yaşatılması gerektiğini ısrarla savunur. En azından yerine yeni ahlaki kurallar teşkil edinceye kadar din bir zorunluluktur.
Durkheim ve bizimkiler
İşte dinin kaynağı olarak insanı ve toplumu gösteren Durkheim ve Batı felsefesi elbette ki her gün dini güncellemekte veya dinin yerini alacak yeni usul ve kaideler koymaya çalışmakta bir beis görmeyecektir. Zira çıkış mecraları onları buna zorlayacaktır.
Oysa dinin ilahi olduğunu Cenab-ı Hak tarafından vazedildiğine inananlar için böyle bir şeye tevessül etmek mümkün müdür?
Öte yandan akli ilimlerde büyük bir üstünlüğe erişen, iktisadi alanda güçlenen, teknoloji ve sanayide büyük atılımları sağlayan Batılı aydınlar ve sosyologlar bu durumu İslam’a karşı bir üstünlük olarak da kullanmayı başarmışlardır. Onlar kilisenin köhnemiş yapısına karşı verdikleri mücadeleyi, Müslüman aydınları da İslam’a karşı vermeleri yolunda empoze etmişlerdir. Bu itibarla Batılı sosyologların etkisinde kalan Tanzimat ve sonrasındaki bir kısım Türk aydınları, gelişme ve sanayileşmeyi hep İslam düşmanlığında aramışlardır.
Bu aydınlar sinsi bir şekilde Emile Durkheim felsefesini düşüncelerinin temel noktası kılmışlardır. Nitekim Emile Durkheim dinin korunması gerektiğini belirterek toplumları idarede faydalı olabileceğini ifade ederken, Türk sosyolog Ziya Gökalp artık ilmin geldiği noktada dine hiç ihtiyaç kalmayacağını açıkça savunacaktır.
Yine ilk Türk sosyologlarından sayılan Lütfullah Ahmed’in cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme aldığı eserinin adı “Hazreti Muhammed’in hayatı ve kurduğu dinin esasları” şeklindedir. Görüldüğü üzere bunlar dinin ilahi olduğunu kabul etmeyip Hazreti Muhammed’in kurduğu bir sistem gibi görmektedirler.
Dolayısıyla da dini, zamanın şartlarına göre her gün değiştirilebilen bir fikirler manzumesi olarak değerlendirmektedirler.
Akıl bir mîzân-ı nâkıstır!
Hadiseye bu açıdan bakıldığında din ile felsefe, peygamberler ile filozoflar aynı kategoride görülmekten öte gitmezler. Hâlbuki bunları birbirleri ile karıştırdığınızda din diye bir şey kalmaz yani din ortadan kalkar.
Zira felsefenin temeline indiğinizde aklın akla itirazını ve akla güvensizliği bulursunuz. Evet, filozoflar aklın kanunlarına uyarak ve akli metotları kullanarak problemlere zihni çözümler üretirler. Böylece felsefi akımlar ve felsefi ekoller oluşur. Neticede birbirini inkâr ve reddeden yüzlerce felsefi ekol meydana gelmiştir.
Peygamberler ise her şeyden önce inanmış insanlardır. Bütün âlemlerin yaratıcısı onları seçmiş ve vazifelendirmiştir. Dolayısıyla onlar öncelikle insanları, bir olan Allah’a ve onun seçtiği peygamberine inanmaya davet etmişlerdir. İşte bu noktada akıl devre dışı kalmaktadır. Üstad’ın ifadesiyle:
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne topyekûn,
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Öte yandan İslamiyet’te iman ile akıl, inanç ile düşünce birbirini tamamlayan iki ayrı değer olarak görülmüştür.
Nitekim şanlı peygamberimiz, “Aklı olmayanın dini de yoktur” buyurmuştur.
Akıl ile din bilgileri arasındaki ilişki göz ile ışık arasındaki münasebete benzetilmiştir. Yani insanın aklı gözü gibi zayıf yaratılmıştır.
Şairin dediği gibi:
Akıl bir mîzân-ı nâkıstır hukuku vezn içün,
Vakt olur kim hak çıkar vaktiyle bâtıl sandığın.
İşte gözümüz karanlık olduğunda maddeleri cisimleri göremez oluyor. Allahü teâlâ görme aletinden yararlanabilmemiz için ışığı yarattı. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı gözümüz hiçbir işe yaramazdı.
Aklımız da yalnız başına kaldığında maneviyatı faydalı ve zararlı şeyleri tam olarak anlayamıyor. Cenab-ı Hak aklımızdan faydalanabilmemiz için İslam ışığını yarattı ve Peygamberleri gönderdi.
Gözünü açmayanlar veya gözü bozuk olanlar nasıl ki güneşin ışığından istifade edemiyor ise İslam bilgilerine kör kalanlar ve peygamberleri kabul etmeyenler de hak ve hakikati bulamayacaklardır.
Peygamberleri filozoflar gibi görüp aklının esiri olanlar, ebedî saadete ulaşamayacaklardır. Kur’ân-ı kerimde hep akıl sahiplerine hitap vardır. Bir anlamda İslam akla yol göstermiştir.
İyi düşünülürse İslam’ın akıl için başlı başına bir hazine olduğu anlaşılır. Bu hazineyi kullananlar toplumları huzura ve mutluluğa kavuşturmuştur. İlmin neşvünema bulmasına büyük faydalar temin etmiştir. Büyük devlet ve medeniyetler teşkil etmişlerdir.
İnşallah gelecek yazımızda da Müslüman âlimler ve buluşları hakkında bilgi vermeye çalışalım. İslam’ın M.E. Bakanı’nın dediği gibi toplumları çürütmekte değil her an canlı ve taze tuttuğundan bahsedelim.
TEFEKKÜR
Feyz-i ezelî olmayacak mahv ola mı hiç
Bir akl-ı basît ile nice cehl-i mürekkeb
Nasip meselesi!
Üstad Necip Fazıl’ın Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerini tanıması ile birlikte yaşantısı da değişmişti.
Otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.
Demek suretiyle yepyeni bir yolun kapısını aralamıştı. Kişi sevdiğine benzemek ister. Onun için insan sevdiklerini iyi seçmeli ve ona göre sevmelidir. Zira o kaptan kendisine de sızıyor, yani onun hasletlerinden etkileniyor, ona benzemek istiyor. Eshab-ı kiram efendilerimiz şanlı peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı görerek sevdikleri ve kendisine tam uydukları için onun gibi olmaya çalıştılar, ondan etkilendiler ve ümmetin en yükseklerinden oldular.
Necip Fazıl Bey, Abdülhakim Arvasi hazretlerini çok severdi onu dinlemeye doyamazdı. Bir sohbetinde iken kendisinin uzun uzun dinleyebilmek sevdasıyla hocasına bir soru arz etti: “Efendim kâmil ve iyi bir Müslüman nasıl olmalıdır?”
Ardından uzun bir sohbet dinlemeye kendisini hazırlamıştı.
Fakat Abdülhakim Arvasi hazretlerinin cevabı üç kelime olacaktı:
“Nasip meselesi Necip”!
Düşünene, fikredene, anlayana ne müthiş bir cevap bu!
Eskiler nasiple ilgili ne güzel ifadelerde bulunmuşlardır. Hak nasip etmeyince bir şeye nail olamayacaklarını bilmişlerdir.
Yunus Emre bir kıtasında şöyle der:
İlahi miskince adem oğlanı
Varup tutmaz bir mürşidin elini
Helal haram kazandığı malını
Ele nasip eder kendi yiyemez.
Mal gibi, rızık gibi ahlak da bir nasip meselesi midir? Güzel ahlak ve edep nasıl elde edilir? Vatan, bayrak, ezan sevgisi nasıl kazanılır? Gerçekten bazılarının bu konularda gayretsiz, hamiyetsiz ve hatta ahlaksız tavırları insanı düşündürmektedir.
Değerlerinden nasipsiz olanlar!
Yahya Kemal Beyatlı, “Aziz İstanbul” eserinde şöyle iç karartıcı bir tespitte veya tefekkürde bulunmuştu:
“Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı”?
Yahya kemal, 1964 yılında bu çarpıcı tespiti neye göre yapmıştı acaba?
Milliyetinden ve milletinden kopmuş, değerlerine yabancılaşmış bir gençliğin yetiştiğini görerek nasipsizliklerine mi yanmıştı?
Gerçekten de tarihine, diline ve dinine uzak kaldığında ecdadını sevemediğinde insan ne kadar değişiyor, başkalaşıyor.
Dili yozlaşmış ve paslanmış bir nesil, muhatabına ancak küfür ve hakaretle kendisini ifade edebiliyor. Muhtemelen Yahya Kemal’in hayıflandığı milliyetlerinden nasipsiz o dönemdeki gençler, mahalle duvarlarını Lenin, Stalin, Mao yazılarıyla dolduruyorlardı.
Şayet bu gençlerimizin gönülleri Bilge Kağan, Osman Gazi, Fatih ve Alparslan aşkıyla yansaydı onları kendilerine örnek edinecekler ve onlara benzemeye çalışacaklardı.
Maalesef, bu konularda cahil bırakılmış genç ne yapsın, bilmediğine tanımadığına nasıl benzesin! İşte o zaman gençler de dinine diline, inancına acımasızca saldırır hâle gelebiliyordu.
Arif Nihat Asya Bey de bu kayıp ve yabancılaşmış, milletine ve değerlerine düşman nesilleri bir şiirinde şöyle tanımlıyordu:
“Oyuncak olmuş diye verilmiş ellerine
Bir takım kölelerin, kundaklarla fitiller…
Ki hepsinin ağzında dişler yılan dişidir,
Yılan dilidir diller!
Böyleleri için mi burçtadır, kubbededir
Gölgesiyle bayraklar, ışığıyla kandiller?
Açılsın gözleriniz ülkeye, ey başları
Kumda olan gafiller:
Bunlar, Viktor Hügo’nun “Sefiller”i değiller
Bunlar bizim sefiller”
Millî Eğitim Bakanı’mıza açık mektup!
Yahya Kemal ve Arif Nihat Asya Beyler bu tahlilleri yapalı yarım asrı geçti. Geldiğimiz noktada bütün bu hadiselerin kat kat fazlasına şahit olan, sosyal medyada ağızlardan salyalar saçanları gören Millî Eğitim Bakanı’mızdan nasıl bir müfredat hazırlamasını beklerdiniz acaba?
Tarih ders kitaplarını yeni baştan ele alarak bilgi yığını olmaktan çıkarıp marifet ve irfanla doldurmasını beklerken, tümden seçmeli hâle getirilmesi kimin aklına gelirdi ki? Şimdi bir kez daha düşünelim tarihe Fransız kalmak gelecekte kimlerin ekmeğine yağ sürecektir?
Buna karşılık yetişen nesillerin en az %80’inin hiçbir işine yaramayacağı belli iken gençlerimizi her hafta beş saat İngilizce okutmaya mecbur tutmak kimlerin baskısı veya arzusu ile olmaktadır sayın Bakan’ın söylemesi mümkün müdür? İngilizceyi seçmeli yapmaya sayın Bakan’ın gücü yeter mi acaba? Fakat o, millî değerleri kazandıracak dersleri pervasızca kaldırmakta bir beis görmemektedir.
Bütün olarak bakıldığında devede bir kıl mesabesinde olmayan birkaç genci Topkapı Sarayı önüne getirip, İlber Ortaylı Bey’e de bir müze dersi verdirmekle her şeyin tamam olduğunu zannetmek ve tarih bilincinin verildiğini gururla belirten bu Millî Eğitim Bakanı’nın nasıl bir tenkit edilmesi gerektiğini bendeniz kestiremedim. Milleti ahmak mı zannediyor acaba?
Şunu da söyleyelim ki bugünkü müzelerimizden tarih şuuru, ecdat sevgisi falan çıkmaz! Siz bu kafayla giderseniz oralarda da Bizans, Eti ve Sümer şuuru vermeye başlarsınız. Zira yıllardır Bizans saksı ve toprak parçaları gözümüz gibi korunmaya çalışılırken Osmanlının tarihi kadar eserleri de harap edildi. Sayın Bakan, bir taraftan Osmanlı tarih derslerini yok saymakta bir beis görmezken diğer taraftan müzelerdeki Osmanlı eserlerine mi değer verecek onlarla mı tarih şuuru kazandıracak hiç anlayamadım! Osmanlı camilerini, mescitlerini, medreselerini, kuş evlerini, sadaka taşlarını, hanlarını, hamamlarını, türbelerini gezerek şuur vereceğiz dese belki anlamaya çalışırdım. Kaldı ki böyle mecburi bir ders de yok!
Bazı dostlarım bana Bakan’ın iyi niyetli olduğunu ve çok önemli işler yapacağını ısrarla belirtiyorlar. Ne yaptı dediğimde önüme müşahhas bir misal getiremiyorlar.
Konuştuğum müdür ve eğitimcilerin %90’ı ise artık “Hocam boş ve kalıplaşmış sözlerden öte hiç bir şey yok” diyerek hayıflanmakta ve ümitlerini yitirmiş durumdalar.
Aslında evvelce atmış olduğu bir Tweet’i Sayın Bakan’ın bu noktada nasıl bir anlayışa sahip olduğunu pek açık göstermektedir. O bir taraftan parlak nutuklar ve şaşaalı cümleler kurmaya devam edecek bir taraftan ise milletin değerlerini tahrip edecektir. Evet Sayın Bakan tweet’inde şöyle diyordu:
“Mesele uzaysa, enerjiyse, tıpsa bilgi geleceğe yönelik ele alınıyor… Mesele dinse, bilgi hep geçmişe dönük konuşuluyor maalesef. Oysa bilgi can’lıdır. An’da yaşar. Can’ı olmayan sadece geçmişe dönük olan bilgi çürür, çürütür atalar dini olur”.
Evet okuduğunuz üzere söz fazlasıyla şaşaalı, belli ki uzay, enerji tıp vs kelimelerle insan cezbeye getirilmek istenmektedir. Peki şu sözlerin sahibi olan bakan şayet dine uzak değilse, dini temellerinden sarsan biri değil de nedir? Dini, fizik, matematik gibi her gün değişecek bir ilim dalı olarak mı görmektedir? Nakli ilimler denildiğinde ne anlamaktadır? Atalar dini olur derken de sinsice bir ifadede bulunduğu gözlerden kaçmamaktadır. Zira Bakan’ın ifadesiyle şanlı Peygamberimize uymak, onun sünneti seniyyesine yapışmak sanki çürümüş bir bilgi yığınından medet ummaya benzetilmektedir. Allahü tealanın indirdiği din her gün değişecekse bu dine, ilahi denebilir mi?
Sayın Bakan yoksa bunun için mi liselere İslam felsefesi dersini yerleştirmeye kalkışmaktadır? İslam, sabah akşam tartışılacak bir obje midir?
Buyur o zaman liselere hukuk felsefesi, tıp felsefesi, matematik felsefesi, tarih felsefesi, yani bütün derslerin felsefelerini yerleştirelim. Sabah akşam tartıştıralım! Her ilmi öğret ama dini tartış öyle mi olacak?
Matematik seçmeli mi olacak denildiğinde ateş basmış gibi cevaplar yetiştiren bakan, tarih, coğrafya ve maddi manevi değerlerimiz denildiğinde duymamakta, görmemekte, anlamamaktadır.
Yazık binlerce yazık! Çocuklarımız, gençlerimiz hâlâ rahmetli Oktay Sinanoğlu Bey’in tabiriyle İngiliz muhiplerinin dayattığı müfredattan kurtulamayacak mı?
Sayın Bakan’ın bu düşünce yapısının menşeini ve dinin nasıl anlaşılması gerektiğini ise inşallah haftaya Cuma Divanı’nda ele alacağım.
TEFEKKÜR
İbtidâ-yı amelin âhiri der-pîş gerek
Kâr-ı evvelde kişi âkîbet-endîş gerek
.
Tarih Dingo’nun ahırı mı?
Geçmiş zamanlardan şöyle bir fıkra anlatılır.
Herkesin orucunu tuttuğu bir zamanda Türk’ün biri gündüz vakti yiyip içen birine, “Sen Rum musun, Ermeni misin” demiş. Öteki bu suale karşı:
“Senin dedenin babası da bir gün oruç yemişti. Unuttun mu?” cevabını vermiş.
Haydaaa. Buyrun bu fıkrayı nasıl okuyalım nasıl anlayalım ve ne hükümler çıkaralım bundan…
Birincisi o kişi için Rum veya Ermeni hükmü çıkar mı? İkinci olarak bu ifadeden Rumları veya Ermenileri aşağıladığına hükmedebilir miyiz?
Elbette ki hayır. Sadece Rum ve Ermenilere bir anlamda Hıristiyanlara oruç farz olmadığı için herkesin orucunu tuttuğu bir beldede oruç tutmayan birine o dönemin anlayışı ve hitap şekli diye açıklama yaparsın. Oysa Müslümanların da ramazanda açıktan yiyip içtiği bugüne gelirsek bu neviden sualler kimsenin hatırına dahi gelmez.
Diğer taraftan sual tevdi edene karşı, “Senin dedenin babası da bir gün oruç yemişti” ifadesi ise, hırsızın kendisini itham edene karşı mezarlıktakileri suçlayan bir tilki kurnazlığıdır. Şimdi ben buna ne cevap vereyim!
Yahu be adam o gün dedemin babası hasta mı idi, seferî mi idi, hangi durumda tutamamıştı nereden biliyorsun? Hadisenin önünü arkasını bildin mi, araştırdın mı ona göre açıklama yapalım!
Biz bugün üniversitelerde “tarih okumaları nasıl olur, metin tahlilleri nasıl yapılır” hususunda dersler veriyoruz. Zira bunları yapamayanlar incelediği dönemi kavrayamazlar. Dönemin halkının anlayışını, zihniyetini, inancını, hadiselere bakışını, kelimelerin farklı anlamlarını bilecek, devrin içine girecek ancak o zaman sıhhatli bir yorumda bulunabilecektir.
Bunu neden yazdım. Soner Yalçın 23.5.2019 tarihli Sözcü gazetesindeki yazısında, Ekrem İmamoğlu hakkında “Rum mu, değil mi?” tartışmasına yelken açarken, Türk’ün 15. dedesinin babasından başlayarak cevap vermiş. Mailime bu konuda açıklama yapmam için o kadar çok soru geldi ki mecburen bu hususta fikirlerimi beyan etmem gerekti. Soner Yalçın’a göre güya:
“Yavuz Sultan Selim’e göre Türk eşekti. Koçi Bey’e göre mezhepsiz ecnebiydi. Hoca Sadettin’e göre leşti, hilebazdı, aşağılıktı. Bâki’ye göre kabaydı, Aksaraylı Kerimüddin’e göre hunhar köpekti…” vs. deyip Vahideddin’e kadar gelmiş. Yazara göre, Türk’e en aşağılayıcı sıfatları layık gören bu Osmanlı padişahları, âlimleri ve şairleri, Arab’ı, Rum’u ve Ermeni’yi ise öve öve bitiremiyormuş!
Adama “yok, Dingo’nun ahırı!” derler. Tarih metinlerini okuyup değerlendirmeyi bilmezsen, ideolojik saplantılarla tarih yorumlamaya kalkarsan acınası hâllere düşersin.
Bu nasıl bir zihniyet fukaralığıdır!
Soner Yalçın, kesin zannettiği hezeyanları için sadece bir metin ortaya koysaydı da biz de görseydik, okusaydık ve anlasaydık. Kime dedi, niçin dedi, olay neydi değerlendirseydik.
Yol kesicilik, eşkıyalık yapan, kadınları çocukları dağa kaçıran, zalim, cani, devlete isyan etmiş kişilere karşı söylenen sözleri alarak Osmanlı’ya saldırmak nasıl bir zihniyet fukaralığıdır. Yahut da gözü dönmüş bir Osmanlı düşmanlığıdır.
Yavuz Sultan Selim’den Bâki’ye, Aksaraylı Kerimüddin Mahmud’dan Tokatlı Nuri’ye kadar Türk’e ne söylendiğini bileceksiniz ama yol kesen eşkıyalık yapan Arap, Rum ve Ermenilere ne söylendiğini ise hiç görmeyeceksiniz! Bu nasıl bir körlüktür anlayan varsa beri gelsin.
Gelelim bunları yazma sebebine yani Ekrem İmamoğlu ile ilgili değerlendirmesine!
Şayet İmamoğlu Rum veya Pontus ise, siz tarihteki bu kadar zata iftira edince kurtulmuş mu oluyor? Adama ne alaka demezler mi?
Peki İmamoğlu tartışması nereden çıktı? Rum gazetesinin “İstanbul belediyesini Trabzonlu bir Pontus yani bizden biri kazandı” deyip bayram etmesi yüzünden!
Şimdi buradan hareketle Yalçın’a soralım:
Osmanlı padişahları İstanbul’dan Sigetvar’a Tebriz’den Mora’ya fetihlerde bulunurken siz bir kısım gayrimüslimlerin Pontuslar, Sırplar, Ulahlar veya Rumlar zaferler kazandı diyerek bayram edenini gördünüz mü? Size göre bu Osmanlılar bir de tam anlamıyla Türk düşmanı olunca bütün Hristiyanların bayram etmeleri gerekmez miydi? Öyleyse gösterin bakalım!
Şunu da unutmayın. Türk düşmanı diye yaftaladığın o adamların içinde ırken, Türk’ten başlayarak her milletten insan vardır. Ancak onların her birisi Müslüman olduklarından Avrupalıların gözünde “TÜRK” diye anılırdı. Bizde ise o dönemlerde ırk ön planda tutulmadığı, ırkıyla kibirlenene ahmak nazarıyla bakıldığı için milletler din potasında değerlendirilirdi. Müslüman, Gebran ve Yahudiyan gibi… Şurası meşhurdur ki Avrupalılar, Müslüman olan Fransız, İngiliz veya Rum’a dahi “Türk oldu” derlerdi. Oysa herkes bilir ki o yine kendi ırkındandır, aslı değişmez, ancak İslam olması ona Türk payesini verdirmektedir.
Soner Yalçın’ın, İmamoğlu’nu tartışmak yerine oradan hareketle sekiz asırlık şanlı tarihimizi karalaması, Osmanlıları azılı birer Türk düşmanı olarak göstermesinin mantığını anlamak mümkün değildir.
Soner Yalçın’ın iddialarını Uzunçarşılı’dan Faruk Sümer’e İlber Ortaylı’dan İnalcık’a kadar hiçbir ciddi tarihçi dile getirmez.
Yalçın bilmiyor ki Osmanlı bu ifadeleri kullanırken mezhep veya millet ayırımı da yapmamaktadır. Asi, câni, harami, hırsız, uğursuz her kim olursa olsun aynı sıfatı kullanabilmektedir…
Osmanlı’ya ve İslam’a kin duymak!
Diğer taraftan Yalçın’ın İmamoğlu’nu aklamak için 622 yıllık bir tarihi karalamaya ihtiyacı yoktu. Zira İmamoğlu hayattadır ve her akşam bir TV’de boy göstermektedir.
Hatta geçenlerde Ahmet Hakan CNN TÜRK ekranlarında kendisine bu suali yöneltti.
Ahmet Hakan sosyal medyada linç edilmesinden epeyce de yakındı. Haklıydı kendisi. Zira izlediğim kadarıyla bana göre de İmamoğlu’nu köşeye sıkıştırma gibi bir maksadı olduğunu çıkarmak mümkün değildir. Hatta bırakın bunu söylemeyi, kendisine yüzde yüz gollük bir pas verdiğini söylemek dahi mümkündür.
Ahmet Hakan’ın o sualine İmamoğlu şu cevabı verebilirdi:
“Ne demek kardeşim ben o sözleri kaale bile almıyorum. Beni bilen bilir. Ben Fatih’in fethettiği, Yavuz Sultan Selim’in valilik yaptığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın doğduğu Türk oğlu Türk bir beldenin evladıyım. Bundan da zerre şüphem yoktur.”
Ben inanıyorum şu ifadeler bugün bütün Trabzon, Çayeli, Rize, Sürmene, Arsin, Yomra, Akçaabat vs. bölge halkının vereceği cevaptır. İnanmıyorsan Trabzon’da yolda rastgele birine, “sen Pontus musun” veya “Rum musun” diye sor bakalım. Sokakta yürüyebilecek misin? Geri dönebilecek misin?
Peki, İmamoğlu bu suale ne cevap verdi. Yok ben duymadım. Yok, kıytırık bir internet kanalı, yok kaşı yok gözü oynadı. Cevapları karşısında Ahmet Hakan dahi alıklaştı. Zira o gollük pası bebeler bile kaçırmazdı. İmamoğlu nasıl anlamadı, nasıl cevap vermedi ve nasıl kitleleri hemen kendi aleyhine kanalize etti bir türlü çözemedi.
Yahu kardeşim sana bir sual tevdi ediliyor. Ver cevabını bitir işi. Hayır, İmamoğlu bambaşka bir siyasetçi. İmamoğlu hiçbir soruyu sonuna kadar dinlemiyor. Yarısında söz alıyor başka bir noktaya götürüyor. Muhatabı sonunda ben onu sormayacaktım desin dursun. O fikirlerini söylüyor. Dikkat edin neredeyse her konuşmayı aldığında Sayın Cumhurbaşkanının kendisine oy vermeyen bütün herkesi terörist ilan ettiğini ifade ediyor. Halbuki ben böyle bir sözü sayın Cumhurbaşkanımızdan hiç duymadım. Sadece teröristlerle ittifakı ve Kandil’le irtibatı tenkit ediyor. Fakat aynı İmamoğlu, kendisine Kuleli fotoğrafı sorulduğunda böyle düşünenleri derhal şeytani bir sıfatla simgeleyebilmektedir. Kendi değerlendirmeleri ile hareket edersek bu durumda kendisine oy vermeyenleri şeytanlaştırmış olmuyor mu?
Yalçın’a bütün bunlardan hareketle son bir sual daha yönlendirelim. Şayet İmamoğlu, Ahmet Hakan’a yukarıda, vermesi beklenirdi diye ifade ettiğim cevabı sunmuş olsaydı kendisi yine Osmanlı padişahları, âlimleri ve şairlerini böylesine aşağılayan bir yazı kaleme alır mıydı?
Hayır, asla almayacaktı. O, “Fatih’in Yavuz’un Kanuni’nin şehri Trabzonlu olmaktan doğmaktan gurur duyuyorum” deseydi, Yalçın da şimdilik sadece İmamoğlu’na güzellemeler yapıyor olacaktı.
Osmanlı’ya ve İslam’a kinini gizleyip yeri gelince de sinsi iftiralarla saldırmak ve yalanlarla vurmak nasıl bir düşünce yapısı, nasıl bir ahlak anlayışıdır?
TEFEKKÜR
Şimdi uyuyanlar o zamanda uyanırlar
Bir subha reside olur âhir şeb-i âlem
Fatih ve Akşemseddin
566 sene önce bugünlerde İstanbul önünde Osmanlı ordusu en belirsiz günleri yaşıyordu. Kuşatma elli güne yaklaştığı hâlde kale düşürülememişti. Bu sırada ordugâha bir Macar heyeti geldi. Macar heyetinin ziyareti çeşitli söylentilerin çıkmasına sebep oldu. Zira V. Ladislas’ın idareyi ele aldığını bildiren elçiler, bir haçlı donanmasının İstanbul’a doğru yola çıktığını ve kuşatma kaldırılmazsa, Macar ordusunun da harekete geçmeye kararlı olduğunu söylemişlerdi.
Bunun üzerine Osmanlı savaş meclisi son defa toplandı. Vezir-i azam Çandarlı Halil Paşa’nın Bizans’la anlaşma yapılarak muhasaranın kaldırılması yönündeki ısrarlı tezine rağmen Zağanos Paşa, Şehabeddin Paşa, Turhan Bey gibi devlet adamları ile Akşemseddin ve Molla Gürani gibi âlimlerin sözleri ve destekleri ile savaşa devam kararı alındı. Çandarlı’nın karşısında olanlar anlaşma teklifine; fetih alametleri belirdiği sırada işten el çekmek görev anlayışına sığmaz diyerek şiddetle karşı çıkmışlardı.
Papalığın hazırlatmış olduğu bir donanma ile Macarların ordu gönderdiği yolundaki haberler asker arasında yılgınlığa sebep olmuş genç padişah da endişeye kapılmıştı. İbni Kemal’in bildirdiğine göre son toplantıdan sonra musahibi Veliyyüddin oğlu Ahmed Paşa’yı Akşemseddin’e göndererek: “Kaleyi fethetmek ve hasma zafer bulmak ihtimali var mıdır?” diye sordurdu. Akşemseddin bu suale karşı;
“Cenab-ı Hak cevad-ı mutlaktır. Bunca erbab-ı din ve nüfus-ı mücahidin yek vücut olarak hareket ettikten sonra bir kâfir kalesinin ne hükmü vardır ki ona muratları ermeye! Gayret ve ihtimama devam etsinler inşallah en kısa zamanda arzularına kavuşacaklardır” buyurdu…
Fakat padişah bu cevaptan tatmin olmamıştı. Veliyyüddin oğlunu tekrar gönderdi. Bu defa Akşemseddin hazretleri uzun bir murakabeden sonra fetih gününü tayin ederek şu müjdeyi verdi:
“Ol gün subh-ı sadıkda tam bir ihlas ve himmetle falan yerden hisara yürüyüş ola. İzn-i Hüda ile zafer kapısı açılıp surun içi ezan sedaları ile dola…”
Bu haber Sultan Mehmed’in endişelerini giderdi. Gönlü açılıp ferah oldu. Tam bir gayret ve ihtimamla ol günün hazırlıklarını yapmaya koyuldu.
27 Mayıs Pazar günü ordugâhta dolaşan münadiler iki gün sonra umumî yürüyüşün yapılacağını ilân ettiler…
“Şehri size bahşediyorum”
Artık İstanbul surlarının mühim bir kısmı yıkılmış vaziyettedir. Rumların yıkılan yerleri kapatamamaları için Sultan Mehmed, geceleri dahi top atışını devam ettirmektedir. Osmanlı ordusunun her kesiminde yoğun bir hazırlık göze çarpmaktadır. Genç padişah atına binerek surlar boyunca birlikleri dolaşıyor, görevlilere gerekli tembihlerde bulunuyordu.
Bayrampaşa vadisi ile Topkapı arasındaki mevzi, bizzat genç padişahın komutası altındaydı. Padişahın emrindeki merkez kuvvetlerin sağ kanadına Sadrazam Halil Paşa, sol kanadına ise, Saruca ve Sadi Paşalar komuta edeceklerdi. Bu kuvvetler, Topkapısı kuzeyindeki surlarda açılan büyük gedik üzerine hücum ederek nihaî darbeyi indirmeye çalışacaklardı.
Hücum kolları biner kişilik gruplara ayrılmıştı. Hücum eden birlikler yorulunca veya zayiat dolayısıyla zayıflayınca derhâl diğer birlikle değiştirilecek, böylece fasılasız olarak, kesin neticeye ulaşıncaya kadar hücumlar sürdürülecekti. Orduda bulunan âlimler ve şeyhler ise hücum esnasında cepheyi gezerek askerleri gayrete getireceklerdi.
Sultan Mehmed, ordu ve donanmanın büyük küçük bütün komutanlarını toplayarak onlara, alınan kararları tebliğ ettikten sonra şöyle konuştu:
“Paşalarım, beylerim, ağalarım, bugünkü savaşta silah arkadaşlarım!
Sizi, cesaretinizi bir kat daha artırmak için buraya toplamadım. Bunu daima, hatta lüzumundan fazla gösterdiniz. Fakat benim esas gayem, zaferle neticelenecek hücum vesilesiyle ebedî şan ve şerefin sizleri beklediğini hatırlatmaktır.
Bugün size, son derece kalabalık, büyük bir şehri hediye ediyorum. Bu eski Romalıların payitahtı olup güzellik, zenginlik ve şerefin doruğuna vasıl olmuş ve âdeta dünyanın merkezi olmuş bir şehirdir. Bunu size bahşediyorum.
Şimdi parlak bir muharebe için birbirinizi teşvik ediniz. Hatırlayınız ki parlak bir muharebe için üç ana şart vardır. İyi niyet, kötü hareketten çekinme ve âmirlere itaat… Sükûnet ve disiplin içinde, verilen emirlerin tamamen yerine getirilmesi sonucunda başarılamayacak bir iş yoktur. Şimdi yüce bir azmin verdiği coşkunluk ile muharebeye koşunuz ve mâlik olduğunuz liyakati gösteriniz…
Bana gelince; sizin başınızda çarpışacağıma yemin ederim. Herkesin ne suretle hareket ettiğini bizzat takip edeceğim.
Şimdi herkes kendi mevkiine dönsün, çadırına gitsin. Yiyip içiniz ve birkaç saat istirahat ediniz. Maiyetinizdekiler de aynı şekilde hareket etsinler. Her tarafta mutlak bir sükûnet hâkim olmasını emrediniz. Sonra fecir ile beraber kalkar kalkmaz taburlarınızı tam bir intizam dâhilinde tertip ediniz. Hiçbir şey ile ne de hiçbir kimsenin tesiriyle ağırbaşlılığınızı bozmayınız, sakin olunuz. Fakat savaş borusunun çaldığını duyunca ve sancakların dalgalandığını görünce, silah elde derhâl ileri atılınız!..”
Bu nutuktan sonra, yüksek rütbeli kumandanları bir müddet daha alıkoyan padişah, onlarla hücum planlarını son kez gözden geçirdi…
Kalplere korku düştü
Öte yandan İstanbul müdafileri ve şehir ahalisi elli üç gündür devam eden muhasara neticesinde gece gündüz çalışmaktan yorulmuştu. Zira Topkapı mıntıkasında yoğunlaştırılan top atışlarının yaptığı tahribatı tamir edebilmek için devamlı faaliyet göstermek gerekiyordu. Ayrıca her defasında açılan gedikler büyüdüğünden, tamir için de gerekli mesainin artırılması zorunlu hâle geliyordu. Bu durum ise müdafilerde yılgınlık ve bozgunluğa sebep oluyordu…
İmparator ise son umumi hücumu atlatabilmek için elinden gelen bütün gayreti gösteriyordu. O, bu hücumun da püskürtülmesi ile Türklerin ümitlerinin kırılıp geri çekileceklerini kuvvetle tahmin ediyordu. Rahipler her gün olduğu gibi yine halkın maneviyatını yükseltmek ve mukavemet fikrini artırmak üzere ilahiler okuyarak, “mukaddes” resimleri taşıyarak şehri dolaşıyorlardı… İstanbul’u birçok muhasaradan kurtardığı zan olunan “Meryem Ana tasviri” yine ellerindeydi.
Ancak bu kez hiç beklenilmeyen bir olay cereyan etti. “Mukaddes” resim hiçbir sebep yokken rahiplerin elinden kayarak yüzüstü yere düştü. Herkes bağırarak resmi kaldırmaya koştu. Fakat resim sanki kurşun misali ağırlaşmış ve toprağa yapışık bir hâl almıştı. Bu vaziyette, resmi yerden kaldırmak mümkün olmadı. Herkes ağlaşmaya, istavroz çıkarmaya ve dua etmeye başlamıştı. Sonunda papazlar, resmi kaldırarak merasime devam ettiler ise de bu olağanüstü hadise bir hayır alameti olarak görülmedi ve kısa zamanda şehir halkı arasında yayılarak kalplere korku saldı…
Bu arada, umumi hücum kararının Türk ordusunda uyandırdığı şevk ve heyecanı gözleyen Bizanslıların maneviyatı tamamen sarsılmıştı. Sakız Başpiskoposu Leonardo, şehir halkının o günkü hâlini anlatırken;
“Eğer siz de bizim gibi Türklerin ‘La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah’ diyerek hep bir ağızdan cihanı dolduran haykırışlarını işitmiş olsaydınız hakikaten teessür içinde kalırdınız” demektedir. Barbaro ise:
“Biz Hıristiyanlara gelince, bütün gündüz ve bütün gece, Tanrıya, mukaddes Meryem Ana’ya, semadaki bütün azizlere bizi muzafferiyete kavuşturmaları için dua etmekten başka ne yapabilirdik” diyerek son günlerdeki acziyeti ortaya koymaktaydı.
Buna rağmen Bizans tarafında askerî hazırlıklar bütün gün ve gece devam etti. 28 Mayıs günü imparatorla Jüstinyani, beraber bütün surları gezerek noksanları mümkün mertebe gidermeğe çalışırken, müdafileri de teşvik ettiler. Ardından, Ayasofya kilisesinde Bizans ve ecnebi büyüklerini toplayan imparator, onlardan birlik ve beraberlik içinde çarpışmalarını istedi ve kendisinin milleti için ölmeye kati karar vermiş olduğunu söyledi. Nutku dinleyenler din ve memleket için ölmeye hazır olduklarına and içtiler…
Zaferleri rehber edinen askerler
Ünlü tarihçi Hoca Sadeddin Efendi, Osmanlı ordusunun İstanbul’un fethinden önceki son geceki manzarasını şöyle nakletmektedir:
“O gece padişah, zaferleri rehber edinen askerlerine kargı ve mızraklar üzerine meşaleler, şem’alar dikip ol yere batasıca kavmin karşısında mumlar yakalar deyü buyurdu. Böylece meşaleler gece karanlığında ışık salınca, yalın kılıçların çakıp parlatılmasına girişildi. Düşmana aman ve gediklerin örtülmesine zaman vermeyeler deyü, padişahın fermanı gereğince asker, kalenin önünü yaktıkları ateşlerle aydın ederek hisar duvarlarını da çerağlarla ışıklandırarak; sanki kırmızı, yeşil çiçekler, gül ve lâleler ile çevreyi süsleyip gülşen eylediler. Her yerden tekbir sesleri ile geceyi şenlendirdiler. Şehadet suları ile günahların görüntülerinden ellerini yudular. Ol gece, cihanı aydınlatmak için tutuşturulan ateşlere, yıldızların gösterdikleri ışıklar da eklenince aydınlık o hâle geldi ki, gündüz gibi olan yörede, düşmanın kederlerle kararan gözleri hayretler içinde kalıp, dünya; gözüne, kara bahtı gibi simsiyah gözüktü.
Naralardan titredi çarh-ı berin
Sayhalardan inledi rûy-ı zemin
Bizans halkı bu ışık ve sesleri dehşet içerisinde izlerken tam gece yarısı olunca Mum Donanması bir anda söndü. Bütün ordugâh karanlığa gömüldü. Bu hâl müdafiler ve Bizans halkı arasında daha büyük bir moral çöküntüsü meydana getirdi. Bundan sonra bir buçuk saat kadar yalnız topların sesi işitildi.
Artık İstanbul Fatih’ini bekliyordu…”
TEFEKKÜR
Rabb-i izzetden eğer ihsân ola
Zafer yollarına sefer âsân ola
.
Fasit bir düşünce!
Ramazan-ı şerifin ikinci on günü içerisine girmiş bulunuyoruz. Şanlı Peygamberimiz, “Bu ayın başı rahmet, ortası af ve mağfiret, sonu da Cehennemden azat olmaktır” buyurmuştu. Af ve mağfiret günlerindeyiz.
Cenab-ı Hak, rahmete gark olan, af ve mağfiretten nasiplenen ve Cehennemden azat beratını da kazanan kullarından eylesin inşallah.
İmsak vakitleri ramazan günlerinin en tartışmalı hususlarından biri olmaya devam etmektedir. Ben geçtiğimiz sene ramazan ayının başında bu konuda oldukça detaylı bir yazı kaleme almıştım. 1983 yılına kadar hiç değişmeden gelen imsak vaktinin birdenbire neden değiştirilmiş bulunduğunu açıklamış ve bu durumun tutarsızlıklarına değinmiştim. Müslümanların oruçlarını sağlama alması gerektiğine vurgu yapmıştım.
Bu sene bazı ilahiyatçıların konu hakkında şu şekilde yorumlar yaptıklarına çokça şahit oldum:
“Efendim bu husus Diyanet’in çok önem verdiği bir konudur. Falanca filancanın takvimi ile bu işler olmaz. Diyanet astronomlardan da destek alarak vakitlerini ilmî bir tarzda belirlemektedir. Diyanet’in takvimine uymak en geçerli yoldur. Yine en doğrusu ‘Diyanet İslamı’dır. Diyanet, Müslümanların vebalini üzerine almıştır…”
Bir defa şunu ifade edeyim ki kişiye farz olan hususlarda hiç kimse hiç kimsenin vebalini üzerine alamaz!..
Ben bu sözü ilk defa askeriyede duymuştum. Şöyle ki: “Siz önemli bir hizmet ifa ediyorsunuz. Günahı varsa benim olsun. Namazlarınızı kılmayınız vs…” Evet, namazını kılması için kişiye izin vermeyen günaha girer ise de elbette ki o kişinin üzerinden de namaz sakıt olmaz. Kılamadı ise dahi, kazasını kılması yine farzdır.
Bu ifadeyi çok kullananlardan biri de antrenörlerdir. Hâlbuki bir antrenör de futbolcusuna, “Senin yerine ben oruç tutarım veya vebali günahı boynuma” diyemez. Tutturmasa günahını alır ise de futbolcunun da kazasını tutması yine farzdır.
Bu minval üzere bir kısım ilahiyat hocalarının, “günahı Diyanet’in üzerinedir” sözü de fasittir. Zira herkesin ibadetinin doğru olabilmesi için şartlarını araştırması, bilmesi ve ibadetini sağlama alması önemlidir. Neticede Diyanet yetkilisi imsak vaktinde bana yirmi dakika daha fazladan yemek yedirmek veya iftarımı iki dakika erken yaptırmak için başıma polis dikmemektedir. Dikkat edersem ibadetimi sağlama almış olurum. Aksi takdirde günahı varsa şunun boynuna deyip kendini rahatlatmaya çalışırsın. Şöyle düşünelim: Dünyalık hangi işimizi, “yanlışsa cezası şunun üzerine olsun” diyerek gelişigüzel yapmaktayız, oturup bir düşünelim.
“Diyanet İslâmı” mı?
Diğer taraftan imsak vakti konusunda günümüzde farklı imsakiyeleri kullanan Türkiye gazetesi veya Fazilet takvimlerini dile getirerek vakitler falancanın filancanın takvimi ile belirlenmez demek tam bir cehalet söylemidir. Zira bunlar vakitleri kendileri belirlememektedir. Hatta bugün kullandıkları imsak ve namaz vakitleri kullanılırken onlar daha yayın hayatına dahi girmemişlerdi. Onlar sadece, 1983 yılına kadar Türkiye’de Diyanet’in de kabul ettiği ve asırlardır uygulanan kıstaslara göre belirlenen vakit hesaplamalarını değiştirmeden hareket etmektedir. Sadece 1983 yılında darbe hükûmetinin ve onun getirdiği diyanet başkanının keyfî uygulamasına karşı çıkmışlardır. Önce asalım sonra gerekçesini yazarız sözüne uygun olarak o dönemin hükûmet ve Diyanet’i de imsak vaktini öncelikle tek komutla 20 dakika ileri taşımışlardı. Arkasından da Avrupalı astronomların fecir hesaplarında, güneşin irtifâ’ını -18 derece almalarını gerekçe göstererek uygulamalarına kılıf uydurmuşlardır. Hâlbuki Müslüman astronomlar, bu hesaplamayı -19 derece kabul etmişler, İslam âlimleri de buna göre vakitleri tespit etmişlerdi.
Dolayısıyla Türkiye ve Fazilet takvimleri onun bunun değil hem asırlarca Osmanlı meşihat makamının hem de 1983 yılına kadar Türkiye Diyanet yetkililerinin kabul ettiği vakitleri hesaplama usulüne uymaktadırlar. Hiç kimse bu takvimlere göre hareket eden kişilerin orucunun sıhhatine söz söyleme hakkını bulamaz. Sıhhatinden bir Allah’ın kulu şüphe etmez.
Gelelim “Diyanet İslamı” sözüne. Diyanet camiası İslam’ı doğru bilip doğru anlayıp ona mı uyacak yoksa Diyanet İslamı diye kendine göre uygulamalar mı yerleştirecek?
Şayet Cumhuriyet dönemini dahi ele alırsak Diyanet’in pek çok uygulamalarından zamanla döndüğüne de şahitlik etmedik mi?
Mesela Türkçe ezan meselesi bunlardan biri değil midir? Evet, bir dönem hükûmet Türkçe ezanı dayatırken zamanın Diyanet İşleri Başkanı ve Diyanet camiası da bunu uygulamamış mıydı? O zaman yaptıkları bu uygulama doğru mu olmuş oluyordu? Şayet her şey Diyanet uygulayınca doğru kabul ediliyorsa o zaman neden geri dönüldü?
Bakınız o dönemde Türkçe ezan ortaya konulurken Türkçe hutbeye de geçilmişti.
Hâlbuki iyi bilinmektedir ki hutbe iki rekâtlık bir namaz yerine geçmektedir. Cuma namazının farzı iki rekâttır. Hutbenin de iki rekât namaz yerine geçmesi ile öğlenin dört rekâtı tamamlanmış olmaktadır.
Eshab-ı kiram ve onların yolunda bulunanlar asırlarca Asya, Afrika ve Avrupa’da hutbeleri hep Arabi okudu. Büyük âlim İbni Abidin hazretleri “Hutbeyi Arabi’den başka lisan ile okumak namaza dururken başka dil ile iftitah tekbiri getirmek gibidir” buyurarak caiz olmadığını bildirdi. Bu itibarla Osmanlı döneminde de İslam büyükleri ve din âlimleri 622 sene boyunca hutbelerin kabul olmayacağını ve cumanın sıhhatini halel geleceği dolayısıyla Türkçe hutbe okunmasına izin vermediler. Buna karşılık hutbedeki mana ve maksadın anlaşılması için cuma namazından öncesine vaazlar koydular. Müslümanlar böylece hem istifade ettiler hem de hutbedeki mana ve maksadı anlamış oldular.
“Gemisin kurtaran kaptan” demişler!
Öte yandan ezan aslına dönmüş iken hutbe maalesef Türkçe kalmaya devam etti. Ben isterdim ki Diyanet camiası bu konuda hükûmetleri etkilesin ve yanlış bid’at uygulamaların önüne geçsin. Hâlbuki çoğu zaman Diyanet camiası, bırakın düzeltmeyi bozma noktasında daha aktif rol oynamaktadır!..
Keza son dönemde çokça tartışmalara sebep olan “Kutlu Doğum Haftası” da bu kabil uygulamalardan biri değil miydi? Asırlarca Arabi takvimlere göre tes’id edilen mevlid kandili, alınan bir kararla nisan ayına sabitlendi ve 28 sene boyunca o şekilde devam ettirildi. Bu projeyi, FETÖ örgütünün ortaya çıkardığı anlaşıldığında bazı ilahiyat hocalarının ve dönemin Diyanet İşleri Başkanı’nın şiddetle karşı koymasına rağmen yerinde bir kararla geri adım atıldı. Böyle olunca Diyanet İslamı yara mı almış oluyor! Yoksa dinî meseleler doğru hâline getirilmiş mi bulunuyor düşünelim…
Yarın bid’at ehli birtakım görevliler eliyle Diyanet camiasında yanlış uygulamalara geçilirse biz yine Diyanet İslamı diyerek hemen bunları uygulamaya mı başlayacağız. “İslam bu değildir. Müslümanlık böyle değildir. İslamiyet böyle emretmemektedir” demeyecek miyiz, doğruları savunmayacak mıyız?
Evet, maalesef birileri şunun bunun takvimi derken Diyanet’i kutsallaştırdığının farkında değil. Net olarak bilinmektedir ki doğru olan, muhakkak olan İslam’dır. İslamiyet ise Allahü teâlânın Resulüne indirdiği ve itmam eylediğini bildirdiği dinidir. Ona uyanlar ancak mutlak doğruyu bulmuş olurlar. Şucu bucu dini veya Diyanet İslamı diye bir husus söz konusu olamaz. İnönü, Demirel, Ecevit devrinde Diyanet’in nice İslam’a uygun düşmeyen uygulamalarına ses çıkarmayanlar yarınlarda iktidarın başına CHP veya o zihniyette birileri geçerse yine Diyanet İslamı deyip kabullenme yolunu mu tutacaklardır?
Öyleyse Diyanet’in vazifesi Müslümanların ibadetlerini en doğru şekilde yapmalarına yardımcı olmak olmalıdır. Müslümanlara ise hakkı ve doğruyu araştırıp, okuyup ona göre ibadetlerini sağlama almak düşer.
“Gemisin kurtaran kaptan” demişler…
TEFEKKÜR
Söyledim sana, işin özünü
İster sıkıl, ister dinle sözümü
Osmanlının dünyaya bakışı
Ramazan-ı şerif bereketleri ile geldi. Müslümanlar, fakir fukara ile zekât, fitre ve sadakalarla mallarını paylaştıkları, gariplere ikramda bulundukları, dünyanın faniliğini hissettikleri ve kulluk şuuruna erdikleri bu ayı en güzel bir şekilde ihya etmeye çalışmalıdır.
Paylaşmak bizim ceddimizin en büyük hasleti idi. Onlar sadece hayatlarında etini ekmeğini paylaşmazlardı. Ayrıca kurmuş oldukları vakıflarla öldükten sonra dahi bu paylaşımı devam ettirmeyi bilmişlerdi. Vakıfları manası bu bakımdan son derece mühimdir.
Nitekim Sultan III. Ahmed Han’ın kızı Fatma Sultan ile eşi Damad İbrahim Paşa’nın vakfiyesi bu hususta çarpıcı hakikatler içermektedir. Bu iki hayırsever insan, kurdukları vakfın manasını anlatırken kâinatta en büyük vâkıf olarak Allahü teâlâyı telakki ettiklerini ve O’nu taklit etmek için mallarını vakıf hâline getirdiklerini belirtmektedir. Şöyle ki:
“Bu dünya ve öbür dünya mahkemelerinin hâkimi ve dünya ülkelerinin olduğu kadar ruhlar ve melekler âleminin de maliki olan Allah, ‘Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler’, âyetinin manasına uygun olarak gerçek varlığı hakkındaki en üstün bilgiyi keşfettirmek için feleklerden müteşekkil dokuz kubbeli bir dershane, topraktan da yedi katlı bir medrese icat ve inşa etti. Daha açık bir ifade ile yer ve gök cisimlerini yarattı.
Sonra bir vakfiye tanzim ederek çok geniş mekâna sahip bu küçük sarayın oturma hakkını, nesilden nesile, benî âdemin meydana getirdiği ailelerden müteşekkil insanlık toplumunun üyelerine vakfetti. Onlara sakin bir hayat temin edecek erzaklar ve azıklar tayin ve tespit eyledi. Bütün dünya sakinlerinin hizmetine lütf u keremiyle nice ürünler ve düzenli gelirler tayin ve vazifeler tahsis etti.
Nihayet açık kanununda (hukuk-ı İslamiye) yürürlükte olan vakfiyenin idaresinin (tevliyeti) din ulemasına, nazırlık görevinin (nezaret) de halifelere ve iyi karakterli hükümdarlara tevcih edilmesini şart koştu.”
Vakfiyede canlı bir tasvirini gördüğümüz bu vakfın vâkıfı Allahu teâlâdır. Vakfettiği şey ise dünyadır. Vâkıf orada hayrî müesseseler olarak, mektepler, medreseler, sebiller, çeşmeler vs. inşa etmiştir. Vakıftan yararlananlara gelince, onlar bütün insanlıktır. Ve vakfın kurucusu olan Allah, bu vakfın her türlü gelirlerini bahse konu olan bütün insanlık lehine tahsis etmiştir. Böylece insanlara takip edilecek bir örnek olarak kendisini teklif eden Cenab-ı Hakk, ulemayı vakfın idare makamına, sultanları da nezaretine tayin ederek, bir vakfın ne şekilde yönetileceğini de onlara göstermiştir.
Vâkıfın ifadelerinden Osmanlıların dünyaya hangi ibret nazarıyla baktıklarını ve kendilerini vakfa yönelten sebeplerin başında da Cenab-ı Hakk’ın ahlakıyla ahlaklanmak olduğunu görmek mümkündür. Bence çok çarpıcı bir misaldir bu.
Hayır babaları!
İşte Osmanlı padişahları ve toplumu, devletin kuruluşundan itibaren bu anlayış üzere hareket etmişlerdir. Açıkçası onların her birine “vakıf adamlar” desek yalan olmaz. Kaynaklarda geçen ifadeler ve yaptıkları işler bunun ispatıdır. İlk Osmanlı tarihçilerinden Âşıkpaşazade’ye göre Osmanlı devletinin kurucuları ve yöneticileri, “… yoksul doyurucu ve sofra sahipleri idi. Dünya halkına nimetler yedirirlerdi.” Yine ona göre devlet yöneticisinin vazifesi elde ettiği birikimleri toplumun hizmetine sunmak, böylece halkını karnı tok, adalet, güvenlik ve huzur içinde yaşatmaktı. Âşıkpaşazade servetin anlamını ve değerini, “Mal odur ki hayra sarf oluna” diye anlatıyordu.
Ahmedî’nin ifadesine göre, Orhan Gazi, “mescid ü mihrab bünyad eylemiş, bunca dâr-ı hayr abad eylemiştir” yani hayır evi kurmuştur. Ona göre I. Murad Han da darü’l-hayr (hayır evi) kurucusudur.
Otuz yıla yakın bir zaman, dünya sahnesinin ender rastladığı bir ustalık ve maharetle devletini idare eden Murad-ı Hüdavendigar, pek çok hayır eseri meydana getirmekle de şöhret bulmuş bir Padişahtır. Günümüze kadar gelen vakfiyesi, onun neler yaptığını, hayrat hakkında neler düşündüğünü göstermektedir. Su tesisleri, Bursa Çekirge’deki cami, medrese, imaret ve misafirhanesi, Bursa hisarında sarayının yanındaki camii, Bilecik ve Yenişehir’de birer cami, yine Yenişehir’de gazi erenlerden Pustinpûş Baba için yaptırdığı zaviyesi, annesi adına İznik’te inşa ettirdiği (1388) imareti en önemlileridir.
Bursa’da, “ahiret için azığımdır” diyerek inşa ettiği imaretine pek çok arazi vakfeden Murad-ı Hüdavendigar, vakfiyeye söyle yazdırmıştır: “İmarete, büyüklerden, âlimlerden, şeyh ve sadattan biri inerse hizmetçi bunlara hizmet eder. Bunların şanına göre onlara hizmet eder. Hayvanlarına da hizmet eder. Bu hizmet sadece büyüklere mahsus olmaz. İmarete inenlerin tamamına böyle muamele yapılır. Hatta fakir ve miskinlere bu yolda hizmet daha evladır. Çünkü onlar, kalbi kırık olanlardandır. İmaretteki kalışları üç günü̈ geçerse bu, mütevellinin reyine bağlıdır.”
Tarihçi Şükrullah, gazi ve şehit Sultan’ın yaptırdığı bu hayır hizmetlerinden bahsederken şunları söylemektedir:
“Bursa’da ahiret için bir yapı yaptılar. Hem misafir evi, hem cami, hem medresedir. Kimsesizler, yoksullar için paçalardan, tatlılardan, ekşilerden daha güzeli olmayan yemeklerin hepsinden verilmesini, konukların hayvanlarının da yemlendirilmesini buyurdu. Hatiplere, hafızlara, müderrislere, müritlere ve öğrencilere vazife karşılığı akça bağladı. O evin karşısında bir kubbe yapılmasını buyurdu. Her gün ayrıca otuz hafız o kubbede güzel sesle Kur’ân okuyup hatmetmektedirler. Mübarek vücudu o kubbede dinlenmektedir.” Bu bilgiler, Sultan Murad Han’ın vakıf anlayışını ve düşüncelerini, halis niyetini göstermesi açısından pek mühimdir.
Eserleriyle sosyal ihtiyaçlara çözüm getiren bu padişahlara “Ebu’l-hayrat” yani “hayrat babası” lakabı verilirdi. Bunlardan biri de II. Murad Han’dır. Fatih Sultan Mehmed, II. Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman ve onların yanındaki devlet büyükleri âlimler ve zenginler bu kıymetli vazifeyi âdeta yarışırcasına devam ettirmişlerdir.
Neticede Osmanlılarda vakıflar öyle bir inkişaf göstermiştir ki akıllara durgunluk verecek bir dereceye ulaşmıştır.
Osmanlı toplumunda vakıflar sayesinde öyle bir yaşantı oluştu ki bunun ikinci bir örneğini dünyada gösterebilmek mümkün değildir. Vakıflar sayesinde bir adam vakıf evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle beşerî hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekâlâ imkân vardı…
Tarih bilmek ecdadını tanımaktır. Onlara benzemeye çalışmaktır.
Bu mübarek ramazan günlerinde ecdadı yâd ederek onlar gibi hayır işlerinde yarışmayı Cenab-ı Hak cümlemize nasip eylesin.
TEFEKKÜR
Mescid ü mihrab bünyad eylemişler
Bunca dar-ı hayrı abad eylemişler
.
İstişarenin önemi
Dinimizde istişare keyfiyeti en önemli hususlardandır. Ancak bazı gelişmeler istişarenin hakkıyla yerine getirilmesinin yolunu tıkar. Doğru karar almanıza mâni olabilir. Bu itibarla istişarenin şartlarına uygun yapılması da çok mühimdir.
Peygamber efendimiz de kendisine vahiyle bildirilmeyen hususlarda ashabıyla istişare yapar ona göre hareket ederdi. Nitekim Uhud muharebesi öncesinde yaptığı görüşme bu hususta çok önemlidir.
Peygamber efendimiz, müşriklerle yapılacak savaşın Medine içinde mi yoksa Medine dışında mı yapılması konusunu ashab-ı kiram ile istişare etmek istemişti. Öncelikle bu hususta görmüş olduğu bir rüyasını ashabı ile paylaştı. Peygamberimiz şöyle nakletti:
“Rüyamda kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfikar’ın ağzında bir gedik açıldığını, boğazlanmış bir sığırı arkasından da bir koçun getirildiğini müşahede ettim”.
Ashab-ı kiram “Ya Resulallah bu rüyayı nasıl tabir ettiniz?” diye sorduklarında:
“Sağlam zırh giymek Medine’ye, Medine’de kalmaya işarettir. Orada kalınız… Kılıcımın ağzında bir gedik açıldığını görmem bir zarara uğrayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır eshabımdan bazılarının şehit düşeceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, koç, askerî bir birliğe işarettir ki inşallah onları Cenab-ı Hakk öldürecektir” buyurdu.
Peygamber efendimizin bu açıklamalarından sonra ashaptan bazıları Medine’de kalarak müdafaa savaşı yapalım dediler. Bu teklif Peygamber efendimizin arzularına da uygundu. Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Sa’d bin Muaz gibi ashabın ileri gelenleri bu teklifi desteklediler.
Öte yandan Bedir gazasında bulunamayan kahraman ve genç sahabiler, Bedr gazasına katılan sahabilerin kazandığı ecir ve sevabı Bedr şehitlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Peygamber efendimizden işittikçe o harpte bulunamadıklarına son derece üzülmüşlerdi. Bunun için düşmanı Medine dışında karşılamak ve göğüs göğüse çarpışmak sevdasında idiler. Hazreti Hamza, Numan bin Malik, Sa’d bin Ubade bunlardan idi.
Bu arada Hazreti Hayseme konuşmak için izin alarak:
-Ya Resulallah, Kureyşli müşrikler çeşitli Arap kabilelerinden asker topladılar, develerine atlarına binip topraklarımıza girdiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacak sonra da dönüp gideceklerdir. Arkamızdan pek çok laflar edeceklerdir. Bu hâl onların cesaretlerinin artmasına sebep olacaktır. Akabinde yeni baskınlar düzenleyeceklerdir. Şimdi onların karşısına çıkmazsak diğer Arap kabileleri de bize göz dikeceklerdir. Allahü tealanın bize müşriklerin karşısında zafer ihsan edeceğini umarım.
Çoğunluğun bu fikirde olduğunu gören ve genç sahabilerin cihad azmini kırmak istemeyen şanlı Peygamberimiz, düşmanı Medine dışında karşılama kararını verdiler.
İkindi namazını kıldırdıktan sonra saadetle hanesine geçip kılıncını kuşandılar.
Bu sırada dışarıda eshab-ı kiram toplanmış Peygamber efendimizi bekliyorlardı. Medine’de kalmak ve müdafaa harbi yapmak isteyenler diğerlerine:
“Resulullah, Medine dışına çıkmak niyetinde değildi. Sizin ısrarınız üzerine bunu kabul etti. Bu kadar ısrarcı davranmanız uygun düşmedi” dediler.
Bu sözler karşısında genç ve kahraman sahabiler üzülmüşlerdi. Resulullah efendimize muhalefet etmiş durumuna düşmek istemediler.
Şanlı Peygamber efendimiz saadethanelerinden çıkınca huzuruna varıp:
-Canımız sana feda olsun ya Resulallah! Sen nasıl istiyorsan öyle yapalım. Medine’de kalmak istiyorsan kalalım! Biz senin emrine muhalefet etmekten Cenab-ı Hakk’a sığınız dediler ve özür dilediler. Bu sözler karşısında sevgili Peygamberimiz:
-Bir peygamber giymiş olduğu zırhını harp etmeden çıkarmaz. Ta ki Cenab-ı Allah onunla düşmanı arasında hükmedinceye kadar. Size ise nasihatim şudur ki emrettiğim şeyleri yapar, Allahü tealanın ismini anarak sabredip sebat gösterirseniz, Allahü teala yardımcımızdır.
Böylece şanlı Peygamberimiz hem alınan karardan geri dönülmemesi gerektiğine işaret ederken hem de maddi manevi sebeplere yapışılırsa Cenab-ı Hakk’ın kendileri ile olduğunu belirterek üzgün sahabileri teselli ediyordu.
Nitekim Allahü teala, Âl-i İmran suresinde (159. Ayet) âlemleri hürmetine yarattığı Peygamberine hitaben “Bir kere azmettin mi artık Allah’a güven” buyurmuştu.
İkilikte kalanları yok say!
İşte şanlı Peygamber efendimizin uygulamaları, istişarenin prensiplerini de belirleyecektir. Şöyle ki:
İstişare eden, danıştığı kimseleri peşin karar ve hükümlerine çekmeye çalışmamalıdır.
İstişare edilen kimselerin istişare hususunda yeterli bilgi ve tecrübe sahibi olmasına dikkat edilmelidir.
İstişareden çıkan netice ittifaklı olursa istişare eden buna uymalıdır. İhtilaflı olursa istişare edenin tercihte bulunma hakkı vardır.
Muhalif fikirde olanlar karar verildikten sonra cemaatten ayrılmayacak ve aynı fikir sahibi hüviyetinde olanlar gibi bir ve beraber hareket edeceklerdir.
Bu itibarla istişareye dikkat edenlerin ve ehil kişilere danışanların hatası çok ama çok az olur.
Meşveretsiz kim ki bir iş işleye
Şol nedamet parmağın çok dişleye
Demişlerdir.
Son seçimden sonra eski başbakanlarımızdan Ahmet Davutoğlu Bey’in açıklaması çok ses getirdi. Kendisini takdir edenler de çok oldu. Belki yorumlarının önemli bir kısmı gerçekleri ifade ediyordu.
Fakat şurası çok mühimdi. Sayın Davutoğlu son üç yıldır neredeyse bir ölüm-kalım mücadelesinin verildiği dönemde, partim ve liderim dediği ekibin aldığı hiçbir kararda beraber hareket etmemişti.
Kim ki kaldı ikilikte yâr değil
Yoğa saygıl sen onu kim var değil.
Bu itibarla da sözleri yıkıcılıktan öte geçmeyecektir.
Ancak şurası da asla unutulmamalıdır. Değerlendirmelerde Davutoğlu gibiler tenkit edilirken gerçekler de sümen altına girmemelidir. Zira ben, parti içinde bulunmadığı hâlde partiye gönül veren nice dostların yapıcı ve yerinde tenkitlerine şahit oluyorum. Bunlar mutlaka dikkate alınmalıdır. Partililer kadar partinin gönül erlerinin dinlenmesi hataları en aza düşürecektir. Belki de hiç gündeme getirilmeyen ama AK Parti’yi halkın gönlünde zayıflatan nice arka plan uygulamalarının görülmesine yardımcı olacaktır.
Aksi hâlde araba devrilince yol göstermenin çok da faydası olmuyor!
TEFEKKÜR
Kimi yapar kimi yıkar, kimi hayran olup bakar
Bu bir handır gelir geçer, esrarını kimse bilmez
Ne oldu da değişti?
Eski başbakanlarımızdan Ahmet Davutoğlu Bey siyaset yolunda sistemli bir tarzda yükselen devlet adamlarımızdan birisidir. Ben onun bu yükselişinde bilhassa zamanın başbakanı Tayyip Erdoğan Bey’i takdir eder ve hareketini misal gösterirdim. Neden?
Ahmet Davutoğlu Bey iyi yetişmiş bir bilim adamı idi. 1990 yılında, Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak göreve başladı. Burada Siyaset Bilimi bölümünü kurdu ve 1993 yılına kadar bu bölümün başkanlığını yürüttü. 1995-1999 yılları arasında Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde çalıştı. Bu arada doçentlik ve profesörlük payelerini aldı. 1998-2002 yıllarında, Silahlı Kuvvetler Akademisi ve Harp Akademilerinde misafir öğretim üyesi olarak ders verdi. Aynı zamanda Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde de misafir öğretim üyeliği yaptı.
İşte Tayyip Bey bu kıymetli bilim adamını 2003-2009 yıllarında dış politika danışmanı olarak kullandı ve kendisine, dünya siyasetini ve dönemin liderlerini tanımasında engin ufuklar açtı. 2009 yılında ise muhakkak ki bilgi ve tecrübesi zirveye çıkan bu akademisyenimizi dışarıdan (milletvekili olmadığı hâlde) dış politikanın başına getirdi. Yani o artık Dışişleri Bakanı idi. 2011 seçimlerinde ise Konya milletvekili olarak Meclis’e girdi. Dışişleri Bakanlığı vazifesi ise devam ediyordu. Tayyip Bey, 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturduğunda Ahmet Bey de artık Başbakanlık makamına geçmiş bulunuyordu.
İşte ben kıymetli bir akademisyenimizi çekirdekten alarak bu noktaya taşıması ve tecrübeli bir siyasetçi olarak milletimize kazandırması açısından Tayyip Bey’i alkışlıyor ve bu davranışını her vesile ile gençlere anlatarak geleceğin siyasetçilerine emsal olmasını diliyordum.
Fakat ne olmuştu da Ahmet Davutoğlu Bey Başbakanlığından sonra bambaşka bir role bürünecekti! Bu sadece kendini ispatlama savaşı mıydı? Yoksa yeni bir strateji belirleme işi miydi? Oysa Türkiye 2010 yılından beri çok önemli bir noktaya doğru gidiyordu! Çok farklı bir kaosun içine sürükleniyordu. Bunu köylü Mehmet Ağa’nın dahi gördüğünü bilirken tecrübeli bir siyasetçinin anlamamasına herhâlde ihtimal dahi yoktu!
Nitekim Davutoğlu’nun Başbakanlıktan ayrılması (22 Mayıs 2016) iki ayını doldurmadan Türkiye’nin bir işgal projesi ile karşı karşıya kalması her şeyi özetlemiyor muydu?
MHP, neden hep hedefte!
İşte Türkiye bu işgalden milletin topyekûn birlikteliği ile kurtulmaya muvaffak olurken devletimiz de artık bilhassa işgal projesinde rolü açıkça ortaya çıkan stratejik ortağı (ABD) ile alakalı olarak farklı bir siyaset belirlemeye başlayacaktı.
Fakat bu sırada milleti şaşkınlığa düşüren tavırlar da görülmeye başlayacaktı. Devlet Bahçeli Bey’in, bu zor dönemlerde neredeyse kayıtsız şartsız Tayyip Bey’in yanında yer alırken, Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi kırk yıllık dostları ile birlikte bir fâninin çıkabileceği en yüksek makamlara getirdiği Ahmet Davutoğlu Bey artık kendisine neredeyse zerre kadar destek vermeyeceklerdi.
Bilhassa her seçimde ayağının tökezlemesini kedi fare bekler gibi bekleyeceklerdi. Nihayet ilk tökezlemede de kendini gösterecek adımları atacaklardı.
31 Mart seçimlerinin ardından her yazar gibi ben de iki değerlendirmede bulundum. Eksikleri gösterdim. Ancak Davutoğlu’nun söylemleri hiç aklıma gelmemişti.
Zira Sayın Davutoğlu meseleye ülkenin geleceği açısından baktığında ilk olarak MHP ile ittifakın zararlı olduğunu vurguluyor ve şöyle diyordu:
“Cumhurbaşkanlığı sistemi ile birlikte gelen ittifak yapılanmaları beklenenin aksine siyasi yelpazedeki dağınıklığı gideremediği gibi siyasi kutupların oluşmasına ve toplumu bir arada tutan ortak değerlerin yıpranmasına yol açmış görünmektedir. Seçim sürecinde ittifak yapılarının cepheleştirici karakterinden kaynaklanan sert söylemler siyasi kutuplaşmayı tehlikeli boyutlara taşıyarak toplumsal barışımızı ve ortak aidiyet bilincimizi zedelemiştir.”
Evet dikkat olunursa Davutoğlu’nun tek derdi AK Parti’nin MHP ile birlikteliği olduğu anlaşılmaktadır. Aslında biz bu rahatsızlığı toplumun belli kesimlerinden, 15 Temmuz işgal girişiminden beri görmekteyiz. Şunu unutmamalıdır ki, 15 Temmuz bir milattır ve sadece Davutoğlu için değildir. Tayyip Bey’in 40 yıllık dostları bu tarihten sonra ve hatta 2013 yılından itibaren kendisine mesafe almışlar ve ellerine geçirdikleri her fırsatta bu birlikteliği yıkma teşebbüsünde bulunmuşlardır.
Nitekim görüldüğü üzere Davutoğlu da 31 Mart’ta parti hafif bir yara aldığında hemen ilk yumruğu bu birlikteliği yıkmak için atmıştır…
Peki o zaman Davutoğlu’nun şu değerlendirmesini nereye koyacağız. “…2013 yılında Gezi olayları ile başlayan, 17-25 Aralık komploları ile devam eden, çukur eylemleri ile tehlikeli boyutlara ulaşan ve nihayet 15 Temmuz hain darbe girişimi ile zirveye çıkan iç gerilimler ülkemizi vizyoner ve atılımcı pozisyondan reaksiyoner ve savunmacı bir pozisyona sürüklemiştir.”
Şimdi ben de soruyorum: Bu iç gerilimler kimin eseri idi? Ülkemizi bu hâle kimler düşürdü? Yenikapı ruhu olmasa idi bu savaşların sonu nereye varırdı tahmin edebiliyor musunuz? Karşınızda birleştiler diyerek savunduğunuz grup bu noktaların hangisinde sizin yanınızda yer almıştı?
“Stratejik Derinlik” kitabını yazmakla stratejik davranabilmek aynı olamıyor maalesef.
Siz iki yıldır kenarda kalmakla kimin yanında saf tuttuğunuzu görebiliyor musunuz?
Derin yazmak değil, doğru düşünmek!
Aslında Sayın Davutoğlu partisini tenkit ederken karşı safın söylemlerini ve ittifaklarını da bir kez gözden geçirse ne kadar iyi ederdi!
Mesela 15 Temmuz’a “kontrollü darbe” tanımlaması yapmak ne manaya gelmekte idi? Şayet kontrollü darbe ise bu kontrollü darbeyi son ana kadar neredeyse bizzat başında bulunduğu hükûmetin düşünmüş ve gerçekleştirmiş olması gerekmiyor mu?
Çukur eylemleri sırasında “Ey halkım, senin için şehit düşüyorum” diye haykıran kahramanlar ne çabuk unutuldu? Davutoğlu şehit yakınlarını sert bir dille kınarken bunları hiç hatırlamaz mı? Ayrıca teröristleri neredeyse bir kez olsun kınamayan adamlar, seçim şaibelerinin de gerdiği bir ortamda birdenbire şehit cenazesinde neden arz-ı endam etsin ki? Bu tamamen bir provokasyon değil midir?
Senin kapına çocuğun, Sur’dan kanlı gömleğiyle yahut da el-Bab’dan veya Afrin’den erimiş bedeniyle gelmedi değil mi?
Şayet gelmiş olsaydı ana muhalefet liderine yapılan saldırıyı, oradaki şehit yakınlarını rencide etmeyi hiç düşünmeden ve psikolojilerini anlamadan bu kadar acımasız bir tarzda tenkit edebilir miydin? Teröristlerle ittifak kuranları hangi şehit anası veya babası yanında görmek ister söyler misin?
Şurası muhakkak ki Stratejik derinliğin bir yazarları bir de yürüten aktörleri vardır. Yazarları her ülkede çıkar ancak aktörleri bir ülkededir. Onlar derin yapıları ile stratejileri kurgularlar, planlarlar ve yürütürler.
Mesela şöyle düşünelim!
AK Parti ile MHP her an bir araya gelebilecek birlikte hareket edebilecek iki siyasi harekettir. Millî Cephe hükûmetlerinde ve yakın tarihimizde çeşitli şekillerde ortaya çıkan bu birlikteliğe pek çok kez şahitlik ettik. Fakat Saadet ile CHP, İyi Parti ile HDP ve Saadet ile HDP gibi siyasi oluşumlar bir araya geliyorsa asıl oraya dikkat etmek gerekir. Zira Stratejik derinliği kurgulayan el oradadır! Aksi hâlde ister farkında olarak ister gaflet hâliyle o elin etki alanına girmiş olursun! Zira Stratejik derinlikteki o elin her renkte, her şekilde, her düşüncede ve her platformda kolları vardır!
“Stratejik Derinlik” kitabı yazmadım ise de Sayın Davutoğlu’na şunu hatırlatmak isterim.
Evet, 31 Mart’ta bir darbe yemiş AK Parti’ye şimdi de ilk seçimde öldürücü darbeyi vurdurmak için yeni maşalar aranmaktadır. O düşünülen ve kurgulanan maşalardan biri olmayasınız sakın!
TEFEKKÜR
Kötüye katılma sen doğru yürü
Doğrunun eğriyle, dar olur günü
.
Ya Raccekellah!
505 yıl önce 20 Nisan Perşembe günü Yavuz Sultan Selim Han yanında âlimler ve devlet büyükleri olduğu hâlde Üsküdar’a geçmek üzere hareket ediyordu. Çavuşlar ve solaklar cins atının üzerinde kadırgasına doğru ilerleyen Selim Han’ı “Ya Raccekellah!” (Ey Allah’ın harekete geçirdiği) nidasıyla uğurluyorlardı.
Muzaffer Osmanlı sancakları açılmış, padişaha mahsus davul dümbelek ve kösler dövülmeye başlanmıştı. Yeniçeriler tüfenklerini ateşleyip cihana gürültü ve velvele vermekte idiler. İstanbul halkı sefere çıkan Selim Han’ı görebilmek için Eyüb Sultan’ı doldurmuş Haliç’i ise kayıklar doldurmuştu…
Selim Han etrafı dolduranlara hüsn-i iltifatla selam verince duaları göklere çıkarıp zafer niyaz ve temenni ediyorlardı.
Padişahın kadırgasına binip hareket etmesi ile birlikte İstanbul surları ile Galata arasındaki ve Beşiktaş’a kadar kıyılardaki harp gemilerinden, savaş sandallarından şimşek parıltılı gök gürültülü toplara ateş verdiler. Her taraf baştan başa duman ve bulut oldu.
Osmanlı ordusu İran tarafına Şah İsmail üzerine hareket edecekti. Peki neden?
II. Bayezid Han’ın son senelerinde tahtı oğlu Şehzade Ahmed’e bırakmak istemesi merkezde büyük karışıklıkların ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Şehzadeler arasındaki mücadelelerden istifade etmeyi fırsat bilen Şah İsmail ise Anadolu’da dâileri vasıtasıyla büyük karışıklıkların yaşanmasına sebep açacaktı.Nitekim bunlardan Şahkulu Baba Tekelive Nur Ali Halife isyanlarında binlerce Müslüman hayatını kaybedecekti.
Şah İsmail, Yavuz Sultan Selim’in tahta çıkmasından sonra da tahriklerini devam ettirdi. Sultan Selim’in cülusunu tebrik için bir elçi göndermeyerek Osmanlı saltanatındaki bu değişiklikten memnun kalmadığını açıkça göstermiş oldu. Şah İsmail, Selim Han’ın kardeşlerini ortadan kaldırdığı sırada yanına sığınan Şehzade Ahmed’in oğlu Murad’ı, Osmanlı tahtının yegane vârisi olarak ilan ederek de bu devletin iç işlerine açıkça müdahil olmuştu.
Selim Han’ın neden İran üzerine yürüdüğünü sorgulayanlar, Şah İsmail’in Osmanlı üzerindeki emellerini, sebep olduğu isyanları ve nihayet Şehzade Ahmed’in oğlu Murad’ı neden Osmanlı tahtının başı olarak ilan ettiğini hiç bilmezler, araştırmazlar veya görmek istemezler.
Ey adalet semasının ayı!
Peki Selim Han’ı İran üzerine yönelten sebepler sadece bunlar mıydı? Şah İsmail’in zulmü yalnızca Anadolu’nun Sünni Müslümanları üzerine miydi? Orta Asya Türk dünyası ondan nasıl etkileniyordu?
Bölge tarihi incelendiğinde görülüyordu ki, Horasan, Harezm, İran, Azerbaycan Müslümanları da Safevilerin zulüm ve baskılarından bizar olmuşlardı.
Zira Şah İsmail’in fesadı ve işkenceleri bölgeyi harabeye çevirmiş, özellikle Sünni Müslümanların ve âlimlerin gözlerini Osmanlı diyarına çevirmelerine yol açmıştı.
Tek kurtuluş ümidinin Selim Han’dan gelecek bir yardımda olacağını görüyorlar ve içli mektuplarla, şiirlerle Selim Han’ı bölgeye davet ediyorlardı.
Devrin ünlü tarihçisi Celalzade Mustafa Çelebi, Emin Çelebi adındaki bir âlimin şu mealdeki şiirine, nümune olarak eserinde yer vermişti:
Ey hilafet tahtının padişahı! Ey adalet semasının ayı
Ey Süleyman sıfatlı ve İsa nefesli, ey peygamber huylu ve velî gelişli
Ey cömertlik ülkesinin başkumandanı! Ey yiğitlik diyarının merkezi!
Ey diyanet cihanına sultan olan, devrin, şahlarının şahının oğlu padişah!
Bu süslü âleme geldiğinde insan oğluna sevinç ve tat geldi
Cihanda müjde davulunu vurduğunda, dindarlara ümit sadası yetti.
Cihan sadefi içinde iri inci gibi olan, dinin sığınağı Sultan Selim Şah!
Müslümanları doğru yolda kıl, İslamın emir ve prensiplerini gözet!
Bilmelisin ki sende adalet var, dört halife sana yâr olsun.
Yüz tuman Hatem ve Nuşirevan senin adalet ve cömertliğine hayrandır.
Bil ki sende feth u zafer Hakk’ın kudretidir, kulun işi değildir.
Ey padişah sana arz-ı hâlim var, lutfedip muradımı yerine getir.
Adaletini istiyorum, bana adaletini ulaştır.
Ben temiz Ehl-i sünnet mezhebinin kölesiyim, din ilim ve mektebinin takipçisiyim.
Bu sebeple bid’atçılar bana cefa ve kin kılıcını yetiştirdiler.
Bu bela, cefa, zulüm ve musibet yalnız bana düşmedi.
Bu bid’atçılardan bütün Sünni olanlar zulüm ve işkence gördü.
Dünya ve dünyadaki insanoğlu sana ümid bağlamıştır.
Küfür kanadını çekip kır, İslam ülkesini çabucak düzelt.
Horasanlılar seni bekler, Horasan’da da saltanat kur.
Canın tene âşık olduğu gibi, Iraklılar da sana âşıktırlar.
Maveraünnehir’deki şah ve dilenciler sana devamlı dua ederler.
Senin saltanatının ömrü uzasın, düşmanın da inleyip başı eğilsin.
Devlet ve zaferle gel, küfrü yok etmek için gayret göster.
Müslümanları üzüntü, sıkıntı, dini bid’atten ve yastan kurtar.
Lütfedip hastalara çare kıl, hayır için inleyen dertlilere iyilik et.
Çünki cihanın ve din ehlinin ümidi sendedir.
Ey mutlu görünüşlü kişi, bu kusurlu aciz kimseden sana selam olsun.
Peygamberin sahabilerine kötü söyleyenlerin meclisini dağıt.
Senin mızrağının ucunu gördüklerinde onlar kaçacak delik ararlar.
Gel ki adaletinin nuruyla âlem aydınlansın…
Çarpıcı mukayese!
İşte Selim Han saltanata geçtikten ve kardeş tehlikesini ortadan kaldırdıktan sonra Edirne’de divanını toplayacak ve Şah İsmail meselesini görüşecekti. Selim Han’ın meseleyi müzakereye açarken söylediği ifadeler tarihe ışık tutacak cinstendir. Şöyle ki:
“Trabzon tahtında iken onlara yakın olup durumlarını biliyordum. Zaman elverip devletleri yardımcı olursa, yeryüzünden İslam’ın tarz ve usulünü kaldırıp, doğru inananları saf dışı ederler. Hazreti Muhammed’in apaçık yolunu bırakırlar küfürden daha kötü bir yola giderler.
Kâfirlerin sapık dinleri bellidir. Kâfirin günahı sırf şirk (eş koşma), bunların maksatları ise temiz dinin saf suyunu kirletmektir.
Kâfirin en büyük günahları Âlemlerin Efendisi’nin peygamberliğini inkâr, bunların sonu sapıklık olan niyetleri Server-i Kâinat’ın mağara dostu dert ortağı arkadaşıyla beraber büyük sahabelerine kin ve düşmanlıklarını ortaya atmalarıdır.
Kâfirin suçu Kur’ân-ı azime muhalefet, bunların maksadı mutluluk sıfatlı apaçık dine muhalefettir.
Kâfirin en derin arzusu İncil’in hükümlerini yaymak, bunların en büyük gayretleri Kur’ân’ın prensiplerini bozmaktır.
Kâfirlerin ümitleri haç tertibini gözetmek, bunların arzuları sevgili Peygamberimizin dinini bozup küçümsemektir.
Mademki bu topluluk doğru yola girip tevbe etmiyorlar. Anadolu’da karışıklık ve fitne çıkarmaya devam ediyorlar, öyleyse onların üzerine yürümemiz gerekir…”
Selim Han’ın bu sözleri üzerine vezirlerden bir kısmı böyle mühim bir iş için acele karar verilmemesini düşünmek ve tedbir almak için kendilerine müsaade edilmesini kanun-ı kadime başvurulmasını istediler. Selim Han ise tehirin düşmana zaman kazandıracağını bilmekte ve işin savsaklanmasında ciddi zararlar görmekteydi. Bu itibarla vezirlerine şöyle hitap etti:
Kim bu kanun u kavâid ü sübül
Gökden inmiş Hak kelamı hod değil
Ne Resulün sünnetidür bî-hilaf
Ne bu güft u gûda vardır ihtilaf
Kendü devrinde ne ihdas itse şah
Ol anun kanunudur bî-iştibâh
Devr anundur emr anun kanun anun
Bahr anundur berr anun hâmun anun
Her zaman bir suret ile iktizâ
Nef’ virmez böyle demde mâ-mezâ…
Deyince artık kimsede söz söyleme cesareti ve gücü kalmamıştı.
Bundan sonra Anadolu ve Rumeli beyleri ile sancak beyilerine, mahallî kadılara ve bütün ilgililere emirler gönderilerek sefere hazır olmaları bildirilmişti.
İşte şimdi ordu Üsküdar’da Selim Han’ın muzaffer sancakları altında ilerlemeye başlamıştı.
Şeyhler-sofiler, baylar-fakirler, gençler-yaşlılar Selim Han’ı ve ordusunu dualarla uğurlamak üzere yollara düşmüşlerdi. Selim Han’ı rüzgâr süratli doru atının üzerinde görkemle gören halk bir uğurdan maşaallah nidaları ile bağırıştılar.
Hudâ mansûr ide zât-ı güzînin
Ki sensin nâsırı Dîn-i mübînin
Âlem çözdük Rasûl eshâbı içün
Muhammed Mustafa Ehbâbı içün
Muzaffer ol müebbed ol Hudâdan
Özün mahrûs ola daim hatâdan
Azîz ü kamyab ol devlet ile
Ferahnak ol fütûh u nusret ile
Adalet kıl cihan mahkûmun olsun
Acem mülkü serâser Rûm’un olsun
İşte 23 Ağustos 1514 Çaldıran zaferinin 505 sene önce hareketinin başlangıcı böyle gerçekleşmişti…
TEFEKKÜR
Bahrîler ummana daldı, pek çoğaldı dehrîler
Öyle mülhidler ile bahs-i dîne dalmak da güç
.
Halkın gönlünü şad eylemek!
İki haftaya yakın süredir seçim değerlendirmeleri ve tartışmaları bitmedi. Kolay kolay da biteceğe benzemiyor. Partiler de artık seçim tahlillerini yapacak ve yeniden rotasını çizerek ilerlemeye devam edecekler.
AK Parti şu anda icranın da başı olduğu için bir taraftan ülkeyi idareye devam edecektir. Yaptıkları ve yapamadıkları ile önümüzdeki ilk seçimde tekrar milletin huzuruna çıkacaktır. Muhalefetin ise böyle bir derdi yoktur. O, sadece vaatleri ve tenkitleri ile milletin huzuruna varmaktadır. Bu itibarla fazla yıpranmamaktadır.
İşte bu yüzdendir ki hükûmet seçim kaybettiğinde tenkitler ve değerlendirmeler daha fazla olmaktadır. “Biz nerede hata yaptık ki millet bizden yüz çevirdi? Neden bize yeniden teveccüh göstermedi?” suallerine daha fazla muhatap olmaktadır. Doğrusu da budur!
Şurası muhakkak ki tenkitler doğru yapılırsa sonuca varılır, netice alınır. Değerlendirmeler yanlış olursa daha da felakete gidilir. Bu itibarla AK Parti yetkilileri dile getirilen tenkitlerin her birini ciddi tarzda değerlendirmeye açmalıdır.
Öncelikle şunu belirteyim ki seçim gecesi neticeler yüzde 99 belli olduğunda Cumhurbaşkanımızın sarf etmiş olduğu bir cümle aslında bütün değerlendirmelerin özü gibiydi.
Malumunuz AK Parti 31 Mart seçimlerinde, gönül belediyeciliği sloganını rehber edinmişti. Belki de Sayın Cumhurbaşkanımız seçim sonuçlarının belli olduğu gecede bu hususa atıfla;
“Halkımızın gönlüne girebildiğimiz yerlerde seçimleri kazandık giremediğimiz yerlerde ise kaybettik” dedi.
Bir Osmanlı mütefekkiri bu hususu ne güzel tasvir etmişti:
Hüner bir şehir bünyad eylemektir
Reaya kalbin abad eylemektir.
Evet şehirler imar edilecek ama halkın gönlü de asla ihmal edilmeyecek. Halka tepeden bakılmayacak. Kibir yoluna sapılmayacak. Sayın Cumhurbaşkanımız da bu hususları her vesile ile dile getirmiş ve parti yetkililerini uyarmıştı. O gece de bu söylemiyle, teşkilatlarına acı da olsa bu gerçeği hatırlatarak mesajını vermiş bulunuyordu.
Bazı vekillerin beka meselesi!
Peki milletin gönlüne girilemeyen yerlerde temel nedenler nelerdi? İşte asıl değerlendirme de bu noktada yapılmalıdır. Zira bunu sadece kaybedilen yerlerdeki adaylarla açıklamak hatanın en büyüğü olacaktır.
Ben geçen haftaki yazımın sonunda, “Seçmenin siyasi bakımdan AK Parti’ye ve özellikle Cumhurbaşkanımıza verdiği en önemli mesajın ‘Ne olur sesimi duy, sana ulaşamıyorum!’ şeklinde olduğu kanaatindeyim” diye belirtmiştim. Ulaşabilirse neler olacaktı, “İnşallah bu konudaki değerlendirmemi haftaya Cuma Divanı’nda yazacağım” demiştim.
Bunun için diyorum ki, seçim öncesi AK Parti bazı değerlendirmeleri dikkate almış olsaydı kaybettiği yerlerin en az %50’sini kazanırdı. Zira bu noktalarda kaybettirenler büyük çoğunlukla adaylar oldu. Fakat bu, adayların başarısızlıkları sebebiyle değildi. Bir kısım adayların başarılı oldukları hâlde tekrar gösterilmemeleri nedeniyle oldu. Yani bir anlamda AK Parti, kendisi ile çatıştı!
Hatırlarsanız 1 Şubat 2019 tarihli yazımda, “Vekillerin yeni görevi mi?” şeklinde bir başlık kullanmış, Sinop ve Bursa’daki yanlış hareketlere de dikkat çekmiştim.
Sinop’un Ayancık ilçesinde halkın gönlüne girmiş başkanı (Aslan Özdemir Bey), vekilin de içinde bulunduğu bir ekip, ayak oyunları ile tekrar aday göstertmediler. Ayancık halkı da bu duruma açık ara denecek bir şekilde cezayı kesti! Yazık oldu.
Bursa’da ise, adı artık bütün Bursalıların diline düşmüş bir vekil de her ilçeye kendi adaylarını koyabilmek için görülmemiş bir mücadele verdi. Dikkat ediniz kazanacak kimseleri, halkın gönlüne girenleri değil kendi adaylarını ve kendi gönlünde olanları seçtirmek sevdasındaydı. Bu maksatla Gemlik’te AK Parti’nin sevilen ve gerçekten hizmet vermiş olan başkanını (Refik Yılmaz) yediler. Gemlikliler de kahrederek onları yedi! Bursa Nilüfer’e bir önceki seçimde CHP Büyükşehir Adaylığı için çalışmış birini AK Parti’ye getirmek de yine bu Bursa vekilinin marifeti idi. Keza Nilüfer adayı Ağrılı olduğu için iki Ağrılı olmaz diyerek, Bursa Yıldırım’ın gönüllere taht kurmuş başkanını (İsmail Hakkı Edebali) harcatmak da bu vekilin sinsi bir kurgusuydu. Bursa Büyükşehir Başkanlığı kaybedilmedi ise bunda, Alinur Aktaş Bey kadar Yıldırım’da gerçekten sevilen, Edebali Bey’in hizmetlerinin etkisi büyüktür. Nilüfer’i kazanırız dediği aday AK Parti’ye bir oy fazla getiremezken Edebali’nin gitmesi ile CHP, Yıldırım’da oyunu ikiye katladı…
Evet, ben seçimden iki ay önce yaptığım tahlilin sonuçlarını göstermiş oldum. Şimdi bu vekiller rahat uyuyorlar mı acaba? Ayancık ve Gemlik gitti diye üzülüyorlar mı? AK Partili gönülleri fethetmiş adaylarla mücadele edersen böyle olur.
Bir kez daha söylüyorum. Adaylık ve temayül yoklamalarında ister vekil ister belediye başkanı asla etkili olmamalı. Zira halk zaten seçimlerde bunları sorgulayacaktır. Temayül yoklamaları milletle olur ve neticesi de gelir. Bu konuda Cumhurbaşkanının tamamen kendisiyle irtibatlı danışmanları olmalı ve bunlar 3-5 ayda bir bölgeleri ile ilgili olarak başkana raporlar sunmalıdır. Ancak bu şekilde adaylar konusunda hataya düşülmez diye düşünüyorum.
Çayeli’nde sağlıklı bir temayül yoklaması yapılsa kaybedilir miydi? Elbette ki hayır! Hayati Yazıcı hâlâ millete tepeden bakmaya devam etsin. Millet kendisini bir daha koymamak üzere gönlünden ve kalbinden silmiş durumdadır. Anlasın artık!
Netice olarak yukarıda Tayyip Bey ve Sayın Bahçeli samimi olarak devlet için beka mücadelesi verirken aşağıda birileri ve bazı vekiller kendi bekalarının derdine düşmüş bulunuyorlardı!
Seçimde şu da görüldü ki mevki ve makama doymuş adaylar ile de seçim kazanılmıyor. Büyükşehir Başkanlığından Büyükçekmece’ye aday olmak daha baştan adayın gayretini heyecanını öldürüyor. Binali Bey Meclis Başkanlığından istifa edip İstanbul’a gelinceye kadar İmamoğlu bütün semt pazarlarını bir kez gezmiş bulunuyordu. Bizim medya ise hâlâ Binali Bey’in Meclis Başkanlığının derdinde idi.
Kurb-ı sultan, âteş-i sûzan
İkinci olarak AK Parti, artık bir kısım uygulamalarını da gözden geçirmelidir. AK Parti’ye zarar verenlerden bazıları halkın içine hiç girmedikleri ve hiç görünmedikleri hâlde icrada etkili olup halkın zıddına işler çevirenlerdir. Malum olduğu ve tarihimizde sayısız örnekleri görüldüğü üzere Başkan’a yakın olmak tehlikelidir. Onun için, “Kurb-ı sultan âteş-i suzan” (sultana yakın olmak yakıcı ateştir) sözü darb-ı mesel olmuştur. Zira burada yapılan hatanın bedeli çok ağır olur.
Cumhuriyet dönemlerinde ise başbakanların yakın çevresi hatalı hareketlerde bulundukça, kendilerine bir şey olmaz ise de millet faturayı idareciye keserdi. İnönü, Demirel, Özal, Çiller bundan oldukça nasiplenmişlerdir. Tayyip Bey’in yakınları da bu hususa azami dikkat sarf etmelidir. Zira hataya sürükleyenler genelde hep başkanın yakınlarını öne koyarak yaptırmaya ve yanlışları örtbas etmeye çalışırlar.
Ben bu noktada seçim değerlendirmesinde KADEM’in faaliyetlerinin de dikkate alınması düşüncesindeyim. Zira bu kurumun uygulamalarından memnun olan bir tek kişiye rastlamadım. Kime sorsam yaka silkiyor ama kimse de tek laf edemiyor. Zira KADEM’in Başkan Yardımcısı Sümeyye Erdoğan Bayraktar Hanım olunca bir anda diller tutuluyor. Öyleyse en fazla dikkat edenin de Sümeyye Hanım olması gerekmez mi? Zira hatalar onun da en çok sevdiğinin hanesine yazılıyor değil mi?
Görüldüğü kadarıyla bu kuruluş Türk aile yapısını derinden sarsıyor. 6284 Sayılı Kanun, Türk ailesini Almanya, Fransa, Hollanda çizgisine doğru getiriyor. Ailenin kızlarını, ana baba etkisinden çıkarıp sorumsuz bir şekilde sokağa doğru çekiyor. KADEM’in faaliyetleri en fazla CHP’lileri ve feministleri sevindiriyor, zevkten ellerini ovuşturuyorlar. Bu kurumun faaliyetlerinin zararları on yıl sonra geri dönülmez bir şekilde dokuz şiddetinde deprem yıkıcılığıyla hissedilecektir.
Bizi milletin gönlünden çıkaran uygulamalara da göz atmazsak sonuç felaket olur. Bazılarının AK Parti idealleri ile bir derdi yok. Merak etmeyin onlar yeni oluşumlarda da hemen yerlerini alacaklardır. Fazla geriye gitmeyin. Cumhuriyet Tarihi bile bunun örnekleri ile doludur.
Aramıza perde olanları…
Geçen hafta Medyanın seçimdeki hatalarına da kısaca değineceğimi ifade etmiştim. Maalesef bu seçim süresince AK Parti’ye yakınlığıyla bilinen bazı medya kanalları en büyük kötülüğü AK Parti belediyelerine karşı yaptı.
Bana göre bu seçimin galibi Tayyip Bey ile Devlet Bahçeli Bey’in muazzam uyumu ve gayretleri bir tarafa bırakılırsa tamamen AK Partili belediye başkanlarınındır. Medyamız İmamoğlu ve Mansur’a çatmak yerine keşke onların milletin kalbine girmiş hizmetlerini aktarabilseydi. Başkanları davet edip beş yıl önce vadettiklerini ve başarıp başaramadıklarını tarafsız ve hatta sorgular biçimde kendilerine tevdi etseydi. “Bugün ne hakla milletin karşısına çıkıyorsunuz?” deseydi. Ve aynı sualleri hatta daha da yumuşak şekilde CHP’li belediye başkanlarını da davet edip sorsaydı. Millet farkı ve mukayeseyi en şeffaf açılımı ile görür ve gereğini yapardı.
Medya bu programları ile onların şehircilik hizmetlerinin yanı sıra kültürel ve sosyal alanlardaki başarı öykülerini millete göstermiş olacaktı. Zira başkanlarımız genel olarak söylüyorum hemen her alanda fevkalade hizmetler sundular ve bence karşılığını da gördüler. Göremedikleri yerler ise genelde sevdiği adayların ayağının kaydırılmasından olmuştur. Nitekim İstanbul’da 39 ilçeden 24 ve Ankara’da 25 ilçeden 19 ilçeyi AK Parti belediye başkanlarının tekrar kazanması bunun en büyük göstergesidir.
Bizim medya ise eski CHP zihniyetli spikerlerin görevine soyundu ve sabah akşam İmamoğlu ve Mansur’a saldırarak kendilerini mağdur noktasına getirdi ve yüceltti. Bazıları “CHP’li belediyeler hiçbir iş yapmadıkları hâlde nasıl kazanıyor” diyerek şaşkınlıklarını beyan ediyorlar. Bunlar iki zihniyet arasındaki farkı bilmeyenlerdir. CHP ideoloji partisidir. AK Parti ise hizmet ve gönül hareketidir.
Bu itibarla Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi sadece hizmet etmek yetmiyor, gönüllerin de kaybedilmemesi lazım.
Dost acı da olsa doğruları söyleyendir. Evet, bir kez daha ifade edeyim ki, 31 Mart’ta milletin bağırarak verdiği mesaj şu oldu:
“Reis’im biz seni seviyoruz! Fakat ne olur sesimizi duy! Aramıza perde olanları da, artık mecburen kaldıracağız.”
Peki bu sesleri duyuracak bir danışman var mı?
İnşallah, değerlendirmelerin hakkıyla ve sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi temennisiyle…
TEFEKKÜR
Dil verdiğimiz yâre nigah-ı gazabından
Tasrihe mecal kalmadı imâ ile geçtik
Timur Han ve Başarı Prensipleri
“Oğullarım! Rehberiniz adalet ve iyilik olsun!”
Timur, bir cihangirin oğlu değildi ve kendisini taht üzerinde bulmadı. Nisan 1336’da Semerkand’ın güneyinde Şehr-i Sebz’de doğdu. Babası Barlas oymağına mensub Turagay, annesi Tegina Hatun’dur. Turagay mütevazi ve dindar bir kimse olup vaktinin çoğunu ulema ve şeyhler ile sohbetle geçirdi. Bu itibarla alim ve şeyhlere hürmet, oğul Timur’da henüz çocukluk devresinde yer etti.
Timur’un gençlik yılları şiddetli silah talimleri, yıpratıcı beden eğitimi, avcılık ve küçük seferlerle geçti. Bu dönem Maveraünnehr ve Doğu Türkistan’ın kuvvetli bir idareden yoksun hanedanlıkların, birbirleriyle kıyasıya mücadelerine sahne oluyordu.
Timur, Çağatay hükümdarı Emir Hüseyin’i, Tuğluk Han tehlikesinden kurtardığında yirmiyedi yaşında idi. Hüseyin’in kızkardeşi Olcay Tergen Aga ile evliliği de Timur’un emir katındaki itibarını artırıyordu. Ancak çeşitli siyasi sebeblerle çok geçmeden Emir Hüseyin’le arası açıldı. 1366’da Belh’i zaptederek iktidar dizginlerini eline aldı. 1370’te Emir Hüseyin’in ölümü üzerine, Maveraünnehr’e tek başına hakim oldu ve Semerkand’a gelerek tahta çıktı. Şimdi Hindistan’dan Akdeniz sahillerine kadar bütün Asya karalarının üzerinden harikulade bir semavî alamet gibi geçiveren bir cihangirin saltanat hayatı başlıyordu….
O, büyük hükümdar manasına Gürgan; Zamanın hakimi manasına Sahip-kıran ve cihangir ünvanlarını taşıyordu. Doğru sözlülük hakim vasıflarından olup yüzüğünde Rasti-rustî = Kuvvet doğruluktur, kazılı idi.
Otuzyıl boyunca bu ünvanları tekzipederek hiçbir başarısızlıkla karşılaşmadı. Giriştiği her işte muvaffak olurken yirmialtı memleketin tacını başına geçirmiştir. Bunlar arasında Çağatay hanedanı, Türkistan ve Moğolistan’daki Cet hanedanı, Harizm, Horosan, Tataristan, Irak-ı Acemde Beni Muzaffer, Irak-ı Arap’ta İlhanlılar ve Hind hanedanı en mühimleriydi. Ülkesi doğuda Çin seddine kuzeyde Rusya içlerine, batıda doğu Anadolu’ya, güneyde Mısır’a dayanıyordu. Kuvvetli cihangirin darbeleri altında hiçbir gücün kuvveti kalmıyordu.
Askerlerin sadakati her türlü tasavvurun ötesindeydi. Yalnız canlarını değil gerektiği zamanlar da mallarını ve ganimetlerini de Hakanları yolunda feda ederlerdi. Timur’da onlarla birlikte aynı sofrada yemek yerdi. Tasavvur ettiği bir şeyi asla terketmez, verdiği emri geri almazdı. Kararlaştırdığı şey, onun için icra olunmuş hükmündeydi. Maziye asla teessüfetmez, istikbalden ise emin olmazdı. Ortaya çıkan her türlü halleri, metanetle karşılardı.
Alimlere, fakihlere, seyyidlere fevkalede hürmet gösterirdi. Onların sohbetlerini dinlemek en büyük zevkiydi. Tüzükatında: Allah dostları alimler ile devamlı irtibat halinde idim. Her işimde onlarla istişare ettim. Bunların hayır duaları bana zaferler kazandırdı, demektedir.
Girdiği hiçbir memlekette de alim ve şeyhlerin incitilmesine rıza göstermezdi. Savaş esnasında başarıya ulaşmak için haraketlilik ve şaşırtmaca gibi pekçok harp hilesine başvururdu. O kendisini takdim ederken genellikle Bizki, Mülûk-ı Turan; Emir-i Türkistan’ız. Bizki Türk oğlu Türk’üz. Bizki Milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk’ün başbuğuyuz, ifadelerini kullanırdı.
Bu büyük cihangirin Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han ile çarpışması ve bozguna uğratması ise Batı Türk dünyası açısından büyük üzüntüye yol açmıştır.
Tarihin en büyük cihangirlerinden Timur Han, Çin İmparatorluğu üzerine düzenlediği sefer sırasında ölümünün yaklaştığını anlamış, vasiyetini yazdırmıştı. 12 madde halinde düzenlenen bu belge, hem onun başarılarının sırrını, hem de bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiğini ortaya koyması bakımından fevkalâde önem taşımaktadır.
Çin İmparatoru Tonguz, memleketinde İslâm’a karşı savaş açmış, ağır zulüm ve baskıların yanısıra binlerce Müslüman’ı da öldürtmüştü. Bu haberler üzerine. Timur Han, 1404 yılı Kasım ayında 200.000 kişilik muazzam bir ordunun başında bu ülkeye doğru sefere çıktı.
Ocak ayı (1405) ortalarında Otrar’a varılmıştı. Ancak, bundan sonraki yolların sefer için uygun olmadığı rapor edilince, bir müddet burada kalındı. Timur Han, hem yaşlılığın verdiği zayıflık, hem de mevsim şartlarının elverişsizliği sebebiyle, bu son seferde, iyice yorulmuştu.
Şubat ayı ortalarında ileri kuvvetlere hareket emri verildiğinde. Timur Han birdenbire hastalandı. Orduda bulunan tabibin bütün gayretlerine rağmen, durumu günden güne kötüye gitmekteydi. Hakan, ölümünün yaklaştığını görünce, önce vasiyetini yazdırdı. Sonra yatağın etrafında ayakta olan oğullarına dönerek şunları söyledi:
“Çocuklarım! Tebaanın istirahatini temin için, sizlere bıraktığım vasiyeti ve düsturları unutmayınız. Halkın dertlerine derman bulunuz. Zayıfları himaye ediniz. Bilhassa fakirleri, zenginlerin zulmünden koruyunuz. Her işinizde rehberiniz, adalet ve iyilik olsun. Eğer benim gibi uzun müddet saltanat sürmek isterseniz, kılıcı ihtiyat ve likayat ile kullanınız. Aranıza nifak tohumu girmemesine çok dikkat ediniz. Zira nedimleriniz ve düşmanlarınız bundan istifade için aranıza nifak saçmaya çalışacaklardır. Vasiyetimdeki usûl-i idare düsturlarına sadık kalırsanız, tac daima başınızda kalır. Ölüm döşeğinde olan babanızın sözlerini daima hatırlayınız.”
12 önemli düstûr
Şüphesiz hiçbir hükümdar, kurduğu devletin kısa ömürlü olmasını istemez. Nitekim birçok hükümdar gibi Timur’u da yaşlılığında en çok meşgul eden konulardan biri ölümünden sonra devletinin istikbâli olmuştur. Bu sebeple, daha sağlığında devletin bekası için bazı tedbirler almıştır. İdarede tatbik ettiği hususları ve düstûrlarını bir araya getirmiş ve çocuklarına da bunların önemini şu sözlerle ifade etmiştir:
“Biliniz ki, içinizden çoğunuz, Allah’ın inayetiyle benden sonra tahta çıkacaktır. Bunun içindir ki, sizlere armağan olmak üzere, kendi düstûrlarımı bir araya topluyorum. Bunlar on iki tanedir. Ehemmiyetlerinin en beliğ şahidi, onlardan benim ettiğim istifadedir. O düsturlar sayesinde ben cihangir bir devlet tesis, kişverlerfeth, fütuhatımı muhafaza eyledim ve tahtımda herkesin minnettarı oldum.”
Nedir bu 12 düstûr.. Şimdi, dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin anayasası gibi kabul edilecek 12 maddeyi, sırasıyla Timur Han‘ın kendi ifadesiyle veriyoruz.
Bir: “Allahü Teâlâ’nın dinini ve Hazreti Muhammed’in şeriatını dünyaya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslamiyet’i tuttum.
İki: Etrafımda olan adamları on ikiye ayırdım. Gerek ülkeler fethi, gerekse fethettiğim yerleri idare hususunda bazıları bana kolları, bazıları da meşveretleriyle yardım ettiler. Onlar sarayımın süsü idiler.
Üç: Düşman ordularını mağlup ve eyaletler fethetmekte âlimlerle istişare, ihtiyat, uyanıklık ve faaliyet bana çok yardım etti. Hükümet idaresinde yumuşaklık, insaniyet ve sabır ile hareket ettim. Hiç meşgul olmuyor gibi görünerek, herşeyi basiretim altında bulundurdum.
Dört: İntizam ve kanunlara riayet benim kuvve-i hükümetimi o derece güçlü eyledi ki vezirler, emirler, askerler ve halk üst tarafındaki sınıfa can atar arzukeş değil idi. Her biri bulunduğu sınıftan memnun idi.
Beş: Zabit ve askerlerimi cesaretlendirmek için altın ve cevahir sarfından çekinmedim. Onları soframa oturttum. Onlar da kavgalarda benim için canlarını verdiler. Hayatî ihtiyaçlarını kolaylaştırıp, giderlerine iştirak ile bana bağlılıklarını te’min ettim. Böyle kıymetli bazuların ve cengâverlerimin yardımı ile yirmi yedi imparatorluğun hükümranı oldum. İran, Turan, Rum, Mağrıb, Suriye, Mısır, Irak-ı Arab, Irak-ı Acem, Mazenderan, Geylan, Şirvan, Azerbaycan, Fars, Horasan, Cidde, Büyük Tataristan, Harezm, HotinKabulistan, Bahter-ı zemin, Hindistan…
Bütün bu kıtalar bana tabi idi ve ben onlara kanunlar yaptım.
Hanlık hil’atını giyince, istirahate elveda ettim. Zaten on iki yaşından beri diyar diyar dolaşıp mihnet ve zorlukla çarpışır, projeler yapar, düşman alaylarını dağıtır, askerlerle zabitler arasında meydana gelen itaatsizlik ve isyanları görmeye ve onların katı sözlerini işitmeye alışır ve fakat sabırla, ehemmiyet vermiyor gibi görünerek onları teskine muvaffak olurdum. Cenk meydanlarında düşman safları içine atıldım, işte böylelikledir ki ben ülkelere hakan oldum ve şöhretim uzak illerde çalkalandı.
Altı: Adalet ve bî-taraflık ile ibâdullahın hayırhahı oldum ve hüsn-i teveccühünü kazandım. Hüsn-i muamelem suçsuzlara olduğu kadar kabahatlilere de şamil idi. Cömertliğimle, insanların kalbinde iyi bir yer kazandım. Hükümlerimde esas, adi ve insaf idi. Bu siyaset sayesinde askerlerimi ve tebaamı korku ve ümit arasında tuttum. Cengâverlerim, kavga meydanlarında beni yanlarında görürlerdi.
Mazlumu zalimin elinden kurtardım. Şahıs veya mal ve mülke yapılan zararı tamamen meydana çıkarınca, kanunu tatbik ettim ve suçsuzları asla kabahatli çıkarmadım.
Projelerime mani olmak için bana karşı kılıç çeken her adam, aman dileyince, tarafımdan hüsn-i muameleye mazhar oldu. Ona kadrine göre riayet ettim, yaptıklarının üstüne perde-i nisyan çektim. Eğer henüz onun kalbi yaralı ise, bu yarayı iyi etmeye uğraştım.
Yedi: Seyyidlere, âlimlere, fâkihlere, tarihçilere mümtaz muamele ettim. İyi ve cesur adamlar -çünkü Allah böyleleri sever- benim dostlarım idi. Âlimlerle sıkı münasebette bulundum ve asil kalbli insanların sevgisini, muhabbetini çekmeye çalıştım. Bunlarla istişare ettim ve onların hayır duaları bana zaferler temin etti. Derviş ve fakirleri himaye ettim. Bunlara zerre kadar fenalık etmemeye uğraştım ve hiçbir taleplerini reddetmedim. Başkası aleyhinde konuşanları sarayımdan kovdum. Bunların sözlerine ve iftiralarına hiç ehemmiyet vermedim.
Sekiz: Her teşebbüsümü başa çıkarmakta sebatkâr idim. Bir projeyi bir kere kabul ettim mi, artık bütün zihnim ona münhasır olurdu. Onu muvaffakiyetle başarmadıkça, asla terk etmedim. Hiçbir vakit halim, sözümü tekzip etmedi ve asla şiddetle hareket etmedim. Allah bana -yapacağım şiddetli muameleye göre- azap ile muamele eder korkusuyla kimseye hiddet ve gazap ile muamele etmedim.
Âdem babamızdan Hazreti Muhammed Hatemü’l-Enbiya ve ondan benim zamanıma kadar gelip geçen hükümdarların ne gibi kanunları olduğunu âlimlerden sordum. Bu hükümdarların hal ve hareketleri, ilimleri, nutukları çok zaman evvel benim kalbime nüfuz etmiş idi. Onların güzel vasıfları ve hayatlarının en beğenilen kısımları ile vasıflanmaya öteden beri özenildim. Çöküşlerinin sebeplerini mütalaa ve tetkik ettim, onların düştükleri hatalardan çekinmeye uğraştım. Vergilerin tahsilinde nisbetsizlik, su-i istimal, rüşvet ve halkı tazyikten sakınmaya itina ettim. Bunların kıtlık ve her türlü musibeti doğuracak ve ırk ve cemiyeti silip süpürecek fenalıklar olduğunu bilirdim.
Dokuz: Halkın haline vakıf idim. Büyüklere kardaşım, küçüklere çocuklarım gibi muamele ettim. Her eyalet ve her şehrin ahalisinin i’tiyat ve seciyesine göre âdetler edinmeyi bildim. Yeni tebaamın ve bunların eşrafının sevgilerini kazandım. İdari işlerine, onların âdetlerine alışmış ve itimatlarını kazanmış kimseleri nasb ettim. Her eyalet ahalisinin âdetlerini öğrendim. İmparatorluğumun her kıtasında, o kıtadaki asker ve ahalinin beni alâkadar eden ahvalini bana bildirmek üzere namus ve doğrulukları ile tanınmış adamlar bulundurdum. Bu adamların muamele ve münasebetlerinde en küçük hatasını görünce şiddetle cezalandırdım. İdare adamları, askerler veya halk tarafından bir zulüm yapılırsa, zalimi adalete verdim.
On:Bir kabile veya bir Arap veya Acem göçebesi bayrağım altına girmeyi dileyince, beylerini şerefle, diğer adamlarını mevkilerine göre itibar ile kabul eltim. İyilere iyilikle muamele ve kötülere fenalıklarını iade eyledim.
Benimle dost olan herkes, bu sevgi bağından hiç pişmanlık duymadı. Her dostluğu iyilikle karşıladım. Bana kim hizmet ve yardım etmiş ise mükâfatsız kalmadı. Düşmanım olan adam daha sonra haksızlığını anlayarak benden himaye ve lütuf dilemiş ise, onu dostlukla karşıladım.
Şir Behram ile böyle oldu. Bu bey, benimle arkadaşlık ettikten sonra, tam iş zamanında beni terk etti. Ganimet sevdasına düşerek bana kılıç çekti. Sonra tuz ve ekmeğimi yediğini düşünerek bana geldi, bağışlamamı yalvardı. Bu şanlı bir soyun felâket çemberinden geçmiş (tecrübeli), kabadayı cenk adamlarından idi. Hatalarına göz yumdum, yiğitliğine bağışladım. Dostluğumu göstermek için eski rütbesine eş bir rütbe verdim.
Onbir: Oğul, torun, dost, müttefik benimle bağlantısı olan herkes iyiliğimden nasibini aldı. İkbal ve saadetimin parlaklığı ve yüksekliği, hiç kimseyi unutmaya sebep olmadı. Tarafımdan her zaman, herkes, müstehak olduğu mükâfat ve hürmete mazhar oldu. Acıma ve şefkati de elden bırakmadım.
Oğullarımda, torunlarımda kan rabıtasına hürmet ettim. Onların hayat ve hürriyetine su-i kast etmedim.
Herkese -evvelce inceleyip vakıf olduğum- seciyesine göre muamele ettim. İkbal yıldızımın sönüklüğü zamanlarında edindiğim tecrübeler, dostlara ve düşmanlara karşı nasıl muamele etmek lâzım geldiğini bana öğretti.
Oniki: Gerek leh, gerek aleyhimde hareket etsinler, her zaman askerlere hürmet ettim. Sürekli bir saadeti, çabucak zail oluveren şeye feda eden adamlara şükr etmek borçtur. Onlar kavgaya koşuyor ve hayatlarını feda ediyorlar.
Düşmanım olan ve beylerine pek sağlam bağlı bulunan cenk erlerine, kalben dostluk besledim. Benim bayrağım altına geçerlerse, onların bahadırlıklarını ve sadakatlerini -en samimi adamlar arasına almakla- mükâfatlandırdım. Fakat iş zamanında en kudsî kanunu ayak altına alarak kumandanını terk ile bana gelen düşman askeri, nazarımda insanların en kötüsüdür.
Toktamış Han ile olan kavgada, emirleri bana tekliflerde bulundular. Benim düşmanım olan Toktamış Han’a karşı emirler alçaklık irtikap etmek istiyorlardı. Nefret ettim. Kendi kendime, “Şimdiki hanlarına olduğu gibi bilahare bana da hainlik ederler” dedim. Ve cevap olarak onlara, “siz alçak ve mel’unsunuz” dedim.
Tecrübe bana gösterdi ki din ve kanunlar üzerine istinat etmeyen bir hükümet, uzun müddet payidar olamaz. Böyle hükümet çıplak olup. kendini gören herkese karşı gözlerini yere diken ve herkes yanında hiç hürmet ve itibarı olmayan adama benzer. Kezalik öyle hükümet, tavanı, kapısı, avlu duvarları olmayan ve her önüne gelenin içeriye dalabildiği eve de benzetilebilir.
Bunun içindir ki ben saltanat yuvamı İslâmiyet üzerine kurdum ve hükümetimi idare için kanunlar tanzim ettim. Bu kanunlara da saltanatımın devam ettiği müddetçe riayet ettim.”
Timur Han‘ın, devletinin anayasası gibi belirlediği bu 12 temel düstûru, onun zaferlerle geçen 25 yıllık saltanatı boyunca Çin’e ve Delhi’ye kadar bütün Asya’ya, Irak’a, Suriye’ye ve İzmir’e kadar Anadolu’ya sahip oluşunun sırrını ortaya koymaktadır.
.
31 Mart kumpası!
Geçen haftaki yazımın sonunda şu noktalara parmak basmıştım:
“15 Temmuz 2016’dan sonra yaşananlarda artık karşımızda hep bu büyük ve acımasız ahtapot (Dış Güçler) olacaktı. Saldırılar baş döndürücü bir trafikle devam etti. Bu tarihten itibaren sahneye konulan siyasi, askerî, mali, istihbarat, Kudüs ve bugünlerde Golan savaşları asla unutulmamalı. İşgal hareketini planlayanların hedeflerine ulaşabilmek için faaliyetlerine hız kesmeden devam ettikleri gözden kaçırılmamalı. Sadece gaflet anını gözetlemekteler…”
“Unutmayalım ki bir tarafta Arif Nihat Asya Bey’in deyimiyle:
Bir bayrak dalgalanmak için rüzgâr bekliyor…
Diğer tarafta ise, “kurt puslu havayı sever” özdeyişine uygun olarak:
Amerikalı kovboy tweet atmak için fırsat bekliyor.
Millet ya bayrağını dalgalandıracak veya Amerikalı kovboya fırsat tanıyacak…
Artık karar sizin!”
Evet, millet kararını verdi. ABD’nin ve Avrupa’nın hakkındaki düşüncelerinden tam manasıyla farkında olduğunu belirtir tarzda tarafını belli etti. Cumhur İttifakı’na %52’ye varan bir oyla teveccühünü göstererek Beka mücadelesinde yanında olduğu mesajını verdi. Muhalefetin dikkatini çekti ve millî davran dedi.
Elbette milletin iktidar kanadına da önemli mesajları vardı. Seçim günü gecesinden itibaren bu konuda herkes yorumlarına başlamıştı. Ben de ağırlıklı olarak bu konuda değerlendirmelerimi yapacaktım. Fakat gelişmeler bütün değerlendirmeleri neredeyse çöpe attıracak bir hâle geldi ve tekrar beka meselesine dayandı.
Evet, seçime giren her parti adayı ipi göğüsleyebilir ve başkanlık koltuğuna oturabilirdi. Buna kimsenin bir diyeceği olamazdı. Demokrasi kültürü bunu gerektiriyordu ve Türkiye’de bu anlayış halk nezdinde büyük oranda oturmuştu.
Klasik CHP idarecilerinin her seçimde görülen “oyumuz çalındı” çığırtkanlıkları bugüne kadar prim yapmamıştı. Fakat şikâyetler her zaman karşılığını bulmuş oylar nice seçimlerde ve nice il veya ilçelerde şikâyet üzerine sayılmış gerçekler ortaya çıkmıştı. Bir oyla el değiştiren iller de görülmüş ve millet her dönem olgunluğunu göstermişti.
Fakat bu kez 31 Mart’ta millet, ilk defa farklı bir seçim günü yaşayacaktı. CHP klasik zihniyetini unutmuştu. Adayı İmamoğlu gibi sinirleri alınmış bir hâlde susuyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki haykırışlarının üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişti. Hâlbuki o seçime göre bu kez daha iddialı bir hâlde idiler. Son anlara kadar AK Parti önde gittiği hâlde CHP’den şaibe var şeklinde cılız da olsa çatlak ses duyulmamıştı. AK Partililer ise neredeyse seçimin kaybedildiğini düşünüp sessizliğe bürünmüşlerdi. Zira onlar hadiseleri her zaman normal seyrinde takip ediyorlardı. Açıkçası alavereli işler hatırlarına gelmiyordu.
Oysa yeni bir kumpas çoktan vizyona sokulmuş bulunuyordu! Bundan bugüne kadar neden kimsenin haberi olmadığı hususunda şu anda bir şey diyemeyeceğim. Ancak bu kadar badirelerden geçen ülkenin bu konuda bir adım atılacağını hissetmemesi manidardır.
Düşman uyumaz!
Her zaman konferanslarımda dile getirdiğim bir söz vardır. Türkiye’nin, bu ölüm kalım mücadelesinde uyuduğu gün, uyanamayacağı gün olacaktır… Düşmanın attığımız ve atacağımız her adımda mutlaka bir tertip ve hile düşüneceği hesaplanmalıdır.
Misal olması gerekirse bir kısım Trabzonlu AK Partililer şike meselesini hâlâ bir FETÖ projesi olarak görmemektedir. Zira takımlarının sevgisi gözlerini şaşı hâle getirmektedir. Oysa Aziz Yıldırım Bey her konuşmasında -Tayyip Bey’i de sevmediği hâlde- “Bu FETÖ’yü hafife almayınız, onunla mücadeleyi bir tek bu adam (C. Başkanı) yürütüyor ve yalnız başına kalıyor, sporu bir yana bırakın bu tehlikeye dikkat edin, yoksa ülke elden gidiyor” diye haykırıyordu.
Zira düşman, Türk milletini asırlardır iyi etüt etmiş durumdadır. Neye tepki vereceğini, neye vermeyeceğini gayet iyi tahlil etmişlerdir. Ona göre de adımlarını sakin sakin atıyor ve uyguluyorlar.
Bütün değerlendirmeler çöp oldu dedim. Zira siyasi, mali, istihbarat savaşı bu defa ve ilk kez seçim sayımında ortaya çıktı. Bu basit bir hırsızlık hadisesi değildir. Büyük bir gücün zekâsı ile tasarlanan ve yürürlüğe konulan elin oyunudur. Bir ilçede değildir. Neredeyse İstanbul’un bütün ilçelerinde hem de AK Parti’nin güçlü olduğu yerlerde organize bir hareketin tezahürüdür. Bunu CHP’nin organize edebileceğini düşünmek hayalperestliktir. Dolayısıyla müsebbipleri son derece titiz bir şekilde sorgulanmalıdır.
Elbette Türkiye, demokrasi geleneği açısından bir muz cumhuriyeti değildir. Milletin oyu hakkıyla ve şeffaf bir biçimde bütün siyasi partilerin temsilcileri nezdinde sayılmalı ve milletin teveccühü kime olmuşsa o idareye geçmelidir. YSK’nın bu konuda bu saatten sonra azami titizliği göstereceği muhakkaktır.
Bu noktada bazı değerlendirmelerde bulunmak istiyorum… Birincisi hükûmete yakın bazı medya kuruluşları hakkında olacak. Bunlar hâlâ 15 Temmuz’la yatıp kalkmaya devam ediyorlar. FETÖ’nün faaliyetlerini gerçek manada anlatanları uzak tutmaya bilhassa özen gösteriyorlar. Yanlışları asla görmüyor, doğruları göstermiyorlar. Asla unutmamalıdır ki ahmak dost, akıllı düşmandan daha tehlikelidir. Bunların seçimdeki hatalarına ayrıca değineceğim…
İkincisi ise 25 yılın tecrübeli ve teşkilatçı AK Parti’si, nasıl bu son oyuna geldi çok iyi irdelenmelidir. Zira bu defa teşkilatlar, özellikle sandıklara sahip çıkma noktasında sınıfta kalmıştır. Elbette ki bunun birinci sorumlusu İstanbul İl Başkanı olacaktır!
İstanbul İl Başkanı, etrafına selamı dahi zorla veren ve bunu hissettiren bir eda ile geziyordu. İl Başkanı olmak ne menem bir duygudur bilemiyorum. Anladığım ve takip ettiğim kadarıyla en büyük mücadelesini ilçe başkanlıklarına kendi adamlarını yerleştirmek için verdi. Zira ileride milletvekili olabilmek için onların temayül yoklamaları elbette ki büyük önem arz ederdi. Onun bu başkanları, seçimde nasıl çalıştılar sandıklarda gördük! Keşke ilçe başkanlarını seçebilmek için yaptığı mücadeleyi sandıklara sahip çıkmak konusunda verseydi ne güzel olurdu. Seçtiği ilçe başkanları hem seçim döneminde ve hem de sandıklar konusunda nasıl bir mücadele verdiler bilemiyorum. Ama birinin tutum ve davranışına vâkıfım. İsteyen Beylikdüzü Belediye başkan adayına sorabilir.
AK Parti Teşkilatları, FETÖ’cü elemanlara azami dikkat göstermesinin yanında mutlak iyi bilip tanıdığı kişileri müşahit yapmalı ve son noktaya kadar sandıkların yanından kopmamalıydı! Ba’de harabi’l-Basra… Şimdiki sızlanmalar büyük oranda kendi hatalarının ürünüdür.
Hatta AK Parti temsilcileri bazı yerlerde kendi oyları kadar DSP oylarını da takip etmeliydiler. Şu anda hiç konuşulmayan bir Avcılar var. Handan Toprak Hanım her ankette %15-17 bandında gösteriliyordu. Hatta bu bölgede CHP kaybedeceğini görerek kendisini tehdide başlamış ve seçimden bir iki gün önce de makamını basmışlardı. Son dönem Avcılar’da Belediye Başkanı olan Handan Hanım’ın oyları nasıl oldu da %1’e dahi erişemedi. Acaba Avcılar’da hangi oyunlar oynandı! DSP muhtemelen bunun üzerine gitmeyecektir. AK Parti müşahitlerinin bu takibi dahi yapmaları gerekirdi. Açıkçası Avcılar oyları yeni baştan sayılsa ben çok farklı neticelerin alınacağı kanaatindeyim.
Ne olur sesimi duy!
Asıl değerlendirmem ise Ekrem İmamoğlu ile ilgili olacaktır. Aday gösterildiği zaman çevreme, “AK Parti bunu hafife almamalı alırsa büyük bir şok yaşayabilir” demiştim. Zira kendi seçim bölgemden tanıyordum. Oysa AK Parti’ye yakın medya kendisini bir anda mağlup ilan etmişti. Hatta bir kanal kendisini herhâlde perişan etmek üzere programa çağırdı ancak puan kazandırıp yolcu etti. Ya birkaç defa çağırsalar ne olurdu!
İmamoğlu, sakin yapısıyla millet nezdinde de yer buldu. Hatta inanın kazanmış olsa büyük bir üzüntü meydana gelmeyecekti. Bütün bunları normal bir seçim süreci için söylüyorum…
Yine normal olarak cereyan eden bir seçimin sonunda beliren şaibeler karşısında, İmamoğlu’ndan şöyle konuşmasını beklerdim: “Oyların bizim de gözetmen ekiplerimiz huzurunda olmak üzere yeniden sayılmasını bekliyorum. Ben haram oylarla ve hırsız yaftası altında İstanbullunun huzuruna varmak istemem. Hakkım olan koltuğa otururum, hakkım olmayanı ise reddederim.”
Evet, bu sözleri gelecekte kendisine istediği kapıları rahatlıkla açardı. Hatta adı tarihe geçerdi.
O, bu fırsatı kaçırdı demeyeceğim. Zira bütün bunlar normal seçim için geçerli hâllerdir. Hâlbuki projeyi kurgulayanlar ve muhtemelen kendisini CHP’den aday olarak göstertmiş olanlar ona böyle bir fırsatı asla vermezlerdi.
Türkiye bir kez daha büyük bir oyunun pençesindedir ve bu oyunlar bitmeyecektir. Maalesef ortaya çıkan oyunla birlikte İmamoğlu da normalin dışında tavırlarını sergilemeye başlamıştır. Dikkat edin o adil ve hakşinas görüntü kaybolmuştur.
Artık ileriye dönük olarak birilerinin kurguladığı kumpasın bir parçası olarak adımlarını atmaktadır. Nitekim bir oldubitti ile Anıtkabir’e gidip deftere yazdıkları, mazbatayı almadan ve itirazlar neticelenmeden başkan gibi edalarla gösterdiği tavırları bunun yansımalarıdır.
Gelinen bu noktada devlet idarecilerinin bir kez daha sağduyulu hareketlerine ihtiyaç vardır. Milleti ve ülkeyi germeden büyük oyunun parçalarını bilerek süreci tamamlamaları gerekmektedir.
İnşallah ülkemiz için hayırlısı ile neticelenir.
Ben bu seçimde seçmenin siyasi bakımdan AK Partiye ve özellikle Cumhurbaşkanımıza verdiği en önemli mesajın “Ne olur sesimi duy, sana ulaşamıyorum!” şeklinde olduğu kanaatindeyim. Ulaşabilirse neler olacaktı, inşallah bu konudaki değerlendirmemi haftaya Cuma Divanı’nda yazacağım.
TEFEKKÜR
Şu cihan zindan mıdır dünya mıdır bilmem nedir
Şer midir mahşer midir kavga mıdır bilmem nedir
.
Büyük mücadele!
“Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” demişlerdir. İnsan yaşadıklarını çok kolay unutabiliyor. Bugün sizlere, siyasette son çeyrek asra damga vurmuş Recep Tayyip Erdoğan Bey’in akıl almaz serüveninden bahsedeceğim. Onun partisi içindeki faaliyetlerini bir kenara bırakırsak siyasette ilk sınavını vermeye ve icraatlarını göstermeye başladığı makam, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı idi. 27 Mart 1994 yerel seçimlerine Refah Partisi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak girmiş ve kazanmıştı.
İstanbul için başkan seçilmesinden önceki dönemi hatırlayanlar iyi bilirler, hatırlamayanlar ise internetten bilgilerini tazeleyebilirler.
Tabiri caizse İstanbul’un dibe vurduğu bir zamandı. Şehir artık susuzluk, Haliç’in katlanılamayacak raddeye gelmiş pis kokusu, çöp dağları ve onun verdiği sıkıntılarla anılıyordu. Belediyecilik iflas etmişti.
Sayın Erdoğan, Belediye Başkanı olarak kısa sürede İstanbulluların gönüllerine girecek başarılara imza atacak ve o gönül tahtından bir daha inmeyecekti…
Başkanlık döneminde, dört milyar dolarlık büyük yatırımlara imza attı. Trafik ve ulaşım problemlerini çözmek üzere elliden fazla köprü ve çevre yolu inşa edildi. Gelişi ile başlayan rahmet yağmurları susuzluğu unutturmuştu. Artık “Yağdır Mevla’m su” şarkısı duyulmuyordu. İstanbullular o günleri aradan geçen 25 senede bir daha hatırlamayacaktı. Çöp dağları, sanki lodos rüzgârları ile eriyen kar gibi kaybolmuştu. Haliç masmavi bir hâl almıştı.
Onun İstanbul’daki bu başarısı partisine ise iktidar yolunu açacak bir heyecan ve ivme kazandırmıştı. Nitekim 1995 seçimlerinde hiçbir parti tek başına iktidara gelemezken Refah Partisi en yüksek oyu almıştı. Bu netice Erbakan’a başbakanlık yolunu açacaktı.
Artık içte ve dışta birilerini korku bekliyordu. Samimi ve inançlı bu topluluk, İstanbul’daki başarıyı Türkiye’de sergilerse iktidar yolları kendilerine ebediyen kapanmış olacaktı. Öyleyse bunların yollarını daha palazlanmadan kesmek gerekti.
Nitekim zinde güçler çok geçmeden oluşturulan irtica tehlikesi paranoyası ile ülkeyi büyük bir kargaşa ve kaosun içerisine attılar. 28 Şubat Postmodern Darbesi, 18 Haziran 1997’de Erbakan ve Çiller hükûmetini, bir anlamda silahsız müdahale ile bitirdi. Yerine üçlü hükûmet (ANAP-DSP-DTP) kuruldu.
Nereden nereye!
Öte yandan tarihler 6 Aralık 1997’yi gösterirken Erdoğan, Siirt’te düzenlenen bir açık hava toplantısında yaptığı konuşma sırasında Ziya Gökalp’in, Balkan Savaşı’ndaki Türk askerleri için yazdığı “Asker Duası” şiirinden bir dörtlük okumuştu. O bu şiirini millî birlik ve beraberlik mesajı vermek için okumuş ise de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, öyle değerlendirmeyecekti. Hem de tam tersi bir şekilde, “Halkı din ve ırk farkı gözeterek, kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçlamasıyla yaftalayıp yargılanmasının yolunu açacaktı. Muhakemenin çeşitli safhalarından sonra kendisine siyasi yasak getirildi. O, artık bir partiyle veya bağımsız olarak seçimlere katılamayacaktı. Hürriyet gazetesinin o tarihte attığı manşet ise hafızalardan asla silinmeyecekti:
“Tayyip’e şok ceza-Muhtar bile olamaz!”
Erdoğan 26 Mart-24 Temmuz 1999 tarihleri arasında hapiste kaldı. Aslında bunlar o zamanki medyanın görmek istediği sonuçlar ve almak istediği kararlardı. Dönemin ordu mensuplarını galeyana getirerek ortalığı yıkıyorlardı. Hortumlanan bankalar arada kaynıyordu. Millet, fabrikalarını yok pahasına yabancılara satıyordu. Ekonomi iflas etmişti. IMF, Kemal Derviş vasıtasıyla neredeyse devlete el koymuştu! 28 Şubat’ın ülkeye maliyeti 381 milyar dolar, bankalardan hortumlanan para ise 46 milyar dolar olarak ifade ediliyordu.
II. Abdülhamid Han’ı Düyun-ı Umumiye üzerinden tenkit edenler Kemal Derviş hadisesini nasıl görüyorlardı acaba? Zira on kat daha büyük bir felaketin ve zilletin içerisine düşülmüştü. Oysa II. Abdülhamid Han’ı Düyun-ı Umumiye’ye mahkûm ettirenler de Abdülaziz Han’ı darbe ile deviren ve şehit eden zihniyetti. Buna rağmen fatura nedense hep milletin adamlarına kesiliyordu.
1994’te belediyecilik iflas etmişken bu kez devlet, ekonomik ve siyaset bakımından çökme noktasına gelmişti. Esnaf yürüyüşleri ülkeyi sarsıyordu. Türkiye nereye gidiyordu. Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit başbakanlığında zorla oluşturulan koalisyon hükûmetleri bu yükü kaldıramadı ve çöktü. Ülke bir kez daha seçim atmosferine girdi.
Tayyip Bey yasaklı olmasına ve aday gösterilmemesine rağmen kurmuş olduğu partisi 3 Kasım 2002’de halkın büyük teveccühü ile ezici bir biçimde iktidara geldi.
Oyun içinde oyun!
Kendisi milletvekili olamadığı için 58. Hükûmet, Abdullah Gül başkanlığında kuruldu. Ancak ülkeyi son yıllarda dizayn edenler eski alışkanlıklarından vazgeçemiyordu.
MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın bir Başbakan’a söylediği şu sözler ne kadar acı idi: “Hanımının başını açta gel!” Gül’ün, “Onun tercihi” şeklindeki cılız tepkisine karşı söylenen söz ise daha da aşağılayıcı idi. “Hanımının başını açtıramayan adam mı olur?”
Evet, Tayyip Bey’in, Cumhuriyetin teorisyenlerinden Ziya Gökalp’in şiirini okuması halkı kin ve nefrete bölücülüğe sebep oluyor(!) ama 28 Şubat sürecinde üniversitelerde başörtülülere uygulanan politika bir Türkiye Başbakanı’na söylenen bu sözler ise nedense masumane kalıyordu…
Abdullah Gül Bey bu yaşadıklarını ne kadar kolay unutacak ve yıllar sonra o devrin tahripkâr gazetecilerinden Uğur Dündar ile poz vermekten, ödül törenine katılmaktan hiçbir rahatsızlık duymayacaktı. Kırk yıllık dava arkadaşına karşı ise hasmane tavrını çoktan almıştı. Bütün bunlar neye işaret ediyordu? Kendisini birileri mi yönlendiriyordu acaba?..
Biz tekrar konumuza dönelim. Evet, Erdoğan dışarıda bırakılmış fakat Gül içeride ve Başbakan idi. Bu durum AK Parti’yi zayıflatmak isteyenlerin neşesini bozmuştu.
Zira parti yıpratılırken asıl kaybeden Gül oluyordu. Tayyip Bey ise dışarıda olduğundan daha da güçleniyordu. Öyleyse Tayyip Bey içeri alınmalıydı! Çünkü asıl gaye o idi! Maksat onu bitirmekti!
Tayyip Bey’in Baykal’ın teklifi ile siyaset yasağının kaldırılarak yolunun açılması ve başbakanlığa giden yolda mayınların temizlenmesi ne kadar ibretlik bir durumdur. Böylece hedefte artık hep o olacak ve yıpratılmaya çalışılacaktır.
Nitekim onun bu ilk döneminde 28 Şubat’ın olağanüstü yetkilerle güçlendirdiği Cumhurbaşkanı Sezer bütün gayretini devletin önüne takoz koymakla geçirecekti. YÖK dâhil devletin zinde güçleri de ona destek vermek için yarışacak, bir anlamda muhalefet partileri gibi çalışacaktı. Devletine güç, kuvvet vermesi gerekenler devleti yıpratıyordu! Nasıl bir zihniyet nasıl bir anlayıştı bu!
Başbakan Erdoğan, 28 Ağustos 2007 yılında Abdullah Gül Bey’i büyük zorluklarla Cumhurbaşkanı seçtirdiğinde, devlete ivme kazandıracağını hesaplarken daha güçlü bir mukavemetin ortaya çıkacağını görecekti. 1980’den itibaren devlet içine sızan ve önemli görevlere yükselen FETÖ’cüler, önceleri gizli başlattıkları yıpratma hareketlerini 2010 yılından itibaren daha da yıkıcı bir hâle dönüştüreceklerdi. 2013 yılından itibaren ise Başbakan’ı açık hedef hâline getirerek düşürmek hatta mahkûm ettirmek için her yola başvuracaklardı. Güya dershanelerinin kapatılmasını hazmedemeyenler devleti yıkmak, milleti zebun kılmak için seferber olacaktı. Gezi olayları, 17-25 Aralık kumpası, şike davası, Kobani olayları vs. hep bu senaryonun parçaları idiler.
Bayrak, rüzgâr bekliyor!
Millet ise oyunları iyi gözlemliyor, değerlendiriyor ve her seçimde liderinin yanında kale gibi yerini alarak oyunları bozuyordu. Tayyip Bey’in halkın oyu ile Cumhurbaşkanı olması şer güçleri daha da çıldırtmıştı. Bu noktada Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Başbakanlık makamına kadar getirdiği Ahmet Davutoğlu Bey’in tavır ve davranışları da çok manidardı. Sinsi ve ustaca Rusya ile ilişkileri geriyor ve Türkiye’yi, geliyorum sinyallerini veren bir mücadelede yalnızlığa doğru itiyordu. “Usta” bu gidişatı anında fark ettiğinden Davutoğlu’nu kenara çekerken, onun Türkiye’nin en hayati kararlarında sessiz ve kenarda durmasını nasıl anlamalıydık!
Nihayet 15 Temmuz 2016’da işgal projesi devreye konuldu. Ancak lider ve millet birlikte bu korkunç girişimi de akamete uğrattı. Bu arada ilk defa, Türkiye’yi yıllardır iç karışıklıkların, darbelerin ve gerektiğinde pençesinde kıvrandıran gerideki asıl oyun kurucu, gizlenemez bir şekilde meydana çıkmıştı. ABD’nin çirkin yüzü ve foyası ortaya saçılmıştı!..
15 Temmuz 2016’dan sonra yaşananlarda artık karşımızda hep bu büyük ve acımasız ahtapot olacaktı. Saldırılar baş döndürücü bir trafikle devam etti.
Bu tarihten itibaren sırayla ve biteviye ortaya çıkarılan siyasi, askerî, mali, istihbarat, Kudüs ve bugünlerde Golan savaşları asla unutulmamalı. İşgal hareketini planlayanların hedeflerine ulaşabilmek için faaliyetlerine hız kesmeden devam ettikleri gözden kaçırılmamalı. Sadece gaflet anını gözetlemekteler… O anı yakaladıklarında ise Sultan II. Abdülhamid Han gibi bu defa da milletin “Uzun Adam”, “Usta” ve “Reis” diye bağrına bastığı Başkan‘ını bitirmek için yeniden saldırılarını başlatacaklardır.
Soruyorum: 25 yıldır bu denli korkunç bir kara propaganda ve yıkıcı mücadeleye karşı kim durabilirdi? Hangi ülke ayakta kalabilirdi? Bu zafer liderin kararlı, sebatkâr tavrı, dik duruşu, samimi ve ihlaslı tutumu, milletinden aldığı güç ve dünyanın mazlum Müslümanlarının duası ile başarılmıştır.
Dikkat ediniz, bugün bir daha milletle liderin arası açılmak istenmektedir! Tek umutları bu noktadadır. Zira ancak bu sayede başarılı olacaklarını bilmektedirler.
Unutmayalım ki bir tarafta Arif Nihat Asya Bey’in deyimiyle:
Bir bayrak dalgalanmak için rüzgâr bekliyor…
Diğer tarafta ise, “kurt puslu havayı sever” özdeyişine uygun olarak:
Amerikalı kovboy tweet atmak için fırsat bekliyor!
Millet ya bayrağını dalgalandıracak veya Amerikalı kovboya fırsat tanıyacak…
Artık karar sizin!
TEFEKKÜR
İbtidâ-yı amelin âhiri der-pîş gerek
Kâr-ı evvelde kişi âkîbet-endîş gerek
Sonucu belli savaşa girmek!
Dünyanın kargaşası, dört şeye oldu bina,
Ben yiyeyim sen yeme, ben iyiyim sen fena…
Sanayileşmesini tamamlamış bulunan ülkeler dünyayı sömürme ve sadece kendisi yeme derdine düşmüşlerdi. Dolayısıyla I. Cihan Harbi’nin gerçek sebebi sanayileşmiş ülkeler arasında dünyadaki iktisadî ve siyasî hâkimiyeti ele geçirme mücadelesi olarak tarif edilmektedir.
O güne kadar neden cihan harpleri çıkmıyor ve milyonlarca insan ölmüyordu? Zira dünyaya beraber yemeyi ve paylaşmayı öğreten ve bunu uygulayan bir Osmanlı gücü vardı. Bu gücün zayıflaması ile birlikte sırtlanlar dişlerini göstermeye başlamışlardır.
Nitekim 28 Temmuz 1914′te Avusturya-Macaristan’ın, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ı bombardıman etmesiyle Cihan Harbi başladı. Bu durum Rusya’nın seferberlik ilanına, akabinde de Almanya’nın sırayla 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta Fransa’ya, 4 Ağustos’ta Belçika’ya savaş ilan etmesine yol açtı. Yine 4 Ağustos 1914′te İngiltere anlaşmalar gereği Almanya’ya savaş ilan etti. Böylece tarihe I. Cihan Harbi olarak geçen mücadele başlamış oldu.
Rusya’da seferberlik süresinin yüzölçümlerinin genişliği nedeniyle uzun süreceğini hesaplayan Almanya planını buna göre hazırladı. Almanya asıl vurucu kuvvetiyle Fransa’ya yüklenecek, bu devleti altı haftada çökerttikten sonra Rusya’ya dönecek ve onu yere serecekti. Bu altı haftalık süre içinde Avusturya, Rusya’yı oyalayabilirdi. Plan gereği Alman orduları Belçika’ya girdikten sonra Fransa’ya sarktı. İlk anda çekilen Fransızlar, Marne Nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hattı kurdular. Almanlar şiddetli taarruzlarına rağmen bu hattı kıramayıp Rus cephesine yöneldiler.
Almanya, ağustos ve eylül aylarında Rusya ile yaptığı iki muharebeyi de kazanırken müttefiki Avusturya’nın hâli iyi değildi. Avusturya ordusu başlangıçta Belgrad’ı ele geçirdi ise de fazla tutamadı ve yine Sırplara kaptırdı. Bu arada Galiçya cephesinde de Ruslara mağlup olarak çekildi.
Denizlerde ise Almanya ile İngiltere arasındaki mücadelenin galibi Falkland Muharebesi ile İngiltere olarak ortaya çıkmıştı.
1914 yılı sonunda görünen ve gelinen netice Almanya ve müttefiklerinin savaşı kaybedecekleriydi. Onları kurtaracak yegâne şart yeni müttefikler bulmak olacaktı. Bu ise son yıllardaki iyi münasebetleri ile Osmanlı Devleti olabilirdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinin onlara çok büyük faydaları olacaktı. En önemlisi Osmanlı Devleti savaşa girerse Ruslar kuvvetlerinin büyük kısmını açılacak Kafkas cephesine kaydıracaklar, böylece Avusturya ve Almanya’nın yükü önemli ölçüde hafifleyecekti.
Almanlar ayağı yere basan bu düşünceler içerisinde hareket ederken Osmanlı’nın başındaki cunta ise Hindistan ve Turan hayalleri içerisinde idi. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığını korumak ve savaşa girmekten uzak durmak yolundaki kararı, başta Harbiye Nazırı Enver Paşa olmak üzere kabinenin bazı savaş yanlısı üyelerinin tertibiyle bozuldu.
Devlet, bilindiği üzere Yavuz ve Midilli adı verilen iki Alman gemisinin 29-30 Ekim 1914 gecesi Türk karasularından çıkıp Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını topa tutmasıyla fiilen savaşa girmiş oldu…
Çanakkale Harekâtı!
İngilizler gelişen bu duruma çok sevinmişlerdi. Zira Almanya’nın savaşı fazla devam ettiremeyeceği belli olmuştu. Osmanlıyı ise kısa sürede saf dışı bırakacak projeyi düşünmüşlerdi. Bu Çanakkale Boğazı Harekâtı olacaktı.
Boğazlar ve İstanbul müttefiklerin eline geçerse Osmanlı Devleti için barışı kabullenmekten başka çare kalmayacaktı. Bu takdirde Osmanlının kalbi ele geçirilmiş olacaktı. Yani bir anlamda devlet felç olmuş olacaktı.
Yine Boğazlar elde edilirse İtilaf Devletleri, Rusya ile yakın temas kurabilecekti. Böylece Rusya’ya silah ve malzeme sevki daha kolay yapılacak ve Rusya’nın da buğdayından istifade edilecekti.
Son olarak Osmanlı Devleti’nin savaştan çekilmesi henüz savaşa katılmamış Balkan ülkeleri üzerinde etkili olur ve bunlar merkezî devletler safında yer almaya cesaret edemezlerdi…
Görüldüğü gibi gerek sağlayacağı faydalar yönüyle, gerekse Osmanlıları kısa sürede saf dışı bırakabilme gayretiyle İtilaf Devletleri, Çanakkale Boğazı’na yönelik harekâta büyük önem verdiler.
Ortak bir İngiliz-Fransız donanması 19 Şubat’tan 18 Mart 1915′e kadar Çanakkale Boğazı’nın iki tarafındaki Türk tabyalarını bombardıman ettiler. 18 Mart’ta müttefik donanmasının Boğaz’ı geçme teşebbüsü tam bir felaketle neticelendi. Bir gece önce Nusret Mayın Gemisi’nin, Karanlık Liman bölgesini mayınlaması deniz harekâtının gidişatını değiştirmişti.
Gerek Çanakkale Boğazı’nın iki yakasındaki mevzilerden açılan yoğun ateş ve gerekse Karanlık Liman’a dökülen mayınların etkisiyle mevcutlarının %35′ini kaybedip geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu başarılı savunmayı idare eden Çanakkale Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa “18 Mart Kahramanı” unvanı ile anıldı.
18 Mart bozgunu İtilaf Devletleri’ne karadan destek almaksızın yalnız deniz kuvvetleriyle Boğaz’ın geçilemeyeceğini göstermişti. General Hamilton’un emrinde bir çıkarma ordusu hazırlanmaya başladı. Nihayet 25 Nisan 1915 günü sabaha karşı İngiliz Generali Hamilton ve Fransız Generali Amadeu idaresinde Arıburnu ve Seddülbahir bölgelerine çıkarma harekâtı gerçekleştirildi.
Peki, 18 Mart Deniz Savaşı’nı idare eden Albay Cevat Çobanlı Paşa müthiş bir başarı göstermiş iken kara harekâtını önleme görevi kime verildi dersiniz! Maalesef İttihatçılar buradaki idareyi Alman Liman Von Sanders’e bırakmışlardı. Üç bin yıllık savaş tarihiyle meşhur Türk ordusunda komutan mı tükenmişti? Yoksa savaş Türklerin yabancı olduğu bir coğrafyada mı vuku buluyordu? Hayır bu durum sadece İttihatçıların Almanlara teslimiyetinin simgesi idi.
Alman komutan ise birliklerimizi yanlış noktalarda konuşlandırarak müttefiklerin rahatça karaya çıkıp yerleşmelerini sağlayacaktı. Zira onun düşüncesi karada uzun süren bir savaşın yolunu açarak, Rus cephesinde bulunan askerlerine rahat bir nefes almayı başarmaktı. Bunda da başarılı oldu…
Anka avlanılmaz!
İşte bu noktada Anadolu insanının iman dolu göğsü devreye girecek ve çelik mermileri eritecekti. Yaklaşık on ay süren kara savaşları, iki yüz elli iki bin şehidimize mâl oldu. Düşman sonunda perişan bir hâlde Yarımada’yı terk etti. Fakat bu terk etme sırasında da neredeyse tek bir kayıp vermemişlerdi. Alman komutanlar kendilerine bir kez daha ‘kıyak’ geçmişlerdi! Hâlbuki kuşatmanın başlangıcında İtilaf Devletleri ve Batılıların gurur ve kibirleri üst derecede idi. İngiltere Başvekili Sir David Lloyd George “Türk Milletini” sadece birinci sınıf dövüşen bir kalabalık olarak tanımlıyordu. Bahriye Nazırı Churchill ise “Türkler mi? Bir elimizi arkamıza bağlar, diğer elimizle ezer geçeriz o milleti” diyerek küçümsüyordu. Batılı gazeteler ise bu beyanatlarla coşuyor ve asırların kinini şu şekilde ifade ediyorlardı:
“Son Haçlı Seferlerinden beri ilk defadır ki Batı, Doğu’ya yönelmiş bulunuyor. Hristiyanlık âlemi, Fatih Sultan Mehmed’in 29 Mayıs 1453 meşum tarihinde Bizans İmparatorluğu’na indirmiş olduğu şiddetli darbenin öcünü almak için toptan harekete geçmiş bulunuyor.”
Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanı General Hamilton ise hedeflerini maddi gücünün verdiği rahatlıkla günlüğüne şöyle yazmıştı: “Ümitlerimiz çok çok artmıştı. Kurtarılacak Kudüs mü yoksa İstanbul muydu? Ne farkı var? Askerin başarısının sınırı yoktur.”
Savaşın sonunda “Türkleri, bir elimizi arkaya bağlar, diğer elimizle yener geçeriz” diyen Bahriye Nazırı Churchill’e durumu sorduklarında “Türklerin tek elle yenik düşürülmesinin imkânsızlığını gördüm” diyerek acı bir itirafta bulunmuştur.
Öyle zannediyorum ki İngilizlerin diğer eli hile, desise ve entrika siyasetidir. Nitekim savaştan sonra bu ellerini yeniden işletmeye başlayacaklardır.
Bugünlerde Taksim’de ezanı ıslıklayanların İngilizlerin bu eliyle dizayn edildikleri ve haçlı propagandalarının esiri oldukları net bir biçimde görülmektedir. Dedeleri ezan susmasın diye can verenlerin torunlarını bu hâlde görmek ne kadar utanç vericidir!..
TEFEKKÜR
Anka avlanılmaz tuzağını topla,
Tuzağa giren olur berhava!..
.
Bir projenin düşündürdükleri!
İki gün önce çok kıymetli bir dostumu ebedi yolculuğuna uğurladık. Hak Teâlâ rahmetler eylesin. Rahmetli Mustafa Kuzu (Burhan Kuzu Bey’in kardeşi).
Kendisiyle 1989-1997 yılları arasında birlikte ortak bazı projeler yürütmüştük. Bu çok kıymetli ama uzun zamandır pek bir araya gelemediğim dostumun vefatını işittiğimde o projelerden canımızı çok sıkan ve bizi derin üzüntülere sevk eden biri hatırıma geldi. Yanılmıyorsam 1992-93 yıllarında idi. Birkaç arkadaş, liseliler için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabı yazmaya karar vermiştik.
Bendeniz bu vesile ile o güne kadar sadece adını işittiğim Talim ve Terbiye Kurulu’nun maksadını, gayesini, hedefini hakiki veçhesiyle anlayacaktım.
Hazırlayacağımız lise kitabındaki “Türkler ve İslamiyet” bölümünü ben üzerime almıştım. Kitabı tamamladıktan sonra Talim ve Terbiye Kurulu’na gönderdik.
Ancak kitap, nokta ve virgüller bir tarafa bırakılarsa pek çok çizik yemişti. “Şuralar fazla bilgi çıkarın, buralar eksik bilgi ilave edin…” cinsinden ikazlar çoktu. Kitap yeniden kurula gitti. Ama aynı istekler devamdı. Tekrar gitti geldi. Bu defa önce düzelttikleri yerleri kendileri bozuyordu. Tersini yapmamızı istiyorlardı… Beşinci defada rahmetli Ankara’ya, Talim ve Terbiye Kurulu’na bizzat götürmüş ve çelişkilerini sıralamıştı. Neredeyse on defa Türk Dil Kurumu’nun yazım kılavuzları değişmiş olup bir onu bir bunu referans alınca bir türlü kitap netlik kazanmıyordu.
Fakat işin garibi şu ki, “bu cümle fazla at, bu cümle eksik ilave et” derken kitap bizim olmaktan çıkmıştı. Sanki Talim ve Terbiye Kurulu istediği gibi bir kitabı bize dikte ettirmişti. Doçent birinin yazdığı bölümü orada kim hangi gerekçeyle başka bir şekle koyuyordu? Bir türlü anlayamamıştım.
O zaman Mustafa Kuzu Bey’e ve diğer arkadaşlara, “Çekildim izzet ü ikbal ile bâb-ı heyetten” diyerek gruba veda etmiştim. “Ne adım eserde bulunsun ne de çalışmamın maddi karşılığını istiyorum” demiştim. Zira zamanında bütün şikâyet ettiğimiz hususlar kitaba aynıyla yazdırılmış bulunuyordu.
Rahmetli Oktay Sinanoğlu Bey’in, “Bizim eğitim sistemimizi İngiliz Muhipleri dizayn ediyor”, sözünün manasını da bu vesile ile ilme’l-yakin anlamış bulunuyorduk…
O günlerden bugünlere kadar Millî Eğitim müfredatlarında ne değişti bilemiyorum. Çeşitli vesilelerle ilgilenenleri dinlediğimde daha kötüye gittiğini de maalesef duymaktayım. Demek ki eski tas eski hamam devam ediyor. Şimdiki Millî Eğitim Bakanımız talim ve terbiyeden gelme. Fakat müfredatla ilgili zerrece bir faaliyetini duymamaktayım.
Hiç olmazsa birkaç ay önce Sayın Başkanımız Erdoğan Bey’in dile getirdiği, “Eğitim sistemimiz, hain yetiştiriyor”, yakınmasının gereğini düşünse ve bazı adımlar atsa ne güzel olurdu…
Mustafa Necati Özfatura
13 Şubat 2019 günü de yine bir ulu çınarı Mustafa Necati Özfatura Abi’mizi ebediyete uğurlamıştık. Ta liseli yıllarımda Türkiye gazetesinde kendisinin dış politika üzerine makalelerini okurdum. Üniversite dönemimde Erzurum’da oğlu kıymetli dostum İrfan Özfatura ile aynı evde yıllarım geçti. Hiç unutmam oğlunu görmek üzere bir gece evimize misafir olmuştu. Gece yarısına kadar yaptığımız sohbeti bizim için unutulmaz anılar listesine girmişti. Bir albayın bu kadar mütevazı oluşu belki de beni mest eden vasfı idi.
O zamanlar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Kızıl Ordu’su dünyanın süper gücü olup girdiği ülkeleri buldozer gibi ezer geçerdi. Bizim Mustafa Necati Abi’mizle o muhabbeti yaptığımız sırada ise tanklar Müslüman Afganları ezmekle meşguldü. Mücahidler, Rus tanklarına karşı inanılmaz bir savaş veriyorlardı. Türkiye’de belki de yeni doğan çocuklara en fazla Mücahid isminin verildiği yıllardı.
Mustafa Necati Bey o günlerde hiç kimsenin değil aklına, hayaline bile gelmeyen yazılar yazıyordu.
Kızıl Ordu’nun başarısız olacağını söylese belki inanırsınız. Ama o, SSCB’nin son bulacağını haykırıyordu. O günlerde kaç kişi buna ihtimal verirdi bilemiyorum. Ama gece yarısına kadar yaptığı sohbette biz on genci inandırmış bulunuyordu.
Belki fazla soru sorduğumdan olacak tarih okuduğumu öğrendiğinden beş bin yıllık siyasi tarihteki devletleri ve imparatorlukları sayıp sayamayacağımı sormuştu. Bırakın dünyadaki devletleri Türklerin kurduklarını hemen sayabilir miydik? Bunun üzerine şöyle anlatmıştı:
“Dünya, devletler ve hanedanlar mezarlığıdır. Devamlılık Allahü teâlâya aittir. İnsanlar gibi devletlerin de başlangıcı, gelişmesi ve çöküşü vardır… Devletlerin çökmesinin en önemli sebebi zulümdür. Zulümle büyüyen ve gelişen devletler asla payidar olamazlar. ‘Zalime imhal ederim ihmalim yok dedi Yezdan’ sözünün gereği olarak zalim, sonunda kaçınılmaz akıbetine düçar olur…”
Necati Bey yıl da veriyordu. “On seneye varmaz Sovyetler dağılır” diyordu. Gerçekten de bu öngörüsü gerçek olacaktı.
Zira o hadiseleri günübirlik değerlendirmiyordu. Tarihî tecrübelerden, ilahi nizamdan, devletlerin tavır, davranış ve uygulamalarından hareketle on yıl, yirmi yıl ötesini görmeye çalışıyordu…
Biz gülerken birileri plan yapıyordu!
Şayet Mustafa Necati Bey’in bu değerlendirmelerini bizim devlet adamlarımız ciddiye alsalar ve on yıl ötesine yönelik politikalar üretseler bugün “beka mücadelesi” denilen bir savaşın içerisinde olur muyduk?
Evet, bizim o dönemki idarecilerimiz bu sözlere belki de gülüyorlardı. Bunun için de gülmeyip politikalar üretenlerin neler yaptıklarına kör kalacaklardı. On yıl sonra SSCB dağılma sürecine girdiğinde Türk Cumhuriyetleri ile nasıl bir siyaset yürüteceğimizi bilemez bir hâlde şaşkındık. Hâlbuki ülkemize Türk Cumhuriyetlerinden binlerce talebe geliyordu. Zira hepsinin gözü Türkiye’de, ağabeylerinde idi. Bizi “Ağabey” olarak biliyor ve gözümüzün içine bakıyorlardı.
Şimdi soruyorum oradan gelen binlerce genci ne yapmıştık söyler misiniz? Bugünkü gibi devlet yurtlarımız var mıydı? O gelen gençlere, bin yıl önce yine o bölgelerden gelen bizler ortak Türk-İslam değerlerini vermeye hazır mıydık?
Bakınız, size kimin hazır olduğunu söyleyeyim. Sovyetlerin parçalanma sürecine girdiği sırada ABD ise FETÖ eliyle ülkemizde yurtlar açtırıyor, daireler kiralatıyordu. Nitekim Türk Cumhuriyetlerinden gelen talebelerin neredeyse hemen hepsini bu yurtlara yerleştiriyorlardı. 1983’ten itibaren idarecilerimiz de FETÖ’ye, Hoca Efendi(!) diye övgüler düzerek gençleri oraya yönlendiriyordu. Netice, 35 sene sonra karşımıza “beka mücadelesi” olarak çıkıyordu.
Rahmetli Mustafa Necati Bey, Irak işgalinden beri de ABD’nin dağılacağını, o süper gücünün biteceğini ısrarla yazmaktaydı. O, bunu göremedi. Ama ben bugün yaşayan gençlerin göreceğine adım gibi inanıyorum. Zira devletlerin hayatında elli yıl bir hiç gibidir…
ABD’yi kendi ülkesiyle kıyas ederek bu değerlendirmelere gülenlerin tam bir ahmak olduğunu düşünüyorum. Sanki dünyada sadece bir Türkiye vardır. Cenab-ı Hakk’ın bir millete gadap ettiği zaman darbeyi nereden vuracağı belli olmaz. ABD’nin sonu da SSCB gibi olacaktır. Şüpheniz olmasın!
Ben sadece şunu sorayım: Biz nesillerimizi koruyabiliyor muyuz? Yarınlara hazırlayabiliyor muyuz? Yoksa birileri bizim ülkemizde nesillerimizi elimizden alıp istediği gibi yoğurmaya devam mı etmektedir? Beka mücadelesine bu noktadan da bakmazsak kaybederiz!
Bu vesile ile rahmetli Mustafa Necati Özfatura Abi’me ve sevgili dostum Mustafa Kuzu Bey’in ruhu için okurlarımdan bir Fatiha yollamalarını rica ederim…
TEFEKKÜR
Ey gönül eyleme gel dünya-yı gaddâra heves
Paklar eylemedi çünkü bu murdara heves
.
Anadolu’ya kaçma planları!
104 sene evvel bugünlerde İstanbul, Fatih tarafından fethedilmesinden sonra belki de tarihinin en büyük korku ve kargaşasını yaşıyordu. Zira İtilaf Donanmalarının büyük hazırlıklar yaparak Çanakkale’ye saldıracağı haberleri kesinleşmişti. Osmanlı devlet adamları, dünyanın en büyük donanmalarının ittifak ederek girişecekleri bu harekâtı, zorlanmadan başaracaklarını düşünüyorlardı. Bunun neticesinde ise İstanbul kolayca işgale açık hâle gelecekti.
İşte bu endişe içerisindeki İttihat ve Terakki liderleri, bir yandan Çanakkale’den gelecek haberleri takip ederken diğer yandan İstanbul’un tehlikeye düşmesi hâlinde neler yapılabileceğini tartışmaya başlamışlardı.
İttihatçılar elbette ki ilk olarak, uğruna bir cihan savaşına hiç düşünmeden yanlarında girdikleri Almanya’nın kapısını çalacaklardı. Mebuslardan Halil Menteşe’yi göndererek Almanya’dan bu hususta yardım garantisi istediler. Buna karşılık Birleşik Donanma karşısında Çanakkale Boğazı’nın daha fazla dayanamayacağını düşünen Almanya da, Osmanlı’ya yardımcı olmak konusunda birkaç teselli sözü söylemekten öteye gitmemişti.
İtilaf Devletleri donanmalarının Çanakkale önüne gelmesi ile birlikte İttihatçılar, İstanbul’un boşaltılması ve payitahtın Eskişehir’e orası da olmazsa Konya’ya taşınması yönünde karar aldılar. Sultan Mehmed Reşad Han’a da durumu bildirdiler. Onlar için Mehmed Reşad Han kararlarını imzalayan noterden farklı bir merci değildi!
Onları asıl endişelendiren kendi elleriyle tahtından alaşağı ettikleri II. Abdülhamid Han idi. Nitekim Selanik’ten çıkarılması sırasında yaşadıkları zorlukları unutamamışlardı. Ayrıca sabık padişahın İngilizlerin eline düşmesi onlar için ayrı bir felaket senaryosuna dönüşebilirdi.
Bu nedenlerden dolayı, II. Abdülhamid Han’ı ikna etmek için Dâhiliye Nazırı Talat Paşa başkanlığındaki bir heyeti görevlendirdiler. Talat Paşa heyetinin, II. Abdülhamid’le olan görüşmelerini yakından takip edenlerden biri de teşrifat müdürlerinden Ercüment Ekrem Talu idi. O özellikle Abdülhamid Han’ın huzuruna varışlarını ve görüşmenin safahatını şöyle nakletmiştir:
Biz Fatih’in soyuna yakışan!..
“Rumeli kıyısını, Hisar’a kadar takip ettikten sonra karşı sahile varan çatanamız (istimbot), Beylerbeyi Sarayı’nın rıhtımına bir çırpıda yanaştı. Eski padişah muhafızlarından Miralay Rasim Bey tarafından karşılandık ve doğru içeriye alındık. Talat Bey sordu:
-Haberleri var değil mi? Rasim Bey:
-Evet, beyefendi, yukarıya buyurun ben geldiğinizi arz edeyim.
Merdivenleri çıktık. Deniz üzerinde bir odaya alındık ve ayakta beklemeye koyulduk. On dakikalık bir zaman geçti. Yavaşça aralanan bir kapıdan içeriye, bu milletin otuz üç sene encamına hükmetmiş olan, Abdülhamid-i Sani ağır adımlarla girdi. Yalnızdı. Kulaklarına kadar geçmiş koyu renk fesinin altında, tepeden tırnağa mermerden bir heykel gibi bembeyazdı. Saçları, sakalı, tekmil düğmeleri kapalı yüksek yakalı ceketi, pantolonu ve ayakkabıları; hepsi bembeyazdı… Sırtı hafif kamburlaşmıştı. Gözleri pek canlı idi. Hepimizi çenesi hizasından alnına kadar kısa temennalarla ayrı ayrı selamladı, yerden mukabele ettik. Talat Bey bizleri takdim etti. İsim ve sıfatlarımız söylenirken bunlara fazla ehemmiyet vermiyormuş gibi davrandı ve Fahreddin Ağa ile görüştü. Ne dediklerini işitmedim. Derken, Baş Mabeyinci Selam-ı Şahane’yi tebliğ etti ve sözü tekrardan Dâhiliye Nazırına bıraktı. Hepimiz huzurunda el pençe divan durarak dizilmiştik. Talat Bey uzun uzun ve pek hürmetkâr bir ifade ile önce vaziyeti anlattı ve lakırtıyı döndürüp dolaştırarak asıl ziyaretimizin sebebine intikal ettirdi. Hülasaten şöyle demişti:
-Acil bir tehlike arz etmemekle beraber vaziyet çok ciddidir. Düşman denizden ve karadan Çanakkale’yi zorluyor. Şiddetli müdafaaya rağmen, Allah göstermesin Boğaz’ı geçecek olursa Padişah, hükûmet ve hanedan esarete düşerek elim bir musâlâhaya mecbur olmamak için, Zat-ı Şahane için Konya’da Çelebi Efendi’nin konağı tahliye olunmuştur. Korkulan vaziyet maazallah olacak oluverirse, Zat-ı Hümayunları’nın hangi şehirde ikamet buyurmak isteyeceklerini, Birader-i Şahaneleri tarafından öğrenmeye memur edildik. Emir ve iradelerine muntazırız.
Talat Paşa ve avanesi kararı kendileri aldıkları hâlde suçu yetkisiz padişaha yüklemekte de pek mahir idiler! Savaşa girerken kendisine haber dahi vermemişlerdi. Şimdi ise İstanbul’dan kaçmaya hazırlanırken Sultan Mehmed Reşad, bir anda ‘Zat-ı Şahaneleri’, ‘Birader-i Şahaneleri” oluyordu. Bu hâl ileride İstanbul’u bırakıp kaçan sultan iftirasına kılıf hazırlamaktan başka ne olabilirdi?
Hakan-ı Sabık ise, Dâhiliye Nazırı’nı sonuna kadar dinledi. O susunca keskin nazarlarını hepsinin üzerinde ayrı ayrı gezdirdikten sonra şöyle dedi:
-Şevketli biraderimin endişeleri tamamıyla gayrı varittir (imkânsızdır). Çanakkale’yi zamanında fevkalade tahkim eylemiştim. Oradan hiçbir donanmanın geçmesi kabil değildir. Amma farz-ı muhal olarak, öyle bir felaket başa gelecek olursa, Hakan’ın yapacağı şey, tacını tebaasını terk ile kaçmak zilletini işlemek değil; vuruşarak canını feda etmektir. Ceddim Fatih Sultan Mehmed, bu beldeyi küffar elinden fethettiği zaman, Bizans İmparatoru Konstantin kaçmayıp; harp ede ede, yıkılan kalelerin altında can vermek kahramanlığını göstermiştir. Biz Fatih’in soyu, Konstantin’den aşağı kalamayız. Zat-ı Şahane’ye böylece arz edin! Müsterih olsunlar ve ezelî iradeye boyun eğsinler. Şuradan şuraya kımıldamasınlar! Düşman buraya giremez. Bana gelince, ben artık bir yere gitmem. Yegâne arzum burada ölmektir. Biraderimden ve Hükûmet-i Seniyye’den bu arzuma yardımcı olmalarını dilerim…”
Aldık mı ağzımızın payını!
II. Abdülhamid Han, bu sözleri söyledikten sonra kendilerinden bir cevap dahi beklemeyecek, kısa temennalarla oradakileri selamladıktan sonra son derece üzgün bir şekilde odayı terk edecektir. Heyet ise hiç ummadıkları bu cevap karşısında sersemlemiş olarak Saraydan ayrılacaktır. Rıhtımda kendilerini bekleyen istimbotla Dolmabahçe’ye doğru yönelecektir. Hiç kimsenin ağzından tek bir kelime veya yorum işitilmemişti. Sanki bir ölüm sessizliği içinde idiler. Ercüment Bey’in nakline göre, yolda düşüncelere dalmış gibi görünen Talat Bey, bir aralık kendilerine dönerek “Aldık mı ağzımızın payını?” demekten kendini alamayacaktır.
Geri dönen heyet, V. Mehmed Reşad Han’a ne söyledi ve mülakatı nasıl nakletti bilinmemektedir. Bilinen bir husus varsa artık İttihatçı şefleri İstanbul’u terk etmek gibi bir düşünceyi tamamen unutmuşlardır.
33 yıl Osmanlı mülkünü idare etmiş olan dâhi Sultan, işte bu tarihî sözleri ve kararlı iradesi ile Rumeli topraklarının Türklerin elinde kalmasının teminatı oluyordu. Bu cevap aynı zamanda daha düşmanı görürken kaçmayı yeğleyen veya kendilerini emniyet altına almayı düşünen İttihat Terakki’nin cesur ve kahraman(!) liderlerinin suratlarında patlayan bir tokat olmuştu.
Gözü arkada olanlar zaferin kokusunu duyamazlar! Şayet II. Abdülhamid Han İttihatçıların bu teklifini kabul etmiş olsaydı, İstanbul ve Rumeli’yi elde tutmanın imkânı kalmayacaktı. Cephede canla başla savaşan askere en büyük ihanet edilmiş olacaktı. Bugün evlatları, bırakın 18 Mart veya Çanakkale Zaferi olarak gurur duydukları böyle bir dönemi, hatırlamaktan dahi utanç duydukları bir devrin yasını tutuyor olabilirlerdi.
Bu dâhi Hakan’ı, hâlâ yok Ulu Hakan mı, Kızıl Sultan mı tartışması içinde bocalayıp anlamaya çalışmaktan uzak olanlar şunu bilsinler ki; modern silahları ve muazzam donanmalarıyla Çanakkale’yi geçemeyen İngiliz ve Siyonistler, birbirinden tehlikeli hain planlarla ne yazık ki içimizdeki manevi Çanakkale’yi çoktan geçmiş durumdadırlar. Bizleri dinlerine ve padişahlarına düşman ederek hedeflerine ulaşmış durumdalar. Bugünlerde beka mücadelesinin içeride nasıl yaşanmakta olduğunu ibretle izlerseniz bu sözlerimin maksadı daha iyi anlaşılır…
TEFEKKÜR
Âlemin âb-ı rûyı âr iledir
Âdemin gayreti vakar iledir
.
1897’den 28 Şubat’a!
28 Şubat post-modern darbesi, son 22 senedir en fazla konuşulan, atıfta bulunulan, yerine göre sulandırılan bir mesele oldu. Çok önemli gelişmeleri beraberinde getirdi. O dönemin başrolündeki askerleri, iş adamları, sendikacıları, siyasetçileri hep tartışıldı. Belki de en dikkat edilmeyen husus bunların kimin taşeronluğunu yaptığı meselesi idi. İşte Türkiye’nin bence asıl olarak bu noktaya odaklanması gerekmektedir. Zira içerideki yani sahnenin önündeki kavga, sahnenin gerisindeki güçleri hep görünmez kılıyor. Dolayısıyla da oyunlar aralıksız yenileniyor. Sadece figüranlar değişiyor. Kısır bir döngü içerisinde birileri bizi öğütmeye, gücümüzü tüketmeye devam ediyor.
Diğer taraftan tarihî hadiseler, ekonomik verilerle, “dün fiyatlar şu idi bugün bu oldu” cinsinden değerlendirilemez. Milletlerin tarihî hedefleri, gayeleri, ülkelerin, devletlerin ileriye yönelik aldığı kararları önemlidir. Bunlar unutulursa, gün gelir hatırladığınızda iş işten geçmiş olur.
İşte bu noktada 28 Şubat’tan tam yüz sene önce 1897 Basel’deki Siyonist Kongresini unutmamak lazım. Burada ne kararlar alınmış ve neler yaşanmıştı?
Bunu kongrenin mimarı olan Theodor Herzl hatıratında şöyle açıklamıştı:“Ben, Basel’de ‘Yahudi Devletini’ tesis ettim. Ben bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün dünyada bir kahkaha tufanı yükselir. Fakat bundan beş sene sonra, belki elli sene sonra ise muhakkak herkes bunun böyle olduğunu anlayacaktır.”
Devlet, elbette ki kurdum demekle kurulmuyordu. Bunun için zaman, imkân, ter akıtmak gayret göstermek lazımdı. Herzl de bu itibarla elli sene sonrasını hedef koymuştu.
Ancak Herzl’in en büyük engeli, elbette ki bu maksadına tam karşı vaziyet alan Osmanlı Devleti idi. Nitekim o dönemde Osmanlının başında bulunan Sultan II. Abdülhamid Han, bütün gücüyle Siyonistlerin bu tasavvurunun önünü kesmek için faaliyet yürütecektir.
Abdülhamid Han, müthiş istihbaratı sayesinde Herzl’in ve Siyonistlerin gerçek maksatlarına vâkıftı. Asıl hedeflerinin Avrupa’daki zulümden kaçan Musevileri Filistin’de yerleştirip, onların güya tarımla uğraşmalarını sağlamak değil de, bağımsız bir devlet, hatta “Devlet-i Aliyye’nin Asya vilayetlerinden bir kısmını da içine alan bir imparatorluk kurmak olduğundan” kuşkusu yoktu. Nitekim şu sözleri bu hususu yansıtmaktadır:
“Siyonistlerin şefi olan Herzl, fikirleriyle beni ikna edemez. Siyonistler Filistin’de yalnız ziraat yapmak değil, orada hükûmet kurmak, siyasi temsilcilerini seçmek gibi şeyler de arzu ediyorlardı. Bu haris tasavvurlarının manasını gayet iyi anlıyorum. Lakin Siyonistler bu teşebbüslerini kabul edeceğimi zannetmekle saflık ediyorlar. İmparatorluğumuz dâhilinde, halkımızın fertleri olarak ve Bâbıâli’nin dirayetli hizmetkârları olarak Yahudilere ne kadar kıymet veriyorsam Filistinlilere dair kurdukları tasavvurlara da o kadar düşmanım.”
İşte Sultan’ın bu duruşu çok geçmeden okları kendisine yöneltecek ve aleyhinde korkunç kampanyaların düzenlenmesine yol açacaktır. Sonunda içeriden kendi evlatlarının çıkardığı isyan ile saltanatına son verilecektir. Oysa son verilen sadece onun saltanatı değil aynı zamanda devlet-i ebed müddet olan Osmanlı olacaktır.
Nitekim darbedeki Yahudi parmağı o kadar açıktır ki… 31 Mart Vakası’ndan sonra Mahmud Şevket Paşa ile Harbiye Nazırı Salih Paşa, ilk olarak Hahambaşı Haim Nahum’u ziyaret etmişlerdir. Her iki paşa da, Selanik Yahudilerinin verdiği destek için kendilerine özel teşekkürde bulunmayı ihmal etmediler. Konu hakkında ciddi araştırmaları bulunan Cevat Rıfat Atilhan daha sonra şu değerlendirmede bulunacaktır:
“31 Mart Vakası, Türk milletini her şeyi ile dize getirmek, vatanını parçalamak ve bir kısmı üzerinde hâkimiyet sağlamak için Siyonizm ve Farmason iş birliğinin tertip ettiği sistemli ve planlı bir suikasttır. Hedefleri müstakil son Türk devletini yıkmak, onu ayakta tutan bütün manevi faktörleri ortadan kaldırmak, Filistin topraklarında Yahudi devleti oluşturmak ve İslam âleminin rehberi olan büyük Türk milletini küçültüp bu âlemin başından koparıp atmaktı. Bu hedefe ulaşabilmeleri için Sultan II. Abdülhamid’i tahttan indirmeleri gerekiyordu. Bu maksatla Siyonistler, Dönmeler, Masonlar ve komitacılar birleşerek hedeflerine ulaştılar.”
Gerçekten de Emanuel Karasu’nun defalarca ve iftiharla, “Sultan Hamid’e beş milyon altına yaptıramadığımız işi, İttihatçılara dört yüz bin altına yaptırdık” diye övünmesi bu tezi ispatlamaktadır.
İngiliz Mary’nin belgelerini de incele!
Şimdi şöyle düşünelim. Abdülhamid Han gitti iş bitti mi? Büyük İsrail projesi kapandı mı? Büyük Ortadoğu Projesi bunun gerçekleşmesi için atılmış makyajlı yeni bir adım değil miydi? İslam’ın gücü ve etkisi kırılıp yok edilme noktasına getirilmeyecek miydi? Onlar bunu unutmuş muydular?
İşte Türkiye’nin darbeler tarihi ile yüzleştiğimizde hep bu soruların cevabını ve bunları gerçekleştirme noktasında atılan adımları görürüz. Ne yazık ki sadece figüranlar değişmekte ve biz içeride bölünüp birbirimizi yemekteyiz. Oysa birileri de arkada gülerek ellerini ovuşturmaya devam etmekteler.
28 Şubat’ın 22. yıl dönümünde sadece bir iki hadiseyi gözler önüne sermeye çalışacağım.
Birincisi neden bu ülkede hâlâ Sultan II. Abdülhamid Han tartışılır ve gözden düşürmeye çalışılır. FETÖ’nün devlete hâkim olduğu sırada Millî Eğitim Bakanlığı’nı hep elinde tutan Hüseyin Çelik’in Abdülhamid Han ile ilgili dinmek bilmeyen kini ve iftiralarına bakınız! On sene önce böyle yazılar kaleme alır mıydı acaba düşününüz? İngiliz Mary’nin yönlendirmesi ile Sultan II. Abdülhamid Han’a darbe teşebbüsünde bulunan Ali Suavi’ye methiyeler düzen bu adam, işi gücü bıraktı, II. Abdülhamid Han ile uğraşmaktadır. Onun fikren nemalandığı hocalarının da nasıl bir Abdülhamid Han düşmanı olduğunu erbabı iyi bilmektedir. Bu zat, Mary’nin İngiltere’ye kaçırdığı belgelerden de haberdar mıdır acaba? Hüseyin Çelik, İngiliz aklıyla hareket ederek “Dinde halifeliğin yeri olmadığını savunan” bu sarıklı ihtilalciyi (Ali Suavi) “darbe yapamadı” diyerek oldukça hayıflanmaktadır. Acaba başka darbe ve işgallerin gerçekleşmemesinden duyduğu üzüntüyü böyle mi gidermektedir!
Şurası muhakkak ki birileri, “Abdülhamid Han’ı anlamak, bugünü anlamaktır” sözüne muhalefetle, bu siyasi dehayı hâlâ karanlığa gömmek istemekte ve hâlâ birilerinin bugünleri de yönlendirmesine çanak tutmaktadır.
Ya ilahiyatçılar!
İkinci sözüm ise yine İlahiyat camiasından birilerine olacaktır! Malumunuz Siyonist Kongrede ele alınan konulardan biri de İslam’ın etkisini kırmaktı. Peki Abdülhamid Han düşürülüp, Osmanlı Devleti yok edilip, yeni Türkiye Cumhuriyeti üzerinde de nice nice planlar yürürlüğe konulurken İslamiyet’e karşı verilen savaş unutuldu mu sanıyorsunuz? Asıl bu savaşın artık sessiz sedasız değil bağıra çağıra yapıldığını görmüyor musunuz? Hem de ilahiyat camiasının bu konuda baş figüran olarak kullanılması ne kadar manidardır. Zira matematik ve fizikçiler bu tahribatı asla gerçekleştiremezdi. Öyleyse işi erbabına(!) vermek gerekirdi.
Çıktığı programlarda Yahudilerin Türkleri çok sevdiğini ısrarla savunan Prof. Dr. Nuh Arslantaş’ın maksadı bugünlerde net olarak ortaya çıktı. Meğerse Tevrat’ın tefsirini yapıyormuş.
Kullandığı kaynak, 10. yüzyılda Bağdat’ta yaşayan ve Tevrat’ı Arapçaya ilk tercüme eden kişi olan Saadya Gaon isimli bir Yahudinin “Tefsiru’t-Tevrat bi’l-Arabiyye” isimli eseridir. Eser, Kültür Bakanlığı Yazma Eserler Kurumu tarafından iki cilt hâlinde yayınlandı. Evet bakanlığımız ve ilahiyat hocamız Müslümanların hararetle beklediği (!) bu eseri binbir çaba ile Türk ilim âlemine kazandırdılar.
Sultan II. Abdülhamid Han’ı devirmek için büyük gayretler sarf eden Efgani ve Abduh’un hararetli savunucusu Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Ali Köse Bey de artık ilahiyat talebelerine ders olarak bu kitabı da okuturlar. Malum Ehl-i Sünnet yolundan gittikçe uzaklaştırılan talebelerimiz için boşluk doldurmak açısından böyle derslere ihtiyaç vardır(!). Ayrıca “dinler arası diyalog masası” da boş kalmasın(!).
28 Şubat sürecinin FETÖ’ye yol açtığı bugün hemen herkesçe bilinmekte ve belirtilmektedir. Peki, o günün aktörleri bunun farkında mıydılar, bilinmez! Bugün de bazı figüranlar aynı kuyuya su taşıdıklarının ne kadar farkındalar bilemiyorum!
TEFEKKÜR
Sâr-bân-ı vakt isen hazm eyle zîrâ vakt olur
Bir topal merkep belâsıyle katar elden gider
Devlet soylu küheylandır!
Yine bir seçim sath-ı mailine girmiş bulunuyoruz. Muhtemel adaylardan biri seçiliyor, belediye başkanı olarak bir müddet şehri veya ilçeyi idare ediyor. Sonra yine seçilerek devam ediyor veya bırakıyor. Bazen kendileri bırakmasa da zaman aman vermiyor ve bıraktırıyor.
Aslında seçilmeye namzet olan bu adaylarımız için önemli olan şey güzel ve kalıcı hizmetlerle gönüllere taht kurmak olmalıdır. Bazen gidene ağlarsınız onu çok ararsınız. Bazen da davul zurna çalarak gönderirsiniz.
Rahmetli ünlü Destan Şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu bu hususta ne güzel seslenir. Birkaç mısraını alalım.
Allah Allah demeyince
Güzel işler onabilmez
Cümle sular buz kesilse
Okyanuslar donabilmez
Vatan, bayrak, millet aşkı
Üflemekle sönebilmez
Eğer öyle sönebilse
Dünya böyle dönebilmez
Hak dilinden anlamayan
Halka himmet sunabilmez
Devlet soylu küheylandır
Muhannesler binebilmez
Evet, halka hizmet, himmet sunabilmek Hak dilini anlamaktan geçiyor. Hak dilinden anlamak haksızlık yapmamak, hep kendine yontmamak, adil olmak, fakiri fukarayı gözetmek, şefkatli, merhametli, cömert olmak ve daha nice nice güzel vasıflara sahip olmaktan geçmektedir.
Tarihimiz bu konuda sayısız misallerle doludur. Elbette ki tersi olan da az değildir. Bu itibarla idarecilerimizin tarih bilmeleri elzemdir.
Dünyaya gönül bağlayıp dünyalık için yaşamazlar. Hakkı tanımaktan halka hizmete ulaşmayı düşünürler. Şanlı peygamber efendimizin “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olanıdır” hadis-i şerifini düstur edinirler.
Çelebi Mehmed Han
Osmanlı İmparatorluğunun ikinci kurucusu sayılan Çelebi Mehmed’in hayatı da bu hususta idarecilerimize, gençlerimize ibretlik vakalar sunar.
1402 yılında Emîr Timur ile yapılan Ankara Muharebesi kaybedilip babası Yıldırım Bayezid Han, Emîr Timur’a esir düşünce henüz 14 yaşındaki Şehzade Çelebi Mehmed uzun bir dönem Amasya, Gerede ve Bolu yöresinde zaman geçirmişti.
Bu bölge Osmanlıların en karışık yöresi idi. Emîr Timur’dan da destek alan mütegallibe beyler on bin-yirmi bin kişilik kuvvetlerle bölgede terör estirmiş, Çelebi Mehmed’i günlerce uğraştırmıştı.
O, bu sırada babasının vefat haberini de alınca iyice yıkılmıştı. Devlet adamlarının ve âlimlerin taziyeleri ve nasihatleri sonunda sabır ve tevekkül yolunu tutmuştu.
Keremli babasının ruhunu sevindirmek için hatim duaları okutmuş, fakirlere, düşkünlere nice sadakalar dağıtmış ve hayırlar yapmıştı. Yine sofralar kurdurarak günlerce yemekler vermişti.
O, babasının ruhu için hayrat ve hasenat yapmakta iken Emîr Timur’un Anadolu’yu terk etmekte olduğu haberi geldi.
Bu haber Çelebi Mehmed’i ve yanındaki silah arkadaşlarını fevkalade sevindirdi. Zira şu on aylık dönemde genç şehzâdenin gönlü keder rüzgârlarıyla perişan olmuştu.
Şimdi ise Emîr Timur’un çekilmesi ile Osmanlı ülkesini yeni ve daha çetin bir mücadele bekliyordu. Bu mücadele Bayezid Han’ın dört oğlu Emîr Süleyman, Musa, İsa ve Çelebi Mehmed arasında geçecekti.
Çelebi Mehmed kardeş kanının akıtılacağı böyle bir savaşa karşı isteksiz ve arzusuzdu. Nice canların nice yiğitlerin ve nice beylerin bu mücadelede ecel şerbetini içeceğini iyi biliyor ve üzülüyordu.
Din esaslarını ikame eyle!
Amasya’da iken bir gün musahiplerinden (sohbet arkadaşı) Molla Ali‘yi huzuruna davet edip dedi ki:
“Ya Molla Ali! Meydana gelen hadiseden ibret aldın mı? Babam Yıldırım Bayezid’in başına gelen musibet ve belaların sebebini düşünebiliyor musun? Görüyorsun ki, her birimiz bir yere ayrıldık. Kardeşim Musa Çelebi, İsa Çelebi’nin üzerine yürüdü ve Bursa’da tahta oturdu. Kardeşim Süleyman Çelebi ise Edirne’de tahta oturdu. Düşman bizden korkarken, şimdi biz âleme maskara olduk. Özellikle Edirne’de oturan kardeşim Süleyman Çelebi’nin fitne fesadından korkulur. Din ve devlete taşıdığım iyi niyet ve gayret, bu hadiseler karşısında beni daha da hassas kıldı. Gel seninle tac ve taht düşüncesini terk ederek hacca gidelim!”
Çelebi Mehmed bu sözleri hem söylüyor hem de ağlıyordu. Akşam ikisi de istihareye yattı. Çelebi Mehmed rüyasında dedesi Murad-ı Hüdavendigâr‘ı gördü. Yanında Emîr Sultan da vardı. Ona bir kılıç, bir de eğerlenmiş at vererek;
“Haydi yiğidim! Din esaslarını ikame eyle” dediler. Çelebi Mehmed, ata binmek istemediği hâlde, çaresizlik içinde binmek zorunda kaldığını ve Gelibolu istikametine doğru hareket ettiğini gördü.
Molla Ali de, aynı gece rüyasında Bursa’da olduğu hâlde Çelebi Mehmed’i tahtın üstünde Musa Çelebi’yi ise altında otururken görmüştü.
Bu rüyaları ilahî bir işaret olarak kabul eden Çelebi Mehmed, şimdi Osmanlı ülkesini birlik hâline getirmenin hesaplarını yapmaya başlamıştı.
Parçalanan devleti uzun mücadelelerden sonra tek elde birleştirdi. Anadolu’da dağılan birliği yeniden ikame etti. Emîr Timur’un ihya ettiği Anadolu beyliklerinden bir kısmını ortadan kaldırırken bir kısmını da tabi duruma getirdi. Bu özelliğinden dolayı ona “Osmanlı Devleti’nin ikinci kurucusu” denilmiştir.
Rumeli’de ise Türk nüfuzunu kuvvetlendirdi. Ömrünün tamamını savaşlarda geçiren bu kahraman hükümdar, katıldığı yirmi dört muharebede kırk yara almıştır. Kendisinden nakledilen şu söz hayat hikâyesini çok güzel ifade etmektedir.
“Çocuk yaşımda bunca belalar kim çektim, kimse çekmiş değildir.”
Ne yazık ki devleti eski haşmetine kavuşturmak için gece gündüz gayretle uğraşan bu Türk hakanı, henüz otuz iki yaşında iken hayata gözlerini kapayacaktı.
“Cihân hasm olsa!..”
Çelebi Mehmed siyasi başarılarının yanı sıra imar ve kültür faaliyetlerine de büyük önem vermiştir. Bursa, Edirne ve Amasya’da pek çok eser yaptırmıştır. Bursa’da Yeşil Cami adıyla tanınan mabedi gerek inşaatında kullanılan mermerlerin nadirliği gerekse onu süsleyen oymaların zarafeti itibarıyla şehrin başlıca şaheserlerinden biridir. Bu caminin karşısına yüksekçe bir mevkide kendi türbesini yaptırdı. Türbenin karşısına düşen medresesi bugün müze hâline getirilmiştir.
Bunlardan başka Edirne’de Emîr Süleyman tarafından inşasına başlanan ve Musa Çelebi tarafından devam ettirilen Ulucami‘nin tamamlanması ona nasip oldu. Bu camiye vakıf olmak üzere Edirne’deki bedesteni yaptırdı. Oğlu Şehzâde Kasım bu caminin bahçesinde medfundur.
Çelebi Mehmed, ilim adamlarını himaye ve teşvik ederdi. Onlara karşı hürmetkâr ve cömertti. Bu itibarla kısa süren hükümdarlığı döneminde namına muhtelif mevzularda eserler yazılmıştır. Devrin en güzide ilim adamları arasında İbni Arabşah, Abdurrahman Merzifoni, Molla Sarı Yakub, Molla Kara Yakub, Kafiyeci Muhyiddin, Kadı Feyzullah ve Rükneddin Ahmed sayılabilir.
Sultan Çelebi Mehmed bazen şiir de söylemiştir. Tezkirelerde rastlanan bu şiiri onun takvasını, Cenab-ı Hakk’a karşı sarsılmaz imanını göstermektedir.
Cihân hasm olsa, Hakk’dan nusret iste!
Erenlerden duâ vü himmet iste!
Çalup dîn aşkına udvâne şimşîr,
Anuban çâr-ı yârı hidmet iste!
Eğer leb-teşne isen ey bed-endîş;
Bu deşne çeşmesinden şerbet iste!
Geçenden geç, demür taşdan sakınma,
Demüri mahv edenden kuvvet iste!
Çevürme yüz muhalifden Mehemmed,
Adûyı arsadan sür vüs’at iste!
TEFEKKÜR
İkbale inanma iyiliği bil
Bugün burda ise yarın orda bil
Hindistan’da bir âdet!
Eski zamanlarda Hindistan’ın garip bir âdeti varmış. İnsanlar her yüzyılda bir, genç-yaşlı hep beraber büyükçe bir meydanda toplanırlarmış. Herkes yerini aldığında kralın tellalı çıkar, meydanın tam ortasında dikili olan bir taşı göstererek;
“Buraya yüz sene önceki toplantıya katılanlar gelebilir” dermiş. Tellalın bu çağrısından sonra ya kuvveti kesilmiş, gözü kör olmuş ve gençliği mahvolmuş bir ihtiyar adam ya da gençliğinden sadece hatıraları kalmış zamanın boynunu büktüğü, sırtını kambur ettiği bir kocakarı çıkagelir, bu yüksek taşın üzerine tırmanırmış. Böylece ihtiyar adam ya da kadın anlatmaya başlarmış:
“Ben yüz sene önceki büyük toplantıya geldiğimde minicik bir çocuktum. Kral da falanca kimseydi” dermiş. Ardından eski orduları, o zamanki halkı anlatır, zamanın onları nasıl öğüttüğünü, toprağın altına nasıl gömüldüklerini anlatırmış.
Adamın bu kısa ve etkileyici cümlelerinden sonra memleketin hatibi meydana gelir, insanlara vaaz eder, ölümün ansızın gelişinden ve dünyadan kopmanın muhakkak olduğundan bahsedermiş.
Dinleyenler ağlamaya başlarlar, yaptıkları kötülükten, zulümlerden tövbe ederlermiş. Böylece daha çok sadaka verirler, kötü yollara düşmüşlerse terk ederler, bir müddet daha bu vaazın tesiriyle sulh içinde yaşarlarmış…
Son yüzyılın filmi
Böyle bir âdet Türkiye’de yapılsaydı ve bugün öyle bir meydan günü olsaydı… Yüz sene önce 4-5 yaşlarında olup orada bulunan, bugün artık beli bükülmüş dizlerinin feri sönmüş yaşlı bir teyze de dikili taşın üzerine çıkıp konuşmaya başlasaydı… Neler anlatırdı acaba? Dinleyelim:
“Evlatlarım, yüz sene önce ben bu meydanda küçücük bir çocuktum. O gün dikili taşın üzerine çıkan yaşlı amca Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin doğumuna şahitlik etmişti. Hep padişahlarımızdan bahsetmişti. Bir de Abdülhamid Han’ın gittikten sonraki felaketli acı dolu yıllardan…
Biz ise bir müddet sonra mektebe başladık. Orada öğretmenler hep padişahları hain diye anlatıyorlardı. Padişahlardan halifeden kurtulmuştuk. O yaşlı amcanın, gözlerinden kanlı yaşlar dökerek anlattığı İngilizler, Fransızlar, Haçlılar ne olmuştu, nereye gitmişlerdi bir türlü anlayamamıştım? Eve gittiğimizde anne babalarımız ise tam tersini söylerlerdi. Şöyle ki:
Padişahlar iyi insanlardı. Şefkatli hakanlardı, onlar bizim atalarımızdı… Fakat sakın bunları başka yerde konuşmayın, derlerdi. Ne olmuştu neler, değişmişti çözemezdim. Bizim okul yıllarımız böyle ikilem içinde geçti.
Bizim gençlik yıllarımızda başımızda sadece Atatürk oldu. Sonra İnönü geldi. Millî şef diyorlardı. Paralara, devlet kurumlarına, okullara hep onun resmi konulmuştu. Atatürk neredeyse unutulmuştu…
Derken dünya bir daha cihan harbinin içine girdi. Sefalet, yokluk, kıtlık ülkeyi kırdı geçirdi. Savaşa girmemiştik ama savaştan beter ekonomik sıkıntılar çekmiştik…
Sonra Adnan Menderes iktidara geldi. Millet o gün bayram etmişti. Hele de ezanı Arapça okuttuğu gün nasıl sevinç gözyaşları döktüğüne şahit olacaktınız!
Menderes yaklaşık on sene milleti idare etmişti ki darbe denen şeyle tanıştık. Subaylar, albaylar iktidarı ele almıştı. Milletin vekillerini hapse atmışlardı. Sonra Menderes ve iki arkadaşını astıklarını öğrendik. O günler halkın gözyaşını içine akıttığı ve aylarca gülmeyi unuttuğu zamanlardı…
Ondan sonra liderlerin bollaştığı yıllar geldi. Demirel, Ecevit, Türkeş, Erbakan, yıllarca mücadele verdiler. Tartıştılar, konuştular, kavga ettiler, birbirlerine hakaret ettiler. Önceleri Demirel tek başına gelirdi. Sonra Türkeş ve Erbakan’la beraber hükûmetler kurdu. Arada bir Ecevit gelse de fazla kalamazdı. Kıtlık, yokluk arasında kaybolur giderdi.
Bu arada sağ-sol diye ülkenin çocukları birbirini kırdılar. Herkesin ne oluyoruz, nereye gidiyoruz dediği günlerde tekrar darbe oldu. Kenan Evren gelmişti. Millet bu darbeleri hep Amerika’nın yaptırdığını konuşurdu. Liderleri hapse atmışlardı. Gençlerin kavgası bitmişti. Millet biraz rahat nefes almıştı. Fakat hapishanelerdeki işkenceler ve idamlar çok konuşulacaktı.
Sonra yeniden seçime gidildi. Artık başka başka liderler vardı. Bir kısmının adını unuttum. Ama iktidara, çocukların ‘Tonton Amca’ dedikleri Turgut Özal geldi. Özal, bu milletin Menderes’ten sonra belki en çok sevdiği ve tuttuğu bir lider olmuştu.
Bu arada yasak getirilen Demirel, Türkeş, Erbakan ve Ecevit yeniden sahneye çıktılar. Ülke yeniden tartışmaların odağına girdi.
Özal, cumhurbaşkanı iken aniden vefat etti. Millet ise öldürüldüğüne inandı. Zira artık garip olaylar öldürmeler hep birbirini izleyecekti. Onun yerine getirmeyi düşündüğü Adnan Kahveci de öldürüldü. Mesut Yılmaz başbakan olmuştu. Derken Demirel Cumhurbaşkanı olurken yerine Tansu Çiller geldi. Çok hızlı değişimlerdi…
28 Şubat dedikleri bir darbe daha oldu. Bu defa darbeciler iktidar olmadan hükûmet yıkıyor, hükûmet kurduruyorlardı. Erbakan-Çiller hükûmetini yıktılar. Aynı günlerde Türkiye büyük bir depremle sarsıldı. Binlerce insan vefat etti. Ekonomik deprem de bütün ülkeyi sarmıştı. Çok karışık günler geçirdik…
Derken siyasi arenada yepyeni yüzler ortaya çıktı. Artık Erdoğan, Kılıçdaroğlu, Bahçeli vardılar. Millet, şimdi Cumhurbaşkanımız Erdoğan’a büyük teveccüh gösterdi. Üst üste iktidara getirdi.
Bu arada sırayla Türkeş, Demirel, Ecevit ve Erbakan hep öbür dünyaya göçtüler. Siyasi meydanların kırk yıllık renkli simaları gitmiş, ışıkları sönmüştü.
Benim de artık yaşım ilerlemiş olayları takip edemez olmuştum. Her şey yolunda gidiyor, memleket düzlüğe çıkmış diyorduk. Artık darbe günleri bitti diye konuşuyorlardı. Bir gün evlatlarımın, torunlarımın yüzleri asılıverdi. Tedirgin ve perişan oldular. FETÖ darbesi, işgali diye konuşuyorlardı. Günler geceler boyu sokaklarda, çadırda yattılar. Memleket yine karışmıştı. Yine Amerika’dan bahsediyorlardı…
Bugünlerde yine bir seçim var diyorlar. Yüzyıllık meydan toplantısının olduğunu işittim. Torunlarıma rica ettim. Yüzyıl önce burada konuşan yaşlı amcayı kağnı arabasıyla getirip götürmüşlerdi. Beni otomobille getirdiler. Gelemezsin ninem dediler. Evladım belki kimse kalmamıştır. Götürün diye yalvardım. Ben gelmesem belki kimse konuşamayacaktı.
Yüzyıl geçti endişe bitmedi. İnşallah Cenâb-ı Hak evlatlarımıza milletimize rahatlık ve huzur versin. Çok tövbe edelim. Artık benim cenazeme gelirsiniz, ben perdeyi kapatıyorum…”
Nasihat biterse insanlık biter!
Yaşlı teyzenin susmasıyla birlikte bir vaiz taşın üzerine çıkarak konuşmaya başladı:
“Ey dostlar duydunuz, işittiniz. Teyzemiz yüzyıllık ülke serüvenini bir film şeridi gibi aktardı. Kimler gelmiş, kimler geçmiş dünyadan. Şu an karşımızda bizi izleyen şu üç veya beş yaşındaki çocuklardan birisi, bir yüz sene sonra bu taşın üzerine çıkarak konuşmaya başlayacak. O da konuşmasına teyzemizin son söylediği isimleri başa alacak ondan sonra nicelerini anacak. Hepsi göçtü dedikten sonra daha doğmamış olanların adları ile devam edecek onların da kimi gidecek, kimi kalacak yerine yenileri geçecek. Ama hep gidecekler kimse kalmayacak…
Dostlar unutmayalım. Ömür büyük fırsattır, fırsat ise ganimettir. Bunu güzel bir şekilde değerlendirelim. Dün dünyaya sığmaz olanlar görüyoruz ki iki metrekare yere sığmışlar. Gurur ve kibre kapılmayalım. Birbirimizi üzmeyelim.
Rabbimizi unutmayalım. Peygamberimizi bilelim, yolundan gidelim. Kulluk için bu dünyada oluşumuzun idrakinde olalım. Konuşmayalım, yaşayalım. Kulluk şuurunda olalım. Bakınız hep farklı fikirlerle gençlerimizi birbirine düşürmüşler. Ecdadımızı iyi tanıyalım. Dinde bidat yollarına sapmayalım.
Zaman ne de çabuk geçiyor. Bir daha buraya toplandığımızda, bugün burada olanların biri veya ikisi gelebilecek düşünebiliyor musunuz? Hepimiz toprak altında olacağız inanabiliyor musunuz? Öyleyse gelin günahlarımıza tövbe edelim. Birbirimizi sevelim. Teyzenin yüz yıldır bahsettiği Batı’nın oyununa ve tuzaklarına artık düşmeyelim. O film şeridinin içerisinde gizli ne üzüntüler, ne gözyaşları vardı. Ancak çeken bilir. Evlatlarımız da o acıları çekmesinler. İbret alalım. Çok sadaka verelim. Ülkemizdeki Suriyeli din kardeşlerimizi, Arakan Müslümanlarını ve yurdumuzdaki fakir muhtaç, ihtiyaç sahibi kardeşlerimizi unutmayalım.
Şu üzerinde konuştuğumuz taş düşman eline düşmesin. O düşerse artık burada konuşmalar ve milletimizin geleceği nihayet bulur.
Birbirimizi uyaralım, ikaz edelim. Zira nasihat biterse insanlık biter…”
İnsanlar gözyaşları içerisinde birbirlerine sarılarak, ağlaşarak ve helalleşerek yeniden işlerinin başına geçmek üzere dağılırlar. Ta ki bir yüz sene sonrasına kadar…
TEFEKKÜR
Âsiyâb-ı feleğin gerdişine girmeyegör
Gösterir döne döne âdeme bin tane belâ
Papa Francis’in ziyareti!
Papa Francis’in Birleşik Arap Emirlikleri’ne ziyareti, ülkemizde de ciddi ses getirdi. Basına bakılırsa güya en büyük tepki de, Diyanet İşleri eski Başkanlarımızdan olan Görmez’den geldi.
Öncelikle bu ziyaretin gayesi neydi? Ona bakalım. Bunu Vatikan’ın açıklamasında buluyoruz:
“Bu ziyaret, daha önce Mısır’a yapılan ziyaret gibi, Kutsal Baba’mızın dinler arası diyaloğa verdiği büyük önemi yansıtıyor.”
Demek ki Papa’nın vazgeçmediği ve asla da vazgeçmeyeceği bir proje var: Dinler Arası Diyalog!
O, aynı zamanda Türkiye’de FETÖ’nün etkin olduğu dönemlerde en fazla sahip çıktığı ve aleyhte konuşanın da susturulduğu bir proje idi.
Neydi bu projenin hedefi? Bunun en çarpıcı açıklamasını Papa II. Paul yapmıştı.
O, 1991 yılında ilan ettiği Redemptoris Missio (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle diyordu:
“Dinler Arası Diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır… Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.”
Nitekim “Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası”nın başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze ise, 1985 yılında diyalog hususunda gelinen noktayı açıklarken şöyle demişti:
“Papa VI. Paul’un vizyonu gerçekleşmektedir. Çünkü Dinler Arası Diyalog, Kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir.” (Bulletin, 59/XX-2, 1985, 124)
1998 yılında FETÖ elebaşı da bu konuyu vurgulamamış mıydı? Bakınız ne demişti o zaman:
“Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz.” (F. Gülen’in Papa’ya mektubundan, Zaman, 10.2.1998)
Montgomery Watt
İşin en vahim tarafı ise Diyanet ve İlahiyat fakültelerinin bu konuda aktif bir şekilde rol alması olmuştu. Nitekim 23 Kasım 2003 tarihinde Alman Konrad Adenauer Vakfı‘nın, Armada otelinde düzenlediği, “Türkiye ve Avrupa’da Din, Devlet ve Toplum-Dinler Arası Barışçı bir Ortak Yaşam için Olanaklar ve Engeller” konulu sempozyumda, “Dinler Arası Diyalog” projesinin önde gelen temsilcilerinden Prof. Dr. Niyazi Öktem şöyle konuşmuştu:
“80’li yıllarda başlattığımız ‘Dinler Arası Diyalog’ projesinde hayli mesafe aldık. Bu konuda bize en büyük desteği Diyanet verdi. Sayın Başkan’ın gün boyu aramızda bulunması bunun en güzel ispatıdır. Sivil kuruluşlardan ise destek, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan geldi. Vakfın Onursal Başkası Fetullah Gülen Hoca bize büyük destek verdi. Bütün bunların üstünde, Diyalog konusunun Türkiye’deki mimarı, öncüsü Prof. Dr. Mehmet Aydın’dır. Her birine huzurunuzda teşekkür ediyorum.”
Öyle ki bu konuda gerekli çabayı göstermek ve süreci akamete uğratmamak adına Diyanet’te Dinler Arası Diyalog Masası dahi kurulmuştu. Ne hazindir ki Diyanet yöneticileri, FETÖ ile mücadele başlayınca bu masanın adını “Dinler ve Medeniyetler Arası Münasebetler” yaparak devam ettirmeyi başardılar!
Neden böyle bir projeye ihtiyaç duymuşlardı?
Bunu da yine Dinle Arası Diyalog’un en etkili mimarlarından İskoç tarihçi, oryantalist, Anglikan papaz ve akademisyen William Montgomery Watt açıklamaktadır. O, “Modern Dünyada İslam Vahyi” adlı çalışmasında bunu şöyle ifade etmişti:
“Diyaloğun şartı ‘Benim dinim son dindir’ inancından vazgeçmektir: Dinlerin karşılaştırılması, yani üstünlük ve aşağılık açısından herhangi bir değerlendirmeye gitmemektir. Objektif anlamda geçerli olmadığı için gerçek diyalog anlayışı, bu çeşit karşılaştırmalardan vazgeçmeyi icap ettirir. Taraflardan biri ‘Benim dinim son dindir’ derse bu olmaz. Çünkü buradaki son kelimesi diğer dinlerden üstün olma veya diğer dinleri geçersiz kılma anlamlarına gelir. Bunun için, benim dinim diğerlerinkinden daha üstündür inancının terk edilmesi gerekir.”
Görülüyor ki dinde diyalogdaki maksat, “Müslümanlardaki dinî şuurun yok edilmesi”ydi. “Benim dinim son dindir, diğerleri yanlıştır” inancından vazgeçirmeyi prensip edinerek Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin de hak bir din olduğu vurgulanacaktı.
Diyanet İşleri eski Başkanlarından olup hâlâ KURAMER gibi bir kurumu yöneten Ali Bardakoğlu, 2004 yılında Habertürk’te açıklamalarda bulunurken ılımlı ve hoşgörülü İslam anlayışını şöyle özetlemişti:
“Müslümanların, ‘İslamlaştırma’, Hıristiyanların da ‘Hıristiyanlaştırma’ politikalarını izlememelerinin adıdır.” (3.4.2004 Habertürk).
Püf noktası
Şimdi işin püf noktasına gelelim. Diyanet İşleri eski Başkanlarımızın etki alanında olup Diyanet’in desteklediği KURAMER’in yayınlarına. Yukarıda “Dinler Arası Diyalog”un mimarı olarak gösterdiğimiz M. Watt’ın eserleri hâlâ nerede basılıyor ve yayınlanıyor?
Papa’ya bağırmakla bu işler son bulmuyor. Bilakis geri planda meş’um faaliyetleri örtülmek isteniyor.
Papa’yı herkes biliyor. Gitmiş BAE’de ayin yapmış. Papa ayin yapar ve Hıristiyanların dertleri ile ilgilenir. Bunda garipsenecek ve bağrılacak bir durum göremiyorum açıkçası. Hatta belirttiğim üzere İslam’ı yok etmek için çırpınır. Asırlardan beri haçlı seferlerinin temsilcisi olarak da bu vazifeyi harfiyen yerine getirmiştir.
Son yüzyılda ise bu saldırılar şekil değiştirmiştir. Şimdi silahşorları İslam dünyasını bölmekte, parçalamakta, sömürmekte, birbirine kırdırmakta, Papa ise arkadan o bölgelere ziyarette bulunup sahte gözyaşı dökmektedir. Güya su, ekmek ve ilaç dağıtmaktadır. Hıristiyanlığa bu yolla kanalize etmeye çalışmaktadır.
Zira İslam ülkeleri içerisindeki kalemşorları Dinler Arası Diyalog safsatası altında Papa’nın dininin de temsilciliğini başarmaktadırlar.
M. Watt’ın kitapları satıştan kaldırılmadıkça, gerçek Ehl-i Sünnet âlimleri tanıtılmadıkça ve İslamiyet doğru bir şekilde öğretilmedikçe kuru bağırtınızın hiçbir faydası yoktur!
Bakınız, Ezher Üniversitesi Profesörlerinden İbrahim Al-Khouli, Bahreyn Kültür Diyaloğu Merkezi Müdürü Dhiyaa Al-Musavi’ye unutulmayacak bir ders verdi. Al-Musavi’nin Hıristiyanlara ve Yahudilere sevgi, saygı, muhabbeti üzerine, “Onlar sana bir Nobel ödülü versinler, hak ediyorsun” diye başlayan İbrahim Al-Khouli şöyle devam etti:
“(Sen dinlerine uymadıkça ne Yahudiler ve ne de Hristiyanlar asla senden razı olmazlar) [Bakara suresi: 120] buyuran Cenab-ı Hak’tır. Her şeyden önce ‘Semavi Dinlerde Diyalog’ başlığı bir aldatmaca ve yalandır. Zira semavi dinler diye bir şey yok. Allah katında Âdem aleyhisselamdan itibaren başlayıp Muhammed aleyhisselam ile son bulmuş tek din İslam’dır. Din kelimesi Kur’ân’da ve sünnette sadece tekil olarak bulunur. İkil ya da çoğul olarak geçmemiştir. Bu tabir Müslümanları ve Müslüman olmayanları aldatmak içindir. Birincisi, onların bahsettikleri şeyin doğru olduğu sanıldığından dolayı Müslümanları aldatmak içindir. Mason ajanlarından olan Sait el-Aşmavi ve benzerlerinin geçmişte dediği gibi: ‘Tevrat’a ve İncil’e inanan biri Kur’ân’a inanmış gibidir. Üçü de haktır. Üçüne de herhangi birine de inanan kurtulur.’ Bu adam böyle bir saçmalığı söyleyerek İslam’a ve Kur’ân’a tamamen küfretmiş ve Kur’ân’ı yalanlamıştır.
İkincisi, Müslüman olmayanlar için de bir aldatmadır. Çünkü onlar kendilerinin hak üzere olduklarını sandıkları için gerçeği araştırmaktan kaçınacaklardır. Hem maddi ilerleyişte hem de medeniyet gelişiminde başarılı oldukları ve hayat standartları da daha iyi olduğu için, diyalogcuların ifadesiyle, ‘madem hepsi aynı, neden öyleyse dinlerine gireyim’ demeyecekler mi?
Şunu da unutmayalım! Haçlı seferlerini kışkırtanların ve Avrupa’da İslam nefretini yayanların başında din adamları geliyordu. Hangi adamlarla konuşulacak ve diyalog kurulacak? Din adamları kim? Onlardan biri yakın bir tarihte tanıklık etmişti. Bu kişi yayınladığı bildirileri ile tanınan çağdaş Papa’dır. 1981’de Afrika’da bir defada dokuz bin misyoner görevlendirmişti. Bunun sebebi sorulduğunda, ‘İslam’ın Afrika’da yayılışını engellemek’ olduğunu açıkça söylemişti. Mısır’a gelince yeri öperek selamlamıştı. İnsanlar, ‘Aman Allah’ım ne alçak gönüllü’ diyorlardı. Ben de ‘Yanılıyorsunuz ve bilmiyorsunuz. Bu sadece Limbi’nin, ‘Ey Salahattin! Biz geri döndük’ sözünü temsil eden bir öpücük’ olduğunu ifade etmiştim. Anlamı ise ‘Mısır, İslam’dan önceki hâline geri dönecektir’ demekti. Kiminle biz diyalog kuracağız? Bu, kuzunun kurtla olan diyaloğu gibidir. Kuzu olan Müslümanlar kurt olan ise karşı taraf…”
Evet, Görmez ve Bardakoğlu, KURAMER faaliyetlerini ne için kim adına yürütüyorlar? İbrahim Al-Khouli’nin bu sözleri hakkında ne düşünüyorlar? Bu âlimlerin kitaplarını çevirseler ne kaybederler acaba?
TEFEKKÜR
Din düşmanından bir su içme kandırmaz seni
Müstakim ol Hazreti Allah utandırmaz seni
.
Yanlış bilgi ile doğru iş olmaz!
Sultan Alparslan devlette casus (sahib-i haber) kullanmak istemezdi. Ünlü veziri Nizamülmülk bu hususta kendisi gibi düşünmeyenlerden idi. Sultana neden böyle bir uygulamanın içinde olduğu sorulduğunda sultan şöyle demişti:
“Ben böyle bir memur tayin dahi etsem, bana hakikaten sadık olanlar ona hiç ehemmiyet vermezler, çünkü doğruluklarına ve bana güvenirler. Düşmanlarım ise onu para ile satın alabilirler. Dünyanın her şehrinde dostlarımız da, düşmanlarımız da bulunur. Haberci bize haber getirdiği zaman kendinin bir garezi varsa, dostu düşman, düşmanı dost suretinde gösterip dostlarımdan fena, düşmanlarımdan iyi haberler getirebilir. İyi ve fena sözler ok gibidir; hepsi isabet etmezse bile biri isabet edebilir. Bu suretle gayriihtiyari olarak, dostlarıma teveccühüm azalacağı gibi, düşmanlarıma karşı da bilakis itimat ve muhabbet besleyeceğim. Bunun neticesi olarak dostlarımdan mahrum kalırken düşmanlarım tarafından çevrilmiş olacağım. O zaman da padişahlık yara alır ve olan biteni anlayamazsın. Bu yüzden habercinin bize lüzumu yoktur…”
Gerçekten de müthiş tespitlerdi bunlar. Dostu düşman, düşmanı dost gösterebilirlerdi. Belli ki Sultan dostunu, düşmanını kendi tanımak istiyordu. Fakat bu da kolay bir iş değildi. Nitekim çok geçmeden ülke “batıni fedaileri”nin tehdidi altına girdiğinde istihbaratın önemi de anlaşılmış oluyordu…
Bugün siyaset noktasında da istihbarat değil ama başkana bağlı bazı özel danışmanların görev yapmasını şahsen isterim. Bunlar doğrudan siyasetin içinde olmayan, sadece halkın içinde gezip bilgi toplayan ve asla değerlendirme yapmadan sanki bir fotoğrafçı gibi gördüğünü aktaran, ulaştıran adamlar olmalıdır. Böylece toplanacak bu bilgilerin, halkın ahvalini anlamakta, nabzını tutmakta çok kolaylıklar sağlayacağını düşünmekteyim.
En önemlisi ise genel ve yerel seçimlerde aday tespiti sırasında neredeyse tam isabet sağlanmasına vesile olur, ortaya çıkabilecek onlarca küskünlüğün önü de kesilirdi.
Aslında bu iş çok zor da değildir. Her bölge için birbirini tanımayan üçer adam görev yapsa mesele çözülürdü. Dost düşman herkesin fikri bilinmiş olurdu ve bunları şu anda illerde ilçelerde siyaset yapanların ruhu bile duymazdı.
Vekillerin yeni görevi mi?
Açık söyleyeyim, yüzlerce konferans için şehir şehir, kaza kaza gezen biri olarak söylüyorum. AK Parti içinde yerel seçimlerde aday tayininde son gelinen nokta beni ürküttü!..
Partililere sorsanız, konu temayül yoklamaları ile belirlenmektedir. Halka sorsanız temayül yoklamaları denilen husus tam bir komedidir. Şayet belirttiğim uygulama yapılsa, temayüldeki ahbap çavuş ilişkisi asla yaşanmaz ve insanlar birbirine düşmezdi.
Nitekim bir önceki yerel seçimlere bir yıl kalmıştı. Çankırı’da, AK Parti MKYK’nın en genç iki üyesi ile tanışma ve sohbet imkânım olmuştu. Onlara dedim ki: “Reis’e benden selam söyleyin: Sakın Beylikdüzü’ne aynı adayı koymasınlar. Yüzde yüz kaybederiz.” Evet kaybedildi. Hem de o seçimlerde İstanbul’da AK Partinin elinde olup da kaybettiği tek ilçe olmuştu.
Elbette bu bir kehanet değildi. Zira o ilçede oturuyordum. Halkın arasında idim ve insanları duyuyordum. Kendim ve yakın çevrem de dâhil aday olacak kimse yoktu. Yani şu olsun davasında da değildim. Hepsi bu.
Peki, neden temayülde onu ısrarla göstermişlerdi? Zira bazı vekillerin kendisi ile hesabı vardı!
Bugün gelinen noktada yeni sisteme ayak uyduramayan ve işi gücü azalan vekillerin hep bu işlere bulaştığına şahit oluyorum ki vahimdir.
Son dönemlerde belediyecilikte gerçekten çok başarılı isimler gördüm.
İstanbul’da Sancaktepe ve Tuzla, Kocaeli Büyükşehir, Sincan, Çayırova, Elazığ, Bursa Yıldırım, Ardahan, önceki ve yenisiyle Bilecik, Ayancık belediye başkanlarımız vs.
Mesela gece gündüz demeden çalışan bir Yıldırım Belediye Başkanı’nı her yerde misal gösteriyordum. Halkın gözüne ve gönlüne girmede bir numara idi.
Yeniden aday olamayınca şaşırdığım isimlerden biri olmuştu. “Neden?” diye bir sorgulama yaptım. Karşıma Bursa milletvekillerinden birinin adı çıktı. Onu aday yaptırmamak veya adamını seçtirmek için çevirmediği dolap kalmamıştı.
Yine, Sinop Ayancık’ta bütün halkın gözdesi olmuş bir başkan vardı. Şehri gezerken halkın ona olan teveccühünü yerinde fark edebiliyordunuz. Daha bir yılı dolmamıştı. Bunu nasıl yapmıştı, bilemem ama başarmıştı.
O da listeye giremedi. Onu da sorguladım altından Sinop vekili çıktı.
Vekiller neden belediye başkanlığı ile bu kadar ilgilenirler? Çözemedim. Çözmek için de zaman harcamam. Orası siyasilerin işi olmalı. Ben fotoğrafı gönderiyorum sadece…
Heyecanı öldürmeyelim!
Fakat şunu net ifade edebilirim ki bu iş vekillerin işi olmamalı. Aday belirlenme sürecinde seçim bölgesine dahi girmemeli. Kendi görevleri ile meşgul olsunlar. Aday belirlendikten sonra başkanının yanında ona destek verebilirler.
Belediye başkanları doğrudan halkın arasında ve hizmetinde bulunan kişilerdir. Onları neden vekile sorup öğrenirsiniz ki? Buyurun gezdirin özel danışmanlarınızı ve halka sorun. Yüzde yüz isabet edersiniz.
Bursa Yıldırım Belediye Başkanımız haftanın bir günü “Beyaz Masa”da bulunuyor diğer günlerde de sırayla mutlaka bir müdürü oraya oturtuyordu. Bu ne demektir: “Ben kendime güveniyorum. Yaparım, yapamam ama halkıma her hâli anlatırım. İkna ederim. Her hâlde ve her durumda halkımla beraberim.”
Yıldırım’da neredeyse bütün kahvehaneleri aynı zamanda ‘Kıraathane’ye dönüştürmüştü. İlçeyi tam bir kültür beldesi yapmıştı. Heyecan ve hizmet aşkı ile tutuşuyordu. Müthiş bir ekibe sahipti. Peki başarı ve çalışma -ödüllendirilmek bir yana bir vekilin (ismi bende mahfuz) ayak oyunları ile- cezalandırmaya dönüşürse bütün hevesler kırılmaz mı?
Bundan böyle belediye başkanları, “aman vekillerin sözlerini tutalım”, “vekilleri idare edelim”, “vekillerin gönüllerini kazanalım”, “vekillerimizin peşlerinde koşalım”, noktasına gelirse bunun vatana, millete, halka, belediyelere ne faydası olur?
Sayın Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan Bey’in yıllardır üzerine basa basa söylediği ısrarla dile getirdiği hizmet odaklı parti imajı, yavaş yavaş birilerinin köşe tutma, benim olsun ya da hiç olmasın, köşe dönme noktalarına doğru gidiyor. En kötüsü de bunu yapanlar sorumluluğu hep Reis’e atma sevdasındalar. Lidere doğru haber ulaştırmazsanız, yanlışı yapan ve yaptıran asıl siz olursunuz!
Diğer taraftan bu hâl yerel seçimlerde ikinci ve çok kötü bir geleneğin daha yerleşmesine yol açmaktadır. Adayların seçilme sürecinde AK Parti üyeleri birbirlerine akıl almayacak derecede bir karalama kampanyası yürütüyorlar. Bunların çoğunun iftira olduğu rakibini yıpratmak olduğu açıktır. Buna rağmen neden böyle yapıyorsunuz? Neden birbirinizi yiyorsunuz? Kaybeden kim oluyor?
Avcılar’da bu dönem pırlanta gibi bir aday var. İnanıyorum ki Avcılar’ı alacaktır. O kazanırsa kazanan Avcılar olacak. İstanbul’un bu güzide semti pırıl pırıl bir hizmete kavuşacak. Oysa adaylığı döneminde görüştüğümüzde kendi bünyesinden eski teşkilat adamları, hakkında öyle bir tezvirat yaptılar ki siyasete girdiğine neredeyse bin pişman olacaktı. Bu arkadaşımızı Bayrampaşa halkı da çok iyi tanır. Doktor iken gece gündüz demeden garip guraba, fakir fukara herkesin hizmetinde bulunmayı sanki aşk edinmişti.
Bakınız bu da farklı bir misal. Büyükçekmece’de pırlanta gibi adaylar vardı. İki tanesi ile tanışmıştım. İkisi de orayı kazanabilecek isimlerdi.
Şu anki adaya temayülde bir oy dahi çıkacağını zannetmem. Kimler destekledi anlamadım. Şahsen ben olsam, Büyükşehir Başkanlığından sonra tekrar büyükşehir olmayacaksa yeter derdim. Heyecanlı, gayretli yeni bir arkadaşa yol açmak, yardımcı olmak isterdim. Ama o hizmeti değil, ben olayım yolunu seçti.
Nitekim bu adayımızın ilk vaadi Metrobüsü, Büyükçekmece’ye kadar götürmek oldu. Metrobüs gerçeğinden habersiz bir başkan. Altı yıl istisnasız metrobüsü kullanmış (iki yıldır yarım saatten fazla binmeyi beklememek adına mecburen bırakmış) biri olarak söylüyorum, sabah 6.30-10.00 ve akşam 17.00-21.00 arası metrobüsler ne taşıyor diye bir bakarlar mı acaba? Önce bu saatlerde sade bir vatandaş gibi metrobüs yolculuğu yap, gel sonra bu sözü söyle!
Geçtiğimiz günlerde haberlerde, Binali Bey’i Marmaray’da seyahat ederken gördüm. Çok hoşuma gitti, tam bir sade vatandaş gibiydi! Buyur aynısını yap, o vaadinden utanır başka projeler düşünürsün eminim.
Siyaset önce milleti dinlemektir. AK Partide, Sayın Başkan Recep Tayyip Erdoğan Bey’i anlayamayan veya örnek almayan siyasetçilerin sayısı gittikçe artmaktadır. Bu hâl aşkla hizmet edenlerin şevkini kırmakta veya bitirmektedir.
Son fotoğraf maalesef bu.
TEFEKKÜR
Meşveretle hasıl olur her ümit
Meşveretsiz işte bağlıdır kilit
.
Yıkıcı faaliyet!
İki ay kadar önce ilahiyatçılarımız sık sık Maturidiliği gündeme taşıdılar. Hatta bu hususta çalıştay dahi düzenlediler. Mezhepleri bırakın Peygamber efendimizi dahi yok sayan, Kur’ân-ı kerimi tartışma konusu yapan bir kısım İlahiyat Profesörleri ve eski Diyanet başkanlarının fikir babası olarak göründüğü ve boy gösterdiği bu çalıştayın gayesi, gerçekten İmam-ı Maturidi hazretlerinin tanınması mıydı? Elbette ki hayır.
Aslında Ehl-i sünnet inanç ve itikadına sapasağlam bağlı olan Anadolu gençlerini bozuk fikirlerine çekemeyen hatta Kuramer’in İslamı yıkıcı faaliyetleri ile deşifre olan bu cenah, sinsi bir faaliyetin içine girmişti.
Bunlar Ehl-i sünnetin iki itikat imamından biri olan İmam-ı Maturidi hazretlerini güya savunuyor gözükecekler, onu bayrak edinerek Eş’ariliği çaktırmadan silip atacaklardı. Maturidiliği ise kendi inandıkları felsefe doğrultusunda akılcılık çizgisine çekerek asli yapısından çıkaracaklar ve başka bir veçheye büründüreceklerdi.
Nitekim Maturidi çalıştayının kapanış bildirgesi bu sözlerimizdeki haklılığımızı kesin olarak ortaya koyacaktı. Buna göre:
Güya, “Maturidi’nin imanın kalpte gerçekleşen bir tasdik olduğunu, oraya hiç kimsenin müdahale etmesine Allah’ın imkân vermediğini dile getirdiğini” belirterek imanın dil ile de tasdik etmek olduğunu unutuyorlardı.
Yine, “İmam-ı Maturidi, hikmetle bütünleşmiş bir adaleti toplumsal yaşamın olmazsa olmazı olarak görmektedir, ona göre bütün insanlar temiz bir fıtrata sahiptir” denilmek suretiyle tüm din mensuplarını Müslümanlarla aynı noktada birleştirme çabası içinde idiler.
Ve nihayet, “Maturidi’nin akıl, adalet, hikmet ve özgür irade gibi kavramlara dayalı düşünce sisteminin, insanlığın barış ve esenliğine katkı sağlayacağı vurgulandığı belirtilirken” de onun nakle dayalı itikadı neredeyse yok sayılıyordu.
Bir anlamda FETÖ’nün dinde yıllardır uygulamaya çalıştığı tahribatı, isim değiştirerek devam ettirme faaliyetleri seziliyordu.
Bakınız, neredeyse bin sene önce de böyle bir oyun vizyondaydı.
Bin sene önce de aynı oyun!
Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Tuğrul Bey’in veziri Amidülmülk Kündürî, Mu’tezilî-Şiî itikadında olduğu hâlde kendini gizlemekte, takıyye yapmaktaydı. Bir kısım tarihçilerin onu itikatta Mutezili, amelde ise Hanefi mezhebinde göstermeleri şaşırtıcıdır. Zira itikatta mutezili olan bir şahsın amelde hanefiyim demesi batıldır. Zira mezhebinin inanç esaslarına bağlı olmayan bir kimseye o mezhepten denilemez.
Kündürî, Mutezile mezhebine karşı fikren büyük bir mücadele veren Eş’arîlere karşı düşmanca hisler besliyordu. Ancak onların da Ehl-i sünnet akaidinde olmaları nedeniyle bir şey yapamıyor kinini ve nefretini gizliyordu.
Nihayet Bağdat’a hâkim olunmasından sonra Kündüri, Sultan Tuğrul Bey’den ehl-i bid’at için minberlerden lanet okunması hususunda izin çıkardı. Hileci vezir, Rafiziler için aldığı bu iznin içerisine Eş’arileri de dâhil etmeyi bildi. Böylece İslam âleminde unutulmayacak bir fitnenin yolunu açtı.
Tuğrul Bey’in, mezheplerin esasları ve aralarındaki ihtilaflar konusunda bilgisinin yetersizliğini anlayan Kündürî maksadına ulaşmıştı. Artık İmam Ebü’l-Hasen el-Eş’arî başta olmak üzere minberlerden Eş’arîlere lanet okunuyordu. Ardından Şafii mezhebinde olanların ders halkalarını dağıttırmaya başladı. Onları vaaz ve hitabet kürsülerinde konuşmaktan menetti. Eş’arî olan vaiz ve kadılar takibata tabi tutularak görevlerinden uzaklaştırıldı.
Bu durum, Eş’arî âlimlerinin büyüklerinden Nîşâbur’da ikamet etmekte olan İmam Kuşeyrî ve diğer din büyüklerini harekete geçirdi.
Eş’arîliğe gönülden bağlı olan İmam Kuşeyrî, Vezir Kündürî’nin Eş’arîler üzerindeki artan baskısı sonucunda bir risale kaleme aldı. Bu risale dönemin dinî bir meselesine ışık tutması açısından fevkalade tarihî bir değere sahiptir. Kuşeyri, “Şikâyetü Ehli’sünne bi hikâyeti mâ nâlehüm min ehli’l-mihne” isimli risalesinin mukaddimesi olan girizgâh kısmında öncelikle İmam-ı Hasen-i Eş’ari hazretlerinin itikadını ortaya koyuyordu. Şöyle ki:
“Ehl-i Hadisin hepsi, Ebû Hasen Ali bin İsmail el-Eş’arî’nin Hadis Eshabının imamlarından olduğu ve onlarla aynı inanç ve itikada sahip olduğu hususunda ittifak hâlindedirler. O, dinî usulde Ehl-i sünnetin metoduyla konuşmuştur. Dalalet ve bid’at ehlinden olan muhalifleri reddetmiş, Mutezile, Rafiziyye, Harici ve kıble ehli olan bid’atçilere karşı keskin bir kılıç olmuştur. Her kim ki onu ayıplar, yalanlar, lanet eder veyahut hakaret ederse; muhakkak ki onun bu çirkin dili tüm Ehl-i sünnete kötülük etmiş olur.”
Kuşeyrî, bu sözlerin ardından Tuğrul Bey’in İslam dinine yaptığı mükemmel hizmetleri sıralamakta bundan rahatsız olan bid’at ehlinin faaliyetine değinmektedir. Şöyle ki:
“Bazı sapkınlar çeşitli iftiralara sarılarak yüce Sultanın (Tuğrul Bey) yüksek huzurlarına koştular. Eş’arî’ye kötü görüşleri nispet ettiler. İmamın kitaplarının hiçbirinde bir harfine bile rastlanmayan ve ilk zamanlardan şimdiye kadar hem taraftar hem de muhalif olan hiçbir kelamcının kitaplarında görülmeyen sözleri, hikâye ve vasıfları, Eş’arî söylemişçesine naklettiler. Aslında bu sözlerin hepsi düzmece tasvirler ve temeli olmayan iftiralardır. İnsanların, nübüvvet kelamından öğrendiği bir şey de ‘Utanmıyorsan, dilediğini yap!’ sözüdür.
Biz bu meseleyi, meclis-i âliye götürerek isnat edilen görüşlerin, Eş’arîlerin dillerinden işitilmediğini, kitaplarında da böyle sözler olmadığını, kelamcıların görüşlerini toplayan kitaplarda dahi bu sözlerin bir harfinin bile yer almadığını belirttik. Buna karşı bize verilen cevap şöyle oldu:
‘Biz bu şekildeki sözleri söyleyen Eş’arî’nin lanetlenmesini ima ediyoruz. Eğer siz bunu açıklamıyor ve Eş’arî de bu tarz sözleri söylememişse, dediğimiz şeyler (yaptığımız işler) sizi bağlamaz. Yaptığımız şeylerden dolayı size bir zarar dokunmaz.’
Bunun üzerine biz de şöyle dedik:
Öyle anlaşılıyor ki Allah, sizin anlattığınız, tarif ettiğiniz Eş’arî’yi daha yaratmamıştır. Eş’arî hakkında bunları söyleyenlerin durumu, selef imamlarının bid’atleri din edindiklerini iddia eden, onları hatalara ve sapkınlıklara nispet edenlerin durumu gibidir. O, bu konu hakkında kendisine bir şey denildiği zaman, ‘Bu söylediğimi din edinen ve o hâl üzere ölen kimse için söyledim’ der. Akıllı hiçbir kimse bu cevaba razı olmaz, buna göz yummaz ve bunu görmezlikten gelmez.”
Tek bir vücut gibiyiz!
İmam-ı Kuşeyri hazretleri, divanda netice alamaması üzerine bu kez Tuğrul Bey’in katına çıktı.
Tuğrul Bey’e ilk olarak “Eş’arî hakkında anlatılanlar sence doğru mudur?” diye sordu. Tuğrul Bey, “Hayır, ancak ben bu kelamî meselelere girmeyi doğru bulmuyorum. İnsanların da bu tür konulara girmelerini yasaklıyorum. Bana göre ehl-i kıblenin, bu konularla ilgili bir şeyden dolayı lanetlenmesi caiz değildir.” dedi ve Eş’arî’den nakledilen sözleri, onun söyleyip söylemediğini bilmediğini açıkça beyan etti.
Buna rağmen konuşmanın devamında Kündürî’nin faaliyetlerini işitince bu defa da “Eş’arî bana göre bid’atçidir. O bid’at hususunda Mu’tezile’yi geçmiştir” dedi. “Biz bunu duyduğumuz zaman çok şaşırdık ve bu ithamları reddettik. Sübhanallah! Nasıl olur da bir kişi, bir adamın mezhebinin hakikatini ve nispet edilen sözlerin doğru olup olmadığını bilmediğini söyledikten sonra, sözlerini araştırmaksızın onu bid’atçilikle suçlayabilirdi?”
İmam Kuşeyrî’nin anlattıkları; Tuğrul Bey’in mezhepler arasındaki ayrılıklar hususunda kesin ve açıklayıcı bir bilgiye sahip olmadığını ortaya koymaktaydı. Tam manasıyla Kündüri’nin tesirinde kaldığı vezirinin verdiği bilgilere sonsuz güvendiği anlaşılıyordu. Nitekim konuşmasında çelişkili açıklamalar yapmasına ve suallere cevap verememesine rağmen fikrinden geri dönmeyecekti.
Kündürî’de bu meselede ikinci bir adım daha atarak, uygulamalarına karşı fikirleri ile mücadele eden Kuşeyrî; Reîs el-Furâtî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve Ebû Sehl bin Muvaffak’ın yakalanıp hapsedilmeleri için Tuğrul Bey’den izin aldı. Bunun üzerine Cüveynî saklandı. Reîs el-Furâtî ile Kuşeyrî yakalanıp Nîşâbur’un eski kalesine hapsedildi.
İslam âlemindeki bu büyük fitne ancak Sultan Alparslan’ın tahta çıkışı ve Kündürî’nin idamı ile son bulacaktır. Âlimler de tekrar yurtlarına dönerek eski itibarlarına kavuşacaklardır.
Kündürî’nin Bağdat’ı sarsan bu faaliyetleri ve devrin en büyük İslam âlimlerine karşı davranışları sağlam bir Ehl-i sünnet akidesine sahip olan Alparslan tarafından önlenmişti.
İmam-ı Kuşeyri’nin “Hepimiz Mu’tezile ve bid’atçilere karşı tek bir vücut gibiyiz. İki mezhep arasında usulde hiç bir farklılık yoktur” diyerek Maturidi ve Eşarilerin bir ve beraber oluşlarına; Sultan Alparslan da, “Biz halis Müslümanlarız, bid’at nedir bilmeyiz” diyerek karşılık verecek ve Ehl-i sünnet yolunu güçlendirecektir.
Tarih gerçekleri sunuyor, aktarıyor, bildiriyor, haber veriyor. Elbette ki duyana, ibret alana!
TEFEKKÜR
Dervişin kulağı sak
Hak’tan alır ol sebak
Deprenmeden dil dudak
Sözü işiten gelsin
Sakın aldanma!
Yalancı dünyâya aldanma yâ hû,
Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez.
İki kapılı bir virânedir bu,
Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.
Bakma bunun karasına ağına,
Gönül verme bostanına bağına,
Benzer hemân çocuk oyuncağına,
Burda aklı olan insan eğlenmez.
Vârını îsâr et Mevlâ yoluna,
Bunda ne eylersen anda buluna,
Bir gün sefer düşer berzah iline,
Otağı kalkacak Sultan eğlenmez.
17 Ocak 1595 tarihinde bundan 424 sene önce bir padişahımızın daha otağı kalkmıştı bu yalan dünyadan. Onun vefatı ile de büyük veli Aziz Mahmud Hüdai hazretleri yukarıdaki mısraları söylemişti. O, Kanuni’nin torunu, II. Selim Han’ın oğlu III. Murad Han idi. Vefat ettiğinde 49 yaşının içerisinde bulunuyordu.
Osmanlı Sultanları içerisinde dedesi Kanuni’den sonra en çok şiir yazan padişahtı. Türkçe, Arapça ve Farsça olmak üzere üç ayrı dilde divanı vardı. Türkçe şiirlerini toplamış olduğu divanında 1567 gazel vardır ki bu, hiç de azımsanacak bir rakam değildir.
III. Murad Han yalnızca gazel değil, diğer başka nazım şekillerinde de şiirler söylemiştir. Divanında kırk dokuz mesnevi, kırk yedi müfred, otuz sekiz kıt’a, otuz altı nazım ve bir adet de muhammes bulunmaktadır. Şiirlerinde “Muradî” mahlasını kullanırdı.
III. Murad Han, şiirlerinde en fazla tasavvufi ögeleri işlemiştir. Bu özellik diğer Osmanlı padişahlarında olduğu gibi onda da en bariz şekliyle ortaya çıkar. Divanı iki yüz seksen sekiz varaktan oluşmaktadır. Gazelleri okunduğunda edep, ahlak, cömertlik, Rabbini tanımak, peygamberimizi sevmek, ölümü unutmamak vs. nice güzelliklere kapı aralamaktadır.
Bir cihan padişahı dünyaya sahipken dünyaya bağlanmıyor, her an dünyayı kendisine sunanı unutmuyor ondan gafil olmuyordu. Bugün bir mevki makam için sağa sola iftiralar atanların ondan alacakları o kadar çok ders var ki. Yine mevki makam uğruna ayak kaydırmaya çalışanlar, pazarlıklar yapanlar, davalarını satanlar keşke biraz bu sultanlardan ders alabilselerdi. Divanını okuyup nasiplenebilselerdi…
Cenab-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği akıl, dil ve düşünme kudreti ile O’nun ve sevgili peygamberinin yolunu bozmaya değil, anlamaya, anmaya ve anlatmaya say’ ederlerdi. “Şövalye ruhlu” olmaya özenmez, Rabbine kulluk, Resulüne ümmet olmanın hazzı ve sevinci ile dolar taşarlardı.
Kadr-i takat her kişiye Hak verir yağmasını,
Takatince her kişi bilmek gerek Mevlâsını…
Kâinat olmasa O’na ne ziyan!
Evet her kişiye nimetler Cenâb-ı Hak’tan gelmektedir. Her kişiye layık bir şekilde verilmektedir. Onları veren adildir. Her kişinin de yine takatince Rabbini bilmesi onu anması elzemdir. Cihan padişahı yirmi iki milyon kilometrekare arazi üzerinde üç kıta yedi iklime hükmederken kendisine ve takati yeteceklere şöyle sesleniyordu:
Eksik etme dilden zikr-i Hüdâ
Söyle Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ
Seni çün vâr idüptür ol Rahman
Zikrini dâim eylegil inşâ
Ol Hüdâ’nın şerif ismiyle
Cümleten dolu Künbed-i Hadrâ
Cümle dünyada her ne var mevcud
Sen şehün zikri iledir güyâ
Kâinat olmasa O’na ne ziyan
Zikriçün kıldı bunları mahzâ
Seni var eyledi çün ol Yezdan
Sen dahi eyle O’na hamd ü senâ
Zerredür ol cemal-i Mevlâdan
Âleme viren afitâba ziyâ
Nice zikr ide seni abd-i zaif
Oldu esmân zatuna meclâ
Ey Muradî dilersen a’la câh
Eksik etme dilinden zikr-i Hüdâ
Kibir ve gurur sahiplerinin, başı secdeye varmayanların da padişahtan çıkaracağı çok dersler bulunmaktadır. Zira dara düşen herkesin tek bir sığınağı vardır. III. Murad Han da her daim asıl “Padişahlar Padişahı”na iltica ve yakarışta bulunuyor maddi manevi O’ndan yardım diliyordu.
Çaresiz kaldım Hüdâyâ çâre kıl yâ Rabb bana
Nefs ü şeytândan halâs eyle beni ey pâdişâh
Sana yüz tuttum Hüdâyâ sen hidâyet eylegil
Senden özge kime kılam pâdişâhım ilticâ
Ben Murad’a kıl inâyet fazlını ey zü’l-celâl
Senden özge kimesnem yoktur benim yâ Rabbenâ
Ömrün yel gibi geçer!
Nihayet Sultan III. Murad Han bir gazelinde “Sana gelen sendendir, sanma ki başkasındandır” diyerek muazzam nasihatler verir. Cenâb-ı Hak kendisine rahmetler eylesin. Bizlere de ders çıkarmak ibret almak ve aynı duygularla bezenmek nasip etsin!
Her ne kim zâhir olur ol hâlet-i dilden durur
Her ne kim gelse sana sen sanma ki ilden durur
Yeğ tutarsa ger zebân bil ser dahi tutar karar
Ne gelirse nîk ü bed her kişiye dilden durur
Dîde âbından gönül şehrini gel ma’mûr kıl
Yel gibi ömrün geçer sen sanma kim yelden durur
Kibri terk edip dilâ eyle tevazû pîşesin
Çün bilirsin kim binası haymenin gilden durur
Ey Murâdî va’de-i Hak’dan udûl etme sakın
Cehd edip incitme kalbi kim gönül kıldan durur
Açıklaması:
Ey insan! Sana gelen her şey kendindendir, sanma ki başkasındandır.
Çevrende vukua gelen her şey, senin gönlüne yansıyan bir tavırdandır.
Eğer dilin bir şeyi söylerse başın da onda karar kılar, yani aklın diline uyar.
İyiden ve kötüden, kişinin başına ne gelirse bilsin ki dilindendir.
Gel, gözünün yaşı suyunu akıtarak gönül denen ülkeyi mamur eyle, şenlendir.
Yoksa ömrün rüzgâr gibi geçip gitmektedir; geçip giden kuru kuruya rüzgâr değildir!
Sakın kibir ve gurura kapılma tevazu ehli ol.
Neye kibirlenirsin ki şu seni ayakta tutan bedenin aslı topraktandır.
Ey Muradî (Murad Han) sakın Hakk’a verdiğin sözden sapma ayrılma!
Bir kalbi incitmemeye de gayret eyle. Zira gönül kıldan incedir.
TEFEKKÜR
Sahn-ı sarayı âleme her ki konar göçer yine
Kimse karar eylemez merhaledir bu rahile
Sarıkamış’ı unutmamak!
5 Ocak Cumartesi günü Sarıkamış’ta idim. Sarıkamış faciasının 104. yıl dönümü münasebetiyle bir programa katıldım. Öncelikle belirtmek gerekirse Sayın Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan Bey’i tebrik etmek lazım.
Zira Sarıkamış faciası, tarihimizin unutulmuş sayfalarından birisi idi. Başkanımız Erdoğan Bey, dokuz sene önce büyük bir duyarlılıkla Sarıkamış’ı milletimize hatırlatmayı başardı.
Muhakkak ki tarihimizin şanlı sayfaları olduğu kadar, üzüntü verici hüzünlü anıları da vardır.
Nasıl ki İstanbul’un fethi, Malazgirt, Mohaç, Niğbolu ve Çanakkale zaferlerini hatırlıyor, her birinin başarı sebeplerini inceliyorsak, Sarıkamış ve Kırım facialarını da hatırlamamız gerekiyor. Onlardan da, neden kaybettiğimizin üzerinde durarak dersler çıkarmamız, ibretler almamız gelecek adına önemli hâle geliyor…
Sarıkamış’ta yurdumuzun her yerinden gelen vatandaşlarımızı görmek heyecan ve gurur vericiydi. Ecdadını unutmayan, şehitlerini yâd etmek isteyenler orada idiler. Onlara büyük bir gayret ve feragatle hizmet vermeye çalışan; Kars valimiz, Sarıkamış kaymakamımız, Kars ve Sarıkamış Belediye Başkanlarımıza teşekkür etmek gerekiyor.
Bazı bakanlarımız da Sarıkamış’a gelmişlerdi. Bakanlar düzeyinde Sarıkamış’ta yer almaları programlara katılmaları elbette ki bir sevinç vesilesidir. Ancak o kadar çok koruma ve ekiple geziyorlar ki inanın millete huzurdan ziyade huzursuzluk veriyorlar.
Programlarda kürsüye çıkmayı ve görünmeyi marifet zannediyorlar. Onların uzun konuşmalarından dolayı oraya Sarıkamış’ı anmak için gelmiş davetlilere konuşmak için fırsat kalmıyor desem yeridir.
Hoş, kendileri konuştuktan sonra asıl konuşmacıları da dinlemiyorlar. Anında salondan ayrılıyorlar. Heyetler hâlinde ön sıraları doldurup ardından protokol konuşmaları bittiğinde salonu toptan terk etmek, -konuşmacıları bir yana bırakıyorum- oraya toplanmış olanlara veya salona giremeyip geri dönenlere en büyük hakaret oluyor! Protesto mu ediyorlar yoksa her şeyi çok mu iyi biliyorlar anlaşılmıyor.
Ayrıca onların bulunduğu zamanlarda bölgenin valisi, kaymakamı, belediye başkanları da onların hizmetinden ayrılamadıkları için hiçbir şeyle ilgilenemiyorlar. Sayın Başkanımız Erdoğan orada olsa böyle bir karmaşanın olacağını düşünmüyorum.
Kâzım Karabekir Paşa’nın feryadı!
Kristal karlar diyarı Sarıkamış, doğunun en güzel kayak merkezlerinden birisi. Gitgide daha da farkındalık meydana getiriyor ve gelişmesine devam ediyor. Ancak Sarıkamış tarihi dediğimizde 104 yıl önceki facia da yürekleri burkuyor. Fatihalarla ve hatimlerle yâd ediliyor.
Bu husus o kadar mühimdi ki, neden son on senede hatırlar olduk? Neden şehitlerimizi bu kadar gafletle unutur olduk? Hayret etmeden olmuyor. Önce bunun sebebini araştıralım. Aslında aynı durumun Çanakkale’deki şehitlerimiz için de olduğunu düşündüğümüzde, hayretimiz katmerleşmiyor da değil.
Sarıkamış faciası, aslında yaşandığında nisyana terk edilmişti. Şehitlerimizin naaşları gibi hatıraları da karların altına gömülmüştü!..
Bunu İstiklal Savaşı komutanlarımızdan Kâzım Karabekir Paşa’nın hatıralarından okumaktayız. Kâzım Karabekir Paşa, Kars’ın kurtuluşundan sonra bir arkadaşına yazdığı mektupta, dönemin basın mensuplarına ve edebiyatçılarına, Sarıkamış felaketi görmezden gelindiği için şöyle sitem etmişti:
“Gelemediniz ki dertleşelim. Ama ne âlâ! Koca Kars Vilayeti! Bari bir gazete muharriri gelebilseydi. Ben zannediyordum ki, artık insan olduğumuzu cihana gösterebileceğiz. Fakat yazık! Alman ve Avusturya muhabirleri lâzımı kadar seyrüseferlerini yaptılar, eserlerini yazdılar, milletlerine bu ufku da seyrettirdiler. Fakat bu milletin, bu zavallı Türk’ün ne bir mebusu, ne bir âyânı, ne de bir gazetecisi görünmedi. Zahmet fedakârlık mı zannolunuyor?…
İstirdad olunan bu mülkü yalnız resmî raporlarda bu zavallı millet öğrenecek mi?… Gümrü’de bir Avusturyalı muharrir günlerce oturdu. Halkın ruhuna girdi. Makaleler, eserler yazdı. Fotoğraflar aldı ve zoraki buradan çıktı, gitti. Bizim milletin Turancıları yine İstanbul’un mavi seması altında şair midirler?”
Acının coğrafyası olmaz!
Evet maalesef İttihatçı çetelerin baskısı altındaki Türk basını ve edebiyatçısı, Sarıkamış için kalem oynatmamıştı. Bir “ağıt” söylememişti. Buna karşılık vefakâr Anadolu insanı uzun mânilerle, Sarıkamış felaketine için için ağlamaktan geri durmayacaktır. Benim de hocam olan ünlü tarihçi M. Fahreddin Kırzıoğlu daha sonra bu ağıtları, şiirleri, hüzünlü kıtaları derleyecek ve unutulmaktan kurtaracaktır. Onlardan birkaçını değerlendirirsek Sarıkamış’ın acı yüklü felaketinin sebepleri de kolayca anlaşılacaktır.
Acının coğrafyası olmaz demişler. Sarıkamış cephesine beş oğlunu “vay anam” nidalarıyla gönderen ve bir daha da haber alamayan bir Çukurova kadını, acısını “ağıt”la hafifletmeye çalışırken askerlerin yetersiz giysilerine bakınız nasıl dikkat çekmektedir:
Sarıkamış Altunbulak
Soğanlıyı biz ne bilek
Bizim uşak böyle gezer
Aklı zıbın kara yelek
Bu şiirler nice gerçeklerin de ortaya çıkmasına vesile olacaktır. Zira Anadolu insanı komuta kademesindekilerin gafletinin farkında olup onlara tepkisini göstermekten de geri durmamıştır.
Sarıkamış içi meşe
Urus yaktı hep ataşa
Bizi koydun eli-bağlı
Nere gittin Enver Paşa
Sarıkamış harekâtının mimarlarından Hafız Hakkı Paşa da bu sitemden nasibini alanlardandır:
Allahüekber başı duman
Ettik Urus’u perişan
Kör olasın Hakkı Paşa
Sen eyledin bizi pişman
Bugün bazıları Sarıkamış’ı hafife aldırmak veya Enver Paşa’ya toz kondurmamak adına Sarıkamış şehitlerini yirmi-yirmi beş bin gösterebilmek için akıl almaz bir mücadele vermektedirler. Oysa gönderdiklerine kavuşamayanlar çoktan hükmünü vermiştir. Gerçekleri satırlara dökmüştür bile.Çadırlar dağa kuruldu
Hücum borusu vuruldu
Bir Sarıkamış uğruna
Doksan bin fidan kırıldı
Melekler uçuştu Sarıkamış’ta
Ağıtlar Sarıkamış’ta daha savaşa girmeden donarak şehit düşen on binlerce askere tercüman olurlar. Ayrıca geride onları bekleyen anaların, bacıların, yavukluların hâlleri ayrı bir üzüntü konusudur:
Karlarda yatarlar şerefli, şanlı
Kimisi vurulmuş, nur yüzlü kanlı,
Kimisi nevcivan, taze nişanlı
Boynu buruk, melûl, gözü yoldadır
Bugün, kardan kefenini giyerek şehadet mertebesine erişen o fidanlar akla geldikçe yüreğimiz sızlamakta ve bu sızı onlara duyduğumuz mihnetle daha da alevlenmektedir:
Demeyin kardelen, yandı ciğerim
Hesaplar çok ağır yaram çok derin,
Ağırdır dostlarım, ağır kederim,
Melekler uçuştu Sarıkamış’ta.
Evet, Sarıkamış felaketini yaşatanlar, tarihimizin hiçbir devresinde görülmeyen bir şekilde hareket ederek Sarıkamış faciasını sansürledi. Dokuz yıl konuşturmadı. Zira darbeciler hiç hata yapmazlar(!) Bu itibarla da doğruları, acıları asla konuşturmazlar. Hürriyet diye iktidara gelirler ama konuşma hürriyetini dahi vermezler. İnsanlara acılarına ağlamayı dahi çok görürler.
Buna karşılık milletimiz derin önsezisi, içli ve vefakâr davranışı, vakur duruşu ve vefalı tavrı neticesinde, söze döktüğü ve dile getirdiği ağıtları ile bütün gerçekleri üstü örtülemez bir şekilde yaşatmış ve yaşatmaktadır…
TEFEKKÜR
Halkı rencide eden âlemde
Kendi rencide olur son demde
Kökleri koparmak!
UNESCO 2007 yılını, Hazreti Mevlâna’nın vefatının 800. yıl dönümü olması hasebiyle “Mevlâna Yılı” ilan etmişti. Bu itibarla neredeyse tüm dünyada Hazreti Mevlâna, konferanslar, sempozyumlar ve panellerle anılmıştı.
İşte bu sempozyumlardan biri de Fransa’nın Strasburg kentinde Türk ve Fransız bilim adamlarının katılımıyla düzenlenmişti.
Strasburg Üniversitesinde Arapça ve İslami Çalışmalar Bölümü’nde İslami Çalışmalar Profesörü olan aynı zamanda sufilik uzmanı bulunan Prof. Dr. Eric Geoffroy burada Mevlâna ile ilgili yapılan konuşmalara ve değerlendirmelere isyan ederek şöyle demişti:
“Batı’da Hazreti Mevlâna’nın eserleri yüz binler satmaktadır. Ancak bu eserler Mevlâna’yı hakiki veçhesi ile tanıtmaktan tamamen uzaktır. Zira Batılılar Mevlâna’nın İslam’la ilgisini kesmek ve bağını koparmak istemektedirler. Bunlar Mevlâna’yı sadece ‘Rumî’ diye anarlar ve asıl adının ‘Muhammed’ olduğunu dahi yazmazlar. Hatta onun en yakın arkadaşı büyük âlim Şems-i Tebrizî’yi ise bir ‘gezgin’ ve ‘hippi’ olarak göstermek isterler. Bu dinî bir ırkçılıktır.”
Batılılar demek ki İslam dünyasına sadece “kavmî ırkçılık”la vurmamışlar “dinî ırkçılık” ile de saldırmışlar ve saldırmaya da devam etmektedirler. Aslında iyi incelenirse işin temelinde dinî ırkçılık vardır. Çünkü Müslümanları kavmiyetçilikle bölmek kolay değildir.
Zira İslamiyet Müslümanları bir anne babanın evlatları gibi görmekte ve kardeş saymaktadır. Bu sebeple onları parçalamanın yolu dinleri ile bağlarını koparmaktır. Bunu da yaparken Müslümanları asırlardır bir inanç ve itikat üzere tutan din büyüklerini alelade insanlar gibi göstermek ve gözden düşürmektir.
Batılılar bu konuda öyle başarılı oldular ki Eric Geoffroy, Mevlâna’nın ülkemizde nasıl anlatıldığını ve anlaşıldığını görse herhâlde küçük dilini yutardı. Belki o sözleri ifade ettiğine pişman olur kendisi de o hezeyanlara inanırdı.
Nitekim Hazreti Mevlâna, yıllardır hakkında yapılan yalan yanlış yayınlar ve tezviratla sanki başka bir Mevlâna hâline getirilmiş durumdadır.
Nitekim bazı özel oluşturulmuş gruplar Mevlâna’yı sadece hümanist göstermeye gayret ederler.
Bazı gruplar ise Mevlâna’yı ‘sema’ ve ‘ney’e indirgemiş, dönmek ve ney üflemekten öte bir şey düşünmezler.
Bazı ilahiyatçılar “Mesnevi’de müstehcen hikâyeler var” diyerek kötüleme ve karalama yolunu tutmuştur.
Bir kısım tarihçiler ise onu “Moğol ajanı” göstermek gibi bir safsatanın esiri olmuşlardır.
Nedense Mevlâna konuşulmak istenince TV’lerde hep bunlar arzıendam ederler ve İslam dışı bir Mevlâna sunmaya çalışırlar.
Sözlerim fehmin kadardır kıl nigah
Hasretim fehm-i sahiha ah ah
Diyen Mevlâna Celaleddin Muhammed Rumî hazretleri bir anlamda kendisini bu şekilde tavsif edenlerle arasında uçurumlar olduğunu ne güzel beyan etmektedir.
Kendi hâlini görebilmek!
Hazreti Mevlâna’yı sevmek ve anlamak için İslamiyeti hakkıyla bilmek ve yaşamak gerekir. Zaten Mevlâna’yı okumak insanı bu noktaya götürmüyorsa onun çektiği bir kuru emektir. Çorak yere ekin ekip akıntıya kürek çekmeye benzer.
Nitekim Hazreti Mevlâna bu noktada kendisini şöyle tanıtıyordu:
Men bende-i Kur’ânem eger cân dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed muhtârem
Eger nakl kuned cüz in kes ez güftârem
Bizârem ez u vez an suhen bizârem
Açıklaması:
“Ben yaşadığım müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim.
Ben, Muhammed Mustafa’nın yolunun toprağıyım.
Biri benden bundan başka bir söz naklederse
Ondan da bizarım, o sözlerden de bizarım…”
Büyüklerin, din ulularının sözleri sadece zamanının insanına hitap etmiyor. Cenab-ı Hakk’ın nuruyla bakan bu insanlar asırlar ötesini de aydınlatıyor. Onlar aynı zamanda asırlar ötesi insanlara hitap ediyorlar. İşte bu din düşmanları da bunu görüyorlar. Dolayısıyla öncelikle o din büyüklerine sanki bizden daha çok sahip çıkar gibi davranıyorlar. Güya onları okuyor anlatıyorlar. Ama bir başka türlü anlatıyorlar. Köklerinden koparıp kuru bir dal hâline getiriyor, fakat süslü, göz alıcı bir ambalaj içerisinde takdim ediyorlar. Mesnevi’deki hikâyeleri masallardan bir demet gibi sunuyorlar. Kıssalardan ibret alma, aslını görme ve öğrenme noktasından mahrum ediyorlar. Mevlâna asırlar evvelinden bunlara da dikkat çekerek şöyle demekteydi:
“Mesnevi masal diyene masal gibidir
Kendi hâlini bu kitapta görebilene er denir
Mesnevi, Kızıldeniz’in suyu gibidir
Kıpti’ye kan görünür,
Musa’nın ümmetine ise ab-ı hayattır.”
Evet. Kızıldeniz, Musa aleyhisselamın kavmine yol gibi açıldı. Onlar rahat bir şekilde geçip selamete ererken, kendilerini takip eden Firavun ve askerleri için ise aynı yol ölüm olmuştu.
Yine Mevlâna buyurur ki:
“Benim beytim beyit değil bir ülkedir.
Alayım (şaka) alay değil ibret vermektir.
Kardeş karga leylekle nasıl savaşır, tavşan aslanla nasıl konuşur deme!
Kıssa/menkıbe bir ölçeğe benzer. Mana ise içindeki tanelere. Akıllı kişi içindeki taneleri alır. Ölçek varmış yokmuş ona bakmaz bile…”
Günümüzde ölçeğe takılan o kadar çok kimse var ki…
Fasit kıyas!
Sadece eli boş kalsa belki yine oh çekecekti. Hâlbuki ötede öyle bir mahrumiyet ve üzüntü vadisine dalacak ki asıl pişmanlık o gün baş gösterecektir. Mevlâna güya aynı yerden beslendiği hâlde farklı yola sapanlar hakkında hoş bir hikâye ile ne ibretlik sözler söylemektedir. Elbette anlayana:
Gül yağını döktüğü için sahibinden azar işitip incinen bir papağan günlerce konuşmamıştı. Pişman olan sahibi de onu konuşturmak için her yolu deniyordu. Nihayet bir gün:
Ansızın pırıl pırıl tas gibi, başında bir kıl bulunmayan cevlakinin (derviş) biri geçti.
İşte o anda papağan tekrar konuşmaya başladı. “Ey başı yarılmış garip, ey filan.”
“Başındaki kel nedir? Gül yağı şişesini dökmüş gibi gamlı kederlisin” dedi.
O dikkatli kuşun cevlakinin hâline kendi hâlini kıyas etmesi halkı güldürdü.
Yazılışta süt (şîr) ile aslan (şîr) aynıysa da asılda dağlar kadar farklar vardır.
Hak erlerini sen kendi nefsine eş tutma,
Hak erlerini tanımayan şüphesiz Allah yolundan uzaklaşır.
Peygamberlerle eşit olduklarını, velilerin kendilerine benzediğini iddia ettiler.
“Onlar da insan biz de insanız, hepimiz uykuya, yemeğe, içmeğe muhtacız” dediler.
O kör gönüllüler aradaki nihayetsiz farkı bilmediler.
İki arı bir yerden gıda alır, fakat birisinden zehir, birisinden bal olur.
İki cins ceylan bir sudan içer, aynı ottan yer, birinden misk, birinden pislik hasıl olur.
İki kamış bir sudan beslenir biri şeker kamışıdır, diğer bomboş bir kamış.
Gıda bir kişiden açlığı giderir. Diğerini Allah nuruna mazhar eder…
Günümüzde Peygamber efendimizi postacı gibi görüp dini sadece kendi anladığı zanneden zavallılar, Mevlâna’yı sevebilir mi? Bunların hâli cevlakinin hâlini kendi hâline kıyas eden papağandan bin kat daha beterdir. Papağan neticede bir hayvan olup sadece gözleri ile bakıp değerlendiriyor. Oysa bunlara kalp ve gönül gözü de verilmişti. O gönül gözlerini kör ettiler. Şanlı Peygamber efendimizi Mekkelilerin “Abdullah’ın yetimi” gibi görüp değerlendirmesine benzer şekilde sadece bir “posta habercisi” konumuna düşürdüler. Yüce Allah bunların şerlerinden muhafaza eylesin!
TEFEKKÜR
Cahildirler kendilerini de bilmezler
Ayıpları hüner sanmaktan çekinmezler
Dinde tahribata dikkat!
Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde şöyle diyordu:
El açsam geçenlere kavşağında bin yolun
Müslüman olun aman aman Müslüman olun
Ancak nasıl bir Müslüman olması gerektiğini de şu şekilde ifade ediyordu:
Müjdecim, kurtarıcım, efendim, peygamberim:
Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim
Günümüzde İslamiyeti tarihselci veya reformist fikirlerle değerlendiren ve buna göre düşünceler geliştiren o kadar çok akademisyen var ki sözleri ve yazıları ile neredeyse kantarın topuzunu kaçırmış durumdalar. Fakültelerde kapalı devre öğrencileri ifsat etmeye devam eden bu akademisyenler, TV’lerde ve halka açık konferanslarda boy göstermeye başladıklarında millet tarafından da bilinmeye başladı. Bilindikçe de nereye gidiyoruz endişeleri yükseldi. Aslında bu nevi fikirlerin arka planı çok eskilere dayanmaktadır. FETÖ’nün dinde yaptığı tahribatın zamanında görülememesinin sebebi de onlardır. Zira çoğu noktalarda FETÖ ile aynı fikirleri paylaşmakta idiler.
Bugün bir taraftan FETÖ tehlikesi güya kalmadı gibi değerlendirmeler yapılırken diğer taraftan FETÖ’nün dinde yaptığı tahribat neredeyse bir kısım çevrelerce tam gaz devam ettirilmektedir.
FETÖ ile el birliği içerisinde Dinler Arası Diyalog projesini yürüten tarihselci Mehmet Aydın’ın “Kur’ân-ı kerimin yüzde kırkı atılmalıdır” hezeyanı bugün aynı dozda savunmaya devam edilmiyor mu? Dikkat kesilelim!
Şanlı Peygamber efendimize ve onun pak yoluna savaş açan ve bunları ilahiyat fakültelerinde yürüten o kadar çok Şövalye Ruhlu(!) türedi ki… Maalesef bunlar bu meş’um faaliyetlerini, yıllardır bir taraftan Din-i İslam’ı en doğru şekilde insanımıza gençlerimize öğretmesi gereken Diyanet kademelerinde bir taraftan da Din-i İslam’ı öğretecek nesilleri yetiştirmesi beklenen ilahiyat fakültelerinde yürütüyorlar.
Şövalye’nin Kur’ân-ı kerime saldırıları!
Malumunuz üzere “İman Sempozyumu”nda imanı yıkma çalışmalarına mani olucu yayınlar yapmıştık ve bunlardan ikisi İlhami Güler ile Ömer Özsoy oraya gelememişlerdi.
Bu iki kişinin sempozyuma katılamamasından derin üzüntü duyan Prof. Dr. Mustafa Öztürk, İslam’ın bozulmasını ve gençlerin zehirlenmesini istemeyen halis Müslümanları DEAŞ’çı diye nitelemekten çekinmemişti.
Ardından kendisinin şövalye ruhlu olduğunu bir yazısında dile getirmişti.
Aslında bu şövalye kılıcını sadece Ehl-i Sünnet Müslümanlara çekmiş değildi. İbretle okumanız için sadece iki yazısından kısa iktibasta bulunacağım:
KURAMER yayınları arasında çıkan “Cihad” kitabında yer alan makalesinden bir bölüm:
“… Kur’ân’ın Mekke döneminde Ehl-i Kitap özellikle de Yahudiler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe suresi 29. ayette aynı zümrenin “Allahsızlar” diye nitelendirmesi arasındaki uçurum az çok anlaşılır hâle gelir. Kur’ân’daki bu keskin üslup ve tikel hüküm değişikliklerinin tek tek ve lafzen Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah’ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi veren ayetlerin Hazreti Peygamberin zihnindeki genel ve külli vahiyden istinbat edilmiş tikel referanslar olduğu kanaatindeyim” (s.201).
Şimdi de “Kur’ân vahiy ve nüzul” isimli eserindeki şu ifadelerine göz gezdirelim:
“…Bize göre Kur’ân’daki lafızlar Hazreti Peygamber’in kendi diliyle Allah hakkında konuşmasıdır. Bilindiği gibi dil/lisan insanın duygu, düşünce, idrak ve kültür dünyasından bağımsız değildir. bu yüzden Hazreti Peygamber’in kendi varlık tecrübesinden hareketle Allah’ı gazap, rahmet, beddua gibi insan biçimci sıfatlarla anlatması gayet tabiidir. Ayrıca insanlık hâlleri tabirinin de ifade ettiği gibi bir insanın halet-i ruhiyesi sabit ve stabil değil, ahval ve şeraite göre değişkendir. Hâliyle, Kur’ân’da hem affedici ve bağışlayıcı olmaya yönelik teşviklerin, hem de birçok beddua ve telin ifadesinin yer alması, -haşa- Allah’ın ruh hâlindeki değişikliğin değil Hazreti Peygamber’in yaşadığı iyi kötü tecrübeler ve bu tecrübelerle ilgili farklı hâllerin yansıması gibidir” (s.226).
Şövalye ruhlu adam bu yazılarında Peygamber efendimizi haşa Cenab-ı Hak adına konuşan birisi diye nitelerken yine haşa Cenab-ı Hakk’ı da bundan habersiz veya etki edemeyen bir aciz sınıfına koymuyor mu? Bir anlamda Kur’ân-ı kerimin Hazreti Peygamberin ifadeleri diyerek iddiada bulunmuyor mu?
Bu ifadeler İslam’ın Kur’ân-ı kerim ve peygamber anlayışını temelden yıkıp atmıyor mu? Bin yıllık İslam beldesi Türkiye’de temiz ve pak inanışlı Müslümanlar buna bir tepki vermeyecek miydi?
FETÖ’ye tepki vermemesinin bedelini acı bir şekilde ödeyen milletimiz artık zamanında ve gerektiği şekilde son derece medeni bir şekilde ilmen, fikren veya buğzen beğenmediklerini dile getirdiler.
Diyanet’in yerinde açıklaması!
Diyanet Yüksek Kurulu da yerinde bir açıklama ile Prof. Öztürk’ün hezeyanlarını belirtip açık bir cevap yazdı. Kur’ân-ı kerimden verilen misallerle temelsiz ve mesnetsiz iddiaları çürütülen şövalyenin hezeyanlarına karşı, yapılan açıklamanın hüküm cümleleri de şu şekildeydi:
“Bu ve bunlar gibi Kur’ân’ı kerimin apaçık beyanları gösteriyor ki, Kur’ân-ı kerim hem lafzıyla hem de manasıyla Yüce Allah’ın katındandır ve her şeyiyle ona aittir. Anlatılan kıssalar da gerçekten yaşanmış olaylara aittir ve gayb haberleri olarak vahyedilmiştir.
Sonuç olarak Kur’ân-ı kerim, lafız ve manasıyla Allah’ın kelamıdır. Allah’ın koruması ile tek harfi bile değişmeden günümüze kadar gelmiştir ve kıyamete kadar da baki kalacaktır. Nitekim geçmişten günümüze dünyanın her tarafındaki Mushafların hiçbirinde herhangi bir farklılığın olmaması da bu hakikatin ve mucizenin en somut göstergesidir. Hazreti Peygamber’den bu tarafa mucizevi bir şekilde Müslümanların zihninde yer etmiş olan Kur’ân’ı kerimin lafız ve manasıyla Allah’ın kelamı olduğu hususunda tereddüt uyandırabilecek söylemlerden uzak durmak bütün Müslümanların ortak sorumluluğudur”.
Müslümanların tepkisi ve Diyanet’in açıklamaları karşısında Şövalye ruhlu adam da bir açıklama yapmış. Hedef saptırma mealindeki açıklamasında diyor ki:
“Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca dinî grup ve cemaatleri, Diyanet ve ilahiyat gibi kurumlara ayar verme cesaretlerinin belki ilk defa bu kadar yüksek trende ulaştığına şahitlik ediyoruz”.
Şövalye’ye göre dinî grup ve cemaatlerin etkisi altına giren sadece Diyanet değildi, hükûmet de bundan nasibini alacaktır. İşte Şövalye’nin cümleleri:
“Ancak bu odaklar sadece Diyanet’i etki altına almamış seçim sath-ı mailine girilmesini de fırsat bilerek siyasi iradeyi de etkilemeyi fırsat bilmişler ve bunun neticesinde kendisini karalamayı hedef edinmişler”. Ardından şöyle bir hüküm sunuyor Şövalye:
“Bugün gelinen nokta dinî alanda kimin neye nasıl inanması gerektiği konusunda mutlak yetkinin bir takım cemaatler ve şahıslara ait olduğunu, dolayısıyla cemaatlerden onay almamış farklı bir dinî görüşü savunma imkânının bu memlekette artık son bulduğunu gösteriyor. Bu yüzden ilmi çalışmalara devam etme ve farklı fikir/görüş beyan etmenin tek yolu yurt dışındaki bir üniversitede çalışmak gibi görünüyor.”
Şu yönden haklısın Sayın Şövalye! Yurt dışındaki bir üniversitede sana sadece ehl-i sünnet itikadına hücum etmek ve İslam’ın temiz suyunu bulandırmak hakkını vereceklerdir.
Peki farklı fikir deyince şunu da yapabilir misin?
Avrupa’da bir üniversiteye yerleştiğinde, Ortodoksluk veya Katolik inanç ve itikadının zıddına dersler ve konferanslar da verebilir misin?
Bir dene bakalım Sayın Şövalye, böylece oradaki demokratlığı ve hürriyeti de görmüş olalım! Ne dersin?
Öte yandan din dışı fikirlerin ortaya saçılınca hemen hedef saptırmaya da kalkma?
Bak senin düşüncelerini tenkit eden bir akademisyen olarak söylüyorum öncelikle Şuarâ suresi, 192-195; Neml suresi, 6.; Yunus suresi, 15.; A’raf suresi, 203. ve Hakka suresi 44-47. ayetlerinin tefsirlerini nasıl yaptığını açıklayabilir misin?
İkincisi seni bir cemaat adına değil Ehl-i Sünnet Akaidine ve akaid imamlarına dayanarak tenkit ediyorum. Yani İmam-ı Azam, İmam-ı Şafii, İmam-ı Maturidi, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, Ebussuud Efendi, Molla Gürani, Molla Hüsrev, Kemalpaşazade, Seyyid Şerif Cürcani, Hocazade, İbni Abidin ve benzeri âlimlerin yazıları ile onların ortaya koymuş oldukları Ehl-i Sünnet Akaidi üzere cevaplandırıyorum.
1400 senedir senin gibi düşünen bir Ehl-i Sünnet âlimi oldu mu? Söyle!
Yoksa bu fikir ve hezeyanları kimden kaptın onu söyle?
Aksi hâlde, “İslam’ı bir ben doğru anladım” mı demek istiyorsun? Duyamadım Şövalye!
TEFEKKÜR
Kurtulurum sakın sanma ey hoca
Muhammed aleyhisselama uymadıkça
..
.