İçindekilerKategori: İslam tasavvufu ve Nakşibendiyye esasları
İmam Şevkani
İmam Birgivi
Fatih Dersiamlarından Şeyhül İslam Yardımcısı Muhammed Zahid El-Kevseri
Bediüzzaman Said Nursi
Fatih Dersiamlarından Emekli Diyanet İşleri Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen
Prof Dr Hayrettin Karaman
Emekli Haseki Eğitim Merkezi Uzmanlarından Halil Günenç
Prof Dr İsmail Lütfi Çakan
Prof Dr Ebu’l-Alâ Afifi
Prof Dr Nazif Gürdoğan
Prof Dr Ali Rıza TEMEL
Prof Dr Hasan Kâmil Yılmaz
Prof Dr Süleyman Uludağ
Prof Dr Osman Türer
Prof Dr Mustafa Kara
Prof Dr İrfan Gündüz
Ma’ruf el Kerhi
Ebu Süleyman Darani
Ahmed b Ebu’l Havari
Hatemül Asamm
Haris Muhasibi
Seri es-Sakati
Bayezid-i Bistami
Sehl b Abdillah Et-Tüsteri
Ebu Hafs el-Haddad
Amr b Osman Mekki
Ebu’l Hüseyin en-Nuri
Semnun Muhib
Cüneyd-i Bağdadi
Mümşad Dineveri
Ruveym
Nasrabazi
Ceriri
Ebu Amr Dımışki
Ebu Ali Ruzbari
Müzeyyin
Ebu Bekir Şibli
Ebu Amr İsmail b Nuceyd
İbn Hafif Şirazi
Muhammed Mukri
Ebul Hasan Harkani
Ebu Said b Ebi’l Hayr
Abdulkerim Kuşeyri
İmam Gazali
Necmüddin Kübra
Şihabüddin Es Sühreverdi
Müeyyedüddün el-Cendi
Hace Bahauddin Nakşibend
İbn Haldun
Seyyid Şerif Cürcani
Hace Muhammed Parsa
Eşrefoğlu Rumi
Aziz Mahmud Hüdayi
İsmail Hakkı Bursevi
İbrahim Hakkı Erzurumi
Ali b Sehl İsfahani
Şeyh Ebu Medyen
Hasan Kazzaz
Muhammed b Ali Kassab
Abdülbari en-Nedvi
Abdülaziz Ed Debbağ
Abdülhakim Arvasi
Ramazanoğlu Mahmud Sami
Mevlana Halid-i Bağdadi
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi
Ömer Ziyaüddin Dağıstani
Abdülaziz b Halis El-Bekkine
Mehmed Zahid Kotku
Prof Dr Mahmud Es’ad Coşan
Zühd
Tevekkül
Kanaat
Uzlet
Devamlı Zikir
Teveccüh
Sabır
Murakabe
Rıza
Vukuf-u Adedi
Vukuf-u Kalbi
Hoş Derdem
Nazar ber Kadem
Sefer der Vatan
Halvet der Encümen
Yad Gerd
Baz Geşt
Nigah Daşt
Yad Daşt
-Hatme-i Hacegan
Zikrullah
Şahı Nakşibendin Hatme Hakkındaki Düşünceleri
Mevlana Halidi Bağdadinin Hatme Tarifi
AZiyaüddin Gümüşhanevinin Hatme Tarifi
Mahmud Es’ad Coşan Hoca Efendinin Hatme Tarifi
İhramcı Zade İsmail Hakkı Toprakın Hatme Tarifi
Hatme-i Hacegan Çeşitleri Büyük Hatme
Küçük Hatme
Kelime-i Tevhid Hatmesi
Hatme-i Hacegan ile İlgili Adaplar
Prf Dr HKamil Yılmaz
Prf Dr Osman Türer
Prf Dr Mustafa Kara
Muhammed Zaid El-Kevseri
Halil Günenç
Said Nursi
Fethullah Gülen
Mutasavvıfların Rabıta Hakkındaki Görüşleri
Şahı Nakşibend ks
Abdülkadiri Geylani ks
İmam-ı Rabbani ks
Mevlana Halidi Bağdadi ks
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi ks
Ömer Ziyaüddin Dağıstani ks
Mehmed Zahid Kotku ks
Mahmud Es’ad Coşan ks
Zeynuddin El-Havafi ks
Kuşadalı İbrahim Halveti ks
İbrahim Hakkı Erzurumi ks
Abdülhakim Arvasi ks
MEs’ad Erbili ks – Ramazanoğlu Mahmud Sami ks
Muhammed Raşid Erol (Seyda) ks
Mahmud Usta Osmanoğlu ks
Mutasavvıfların Rabıtayla İlgili Delilleri
M Es’ad Coşan RAleyh Hoca Efendinin Rabıta Tarifi
Rabıta ve Çeşitleri
Rabıta-i Mevt ve Delilleri
Rabıta-i Kalb ve Delilleri
Rabıta-i Mürşid ve Delilleri
Rabıta Hakkındaki Tenkitler
Kur’an-ı Kerimde Rabıta Emredilmektemidir?
Rabıta Bidatmidir?
Rabıta Nakşilik Haricinde Kabul Edilmemektemidir?
Rabıtada Şeyh Kul İle Allah Arasına mı Girmektedir?
Rabıta Şirkmidir?
Ayetlerde Şirk
Kütüb-ü Sitte Hadislerinde Şirk
Bir Şeyh Aramayı Emreden Şer-i Delil Varmıdır?
Manevi Yol Nedir?
Sufiler Şeyhlerine Duamı Ederler?
Allah’tan Başkasından Yardım İstenebilirmi?
Rabıta Şirkmidir?
Fena Fillah ile İlgili Şer-i Delil Varmıdır?
İnsan Nefsi Nefsi Emmareden Kurtulabilirmi?
-Kitabiyat
.
2- Tasavvuf nedir?
TASAVVUF NEDİR?
İslam dini her çağın özellikle şu hasta asrın şifası; tüm maddi ve manevi, ferdi ve içtimai dertlerin devası; akılların gıdası, gönüllerin şifası; karanlık gecelerin nurlu sabahı, ölümlü dünyanın ab-ı hayatıdır. Fakat, birde adına TASAVVUF denilen çok sevimli ve çok önemli bir şer-i ilim vardır ki, o olmadan imanın tadını duyarak yaşamak İSLAM'ın özünü iç yapısını, ruhunu, mahiyetini, inceliklerini, esrarını kavramak, bu günün ve belki her devrin insanı için çok zordur. Çünkü Tasavvuf KUR'AN ahlakıdır; ALLAH'ü teala yüce kitabında bir ayeti kerimede mealen " Habibim muhakkak sen büyük bir ahlak üzerindesin. " 1 buyurmakta ve peygamber efendimizin ahlakını meth etmektedir. Tasavvuf ise Rasulullahın deruni ahval ve halatı, şeriatin ince adabıdır. Tasavvuf bencillik değil diğer binliktir, merhamettir, muhabbettir, hizmettir yani kısaca ALLAH için sevmek, ALLAH için buğz etmektir, laf ebeliği ve söz kalabalığı değil samimiyet, ihlas ve hikmettir. O halde sende bu önemli yola gir ve bu tatlı ilimle uğraşarak selameti bul. Çünkibu yol Rasulullahın yoludur, bu yoldan ayrı yaşamak yani KUR'AN veSÜNNET'in dışına çıkmak insanı hüsrana götürür, hani bizlerin hergün namazlarının her rekatinde okuduğumuz Fatiha suresi var, biz orada Rabbimize " Sen bizi doğru yola ilettiklerinden eyle dalalete ve sapıklığa düşenlerin yoluna değil. " 2 diye dua ediyoruz ve Rabbimiz olan ALLAH dualarımıza " Habibim sen dosdoğru bir yol üzeresin " 3 buyurarak icabet etmekte ve adeta ey ALLAH'a iman edenler rasulümü örnek alın diye ferman aylemektedir, ZatenAHZAB suresinde bu meale gelen ayeti kerimede mevcuttur, işte şimdi soruyoruz ki hangi akıl sahibi beşer bu ilahi fermana karşı çıkabilir ki? İşte Tasavvuf yolunu baltalamak isteyen ehli küfür bazı müminleri de bu oyunlarına alet ederek alem-i İslam'dafitne rüzgarı estirmeye çalışmaktadırlar, peki bu insanlar Tasavvuf dediğimiz bu şer-i ilimden niçin bu kadar korkuyorlar? Çün ki muhterem kardeşim bu yol Rasulullahın yoludur amaç gaye ALLAHtealanın zati rızasını kazanmaktır, yani ALLAH’ın sevdiği şeyleri yapmak, ALLAH’ın sevmediği şeyleri terketmektir. ALLAH teala hazretleri kafirlerin hallerinden hoşnut olabilirmi, olurmu? İşte her işinde ALLAH rızasını gözeten kişide hoşnut olabilirmi? Olamaz. Bunu da bir kaç misalle özetlemek mümkün, mesela Kübreviyyetarikatının kurucusu Necmettin Kübra KS zalim moğollarla cihadederken şehit düşmüştür, yine İstanbulun fethi esnasındaAkşemsettin KS bu büyük fethin manevi kumandanlığını yapmıştır yine ondokuzuncu asra gelindiğinde Nakşibendi Tarikatının Halidiye Kolu halifelerinden İmam Mansur ve Şeyh Şamilkafkasyayı tam elli altmış sene ruslara mezar etmiştir yine aynı yıllarda Cezayirde Emir Abdul Kadir Libyada Ömer Muhtar Cihad Sancağını son nefeslerine kadar dalgalandırmışlardır yine aynı yıllarda Nakşibendi Şeyhlerinden Ahmed Ziyaüddin GümüşhaneviKS Osmanlı rus harplerine talebeleriyle birlikte iştirak etmiş ve bir çok talebesinin şehadet şerbetini içtiğini gözleriyle görmüştür, yine şimdi o beldelerde o mücahitlerin başlattığı cihad hareketi ise halen devam etmektedir, işte bu ve benzeri misalleri çoğaltmak mümkündür yani her asırda kafirlerle cihad ederken, aynı zamanda da topluma faydalı, yararlı, şuurlu, dinine bağlı, ahlaki değerlere önem verip, her ne şekilde olursa olsun İslama, milletine ve yaratılmışa hizmet eden insanlar yetiştiren bu düşünce yapısı ki kaynağı KUR'AN ve SÜNNET'tir elbette kafirlerin taarruzunauğrayacaktır. Ama ALLAH'ü teala hazretleri bir ayeti kerimede mealen " Onlar ALLAH'ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar, ama ALLAH kafirler hoşlanmasada nurunu tamamlayacaktır. " 4 buyurmaktadır yüce Rabbimiz bizleri bu nurlu yoldan ayırmasın amin.
Yakın zamanlar da bazı kardeşlerimiz “İslamda Tasavvuf peygamber efendimizin zamanında yoktu onun için bu yol bidattir” demektedirler, bizde onlara cevaben deriz ki yukarıda tasavvufun tarifini yaparken KUR'AN ve SÜNNET yoludur demiştik bunun haricinde bir şey söylemek iman dairesinin dışına çıkmak demektir. Muhterem kardeşim yukarıda da zikretmeştik ki bu yol laf ebeliği değil hal yoludur bu ifade gereğince Tasavvuf, bir hal ilmidir böyle de olunca o devirde adı olsun veya olmasın, o hal ta Hz Peygamber zamanında peygamber efendimiz ve onun ashabının üzerinde mevcuttur. Bütün Tarikatların silsilelerine bakıldığı zaman hemen birinci sırada peygamber efendimiz ve akabinde sahabeleri yer almaktadır. Çünki Hz peygamber mutasavvıflarında sultanı idi ve hayatı boyunca tevazuu ile, ibadetlere düşkünlüğü ile hadiseler karşısında davranışlarıyla bu hayat tarzının en güzel bir örneğiydi, mesela ashabına hizmet edişi, yattığı yerin çok küçük ve hüzün verici oluşu ve sahabilerine öğretmenlik yapışı, karnına taş bağlayışı geceleri kalkıp sabahlara dek ibadet edişi örnek olarak yetmezmi?ALLAH Rasulü hiçbir zaman saltanatı arzu etmedi dünyevi hiçbir şeye kıymet vermedi, evinde ve elinde para ve eşya biriktirmedi bu haller aynen ashabında da vardı, ALLAH Rasulüne gelen ilk ayet-i kerimelerin birtanesin de Müzemmil suresinde gece ibadeti emredilmekte ve bu emre binaen Hz peygamberin kendisi ve ashabı, fiilen geceleri kalkıp ALLAH'a tazarru ve niyazla geceyi ihya etmişlerdir. Bu hususlarda Rasulullah ashabına en güzel numuneydi, ashab-ı kiramdan sonra Tabiinin de fiilleri aynen böyle idi. Tasavvuf ve sofi kelimesiyle o zaman tabir edilmeyen özellik,"HAL" olarak mevcuttu, yani Tasavvuf belki isim olarak Hz peygamberin zamanında yoktu ama hal olarak var idi. Eğer Hz peygamber zamanında bu isimler var olsa belki de o zaman İslamın haricinde bir din olarak algılanabilirdi, oysaki Tasavvuf din değil bir ilimdir. Nasıl bir ilimdir? İslama çelik zincirlerle bağlı şer-i bir hal ilmidir, eğer kişi KUR'AN ve SÜNNET üzere yaşıyorsa oda sofidir ve bu yolun yolcusudur. Şimdi o kardeşlerimize hitaben deriz ki, Hz peygamberin zamanında isim olarak hadis, kelam, tefsir, fıkıh (ve kendi dallarına ait kullanılan bir takım özel ifadeleri deyim ve terimleri) vs gibi islami ilimler yoktu şimdi sizler bu şer-i ilimlerin olmadığını ve bunlarında bidat olduğunu söyleyebilirmisiniz? Hatta KUR'AN-I KERİM dahi Hz peygamberin ahirete irtihalinden sonra bugün ki haline getirilmiştir, şimdi kim diyebilir ki bu Hz peygambere gelen vahiy değildir ve vahyi bu şekilde kitaplaştırmak bidattir? İşte bunları söylemek ne kadar doğru değilse Tasavvufun olmadığını söylemekte o derece yanlıştır. İşte adına Tasavvuf denilen bu şer-i ilim semere olarak insanı HAK Teala’nın rızasına kavuşturup kişiyi muhabbeti Resulullah'a, hatta müşahede-i Resulullaha ulaştırır, bu yoldaki büyük mutasavvıflar " Resulullah ile bir anlık irtibatım ve müşahadem kaybolsa kendimi müslüman saymazidim " demektedirler. Bilinir ki iblis aleyhillane Hz peygamberin suretine girememektedir buda demek oluyor ki o takva ehli insanların bu hali güzel ve sahih olup eğer bu insanlarKUR'AN ve SÜNNET üzere yaşamasalar idi ALLAH Teala hazretleri onlara böyle güzel bir hali ihsan edermiydi? Elbetteki etmezdi, şimdi sıra kendi nefsimizi ıslah ederek ve kalbimizi dünyevi kirlerden arındırarak ihlas ve samimiyet ile " İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi " düsturuyla gerçek birer mümini kamil olmamız gerekir vesselam.
.
3- Tasavvuf hakkında ne dediler?
TASAVVUF HAKKINDA NE DEDİLER?
Tasavvufun kelime olarak hicri ikinci asrın sonları ve üçüncü asrın başlarında ismen telafuz edilmeye başlandığını görmekteyiz. Daha önceki dönemlerinde ise bu ekolün yaşatıcıları olan kimselerin yaşantıları ile adlandırıldığı (zahid - zühd dönemi vs) bilinmektedir. Bu nedenle hicri birinci ve ikinci asır ulema ve sufilerinin arasında Tasavvuf kelimesi kullanılmadığı için, hicri üçüncü asırdan itibaren yaşayan sufilerin tasavvuf hakkındaki görüş ve düşüncelerini kısa olarak nakletmeye çalıştık. Böylece tarihi seyri boyunca sufilerin Tasavvufi değerlendirmelerini, anlatımlarını ve tariflerini görmek mümkün olacaktır.
Tasavvufa karşıtlığı ile bilinen Vehhabiliğin iki büyük mezheb imamının (İbni Teymiyye ve İmam Şevkani) Tasavvuf ve bazı tasavvufi kavramlar hakkındaki düşüncelerinide nakletmenin konunun daha iyi anlaşılması açısından faydalı olacağı kanaati ile buraya aldık. Yine “Devir Tarikat devri değildir, Hakikat devridir.” Sözüyle devamlı bir şekilde yanlış anlaşılıp sanki Tasavvufa karşıymış, Tasavvufu gereksiz ve anlamsız buluyormuş kanaati oluşturulmaya çalışılan Said Nursi hazretlerinin kendi risalelerinden onun Tasavvuf konusuna nasıl yaklaştığını, nasıl bir Tasavvufi atmosferde büyüdüğünü ve eski Saidin yeni Saide dönüştüğünü, Tasavvuf ve Tarikatten faydalanamayan bir kişinin alim dahi olsa imanını koruyup koruyamıyacağı hakkındaki görüşlerini de buraya almanın faydalı olacağını düşündük.
Bu bölümün baş tarafına öncelikle İslam Toplumuna mal olmuş ulemanın ve T.C. Dönemi İlahiyat Fakültelerinde görev almış akademisyenlerin konuyla ilgili görüşlerini koyduk. Sonraki kısma ise İlk ve son Dönem sufilerinin görüşlerini koyarak her iki tarafın da konu hakkında neler düşündüğünün anlaşılmasını sağlamaya çalıştık.
Kitabın diğer bölümlerinde olduğu gibi, bu bölümünde de muteber ve sağlam kaynaklardan istifade etmeye azami gayreti gösterdik. Bununla birlikte sadece akademik kariyeri olmadığı için itibar edilmeyen Kitabül İbriz gibi birkaç eserden de yararlandık. Böylece gerçek manada Tasavvufi bir anlayışa sahip ümmi birisiyle üstadlığı kabul görmüş sufilerinde düşüncelerindeki uyumluluğun ortaya çıkmasını sağladık.
Allahü Teala hazretleri cümlemizin kalbini İslamın nuruyla aydınlatsın, kalblerimizi hikmetle doldursun, doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırt etme ferasetini bahşetsin, sıratı müstakim den ve ihsan derecesinden bizleri ayırmasın ve bizleri salihlerden eylesin. Amin.
02 İmam Şevkani
Allah (c.c.) sevgisinin doğrulanmasını Rasulü’ne tabi olmaya bağlamış, O’na tabi olmayı da Allah’ın (c.c.) sevgisini kazanmaya vesile kılmıştır. 5
Bil ki; nebilerin dışındaki Allah dostları masum (günahtan uzak) değillerdir. Allah’ın (c.c.) diğer mümin kullarında olabilecek bazı haller onlarda da görülebilir. Fakat onlar, şanı yüce bir mertebeye ve yüksek bir makama ulaşmışlardır. Allah’ın dostlarının sevaba zıt düşecek ve hakka aykırı bir şeyin vaki olması ise onları evliyaullah makamından çıkarmaz. Bu, müçtehidin hata yapmasının mümkün olup, daha önce geçtiği gibi hatasından dolayı mükafaat kazanması; içtihat edip isabet ederse kendisine iki ecir, hata ederse bir ecir verilmesi gibidir.
Muhakkak ki Allah’u Teala Ümmet-i Muhammed’in hatayla ve unutarak yaptıklarını bağışlamıştır. 6
Hiç kimse, evliyaullahta meydana gelen gerçeğe uygun doğru keşifleri inkar etmemelidir. Zira, bu (keşif) Rasulullah (s.a.v.)’ın açmış olduğu bir kapıdır. 7
Velayette en üst makama ulaşsa bile bir velinin yapması gereken şey; Kitap ve Sünnete bağlı kalmak, bütün davranış ve sözlerini bu temiz şeriatin ölçüsüyle ölçerek herhangi bir işinde şeriat sınırından çıkmamak üzere sabit durmaktır. 8
Veli, kendisine şeriate muhalif bir ilham geldiği takdirde onu reddeder, şeytandan olduğuna inanır ve gücü yettiğince bunu def etmeye çalışır. 9
Kul Allahu Teala’ya nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet Allahu Teala onu sever. Allahu Teala kulunu sevince, artık onun işten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olur. 10
Ashab-ı Kiram Allahu Tealanın en üstün, en keremli, mertebe bakımından en yüce velileridirler. Onlar Allahu Tealanın Kitabı ve Rasulü (s.a.v.)’nün sünnetiyle amel eden kimselerdir. Onlardan sonra gelenlerden kendisine evliya denilen kim olursa olsun, Rasulullah (s.a.v.) tabi olmadıkça, onun hidayetiyle hidayete ulaşmadıkça, sözlerinde ve hareketlerinde O’na uymadıkça Allah (c.c.) dostu değildir. 11
Veli, farzları eda edip yasaklardan sakınarak, nafileleri işleyip Allah’ın zikrini artırarak Rabbına yakınlığını artırdıkça, Allahu Teala’da ona sevgisini, kendisine küçük büyük bütün hayır kapılarını açar. 12
Allah (c.c.)’nun kullarından bir kısmına başkalarının gücünün yetmeyeceği muhteşem bir şeyi hediye olarak bağışlamasını, ona büyük faziletler ihsan etmesini hiç sebep yokken imkansız görmek insaflıların işi değildir. 13
Allahu Teala’nın ashab-ı kirama ihsan ettiklerine bakan bir kimse, velilerine ihsan ettiğini uzak bir ihtimal olarak görmez. 14
İnsanlardan niceleri vardır ki, ya dünya işleriyle meşgul olarak ya da başka bir hususu düşünür bir vaziyette Allah (c.c.)’ya ibadet ettiği için kendisinde nu huşu mertebesinden bir şey, ne kalp huzurundan bir nasip, ne de murakabeden bir parça hasıl olabilir. Öylesi de vardır ki; Allahu Teala ona ihsanı nasip etmiş ve Rahman’a ibadet için göğsünü açmıştır.
Bu hususta Allah dostlarının, kendilerinden başkasının ortak olamayacağı ve katılamayacağı bu meziyetlerden dolayı kuvvetli bir himmet ve muvaffakiyetleri vardır.
Kim Allah (c.c.)’nun genel fazlından ve toplu ikramından ayırıp, onlara fazladan ihsan ettiği şeyi inkar ederse. Bu o kimsenin bilmediği şeyi inkar etmesi, anlamadığı şeyden hoşlanmamasıyla beraber şeriat ilmindeki bilgisizliğinden dolayıdır. Allah’ım sen mağfiret eyle! 15
03 İmam Birgivi
“Hasılı, ey salik-ı tarik-ı hak, sen gönlünü kötülüklerden arındırmaya ve onu faziletlerle donatmaya bak! Şüphe yok ki tasavvuf o iki şeyden ibarettir. Zira onun açıklanmasına da şöyle denmiştir: Tasavvuf: her aşağılık huydan çıkmak ve her kıymetli huya girmektir.” 16
04 Fatih Dersiamlarından Şeyhül İslam Yardımcısı Muhammed Zahid El-Kevseri
Seyrü süluk hallerinden bahseden ilme “Tasavvuf” ilmi denir. Buna terettüb eden sonuç, seyrü süluke terettüb eden sonucun aynısıdır.
Güzel veya çirkin iradi fiillerin kendisinden sadır olması bakımından insan nefsinin hallerini bilmektir.
İnsan, kendi varlığına dikkatlice baktığında kendisini eksik ve kemale ermede bir rehbere muhtaç olarak görür. Bu anlayışın bir sonucu olarak içinde, kemal sahibi olmaya yönelik bir şevk doğar. Buna ulaşmanın sebebini bulmaya koyulur. İşte onun bu hareketine Tarikat ehli, “Seyrü süluk” ismini vermişlerdir.Buradaki kemal, hem ilimde ve hem de amelde olur ki, seyrü süluk her ikisini de tekeffül eder. Nitekim en şerefli ilim, rehberi marifetlerle takvaya müteveccih olan ilimdir. Buna “velayet” ilmi denir.
Hadis-i şerifte, peygamberlere verilen hariç, bu ilmin, ilimlerin müntehası olduğu ifade edilmektedir. Buna tefekkürle değil, ancak seyrü süluk ve sahih bir mücahede ile ulaşmak mümkündür. Çünkü aslında kötülüklerden tezkiye olunmaya layık insan nefsinin ameli kemalattaki hedefi ahlakını tehzib etmektir.seyrü süluke terettüb eden neticede budur. Çünkü seyrü sülukun gayesi, insana, kendisinden sadece güzel fiiller sadır olacakbir meleke kazandırmaktır. 17
05Said Nursi
BİRİNCİ TELVİH: "Tasavvuf", "tarîkat", "velayet", "seyr ü sülûk" namları altında şirin, nuranî, neş'eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır ki; o hakikat-ı kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cild kitab ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikatı ümmete ve bize söylemişler. Biz, o muhit denizinden birkaç katre hükmünde birkaç reşhalarını şu zamanın bazı ilcaatına binaen göstereceğiz.
Sual: Tarîkat nedir?
Elcevab: Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi'rac-ı Ahmedî'nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir.
Evet şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. Evet insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misillü, kâinatın bir nevi merkez-i manevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanın mahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu; hadd ü hesaba gelmeyen ehl-i velayetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitablar gösteriyorlar. İşte madem kalb ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek haletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin âletleri ve çarkları içinde dercedilmiştir. Elbette ve her halde o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş, elbette o kalb dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velayet meratibinde zikr-i İlahî ile tarîkat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir.
İKİNCİ TELVİH: Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehasini, ta'dad ile bitmez. Hadsiz fevaid-i uhreviyeden ve kemalât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz'î bir faidesi şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekâlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için; herhalde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimaat-ı ünsiyetkârane, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârane ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferid yaşıyor, ya derd-i maişet onu hücra köşelere sevkediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hal onlara ünsiyet verip teselli etmez.
İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup "Allah!" diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp, "Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır." diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye manasını anlar, Allah'a şükreder.
ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat'î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak'tan geldiğine bir bürhan-ı bahirdir. Evet nasılki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envârı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.
İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envârdan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zahirî üleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû'-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba'ını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû'-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû'-i istimal ederler. Fakat Cenab-ı Hak âhirette muhasebe-i a'mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Madem adalet-i İlahiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat'iyyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; surî, zahirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez.Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.
Birşey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz. Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal'a-i İslâmiyeden bir kal'asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul'u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul'da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde "Allah Allah!" diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.
İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarîkatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz? 18
Silsile-i Nakşî'nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat'ında demiş ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim."
Hem demiş ki: "Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır."
Hem demiş ki: "Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır."
Hem demiş ki: "Tarîk-i Nakşî'de iki kanad ile sülûk edilir." Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. Öyle ise tarîk-ı Nakşî'nin üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir.
İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir.
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir.19
Çok Sözlerde isbat edildiği gibi ve İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i ehl-i tarîkat derler ki: "Birtek Sünnet-i Seniyeye ittiba' noktasında hasıl olan makbuliyet, yüz âdâb ve nevafil-i hususiyeden gelemez. Bir farz, bin Sünnete müreccah olduğu gibi; bir Sünnet-i Seniye dahi, bin âdâb-ı tasavvufa müreccahtır." demişler. 20
Tasavvuf Cephesi:
Nakşibendî meşâyihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeye çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum:
– Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvife arasındaki gerginliğin sebebi nedir?
– Ulema, Resul-ü Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebebden dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta "Zülcenaheyn", yâni "İki kanadlı" deniliyor...Binaenaleyh, tarikattan maksad, ruhsatlarla değil, azîmetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün mânevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakkın rızasında fani olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şüphesiz ki ehl-i hakikattırlar. Yâni, tarikattan maksud ve matlub olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamıyacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kaideler vaz'eylemişlerdir. Hülâsa; tarikat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarikatten düşen şeriata düşer, fakat - maazallah - şeriatten düşen ebedî hüsranda kalır.
Bu büyük zatın beyanatına göre, Bediüzzamanın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şâibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilâf yoktur. Her ikisi de Rıza-yı Bârîye ve binnetice Cennet-i âlâya ve dîdar-ı Mevlâya götüren yollardır. 21
06 Fatih Dersiamlarından Emekli Diyanet İşleri Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen
Tasavvuf İlmi, ruhun terbiyesine, kalbin kötülüklerden arınmasına seyri suluka, manevi zevklere yönelik mes’elelerden bahseder.
Tasavvuf: “Kulun kalbini mevlaya rabdetmesi, Allah’tan başkasından alakayı kesmesi.”
Diğer bir tarife göre tasavvuf: şeriatin edep kuralları ile zahiren ve batınen süslenmenin neticesi olarak insanda tecelli eden feyzin kemalatı olan bir haldir.
İslamiyetin ilk devirlerinde nefis mücadelesiyle ibadetle meşgul olan kişilere abid, zahid denilmekteydi. Daha sonraları bu zatlara sofi, mutasavvıf denilmiştir. Tasavvuf Cüneydi Bağdadi (k.s) zamanında düzenli bir şekil almış, bir takım metod ve termonolojiye sahip olmuştur.
Tasavvufun dayanağı; Kur’an-ı Kerim ile Hadisi Şerifler ve İmam-ı Ali (r.a.) gibi büyük sahabilerin kelemlarından tedvin edilmiştir. Bu feyiz kaynakları, ümmetin büyüklerine verdiği bir neşve sayesinde İslam Tasavvufu meydana gelmiş, bu sayede Mesnevi ve Mektubat-ı Rabbani gibi hikmet dolu kitablar yazılmıştır. Yoksa tasavvuf müslümanlara diğer milletlerden gelmemiştir. Böyle bir yanılgı, İslam’ın hakikatlerine vakıf olmamaktan doğar.
Tasavvuf ile ümmetteki ruhi kabiliyyet inkişaf etmiş olduğu inkar edilemez. Fakat sonraları tasavvufun yanlış anlaşılması yüzünden maddi ve manevi bir hayli kötü neticelerde meydana gelmiştir.
Önceleri Tasavvuf ehli olan kimseler alim, arif, şeriate riayet eden kişilerdir. Kendilerine ait bir takım tabirleri ve ıstılahları vardı. Bu tabir ve ıstılahların ruhuna ancak kendileri gibi manevi zevklerden nasibi olanlar anlardı. Halbuki daha sonraları bir çok cahil taklitçiler ortaya çıktı.Sofilerin büyüklerinin kelamları yanlış anlaşılmalara maruz kaldı. Tasavvuf, adeta bir felsefeyi işrakiyye görüntüsüne girdi. Hal ile alakalı olan tasavvuf, kalden ibaret kaldı. Şeriate aykırı olan bir takım sözler ve davranışlar, tarikatten ve hakikatten sayıldı.
Tasavvuf ehli olan kişilerin en büyüklerinden olan Seyyid Ahmed Er-Rufai (k.s.) “El-Burhan-ül Müeyyed” isimli kitabından bereket olması için aktardığımız şu yüce kelamlara dikkat edilmelidir. Bu zat buyuruyor ki;
“Tarikat, şeriatın tıpkı aynı ve şeriat, tarikatın tıpkı aynısıdır. Bu ikisinin arasındaki fark sadece lafza aittir. Maddeten ve manen sonuç aynıdır...”
“Şeriatin reddettiği bir hakikat zındıklıktır...”
“Efendiler, Muttasıl Ebu Zeyd böyle dedi, Haris şöyle dedi, Hallaç bu sözleri söyledi, deniliyor. Bu nasıl sözdür! Böyle lakırdılardan önce İmam-ı Şafii, İmam-ı Malik, İmam-ı Numan, bunlar ne dedi? Ona bakmalısınız. Kulluk amellerinizi bunların sözleriyle düzeltmelisiniz. Daha sonra diğer sözler ile tefekkür edip düşünebilirsiniz! Ebu Haris ve Ebu Yezid’in söyledikleri ile hiçbir şey artıp eksilmez. Ama Şafii ve Maliki’nin söyledikleri en güzel ve en kolay yol ve metoddur. İlim ve amelle şeriatin devamını sağladıktan sonra ilim ve amelin derinliklerine dalarak gayret sarfediniz!...”
Ne güzel nasihat!
Tearuf, Arif meşhur tasavvuf kitablarımızdandır. 22
07 Prof. Dr. Hayrettin Karaman
Bismillahir rahmanir rahîm.
Allahu Teala Hazretleri katından, insanlığa dünya hayatını nasıl yaşayacaklarını öğretmek üzere bir hayat nizamı, bir hayat düsturu olarak gelen İslâm; Rasûl-ü Müctebâ (aleyhi ekmelüt tehâyâ) Efendimiz'in uygulamaları ve açıklamalarıyla tekemmül etmiş ve ilk muhatabı olan sahabe asrında, hayata geçmiştir. Fert veya toplum olarak insan hayatına giren, uygulanan, yaşanan İslâm, meyvelerini vermiş, o meyveler bizim kültür ve medeniyetimizin çiçekleri, semeresi, renkleri olarak aslı, esası, temeli bozulmadan bugüne kadar gelmiştir.
Biz herhangi bir konunun ve kurumun kitap ve sünnette aslının, esasının olup olmadığını ararken, meseleye bu çerçevede bakmamız gerekiyor. Yani bir tohum var, bir ağaç var; bir de onun meyvesi, semeresi, eseri var... Bir gıda var, bir de o gıdayı alan insanlarda meydana getirdiği eser var... Öyle bakmak icab ediyor. Ben bu tasavvuf mevzuuna da öyle bakıyorum.
Haddizâtında, bizim bu medeniyet ve kültürümüzün en önemli anasırı içerisinde yer alan medreselerimiz, tekkelerimiz, şeriatımız, tarikatımız, mezhebimiz ve hayatımızda yaşayan İslâm'ın kurumları, kuralları, örf ve adetlerimizi Kur'an ve sünnette ararken böyle bir bakış yapmazsak, korkarım hiçbirinin Kur'an ve sünnette olmadığını iddia edebiliriz. Nitekim bazıları da böyle iddia ediyorlar.
Halbuki, eğer tutarlı olacaksak, o zaman tasavvufun, tarikatın, tezkiye, mücahedetün nefs hareketinin, Kur'an-ı Kerim'de olup olmadığını araştırıp; bunu isim ve teferruat olarak Kur'an-ı Kerim'de ya da sünnette bulamayınca, "Bu yoktur, İslâm'a yabancıdır, bid'attır!" diyenlere, meselâ --bizim İslâm'da olduğundan hiç şüphe etmediğimiz-- namazı, orucu, zekâtı, haccı ve cihadı da bu dar bakışla kitap ve sünnette aramalarını tavsiye ederiz.
O zaman, kıldığımız bir öğle namazını Kur'anda ararsanız bulamazsınız. Yani başlayıp bitirinceye kadar birçok şey yapıyorsunuz namazda... Namaza duruyorsunuz, kıbleye dönüyorsunuz, tekbir getiriyorsunuz, elinizi kaldırıyorsunuz, şunu okuyorsunuz, bunu okuyorsunuz... Rükûu şöyle yapıyorsunuz, secdeyi böyle yapıyorsunuz, tahiyyatta şöyle oturuyorsunuz... Namaz böyle oluyor ve bunu öğle vaktinde kılıyorsunuz. Öğle vakti şu vakittir, diyorsunuz; yani, "Güneşin batıya eğilmesiyle başlar, işte herşeyin gölgesinin bir veya iki misli olmasına kadar devam eder." diyorsunuz. Böyle bir vakit içerisinde kılıyorsunuz. Şimdi bu söylediklerimi Kur'an-ı Kerim'de arayın, böyle bulamazsınız. Bulamayınca "Öğle namazı Kur'an'da yok!" mu diyeceğiz?.. Böyle diyecek miyiz? Sünnette arayın!.. Bu söylediğim tertip içinde detaylı olarak, belki orada da tamamını bulamazsınız. Öyleyse, "Kitap ve sünnette öğle namazı yok! Bu bid'attır, İslâm'a sonradan katılmıştır." mı diyeceğiz?..
Elbette, her beşeri tatbikatın ilahi iradeye, ilahi plandaki gerceğine nisbetle kusurları, eksiklikleri, sapmaları vardır. Ama bu kusurlar, eksiklikler, sapmalar beşeri uygulamaladan gelir, kaynaklanır. Ona bakarak, ilâhî plandaki aslını inkar etmek, ona cephe almak da, bir başka ifrattır, bir başka aşırılıktır. Eğer bunu bir ölçüt olarak kullanacaksak, onu da getirip yalnız tasavvuf hareketine tatbik etmek bir başka haksızlıktır. Bunu bütün İslâm müesseselerine, kaidelerine, kurallarına ve uygulamalarına da tatbik etmek icab eder.
Aynı yaklaşımı medreselere ve mezheblere uygulayalım: Bir zaman gelmiş, bizim İslâmî hayatımızın manevi temeli olan medreseler cihanı aydınlatmışlar; bir zaman gelmiş bozulmuş, dejenere olmuş ve işlevlerini yerine getiremez hale gelmişler. Şimdi medreselerimiz böyle oldu diye, "İslâm'da medrese yoktur!" mu diyeceğiz?.. "İslâm'da talim-terbiyenin böyle müesseseleşmesi yoktur!" mu diyeceğiz?..
Müctehidler çıkmış. Allah-u Teâlâ Kitab-ı Kerim'inde: "Bilenler, anlayanlar kitabı, sünneti okusunlar, onunla amel etsinler; bilmeyenler de bilenlere sorsunlar!" demiş. İşte Kur'anda çerçeve hüküm budur. Bu çerçeve hüküm içerisinden bakın neler çıkmış!.. Bu çerçeve hüküm içinden müctehid çıkmış, mukallid çıkmış, mezheb çıkmış... Taklid çıkmış, fıkıh çıkmış... Bunların hepsi bizim kültür ve medeniyetimizin asli unsurlarıdır. Ve menşei yani kökü Kur'an'dadır, birçok ayettedir. Ama aynı zamanda ve özellikle:
(Fes'elû ehlezzikri in küntüm lâ ta'lemûn) ayetindedir.
Bunlar çıkmış ve ilâhî plandaki aslına göre asırlar boyu, uzun zamanlar vazifelerini ifa etmişler, kendilerinden bekleneni vermişler. Ama zaman olmuş meselâ mezheb dinin yerine geçmiş, müçtehid peygamber gibi yanılmaz bilinmiş, fıkıh kitap ve sünnetin üstüne çıkarılmış; ama, bunlar beşeri hatalardır. Bunlar, uygulamanın hatasıdır. Uygulayanın cehlinden, taassubundan, gafletinden kaynaklanmıştır. Şimdi buna bakarak, böyle yapıldı diye, biz "İslâmda müctehid yoktur, ictihad yoktur, taklid yoktur, mezhep yoktur, fıkıh yoktur." diyemeyiz. Dersek bir ifrata düşmüş oluruz.
Ben işte metedoloji olarak, kitap ve sünnet penceresinden, tasavvufa da böyle bakmak istiyorum. Ve diyorum ki, tasavvufun kitap ve sünnetteki yerini araştırırken isminden başlamalıyız: "Bu tasavvuf ismi nedir, nereden çıkmıştır?.."
Sonra bunun menşeine bakmalıyız: "Bu islâmî mi, bize dışardan mı gelmiş?.."
Sonra muhtevasına bakmalıyız: "Bu nedir? Bu tasavvuf dediğimiz şey nedir? Neyi ihtiva ediyor?.."
Sonra şeriatla --şeriat, tarikat, marifet, hakikat diye böyle yanyana sıralandığı için, işte şeriatı İslâmın objektif, zahir, herkesin bildiği, anladığı, yaşadığı yönü, yüzü diye anladığımızda-- işte bu şeriatla ilişkisine, alâkasına bakmalıyız: "Bu tasavvuf, tarikat dediğimiz şey şeriate nasıl bakıyor? Kendini onun neresinde görüyor? Yani tarikat şeriatın neresindedir?Kendisi kendini nerede görünüyor?.." Ona bakmamız lâzım!..İşte bu dört bakış açısı bize, kitap ve sünnete göre, aynı zamanda İslâma göre, fıkha göre, fetvaya göre, müftiye göre İslâmda tasavvufun yerini, değerini, meşruiyyetini belirler, belirlemeye kâfidir.
Önce tasavvuf terimine bakalım. Bu kelime hangi kökten geliyor, nereden geliyor? Biz terim itibariyle buna karşı menfi bir tavır takınabilir miyiz?..
Benim şahsi kanaatim: "Hayır, takınamayız"dır. Çünkü bu kelimenin kökü itibarıyla söylenen sözlere bakın; hepsi İslâmi bir ahlâka, tarihi bir gerçeğe, kitap ve sünnetin müminlerden, müslümanlardan istediği, beklediği bir davranış ve harekete dayanıyor.
Meselâ, diyorlar ki: "Tasavvuf, suffe kelimesinden gelmiştir." Gelmiştir, gelmemiştir; iddialardan bir tanesi budur. Suffe nedir? Bu Mescid-i Nebî'nin yanında yersiz, yurtsuz, evsiz, barksız, gariban insanların barındığı, aynı zamanda Fahr-i Kâinat Efendimiz'den iyi bir İslâm insanı olmak için terbiye gördükleri yerin adıdır.
O halde benim şahsi kanaatime göre hem bir misafirhane, hem ilk medrese, hem de ilk tekkedir. Şimdi ehli tasavvuf, "Ehl-i suffe ilk tekkedir." diyor. Tekelciliğe ne gerek var?.. O zaman fıkıhçı da kalkıyor, "İllk mekteptir." diyor. Öyle değil; hepsini camidir, hepsidir. Şimdi tasavvuf ordan gelmişse ne güzel, o zaman buna nasıl menfi bakarız?..
Bir başka zümre diyor ki: "Tasavvuf, sof kelimesinden gelmiştir. O da yün demektir. Bu ilk devir zühhadı, zahidleri, müttekun, salihin dediğimiz insanlar, Allah'a iyi kul olmak için nefsiyle cihad eden insanlar, ipekten ince dokunmuş keten ve sâireden elbise giyecek yerde, kaba dokunmuş yün elbise giyiyorlardı. Yünün de arapçası sûf'tur. Bu dış görünüşlerine dayanılarak, onların dış görünüşlerinden hareketle, sûf'tan tasavvuf üretilmiştir." diyorlar. Bunda da bizim kaldırıp atacağımız bir şey yok...
Bir kısmı da: "Bu safâ'dan, safvet'ten, --ıstifânın, tasfiyenin, istisfânın, musaffânın, mustafânın hepsinin geldiği bir kök var, safvet, safâ-- gelmiştir." diyorlar. Zâten, tasavvufun en çok önem verdiği şeylerden bir tanesi de tasfiyedir, tezkiye-i nefs hadisesidir. O halde terim, tasavvufun gerçekleştirmek istediği bir hareketten, bir işten, bir amelden, hatta bir
ibadetten, bir insan-ı kâmil olma cehdinden kaynaklanmış oluyor.
Gelelim menşeine... Tabii, sözü uzatmamak için, bunu ilgili arkadaşların açıklamasına bırakıyorum. Ama tasavvufun menşeinin yabancı olduğunu, tasavvufun bize Hind'den, Yunan'dan, İskenderiye'den geldiğini iddia eden insanlar olmuştur. Ama bu insanlar müsteşriklerdir. Onların da sonraları daha derinden, daha tarafsız, daha ilmi metodlarla bu meseleye bakış yapanları; meselâ Nicholson, Massignon gibi araştırmacılar, tasavvufun en azından başlangıçta tamamen İslâmî kökenli olduğunu; kitaptan, sünnet-i Rasûlüllah ve sahabenin yaşayışından, İslâm'ın hayata geçirilmesinden doğduğunu, onun bir meyvesi olduğunu itiraf etmişlerdir.
O halde demek ki, menşei itibariyle de tasavvuf, İslâm'ın insanın derûnî hayatıyla ilgili kısmını teşkil ettiğine göre, menfi bir değerlendirme yapmanız mümkün değildir.
Size iki tasavvuf büyüğünden bir tanesini, tasavvufun şeriatla ilişkisinde; diğerini de tasavvufun muhtevasıyla ilgili olarak konuşturmak istiyorum.
Sehl-i Tüsteri dediğimiz büyük sofi diyor ki: "Bizim tasavvuf yolumuz yedi esasa dayanır. (Bu aynı zamanda işte tasavvufun muhtevasını da veriyor.) Biri kitabullaha sımsıkı sarılmak, ikincisi sünneti hayat düsturu edinmek, üçüncüsü helal yemek, dördüncüsü kimseye eziyet etmemek, beşincisi Allah'a isyan etmekten kaçınmak, altıncısı her an, her dakika Cenab-ı Mevlaya tövbe etmek, her anımızın bir kusur bir günah içinde geçtiğini kabul ederek Cenab-ı Mevla'dan af dilemek, yedincisi de hukuku yerine getirmektir."
O halde, tasavvufun muhtevası bu ise, tarikat buna ulaşmak istiyorsa, tasavvuf buna ulaşmak istiyorsa; İslâm neye ulaşmak istiyor, şeriat neye ulaşmak istiyor?..
Tasavvufun tarifini veriyorlar:
"Tasavvuf iki unsurdan teşekkül eder: Bir tanesi tezkiyetün nefs, ikincisi müşâhede..." Yâni tasavvufta, tarikatta iki unsur, iki hedef var... Bunlardan bir tanesi, nefsi terbiye etmek, eğitmek ve nefsin müslüman olmasını sağlamak... İslâm'da ferdin müslümanlığında da, toplumun müslümanlığında da en önemli hâdise, kişinin dili ile, zihni ile müslüman olması değildir. Onlar önemlidir de, bakın en önemli unsur, nefsin müslüman olmasıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Mevlâ'ya kulluk yolunda en önemli engelin nefs-i emmâre olduğunu söyler. Şeytan da nefsi-emmâre üzerinde işler. Şeytanın yuvası, cevelangâhı, faaliyet alanı nefs-i emmâredir.
Eğer biz nefsimizi terbiye eder, onu emmâre olmaktan yukarıya doğru çıkarırsak; o zaman işte Hz. Ömer gibi, "Benim şeytanım teslim oldu." deriz. Nefsi, emmâre mertebesinden yukarı çıkardığınız zaman, meselâ mutmainneye --Cenâb-ı Mevlâ hepimize nasib etsin-- ulaştırdığımız zaman, artık şeytan Hz. Ömer'den kaçtığı gibi, perişan halde bizden de kaçar. Nefsin müslüman olması; işte tarikatın, tasavvufun birinci hedefi bu... O halde bu, İslâm'ın emrini yerine getirmek için bir terbiye demektir.
İkincisi: Bunun semeresi, bir meyvesi olarak marifet ve şuhud, şehadet derecesinde bilgi... Tasavvufun muhtevası iki unsurdan teşekkül ediyor: Biri eğitim, diğeri bilgi... Bir başka yoldan, bir başka şekilde bilgilenme... Suffe için söylediğim gibi, birini atmadan, hepsini kullanarak, İslâm marifet mekteplerinin hepsini kullanarak, hepsini yerinde değerlendirerek, Cenab-ı Hak katında, onun planında müslümanın edinmesi lazım gelen bilgiyi edinmek bizim mükellefiyetimizdir. Bunun da İslâm tarihi boyunca dört yolu ortaya çıkmıştır. Birisi bu fıkıhçılar ve kelamcıların kullandıkları bilgi yoludur. Biri filozofların kullandıkları bilgi yoludur. Biri ehli-ta'lim dediğimiz bâtınîlerin bilgi yoludur. Biri de ehli sülûk, ehli tasavvuf dediğimiz zümrenin kullandığı bilgi yoludur.
İmam Gazâlî'nin Elmünkizu mined dalâl diye bir eseri var... Bir hayatı dolu dolu yaşadıktan sonra; her bir İslâm ilminde uzman olduktan, mütehassıs olduktan, asrının parmakla gösterilen adamı olduktan, her birinde birden fazla eser verdikten sonra, İmam Gazali'nin vardığı sonucu bir reçete gibi anlattığı sunduğu bir eserdir bu Elmünkizu mined dalâl...Sapıklıktan kurtarıcı manasına da geliyor. Orada diyor ki Gazâlî merhum:
"Öyle bir imana ve bilgiye ulaşayım ki, onun yanına ne vehim, ne galat (yanılma), ne de şekk yaklaşsın. Öyle bir bilgiye ulaşayım ki onun içinde şüphe olmasın, vehim ihtimali olmasın. Kelamcıların yolunu denedim; bu bilgiye ulaşamadım..."
Gazâlî burada: "Bunlar zararlıdır, bunlar yanlıştır; aman okumayın, okutmayın! Bunların içindekilere inanmayın!" demiyor. Çünkü, kendisi aynı zamanda kelamcı... Kelam kitaplarını da bıraktı, onları yakmadı. Biz onları okuyoruz, okutuyoruz. "Bizim bilgi dağarcığımız kelâm ile dolmadı, eksik kaldı." demek istiyor kanaatimce...
"Ehli-ta'limi sakat buldum. Felsefe denizinde yüzdüm. Dağarcığım biraz doldu ama yine boş kaldı. Yine şek var, vehim ihtimali, galat ihtimali var... Sonra sûfilerin yolunu seçtim. Orada dağarcığım doldu." diyor.
Buraya fazla giremiyorum, ama çağımıza yakın bir başka isim daha vereyim. Abdulhalim Mahmûd diye bir zat var... Bir zaman şeyhül Ezherlik yapmış, Ezher Üniversitesi'nin başkanlığını yapmış, gerçekten şarkı garbı iyi bilen, zülcenaheyn, hem ilmi-zâhirde hem ilm-i bâtında yed-i tûlâ sahibi bir insan... Onun da makaleleri, konuşmaları Fetâvâ diye neşredilmiş. Orada tasavvufa ayırdığı bir yerde anlatıyor:
"Kur'an-ı Kerim'de bizim adına ilmi-zâhir dediğimiz, objektif, esbabı belli ve kesbî (Kim o sebebi yerine getirirse öğrenir, o bilgiye ulaşır.) bilgiler var... Bu bilgilere teşvik var... Meselâ, bir dil nasıl öğrenilir?.. Bunu öğrenmenin sebebi, yâni yolu vardır. O yola giren her insan o dili öğrenir. Diyelim 32 farzı öğrenmek istiyorsunuz, İslâm imanının esaslarını öğrenmek istiyorsunuz. Bunu öğrenmenin yolu bir kitabı alıp okumak, ya da bilen bir insana gidip dinlemektir. Sebebine tevessül edersiniz ve onu elde edersiniz.
Fakat yine Kur'an-ı Kerim'de bir ilim daha vardır ki o ledünnîdir. Onun herkese açık, herkesin istidadına göre bir yolu bir sebebi bir vesilesi yoktur. Ama yine de bir yolu vardır: Tezkiyetün nefs, mücahede yolu... Siz onu hiç yapmadan Cenâb-ı Mevlâ bir lütfu olarak, bir rahmeti olarak da size verebilir. Ama o yola girerseniz, Cenâb-ı Mevlâ ledünnî ilmi verir."
Vahiy peygamberlere mahsus... Fakat Rasulullah SAS Efendimiz buyuruyorlar ki: "Vahyin kırkaltı cüzünden bir cüz de rüya-yı sâdıkadır." O halde vahiy, sebebini herkesin yerine getirip de elde edebileceği bir ilim, bir bilgilenme yolu değildir. Ama Cenâb-ı Mevlâ, rüyayı sadıka yoluyla oraya da bir pencere açmış. Kur'an-ı Kerimde bu tür bilgiyle ilgili ayetler var... Örnekler, misaller var...
İşte erbâb-ı tasavvuf bir yandan --İbn-i Haldun'un diliyle söyleyecek olursak-- takvâ için, istikamet için ve şuhûd (müşahede) ve keşif için mücahede etmişler; bir yandan da bunun bir semeresi, meyvesi olarak elde ettikleri bilgileri, yani maârifi derinleştirmişler, o maârifin manevi ezvâkı içinde kalmışlar ve çeşitli halleri, tavırları ve makamları yaşamışlardır.
Ben bir fıkıhçı olarak, kitap sünnet penceresinden baktığımda bunların arasında kaldırıp atabileceğim sadece şunu görmüşümdür. Yaptığım etüdlerde okumalarda, erbabı ile yaptığım istişarelerde sadece şunu görmüşümdür: Eğer bu yola giren rehbersiz girmişse; bu yolun rehberliğini iddia eden bir mukallit ise, bir sahtekarsa, ehliyetsiz bir kişiyse, bir düzenbaz ise; işte onların tasavvuf diye takdim ettikleri şeylerde, hem bilgide, hem uygulamada hurafe olmuştur, bid'at olmuştur, sapma olmuştur. Bir bunu kaldırıp atarız. Bunun kitap ve sünnette yeri yoktur.
İkincisi: Gerçek erbab-ı tasavvuf bu derûnî aşkı yaşarken, onların sekr dediği bir şuur değişikliği hali vardır. Bir şuur kayması hali vardır. O halde iken, normal halde söylenmeyecek birtakım sözleri söylemişlerdir, bu sofiler. Onlar kitap ve sünnetin zahiriyle örtüşmez, tevâfuk etmez ve onları zahiriyle aldığımız zaman kitap ve sünnete aykırıdır. Biz onları da kaldırır atarız. Ama şu anlamdadır bu; onların erbabını kaldırıp atmayız, onların kaillerini kaldırıp atmayız. Yani, o sözleri kaldırıp atarız.
Ne demek bu kaldırıp atmak?.. Yani birisi kalkmış da "Sübhâne ma a'zeme şânî" demiş ise, biri kalkmış da "Enel hak" demişse, "Kim âbid kim mâbud bunu bana bir açıklayan çıksın!" demişse, biz bunlara, "sarhoş gürültüsü" deriz. Bu sözlere itibar etmeyiz. Yalnız:
Sanman bizi kim şîre-yi engûr ile mestiz,
Biz ehl-i harâbâtız mest-i elestiz.
diyorlar. Onlar onlar şarabın sarhoşu değil de, bezm-i elestin sarhoşu oldukları için, kimilerini mazur görürüz. Yani hâşâ, benim onları mazur görme gibi bir selahiyetim yok, bir fıkıhçı olarak konuşuyorum. Yani fıkıh onları böyle değerlendirir ve mazur görür.
--Peki biz bunların sahtesini hakikisinden nasıl ayıracağız?
İşte efendim bu yolun yolcularının musaddak, sahte olmadıkları sabit yolcularının verdikleri ölçütlerle... Çünkü onlar diyorlar ki: "Tarikata girmenin şartı tövbedir, şeriatı yaşamaktır. Mürşid olmanın şartı evvelâ alim-i şeriat olmaktır. Ondan sonra âmil-i şeriat olmaktır. O halde bir insan alim-i şeriatsa, yani İslâm'ı biliyorsa; âmil-i şeriatse, yani İslâmla amel ediyorsa, onu yaşıyorsa; buna rağmen, istikameti böyle olduğu halde, ağzından böyle sözler çıkmışsa; işte onları sekre atfedersiniz ve "Bunların bizimle alâkası yoktur; bu sözler bize senet olmaz!" dersiniz.
Hep "Şerîat - tarîkat - ma'rifet - hakîkat" denmiştir ve burada kesilmiştir. Bu yanlış anlamalara sebep olmuştur. Bence burada bir kelime eksik; o da yeniden şeriat... Aslında formülü şöyle sürdürmek lazım: "Şerîat - tarîkat - ma'rifet -hakîkat ve şeriat" Şimdi İstanbul'dan Medine'ye gidişli dönüşlü bir bilet alsanız, uçak biletinde ne yazar? Şöyle yazar: "İstanbul - Medine - İstanbul." Bizim konumuzda da durum aynıdır: "Şerîat - tarîkat - ma'rifet - hakîkat"
Eğer bu yolculuğun sonu şeriatte bitecekse bu yolculuk sahihtir. Ve o zaman şeriat - tarikat arasında bir bütünlük vardır. Tasavvuf, sûret-i şerîatten, hakîkat-i şerîate varmanın yoludur. Bütün bu tarikat - ma'rifet - hakîkat dediğimiz zincirin hedefi şeriat değilse, o zaman bu yol sapmış bir yoldur.
Teşekkür ederim efendim!.. 23
08 Emekli Haseki Eğitim Merkezi Uzmanlarından Halil Günenç
Soru 76 --- Tasavvuf Nedir?
Cevap : İslam şeriatı dört bölümden ibarettir.
1-Fıkıh.
2-Kelam.
3-Ahlak.
4-Tsavvuf.
Fıkıh helal ile haramı, sahih ile batılı açıklayan ilimdir. Konusu namaz, zekat, oruç, hacc, alış-veriş, vakıf, vasiyyet, feraiz, nikah, talak, hudud, hilafet gibi mükelleflerin fiil ve sözleridir.
Kelam, dini inançları isbatlamak için belgeleri srd ederek varid olan şüpheleri izale eden ilimdir. Konusu, Allah’ın zat ile sıfatları ve ahiret ahvalıdır.
Ahalak, iyi meziyetler edinmek, kötülerden korunmak için iyi ve çirkin davranış ve hususiyetleri inceleyen ilimdir. Konusu, cömertlik, cimrilik, müsamaha, intikam, isar-başkasını kendinden üstün tutma- ve hodgamlık. Güler yüzlülük ve suratın asık olmaması...
Tasavvuf; kemale ermek için ruhu, ibadet, zikir, ve fikir gibi şeylerle terbiye ettirip nefsi kalb hastalıklarından tezkiye etme yolunu gösteren ilimdir. Konusu, zikir, fikir, ahlak, riya, muhabbet, buğz, tevazu ve kibir, zühd, hırs, murakabe, mücahede, ve tevekkül gibi şeylerdir. Yukarda yapılan açıklamadan analaşıldığına göre şeriat dört dallı bir ağaçtır.
Şeriata (İslama) inanan herkesin mutlaka onun muhtevası olan bu dört dala da inanması gerekir. Çünkü ilm-i Kelama ait olan Allah ve sıfatlarına ve fıkha ait olan namaz ve oruca iman etmek gerektiği gibi tasavvufa ait olan zikir, fikir, ve ihlas gibi şeylere iman etmekte gerekir. Demek kelam ve fıkıh ilahi olduğu kadar tasavvuf da ilahidir. Zira Kur’an-ı Kerim kelam ve fıkıh meselelerinden söz ettiği gibi zikir, fikir ve ihlas gibi tasavvuf meselelerindende söz etmiştir....
Ancak herkes için bilinmesi gereken kelam ve fıkhi meseleleri öğrenmek zorunlu olduğu kadar tasavvufi meseleleri öğrenmek de zorunludur....
Kezalik bir kimse mutasavvıf olmak istiyorsa mutlaka bir mutasavvıf mürşidine devam etmesi lazımdır. 24
09 Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan
Allah'a hamd, Resûlüne salât ü selâm ile sözlerime başlarım.
İnsanın temel niteliği Allah'a kul olmaktır. Müslümanın önüne konulmuş hedef ise, her işinde ihsan kalitesini yakalamaktır. Tabiatıyla bu hedef, kulluğun bütün tezahürleri ve uygulamaları ile ilgilidir.
Dinimizde her alanda ulaşılması istenen kalite, ihsan kelimesiyle ifade edilmektedir. Bunun için İslâm standardının adı ve ortak terimi ihsan'dır. Bu tebliğimde Tasavvuf ve insandan çok, söz konusu ettiğim bu ihsan kalitesi üzerinde durmak istiyorum.
Her Konuda İhsan
Güzelliklerin her türlüsüne lâyık olarak yaratılmış insan, kendisinden beklenen seviye ve kalitede bir kişi olmak ve o çapta bir yaşayış ortaya koymakla yükümlüdür. Başıboş bir hayatı yaşama hakkına aslâ sahip değildir. Zira Şeddat bin Evs RA'ın rivayet ettiği bir hadisi şerifde Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Allah her konuda ihsanı emretmiştir. Binaenaleyh (meşru bir sebeple herhangi bir) canlıyı öldüreceğiniz zaman güzelce öldürün. Hayvan boğazlayacağınız zaman güzelce boğazlayın. Böyle bir işe girişecek olanınız bıçağını iyice bilesin ve keseceği hayvanı rahatlatsın." [1]
Bu demektir ki, günlük işlerden ibadetlere kadar her iş ve davranışta dinimizin aradığı kalite ihsan kalitesidir. Bu gerçeği hadisimizin ilk cümlesinde bulmaktayız: "Allah her konuda ihsanı emretmiştir." Tabiatıyla her bir konudaki ihsan, o konunun özellik ve gereklerine göre farklı yönleri olan bir ihsandır.
İyilik yapmak mânâsı da olduğu için ihsan, kelimesi çoğu kere infak ile eşanlamlı olarak değerlendirilmektedir. Oysa infak, tasadduk kelimesi gibi daha çok maddi yardımlar ve harcamalar için kullanıldığı halde; ihsan, maddî mânevî her çeşit iyilik, güzellik ve kaliteyi ifade etmektedir.
Öte yandan ihsan, iyiliği iyi yapmak, güzel yapmak, kaliteli ve seviyeli yapmak, --günümüzün moda ifadesiyle söyleyecek olursak-- standartlara uygun olarak yapmak anlamına gelmektedir. Yani müslüman infak da dahil, her işinde ihsan seviye ve kalitesini yakalamak durumundadır. Nitekim şu iki âyet-i kerime ihsanı bu çerçevede dikkatlerimize sunmaktadır:
"Gerçekten Allah, adaleti, ihsanı ve akrabâya ikrâmı emreder." [2]
"Allah yolunda infak ediniz. Kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayınız. İyilik yapınız (iyiliği iyi yapınız). Zira Allah ihsan sahiplerini sever." [3]
"Mutlak kemaline masruftur" kaidesince, bu ayetlerdeki ihsan, her konuda aranacak ve yakalanmaya çalışılacak kaliteyi anlatmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'de İhsan
Dinimizin her işte ve davranışta ihsan kelimesini esas kabul ettiğini Kur'anda geçen ifade ve deyimlerden de çıkarmak mümkündür. İşte birkaç örnek:
Karz-ı hasen [4], va'd-i hasen [5], belâ-ı hasen [6], üsve-i hasene [7], mev'ize-i hasene [8], ahsenu'l-hadîs [9], ahsenu'l-kasas [10], ahsen-i takvîm [11].
Yüce yaratıcı bizzat kendisi her şeyi pek güzel yarattığını [12], insanı da en mükemmel yaratılışa sahip kıldığını [13], iyi iş yapanları ya da yaptığını iyi yapanları sevdiğini [14] bildirmiştir.
Hadislerde İhsan
Hüsnü'l-İslam, hüsnü'l-belâ, hüsnü's-senâ, hüsnü'l-hulk, hüsnü'l-kelâm, hüsnü'r-re'y ve hüsnü's-savt gibi [15] hadislerde geçen ifadeler de hep aynı ihsan kalitesinin anlatımlarıdır. "Allah muhsindir, muhsinleri sever." [16] hadisi bu gerçeğin başka bir delilidir.
Sevgili Peygamberimiz Cebrail AS'ın sorusu üzerine ihsânı, "Allah'a, onu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen onu görmesen de o seni görmektedir." [17] diye tarif etmiştir. Bu tarif kul-rabb ilişkisinde kulluk standardı demektir. Siz buna ister ihlâs, ister huşu' deyiniz; anlatılacak olan hep kullukta ihsan kalitesidir.
İstanbul'un aziz misafiri Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretleri'nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte [18] Sevgili Peygamberimiz kullukta ihsan kalitesine ulaşmanın yolunu, "Namaza kalktığın zaman, onu son namazını kılan biri gibi kıl!" buyurmak suretiyle göstermiş olmaktadır.
Bir başka hadîs-i şerifte "İslam'ı ihlâs üzere, güzel, tertemiz yaşamaya niyet ve gayret edenler için bire on ölçüsünün yediyüz katına kadar arttırılarak uygulanacağı bildirilmektedir. [19] Bu da dinimizde, ihsan kalitesine ulaşma gayretlerine getirilmiş olan teşvik tedbiri ve başlı başına büyük bir ihsan ve ikramdır.
Hz. Peygamber bir başka hadisi şeriflerinde "Allah yaptığı işi güzel (sağlam ve mükemmel) yapanı sever" [20] buyurmuştur. Hayvan kesme işinde bile bir ihsan seviyesinin bulunduğu tesbitine ilâve olarak, kefeni güzel yapmak gerektiği [21], ölüye hiçbir faydası olmadığı halde dirilerin göz zevki için mezar toprağının bile iyice düzeltilmesi tavsiyesi [22], Peygamber Efendimiz'in her şeyde güzellik (ihsan) aradığının en çarpıcı belgeleridir. Onun temiz hayatı ve uygulamaları, yani sünneti seniyyesi "üsve-i hasene" (en güzel hayat modeli) olarak her konudaki güzelliğin, sadeliğin, ve estetiğin yegâne göstergesidir.
Bütün bunlar ve bunlara ilave edilebilecek birçok ayet ve hadisten anlaşılan, müslüman işinin en belirgin niteliğinin ihsan kalitesi olduğudur. Çünkü ihsan, İslâm standardıdır.
En Güzeli Ortaya Koyma Gayreti
Müslümanın işinin ihsan kalitesine ulaşması, temelde inanç ve davranış olarak en güzeli ortaya koyma niyet ve gayretine bağlıdır. Nitekim, "Sözü dinlerler ve en güzeline tabi olurlar." [23] ayeti, bu gerçeği genel nitelik olarak belirlemektedir. "En güzeli ortaya koyma niyet ve gayreti" hiç bir işi baştan sona, kolayına kaçarak yapma gibi tembel ve yolay bir tercih ile değil, her şeye hakkını verme, güzel yapma, en mükemmeli ortaya koyma disiplin ve sorumluluğuyla mümkündür. "Allah, yaptığı işi güzel yapanı sever." beyanı, müslümanlıktaki iş ve kalite disiplinini oluşturmak için yeterli teşvik ve tehdid unsurlarını bir arada tutmaktadır. Zira bir işi güzel yapmak demek, "Allah'a lâyık ve rızasına muvafık" bir işi, lâyık
olduğu, (yani standartlara uygun) şekilde yapmak demektir.
En güzeli ortaya koyma niyet ve gayreti, işi ehline vermek, ehli olmadığı işi üstlenmemek, üstesinden gelemediği, güzelce yerine getiremediği işi sırf bu sebeple terk etme gibi tavır alışları da beraberinde getirir. O halde müslümanı, "Sürekli mükemmele ulaşma cehdinde olan insan" diye tanımlamamız mümkündür. İşte bu cehd, standarda uygun bir hayatı yakalama yolunda ortaya konulmuş başlıbaşına bir ihsandır.
İhsanın Karşılığı
"Her şeyi kendine has özellikleri içinde en güzel şekilde yapmak" diye de ifade edebileceğimiz ihsanın elbette bir karşılığı olacaktır.
1. İhsan, zayi olmaz bir değerdir. Nitekim ayette "É Ve biz güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz" [24] buyurulmuştur.
2. İhsan, ihsanla karşılanır. Zira yine bir ayette açıkça ifade buyurulduğu gibi "İhsânın karşılığı da ihsandan başka bir şey değildir" [25].
3. İhsanın ihsandan ziyade karşılığı da vardır. Allah-u Teâlâ: "Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır." [26] buyurmaktadır.
Sonuç
İnsan en güzel varlıktır. Nitekim Allah-u Teâlâ: "Andolsun ki biz âdemoğullarını, üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır" [27] buyurmaktadır. Bu sebeple insanı insanlığından kaçmaya çağıran; yükselmesinin, insanlığı korumakla değil, ona isyan etmekle olacağını telkin eden hiç bir anlayış, bu âyette insana verildiği belirtilen "üstün izzet ve şeref" ile kabil-i te'lif değildir. Bunun için, Mevlânâ gibi bazı mutasavvıflar işe, insana insanlık şerefini hatırlatarak ve insanlıkla iftihar edilmesi gerektiğini vurgulayarak başlamışlardır.
İhsan, en güzel bir biçimde ve kabiliyette yaratılmış olan insanın, her işte ve davranışta ulaşması gerekli en üstün seviye ve kalitenin adıdır. Tasavvuf, o güzelin bu seviyeye yükselme yöntemidir. Tarikatlar da bu yöntemi değişik şekillerde uygulayan -- tabirimi mazur görünüz -- ruhî güzellik salonları durumundadır.
Güzellik salonlarına gitmeden de güzel olmak elbette mümkündür. Ancak işin uzmanları eliyle bilinçli ve kontrollü bir şekilde bu işi gerçekleştirmek herhalde daha isabetli bir yoldur. Ancak unutulmamalıdır ki, tasavvuf bir makyaj değildir. Bir disiplin bir eğitim ve bir tezkiyedir. Amacı, isteyenleri ihsan kalitesine eriştirmek, "hasüne islâmuh" denilecek bir noktaya getirmeye çalışmaktır.
Burada her arınmanın tasavvuf olmadığını da unutmamak gerekir. Arınma ancak, dinin ahkâmına uymayı hedeflerse tasavvuf olur Tasavvuf, İslâm bağından ve sorumluluğundan kurtularak keyfince yaşama serbestliğine kavuşma anlamında asla değerlendirilemez. Yaşayışı din tarafından kuşatılıp temizlenmemiş kişiler --iddiaları ne olursa olsun--mutlak bir yanılgı ve kalite kusuru içindedirler.
"İnsanı ihsâna ulaştırıcı her usûl denenmeye, her el öpülmeye, her yol yürünmeye, her önder takip edilmeye, her gayret takdir ve teşekküre değer." diye düşünüyorum.
Saygılarımla... 25
NOTLAR:
[1] Müslim, Sayd 57; Ebû Dâvûd, Edâhî 11, Tirmizî, Diyât 14; Nesâî, Dahâyâ 22, 26, 27; İbn Mâce, Zebâih 3; Dârimî,
Edâhî 10
[2] En-Nahl (16), 90
[3] El-Bakara (2),195
[4] Bk. el-Bakara (2), 245; el-Maide (5), 15; el-Hadîd (57), 11
[5] Bk. Tâhâ (20), 86
[6] Bk. el-Enfâl (8), 171
[7] Bk. el-Ahzâb (33), 21; el-Mümtehine (60), 4, 6
[8] Bk. en-Nahl (16), 125
[9] Bk. ez-Zümer (39),23
[10] Bk. Yusuf (12), 3
[11] Bk. et-Tîn (95), 4
[12] Bk. es-Secde (32), 7
[13] Bk. et-Tîn (95), 4
[14] Bk. el-Bakara (2), 195; el-Maide (5), 93
[15] Bk. Concordance, I, 467
[16] Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid V, 197 (Taberâni'den naklen)
[17] Müslim, Zikr 37; Ebû Davud, Edep 60; Tirmizî, Hudud 3; Kur'an 10; İbn Mâce, Mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel,
II, 252, 296, 500, 514
[18] Ahmed b. Hanbel, V, 412; İbn Mâce, Zühd 15; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübra, I, 370; Yorumu için bk. İ. L. Çakan, Eyüp Sultan Hazretlerinden Kırk Hadis, s. 75-78, (Marifet Yayınları, İstanbul, 1990).
[19] Bk. Müslim, İman 205
[20] Bk. Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, II, 286, 287
[21] Bk. Nesâî, Cenâiz 37
[22] Bk. Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, II, 287
[23] Ez-Zümer (39), 18
[24] Bk. Yusuf (12), 56
[25] Er-Rahman (55), 60
[26] Bk. Yunus (10), 26
[27] El-İsra (17), 70
10 Prof. Dr. Ebu’l-Alâ Afifi
Bize göre tasavvuf, İslam maneviyatının kendini gösterdiği en parlak sayfa olduğu ve gerek kelamcı ve filozofların yaptığı o kuru açıklamalara, gerekse fıkıhçıların ortaya koyduğu eksik lafzi açıklamalara karşılık bu dinin hem hisleri doyuran hem de kalbe gıda veren derin yorumu olduğu içindir ki, sufiyye tabakasının din, Allah ve kainat karşısındaki tavırlarını ki, bu tavır, sufilerin memnun olduğu, gönüllerinin rahat ettiği ve başka şekilde değil, sadece o şekilde tanınmak istedikleri tavırlardır anahatları ile sunan portrenin temel ilkelerinin ortaya koymak amacı ile bu eseri kaleme aldık. Ve bu tavrı İslamda Manevi Devrim diye adlandırdık. Çünkü tasavvuf, fakih, kelamcı ve filozofların tarif ettiği İslami kavram ve kuralları farklı bir şekilde ele almıştır. İslam öğretilerine bazı insanların doğru kavradığı bazılarının da yanlış anladığı yepyeni bir ruh kazandıran, bu devrimdir. 26
11 Prof. Dr. Nazif Gürdoğan
Tasavvuf, --Sezai Karakoç'un deyişiyle-- "Allah önünde her varı yok görmenin yoludur." Bütün bir hayatı tüketime ayarlayanlar, önünde ya da sonunda, büyük çöküntüyle karşı karşıya gelirler. Çünkü, kim dünyadan sınırsız isteklerini karşılamak için gerçek ihtiyacından daha fazlasını alırsa, farkında olmadan, ölüm sebebini almış olur.
Tasavvuf, en genel anlamıyla, müslümanların az yemesini, az konuşmasını ve az uyumasını öğrenmeleridir. Az uyumasını, az yemesini ve az konuşmasını öğrenenler, alan el değil veren el olmasını da kolaylıkla başarabilirler. Aslında veren el olmasını başaranlar, İslâm'ın ana ilkeleriyle sınirsız isteklerini dizginleyebilenlerdir. O zaman ekonomi gerçek ihtiyaçların karşılanmasına yönelerek, hayatın devam etmesinin vazgeçilmez bir aracına dönüşür. Böylece tasavvufun getirdiği yaşama biçiminde, sınırsız istekler ile gerçek ihtiyaçlar arasında eşsiz bir denge kurulur.
Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de tasavvufun yolu, kötü niyetliler tarafından istismar edilebilir. Ancak tasavvuf istismar ediliyor diye, insanın gönlünün zenginleştirilmesinin bir yolu olan tasavvufu, hepten yok saymak mümkün değildir. Çünkü hiç bir müslüman, ayetler yanlış anlaşılıyor diye Kur'an'dan uzak kalamaz. Allah ve Rasûlü'nün sevgisiyle dolmayan gönüller, sınırsız isteklerle güç ve yoğunluk kazanan dünya sevgisiyle dolar. Onlar da Mevlânâ'nın ünlü benzetmesinde olduğu gibi, hayat gemisinin yüzmesine değil batmasına yolaçarlar.
İslâm, Yahya Kemal'in benzetmesiyle, bir cihad medeniyetidir. Cihadın bir yönü içe, bir yönü de dışa dönüktür. Güç olan cihadın içe dönük yönüdür. İç dünyasını güzelleştiremeyenler, dış dünyalarını güzelleştiremezler. Tesbih çekmesini bilmeyenler, silah çekmesini bilmezler. Çünkü tesbih çekmek en kolay; en kolayı başaramayanlar, en zorunu daha zor başarırlar. O yüzden insanlar belirli bir iç dünyanın eğitiminden geçmeden kitap ve sünneti İslamın temel kaynaklarını, hayatlarına geçirmekte zorluk çekebilirler.
İç dünyanın zenginleştirilmesinin ışığı Mesnevî'de, dış dünyanın zenginleştirilmesinin ışığı da Mukaddime'dedir. Ancak onlar bir bütündür. Kur'an ve Sünnet'in çizdiği çerçeve içinde, biri diğerini zenginleştirerek, inanan insana büyük bir dinamizm kazandırırlar. Hayatın her alanında, inanan bir insandan daha verimli bir kaynak ve daha vurucu bir silâh yoktur.
Ekonominin bütün bir hayatın odak noktasına yerleştirilmesinin sonucu ortaya çıkan sınırsız istekleri dizginlemenin eşsiz araçlarından biri oruçtur. Oruç, müslümanlarda gözü olduğu kadar gönlü de doyurmanın eylemidir. Açgözlülük oruçla giderilir.
Bu yüzden tasavvufta, ramazan ayı dışında da haftada en azından iki gün oruç tutma vazgeçilmez bir yer tutar. Çoğu kez, gün aşırı olmak üzere, Davud Peygamber orucu önerilir. Böylece sınırsız isteklerin önü oruçla kesilir. Müslümanlar, yılda bir ay olan orucu, tasavvufta olduğu gibi bütün bir yıla yayarlarsa, günlük yaşantı eşsiz bir dönüşüme uğrayarak, akılalmaz bir biçimde yalınlaşır. Her alanda yaşanan kaos, büyük olçüde ortadan kalkar.
Tasavvufun değiştiri ve dönüştürü potasında tek tek olgunlaşan, yeri ve zamanı gelince hep birlikte gün aşırı oruç tutmasını bilenler, gerçekten dünyayı değiştirecek gücü ele geçirirler. Aslında müşlümanlar, ellerindeki oruç gibi silahı etkili bir biçimde kullanabilirlerse, dünya ekonomisinin yönünü ve yoğunluğunu büyük ölçüde değiştirebilirler.
Herkes bilir ki, tüketilmeyen bir ürünün en güçlü bir ekonomi içinde bile üretilmesinin ekonomik açıdan hiç bir anlamı yoktur. Çünkü, gelişmiş ekonomilerde üretim gerçek ihtiyaçları karşılamaktan daha çok, sınırsız istekleri tatmin etmeye dönüktür. Oruçla sınırsız isteklerin önünün kesildiği bir toplumda, ekonomi gerçek ihtiyaçları karşılama bilimi olmak zorunda kalır.
Günün insanı, isteklerinin peşinde koşarak, Allah'tan habersiz iç dünyasını zenginleştireceğini sanıyor. Oysa iç dünyanın olgunlaşması Peygamber sevgisiyle silahlanmayı gerektirir. Peygamber sevgisiyle silahlanmayan insanların, kendilerini, çevrelerini ve toplumlarını değiştirmeleri mümkün değildir.
Sınırsız isteklerin bütün bir insanlığı ana sütünün bir çocuğu çektiği gibi peşinden surüklediği, ekonomik yapının dışına çıkabilmek için, tasavvufun yolu içinde olgunlaşarak, gerçek ihtiyaçların bilincine varmak gerekir. O zaman, insan ekonomiye değil ekonomi insana hizmet eder hale gelecektir. Böyle bir yapıda müşlümanlar dünyanın peşinden koşmaz, dünya müslümanların ardından gelir. 27
12 Prof. Dr. Ali Rıza TEMEL
Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ rasûlinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Efendim, evvelâ hürmetlerimi, selâmlarımı ve saygılarımı arz ederim!
İhsan Hocamız'ın konusundan bizim konuya geçerken, yumuşak bir geçiş yapmakta fayda var... Gerçekte, zafer ve hezimet insanın içinde başlıyor. Ve cihad meydandan evvel kazanılıyor. O bir neticedir. Hani bir boksörün veya pehlivanın mindere çıkmadan evvel idman yapması, kendisine mindere hazırlaması nasıl şartsa; insanın da kendisini cihad için techiz etmesi gerekiyor. Tasavvuf da zâten, insanın fiilen cihadı... biz bu mukatele olayı ayrı Mücâhede olayı, sadece kılıç hadisesi değil; topyekün İslâm'ın, gerçeğin, hakîkatin yücelmesi için gayret ortaya koyma hadisesidir.
Bir insan en basitinden, diyelim ki öfkesine galip gelemiyorsa veya güneş doğmadan sabah kalkamıyorsa, arzularına hakim olamıyorsa; zaten mağlub adamdır. Bunun cihad etmesi mümkün değildir. Yani nefisle cihad, zaafların yenilmesi ve kendini bir işe, bir mücadeleye hazırlama hadisesidir. Şarz olayıdır.
Rasûlüllah Efendimiz'in bile, fiilen tebliğ işine başlamadan bir hazırlık dönemi vardır. O gece namazları, teheccüdler..."Biz sana çok ağır bir söz yükleyeceğiz." diye bildirilen, bir büyük mücadelenin hazırlık dönemiydi. Bu ruhu şarz olayı, bir birikim olayı, düşmanla savaşabilecek duruma gelme olayı...
Biz büyük sufîlere bakıyoruz; meselâ, Hasan-ı Basrî Hazretleri'nin Haccac ile olan bir hadisesi var... Haccac-ı Zâlim herkese dehşet salıyor; ama, Hasan-ı Basri Hazretleri susmuyormuş. Onu susturamıyormuş. Hasan-ı Basrî Hazretleri sufidir. Demişler:
"--Efendim sizin sözünüz herkese geçiyor da, Hasan-ı Basrî'ye geçmiyor mu?.."
"--Geçmiyor!" demiş.
"--Neden geçmiyor?"
"--Çünkü bizim onun dinine ihtiyacımız var; ama, onun bizim dünyamıza ihtiyacı yok... Neyle susturacağız adamı?..
Mesele bu... Satın alınamayacak noktaya gelmek. İnsana bu şeyi kim kazandırır?.. Tasavvuf kazandırır.
Hindistan'da cereyan eden bir olay var: Bir yerin valisi zalim... Bir de şeyh efendi var; onun zulmüne bayrak açıyor, tenkid ediyor. Ziyarete gelmiş vali efendi... Efendim işte konuştuktan sonra, ona rüşvet verecek, susturmak için. Şeyh Efendi anlamış bunu tabi. Edebli olduğu halde, ayağını hiçbir yerde uzatmadığı halde, orada uzatmış valinin yanında...Vali de çıkarmış, bir kese altın sunmuş şeyhe... Şeyh efendinin sözü şu: "Ayağını uzatan, elini uzatmaz! Böyle satın alınacak adam değiliz biz!.."
Şeyh Şamil mücadele etmiş; kitabsız, ilimsiz değil... On deve yükü kitabını, on sene oradan oraya taşımış. Allah güç kuvvet versin, bugün Çeçenistan'da, Dağıstan'da yaşayanlar Şeyh Şamil'in torunlarıdır. Onların çoğu sufidir. Çoğu diyorum bakın, yüzde elliden fazlası, belki yüzde sekseni... Onlardan 30 talebe geldi, bizim Haseki'ye... Biz iki ay kadar derse gittik onlara... Otuzun yarısı Kadirî, yarısı Nakşî idi. Oralardaki İslam ruhunu ve komünistlere karşı kendi varlıklarını, istiklâllerini muhafaza ettiren güç, bu tasavvuf gücüdür. Öyle uyuşukluk miskinlik hadisesi değil... Bu bir dinamizm, güç, moral hadisesidir. Yoksa, bu sadece kelime-i tevhidi söylemek, şu kadar şunu söylemek meselesi değildir.
Şuur ve zevkine ererek İslâm'ı halisâne şekilde yaşama mesleği olan tasavvuf; Kur'an-ı Kerîm gerçeklerini ve Hazret-i Peygamber'in örnek hayatını ferdî ve toplumsal hayatımıza aktarmayı hedeflemektedir. Tasavvufun dayandığı prensipler tamamen Kur'an ve sünnetten alınmadır. Kur'an ve sünnete aykırı olan bir sufîliğin, düşünülmesi bile mümkün değildir. Toplumda tasavvuf adına yapılan İslâm dışı hareketlerle, gerçek tasavvufun bir ilgisi olamaz.
Esasen tasavuf büyükleri, kitap ve sünnetle bağdaşmayan sözde tasavvuftan şiddetle sakındırmışlar, zahire uygun olamayan batın iddialarını reddetmişlerdir. Bu konuda bazı büyüklerin sözlerini nakletmekte fayda vardır:
Sehl bin Abdullah der ki: "Kitap ve sünnetin kabul etmediği bütün vecd halleri bâtıldır. [1]
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber'in izinden gidenler hariç, tarikatlar bütün halka kapalıdır."
Ebu Hamza el-Horasanî de aynı şeyi söylemektedir: "Hz. Peygamber SAS'in davranış, söz ve hallerine tâbî olmanın dışında Allah'a giden bir yol yoktur."[2]
Ebul Kasım el-Kuşeyrî de şöyle demiştir: "Tasavvuf büyükleri, şeriatı yüce tutma esasında birleşmişlerdir. Riyâzat yoluna girmekle ma'rufdurlar. Din adabından herhangi birine muhalefet etmeksizin, sünnete tabi olmaktadırlar. Şu hususta da ittifak etmişlerdir ki, dinin emirlerini uygulamaktan, nefsin arzularına karşı savaşmaktan geri duranlar ve dinini vera' ve takvâ esasına bina etmeyenler, söyledikleri şeylerde Allah'a iftira etmişler ve fitneye düşmüşlerdir. Bunların bâtıllarına uyup aldananlar da helâk olmuşlardır." [3]
İmam Sühreverdi sufîlerin sünnete ittibaları konusunda şunları söylemektedir: "Sufiler diğer müslümanlar arasında Rasûlüllah'a tam mânâsıyla tabi olmakta en muvaffak olanlardır. Çünkü onlar, Peygamberin sözlerine kayıtsız şartsız boyun eğdikleri gibi, onun emirlerini harfiyyen yerine getirdiler ve yasakladığı yerde durdular. Nitekim Allah-u Teâlâ, 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan sakının!' buyurmuştur. [4]
Onlar da amellerinde, rızıklarında ibadetlerindeki içtihadlarında, teheccüdlerinde, namaz ve oruçtaki nafilelerde ve daha pek çok meselede Resulullah SAS'in izinden gitmişler; söz ve davranışları ile ona uymanın bereketleriyle rızıklanmışlar; haya, hilm, avf, müsamaha, şefkat ve merhamet, sohbet ve latife, ve tevazû gibi ahlâkî özellikleriyle ahlâklanmışlardır. Yine onun, haşyet, sekînet, ta'zim, rızâ, sabr, zühd ve tevekkül gibi çeşitli hallerinden pay alarak bereket kazanırlar. Bu suretle Efendimiz'e tam mânâsıyla uymanın bütün yönlerinden tümüyle istifade ettiler ve sünneti gerçek mânâsıyla yaşayıp ihyâ ettiler." [5]
Kitap ve sünnete uygun hayatı en canlı yaşayanlar, farzlar yanında vacip ve nafileler hususunda en fazla titizlik gösterenler sofilerdir. Şekil ve merasimlere takılıp kalmayan tasavvuf, İslâm'ın gerçek ve canlı mânâda bir uygulamasıdır. Zaten tasavvuf ıstılahlarının pek çoğu Kur'an ve sünnetten alınmıştır. Tezkiye, zikir, tevekkül, zühd, kanaat, tefvîz-i umur, rabbânilik, fakr, ihsan, mücâhede, ilm-i ledün, îsâr gibi tabirler Kur'an ve sünnet tabirleridir. 28
NOTLAR:
[1] Suhreverdi, Avarif. Sh. 63. İst. Vefa Yaıncılık, tercüme, H. K. Yılmaz, İ. Gündüz.
[2] Et-Tefsirus-Sufi fil-Kur'an, Abdul Kadir A. Ata, sh. 38, Mısır, 1969
[3] Et-Tefsirus-Sufi fil-Kur'an, sh. 39
[4] Kur'anı Kerim, Haşr: 7
[5] Avarif, sh 57
13 Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz
Tasavvuf, islami hayatın ve kültürümüzün bir parçasıdır. Ortaya çıkışından bu yana daima ilgi odağı olmuştur... 29
Tasavvufun sosyal müessesesi olan tekkeler ve eğitim kurumu sayılan tarikatlar, bu yüzyılın başından beri islam ülkelerinin bir kısmında devlet eliyle toplum hayatının dışına itilmeye çalışılmışsa da, halkın bu müesseselere ilgisi hiç azalmamıştır. Özellikle batı’da ve Amerika’da tasavvufun hem tarikat boyutundaki eğitim tarzı, hem de düşünce planındaki üslubu ilgi odağı olmaya devam ediyor...30
Tasavvuf; İslam’ın ruh hayatı ve İslam Peygamberi’nin şahsında temsil ettiği manevi otoritenin müesseseleşmiş ve günümüze kadar yaygınlaşarak gelmiş şeklidir... 31
Tasavvuf; İslami ilimlerin zirve noktası, zübdesi ve özü olarak ifade edilmiştir. Tasavvufun “hal” olarak adlandırılan “manevi tecrübe” yönü, bu işin zevk ve haz tarafıdır. 32
Tasavvufun Temeli Kur’an ve sünnettir. Çünkü Kur’an ilahi emirlerin yazılı bir metni, Peygamber (s.a.) de onun uygulayıcı bir modelidir. Bu yüzden sufiler, Hz. Peygamber’in Kur’an’ı uygulaması demek olan sünnetine büyük önem vermişlerdir.33
Ahlak: “Güzel huy ve davranışların insanda herhangi bir zorlamaya gerek kalmadan “meleke” halinde yerleşmesi” diye tanımlanmaktadır. Tasavvuf ilminin gayesi ise “ahlak-ı mahmudeyi celb, ahlak-ı mezmumeyi def dir”; yani kötü sıfatlardan arınmak ve iyi huylara bezenmektir. 34
Tasavvuf, insanın Allah ile, insanlarla ve dünya ile ilişkilerinde taşıdığı veya taşıması gereken manevi duygulardır. Tasavvufun adı ve kurumsallaşması, her ne kadar bir takım tartışmalara konu edilse bile, muhtevası hususunda herhangi bir şüphe ve endişe yoktur. 35
İnsanın Allah ile ilişkileri bahsinde Kur’an’ın tarif ettiği takva tasavvufun sebebi vücududur dense sezadır. 36
Tasavvuf, genellikle siyasi, ilmi ve manevi olmak üzere Hz. Peygamberin şahsinda toplanan, üç otoriteden manevi olanının devamı olarak görülür. Yani tasavvuf erbabı, bir bakıma Hz. Peygamberin tebliğ ve irşad görevini devam ettirmek ve halkı Hakka çağırmakla yükümlüdürler. 37
Tasavvufi terbiyenin amacı açıktır: İnsanları kabiliyet ve yeteneklerine göre ya Allah dostu; evliya yapmak, yada eşkıya olmaktan korumaktır. 38
14 Prof. Dr. Süleyman Uludağ
Tasavvuf iki bölümden ibarettir: Amel, ilim.
İbadet, taat, takva, vera, zühd ve ahlak adı verilen “amel” tasavvufun başlangıç ve hareket noktasıdır. Marifet, irfan, ilham, keşf, hikmet, sır ve hakikat adı verilen “ilim” tasavvufun gayesidir. Zühd ve riyazet esasına göre hareket eden sufinin kalp tasfiyesi neticesinde ruhuna, “marifet” adı verilen bilgiler doğduğuna göre amel sebep, bilgi onun neticesidir. Zühd vasıta, ilim gayedir. Bu bilgiler ne akıl nede nakille öğrenilir. Sadece keşf ile elde edilir. Onun için marifet ve hakikat adı verilen mistik bilgiler, sufilere mahsustur. Zahir uleması bunu bilmez. Tahakkuk ve taahhüd adı da verilen tasavvufun bu yönü çok ehemmiyetlidir. İslam’da sadece marifete dayanan amelsiz ve ibadetsiz bir tasavvuf mümkün değidir. Fakat marifet derecesine ulaşmayan bir zühd hareketi de tasavvuf değildir. 39
15 Prof. Dr. Osman Türer
Asırlar boyu İslam dünyasında mevcudiyetini koruyan ve insanları pek çok yönden etkileyen en önemli akımlardan biriside Tasavvuftur. 40
İslam ilimleri içerisinde tasavvuf ilminin müstesna bir yeri vardır. Kaynağını bu ilimden alan ve tasavvuf düşüncesinin toplum içerisinde müesseseleşmiş sosyal, dini ve kültürel kurumlarını oluşturan tarikatlar da İslam kültür ve düşünce tarihinde önemli bir yer işgal etmektedir. 41
Son olarak şunu da belirtelim ki, yapısı gereği hassas ve aynı zamanda istismara müsait olan tasavvuf içerisinde, ilk devirlerden bu tarafa zaman zaman sapmalar olmuş, tasavvufi görünüm altında bir takım batıl zümreler ortaya çıkmıştır. İlk devirlerdeki Batınılik ve İbahilik hareketleriyle, sonraki dönemlerde görülen Hurufilik, Kalenderilik ve Bektaşilik hareketlerini bunlara örnek olarak verebiliriz. Ancak, bunlar Tasavvufun güçlü temsilcilerinin gayretleri sayesinde bertaraf edilerek tasavvufun asli mecrasından saptırılmasına fırsat verilmemiştir. İlk devirlerden bu tarafa sünnilik vasfını önemli ölçüde korumuş olan tasavvuf ve tarikatlar, sünni islamın batıni ve sırri yönüne daha çok önem veren tavrıyla, batıni ve şii hareketlerin sünni çevrelere nüfuz etmesine engel olmak gibi çok önemli bir fonksiyonu da icra etmiştir. 42
16 Prof. Dr. Mustafa Kara
İslam dünyasında ortaya çıkan mistik deruni hayata, ruhani fikir ve hareketlere tasavvuf adı verilmektedir. 43
Tasavvuf bir gönül terbiyesidir. Gönül de insanda bulunduğu için tasavvufun konusu insandır, gayesi ise onun kalbi yönünü eğiterek, olgunlaştırarak kemal derecesine ulaştırmaktır denilebilir. Bu noktaya ulaşan kimseye insan-ı kamil, mürşid-i kamil denir. 44
Bilindiği gibi islami ilimler ilk yıllarda bir bütündü; fıkıh, tefsir, kelam, tasavvuf gibi bölümlere ayrılmış değildi. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu açıdan meseleye bakınca “tasavvuf Hz. Peygamber devrinde yoktu, batıldır, bid’attır” şeklinde ileri sürülen tez kendiliğinden çürümektedir. Çünkü bugünkü şekliyle bir tefsir, bir kelam, bir hadis de asr-ı saadette yoktu, kelam ve fıkıh mezhepleri mevcut değildi.
Daha sonraki asırlarda islam mütefekkirleri çeşitli sebeplerle Kur’an-ı Kerim ve hadislerin ışığında düşüncelerini ortaya koymuş ve tartışmışlardır. Bu tartışmalardan hukukla ilgili ılanlar fıkhın, Kur’an ayetleriyle ilgili olanlar tefsirin, ruhi eğitim, insan-eşya münasebetleri ile ilgili olanlar da zühd ve tasavvufun temelini teşkil etmiştir. Bu çalışmalar, ortaya çıkan mezhep ve meşreplerin parelelinde tekamül göstermiştir. 45
Gazali ise İlcamu’l-avam adlı eserinde tasavvufi ilmin zararlı olduğu şeklindeki iddiayı şöyle çürütmektedir: “Et bebekler için zararlı, büyükler için faydalıdır. Dalgıç denize girer inci çıkarır, yüzme bilmeyen birinin bunu yapması ise felakettir. Tıpkı bunun gibi arifler için çok faydalı olan ilahi sırlar ve yüksek marifetler halk için zararlıdır.” 46
Genelde sufiler, başta fıkıh ve fıkıh usulü olmak üzere dini-şeri ilimlerin öğrenilmesini şart olarak görmüşlerdir. Onların tenkit ettiği, satırlarda yazılı olan bu ilimlere takılıp kalmak, ideal olarak bu ilimleri kabul etmek, daha ilerisine geçememektir. 47
İslam düşünce, kültür ve medeniyetinin önemli bir bölümünü meydana getiren tasavvufi düşüncenin esasları da Kur’an-ı Kerimden alınmıştır. Bu düşünce , tarihi seyri içinde takip edildiği zaman diğer ilim, medeniyet ve kültürlerle münasebet kurduğunu görmek mümkündür. Fakat bir derviş için hepsinden önemlisi Kur’an-ı Kerimdir, onun tesbit ve tavsiyeleridir.
Sufi zikir ve vird olarak Kur’an-ı Kerim-i okur, okurken tefekkür eder, ayetlerin mana ve sırları üzerinde düşünür ve yeni yorumlar getirir. BU tefekkürle kendi manevi hayatını da geliştirir ve kemale doğru ilerler. Kemale doğru ilerledikçe gönül dünyası da derinlik kazanır ve tatmin bulur. 48
17 Prof. Dr. İrfan Gündüz
İştikakı münakaşalı bir kelime olan tasavvuf; gerçekte kaynağını Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den alan, prensip ve ıstılahlarını bu iki ana mesnede istinad ettirerek vücud bulan bir ilim dalıdır. 49
Tasavvuf; gönlü ve kalbi Hakk’ın dışındaki bütün ilgi ve alakalardan temizlemek, kişinin gönül nıktasından başlayarak iç-dış bütün hayatını kuşatan bir çerçevede devam etmek üzere, diri bir Allah şuuru ve keskin bir ilahi zevk duygusuna bürünüp Hakk’tan bir an bile gafletin bulunmadığı islami bir hassasiyete sahip olmak demektir. 50
İşte tasavvuf, bizi gaflete düşüren ve masiva denilen bu tür ilgi ve alakalardan kopararak “Ne ticaret ne de alış-verişin Allah’tan alıkoyamadığı insanlar” seviyesine yükseltmek, ruhu, nefsin, heva ve hevesin getirdiği gafletten tasfiye ederek, kurtarmaktır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimizin isminin Mustafa olması, diğer peygamberler için de “ıstafa, yestafi, estafi” gibi tasavvuf kökünden türetilen kelimelerin sıfat olarak kullanılması, tasavvufun menşei bakımından düşünülmeli ve onun ne kadar yerli ve İslami olduğu anlaşılmalıdır. 51
Demek oluyorki tasavvuf, ahlaki ve ruhi bir tasfiye yolu, tarikatlarsa bir tasfiye ocağıdır.52
18 Ma’ruf el Kerhi öl. 200/815
Tasavvuf, hakikatleri almak, insanların ellerinde bulunan şeylere gönül bağlamamaktır. 53 54 55
Hakikatleri almak, halkın elinde bulunanlardan ümidi kesmektir. 56
Tasavvuf, eşyanın hakikatına bakıp, halkın bildiğini terketmektir. 57
19 Ebu Süleyman Darani öl. 215/830
Nice defalar sufiler taifesine mahsus bir nükte ve hikmet kalbime düşer de Kitap ve Sünnet’ten iki adil şahit bunun doğruluğuna şahitlik etmedikçe, bunları günlerce kabul etmem. 58
Tasavvuf, sufinin üzerinde Allah Teala’dan başka, kimsenin bilmediği bir takım fiillerin cari olması, ve Allah’dan başka kimsenin bilmediği şekilde Allah’la olmasıdır. 59
20 Ahmed b. Ebu’l Havari öl. 230/844
Dünyaya arzu ve sevgi gözüyle bakanın kalbinden Allah zühd ve yakin nurunu söküp atar. Resulullah’ın sünnetine tabi olmaksızın amel edenin ameli batıldır. Ağlamanın faziletlisi, şeriata uygun olmayanamellerle tüketilen ömür üzerine kulun ağlamasıdır. Allah bir kulunu gaflet ve kasvetten daha beter bir şeyle imtihan etmemiştir. 60
21 Hatemül Asamm öl. 237/851
Bizim bu tasavvuf mezhebimize giren, ölümün şu dört nevini kendine mal etsin: Beyaz ölüm, bu açlıktır; Kara ölüm, bu halkın eza ve cefasına tahammüldür; Kızıl ölüm, bu heva ve hevese karşı koyarkenher nevi şaibeden uzak halis ameldir; Yeşil ölüm, bu yama üzerine yama atılmış hırka giymektir. 61
22 Haris Muhasibi öl. 243/857
Bir kimse batınını murakabe ve ihalsla sağlamlaştırırsa Allah onun zahirini mücahede ve sünnete tabi olma hali ile süsler. 62
23 Seri es-Sakati öl.251/865
Tasavvuf güzel ahlaktır. Tasavvuf üç manayı içine alan bir isimdir: a)Ma’rifetin nuru vera’ın nurunu söndürmez. b) Kitap ve sünnetin zahirine muhalif olacak şekilde ilm-i batından bir söz ile konuşmaz. c) Kerametleri, kendisini Allah’ın mahrem olan sırlarını belirtmeye teşvik etmez. 63
Tasavvuf üç mananın adıdır: Sufinin marifet nuru vera nurunu söndürmez. İrfanı arttıkça ameli fazlalaşır. Kitap ve sünnetin zahirine aykırı düşecek batıni bir ilimden dem vurmaz. Kerametlere sahip oluşu Allah’ın mahremiyet sırlarını ifşa etmesine yol açmaz. 64
24 Bayezid-i Bistami öl. 234/848 – 261/874
İşittin mi aceb şol Bayezidi
O aynu’l-arifin olan feridi
Yanında öğdüler bir şahsı hayli
Onu görmeğe etti kalbi meyli
Varub onu ıraktan baktı gördü
ki Ol er kıbleden yana tükürdi
Edeb terk edip çün ol böyle etti
Görüp şeyh onu koyüb döndü gitti
Dilersen seni kabul ede Rab
Mueddeb ol, mueddeb ol, mueddeb.
Aziz Mahmud Hüdai
Nefsi kulluk alanına almak, kalbi Rabba bağlamak, güzel olan her huyu uygulamak, tümüyle Allah’a nazar etmektir.
Tasavvuf (hizmet ve gayret) kemeri kuşanmak ve bedeni disiplin altına almaktır.
Tasavvuf, şaşaalı bir nur olup gözlere çarptığı zaman görülür.
Sufiler, Hakk’ın kucağındaki bebeklerdir. Bakımı ona aittir.
Sufi bir elinde Kur’an, bir elinde sünnet, bir gözü cennette, öbür gözü cehennemde olduğu halde sadece Hakk’ı isteyen kimsedir. 65
25 Sehl b. Abdillah Et-Tüsteri öl. 281/894
Tasavvufun aslı kitap ve sünnete yapışmak, heva heves ve bid’atları terktir. 66
26 Ebu Hafs el-Haddad öl. 270/883
Tasavvuf tamamen edepten ibarettir. 67
Edepten ibarettir.(Her makamın bir edebi vardır.) 68
27 Amr b. Osman Mekki öl. 291/903
Kulun, her vakitte, o vakit içinde yapılması en uygun olan amel ve ibadetle meşgul olmasıdır. 69
28 Ebu’l Hüseyin en-Nuri öl. 295/907
Tasavvuf nefsin bütün isteklerini ve zevklerini terketmektir. 70
Makamı yaymak ve kıyama hazır olmaktır. Nefsin nasibini terketmek Hakk’ın nasibini aramaktır. Hürriyettir, fütüvvettir, cömertliktir. Unvan ve bilgi işi değil, ahlaktan ibarettir. 71
Tasavvuf nefsin tüm haz ve arzularını terk etmektir. Zamanımızda en aziz olan iki şey var. İlmi ile amel eden alim, hakikatı anlatan arif. 72
Tasavvuf, Hakk’ın ahlakıyla mütehalli olmaktır. 73
Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hakk’dan nasibini istemektir. 74
29 Semnun Muhib öl. 297/909
Hiçbir şeye sahip olmaman, hiçbir şeyin de sana sahip olmamasıdır. Cömertlik, fakr ve hürriyetdir. Nefse kul şeytana zebun olmamaktır. 75
Tasavvuf, hiçbir şeye malik olmamak ve bir malında esiri bulunmamaktır. 76
30 Cüneyd-i Bağdadi öl. 297/909-298/910
Tasavvuf, Hakk’ın seni senden öldürmesi ve seni kendisi ile diriltmesidir. 77
Sulhü olmayan bir savaştır. Dağınık olmayan zihinle Allah’ı zikretmek sema ile vecd-e gelmek, sünnete uygun bir şekilde amel etmek, maddi şeylerden ilgiyi keserek Allah ile beraber olmaktır. Vakitleri muhafaza etmektir.Hakk’ın seni senden öldürmesi kendisi ile diriltmesidir.Halka uyma kirinden arınmak, süfli huylardan ayrılmak, beşeri ve adi vasıfları söndürmek, nefsani davalardan uzaklaşmak, ruhani vasıflar kazanmaya gayret etmek, hakiki ilimlere sarılmak, daima en uygun olana göre hareket etmektir. Her kese nasihatte bulunmak, Allah’a elest bezminde verilen söz üzerinde samimiyetle durmak, Rasulullah’a ve şeriatine uymak. Kulun içinde oturduğu bir sıfattır. 78
Biz şu tasavvufu dedikodu ile tahsil etmedik, aç kalmak, dünyayı terk etmek, hoşa giden ve alışılan şeyleri kesinlikle bırakmak suretiyle tahsil ettik. 79
Kur’an ezberlemeyen ve hadis yazmayan kimselere tasavvuf yolunda tabi olunmaz. Çünkü bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet’le mukayyettir. 80
Masiva ile alakayı terkederek Allah ile olmaktır. 81 82
31 Mümşad Dineveri öl. 299/911
Masivadan uzak kalmak, bilinmeyeni tercih etmek, hayırlı olmayan şeylerden sakınmak. 83
32 Ruveym öl. 303/915
Tasavvuf, nefsi Allah’ın muradına terketmektir. Tasavvuf üç haslet üzerine kurulmuştur: Fakr ve iftikara yapışmak, Allah yolunda bolca verip, başkasını kendine tercih etmek, taarruz ihtiyarı terketmemek. 84
Kendini Allah’ın murad ettiği şey üzerine bırakıvermen, O’nun iradesine mutlak olarak teslim olmandır. Üç esas üzerine kurulmuştur: fakr; Allah’a muhtaç olma esasına yapışmak, bezl, isar ve cömertliği gerçekleştirerek bunu kendi vasfı haline getirmek, Allah’a teslim olarak itiraz ve ihtiyarı terketmektir. Canını bağışlamaktır. Bunu yamadınsa sufilerin hezeyanlarıyla hiç uğraşma. 85
Tasavvuf, üç haslet üzerine kurulmuştur: Birincisi fakr duygusuna bağlı olmak, ikincisi bezl ve isarı gerçekleştirmek, üçüncüsü başkalarının işlerine ve hallerine karışmamak, iradeyi terk etmektir. 86
33 Nasrabazi öl. 307/977
Kitap ve sünnete dört elle sarılmak, heva – heves ve bidatlere tabi olmamak, şeyhlere hürmet etmeye büyük değer vermek, halkın özürlerini kabul etmek, vird ve zikre devam etmek, ruhsat ve te’villere göre hareket etmeyi terk etmektir. 87
34 Ceriri öl. 311/923
Güzel ve iyi olan bütün huylara sahip olmak, çirkin ve adi huyların hepsinden sıyrılmaktır. Halleri murakabe etmek, edebe sıkı şekilde sarılmaktır. 88
35 Ebu Amr Dımışki öl. 320/931
Alemi noksan görmektir. Hatta aleme karşı gözleri kapatıp noksan olmayan varlığı müşahade etmektir. 89
Tasavvuf, alemi başdan başa noksan görmek, ve her noksandan münezzeh olanın müşahadesi için gözlerini bütün noksanlarından yummandır. 90
36 Ebu Ali Ruzbari öl. 322/933
Baştan sona ciddiyetten ibarettir. Ona şaka nevinden hiçbir şey karıştırmayınız. Kovsa dahi sevgilinin kapısı önünde diz çökmek ve oradan ayrılmamaktır. 91
Bizim bu mezhebimiz baştan sona ciddiyettir.ona şaka namına bir şey karıştırmayınız.92
37 Müzeyyin öl. 328/939
Hakk’a boyun eğmektir. Şeriatin ahkamı önünde eğilmek ve ona riayettir. 93
Tasavvuf, Hakk’a inkıyattır. 94
38 Ebu Bekir Şibli öl.334/945
Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiçbir kaygı duymadan Allah ile beraber olmaktır. Yakıcı bir ateştir. Duyu organlarını zaptetmek ve ruhun üfleyişlerine kulak vermektir. Tasavvuf kalbi masivadan muhafaza etmektir. 95
Hakk’tan başka her şeyden müstağni olmaktır. 96
39 Ebu Amr İsmail b. Nuceyd öl. 366/976
Tasavvuf, emir ve nehiy altında sabretmektir. 97
Emir ve yasaklar altında sabretmektir. 98 99
40 İbn Hafif Şirazi öl. 372/982
Kalbin insaniyetle muvafık olmasından temizlenmesi, tabiatının adetlerinden ayrılması, insani sıfatların söndürülmesi, nefsin davetlerinden kaçılması, ruhani sıfatları elde etmesi, hakikattan bahseden ilimlere tealluk etmesi, Peygambere ve şeriat bütününe tabi olmasıdır. Şeriate göre kalbleri pisliklerden temizlemek iyi vasıfları benimsemek, peygamberi her şeyde takip etmektir. Mukadderatın maceraları altında sabretmek, Cebbar melikin elinden tutmak, çöl ve dağları geçmektir. 100
Tasavvuf, kadere sabır, Hakk’ın atâsına rıza ve hakikatları aramak için dere tepe dolaşmaktır. 101
41 Muhammed Mukri öl. 378/988
Hallerin, Hakk ile aynı istikamette olmasıdır. 102
42 Ebul Hasan Harkani öl.425/1034
Hırka ve seccade ile sufi olunmaz, merasim ve adetlerle tasavvufa yol bulunmaz. Sufi Mahv ve fena ile benlikten geçendir. Zira abası ve hırkası olan pek çoktur. Lazım olan kalp safiyetidir. Elbisenin ne faydası var? Çul giymekle ve arpa yemekle adam olunsaydı eşeklerin de adam olunması gerekirdi. Çünkü onlar çul giyer, arpa yerler. 103
43 Ebu Said b. Ebi’l Hayr öl. 440/1048
Tasavvuf, kafanda ne varsa bırakman, elinde olanı vermen ve başına gelenden sızlanmamandır. 104
44 Abdulkerim Kuşeyri öl. 465/1072
Dostlar! Allah sizden razı olsun, biliniz ki Hakk Teala şu sufiler zümresini dostlarının seçkini, Nebi ve Resuller müstesna bütün kullarının en faziletlesi kıldı. Bunların kaplerini ilahi sır cevherleri için kaynak kıldı. Ümmet için ilahi nurların doğduğu mahal olma hususiyetini onlara bahşetti. Sıkışık durumlarda kalanhalkın sığındıkları merci bunlardır. Bütün bunlar hallerinde (nefsleri ile değil) Hakk ile beraber Hakk’ın iradesi ile bulunurlar. 105
Sufi dostlarım, Allah sizleri lütfuna nail eylesin. Bu risale’yi işte bu sebeple sizler için yazmış bulunmaktayım. Bazı tasavvuf şeyhlerinin adap, ahlak, muamele ve kalplerinde besledikleri inanç gibi hususları bu Risalede bahis konusu ettim. Sufilerin işaret ettikleri vecd hallerini seyr ve suluk esnasında baştan sona kadar yükseliş keyfiyetini de bu eserde anlattım. Gaye, bu tarikata girmek isteyenlere kuvvet vermek, ilk sufilerin durumlarını izah etmek suretiyle tasavvuf yolunu tashih ettiğim hususunda lehimde şehadette bulunmanızı temin etmek, sahtekar sofuların halleriyle ilgili şikayetlerimi yazarak teselli bulmak ve kerem sahibi olan Allah’ın lutfuna ve ihsanına nail olmaktır. 106
45 İmam Gazali öl. 505/1111
Tasavvuf kalbi yalnız Allah’a bağlayıp, masivadan ilgiyi kesmektir. 107
Kalbi hakk’a bağlayıp masiva ile ilgiyi kesmektir. 108
Yukarıda anlattığım ilim dallarını inceledikten sonra bütün gayretimle sufiye yoluna yöneldim. Anladımki onların yolu ancak ilim ve amel ile tamamlanır.
Tasavvuf ilminin özü, nefsin ağır gelen zorluklarına katlanmak, onun kötü huy ve çirkin sıfatlardan arınarak, Allah’tan başka herşeyi kalpten boşaltarak kalbi Allah’ın zikriyle süsleyip güzelleştirmektir.
Benim için bu yolun ilim tarafı amel tarafına göre daha kolay geldiğinden tasavvuf ilimlerini öğrenmeye başladım....
O Zaman açıkça öğrendim ki, sufilerin en önemli özelliği öğrenme yoluyla ulaşılamayan, ancak tadarak, yaşayarak ve kötü sıfatları iyi sıfatlarla değiştirerek varılabilen özellikleridir. 109
İnsanların faydalanması için söyleyeceğim şudur ki; Yakinen anladım ki; sufiler gerçekten Allah Tealanın yoluna suluk edenlerdir. Onların davranışları, davranışların en güzeli, gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlakları ahlakların en güzeli ve faziletlisidir. Dünyadaki bütün akıllı kimselerin akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, şeriatın sırrına vakıf olan alimlerin ilimleri, onların tutum ve ahlakını daha iyisiyle değiştirmek üzere bir araya getirseler buna çare ve yol bulamazlar. Onların içi ve dış yaşayışlarındaki bütün hareket ve hareketsizlikleri peygamberler kandilinin nurundan alınmadır. Bilindiği gibi, yer yüzünde peygamberlik nurundan başka kendisiyle aydınlanacak başka bir nur yoktur. 110
46 Necmüddin Kübra öl. 618/1221
Şeriat gemiye, tarikat denize, hakikat ta denizdeki inciye benzer. Kim inci toplamak isterse önce gemiye biner, sonra denize açılır, daha sonra da gayesi olan inciyi bulur ve toplar. Bu tertip üzere aramaya çıkmayan kimse, aradığı inciyi bulamaz. 111
47 Şihabüddin Es Sühreverdi öl.632/1234
Sufi taifesinin doğruluğuna inanışım ve onlara sevgimsebebiyle onların şerefle halini, Allah’ın minnet ve ihsanını gerçekleştirmeye sebep olan kitap ve sünnete bağlı yollarını bilişim, beni bu taifeyi müdafaaya; tasavvufun adab ve hakikatlerini bölümler halinde anlatan bir eser yazmaya sevketti.
Benim gönlüme doğan düşünce, bu yola intisab ederek sufilerin gerçek hallerine işaret etmektir. 112
İlmi Tasavvuf, saf gönüllere, ihlaslı kalblere inen rabbani bir Hakk vergisidir. İşaretle onun künhüne varılamaz, ibarelerle kalbe sığdırılamaz. Bu İlimde ruhlar, ülfet ve manevi yakınlaşma yoluyla birbirlerine yol göstererek, tasavvufi hakikatleri lütuf denizinden içerler. Fakat çokları onların ilmindeki inceliği anlayamaz. 113
48 Müeyyedüddün el-Cendi öl. 691/1291
İkinci yol, dervişlik yoludur. Rızkını ve geçimini, Allah’ın vergisi, ihsanı olarak düşünür. Endişe çekmez ve sebeplerine yapışmaz....
Dervişlik yaparken de gayesi, Allah için halisane zikir yapmak, ibadetlerini tam yerine getirmek, uzuvlarını günahlardan korumak, kalbini kontrol altında tutup haram ve mekruhlara, mahzurlu şeylere yönelmesini önlemek ve kendini tam anlamıyla ve her şeyiyle Allah’ü Tealaya havale etmek olmalıdır. 114
49 Hace Bahauddin Nakşibend öl. 791/1389
Tasavvuf büyüklerinden işittiğime göre onlar şöyle demişlerdir: Allah dostlarından birini, kendine mürşit kabul eden bir mürit, bu yolda kendi nefsini firavun’un nefsinden yüz kere daha aşağı görmezse, o kimse tasavvuf ehli olamaz, velilerdende yarar göremez. 115
Ben altmış yıldır bu yola inanmaktayım. Elbette; namaz, oruç ve mücahede Allah Tealaya ulaştıran bir yoldur. Ancak, bizce kişinin varlığını nefyederek, nefis cihadında bulunması da kişiyi rabbine ulaştıran en önemli yollardan birisidir. Fakat bu durum, ancak kişinin arzu ve heveslerini terkederek amellerini eksik ve kusurlu görmesiyle mümkündür. Allah’tan başkasına ilgi gösterip gönülden bağlanmak, tasavvuf yoluna giren her müride çok büyük bir perde olur. 116
50 İbn Haldun öl. 808/1406
Tasavvuf, ibadetle ısrarla devam etmek, Allah’a yönelmek, dünyanın süs ve aldatıcılığından yüz çevirmek, kalabalığın itibar ettiği zevk, mal ve şöhrete arka çevirmek ve ibadet edebilmek için halktan ayrılıp halvete çekilmektir. 117
51 Seyyid Şerif Cürcani 816/1413
Şeriatin zahir ve batınını, ahkam ve adabını bilip yaşamaktır. 118
52 Hace Muhammed Parsa öl. 822/1419
Allah cümlemizi rızasına erdirsin. Allah Teala sufiyye taifesini evliyanın en temizlerinden kılmış, enbiyasından sonra bütün insanlara üstün tutmuş, kalblerini ilahi sırlarının madenleri kılmış, ümmet arasında yükselttiği nurlarıyla onları haslar tabakasına ilhak etmiştir....119
Onlar her an Hak ile ve Hak üzredirler.... 120
Her nefeslerinde Allah ile beraber olmağa dikkat eden ve kalblerini gaflet yolarından muhafaza edenler de “ehl-i tasavvuf” veya “sufiyye” ismiyle anıldılar.121
İşte bu yol sünnet-i seniyyeye ittiba esası üzerine bina edilirse Allah dostlarını selamete erdirir. 122
53 Eşrefoğlu Rumi öl. 874/1469
Cihanı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk
Bela yağmur gibi gökten yağarsa
Başını ana tutmaktır adı aşk
Bu aşkı ol bilür kim aşık oldu
Nice tevhid u vahdettir adı aşk
Şu halde sofilik demek, kötü huyları iyiye çevirmek ve güzel sıfatlar ve adab tahsil ederek fakirlik ve zühd ile bezenmek demektir. 123
54 Aziz Mahmud Hüdayi öl. 1038/1628
Bu söz, tasavvuf yolunda kurtuluş arayanların evvela ilim öğrenip sonra sufilikyoluna girmeleri gerektiğini gösterir. 124
Tasavvuf veya tarikat ilmi, nefsi kötü ahlaktan temizleme, kalbi bayağı düşünce ve isteklerden arıtma ilmidir. Bu ilim, tarikat alimi şeyhlerin fetvası ile farzdır. Nitekim farz olan amellerin ilmi de, şeriat fetvasınca farz-ı ayındır. 125
Müridi vuslata erdiren vasıtalardan biri de sünnete riayet ve Rasulullah’ın edebiyle edeblenen şeyhlerin adabını korumaya dikkat ve ihtimam göstermektir. Çünkü “Tasavvuf edepten ibarettir.” 126
55 İsmail Hakkı Bursevi öl. 1137/1725
Derviş fakir demektir. Fakir-i şer’i oldur ki nisaba malik olmaya. Ve fakir-i hakiki oldur ki ne kendi vücuduna ve ne hod vücuduna muzaf olan masivaya malik olmaya. Belki cümlesini fi sebilillah bezl edip mecmuundan fena bula. Gerekse zahirde nisaba malik olsun; Hz. Davud ve Süleyman ve Yûsuf ve Eyyub ve İskender ve ğayrileri gibi. Ve gerekse olmasın; Rasulüllah (s.a.v.) ve ona peyrev olanlar gibi.127
El-hasıl, derviş-i hakiki derya misalidir-ki bulanmaz. Ve padişah-ı alem olsa dahi yine derviş meşrebindedir. Zira ol hakikati dervişlik ve meskenet ve inkisarla bulmuştur. Pes nice ol ma’nadan rucu edip hilafıyla muttasıf olur. Onun için kaba ve aba suretinde olduğunun ona göre asla farkı yoktur. 128
56 İbrahim Hakkı Erzurumi öl. Ml. 1780
Tasavvuf bir ilimdir ki, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarından ve ona nasıl erişilebileceğinden bahseder. Kulu, bu ilmi öğrenmeye sürükliyen, Allah sevgisidir. Kalbinden Allah’tan gayrısını temizleyen sofu bu ilmi öğrenir. Çünkü tasavvuf, kişinin Allah’tan başkasına karşı olan sevgiyi, kalbinden atması ve gönlünü yalnız cenab-ı Hak’kın muhabbetine bağlamasıdır. Ehl-i sünnet ve cemaat üzere itikadını tashih edip (düzeltip) Hz. Peygamber (S.A.) efendimizin sözlerine, hareketlerine ve ahlakına uyup izinden gitmektir ki, kötü ahlakını değiştirip en güzel ahlakı denimsemek, daimi ve içten gelen bir duygu ile Allah’ın zikrine devam etmek ve bu yolla onun huzuruna varmaktır. 129
57 Ali b. Sehl İsfahani
O’ndan başkasına boş vermektir. Hakk’ın gayrından uzak, masivadan ıraklıktır. 130
58 Şeyh Ebu Medyen
Kim nefsi için bir hal veya makam talebinde bulunursa, o kimse tasavvuf anlayışından uzaklaşmıştır. 131
59 Hasan Kazzaz
Üç şey üzerinde kurulmuştur: zaruret olmadıkça yememek, uykuya malup olmadan uyumamak, mecburiyet olmadan konuşmamak. 132
60 Muhammed b. Ali Kassab
Şerefli bir zamanda, şerefli bir insanda şerefli bir toplulukta bulunurken zuhur eden şerefli huylardır. 133
61 Abdülbari en-Nedvi
Tasavvuf, ruhu bedeni süfliliklerden temizleyerek süslemeyi ve batıni sıfatlarında cenab-ı Peygambere uymayı öğreten bir ilimdir. 134
62 Abdülaziz Ed Debbağ
Tarikat terbiyesinden maksat, onun zatını tasfiye etmek, nefsin yorgunluklarından, azgınlıklarından onu temizlemektir. Bu tasfiye, onda bulunan zulmetleri gidermekle, batıl ile alakalarını kesmekle olur. Bu batılı ondan kesmek, bazen onun yaratılışında safilik olmasıyla olur. Cenab-ı Hakk’ın temiz yarattığı kimseler, Resulullah Efendimiz’in ashabı, tabiin ve tebe-i tabiin olarak üç karındır. Bu üç karından bütün insanlar hep Hakk’a bağlı, daima Hakk’tan bahsederler, uyandıkları vakitzikir ile uyanırlar, hareketleri Hak ile olur. Müstesnası pek nadirdir. Bu üç karın aslen saf oldukları için onlarda hayırda pek çok oldu. Vücutlarında, alınlarında Hakk’ın nuru parladı. Onlarda ilim zahir oldu. İctihad derecesine erişmekte onlarda oldu. Bu üç karinde böyle tarikat terbiyesine lüzum yoktu. O zaman şeyh hemen müridine sırrı telkin ederdi. Kulağına söylemekle hemen onun keşfi açılırdı. Çünkü kalbi temiz ve saf idi. İşte bu üç karından sonra artık zevatı zulmet boğmaya başladı. Niyetler bozuldu. Arzulara fesad geldi. O zaman basiret sahibi şeyh, müridine telkin yapar, ona tarif eder ve onun aklının şehvetlere, batıla bağlandığını görür. Bu haletteki müridine o zaman şeyh halvet emreder. Yahut da zikir emreder. Yemek yemeği azaltmasını emreder. Halvete sokmakla onu yaramaz arkadaşlarından ayırır. Zikir vermekle de batıl kelam konuşturmaz. Dilindeki boş konuşmaları, eğlenceleri defeder. Yemeği azaltmakla da kanındaki buhar azalır, o zaman şehveti de azalır. Bunlar azalınca akıl Allah’a Resulullah’a bağlanır. Böylece temizliğe, safiliğe nail olunca onun vücudu sırrı taşımağa takat getirir. İşte bütün şeyhlerin tarikat terbiyesiyle müridlerini yetiştirmekten gayeleri budur. 135
63 Abdülhakim Arvasi
Tasavvuf, şeriatın batınıdır. 136
64 Ramazanoğlu Mahmud Sami
Tasavvuf, menşe-i adab-ı erkanı şeriattir.
Tasavvuf, Allah’a fart-ı muhabbet ve terk-i davadır.
Tasavvuf, kimya-yı feyz-i iksir-i hakikattir.
Tasavvuf, zikri daimi, huruc-ı masivaullah’dır.
Tasavvuf, şems-i taban, bedr-i kamer, nur-i hikmet cezbe-i ismet, makam-ı hayret, kemal-i rü’yettir.
Hulasa, Tasavvuf, terki terkdir, hasılı terk-i niyettir ve teslimiyettir. 137 138
65 Mevlana Halid-i Bağdadi
Sufilerin yolunda, evvela iman, sonra ilim, sonra da zevk gelir. 139
Sufiler her işi yerli yerinde yapmayı, bütün hal ve vakitlerinde dini ilimlerle kayıtlı olup, helal, haram ve benzeri dini hükümlere uymayı esas alırlar. 140
66 Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi
Ey Öğrenmeye istekli salik!
Hakikat, tarikatın; tarikatta şeriatin neticesidir. Kul’da şeriat safileşince, yani takva üzere hareket edip ruhsatla ameli terkedince, azimet yoluna girer. İşte tarikat bu azimet yoludur. Tarikata ait usul ve kaideler gereği gibi yerine getirilince de hakikatın sırları meydana gelir. 141
Şeriat, hakikatla kuvvetlenir. Hakikat ta sağlamlaştırılır. İşte bunun içindir ki, her şeriat hakikat, her hakikat ta şeriattir. 142
Denilmiştir ki: Şeriat, Allah’u Tealanın emir ve yasaklarıdır. Hakikat de bu emir ve yasaklarını icabına göre icra etmektir. 143
Evet, şeriat O’na ibadettir, hakikat ise O’nun varlığına şehadettir. 144
Şeriat O’nun daveti, hakikat da O’nun yakınlığı, dostluğu ve sevgisidir. 145
Kul için ilk önce arayıp bulması vacip olan şey şeriattir. Buradaki şeriatten maksad, gusül, abdest, oruç, namz vesair ibadetlerden Allah’ü Teala’nın ve resulunun emir ve yasaklarıdır. Tarikat bu emir ve yasaklar da takva üzere bulunma ve birtakım makam ve menzile ulaşarak Allah’ü Teala’ya yaklaşma halidir. Hakikat ise maksatlara kavuşma ve O’nun nurunu seyretme halidir. 146
67 Ömer Ziyaüddin Dağıstani
Tarikatlarda başlangıcı, şer-i şerifin esaslarına sımsıkı sarıldıktan sonra mümkün olduğu kadar zikir ve O’nun insanlara lütfettiği nimetler ile yüce kudreti üzerinde derin tefekkür, ortası; “insanlarla aşırı derecede ülfet ve ünsiyyet, onlarla fazlaca haşir-neşir olmak iflas alametidir.” Denildiği gibi, insanlarla, yada cezbedici diğer dünyevi şeylerle değil yalnız Allah’la meşgul olmak ve yalnız O’na yakın ve O’nunla ünsiyyet etmektir. Neticesi ise; her zaman Hakk’ın huzurunda bulunduğu inancına sahip olmak, kendisinde, çevresinde hulasa her şeyde Hakk’ı görebilmek, bir an bile Allah şu’urundan uzak kalmamaktır. Daha doğru bir ifade ile İslam’ı “ihsan” derecesinde ve heran Cenab-ı Hakk’ın murakabe ve denetimi altında yaşadığına inanarak ibadet etmek ve öylece yaşpamaktır.
Tarikatların hepsinin gayesi, müridlerini yalnız Allah’a kulluk ve yalnız O’nun rızasını kazanma idealine ulaştırmaktır. Nitekim bun u zikir, fikir ve ibadetlerinde şöyle dile getiriyorlar “İlahi benim maksadım yalnız sen, elde etmek istediğim de yalnızca senin rızandır.” 147
Şeriat; beden ve cesadle ilgili olup, namaz kılmaz, oruç tutmak, hacca gitmek, zekat vermek ve kelime-i şehadet getirmek gibi fıkıh kitaplarında zikredilen farz, vacib, sünnet ve müstehablar ile yasaklanan haram ve günahları terketmek gibi vücud organlarına mahsus ibadet ve mükellefiyetlerdir. Neticesi ise cehennemin yakıcı ateşinden kurtulup, selamete ermek ve cennetin firdevs bahçelerine girmektir.
Tarikat; bütün güzel ahlaklarla donanmak, her türlü çirkin davranışlardan uzak durmak gibi kalbi mükellefiyetler olup, iyi huylarla hemhal olmak, kötü adet ve alışkanlıkları kalbden kovmak ve kalben Allah’ı zikretmek manasında: “Kalbi her türlü kötülükten temizleme, Allah’dan gayrı her şeyi kalbden çıkarma” şeklinde ifade edilir. Bunun neticesi kalbi kötülüklerden temizleme ve Allah’tan gafil bırakan duygu ve düşüncelerden arındırma, imanda yakin derecesine ermektir.
Hakikat ise; Allah’ın dışındaki her şey ve her şekilden uzak kalıp, yalnız O’nunla ünsiyyet etmek, kesiksiz ve kesintisiz her an huzur-ı ilahide bulunma şu’uruna varmaktır. “Gönlüm göz açıp-kapayıncaya kadar kısa bir zaman da olsa Allah’tan gafil olsa ve O’nun azametini ve huzurunda bulunma duygusunu yitirirse kendimi müslümanlardan saymazdım” sözünde ifadesini bulan, bir an bile Allah’ı unutmadan, her an O’nun murakabe ve denetimi altında bulunduğu inancı içinde hareket etmek gibi ruha ait mükellefiyetlerdir. Bunun neticesi, nefs-i mutmainne ve selim kalbe erişmek, kâmil bir Allah sevgisi, şahsi irade ve isteklerini imha ederek, ilahi iradeye ram olmak gibi güzel hasletlerdir. 148
68 Abdülaziz b. Halis El-Bekkine
Bu işin mihveri Allah’ın muhabbetidir.
Talib başkasının yükünü yüklenip, kimseye yük olmayan kişidir.
69 Mehmed Zahid Kotku
Şimdi şu tekemmül dünyasında hergün gözleri kamaştıran yeni ve çok da faydalı dünyanın fani ilimleri revaçta, kıymette bunlar öğülüp medh olunurken hak bilgisi, din bilgisi, Allah bilgisi olduğu yerde kalsın olurmu? Elbette Allah Tealaya her kulun, hergün ve hatta her saat ilerleyip tekarrub-i İlahiyyeye nail olması için çalışması hepimizin üzerine en büyük bir borçtur. Çünkü ilmin, sahili olmayan bir deniz olduğunu söylemek bile zaittir. Binaenaleyh, ucu bucağı bulunmayan bu ilimden herkes her an nasibini almak için elden gelen gayreti sarf etmesi vacip değilmidir? İşte bu ilimden mahrum zavallılar fani dünyanın fani bilgileri ile uğraşmayı bir vazife sayarlarken ebedi hayata inanan ve İslam dinini seçen bahtiyar, mümtaz kimselerin dini bilgilerini artırmak ve gönlünü Allah’a verip yeni yeni bilgiler istemek bununla beraber Peygamberimizin, kiabımızın yolundan zerre kadar kaymamak şartı ile Hakk’a vuslat yollarını arayıp bulmağa çalışmaları üzerlerine borç değilmidir?
Şimdi sen söyle: Tarikar denilen tasavvuf yolundan haberi olmayan zavallılar, bu dünyada gafletle ömürlerini zayi edip, ahırete hem eli boş ve hem de yüzü kara olarak gidecek kimselerden değilmidirler? Binaenaleyh, ilme çalış. Amma her ilim değil, bunu yanlış anlama, dünya ilimleri dünya için lazım, asıl seni Hakk’a yaklaştıracak olan ilme bak. Dünya bilgin ne kadar çok olursa olsun onun faidesi ancak dünyada, gözünü yumuncaya kadardır. Bir olmayacağını çok iyi anlarsın amma artık iş işten geçmiştir. Onun için bahusus gençliğinin kıymetini iyi bil de ömrünü boş yere harcama, son pişmanlığın faide vermeyeceği malumdur. 149
70 Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan
Soru: --Tasavvufa girmenin hükmü nedir, günümüzün müslümanlarına gerekli midir?
Tasavvuf, bütün müslümanların mecbûrî öğrenmesi gereken bir ilim dalıdır. Çünkü tasavvuf, nefsi terbiye konusunu işler. Nefs-i emmâre dediğimiz nefsi terbiye etmenin yollarını gösterir.
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.) "Nefsini terbiye terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." diye, ahlâkı güzelleştirmek Kur'an-ı Kerim'de emrediliyor; bunun için şart...
Ondan sonra, bir yolda giden insanların birisine bey'at etmesi, imam seçmesi lâzım gelir. Camide namaz kılan insanların, bir tanesini imam yapıp da arkasında ona uymaları gibi... O bakımdan şart...
Sonra:(El'ulemâü veresetül enbiyâ') "Alim-i muhakkikler, peygamberlerin varisleridir." Onlar halkın irşâdıyla meşgul oluyorlar. Peygamber Efendimiz'e bey'at gerekli olduğu gibi, zamanındaki bey'at edilmesi gereken kimseyi de bulup, bey'at etmek herkese gerekiyor.
Daha başka şeyler de sayılabilir. O bakımdan bu ilmi mutlaka herkes öğrenmeli, herkes bu yola girip, nefsini terbiye edip, güzel huylu olup, insan-ı kâmil olup, salih bir kimse olup, Allah'ın rızasının yolunca yürümeli!..
Soru:--Bazı kimseler, "Zamanımızda tasavvuf olur mu? Tasavvuf Yunus Emre zamanındaydı." diyorlar; bu konuyu açıklar mısınız?
Bu söz kâfirliğe kadar gider. Neden kâfirliğe gider?.. Çünkü tasavvufta nefis terbiyesi var; Kur'an-ı Kerim'den... Zikir var; Kur'an-ı Kerim'den... Ahlâkı güzelleştirmek var; Kur'an-ı Kerim'den... Yunus Emre'nin mutasavvıf olması dindarlığından... Yâni, o zaman dindarlık var da şimdi dindarlık yok mu?.. O zaman Allah'ın emrine, Kur'an'a uymak var da şu devirde yok mu?.. Şu devirde daha fazla muhtacız.
Bu edepsizlikler, bu şuursuzluklar, bu terbiyesizlikler ondan oluyor. Hattâ müslümanlar camileri dolduruyor gibi görünüyor; tam müslüman olmamaları tasavvuf eksikliğinden... Eksik olan o malzeme... Tasavvuf olmadığından edepsiz... Tasavvuf olmadığından küstah... Tasavvuf olmadığından böyle...
Onun için, tasavvuf sadece bizim ümmetimiz zamanında da değil, tâ Hazret-i Adem zamanından beri ilm-i ahvâlil kulûbdür; yâni, gönlün ahvalinin ilmidir. "Allah insanların şekline, şemâiline, dışına bakmıyor; kalbine nazar ediyor." diye hadis-i şerif var... Nazargâh-ı ilâhî olan kalbi ıslah etme ve tanzim etme ilmidir. O bakımdan, farzlardan önce farzdır. Biz bunu dergilerimizde açıkladık.
Ben üniversite profesörüyüm, dinî edebiyat prefesörüyüm. İstesem üniversitede kalabilirdim, orda devam edebilirdim. Bu yol en önemli yol olduğu için, bu yola geldim. Bu yol işin aslı, özü olduğu için, dinin temeli, ruhu bu olduğu için bu yola geldim. Bu olmadan, tasavvuf olmadan olmaz. Yunus Emre de, Mevlânâ da, Sahabe-i Kiram da, tabiin de, tebe-i tabiin de, bu asrın insanı da, bundan sonraki kıyamete kadar insanlar da buna muhtaçtır.
Bu iş zahirle bitmez, ille iç terbiyesi de olacak!.. İç terbiyesi de tasavvuf demek olduğuna göre, ilm-i tasavvuf olduğuna göre, bu farzdır. Bunun bu şekilde olduğunu bildiği halde inkâr eden, kâfir olur. Ama çok cahil, bilmeden, yanlış bir kanaatten dolayı tasavvuf yok sanıyorsa, o zaman cahilliğinden dolayı cezayı yer ama, belki kâfir olmaz. Ama bile bile, yok böyle bir şey derse kâfir olur.
Biz bunu kendimiz söylemeyelim de dedik, kim fıkıhta yüksek bilgi sahibi, kim müftü, kim âlim, onlara sordurttuk. Tasavvuf erbabı olarak tanınmış değil de, fakih olarak, fıkıh alimi olarak tanınmış kimselere sordurttuk. Seneler önce dergilerimizde dergilerimizde neşrettik. Bu sayıda da --İslâm Mecmuası'nda-- yine gitmişler, sormuşlar; ki, bu hususta bizim dışımızdaki insanların, fakihlerin bilgisi alınsın diye...
Suudî Arabistan'da Mısır'ın çok büyük bir alimi var... Onun talebesi olan kardeşlerimiz, "Hocalarımızın içinde en çok beğendiğimiz odur." diyorlar. Ebüs Sünne diye tanınıyor, herkes itibar ediyor. Profesör, Hanefî fıkhını çok iyi bilen bir kimse... Gittik ona sorduk, onun da röportajı var İslâm Mecmuası'nın bu sayısında... Tasavvufu hepsi kabul ediyor.
Tasavvuf yok diyen çok cahil bir adam, hattâ çok tehlikeli bir durumda, belki küfre düşmüş durumda...
Bizim göbeğimiz oraya buraya bağlı değil ki; Kur'an ne demişse, Allah neyi emretmişse onu söylüyoruz. Bak burda biz bir tasavvufî cemaatiz, bir tekke mensubuyuz, hadis kitabı okuyoruz. Hadis kitabını okurken de yeri geldikçe, "Bak, büyüklerimiz ne kadar doğru söylemişler, işin aslı buymuş, şuymuş..." diye hadis-i şeriflerinden, ayet-i kerimelerden
delilleri gösteriyoruz. Bir delil yeterken, bir parmak izi bir mahkûmu idama götürürken, biz binlerce delil getiriyoruz. Ama halâ tasavvuf yok da yok diye hop hop zıplıyor. Güneş balçıkla sıvanmaz ki...
Böyle insanlara belki cevap da vermemek lâzım! Çünkü muhatap alınacak kadar bile bir bilgi sahibi değil...
İbn-i Teymiye'yi ileri sürerler. İbn-i Teymiye'de Tasavvuf diye kitaplar bile neşredildi. İbn-i Teymiye tasavvufu reddetmiyor ki... Bazı bid'at ehli insanların yaptığı şeylerin sünnete uygun tasavvufa uymadığını söylemiş kitaplarında... İşin aslını böylece bilmek lâzım!..
Soru:--Tarikate ve bir hak mezhebe uymamak günah mıdır?
Cahilliktir. Cahillik tehlikelidir, sonu vehâmetli bir şey olur. Bir hak mezhebe uymuyorsun, sen İmam-ı Azam mısın?..Neden uymuyorsun? Sen kendi başına ayetleri hadisleri anlayacak kadar, mezheb kuracak kadar çok allame bir insan mısın?.. Değilsin. O zaman bilene uysana be adam!..Uymamak cahilliktir, yanlıştır. Onlar bu meseleleri incelemişler, bu işin profesörlerinin profesörüdür onlar... Onlara uymak lâzım!..
Tarikate girmezse bir insan ne olur?.. Tarikate girmezse, nefsini terbiye etmez. Nefsini terbiye etmezse, sevaplı şeyleri kazanmazsa, günahlarda devam ederse, ahirette mahvolur. Ma'rifetullaha eremezse, gafil giderse zarara uğrar. Onun için herkesin bu hayırlı, faydalı şeyleri yapmağa çalışması lâzım!..
Soru:--İmam-ı Rabbânî (Rh. A) demiş ki: "Şeriatsiz tarikat, zındıklıktır." İzah eder misiniz?
Evet, öyledir. Şeriat; yâni Allah'ın emirleri, yasakları, fıkıh, hadis, tefsir... Yâni, Allah'ın ahkâmı... Bunlara uymadan, insan "Tarikat güdüyorum, yürütüyorum." derse; şeriata uygun olmayan, şeriat dışı olan bir şey zâten yanlış bir yoldur.Elbette zındıklıktır, sapıklıktır.
Şeriate uygun olacak!.. Zâten tarikat, şeriattan başka bir şey değildir. Şeriatin ince terazisidir, hassas terazisidir. İnce ölçen, kıymetli tarafıdır, dikkatli tarafıdır. Şeriat temeldir; şeriat olmadı mı, hiç bir şey olmaz!.. Hakikaten zındıklık olur, kâfirlik olur ve insan çok zararlara uğrar.
Soru:--Tarikat ihvanlığı ile İslâm kardeşliği arasında ne fark vardır; ikisi de kardeşlik değil mi?
Aslında bu ikisi aynı şey... Aynı şey ama, genel mânâsıyla, "Müslümanların kardeş olması lâzım!" dediğin zaman, insanlar bunu anlayamıyorlar. Bunun daha güzel, elle tutulur bir tarzda tatbikini yapan zümrenin bu kardeşliğine de tarikat kardeşliği deniliyor. Yoksa tarikat, şeriatın tatbiki demek... Onun için, arada bir fark yok... Bu tatbiki daha sıkı tuttuğundan, daha ciddi tutup da gerçekten yerine getirdiğinden, sanki o başka bir şeymiş gibi görünüyor. İşte İslâm kardeşliği o... Ama dışarda tam olmuyor. Ancak böyle, tam hadis-i şeriflere dayalı, bir mürşidin terbiyesiyle, yönetimiyle yürüdüğü zaman olduğu için, bu müessese böyle olmuş. Sanki, ayrı bir şey gibi sanılıyor. Hayır, ayrı değil aynı şey...
Soru:--Tarikatın birisinde zikir esnasında şiş burhanı yapılıyor. Acaba bunun sihirle bir alâkası var mı, yoksa keramet mi; bizi aydınlatır mısınız?
Tarikat erbabı olmayan, yâni zikirle, tasavvufla ilgisi olmayan bazı kimseler de yapıyorlar; mecmualarda resimlerini gördüm. Hattâ gayrimüslimler de yapabiliyorlar. Demek ki, doğrudan doğruya dinin aslından, özünden, esasından önemli bir şey değil... Bizim tarikatımızda da yok... O tarikata da bir şey demiyoruz ama, başkaları da yapabildiğine göre, dinin aslından, esasından olmadığı görülüyor.
Soru:--Tayy-ı mekânı anlatır mısınız?
Tayy-ı mekân, evliyâullahın kerametlerinin çeşitlerinden bir tanesidir. Kur'an-ı Kerim'den delili vardır. Kur'an-ı Kerim'de insanın tayy-ı mekânı değil, hattâ Sabâ melikesi Belkıs'ın tahtı bile tayy-ı mekânla, Yemen'den Filistin'e geldiği net olarak ayet-i kerimede bildiriliyor. Onlar kara yoluyla yolculuk ederek kafileyle geliyorlar. Göz yumup açıncaya kadar taht tayy-ı mekânla geliyor bu tarafa... Hayal değil, göz boyama değil, illüzyon değil; taht işte böyle geliyor. Hem bunu Süleyman AS'ın sahabesinden birisi yapıyor. Yâni kendisi yapmıyor, peygamber mucizesi değil, evliyâ kerameti...Ondan sonra Sabâ melikesi geldiği zaman Süleyman AS diyor ki: (E hâkezâ arşük?) "Senin hani Sabâ ülkesinde oturduğun taht böyle miydi?.." Tahtını gösteriyor. Bakıyor, gözleri fal taşı gibi açılıyor, şaşırıyor: (Kàlet keennehû hû!) "Ne demek böyle miydi, sanki ta kendisi!.." Evet ta kendisi, ordan oraya geldi çünkü... Bu ayet-i kerime ile sabit olduğundan bu tayy-ı mekânı inkâr edenler bir şey bilmiyor.
Şimdi bizim doktor kardeşimiz (Muhterem Ercan), Şâdiye Hatun Kliniği'mizin açılışında güzel bir şey söyledi: "Amerika'da hakkında yüzlerce kitap ve uygulama var; ama, hipnozu bizim doktorlar kabul etmiyor. Yapıyorum, uygulamasına gösteriyorum, yine kabul etmiyor. Bunun sebebini araştırdım ben... Biz materyalist bir eğitim görmüşüz ilkokulda, ortaokulda, lisede... 'Yoktur böyle şey, yoktur böyle şey... Boş ver, inanma!..' yoluyla yetişmiş olduğumuzdan, bilimsel şeyleri bile kabul etmeyecek hale gelmişler. Adam doktor olmuş, profesör olmuş ama, halâ olan şeyi bile kabul etmiyor." Ben de yanımda duran Prof. Dr. Asaf Bey'e dedim ki: Bizim müslümanlar arasında da böyle inkâr yapılı insanlar var...Kafası, gönlü, bu eğitim dolayısıyla inkâr yapılı... Mü'min ama, müslüman ama, içine tuğlaları inkâr marka konulmuşolduğu için, duvarları böyle örülmüş olduğundan kabul etmiyor.
--Neyi kabul etmiyor?..
--Kerameti kabul etmiyor, tasavvufu kabul etmiyor, şunu kabul etmiyor, bunu kabul etmiyor... Etmiyorsun ama, yâ şunu bir incele bakalım ayet var mı, hadis var mı?..
--Canım bir insan hop kalkıp ordan, hop bu tarafa gelir mi?
--E geliyor işte... Cansız taht bile gelmiş. Tayy-ı mekân vardır, evliyâullahın kerameti haktır. Tayy-ı mekân da kerametin bir çeşididir.
Soru:--"İlâhî ente maksûdî ve rıdàke matlûbî" cümlesinin anlamını açıklarmısınız?
--(İlâhî ente maksûdî) demek, "Yâ Rabbi, benim hedefim, muradım, maksûdum sensin!" demek... (ve rıdàke matlûbî) demek, "Yâ Rabbi, benim bütün taleb ettiğim, istediğim şey, senin rızana ermek; sen benden razı ol diye, onu istiyorum!" demek... Yâni, birincisi ma'rifetullaha işaret ediyor, "Ben ma'rifetullaha sahib olmak istiyorum, Allah'ın arif kulu olmak istiyorum!" demek; ikincisi de, "Allah'ın rızasına, rızâ-i ilâhiye ermek istiyorum!" demek...
Soru:--Akşemseddin Rahmetullahi Aleyh, "Mürşidler devamlı olarak Rasûlüllah'ın huzurundadır, ona danışmadan bir şey yapmazlar." buyurmuş. Ne dersiniz?
--Tabii, kendi makamına uygun olarak söz söylemiş. Herkes öyle olmaz ama, olanlar vardır. Hattâ birisi bir şey sorduğu zaman, "Dur, Rasûlüllah'a danışayım de öyle cevap vereyim!" deyip de gözünü kapayıp, cevap verenler bile var... 150
A.TASAVVUF KUR'AN VE SÜNNETE DAYANIR
Tasavvuf çok sevimli bir konudur. Çok saygıdeğer bir konudur, çok önemli bir konudur. Hem tarihi yönden önemlidir; hem insan olmak dolayısıyla, gönlümüz olduğu için, iç alemimiz olduğu için önemlidir. Dünya var oldukça, insanoğluyla beraber tasavvuf var olmuştur; mistisizm diyoruz buna...
Tabii, İslâm'ın tasavvufu da İslâm'cadır, başka tasavvuflara benzemez. Hint tasavvufuna, Yunan tasavvufuna, Yahudi tasavvufuna, İran tasavvufuna, İslâm'dan önceki kültürlerin tasavvufuna benzemez. Çok büyük farklar var...
Çünkü, İslâm tasavvufunun kaynağını Kur'an-ı Kerim ve Peygamber SAS Efendimiz'in hayatı, sîreti, sünneti teşkil etmiştir. O damgayı vurmuştur. Nasıl başka dinlerde İslâm'ın hakikatleri yoksa, kaybolmuşsa; İslâm kaybolan hakîkatleri dile getiriyorsa, tevhid akîdesinin bayrağını dikmişse fikir kalesinin burcuna; İslâm tasavvufu da tabii, öteki mistisizm cereyanlarından, mistik felsefelerden çok farklıdır. Kökü, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye'dir.
Tabii, --boya yapan, resim yapan kardeşlerimiz bilirler-- beyazı hangi rengin yanına getirirseniz, karıştırırsanız, o rengin açığı olur. Kırmızıyla karıştırırsanız, pembe olur. Beyazı çok olursa, çok açık pembe olur. Kırmızısı çok olursa, koyuya doğru gider. Yeşile karıştırırsınız, maviye karıştırırsınız, çeşitli başka renklere karıştırırsınız. Beyaz beyazlıktan çıkar ama, yine açık bir renktir, güzel bir renktir.
Ben buna benzetiyorum. İslâm tasavvufu, koca İslâm alemine yayıldığı için, Atlas Okyanusu'ndan Hint Okyanusu'na, Sibirya Bozkırlarından Afrika'nın güneyine kadar, dünyanın çok büyük bir yerine yayılmış olduğu için, gittiği yerlerdeki boyalar, biraz onun beyazına renk katmıştır. O halde bölge bölge tasavvuflarda fark vardır. Meselâ; Hindistan'daki tasavvufla, Afrika'daki, İspanya'daki tasavvuf aynı değildir. Anadolu'daki tasavvuf ile Yemen'deki tasavvuf aynı değildir. Horasan'daki tasavvufla Mısır'daki tasavvuf arasında nüans farkları vardır. Zevk ve görünüm farkları vardır.
Bu genişlik içinde, yayıldığı yerlerden renk aldığı için, aldığı renkler, alıntılar fazla ise, biraz da çizginin dışına kaçmış taraflar da olabilir. O zaman, İslâmî ölçüler içinde tasvib edilemeyecek bir takım görünümler; İslâm'da, Kur'an'da, Peygamber Efendimiz'in sünnetinde olmayan bir takım görünümler olabiliyor.
--Nerden oluyor?..
--Mahalli kültürlerden giren unsurlardan... Müslüman olan unsurların, eski kültürlerini unutamamalarından ve o kültür unsurlarını yeni İslâmî hayatlarında az çok yaşamalarından kaynaklanıyor.
Yakın misalini söyleyeyim: Tasavvufî bir konu için davet edildiğim için, iki ay önce Sudan'a gitmiştim. Koca salonda bize Türk heyeti diye büyük pâye verdiler. Ayrı masa verdiler, imkânlar verdiler... Salona baktığım zaman, ordaki tasavvuf ehli insanlar arasında o kadar çeşitli insanlar gördüm ki, bir tanesi çok dikkatimi çekti. Bir başlığı var başında; miğfer gibi ama, madenî değil... İki ucundan dal gibi, aşağı yukarı bir metre uzunluğunda bir şeyler çıkmış; o da dallanmış geyik boynuzu gibi...
Tabii, ben çok garipsedim. Avrupalıların filimlerinde hani Avrupalı kâşifler Afrika'ya gittiği zaman, yerlilerin kendilerine hücumu sahnelerinde göreceğimiz başlık gibi bir şey... Merak ettim, bizim arkadaşa "Git anla bakalım, bu kimmiş?" dedim. Kàdirî Tarikatı mensubu imiş. Abdulkadir-i Geylânî Efendimiz'in tarikatının mensupları...
--E, bu kıyafet nedir?..
--İşte mahalli bir kıyafet...
Buradaki Kadirîler'de öyle bir başlık göremezsiniz. Bunlar biraz farklı şeyler, bölgesel farklar oluyor. Ama ana çizgiyi göz önünden geriye bırakmamak lâzım!.. Her müessesede böyle şeyler olmuştur. Her müessesenin fertlerinde nüans farkları olmuştur. Meselâ; öğretmenlik mesleği, doktorluk mesleği...
Doktorluk mesleği nasıl bir meslektir?.. Asil bir meslektir. İnsanoğlunun sıhhatine hizmet ediyor. Hattâ Hipokrat yemini ediyorlar ki; "Hastamın renk, dil, ırk, mezheb, inanç farkına bakmadan tedâvi yapacağım!" diye doktor yemin ediyor, taassuba düşmeyeceğini söylüyor. Ama buna rağmen, doktorların birkaç tanesi kürtaj yapabilir, yakalanabilir, ceza yiyebilir... Birkaç tanesi mesleğini kötüye kullanabilir. Bunlar o mesleği boyamaz.
Öğretmenlik asil bir meslektir. Birkaç tanesi talebesinden rüşvet almış, notu değiştirmiş diye gazetede duyarsak, bu öğretmenlik mesleğine gölge düşürmez.
Onun için tasavvuf, genel ölçüleri itibariyle Kur'an-ı Kerim'e ve Peygamber Efendimiz'in sünnetine dayanan bir yol...
Dinin özü, dinin yaşanan şekli... Söz şekli, edebiyatı, kitaplara yazılan yazısı değil de, hayattaki uygulanışı...
Diyorlar ki: "Fıkıh ilmi, insanın lehine ve aleyhine olan, yapması gereken ve yapmaması gereken şeylerin bilgisidir."
İslâm hukukudur yâni... Hayatın herhagi bir faaliyetinin İslâm'a uygun olup olmadığını; sevap veya günah, mekruh veya mübah olduğunu anlatan ilimdir. Buna fıkh-ı zâhir diyorlar. "Nasıl abdest alacağız, nasıl namaz kılacağız?.. Nasıl zekât vereceğiz?.." Fıkh-ı zâhir bunları anlatıyor.
Tasavvufa da fıkh-ı bâtın diyorlar. Yâni, insanın iç aleminin Allah'ın rızasına uygun olması için, sevap olması için, güzel olması için, riayet edilmesi gereken kaideler, esaslar nelerdir; bunu anlatan ilim...
Bir kısmı, "Takvâ yoludur." demişler. Biliyorsunuz, bazı insanları hayret ve takdirle karşılarsınız. Birisi ondan bahsederken derler ki, "Haa, o takvâ ehli bir insandır. Haram yemez, harama bakmaz... Sözünde durur, kale gibi sağlamdır, çok dürüsttür, takvâ ehlidir. İşte tasavvufa, takvâ yolu diyorlar.
Başka bir isim: "Tasavvuf ihsân yoludur." Yâni, Allah'ı görüyormuşça, Allah'ın kendisini gördüğünü bilerek o şuur içinde çok müeddeb ve çok mükemmel bir kul olarak yaşama yolu... İhsan...
(El'ihsânü en ta'büdallahe keenneke terâhu fein lem tekün terâhu fe innehû yerâke) hadis-i şerifini bilir erbabı...
Kulluğun en yüksek derecesi, Allah'ın kendisini gördüğünü bilerek, insanın her hareketine çeki-düzen vermesi, güzel yapması... İşte tasavvuf, bu yoldur diyorlar.
Kur'an-ı Kerim'den gelme bir başka tabir daha var, onu da hatırlayacaksınız: "İlm-i ledün" deniliyor. Tasavvuf ilm-i ledündür. Mûsâ AS ile Hızır AS'ın, Kehf Sûresi'nde anlatılan kıssasında, Hızır AS'dan bahsedilirken deniliyor ki:
(Ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ) "Biz o şahsa --Hızır AS'a-- kendi indimizden, katımızdan, dergâhımızdan ilimler öğretmiştik." Yâni Mûsâ AS'ın bilmediği birtakım bilgilerle mücehhez Hızır AS...
Musâ AS da, diyor ki:
(Hel ettebiuke alâ en tüallimeni mimmâ ullimte rüşdâ) "Ben sana tabi olsam ey Hızır, sen bana Allah'ın sana öğrettiği bilgileri bu esnada öğretir misin?.. Taleben olayım, yanında bulunayım, çömezin, danişmendin olayım; bana öğretir misin?" diyor, bir müddet yanında geziyor ya!.. İşte bu bilgiye ilm-i ledün bilgisi deniyor. Görüyorsunuz, hepsi Kur'an-ı Kerim'de olan kavramlar, sözler ve fikirler...
Niçin bu konuda döne döne aynı şeyi söylüyorum? Çünkü bazıları diyor ki: "Tasavvuf başka bir dindir." Bunu diyen yazarlar var, Türkiye'de yaşayan... Tasavvuf İslâm değilmiş... Neymiş?.. Başka bir dinmiş... İslâm'dan gayri bir şeyi hiç kimse istemez, biz de istemeyiz. Biz kendimizi öyle görmüyoruz ama, o diyor ki: "Tasavvuf ayrı bir din..." Yâni reddediyor, İslâm dışı demek istiyor. Ben onun için bu konu üzerinde duruyorum.
Bakıyorsunuz Suudî Arabistan'da, tasavvuf erbabına karşı bir karşı tavır var... Devletin resmî ideolojisi tasavvufa karşı...
Vehhâbî cereyanı tasavvufun karşısında... Üniversitelerinde tasavvufun aleyhinde tedrisat yapılıyor. Düşmanları var, hasımları var...
Onun için diyoruz ki, tasavvuf Kur'an'dandır, Peygamber Efendimiz'in sünnetindendir. Bunu kısaca da olsa bastırarak açıklamam lâzım. Çünkü, bu benim hem vicdan borcum, hem de ilim adamı olarak söylemem gereken bir nokta... Bir yanılmayı, yanlışlığı düzeltmem gerekiyor. 151
TASAVVUF HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ...
İSLAM, Mart 1992
Dünya hayatı hiç şüphesiz, zamanı çok hızlı geçen, ciddî ve çetin bir imtihandır. Burada bizim, herşeyden önde ve en yüce gayemiz, O bizi yaratan, yaşatan ve âhirette hesaba çekecek, sonuçta mükâfatlandıracak veya cezalandıracak olan ulu RABB'imizin sevgi ve rızasını kazanmak olmalıdır.
Allah'u taâlânın rızasını kaznmanın tek çıkar yolu ise, en sonuncu, en doğru ve en hakikî din olan İslham'dır. Diğer yollar ve dinler, ya yanlış, bâtıl ve bozuk; ya da devri geçmiş, mer'iyyetten kalkmış ve çaresiz olduğundan; dünya ve âhiret saadeti isteyen herkesin, hayatını mutlaka ve mutlaka İslâm'ın emirlerini uygulayıp, yasaklarından kaçınarak geçirmesi gerekiyor. Kâfirlerin iki cihanda helleri perişan, âkibetleri hüsrandır; ancak ve sadece müminler felah bulacak, Allah'a en mutî insan ve dinin ahkâmını en iyi uygulayan müslüman, Kıyamet günü en sevgili en makbul kul olacaktır.
İslâm Dini'nin çok güzel ve çok faydalı bir yapısı, çok engin ve çok faydalı bir yapısı, çok engin ve çok derin anlamlı prensipleri vardır. O, iinsanın hem bedenini sağlıklı tutar, hem ruhunu besler, hem gönlüne nur ve huzur doldurur; hem dünya işlerini düzenler, hem âhiret saadetini sağlar; hem ferdi korur, hem aileyi kurtarır, hem de cemiyete, devlete dirlik ve kuvvet kazandırır; güçsüzü korur, zorbayı durdurur; herkese hakkını verir, görevini de düşündürür; kadını himaye eder, erkeği yücelter; fakiri güldürür, zengini hayra yönlendirir; işçiyi sevindirir, ağayı, patronu duygulandırır...
Ne kusursuz, ne tam, ne hârika, ne şâhâne nizamdır, İslâm! İslâm, her çağın ve özellikle şu hasta asrın şifası; tüm maddî ve manevî, ferdî ve ictimaî dertlerin devası; akılların gıdası, gönüllerin sefası; karanlık gecelerin nurlu sabahı, ölümlü dünyanın âb-ı hayatıdır.
Fakat, bir de, tasavvuf denilen çok sevimli ve çok önemli bir Şer'î İlim vardır ki, o olmadan imanın tadını duyarak yaşamak; İslâm'ın özünü, iç yapısını, ruhunu, mahiyetini, inceliklerini, esrarını kavramak, bugünün ve belki her devrin insanı için, hemen hemen imkânsız gibidir.
Cünkü tasavvuf Kur'an ahlâkıdır, Resulullah'ın derûnî ahvâl ve hâlâtı, Şeriatın ince Adâbıdır. Tasavvuf bencillik değil diğerbînliktir, merhamettir, mahabettir, hizmettir; laf ebeliği ve söz kalabalığı değil, samimiyet, ihlâs ve hikmettir; kalp temizliği, irfan yüceleği ve amel-i salih üreticiliğidir; kıyl-ü kal değil, güzel haldir; taşa karşı gül, zehire karşı panzehirdir; gözlere nur, gönüllere sürûrdur.
Tasavvuf deliyi velî yapar; taşkını uslu kılar; taş bağrı ısıtır, yumuşatır; merhametsizi rikkatli, katı kalpliyi gözü yaşlı eder; şaşkını, gafili zulümattan nura çıkarır; deryada çırpınanı sahil-i selâmete ulaştırır; cahili eğitir, mârifet hazinesi eder; çölü, çorağı irfan pınarıyla sular, yeşertir; çobanı sultanlaştırır; sığ bilgiyi ummanlaştırır; kişiyi halka makbul ve mergup, Hak'ka mahbubeder; topraktan yaratılan insanı nurlandırır, melekleştirir, Rahman'ın huzuruna lâyık eyler, iltifatına ulaştırır.
Tasavvufla samanlıkseyran, darcık yerler âdetâ meydan olur; tasavvufla gaflet ve körlük izale edilir, mü'minin basiret gözü açılır; dünya sevgisiyle harabe haline gelen kalbler, Allah aşkıyla mamur olur; manevî zulmetler dağılır, insanın içi dışı pürnûr olur; mü'mine bir zindan olan şu köhne cihan, gerçek bir gülistan haline gelir.
Tasavvuf, dinimizin özü ve gerçek anlamı; asıl gaye olan İnsan-ı Kâmil olmanın yolu ve yöntemidir.
Özetle tasavvuf, tüm devirlerde olduğu gibi, hattâ onlardan da fazla, 20. yüzyılın şu stresli, sinirli, gerilimli, bunalımlı, şüpheci, aceleci, dertli, hasta ve bedbaht insanın da; "nerede" diye gece gündüz aradığı, yalan yanlış yerlerden sağlamaya çalıştığı gerçek mutluluğun ilâhi yolu ve anahtarı'dır.
O halde sen de bu önemli ve hayatî konuya ciddiyetle eğil, bu nurlu ilahi yola gir, iki cihan saadetini bul!
Ramazan rahmet ayıdır, ibadet ayadır, Kur'an ayıdır, itikâf ayıdır, hayrat-ü hasenat ayıdır, yani kısaca TASAVVUF AYIDIR.
Ramazan-ı Şerif'in mübarek olsun, Allah celle celalüh seni ( sevdiklerinle birlikte) dünyevi ve uhrevi gerçek bayramlara erdirsin, cennet ve cemaliyle müşerref eylesin! 152
TASAVVUF VE ŞERİAT
Tasavvuf bahis konusu edildiği zaman, tabii tasavvufla şeriat, tarikatla şeriat arasındaki münasebetler, çatışmalar, ayrılıklar, gayrılıklar daima bahis konusu edilmiştir kitaplarda... Haklıdır bazı konuşmacılar, bazı tenkid edenler... Çünkü tasavvuf, çok uzun bir tarihte, çok geniş bir sahada asırlar boyu uygulanmış, farklı kültür çevrelerinin insanları tarafından uygulanmış bir dini yaşama tarzı... Muhakkak ki İslâm'dan önceki yaşam tarzlarının, örflerinin, adetlerinin, kültürlerinin, çevrelerindeki insanların tesiri var... İran-Hind tesiri, hristiyanların daha önceki zâhidlerinin, rahiblerinin tesirleri var. Bu kadar uzun asırlar Atlas Okyanusu'ndan Büyük Okyanus'a, Sibirya'dan Afrika'nın güney ucuna kadar geniş sahalarda yayılmış olan, bir dini yaşam tarzının arasında farklılıklar olabilir. Bunun güzel temsil edilmesi de olabilir, cahillik veya yozlaşma da olabilir. Bunu her sahada müşahede etmek veya her sahadan buna misal göstermek mümkündür.
Teknolojiden bile mümkündür.
Onun için, tasavvufun çeşitleri çok olunca, birisi tasavvufu tenkid ediyorsa, tarikati tenkid ediyorsa; onunla terminolojimizi eşitlememiz lâzım, neyi kasdettiğini beraber düşünmemiz lâzım... "Sen hangisini kasdediyorsun?.. Neye düşmansın, neye dostsun?.." diye kavramdan, kelimeden anladığımız manâ üzerine bir ortak zemin bulmamız lâzım ki, ondan sonra haklısın veya haksızsın denilebilsin. Çünkü, belki aynı şeyi söylüyoruz; belki, onların tenkit ettiği hususu biz daha çok tenkit ediyor ve düzeltmeye çalışıyoruz.
Biz hiçbir zaman, şeriatin dışında, Kur'an-ı Kerim'e aykırı, Sünnet-i Seniyye'ye aykırı bir davranışı, küçük bir jesti bile tasvip etme zevkinde ve zihniyetinde değiliz. İnsanın kendisinden bahsetmesi herhalda çok ayıp olur, ama tabii burada icab ediyor. Ben de müsaadenizle itiraf ediyorum, çok koyu bir şer'-i şerîf bağlısıyım ben de... Hem de, bu böyle sonradan olma bir hastalık da değil; çocukluğumdan beri olan bir şeydir. İlkokul, ortaokul çağlarından beri böyle... Bu vasfım hiç değişmedi. Herkes de beni bu bakımdan tenkit ettiler. Üniversitede de elhamdülillah hep bu yüzden tenkit edildim; sakalımdan dolayı, kravat niye takmıyorum diye... filan. Çok koyu olduğum gibi şeyler, tenkitler; tavizsiz olduğumuz, tutucu olduğumuza dair sözler söylendi. Ben onları yazsalar da kabrime koysam diye de düşünüyorum. Yâni onlardan hiç şikayetçi değilim....
Onun için tabii bazı tarikatlara, mesela içki içen, içkiyi medheden; "Işkını açmaya, mey nûş edelim!" diye bir de bunu aşkullahı, muhabbetullahı açmak için vasıta sayıp da, bir de meşrulaştırmaya çalışan bazı tarikatları sevemedim, sevemeyiz, sevemezsiniz!.. Namazsız tasavvuf erbabını sevemedim... Bu işin laf olmadığını, kal olmadığını, hâl olduğunu düşündüğümüz için, herhalde biraz da aşırılığımdan --içinizde sigara içenler varsa bağışlayın-- sigara içenlere, sigarayı savunanlara, tekkeye gelenlere sigara ikram edenlere bile bir müsamaha oluşamadı içimde... Halâ oluşabilmiş değil...
Bilmiyorum Hocamızın çok çok tabii, olgun talebeleri vardı. Benim de eksiğim, kusurum kendisine muhakkak ki malûmdu. Ama bizi sizlere hizmetçi olarak tayin buyurması nedendir bilmiyorum... Sanki bana biraz da bu, şer'-i şerîfe bağlılık tarafımdandır gibi geliyor bana... Böyle bir his var içimde... Şer'-i şerife bağlı, yâni Kur'an-ı Kerim'e ve hadis-i şeriflere bağlı bir terbiye içinde yetiştik. Tekkemizin müridleri terbiye kitabı, Ramûz el-Ehâdis; İmam Suyuti (Rh.A)'in El-Camius Sağîr'i gibi bir alfabetik hadis kitabı... Bunu okutan bir yerde yetişmiş olduğumuz için, hadisleri uygulamak, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini uygulamak bize göre tasavvuf olduğundan; şer'-i şerîfe bağlı olduğumuzdan tarikatçı olduk, tasavvufçu olduk mecburen... Şer'-i şerîfe bağlılığımız bizi tasavvufa götürdü. Galiba bu da, İslâm tarihindeki bazı büyük sîmaların çizgisine de benziyor. Çünkü ilk önce sıbyan mektebine gitmişler, elifbâyı öğrenmişler... Sonra dârül Kur'anlarda Kur'an-ı Kerîm'i öğrenmişler... Ondan sonra âlet ilimleri'ni öğrenmişler; Arapça, sarf, nahiv, mantık... vs. Ondan sonra, yüksek ilimleri, ulûm-ü şer'iyye'yi öğrenmişler.Ondan sonra "İlimden maksad, onun uygulanması, ilmiyle âmil olmak, bildiklerini hayatına uygulamak, tatbik etmek." diye --Halil Gönenç hocamızın çok güzel taksim edip ifade ettiği gibi-- bir bakıma ilm-i ahlâk demek olan, tasavvufa geçmişler... Tasavvufun uygulama biçimleri ve insanların terbiye edilmesinde düşünülen metodlar dolayısıyla yollar, yâni tarikatlar meydana gelmiş; o uygulamalarla marifetullaha ve dinin hakayıkına, hakikate erişilmiş...
Bu çizgi, meselâ İmam-ı Gazali'de hepimizin bildiği bir olay... İmam Gazali, Bağdad Medresesi'nde, sırmalı kocaman kavuğuyla ve altın yaldızla dokunmuş cübbesi ile ders veren, muhteşem bir zekâ âbidesi iken; celâlli, bilgili, konuşkan ve mantık dolu bir insan iken; sonra kendi hayatı içinde, uzun mücadelelerin verdiği tecrübeyle zındıklarla, rafizîlerle, batınîlerle mücadelesinin sonunda; etrafındaki ilm-i kelam ehlini vs.yi de inceledikten sonra, "Benim bugün kendi çağımda, incelediğim insanlar içinde, dini en doğru anlayan ve uygulayan sufilerdir!" diye sufiyye mesleğine sülûk etmiş ve Tûs'ta, medresesinin karşısına bir de tekke yapıp, --tabii kendi ruhi gelişmesi, Dımeşk'ta Mescid-i Emevi'de, caminin altındaki hücrede erbaînler çıkartma halleri ayrı-- ondan sonra meşhur eseri İhyâ-i Ulûm'u yazmış; asırlardır bizi terbiye ediyor... Yâni Osmanlı alimi olup da Gazali'yi okumayan; şimdi münevver olup da, Gazali'nin İhyâ'sı kütüphanesinde olmayan bir kimse, veya Kimya-ı Saadet'i olmayan veya Abitler Yolu kitabı olmayan bir kimse; yâni Gazali'den bir şey öğrenmemiş bir kimse, şu salonda tahmin etmiyorum...
Hacı Bayram-ı Velî de böyle bir müderris iken, ondan sonra intisab edip mutasavvıf olmuş... Akşemseddin Hazretleri hâkezâ, onun zamanındaki insanlardan... Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendi, Gümüşhane'den ilim tahsiline geldiği İstanbul'da, sırf kendisi için gönderilen özel bir mürşidle tarikat terbiyesi verilmiş kimse... Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî herkesin bildiği bir misâl... Medresede ders verirken Şems-i Tebrîzî'nin irşadıyla tarikata intisâb etmiş. (Kaddesallahü ervahahümül âliyye)
Demek ki, ulûm-u şer'iyyede rusuh peydâ edince insanın sonunda varacağı zirve, son durak tasavvuf oluyor; İslâmî tasavvuf... Tabii İslâmî tasavvuf diyoruz. Mistisizm denilen Hint mistisizmi, Yunan mistisizmi... Onlar bizi ilgilendirmiyor, biz müslümanız. Onlar bizi doğrudan doğruya ilgilendirmiyor, dolaylı yoldan da... Akif (İnan) Bey'le bir röportajımız olmuştu. Kendi özel durumumu söyledim, "Ben onları özellikle okumuyorum." dedim. "Belki bir şeylerinden etkilenirim de, şerîatçı tasavvufuma bir şey karışır." diye korkarım. Yâni yanlış bir şeyi öğrenirim; hani, bir şeyin duyulduğu zaman hatırdan çıkartılması zor olur. Onun için ne Hint felsefesini, Hint mistisizmini okumak istedim, ne Yunan mistisizmini okumak istedim, ne hristiyan mistisizmini okumak istedim. Sadece istediğim Kur'an-ı Kerim'i anlamak, hadis-i şerifi anlamak oldu....
(Vemâ halaktül cinne vel inse illâ liya'budûn) buyuruluyor.
(Etîullahe ve etîurrasül) buyuruluyor. Bu manâda pek çok ayeti kerimeler var. Bizden ibadet isteniyor, Allah'ın emirlerine itaat isteniyor. Madem bir imtihandır, madem burda imtihanı kazanmak ibadetle itaatledir; biz de itaat etmeyi önemli görüyoruz.
Ataullah-i İskenderânî Hazretleri'nin çok beğendiğimiz bir vecizesi var, buyuruyor ki: "Sana garanti edilmiş konuda sa'y ü gayret edip, terleyip koşuşturup durman; yâni vereceğim, korkma, telaşlanma denilen şeyde uğraşıp durman, senden istenen görevler ve vazifeler konusunda geri kalman, kusur işlemen senin basiretinin kapanmış olduğunun alâmetidir." Maksudu şu: Bize Allah rızkı tekeffül eylemiş.
(Ma ürîdü minhüm min rizkın, vemâ ürîdü en yut'imûn. İnnallahe hüver rezzâku zül kuvvetil metîn.) Yâni biz buraya doktor olmaya, mühendis olmaya, işletmeci olmaya, para kazanmaya gelmedik!.. Biz buraya imtihan olmaya geldik!
Bizden asıl istenen kulluk!.. Şimdi biz asıl kulluğu, meselâ kulluğun emirlerinden bir tanesi olan namazı ticaretimiz için bırakırsak: "Dükkanda müşteri var dükkanı kapatamıyorum; cumaya gelemiyorum, namazı kılamıyorum..." O zaman, bizden istenen namaz, bize garanti edilmiş olan rızık... Biz isteneni yapmıyoruz, garanti edilmiş olan şeyin peşinde boşuna koşuyoruz; körlük bu... Biz asıl isteneni yapmalıyız. Rezzak-ı âlem Allah...
İşte bunun için de metodumuz: Emirleri tutmak, yasaklardan kaçmak... Haramlardan, günahlardan ve sünnet-i seniyeye aykırı şeyler manasına gelen bid'atlardan kaçmak, kaçınmak, sakınmak esastır. Bu da takvâ kelimesi ile ifade ediliyor.
Kur'an-ı Kerim'den gelme, Kur'anî bir tasavvuf tabiridir. Tasavvufun Kur'an'dan çıktığının delilidir. Takva şiarımızdır. Tabii takvâ ehli olan, itaat eden, rasûlüne ittiba eden insanların da sonuçlarının ne olacağını Kur'an-ı Kerim bildiriyor. Allah bizi bunları güzel yapıp da, o sonuçlara erenlerden eylesin... Dünyada keramet, hüsn-i akıbet; ahirette de saadet-i ebediyye...
(Vettekullah ve yuallimükümullah) (İntettekullahe yec'alleküm furkanâ) Bir çok şeyler takvâ ehli insanlara vaad edilmiş.
(Uiddet lil müttakîn) (Vel akıbetü lil müttakîn) Takva ehline çeşitli ikramlar... Demek ki, ana çerçevesi içinde biz, tamamen Kur'anî, tamamen sünnet-i seniyyeye uygun kurulmuş bir yolda yürüyoruz. Bizden öncekilerden Allah razı olsun, Allah makamlarını daha yüksek eylesin... Nurlarını ve sürurlarını kabirlerinde daha ziyade eylesin ki; dini daha yakından tanıdıkça, Kur'an'ı daha iyi öğrendikçe, sünnet-i seniyyeye daha derinden nüfuz ettikçe, her şeyin sünneti seniyyeye tam uygun olarak yapılmak istendiğini ve bize öyle öğretildiğini anlıyoruz.
Peki yâni bütün bunlar böyle ise niye şeriat, tarikat farkı ve çatışması var?.. Niye ortada böyle bir problem var?.. Var, doğru... Bu bir cehalet eseridir. Bazı insanlar sözleri, ne manâya geldiğini bilerek söylerler. Bazı kimseler de onların söylediği sözlerin ne manâya geldiğini anlamadan takliden söylerler. Bilmedikleri makamlardan, bilmedikleri duygulardan; iç alemleri fakir olduğu için, anlamadıkları şeylerden biliyormuş gibi takliden konuşurlar. Onun için de, işte böyle yanlışlıklar çıkar. Sanki şeriat bir bağmış da insanların boynunu sıkıyormuş, müslümanlar çok daralmış; tasavvuf gelmiş kurtarmış, gevşetmiş bu bağı... Böyle anlatıyorlar. Yâni Avrupalıların bu tasavvufu anlatma tarzına bakacak olursanız, böyle anlatıyorlar. Veyahut da rafızî, veyahut batınî mezhep ve meşrep ehli olan insanlar, kendileri bir yol tutturmuşlar... Şu bizim mantığımızdan uzak; Kur'an'a göre yaşamak, her şeyi Kur'an-ı Kerim'e, sünnet-i seniyyeye uygun tarzda yapmak gibi bir mantıkları yok...
Bir yol tutturmuşlar; ondan sonra da, kendi yollarını takviye edecek manâsız şeylerle, söz cambazlıkları ile kendilerini takviye etmek istiyorlar. Meselâ; "Güzele bakmak sevap!" gibi sözler... "Allah'ın aşkından, muhabbetinden, o makamın yüksekliğinden; onunla meşgul olan insanların daha başka, aşağıdaki ibadet ve taatlerle meşgul olmasına gerek yokmuş...
Tekâlif-i şer'iyye; yâni mükellefiyetler, emirler, namazlar, niyazlar, aşağı tabakadaki insanlara aitmiş... Yukarı çıkınca onlardan ref' olunurmuş..." gibi şeyler... Adam zındık, hatta kâfir; böyle diyor.
Eskiden de böyle diyenler olmuş. Tarihten misaller var, biliyoruz. Meselâ, İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri'nin Marifetname'sinde, bunlar oniki tane grup; içinde olan şunlardır şunlardır diye isimlerini sayıyor. Zamanımızdan bir misal vereceğim, biraz çok teorik olmasın, bazı tablolar zihinlerde kalsın diye: Bizim Kayseri'li bir tüccar kardeşimizin bulunduğu handa tezgâhtar bir şahıs... Sarıklı geziyor, cübbeli geziyor, beş vakit namazı camide kılıyor... Sakalı da var. Başka tezgâhtar işçi çocukları filân da yakalarsa, onları da İslâm'a çekmeye çalışıyor. Onları da namaza alıştırmağa çalışıyor. Demek ki, yâni bir İslâmî hizmet yapmak durumunda... Sonra birden bu şahıs bakıyorlarki cübbeyi bırakmış, sarığı bırakmış, sakalı kesmiş, camiyi de terketmiş... "Ne oldu?" diyorlar. İşte bir şahsa bağlanmış onun için... Aradan bir zaman geçiyor. Tabii bu o şahsa bağlı olduğu için, bizim tüccar arkadaşımıza da geliyor diyor ki: "Bu akşam bizim --söylemek istemiyorum, kelimeyi kullanmak istemiyorum--babamız, üstadımız, büyüğümüz --diyor diyelim-- falan yerde konuşacak, siz de buyurun!" diyor. "Olur hemen gelirim." diyor. O daveti yapan gittikten sonra, bunun dükkanında çalışan tezgâhtarı patronuna diyor ki, "Abi, sen olur giderim dedin ama; bu çocuk namaz kılıyordu namazı bıraktı, sakallıydı sakalı kesti, yolunu sapıttı, şaşırttı... Yâni bunun bağlandığı şahıs da sapık bir kimsedir. Ne diye gideceksin onun meclisine?.." deyince; yâni, her çeşmeden su içilir mi? Kimisi çamurludur, kimisi mikropludur. Diyor ki, "Ben onun öyle olduğu için gideceğim, merak ediyorum, bunu raydan çıkartan şahıs kimdir diye gideceğim." diyor. Kalktım gittim diyor. Tam bizim o eve yaklaştığımız sırada akşam ezanı okundu. Biz de tereddüt ettik. "Camiye mi gidelim, eve mi gidelim?" diye. "Evde belki cemaat daha fazladır, mahalle camisinde birkaç kişi olabilir, çok cemaatle namaz kılalım!" demişler, eve girmişler. Ev tıklım tıklım dolu... Bir köşeye ilişmişler. Baş köşede bir adam birşeyler konuşuyor. Dinlemişler, dinlemişler, dinlemişler... Saate bakmaya başlamışlar... Yâni, akşamın vakti daralmaya başlamış. Demişler ki, "Namaz kılmadık, namazın vakti geçiyor!.." Konuşan adam, şöyle istihfaf edici bir nazarla bakmış. "Nerden getirdiniz, bu bîganeleri?" gibilerden... Evsahibine demiş, "Meşgul ol şunlarla!"
Artık o çağıran şahıs bunları almış, lavaboya götürmüş; abdest almışlar. O da utandığı için abdest almış. Gelmişler. "Ne yaptın evlâdım?" demiş, o sapıtan çocuğa... "Islandım baba!" demiş. Tabir, baba... Onun da cevabı şu: "Evladım, insanoğlu çamurdan yaratılmıştır, suyla pek oynamaya gelmez, demedim mi ben sana?.." Yâni abdest almak, suyla oynamak çamurdan yaratılmış insanı biraz bozar filân diye. Sonra namaz kılmışlar, gene gelip oturmuşlar. "Ne yaptınız?" demiş. "Namaz kıldık." demişler. "Yahu, biz burada aşkullahtan, muhabbetullahtan bahsediyoruz; siz namaz kılmaya kalkıyorsunuz. Namazın kazası var ama sohbetin kazası yok!" Yâni biz aşkullahtan, muhabbetten, o kadar yüksek şeylerden bahsediyoruz; siz basit şeylerle uğraşıyorsunuz... "Ben de bidâyet-i halimde, 25 sene kadar önce bir namaz kılmıştım; siz de zamanla belki düzelirsiniz." demiş.
Şimdi tabii, böyle insanlar varken, elbette tasavvufa karşı çıkacak insanlar da vardır; ben de başlarındayım!.. Ben de başlarında olmak üzere... Çünkü biz, Allah'ın kullarıyız. Allah'ın emrine itaatle, Allah'ın kelâmı olan Kur'an'a uymakla; rasûlü olan, Habîb'ine ittibâ etmekle görevliyiz. Böyle maskaralık olmaz ki!.. Haramların mubah görüldüğü, menhiyâtın icra edildiği bir yol, İslâmî bir yol olamaz ki!.. Onun için tabii, tenkidler olacak... Onlarla anlaşabiliriz; "Neyi tenkid ediyor?" filân diye sorup, belki aynı noktaya gelebiliriz....
Allah'ın sevgisini, rızasını kazanmak için sevdiği işler yapmak lâzım. Rızayı kazanacaksınız da, ondan sonra ma'rifetullahı o ihsan edecek; hidayeti o verecek.
(Vellezîne câhedû fînâ, lenehdiyennehüm sübülenâ) olacak ve arif kul olacak, aşık kul olacak. Diyor ki hadis-i şerifte Peygamber SAV Efendimiz: "Allah indinde senin kendinin makamının, mertebenin ne olduğunu merak ediyorsan; Allah'ın senin yanındaki makamı, mertebesi, senin zihnindeki senin ona bağlılığın nedir; ona bak!" diyor.
(Fezkürûnî ezkurküm, veşkurûlî velâ tekfurûn) Kul zikredecek, Allah da kulunu zikredecek. Kul mutî' olacak, Allah da ihsan edecek. (Ene celîsü men zekerenî) Kul Allah'ın sevdiği işleri yapacak, ondan sonra da muhabbetullaha nâil olacak. Onun için:
Aşk odu evvel düşer ma'şûka, andan âşıka;
Şem'i gördüm, yanmadan yandırmadı pervaneyi!
Yâni bir insan Allah'ı sevebiliyorsa, Allah ona sevmeyi nasip etmiştir de ondan öyle olmuştur.
Onun için, (Etturûku külliha âdâbün) "Tarikatlerin hepsi âdâb ve ahlâk manzumeleridir, mecmualarıdır, sistemleridir."
Bütün vâsıl olanlar, edebe riayetle vâsıl olmuşlardır. Bütün mahrum kalanlar, edepsizlikten mahrum kalmışlardır. Yâni şeriatın ahkâmını uygulayacak; ondan sonra her anın, her yerin, her mekânın, her makamın edebine riayet edecek de; ondan sonra Allah-u Tealâ Hazretleri'nin rahmet deryası cûşa gelip, Allah-u Tealâ Hazretleri kendisine ihsan edecek...
Marifetullaha, muhabbetullaha yol budur. Onun için, büyüklerimizin bize gösterdiği çizgi çok doğrudur. ...
Sözü İbrahim Edhem Hazretleri'nin sözüyle bitireyim. Birisi nasihat istemiş; ona altı tane nasihat veriyor. Diyor ki, nasihatinin bir cümlesinde:
(İzeştegalen nâsü bitezyîniz zahiri, feştegıl ente bitezyînil bâtın!) "İnsanlar dışlarını süslemekle meşgulken, sen içini süslemeye bak!" 153
TASAVVUF VE TARİKATIN HAKÎKATI
Bu yazımı size Mekke-i Mükerreme'den el-Mescidül-Haram'dan seher vaktinde yazıyorum. Allah-u Teâlâ'nın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun! Rabbim cümlemizi her türlü zulümden, şerden, zarardan, fitne ve fesattan korusun! Hiç şüphe yok ki fitnelerin en kötüsü insanın dinine, imanına, ahiretine zarar verenidir.
Bu Ramazan-ı şerifin ibtilâ ve imtihanı bir hayli tehlikeli boyutlara ulaştı. Bazı kimseler halkın temiz ve hâlis inancı ile oynamağa giriştiler. Bilen bilmeyen her kafadan bir ses çıkıyor, Ehl-i Sünnet akàidi zedelenmeğe çalışılıyor.
Herkes tereddütsüz bilsin ki tasavvuf, en önemli, en değerli İslâmî ilimlerden biridir; çünkü Allah'ı bilmeyi, O'na ermeyi, rızasını kazanmayı öğretir; evliyâ olma yoludur, sonuç olarak cehennemden kurtulup cennete girmeyi sağlar.
Bu ulvî gàyeye ulaşmak için neler yapılması gerektiği, Kur'an-ı Kerim'de, Sünnet-i seniyye-i nebeviyye'de, Şeriat-ı garrâ-yı Ahmediyye'de açıkça bildirilmiştir; tasavvuf bunları bilir ve uygulatır. Şeriat'ın, Kur'an'ın, Sünnet'in dışında tasavvuf olmaz, zındıklık, zıpırlık, sapıklık olur. Çünkü Allah CC Hazretleri'nin sevgisi ve rızası, O'na isyan ederek, günah işleyerek kazanılamaz. Efendimiz, rehberimiz, serverimiz, nümûne-i imtisâlimiz Hazret-i Muhammed AS Allah'ın en sevgili kulu ve en yüce peygamberi olduğundan, bizim de Allah'ın sevgilisi olabilmek için O'na, o mübarek Resûl'e, en güzel şekilde ittibâ ve iktidâ etmemiz, yegâne salâh ve felâh yoludur, başka çıkar yol yoktur.
O çok zâhidâne, çok dervişâne bir hayat sürmüştür, çok fazla ibadet ve tâat kılmıştır, çok takvâlı hareket etmiştir, çok müeddeb ve çok mükemmeldir, çok yüksek ahlâk sahibidir. Ümmeti onu örnek aldığı için mutasavvıf olmuştur. Çünkü o, dervişlerin şâhı, müttakîlerin önderi, zâhidlerin serveri, edeb ve ahlâk menbâı, âriflerin sultanı, âşıkların cânânıdır.
Tarîkatlar, onun Tarîkat-ı Muhammediyye'sinin devamı ve dallarıdır. Şeyhler ve mürşid-i kâmiller, onun baktığı gülzârın gülleridir. Ulemâ-i muhakkıkîn o yüce Peygamber'in mânevî vârisleridir. Meşâyih-ı vâsılîn, onun irşad makàmının memurlarıdır.
Nefsi tezkiye ve terbiye, zikr-i kesîr ve halvet, güzel ahlâka teşvik, ulül'emre (ulemâya) itaat, dini tâlim ve taallüm, âlime hürmet, takvâ, ihlâs, ibadet ve tâat, zühd ü kanaat vs. gibi nice tasavvufî hususlar, Kur'an'da, sünnette, asr-ı saâdette, ashâb-ı kirâm'da ve sâlih selefte varken, tarîkat ve tasavvufa çatmak, kerameti inkâr etmek; akla, mantığa, dine, imana, ahlâka, vicdana, basîret ve ferâsete, hiç mi hiç uymaz.
Kul Resûlüllah'a uydu, kullukta ilerledi mi, Mevlâ onu keramete erdirir; onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olur; ona yardım eder, duasını kabul buyurur, işini rast getirir, türlü türlü maddî, mânevî nimetlere, ikramlara, makamlara erdirir. Ondan acâib, hârikulâde haller zuhura gelir, cümle halk bu işlere şaşar kalır. O mübarek şahıs, o asırda zamanın evliyâsı, kutbu, gavsı olur. Resûlüllah SAS'in vâris-i hakîkîsi ve halife-i mânevîsi, ümmetin önderi, mü'minlerin serveri ve rehberi olur. Halkın ona ittibâsı ve itaati lâzım gelir, ittibâ etmeyen câhiliye ölümü ile ölür; bu cihana a'mâ gelip a'mâ gider.
Mânevî terbiyeyi almak, ma'rifetullaha ermek nefsi islah eylemek, kötü huylardan kurtulup ahlâk-ı haseneye sahib olmak için o mürşid-i kâmile teslim olmak, hürriyetlerini yitirmek, şahsiyetini kaybetmek değildir; bil-akis hakîkî hürriyete kavuşmak, nefse esir olmak ve şeytana kulluk etmekten kurtulmak, muazzam ve muhteşem bir şahsiyet kazanmak demektir. Ölmeden önce ölmek, yepyeni, dipdiri, pırıl pırıl bir hayata sahib olmaktır.
Hasta kendisini tedavi eden tabibe elbette tam tamına itaat etmeli, tavsiyelerine harfiyyen riayet eylemelidir. Sahabe-i kiram RA Rasûlüllah'a mutlak olarak bağlanmakla fenâ mı yapmıştır, yoksa Allah'ın rızasını mı kazanmıştır?!.. Tarîkatı, tasavvufu, ilm-i ledünnü bilmeyenler aslında şerîatı da tam bilmiyor demektir. Bu denlü haddini bilmezler, kırık dökük
Arapça ve yarım yamalak ilim ile hem kendilerini tehlikeye atıyor, hemde halkı yanıltıp kandırıyorlar. Bazı ayetleri ileri sürüp ayn konudaki diğer ayetleri gözardı etmek, ne büyük gaflet ve cehâlettir! Allah islah etsin!..
Asrın moda olan sapık görüşlerini ve tarihin Ehl-i sünnet dışı yanlış ve bayat fikirlerini ısıtıp ısıtıp halkın önüne sürenler, eğer felâketten kurtulmak istiyorlarsa, biraz da ehl-i basîret ve ehl-i hakîkat ve ehl-i ma'rifetin mübarek kitaplarını okusunlar, kibir ve ücûbu, cidal ve inadı tamâmen terk etsinler ki, bu kötü huylar hicâb-ı tevfîk-ı ilâhîdir.
Din düşmanları İslâm'a saldırabilir ama, müslümanım diyenlerin onların safında yer almaları akıl alır bir iş değil! Allah cümlemizi nevm-i gafletten îkaz eylesih!..
Yâ Rab! Cümle ümmet-i Muhammed'e hakkı hak olarak görüp ona uymayı, bâtılı bâtıl olarak görüp ondan korunmayı nasîb eyle! Bizi sevdiğin, razı olduğun kullar zümresinden ayırma!.. 154
1. Soru:
--Tasavvuf mutlaka gerekli midir?
--Evet, gereklidir. Çünkü:
(Kad efleha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) buyruluyor ayet-i kerimede... "Nefsini terbiye eden felâh bulacak; terbiye etmeyen mahvolacak, perişan olacak!" O zaman terbiye etmek mutlaka gerekli!..
Terbiye nerde oluyor?.. Torna tezgâhına mı sokacağız, marangoz hızarına mı vereceğiz?.. Hayır!.. Tekkeye gelecek, kötü huyları atacak, iyi huyları alacak, iyi insan olacak!.. O halde tasavvuf gerekli...
2. Soru:
--Tasavvufu, "Nafile ibadetlerin organize edilmiş bir şeklidir." diye tanımlayabilir miyiz?
--Hayır! Tasavvuf, nafile ibadetlerin organize edilmiş bir şekli değildir. Bazan nafile ibadeti bile bırakır mutasavvıf...
Bizim büyüklerimiz diyor ki: "İnsana hizmet bahis konusu olduğu zaman, nafile ibadeti terkederiz. Çünkü, nafile ibadet insanın ferdî kazancıdır. Ama, başkasına hizmet topluma kazançtır; bunun sevabı çoktur."
İbrâhim AS Kâbe'yi binâ ettiği zaman, dört köşesinde biner rekât namaz kılmış. Demiş ki:
"--İbadet ettim. Bunu beğendin mi yâ Rabbi?.. Sana yapabileceğim bundan daha sevgili bir ibadet var mı?.."
"--Evet yâ İbrâhim! Bir fakirin kursağında bir lokma ekmek..." buyurmuş.
Demek ki, şahsen sen ibadet ediyorsun, faydası sana... Ama başkasına faydalı bir şey yaptığın zaman, onun kıymeti daha yüksek oluyor, nafile ibadetten önce geliyor.
Onun için, tasavvufta hizmet esas olduğundan, hürmet esas olduğundan, böyle bir nafile ibadetlerin organize edilmiş şekli diyemeyiz. Aksine, gece gündüz çok nafile ibadet eden insanlar vardır, onlara âbid diyor mutasavvıflar... Ama âbidlik, tasavvufun aşağı mertebesidir. En aşağı mertebesi âbidlik mertebesi... Ondan sonra, zâhidlik mertebesi geliyor, ondan sonra âriflik mertebesi geliyor, ondan sonra aşık-ı sâdıkların mertebesi geliyor. Allah'ı seven, Allah tarafından sevilenlerin mertebesi... Yüksek mertebe bu oluyor.
3. Soru:
--Tasavvufta tebliğe bakış açısı nedir; misallerle açıklar mısınız?
--Tebliğ demek; İslâmiyet'i birisine anlatmak, onun müslüman olmasını sağlamak... Tasavvufun en mühim faaliyetlerinden birisi budur. İrşâd ve tebliğ... Zâten tasavvufun büyüğü olan şeyhe, mürşid derler. Yâni, irşâd eden kimse...
Misâl istiyorsanız Yesevî dervişleridir, Horasan erenleridir. Horasan'ı bırakmışlar, bu diyarları müslüman etmişler. İslâm'ı bu diyarlara yaymışlar. Savaşmak gerektiği zaman savaşmışlar, anlatmak gerektiği zaman anlatmışlar, öğretmek gerektiği zaman öğretmişler.
Bizimkilerin prensibi şudur: Gündüz çalışmak, kazanmak, hizmet vs. Gece ibadet... Bu tarzda gayret göstermişlerdir. Biliyorsunuz İmam-ı Gazâlî tasavvufun meşhurlarından birisidir. Bir medresesi vardı; orada profesörlük yapıyordu, talebe yetiştiriyordu. Medresesinin karşısında da tekke vardı; orda da tasavvufî eğitim yapıyordu. Böyle olmuştur.
Bizim tasavvuf büyüklerinin çoğu, aynı zamanda büyük müderristir, profesördür. Meselâ, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî müderristi. İmam-ı Gazâlî müderristi. Sonra, Ankara'lı Hacı Bayrâm-ı Velî müderristi; şimdi müze olarak kullanılan medresede müderrislik yapıyordu. Ondan sonra tasavvufa intisab etti. Hepsi aynı zamanda öğretmendir, profesördür, ilimle meşgul olan insandır. Kur'an tefsiri yazmıştır, hadis kitabı yazmıştır, fıkıh kitabı yazmıştır. Dinde bilgili insanlardır, üstad insanlardır. Gerçekten deryâ gibi bilgisi olan insanlardır.
Yusuf-u Hemedânî Hazretleri --rivâyet ediliyor ki-- doksanbin mecûsîyi müslüman etmiş. Kapı kapı gidermiş, İslâm'ı anlatırmış; mecûsîyi, ateşperesti İslâm'a çekermiş. Fuat Köprülü'nün İlk Mutasavvıflar isimli eserinde vardır Yusuf-u Hemedânî... Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin hocası oluyor.
Ahmed-i Yesevî Hazretleri de tarikatı ondan aldıktan sonra bütün Türkistan ve Sibirya bozkırlarındaki göçebelere, Türkçe konuşan kavimlere İslâm'ı yaymıştır.
Sonra, Çeştî Tarikatı Hindistan'a yaymıştır İslâmiyeti... Hinduların müslüman olmasına sebep olmuştur. Sunûsî Tarikatı Afrika'da, Sudan'da yaymıştır. Bir çok gayrimüslimin İslâm'a gelmesinde en büyük emeği olan, en büyük katkıyı sağlayan mutasavvıflardır.
4. Soru:
--Bir kişinin imanına vesîle olmak, binlerce feyz ve zevke göre daha üstün müdür?
--Bir kimse, bir insanın imana gelmesine sebep oldu mu, onun yaptığı sevapların misli kendi defterine yazılıyor. O bakımdan iyidir. Şahsen, ferdî olarak çalışmak yerine, başka insanların doğru yola gelmesine çalışmak, büyüklerimizin bize emridir. Hizmet diyoruz biz buna... Müslümanlara her yönden hizmet etmek; onların imana gelmesine, İslâm'ı öğrenmesine, maddî mânevî sıkıntılarının çözümlenmesine koşmak çok sevaptır. Bunu, tasavvuf olarak biz söylüyoruz.
Amma, bunu tasavvufa karşı bir tez olarak ortaya koymak çok yanlıştır, şeytânî bir şeydir. Yâni:
--Sen mutasavvıf olma!..
--E, ne olacak?..
--Başkasının imana gelmesine çalış!..
Yok öyle şey!.. Oldu mu şimdi?.. İnsan neden mutasavvıf oluyor?.. İyi müslüman olmak için... Niye tasavvuf yoluna giriyor?.. Takvâ sahibi olup, kalbini nurlandırıp iyi müslüman olmak için... İyi müslüman, müslümanlara daha faydalı işler yapıyor. Tarih boyunca böyle olmuş. Kendisi iyi olmadığı zaman başkasına da faydalı olmuyor, zararlı oluyor.
Tasavvufî bir eğitim görmedi mi; insanın cihadı da cihad olmuyor, irşâdı da irşad olmuyor. Kendisi sağlam olmuyor çünkü...
--Biriketten gökdelen yapıldığını duydunuz mu?.. Var mı bir bilen?..
--Yok!..
--Var mı bir gören?..
--Yok!..
--Neden?..
--Biriket yük taşımaz hocam!..
--Pek gökdeleni neyle yapıyorlar?..
--Çelik konsrüksiyonla yapıyorlar. Çelikleri birbirlerine bağlıyorlar; yukarıya doğru ölçülü, hesaplı, sağlam çelik kontrenlerle gökdeleni yapıyorlar 115, 120 katlı... Beton bile yapmıyor.
Onun için, sağlam müslüman olmadan faydalı iş yapmak mümkün olmuyor.
Pakistan'ın alimlerinden Mevdûdî vardı. O bir kitabında yazmış diyor ki: "Biz bu ülkede iyi yetişmemiş müslümanlardan çok zarar gördük." diyor. Çünkü, yarım yamalak yetiştiği için, abuk sabuk olur. Bizim Türkiye'de de böyle... Dergilerde, gazetelerde lise tahsilli, Arapça bilmez, İslâmî bilgisi derin değil... Herkes çıkmış, İslâm hakkında bir şey yazıyor. Yalan yanlış şeyler yazıyor, kendisi de sapıtıyor, halkı da saptırıyor.
Onun için sağlam müslüman olmak lâzım!.. "Ben halkı irşad edeceğim!" diye, tasavvuftan kaçmak olmaz; kendisi adam olmayınca, başkasını adam etmek mümkün olmadığından...
Böylece asıl kendisini kurtaracak ilaçlardan kaçmış oluyor.
5. Soru:
--Said-i Nursî (Rh.A), devrin tasavvuf devri değil de imanı muhafaza ve kurtarma devri olduğunu müteaddit defalar zikretmiş; bunu yorumlar mısınız?
--Said-i Nursî merhûmun, bizim Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn Hazretleri'ne üstadım dediğinin şahitleri var... Sağ şahitleri var: Samsun'da Mustafa Bağışlayıcı, Eskişehir'de Abdülvahabın babası... Bizzat Said-i Nursî'yle görüşüp anlattıkları şeyler var...
Meselâ, Gümüşhâne'lidir söylediğim şahıs... "Nerelisin evlât?" demiş Said-i Nursî merhum kendisine...
"Gümüşhâne'liyim!" deyince, "Hocamın memleketindensin..." diyerek açıkça Gümüşhâneli Hocamız'a bağlı olduğunu söylemiş.
Benim hocam Mehmed Zâhid-i Bursevî'ye de, bir muhakemesi olduğu zaman gelmiş olduğunu hocam bana nakletmişti.
"Hocam, ben de Evrâd-ı Bahâiyye'yi --Bahâeddîn-i Nakşıbend Hazretleri'nin evradını-- okuyorum." dediğini; "Bana dua edin, bugün mahkememiz var!" dediğini söylüyorlar.
Ayrıca Mustafa Bağışlayıcı'nın da, bağlı olduğuna dair hatıraları var... Kendisinin tasavvufa bağlılığı vardır; bir... İkincisi imanı kurtarma ve muhafaza, ma'rifetullah'a ermek, mü'min-i kâmil olmak, zâten tasavvufun işidir.
O bakımdan ya bu sözü söylemedi üstâd; ya da söylediyse, "Şu sırada böyle bir şeyhe bağlanmayın da, benim tavsiyelerimi tutun! Çok acil bir durum içindeyiz. Şu risâleleri okuyun, yazın; böyle bir çalışma yapalım!" demiş olabilir.
6. Soru:
--Tasavvufun modernizasyondan etkilenmesi ne derecededir? Sizin tasavvufu modern dünyaya adapte ettiğiniz söyleniyor; bu ne derecede doğrudur?
--Tasavvufta modernizasyon diye bir şey sezmiyorum ben, tasavvufun içinde... Tasavvufun kendisi ter ü tâzedir, bayatlamamıştır, bozuk değildir ki, modernizasyonu olsun.
Yalnız, biz daha ziyâde Nakşî, Kadirî, Çeştî, Sühreverdî, Kübrevî Tarikatları yoluyla gelmiş bir an'aneye bağlıyız.
Bizim yolumuzda, Kur'an-ı Kerim'e ve sünnet-i seniyyeye bağlılık çok önemlidir. Biz tasavvuf içinde sünnet-i seniyyeye bağlılığı etkili hale getirmeye çalışıyoruz. Bid'atlere karşı, sünnet-i seniyye'ye gelmeye yönelik çalışmalara önem veriyoruz.
Bazıları da bizi bu yönden suçluyor. Meselâ, Hürriyet Gazetesi'nin çıkardığı tarikatlar ve tasavvufla ilgili küçük bir kitap var; herhalde Yaşar Nûrî Öztürk yazmış. Orda Bektâşîliği medhediyor: "Güzeldir, kadın erkek bir aradadır. İçki hususunda ve sâirede de müsamahası vardır... Mevlevîlik güzeldir, mûsikîye müsaade etmiştir. Dönüyorlar, bir çeşit dans yapıyorlar. Raks vs. câiz gibi oluyor. Ney var, çalgı var..." filân diye. Ama bizim Nakşîliğe filân biraz çatmış: "Bunlar yobazdır, gericidir. İnkılaplara karşı çıkan falan şahıs, filânca şahıs bunlardandır." gibi sözler söyler söylüyor.
Onların da bir çeşit şahitliğidir bu sözleri ki, biz sünnet-i seniyyeye uygun hareket etmek istiyoruz. Yapmak istediğimiz budur. Yoksa, İslâm'dan gayri bir tesiri tasavvufun içine getirmekten, modernizasyon veya reform adı altında böyle bir şey yapmaktan Allah'a sığınırız. Biz Rasûlüllah SAS'in hayatının ana esaslarına göre yaşamayı istiyoruz, onu uygun görüyoruz. Kur'an'a göre yaşamayı uygun görüyoruz.
7. Soru:
--Tasavvufta Yunan ve Hint etkisi hakkında ne dersiniz?
--Felsefî tasavvufta, işin sözünün edilmesinde, kitaplarda yazılmasında bunlardan bahsediliyor. Olabilir. Hindistan'daki bazı tarikatler, Türkistan'daki bazı tarikatlar şamanizmden, brahmanizmden, budizmden etkilenmiş olabilirler. Başka yerlerdeki bazı tarikatlar hristiyanlardan filân bazı etkiler almış olabilirler, mümkündür. Ama bunlar mevziîdir, münferit olaylar tarzındadır.
Almışsa bile mahzuru olmayan şeyleri almıştır. Çünkü o da tepeden tırnağa batıl değildir. Belki hristiyanlığın aslî tarafındandır, veya yahudiliğin aslî tarafındandır. İnsanlara şefkattir veya nefsi terbiye etmek için bir metoddur. Metod kullanılabilir. İlim Çin'de bile olsa alınacağı için, nefsin terbiyesi için bir metod belki kullanılmış olabilir. Bizde yoktur.
Bizim yürüdüğümüz yolda, biz hadis-i şerife uygun, Kur'an-ı Kerim'e uygun olan şeyi yapmağa, onun dışındaki şeyleri yapmamağa ve böyle bir etki varsa onu ayıklamağa çalışıyoruz.
Bu Hint etkisi meselâ Kalenderîlik'te vardır. Kalenderîler dört şeyi kesiyor: Saçı kesiyor, cascavlak kalıyor... Kaşı kesiyor, bıyığı kesiyor, sakalı kesiyor. "İşte bu Kalenderîler Hindistan'dan etkilenmiş, ordan gelmiş." diyorlar. Olabilir.
Peygamber Efendimiz'in böyle bir şey yapması yok... O halde bir etkilenme olabilir.
Alevî-Bektâşî gruplarının içinde tırnak uzatmak, saçı, bıyığı uzatmak görülüyor. Adetâ bir tasavvufî bir şey verilmiş ona... İlle kâsenin içine girecek, içerken yüzecek filân diye... Bunlar tabii İslâmî görünmüyor. Belki, şamanizmden gelmiş bazı şeyler...
Veya giyim kıyafette boynuna bağladığı bir takım şangur şungur malzeme ve sâire bazı şamanist etkileri anlatır. Ama bunlar küçük, mevziî olaylar...
8. Soru:
--İslâm tasavvufunda yeniden doğuş, reenkarnasyon düşüncesine yer var mıdır?
--Yoktur. Bu Hindistan'dan gelmedir. İslâm'a aykırıdır. İnanan kâfir olur, İslâmî inanç bakımından... Çünkü, her insanın şahsî sorumluluğu vardır. Bu dünyadaki hayatından, rûhen ve bedenen ahirette mükâfat veya mücâzât görecektir. Bu fikir, Hinduların nirvana'ya ulaşma yolunda bir düşünce tarzıdır. Batıl bir düşüncedir. Böyle bir şeye ihtiyaç yoktur.
Ben lâtife ediyorum, diyorum ki: Allah-u Teâlâ Hazretleri ruh sıkıntısı mı çekiyor da kullanılmış ruhları tekrar tekrar kullanıyor?.. Böyle şey olur mu yâni?.. Kullanılmış bir ruh, öbür tarafa göçmüş; onu tekrar bu tarafta kullan... Ancak böyle şaka ederek reddediyorum.
9. Soru:
--Tasavvufu Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî ideolojisi olarak kabul edebilir miyiz?..
--Osmanlı İmparatorluğu'nun resmî ideolojisi yoktu. Serbestti esas itibariyle, demokratikti. Hürriyete önem veren bir yapısı vardı. Osmanlı kültürünün yapısı öyleydi. Ama, ekseriyet mutasavvıftı. Padişahlar, vezirler, münevverler ekseriyet tasavvuf erbâbıydı. Başkalarına da hayat hakkı, yaşama hakkı vardı.
10. Soru:
--Dervişlerin Kurtuluş Savaşı'ndaki etkileri hakkında ne söyleyebilirsiniz?
--Hem Kurtuluş Savaşı'nda, hem başka bütün cihadlarda, işi canı fedâ etmeğe, malı vermeğe kadar gelmiş gördüğünüz zaman, ortada dâimâ mutasavvıfları görürsünüz. Çünkü fedâkârdır, Allah için ölmeğe râzıdır.
Bugün Bosna-Hersek'te de öyledir. Benim temas halinde olduğum gruplar Kadirîdir, Nakşîdir, tekke erbabıdır. Orda ayrı bir müslüman tugay kurmuşlardır. Geçen gün gazete yazıyordu; Sıplar'ın da en çok kortuğu insanlar onlardır. Çünkü, ölümden korkmazlar.
Şeyh Şâmil Kafkasya'da çok meşhur; mücadelesini biliyorsunuz. İdris Sunûsî Hazretleri'nin Libya'da İtalyanlarla mücadelesini biliyorsunuz. Sudan'daki o erbâb-ı tarikatın mücadelesini biliyorsunuz. Sonra kitaplara geçti, "Sûfi ve Komiser" diye; Orta Asya'da İslâm'ın korunmasında, benliğin korunmasında ve Rus tesirlerinin azaltılmasında tarikatların rolünü biliyorsunuz.
Afrika'ya İslâm'ın yayılışındaki etkisini biliyorsunuz. Bugün Amerika'ya Avrupa'ya İslâm'ın yayılmasındaki tesirini görüyorsunuz. Yâni, çok büyük etkisi var...
11. Soru:
--Türkiye Cumhuriyeti, Türk cumhuriyetleriyle ilişkilerinde tasavvufu birleştirici unsur olarak kullanabilir mi?..
--Zâten mecbur... Kültürün bir unsuru olduğu için mecburdur. İster istemez öyle oluyor. Onların Orta Asya'da bildikleri bir tek şey var, Ahmed Yesevî Hazretleri var... Muazzam bir muhabbet besliyorlar. Biz de besliyoruz. Onun için Ahmed Yesevî Yılı ilân etmişiz.
Yunus Emre günleri dolayısıyla, dün Eskişehir'e Özbekistan'dan yetkili bazı şahıslar gelip, Yunus Emre'nin ordaki etkilerini kendi dilleriyle anlatacaklardı.
Mutlaka büyük faydası vardır.
12. Soru:
--"Tasavvuf insanın rûhî ihtiyacını karşılıyor." dediniz. Bu ihtiyaç nereden kaynaklanıyor? Nasıl bir ihtiyaçtır, neye karşı bir ihtiyaçtır; açıklar mısınız?
--İnsan maddî bakımdan ne kadar tatmin olsa, rûhî bir takım şüpheleri, endişeleri, düşünceleri, fikirleri, korkuları kalıyor ortada... Acaba benim ahiretim ne olacak?.. Acaba Allah beni seviyor mu?.. Acaba Allah benden râzı mı, hoşnut mu?..
İşte bu rûhî soruların cevaplarının verilmesi, insanı tatmin edecek bir takım çalışmaların yapılması gerekiyor.
13. Soru:
--Tasavvufta Hakk'a yakınlaşma çizgisi ne olmalıdır? Hallâc-ı Mansur gibi "Enel hak" demek ölçüyü zorlamak mıdır?
--Hallâc-ı Mansur'un ölçüyü zorladığı mutasavvıfların çoğu tarafından kabul edilir. Enel hak sözü üzerinde de çeşitli yorumlar yapılmıştır. Birisi şöyle cevap veriyor: "Enel hak demeseydi de, enel bâtıl mı deseydi? Yâni, ben hak değilim, ben bâtılım mı deseydi?.."
Tabii, Allah tarafından yaratılmış, müstesnâ, eşref-i mahlûkat olmak dolayısıyla insanda ilâhî bir yön vardır. Sonra insan zikirle kendi varlığından geçtiği zaman, kendi varlığı kalmıyor ortada... O bir vasıl hâli, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne vuslat hâli, fenâ fillâh hâli oluyor. O zaman, kendisini görmediği zaman böyle bir söz söylenmiş olabiliyor. Bunu yaşamayan insanlar anlayamıyorlar, onlara anlatmak da biraz zor oluyor.
Yâni, "Enellah" demiyor, "Ben Allah'ım, ben tanrıyım" demiyor, "Enel hak" diyor, "Ben hakkım" diyor. Bu söz yorum kaldıran bir sözdür. Ama söylediği söz dolayısıyla, biraz yanlış anlaşılmalara sebep olacak bir söz söylediği için, şer'î bakımdan cezâlandırılmıştır. Mutasavvıfların bazıları savunuyorlar, "O bu sözü şu maksatla söylemiştir." diyorlar, yorumlama yapıyorlar.
14. Soru:
--Tasavvufa intisab için olgunluk şart mıdır? "İyi müslüman olmak için, zeki olmak şarttır." dediniz; açıklar mısınız?
--Zeki insan inceliklerini anlar, sevapları işleri bulur, Allah'ın rızâsını kazanır. Aptal oldu mu, bilemez bunları, ilerleyemez. İyi müslüman olmak, olgunlaşmak, kemâle ermek için bayağı bir zekâ gerekiyor.
Tasavvufa herkes girer. Kapımız herkese açıktır. Girer ama, kimisi kırk yıl olduğu yerde durur, yerinde sayar; kimisi de kısa zamanda ilerler. Bu, kitaplarda da böyle yazılıyor, sadece benim söylediğim bir söz değildir. Kimisi gelir tarfetül aynde, bir anda irşad olur, gönül gözü açılır, gider. Kimisi de bir türlü anlamaz. Çünkü, teslimiyeti yoktur, muhakemesi eksiktir, itirazları vardır vs. kusurları vardır.
Tasavvufa intisab için, olgunluk şart değildir. İnsan olgunlaşmak için tasavvufa giriyor. Herkes gelsin!.. Onun için ne diyor şiirde:
Bâzâ bâzâ her an çi hestî bâzâ
"Gel, dön, geriye gel! Gittiğin yanlış yolu bırak, buraya gel!.. Ne olursan ol, bin defa tevbeni bozmuş olsan yine gel!.."
Zâten, tasavvufun ilk adımı tevbe etmektir. Adam günahkârdır; olgun değildir, üstelik günahkârdır. Tevbe edecek de ordan vaz geçecek.
O bakımdan, tasavvufa giriş için olgunluk şartı yoktur. Olgun olduktan sonra ne diye girsin?.. Diploması varsa, niye bir daha okulda okusun?.. Olgun olmak için, ham gelecek ki, olgunlaşacak.
15. Soru:
--Tasavvuf hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Tasavvufu her şeyiyle gönlümüze sindirmek, öğrenmek ve yaşamak istiyoruz. Bize hangi kitapları okumamızı ve ne yapmamızı tavsiye edersiniz.
--Risâle-i Kuşeyriyye'yi okuyun! İmam Kuşeyrî, tasavvufta imamdır. İmam, önder demek... Ondan sonra bizimle görüşün!
16. Soru:
--Tasavvufu reddenlerin durumu ve fıkhî hükmü nedir?
--Tasavvufu reddeden Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinin, dinin emirlerinin bazılarını reddetmiş olur. Çünkü, Allah'ı zikretmek ayetlerde geçiyor. Nefsi terbiye etmek, ayetlerde geçiyor. Ma'rifetullahı tahsil eylemek, irfanı elde etmek, tavsiye ediliyor.
Onun için tasavvufu reddedenin sözüne bakılır. Hangi tasavvufu reddiyor?.. Ne biliyor tasavvuf hakkında?.. Hani böyle batıl mezhebler görmüş de, batıl tarikatler görmüş de, haram işler işleyen kimseler görmüş de, ondan mı reddiyor; yoksa, işi kökünden mi reddediyor?..
Kökünden reddeden, ayetlerde olan şeyleri reddettiği için kâfir olur. Bir ayeti bile inkâr etse, kâfir olur. Kökünden reddetmeyip, "Aslı vardır ama, ehli azdır. Şu adamlar kötüdür, bu adamlar kötüdür..." diyorsa; eğer isabet etmişse, ne alâ, doğruyu söylemiş olur. İsabet etmemişse, iftira etmenin cezâsı olur.
İbn-i Teymiye gibi pek çok kimsenin, gerçek tasavvufun Kur'an'ın bir olgusu olduğunu, bir emri olduğunu, dinin bir esası olduğunu ifade ettiklerini biliyoruz. Suudluların, başka kimselerin, selefiyecilerin itibar ettikleri bir kimse olduğu halde, "Gerçek tasavvuf vardır." diyorlar.
Dini bilip de, gerçek tasavvufu inkâr etmek mümkün değildir. Ya cahillikten inkâr ediyordur, ya da gördüğü misaller kötüdür. Meselâ, kadın erkek bir arada olan veya içki içip de, "Biz bunu şu maksatla içiyoruz." diyenlerden dolayıdır. 155
Bidayette tasavvuf sofi bir can olmağa derler
Nihayette gönül tahtında sultan olmağa derler
Tarikatde ibarettir tasavvuf mahv-ı suretten
Hakikatde saray-ı sırda mihman olmağa derler
Bu ab-u kil libasından tasavvuf ari olmaktır
Tasavvuf cism-i safi nur-i Yezdan olmağa derler
Tasavvuf lem’ayı envar-ı mutlaktan uyarmaktır
Tasavvuf ateş-i aşk ile suzan olmağa derler
Tasavvufta şerait name-i hestiyi dürmektir
Tasavvuf ehl-i şer’u ehl-i iman olmağa derler
Tasavvuf arif olmaktır hakimen adetullaha
Tasavvuf cümle ehl-i derde derman olmağa derler
Tasavvuf kalb evinden masivallahı gidermektir
Tasavvuf kalb-i mü’min arş-ı Rahman olmağa derler
Tasvvuf her nefeste şarka vü garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehban olmağa derler
Tasavvuf cümle zerrat-ı cihanda hakkı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümayan olmağa derler
Tasavvuf anlamaktır yetmişiki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmağa derler
Tasavvuf urvetü’l-vüska yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mazhar-ı ayat-ı gufran olmağa derler
Tasavvuf ism-i a’zamla tasarruftur bugün kevne
Tasavvuf cami-i ahkâm-ı Kur’an olmağa derler
Tasavvuf ilmi Hakk’a sinesini mahzen etmektir
Tasavvuf sofi bir katreyken umman olmağa derler
Tasavvuf külli yakmaktır vücudun nar-ı “lâ” ile
Tasavvuf nûr-ı “illa” ile insan olmağa derler
Tasavvuf onsekizbin aleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nüh felak emrine ferman olmağa derler
Tasavvuf “kul kefa billah” ile da’vet dürür halkı
Tasavvuf “ircii” lafzıyla mestan olmağa derler
Tasavvuf günde bin kere ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle alem cismine can olmağa derler
Tasavvuf ât-ı insan zât-ı Hak’da fani olmaktır
Tasavvuf “kurbu ev edna” da pinhan olmağa derler
Tasavvuf canı canana verip azade olmaktır
Tasavvuf canı canana canı canan olmağa derler
Tasavvuf bende olmaktır hakikat hak ey ibrahim
Tasavvuf şer-i Ahmed dilde bürhan olmağa derler
TASAVVUFUN TEMEL ESASLARI
Değerli okuyucu! Malum olaki buraya kadar gücümüzün yettiğince bilgimiz nisbetin de Tasavvuf isimli şer-i ilimden bahsetmeye çalıştık. Şimdi ise bu yolda özellikle yaratılış gayesine ulaşabilmek için yani " Ben insanları ve cinleri yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım."1 ve yine " Ben yeryüzünde kendime bir halife yaratacağım. " 2 ilahi fermanlarına mazhar olabilmek için ve "Yarabbi fitne fesat çıkartan, kanlar döken bir varlıkmı yaratacaksın. " 3 hitabındaki o zem edilen halden uzak durmak için alimlerimizin temel olarak kabul ettikleri on ana esası açıklamaya çalışacağız.
1 T E V B E
Değerli okuyucu! Şimdi aşağıda ki Tevbe ile ilgili ayeti kerime meallerini iyice gözden geçirdikten sonra, Tevbenin ALLAH Teala indindeki önemini anlamaya çalışalım.
" ALLAH'tan mağfiret isteyin. Şüphesizki ALLAH çok bağışlayıcı, gerçekten esirgeyicidir." 4
" ALLAH'tan da ( günahlarının ) bağışlanmasını iste. " 5
" Ve ALLAH'tan mağfiret iste. Çünki ALLAH çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. " 6
" Hala ALLAH'a dönüp, O nun mağfiretini istemeyeceklermi onlar? ALLAH çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. " 7
" Onlar istiğfar ederlerken de ALLAH yine onlara azab etmez. " 8
" Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret isteyin, sonra yine O'na tevbe edinki, üstünüze gökten bol bol feyiz göndersin, kuvvetinize daha fazla kuvvet katsın. Günahkarlar olarak yüz çevirmeyiniz."9
" Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra O'na tevbe edin. Çünki Rabbim çok esirgeyen, çok sevendir. " 10
" Onlar gecenin ancak az bir kısmında uyurlardı; seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi." 11
" Artık dedim, Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O, çok bağışlayıcıdır. " 12
Değerli okuyucu! Şimdi de bu konu hakkında ki sahih hadisi şeriflerden bir kısmını da gözden geçirerek bu konunun önemini daha iyi anlayalım.
Hz Enes RA'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah SAV efendimiz buyurdularki " ALLAH kulunun tevbesine, kurak boş bir arazide kaybettiği devesine rastlayan sizden birinizin sevincinden daha fazla sevinir, buyurdu " 13
Hz Ebu Hureyre RA'dan rivayet edildiğine göre Rasululah SAV efendimiz buyurdularki." Bir kula (bilmeyerek) bir günah isabet edip veya bir günah işleyip de: - Ya Rabbi, ben (bilerek) bir günah işledim. Yahut bilmeyerek ben bir günaha çattım, kusurumu afv ve mağfiret eyle, diye (günahını itiraf ve) niyaz ederse, o kulun Rabbi:- Demek ki kulum, ( dilerse ) günahını affedecek, (dilerse) cezalandıracak bir Rabbi olduğunu bildi. Şu halde Ben de kulumu mağfiret ettim, buyurur. Sonra bu kul ALLLAH'ın dilediği kadar bir zaman (günahsız) yaşar. Sonra bir günah daha isabetedip veya bir günah işleyipte:- Ya Rabbi, ben (bilerek) bir günah işledim, yahut (bilmeyerek) bir günaha isabet ettim. Kusurumu afv ve mağfiret eyle, diye niyaz ederse, o kulun Rabbi:- De mekki kulum, günahını affedecek veya cezalandıracak bir Rabbi olduğunu gereği gibi bildi, şu halde Ben de bu kulumu mağfiret ettim, buyurur. Sonra bir kul ALLAH'ın dilediği kadar bir zaman günahsız yaşar. Sonra bir günah isabet edip veya bir günah işleyipte:- Ya Rabbi, ben bir günah işledim veya bir günaha çattım, kusurumu bağışla, diye ALLAH'a yalvarırsa, o kulun Rabbi:- De mekki, kulum günahını affedecek veya cezalandıracak bir Rabbi olduğunu bildi. Ben de üç defa kendisini bağışladım. Artık (günah işlediğinde) (tevbe etmesini bilen) dilediği işi işlesin, buyurur." 14
" İmam nevevi 1754 nolu hadisten için derki: Hadiste şuna işaret vardır: Tevbekar olan ve ALLAH'a yalvarma yolunu bilen bir kulun günahı yüz kere, bin kere ve belki daha çok tekrarlansa, her defasında tevbe etse, yahut bu tekrarlanmış günah yığınının, hepsi hakkında ALLAH'a karşı pişmanlığını arzetse ve tevbesi sahih olur ve kabul buyurulurki, müminler için en büyük bir müjdedir." 15
Değerli okuyucu! Ayeti kerimelerde ve hadis-i şeriflerde de bildirildiği üzere ALLAH Teala kullarından çokça Tevbe etmelerini istiyor. Tevbe yi kısaca tarif edecek olursak, kulun kendi iradesi ile çaresizliğini anlayıp, kendisini affedip bağışlayabilecek yegâne varlık olan ALLAH'a dönmesidir. Çünkü yüce Rabbimiz bir ayeti kerimede mealen " Sen Rabbinden, Rabbinde senden razı olduğu halde O'na dön. " 16 buyurmaktadır. Yani ALLAH Teala bizlerden kendisine yönelmemizi O'nun razı olduğu kul olarak huzuruna gelmemizi istiyor. İnsanoğlu yaratılış itibariyle her an hata yapabilir ama bizler bu hatalarımızdan pişman olup Et Tevvab olan ALLAH Tealaya yönelirsek hiç şüphesiz ki Rasulullahın haliyle hallenmiş oluruz. Çünki o bazı rivayetlere göre günde en az 70 veya 100 defa tevbe istiğfar eder ve alimlerimizin seyyidül istiğfar dedikleri duayı okurmuş oysa o ki ALLAH Tealanın habibiydi, o ki alemlere rahmetti, o ki yaratılmışların en şereflisi ve geçmiş gelecek günahları bağışlanmış bir peygamberdi ama Rabbine Tevbe etmekten de gafil değildi. O hiçbir zaman amellerine güvenmedi, o ancak Rabbine güvendi. İşte adına Tasavvuf dediğimiz bu tatlı şer-i hal ilmi KUR'AN-I KERİM ve Rasulullahın hayatının bir parçası olan Tevbeyi de temel esaslardan edinmiştir. Tekraren şunuda hatırlamamız gerekir ki zorla tevbe yapılmaz. Tevbe kişinin ancak kendi iradesi ile Rabbını bilip mağfiret talep etmesiyle olur.
Değerli okuyucu! İşte yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadisleri iyi okuyalımda nefsimizi hesaba çekerek HAK azze ve celleye hakkıyla tevbe eden kullardan olmaya çalışalım., Değerli okuyucu! Şunu da unutmayalım ki ehlullah'ın dediği gibi " Bizlerin tevbelerinin dahi tevbeye ihtiyacı var."
2 Z Ü H D
Değerli okuyucu! Şimdi aşağıda zahidlik ile ilgili ayet ve hadislerden bir kısmını yazalım. Aslında bu konudaki ayet ve hadislerin tamamını yazmaya kalksak bir kitap olur. Oysaki bizim burada yapacağımız çalışma, bu konulara sadece küçük bir örnektir. Ama biz bununla yetinmeyelim ve bu mühim meseleleri gücümüzün yettiği kadar iyi araştırıp gereğini yerine getirelim de HAK SÜBHANEHU VE TEALA hazretlerinin razı olduğu kullarından olmaya çalışalım vesselam.
" İnsanlardan öyleleride vardırki, ALLAH'ın rızasını elde etmek için, kendi nefsini satar (feda eder). ALLAH ise kullarına çok acıyan ve rahmet edendir. " 17
" İşte hepinizin ilahı, bir tek ilahtır. Yalnızca O' na teslim olun."(de) ve o alçak gönüllü, samimi insanları müjdele. " 18
" Ey iman edenler! Sizi elem verici bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyimmi? ALLAH'a ve Resulune inanır mallarınız ve canlarınız ile ALLAH yolunda savaşırsınız. Eğer biliyorsanız, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer böyle yaparsanız, ALLAH sizin için günahlarınızı bağışlar, sizi, içlerinde nehirler akan bağlara ve ebedi ikamet cennetlerindeki meskenlere koyar işte enbüyük kazanç budur. " 19
Hz Üsame RA'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah SAV efendimiz şöyle buyurdular. " Kıyamet gününde bir kişi getirilip cehenneme atılırda cehennemde bağırsakları karnından süratle dışarı fırlar. O kişi (bağırsakları etrafında) değirmeninde dönen eşek gibi döner. Cehennem halkı etrafına toplanır ve:
- Ey filan, durumun nedir? Bize iyiliği emredip, kötülükten nehyeden sen değilmiydin?" derler. O da:
-Ben size iyiliği emrederdim fakat, kendim yapmazdım. Sizi kötülükten nehyederdimde kendim o kötülüğü yapardım . cevabını verir." 20
Değerli okuyucu! Zahidlik, dünyevi her türlü istek ve arzulardan kişinin kendisini kurtarıp dünyaya bağlanmayarak ilmi ile gücü ölçüsünde ALLAH Tealaya güzel bir şekilde kulluk etmektir. Rasulullahın yaşam tarzına baktığımızda o hiç bir zaman dünyaya bağlanmamış ve sanki " Ey ALLAH'ım beni bir an bile nefsimle baş başa bırakma " dercesine dünyevi hal ve isteklerden Rabbine sığınmıştır Hz Aişe R.Anha annemizden yapılan bir rivayete göre " Muhammed ailesi bir günde iki öğün yemek yemezlerdi ki onlardan birisi sadece hurma olurdu "21 yine Hz Aişe annemizden yapılan başka bir rivayete göre " Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem iki siyah şey denilen şu hurma ve sudan doyduğumuz zaman vefat etti. " 22 yine Hz Aişe annemizden yapılan bir rivayete göre " Muhammed ailesi Medine ye hicret ettiği günden vefat edinceye kadar, arka arkaya üç gün buğday ekmeğiyle karınlarını doyurmadılar. " 23 Hz Ebu Hureyre RA dan yapılan bir başka rivayete göre Rasulullah SAV efendimiz birgün ALLAH Tealaya şöyle dua ettiler " ALLAH'ım Muhammed ailesini sadece ayakta tutacak miktarda rızıklandır. " 24 bu rivayetlerden de anlaşılıyor ki peygamber efendimiz bu dünyaya ve içndekilerine itibar etmedi, sadece ayakta kalıp cihad etmesine, ibadet etmesine yetecek kadar istedi daha fazlasını istemedi. O nun hayatı tam bir derviş hayatı idi çün ki dervişlerin kendilerine edindikleri prensiplerin Rasulullahın hayatına nasıl benzediği ve bire bir uyum gösterdiği ortada. Geceleri kalkıp ta ibadet ettiği zaman bir gün Hz Aişe annemiz kendisine niçin bu kadar çok ibadet ettiğini sorunca O iki cihan severi " Ya Aişe Rabbime şükredici bir kul olmayayım mı? " diyerek bizlere de yine en güzel örneği teşkil etmiştir. Bu gün bazı kardeşlerimizden ben ALLAH'ın taraftarıyım dediklerini duyuyoruz. Zaten insanlar ya ALLAH'ın taraftarı olurlar, yada şeytanın. Başka bir ihtimal yoktur. Şimdi bu kardeşlerimize soruyoruz ki sizler neyinize güveniyorsunuz da böyle mağrura ne konuşuyorsunuz. İşte Allah Rasulunün yaşamı ortada. O açlıktan karnına taş bağlıyordu, sizler ne zaman karnınıza taş bağladınız? O dünyevi hiçbir lezzete iltifat etmedi, sizler nasıl oldu da sigaranın tadına bağlandınız? O hasırlarda yatıyordu da o hasırın izi mübarek eline yüzüne çıkıyordu sizler nasıl oldu da o koltuklara, o çekyatlara, o kat kat yün yataklara aldandınız? O altına gümüşe itibar etmedi, sizler nasıl oldu da marka dolara bağlandınız? O nun haneyi saadetleri ki şuan kabridir, içine ancak bir yatak dahi zor sığıyordu. Yani O dünya toprağına da itibar etmedi, sizler nasıl oldu da büyük büyük evler, derya gibi arazilerin peşine düşüp te sünneti unuttunuz? Hz Ömer efendimiz dahi kendi üzerinde münafıklık alametlerinden başka bir alamet göremezmiş, sizlerde bizlerde neyimize güvenip te ben ALLAH'ın taraftarıyım diyebiliyoruz? Zaten yukarda da söylediğimiz gibi insanlar iki taraftan birinin taraftarı, hizmetçisi olur şeytanın taraftarı olmadığına göre zaten başka alternatif yok. Ama takılmış plak gibi bunu nasıl tekrarlıyoruz nefsimizin sırtını nasıl okşuyoruz. Bakalım Rasulullahın hayatına o kaç defa söylemiş? Şimdi hepimizin Rasulullah gibi olmaya çalışması ve onun yoluna bağlanıp iyi bir derviş olması gerekir. Sen ne kadar ben derviş değilim desende ALLAH'ın dininin gereklerini yerine getiriyormusun? O zaman bizim nazarımızda sende sofisin. Cenab-ı ALLAH cümlemizi zahid kullarının zümresine dahil eylesin Amin.
3 T E V E K K Ü L
Değerli okuyucu! Yine aşağıda ki ayeti kerime ve hadis-i şerif meallerini iyice gözden geçirelim. Çünkü Tevekkül öyle basit ve kolay bir şey değildir. İnsanın şu imtihan sahrasında en çok karşılaştığı hadiselerden bir tanesidir.
" Müminler ancak ALLAH'a güvenip dayanmalıdırlar. " 25 26
" Bir kerrede azmettinmi artık ALLAH'a güvenip dayan, Çünki ALLAH kendine güvenip dayananları sever. " 27
" ALLAH'a güvenip dayan; ALLAH, bir vekil olarak, yeter. " 28
" Artık ancak ALLAH'a güvenip dayanın, (gerçekten) iman etmiş kimselerseniz. "29
" Onlar ancak Rablerine dayanıp güvenirler. " 30
" Halbuki kim ALLAH'a dayanıp güvenirse, hiç şüphesiz ALLAH güçlüdür, tam hüküm ve hikmet sahibidir. " 31
" Ben ancak O na güvenip dayandım, Tevekkül edenlerde yalnız O na güvenip dayanmalıdır. " 32
" Ki onlar sabır etmişlerdir ve yalnız Rablerine güvenip dayanmaktadırlar. " 33
" O halde sen ALLAH'a güvenip dayan. Çünki sen apaçık bir hak üzerindesin. " 34
" ALLAH'a güvenip dayan. Vekil olarak ALLAH yeter. " 35
" De ki:" Bana ALLAH yeter. Güvenip dayanacaklarda ancak O na güvenip dayanır(lar). " 36
Hz Ömer RA efendimizden yapılan rivayete göre Rasulullah SAV efendimiz buyurdular ki " Siz ALLAH'a tam bir tevekkül ile tevekkül etseniz, sabah erkenden aç olarak çıkıp, akşam tok olarak dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi elbette sizleri de rızıklandırırdı. " 37
Değerli okuyucu! İşte yukarıda ki ayet-i kerime meallerini ve hadis-i şerifleri okuduk. Şimdi şunu da bilmemiz gerekir ki, bir insan bir işe başlayacağı veya herhangi bir fiili yapacağı zaman mülkün yegane sahibi olan ALLAH Teala hazretlerine dayanıp güvenmelidir. Zaten bu özellik peygamberlerin özelliklerindendir. Kim ki her işinde, yalnızca ALLAH’a dayanıp güvenirse ve yalnızca O’na Tevekkül ederse iyi bilsin ki peygamber fiili işlemiş olur İbrahim AS'ın Tevekkülü bizler için ne güzel bir örnek. Öyle değil mi?
4 K A N A A T
Değerli okuyucu! Kanaat demek, insanın zaruri ihtiyaçlarının dışında kalan nefsani istek ve arzularından arınmasıdır. ALLAH Teala hazretleri bir ayeti kerimede mealen " Onların sabah akşam rızıkları vardır. " 38 buyurarak insanların kanaatkar olmalarını istemektedir. Kanaat insanın hissesine düşene razı olmasıdır. Burada aklımıza gelmişken hemen şunuda söylemeliyiz ki ehlullah şöyle buyurmuşlardır " Şunu unutmaki senin rızkını aradığın gibi rızkında seni aramaktadır. " ne güzel bir söz öyle değilmi ? Şu asrımızda insanların hedefi tabiri caiz olursa kendilerine " ekmek parası " olarak gösterilmektedir. O zaman kişi kendisine hedef olarak bu gayeyi seçince de hedefe ulaşabilmek için o hırs ile bütün kötülükleri yapıyor. Kul hakkını gözetmiyor, harama dikkat etmiyor, hepsinden önemlisi ana gaye olan ALLAH'ın rızasını aramıyor. İşte şimdi anlamamız gerekir ki İslam memleketleri niçin bugün bu hallerde? Hz peygamber ve O nun sahabelerinin hayatlarına baktığımız zaman onların kanaat hususunda yine en güzel örnekleri bize sunduklarını görürüz. Mesela Rasulullahın rızkına kanaat ederek sahabeleriyle birlikte karnına taş bağlayışı bunun için örnek olarak yeterde artar bile. Ama insanın aklına hemen şöyle bir şey gelebilir “biz o devirde yaşamıyoruz 20 yüzyılı bitirmek üzereyiz bu devirde nasıl olurda bir insan karnına taş bağlayabilir?” Oysaki şunun hesabını iyi yapmalıyız. Bu yaşamdan sonra ahiret hayatı dediğimiz bir hayat vardır, eğer insan şu dünyada bunu yapmayarak helal haram ayırt etmeden karnını doyurup yarın mahkeme-i kübrada ALLAH Teala hazretlerine o haramların hesabını nasıl verecek? Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki eğer bu dünyada bunu yapmayıp, o kanaat taşını karnımıza bağlamazsak ahiret hayatında mutlaka bağlarız. Ama bu iki taş arasında bir fark olacaktır. O farkı akıl sahibi her insan tahmin edebilir. O fark ahiret hayatındakinin ateşten olup, insanın karnını dağlamasıdır vesselam.
5 U Z L E T
Değerli okuyucu! Uzletin aslı, halvet yoluyla beş duyu organını bazı tasarruflarından uzak tutmak, fonksiyonlarını sınırlamaktır. Bu doğrultuda uzlet ve halvet yoluyla nefsin ve şeytanın duyu organları üzerindeki kontrolü aşılmış, tesiri kaldırılmış ve tasarruf gücü kırılmış olur “Mü’minlere ve Rabbine tevekkül edenlere onun (şeytanın) sultası, tasallutu geçerli değildir.” 39. Kişi dünyevi istek ve arzuların aşırılığından korunmak, kendisini hatta zihnini meşgul ederek kul ile ALLAH arasındaki manevi bağı zayıflatan, ibadetlerdeki ihlası ve huşuu zedeleyen iç alemindeki huzursuzluktan kurtulmak için böyle bir mücadeleyi tercih eder. Çünkü yüce KUR'AN'da bir ayeti kerimede mealen " O na ancak temiz olanlar el sürebilir. " 40 buyurularak bizlerinde Rasulullah SAV efendimiz gibi pak olmamız emredilmektedir. Zira gerek Hz peygamber ve gerekse Hz Musa AS vahiy gelmeden önce “Biz de, Musa ile otuz gece (niyazda bulunması için) sözleştik ve ona bir on daha ilave ettik. Böylece Rabbinin tayin ettiği vakit kırk gece olarak tamamlandı.” 41 insanlardan uzaklaşarak kendilerini ilahi hitaba hazırladıklarını görmekteyiz. Ama şunu diyebiliriz “bizlere sanki vahiy mi gelecek?”. Fakat şunu da düşünmeliyiz ki, elbette bizlere öyle bir vahiy gelmeyecek, ama Hz Meryem validemize gelen ilhamlar gelebilir ve O peygamberlere gelen vahyi alıp bizlerde okumayacak mıyız? Ayrıca peygamber efendimiz sahabeleriyle birlikte itikaf yaparak insanların kalabalığından ve dünyevi meselelerden, sıkıntılardan bir sürede olsa uzak durmayı tercih etmişlerdir. Oysaki o sahabelere de vahiy gelmeyecekti öyle değil mi? Ama şuna da dikkat etmek gerekir ki bu uzlet ömrün tamamını kaplamamalı belirli süreleri içermelidir eğer kişi ömrünün tamamını uzlet halinde insanlardan uzak yaşamaya kalkarsa o zaman hıristiyan ruhbanlarına benzemiş olur, işte buna da dikkat etmek gerekir. HAK teala hazretleri cümlemizi kelamını anlayıp idrak ederek iyi ve has müslümanlar olmamızı sağlasın da bizlere de O büyük peygamberlerin yoluna sımsıkı bağlanmayı nasip eylesin.Amin
6 D E V A M L I Z İ K İ R
Değerli okuyucu! Şunu da bilmemiz gerekiyor ki Kur'an-ı Kerim'de zikirle ilgili pek çok ayeti kerime vardır. Biz burada, zikrin temel özelliklerini ve zikretmenin hükümlerini açıklayan bazı ayeti kerimelerin meallerini vermeye çalışacağız, bizler bu mealleri iyice tetkik edelimde zikrullahın önemini kavrayanlardan olalım.
" Ey müminler! ALLAH'ı çokça zikredin ve sabah akşam O nu tesbih edin. " 42
" Beni zikredinki; bende sizi zikredeyim. " 43
" ALLAH'ı çok zikredinizki; kurtuluşa eresiniz. " 44
" Namazı bitirince, ayakta, otururken, ve yanınız üzerinde yatarken ALLAH'ı zikredin. "45
" Ey iman edenler! Herhangi bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve ALLAH'ı çokça zikredinki; başarıya erişesiniz. " 46
" Onlar öyle erkişilerdirki; onları ne bir ticaret, ne de herhangi bir alış-veriş ALLAH'ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekatı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalblerin ve gözlerin (dehşetten) allak bullak olduğu bir günden korkarlar. " 47
" Bir kimse Rahman'ın zikrinden yüz çevirirse, biz ona şeytanı musallat kılarız. Bundan sonra şeytan onun yakın bir arkadaşı olur. " 48
" Şeytan onları etkisi altına aldı ve kendilerine ALLAH'ın zikrini unutturdu. İşte onlar şeytanın gurubudurlar. İyi bilinki; şeytanın gurubu hüsrandadır. " 49
" Kim benim zikrimden yüz çevirirse, ona sıkıntılı bir hayat vardır ve kıyamet günü kör olarak haşrederiz. " 50
" Her kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse (Rabbbin) onu, devamlı artan çetin bir azaba sokar. " 51
" Şüphesiz münafıklar, ALLAH'a oyun etmeye çalışıyorlar; halbuki ALLAH onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve ALLAH'ı çok az zikrederler. " 52
" ALLAH'ın zikrine karşı kalbleri katılaşmış olanların vay haline! Onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. " 53
" Rabbini, nefsinde, yalvararak ve korku içinde, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret. Gafillerden olma! " 54
" ALLAH'ı çok zikreden erkek ve kadınlara ALLAH, bir mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır. " 55
Değerli okuyucu! Zikirle ilgili pek çok hadis-i şerif mevcuttur. Bunları yazmaya çalışacak olursak belki bir kitap meydana gelir. Ama burada biraz uzun olmakla birlikte sahihliği hakkında ittifak edilmiş olan uzun bir hadisi şerifi nakletmenin faydalı ve kifayet edeceği kanısındayız
Hz Ebu Hureyre RA'dan rivayet olunan bir hadisi şerife göre Rasulullah SAV efendimiz buyurdularki. " Muhakkak ALLAH'ın yollarda dolaşan, zikir ehlini arayan me-lekleri vardır. ALLAH'ı zikreden bir topluluk görürlerse: Geliniz, hacetinize, diye nida ederler. O zikredenleri dünya semasına kadar kanatlarıyla kuşatırlar. Rableri, kullarının durumunu onlardan daha iyi bildiği halde, onlara:
- Kullarım ne diyorlar? diye sorar
- Seni tesbih ediyorlar, Seni tekbir ediyorlar, Sana hamdediyorlar ve Seni ululuyorlar, derler. ALLAH:
- Onlar Beni gördülermi? buyurur. Melekler:
- Hayır, Vallahi, Seni görmediler, derler. ALLAH:
- Şayet Beni görseler nasıl olurdu? buyurur. Melekler:
- Şayet seni görselerdi, Sana daha sağlam ibadet eder, Seni daha fazla ulular ve Sana daha çok tesbih ederlerdi, derler. ALLAH:
- Benden ne istiyorlar? buyurur. Melekler:
- Senden cennet istiyorlar, derler. ALLAH:
- Onlar cenneti gördülermi? buyurur. Melekler:
- Hayır, Vallahi, Ya Rabbi, cenneti görmediler, derler. ALLAH:
- Şayet onlar cenneti görseler nasıl olurdu? buyurur. Melekler:
- Şayet onlar cenneti görseler, ona daha şiddetle hırs duyarlar, onu daha şiddetle isterler ve onun hakkında rağbetleri daha artar, derler. ALLAH:
- Onlar neden sığınıyorlar? buyurur. Melekler:
- Cehennemden, derler. ALLAH:
- Onlar cehennemi gördülermi? buyurur. Melekler:
- Hayır, Vallahi, onu görmediler, derler. ALLAH:
- Onu görselerdi nasıl olurdu? buyurur. Melekler:
- Şayet onu görselerdi, ondan daha şiddetle kaçarlardı. Daha şiddetle korkarlardı derler. ALLAH:
- Sizi şahid tutyorum ki Ben onların günahlarını mağfiret kıldım buyurur. Meleklerden bir tanesi:- Aralarında onlardan olmayan filanda var, bir hacet için gelmişti, der. ALLAH:
- Onlar öyle bir cemaat ki onlarla oturan kimseler şaki olamazlar, buyurur. " 56
Değerli Okuyucu! Zikir hakkındaki bazı ayetlerin tefsirlerinden de bir kısım sunmanın faydalı olacağına inanıyoruz. Mesela merhum Seyyid KUTUB RA Ahzab suresinin 41-42 ci ayetlerini açıklarken şöyle söyler. " İnsan kalbi yüce Allah ile ilişki kurmadığı, O'nunla başbaşa olmadığı anlarda boştur. İhtirasların oyuncağıdır. Şaşkındır. Allah (c.c.)'ı andığı anlarda dolu, ciddi ve kararlı olur.Allah (c.c.), sabah ve akşam durumları değiştiriyor, karanlığı aydınlığa, aydınlığı karanlığa değiştirerek kendisinin kalıcı ve sürekli olduğunu ve bütün varlıkların, O'nun gözetimine ve lutfuna muhtaç olduğunu belirterek, kendisini zikretmemizi tenbih ediyor. " 57 yine asrımızın müceddidlerin den üstad Bediüzzaman Said-i NURSİ KS Mesnevi-i Nuriyede zikir hakkındaki görüşlerini şöyle beyan etmektedir. " Eyyühel aziz! Kelime-i tevhidi tekrar ile zikre devam etmek kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları kırmak içindir ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublar dan yüzünü çevirtmektir.... Eyyühel aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi yani içi delindiği zaman elbette sünbüllenip neşvünema bulamaz, ölür gider. Kezalik insandaki "ene" zikrin şua ve harareti ile yanıp delinirse, büyüyüp gafletle fir'avunlaşamaz. Ve alemlerin sahibine isyan edemez. O zikr-i ilahi sayesinde ene mahvolur.İşte Nakşibendiler, zikir hususunda ittihaz ettikleri, zikr-i hafi sayesinde, kalbin fethi ile ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirleri olan, nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik, Kadiriler de zikr-i cehri sayesinde tabiat tağutlarını tarumar etmişlerdir. "58 Üstadın gerek bu anlattıkları ve gerekse Risale-i Nur Külliyatı'nın muhtelif bölümlerinde zikir konusunu işlerken en çok üstünde durduğu ; zikrin terbiye edici ve insanı kemale erdirici bir nimet-i ilahi olduğudur.
Değerli okuyucu! Bu konudaki ayet, hadis ve bazı alimlerin görüşlerini okuduk. İnsanlar nerede olursa olsun ALLAH Tealayı zikretmekle mükelleftirler. Ama şunu da bilmek gerekir ki namaz dahi bir zikirdir, KUR'AN-I KERİM dahi okumak bir zikirdir, ister bunu bilinçli ister bilinçsiz yapsın bütün namaz kılan insanlar namaz akabinde zikrullahla hem de zikr-i hafi ile meşgul oluyorlar nasılmı?, Her namazdan sonra 33 er defa sübhanallah, elhamdulillah, allahüekber demiyormuyuz? İşte buda bir zikir. Ama sakın bizler yalnızca bu kadarla yetinmemeliyiz. Çünkü bir gün 24 saattir bizim bu yaptığımız ise toplam en fazla 30 dakika sürer buda çok az bir süre ki yukarda da geçen şu ayeti kerime mealine bir bakalım " Ancak münafıklar ALLAH'ı az zikrederler. " 59 işte burada münafıklardan için ALLAH'ı çok az zikrederler buyuruluyor. Bu hale düşmemeye dikkat etmeliyiz çünkü ALLAH Teala hazretleri kendisini devamlı zikretmemizi istiyor. Allah cümlemizin aklını, kalbini, dilini zikrinden gafil eylemesin amin.
7 T E V E C C Ü H
Değerli okuyucu! Teveccühü kısaca tarif edecek olursak. Teveccüh tamamen ALLAH'a yöneliş demektir. Bir ayeti kerimede mealen " ALLAH'ı unutanlardan olmayınız. " 60 buyurularak her zaman ALLAH tealayı hatırda tutup her işimizde O nun rızasını arayıp, gözetmemiz emredilmektedir. Bu konuda Rasulullahın, sahabelerin ve diğer peygamberlerin hayatlarına baktığımızda her işlerinde ALLAH'ın rızasını arayıp, gözetip ve yöneldiklerini görürüz. Bizlerde inşaallah bu nurlu yolun bekçileri oluruz.
8 S A B I R
Değerli okuyucu! Bu konuda ki en güzel anlatımlar, ifade tarzları ve hitaplar Rasulullahın hayatıdır. Çünkü O Taifte taşlandığı zaman bile beddua etmeyerek "Ya Rabbi onlar bilmiyorlar" diye onlar için mağfiret istemiştir. Yine Mekkeli müşriklerin onca ezalarına ve cefalarına "Cennetin etrafı sıkıntı ve güçlüklerle, Cehennem ise istek ve hazlarla doludur. " 61 zikredilen hadisi şerif ile mukabele etmiştir. Bir ayeti kerimede ise mealen " Onlardan sabrettikleri için sizlere doğru yolu gösteren önderler yetiştirdik. Onlar ayetlerimizide yakinen biliyorlardı. " 62buyurularak sabretmenin önemi ve mükafatı güzelce izah edilmektedir. Bu konuda da daha fazla ayet ve hadis-i şerif zikretmek mümkün. Ancak diğer bölümlerde de olduğu gibi fazla detaya inmeden kısa ve öz bir anlatımı tercih ettiğimiz bu kitapçıkta çok fazla yer tutacağı için bu kadarla yetinmenin doğru olacağı kanısındayız. Çünkü evvela peygamber efendimiz başta olmak üzere bütün peygamberlerin hayatlarından, sahabe-i kiramın hayatından ve ayeti kerime meallerini kısada olsa yazmamız gerekir. Buda çok uzun zaman alır. Zaten bu konu yüzeyselde olsa herkesçe bilinen bir erdemdir. Bizim burada yazdıklarımızla iktifa edemeyen kardeşlerimize peygamber efendimizin, diğer peygamberlerin ve sahabe-i kiramın hayatlarını anlatan siyer ve tarih kitaplarına müracat etmelerini tavsiye ederiz.
9 M U R A K A B E
Değerli Okuyucu! Murakabe demek, müminin dünyevi zevk ve hallere iltifat etmeyerek ALLAH'ın ayetlerini tefekkür ve temaşa etmesidir bir ayeti kerimede mealen " Göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler ve " Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi Cehennem azabından koru! derler. "63 buyurulmakta ve tefekkürün önemi vurgulanmaktadır. Çünkü nefs ancak murakabe altında kontrol edilebilir ve o zaman ancak Allah Tealanın gücünü kuvvetini kudretini idrak eder. Ama burada önemli olan nefs-i kontrol altına alabilmektir. Buda ancak murakabe ile mümkündür.
10 R I Z A
Değerli okuyucu! Bir ayeti kerimede mealen " Sizi ve sizin yaptıklarınızı ALLAH yarattı. " 64 buyurulmaktadır. Mümin olana yakışan şudur ki, yukarda zikrettiğimiz ayeti kerime hükmünce kazaya ve kadere iman etmesi gerekir. Her fiilin yaratıcısının mutlak ALLAH Teala hazretleri olduğunu bilerek, işlerin sonucuna isyan etmek değil teslim olmaktır. Rasululahın uhud harbinde mübarek dişi şehit edilmişti, hatta amcası Hz Hamza RA da şehitler arasındaydı ama O şanı yüce peygamber "ah,üf" bile dememiş ve tam manasıyla Rıza hususundaki en güzel örneği yine O teşkil etmiştir. Oysa günümüzün insanlarının hali hiçte böyle değil ALLAH Teala hazretleri bizleri Rasulüne fiilen benzeyen kullarından eylesin amin.
NOTLAR
1 (Zariyat/56)
2 (Bakara/30)
3 (Bakara/30)
4 (Bakara/ 199)
5 (Al-i İmran/ 159)
6 (Nisa/ 106)
7 (Maide/ 74)
8 (Enfal/ 33)
9 (Hud/ 52)
10 (Hud/ 90)
11 (Zariyat/ 17-18)
12 (Nuh/ 10)
13 (El-Lü'Lü-ü Vel Mercan c/3 s/294 H. No/1748) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
14 (El-Lü'Lü-ü Vel Mercan c/3 s/294 H. No/ 1754) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
15 (El-Lü'Lü-ü Vel Mercan c/3 s/294) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
16 (Fecr/ 28)
17 (Bakara/ 207)
18 (Hac/ 34)
19 (Saf/ 10-11-12)
20 (El-Lü'Lü-ü vel Mercan c/3 s/396 H. No/1882 ) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
21 (El-Lü'Lü-ü vel Mercan c/3 s/392 H. No/1872 ) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
22 (El-Lü'Lü-ü vel Mercan c/3 s/393 H. No/1874 ) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
23 (El-Lü'Lü-ü vel Mercan c/3 s/392 H. No/1871 ) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
24 (El-Lü'Lü-ü vel Mercan c/3 s/392 H. No/1870 ) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
25 (Al-i İmran/122-160)
26 (Maide/11)
27 (Al-i İmran/159)
28 (Nisa/81)
29 (Maide/23)
30 (Enfal/ 2)
31 (Enfal/ 49)
32 (Yusuf/ 67)
33 (Ankebut/ 59)
34 (Neml/79)
35 (Ahzab/ 3)
36 (Zümer/ 38)
37 (Kitab’üz-Zühd ver-Rekaik s/138 H. No/559) – Abdullah İbni Mübarek
38 (Meryem/62)
39 (Nahl/99-100)
40 (Vakıa/79)
41 (Araf/142)
42 (Ahzab/41-42)
43 (Bakara/152)
44 (Cuma/10)
45 (Nisa/103)
46 (Enfal/45)
47 (Nur/37)
48 (Zuhruf/36-37)
49 (Mücadele/19)
50 (Ta Ha/124)
51 (Cin/17)
52 (Nisa/142)
53 (Zümer/22)
54 (Araf/205)
55 (Ahzab/35)
56 (El-Lü'Lü-ü vel Mercan c/3 s/278-279 H.No/1722) Buhari ve Müslimin İttifak ettikleri sahih hadisler. – Muhammed Fuad Abdulbaki
57 (Fizilal’il Kuran Tefsiri) Seyyid Kutub
58 (Mesnevi-i Nuriye/80-94) Said Nursi
59 (Nisa/142)
60 (Haşr/19)
61 (Sahihi Buhari) İmam Buhari
62 (Secde/24)
63 (Al-i İmran/191)
64 (Seffet/96)
.
5-Nakşibendi tarikatının temel esasları
NAKŞİBENDİ TARİKATININ
TEMEL ESASLARI
Değerli okuyucu! Şunu da bilmemiz gerekir ki, Tasavvuf ilmindeki ekollerden bir tanesi olan Nakşibendi Tarikatının on bir tane temel esası vardır. Bu esaslardan sekiz tanesi insanları Hakka kavuşturan altın silsilenin onuncusu olan Hace Abdul Halik Gucduvani KStarafından KUR’AN ve SÜNNET'e uygun bir şekilde belirlenmiş olup, üç tanesi ise tarikatın zaman içerisindeki seyri içinde diğer üstadlar tarafından eklenmiştir. Şimdi gücümüz yettiği kadar bunları anlatıp anlamaya çalışacağız.
1 VUKUF-U ZAMANİ
Değerli okuyucu! Bir ayeti kerimede mealen " Her nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi kötülük ve iyilik ile deneyerek ne olduğunuzu ortaya çıkartırız. Ve en son bize döneceksiniz " 1buyurulmaktadır. Bu ayetin tefsirinde Ömer Nasuhi Bilmenşöyledemektedir “ Evet... Şüphe yokki: her hayat sahibi olan mahluk ölümün acısını hissedecektir, ruhu cesedinden ayrılacaktır,... Ey nas!... Sizi imtihana tutanların muamelesi gibi bir muameleye tabi tutarız, sizi gah hastalık, fakirlik gibi bir beleya uğratırız ve gah sıhhat gibi, servet gibi bir dünyevi nimete nail kılarız, taki, sabr ve şükr ederolduğunuz veya olmadığınız meydana çıkmış olsun.(Ve) nihayet (bize döndürüleceksinizdir. 2aynı ayeti tefsir ederken Seyyid Kutub ise tefsirinde şöyle der “İşte değişmez bir hayat kanunu... Ve istisnası bulunmayan geçerli bir hüküm... Canlılar bu ölümü tadmayı her zaman hesapta bulundurmalıdırlar. Bu zaruridir.... Her canlının sonu nihayet ölmektir. Yeryüzündeki kısacık seyahatten ve gezintiden sonra her varlık ölecektir. Ve hepsi en sonunda Allah’a döndürülecektir. Fakat insanoğlu bu gezinti esnasında hayır ve şerle karşılaşmaktadır. Bütünüyle bunlar bir imtihan ve tecrübe içindir.”3 İbn Kesir ise tefsirinde şöyle der “Sizi; kim şükredecek, kim inkar edecek, kim sabredecek, kim ümit kesecek görelim diye bir keresinde musibetlerle diğer bir keresinde nimetlerle deneriz “sonunda Bize döndürüleceksiniz(de, size amellerinizin karşılığını vereceğiz.” 4. İşte hem ayeti kerimenin mealinde hem de tefsirlerinde anlatıldığı üzere insanlar her an bir imtihana tabi tutulmaktadırlar ve nihayetinde herkes ama herkes mutlaka ölümü tadacak ki; ondan kaçış mümkün değil. Yaratılmış olan her şeyAllah Teala’ya döndürülecektir.
Değerli okuyucu! Burada mümine yakışan şudur ki, bir fani olduğunu bilecek, bir imtihan için dünyada olduğunun idrakine varacak ve bütün zamanını en iyi bir şekilde değerlendirerek bütün gayretini ALLAH Teala hazretlerinin rızasını kazanmak için sarfetmektir, yani kısaca ne için yaratıldığını, ne için yaşadığını ve neyi hedeflediğini iyi bilip, en kıymetli hazinesi olan zamana sahip çıkmaktır.
2 VUKUF-U ADEDİ
Değerli okuyucu! Bir önceki kuralda zamanı en iyi bir şekilde değerlendirmekten bahis ettik. Bu kuralda ise, bir önceki kuraldan daha da derine inerek nefese sahip olmayı tavsiye eder. Çünkü bir ayeti kerimede mealen " De ki: " Kendisin den kaçtığınız ölüm, mutlaka sizi bulacaktır..." 5 buyurulmaktadır. Bu ayeti tefsir ederken Ömer Nasuhi Bilmen tefsirinde şöyle demektedir “Ölüm bir gün (size gelip kavuşacaktır.) sizi hiçbirşey o ölümdan kurtaramıyacaktır.” 6 aynı ayetin tefsirinde ise Seyyid Kutubtefsirinde şöyleder “ Nesiller arasında hiç pörsümeyen bir gerçek vardırki insanlar onu çoğu kere unuturlar. Halbuki nerede olurlarsa olsunlar bu gerçek yakalayıverir kendilerini... Bu hayat elbette birgün son bulacaktır... Bu hayatta Allah’tan uzaklaşmanın sonu O na varmakla neticelenecek...” 7 Elmalı ise tefsirinde şöyle demektedir “Siz asla Allah’ü tealanın hükmünden kaçamayacaksınız, er geç ölüm sizi yakalayacak ve Allah’ü tealanın huzuruna çıkacaksınız.” 8 İşte hem ayeti kerimenin mealinde hem de tefsirlerinde insanın her an ölümle karşı karşıya olduğu hatırlatılmaktadır. Değerli okuyucu! O zaman mümine yakışan şudur ki, aldığı her nefesi son nefesiymiş gibi değerlendirerek, her nefesinde belirli adetlerde veya yapabildiği kadar ALLAH Teala hazretlerini zikretmeye çalışmaktır. O’na en güzel bir biçimde kulluk etmek ve HAK Tealayı daima hatırda tutarak ömür sermayesini en güzel bir şekilde değerlendirmektir. Cenab-ı Mevla cümlemizi bu idrak üzere yaşayanlardan eylesin amin.
3 VUKUF-U KALBİ
Değerli okuyucu! Şunu da bilmemiz gerekir ki bu esasın diğer iki esastan farklı bir yönü vardır. O da kalbi ALLAH sevgisinden mahrum eden dünyevi geçici muhabbetlerden temizleyerek en güzel bir şekilde ALLAH teala hazretlerini sevmektir. Bir ayeti kerimede mealen " Ey insanlar! Şüphesiz size Rabbinizden bir öğüt ve gönüllere şifa, Müminlere hidayet ve rahmet olan(KUR'AN) gelmiştir " 9 buyurulmaktadır. Bu ayeti tefsir ederkenÖmer Nasuhi Bilmen şöyle demektedir “ Kalplerdeki cehaleti, çirkin huyları, bozuk inançları giderecek olan bir deva, gelmiştir. Kur’an-ı Hakim’in tavsiye ettiği faziletlere, güzel hareketlere riayet edildiği takdirde manevi hastalıklar, ruhi üzüntüler zail olup gider. (Ve müminler için bir hidayet) Delaletten kurtaracak bir rehberi saadet gelmiştir.” 10 aynı ayetin tefsirinde ise Seyyid Kutub şöyle demektedir “Evet bu kitap kalbinizi iyi etmek, size afiyet ve huzur vermek, rahat, emniyet, sükün ve imanla birlikte selamet vermek için gelmiştir... Bu kitap imandan payını almış gönüller için sonsuz bir hidayet kaynağıdır.” 11 İbn Kesir ise bu ayetin tefsirinde şöyle der “Allah teala yaratıklarına, şerefli elçisine Kur’an-ı Azim’i indirmek suretiyle ihsanda bulunduğunu haber veriyor. Ey insanlar size Rabbınızdan kötülüklerden men’eden bir öğüt, göğüslerde olan şüphe ve tereddütleri, onlardaki pislikleri gideren bir şifa, müminler, tasdik edenler ve içindekileri iyice anlayanlar için Allah’tan bir hidayet ve rahmet gelmiştir.” 12 Elmalı ise tefsirinde şöyleder “Kur’an-ı Kerim’de bulunanların hiç birisi bir insan işi değildir. O kitap size öğüt vermek ve sizin kalbinizi sürura kavuşturmak için Rabbiniz tarafından gönderilmiştir.Bu kitap, kendisine inananlar için sonsuz bir kurtuluş kaynağıdır, tam bir rahmettir.” 13. Başka bir ayette ise mealen " Öyle dönüş yapanlarki: İnanırlar ve ALLAH'ın zikriyle kalbleri mutmain olur. Şüphesiz, kalbler ancak ALLAH'ın zikriyle huzur ve sukun bulurlar. " 14 buyurulmaktadır. Bu ayetin tefsirinde ise Ömer Nasuhi Bilmen şöyleder “Evet... Onlar, o hak’ka teveccüh edenler (o zatlardırki) onlar (Allah’ın zikriyle kalpleri mutmain) sükunetyab, vicdan ıstırabından beri (olduğu halde iman etmişlerdir.) Kendilerinde hiçbir şüphe kalmamıştır. Maahaza bu gibi zatlar, azamet-i ilahiyeyi düşünürler... El gıpte öyle ulvi bir halet-i ruhiyeye nail olan müminlerin haline.” 15Seyyid Kutub ise tefsirinde şöyleder “Allah’ı anmakla mü’minlerin kalblerinin huzura kavuşması gerçeğinin çok derin anlamı vardır ve bunu ancak iman aydınlığından nasibini almış ve Allah’a mülaki olmuş kalbler anlarlar.... Bu Allah’a sığınanların... Bu Allah’ın zikriyle huzura erenlerin... Allah onların varacağı yeride güzelleştirmektedir.” 16 İbn Kesir ise tefsirinde şöyleder “Allah’ın tarafına meyledip O’nunla kalbleri hoş olmuş, O’nu zikretme sırasında huzur bulmuş, mevla ve yardım edici olarak O’ndan razı olmuştur. Gerçekten kalbler, ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur, ve O, buna gerçekten layıktır.” 17 Elmalı ise tefsirinde şöyleder “Allah’ü tealayı zikretmek, daima O’nu anarak, her an O’nun kontrolü altında olmanın idraki içinde O’na teslim olmaktır. Kalbler böylece sükunete erer. O'ndan başka herşey terkedilirse, fani ve boş olan şeylerin yerini, Ezeli ve Ebedi olan Allah'ü teala alır ve kalbler bu yüksek derecenin büyük hazzını yaşarlar." 18. İşte hem birinci hem de ikinci ayeti kerimenin meal ve tefsirlerinde kalblerin yegane şifasının Allah'ın kitabı ve O'nu daima anmak, yani her'an devamlı zikretmek olduğu belirtilmektedir. Değerli okuyucu! Burada mümine yakışan şudur ki, yukarda belirttiğimiz gibi ALLAH'ı sevmenin yegane yolu dünyevi şeylere itibar etmemektir. Buda ancak şunun la mümkün olabilir. Az önceki ayetlerde belirtildiği üzere KUR'AN-I KERİM kalblerin yegane şifasıdır. Bu dünyevi (manevi) hastalıklardan kurtulmanın yegane yoluALLAH'ın kitabına uymaktır, ayrıca bir önceki esasa da riayet etmektir. Yani insan her aldığı nefesi son nefes kabul eder ise, onu daha iyi değerlendirir ve bir nefeste bir defa değil birden fazlaALLAH demeye çalışır. İşte o zaman kalb mutmain olur. Çünkü az önceki ayeti kerimede, kalbin yalnız ALLAH'ın zikriyle mutmain olarak huzura kavuşacağını ALLAH teala hazretleri bizlere bildiriyor. İşte insan bunlara titizlikle riayet edecek olursa, ondamuhabbetullah hasıl olur, bir insan Rabbini sevip O nun rızasına uygun yaşar ise ALLAH'ta o kulunu sever bu ne büyük bir nimet öyle değil mi? İşte kalbler ALLAH'ın zikriyle mutmain olunca ne olur bilirmisin? Şu ayeti kerimelerin mealleri senin ve bizim içinde tezahür eder, ALLAH teala hazretleri buyuruyorki " Ey mutmain olmuş nefs. Razı olarak ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabbine dön. Ve kullarımın arasına gir.Ve cennetime gir. " 19elhamdulillah bu ne büyük bir nimet ve ne büyük bir devlet.
4 HOŞ DERDEM
Değerli okuyucu! Bu esasta ki amaç ise " NEFESİN HER GİRİŞ VE ÇIKIŞINDA NEFSİ GAFLETTEN MUHAFAZA ETMEKTİR " yani daha önceki esaslara ilave olarak, her nefesinde ALLAH tealayı hatırında tutmaktır. Her ne kadar sen onu göremiyorsan bile, O nun seni gördüğünü bilerek O na güzel bir şekilde ibadet etmektir. Buna dikkat edilirse ibadetlerde ihlas hasıl olur çünkü sen O nu görmesen bile " Hiç şüphesiz ALLAH, yaptıklarınızı çok iyi görendir. " 20buyurulmaktadır. Bu ayeti tefsir ederken Ömer Nasuhi Bilmenşöyle demektedir “ O’nun zatı kibriyasına hiçbir şey gizli kalamaz. Binaenaleyh muhlıs olanlarında, Riyakar bulunanlarında hallerine vakıftır. “ 21 İbn Kesir ise tefsirinde şöyleder “ Kullarının amellerinde hiçbir şey O’na gizli kalmaz, buyurmaktadır. “ 22.
Değerli okuyucu! Ayet-i kerime mealine ve tefsirlerine baktığımızda karşımıza çıkacak sonuç, ALLAH teala hazretleri seni çok iyi görmektedir, böyle olunca da, daima ALLAH teala hazretleri hatırda tutulur ise mümin nasıl olurda helali terk edip de harama meyleder ve yönelir?
5 NAZAR BER KADEM
Değerli okuyucu! Şunu da bilmemiz gerekir ki bu esastan murad edilen şey, insanın yürürken dikkatini ayağının ucuna doğru yöneltmesidir. Çünkü daha önceki kurallarda olduğu gibi, amaç gözü malayani olan boş ve nefsani şeylerden koruyarak ALLAHtealayı hatırdan çıkarmamaktır. Ömür sermayesini en iyi şekilde değerlendirmektir. Eğer insan böyle yapmayacak olursa, o zaman dikkatini etrafındaki şeylere kaptırır. Mesela şu asrımızda kadınların giyimleri malum, bir ayeti kerimede mealen " Nefis kötülüğü emreder durur. " 23 buyurularak insanların nefsin yaptığı telkinlere dikkat etmesi bildirilmektedir. Oysaki nefis duyu organlarına bağlı olarak tepki gösterir. Böyle bir giyim içerisindeki kadınlardan için nefis telkin etse etse ancak zinayı telkin eder. Eğer kişi dikkatini adımının ucuna çevirir ise nefsin böyle bir telkinde bulunması da mümkün olmaz. Allah Teala hazretleri cümlemizin nefsini hayırla ıslah eylesin amin.
6 SEFER DER VATAN
Değerli okuyucu! ALLAH teala hazretleri bir ayeti kerimede mealen " Ve İbrahim: " Ben Rabbime gidiyorum. O, bana yol gösterecektir. " 24 buyurmaktadır. Bu ayeti tefsir ederken Ömer Nasuhi bilmen tefsirinde şöyle demektedir “ (ve) İbrahim aleyhisselam (dedi ki: Şüphe yok ben) bu diyardan ayrılacağım, ibadet ve taatıma devam edebileceğim bir diyara gideceğim.” 25Seyyid Kutub ise tefsirinde şöyle der “ Bu gidiş bir hicrettir. Nefis ve ruh çapında bir hicret Geçmiş hayatında ne kalmışsa hepsini geride koyup, terkedip giden bir hicret. Bu babasını, kavmini, ehlini, evini,vatanını ve kendisini yeryüzüne ve insanlara bağlayan herşeyi terkediş vardır...” 26 İbn Kesir ise tefsirinde şöyleder “ Allah teala, Halil’i İbrahimden haber veriyor. Allah teala kavmine onu destekleyipte o, görmüş oldukları bunca büyük mucizelere rağmen onların imanından ümit kestiği zaman hicret ederek aralarından çıkıp ayrılmış ve böyle demişti...” 27 Hz İbrahim AS’ınbu hitabı onun Hak Teala hazretlerinin yoluna ne kadar bağlı olduğunu göstermektedir.
Değerli okuyucu! İnsanlarda bir takım kötü huylar vardır. mümine layık olan odur ki, bir insanın bir beldeden bir başka beldeye sefer eylemesi gibi bu kötü huylardan vatan babında olan yaratılış gayesine hicret etmesi gerekir. Yani bütün kötü huylardan güzel ahlaka yönelmesi lazımdır. Peki güzel ahlak nedir? Dersen, sana ALLAH Rasulünün hayatına bakmamız gerekir derim. Çünkü onun hayatı tamamıyla Allah’a itaatin göstergesi olan KUR'AN-I KERİM'e bağlılıktır, onun hayatı da daima sefer üzerine geçmiştir ama bu seferler kainata hakikatı yayma seferleridir. Ama o seferlerden önce bir Mekke dönemi vardır ki onun ve sahabelerinin en çetin imtihanlara tabi tutuldukları ve ilahi tecelliye doğru hicret ettikleri dönemi kapsar. Artık Medine ye sefer vardır. Yani zahirde küfrün hakim olduğu beldeden hakikatların hakim olduğu beldeye Medine ye hicret vardır. İşte bu hicretin sonucunda kainat huzura kavuşmuştur. İşte bu hadise gibi insanlarda kendi iç alemlerinde böyle bir hicreti gerçekleştiremedikleri sürece Medine devri ve dönemi tekraren yaşanmayacaktır. Çünkü o dönemden evvel bin bir meşakkat ve çile vardır. Ama bilirmiyiz ki insanı olgunlaştıran sabrıdır, ama sabrı da olgunlaştıran çiledir.
7 HALVET DER ENCÜMEN
Değerli okuyucu! Tasavvuf ilmiyle meşgul olan bazı alimler, uzlete çekilerek uzun zaman yıllarca insanlardan ayrı ve uzak kalmak yoluyla nefislerini ıslaha çalışmışlardır. Tabi ki bundaki amaçları ALLAH Teala hazretlerini daha çok hatırda tutabilmek için dünya meşguliyetlerinden uzak durmaktır. Oysa Nakşibendi Tarikatı'ndaki bu esas bir önceki yolun tam aksine, halkın içindeHAK'kı daima hatırda tutmayı prensip edinmiştir. Zaten bir ayeti kerimede mealen " Ne bir ticaret nede alış veriş, onları ALLAH'ı zikretmekten, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymaz. Onlar kalblerin ve gözlerin döndürüldüğü bir günden korkarlar. " 28 buyurulmuştur, Bu ayetin tefsirinde iseÖmer Nasuhi Bilmen şöyleder “ O abit, zahit kullar, ya hallerine kanaat ederek zahidane bir hayat geçirirler, daima ibadet ve taatla uğraşır dururlar, yahut hem dini vazifelerini yaparlar, hemde meşru surette ticaretleriyle, alış verişleriyle meşgul olurlar, bu dünyevi meşguliyetleri, kendilerinin dini vazifelerine engel olmaz... havfı ilahi ile titreyen kalbleri, kendilerini daima zikr ve fikre sevkeder, onlar gafil bulunmazlar, daima havf ve haşyet üzere uyanık bir halde bulunurlar.” 29 İbn Kesir ise tefsirinde şöyleder “ Dünya, dünyanın süs ve zineti, alış-verişin ve kazancının lezzeti, onları kendilerinin yaratıcısı ve rızık vericisi olan Rablarını anmaktan meşgul edip alıkoymaz.” 30 Elmalı ise tefsirinde şöyleder “ Dünya meşgalesinin, salih kimselerin, Allah’ü Teala ve Rasulünün istediği yolda gitmelerine mani olamayacağı açıklanmaktadır.” 31. İşte bu ayeti kerimede açıkça belirtildiği üzere dünyevi ihtiyaçların temini, o iman sahiplerini Rablerini hatırlamaktan, O nun ayetlerini tefekkür etmekten, O na kulluk etmekten alıkoyamaz. Mana itibariyle kısaca halk içerisinde HAK'la beraber olmak anlamına gelen bu esasın az önceki ayeti kerime mealinin çok kısa bir mukaddimesi olması, bu yolun KUR'AN'a sımsıkı nasıl bağlı olduğunun bir göstergesidir. Allah cümlemizi sırat-ı müstakimden ayırmasın.
8 YAD GERD
Değerli okuyucu! Bu esasta ise kısa olara kelimeyi tevhidi nefesimizi tutarak tekrar etmek, manasını tefekkür etmemiz telkin edilmektedir. Buna riayetle kişi fani alemde dahi bir hiç olduğunu idrak eder. Çünkü bunu yaparken nefesini tuttuğu zaman bu hale belirli bir süre dayanabilir. Eğer ALLAH Teala havayı içeren gazları yaratmamış olsaydı, nefes alamadığı için akıbet malum. Bu durumda kişi hayatını kaybetse bile, ALLAH teala hazretleri hala hayat sahibidir. Bu hal üzere mümin kendisini HAK Tealanın gücü, kuvveti, kudreti karşısında bir hiç sayar ve ALLAH Tealanın ihsanı, ikramı olan o havayı tekraren soluyarak şükrünün ne kadar az olduğunun idrakine varır.
9 BAZ GEŞT
Değerli okuyucu! Bu esas, bir öncekinin devamı gibidir. Kişi nefesini tutup YAD GERD deki anlatılan zikri gerçekleştirdikten sonra, ikinci nefesi almadan önce, yani iki nefes arasında " İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi " der bunun manası ise şudur " İlahi! Benim maksudum Sen'sin ve maksadım Sen'in rızandır. " bu cümle zaten her müminin en büyük ve tek hedefi olmalıdır. Çünkü bir ayeti kerimede mealen " İşte ey mutmain olmuş nefs! Razı olarak ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabbine dön! Kullarımın arasına gir! Cennetime gir... " 32 buyurulmaktadır. İşte bu bu ayeti kerimenin tefsirinde Ömer Nasuhi Bilmen şöyleder “ Ey emin, inşirah-ı ruha sahip, nezih itikat ile muttasıf şek ve şüpheden müteberri ve cenab-ı hakkın zikriyle, muhabbetle kalbini tenvire muvaffak bulunan mü’min zat!... Kerim mabudunun huzur-i manevisine teveccüh et, O’nun va’d buyurmuş olduğu bir mahalli keramette, bir cennet-i alaya gidiver.(Sen) sana verilen nimetlerden (Razı) olunduğu halde (O) Kerim Rab’bin (de senden razı olarak!...) öyle pek ulvi bir makama nail ol. Ey nefs-i mutmainne!... Sende mükerrem kullarımın zümresine dahil ol...”33 Elmalı ise tefsirinde şöyleder “ Şimdide Allah’ü tealaya gönül bağlayanların akıbetine geçiliyor. Hakkı önce anlamış, iman etmiş, iman ve ihlas ile Rabbine hayır takdim etmekte bulunmuş olan her mutmainne nefsede, Rabbi Alla’ü teala diyecekki: Ey o mutmain nefs! Bana ihlas ile kulluk eden halis salih kullarımın arasına katıl. O halis kullarla birlikte cennetime gir.” 34 ayeti kerimelerin tefsirinden sonra diyebiliriz ki; bir önceki esasta kişi ALLAH Tealanın bir olduğuna, kendisinin de ne kadar aciz olduğuna ve ALLAHTealanın ne kadar lütufkar olduğuna kanaat getirdiği zaman, işte bu konularda nefsi mutmain olmuş demektir. Bu hal üzere Rabb'inden de razıdır çünkü " Razı olarak " deniliyor bu kaidede söylenmesi istenen cümlelerle de O nun rızasını istiyor. Çünkü ayette " Kendisinden razı olunmuş olarak Rabb'ine dön..."buyurulmaktadır. Cenab-ı Mevla cümlemizi rızasına erdirdiği kullarından eylesin amin.
10 NİGAH DAŞT
Değerli okuyucu! Bu esasta ise kısaca, Kalb'de yalnız ALLAHTealayı anmak ve bu halin muhafaza edilmesi anlatılmaktadır. Çünkü bir ayeti kerimede mealen " Hiç şüphesiz, " RabbimizALLAH'tır diyen, sonra istikametli bir hayat yaşayanların... " 35buyurulmaktadır. Bu ayetin tefsirinde Ömer Nasuhi Bilmenşöyleder “ Allah tealanın rububiyetini, haalikıyetini, vahdaniyetini ikrar ettiler (Sonra istikamette bulundular) bu itikatlarında sebat edip durdular, mükellef oldukları vazifeleri kemal-i ihlas ile ifaya devam eylediler.” 36 Seyyid Kutub tefsirinde şöyleder “Rabbimiz Allah’tır sözünün doğrultusunda yürümek onun hak ve hakikatine bağlanmak, o gerçeği vicdanların içinde hissetmek, hayatta duymak, gereklerine dayanmak şüphesizki çok hemde çok büyük bir şeydir. O nispettede zordur.” 37 Elmalı ise tefsirinde şöyleder “ Müminler, Allah’ü Tealanın birliğini ve rububiyetini tasdik edip, şirke dönmeden bu ikrarda sabit kalarak gereğini yaptılar.” 38 yani kişi önce iman edecek daha sonrada onu muhafaza edecek, işte bu kaidede sahip olunan iyi hallerin elde edildikten sonrada muhafaza edilmesinin gerekliliği ifade edilir.
11 YAD DAŞT
Değerli okuyucu! Bu esasta diğer önceki esasların tamamını içine almaktadır. ama kısaca diyebiliriz ki, her an ALLAH Tealanın sıfatlarını ve bakılan her yerde ALLAH tealanın mahlukatı üzerindeki tasrrufatını onların nasıl yaratıldığını ve nasıl yok olduklarını ama her şeye rağmen O nun baki olduğunu tefekkür edilmesi demektir.
NOTLAR
1 (Enbiya/35)
2 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
3 (Fizilal’il Kur’an) – Seyyid Kutub
4 (Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri) – Tef-sir el-Kur’an el-Azim – İbn Kesir
5 (Cuma/8)
6 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
7 (Fizilal’il Kur’an) – Seyyid Kutub
8 (Hak Dini Kur’an Dili) – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
9 (Yunus/57)
10 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
11 (Fizilal’il Kur’an) – Seyyid Kutub
12 (Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri) – Tef-sir el-Kur’an el-Azim – İbn Kesir
13 (Hak Dini Kur’an Dili) – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
14 (Rad/28)
15 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
16 (Fizilal’il Kur’an) – Seyyid Kutub
17 (Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri) – Tef-sir el-Kur’an el-Azim – İbn Kesir
18 (Hak Dini Kur’an Dili) – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
19 (Fecr/27-28-29-30)
20 (Bakara/265)
21 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
22 (Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri) – Tef-sir el-Kur’an el-Azim – İbn Kesir
23 (Yusuf/53)
24 (Saffat/99)
25 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
26 (Fizilal’il Kur’an) – Seyyid Kutub
27 (Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri) – Tef-sir el-Kur’an el-Azim – İbn Kesir
28 (Nur/37)
29 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
30 (Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri) – Tef-sir el-Kur’an el-Azim – İbn Kesir
31 (Hak Dini Kur’an Dili) – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
32 (Fecr/27-28-29-30)
33 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
34 (Hak Dini Kur’an Dili) – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
35 (Fussilet/30)
36 (Kur’an-ı Kerimin Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri) – Ömer Nasuhi Bilmen
37 (Fizilal’il Kur’an) – Seyyid Kutub
38 (Hak Dini Kur’an Dili) – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
.
6- Hatme-i Hacegan
HATME-İ HACEGAN
Değerli okuyucu! Hatme-i Hacegan Nakşibendi tarikatına has bir zikir çeşididir. Bu nedenle öncelikle zikrullah ile ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra, Hatme-i Hacegan’la ilgili bilgi edinmek daha faydalı olacaktır.
Z İ K R U L L A H
Değerli okuyucu! Şunu da bilmemiz gerekirki KUR'AN-I KERİM'de zikirle ilgili pek çok ayeti kerime vardır. Ama biz burada zikrin temel özelliklerini ve zikretmenin hükümlerini açıklayan bazı ayeti kerimelerin meallerini vermeye çalışacağız.
" Ey müminler! ALLAH'ı çokça zikredin ve sabah akşam O nu tesbih edin. " 1
" Beni zikredinki; bende sizi zikredeyim. " 2
" ALLAH'ı çok zikredinizki; kurtuluşa eresiniz. " 3
" Namazı bitirince, ayakta, otururken, ve yanınız üzerinde yatarken ALLAH'ı zikredin. " 4
" Ey iman edenler! Herhangi bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve ALLAH'ı çokça zikredinki; başarıya erişesiniz. "5
" Onlar öyle erkişilerdirki; onları ne bir ticaret, ne de herhangi bir alış-veriş ALLAH'ı zikretmekten, namazı kılmaktan ve zekatı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalblerin ve gözlerin (dehşetten) allak bullak olduğu bir günden korkarlar. " 6
" Şüphesiz münafıklar, ALLAH'a oyun etmeye çalışıyorlar; halbuki ALLAH onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve ALLAH'ı çok az zikrederler. " 7
" Rabbini, nefsinde, yalvararak ve korku içinde, yüksek olmayan bir sesle sabah akşam zikret. Gafillerden olma! " 8
" ALLAH'ı çok zikreden erkek ve kadınlara ALLAH, bir mağfiret ve büyük bir mükafat hazırlamıştır." 9
Değerli okuyucu! Biraz uzun olmakla birlikte sahihliği hakkında ittifak edilmiş olan bu hadisi şerifi iyice okuyalım.
Hz Ebu Hureyre RA'dan rivayet olunan bir hadisi şerife göre Rasulullah SAV efendimiz buyurdularki. " Muhakkak ALLAH'ın yollarda dolaşan, zikir ehlini arayan melekleri vardır. ALLAH'ı zikreden bir topluluk görürlerse: Geliniz, hacetinize, diye nida ederler. O zikredenleri dünya semasına kadar kanatlarıyla kuşatırlar. Rableri, kullarının durumunu onlardan daha iyi bildiği halde, onlara:
- Kullarım ne diyorlar? diye sorar
- Seni tesbih ediyorlar, Seni tekbir ediyorlar, Sana hamd ediyorlar ve Seni ululuyorlar, derler.ALLAH:
- Onlar Beni gördülermi? buyurur. Melekler:
- Hayır, Vallahi, Seni görmediler, derler. ALLAH:
- Şayet Beni görseler nasıl olurdu? buyurur. Melekler:
- Şayet seni görselerdi, Sana daha sağlam ibadet eder, Seni daha fazla ulular ve Sana daha çok tesbih ederlerdi, derler. ALLAH:
- Benden ne istiyorlar? buyurur. Melekler:
- Senden cennet istiyorlar, derler. ALLAH:
- Onlar cenneti gördülermi? buyurur. Melekler:
- Hayır, Vallahi, Ya Rabbi, cenneti görmediler, derler. ALLAH:
- Şayet onlar cenneti görseler nasıl olurdu? buyurur. Melekler:
- Şayet onlar cenneti görseler, ona daha şiddetle hırs duyarlar, onu daha şiddetle isterler ve onun hakkında rağbetleri dahada artar, derler. ALLAH:
- Onlar neden sığınıyorlar? buyurur. Melekler:
- Cehennemden, derler. ALLAH:
- Onlar cehennemi gördülermi? buyurur. Melekler:
- Hayır, Vallahi, onu görmediler, derler. ALLAH:
- Onu görselerdi nasıl olurdu? buyurur. Melekler:
- Şayet onu görselerdi, ondan daha şiddetle kaçarlardı. Daha şiddetle korkarlardı derler. ALLAH:
- Sizi şahid tutuyorum ki Ben onların günahlarını mağfiret kıldım buyurur. Meleklerden bir tanesi:
-Aralarında onlardan olmayan filanda var, bir hacet için gelmişti, der. ALLAH:
- Onlar öyle bir cemaat ki onlarla oturan kimseler şaki olamazlar, buyurur. " 10
Değerli okuyucu! Zikir hakkındaki bazı ayetlerin tefsirlerini daha önceki bölümlerde vermiştik. Ancak tekrar etmekte fayda olacağı için burada da istifadenize sunmaktayız. Seyyid KUTUB RA Ahzab suresinin 41-42 ci ayetlerini açıklarken şöyle söylemektedir. " İnsan kalbi yüce Allah ile ilişki kurmadığı, O'nunla başbaşa olmadığı anlarda boştur. İhtirasların oyuncağıdır. Şaşkındır. Allah (c.c.)'ı andığı anlarda dolu, ciddi ve kararlı olur.Allah (c.c.), sabah ve akşam durumları değiştiriyor, karanlığı aydınlığa, aydınlığı karanlığa dağiştirerek kendisinin kalıcı ve sürekli olduğunu ve bütün varlıkların, O'nun gözetimine ve lutfuna muhtaç olduğunu belirterek, kendisini zikretmemizi tenbih ediyor. " yine son devrin büyük alimlerinden Bediüzzaman Said-i NURSİ KS Mesnevi-i Nuriyede zikir hakkındaki görüşlerini şöyle beyan etmektedir. " Eyyühel aziz! Kelime-i tevhidi tekrar ile zikre devam etmek kalbi pey çok şeylerle bağlayan bağları kırmak içindir ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir.Eyyühel aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi yani içi delindiği zaman elbette sünbüllenip neşvünema bulamaz, ölür gider. Kezalik insandaki "ene" zikrin şua ve harareti ile yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve alemlerin sahibine isyan edemez. O zikr-i ilahi sayesinde ene mahvolur.İşte Nakşibendiler, zikir hususunda ittihaz ettikleri, zikr-i hafi sayesinde, kalbin fethi ile ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirleri olan, nefs-i emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik, Kadiriler de zikr-i cehri sayesinde tabiat tağutlarını tarumar etmişlerdir. " Üstadın gerek bu anlattıkları ve gerekse Risale-i Nur Külliyatı'nın muhtelif bölümlerinde zikir konusunu işlerken en çok üstünde durduğu zikrin terbiye edici ve insanı kemale erdirici bir nimet-i ilahi olduğudur.
Değerli okuyucu! Ayet, hadis ve bazı alimlerin görüşlerini okuduk. Konuyla ilgili daha fazla bilgi için Tasavvufun Esasları – Devamlı Zikir bölümüne müracaat ediniz.
Zikrullah hakkında verdiğimiz bu kısa bilgiden sonra artık Hatme-i Hacegan konusuna geçebiliriz.
HATME-İ HACEGAN
Değerli okuyucu! Her tarikatın kendi usullerine göre tertipleyip, düzenleyip ve icra ettiği bir zikir çeşidi vardır. Devran , Sema, Zikri Kıyam, Darb-ı Esma ve Hatme-i Hacegan bunlardan başlıcalarıdır. Biz burada Nakşibendi Tarikatına has olan Hatme-i Hacegan zikri hakkında ve adapları ile ilgili kısa bilgiler vereceğiz.
Hacegan "hace"nin çoğulu olup, farsça bir kelimedir. Hace; şeyh, alim, büyük üstad manalarına gelmektedir. Hatme ise, bazı surelerin, ayet-i kerimelerin, salatü selamların ve belirli tesbihatların yapıldığı bir zikir meclisidir. Şu halde demek ki hatme-i hacegan demek; Şeyhlerin zikri, alimlerin zikri, büyük üstadların zikri gibi güzel bir mana içermektedir. Bu toplu zikir çeşidi Nakşibendi Tarikatına has olduğu için, bu tarikata ismini veren Hace Bahauddin Nakşibend k.s. hazretlerinin bu konu hakkındaki görüşlerini kısaca aktardıktan sonra, bu yolun büyüklerinin yani hocalarımızın, şeyhlerimizin, üstadlarımızın Hatme-i Hacegan tariflerine birlikte bir göz atalım.
Şahı Nakşibend (k.s.) Makamatı Bahaiyye adlı kitabında şöyle buyuruyor. “Seyrü sulüka başlayan bir mürid, günlük evradını yaparken hatme meclislerindende mahrum kalmamaya azami gayreti gösterir. Sadıklarla beraberlik ilahi bir emirdir. Bu beraberlik ruhani olursa buna; rabıta denir ki bu, tasavvufun temel prensiplerinden birisidir. Hatm-i hacegan, hem cismani hemde ruhani bir beraberliktir.” 11
Mevlana Halid-i Bağdadi k.s. hatme tarifi;
Evvela 25 kerre istiğfar olunur. Bu 5 veya 15 de olur. Sonra gözler yumularak rabıta-i şerifle beraber kalbe nazar edilir. önce 7 tane fatihayı şerif okunur, 100 salavatı şerife , 79 elem neşrahleke suresini okuduktan sonra 1001 ihlas-ı şerif okunup, tekrar 7 fatihayı şerife ve 100 salavat-ı şerife ile birde aşr-ı şerif okunarak duası yapılır ve vukuf-u kalbiye her zaman dikkat edilir. 12
Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi k.s. hatme tarifi;
Nakşibendiyye ve halidiyyede müridlerin bir araya gelerek, şeyhlerinin izin ve denetimi altında yaptıkları toplu zikrin adına "hatm-i hacegan" adı verilir. Önce mürşidin işareti ile, istiğfar edilerek zikre başlanır. Bu istiğfar mürşidin isteğine üzerine 15 veya 5 defada olabilir. Sonra gözler yumularak, rabıta ile birlikte kalbe nazar edilir. Önce 7 fatiha okunur, daha sonra 100 salavat-ı şerife, 79 inşirah suresi ve 1001 ihlası şerif kıraat edilir. Sonra tekrar yine 7 fatiha ve 100 salavat okunur. Sonunda bir aşr-ı şerif okunarak, şeyh tarafından yapılan duaya hep birlikte amin denilerek hatm-i hace nihayete ermiş olur. Hatim sırasında, vukuf-ı kalbiye dikkat edildiği gibi, silsilenin ve ulu meşayihin de ruhen bu mecliste bulundukları düşünülerek gerekli edebi muhafaza etmek ayrıca lüzumludur. 13
Mahmud Es'ad Coşan Hoca Efendinin hatme tarifi;
Zikirde daire şeklinde halka olmak, efendimiz zamanından gelme bir şekildir. Nakşi tarikatında hatm-i hacegan yapılırken tek sıra olmanın faydası şu; hatm-i haceganın 7 fatihası 7 kişi tarafından okunurken, hoca efendi dahil sağdan 7 kişi okuyacak. Sonra salavatı şerifeler ve inşirah suresi, ihlaslar bitince yine fatiha! denildiği zaman bu sefer hoca efendi dahil soldan 7 kişi 7 fatihayı okuyacak sonra yine salavatı şerifler....O bakımdan bu böyle bilinsin diye böyle bir sıralama vardır.14
Şehrimizde (Sivas) Metfun İsmail Hakkı Toprak k.s. hatme tarifi;
Hatme yapacak kardeşlerimiz içlerinden birini seçerler, seçilen kardeşimiz yanına 1 yardımcı alır buna hatme çavuşu denir. hatme sırasında herkes daire şeklinde dizilir. Gözler yumulur ve hatim bitene kadar kimse gözünü açamaz. Önce istiğfar edilir. Seçilen kişi dahil sağdan 7 kişi fatiha okur, sonra 100 tane salavat-ı şerife okunur, bu defa 79 adet elemneşrahleke okunur, sonra 1001 adet ihlas suresi okunur, sonra seçilen kişi dahil soldan 7 kişi fatiha okur, daha sonrada 100 salavat-ı şerife okunarak cemaatten 1 kişi aşrı şerif okuyup, hatmeyi yaptıran kişinin silsile-i şerifi okuyarak du etmesinden sonra hatme bitirilir. 15
HATME-İ HACEGAN ÇEŞİTLERİ
Değerli okuyucu! Üç çeşit Hatme-i Hacegan vardır. Şimdi sırasıyla bunları beraber okuyalım.
1-Büyük hatme;
Cemaatin 10 kişiden fazla veya, imam hariç inşirah suresini bilen 10 kişi hazır bulunur ise büyük hatme yapılır. Büyük hatmede toplam 14 fatiha, 200 salavat, 79 inşirah suresi ve 1001 ihlası şerif okunur. Bu okuyuşların sırası ise şöyledir.
1-7 fatiha suresi,
2-100 salavatı şerife,
3-79 inşirah suresi,
4-1001 adet ihlas suresi,
5-7 fatiha suresi,
6-100 salavatı şerifedir. 16
2-Küçük hatme;
Cemaat 10 kişiden az veya imam hariç inşirah suresini bilen 10 kişiden az olursa küçük hatme yapılır. Küçük hatmede toplam 14 fatihayı şerif 200 salavatı şerif ve 500 adet "Ya Baki Entel Baki" okunur. Küçük hatmede inşirah suresi ve ihlas suresi okunmaz. Bu okuyuşların sırası ise şöyledir.
1-7 fatiha suresi,
2-100 salavatı şerife,
3-500 adet "Ya Baki Entel Baki",
4-7 fatiha suresi,
5-100 salavatı şerifedir. 17
3-Kelime-i Tevhid hatmesi;
Kelime-i Tevhid hatmesini diğer hatmelerden ayıran özellik şudur. Diğer hatmelerden haricen, imamın kelime-i tevhid zikri yaptırmasıdır. Yoksa bütün okunan sure ve salavat sayıları aynıdır.18
HATME-İ HACEGAN ADABI
Değerli okuyucu! Şimdi aşağıda sıralayacağımız maddelere geçmeden önce şunu da bilmekte fayda var. Zikrullah ciddiyet ister. Çünkü her zaman olduğu gibi burada da muhatabın Allahü Tealadır. Öğrencinin okulunda öğretmenine ve müdürüne karşı gösterdiği, askerin komutanına gösterdiği, evladın anne ve babasına gösterdiği, işçinin ve memurun amirine gösterdiği ciddiyet saygı ve hürmetin daha da fazlasını Halikı Zülcelale göstermek gerekir.
1-Hadesten ve necasetten temizlenerek, abdestli olmak.
2-Huşu ve huzur ile ifa etmek, dünyevi düşünce ve meselelerden kalbi temiz tutmak.
3-Kıbleye karşı olmak.
4-Mücbir bir sebep bulunmadığı takdirde, sağ ayak üzerine oturup, ayak uçlarını sol taraftan çıkarmak veya diz üstü oturmak.
5-Toplu zikir yapılıyorsa halka şeklinde oturmak ve dizlerin birbirine temas etmesini sağlamak. Yalnız hatmeyi yaptıranın dizlerine dizler temas ettirilmez.
6-Rabıtayı mevt, rabıtayı mürşid ve rabıtayı kalb (rabıtayı huzur) yapmak.
7-Güzel koku sürünmek.
8-Dişleri misvaklamak.
9-Samimi bir şekilde istiğfar etmek.
10-Gözleri yummak ve zikrullah bitene kadar açmamak. Bununla ilgili sahih-i müslimde ki rivayet şöyledir.
Hz Ali kerremallahü veche, kullar için Allah'a giden en kısa, en kolay ve Allah indinde en faziletli yolu kendisine göstermesini Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemden istedi.
Hz. peygamber sallallahü aleyhi ve sellem:
- Ya ali! Halvette ve yalnızken, celvette ve insanlarla bir arada bulunurken Allah'ı zikretmeye devam etmelisin. buyurdu. Hz. ali r.anh:
- Allah'ı nasıl zikredeyim Ya Rasulullah? diye sordu. Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemde:
- Gözlerini kapat ve benim 3 defa söylediğimi dinle. Sonra sen 3 defa tekrar et ben dinleyeyim" buyurdu.
Hz. peygamber sallallahü aleyhi ve sellem gözlerini kapatarak, yüksek sesle üç defa "La ilahe illallah" dedi. Hz. ali kerremallahü vechede büyük bir huşu içinde o nu dinliyordu. Sonra Hz. Ali r.anh gözlerini kapatarak, yüksek sesle 3 defa "La ilahe illallah" dedi. Hz. peygamber sallallahü aleyhi ve sellem: "benim ve benden önce gelen peygamberlerin söylediği en faziletli söz "La ilahe illallah"dır . Yer yüzünde "Allah, Allah, Allah..." diyenler bulundukça kıyamet kopmaz" buyurdu. 19
11-1 fatiha 3 ihlası şerif okuyarak büyüklerin ruhlarına bağışlamak.
12-Saadat-ı Kiramın isimlerini okumak.
13-Zikrullahın yapılacağı yerin kapalı ve karanlık bir yer olmasına ve kapının kapatılmasına dikkat etmek.Bununla ilgili Ahmet İbni Hambelin müsnedindeki sahih hadis kısaca şöyledir. "Şeddad bin evsten rivayet olunduğuna göre:Hz. peygamber sallallahü aleyhi ve sellem bir grup sahabe ile evinde otururken "İçerinizde yabancı bir kişi varsa onu dışarı çıkarıp kapıyı kapayınız" buyurunca biz "içerimizde yabancı birisinin olmadığını" söyledik. Hücre-i saadetin kapısını kapatıp oturduktan sonra, bir süre "La ilahe illallah, la ilahe illallah" diyerek, topluca ve yüksek sesle zikrettik" 20
14-Zikir esnasında kendini kaybetmemeğe, cezbe hali vuku bulsa dahi kendisini tutmağa gayret etmek.
15-Eğer zikrullah toplu yapılıyorsa sesini imamdan fazla yükseltmemek.
16-Zikrullahın bitiminde hemen kapıları açmamak, ışıkları yakmamak.
17-Zikrullahın bitiminde hemen dünyevi düşüncelere kapılmadan kalbine teveccüh etmek.
18-Zikrullahın bitiminde hemen kesinlikle su içmemek.
19-Zikrullahın bitiminde yaşadığı hali mürşidinden gizlememektir.
20-Ayrıca intisab etmemiş kişileri hatmeye almamak.
21-Hatmede okunan surelerin sayısının takibi açısından, hatmenin taş vs ile yapılması.
ADAPLA İLGİLİ YARARLANILAN ESERLER:
1-Risale-i Halidiye ve Adab-ı Zikir Risalesi (Mevlana Halidi Bağdadi k.s.)
2-Veliler ve Tarikatlarda Usul (Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi k.s.)
3-Gümüşhanevi Ahmet Ziyaüddin (İrfan Gündüz)
4-Tasavvufi Ahlak 1-2 (Mehmet Zahid Kotku k.s.)
5-Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar (Ömer Ziyaüddin Dağıstani k.s.)
6-Evradı Bahaiye (Derleyen Mehmet Veli Şen)
7-Hatme-i Hacegan Risalesi (Ömer Yıldız)
8-Zikir Risalesi (Ömer Yıldız)
9-İslam Sevgi ve Tasavvuf (Mahmud Es'Ad Coşan)
NOTLAR
1 (Ahzab/41-42)
2 (Bakara/152)
3 (Cuma/10)
4 (Nisa/103)
5 (Enfal/45)
6 (Nur/37)
7 (Nisa/142)
8 (Araf/205)
9 (Ahzab/35)
10 (El-Lü'Lü-ü vel Mercan c/3 s/278-279 H.No/1722) Muhammed Fuad Abdulbaki
11 (Hatmei Hacegan Risalesi s.8-9) Ömer Yıldız
12 ( Risale-i Halidiye ve Adab-ı Zikir Risalesi s.61-62) Mevlana Halidi Bağdadi Mütercim Mehmed Zahid Kotku
13 (Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddin s.274) İrfan Gündüz
14 (İslam, Sevgi ve Tasavvuf s. 103-104) Mahmud Es’ad Coşan
15 (Evradı Bahaiye s.23) Derleyen Mehmed Veli Şen
16 (Zikir Risalesi s.165-Hatme-i Hacegan Risalesi s.84-86) Ömer Yıldız
17 (Zikir Risalesi s.165-Hatme-i Hacegan Risalesi s.84-86) Ömer Yıldız
18 (Evradı Bahaiye s.24) Derleyen Mehmed Veli Şen
19 (Tasavvuf ve Tarikatlarla ilgili fetvalar s.65-66) Ömer Ziyaüddin Dağıstani
20 (Tasavvuf ve Tarikatlarla ilgili fetvalar s.67-68) Ömer Ziyaüddin Dağıstani
.
7- Rabıta
R A B I T A
Tasavvufi eğitim açısından mürşidi kâmiller Rabıtaya önem vermişlerdir. Tabi bu arada değişik rabıta uygulamaları da meydana gelmiştir. Biz risalenin bu kısmında âlimlerin rabıta hakkındaki görüşlerini, mutasavvıfların rabıta hakkındaki görüşlerini, delillerini ve rabıta tariflerini bir araya getirmeye çalıştık. Bu arada ana başlıklar halinde Rabıtayı üçe ayırıp bunları delilleriyle birlikte istifadenize sunmaya gayret gösterdik. En son kısma ise, Rabıta hakkında yapılan tenkitleri koyarak okuyucunun daha sağlıklı düşünmesini sağlamaya çalıştık. Hatalı bir kul olduğumuz için risaledeki hatalar bizden kaynaklanmıştır. Cenab-ı Hak cümlemize doğruları bulabilmek için doğru bir anlayış ihsan etsin âmin
RABITANIN LÜGATTAKİ MANASI
Rabıtanın lügat manası, Rapteden, bağlayan, bitiştiren, münasebet, alaka, bağlılık, yakınlık, iki şeyi birbirine bağlayan şey anlamlarına gelmektedir.
RABITA HAKKINDA ALİMLERİN GÖRÜŞLERİ
1-Prf. Dr. H. Kamil YILMAZ:
Aslında “rabıta” bağ, alaka, artırmak, güçlendirmek, vuslat ve muhabbet anlamlarınadır. Nasıl sevgi, sevgilinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek kalbi sevgiliye bağlamak ise, rabıtada aynı şekilde kişinin mürşidine sevgiyle gönülden bağlanmasıdır.
Kur’an’da aynı kökten “ribat”, “murabata”, “rabt-ı kalb” şeklinde muhtelif kavramlar yer almaktadır... Rabıta her ne kadar Nakşibendiyye tarikatına has bir özellik olarak dikkat çekiyorsada, aslında bütün tarikatlarda vardır. Hatta insan olan her yerde rabıta vardır. Çünki rabıta, fıtri ve tabii bir olgudur... Tasavvuf da hedeflenen kamil insanı yetiştirmek üzere müridlerin gönlüne kamil bir model konulur ve mürid onunla aynileşmeye çalışır... Tasavvufta rabıtanın amacı “rabıta-i huzur (kalb)”’dur. Yani salikin daima huzur-i ilahide bulunduğu duygusunu sağlamaktır. Her an Allah’ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu sağlamak çok zor bir olaydır. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Öyleyse kulun yoğunlaşmasını sağlayacak, teksifini kolaylaştıracak bir terbiyeye ihtiyaç vardır. Tasavvuf ta bu terbiye yollarından biride insan-ı kamil konumundaki şeyhle kalbi irtibattır. Mürşid-i kamil, kendisine bağlana saliki alır, önce hz. Rasul’de fani olmaya; ardından da asıl paye olarak Rabb-i Müteal’de faniliğe ulaştırır. Rabıta bir bakıma başkalarına benzeme ve taklid arzusunun tezahürüdür. ... Tasavvufta rabıta, kamil ahlak sahibi kişilerle kurulması istenen sevgi bağıdır. Sevenle sevilenin bir olmasıdır. Tasavvufta rabıta, müşahade ve ıyan mertebesine ulaşmış bir mürşid-i kamile gönül bağlamak, huzurunda ve gıyabında onun suretini, siretini ve ruhaniyetini hayal etmek, yanında iken takındığı tavrı, gıyabında da sürdürmeye çalışmak ve edebe riayet etmektir. Rabıtada önemli olan şeyhin suret ve siretini hayalde muhafaza etmektir.... Netice itibariyle rabıta, Allah ile kul arasına üçüncü bir şahsı sokarak irtikab edilmiş bir şirk değil, aksine müridin önüne ve gönlüne sunulmuş bir model şahsiyete benzeme arzusu, onunla kalb ve kalıp beraberliğini sürdürmesidir. 1
2-Prf. Dr. Osman TÜRER:
Arapça da bağlantı, bağlantı vasıtası, alaka, münasebet manalarına gelen “rabıta” tasavvuf ıstılahı olarak; salikin kamil bir şeyhe kalbini bağlayıp, huzurunda ve gıyabında o şeyhin sureti, sireti ve bilhassa ruhaniyetini hayalinde kendi ile birlikte muhafaza ederek, yanında bulunduğu zamanki edebe bürünmesi demektir.... En yaygın şekilde Nakşibendiyye tarikatında uygulanan rabıtanın tasavvuf psikolojisi açısından büyük önemi vardır. Rabıta, bir bakıma müridin, cismen beraber olamadıkları anlarda da ruhen mürşidin huzurunda olmasını ve böylece mürşidin manevi otoritesinin devamlılığını temin eden bir vasıta durumundadır. Mürid şeyhine rabıta etmekle, onun vasıtasıyla resulullaha, onun vasıtasıylada hak tealaya rabıta etmiş olmaktadır. Melamiler rabıta yapmaya “gönül beklemek” derler. Rabıta oldukça hassas bir konudur. Esprisi tam olarak anlaşılmayan ve usulüne göre uygun yapılmayan rabıta, müridin gizli şirke sapmasına neden olabilir. Nitekim bazan rabıta yapıyorum derken, haşa şeyhi Allah yerine koyup her şeyi ondan bekleyenlere rastlanmaktadır ki, bu son derece tehlikelidir. Bundan dolayı tasavvufa karşı olan kimselerin en çok itiraz ettikleri konulardan biriside rabıtadır. 2
3-Prf. Dr.Mustafa KARA:
Kelime anlamı bağ, ilgi, birlik, ve cemiyet olan rabıta, tasavvuf düşüncesinde müridin dünya ve dünyayla ilgili şeyleri kalbinden çıkarıp, şeyhinin şahsını gönül gözünün önüne getirmesi, kalbini ona bağlaması demektir. Sufilere göre şeyh matlub ve maksud olan Allah ile mürid arasındadır. Yani Allah’ı insanlara o tanıtıp sevdirir. Müridin şeyhine rabıta yapmakla gerçekte Allah’a ulaşmak istemektedir. Vuslattan sonra şeyhe olan sevgi devam eder, fakat ona rabıta yapılmaz. Rabıta her müşkili halleder. Rabıta sırrullahtır. Onunla her şey neşeye dönüşür. Hayatın lezzeti onunla tadılır. Rabıta vücut gemisinin dümeni gibidir. Rabıtasız hayat yolculuğu sürekli bir çalkantıdan ibarettir. Nereye ve nasıl geldiğinin farkına varılmaz. Kusur ve eksiklikler yine rabıta ile düzeltilir. İlk zahidlerde var olan “kalbi şeyhe bağlamak” prensibinin zaman içinde rabıtaya dönüştüğünü de düşünmek mümkündür. Melamiler, rabıta kelimesi yerine “gönül beklemek” tabirini kullanırlar. Rabıtaya en çok önem veren tarikat Nakşibendiyedir. Halvetiyenin Şabaniye kolunun büyük şeyhlerinden kuşadalı İrahimde rabıtaya çok önem veren bir sufidir. Onun konu ile ilgili kanaatleri şöyledir: Allah’a giden yolun en esaslı rüknü rabıtadır, onsuz seyrü süluk hayatı olamaz. Tarikatta mizan ve ölçü odur. Peygamber sevgisi rabıta ile gerçekleşir. Rabıtanın zaman ve mekanı yoktur. Ölülerle rabıta fayda vermez. 3
4-Muhammed Zahid El-KEVSERİ:
“Sadıklarla berber olunuz” ayeti, rabıtaya delalet etmektedir. Asrımızda bazıları rabıta konusunda konuşmayı müşkil görüyorlar. Ben ise böyle görmüyorum. Çünkü selef ve halef ulemasından rabıtayı inkar eden kimseye rastlanmaz. Aksine İmam Razi ve Taftazani gibi alimler, ölüme karşı teveccühü istifaze isteyenler için gerekli bir iş olarak görürler. Bu işe, ancak hayal hazinesini tasavvur ederek teveccüh etmekle olur. Bunada tasavvuf ilminde “rabıta” denir. Usul ve füruda mükteda bih bir imam olan Vadiu’ş-Şeria müellifi, rabıtanın salik için luzumlu olduğunu sarih olarak ifade etmiştir. 4
5-Halil GÜNENÇ:
Rabıta, arapça bir kelime olup, bağlamak manasını ifade eden “rabt” kökünden alınmıştır. Bağlayıcı manasına gelen rabıta tasavvuf ıstılahında, müridin beyat edip intisap ettiği mürşidinin suret ve siretini tahayyül ederek onun huzurunda ve meiyyetinde olduğunu fikren yaşamasıdır. Mürid ile mürşidin arasındaki irtibatı güçlendirmek için hususiyle nakşi tarikatında çok önemli bir yeri vardır ve en yüksek esas ve edeplerinden kabul edilmiştir. Bir çok müfessir, “Ey iman edenler! Allahtan korkun ve sadıklarla beraber olun.”(Tevbe suresi ayet 119) ayet-i celilesini açıklarken, Allah Teala’nın, hem sureten hem de manen sadıklarla beraber olmayı emrettiğini beyan etmişlerdir. Tasavvuf sahasına damgasını vurmuş, İslam’a ve müslümanlara yaptıkları hizmetlerin inkarı mümkün olmayan Abdulkadir Geylani, İmamuş Şarani, İmamur Rabbani, ve Halid-i Bağdadi (Rahmetullahi Aleyhim) gibi büyük zatlar, rabıtaya çok önem vermişlerdir. Bütün bunların ışığında, şairin dediği gibi bende şunu derim: Gerçek “Hezami”’nin dediği gibidir. (Yani yukarıda bahsi geçen imamların dedikleri haktır.) Gerçekten bir insanı tasavvur etmek, manevi huzurunda bulunmak, onun suret ve siretini tahattur etmek ve buna belli bir zaman ayırmakta ben, dini bir sakınca görmüyorum. Zaten bu bir ibadet değildir. Ben vefat etmiş babamı zaman zaman hatırlıyorum, onun şeklini, ibadetlerini, tavır ve hareketlerini düşünüyorum. Bu, bende babama karşı bir hasret, bir iştiyak meydana getiriyor ve sevgime sevgi katıyor. Bunu yapmayı bir evlatlık vazifesi görüyor ve yapmamanın nankörlük olacağını düşünüyorum. Bununla beraber rabıta, ictihadi bir meseledir. Bazı büyük zatların ictihadı neticesinde ortaya çıkmıştır. Onu kabul edip uygulayan kimseyi şirk ile itham etmek, büyük bir vebal olduğu gibi, herhangi bir kimsede onu kabul etmediğinde o kimsenin küfürle itham edilmesi doğru değildir. Bu mesele, diğer ictihadi meseleler gibi değerlendirilmelidir. 5
6-Said-i Nursi k.s.:
Ehli tarikatın ve bilhassa Nakşilerin dört esasından biri ve en müessiri olan rabıta-i mevt Eski Said-i Yeni Said’e çevirmiş ve daima hareket-i fikriyede Yeni Said’e yoldaş olmuş, başta ihtiyarlar risalesi olarak, risalelerde o rabıta keşfiyatı göstere göstere ehli iman hakkında mevtin nurani ve hayatdar ve güzel hakikatını görüp gösterdi. 6
Said-i Nursi k.s. ayrıca hakikat çekirdekleri 2. cüzünde Nakşi Rabıtası Şirkmidir? Sualine, olmadığı noktasında cevap vermiştir. 7 Bu metin, tarafımızdan günümüz türkçesi ne göre sadeleştirilerek aşağıda istifadenize sunulmuştur.
1- Bir kısım ulema-i zahir tarafından şirkle itham edilen; Nakşibendi rabıtası neye bina edilmiştir.
(Bir kısım zahiri alimler tarafından Allah’a eş koşmakla suçlanan; Nakşibendi rabıtası neye dayandırılmaktadır.
İslamiyete göre bütün fiilleri yaratan Allahtır. (islamiyet) Hem vasıta ve sebebi, gerçekte hükmünü yürüten, tesir eden olarak kabul etmez.
Vasıtaya kendini değilde başka bir şeyi ifade eden gözü ile bakılır. Tevhid inancı ve teslim vazifesi ve İşi Allah’a bırakmak bunu gerektirir.
Hıristiyanlık sebebi ve vasıtayı, gerçekte hükmünü yürüten, tesir eden olarak kabul eder ve (sebebi ve vasıtayı ulaşılacak şeyin) kendisi olarak görür.
(Hıristiyanlardaki) Oğul inancı ve Allah’ın kudretinin paylaştırılması öyle ister ve bunu gerektirir.
Onların (Hıristiyanların) azizleri, ifade edilen (ulaşılmak istenilen) şeyin kendileri oldukları için, (her biri birer ) feyiz kaynağı ve güneşin ışığının bir görüşe göre başka bir hale geçerek lambanın aydınlatması gibi, birer nurun kaynağı (kendisi) gibi bakıyorlar.
Bizde ise evliyaya; başka bir şeyi ifade eden yani; ayna (nasılki) güneşin ışığını yaydığı, yansıttığı gibi, birer (ilahi feyzi) aksettiren olarak bakıyoruz. (işte) Nakşibendi rabıtası bu sırra bina edilmiştir.
İşte bu sırdandırki; bizde sulük, tevazudan başlar, mahviyetten geçer, fenafillah makamını görür.Bundan sonra, en son makamda sulüka başlar. (ve artık) ene ve nefs-i emmare, kibriyle, gururuyla söner.
7-Fethullah GÜLEN:
Rabıta dediğimiz zaman, bize kendi sahasında, daha ziyade ifade ettiği mana şudur: Bir zat, eğer mürşid bildiği birini mülahaza edecekse şayet, onu kendi iki kaşının ortasında, kendisini de onun iki kaşı ortasında mülahaza eder gibi mülahaza edecek, onun şemailini, hayat tarzını, siretini, iç alemini tezekkür ve tahattur edecek ve onun gibi olmaya çalışacak, kendini öyle olmaya zorlayacak. Bir bakıma burada sanki böyle, Allah celle celalüh ile insan arasına bir insan konmuş gibi oluyor, fakat hattı zatında bu, Allah celle celalüh ile insan arasına başka bir insanın girmesi manasına gelmez. Belki bir yerde emekleyen bir insanın, beri tarafta küheylan gibi şahlanmış veya tavus kuşu gibi böyle göklere pervaz eden bir kuşun arkasına takılması, maksada gitme meselesini hızlandırması demektedir... Şimdi bu manada görüyorsunuz ki, bir insan, bir mürşid veya mürşidin mürşidi Allah ile bizim aramıza girmiyor, belki biz, haddimizi bilmişlik içine giriyoruz; aczimizi, fakrımızı bilmişlik içine giriyoruz. Turuku aliyye, hususiyle nakşiler, bu manada bir rabıta yapıyorlarsa, böyle bir rabıtanın hiçbir mahzuru yoktur. Yok hafizanallah, hıristiyanların yaptıkları gibi, ki ben böyle yapan bir nakşi tanımıyorum, Hz. Mesih’i Allah ile kendi aralarına koyma gibi bir yanlışlığa, hataya giriyorlarsa, farzu muhal, tekrar edeyim, böyle yanlış inhiraf içinde rabıta yapan bir nakşi tanımıyorum, bilmiyorum, duymadım da. Bu hatadır. Neuzü billah bir şirktir. Ondan sakınmak, tevakki etmek lazım. Önce arz ettiğim şekilde, böyle bir rabıtada mahzur yoktur. 8
RABITA HAKKINDA MUTASAVVIFLARIN GÖRÜŞLERİ
ve RABITA TARİFLERİ
1-Şah-ı Nakşibend k.s.:
Şahı nakşibend (k.s.) Makamatı bahaiyye adlı kitabında şöyle buyuruyor. Sadıklarla beraberlik ilahi bir emirdir. Bu beraberlik ruhani olursa buna; rabıta denir ki bu, tasavvufun temel prensiplerinden birisidir. Hatm-i hacegan, hem cismani hemde ruhani bir beraberliktir. 9
2-Abdulkadir Geylani k.s.:
Tasavvuf erbabınca en fazla önem verilen ve seyr-ü sülukun eksenini meydana getiren rabıta, İlahi bir lütuftur. Saliklere seyr-i ilallahta yol alabilmeleri için Hakk (c.c)’ın en büyük lütfudur. Rabıtanın ehline yapılmak şartıyla, salike ne büyük feyiz bahşettiği en baştaki saliklerin bile bilgisi dahilindedir. Evliyaullah dilinde ve sofiyye ıstılahındaki şu söz, rabıtanın önemini anlatmak için yeterlidir sanırız. “Zikirsiz rabıta kolaydır. Rabıtasız zikir kolay değildir.” Yani bir salik, kamil bir zata rabıta etmeden zil,kir etse, Allah (c.c)’a kavuşamaz. Fakat zikretmeyip ehline rabıta eden, salik vasıl-ı Hakk (c.c) olur. 10
3-İmam-ı Rabbani k.s.:
Bilesin ki, bir zorlama ve yapmacık olmadan, şeyhin müride rabıtasının husulü, mürid ile mürşid arasındaki münasebetin tam olduğuna alamettir. İşbu rabıta faydalanma ve faydalı olma sebebidir. Asla, rabıta yolundan daha yakın bir yol da yoktur. O ne güzel bir saadettir ki, bu devlete erenin olur. 11
Şayet şeyhin sureti zikir vaktinde zuhur ederse.. yani: bir zorlama olmadan; uygun olanı onu kalbe götürmendir. Onu kalbde muhafaza etmek sureti ile zikir iştigaline devam etmelisin.
Mürşid kimdir bilir misin? Asıl mürşid odur ki, Yüce Sultan Mukaddes Hakkın zatına ulaşma yolunda ondan istifade edesin.
Mücerred olarak külah giymek, hırka ve eldeki şecere ve bunlardan başka halk arasında örf ve adet haline gelen şeylerin hepsi mürşidliğin ve müridliğin hakikatı dışındadır; bunlar rüsum ve adet olan şeyler sınıfına dahildir.
Ancak, Hırka: Kamil ve mükemmil bir şeyhten gelirse.. onu inanarak ihlasla kullanırsan; bu surette kuvvetli neticelerin ve semerelerin husulü muhtemeldir. 12
Şununda bilinmesi gerekir:
Bu Tarikat-ı Aliyye’ye süluk etmek, kendisine uyulan şeyhe karşı mahabbet rabıtası iledir. Ki bu zat, bu yolda, murad olarak seyretmiş; bu kemalat ile kuvvet cezbesine boyanmıştır. 13
Rabıta nisbetini daima rabıta sahibi ile yapabilmeniz, in’ikasi yoldan gelecek feyizlere vesile olmaktadır. Nasıl yerinde olursa, bu büyük nimetin şükrünü öyle eda etmek uygun düşer. 14
4-Mevlana Halid-i Bağdadi k.s.:
Rabıta;mürşidi şahsan tahayyül etmektir. Yanı hayalında zabt ve muhafaza etmektir. Bunun yolu, tevazu ve meskenetle, mürşidin şemailini tahattur edip, güya alnını mürşidin alnına mukabil olarak, feyz hazinesi olan, iki kaşı arasına nazar ile ondan feyz taleb etmektir. İki kaş arası, Nur-ı Muhammedi (s.a.s)’min durduğu yerdir. Orası mevzi-i feyz ve mehbıt-ı nurdur. Bu rabıta ve tahayyül sebebiyle kalb zikre isti’dad kesb eder. Rabıtanın şer’an caiz ve lazım olduğuna dair bir çok edille olduğu gibi, Burada bu delillerin bir kaçını zikr ile iktifa edeceğiz.(Mutasavvıfların rabıta hakkındaki delilleri müştereken aşağıda verilecektir) 15
Müridin yalnız rabıta ile iktifa etmesi hatadır. Salikin şeyhine olan rabıtasına münasebet peyda etmesi, şeyhine muhabbet ve hizmetle, zahiren ve batınen onun adabına riayetle olur. 16
Bilinmeli ki, rabıta-i şerife, nefsi öldürür, şeytanı kaçırır. Feyyaz-ı mutlak olan cenab-ı haktan gerçek feyze kavuşmaya bir vasıta olur. Allah’a vuslata götürür. Nitekim bazı muhakkık zatlar da, “rabıta zikirden daha hayırlıdır” demişlerdir. Ancak bu durum yeni başlayan müridler için böyledir. 17
5-Ahmet Ziyaüddin Gümüşhanevi k.s.:
Lügatta, iki şeyi birbirine bağlayan ip bağ, alaka, münasebet ilgi ve mensubiyeti ifade etmektedir. Tasavvuf ıstılahında ise: İlahi ve zati sıfatlarla muttasıf, şuhud makamına ulaşmış kamil bir şeyhe kalbi bağlayıp, huzur ve gıyabında o şeyhin sureti, sireti ve bilhassa ruhaniyetini hayalde kendisi ile birlikte muhafaza ederek, yanında bulunduğu zamanki edebe bürünmek demektir. Mevlana Halid-i Bağdadiye göre rabıta: müridin fena fillah makamına ulaşmış olan şeyhinin suretini hayalinde saklamak suretiyle, ruhaniyetinden istimdad dilemekten ibarettir. Salik vasıtasız olarak Allahtan istifaza ve istifadeye muktedir olamadığı zaman rabıtaya muhtaçtır. Aksi halde rabıtayı terketmek vaciptir. Zira manevi yolculukta terakki değil, tedenni başlamış olur.
Tatbik edilegelen şekliyle rabıta birkaç şekilde icra edilir.
1-Talib olan mürid tarafından, kamil ve mükemmil mürşidinin sureti tam karşısında hayal edilip, iki kaşı arasına bakarak, bu suretteki ruhaniyete ve sırete yöneldiği ve onunla beraber olduğu tasavvurunda bulunmasıdır. Bu bakış ve bağlanışta mıhlanarak baka kalmak ve kendinden geçme ve kaybolma hali başlayıncaya kadar bu rabıtayı (manevi beraberliği) sürdürmek.
2-Müridin kendisini, mürşidinin hey’et ve kıyafetindeymiş gibi görmesidir. Salik yine kendisinden geçinceye kadar bu halini muhafaza eder. Bu durumda olan salik, zatını mürşidinin zatında, sıfatlarınıda mürşidinin sıfatlarında yok etmek, böylelikle şeyhin ruhaniyet ve üstünlüklerini onun suretinde bulmak mevkiindedir. Zira şeyhin ruhaniyeti kemalleri ile birliktedir. Hiçbir vakit ondan ayrılmaz. Bu ruhaniyetle beraberlik duygusu içerisindedir ki, davranışlarını şeyhinin huzurundaymış gibi düzenleyen ve huzur edebine riayet eder gibi hareket eden mürid, adım adım kemal ve olgunluk sahibi olmaya başlar.
3-Mürşidin suret ve ruhaniyetini karşısında görüp, onu kalbinin tam ortasına indirmekve kalbini uzun ve geniş bir dehliz farzederek mürşidini o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru geliyor şeklinde hayalen canlandırmak. Demek oluyor ki, rabıta denilen şey, aslında mürşide duyulan muhabbetin, huzurunda olduğu gibi gıyabında da ızharı demektir.
Rabıta-i Mevt: Bu tür rabıta ölüm duygusunu bir an bile hatırdan çıkarmamaktır. Bu düşünce ve davranışları düzenlemek için lüzumlu olduğu kadar, “ölümden evvel ölüm” sırrına erebilmek, bedenimizi ölü gibi farzederek, onun ruha verdiği bulanıklığı gidermeye çalışmakiçin de lüzumludur.
Rabıta-i Mürşid: Mevlana Halidin ruhaniyetini, şeyhin vasıtası ile iki kaşının tam ortasında, nurdan bir yumak gibi daima hazır bulundurmak, kalbini kalbine yapıştırarak, onun kalbindeki yüceliklerin kendi kalbine aktığı tahayyülü içinde bulunmaktır. Bunu yaparken de, hem Mevlana Halidi hemde kendi mürşidini, onun yanı başında oturuyormuşcasına hayal ederek, kalbde, nurdan bir levha üzerine yazılmış gibi etrafı aydınlatan “Lafza-i Celal” yazısını tefekkür etmektir.
Rabıta-i Huzur: Hakk’tan gayrı her şeyi akıl ve hayalden silerek, tamamen muhabbetullah’a bürülü bir kalbe, Hakk’ın huzurunda bulunduğu düşüncesini devamlı muhafaza etmek. Gören gözü kımıldayan yüreği, atan nabzı ve işiten kulağı bilen Allah’ın huzurunda bulunduğu düşüncesini kaybetmeden böylece “ihsan” mertebesine ermeye çalışmaktır. 18
6-Ömer Ziyaüddin Dağıstani k.s.:
Rabıta Allah’a O’nun yüce rasulüne ve cenab-ı hakkın veli kullarına duyulan bir sevgiden ibarettir. Rabıta ile sevgi arasındaki alaka “zikri lazım ile irade-i melzum” (birinin bulunması halinde diğerininde zaruri olarak bulunması) kabilindendir. Nasıl sevgi; sevgilinin hayalini, güzelliğini, şahsını, sıfatlarını, hal ve hareketlerini, yüz hatlarını düşünerek kalbi sevgiliye bağlamaktan ibaret ise rabıtada öyledir. O da: Sevginin fazlalığından kaynaklanan kalbi bir alakadan ibarettir. Bu, şahsına, hal ve durumuna göre mü’minin kalbinde az veya çok bulunur. Zira her mü’minin kalbinde az yada çok Hz. Peygamber S.A.V ve dört büyük halifesine yönelik bir alaka vardır.
Nakşibendiyye Tarikatı ıstılahında rabıta, dini bakımdan doğru kabul edilen bir yorum ile üç şekilde mütalaa edilmektedir.
1-Rabıtatül Huzur: Bu tür rabıta, müridin kalbini tam bir sevgi ile Allah’a bağlaması, “her ne kadar sen onu görmüyorsan da, O seni görmektedir.(ihsan)” ve “her nerede olursanız olun, O, daima sizinle beraberdir.” Emirlerinde ifade edilen şekliyle, Allah’ın her an kendisiyle beraber olduğu, her yerde hazır ve nazır bulunduğu, her şeyi en iyi gören, işiten ve bilenin Allah inancıyla hareket etmesidir. Böylece müridin “Amellerin en faziletlisi, nerede olursan ol, Allah’ın seninle olduğunu bilmendir.” Hadisinde ifade edilen bir çizgiye gelmesidir. Üç şekilde ele alınan rabıtaların en kıymetlisi budur. Hatta diğer rabıta türleri müridi bu noktaya getirmek içindir.
2-Rabıtatül Mevt: “Ölmeden evvel ölünüz.”, “Ahirette hesaba çekilmezden önce, bu dünyada kendinizi hesaba çekiniz”, “Dünyada sanki bir yolcuymuş veya bir garipmiş gibi yaşa.”, “Dünyada kendini ölülerden say.” Hadislerinde ifade edilen manalara uygun olarak, müridin kalbini, ölüme, kabire, kıyamet ve ahirete bağlaması, bunların şiddeti ve korkunçluğunu düşünmesi, böylece nefsinin kötülüğe yönelik eğilimlerini engellemeye çalışmasıdır.
3-Rabıtatül Mürşid: Ellerinde bir delil bulunmadığı halde, ehlullah’ın kemal ve feyzinden nasibsiz bazı alimlerin, çoğu taklidçi ve bilgisiz bazı kimselerin karşı çıktığı rabıta türü budur. Buda müridin kalbini, Allah’ın peygamberlerinden birine, veya O’nun veli kullarından bir veliye, veya hepsine birden, yada silsilesi Hz. Peygamber S.A.V. ulaşan kamil bir mürşide veya şeyhine, yada hakkında güzel duygular beslediği ve üstünlüğünü takdir ettiği birine bütün sevgi ve samimiyetiyle bağlanmasından ibarettir. Kullara emredilen ve onlardan istenen rabıta budur. Bunun gereği ise, müridin kalbini bağladığı kimselerden feyz alması, sıkıntıya düştüğü zamanlar onlardan yardım dilemesi, ve problemine onların söz, hareket ve halleriyle çözüm bulmaya çalışması, onların bedeni veya manevi suret ve siretlerini hayalinde canlı tutmasıdır. 19
7-Mehmet Zahid Kotku k.s.:
Salikin (tarikat yoluna girmiş olanın) mürşid-i kamille sohbeti evla yoldur. Tefeyyüz (salikin mürşidinden bol feyizlenmesi) için sohbette iki asıl vardır. Biri (s.a.s) efendimiz hazretlerine kemal-i ittiba (tam olarak uyması), diğeri de şeyhe muhabbettir. Bununla beraber şeyhin ef’alinden (fiillerinden) birine zahiren (açıkça) veya batınen (içten gizlice) itiraz ve inkar etmemek lazımdır. Olabilir ki, şeyh o fiilini bir hikmet tahtında veya imtihan maksadıyla yapmışdır. Şeyhin huzurunda kendi nefsinin arzusuna tabi olmamak gerekdir. Bir mürid sıdk ve ihlas ile sohbet-i şeyhe müdavim (devam eden) olursa, bi iznillahi teala kalbden kalbe ilham ve in’ikas (aksettirme) tarikıyla (yoluyla) hal mün’akis (yansıması) olur.
Bir hadis-i şerifde, “O kimseler ki, görüldüklerinde Allah’ı hatırlatırlar” buyurulduğu veçhile istifade ve istifaza husule gelir. Müridin ihlas ve edebe riayet ve isti’dadına göre tefeyyüzündeki sür’at ve bataette tahallüf eder.
Şeyh, mizab (oluk) gibidir.”Elmer’ü maa men ehabbe” (Kişi sevdiği ile beraberdir.) hadis-i şerifi muktezasınca, şeyhin ahval ve evsafından müridde hal zuhuruna başlar. Bu halin kemali fena fişşeyh halidir ki, fena fillah halinin mukaddimesidir.
Eğer bir müridde sekr ve gaybet hali olursa rabıtayı terk ile kendi haline müteveccih olur. Nitekim, Makamat-ı Nakşibendiyyeden nakl olunmuşdur ki, sofiyeden biri meclis de rabıta ile meşgulken, onda gaybet eseri zuhur etti. Mürid o gaybete iltifat etmedi. O vakit Hoca Nakşibend (k.s.) Hazretleri, “Beni bırakda o gaybete müteveccih ol” buyurdular.
Bir mürid eğer Cenab-ı Hakk’dan (direk) istifazaya kadir olursa, o müridin rabıtayı terk etmesi vacib olur. Bu müridde rabıta ile iştigal, terakkiden tenezzüldür. Şuhud makamı üzerine, hicab (utanıp kapatma) mertebesini tercih demek olur. Bu ise Cenab-ı Hak’dan i’raz (yüz çevirmek) demekdir.
İmam-ı Rabbani (k.s.) buyurmuşdur ki, “Tarikımız sahabe-i kiram rıdvanullahi teala aleyhim ecmain Hazeratının tarikıdır. Bu tarikde şeyh kemal-i ma’rifet ile mütehakkık olursa, ifazada, ölü ile diri müsavi olurlar ve istifazada şeyhler ile sıbyan beraber olurlar.”
İnsan-ı Kamil mir’at-ı Hak’dır. Her kim kamil insanın ruhaniyetine basiret gözüyle bakarsa, onda canab-ı hak’kın tecellisini görür. Sıfatının zuhurunu idrak eder. Rabıta sebebiyle şeyhler, sıbyan-ı kamilden feyz alırlar. Velinin velayetinde, ilmi şart değildir. Rabıta-i muhabbetle ve şeyhin teveccühüyle maksudlarına vasıl olurlar. “O Allah’ın ihsanıdır. Onu dilediği kimselere verir. Allah çok büyük ihsan sahibidir.” (Hadid Suresi ayet 21) 20
8-Mahmud Es’ad Coşan k.s.:
Soru: Rabıta yapılırken mürid şeyhi ne olarak görmelidir? Rabıtaya şirk diyenlere verilecek aklî ve naklî deliller nelerdir?
Cevap: Rabıta ile ilgili Necib Fâzıl merhumun güzel bir kitabı vardır. Hâlid-i Bağdâdî Efendimiz'in Rabıta Risâlesi'nden faydalanarak, kendisi de birtakım görgülerini katarak yazmış. Onu okumanızı tavsiye ederim.
Allah-u Teâlâ Hazretleri, (Ve kûnû maas sâdıkîn) "Sadık kullarımla beraber olun!" buyuruyor. Yâni "Onlar gibi olun, onların yanında olun, onların cephesinde olun, onların gittiği yolda, onların safında bulunun!" mânâsına geliyor. Onun mânevî tatbikatı, mânevî bakımdan beraber olmak, böyle rabıta ile sağlanıyor.
İnsanın hocasıyla beraber olması, vaazını dinlemesi, nasihatını dinlemesi, dinini ondan öğrenmesi lâzım!.. Bu her zaman mümkün olmuyor. Hem insanlar muhtelif yerlerde oturuyorlar, uzak diyarlara gitmiş oluyorlar. Hem de, günün bir kısmının istirahat le geçmesi gerekiyor. Günün her saatinde insanın hizmette olması da kolay olmuyor. O bakımdan rabıta yapılıyor. Rabıta yapıldığı zaman, mürid şeyhinin huzurunda olmuş oluyor. Onu denetleyici olarak da düşünebilir. Sevdiği bir kimse olarak, hocası olarak onu karşısında hayal edecek, zikri beraber yaptığını düşünecek.
Rabıtanın şirk olmasının hiç bir aslı, esası, dayanağı yoktur. Çünkü, insanın gözünü kapatması serbesttir. Gözünü kapattığı zaman sevdiği bir insanı düşünmesi serbesttir. Bunun şirkle hiç bir ilgisi yoktur. Onlar herhalde tasavvufu bilmiyorlar veya rabıtayı bilmiyorlar, böyle bir görüşe saplanıyorlar. Ya da İbn-i Teymiye'nin filân kitaplarını iyi okumuyorlar.
Ben şöyle onların kitaplarını ve o kitaplardan alınan özetleri okuyunca, baktım o da bizim gibi düşünüyor. Tasavvufa saygılı, bu gibi pek çok konuda oldukça güzel ifadeleri var... Demek ki yarım bilgili olan insanlar, meseleyi anlamadıkları için yalan yanlış konuşuyorlar.
Şirk Allah'a ortak koşmak demektir. Allah'a ortak koşmakla ilgili herhangi bir şey burda olmadığı için, öyle bir husus yoktur. İnsanın sevdiği bir kimse ile beraber olmak istemesi, beraberliğini düşünmesi şirk değildir.
Birçok mânevî faydaları var... Feyz almak bakımından, insanın yetişmesi bakımından fevkalâde önemli...
Râmûzül Ehâdis'te bir hadis-i şerif var; Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: Bir geniş arazide, çölde giderken hayvanınız ürktü, kaçtı. Yardım edecek bir kimse de yok... Çölde uçsuz bucaksız dağların, kum tepelerinin arasında kayboldu. Bulmanız mümkün değil... Kaldınız çaresiz... Sular orda, yiyecek orda... Kumların üstünde bata çıka sizin yürümeniz mümkün değil... Yandınız, mahvoldunuz. Böyle bir durumla karşılaştınız. Ne yapacaksınız?..
Deyiniz ki: "(Yâ ricâlallah!) Ey Allah'ın erleri, Allah'ın ricâli!.. (eğîsûnî) Bana yardım edin! (eînûnî) Bana yardımcı olun, benim imdadıma yetişin!" diye böyle söyleyin! Çünkü, Allah'ın sizin görmediğiniz maddî mânevî erleri olur, evliyâullahı olur; onlar imdada yetişirler." diye Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.
Onun için, Peygamber Efendimiz böyle deyin dediğine göre, Allah'ın evliyâsına da böyle selâhiyet verildiğine göre; hani ondan yardım istese bile, yine bir mahzuru yoktur. Çünkü, mahzuru olsaydı, Peygamber Efendimiz tavsiye etmezdi. Onun için bu şirk lafı bir taassubdan kaynaklanıyor.
Bir takım insanlar tasavvufa düşman olmuşlar. Bu tasavvuf düşmanlığını İngilizler körüklemiş. Meselâ geçtiğimiz asırda, İngilizler Osmanlı'yla çeşitli cephelerde harb ederken, iki büyük tehlike tesbit etmişler:
1. Hac
2. Tasavvuf, tarikatlar
Neden?.. Hacca gittiği zaman müslümanlar, dünyanın dörtbir yerinden gelip bir yerde toplanıyorlar. "İngilizler falanca yerde şöyle yaptı, böyle yaptı... Ona karşı şöyle tedbir alalım, böyle tedbir alalım!.." diyorlar. Ondan dolayı İngilizlerin başarısı veya gayrimüslimlerin, İslâm'a suikast için çalışanların oyunları bozulmuş oluyor. Onun için hacca düşmanlar...
O zamandan başlamışlar, hac mevsimi geldiğinde haccı engellemeye... İşte, "Salgın hastalık var!" filân diye yalan dolan haberler yaymağa... Bu, yakın zamanlara kadar devam etti. Sonra birden salgın hastalıklar filân hepsi kalktı. Yalanmış demek ki...
Yâni, hac mevsiminde ilkönce "Bir salgın hastalık var!" diyorlardı. "Gidersen, ölürsün!" diyorlardı. Hastaneye havale ediyorlardı, seyahat hürriyetini tahdit ediyorlardı. Doktorların keyfine kalıyordu. Rapor vermeyince, adam burda kahrından ölüyordu. Saçma sapan şeyler... Şimdi bak hiç bir şey olmuyor elhamdü lillâh... Yalanları ortaya çıktı.
Bir de bu tarikatlardan, tasavvuftan has müslüman yetiştiği için çok korkmuşlar. Meselâ deniliyor ki, "Hâlâ Orta Asya'da, Türkistan'da, Rus diyarlarında bozulmadan duran insanlar, bu tarikat sayesinde, tasavvuf sayesinde korunabilmişler, Rus baskılarının karşısında durabilmişler." diyorlar.
Ayrıca bir de hilâfet meselesinden çok korkuyorlardı. müslümanların halifesi olursa, ödleri patlıyor. Neden?.. O zaman, "Azerbaycan'da Ruslar saldırmış, ona karşı tedbir alın!.. Bulgaristan'da Bulgarlar şöyle yapmış, ona karşı tedbir alın!.." dediği zaman, tüm Ümmet-i Muhammed ayağa kalkacağından, böyle bir merkeze bağlılığı istememişler. Halbuki onu kurmak, her müslümanın boynuna vacib!.. Çok önemli bir şey... Çünkü dağınık olduğun zaman, düşman tek tek yakalayıp mahvediyor. Kuzucukları birer birer kurtlar parçalıyor.
O bakımdan böyle şeyler olduğundan, bir tasavvuf düşmanlığı almış gitmiş. Suud'da korkunç bir tasavvuf düşmanlığı var...
İran'da kendine göre bir acaib tasavvuf düşmanlığı var... Radikal müslüman dediğimiz, yeni müslüman kardeşlerde bir tasavvuf düşmanlığı var...
Kur'an-ı Kerim'de zikir emri var... Seksen doksan yerde Allah-u Teâlâ Hazretleri zikri emrediyor. Nefsi terbiye etmek, tezkiye etmek vazifesi Kur'an-ı Kerim'de var:
(Kad eflaha men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ.) "Nefsini terbiye eden kimse kurtulmuş, onu fenâlıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır." Ahlâkı güzelleştirme emri Kur'an-ı Kerim'de var... Nefsin oyunlarına karşı tedbir almak, şeytanla mücadele etmek meselesi var... Tasavvufun tüm konuları Kur'an-ı Kerim'in emirlerinden çıkmış, hepsi Kur'an-ı Kerim'de var...
Sen bunları nasıl inkâr edersin, zikri nasıl inkâr edersin?.. İslâm'ı bilip tasavvufu inkâr etmek mümkün değil... Ama cahiller tutturmuşlar, öyle gidiyorlar.
Biz de bunların yanlışlığını belirtmek için mecmualarımızda en alim kimselerle röportajlar yaptırıp yayınlıyoruz. Büyük mezheb imamları tasavvuf hakkında ne demişler, onların sözlerin yazıyoruz. İmam-ı Azam böyle buyurmuş, İmam Şafiî böyle buyurmuş, İmam Mâlik böyle buyurmuş, Ahmed ibn-i Hanbel böyle buyurmuş... Şu zâtı medhetmiş, bu şeyhe bağlanmış filân diye onları yazıyoruz ki, millet bu oyunun tesiri altında kalmasın diye...
Soru: Rabıta Allah'la kulun arasına girmek midir?
Cevap: Muhterem kardeşlerim! Rabıta, irtibat mânâsına geliyor, ilgi kurmak, irtibatlı olmak mânâsına geliyor. Nasıl hani, İstasyonu arayıp düğmeyi çeviriyorsunuz; ilgiyi kurduğunuz zaman, o radyo istasyonunun yayınını alabiliyorsanız, böyle bir ayarlama gibi bir şey olmuş oluyor.
Rabıta, bir sevgi bağlantısıdır, bir saygı bağlantısıdır. O bakımdan... Şimdi bir insan hocasıyla beraber, şeyhiyle beraber bir yerde olsa güzel olur. Aynı mecliste olsalar, sohbetinde bulunsa, sözünü dinlese; beraberce ellerine tesbihleri alsalar, zikirleri yapsalar güzel olur. Bu böyle olmadığı zaman, gözünü kapatacak, mürşidiyle irtibatını kuracak, mürşidini karşısında tasavvur edecek... O da onun karşısında oturmuş, mübârek bir mecliste beraberlermiş diye göz önüne getirecek... Böyle gönül aleminden bir irtibat sağlayacak... Bu irtibata rabıta deniliyor.
Böyle mürşidiyle bir irtibat kurduğu zaman; ziyaretine gittiği zaman, aynı mecliste beraber zikir yapsalar nasıl oluyorsa, orda da öyle bir durum oluyor. Beraber zikretmiş olacaklar, irtibat kurmuş olarak zikretmiş olacaklar. O zaman, böyle bir bağlantı kurulduğu zaman, mürşidindeki füyûzat ve mânevî berekât kendisine intikal eder. O bağlantının bereketiyle kendisi çok feyizyâb olur ve yaptığı ibâdetin tadını duyar, faidesini görür.
Böyle bir fenâ fillâh-beka billâh makamına ermiş mürşid-i kâmil ile irtibat kurduğu zaman insan, istasyonu bulmuş gibi oluyor yâni... O zaman kendisi çok istifade eder. Büyüklerimiz böyle diyorlar. Bu bir sevgi bağlantısıdır ve kısa zamanda müridin terakkî etmesi için gerekli bir çalışmadır.
Bunun hem asrımızın modern ilimlerinden, hem de tarihimizden ve dinimizden çok misalleri vardır. Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, Rasûlüllah Efendimizi her zaman karşısında görürmüş. Hattâ utanırmış. O kadar böyle canlı bir tarzda karşısında görürmüş ki, utanırmış ayağını filân da uzatamazmış. Yanında değil ama, yanında gibi... İşte buna fenâ firrasûl makamı derler. Yâni, nereye baksa Rasûlüllah'ı görüyor; Rasûlüllah'ı görür hale gelmiş oluyor.
O hale ermek için de, ilkönce fenâ fişşeyh makamı denilen hale ermiş olmak, şeyhini görür hale gelmek lâzım ki; ordan fenâ
firrasûl makamı nasib olsun, ordan fenâ fillah makamı nasib olsun diye, büyüklerimiz böyle bu meseleyi açıklamışlardır.
Bir de bazı kitaplarda belirtiliyor ki, Yusuf Aleyhisselâm'ın hikâyesinde, tam öyle Zelihâ valide kapıları kapatıp da, "Gel bakalım!" dediği zaman;
(Lev lâ enraâ burhâne rabbihî) diye bildiriliyor ayet-i kerimede... "Rabbinin burhanını gördü, kendisine hakim oldu, uymadı.
Kapıya doğru kaçtı." diye bildirildiği sırada, o gördüğü burhan nedir diye bazı kimseler diyorlar ki rivâyetlerde: Babası Ya'kub AS'ı karşısında görmüş... Ya'kub AS'ın hayalini aynen karşısında görmüş. Babası karşısında... Evlâdına böyle bakıyor. O zaman kendisine daha iyi hakim olmuş, o teklife karşı direnmiş.
O bakımdan bu işin bir takım mânevî tarafları vardır. O vazifeyi yapan insanlarda da böyle bazı şeyler hasıl oluyor.
Evliyâullahın işleri, bizim bildiğimiz şu dünya hayatındaki işlerimizden biraz farklı oluyor. Şimdi Pakistan'dan birisi bana bir mektup gönderdi. Türkiyeden Pakistan'a gitmiş. Benden de cevap istiyor. "Rüyamda Mehmed Zâhid Hocamız'ı gördüm." diyor, gördüğü şeyleri anlatıyor: "Heyecandan uyandım. Yatakta yanımda yatan hanımım: 'Şimdi odadan dışarıya çıkan ihtiyar zâtı sen de gördün mü?' dedi. 'Yok!' dedim. 'Nasıl bir kimseydi anlat bakalım!' dedim. Tıpkı Hocamız'ı tarif etti." diyor. Evet, rüyasında görünmüş buna ama, yanlarına da ruhaniyetiyle gelmiş. Karısı da görmüş de, soruyor rüyayı gören kimseye: "Gördün mü, şu kapıdan çıkan zâtı? Sırf ben mi gördüm, sen de gördün mü?" diye...
Aynı şeyi, bizim burda bir Lütfullah kardeşimiz vardı, --Allah rahmet eylesin, cennet mekânı olsun-- o anlattı. Kıztaşı'nda apartmanda otururlardı. "Bir gün odada yemeğimizi yedik. Ben de odadan sofaya çıkmak istedim. Sofanın elektriği kapalı, karanlık sofa... Kapıyı tam açtım, karanlıkta Mehmed Zâhid Hocamız böyle karşımda duruyor... Ben ona bakıyorum, o bana bakıyor... Korkulacak bir değil ama, heyecanlandım, tüylerim diken diken oldu. Sırtımdan bir soğuk ter boşandı. Ondan sonra yavaş yavaş Hocamız karşımdan kayboldu." dedi.
Şemseddin-i Sivâsî Hazretlerini anlatıyorlar: Müridiyle kapıdan çıkmış, şöyle bir duvara yaslanmış, şöyle bir müddet durmuş, gözleri kapalı... Müridi diyor ki: "--Ne oldu efendim, rahatsızlandınız mı?.."
"--Hayır evlâdım, rahatsızlanmadım. Buna rahatsızlık demezler, buna insilâh derler. İnsanın ruhu bedeninden çıkar, o zaman böyle beden böyle şeysiz kalır. O hal oldu da onun için böyle oldu." diyor.
Yâni, bu tasavvufî hayatın ihlâslı, aşık-ı sâdık mensuplarına Allah-u Teâlâ Hazretleri, başta sizin ve bizim kolay anlayamayacağımız, mânevî bir takım haller nasib ediyor. Rabıta da öyle bir hal olmuş oluyor. Yapan görür.
Soru:"Rabıta şirktir, İslâm'da delili yoktur." diyorlar; ne dersiniz?
Cevap: Hayır! Allah'tan başka bir tanrı düşünmek şirktir. Rabıta ise, hayalinde şeyhini tahayyül etmektir. Bu şirk değildir.
Hayal kurmak yasak değildir. İnsan sevdiği için annesini babasını düşünebilir gözünü kapattığı zaman... Memleketini düşünebilir. Yaz mevsimini, tatili vs. yi düşünebilir... Gözünü kapatır, Kâbe-i Müşerrefe'yi, Medine-i Münevvere'yi düşünebilir. Bunun gibi hocasını düşünebilir. Hocasını hayalinde karşısında düşünür, bu gayet normaldir. Şirk, Allah'ın birliğini kabul etmemek demek; bununla bir ilgisi yok...
Rabıtayı bilmiyorlar, uzaktan uzağa tenkid ediyorlar. Ne olduğundan haberleri olmadığı şeyleri tenkid ediyorlar.
Soru:Şeyh ile rabıta yapmanın bid'at olduğu söyleniyor; ne dersiniz?
Cevap: Hayır, bid'at değildir. Taa Peygamber Efendimiz'in zamanına kadar giden geçmişi vardır. Hattâ Kur'an-ı Kerim'de ona dair işaretler vardır. Bu bir mânevî haldir. İnsan o çalışmayı yaptığı zaman hasıl olur. Bu bid'at da değildir, şirk de değildir, yanlış da değildir. Güzeldir, iyi bir tasavvufî çalışmadır ve faydalıdır.
Soru: Rabıtada tahayyülde zorluk çekiyorum, ne tavsiye edersiniz?
Cevap: Şeyhinin sohbetine fazla devam etsin. Sevgisi ziyadeleşince olur.
Soru: Resimle rabıta olur mu?
Cevap: Olmaz, uygun değil!.. Pis suyla abdest alınır mı?.. Resimin ancak bir takım meşrû sebeplerle müsaadesi var... Sen onu meşrû sebepler için kullanabilirsin. Pasaport çıkacak, tapuda lâzım, bilmem nerde lâzım; orda kullanabilirsin. Onun dışında öyle resimle rabıta yapmak bid'attir, uygun değildir. Tarikatta bid'attır, böyle şey olmaz!.. O hocasına, usûlüne uygun olarak rabıta edecek, resimle yapmayacak!. 21
1. Soru: Rabıta-i mürşidin müridi yetiştirme ve olgunlaştırmadaki rolü nedir?
Çok büyüktür. Hadis-i şeriften alınmadır. Peygamber Efendimiz'le sahabesi arasında rabıta vardı. Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden Peygamber Efendimiz'in hayali gitmediği için, yalnız olduğu zaman bile rahat olamıyordu. Ayağını uzatamıyordu, serbest olamıyordu.
Yâni, rabıta sevmekten kaynaklanır. Ayrıca, bu rabıta dolayısıyla hakîkaten mânevî bir yakınlık ve bağlılık hâsıl olur. Bu bağlılık, mürşide rabıtadan, Rasûlüllah'a rabıtaya götürür insanı... Sonunda insan, Rasûlüllah'la rabıta etme haline gelir. Onun için, bir yetiştirme merhalesidir bu... Bilinenden bilinmeyene doğru yükselmedir. Kolaydan zora doğru ilerlemedir. Bir merhaledir ve şarttır.
Peygamber Efendimiz diyor ki: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz beni annenizden, babanızdan, evlâdınızdan ve bütün insanlardan bile daha çok sevmedikçe, hakîkî müslüman olamazsınız."
Rabıta aslında sevgiden kaynaklanıyor. O sevgi ile, onu düşünmesiyle, onunla mânevî beraberliğini kuruyor. Bu beraberlik kuruluyor.
İnsan rûhî merhalelerde ilerlediği zaman, bu bedene bağlı kalmıyor ruhu... Yusuf AS, Yâkub AS'ı görüvermiş karşısında... Zeliha Hatun kapıyı kapatıp, "Hadi, ikimiz kaldık!" dediği zaman, Yâkub AS'ı görüveriyor karşısında... "Ne yapıyorsun evlâdım, bu ne durumdur?.." gibilerden, Yâkub AS'ın böyle parmağını ısıraraktan göründüğünü naklederler. Evliyâullahın da böyle görünmesi vardır.
Evliyâullahın ruhları bedenlerinden çıkıp böyle dolaşabilir. Bizim şeyh efendilerimizden birisine demişler ki, "Efendim sizi filânca yerde gördük..." "Evet evlâdım! Demin oraları düşünüvermiştim." demiş. Burdan düşünür gibi bir şeyle, o tarafta onun şeyi görünür. Böyle şeyler olur. Bunlar hep rabıtanın inceliklerinden, detaylarındandır.
Kişinin gözünü kapatıp annesini babasını düşünmesi nasıl tatlı bir şeyse, normal bir şeyse...
Ne yapıyorsun?..
Ah, ak sakallı babacığım hatırıma geldi. Nur yüzlü, başörtülü annem hatırıma geldi. Gözümü kapattım, onu hayal ediyorum.
Bunun şirkle bir ilgisi olmadığı gibi, insanın da şeyhini böyle düşünmesi, sevgi bağı olarak lâzımdır ve gereklidir. Sevmesi, sayması, dinlemesi ve böyle düşünmesi feyzinin çok olması için de gereklidir. Bu bir alıştırmadır. Sonunda Rasûlüllah'la görüşme haline gelebilmesi için alıştırmadır, başlangıçtır, birinci bölümüdür işin... Daha ötedeki bölümlerine bir gidiştir. Onun için gereklidir.
2. Soru: Rabıtada Peygamber Efendimiz'i düşünsek, daha iyi olmaz mı?..
Zâten oraya getirecek. Yâni, Peygamber Efendimiz'i düşünmeye müridin ilk başta kabiliyeti yetmez ve o tecellîye kendisi tahammül edemez. Hocasını düşünmekten başlar. O eğitime alıştıktan sonra, Rasûlüllah'a gelir zâten...
Merdivenin altındaki iki basamağa ne lüzum var?.. Bunlar olmasa üst kata çıkamaz mıyız?.. Çıkamazsın; çünkü, buraya basacaksın, oraya öyle çıkacaksın! Alt merdiven olmadan üst merdivene çıkılmıyor.
3. Soru: --Rabıtaya delil olarak Peygamber SAS'in zamanından bir örnek verir misiniz?
--Peygamber SAS Efendimiz, Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in gözünden hiç gitmezmiş. Evde yalnız olduğu zamanda bile... Hattâ onun hayalinin gözünün önünde devamlı olmasından dolayı, ayağını uzatmaya utanırmış, helâya gitmeye utanırmış. Bu bağlılığın bir misâlidir, fenâ fir rasul olmanın alâmetidir. Rabıta da zâten, o olsun diye yapılan bir çalışmadır.
4. Soru: --Rabıta-i mürşid yaparken mürşid Allah ile kulu arasına girmiyor mu?
--Olmuyor. Ne demek Allah ile kul arasına girmek; nerden çıkmış? İlgisi yok!..
İnsan namaza duracağı zaman, "Allahu ekber" derken Kâbe'yi karşısında hayal edecek. Kâbe'ye doğru dönüyor ya...
Tasavvur edecek: Mültezem şurada, Hacer-i Esved şurada, Hatîm şurasında, Makàm-ı İbrâhim şurada... Bu Allah'la kulun arasına Kâbe'nin girmesi midir?.. Değil... Böyle bir şey tasavvur edebilir.
İnsan askerdeyken gözünü kapattı, annesini babasını düşündü. "Ah evim, barkım, annem, babam..." diye hayal etti. Bu Allah'la kulu arasına girmek değildir, onunla bir ilgisi yoktur.
Şimdi biz karşı karşıya konuşuyoruz. Mürid de tesbih çekerken şeyhimle beraber çekiyoruz diye düşünüyor; ne var yâni?..
Allah mekândan münezzehtir. Öyle aradan, aralıktan filân da münezzehtir. Araya girmek diye bir şey bahis konusu değildir. 22
9-Zeynuddin El-Havafi k.s.:
Bilinizki, müridin mürşidine kalbini bağlayıp rabıta etmesi, manevi fethin süratle açılmasında büyük bir esastır. Hatta hepsinin temeli budur. Müridlerdeki feyzin kesilmesi ve terakkinin durması, ancak, tam bir teslimiyet ve sadık bir himmet arzusu ile mürşide kalblerini bağlamamalarından kaynaklanmaktadır.Kalbi, rabıtadan koparan şeylerin en büyüğü, mürşide kalble itirazdır. 23
10-Kuşadalı İbrahim Halveti k.s.:
Ehlullah; Salik devamlı rabıta halinde olmalıdır. Demişlerdir. Bunun manası: Salik, tenhada tek başına iken, büyük küçük hiç kimseyi kalbine getirmeyip, mürşidinin simasını hatırında tutması, bu durumda hasbel beşer kalbe gelen şeylere iltifat etmemesidir.
Rabıtanda ilerlemeye bak. Azimetlere sarılarak mürşidinle manen buluşma istidadını geliştir.
Özellikle, sevgisine sadık olanlar, bizlere rabıta edip bizden ayrılmadıkça, bunun ona terakki sağlayacağı malumdur. “Sadık kullarla beraber olun” buyuruldu. Hemen rabıta denizine dal; cismini o denizde yok et.
Sülükte, halinize göre, maksadınıza ulaşmanız rabıta ile mümkündür. Başka şeyleri düşünmek ve maksada almak bir tehlike çukurunun kenarında durmak gibidir. Hem haller ve makamlar gaye değildir. Bunlar bir takım zuhurat, manevi fetih ve faydalardır. Sen bunlara takılıp yorulma, güzel rabıta yapmaya bak.
Rabıtaya yönelmekten maksad, ancak irfan, mizan ve rızayı bulmaktır. Başka dünyevi ve uhrevi müşkilat halli için teveccüh olmaz! Buna dikkat edin. 24
11-İbrahim Hakkı Erzurumi k.s.:
Hoca Behaeddin Hazretleriyle Halifeleri demişlerdirki:
Nakşibendi tarikatının üçüncüsü, kalbin bağlanış yoludur. Mürid kalbini Allah’ın huzurunda ve tam bir teslimiyetle, bir Mürşid-i Kamile bağlarsa o, müşahade makamını bulur ve ilahi isimlerle sıfatlar, muhakkak ona görünür....
O mürşidden ayrılsa bile onun suretini hayalinde tutabilsin ve içli dışlı bütün kuvvetleriyle kendi kalbine çevirsin ve kalbine gelen her hatırayı atıp yalnız onun hayal ve hatıraları kalsın. Ta ki, o na bir hayret hali gelinceye kadar.
Bu durumu tekrar tekrar yapmak suretiyle hayret hali kendisinde bir alışkanlık doğurur ve böylece fakirlikle yokluk devletini bulur. Bundan daha yakın bir yol olmaz....
Sonra kabiliyetli mürid, bir mürşid-i kamili, Allah’ı bilmek için vasıta kılsa ve yüzü, belki iki kaşının arası, onun hatırından bir an bile gitmezse, otururken, kalkarken, yemek yerken, ondan bir an bile gaflette bulunmazsa daima zihninde yaşarsa ki, bu halin devamı, mürid için epey zahmetli olur. Fakat mürid, bunun sonunda öyle bir mertebeye erer ki, mürşid-i kamilin sureti kalbinde kökleşir.ve her an zahmetsizce tahayyül edebilir.
Sonra gayp aleminden mürşidin kalbine akan ilahi bilgi ve hikmetler aynen kendi kalbinden, müridin kalbine akma yolunu bulur. Fakat terk-i edep sebebiyle bu feyiz yolu müritte bozulabilir. Onun için bağlantı yolunu düzeltmek zor olur. Bu zamanda böyle aziz ve yüksek bir mürşidin sohbetini bulmak büyük bir şans ve nimettir. 25
12-Abdulhakim Arvasi k.s.:
Rabıta Allah’a ermeye müstakil bir yoldur.
Rabıta her tarikatte şarttır. Bu şartı kabul etmeyenler, ya rabıtanın ne olduğunu bilmeyenlerden, yahut tarikatlerin mana ve mefhumunu anlayamayanlardandır.
Rabıta, İlahi-Zati sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahade makamına varmış bir kamil ve mükemmele kalb bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayal hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.
Sadık mürid, kamil mürşidin suretini böylece hayalinde tutmakla, onun halleri ve sıfatlarıyla, doğruluğu ve samimiliği, gayret ve istidadı nisbetinde tahakkuk eder. Hakiki matlup Allah’ta fani olmanın mukaddimesi, şeyhte fani olmayı gerçekleştirmekten ibarettir. 26
13-M.Es’ad Erbili k.s. ve Ramazanoğlu Mahmud Sami k.s.:
Muhabbetullah da mütabaat ile olur. Muhabbetin birinci adımı şeriat, ikincisi ise tarikattir. O da ikidir; biri zikir, diğeri tefekkürdür. Zikir ve fikirde Rabıtasız kazanılmaz. Rabıtada kolay değildir. Çünki nefse muhalefet ve mücadele lazımdır. Nefis insana çok şüpheler verir. Şüpheleri izale lazımdır. Buda zamana muhtaçtır. Rabıtada mürşidin hayalini tefekkür etmeğe lüzum yoktur. Muhabbet lazımdır. Zaten bir insan sevdiğini daima gözü önünde bulundurur....
Bazı kimseler görüyoruz ki, pek çok fenalıklar yapıyor, kendilerini bir türlü fenalıklardan kurtaramıyor. Halbuki ehl-i tarik böyle değildir. Her ne kadar ehl-i tarikin bazılarında da bu hal bulunuyorsa da, bu şeriate dikkatsizlikleri, teslimiyet ve rabıtada za’fiyet ve kusurları sebebiyledir. Zira rabıtası kuvvetli olanlara şeytan yaklaşamaz. Rabıtası kuvvetli olan salikin kalbi zakir ve uyanık demektir. Zakir olan kalbe şeytan sokulamaz.
Ay ışığını güneşten alır. Bunda rabıtayla elde edilen istifadeye müşabehet vardır. Gözlükle bir şeye bakılınca gözlük vasıta olduğu gibi, rabıtada buna benzer. 27
14-Muhammed Raşid Erol k.s.:
Tarikatı nakşibendi’de mürşid rabıtası çok önemlidir. Çünki müride en fazla fayda veren şeyh rabıtasıdır. Bir mürid şeyhinin ruhaniyetini manevi tasarruf ve yardımını her an yanında düşünmelidir. Hatta her attığı adımda şeyhinin ayak izlerine bastığını düşünerek onda (onun halinde) halinde fani olmaya bakmalıdır....
Müridin mürşidinden istifadesi iki şekilde olur: Birincisi, zahiren ondan şeriati öğrenmek. İkincisi, batınen şeyhin feyzinden istifade etmek.....
Bu feyiz ve nisbet, kalblere tasarruf eden Cenab-ı Hakk tarafından verilir. Allah kime murad ederse Sadat-ı Kiramda o tarafa yönelir ve o kimseye nasibini ulaştırır. Bu işte herşey şeyhin isteği ile değildir. Öyle olsaydı Gavs-ı Hizani k.s. manevi emaneti (hilafeti) Seyda-ı Taği’ye değil, kendi çocuklarına verirdi....
Bazı sadatlar demişlerdirki:”Bizim görevimiz çözüp bağlamaktır.” Kendilerine: “Siz neyi çözüp bağlarsınız.” Diye sorulduğu zaman “Biz bize tabi olanların kalblerinden dünya mıhabbetini çözüp Allah ve Ahiret sevgisini bağlarız.” demişlerdir.
Rabıta manevi bir hattır; müridi, mürşidine ve geçmiş sadatlara bağlar. Rabıtaya sımsıkı sarılıp devam ettiriniz. 28
15-Mahmud Usta Osmanoğlu k.s.:
Bilinmelidir ki, mürşide yapılan rabıta, şeytan tarafından gelen vesveseleri kesmek ve seyr-i sulüke vesile olması içindir.
Rabıta bir müridin, mürşid-i kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalb gözünün önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir. Çünki mürşid; yetiştirme, yardım etme, feyiz verme kemale erdirme ve tebliğde efendimiz s.a.v. vekilidir. İşte bu mana, Allah için ve Allah uğrunda şeyhe karşı olan tam bir muhabbetten ibarettir. Zira efendimiz s.a.v. bizimle Allah’u Teala arasında vasıta olduğu gibi mürşidde bizimle efendimiz arasında vesiledir. Ona karşı olan bu sevgi vacip olan bir iştir. Çünkü:”Allah yolunda sevmek ve Allah yolunda buğz etmek vaciptir.”
Şu bilinsin ki, aslında rabıta, efendimiz s.a.v. yapılmakta ise de, ona uyarak, Allah Tealanın dostlarına ve kamil meşayıha yapılmasının caiz olmasında da hiç şüphe yoktur. 29
MUTASAVVIFLARIN RABITAYLA İLGİLİ
ORTAYA SÜRDÜKLERİ DELİLLER
Ayeti Kerimeler
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Bir de sadıklarla beraber olun.” 30
Buradaki sadıklarla beraberlikten rabıtaya işaret vardır denilmektedir.
“Kadın cidden ona niyeti kurmuştu. Rabbinin burhanını görmeseydi, (Yusuf da) kurmuş gitmişti! İş te biz, ondan fenalığı ve fuhşu gidermek için böyle yaptık. Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.” 31
Bu ayetin tefsirlerinde zayıf bir rivayet olarak, Yusuf A.S’ın kadına meylettiği sırada “Rabbinin burhanı” olarak babası Yakub A.S parmağını ısırmış bir halde gördüğü ve o fena hali işlemekten vazgeçtiği rivayet edilir. Tasavvuf ehline göre Yusuf A.S’ın uzaklarda olan babasını bu şekilde görmesi bir çeşit rabıtadır.
“Ey iman edenler, Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesile arayın. Ve O’nun yolunda savaşın. Ta ki muradınıza eresiniz.” 32
Burada “O’na yaklaşmaya vesile arayın” emrinin rabıtayı meşrulaştırdığı düşünülür. Çünkü Cenab-ı Allah şununla veya bununla diyerek sınırlandırmamıştır.
“Habibim de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunki Allah’da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün.” 33
Rabıta insanları hazreti peygambere uymaya yönlendirici bir unsur olduğu için bu ayet deliller arasında yer almaktadır.
“Kalblerinizi (birbirine) bağlamak ve ayakları(nızı) pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu.”34
Rabıta aynı zamanda kalbi bir beraberlik olduğu için bu ayet rabıtaya delil gösterilmektedir.
“Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin! (Cihad için hazır ve) rabıtalı bulunun. Hem Allah’tan korkun ki, felah bulasınız.”35
Bu ayetin orijinal metninde de açıkça rabitu lafzı geçtiği için ve müminlerin birbirleriyle irtibat halinde olmaları emredildiği için deliller arasında yer almaktadır.
“Eğer biz, (va’dimize) inananlardan olması için onun kalbini (sabır, sebut, kuvvetli bir irtibat ve güçlü bir bağ ile) iyice pekiştirmemiş olsaydık, nerede ise işi açığa vuracaktı:” 36
Burada Musa A.S annesinin firavunun sarayında çocuğunu emzirmeye götürülmesi anlatılmaktadır. Kadın Musa A.S, kaybettiğini zannettiği oğlunu aniden karşısında görünce bir anda annelik duygusuyla hareket edip, çocuğun kendisine ait olduğunu belli edecekken kalbinin manevi bir bağla güçlendirilmesi neticesinde duygularına hakim olmuş ve Musa A.S öldürülmekten kurtarılmıştır. İşte bu nedenle bu ayet rabıtaya delil olarak görülmektedir.
HADİS-İ ŞERİFLER
“İnsan sevdikleriyle beraberdir.” 37
“Ya rasulallah! Allah’ın dostları kimlerdir? Diye sordu.
Rasulullah s.a.v-Onlar görüldüklerinde Allah’ı hatırlatan kimselerdir. Buyurdu.”38
MAHMUD ES’AD COŞAN R.ALEYH HOCA EFENDİNİN
RABITA TARİFLERİ
Bir de tabii serbest, tam usûlüne uygun yapmak istiyorsanız, sakin bir yerde, tenha, temiz bir yerde diz çökerek oturursunuz.
Gözünüzü yumarsınız, tadını çıkarta çıkarta yaparsınız zikrinizi...
Evelâ 25 defa Estağfirullah çekeceksiniz.
--Niye?..
Namazı bitirdiğimiz zaman bile "Estağfirullah" diyoruz da ondan... Sağa sola selâm verince bile üç defa "Estağfirullàh...Estağfirullàh... Estağfirullàh..." diyeceksiniz, ondan sonra "Allàhümme entes selâmü ve minkes selâm, tebârekte yâ zelcelâli vel ikrâm." diyeceksiniz.
Halbuki namaz bir ibadet, güzel bir şey... Namazı kıldığımız zaman bile Estağfirullàh diyorsak, günün içinde namaz kılmadığı zaman nice hataları vardır insanın... Tabii, onlar için bir "Estağfirullàh" demek iyidir işe başlarken...
Nasıl temiz bir insanız hepimiz, elhamdü lillâh müslüman temizdir. Temizlik imanın yarısıdır. Nasıl sofraya otururken elimizi yıkıyoruz. Hem de yıkadığımız zaman katran gjbi simsiyah akıyor su... Şaşırıyoruz, "Allah Allah!.. Yâ kirli bir şey yapmadım, ne oduna ne kömüre bulaştım; yine de şu akana bak!" diyoruz. Çünkü, bilmeden insanın elleri kirleniyor. İşte bilmeden gönlü de kirlenir.
Onun için 25 defa "Estağfirullah" diyerek başlayacaksınız ki, bir mânevî temizlik olsun.
Sonra bir Fâtiha, üç Kulhuvallah okuyacaksınız. Bunların sevabını Peygamber SAS Efendimiz'e ve Peygamber Efendimiz'den bize kadar gelmiş geçmiş pirlerimizin, şeyhlerimizin ve evliyâullah büyüklerimizin ruhlarına hediye edeceksiniz.
Biliyorsunuz bu iş nasıl geldi bize kadar: Peygamber Efendimiz insanları hak yola davet etti, yaşadı. Ondan sonra vefat etti, ahirete göçtü. Ondan sonra Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz geldi, hulefâ-i râşidîn geldi. Ondan sonra evliyâullah geldi, mürşid-i kâmiller, büyük alimler, Allah'ın sevgili kulları, mübarek kulları geldi. Bu irşad vazifesini yaptılar, yaptılar, yaptılar... Buna tarikat diyoruz. Sonra vazife Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hocamız'a geldi. Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hocamız da, "Evlâdım benden sonra bu vazifeyi sen yapacaksın!" dedi. Biz de bu vazifeyi yapıyoruz.
Bizden önce Peygamber Efendimiz'e kadar büyüklerimiz bu vazifeyi yaparak elden ele bayrağı devrettiler. Bayrak bize böyle geldi. Binâen aleyh, bunların hepsi bizim büyüklerimizdir.
Kimlerdir o büyüklerimiz: Bahâeddin Nakşıbend Efendimiz büyüğümüzdür, İmâm-ı Rabbânî Efendimiz büyüğümüzdür, Abdülkàdir-i Geylânî Efendimiz büyüğümüzdür, Şehâbeddin Sühreverdî Efendimiz büyüğümüzdür... Kitaplarını yayınladık, dergilerde verdik.
Hàlid-i Bağdâdî Efendimiz büyüğümüzdür, Mevlânâ Hazretleri yine büyüğümüzdür, akrabamız olan bir tarikattandır... Geçen gün rüyasını gördüm, Şâzelî Tarikatı büyükleri büyüklerimizdir. Yâni zikre oturduğumuz zaman onlara bir Fâtiha, üç Kulhüvallah gönderiyoruz. Bu gider; sen okursun, Allah onlara bildirir. Onlar da sizi bilirler. Dünyadan filânca şahıs bana Fâtiha gönderiyor, sevaplı şeyler gönderiyor, evlâdım benim diye sever.
Evliyâullah'ın ruhlarının hürriyeti vardır ahirette, serbestliği vardır, tasarrufatı vardır, vazifeleri vardır. Onlar insanların rüyasına girerler, hak yolu gösterirler, nasihat ederler. Öyle kabiliyetleri vardır evliyâullahın...
Onun için onlara birer Fatiha, üçer İhlâs-ı Şerif hediye edin, işe başladığınız zaman...
Sonra gözünüz kapalı üç rabıta yapacaksınız.
Rabıta tefekkür mânâsınadır burda... Üç tefekkür ve tahayyül yapacaksınız. Tahayyül, hayal etmek demektir.
Birincisi rabıta-i mevt... Yâni, bu hayatın fâni olduğunu, bir gün gelip öleceğinizi, öldükten sonra kıyametin kopmasından sonra kabirden kalkacağınızı, mahşer yerinde toplanacağınızı, Allah'ın insanları muhakeme edeceğini, sevapların günahların tartılacağını, iyilerin bir tarafa, kötülerin bir tarafa ayrılacağını; iyilerin sıratı geçip cennete varıp ebedî saadete ereceğini, kötülerin cehenneme atılıp yanacağını biliyoruz. Bunları düşünmeye rabıta-i mevt yapmak denir.
İnsan bunları düşününce, cennete girenlerin ne kadar mutlu olduklarını, cehenneme atılanların da nasıl cayır cayır yandığını, nasıl feryad ettiğini, pişman olduğunu düşünecek, hayalinde göz önüne getirecek bunları... İçindeki kendi nefsine diyecek ki:
"--Ey nefsim aklını başına topla, divânelik etme! Bu hayatının kıymetini bil, ahirette cehennemlik olmamak için şimdiden tedbirini al!.. Cenneti kazanmaya sebe olacak işleri yap, cehenneme düşmeye sebep olacak işleri bırak!.. Cehennemden kendini koru, cenneti elinden kaçırmamağa gayret et! Hayatının bir saniyesini bile boş geçirme, harcama, zâyi etme!.."
İşte bu düşünmeye, bu tahayyüle rabıta-ı mevt denir. Bunun aslı Peygamber Efendimiz'in tavsiyesidir. Efendimiz ölümü çok düşünmemizi tavsiye ediyor.
Ölüm biraz acı bir şeydir, korkunç bir şeydir amma, bu nefis ölüm korkusundan başka bir şeyle de ıslah olmaz. Nefsi ıslah etmek için en iyi çare bu olsa gerek ki, Peygamber Efendimiz ölümü düşünmeyi tavsiye ediyor.
Hadis-i şerifler vardır camilerin duvarlarında yazılı:
(Accilû bit tevbeti kablel mevt) "Ölüm gelmeden evvel tevbenizi yapmakta acele edin! Dönüşü" diye...
Yaşa da bakmaz, sıraya da bakmaz. Bakarsınız beş tane kardeşten en küçüğü ölür... Bakarsınız, dede yaşar da torun ölür...
Bakarsınız hastanın başında bekleyen insan ölür de hasta kalır.
Bir ay kadar önce bizim köyde akrabamız böyle oldu. Yatalak bir hastamız vardı, 16 yıldır yatalak... Kocası ona bakıyor, kızı bakıyor, kızının evinde... Kızı öldü. Hasta duruyor, bakıcısı gitti. Ölümün ne zaman geleceği belli olmadığından ölüme hazırlıklı olmak lâzım ve tedbirini alması lâzım insanın...
Sonra neyi düşüneceğiz?.. Rabıta-i mürşid... Birinrcisi ölümü düşünmek, ikincisi insanın mürşidini düşünmesi...
Nerde olursanız olun... Biz şimdi Türkiye'ye döneceğiz, siz burda kalacaksınız. Veya siz falanca yere gideceksiniz, biz falanca yere gideceğiz. Nerde olursak olalım bizimle irtibat kuracaksınız, zikre oturduğunuz zaman... Gözünüzü kapatacaksınız, bizi böyle karşınızda göz önüne getireceksiniz, bizimle mânevî bağlantınızı kuracaksınız.
Bu neye benzer?.. Radyonun düğmelerini karıştırıp da istasyonu bulmaya benzer. Veya televizyonun düğmelerini ayarlayıp da görüntüyü getirmeye benzer. Onun için bu bağlantıyı kuracaksınız.
İnsan bu bağlantıyı kurduğu zaman ne olur?.. Bu bağlantıyı kurduğu zaman, büyüklerin mânevî halleri, feyizleri ona intikal eder. Yaptığı ibadetin tadını duyar, faidesini görür, feyzi çok olur, içi dışı nurlanır, tarikatta ilerler. Bu ilerlemeye seyr-i sülûk diyoruz. İnsanın tutturduğu yolda yürümesi, ilerlemesi diyoruz. Eğer bunu güzel yaparsa, tasavvuftaki ilerlemesi Rasûlüllah'la buluşmaya gelir. Rasûlüllah'la buluşmayı yaparsa, Allah'la buluşmaya gelir. Bunlara fenâ fiş şeyh, fenâ fir rasûl, fenâ fillah, bekà billâh deniliyor... Fenâ demek, kavuşup beraber olmak demek...
Onun için, bu rabıta-i mürşidi de güzelce yapın! Bunu yaptığınız zaman feyziniz, zikir yaparken aldığınız mânevî duygular daha kuvvetli olacak, tarikatta ilerlemeniz daha iyi olacak.
Üçüncüsü: rabıta-i huzur... Huzur rabıtası... Bu ne demek?.. Senin Allah'ın huzurunda olduğunu düşünmen demektir. Kur'an-ı Kerim'de buyruluyor ki:
(Ve hüve meaküm, eyne mâ küntüm) "Siz nerde olursanız olun ey kullar, Allah sizin yanınızda!.."
--Biz onu göremiyoruz.
Evet göremezsiniz;
(Lâ tüdrikühül ebsâr ve hüve yüdrikühül ebsâr) "Kullar onu görmeze ama, o kulları görür." Bizim gözümüz görmeğe müsait değil, onun için göremiyoruz. Güneşe bakamıyoruz, bakarsak gözümüz kör olur. Ama o bizi görüyor, her halimizi biliyor, her yaptığımızdan haberdar... Onun için bunu düşünmek gerekiyor.
Gözünüzü kapattığınız zaman, Allah'ın huzurunda olduğunuzu düşüneceksiniz. "Sen beni görüyorsun, benim söylediklerimi biliyorsun! Söylemesem, içimden geçenleri biliyorsun!.. Sen alemlerin Rabbisin, ben seni kulunum... Sen her şeye kadirsin, ben senin lütfuna muhtacım... Ben fakirim, ben muhtacım, ben acizim... Sen bana lütfedersen, benim halim iyi olur. Ben senin iyi kulun olmak istiyorum, bana yardım etmeni istiyorum. Bana yardım et de ben de senin sevdiğin kullardan olayım, iyi kullardan olayım, iyi işler yapabileyim... Ömrümü rızana uygun geçirebileyim yâ Rabbi!.." diye dua edeceksiniz.
Neden?.. Dua edene Allah istediğini vereceğini bildiriyor da ondan... Rabbimiz buyuruyor ki Kur'an-ı Kerim'de:
(Ve kàle rabbüküm üd'ûnî estecib leküm) "Bana siz dua edin, ben sizin duanıza karşılık veririm, istediğinizi ihsan ederim." buyuruyor.
Onun için isteyeceksin! Amma, "İstedim de vermedi." demeyeceksin. Neden?.. Çünkü, senin istediğin zamanda verecek diye bir şey yok... Sen bazan verdiğini anlayamazsın.
Kendi hayatımdan bir misâlle açıklayayım, iyi kalsın hatırınızda: Ben evlendiğim zaman, tayinim Ankara'ya oldu. Ankara İlâhiyat Fakültesi'ne asistan gittim. Bir odalık bir ev buldum. Bir oda, bir mutfak; başka bir şey bulamadım, ayaklarım patladı. İstiyorum ki, fakülteye yakın olsun, her an evle irtibatlı olayım! Çünkü yeni evliyiz. Evde hanımı bıraktığım zaman, o korkar; ben de ondan korkuyorum, onun başına bir şey gelmesin diye... Yabancı bir yere gittik çünkü... Anamızın babamızın dizinin dibinden ilk defa ayrılıyoruz. Onun için girdik böyle bir eve...
Ondan sonra o bir odalı evde, mahalleli bizi tanıdı. Bir dul kadın vardı, bahçesinde müstakil müştemilâtlı bir evi vardı, üç odalı...Onun kiracısı çıkarken, kendisi haber gönderdi: "Size vereceğim, buraya gelin!" dedi. Biz de oraya geçtik.
Ama biz ilk defa istanbul'da evlenmiştik. Eşyalarımızı bir kamyona yüklettik. Gerede'de bütün saksılarımız donmuş, sıfırın altında kaç derece soğukta... Eşyalar yıprandı. Ankara'ya geldik. Ondan sonra da ordan öteki eve geçtik. Ben elimi açtım, dua ettim:
"--Yâ Rabbi, bizi evden eve gezdirme! Bundan sonra kendi evimize çıkart!.." dedim, "Bundan sonra kendi evimize çıkalım!" diye dua ettim.
Ondan sonra bir zaman geldi. Bizim tanıdığımız birilerine giderken, gelirken onların mahallesindeki evleri beğendik. Bahçeli evler, iki katlı villalar, üst katları manzaralı, güzel... Bizim hacı hanım --o zaman hacı değildik de-- dedi ki:
"--Oraya taşınalım!"
"--Yâhu hanım etme eyleme! Bu evlerin parası şu kadar, biz bunun parasını veremeyiz!" derken, neticede bir kış günü oraya taşındık. Evler güzeldi, ben de memnun oldum. O zamanın parasıyla doksan lira para verdik.
Oraya taşınınca, ben kendi içimden dedim ki: "Allah duamı kabul etmemiş. Çünkü, burdan kendi evimize çıkalım dedik ama yine kiraya çıkıyoruz." dedim. Kiralık bir eve gidiyoruz, üst kat, manzaralı, balkonu geniş, bütün ova ayağının altında; fakat kira...
Aradan birkaç sene geçti, o ev bizim oldu. Kiracı gittiğimiz ev bizim oldu. Demek ki duamız kabul olmuş, kendi evimize taşınmışız. Bizden önce kimse girmemişti eve, sıfır...İlk defa biz girmiştik, ev bizim... Meğer ev bizimmiş... İlkönce kendi evimize biraz kira verdik, ondan sonra ev bizim oldu. Yâni, "Allah'a dua ettim, Allah duamı kabul etmedi." demeyin!..
Allah duayı üç şekilde kabul eder:
1. Ya istediğinizi aynen verir.
2. Ya istediğinize daha uygun olanı verir. Sizin istediğiniz pek uygun değildir de...
Meselâ, siz istersiniz ki, "Bana bir külüstür, eski araba olsa da razıyım!" dersiniz, Allah size Mercedes verir. Mercedes daha iyi
değil mi?.. Daha iyi... Demek ki istediğim olmadı demeyeceksiniz; daha iyisini veriyor.
3. Ya da, bu dünyada verilmeyecek bir şey istediyseniz, ahirette sevabını verir.
Meselâ, ben hatırlıyorum: Hocamız vefat edeceği zaman başucunda bekliyoruz. Canımız gidiyor, vefat etmesin Hocamız diye...Benim babam filân hatırlıyorum:
"--Yâ Rabbi, benim ömrümü al, ona ver! Ben öleyim, o kalsın!" diye dua ediyordu.
Allah senin ömrünü almadan ona ömür vermeye kàdir değil mi?.. Kàdir... İlle bir yerden alıp öbür tarafa ekleme mecburiyeti yok Allah için... Dilerse onun da ömrünü, diğerinin de ömrünü uzatabilir.
Çok dua ettik ama Hocamız öldü. Neden?.. Kader... Kader değişmez tabii, ömrü o kadar... Çare yok...
Peygamber Efendimiz'in ölümünü de kimse istemedi, inanamadılar. Hazret-i Ömer kılıcı çekti, "Kim Peygamber öldü derse, kafasını uçururum!" dedi, "Ölmedi!" dedi. İnanamıyor bir türlü... Peygamber efendimiz yatıyor orda, o "Kim öldü derse, keserim!" diyor.
Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz ayet-i kerime okudu:
(Vemâ muhammedün illâ rasûl) "Muhammed de bir rasuldür. (Kad halet min kablihir rusül) Ondan önce nice peygamberler yaşadı, öldüler; o da bir peygamber, o da ölecek! (Efe in mâte ev kutilenkalebtüm alâ a'kàbiküm?) Eğer o ölürse, veya şehid edilirse, topuğunuzun üzerinde dönüp de eski hayatınıza mı gideceksiniz, vaz mı geçeceksiniz İslâm'dan?..İslâm devam edecek!"
Bu ayet-i kerimeyi okuyunca, Hazret-i Ömer sakinleşti. "Bu ayeti evvelce biliyordum ama, hiç böyle düşünmemiştim, o mânâya almamıştım." diyor. O zaman anladı. Ne yapalım dediler, tedbir almağa filân başladılar.
Peygamberler ölüyor, herkes ölecek. Sen ölmesin diye dua ediyorsun, çok yaşasın diye dua ediyorsun. Ama kader... O zaman ne olur?.. Senin istediğin şey bu dünyada Allah'ın vermeyeceği bir şeyse, olmayacak bir şeyse; o zaman ahirette sevap verir.
Abdülkàdir-i Geylânî Hazretleri kitabında anlatıyor ki, o da hadis-i şeriften almış zâten... Ahirette kulun hesabı görülürken bakacakmış ki, yığın yığın sevaplar var... Şaşıracakmış ve soracakmış Allah'a:
"--Yâ Rabbi bu sevapları nerden kazandığımı da bilemiyorum ben... Nerden geldi bunlar?"
Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuracakmış ki:
"--Ey kulum, bunlar senin dünyada ettiğin duaların mükâfatıdır. O zaman istediğin şeyler benim kader-i ilâhime uygun olmadığından verilmedi; bugün bu mükâfat verilmiş oluyor sana... Duanın karşılığı bu olmuş oluyor."
O zaman kullar diyeceklermiş ki:
"--Keşke dualarımızın hepsi böyle olsaymış da, burada çok büyük sevap kazansaymışız." diyeceklermiş.39
RABITA VE ÇEŞİTLERİ
RABITA-İ MEVT (TEFEKKÜRÜ MEVT)
Rabıta-i Mevt’in lügattaki manası “Ölümü düşünme. Ölümü düşünerek günahlardan vazgeçme.” dir. Aslında bu rabıta çeşidi tasavvuf yolundaki kişilerin haricinde bütün müslümanların yapması gereken bir işlemdir.
Rabıta-i Mevtteki ana gaye ölümü ve ölüm sonrasını düşünerek hayatın kalan kısımlarını en iyi bir şekilde değerlendirmektir. İnsanlar şu yeryüzünde hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaktadır. Halbuki o ölüm bir gün gelip insanı sevdiklerinden ve bağımlı olduğu bütün şeylerden koparıp baki aleme götürecektir. Tabiki İslam inanışına göre de, dünya hayatında yaptığı şeylerin tamamından hesaba çekilecek ve sonuç olarak mükafat veya ceza. Aşağıda okuyacağımız ayeti kerimelerden de anlaşılacağı üzere cezaya çarptırılacak olan kişiler “tekraren dünya hayatına dönüp Allahın rızasına uygun bir şekilde yaşamayı isteyeceklerdir. Oysaki artık o gün geçmişe dönüş yoktur. O gün ölümün öldürüldüğü bir gündür.” İşte o vakit yapılacak ama reddedilecek bir temenninin hatırlanmasını sağlayacak tek şey rabıta-i mevttir. O insanlar Allahın emirlerini reddettikleri için, hafife aldıkları için ve ölümle yaşlanınca muhatap olacaklarını sandıkları için bu hallere düşmektedirler. İşte insanı hayatında aslen neyle karşı karşıya olduğunu hatırlatacak, neyle muhatap olduğunu hatırlatacak, hayatın ciddi bir görevle iç içe dolu olduğunu hatırlatacak, ölümün yaşlılar için değil gençler için de olduğunu hatırlatacak ve Allahın azabı ve mükafatının olduğunu hatırlatacak yegane unsur Rabıta-i Mevttir.
Rabıta-i Mevt yapan bir kişide başlıca şu haller meydana gelir.
1-Dünya hayatının geçiciliğinin idrakine varır. Bunun neticesinde dünyevi şeylere iltifat etmeyerek Allah Rasulü gibi zühd hayatı yaşamaya yönelir.
2-Yaşadığı anı son anıymış gibi düşünerek haramlardan kaçınır, hayırlı ve güzel şeylerle meşgul olur.
3-Allaha kulluk etmenin idrakine vararak her işinde Allahın rızasını arar.
4-Ruhsatları terk edip, azimetle amel eder.
5-Allahın azabının şiddetli olduğunu bilir ve daima tevbe eder.
6-Allahın Rahmetine ve Mağfiretine sığınır.
7-Ölümden sonraki aleme inancı kuvvetlenir.
8-İman esaslarına inancı kuvvetlenir.
9-Cehennem azabının şiddetini düşünerek cennet hayatına talip olur. Bunun için gerekli olan emir ve nehiyleri yerine getirmekte hassasiyet gösterir.
10-Başına gelen musibetlerden dolayı isyankar olmaz. Sabır ve Rıza gösterir.
11-Yalnızca Allah’a tevekkül eder. Çünkü O nun haricindeki her şey fanidir.
12-Rızkına kanaat eder ve helalinden kazanmaya gayret gösterir.
13-Herşeye anında kızmayıp, insanları kırmamaya hatalarını göstererek onları uyarmaya çalışır.
İşte yukarıda, rabıta-i mevtin faydalarından bir kısmını saymaya çalıştık. Tabi faydalarının bu kadarla sınırlı olmadığı da bilinmelidir. Şimdi aşağıdaki ayet-i kerimeleri dikkatlice okuduğumuz zaman neden rabıta-i mevt yapılması gerektiğini, önemini, konunun hassasiyetini, nasıl yapılması, gerektiğini ve kısaca delillerinin neler olduğunu hep birlikte göreceğiz.
AYET-İ KERİME METİNLERİ VE MEALLERİ
“Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez.” 40
“Fakat, onları gelmesinde şüphe edilmeyen bir gün için topladığımız ve hiçbir haksızlığa uğramaksızın herkese kazandığı şeyler tastamam ödendiği zaman halleri nice olur?” 41
“Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin.” 42
“Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötülük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir.” 43
“Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir payı yoktur. Kıyamet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır.” 44
“Gerçekten, inkar edip kafir olarak ölenler var ya, onların hiçbirinden, fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsa dahi, kabul edilmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır; hiç yardımcıları da yoktur.” 45
“Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” 46
“Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı günü (düşünün.) İmdi, yüzleri kararanlara: İnanmanızdan sonra kafir mi oldunuz? Öyle ise inkar etmiş olmanız yüzünden tadın azabı! (denilir). Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah'ın rahmeti içindedirler; orada ebedi kalacaklardır.” 47
“Kafirler için hazırlanmış bulunan ateşten sakının!” 48
“Andolsun ki siz, ölümle yüz yüze gelmezden önce onu temenni ederdiniz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz.” 49
“Eğer Allah yolunda öldürülür ya da ölürseniz, şunu bilin ki, Allah'ın mağfireti ve rahmeti onların topladıkları bütün şeylerden daha hayırlıdır. Andolsun, ölseniz de öldürülseniz de Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.” 50
“Eğer siz iman eder ve şükrederseniz, Allah size neden azap etsin! Allah şükre karşılık veren ve her şeyi bilendir.” 51
“Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler, namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah'a ve ahiret gününe inananlar var ya; işte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz.” 52
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.” 53
“Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü: bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” 54
Ey iman edenler! Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz. 55
Biliniz ki Allah'ın cezalandırması çetindir ve yine Allah'ın bağışlaması ve esirgemesi sınırsızdır. 56
Unutma o günü ki, onları hep birden toplayacağız; sonra da, Allah'a ortak koşanlara: Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız? diyeceğiz. 57
Onların, ateşin karşısında durdurulup "Ah, keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha Rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak!" dediklerini bir görsen!.. 58
Rablerinin huzuruna getirildikleri zaman sen onları bir görsen! Allah: Bu (yeniden dirilme olayı), hak değil miymiş? diyecek. Onlar da "Rabbimize andolsun ki evet!" diyecekler. Allah da, öyle ise inkar ettiğinizden dolayı azabı tadın! diyecek. 59
Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar için ahiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâla akıl erdiremiyor musunuz? 60
Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'na döndürülecekler. 61
Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar. 62
O, kullarının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O'nundur ve O hesap görenlerin en çabuğudur. 63
Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedilmemişken "Bana da vahyolundu" diyenden ve "Ben de Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim" diyenden daha zalim kim vardır! O zalimler, ölümün (boğucu) dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara: "Haydi canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamış olmanızdan ötürü, bugün alçaklık azabı ile cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen! Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir. 64
Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir. 65
O gün tartı haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. 66
"Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız" dedi. Ey Âdem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi... İşte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi). 67
Rüzgârları rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız. 68
Onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulamadık. Gerçek şu ki, onların çoğunu yoldan çıkmış bulduk. 69
Huzurumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına razı olup onunla rahat bulanlar ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden, varacakları yer, ateştir! 70
Onu yudumlamaya çalışacak, fakat boğazından geçiremeyecek ve ona her yandan ölüm gelecek, oysa o ölecek değildir (ki azaptan kurtulsun). Bundan ötede şiddetli bir azap da vardır. 71
Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) göndermişizdir. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de (iman etmediler). İşte o, bugün onların velisidir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır. 72
Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kafirler topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür. İşte onlar Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin kendileridir.Hiç şüphesiz onlar ahirette ziyana uğrayanların ta kendileridir. 73
Bir de onlar dediler ki: Sahi biz, bir kemik yığını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir hilkatte diriltileceğiz, öyle mi! De ki: İster taş olun, ister demir, isterse aklınıza (yeniden dirilmesi) imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık! (Bunlar, Allah'ın sizi yeniden diriltmesini güçleştirmez.) Diyecekler ki: "Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?" De ki: Sizi ilk kez yaratan. Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayacak ve "Ne zamanmış o?" diyecekler. De ki: Yakın olsa gerek! Allah sizi çağıracağı gün, kendisine hamdederek çağrısına uyarsınız ve (dirilmeden önceki halinizde) çok az kaldığınızı sanırsınız. 74
(Düşün) o günü ki, dağları yerinden götürürüz ve yeryüzünün çırılçıplak olduğunu görürsün. Hiçbirini bırakmaksızın onları (tüm ölüleri) mahşerde toplamış olacağız.75
İnsan der ki: "Öldüğüm zaman sahi diri olarak (kabrimden) çıkarılacak mıyım?" İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır? 76
(O takvâ sahipleri ki) onlar, görmedikleri halde Rablerine candan saygı gösterirler. Yine onlar, kıyametten korkan kimselerdir. 77
O, (önce) size hayat veren, sonra sizi öldürecek, sonra yine diriltecek olandır. Gerçekten insan, çok nankördür. 78
Benim canımı alacak, sonra beni diriltecek O'dur. Ve hesap günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum O'dur.79
(İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme. O gün, ne mal fayda verir ne de evlat.Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).80
Hayır; onların ahiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar ahiretten yana kördürler. 81
Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşama odur. Keşke bilmiş olsalardı! 82
Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise, onlar tamamen gafildirler. 83
Kendilerine ilim ve iman verilenler şöyle derler: Andolsun ki siz, Allah'ın yazısında (hükmedildiği gibi) yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bugün yeniden dirilme günüdür; fakat siz onu tanımıyordunuz. 84
O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, "Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık" diyecekleri zamanı bir görsen! 85
(O gün onlara şöyle diyeceğiz:) Bu güne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım! Doğrusu biz de sizi unuttuk; yaptıklarınızdan ötürü ebedi azabı tadın! 86
Halbuki şeytanın onlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak ahirete inananı, şüphe içinde kalandan ayırdedip bilelim diye (ona bu fırsatı verdik). Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır. 87
Onlar orada: Rabbimiz! Bizi çıkar, (önce) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım! diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Niçin inanmadınız?) Şimdi tadın (azabı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur. 88
İşte ayeti kerimelerden de açıkça anlaşılıyor ki öldükten sonra insanlar şu dünya hayatında yaptıkları işlerden dolayı mutlaka ama mutlaka bir hesaba çekileceklerdir. Bunun neticesinde Alemlerin Rabbi olan Allahü Teala hazretlerine kim iyi kulluk etmişse kim ömür sermayesini iyi değerlendirmişse O gün mahzun ve mahcup olmayacaktır. O gün gam ve kederlerden kurtuluş günüdür. O gün sayısız cennet nimetlerine kavuşma günüdür. Tabi ki bir de bunların tam tersi.
İnananlar için hayatlarında böyle bir oto kontrol (Yapmış olduğu işlerin muhasebesi) oluşturmaları şarttır. Rabıta-i Mevt ise ne güzel bir oto kontroldür.
RABITA-İ KALB (TEFEKKÜRÜ KALB)
Rabıta-i Kalbin diğer bir adı da Rabıta-i Huzur’dur. Bu rabıta çeşidindeki ana gaye kişinin huzuru ilahide hazır bulunduğunu düşünerek, hareketlerini ona göre düzeltip kendisine bir çeki düzen vermesidir. Kendisini yaratan Allah’ın kainattaki mahlukatını, mevcudatını nasıl yarattığını düşünerek, O’nun gücünün, kuvvetinin, kudretinin, tasarrufatının, kainatı sevk ve idaresinin mükemmelliğini idrak etmeye çalışmaktır.
Asrımızda maalesef insanlar kendilerini yaratan Allah’ı gereği gibi bilememektedirler. Bu cehaletleri nedeniyle Allah’ın ayetleriyle Allah’ın murad ettiği gibi muhatab olamamaktadırlar. Çünkü kişi neyle muhatab olduğunu bilmediği için konunun ehemmiyetini anlamaktan da aciz kalmaktadır. Oysaki Allahü Teala Hazretleri kendisini bizlere peygamberler aracılığıyla tanıtmaktadır. Allah’ı tanıma gayreti içerisindeki bir kişi için rabıta-i kalbin ne kadar faydalı olduğunu aşağıdaki ayet-i kerime meallerini okuyalım da daha iyi anlayalım.
(Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin. 89
De ki: İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye kadirdir. 90
Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece "Ol!" der; o da oluverir. 91
Göklerde ve yerdekiler, ister istemez O'na teslim olduğu halde onlar (ehl-i kitap), Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki O'na döndürüleceklerdir. 92
Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. 93
Allah'ın size olan nimetini, "Duyduk ve kabul ettik" dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (O'na verdiğiniz) sözü hatırlayın ve Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, kalblerin içindekini bilmektedir. 94
Bilmez misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkiyeti Allah'a aittir; dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir. 95
Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliye idaresini mi arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah'tan daha güzel kim vardır? 96
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. (Bunca âyet ve delillerden) sonra kafir olanlar (hâla putları) Rab'leri ile denk tutuyorlar. 97
(Onlara) Göklerde ve yerde olanlar kimindir? diye sor. "Allah'ındır" de. O, merhamet etmeyi kendi zatına farz kıldı. Sizi, varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır. Kendilerini ziyana sokanlar var ya işte onlar inanmazlar. 98
O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır. 99
O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır. "Ol!" dediği gün herşey oluverir. O'nun sözü gerçektir. Sûr'a üflendiği gün de hükümranlık O'nundur. Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. 100
Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak, Rabbim'in bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Hâla ibret almıyor musunuz? 101
Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır, ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl dönersiniz! O, sabahı aydınlatandır. O, geceyi dinlenme zamanı, güneş ve ayı (vakitlerin tayini için) birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, azîz olan (ve her şeyi) pek iyi bilen Allah'ın takdiridir. O, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulasınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bir toplum için âyetleri geniş geniş açıkladık. O, sizi bir tek nefisten (Âdem'den) yaratandır. (Sizin için) bir kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlayan bir toplum için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık. O, gökten su indirendir. İşte biz her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de kendisinde üstüste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik; hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzüm bağları; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır. 102
Gözler O'nu göremez; halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır. (Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim. 103 (En’am/103-104)
Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden, geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. 104
Göklerin ve yerin hükümranlığın, Allah'ın yarattığı her şey ve ecellerinin yaklaşmış olabileceği hususunda düşünmediler mi ? O halde Kur'an'dan sonra hangi söze inanacaklar? Allah kimi şaşırtırsa, artık onun için yol gösteren yoktur. Ve onları azgınlıkları içinde şaşkın olarak bırakır. 105
Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona (aya) birtakım menziller takdir eden O'dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme âyetlerini açıklamaktadır. Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı şeylerde, (O'nu inkar etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır! 106
Ne zaman sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur'an'dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman biz mutlaka üstünüzde şahidizdir. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın. 107
Göklerin ve yerin gaybı (sırrı) yalnız Allah'a aittir. Her iş O'na döndürülür. Öyle ise O'na kulluk et ve O'na dayan! Rabbin yaptıklarınızdan gafil değildir. 108
Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler. 109
Yine o küfredenler, “Ona, Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” diyorlar. De ki: “Hiç şüphesiz Allah, dilediği kimseyi şaşırtır, gönlünü kendisine çevirene de hidayet buyurur!” 110
Rabıta-i Kalble ilgili ayeti kerimeleri çoğaltmak mümkündür ancak bu kadarının kifayet edeceği kanısındayız.
Rabıta-i Kalbin başlıca faydaları şunlardır.
1-Gönlünü Rabbine çevirenlerin hidayete erişeceğini bilir.
2-Göklerdeki ve yerdeki Allah’ın varlığına delalet eden kainat ayetlerini tefekkür ederek Allah’a olan teslimiyeti artar.
3-Allah’ın gizli ve aşikar olan herşeyi bildiğini hatırından çıkarmaz ve O’na teslimiyet gösterip Allah’a Tevekkül eden bir kul haline gelir.
4-Her halinin Allah tarafından görüldüğünü hatırından çıkarmadığı için, Allah’ın hoşlanmadığı işlerden yüz çevirip razı olacağı amellerle meşgul olmaya gayret gösterir.
5-Yegane güç ve kuvvet sahibinin Allah’ü Teala hazretleri olduğunu hatırından çıkarmayıp havf ve reca üzere olmaya gayret eder.
6-Kendi varlığının devamı için Allah’a muhtaç olduğunun idrakine varır. Bu idrak ile biiznillah kibir ve riyadan kurtulur.
7-Bu tefekkür sayesinde gönlü Allah sevgisiyle dolup taşar. Bu sevgi neticesinde Rasulullah efendimize ittiba eder.
8-Allah’a yönelenlere uyup onların halleriyle hallenmeye, ahlaklarıyla ahlaklanmaya ve edepleriyle de edeplenme ye çalışır.
9-Gönlünde meydana gelecek olan Allah sevgisiyle herşeyin Rabbinden geldiğini bilip rıza ve sabır gösterir.
10-Haksızlık ve zulümden uzaklaşıp, Adalet ve doğruluğa yönelir.
Rabıta-i Kalbin bu ve benzeri faydalarını çoğaltmak elbette ki mümkündür.
RABITAİ MÜRŞİD
İnsanların birbirlerinden huy ve karakteristik açılardan etkilendikleri, bazı hayvanlarda olduğu gibi insanların da beyinlerini kullanarak telepati yöntemiyle birbirleriyle haberleşebilecekleri bu gün modern bilim tarafından ispatlanmıştır.
Bu durum, gözlem yoluyla elde edilen kanaatlar neticesinde bizlerin atasözlerine dahi yansımıştır. “Üzüm üzüme baka baka kararır.” “Kıratın yanında duran ya huyundan ya suyundan” gibi.
Hadisi Şeriflerde de bu konuya işaret edilerek:
“Kişi dostunun dini üzeredir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin” 111
“Kişi sevdikleri ile beraberdir.” 112
Bireyin arkadaşından olan etkileşimi vurgulanarak belirli bir dönemden sonra tavırlarında, düşünce yapısında ve hallerinde büyük bir benzerlik meydana geleceği bildirilmiştir. Bu konu Tevbe suresi ayet 119 da ise şöyle vurgulanmıştır “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Bir de sadıklarla beraber olun.”113 Ayeti kerimede de açıkça ifade edildiği gibi Allah c.c. iman eden kullarından hallerinin devamlılığı ve olumlu yönde seyri için sözünde, özünde, hareketlerinde doğruluk oranı yüksek olan ihlaslı kişilerle beraber olmalarını tavsiye değil, emrediyor.
Şimdi sonuç olarak diyebiliriz ki kültürel düşünceye göre, modern bilime göre ve İslam Dinine göre insanların birbirlerinden etkilendikleri ittifak halinde kabul edilmektedir.
İşte kendisiyle rabıta yapılacak kişinin ayeti kerimede olduğu gibi salih biri olması zorunludur. Tasavvufi açıdan ise: Allah Dostu olma sıfatlarıyla vasıflanmış, hikmet sahibi kamil bir şeyhe kalbi bağlayıp, beraber ve ayrıyken de o şeyhin sureti, hareketleri ve bilhassa ruhaniyetini hayalde kendisi ile birlikte muhafaza etmektir.
Demek oluyor ki herkesle rabıta yapılamaz.
Rabıta ve rabıta edilen şeyh bir araçtır. Mesela yüzme bilmeyen birisini düşünelim. Bu kişinin birde yüzme öğretmeni olsa, burada amaç yüzmektir. Öğretmense kişinin yüzmeyi öğrenmesi için araç konumundadır. Bu çalışmalar sırasında kişi boğulmamak için yüzmeyi bilen birisine sarılır, yüzme kabiliyeti gelişince ve tek başına yüzebilir hale gelince artık araçları (öğretmeni) bırakarak tek başına yüzer. Bu misalde olduğu gibi şeyh hiçbir zaman amaç değildir. Amaç Allahın dostu olabilmektir. Bunun birinci aşaması ise Allahın dostlarıyla dost olabilmektir. Tıpkı bu hadisi şerifte belirtildiği gibi“Kişi dostunun dini üzeredir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin” 114
Artık kişi kendisini yetiştirip Allahın füyuzatından kendiliğinden istifade edebilecek hale geldiğinde artık araçlar terk edilir. Yani mürşid rabıtası bırakılır.
Cenabı Allah bir ayeti kerimede “Andolsun Zikir'den sonra Zebur'da da: "Yeryüzüne iyi kullarım vâris olacaktır" diye yazmıştık.” 115 Başka bir ayette ise “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Bir de sadıklarla beraber olun.” 116 buyurmaktadır. Buradaki iyi ve sadık kullarla beraberlik hem bedenen olabildiği gibi Rabıta aracılığıyla Ruhen de yapılabilir. Ve faydası da çok büyüktür. Çünkü İnsan çok sevdiği birisinden uzak bir yerde onun hayalini kursa, hemen hemen yanındaymış gibi bir ruhi yapıya ve olgunluğa sahip olur. İçi kıpırdanır, yakınlığın boyutuna göre de etkilenir.
Başka bir ayeti kerimede “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesile arayın.117” buyurulmaktadır. Allaha yaklaşabilmek için, O na yaklaşmış birine yaklaşmanın yollarından bir tanesi de rabıtadır.
Bizlerin evliyaullah’a olan muhabbetimizin sebebi Allahın o kullarını sevmesinden dolayıdır. “Kişi sevdikleri ile beraberdir.” 118 hadisi şerifindeki beraberliğin bir şeklide işte rabıtadır.
Başka ayeti kerimelerde “Kalblerinizi (birbirine) bağlamak ve ayakları(nızı) pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu. 119” “Ey iman edenler! Sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin! (Cihad için hazır ve) rabıtalı bulunun. Hem Allah’tan korkun ki, felah bulasınız. 120 “Eğer biz, (va’dimize) inananlardan olması için onun kalbini (sabır, sebut, kuvvetli bir irtibat ve güçlü bir bağ ile) iyice pekiştirmemiş olsaydık, nerede ise işi açığa vuracaktı: 121 “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” 122“Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız. 123” buyurulmaktadır. İşte rabıta ayeti kerimelerdeki kalbi birlikteliği meydana getiren, insanların kalplerini bir birine bağlayan manevi bir bağ durumundadır.
Rabıta aynı zamanda kişinin mürşidine olan muhabbetini ve sevgisini artırır. Hz. Ebu Bekir efendimiz bir gün peygamber efendimize gelerek “Ya Rasulallah, ruhaniyyetiniz bir an bile gözümün önünden gitmiyor bu nedenle tuvalet ihtiyacımı gidermekten haya ediyorum “ deyince o iki cihan serveri ihtiyacını gidermesini söylüyor.124 Yine İbni Abbas R.Anh Peygamberimiz s.a.s’in aynasına baktığı zaman kendisini değil de Resulullah efendimizi görürlermiş. 125 Her iki olayda da açıkça görülüyor ki Peygamber efendimizin sevgisi ve muhabbeti her iki sahabenin kendi benliklerinden dahi öteye geçmiştir. Zaten böyle de olması gerekir. Çünkü bir ayeti kerimede “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha sevimlidir.” 126 buyurulmaktadır.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, kişinin sevdiği birisinin hayalini hafızasında canlı tutması sahabe-i kiram hazretlerinde de vardı. Ve Hazreti peygamber onları bu halden men etmedi. İşte gerçek bir mürşidi kamile yapılan rabıta mürşid sevgisinin yanında kişideki peygamber sevgisini de zirveye çıkarır . Çünkü şeyhin yalnız suretini değil siret yani hareketlerini de düşünmek gerekmektedir.
Şeyhin hareketlerini düşünmeye başlayan insan da zaman içerisinde (Şeyh kendi hareketlerini Peygamber efendimizin hareketlerine benzettiği için) hazreti peygambere karşı dayanılmaz bir muhabbet oluşur. Burada rabıta az önceki ayeti kerimede belirtildiği üzere “Peygamber, müminlere kendi canlarından daha sevimlidir.” 127 imanı kemale erdirici bir unsur olmaktadır.
Rabıtayı başka bir yönden de ele alacak olursak, Allahın sevgisine ulaşmanın bir yoludur rabıta. Çünkü yapmış olduğu ibadetlerle Kalbini Allahın haricindekilerden arındıran sufi, Rabıta yoluyla hem Allah’ı hem de imanı kemale erdirici bir unsur olduğu için Rasulullahı sevmeye başlar.
Bir hadisi şerifte peygamber efendimiz evliyayı şöyle tarif eder “ Görüldükleri zaman Allah Tealanın hatırlanıp, zikrolunmasına sebep olan zatlardır.” 128İşte rabıta sayesinde evliyayı hayal eden kişi aynı zaman da Allah’ı hatırlayıp sever. Kişi gerçekten Allahı seviyorsa bu sevgi onu Hazreti peygambere uymaya sevkeder. Çünkü bir ayeti kerimede “Habibim de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunki Allah’da sizi sevsin ve suçlarınızı örtsün.” 129 buyurulmaktadır.
İşte Rabıta kişiyi hem Allah’a olan sevgisinden dolayı hem de mürşidinin uygulamalı sünnet yaşantısını hayal etmesinden dolayı Hazreti peygamberi ona sevdirip ittiba ettirir. Bu bir sufi için değil aynı zamanda bütün müminler için çok önemledir. Bir ayeti kerimede mealen “Andolsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” 130Bir Hadisi şerifte “Onlar Allah için birbirlerini sevenlerdir.” 131 buyurulmaktadır. İşte bu sevgilerin buluşma yeridir rabıta.
İşte yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı Mürşit Rabıtası büyük önem taşımaktadır. Ama bazı insanlar bunları anlamamak için insan üstü gayret göstermektedirler.
RABITA HAKKINDAKİ TENKİTLER
Rabıta asırlardır ulemanın hem kendi arasında hem de mürşid-i kamiller ile ulema arasında tartışılan bir konudur.
Rabıtaya karşı çıkanlar, rabıtanın şirk olduğunu, bidat olduğunu, burada şeyhin kul ile Allah arasına girdiğini, rabıtanın Nakşibendi Tarikati haricindeki diğer tarikatlarca da kabul görmediğini ve öncelikle Kur’an-ı Kerimde böyle bir emrin olmadığını söylerler. Rabıtayı savunanlar ise rabıtanın içtihadi bir konu olduğunu, şirk olmadığını, Kur’an-ı Kerimde ve sünnet-i seniyyede rabıtaya dair açıkça işaret vardır demektedirler. Bu iki görüşü de ayrı ayrı değerlendirecek olursak.
1-Kur’an-ı Kerimde Rabıta Emredilmemektedir.
Şahsi kanaatim şudur. Yukarıda görüşlerini sunduğumuz mutasavvıfların ve ulemanın hiç biri zaten Rabıta farzdır dememektedirler. İsteyenin yapıp yapmamakta serbest olduğunu, ancak yapılmasını da tavsiye etmektedirler.
“Kur’an-ı Kerimde rabıta emredilmemiştir” sözünü birde tersinden düşünelim. Acaba Kur’an-ı Kerimde Rabıta yasaklanmışmıdır? Veya Sünnet-i Seniyye de Rabıta yasaklanmışmıdır? Ne Kur’an da ne sünnette böyle bir yasak bulunmamaktadır. Bilakis yapılabileceğine dair işaretler vardır. Bunları da zaten yukarıdaki bölümlerde anlatmaya çalıştık.
Sonuç olarak zaten mutasavvıfların “Kur’an-ı Kerimde rabıta emredilmiştir” diye böyle bir iddiası yoktur. Dolayısıyla bu iddia boş ve yersizdir.
2-Rabıta Bidattir.
Bidat lügatte “Dinin aslında olmayıp sonradan icad edilen şeyler. Dinin aslına zıt düşmeyen yeni icad ve hükümlere Bid’a-yı Hasene (Hayırlı bidat), Kitap ve sünnete zıt düşünelere de Bid’a-yı Seyyie denilmektedir.”
Eğer rabıta bidat olacak olsaydı, Bid’a-yı Hasene sınıfına girmesi gerekirdi. Oysaki Rabıta mutasavvıflar tarafından dini bir sorumluluk olarak görülmemektedir. Böyle oluncada dine sokulma gibi bir durum yok ki Rabıta Bidat olsun? Aslında benim şahsi kanaatim şudur. Şimdi Yukarıdaki ayeti kerimelere göre ölümü tefekkür (Rabıta-i Mevt) etmenin dinde olmadığını söylemek mümkün mü? Allahı tanıyabilmek açısından Allah’ın sıfatlarını tefekkür (Rabıta-i Kalb) etmenin dinde olmadığını söylemek mümkün mü? Şimdi bu iki durumda Rabıta dinde oluyor da Allah’ın belki de en büyük kainat ayeti konumunda ki halifesi olan bir insanı tefekkür (Rabıta-i Mürşid) etmek mi dinde olmuyor? Kaldı ki İslam Dini İnsan Fıtratına en uygun dindir. Çünkü bu dini gönderen aynı zamanda insanı da yaratan Allah’tır. Böyle olunca da yaratıcı olan Allah kullarının nelere ihtiyacı olduğunu bilmez mi? Elbette ki bilir. İnsanın sevdiği birisini veya eşyayı düşünmesi fıtri bir olaydır.
Düşünmek, tefekkür etmek insana özgü bir haldir. İnsanları diğer mahlukattan ayıran en belirgin özellik akıl değil midir? Eğer akıl varsa o zaman düşünme ve tefekkür etme bunun sonucu olması gerekir. Bütün insanlar zaman zaman sevdiklerini hayal eder, bu ölen annesi olabilir, babası olabilir, evladı olabilir ve hatta hayatta da olabilirler de ayrı yerlerde yaşarlar. Hatta ve hatta kişi memleketinden ayrılırda oturduğu evi hayal eder, kullandığı eşyaları hayal eder veya o yerin dağını, taşını, toprağını, havasını, suyunu hayal eder. Şimdi bunları düşünmesi bidat veya şirk olmuyor da sevdiği bir hocasını düşünmesi mi bidat veya şirk oluyor?
Rabıta fıtri bir olay olan düşünmenin metodize edilmiş bir halidir.
3-Rabıta Nakşibendi Tarikatinin Haricindeki Tarikatlarcada Kabul Edilmemektedir.
Bu görüşün üzerinde fazla durmaya gerek yoktur. Çünkü yukarıda başka tarikatların mürşidlerinin de bu konu hakkında görüşleri vardır. Ve hepside dervişlerine Rabıtayı tavsiye etmektedirler.
4-Rabıtada Şeyh Kul ile Allah Arasına Girmektedir.
Burada Allah ile kul arasına girmekle neyin kastedildiği çok önemlidir. Bir örnek verecek olursak Peygamberlerin Allah ile kul arasındaki pozisyonu nedir? Bunu düşünelim.
Şeyh vesile olmakla kul ile Allah arasına girmez. Başka dinlerdeki vesile kavramıyla İslam dinindeki vesile kavramı birbirinden tamamen farklıdır. Maalesef rabıtaya karşı çıkanlar başka dinlerce kabul görmüş vesile kavramına göre hareket etmektedirler. Sanki kendi dinlerindeki vesile kavramından habersizlermiş gibi.
Başka dinlerde vesile şöyle algılanmaktadır. “Kişinin kendi iradesi olmadan vesilenin iradesi altında onu alıp maksadına ulaştırmasıdır.” Hatta bazı müşrik inançlarında maksada ulaştırıcı İlahların bir vasfıdır. Böyle bir vesile kavramının İslam inanç sistemiyle bağdaşması mümkün değildir. O’nun için İslam bu kötü adeti değiştirmiş ve vesile kavramına yeni bir mana vermiştir.
İslama göre vesile “Kişinin cüz-i iradesiyle hareket ederek yapacağı şeylerle Allaha yaklaşılan fiillerdir.” Bu bir alimi taklit etmekte olabilir başka bir şeyde.
İşte Rabıtada şeyhin kul ile Allah arasına girmesi diye bir şey söz konusu değildir. Şeyh burada sadece Allaha yaklaşmak isteyen bir kişiye ancak örnek model konumundadır. Örnek bir tasarımdır. Yol rehberidir.
İnsan şeyhsizde hedefine ulaşabilir. Ama bu oldukça zordur. Yolu bilen birisiyle insan hedefine daha çabuk ulaşır. Daha rahat gider. Kendisini güvende hişsseder. Şeyh efendi senin karanlık bir gecede Kur’an ve Hadis okuyabilmen için bir lambadır. Seni maksadına ulaştıracak şeyler Kur’an ve Sünnettir. Bu iki pınardan akan suları üstünü başını ıslatmadan dışarıya dökmeden güğümünü doldura bilmen için oluk dur şeyh.
Sonuç olarak başka dinlerde anlaşıldığı gibi şeyhin kul ile Allah arasına girmesi diye bir şey söz konusu değildir.
5-Rabıta Şirktir.
Şirkin lügat manası “Allaha ortak koşma, Allahdan başka varlıklarında bu alemde yaratma vs tesirlerinin olduğunu kabul etme”
Ayetlerde Şirk
“O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın.”132
“İnsanlardan bazıları Allah'tan başkasını Allah'a denk ilahlar edinir de onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgileri ise (onlarınkinden) çok daha fazladır. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman (anlayacakları gibi) bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.” 133
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” 134
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” 135
“İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da "Biz hıristiyanlarız" diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.” 136
“Hayır, onların (o inkarcıların) kalpleri bu hususta cehalet içindedir. Ayrıca onların bundan (bu şirk ve inkarcılıklarından) öte birtakım (kötü) işleri vardır ki, onlar bu işleri yapar dururlar.” 137
“Lokman, oğluna öğüt vererek: Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.” 138
Kütüb-i Sitte Hadislerinde Şirk
“601 - İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "İmân edenler, bununla berâber imanlarına zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte (ancak) onlardır ki korkudan emin olmak hakkı kendilerinindir. Onlar doğru yolu bulmuş kimselerdir" (En'âm, 82) ayeti indiği zaman, bu ayet Müslümanlara çok ağır geldi ve: "Hengimiz nefsine zulmetmiyor? (mahvolduk)" dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Hayır, burada kastedilen o değil, şirktir. Lokman'ın oğluna olan şu sözünü işitmediniz mi?: "Oğulcuğum, Allah'aşirk koşma, zira şirk büyük zulümdür" (Lokman, 13).139
4628 - Ebu'd-Derdâ radıyallahu anh anlatıyor. "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Kim namazı kılar, zekâtı verir ve Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölürse, ona mağfiret etmek Allah üzerine bir hak olur. Hicret etse veya doğduğu yerde ölse de!"
Dedik ki: "Ey Allah'ın Resûlü! Biz bunu halka anlatsak da sevinseler olmaz mı?"
"Cennette yüz derece var. Her iki derece arasında arzla sema arasındaki kadar mesafe var. Allah onu kendi yolunda cihad edenlere hazırladı. Ben mü'minleri bindirebileceğim bir şey bulamamam sebebiyle onlar da (bu yüzden cihada iştirak edemedikleri için) benden geri kalmalarına üzülmeleri suretiyle mü'minlere meşakkat vermemiş olsaydım, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, (her birine) iştirak ederdim. Ben (cihad esnasında) öldürülüp, sonra tekrar diriltilmeyi, tekrar öldürülmeyi isterim" buyurdular." 140
4636 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri diyor ki: "Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım." 141
4637 - Ebu Zerr radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Allah Teâla hazretleri demiştir ki: "Kim bir hayır işlerse ona sevabının on katı verilir veya arttırırım da. Kim bir günah işlerse bunun cezası misli kadardır, veya affederim. Kim bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zirâ yaklaşırım. Kim bana bir zirâ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana hiçbir şeyi şirk koşmaksızın, arz dolusu hata ile kavuşursa ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım." 142
2329 - Hz. Câbir (radıyallâhu anh)'in anlattığına göre, Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işitmiştir "Kişiyle şirk arasında namazın terki vardır." 143
3062 - İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı işittim, diyordu ki:
"Bir müslüman ölür, cenaze namazına Allah'a şirkkoşmayan kırk kişi katılırsa, Allah, bunların onun hakkındaki şefaatini mutlaka kabül eder.'' 144
4114 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah Teâla Hazretleri diyor ki: "Ey Ademoğlu! Sen bana dua edip, (affımı) ümid ettikçe ben senden her ne sâdır olsa, aldırmam, ben seni affederim. Ey Ademoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim. Ey ademoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiçbir şirk koşmaksızın bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım." 145
7 - Ebu Zerr (Cündeb İbnu Cünâde el-Gıfârî) (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana Cebrâil aleyhisselam gelerek "Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer" müjdesini verdi" dedi. Ben (hayretle) "zina ve hırsızlık yapsa da mı?" diye sordum. "Hırsızlık da etse, zina da yapsa" cevabını verdi. Ben tekrar: "Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!" dedim. "Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da yapsa!"
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dördüncü keresinde ilâve etti: "Ebu Zerr patlasa da cennete girecektir".146
179 - İbnu Abbâs anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Kim Müslümanlar arasından bir yetim alarak yiyecek ve içeceğine dâhil ederse, affedilmez bir günah (şirk) işlememişse, Allah onu mutlaka cennete koyacaktır."147
5192 - Ebu Bekre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm: "Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?" buyurmuş ve bunu üç kere tekrar etmişlerdi. Biz: "Evet!" deyince:
"Allah'a şirk koşmak, anne ve baba haklarına riayetsizlik, cana kıymak!" buyurdular. Bu sırada dayanmış durumda idi, yere oturup:
"Haberiniz olsun! Yalan söz, yalan şahidlik!" dedi ve bunu o kadar tekrar etti ki, "Keşke kesse artık!" temennisinde bulunduk." 148
5193 - Ubeyd İbnu Umeyr babası radıyallahu anh'tan anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir adam kebâirden sormuştu, şöyle cevap verdiler:
"Onlar dokuzdur!" buyurdular ve saydılar: "şirk, sihir, insan öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaştan kaçmak, namuslu kadınlara iftirada bulunmak, anne ve babaya haksızlık, kıbleniz olan Beytu'l-Haram (da masiyet işlemey)i sağlığınız veya ölümünüzde helal addetmek." 149
5053 - Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Her peygamberin müstecab (Allah'ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı Kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı âhirete bıraktım). Ona inşaallah, ümmetimden şirk koşmadan ölenler nâil olacaktır."150
Yukarıdaki ayet ve hadis meallerini incelediğimiz zaman aynı sözlük manasındaki gibi şirkin Allah’a eş koşmak olduğu açıkça görülmektedir. Şimdiye kadar rabıtayla ilgili aktarılan görüşlerde Şeyhi Allah yerine koyan veya Allah Tealanın Zatına ait bir sıfatı Şeyhe yükleyen bir cümle geçti mi? Halbuki rabıta, insanın kemale ermesi için yapmakta olduğu acizliğinin itirafıdır. Hiç fani bir beşere Baki olan Allah’ın sıfatlarını yüklemek akıl ve mantık işimidir? Halbuki Tasavvuf ilminin ana konularından bir tanesi de Allah’ı tanımaktır. Hedefi Allah’ı tanımak olan birisi tutup Şeyhi kendisine Allah edinir mi? Veya bu Tasavvuf iliminin öğreticisi konumunda olan bir şeyh tutup kendini Haşa Allah yerine koyabilir mi? Yine Tasavvufi bir deyim olan Fena Fillahı (Kişinin kendi varlığını Allah’ın varlığı karşısında yok sayması) kabul eden bir kimsenin, kendisini yok sayan bir kişinin nasıl olurda böyle bir yola gireceği düşünülebilir?
Şirki ayet ve hadislerde geçtiği gibi kabul edersek rabıta kesinlikle şirk değildir. Ancak şirki herhangi bir şeyi düşünme başta insan olmak üzere kabul edersek yeryüzündeki herkes o zaman müşrik konumundadır. Cenab-ı Allah cümlemizi şirkin açığından da gizlisinden de muhafaza buyursun amin.
Allah’ın yardımıyla bu bölümde burada bitti.
NOTLAR
1 (Tasavvuf Mes’eleleri s/124-125-126-127-128-129-130)
2 (Ana hatlarıyla tasavvuf tarihi s/129-130-131-132-133)
3 (Tasavvauf ve tarikatlar tarihi s/238-39-240)
4 (Muhammed Zahid El Kevseri/139)
5 (Kur’an ve Sünnet ışığında Rabıta ve Tevessül s/357-358)
6 (Sikke-i Tasdik-i Gaybi Risalesi s/67)
7 (Risale-i Nurda Tasavvuf s/106-107)
8 ( Kur’an ve Sünnet ışığında Rabıta ve Tevessül s/378-379)
9 (Hatmei Hacegan Risalesi s/8-9)
10 (İlahi Lütuflar s.210-11)
11 (Mektubat-ı Rabbani c.1 s.396)
12 (Mektubat-ı Rabbani c.1 s.400)
13 (Mektubat-ı Rabbani c.1 s.604)
14 (Mektubat-ı Rabbani c.2 s.995)
15 (Risale-i Halidiye ve Adab-ı Zikir Risalesi s.105-6)
16 (Risale-i Halidiye ve Adab-ı Zikir Risalesi s.111-3)
17 (Halidiye Risalesi s.43)
18 (Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddin k.s. Hayatı-Eserleri-Tarikat Anlayışı ve Halidiye Tarikatı s.274-275-276-277-278)
19 (Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvalar s.147-148-149-150)
20 (Tasavvufi Ahlak Cilt 2 Kitabül Ezkar s.239-240)
21 .(Güncel Meseleler 1 s. 181-182-183-184-185-186-187-188-189-190)
22 (Güncel Meseleler 2 s.193-194-195-196)
23 (Rabıta ve Tevessül s.187)
24 (Rabıta ve Tevessül s.239-40-45)
25 (Marifetname c.2 s29-30)
26 (Rabıta-i Şerife s.17-18)
27 (Musahabe/6 s.151-153)
28 (Rabıta ve Tevessül s.351-2)
29 (Rabıta ve Tevessül s.363)
30 (Tevbe/119)
31 (Yusuf/24)
32 (Maide/35)
33 (Al-i İmran/31)
34 (Enfal/11)
35 (Al-i İmran/200)
36 (Kasas/10)
37 (Riyazüs Salihin/398-Buhari edep/96-Müslim/165-Tirmizi zühd/50)
38 (Rabıta ve tevessül s.14)
39 (İslam, Tasavvuf ve Hayat s.345-346-347-348-349-350-351-352-353354-355)
40 (Al-i İmran/9)
41 (Al-i İmran/25)
42 (Al-i İmran/27)
43 (Al-i İmran/30)
44 (Al-i İmran/77)
45 (Al-i İmran/91)
46 (Al-i İmran/102)
47 (Al-i İmran/106-107)
48 (Al-i İmran/131)
49 (Al-i İmran/143)
50 (Al-i İmran/157-158)
51 (Nisa/147)
52 (Nisa/162)
53 (Maide/8)
54 (Maide/30)
55 (Maide/35)
56 (Maide/98)
57 (En’am/22)
58 (En’am/27)
59 (En’am/30)
60 (En’am/32)
61 (En’am/36)
62 (En’am/51)
63 (En’am/61-62)
64 (En’am/93-94)
65 (En’am/120)
66 (Araf/8)
67 (Araf/25-26)
68 (Araf/57)
69 (Araf/102)
70 (Yunus/7-8)
71 (İbrahim/17)
72 (Nahl/63)
73 (Nahl/107-108-109)
74 (İsra/49-50-51-52)
75 (Kehf/47)
76 (Meryem/66-67)
77 (Enbiya/49)
78 (Hac/66)
79 (Şuara/81-82)
80 (Şuara/87-88-89)
81 (Neml/66)
82 (Ankebut/64)
83 (Rum/7)
84 (Rum/56)
85 (Secde/12)
86 (Secde/14)
87 (Sebe/21)
88 (Fatır/37)
89 (Al-i İmran/26)
90 (Al-i İmran/29)
91 (Al-i İmran/47)
92 (Al-i İmran/83)
93 (Al-i İmran/129)
94 (Maide/7)
95 (Maide/40)
96 (Maide/50)
97 (En’am/1)
98 (En’am/12)
99 (En’am/18)
100 (En’am/73)
101 (En’am/79-80)
102 (En’am/95-96-97-98-99)
103 (En’am/103-104)
104 (Araf/54-55)
105 (Araf/185-186)
106 (Yunus/5-6)
107 (Yunus/61)
108 (Hud/123)
109 (Yusuf/105)
110 (Ra’d/27)
111 (Tirmizi,Zühd/45)
112 (Buhari,Edep/96-Müslim,Birr/165-Tirmizi,Zühd/50)
113 (Tevbe/119)
114 (Tirmizi,Zühd/45).
115 (Enbiya/105)
116 (Tevbe/119)
117 (Maide/35)
118 (Buhari,Edep/96-Müslim,Birr/165-Tirmizi,Zühd/50)
119 (Enfal/11)
120 (Al-i İmran/200)
121 (Kasas/10)
122 (Enfal/63)
123 (Al-i İmran/103)
124 (Risale-i Halidiye/15-16)
125 (Risale-i Halidiye/108)
126 (Ahzab/6)
127 (Ahzab/6)
128 (Kur’an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül/18)
129 (Al-i İmran/31)
130 (Ahzab/21)
131 (Kur’an ve Sünnet Işığında Rabıta ve Tevessül/14)
132 (Bakara/22)
133 (Bakara/165)
134 (Nisa/48)
135 (Nisa/116)
136 (Maide/82)
137 (Müminun/63)
138 (Lokman/13)
139 (Buhari, İman 23; Enbiya 8, 41; Tefsir, En'âm 3; Tefsir, Lokman 1; İstitâbe 1,9; Müslim, İman 197, (124); Tirmizi, Tefsir, En'âm, (3029).)
140 (Nesai, Cihad 18, (6, 20).)
141( Buhari, Tevhid 15, 35; Müslim, Zikr 2, (2675), Tevbe 1, (2675).
142 (Müslim, Zikr 22, (2687).
143 (Müslim, İman 134, (82); Ebü Dâvud, Sünnet 15, (4678); Tirmizî, İman 9, (2622). Metin Müslim'in metnidir.)
144 (Müslim, Cenâiz 59, (948); Ebu Dâvud, Cenâiz 45, (3170).
145 (Tirmizi, Da'avat 106, (3534).
146 (Buhârî, Tevhid 33; Müslim, İman 153, (94); Tirmizî, İman 18, (2646).
147 (Tirmizî, Birr 14, (1918).
148 (Buhâri, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti'zân 35, İstitâbe 1; Müslim, İmân 143, (87); Tirmizi, Şehâdât 3, (2302).
149 (Ebu Dâvud, Vesâya 10, (2875); Nesâi, Tahrim 3, (7, 89).
150 (Buhari, Da'avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, (198); Muvatta, Kur'an 26, (1, 212); Tirmizi, Da'avat 141, (3597).
.
8- Münazarat
BİR MÜNAZARA İÇİN HAZIRLANAN SUALLERE
VERİLEN CEVAPLAR
SUAL 1- Şeyh, kul ile ALLAH arasında vesile ve vasıta olma hakkını nereden elde etmiştir? Bunun kaynağı nedir.
CEVAP 1- Öncelikle vesile, vasıta ve Şeyh ne demektir? Bunun üzerinde bir mutabakat sağlamak gerekir.
Vesile lugatta ve Tasavvuf ıstılahında kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelmektedir. Vasıta ise bir şeye ulaşmak için kullanılan araçtır. Şeyh ise önder anlamına gelmektedir.
Hazreti peygamberden (salat ve selam üzerine olsun) bu güne kadar İslam bize iki çeşit alim sınıfı tarafından öğretile gelmiştir. Bunlar tabir olarak Şeriat alimleri ve Tarikat mürşitleridir. Zamanımıza kadar birincilere ulema ikincilere ise meşayih denilmiştir. Tarikat, Şeriatin hale intikali, pratik uygulaması olduğu için, başka bir deyişle Şeriatsiz Tarikat olamayacağı için, şeyhlerin ve Mürşitlerin öncelikle Şeriat alimi olmaları da şarttır.
Nasıl ki bir insan kendi kendine doktor, eczacı, mühendis olamıyor ve ancak bu işte ehil olan kişilerden bu ilimlerle ilgili bilgileri tahsil etmesi gerekmektedir. Böyle bir durumda kişinin amacı doktor olmaktır. Kendisini amacına ulaştırmak için kullandığı ders kitapları ve üstadlığını kabul ettiği öğretmenleri bu bağlamda , kendisiyle başka bir şeye yaklaşılan veya amaca ulaşabilmek için kullanılan araç konumundadır. Bu durumda kişinin amacına ulaşabilmesi öncelikle kendi kabiliyetine daha sonra ders kitaplarına ve öğretmenlerine bağlıdır.Bu durumda o öğretmenler ve öğretmenlerin tavsiye ettiği ders kitapları o kişinin öğrenmesine, yetişmesine vesile ve vasıta olmaktadırlar.
Olaya bu açıdan yaklaşmamız gerekmektedir. Şimdi kendi kendimize şöyle bir soru soralım. Acaba kim kendi kendine hocasız, okulsuz, ilahiyatsız ve diplomasız bir din alimi veya tarikat şeyhi olabilir? Elbette ki olamaz. Mutlaka bu bilgileri öğrenebilmek için bir alime ve o alimin ders programına uyulması şarttır. Tüm bu örneklemelerde, yapılan işler hep bir amaca ulaşmak içindir. Burada kişinin amacına ulaşmak için seçtiği üstadına, sen buna ister şeyh de, ister imam de, ister hoca de, ister öğretmen de, ne dersen de farketmez yapılan işler aynıdır. Böyle olunca da o kişi o şahsın ilim öğrenmesine, yani dinini öğrenmesine vesile ve vasıta olur. Çünkü ALLAH teala hazretleri Maide Suresinin 35. ayetinde mealan şöyle buyurmaktadır " Ey iman edenler! Allah'dan korkun. Ve ona yaklaşmaya vesile arayın..." Burada özellikle dikkat edilmesi gereken hususlardan bir tanesi de Cenab-ı Allah inananlardan kendisine yakınlaşmalarını ve bunun için vesileler aranmasını emretmektedir. Bu ayetin daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
İbni Kesir: Vesile, kendisiyle maksadın elde edilmesine ulaşılan şeydir.
Elmalı: Sadece iman etmekle kalmayıp, bütün sebeplere sarılarak ve bütün fırsatlardan istifade ederek Allah’ın rızasını elde etmeye çalışın.
İ.H.Bursevi:”O’na yaklaşmaya”, O’nun vereceği mükafatları elde etmek ve O’na yaklaşmak için kendinize “vesile arayın.” Salih ameller yapmak suretiyle O’na yakınlaşmanın çaresine bakın.
Ömer Nasuhi Bilmen: Bu mübarek ayetler, müminler için vesilei felah olan tariki gösteriyor.
Mevdudi:Allah’ın yakınlığı ve razılığını kazanmanıza yardım edecek her türlü aracın peşinde koşun.
Burada tefsirlerden de çok rahat anlaşıldığı gibi Allah iman eden kullarından kendisine yaklaşmalarını emrediyor. Bu yakınlığın gerçekleşmesi içinde vesileler aranmasını emrediyor. Bu ayette ki vesilenin manası umumidir. Bu bir şeyh efendi de olabilir, kişinin anne babası da olabilir, herhangi bir salih amelde olabilir. Ayrıca o zatlar böyle bir yakınlaşmanın olması için, kişinin kendisinin tercih ettiği bir öğretmen, bir terbiyeci ve bir yol gösterici kılavuz vazifesi görmektedirler. Zaten asıl olanda budur. Hiç bir beşer bunun ötesine geçemez. Hem sonra alimlik ve mürşitlik ucu Rasullerin Seyyidine dayanan bir eğitim ile mümkündür. Mürşidi Kamil dediğimiz bu insanların olacağını Allah Teala Secde Suresinin 24. Ayetinde bizlere haber vermektedir "Onlardan, sabrettikleri için sizlere doğru yolu gösteren önderler yetişdirdik. Onlar ayetlerimizide yakinen biliyorlardı. " Bu ayetinde daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Ömer Nasuhi Bilmen: ( İşte ey hatemül enbiya!... Senin ümmetin arasındada öyle metaneti itikadiyeye bihakkın sahip, başkaları içinde birer rehberi hidayet olmak kabiliyetini haiz zatlar bulunacaktır.)
İbn Kesir: ( Allah’ın emirlerine sabrettikleri, yasaklarını terkettikleri, elçilerini doğruladıkları ve elçilerinin kendilerine getirdiklerine uydukları içindir ki onlardan; Allah’ın emriyle hakka ileten, hayra davet eden, iyiliği emreden ve kötülükten meneden imamlar bulunmuştur. Alimlerden birisi şöyle diyor: Sabr ve yakin ile dinde imamete ulaşılır.) “
İsmail Hakkı Bursevi: Gerçekten Allah, İsrailoğullarından yol gösteren önderler kıldığı gibi bu ümmetten de aynı şekilde kıymetli liderler kılmış, hatta her yönüyle onları hepsinden üstün tutmuştur.
Burada tefsirlerden de açıkça görüldüğü üzere halkı hakka irşad eden, Allahın rızasına yönlendiren, kulun Rabbine yaklaşmasına vesile ve vasıta olacak böyle kamil insanlar kıyamete kadar bizden önceki ümmetlerde olduğu gibi bu ümmetin içerisinde de var olacaktır. Allah Teala hazretleri de yüce kitabında bunu açıkça bizlere bildirmektedir.
Bu mürşidi kamiller Kur'an ve Sünnete sımsıkı sarılmış insanlardır. Bütün insanları da bu yola davet etmekte ve bununla da mükelleftirler. İnsanlara Allahın emir ve yasaklarını anlatır ve kulunAllaha itaatkar bir hale, yani yaratılış gayesine uymaya davet ederler. Allah Teala hazretleri Fecr Suresinin 28. ayetinde mealen" Razı olarak ve kendisinden razı olunmuş olarak Rabb'ine dön . "buyurduğu için ALLAH'tan razı olmaya O'na isyan etmemeye davet ederler. Bu davet mutlak bir şekilde insanların yararınadır.
Yine insanlara Allah Rasulüne tabi olamayı telkin ederler. Çünkü Allah Teala Al-i İmran Suresinin 31 ayetinde mealen şöyle ferman etmektedir " De ki "Eğer ALLAH'ı seviyorsanız bana tabi olunki: ALLAH'da sizi sevsin ve günahlarınızıda affetsin..." Bu ayetinde daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Ömer Nasuhi Bilmen: (Bu ayeti kerime Cenab-ı Hakka itaat ve muhabbetin ve onun rahmet ve mağfiretine nailiyetin ancak Onun muhterem peygamberine ittiba suretiyle tehakkuk ve tecelli edeceğini göstermektedir.)
Elmalı: (Allah’ü tealaya giden yol, Rasulullah’ı tanımak ve O’na tam manası ile bağlanmaktan geçer. Allah’ı hakikaten sevmek; O’nun emirlerini aynen yerine getiren, yasaklarına son derece riayet eden peygamberlerinin yolundan gitmekle mümkündür. Bu bakımdan, Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin ahlakını, Hareket tarzını, ibadetlerini iyiden iyiye öğrenip tatbik etmek ve O’na tam anlamı ile itaat etmek, Allah’ü tealayı sevmenin ve Onun rızasını kazanmanın en çıkar yoludur. Müslüman olarak böyle bir teslimiyet vazifemizdir.)
İbn Kesir: ( Bu ayetin, hükmüne göre, Allah’ı sevdiğini iddia ettiği halde Hz. Muhammed’in yolunda olmayan kişi her sözünde, halinde Hz. Muhammed’in yoluna ve O’nun getirdiği hak dine uymadığı sürece bu davasında yalancıdır. Bilgin ve Bilge kişilerin : Mühim senin sevmen değil, sevilmendir. dediği gibi bu ikinci yani Allah’ın sizi sevmesi elbette daha büyük ve önemlidir. )
Seyyid Kutub: ( Şüphe yokki, Allah’ı sevmek kuru laflarla olmaz. Vicdani bir aşklada gerçekleşmez. Bu dava sadece Allah’ın Rasulüne tabi olmak, O’nun hidayeti üzere yaşamak ve hayatta O’nun nizamını gerçekleştirmek suretiyle olur.)
İsmail Hakkı Bursevi: Ben Allah’ın elçisiyim. Sizi O’na çağırıyorum. Eğer onu seviyorsanız, O’nun dininde beni örnek alın ve bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin ve sizden razı olsun.
Burada ayeti kerimenin mealinde ve tefsirlerinde görüldüğü üzere onların bu irşadları olmasa şu asrımızda Allah Rasulüne tabi olmak kimin aklına gelir ki? Bu ayet hükmünce Resulullaha tabi olanlara Allah Teala rızasını vadediyor. Oysaki Allah’ın peygamberi şu an aramızda yoktur, o halde kendisine nasıl tabi olacağız? Sünneti hayatlarında tatbik etmekte olan işte bu mürşidi kamiller insanların Allah’ın peygamberine de tabi olmalarına vesile ve vasıtadır. Buda mutlak bir surette insanların menfaatinedir. O Allahki mutlak vaadinde durandır.
Yine insanlara bunun tam aksi olan bir davranıştan uzak durmalarını tavsiye ederler. Çünkü Allah Teala hazretleri Al-i İmran Suresinin 32. ayetinde mealen şöyle emretmekte ve aynı zamanda bizlere Allah Rasulüne tabi olmamanın hükmünü bildirmektedir " De ki ALLAH'a ve elçisine itaat edin. Eğer sırt çevirirlerse, bilinki, ALLAH kafirleri sevmez. " Bu ayetinde daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Ömer Nasuhi Bilmen : ( Bu ayeti kerimede Allah tealaya ve resuli zişana itaatin lüzumunu, ademi itaatin ise küfri mucip olup muhabbeti ilahiyeden ebediyen mahrumiyeti mucip olacağını bildirmektedir.)
Elmalı: ( Dinin özü, itaat ve teslimiyyette toplanır. Allah’ü tealanın peygamberleri vasıtasıyla tebliğ buyurmuş olduğu ahkama ve hakikatlere ne derece itaat ve bağlılık olursa, imanda ve Allah’ü Tealaya yakınlikta o derece büyük mesafe katedilmiş olur. Müminlere yaraşan, Allah’ü teala ve Rasülünün emirlerine elden geldiği ölçüde uymak, yasak ettiklerinden kaçınmaktır.)
İbn Kesir: ( Buda dalalet ediyorki; davranışlarında Rasulullah (s.a.)a zıt hareket etmek küfürdür. Bu vasıfta olanlar her ne kadar kendini Allah’ı seviyor ve O’na yakınlaşıyor zannetsede-peygamberlerin sonuncusu, cinler ve insanlar alemine Allah’ın elçisi, ümmi peygamber Hz. Muhammed’e uyuncaya kadar Allah Kat’iyyen sevmeyecektir. )
Seyyid Kutub: ( Ayeti kerime, emr-i ilahiyeye muhalefet edenin küfre gireceğine delalet eder. Böyle bir sıfatla malül olanında Allah tarafından sevilmeyeceğini ifade eder. Her nekadar o, kendi kendine Allah’ı sevdiğini iddia etse dahi, durumu işte budur. )
İsmail Hakkı Bursevi: Her kim, Allah’ı sevdiğini iddia eder de, peygamberin yoluna aykırı hareketlerde bulunursa, Kur’an nassıyla o kimse yalancıdır.
İşte bu ayet hükmünce diğer düşünce ve fikriyattan uzak durmalarını telkin ederek inananların batıldan uzaklaşmalarına da vesile ve vasıtadırlar. insanları hak ve hakikat yolu olan KUR'AN veSÜNNET'e icabet etmeyi ondan santim bile ayrılmamayı nasihat ederler. Çünkü din nasihattir! Şimdi kim bunun İslam dinine aykırı bir yönü olduğunu iddia edebilir ki?
Bu bağlamda şeyhlerin vesile ve vasıtalığı işte bu Kuran ayetlerine dayanmaktadır. Aslında bu ayetleri çoğaltmakta mümkün, ancak bu kadarının yeterli olacağı kanısındayız.
SUAL 2- Şeriatte Kitap ve Sünnete uymak emredilmiştir. Kitap ve Sünnette açıkça belirtilmeyen hususlarda herhangi bir müctehidin görüşüne uymak yeterlidir. Çünki ALLAH'ü tela hazretleri "Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.” NAHL/ 43"buyurmuştur bir şeyh aramayı emreden şer-i delil nerede vardır?
CEVAP 2-Öncelikle bir önceki soruda şeyh kelimesini uzun uzadıya anlatmış, bu arada şeyh efendinin görevini de açıklamıştık. Aslında sorduğunuz sorunun içerisinde kendi cevabı da bulunmaktadır (Nahl/43). Nasıl mı? Bir önceki soruda tefsirlerini de incelediğimiz Maide/35 ayeti kerimede Allah “O’na yaklaşmaya vesile arayın” buyurmaktaydı. Şeyhlerin bu bağlamdaki vesileliğinin çok yönlü olduğunu da ayetlerle ispat etmiştik. Şimdi Allahla yakınlık kurmak isteyen bir inanan elbette Nahl/43’te olduğu gibi bilmediği için bildiğine inandığı birisine uymak zorundadır.
Tabi burada öncelikle kişinin hedefi çok önemli. Üstad olarak kabul ettiğiniz İbni Teymiye ve İmam Şevkani Allaha yakınlaşmak ve O’nun la dost olmak hakkında bakalım neler söylemiş.
İnbi Teymiye:Allah dostları, iki mertebededirler: Allah’a (c.c.) yakın olan öne geçenler ve sağcı olup orta yolu takip eden ebrar, yani itaatkarlar. Allah’u Teala onları kitabının bir çok yerinde –Vakıa suresinin başında ve sonunda, İnsan, Muttafin ve Fatır surelerinde zikretmiştir.
Nefsine zulmeden kimse; günahı üzerinde ısrar eden günahkar kimsedir. Orta yolu takip eden kimse; farzları eda eden, haramlardan kaçınandır. Hayırlarda öne geçen ise; bu ayeti kerimelerde geçtiği gibi hem farzı ve nafileyi eda eden, hem de haram ve mekruhlardan kaçınan kimsedir.
Sonra Allahu Teala mümin dostları arasındaki üstünlüğü zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Bak! Nasıl onların kimini kiminden üstün yaptık. Elbette ahiret dereceler bakımından daha büyüktür. O’nun fazileti de daha büyüktür.” (İsra:17/21)
İmam Şevkani:Allah (c.c.) sevgisinin doğrulanmasını Rasulü’ne tabi olmaya bağlamış, O’na tabi olmayı da Allah’ın (c.c.) sevgisini kazanmaya vesile kılmıştır.
Velayette en üst makama ulaşsa bile bir velinin yapması gereken şey; Kitap ve Sünnete bağlı kalmak, bütün davranış ve sözlerini bu temiz şeriatin ölçüsüyle ölçerek herhangi bir işinde şeriat sınırından çıkmamak üzere sabit durmaktır.
Kul Allahu Teala’ya nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Nihayet Allahu Teala onu sever. Allahu Teala kulunu sevince, artık onun işten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olur.
Ashab-ı Kiram Allahu Tealanın en üstün, en keremli, mertebe bakımından en yüce velileridirler. Onlar Allahu Tealanın Kitabı ve Rasulü (s.a.v.)’nün sünnetiyle amel eden kimselerdir. Onlardan sonra gelenlerden kendisine evliya denilen kim olursa olsun, Rasulullah (s.a.v.) tabi olmadıkça, onun hidayetiyle hidayete ulaşmadıkça, sözlerinde ve hareketlerinde O’na uymadıkça Allah (c.c.) dostu değildir.
Veli, farzları eda edip yasaklardan sakınarak, nafileleri işleyip Allah’ın zikrini artırarak Rabbına yakınlığını artırdıkça, Allahu Teala’da ona sevgisini, kendisine küçük büyük bütün hayır kapılarını açar.
İnsanlardan niceleri vardır ki, ya dünya işleriyle meşgul olarak ya da başka bir hususu düşünür bir vaziyette Allah (c.c.)’ya ibadet ettiği için kendisinde nu huşu mertebesinden bir şey, ne kalp huzurundan bir nasip, ne de murakabeden bir parça hasıl olabilir. Öylesi de vardır ki; Allahu Teala ona ihsanı nasip etmiş ve Rahman’a ibadet için göğsünü açmıştır.
Bu hususta Allah dostlarının, kendilerinden başkasının ortak olamayacağı ve katılamayacağı bu meziyetlerden dolayı kuvvetli bir himmet ve muvaffakiyetleri vardır.
Kim Allah (c.c.)’nun genel fazlından ve toplu ikramından ayırıp, onlara fazladan ihsan ettiği şeyi inkar ederse. Bu o kimsenin bilmediği şeyi inkar etmesi, anlamadığı şeyden hoşlanmamasıyla beraber şeriat ilmindeki bilgisizliğinden dolayıdır. Allah’ım sen mağfiret eyle!
İşte insanın hedefi evliyaullah olabilmekse, kendisine bu konuda rehberlik edecek bir mürşidi “Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.” NAHL/ 43", “O’na yaklaşmaya vesile arayın” Maide/35” ayetlerinin hükmü gereği arayıp bulmak zorundadır.
Eğer kişinin yalnızca hedefi Kur’an ve Sünneti öğrenmekse. (Daha öncede belirttiğimiz gibi bir insanın şeyh olabilmesi için Kur’an ve Sünneti çok iyi bilen bir alim olması da gerekir) Kişinin kendisine dinini Kur’an ve Sünneti öğretecek bir şeyh bulması zorunludur. Zariyat suresinin 56. ayetinde mealen " Ben insanları ve cinleri yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım " buyuranAllah Tealaya kul ve halife olmak ancak dini mübini iyi bilip hayata tatbik etmekle olur. Dini iyi bilmekte ancak ilim ile mümkündür . Buda ancak bir alime bir şeyhe tabi olmakla mümkün olur. Hele şu fitne devri olan asrımızda ilim ve alim daha büyük bir önem kazanmaktadır şimdi aşağıda bulunan İmam Buhari ve İmam Müslim gibi iki büyük muhaddisin üzerinde sahih olduğuna dair ittifak ettikleri hadisi şerifleri iyice tetkik et.
Hz Enes RA'den rivayet edildiğine göre Hz MUHAMMED (SAV)efendimiz buyurdularki. - İlmin kaldırılması, cehaletin kökleşmesi, şarabın içilmesi ve zinanın açıktan yapılması kıyamet alametlerindendir .(El-lulu-u vel mercan cilt 3 sahife 271 hadis no 1709)
Ebu Musa RA hazretlerinde rivayet edildiğine göre HZMUHAMMED (SAV) efendimiz buyurdularki. - Kıyametin kopmasından önce öyle günler vardırki, ogünlerde ilim kaldırılır, o günlerde cehalet yeryüzüne iner ve kaplar ve o günlerde herc çoğalır. Herc adam öldürmektir. (El-lulu-u vel mercan cilt 3 sahife 271 hadis no 1710)
Ebu Hureyre RA hazretlerinden rivayetedildiğine göre HzMUHAMMED (SAV) efendimiz buyurdularki. - Kıyamet yaklaşır; ameller noksanlaşır, kalplere cimrilik konulur. Fitneler ortaya çıkar, herc çoğalır.Ashab-ı kiram efendilerimiz- Yarasulallah herc dediğiniz hangi şeydir? diye sordular.SAV- Adam öldürmektir, adam öldürmektir, buyurdu. (El-lulu-u vel mercan cilt 3 sahife 272 hadis no 1711)
Abdullah ibni Amr ibni El-As RA hazretlerinden rivayet edildiğine göre Hz MUHAMMED (sav) efendimiz buyurdularki. - Şüphesiz ALLAH, ilmi kullardan silmek suretiyle değil, alimlerin ruhlarını kabzetmek suretiyle giderecektir. Nihayet hiçbir alim bırakmayınca insanlar cahil kişileri başkan edineceklerdir.Bunlara meseleler sorulacak Onlarda bilgileri olmadığı halde fetva verecekler.Bu suretle hem kendileri sapıklığa düşerler, hemde halkı sapıtırlar. (El-lulu-u velmercan cilt 3 sahife 272 hadis no 1712)
İşte yukarıda bulunan hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere kıyamet alametlerinden bir taneside ilmin ortadan kalkışı, bununda alimlerin azlığından olacağını peygamber efendimiz bizlere haber veriyor. Dolayısıyla ilim öğrenebilmek için alimleri aramak her müslümanın başlıca vazifesidir. İlim ÇİN'de dahi olsa gidip almamız emrediliyor. İlim bakkallarda satılan bir şey olsaydı o zaman alimlere hiç gerek kalmazdı, ilim bakkallarda da satılmadığına göre alimi arayıp bulmak tüm müslümanların ortak karakterlerinden sadece bir tanesidir. (Böyle bir durumda yakin ilmini, evliyalık ilmini bilen bir şeyh efendiyi arayıp bulmak dinende gerekmez mi?)
Bir ayeti kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır " İstediğine hikmeti verir. Kime de hikmet verilmişse, muhakkak ona büyük bir hayır verilmiş demektir. Bunu ancak öz sahipleri anlar."(Bakara/269)" Bu ayetin daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Ömer Nasuhi Bilmen: ( Allah teala kullarından (dilediğine) güzel amele muaaddi olan ilim verir, hakayikı eşyaya vukuf verir. Evamiri ilahiyenin faidelerini, gayelerini anlayabilmek istidadını verir, fekahat ve fazilet ihsan buyurur. Temiz düşünüşe, münevver bir ruha malik bulunan zatlar anlarlar. Bunun bir muazzam mevhibe-i ilahiye olduğunu takdir ederek vazifei ubudiyetlerini kemali şevk ile, bir latif hissi şükran ile ifaya çalışır dururlar. Ne büyük muvaffakiyet. )
Elmalı: ( Hikmet, birdefa kime verilirse, kendisine “hayr-ı kesir"lutfedilmiş olur. Hayr-ı kesir, en kısa anlatım ile insanoğluna Allah!ü tealanın vermiş olduğu en büyük ihsan ve mükafat demektir. (ayrıca hikmet) Dünya ve ahirete yarayan ilimle, ihlas ile ve sadece Allah’ın rızası kazanılmak maksadı ile yapılan amel-i salihtir.)
İbn Kesir: ( Hikmetten murad ya bilgidir veya doğru fiildir. Mukatilden rivayet edilirki, o Kur’an’daki hikmetin dört şekilde tefsir edildiğini söylemiştir: Birincisi Kur’an’daki öğütlerdir. İkincisi, Hikmet ilim ve anlayış manasınadır. Üçüncüsü; hikmet nübüvvet anlamınadır. Dördüncüsü; harika sırlar ihtiva eden Kur’an anlamına gelen hikmettir.)
Seyyid Kutub: (Hikmet sayesinde her şeyin ortası ve normali bilinir. Vakıaların sebepleri ve neticeleri keşfedilir... Hikmet verilen kişiye nurani basiret bahşedilmiştirki onunla hareket ve fiillerinde isabetli ve doğru kararlar verir... Bunun içindirki hikmette pek çok hayır gizlidir. )“
İşte ayeti kerimenin tefsirlerini ve mealini okuduktan sonra Allah tealadan hangi mümin hikmeti istemez ki? Böyle olunca da sizin delilinize göre hikmeti bilen birini aramak gerekmez mi? Bir ayeti kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır " Bütün gece secde ederek ve ayakta yalvaran, ahiret azabından sakınan, Rabbinin rahmetini uman ile. De ki:"Bilenlerle bilmeyenler, hiç bir olur mu? Hiç şüphesiz ancak akıl sahipleri idrak edip anlar. "(Zümer/9) Bu ayetinde daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Ömer Nasuhi Bilmen: " O mü'min zat ki (gece saatlerinde) uyanık bulunarak ibadete (müdavimdir) meşakketlere tahammül eder, riyadan ari olarak kemal-i samimiyetle zevk-i ibadete dalar, ubudiyet vazifelerini ifaya çalışır, namaz gibi ulvi bir ibadeti ifaya devamda bulunur, ahirette cennete girmesini ve cemali ilahiyi müşahade şerefine nailiyetini temennide bulunur. Artık böyle bir zat ile küfr ve isyana müptela bir şahıs müsavi olabilirmi?... Elbette olamaz. El gıpte öyle halis, abit mü'minlerin ahvaline."
Seyyid Kutub: " Şeffaf ve ince bir portre. Boyun büküş, itaat ve secdede, kıyamda hakka yöneliş. Ve bu ince hassasiyet, ahiretten korkma, Rabbinin rahmetini umma, basireti açan bir berraklık. Bunlar kalbe müşahade, vuslat ve ilahi menbadan feyizlenme vasfını kazandırır... (De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olurmu?) Gerçek ilim, marifettir. Marifetse hakkı idrak etmektir. Bu idrak basireti açar ve kainat içindeki sabit hakikatlerle temas etmeyi sağlar. İlim, zihne doldurulan, kainatın büyük gerçeklerine ulaştırmayan ve maddiyyatın kabuğunu aşamayan bilgi kırıntıları değildir. İşte budur gerçek ilme ve nurlu marifete giden yol. İşte O Hak tealaya boyun bükmek, hassas kalbe sahip olmak, ahiretten korkmak, Allah'ın rahmet ve keremini beklemek, korku ve ürperti içinde Allah'ı murakabe eylemek. İşte yol budur. Böylece insan, özü bilir ve tanır, gördüklerinin ve denediklerinin gerisindeki gerisinde sabit büyük gerçeklere inebilir... Ancak kavrayan, açık ve müdrik kalbe sahip olanlar maddi varlıkların gerisindeki gerçekleri hakkıyla bilebilir. "
İşte bu mübarek ayeti kerimenin hem mealinden hem de tefsirlerinden kısaca anlaşıldığı üzere Hak teala ve tekaddes hazretleri bizlerin ona birer muti kul olarak O nun ahiretteki azabından korkarak ondan mağfiret talebeden abid kullarından olmamızı istiyor ve bunun idrakine varanla varmayan hiç bir olur mu? Seyyid Kutub’un dediği gibi “Gerçek ilim marifettir.” Sizin delilinize göre konusu marifet olan Tasavvufun öğreticisi konumundaki bir şeyhi aramak gerekmez mi? Bir ayeti kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır " Deki: Ey inanan kullarım! Rabbinizin azabından sakının."(Zümer/10) Bu ayetinde daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
İbn Kesir: " Allah teala, inanan kullarına devamlı Allah'a itaat ve Allah korkusu üzere olmalarını emrediyor, Bu dünyada güzel amel işleyenlere hem dünyalarında hemde ahiretlerinde iyilik vardır. Evzai derki: Onlara ölçü ile , tartı ile verilmeyecek, onlara avuç avuç verilecektir. "
Seyyid Kutub: " Takva, kalbdeki hassasiyettir, sakınma ve huşu, emel ve ümit içinde Allah'a yönelmektir, O'nun hışım ve hoşnutluğuna dikkat ve titizlikle takip etmektir."
Ömer Nasuhi Bilmen: "Bu mübarek ayetler... Hüsrana uğrayanlarında kimlerden ibaret bulunduğunu ve onların nasıl müthiş, ateşin azaplara, felaketlere uğrayacaklarını ihtar buyurmaktadır." bu ayetin tefsirlerinden anlaşıldığı üzere ALLAH teala Ondan korkmamızı ve azabından sakınmamızı istiyor yine bir ayeti kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır " Kulları içinde ALLAH'tan hakkıyla alimler korkar. "(Fatır/28) Bu ayetinde daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Seyyid Kutub: " Bu esrarla dolu kainat kitabını ancak alimler layıkıyle okuyup, satırları altındaki gizli manaları düşünebilirler. Dolayısıylede Allah'ı hakiki olarak tanıyabilirler. O bilginler Allah'ı sanat eserleriyle tanırlar, kudret eserleriyle bilirler. Bunun için ondan hakkıyle haşyet eder, hakkıyle korkar ve O'na bihakkın ibadet ederler... Kalbe his, duygu ve dinamizm vermiş ilme sahip bilginler ancak bunları idrak edebilirler."
Ömer Nasuhi Bilmen: " Çünki onlar bu kainatı bir nazar-ı dikkatle temaşa ederler, onların yaradılışındaki letaifi hikmete idrake, mülahazaya muvaffak olurlar..."
İbn Kesir: " Allah'tan ancak bilgin ve alim kulları gerektiği gibi korkarlar. Çünkü güzel isimlerle ve mükemmel sıfatlarla nitelenen Alim, Kadir, ve azim olan Allah'ın azameti ne kadar daha mükemmel bir bilgiyle bilinirse, ondan korkup ürpermekte daha muazzam ve daha fazla olur. " bir önceki ayeti kerime ile Allah teala kendisinden korkmamızı emrediyordu bu ayetin hem mealinden hem de tefsirlerinden anlaşıldığı üzere bu korkuyu kimlerden öğreneceğimizi ALLAH teala bizlere bildirmektedir bu şekilde bir kul olanlara ise, bir ayeti kerimede mealen şöyle buyurulmuştur " İşte ALLAH'ın dostlarına ne korkusu, nede üzüntüsü vardır. Onlarki inanırlar ve sakınarak kendilerini korurlar. "(Yunus/62-63) Bu ayetlerinde daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Ömer Nasuhi Bilmen: " Bu mübarek ayetler, Allah Teala'nın velileri için, yani: Mü'min ve muttaki olan kulları için bir korku, bir keder bulunmadığını tebşir etmektedir. Onların dünyadada, ahirettede teveccühe nail, en büyük bir necata mazhar olacaklarını beyan buyurmaktadır. Cenab-ı Hak'ın velileri ise o zatlardırki, onlar bütün dini hükümleri kabul ve tasdik eylemişlerdir. Kendilerinden kaçınılması dinen icabeden şeylerden, gayrı meşru hareketlerden çekinerek temiz, nezihane bir halde yaşamakta bulunmuşlardır. İşte o zatlar, birer veliyyullahtır. İşte o zatların istikballeri böyle müemmendir."
Elmalı:" Allah'ın dostları için hiç bir korku yoktur. Onlar üzülmezlerde. Allah'ü Teala'dan korkar, O'na bağlanıp dayanan kimse için artık korku yoktur. Çünki Allah korkusu, her korkunun üzerindedir. Sadece O'ndan korkan kimse için, artık başkasından korkmak sözkonusu değildir. Allah dostları öyle kimselerdirki, onlar, itaatla Allah'a dostluk eder, Allah'ü teala ise, keramet ihsan ederek onlarla dosluk eder. İşte böyle kimselerin kalbinde sadece Allah korkusu vardır. Bunlar başka hiç kimseden korkmazlar ve üzülmezler. O Allah dostları, iman eden ve Allah'ü tealanın emirlerine ençok bağlananlardır. Allah'ü tealanın rızasına muhalif bir harekette bulunmamak için azami gayreti sarfederler, her türlü şüpheli şeylerden kaçınırlar. Allah'ü tealanın emir ve yasaklarına azami bir gayretle dikkat eder, emirleri tutup yasaklardan kaçınırlar."
İbn Kesir: " Allah Teala haber veriyorki, O'nun dostlarıki onlar Rabblarınında açıkladığı gibi iman edenler ve sakınanlardır ve her kim muttaki ise; Allah'ın dostudur onlara ilerde karşılarına çıkacak olan kıyametin korkularından hiç bir korku yoktur. Ve onlar, dünyada arkalarında bıraktıklarına mahzunda olacak değillerdir. Abdullah İbn Mes'ud, İbn Abbas ve seleften bir çokları derlerki: Allah'ın dosları; görüldükleri zaman Allah'ın hatırlandığı, anıldığı kimselerdir.Bu mana, merfu'bir hadiste şöyle ifade edilir: Bezzar derki: Bize Ali İbn Harb er-Razi'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre; o şöyle demiştir: Bir adam: Ey Allah'ın elçisi, Allah'ın dostları kimlerdir? diye sormuştu, şöyle buyurdu: Görüldüklerinde Allah'ın hatırlandığı kimselerdir. Bezzar bu hadisin Said'den mürsel olarakda rivayet edildiğini söyler. Kelamcılar dedilerki: Allah'ın velisi; delile dayalı olarak gelmiş olan sahih inançlara bağlanıp şeriatte varid olduğu şekilde salih amelleri işleyenlerdir. İşte bu ayette (onlarki inanmışlar ve takvaya ermişlerdir) buyruğuda buna işaret etmektedir. İbn Teymiyye merhum derki: Allah'ın velileri iki tabakadır. Birisi Sabikun ve Mukarrebun (önden gidenler ve Allah'a yaklaştırılmış olanlar) dır. Diğeride iktisat yapan sağcılardır. Allah Teala Kitab-ı Kerim'inin birçok yerinde bunlardan bahsetmişlerdir. İyiler sağcılardır. Bunlar farzları ifa ederek Allah'a yaklaşırlar ve Allah'ın emrettiklerini yapar, haram kıldıklarını terkederler. Sabikun ve Mukarrebun zümresinden olanlar ise; farzlardan sonra nafile ibadetlerle Allah'a yaklaşırlar. Hem vacipleri hemde müstehapları ifa ederler. Hem haramları hemde mekruhları terkederler. Onlar, bütün sevgileriyle güçleri yettikçe Allah'a yaklaştıkları zaman, Allah'da onları tam olarak sever. Nitekim kudsi hadiste; kul, bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder ve nihayet Ben onu mutlak manada severim buyuruluyor."
Seyyid Kutub: " Nasıl olurda korkarlar Allah'ın dostları?... Neden üzülsün onlar?... Allah onlarla beraber... Böyle. Her işte ve her harekette birlikte onlarla. Öyleyse daha neden korkacaklar?... Onlar Allah'ın dostlarıdırlar. O'na inanırlar ve O'ndan sakınırlar. Gizli açık herzaman O'nun murakabesi altındadırlar. Öyleyse neden korkacaklar, niye üzülecekler?... Onlar Allah'a bağlanmışlardır. Çünkü O'nun dostlarıdırlar. Neye üzülsünlerve niçin korksunlar, çünkü dünya hayatındada ahiret hayatındada müjdelenmişlerdir onlar. Hem bu değişmeyen hakiki vaattir. Ve Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur asla." gerek ayeti kerime mealleri ve gerekse tefsirlerinde de görüldüğü üzere Allah teala hazretleri bizlere o alim zatların kendisinin dostu olduğunu bildirmektedir. Şimdi kim Allah teala hazretleriyle dost olmak istemez ki? Kim O nun dostlarıyla dost olmak istemez ki? Böyle bir durumda konusu O na dostluğun yolunu öğreten Tasavvuf ilminin öğreticisi konumundaki bir şeyhi aramak gerekmezmi? Başka bir ayeti kerimede ise mealen" Dünya hayatındada ahirettede onlara müjde vardır. ALLAH'ın sözlerinde değişiklik olmaz. işte en büyük kazanç budur."(Yunus/64) buyurulan bu ayetle de onları iyi bir ecirle müjdelemektedir, şimdi kim bu müjdelere muhatab olmak istemezki? işte bu müjdelere kavuşmak için ve O nun razı olduğu kul olabilmek için KUR'AN ve SÜNNET'i iyi bilen ve hayatına tatbik eden alimleri şeyhleri bularak ilim öğrenmek tüm müslümanların başlıca vazifesidir. Şimdi okuyacağımız ayeti kerimenin evveli her ne kadar anne baba hukuku ile ilgili olsa dahi ayetin bu kısmı umumu içerir. Ayeti kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır “ Bana yönelen kimseye uy...” (Lokman/15) Bu ayetinde daha iyi anlaşılması için kısa olarak tefsirlerine göz atmakta fayda bulunmaktadır.
Ömer Nasuhi Bilmen: ( Ehli tevhidin, abit ve zahit kulların izlerini takip et, başkalrını taklitte bulunma.)
Burada da açıkça belirtildiği üzere Ona yönelen kimseye uymamız emredilmektedir. Bu konudaki ayet ve hadis-i şerifleri çoğaltmak mümkünse de bu kadarının kifayet edeceği kanısındayım. Çünkü sözlerden birisi ALLAH tealanın kelamı diğeri ise Rasulünün sözüdür. Zaten bu sözlerin üzerinde söz söylemeye de hiç bir beşerin gücüde yetmez.
İşte bunca delil gereğidir ki. Dinini öğrenmek isteyen herkes, Allah’a yakınlaşmak isteyen herkes, Marifet ilmini öğrenmek isteyen herkes, İhsan derecesine ulaşmak isteyen ve kısaca Allah’ın evliyası olmak isteyen herkes, bu meselelerin metodize edildiği Tasavvuf ilminin öğreticisi konumundaki bir şeyh efendiyi hem sizin delil olarak getirdiğiniz ayetle ve hem de bizim delil olarak getirdiğimiz ayetler gereği, kendi selameti için arayıp bulmak zorundadır.
SUAL 3- Burada kastedilen manevi yolla ne kastediliyor? Maksat kitap ve sünnete uymaksa neden " Kitap ve Sünneti iyi bilen bir şeyh denilmiyor? Yoksa kastedilen manevi yol bunlardan ayrı bir şeymidir?
CEVAP 3- Burada anlaşıldığını zannettiğim ama ısrarla anlamak istemediğiniz şeyh kelimesinin konumunu tekraren gözden geçirelim. Bir zatın mürşid-i kamil olabilmesi için öncelikle kitap ve sünneti çok iyi bilen ve hayatında da uygulan bir alim olması gerekiyor, yok eğer bilmiyorsa zaten şeyh olamadığı gibi öyle birine şeyh denmezde.
Bütün İslami ilim dallarının kendilerine has terimleri bulunmaktadır. Manevi yol ise Tasavvuf ilmine ait, tamamen kişinin iç alemi ve ruh haliyle ilgili bir terimdir. Bu açıdan olaya yaklaşılınca bu öyle büyütülecek bir şey de değildir. Ama yinede konuya kısaca değinmekte fayda vardır. Bir önceki soruda evliyalıktan, Allah’a yakınlaşmaktan, Allah’la dost olmaktan ve Marifetullah ilminden bahsetmiştik. Kişinin hedefi böyle bir şey olunca kendisinden tam olarak istifade edeceği, kendisini hedefine ulaştıracak gerçek bir rehbere ihtiyacı vardır. Bunu da zaten isbat etmiştik. Tarihin derinliklerine bir göz atacak olursak, peygamber efendimizin sağlığında ve vefatından sonra sahte peygamberler ortaya çıkmıştır. O devrin insanlarının bir kısmı bunlara inanmış, sahabe-i kiram efendilerimiz ise bunlarla mücadele etmiştir. İşte maalesef günümüze değin bir çok sahte şeyh vakası olmuş insanlar aldatılmış ve dinleriyle oynanmıştır. Bu sahte şeyhlerle de mücadele etmek gerçek şeyhlerin görevi olmuştur. İşte gerçek şeyhler meraklılarına yaptıkları bu tür telkinlerle onların dikkatlerini çekip duygu ve düşüncelerinin istismar edilmesini engellemeye çalışmışlardır. Bu nedenle de Manevi yolları iyi bilen bir şeyh denilmektedir. Başka bir deyişle manevi yoldan kasıt, bu yola suluk eden kişi Allah’a olan ibadetlerini artırır. İşte bu ibadetleri yaparken nasıl bir haleti ruhiye meydana gelir, o anlarda nefis ve şeytan insana neleri telkin eder, bunları ancak yaşayanlar bilir. İşte o alimlerimizde bunu dikkate alarak amelleri ikiye ayırmışlar yani şekli ve ruhi olarak. işte manevi yollar amellerin bu ikinci kısmındaki halleri içerir. Bunu da ancak az öncede belirttiğimiz üzere yaşayanlar bilirler.
SUAL 4- " Maide suresinin 35. ayetinde geçen " O na yaklaşmaya vesile arayın " ilahi kelamı, şeyhi ALLAH ile kul arasında vasıta ve vesile kılmanın delili olarak gösterilmiştir. Buna bağlı olarak sık sık şeyhin ruhaniyetinden istianede bulunma yani ondan yardım isteme gereği tekrarlanmaktadır. Kişiyi ALLAH'a yaklaştıran şeyin, imandan sonra salih amel olduğu KUR'AN-I KERİM'in tam 62 ayetinde yer almıştır?
CEVAP 4- Aslında sorunuzun içerisinde yine cevabı mevcut. Siz diyorsunuz ki, “Kişiyi ALLAH'a yaklaştıran şeyin, imandan sonra salih amel olduğu KUR'AN-I KERİM'in tam 62 ayetinde yer almıştır.” Peki bu salih ameller nelerdir? Bunları açıklayabilir misiniz? Bu salih ameller kişinin belli başlı yapmış olduğu ibadetlerimi kapsıyor? Salih amelin lugattaki manasına bir göz atalım. “Salih amel, Hayırlı ve faydalı iş. Başka hiçbir maksat gözetmeksizin sadece Allah rızası için yapılan iş. Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uymak.” Şimdi bu açıklamalar gereği kişinin Allah’ın peygamberine tabi olması " De ki "Eğer ALLAH'ı seviyorsanız bana tabi olunki: ALLAH'da sizi sevsin ve günahlarınızıda affetsin."(Al-i İmran/31) salih bir amel değil midir? Kişinin bilmediği bir ilmi öğrenmek için "Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorunuz.” Nahl/ 43" bir alime baş vurması salih amel değil midir? Kişinin Allah’a yönelmiş birisine “Bana yönelenin yoluna uy.”(Lokman/15) uyması salih amel değil midir? Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. İşte bu sebeptendir ki Allah Teala" O na yaklaşmaya vesile arayın"(Maide/35) ayetinde sebeplerin, vesilelerin çokluğu nedeniyle şu emrimle veya bu emrimle bana yaklaşın dememiş bilakis salih amellerde önemli olan niyet olduğu için, kişinin 24 saatinde ihlaslı bir davranışla yapmış olduğu fiil hemen salih amele dönüşebilmektedir. Birinci soruda zaten bu olay cevaplanmıştır. Hem de şer-i delilleriyle. Oysa sizin burada getirdiğiniz bir tane dahi delil yoktur.
"Sizi ve yaptıklarınızı ALLAH cc yarattı. "(Saffat/96)buyurulmaktadır. Bu ayetten dolayı Tasavvuf ilmiyle uğraşanlar demişlerdir ki “La faile illa hu” bütün fiiller onun yaratmasıyladır. Bunun anlamı çok açık senin yakınlaşman için şeyh efendinin yapabileceği tek bir şey var sana kapıyı göstermek. O kapıyı açacak anahtar senin elinde ve açacak olan sensin. Şu kainatta olup biten her şeyin Allahın izni müsaadesi ve takdiriyle olduğuna inandıktan sonra, şeyh efendiden istianede bulunmakta hiçbir beis yoktur. Şu kainatta Onun müsadesi olmadan sinek dahi kanadını kıpırdatamaz. Bunu bütün müminler çok iyi bilir. Oysa bütün peygamberlerin mucizeleri anlatılırken hep şu şu mucizeleri yaptılar denir. Halbuki buna normalde hiç bir insanın gücü ve kuvveti yetmez bu haller hep ALLAH tealanın yardımıyla, takdiriyle, ihsanıyla ve ikramıyla olur. Şimdi burada o mucizelerden dolayı peygamberlere ilahlık isnad etmek ne kadar düşüncesizce bir hareket olacak olursa, mübarek ayetteki vesile kavramını ilahlaştırmakta son derece yanlış ve maksatlıdır. Aynı zamanda bu söylevi tarikat mürşitlerinin üzerine yıkmak yani vesile'nin manasını ilah olarak telafuz etmek son derece veballidir. Çünkü bu onları küfürle itham etmek demek olur. Ehli kıbleye küfür isnad etmek zaten küfrün aslıdır. Bunda da ittifak vardır. Ayrıca evliyaullah'ın nasıl vesile olduğunu zaten birinci sualde cevaplamıştık. O mübarek ayetteki vesile cümlesinin daha iyi anlaşılması için Şöyle bir soru sorsak, elçi ne demektir? Elçi meşhur manasında iki taraf arasında habercilik yaparak istek ve arzuları karşılıklı iletendir. Oysaki peygamberlerin elçiliği daha da farklıydı. Onlar Allah'tan aldıkları vahiyle hareket ederek insanları batıldan uzaklaştırıp hakka davet etmekteydiler. Bu ayet hükmünce peygamberler dahi vasıta ve vesiledirler. Siz dahi dersiniz ki kişiyi ALLAH'a yaklaştıran şeyin imandan sonra salih ameller oladuğu KUR'AN-I KERİM'in tam 62 ayetinde yer almıştır. Şimdi deriz ki, eğer Allah teala hazretleri peygamberler vasıtasıyla tüm insanlara kitap göndermeseydi imanın ve salih amelin ne olduğunu insanlar nasıl öğrenecekti? Oysaki ALLAH teala hazretleri o peygamberleri bu iş için memur edip onları birer elçi ve vesile kılmıştır. Eğer Allah teala hazretleri isteseydi hiç peygamber göndermeden dilediğini mümin dilediğini de kafir yapardı. Hiç şüphesiz O nun her şeye gücü yeter. Oysaki Cenab-ı Mevla sebepsiz olarak hiçbir şeyi yaratmamıştır. Her şeyin bir yaratılış sebebi vardır. Bunun aksini iddia etmek mümkünmü dür? Elbette ki mümkün değildir. Yani Allah teala hazretleri fiilleri yaratırken herhangi bir şeyi vesile ederek yaratıyor bu O nun adetullahıdır insanlar kamil bir şekilde imana nasıl ulaşılacağını ve en güzel bir biçimde nasıl ibadet edeceklerini hep hocalarımızdan ve mürşitlerimizden öğrenirler. Oysa hep öğreten ve yaptıran ALLAH teala hazretleridir. Onun için kişiler imanın neleri içerdiğini ve amellerin daha güzel nasıl yapılacağını alimlerin tebliği ve Kuranın tellallığını yapan mürşid-i kamillerin irşadıyla öğrenirlerde o zaman iman kemale erer ve insanlar Allah azze ve cellenin isteğine uygun olarak amel etmeye başlarlar. İşte şeyh efendilerin vesile ve vasıta oluşları bu cihettendir. Çünkü onlar sana en çok lazım olan din ilmini öğrenmene vesile olmuşlardır bunun KUR’AN ve SÜNNET'e aykırı bir yanının var olduğunu kim neyi delil getirerek iddia edebilir ki. Şeyhin ruhaniyetinden yardım istemek hususuna gelecek olursak burada öncelikle şunu iyi anlamak gerekir ki el açarak "Şeyhim beni mağfiret eyle, beni bütün bela ve musibetlerden muhafaza eyle bana güç kuvvet ihsan eyle bana bol rızık ver vs" gibi bir durum kastediliyorsa bu apaçık bir şirk olur. Oysa insanların birbirlerinden yardım istedikleri alışılagelmiş bir şeydir, insanlardan yapabilecekleri şeyleri istemek şirk olmaz, Allah teala hazretleri evliyalarına, salih kullarına ve ilim ihsan eylediği kullarına bizlerin bilmediği anlayıp idrak etmesinin imkansız olduğu bazı özel haller verdiğini herkes bilmektedir. Mesela peygamber efendimiz müte harbi esnasında kendileri Medinede oldukları halde kimlerin şehit olduğunu orda yanında bulunanlara haber vermiştir. Hemen insanın aklına şu gelir, ama o bir peygamberdi. Peki Hz Ömer efendimiz Medinede hutbe irad ederken aynı anda mecusilerle harp eden orduyu ikaz edişi ve o ordunun bunu duyuşunu unutmamak gerekir. Ne Hz Ömer efendimiz nede o ordudakiler peygamber değillerdi. Ama onlar ALLAH teala hazretlerinin veli kullarıydı ve o esnada oradaki hazır cemaat kendilerine gayb olan bir konudaki bu tavrından dolayı Hz Ömer efendimizi küfürle itham etmemiş ve bu bir keramettir bu ALLAH teala hazretlerinin ona bir lutfudur dercesine sukut etmişlerdir. Burada bizlere düşense eğer yardımdan maksat mağfiret talep etmek ise ALLAH için buğz etmek gerekir. Ancak şu asrımıza kadar hiç bir mürşid-i kamilden böyle bir söz çıkmamıştır. Yok eğer yardımdan maksat bu değil ise sukut etmek daha doğru olacaktır. Çünkü ALLAH tealanın kimlere ne ilimler ihsan ettiğini bilemeyiz bir ayeti kerimede mealen " İstediğine hikmeti verir. Kimede hikmet verilmişse, muhakkak ona büyük bir hayır verilmiş demektir. Bunu ancak öz sahipleri anlar. "(Bakara/269) buyurularak Allah tealanın bazı kullarına ancak kendisinde de o ilimden bir parça bulunan kulların anlayacağı bir takım üstünlükler verdiğini bu ayeti kerime bizlere apaçık bildirmektedir. Bir insan deseki ben bir anda dünyanın bir ucundan diğer ucuna gidiyorum dese ona buğz etmekmi doğru olur? Yoksa şeytan ALLAH teala’nın düşmanı olduğu halde istediği bir anda dünyanın bir ucundan diğer ucuna gidebiliyor ise ALLAH tealanın sevdiği bir kulu niçin gidemesin demek mi doğru olur? Şimdi şu ayeti kerime mealini tefekkür edelim " Kitaptan yanında bir bilgi olan adamda: " Gözünü kapamadan onu sana getiririm " dedi. Süleyman tahtın kendi yanında durduğunu görünce "Bu Rabbimin bana olan fazl ve ihsanıdır. Şükredip etmeyeceğim diye beni deniyor. Ve kim şükrederse o kendi faydasına şükreder. Kimde nankörlük ederse, muhakkak Rabbim olan ALLAH, hiç kimsenin şükrüne muhtaç değildir. Ve ikramı boldur" dedi. " (Neml/40) bu mealini okuduğumuz ayet-i kerimenin tefsirlerini de okumanın faydalı olacağına inanıyorum.
Ömer Nasuhi Bilmen: " Bütün vahiy ve şerayi ilmine vakıf olan veya levhi mahfuzdaki yazılana muttali bulunan veya hazreti Süleymana bir kitabın mündericatını bilen bir zat-ı alide, o tahtı Ey muhterem Hazreti Süleyman!... Birşeye atfinazar edipde daha ondan nazarını berteraf etmeden o tahtı huzuruna celbetmiş olurum. Bu mükalemeyi müteakip Hazreti Süleyman o tahtı öyle harikulade bir surette hemen huzuruna celbedilmiş buldu."
Elmalı: " Kendisine ilim verilmiş olan insanlardan biri (Semavi kitapların esrarına vakıf bir alim) onu, göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir zamanda getirebileceğini söyledi. Bir kütlenin iki aylık mesafeden göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre içinde getirilmesi, hemde bunun bir insan tarafından gerçekleştirlmesi, o zatın ilimdeki yüksekliğini göstermektedir."
Seyyid Kutub: " Ancak bu nezdinde kitaptan ilim bulunanın adı zikredilmiyor. Ve ilmin bulunduğu kitapta belirtilmiyor. Sadece bize onu mü'min bir kişi ve Allah ile alakasının bulunduğunu ve bu yüce güç kaynağından aldığı bilinmez bir güçle önünde hiçbir engelin ve mesafenin kalmadığını anlatıyor. Bu gibi haller Allah'a bağlanan bir çok kimselerde müşahade edilen ama sebebi ve sırrı belirlenemeyen hallerdir. Çünkü beşerin gündelik hayatında alıştığı şeylerin dışındaki durumlardır. Kainatımızda bizim bilmediğimiz nice sırlar bulunmaktadır. Ve bizim kullanamadığımız nice kuvvetler mevcuttur. Ayrıca beşer nefsinde farkına varamadığımız nice sırlar ve güçler bulunmaktadır. Allah nezaman dilerse, dilediği kimseye bu sırlarından bir kısmını gösterir. Burada nezdinde kitaptan bir ilim olduğu belirtilen kimse'de bilgisi yüzünden ruhen bazı gizli noktaları ve fevkalade halleri vuku bulduğu belirtiliyor."
İşte bu ayeti kerimenin mealinde ve tefsirlerinden de anlaşıldığı üzere o tahtı Hz Süleymana getiren zat bir peygamber değildi. Ama Allah tealanın hikmet verdiği veli bir kulu idi. Bunu mantıki olarak açıklamak mümkün değildir o zaman bizlere de düşen hiç şüphesiz o peygamber gibi şükretmek olmalıdır. Çünkü Allah teala hazretleri bizleri ilim verdiği sevdiği kullarıyla karşılaştırıyor ve dostluk ettiriyor. Ya bunun tam aksi olup kafirlerle karşılaştırsaydı ve onlarla arkadaşlık ettirseydi o zaman halimiz ne olurdu acaba?
SUAL 5- Müşriklerin ALLAH'tan başkalarına dua ettiklerini söyleyerek şeyhe dua edilmesinden bahsediyorsunuz?
CEVAP 5- İslam tarihi boyunca bir şeyhin " Bana dua ediniz " diye bir talebi varmı ki böyle bir sual sorma gereksinimi duydunuz? Varsa bunun veya bunların kimler olduğunu niçin söylemiyorsunuz? Yoksa hayal gücünüzü biraz fazla zorlayarak bunu siz mi uyduruyorsunuz? Böyle bir istek şimdiye dek vuku bulmamıştır ve bulamaz bu ancak bir uydurmanın ötesinde bir şey değildir. Çünkü hiçbir tasavvufi eserde sizin bu iddianızı destekleyecek mahiyette ne bir söz ne bir harf yoktur.
SUAL 6- ALLAH tealadan başka hiç kimseden yardım istenemeyeceğini söylüyor ve fatiha suresindeki " Yalnızca sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz " mealindeki ayeti kerimeyi delil getirerek şeyh den yardım istemekten bahsedip bunu şirk olarak tanımlıyorsunuz?
CEVAP 6- Aslında yukarıdaki sorulardan bir tanesi ile hemen hemen aynı olan bu soruya orada çok uzun bir şekilde cevap vermiştik. ama birazda burada cevap verelim. Yukarda belirttiğimiz gibi insanlar’dan yapabilecekleri hususlarda yardım istemek kadar doğal bir şey olamaz. Eğer yukarda zikrettiğiniz ayeti kerime mealine sizin açınızdan yaklaşacak olursak bir insanın başka bir insandan yardım istemesi açıkça şirk olur. Oysaki İslam'ı böyle dar kalıplar içerisine sokmak hiçte doğru değil. Çünkü bu durumda yeryüzünde iman sahibi kimseyi bulamazsınız. Sebebine gelince herkes birbirinden yardım istiyor. Öyle ise insanlardan yapabilecekleri şeyleri istemekte hiç bir beis yoktur. Kütüb-ü Sitte'de zikredilen bir kudsi hadiste ALLAH teala hazretleri şöyle buyurmaktadır " Her kim benim veli kullarımdan birine düşmanlık ederse Ben ona harb ilan ederim. Kulum bana üzerine farz kıldığım şeylerden daha fazla hiçbirşeyle yaklaşmamışdır. Kulum bana nafilelerlede yaklaşır, işte ben ozaman okulumu severim, eğer ben bir kulumu seversem O zaman o kulum Benimle görür, Benimle duyar, Benimle tutar, benimle yürür. Benden neyi isterse ona onu veririm ve neden Bana sığınırsa onu ondan korurum" şimdi aynı konu için bir önceki verdiğimiz cevaplardaki ayet meallerine baktığımızda bazı insanlara ALLAH teala hazretlerinin bir takım haller verdiğini kat-i bir surette isbat etmiştik. Bu hadisi şerifte o ayetlerle hemen hemen aynı manayı içeriyor hatta o ayetlerin küçük bir tefsiri hükmüne geçiyor. Mesela " okulum benimle görür " buyuruluyor ne demek bu? Allah teala her şeyi gören değil mi? " Hiç şüphesiz ALLAH yaptıklarınızı çok iyi görendir."(Bakara/265) bu ayet hükmünce ALLAH teala bu kainatta olup biten her şeyi görüyor ve bu hadisi şerife göre bazı kullarına da gösteriyor nitekim Hz Ömer efendimiz hutbedeyken ordunun halini görmedi mi? Gördü. Çünkü Allah teala hazretleri ona gösterdi O nun herşeye gücü yeter, yine hadisi şerifte " Benimle duyar " buyuruluyor. O kumandan Hz Ömer efendimizin emrini duyarak yerine getirmedi mi? Getirdi. Çünkü ALLAH teala hazretleri bazı kullarına duyuruyor ve yine hadisi şerife göre " Benimle yürür " buyuruluyor Neml Suresinin 40. ayetindeki o zatın Saba melikesinin tacını tahtını Hz Süleymana nasıl getirdiği malum. Çünkü onu ALLAH teala bizlerden farklı bir şekilde yürütüyor, o zat ne peygamberdi nede insan üstü bir varlık. O sadece Hz Süleymana tabi olmuş bir veli idi. Hz Süleymanın ümmetinden böyle zatlar çıkıyor da bizim ümmetimizden niçin çıkmasın? Bu tür zatlar halen bugün dahi mevcuttur ve o insanlar KUR'AN'ın hizmetçileridir.
SUAL 7- Şeyhe rabıta etmek şirk değilmidir?
CEVAP 7- Şeyhe rabıta etmekten bahs ediyorsunuz bunda herhangi bir beis yoktur. Kişinin sevdiği başka bir kişiyi düşünmesinden ve hayalinde canlandırmasından daha doğal bir şey olamaz. Bunu şirk olarak tanımlıyorsanız evvela size sormak lazım, malum ALLAH teala KUR'AN'da helal ve haram olan şeyleri bildirmiştir. Peki sizin bu konuda rabıtanın şirk olduğuna dair delil olarak elinizde bir ayet veya bir hadis var mı? Bu konuda ne bir ayet nede bir hadis mevcut değildir. Oysaki Hz Ebu Bekir efendimizin bir gün peygamber efendimizin huzuruna gelerek Ey ALLAH'ın Rasulu hayaliniz def-i hacet yaparken dahi gözümün önünden gitmiyor! dediği zaman ALLAH Rasulu ya Ebabekr bu senin yaptığın şirktir diyerek onu men etmemiş bilakis def-i hacet yapmasını söylemiştir. Şimdi sana soruyorum yapılan rabıta yalnızca mürşide olan muhabbettendir Ebu Bekir efendimizinki de ALLAH Rasulüne olan muhabbettendi, muhabbetten dolayı insanın şirke girdiğini ömrünü Tevhid uğruna geçirmiş olan bir peygamber bilmiyordu da sen mi biliyorsun? İşte bu sual Bediüzzamana sorulduğun da, hayatını iman hakikatlerine hizmet etmek için harcamış olan Said Nursi şirk olmadığını hakikat çekirdekleri isimli risalede bildirmiştir. Artık gelin bu inadınızdan vazgeçin ve sizlerde şer-i şerife sımsıkı sarılında din düşmanlarının oyunlarına alet olarak ümmetin arasında fitne çıkartmayın.
SUAL 8-Fena fillah önemli bir mertebe gibi gösteriliyor bunun KUR'AN ve SÜNNET'te bir delili varmı?
CEVAP 8- Manevi yolda olduğu gibi bu da Tasavvuf ilminin kendisine ait bir deyimidir. Bu cümlenin Tasavvuf ilmindeki manası da şudur. “Kulun bütün duygu, düşünce ve kabiliyetleri ile Allah’a yönelmesi. Allah adamı olması. Nefsin arzularını, heva ve hevesini dinlemeyip Allah’ın emirlerine bütün benliği ile teslim olması.”dır. Kişi kendi varlığını yok sayarak her tarafta Allahın varlığının tecellilerine vakıf olur bu hal Kur’anda ihsan olarak geçmektedir. İhsanın lugatta ki manası ise “Allah’ı görüyormuş casına ona ibadet etmek” tir. Kulun kendi zatının ALLAH tealanın zatı karşısında bir hiç olduğunu anlayıp kavraması ile devamlı bu şuur üzere yaşayıp yalnızca O nun sevdiklerini sevmek ve O nun sevmediği şeyleri sevmemektir. Zaten bir ayeti kerimede mealen " O'nun zatından başka her şey fanidir. "(Kasas/88) buyuruluyor. Şimdi birde bu ayetin tefsirlerini okuyalım.
Seyyid Kutub: " Herşey yıkılacaktır, herşey yok olacaktır... Mal ve makam... Kuvvet ve kudret... hayat ve eğlence...yeryüzü ve yeryüzündekiler... Gökler ve içindekiler... Bu kainat ve onun bildiğimiz ve bilmediğimiz herşeyi... her şey... her şey... Yok olacaktır... Allah'ın zatından başka baki kalacak hiç bir şey yoktur."
Ömer Nasuhi Bilmen: " Cenab-ı Hakk'tan başka ezeli ve ebedi bir şey yoktur. "
Elmalı: " Çünkü O'nun Kendisi dışındakilerin varlığı zati değil, Vacib Tealaya dayandığından her an yokluğa ğitmeye hazır olmakla esasen yok demektir, veya yok demektir."
İbn Kesir: " Allah'ın zatı dışında bütün zatlar fanidir, yok olacak ve zevale erecektir. "
İsmail Hakkı Bursevi: “Allah Tealanın varlığı zaruridir, fakat O’nun dışındakiler yok olmaya mahkumdur.”
Demek ki, Allah tealanın haricindeki herşey fani ve yok olucu. İşte kulun bu idrak üzere olmasında şer-i şerife aykırı olan nasıl bir yön var? Kulun bu şuuru elde etmesi nasıl önemsiz görülebilir? Eğer var ise niçin açıklamıyorsunuz ve bu konudaki delilleriniz nelerdir?
SUAL 9- " Nefsi emmare mutmainneye dönüşür, küfürden ve inkardan vazgeçer " deniliyor. Nefs-i emmareye ve Nefs-i mutmainneye KUR'AN-I KERİM dışında nasıl mana verilebilir? " Mutmainne demek imanında hiçbir şüphesi kalmamış demektir " Emmare ise" Ben nefsimi temize çıkarmam, çünki nefs rabbimin esirgemesi olmadıkça kötülüğü emreder durur. " (YUSUF SURESİ AYET 53) Burada Hz Yusuf A.S. emmare diye kendi nefsinden bahsetmektedir. Bir büyük peygamberin nefsi için emmare deniyorsa hiç kimse nefsi emmareden kurtulamaz demektir?
CEVAP 9- Nefsi emmare için delil olarak gösterdiğiniz ayetteki kişinin Yusuf A.S. olduğu bir kere kesin değildir. Bu ayeti kerimeyi ele almadan önce hem ayetin öncesi ve sonrasına hemde tefsirlerine bir göz atmakta fayda vardır.
Ayet/50 “(Adam bu yorumu getirince) kral dedi ki: "Onu bana getirin!" Elçi, Yusuf'a geldiği zaman, (Yusuf) dedi ki: "Efendine dön de ona: Ellerini kesen o kadınların zoru neydi? diye sor. Şüphesiz benim Rabbim onların hilesini çok iyi bilir."
Ayet/51 “(Kral kadınlara) dedi ki: Yusuf'un nefsinden murat almak istediğiniz zaman durumunuz neydi? Kadınlar, Hâşâ! Allah için, biz ondan hiçbir kötülük görmedik, dediler. Azizin karısı da dedi ki: "Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murat almak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir."
Ayet/52 “(Yusuf dedi ki): Bu, Aziz'in yokluğunda ona hainlik etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını (herkesin) bilmesi içindir.
Ayet/54 “Kral dedi ki: Onu bana getirin, onu kendime özel danışman edineyim. Onunla konuşunca: Bugün sen yanımızda yüksek makam sahibi ve güvenilir birisin, dedi.”
Ayetlerden de anlaşıldığı gibi 53. ayette bahsi geçen kişinin Yusuf aleyhisselam olduğu şüphelidir. Çünkü Kral Yusuf A.S. huzuruna çağırtıyor fakat Yusuf A.S. kendisine yapılan iftiradan kurtulmadıkça Kralın huzuruna gitmeyeceğini belirtiyor. Bu olayda Yusuf A.S masum olduğu anlaşılınca 54. ayette açıkça görüldüğü gibi Yusuf A.S. Kralın huzuruna sonradan geliyor.
İbn Kesir: " Birinci görüş, daha kuvvetli ve daha açıktır. Zira sözün akışının tamamı kralın huzurundan Aziz'in karısının sözlerindendir... Hz Yusuf AS yanlarında değildi. Aksine ondan sonra kral Hz Yusuf AS yanına getirtmiştir."
Seyyid Kutub: " Seven bir kadın bu..."
Ömer Nasuhi Bilmen: " Yusuf Aleyhisselam, kendi nefsini medh ve tezkiye etmediğini göstermek için bir tevazu eseri olarak (böyle söyledi) Cenab-ı Hakk, nüfusi beşeriyeden bir kısmını öyle şehevata inhimaktan fenalıklara atılmaktan siyanet buyurmuştur. İşte hazreti Yusuf'un nefside bu cümledendir. O bir nebiyyi zişan olduğu için ismete, siyaneti ilahiyeye nail bulunmuştur. (Ayrıca) nice nefisler bir rahmeti ilahiye sayesinde fenalıklardan kaçınarak ismet perverane bir halde yaşamaya kaadir olur." Şimdi ortada iki görüş var birincisi o sözü söyleyen Yusuf A.S. değildir. İkinci görüş ise Yusuf A.S’dır. Bu ikinci görüşü ele alacak olursak ki,: aslında bu ikinci görüşte sizinkiyle uyuşmuyor. Hz Yusuf AS tevazu gösterdiği için " Ben nefsimi temize çıkarmam " demektedir. Yine ayette " Çünki nefs rabbimin esirgemesi olmadıkça kötülüğü emreder durur " deniyor. Ayetin bu kısmına dikkat edecek olursak " Rabbimin esirgemesi olmadıkça " deniyor. Yani burada Allah Tealanın esirgemesinden bahsediliyor o halde cenab-ı mevla esirgemez ise, o zaman " Kötülüğü emreder durur. " kısmı umumu kapsar. Demek ki ALLAH tealanın esirgedikleri haricindekilere nefis kötülüğü emretmekte. Oysaki siz Hz Yusuf AS kendi nefsinin emmare olduğunu iddia ediyorsunuz bunu bu şekilde kabul edecek olursak o zaman şu suallere cevap vermeniz gerekir.
1- Eğer Hz Yusuf AS nefsi emmare ise, bu bütün peygamberleri de içine alır ki, ayette geçtiği üzere nefsi emmare daima kötülüğü emreder, o zaman bütün peygamberlerin bizler gibi günah işlemeleri gerekmez mi?
2- Peygamberlerin sıfatlarından bir tanesi de ismet sıfatıdır. Yani onlar masumdurlar ve günah dan beridirler. Çünkü ayette " Rabbimin esirgedikleri " denmekte Allah teala peygamberlerini esirgemedi ise o zaman kimleri esirgedi?
3- Siz nefsi mutmainneyi tarif ederken " Mutmainne demek imanında hiçbir şüphesi kalmamış demektir " diyorsunuz. Ozaman Yusuf AS tam iman edememiş miydi ki nefsi emmareden kurtulamadı? Bir peygamber kendisinin tam olarak inanıp şüphelerini gideremediği konularda başkalarının inanmasını nasıl bekler? İşte bu suallare cevap veremezseniz bu çok büyük bir saçmalık olur. Hadiseye sizin açınızdan bakacak olursak peygamberlerde dahil bütün insanların imanından şüphe etmek gerekir. Çünkü tam bir şekilde iman esaslarına inanamamışlar demek oluyor. Buda kişiyi helaka götürmeye yeterde artar bile. Onun için bir kardeşiniz olarak size tavsiyem en kısa zamanda bu iddialarınızdan vazgeçerek ümmetin arasına sokulmaya çalışılan tefrikalara fitnelere alet olmayın.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
.
.