- Kategori: Zekat
- Gösterim: 4567
Halis ECE
ZEKÂT NEDİR?
Zekat, İslamî ölçülere göre zengin sayılan bütün Müslümanların, verilmesi uygun olan kişilere ve yerlere her yıl belli oranda vermeleri gereken mali bir ibadettir.
Ramazan ayında yapılan ibadetlerin sevabı daha çok olduğu için, mesela bir farz yetmiş farza muadil, bir nafile de farz ibadet yerine geçtiğinden, zekat da ekseriyetle bu ayda verilmektedir. Dolayısiyle zekatla ilgili meseleler de fazlaca bu ayda konuşulmaktadır.
İşte bu mübarek hicrî 1426 Ramazan’ında da gördük ki, zekatın kimlere, nerelere verileceği, hangi hizmetlere harcanıp harcanmayağı hususunda Müslüman kardeşlerimizin sıkıntıları var... Bu sıkıntıları gidermek, şüphe ve tereddütleri ortadan kaldırmak, meselenin hallinde bir nebze de olsa yardımcı olabilmek için bu çalışmayı kaleme aldık. Gücümüzün yettiğince bu konudaki sualleri cevapsız bırakmamaya gayret ettik. Bununla birlikte elbette ki kul olarak hatalarımız, gözden kaçmış eksik ve noksanlarımız olabilir. Hâl böyle olunca; çalışmamızın mükemmel, yeterli ve kusursuz olduğunu söylememiz mümkün değildir.
Bu sebeple Cenab-ı Hak’tan ümidimiz hatalarımızın affı; okurlarımızdan ricâmız, eksik ve noksanlarımızı aczimize hamlederek tamamlamaları ve mümkünse bizi haberdar etmeleridir.
***
İSLÂM’IN KÖPRÜSÜ VE NAMAZDAN SONRAKİ ESASI Z E K Â T T I R
Zekât lûgatte temizlik, artma-üreme ve bereket mânâlarınadır. Zekâtı verilen malın temizleneceği, üreyeyip bereketleneceği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklanmıştır:
“(Resûlüm!) Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin. (Yani günah kirlerinden temizlenmelerine ve hasenâtlarının bereketlenmesine, muhlisler derecesine terfî edilmelerine sebep olasın).”(1)
Fıkıh lisânında ise zekât, “Bir malın, şerîat tarafından tayin edilen miktarını, Müslüman zenginin seneden seneye, zekât alabilecek sekiz sınıftan birine temlik etmesi; yani, hiçbir menfaat ve istifâde alâkası olmamak üzere ona vermesi” demektir.
Zekât, İslâm’ın beş şartından birisi olan mâli bir ibadettir. Hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmıştır.
Zekâtın farz oluşu en doğru görüşe göre fevrîdir; yani zekât vermesi gerekli olan kişi, hiç geciktirmeden hemen zekâtını vermelidir. Aksi halde günahkâr olur.(2)
Zekât, kulların kulluktaki sadâkatlerine delâlet eder. Bu bakımdan zekâta, yukarıda zikri geçen ayette olduğu gibi, “sadaka” da denilmiştir. Bununla beraber “sadaka” tâbiri, zekâttan daha umûmidir; vacipleri, nafileleri de içine alır. Zekât ise sadece farz olan için kullanılır.(3)
Zekât, farz bir ibâdet olduğundan bunun edâsında riyâ söz konusu olmaz. Bilakis başkalarına iyi bir örnek olma durumu da vardır. Ayrıca kişi, başkalarının sû-i zannından da kurtulmuş olur. Bu bakımdan alenî olarak verilmesi efdâldir. Nâfile sadakalarda ise böyle değildir. Onları gizlice verip gösteriş ihtimâlinden kaçınmak lâzımdır.
***
ZEKÂTIN VERİLECEĞİ, HARCANACAĞI YERLER
Kur‘ân-ı Kerim, zekâtın verilebileceği kimseleri hususî bir biçimde sıralayıp, sonra da nerelere harcanabileceğini şöyle ifade eder:
“Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak fakirlere, yoksullara, üzerinde çalışanlara (zekât toplamak üzere vazifeli memurlara), kalbleri te'lif olacak olanlara (İslâm'a ısındırılmak istenenlere) verilir; âzât edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda ve yolcu olanlar için sarf edilir.”(4)
Görüldüğü üzere âyet-i kerimede, zekâtın verileceği insanlar ve sarf edilebileceği/harcanacağı yerler sekiz sınıf olarak belirtilmiştir:
1. Fakirler: Nisap miktarından az bir mala sahip olan ve mevcut malı ihtiyacına kifâyet etmeyenlerdir. Yani normal ölçülerde geliri giderini karşılamayan kimseler.
2. Miskinler: Fakirden daha aşağı derecede olup hiçbir şeye sahip olmayan yoksullar.
3. Âmil: Ülü’l-emr tarafından zekât, sadaka ve öşürleri toplamak üzere vazifelendirilen memurdur.
4. Müellefe-i kulûb: Kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenler.
5. Borçlular: Borç altında olup da, ödeme imkanı bulunmayan kimseler.
6. Yolcu: Yolda kalan kimse, yani memleketinde malı-mülkü olsa bile, gurbette parasız kalmış kimseler.
7. Köle: Hür/özgür olmayan kimse.
8. Fî sebîlillah: Allah yolunda demektir.
Bu sekiz sınıftan “tahsis lâmı” ile beyan olunan ilk dört grup için temlikin şart; zarfiyet edâtı olan “fî” ile ifade edilen dört kısım sarf yerleri içinse, temlikin şart olmadığı söylenmiştir. Temlikin bunlar için de gerekli olduğunu söyleyenler ise, zekâtı, onların ihtiyaçlarını görmekle vazifeli kimselere vermek suretiyle de bunun yerine gelmiş olacağını ifade etmişlerdir. Zira Allah yolundaki mücahitlerin, “cihad ihtiyaçları”nın hepsini bizzat kendilerinin temin edebilmeleri mümkün değildir. Bu uygulamadaki asıl maksat ise, ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre zekâtları, mücâhitlerin teker teker bizzat kendilerine değil de, veliyyü’l-emr’e yani onların işlerini-hizmetlerini görmekle, ihtiyaçlarını gidermekle görevli kişi veya kişilere teslim etmekle de temlik tahakkuk etmiş ve farz yerine getirilmiş olur.
Zekâtla alâkalı bu âyet-i celile (nass), günümüzde çocuklarımızın-gençlerimizin en iyi şekilde yetişmeleri için faâliyet gösteren İslâmî müesseselerin-derneklerin mâlî yapısını teşekkül ettirecek şekilde genişçe tefsir ve te'vil edilmeye (yorumlamaya) gayet müsaittir.
***
“FÎ SEBÎLİLLAH” KAVRAMININ ÇERÇEVESİ
Bir kısım âlimler âyetin lafzına uygun olarak umumi manâsını genişletip, “fî sebîlillah”a;
a) Kendilerini hayra-iyiliğe vakfedenler,
b) Dinî ilimleri tahsil eden talebeler, mânâlarını da dahil etmişlerdir.
Cenâb-ı Hak bu sınıfı mutlak olarak zikretmiştir. Buna göre, Allah Teâlâ’ının murad ve beyânını aşmamak şartıyla, zamanın ihtiyaç ve icapları gözönüne alınarak, âyetin lafzına ve ruhuna münasip düşen her türlü hayır ve tâat bu sınıfa dahildir. Bu sınıflar arasında zamanın şartlarına göre tercih ve değerlendirme de olabilir.
İslâm’ın yayılması, Müslümanların yükselmesi için hangi sınıf daha lüzumlu ise, zekât vermekte de ona öncelik tanınması gerekir. Meselâ; harp zamanında, harbe iştirak eden İslâm mücâhit ve gazilerine zekât vermeyi tercih etmek daha uygundur. Ancak, harbin uzun zaman kesilmesi; yahut harbin, İslâm'ın yükselmesi gayesinden uzaklaşması halinde, zekâtı, diğer bir sınıfa meselâ; ilim öğrenmek ve öğretmek için kendilerini bu yola vakfetmiş olan kimselere veya bunların ihtiyaçları için kullanılmak üzere vermek, elbette ki daha münasip olacaktır. Bunların ihtiyaçları ise; binadır, binanın arsasıdır, inşaatın her türlü malzemesidir; yiyecek-içecek, yakacak-yatacak... kısacası, ülke ve insanlık yararına okuyup yetişmeleri için lüzum eden her şeydir.
Binâenaleyh, Kur'ân ilmini okuyanlar ve okutanlar “fi sebîllllah” kavramının umumi mânâsına hakkıyla dahil oldukları gibi, hususi mânâsı olan “mücâhitler” sınıfına da dahildirler. Dolayısiyle cihadın zamanımızdaki şekline en güzel surette katılmış oluyorlar.(5) Şu halde, zekât ve fıtreyi; ya bizzat onlara veya vekâleten onların her türlü ihtiyaçlarında kullanılmak üzere, bu hizmetlerle alâkadar olanlara vermek en uygun olan yoldur.
***
Dilerseniz “fî sebîlillah” kavramını biraz daha genişçe ele alalım... Bu madde üzerinde çeşitli rivâyetler vardır. Tefsirlerde özetle deniliyor ki:
“Fî sebîlillah’dan murad; gâzilerdir, mücâhitlerdir, nöbet bekleyenlerdir. Hac yolcularıdır, dini imtisal edenler, yani hayatlarının her alanında dinî kriterleri örnek alıp ona uymaya çalışan âbitler-zâhitler, dindarlardır. Keza, cihad eden orduyu techiz etmektir. Bu bakımdan, mücâhitlerin ihtiyacı olan her türlü eşya; yiyecek-içecek, giyecek, yakacak, barınak ve benzeri, ‘Onlara (düşmanlarınıza) karşı kuvvet hazırlayın’(6) âyetinin muhtevâsı içindedir.”
“Fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesi bazı âyetlerde umumî bir şekilde geldiği halde, bazılarında “cihâd” ile beraber zikredilmektedir. “Allah yolunda mal ve canla cihâd” emirlerinin muharebe-mücadele masraflarını karşılamayı ve her çeşit cihad ihtiyacının temini gâyesiyle yapılacak harcamaları ifâde ettiği açıktır. Cihâda temas edilmeden mutlak olarak Allah yolunda harcamayı emreden âyetlerden ise sadece böyle bir mânayı çıkarmak zordur. Çünki cihad da dâhil olmak üzere Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’nun tarafından istenen her türlü iş O’nun yolunda demektir. Böylece incelemesini yaptığımız Tevbe sûresi 60. âyetteki “fî sebîlillah” kavramını; Allah yolundaki her türlü hizmeti, hayır işlerini, iyi ve güzel şeyleri içine alacak şekilde geniş olarak tefsir etmek mümkündür.
Bir devletin gelirlerinden bir kısmını savunma harcamalarına ayırması, hayâtî bir zarûrettir. İslâm gibi hükümranlık gâyesiyle değil ve fakat sırf kendini dünya insanlığına duyurup İslâm’dan onların da istifade edebilmeleri için cihâdı, Devlet’in aslî vazîfeleri arasında sayan bir dînin, devlet gelirlerinden bir kısmını bu sâhaya ayıracağı da muhakkaktır. İslâm cemiyetinin dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması ise, her şeyden önde gelen bir vazîfedir. Bunun için Peygamberimiz (s.a.v.), devleti kurar kurmaz meydana getirdiği kanunî esaslara (kurucu anayasaya);
“(Bir harp vukûunda) Yahûdiler’in masrafları kendi üzerlerine ve Müslümanlar’ın masrafları kendi üzerlerinedir. Muhakkak ki bu sayfada belirtilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır” meâlinde bir madde koymuştur. Resûlülllah Efendimiz zamanında bir harp vukû bulursa, herkes gerekli âlet-edevat ve azığını kendisi tedârik ederdi. Fakir olanlar ise devlet tarafından techiz ediliyor veya zekât mükellefi olan mü’minler, zekâtlarını bu gibilerine vererek, onları da techizât ve azık edinme imkânlarına kavuşturuyorlardı.
Peygamberimiz’den (s.a.v.) sonra ise bilhassa Hz. Ömer (r.a.) zamanından itabaren dâimî ve maaşlı ordular meydana getirildi.
İslâm âlimlerinden bir kısmı, Tevbe sûresi 60. âyette geçen bu “fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesini dar mânâda tefsir ederek; bunun harbe katılma imkân ve vâsıtalarından mahrum kişilere, gerekli teçhizâtı almaları ve azık masraflarını karşılamaları için yapılacak ödemeleri gösterdiğini ifâde etmektedirler. Şöyle ki:
İmam Muhammed’in dışındaki Hanefî’lerin görüşleri böyle olduğu gibi, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’in görüşleri de küçük farklılıklarla beraber hep bu merkezdedir. Meselâ İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre, harbe katılacak kimse zengin dahi olsa, bu fasıldan ona zekât ödenir. İmam-ı Â’zâm hazretlerine göre, böylelerine zekâttan harcama yapılmaz. Şâfiî mezhebinden İmam Mâverdî ve Hânefî mezhebinden İmam Ferrâ’ya göre bu fasıldan ancak, askerî dîvandan maaş almayıp gönüllü harbe katılanlara (mutatavvi’a) harcama yapılır. Hanbelîler’den el-Hırakî (ö. 334 H.) gibi âlimler, “fî sebîlillah” faslından hac esnasında ihtiyaç içine düşmüş kimselere de yardım yapılacağını söylerken, Hanefîler’den İmam Muhammed bununla sâdece böyle durumda olan hacıların kastedildiğini ifâde eder. (Rahimehümüllah)
Zekâtta temlîk’i yani verileni ferdin mülkiyetine intikal ettirmeyi şart koşan âlimler; zekât gelirlerinin yol ve ulaşım tesislerine, ibâdethâne ve mekteplerin/okulların yapımına, sulama kanal ve tesislerine ve kalelerin yapımına harcanamayacağı görüşündedirler. Bilhassa Hanefî ve Hanbelî’ler bunu eserlerinde belirtirler.
İmam Mâlik de zekât gelirleriyle câmi yaptırılamayacağını söylüyor ki, bundan, onun da görüşünün aynı merkezde olduğu anlaşılıyor. Ancak İmam Ebû Yûsuf Kitâbü’l-Harâc adlı eserinde, -diğer Hanefî kaynaklarının onun görüşü hakkında verdikleri mâlumata zıt olarak- bu fasıldan; vergi memurlarının maaşları ödenmiş olmak şartiyle, yol yapım ve ıslâhına da harcama yapılabileceğini yazar.
Gene Hanefîler’den Kâsânî (Ö. 587/1191) “fî sebîlilah” ıstılâhını; “Allah’a yaklaştıran bütün işler (hayırlı hizmetler-sâlih ameller)” diye târif eder ve hayır yaptıran kimselere paraları yetmediğinde bu fasıldan yardım yapılacağını, söyler. Ancak o, yukarıda sayılan işlere, doğrudan harcama yerine, bu işleri yapanlara zekât vermekten söz etmektedir.
Yukarıda zikri geçen ulemânın bu görüşlerine karşılık, zekât gelirlerinin yol ve köprüye de harcanabileceği görüşünde olan âlimler de vardır... Enes b. Mâlik, Hasan-ı Basrî ve Atâ‘ rahimehümüllah bunlardandır. Fahr-i Râzî hazretlerinin de aynı görüşü paylaştığı görülmektedir. Ona göre “fî-sebîlilah” kavramını yalnız muhâriplere/mücahitlere tahsis etmek îcap etmez.
Fahr-i Râzî, Kaffâl’in tefsirinden verdiği nakillerde isim vermeden bazı âlimlerin de bu fâsıldan zekâtın kale, cami ve mescid yapımı gibi bütün hayır işlerine sarfını câiz gördüklerini kaydeder. Osmanlılar döneminde, “Masârifü Beyti’l-Mâl” adlı bir risâle de yazmış olan Dede b. Yahşî (yahut Bahşî) zengin olmayan ilim adamlarının, araştırmaları için lâzım olan eserleri satın alabilmeleri maksadıyla onlara zekâttan verileceğini söyler ve bazılarının “fî sebîlillah” ıstılâhını ilmî araştırma yapanlar olarak da tefsir ettiklerini kaydeder.
***
S O N U Ç
“Fî sebîlillah” mefhumu, İslâm’ın her yoldan ve her çeşit usûlle tebliği, anlatılması, öğretilmesi, müdâfaası ve hayrın temini ile alâkalı fiil ve faaliyetlere işâret etmektedir. Dul kadınlar ve yetimler lehine ödemelerde bulunmayı, mektep ve medreselere yardım yapmayı, hastahânelere, câmilere tahsîsât ayrılmasını ve İslâm ordusunun âlet ve edevât ile teçhizâtını vesâir masraflarını karşılamayı, vatan müdâfaası için bir takım askerî sâbit tesisler kurma masraflarına katılmayı ve benzeri harcamaları içine almaktadır.
Görüldüğü gibi âlimlerin büyük çoğunluğu, Müslüman tebaadan toplanan zekâtların, ister İslâm devleti vasıtasıyla olsun ister şahıslar eliyle olsun, Tevbe sûresi 60. âyette gösterilen fertlere hizmet olarak değil de mülk olarak intikal ettirilmesi (temlik) hususunda görüş birliği içindedirler ve bunda ısrarlıdırlar.
Sarf meselesine gelince; devlet hizmetlerinin, kamu harcamalarının ve her çeşit yatırım giderlerinin bir İslâm devletinde zekât gelirleriyle karşılanmaması halinde, yürütmenin imkânsız hâle geleceği muhakkaktır. Bu durumda “fî sebîlillah (Allah yolunda)” ıstılâhını en geniş mânâsıyle tefsir etmekten veya bir kesimin gelirleri yeterli olmadığında diğer kesimden tahsisat aktarmasına müsaade etmekten başka bir çâre de kalmamaktadır. Nitekim Hanefî ve Hanbelîler bu noktada devlete, tahsisat aktarmayı yani bir gelir çeşidiyle karşılanması gereken masrafları, zarûrî hallerde diğer gelir çeşidiyle karşılama izin ve selâhiyetini vermişlerdir.(7)
***
Günümüze gelince…
İslâmî ve insanî hizmetlerin daha iyi yürütülebilmesi, dinin öğretilmesi-yayılması, gelecek nesillerin iyi birer fert, topluma yararlı, güzel ahlâklı insanlar olarak yetişmeleri için bazı gayretli Müslümanlar tarafından, ülkemizin hukuk sistemi çerçevesinde dernekler kurulmuştur. Söz konusu hizmetlerin yerine getirilebilmesi, yürütülebilmesi için lazım olan pek çok şeyin yanında, öncelikle öğrencilerin kalıp barınabilecekleri yurt binalarına ihtiyaç vardır. Bu binaların arsası ve yapımı için yardım devletten gelmediğine, gökten zenbille inmediğine ve bu derneklerin belli bir akarı da olmadığına göre, elbette ki vatandaşlardan temin edilecektir. Vatandaşın yardımı da ya bağış, ya da zekât ve sadaka yoluyla olacaktır. Günümüzde, yürütülmeye çalışılan bu hizmetlerin ise, zekâtın harcanabileceği sekiz sınıftan “Allah yolunda” kavramının içine girmediğini söylemeyi-söyleyebilmeyi bir kenara bırakınız, düşünmenin bile imkânsız olduğu âşikârdır. Barınacak bir yer olmadan o öğrencileri nerede yedirip içireceksiniz? Onların sağlıklarını nasıl koruyacak, istirahatlerini, okuyup yazmalarını, düzenli ders çalışmalarını nasıl temin edeceksiniz? Demek ki temel ihtiyaç, öncelikle bina… diğerleri ondan sonra geliyor ve ancak onunla birlikte var olabiliyor.
Şimdi, hal böyle iken, kalkıp hangi akıl-mantık, insaf-iz‘an ölçülerine dayanarak, “efendim camiye, yurt binasına zekât verilmez” denilebiliyor!” (Herhalde bununla ‘harcanmaz’ demeyi kastediyorlar.) Gerçekten anlamak zor. Âmiyâne ifadeyle, senin dinin için kalkıp ABD mi yardım edecek, AB mi hibede bulunacak, Vatikan mı el uzatacak, Havra mı iâne yapacak?!.. Her sahada olduğu gibi bu noktada da söz söylerken en azından insafı elden bırakmamak gerek. Söylediğimiz sözün hangi sonuçları doğuracağını, meselenin nasıl da kördüğüm olacağını iyi hesap etmemiz lâzım.
Ayrıca bu mevzuda birbirine karıştırılan iki önemli husus var; “temlik” ve “tasarruf”. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi temlik, zekât verilecek kişinin, bunu bizzat kendisinin almasıyla gerçekleşeceği gibi, bir başkasının onun adına vekâleten almasıyla da yerine gelmiş olur. Bu gibi hizmetlerin ifasında da, talebenin bizzat yardım toplaması yerine, bu işi onlar adına vekâleten başkalarının görmesi elbette ki daha doğru olur. Hatta tasarruf/harcama meselesi de böyledir. Öğrenci her şeyi, her ihtiyacı hesap edemeyebilir; çünkü onların asıl işi o değildir. Ama veliyyülemr mevkiindeki vazifelilerin durumu farklıdır; onların esas görevleri, talebenin iaşe ve ibatelerini temindir. Onlar, ihtiyaca göre, ihtiyaçların lüzum ve önemine göre sarfta/harcamada bulunurlar.
Zekâtın bina inşaatına harcanıp harcanamayacağı meselesi de yine yukarıda açıkça belirtildi. Bunun caiz olduğuna dair pek çok âlimin görüşleri ortada… Bunları gözardı ademeyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilâfı (onlar için) geniş bir rahmettir”(8) buyuruyor. Yani âlimlerin herhangi bir mevzuda farklı görüşler-içtihatlar ortaya koymaları, meseleye esneklik kazandırmaları ümmet için çok büyük bir kolaylıktır. Onları sıkıntıdan, darlıktan kurtarır. Zira her hususta tek bir görüşe uymak zorunda kalmak, başka çıkış yollarına müracaat edememek elbette ki büyük bir sıkıntıdır. Fetvalarda meselenin tarihî seyri, insanların ihtiyaçları, yararına olup olmayan hususlar mutlaka dikkate alınır; vaziyete en uygun, fertlerin ve toplumun faydasına olan içtihat ve görüşlere dayanılarak hüküm verilir. Zamanımızın şartları ise ortadadır, ayrıca bir açıklamaya gerek olmayacak kadar nettir. O bakımdan son söz olarak diyoruz ki;
Günümüzde hayır cemiyetlerinin ve bilhassa öğrenci derneklerinin görevlileri/yetkilileri öğrenciler adına zekât alabilir/toplayabilir… ve bu toplanan zekâtlar, diğer yardımlar gibi, öğrencilerin bina ihtiyaçları da dahil olmak üzere her türlü hizmetleri için harcanabilir. Bunun caiz olup olmayacağı tartışmasının lüzumsuzluğu bir kenara, hatta, zekâtın verilebileceği en uygun yerlerin başında buraların geldiğini söylemenin bile zâit olacağı açıktır.
DİPNOTLAR
(1) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 103.
(2) el-Mergınâni, el-Hidâye, 1, 96; Mehmed Zihnî, Nimet-i İslâm, 2, 5.
(3) Elmalı’lı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, bty. 2, 933.
(4) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 60.
(5) Hak Dini Kur’an Dili, Ruhu’l-Beyan, Kurtubî, Mecmûatün mine’t-Tefâsîr, Tefsîr-i Kebîr başta olmak üzere muhtelif tefsirler.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Enfâl sûresi, 60.
(7) Dr. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Devlet Bütçesi, İst. 1984.
(8) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, bty., s. 42.
.
Kelime olarak 'onda bir' demek olan öşür, fıkıh literatüründe, toprak ürünlerinin zekâtı anlamında kullanılmaktadır.
Öşrün farziyeti, şer‘î delillerden hem Kitap, hem Sünnet hem de icma‘ ile sabittir.
Tahıl ve meyvelerde zekâtın (öşür) gerekli olduğu Kur’ân-ı Kerim’de şöyle ifade olunmaktadır: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyi olanından ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alamayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın...”(1) Âyette geçen“kazandığınız şeyler”den maksat, ticaret mallarıdır, onların zekâtı söz konusudur. “Size yerden çıkardığımız şeyler”den murad ise tarım ürünleri olup, bunların öşrü kastedilir.(2)
Hadîs-i şerifte de şöyle buyrulmuştur: “Nehirlerin ve yağmur sularının suladığı mahsullerde öşür (onda bir), hayvanla sulanan [parayla sulanan, masraf edilen] mahsullerde yarım öşür (yirmide bir) vardır.”(3)
Ümmetin icmâ‘ı da bu yönde olmuştur.
Öşrün farz olması için iki önemli şart vardır:
• Ehliyet,
• Mahalliyet.
Ehliyet, arâzi sahibinin Müslüman olması ve öşrün farz olduğunu bilmesi demektir. Öşürde mülk sahibinin akıllı olması, bâliğ olması, zengin olması gibi şartlar yoktur; itibar toprağın sahibine değil, arâziyedir. Yani mal sahibi çocuk, deli veya fakir de olsa, onun arâzisinden çıkan ürünlerden öşür alınır.(4)
Zekâtta aranan bazı şartlar, öşürde aranmaz... Meselâ; altın, gümüş, para ve ticaret mallarında, yılda bir defa zekât vermek gerekirken; arâzide, yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, mükellefin elindeki malın-paranın, üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu halde, mahsullerde bir yıl geçmesi beklenmeden, hasat zamanı hemen öşürünü vermek gerekir. Borçlu olan kimseden, dinen zekât verme yükümlülüğü düştüğü halde, öşür borcu düşmez. Bu bakımdan her Müslümana, -borçlu da olsa- arâzisinden çıkan mahsul için öşür vermek farzdır.
Mahalliyet, öşrün farz olması için, arâzinin öşür arâzisi olması şartıdır.
Öşür arâzisi, Müslümanlar tarafından fethedilerek mücâhitlere ve diğer Müslüman halka taksim ve temlik edilen arâzidir. Yani öşür arâzisi, sahibinin mülküdür, her türlü tasarrufa selahiyetlidir, istediği gibi hareket edebilir... Satar, kiraya verir, hibe eder, vakfedebilir; kimse müdâhale edemez. Zira bu kısım arâzi; sahibinin evi, dükkanı ve parası gibidir. İstediği şekilde tasarruf etme/kullanma hakkına sahiptir.
Bugün memleketimizde devlet, arâziyi millete temlik etmiş, tapuyla Müslümanlar bu arâzilere sahip olmuşlardır. Diledikleri gibi tasarruf edebiliyor; satıyor, alıyor, bağışlıyor, vakfediyor ve mîras bırakabiliyorlar. Bütün bunlar mülkiyet ifadesidir. Bu itibarla arâzilerimizden çıkan ürünlerin öşrünün (verilmesi gereken kişilere/yerlere) verilmesi farzdır.(5) Günümüzde Müslümanlar, bu farzın yerine getirilmesinde dikkatli ve uyanık olmalı, gaflete düşmemelidirler.
Öşürde nisap yoktur. Yerden çıkan mahsûlün, azından da çoğundan da öşür vermek gerekir; zenginlik de şart değildir.
Öşür, arâziden elde edilen ürünün tamamından hesap edilir... Tohum, ekip biçme, sulama, gübre, ilaç ve sair masrafların hiç biri düşülmeden verilir. Zaten meselâ sulama-gübreleme-ilaçlama gibi masraflı bir tarım yapılmışsa, zekât miktarı yirmide bir’e düşeceği için, masraf fazlalığı bu yolla giderilmiş olur.(6)
Malın öşrü verilmeden, sahibinin o maldan yemesi helâl değildir; ancak, yediğini de hesap edip onun da öşrünü vermek niyetiyle yerse câiz olur.
Öşür, malın cinsinden verildiği gibi, kıymetinden de verilebilir. Yani, onda bir veya yirmide bir’in bedeli kaç lira ise para olarak ödenebilir.
Öşrün verilme zamanı, ürünlerin kaldırıldığı ve meyvelerin toplandığı vakittir.
Dilerseniz mevzuu Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edilen bir hadîs-i şerifle noktalayalım:
“Bir gün bir adam, buluttan şöyle bir ses -veya gök gürültüsü- duyar:
‘Falancanın bahçesini sula!’ O adam şöyle anlatır: ‘Ben o bahçeye vardığımda, orada bulunan birisiyle karşılıştım ve ona,
- Adın ne? diye sorduğumda o,
- Falan oğlu falan oğlu filanca, diye cevap verdi. Ben ona,
- Sen bu bahçeyi biçtiğinde onu ne yapıyorsun? dediğimde ise o,
- Bunu niçin sordun? diyerek (soruma soruyla karşılık verdi).
- Ben buluttan, falancanın bahçesini sula, diyen bir ses duydum, dedim. Bunun üzerine,
- Madem ki sen bunu sordun söyleyeyim, dedi ve şu açıklamayı yaptı:
Ben bunu üç kısma ayırıyorum. Üçte birini kendim ve ailem için, üçte birini fakirler ve yolcular için, üçte birini de bu bahçeme harcıyorum.”(7)
Tabii ki yukarıda anlatılan onda bir, yirmide bir ölçüleri öşürde şeriatin emri... O miktarları vermek farz. Diğer bir tabirle işin fetva yönü bu.Takva yönüne gelince, hadis-i şerifte anlatıldığı gibi, orada bir sınır yok... Kişi, takvasının derecesine göre istediği kadar fazla vermekte serbest. Muhakkak ki mükafatını da ona göre alacak.
Cenab-ı Hak, cümlemizi fitresini, zekâkını ve öşrünü tam olarak veren cömert kulları arasına ilhak buyursun.
Not: Evlerin bahçelerindeki ağaçların meyvelerinden, balkonlardaki/çatılardaki saksılarda yetiştirilen sebzelerden öşür vermek vacip olmaz. Hatta o ev, öşür arazisi üzerine yapılmış olsa bile...
DİPNOTLAR
(1) Bakara sûresi, 2/267.
(2) es-Serahsî, el-Mebsût, 3, 2.
(3)Sahîh-i Müslim Terc. ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, İst., 1977, 5, 280.
(4) es-Serahsî, el-Mebsût, 3, 4; İbn Nüceym, el-Bahru’r-Râik, 2, 254.
(5) Zaruri bir açıklama: Ö.N. Bilmen merhumun B. İslâm İlmihali’ndeki öşürle alakalı değerlendirmesi, bilindiği üzere farklıdır. Oradaki hüküm, Ebussuud Efendi Fetvalarındaki gibi mîrî arâziye (devlet arâzisi) göredir, mülk yani öşür arâzisine göre değildir. Oysa bugün vatandaşın elinde bulunan arâzi, onun tapulu malıdır, mülkiyeti kendisine ait olup, istediği gibi tasarruf hakkına sahiptir. Bu itibarla ülkemizdeki arâziler öşür arâzisidir, çıkan mühsullerden öşür verilmesi gerekir.
(6) İbn Hümâm, Fethu’l-Kadir, 2, 8-9; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1, 187.
(7) Müslim, Sahîh, Zühd, 45 (4, 2288).
.
Bu husustaki Din İşleri Yüksek Kurulu'nun 02.08.1979 tarihli fetvası şöyle:
“Türk Hava Kurumu ve benzeri dernek vkuruluşlara zekât ve fıtır sadakası verilmesi dînen caiz değildir."
Diğer taraftan, İslâm fıkhına göre zekât ve fitrenin Kur'ân'da sayılan 8 sınıfa verilmesi gerektiğini belirten Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Şener de, şunları söylüyor:
“Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın verilebileceği belirtilen sekiz (8) sınıf arasında THK ve benzeri kuruluşlar yok. THK'na verilen para, zekâtın gayesi dışına çıkabileceği için istendiği yere ulaşamama endişesi var. Bu endişeden dolayı zekât ve fitre diye verilen para, büyük ihtimâlle zekât ve fitre yerine geçmez. Sadece THK'na yardım yapılmış olur.”
***
Gerek Din İşleri Yüksek Kurulu’nun ve gerekse Mehmet Şener Bey’in değerlendirmeleri isabetlidir, doğrudur. Bu sebeple herhangi bir ilave açıklamada bulunma lüzumunu görmedik.
.
- Kategori: Zekat
- Gösterim: 1889
Halis ECE
İmâm-ı Rabbâni (k.s.) hazretlerinden Müslümanlara, zekât borcunu ödemede kolaylık ve emniyet sağlayan bir usûl:
“... (Namaz ve diğer farzlar gibi), malların zekâtını vermek de İslâm'ın esaslarmdandır; mutlaka verilmesi lâzımdır.
Bunu vermenin en kolay yolu; her sene zekât niyeti ile maldan, fakirlerin hakkını ayırıp yanında muhafaza etmek ve sene sonuna kadar da, verilmesi gereken yerlere vermektir. Bu takdirde kişinin, zekâtı verirken her defasında niyetini yenilemesi gerekmez; ilk defa ayırırken ettiği tek niyet hepsine kâfidir...
“Yine bu usûlle, yıl boyunca fakirlere ve diğer verilmesi icap eden yerlere ne kadar zekât verildiği de bilinmiş olur. Lâkin verilenler, zekât niyeti ile olmadığı takdirde, zekâttan sayılmaz, borç ödenmiş olmaz. Ama yukarıdaki anlatılan şekilde yapılırsa, kişinin zimmetinden zekât borcu düşer. Hiçbir sıkıntıya girmeden yerlerine vermiş, borçtan da kurtulmuş olur.
“Şayet sene sonuna kadar fakirlere zekâtın tamamını veremez, bir miktar artarsa, bunu da diğer mallardan ayrı olarak saklamalıdır. Bu iş her sene bu şekilde yapılır, fakirlerin malı yani zekât olarak verilmesi icap eden kısım, ana maldan seçilip ayrılırsa; ümid edilir ki, bugün verilmese-verilemese de, yarın vermeye muvaffak olunur.” [el-Mektûbât, Fazilet Neşriyat, İstanbul, yyy., 1, 73]
.
- Kategori: Zekat
- Gösterim: 3089
Halis ECE
Zekât, bir nevi din kardeşine yardımdır, destektir. Sıkıntısına bir ölçüde çare olmaktır. Böyle olunca insan elbette en yakınının derdine çare olmak ister, sıkıntısını önlemeye çalışır. Bu itibarla kişi, zekâtını da önce yakınlarına vermesi gerekir. Ancak bu hususta kesin hükümler vardır. Çok yakını olanlara zekât veremez. Çünkü bu kadar yakını olan insana zekâtıyla değil kendi nafakasıyla yardım etmesi, kendi ailesinin bir ferdi olarak bakması gerekir. Bunlara ilim lisanında usûl ve fürû‘ denilir.
Zekât verilebilecek yakınlar
• Başka aileye karışmış kız kardeşler,
• Ayrı hayat kurmuş erkek kardeşler, bunların çocukları, yani kişinin yeğenleri.
• Amcalar, dayılar, onların çocukları.
• Halalar, teyzeler, bunların da çocukları...
• ... ve sonra ihtiyaç sahibi konu-komşu ve dostlar, tanıdıklar, muhitin münasipleri.
Zekât verilemeyecek olan yakınlar
Bunlar usûl ve fürû‘ olmak üzere iki sınıftır:
• Usûl; ana-baba, dede-nine ilh.dir...
• Fürû‘ da, oğul-kız ve bunların çocukları, yâni kişinin torunları ilh.dir...
Bunlara zekât ve fitre verilmez. Şayet ihtiyaç sahibi iseler, zekâtla değil öz nafakayla desteklenip korunmaları gerekir.
Burada sık sorulan;
- “kayınvalide ile kayınpedere zekât verilir mi?” suâlinin cevabını da arzedelim:
- Verilebilir. Bir mâni yoktur. Bunlar zekât verilmeyecek kadar yakından sayılmazlar.
- Ya damat ile geline?..
- Onlara da verilebilir. Şayet ihtiyaç sahibi iseler, bunlar öncelik hakkına da sahiptirler. Oğluna kızına veremese de, damadına, gelinine verebilir. Çünkü gelin, zekât verilmeyeceklerden değildir. Damat da öyle... Ancak bunlar hassas ve ince ruhlu kimseler ise, dikkatli olmak, veriş şeklini çok iyi ayarlamak gerekir. Belki de bu hikmetinden olacak ki; zekâtı verirken, benim zekâtım, fitrem gibi isimlerle ifade etme şartı yoktur. Öyle olunca, alanların zekât ya da fitre olduğunu bilmelerine gerek yoktur. Verenin niyeti ve bir de zekâtı, fitreyi emreden Rabbimiz'in (c.c.) bilmesi kâfidir... Başka bilene ihtiyaç yoktur. Bu bakımdan Bayram harçlığı adıyla da intikal ettirmek mümkündür. Yeter ki rahatsızlık olmasın.
Zekât, büyük bir yardım müessesesidir. Bununla İslâm'a büyük çapta hizmet edilebilir. Yeter ki bu kaynak verilmesi gereken yerlere verilebilsin; çorak arazilere değil de, münbit muhitlere akıtılsın. Bu açıdan bakınca, hemen aklımıza ihtiyaç sahibi talebelerin-öğrencilerin kaldığı, okuyup barındıkları yerler gelmektedir.
***
Demek ki; zekât ve fitremizle, oldukça büyük hizmetlere vesile alabiliriz. Öğrencilerle meşgul olanlar, zekâtın nasıl ve nerelere harcanacağını bilen kimselerdir. Öyle ise “damlaya damlaya göl olmalı” zekâtlarımızın önemli bir kısmı böyle barajlarda toplanmalı, istikbâlde ihtiyaçlarını teminde kullanılmalıdır. Bunun ehemmiyetini hiç unutmamak gerektir.
.
- Kategori: Zekat
- Gösterim: 4493
Halis ECE
Kur‘ân-ı Kerim'in birçok yerinde Cenâb-ı Hak, “namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin”buyurarak namazla zekâtı birlikte zikretmiştir. Bu da İslâm'da zekâtın, aynen namaz gibi mühim bir ibâdet olduğunun bir nişânesi/göstergesidir... Müslüman'ın mal varlığı üzerine tahakkuk eden bir hak, yani mâlî bir mükellefiyettir, İslâm'ın beş şartından birisini teşkil eder.
O bakımdan Müslümanlar, zekât mükellefiyetini bir angarya bir külfet gibi değil; bir borcun ödenmesi, hak sahibine hakkının iâde edilmesi olarak îfa eder; bu hâlis niyetle ibâdet neşvesi içerisinde yerine getirir. Zekâtın, malında-servetinde bir eksilmeye sebep olmayacağını, bilakis malının-mülkünün temizlenip bereketlenerek artacağını bilir. Çünkü gerek Kur‘ân-ı Hakîm'de ve gerekse hadîs-i şeriflerde, öyle beyan olunmuştur, ona inanır. Ayrıca zekât, Kendilerine verdiğimiz rızıktan, maddî-mânevî şeylerden infak ederler, Allah yolunda harcamada bulunurlar, mealindeki İlâhî beyan icabınca, kulların kulluktaki sadâkatlerine delâlet ettiği içindir ki, ona sadaka da denilmiştir.
Resûlüllah Efendimiz (s.a.v.) namazı dînin direği olarak bildirdiği gibi, zekâtı da “kantaratu'l-İslâm”(1) yani İslâm'ın köprüsü olarak vasıflandırmış... Böylece zekâtın ana gâyesini açıklamıştır. Buna göre varlıklı olan insanlardan sosyal adâlet, emniyet ve huzurun sağlanması maksadıyla fakirlere-yoksullara ve diğer sınıflara bir mal transferi, servet akışı temin edilecek; servetin muayyen yerlerde toplanmasına meydan verilmeyecektir. Bu maksada hizmet etmeyen, bu gâyeyi gerçekleştirmeyen bir zekât, şeklî ve sembolik bir tatbîkattan öteye geçemez.
Allâh'ın emrini yerine getirmek maksadıyla sırf onun rızâsı için verilen zekât, mükellefin bir taraftan malını temizlediği gibi, öbür taraftan da nefsini cimrîlik illetinden/hastalığından tezkiye eder, temizler.
İslâmiyet, bazı dînî mükellefiyetleri zengin olma şartına bağlayarak zenginliği teşvik etmiştir. Mal hırsı da zaten cibillî bir haslet olarak bünyemize konmuştur. Bu ise maddî-mânevî hayatımızın i‘mârı için, kontrol edilebilir olmak şartıyla, haddizâtında gereklidir.
Dînimizce, alan el olmak yerine veren el olmak matluptur; çünkü veren el, alan elden üstündür.(2)
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, “Fakirlik, kâfirlik olayazdı!”(3) buyurarak her ikisinden de Allâh'a sığınır. Bununla birlikte zenginlik aslâ gâye değildir, sadece bir vâsıtadan ibarettir. O bakımdan, “ne pahasına olursa olsun zengin olmak” gibi bir düşünce ve anlayışa asla müsaade edilmez, musâmaha gösterilmez.
İslâm dininde öncelikle her hakkın sahibine verilmesi esastır, haksızlığa göz yumulmaz.
Bir ülkede bir kısım insanlar açlıktan bunalıyor ve insan haysiyetine yakışmayan bir hayat sürdürmek zorunda kalıyorsa, o ülkede yaşayan varlıklı insanlar, elbette ki bu durumdan sorumludurlar.
İşte zekât, bu mes‘ûliyet yükünden kurtulma vâsıtalarından biri olarak dinimizin esasları arasında yer almış mâlî bir ibâdettir.
Yüce dinimiz, hiçbir zaman kişinin kendisinin ve bakmakla mükellef olduğu kimselerin temel ihtiyaçlarını bir kenara bırakıp, başkalarının yardımına koş dememiştir.
Bu itibarla temel ihtiyaç malları yani zâtî eşyalar; mesken, meskeni olmayanların mesken için aldıkları arsalar, ev eşyaları, binek vasıtası zekâta mevzû teşkil etmez. Bunların dışında kalan ve iktisadî değer taşıyan bütün menkul ve gayri menkul mallar, nakit (altın-gümüş-para) ve her türlü kazanç ve gelirler ise zekâta tâbi olur.
DİPNOTLAR
(1) el-Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb (Terc.) 2, 183. Taberânî Evsat ve Kebîr’inde rivayet etmiştir.
(2) Buhârî, Sahîh, Zekât, 18; Müslim, Sahîh, Zekât, 94.
(3) Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı, 7, 445.
|