Aslında bir işin nerede başladığı kadar nerede bittiği veya nereye vardığı da önemlidir. Bu meselelerden birisi de “mezhep” konusudur.
Bu yazımızda konunun fıkhî ayrıntıları yerine usul ve esasa dair bazı hususları zikretmek istiyoruz:
1-Mezhep, kavram olarak yöntem, usul ve esas demektir. Fıkıh açısından ifade edersek; İslam dininin ibadet ve muamelât yönüne dair ilkeleri ve genel kaideleri içermektedir. Ya da bir başka ifade ile mezhep; ibadet ve muamelât hükümlerini anlama ve yorumlama yöntemidir.
2-Bu yüzden mezhep, yeni bir din veya icat değildir. Sadece bir din içinde farklı anlam ve yorumları ifade etmektedir.
3-Mezhep, öncelikli olarak yorumlama ve anlamlandırma değildir. Mezhebin ilk amacı; mevcudu anlama, kayıt altına alma, aksi delillere cevap bulma ve mevcudu sonraki nesillere aktarmadır. Örneğin tefsir görüşlerinin ilk amacı; Kur’an-ı Kerim’den yorumlar ihdas etmek değildir. Tabi ki ilerleyen süreçlerde böyle bir görev vardır. Ama öncelik; Allah Resulü ve arkadaşlarının, Kur’an-ı Kerim’i nasıl anladıklarını ortaya koymaktır.
4-Mezheplerin farklı olmasını meşru kılan birkaç husus vardır. Bunlardan ilki; Allah’ın kullarına kolaylık dilemesidir. Bu yüzden bazı hükümler genel olarak vazedilmiş; ayrıntılar içtihada bırakılmıştır. Bazen de imtihan olsun diye bu tür genel kaideler vazedilmiştir.
5-Farklı mezhepleri -ana ilkelere bağlı kalmak şartıyla- meşru kılan bir diğer gerekçe ise; cehd ve bilgidir. Yani kişi, doğru bildiği ile amelle mükelleftir. Bu durumda bir müçtehit, kendi gayreti ile yeni bir hükme ulaşmışsa bu doğru bildiği ile amel etmesi vacip olur. Örneğin yüz sene evvel veremin tedavisi yok idi. Fakat bugün bu hastalığın tedavisi bilinmektedir. Bu şifayı bilenlerin buna göre amel etmeleri gerekir. Aksi halde mesul olurlar.
6-Her fetvayı mezhep sanmak yanlıştır. Fetva, günceldir yani kişiye ve olaya özgü olabilir. Fetvaları genel kaidelerin yerine koyamayız. Bu yüzden mezheplerde asli olanla güncel ve tali olanı ayırt etmek gerekiyor. Hükmün fetva anlamı da vardır. Genel kaideye ise usul veya esas diyoruz. Yani zamanın değişmesi ile değişen şey usul değil fetva olabilir. Aksi halde içtihadi olmayan genel kaideler değişmez. İçtihadi de olsa mezheplerin genel kaideleri ancak yeni bir gerekçe veya bilgiye göre değişebilir.
7-Dinin asli hükümlerinde içtihat olmadığı için ihtilaf da yoktur. Fakat tali meselelerde ve genel ifade edilmiş hükümlerde ihtilaf meşrudur. Örneğin çekirge; ot yediği için temiz kabul edilebilir. Zira otçul hayvanlar genelde temizdir. Ama birileri çekirgeyi böcek kabul ederek necis diyebilir. Aynı şekilde çöl tilkisi şayet yırtıcı değilse ve kaktüsle besleniyorsa tabi ki tilki adından dolayı onu haram ilan edemeyiz. Buradaki örnekler, sadece konunun ifadesi içindir. Yoksa bu konulardaki fetvalar, ilgili uzmanlara aittir.
8-Olağanüstü şartlardaki uygulamalar, olağan olanlara kaide olamaz.
9-Mezheplerden bazıları tarihe karışmıştır. Bunun nedeni, uygulanmıyor olmalarıdır. Bu yüzden esas olan; ana kaide ve maslahatları muhafaza ederek yeni usuller geliştirmek ve yeni içtihatlar yapmaktır. Zaman; “yeni şeyler söylemeyi” gerektirmektedir. Fakat yeni şeyler, yeni hükümler ve usuller demektir. Yoksa yeni din veya yeni dini esaslar demek değildir. Yani bir başka ifade ile paranın sabitesi ve aracı değiştiği için faizin de yeniden incelenmesi ve güncellenmesi gerekiyor.
10-Usul, esasa; esas ta içtihatlara mukaddemdir. Yani aslolan bilgi ve usuldür. Bilgi ve usul olmadan neye ne fetva verdiğimizin bir önemi yoktur.
11-Yukarıdan anladığımız kadarıyla mezhepler gerekli ve faydalıdırlar. Zira hayat akıp gitmektedir ve sürekli yeni olaylar meydana gelmektedir. Bu da yeni çözümleri mecbur kılmaktadır.
12-Olumsuz olan şey “mezhepçilik” yani “mezhep çatışmaları”dır. Aynı şey “ehli sünnet” ve “ehli sünnetçilik” için de geçerlidir. Hatta son dönemlerde “maturîdîlik” yerine “mâturîdîcilik” de maalesef türemiştir. Burada mezhepçiliği olumsuz hale getiren şey; mezhebi çatışma ve üstünlük sağlama unsuru haline getirmektir.
13-Mezheple ilgili meseleleri ve ihtilaflı konuları; bilmeyen birilerinin önünde konuşmak yanlıştır. Örneğin Ashab-ı Kirâm’ı üstün kabul ederiz. Bu edebin gereğidir. Fakat “ya onlar Ashab-ı Kiram; ben nasıl onlar gibi olayım” ifadesi olumsuzdur ve kıvırma cümlesidir. Zira ashap, bizim için örnektir. Onları örnek almayacağız da kimi alacağız? Bu yüzden meselenin nasıl başladığı kadar nerde bittiği de önemlidir diyoruz. Bu açıdan bakıldığında mezhepler ve ihtilaflar faydalı ve gereklidir. Ama bunları çatışma ve üstünlük mücadelesine dönüştürmek; ya cehalet ya da ihanettir.
14-Kişinin nasıl doğru bildiği ile amel etmesi vacip ise aynı şekilde bilmeyenin bilene; uzman olmayanın uzman olana tabi olması da öyledir. Bu yüzden “avamın mezhebi olmaz” diyoruz. Yani mezhep, uzman kişilerin işidir. Konunun uzmanı olmayan kişilere düşen; uzmanlara itimat etmektir.
15-Din, herkesi ilgilendiriyor diye herkesin dini meseleler hakkında konuşma salahiyeti yoktur. Toplum; iş birliği ve görev paylaşımına dayanır. Biz sağlığımız için doktora; hukuk işleri için hukukçulara; mali işler için bu konudaki uzmanlara güvenir ve işlerimizi onlara teslim ederiz. Onların tavsiyelerine de uyarız. Ama mesele din olduğunda herkes, kendi kafasına göre hareket eder ki bu tehlikeli ve zararlıdır.
16-Son olarak insanların; dini ve siyasi meselelerde gereksiz tartışmalara meraklı olduğunu ifade etmek istiyoruz. Bu durumda, “İnsanların ne kadar boş vakitleri var?” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz.
.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası´nın kuruluşu – Tarihte bugün 17 Kasım 1924
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası´nın kuruluşu – Tarihte bugün 17 Kasım 1924
.
Merdim deme zinhar!
.
Mankurtların Son Oyunu
Devlet adamı, siyasetçi, aydın ve akedemisyen olarak iki asırlık tarihimizde
Türk, Kürt, Arap, Fars, Malay, Pakistanlı olması farketmediği gibi Ortaasyalı, Kafkaslı,, Balkanlı, Afrikalı, Avrupalı, Amerikalı olması beyaz, siyah, kızıl, sarı derili olması, müslüman, hıristiyan, hindu, Budist, ataist olması da farketmiyor. Mankurt her çağda ve zamanda, her ülkede ve coğrafyada, her dinde ve kültürde, her yerde ve ülkede vatanına, milletine ve onun değerlerine karşı savaşmak için eğitilmiş, proğramlanmış, hissiz ve duygusuz robotlardır.
Özellikle İslam ülkeleri ile halen sömürülen Asya, Afrika ve Amerikadaki 3. dünya ülkelerindeki yöneticilerin kahir ekseriyeti bu tiplemenin içine girer. Eğer; bu ülkelerin yöneticileri emperyalizme karşı ise, onların gözünde o, ya dengesiz, ya hain veya terörist, yobaz veya diktatördür. Bunlar kendi halkına ve dünya kamuoyuna yanlış olarak tanıtılır. Haklarında olumsuz imajlar oluşturulur, insanların gözünde itibar suikastına uğratılır.
Emperyalist ve sömürgeciler veli olan insanı deli gibi, deli olanı da veli gibi tanıtarak istedikleri ülkeleri ve coğrafyaları kendi kontrolleri altında tutarlar. Onların talimat ve emirlerini yerine getiren insanları lider olarak bir gecede o ülkenin başına getirirler. Daha sonra bunları istedikleri gibi kullanırlar. Son kullanma tarihleri geçince de onları kendi kaderlerine terkederler ve yeni kuklalarla birlikte çalışırlar.
Mankurtlar Osmanlıdan bu yana Türkiyede ve İslam coğrafyasında iki asırdır batılı emperyalistlerin başkentlerinde özel olarak yetiştirildikten sonra kendi ülkelerine gönderilerek oralarda ihanet ocaklarının ileri karakolları olarak görev yapmışlar ve yapmaktadırlar. Bunlar İslam topraklarındaki krallar, emirler, prensler, darbeciler, cuntacılar, diktatörler, zalim yöneticiler olarak bugün de emperyalizmin Truva atları olarak görevleri başındadırlar.
İslam Aleminin başına örülen ve örülmek istenen tüm çoraplar Osmanlıyı sırtından vuran zamanın Şerif Hüseyinleri, Suudileri ve Lawrenz’leri olarak bu mankurtlar tarafından organize edilip yönetilmekte ve finans edilmektedir.
Lawrenz İngiliz kanı taşıyan profesyonel ve ne yapacağını çok iyi bilen bir ajan-provakatördü. Mankurtlar ise; batının ülkelerimizi ve coğrafyamızı ele geçirmek ve sömürmek için özel olarak yetiştirdiği yerli münafıklardır. Jöntürkler, İttihatçılar, zamanımızdaki CHP zihniyetinin Türk, Kürt olarak sağcı ve solcu uzantıları gibi.
Bu yerli münafıklar ve bunların oluşturduğu uzaktan kumandalı ihanet çeteleri Lawrenz Arabinin İslam Alemine verdiği zarardan bin kat daha fazla zarar vermişler ve vermektedirler. Darbeciler, PKK, YPG, Cumhuriyet mitingleri yapanlar, Gaziciler ve paralel çetenin devlet ve millet içinde sinsi oyun, tuzak ve 15 Temmuz darbesinde yaptığı ihanetler gibi…
Son olarak İslam aleminde ve dünyada Kaşıkçı cinayetiyle birlikte bu çetenin ne tehlikeli ve vahşi işler yaptığı/yapabileceği, ne alçak bir yapıya büründüğü, ne sinsi bir yapılanma içinde olduğu apaçık ortaya çıkmıştır. Artık Arap aleminde masum kralların, çiçeği burnunda sempatik prenslerin yerinde gizli ve açık bütün suçları ve oyunları ortaya çıkmış katil ve cani emperyalizmin uşağı işgalciler oturmaktadır. Takke düşmüş kel görünmüştür.
Bunların işledikleri cinayetler, ihanetler, bölgeye ve müslümanlara karşı batı emperyalistleri ve güç odaklarıyla birlikte oynadıkları çirkin oyunlar, çevirdikleri fırıldaklar, ihanet tiyatroları bu zalim ve gasıp şımarıkların, bu güç sarhoşu asalakların kendi sonlarını da getirecektir.
İşbirlikçi Arap Mankurtları tarihe geçecek bir ihanetin aktörleri olarak bugün İslam düşmanları tarafından yazılmış en adi, en alçak, en şerefsiz senaryoların acemi oyuncuları olarak tarihe geçecektir.
Bütün bunlara rağmen, bütün bunlara karşı tarihe yön verecek, tarihi şekillendirecek, tarih yazacak olanlar bu toprakların gerçek sahipleri olan ve Allahın rengine boyanarak, yalnız O’nun rızası için mücadele eden müslümanlar olacaktır.
Arif Altunbaş, Haber 7
.
Mevlâna ve Moğollar
“Moğollardan korkuyorsanız, Allah’ı tanımıyorsun demektir. Siz onlara bakınca kâfir görüyorsunuz; ben ise aralarında yüz tane iman sancağı sayıyorum” diyordu Mevlâna…
Eski zamanlarda Türklerle yakın coğrafyada yaşayan; ama akraba olmayan Moğollar, nüfus ve kültür cihetiyle komşularından çok geride kalmışlardır. Türkler, anavatanları olan bugünkü Moğolistan’dan batıya doğru kayınca, Moğollar da güneye kayarak bu toprakları yurt edinmiştir. Kabile hâlinde yaşadıkları için, devlet kuracak çapta bir hareket olmamış; bir imparatorluk hanedanı çıkaramamışlardır. Ta ki 12. asra kadar…
BEYLİKTEN HANLIĞA
Cengiz (Çingiz), Kıyat adında bir Moğol kabilesindendir. Türkçe de bilmesi, sonraki bazı tarihçileri, Türk olduğu, ailesinin sonradan Moğollaştığı kanaatine sevk etmiştir.
Asıl adı Temuçin‘dir. Temuçin, babasının öldürdüğü Tatar şefinin adıdır. O zaman böyle isim vermek âdetti. Babası Yesügey, boy beyiydi. Genç yaşta ölünce, Cengiz ve kardeşlerini dirayetli bir kadın olan anneleri büyüttü.
Ailesinin karizması yanında, cesaret ve gücünü de kullanarak etraftaki Moğol kabileleri üzerinde hâkimiyet kurdu. Doğu Moğolistan’nda han (kral) olarak tanındı. Çingiz adını aldı. Çing, Çince, hükümdar demektir.
Cengiz, sadakat ve kıymete kıymet verirdi. Kurduğu devleti, ileride Cengiz Yasası adı verilecek olan kaidelerle şekillendirdi. Eski Hun ordusunu takliden, her biri 10 bin kişilik tümenlerden müteşekkil muazzam bir ordu kurdu. Çetin muharebelerden sonra Çin’in payitahtı Pekin‘i fethetti. Tarihin en güçlü hanedanlarından birini kurdu. Torunları, 17. asra kadar Çin’i idare ettiler.
MOĞOL KORKUSU
Göçebe bir devletin hükümdarının, Türkistan tahtındaki Muhammed Harzemşah’a yazdığı bir mektupta “Oğlum”tabirini kullanması, bu büyük devletin hakanını çileden çıkarttı. Hâlbuki tarih boyunca göçebeler, büyük medeniyetleri yerle bir etmişlerdi. Otrar valisinin Moğol tüccarlarını öldürtmesi, üstelik Harşemşah’ın bunun için özür ve tazminat isteyen Moğol elçisini, ananeleri hiçe sayarak katletmesi, sonunu getirdi.
Cengiz, 200 bin kişilik ordusuyla Türkistan’a yürüdü. Gaddarlıkta Cengiz’den aşağı kalmayan Harzemşah yenildi; Türk Hakanlığı çöktü. Moğollar, Türk şehirlerini yerle bir ettiler. Halkını katliama tabi tuttular. 100 yıllık bu istila neticesi, milyonlarca Türk ve Müslüman öldürüldü. Bu felâketin tarihte bir eşi yoktur. Moğol korkusu, öyle yayılmıştır ki, İbn Esir’in rivayetine göre, bir Moğol, birine bekle geleceğim der; adam korkusundan bir yere ayrılamaz. Moğol bir kılıç bulup gelir ve adamı oracıkta öldürür.
Cengiz 1227′de ölünce, İran’dan Çin’e kadar uzanan imparatorluğu 4 oğlu arasında paylaşıldı. Bunlardan İran’a hâkim olan birinin başında, ilhan denilen vali/hükümdar vardı. O sebeple bunlara İlhanlılar derler. İlhanlılar, Cengiz’in yarıda bıraktığı işi tamamladılar. Torunu Hülagu 1258′de Bağdat’ı yakıp yıktı. Abbasi imparatorluğunu ortadan kaldırdı. 800 binden fazla Müslümanı öldürdü.
Sonra Anadolu’ya yönelen İlhanlılar, 1243′de Kösedağ‘da 30 bin kişilik orduyla, 80 kişilik orduya sahip Selçukluları mağlup ederek Anadolu’ya çöreklendiler. Zaten çözülmüş olan Selçuklu iktidarı, istilâcılar önünde diz çöktü. Anadolu birliği bozuldu. Eline bir kasaba geçiren, kendini bey ilan etti. Vergilerini muntazaman ödediler. İlhanlılar da onlardan asker almadılar. 1335′te Ebu Said Bahadır Han ölene kadar, Osmanlılar dâhil hepsi Tebriz’deki İlhanlı tacına bağlı kaldılar.
Derken tarihte ender rastlanan bir şey oldu. İstilacılar, mağlupların yüksek kültürünün tesiri altına girdi. 3. ilhan Teküder Müslüman olup Ahmed adını aldı. Sonraki ilhanlar yine eski dinlerine döndülerse de, 1295′te 7. ilhan Gazan Han kati olarak Müslüman oldu, Mahmud adını aldı. Gazan Han’ı bir Selçuklu prensesi olan üvey annesi Hüdâbend Hatun yetiştirmişti.
Aralarında Şamandan başka Budist ve Hristiyanların da bulunduğu İlhanlılar, süratle Müslümanlaştı. Sarayda Türkçe konuşurken, resmî yazışmalar Farsça yapıldı. İslâmiyete çok hizmet ettiler. Bugün İran ve Anadolu’nun pek çok şehrinde İlhanlılardan kalma camiler, medreseler, imaretler arz-ı endam eder. Erzurum‘da Üç Kümbedler, Yâkutiye Medresesi; Sivas‘ta Çifte Minareli Medrese; Niğde‘de Sungur Bey Câmii, Bünyan Ulu Câmii, AmasyaSabuncuoğlu Dârüşşifası, Sivrihisar Âlemşah Künbedi hep bu cümledendir.
Anadolu halk, İlhanlıları millî bir hanedan olarak görmemiştir. Tarihçiler, İlhanlıları atlayıp, Osmanlıların tacı, Selçuklulardan devraldığını yazmış; İlhanlıları lüzumundan fazla kötülemiştir. Hâlbuki İran’da tutunmak, Memlûk ve Altınordu baskısına mukavemet edebilmek için Türkistan’dan milyonlarca Türk’ü beraberinde getirmişlerdi. Böylece Anadolu, Azerbaycan ve Kafkasya’nın Türk yurdu olmasında İlhanlılar mühim rol oynadı.
Moğolların Türkleşmesi/Müslümanlaşması, Türk tarihinin en mühim hâdiselerindendir. Türk/İslâm kültürünün zaferlerindendir. Moğolistan haricindeki bütün Moğollar İslâmlaşmış; Türklerle karışarak Moğolcayı unutmuştur. Türkistan’daki Türklerde görülen çekik göz, işte bu hâdisenin neticesidir.
Gazan Han, Osman Gazi’nin muasırıdır. Sikkelerin üzerinde “kaan el-adil çengiz hannın yarlığı” yazardı. Türkçe ve Moğolcadan başka, Farsça, Arapça, Sanskritçe, Keşmirce, Tibetçe, Çince ve Yunanca öğrenmişti. Askerlik, iktisat ve inşaat üzerine mütehassıs idi. Hem kahraman, hem de millî ananelere çok bağlıydı. Genç yaşta ölünce, İlhanlılar da çözülmeye yüz tuttu.
MOĞOL AJANI?
Mevlâna Celâleddin Rûmî hazretleri, aslen bugün Afganistan’daki Belh şehrindendir. Ailesiyle beraber Anadolu’ya geldiler. İki sene Erzincan’da yaşadıktan sonra Konya’ya yerleştiler. Moğol istilası üzerine Anadolu kargaşaya düşmüştü. Bu hengâmda Mevlâna, Ehl-i sünnet prensipleri çerçevesinde, Moğollara zıt gitmedi; onlar aleyhine konuşmadı ve konuşturmadı. Böylece Moğol idarecilerinin itimadını kazandı. Onlarla iyi münasebet kurdu. Hatta ileri gelenleri Mevlana’nın sohbetlerine gelmeye başladı. Halk, artık anarşiden bıkmış, istikrar için Moğolların hâkimiyetine razı gelmişti.
Bu yüzden Mevlâna’nın Moğol zulmüne göz yumduğu, hatta bir Moğol ajanı olduğu iddiası savurulmuştur. Bir zamanlar TV’de pek boy gösteren evlere şenlik bir ilahiyat fakültesi dekanının, Mevlâna üzerine tez hazırlayan talebeyi “Bırak şu Moğol casusunu” diyerek evrakını imzalamadan odasından kovduğuna şahit olmuştum.
Anlaşılan odur ki Moğolların Türkistan’ı istilasına şahit olan Mevlâna, onlara karşı mücadele etmenin bir fayda vermeyeceğini görmüş; memleketin tahrib edilmesini engellemek istemiştir. Cihâdı devlet yapar. Ferdlerin cihâdı, fitne çıkartmadan emr-i maruf yapmaktır. Mevlâna da bir ferd ve bir âlim olarak bunu yapmıştır. Güçlü ve gâlip Moğollarla iyi geçinerek halkı ve dini korumuştur.
MANEVî FETİH
İlhan Keyhatu, Anadolu’yu işgal edip Konya önüne gelince, halk Mevlâna hazretlerine sığınmıştı. O ise Keyhatu’nun rüyasına girip, “Ey Tatar! Konya’yı işgalden vazgeç!” diye ihtar edince, büyük tesir altında kalan Keyhatu, “Bu sıradan birisi değil. Her şehirde böyle biri bulunsaydı, yenilmezlerdi” diyerek geri çekildi. Moğolların Şam kuşatması sırasında da keramet göstererek İslâm askerine yardım ettiği; böylece Moğolların geri çekildiği rivayet olunur. [Tatar, o zaman Moğollar için Batı'da kullanılan bir tabirdir. Şimdiki Tatarlar farklıdır.]
Mevlâna hazretleri, İlhanlıları istikbalin iyi müminleri olarak görüyordu. Divan-ı Kebir’de geçen “Moğollardan korkuyorsanız, Allah’ı tanımıyorsun demektir. Siz onlara bakınca kâfir görüyorsunuz; ben ise aralarında yüz tane iman sancağı sayıyorum” beyti, bu tavrının hikmetini aksettirir. 25 sene sonra Müslüman olan Gazan Han, bu beyti, giydiği kaftana altın telle yazdırmıştır.
Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled ve torunu Ârif Çelebi, Gazan Han’ın Tebriz’deki sarayında büyük bir hürmetlekarşılanmış; henüz Müslüman olmayan Moğol beylerini büyüleyerek kendilerine hayran bırakmışlardır. Hatta inançlı bir Budist olan İrenci Noyan’a İslâmiyeti üstü kapalı olarak öyle telkin etmiştir ki, Müslüman olmaklakalmamış; Mevlevî tarikatına girmiştir. Bu zâtlar, evliyalığa has incelikle psikolojiye vâkıftır.
Bu gibi hâdiseler, Müslüman Anadolu Türklüğü‘nün, muharebede yenemediği müthiş istilâcı bir düşmanı, manevî sahada fethettiğini gösterir.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
Türkiye Gazetesi
.
Mealci köktenciliğin çıkmazları
.
İşte, ‘Yoktur’ dedikleri Sevr’in belgeleri!
Murat Bardakçı, HABER TÜRK
Tarihî meselelerde senelerden buyana ortaya attığımız ama gerçeklerle hiçbir alâkası bulunmayan tuhaf iddialara, tarihi ideolojilere kurban etme uğruna ardarda sıraladığımız saçmalıklara ve düşünmeden konuşanların sarfettikleri garip sözlere bu hafta bir yenisi ilâve edildi: Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Refik Turan, “Sevr diye bir andlaşmanın mevcut olmadığı, zira imzalanmadığı ve tanınmadığı” iddiasında bulundu.
Türk Tarih Kurumu, Sevr’in bundan böyle okullarda “andlaşma” değil, “belge” diye öğretilmesi için çalışacakmış, zira ortada “Sevr” diye bir andlaşma mevcut değilmiş, gerçi bir belge varmış ama bu belge “andlaşma” olamazmış!
Hoppalaaaa!
Tamam, uğradığımız mağlûbiyetlerden bahsetmek âdetimiz değildir, hatâlarımızı değerlendirmek için bile olsa yenilgilerimizi hatırlamamaya çalışırız, meselâ 1071’in ve 1922’nin Ağustos’unda kazandığımız Malazgirt ile Başkumandanlık Meydan Muharebeleri’ni düşünüp Ağustos ayının “zaferler ayı” olduğunu söyleriz ama 10 Ağustos 1920’de tarihimizin en büyük felâketlerinden biri olan Sevr Andlaşması’nı imzalamak zorunda kaldığımızdan pek bahsetmeyiz.
Bu sene bu tuhaf âdetimizi bir tarafa bıraktık, Türkiye’nin akademik tarihçilikte en önemli müessesesi olan Türk Tarih Kurumu’nun başkanı tarihimizin en ağır utanç belgesi olan Sevr Andlaşması’ndan bahsetti ama işte böyle, yani “Sevr andlaşma değildir, uygulanmadığı için sadece bir belgedir” diyerek!
Bizim için bir züll olan Sevr’in uygulanması, hem de en ağır şekilde uygulanması ile alâkalı belgelerden bazılarını aşağıda nakledeceğim ama önce, Sevr hakkında sık yapılan bir hatayı düzelteyim:
Sevr Andlaşması’nı Damad Ferid Paşa’nın imzaladığı şeklinde yaygın bir kanı mevcuttur ama andlaşmanın altında Ferid Paşa’nın imzası yoktur! Ferid Paşa andlaşmanın imzalanması sırasında sadrazamdır, yani başbakan idi ama delege değildi; dolayısıyla andlaşmaya imza koymamıştı. Sevr’i Türkiye adına imzalayanlar üç kişiydi: O zamanlar “Meclis-i Ayân âzası” yani “senatör” olan Hâdi Paşa ile şair Rıza Tevfik ve Türkiye’nin İsviçre’deki ortaelçisi Reşad Halis Beyler…
Sevr Andlaşması’nın imza töreni: Hâdi Paşa metni imzalıyor.
Ankara İstiklâl Mahkemesi, Sevr’in imzalanmasından bir buçuk ay sonra, 1920’nin 7 Ekim’inde andlaşmayı imzalayan bu üç kişiyi önce “vatana ihanet” gerekçesi ile gıyaplarında idama mahkûm etti, her üçü de daha sonra 150’likler listesine alınp vatandaşlıktan çıkartıldılar ve Türkiye’ye girişleri yasaklandı. Sevr’in imzalanmasından önce 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayı’nda toplanan, başkanlığını bizzat Sultan Vahideddin’in yaptığı ve andlaşmanın imzalanıp imzalanmaması hususunu görüşen Saltanat Şûrâsı’nda andlaşmanın kabulü lehinde oy kullananlar da Lozan Andlaşması’ndan sonra şayet hâlâ görevde iseler vazifelerinden azledildiler ve emeklilik hakları da iptal edildi.
Sevr’in Osmanlı Arşivi’nde bulunan Fransızca matbu nüshası (HR.SYS.2307/12).
UNUTMAYALIM: SEVR, TAM BİR UTANÇ BELGESİDİR!
Hâdi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşad Halis Beyler’in imzaladıkları metin, andlaşmadan ziyade güçlü bir memleketin çıkarttığı bir sömürge yasasını andırır; getirdiği askerî, siyasî ve malî hükümlerin yanısıra bir barış andlaşmasında bulunmaması gereken bazı garip maddeleriyle, müttefiklerin Türkiye’ye “medenileştirilmesi gereken geri kalmış bir topluluk” gibi baktıklarını da gösterir. Andlaşmada, “Türkiye’nin tren vagonlarını sürekli fren aygıtının işlemesine engel olmayacak biçime sokması” (madde: 358), “kazı yapma iznini yalnız yeterli arkeoloji deneyimi olduğu konusunda güvence gösteren kişilere vermesi” (madde: 421, ek: 7), “Ağustos 1914’ten önce elde edilmiş tarihi eserleri iade etmesi” (madde: 422), “beyaz kadın ticaretini yasaklayıp önlenmesi” (madde: 273/6), “müstehcen yayınları yasaklanması” (madde: 273/7) ve “tarıma yararlı kuşları korunması” (madde: 273/11) gibisinden ancak sömürge idarelerinde rastlanabilecek yaptırımlar da vardır.
Şimdi bu utanç verici maddeler ve daha da önemlisi, Sevr’in Türkiye’yi paramparça etmiş olması ve hükümlerinin İstiklâl Harbi sayesinde ortadan kaldırılması bir tarafa bırakılıyor ve “Sevr andlaşma değildir, onaylanmadığı için geçerliliği yoktur, sadece bir belgedir” deniyor!
Bu iddia, ayıptan da öte bir cür’ettir!
Sevr’in Osmanlı Arşivi’nde bulunan resmî Türkçe tercümesinin bir sayfası (Osmanlı Arşivi, HR.SYS.2310/5).
TASDİK ETMEDİK AMA HERŞEYİ İLE UYGULANDI!
Sözü edilen “Sevr’in onaylanmaması”, yani “hukukî geçersizlik” hadisesinin aslı şudur:
Uluslararası bir andlaşma imzalanır ve imzalanmasının ardından taraf olan memleketlerin devlet başkanı veya meclisi tarafından tasdik edilir. Sevr imzalanmış ama Türkiye’de resmen tasdik edilmemiştir, bu doğru…
Sultan Vahideddin, San Remo’da sürgünde bulunduğu sırada, vefatından kısa bir müddet önce, geçmişte Sultan Abdülhamid döneminin Stockholm Büyükelçiliğini yapmış olan Şerif Paşa’ya yazdırdığı notlarında Sevr Andlaşması’ndan bahsederken “Andlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım” der.
Vahideddin’in ilk kez bundan 20 sene önce benim “Şahbaba” isimli kitabımda yayınladığım notlarında Sevr hakkında söylediklerinin bir kısmı şöyledir:
“…Sevr Andlaşması bana göre ne bir andlaşmaydı, ne de bir pakttı: kötülüğün baştan aşağı kendisiydi.
Müttefiklerin baskısı neticesinde andlaşmayı uzun bir toplantıdan sonra kabul eden Saltanat Şûrası’nı ve metni imzalayanları bu hareketlerinden dolayı mes’ul tutamayız. Bana gelince; mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şûrası’nı da zaten her türlü mes’uliyeti üzerime alarak galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye’ye karşı aşın düşmanca bir tavır içine giren bu memleketlerin kamuoyunu biraz sakinleştirmek için teşkil etmiştim. Gelişmeleri bu şekilde beklerken biraz zaman kazanmaya çalıştım, zira olayların gidişatını normale sadece zaman çevirebilirdi.
Bu oyalama kararımı Sevr Andlaşması’nı kabul etmememi söylemek için delege gönderen Hindistan Hilâfet Komitesi’ne de bildirdim. Hadiselerin gelişmesini beklemeyi tercih etmiştim. Eğer işler kötü gider ve oyalamakta muvaffak olamazsam, andlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım”.
Sultan Vahideddin’in söyledikleri doğrudur. Andlaşmayı onaylamamış ve o günlerde Meclis-i Mebusan da zaten kapatılmış olduğu için bizde Sevr resmen tasdik edilmemiştir.
Ama, mesele bu kadar basit değildir…
Sevr, Türkiye tarafından tasdik edilmeiştir fakat Türk delegeleri Sevr’i imzalamışlar ve andlaşmaya imza koyan diğer memleketlerden bazılarının devlet başkanları, kralları ve parlamentoları sonraki aylarda andlaşmayı onaylamışlar ve Sevr bütün şiddeti ile uygulanmıştır!
BU BELGELER NASIL GÖRMEZDEN GELİNİR?
Arşivlerimizde, Sevr’in uygulanmasından doğan sıkıntıları, üzüntüleri, yıkıntıları, çekilen elemi ve ıztırabı gösteren yüzlerce belge vardır…
Aşağıda, Osmanlı Arşivleri’nde muhafaza edilen bu belgelerden sadece bir kısmının katalog numaralarını ve özetlerini naklediyorum:
* HR.SYS.27/179: Yunanlılar’ın Sinekli İstasyonu’ndan ihraç olunduğu. Sevr Andlaşması’na göre Yunan birliklerinin Istranca’dan çıkarılması.
* BEO.4682/351150: Sevr Ahidnamesi’nde terki mevzubahis olan arazideki memurların maaşlarına dair kararnamenin tâdili hakkında Hukuk Müşavirliği mütalâaname suretinin takdim olunduğu.
* DH.İ.UM.19/1: Sevr Muahedesi’nden sonra Yemen’de bulunan Vali Nedim Bey ve İmam Yahya Efendi ile diğer mülkiye memurlarının hukuki durumlarının ne olacağı.
* DH.İ.UM.20/14: Sevr Muahedesi’ni tatbik vesilesiyle Yunanlılar’ın, işgalleri altında bulunan mahallerde icra ettikleri cefa ve mezalimi havi raporun Harbiye Nazırı Safa Bey’e takdimi.
* DH.İ.UM.20/14: Sevr Muahadesi’nin jandarmaya ait hükümlerinden birçoğunun tatbik edilemeyeceğine dair Jandarma Müfettiş-i Umumîsi General Folan, Makedonya’nın ilk jandarma tensikatında Tensikat Komisyonu Başkanı de Corcis, İstanbul’da Beynelmüttefikîn Polis Kontrol Komisyonu’nda İtalyan Mümessili Miralay Kont Kaprini tarafından hazırlanıp hükümetlerine takdim ettikleri raporların ilgili fıkralarının Umum Jandarma Kumandanlığı’ndan gönderildiği, önemine binaen Sadaret’e takdim edildiği.
* DH.İ.UM.20/14: Salihli kazasına bağlı olup Sevr Muahedesi ile Yunan idaresinde kaldığı Yunanlılar tarafından iddia edilen çeşitli köylerin ağnam resminin Yunanlılar tarafından toplanmak istendiği ve bu konuda ne yapılacağı hakkında vuku bulan tahrirat.
* DH.İ.UM.20/14: Sevr Barış Andlaşması mucebince muvakkaten Yunan idaresine tevdi edilmiş olan bölgelerdeki memurların maaşlarının ödenmesi.
* DH.İ.UM.20/14: Sevr Muahadesi’nin 225. maddesi gereğince Memalik-i Osmaniye’de vefat eden sivil ve asker esirlerin listelerinin hazırlanabilmesi için bunların isimleriyle, ölüm sebepleri ve mahallefatının bulunup bulunmadığının tesbit edilerek bildirilmesine dair İstanbul, Hüdavendigâr, Adana vilayetleri ile Çatalca, Karesi, Kal’a-i Sultaniye Mutasarrıflıkları’na yazılan tahrirat.
* HR.İM.59/14: Sevr Andlaşması’nın revizyonu gözönünde bulundurularak Ermenistan’ın teşkili konusunda Güney Afrika Delegesi Profesör Gilbert Murray’ın Cemiyet-i Akvam’a sunduğu rapor.
* HR.İM.59/15: Sevr Andlaşması’nın revizyonu ve Osmanlı’dan bağımsız olarak Ermenilere yurt verilmesi hususunun Cemiyet-i Akvam’da ele alınması. Anadolu ve komşu topraklarda birçok Ermeni kadın ve çocuğun zorla evlerinden alınıp kadınların Türk haremine kapatıldığı, çocukların Müslüman kurumlarına yerleştirildiği iddialarını hâvî Dr.Kennedy, Miss Emma Cushman ve Miss Jeppe’nin Cemiyet-i Akvam’a sundukları görüşler ve öneriler.
* HR.İM.59/16: Sevr Andlaşması’nın revizyonu gözönüne alınarak Osmanlı’dan bağımsız Ermenistan teşkili konusunda Cemiyet-i Akvam’ın İtilâf Devletleri’ne çağrısı.
* DH.İ.UM.EK.122/7: Sevr Muahede-i Sulhiyesi’nin idare-i umumiye ile ilgili maddelerinin tâmimen tebliği.
* MV.20/72: Sevr Muahedesi ahkâmınca, gümrük rüsumunun kıymet-i eşya üzerinden alınacağı.
* MV.220/258: Sevr Muahedesi hükümlerine göre geçici olarak Yunanlılarca işgal edilen İzmir ve hinterlandında Osmanlı memurlarının vazifeleri başında kalacakları ve Yunan müdahalesinin men’i için teşebbüslerde bulunulması.
* MV.221/234: Sevr Muahedenamesi’nin tayin eylediği sınırlar dahilinde vazife yapan kadı ve müftülerin atanma ve azilleri konusunda Yunanlılar tarafından vuku bulan tebligatın tedkiki.
* HR.İM.225/52: Sevr Muahedesi’nin imzasından sonra Wilson tarafından çizilen Türk-Ermeni hududu hakkında Hazine-i Evrak’ta belge bulunmadığı, Wilson şeraitine verilen cevabı muhtevî muhtıra suretinin ise çoğaltılarak bir nüshasının irsal kılındığı.
* HSD.AFT.6/128: Sevr Antlaşması’nın imzalanıp imzalanmaması konusunu görüşmek üzere toplanmış olan Saltanat Şurası’na kimlerin davet edildiğine ve Sevr Antlaşması’nın lehinde ve aleyhinde görüş bildirenlerin listesini göndermesine dair İstanbul Defterdarlığı’ndan Ali Fuad Bey’e gönderilen tahrirat.
Bu evrakı ve arşivde mevcut bulunan daha yüzlerce belgeyi görmezden gelip o günlerde yaşanmış bütün acıları da unutarak “Sevr diye bir andlaşma yoktur” demek en azından ayıptır, insafsızlıktır ve aklı başında bir tarihçinin yapacağı iş değildir!
Sevr’i imzalayanlar, Paris’in banliyölerinden Sévres’deki çini fabrikasının sergi salonunun bir odasında imza töreninin başlamasını bekliyorlar: (Soldan) Reşad Halis ve Rıza Tevfik Beyler ile Hâdi Paşa.
BİR DEĞİL, TAM SEKİZ AYRI SEVR VARDIR!
Türkiye’de, tarihimizin en acı vesikalarından olan Sevr’in imzalanmasının üzerinden neredeyse bir asır geçmiş olmasına rağmen, bu konuda hâlâ derinlemesine bir araştırma yapılmamıştır ve daha da önemlisi, Sevr’in Müttefikler ile Türkiye arasında imzalanmış tek bir andlaşmadan ibaret olduğu zannedilir.
Sevr, bir “andlaşmalar serisi”dir, Türkiye’nin imzaladığı ve tam bir “ölüm fermanı” olan metin bu serinin sadece biridir ve Paris’in banliyölerinden Sévres’deki çini fabrikasının sergi salonunda 10 Ağustos 1920’de öğleden sonra saat dördü sekiz geçeden itibaren ardarda imzalanan Sevr Andlaşmaları, sekiz adettir:
1. Müttefikler ile Türkiye arasında imzalanan barış andlaşması.
2. İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Anadolu hakkında imzaladıkları üçlü andlaşma.
3. Müttefikler ile Polonya, Romanya, Sırp-Hırvat-Slovak Devleti ve Çekoslovakya arasında imzalanan sınırlarla ilgili andlaşma.
4. Müttefikler ile İtalya, Polonya, Romanya, Sırp-Hırvat-Slovak Devleti ve Çekoslovakya arasında imzalanan andlaşma.
5. İtalya ile Yunanistan arasında imzalanan andlaşma.
6. Müttekifler ile Yunanistan arasında Trakya konusunda imzalanan andlaşma.
7. Müttefikler ile Ermenistan arasında imzalanan andlaşma.
8. Yunanistan ve Bulgaristan arasında karşılıklı göç konusunda imzalanan andlaşma.
İşte, Türkiye’de “Sevr” dendiğinde bu sekiz andlaşmanın ilk sırasındaki metin anlaşılır ve o gün imzalanan diğer andlaşmalar ile ilgili olarak henüz bir çalışma yapılmamıştır.
Sevr’in bugün Fransız Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nde muhafaza edilen imzalı orijinal nüshasının Türkiye’ye verilen tasdikli nüshasında delegelerin isimlerinin son ve maddelerin başladığı ilk sayfası (Osmanlı Arşivi, MHD.461/6).
ELE-GÜNE REZİL OLUYORUZ!
Bugün hâlâ Sevr’in lehinde konuşan akıl ve idrak düşkünü birkaç bedbaht ortaya çıkıp “Bu andlaşmanın bazı bakımlardan Lozan’dan ileride olduğunu” söyleyebiliyor; hattâ neredeyse “Sevr de yoktur, İstiklâl Harbi de…” diyecekler ama şimdilik dilleri varmıyor fakat memleketin tarih konusundaki en ciddî müessesesi olması gereken Türk Tarih Kurumu “Sevr’in bir andlaşma olmadığını” iddia edebiliyor!
Türk Tarih Kurumu’nun Sevr’i değerlendirirken yürüttüğü mantık ile başka tuhaf iddialarda da bulunabiliriz: Meselâ tarihlere “93 Harbi” diye geçen savaşta Rus ordusunun Yeşilköy’e kadar gelmesi üzerine 3 Mart 1878’de imzalamak zorunda kaldığımız Ayastefanos Andlaşması’nın şartlarının aynı senenin 13 Temmuz’unda Berlin Andlaşması ile hafifletilmiş olmasını gerekçe göstererek “Tarihimizde ‘Ayastefanos’ diye bir andlaşma yoktur, uygulanmamıştır, Ayastefanos sadece bir belgeden ibarettir” diye saçmalayabiliriz!
Yakın tarihimiz konusunda senelerden buyana zaten dünya kadar palavra atıyoruz; şimdi de “Sevr andlaşma değildir, sadece bir belgedir” gibisinden komiklikler ilim dünyasını tebesümlere garkedecek ve birkaç nesil sonrasının ciddî tarihçilerinin gözünde komik, zavallı ve âciz bir vaziyete düşeceğiz!
Türk Tarih Kurumu’nun başkanı ve Selçuklu tarihinin üstadı Prof. Dr. Refik Turan kusura bakmasın ama tarihi perişan, İstiklâl Harbi şehidlerinin ruhlarını da muazzep eden böyle saçmalamaların Türk tarihçiliğinin üzerine utanç verici bir yafta gibi yapıştırılmasına devletin tarihi araştırmakla görevli en önemli kurumunun asla ama asla hakkı yoktur!
.
Alev Alatlı: Liyakati çözersek 21. yüzyıl Türklerin yüzyılı olur
Yazar Alev Alatlı, Türkiye’nin asgari 250 yıldır karşı karşıya kaldığı liyakat sorununun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile daha hızlı çözülmesinin mümkün olabileceğini söyledi.
Yazar Alev Alatlı, Türkiye’nin asgari 250 yıldır karşı karşıya kaldığı liyakat sorununun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile daha hızlı çözülmesinin mümkün olabileceğini belirterek, “Liyakat sorununu çözebilirsek rahmetli Özal’ın kehaneti doğrulanır. 21. yüzyıl gerçekten de Türklerin yüzyılı olur.” dedi.
Batı medeniyetinin kerterizini kaybetmiş gibi durduğu bu süreçte, ”Türkiye’nin dünyanın iyiliği için yaşaması ve yaşatılması gerektiğini” vurgulayan Alev Alatlı, AA muhabirinin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye’nin Rusya ve ABD ile ilişkileri, Türkiye’nin Suriye ve göçmen politikası ile yeni dünya sistemine ilişkin sorularını yanıtladı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye, bölgemiz ve dünya için ne ifade ediyor?
Sistemler onları kuvveden fiile çıkartan ve idame ettiren insanların niteliğiyle kaimdirler. Ehil bir atanmışın vezir edebildiği bir halkı, işinin ehli olmayan bir seçilmişin rezil edebildiği de sır değil. İster monarşi, ister meşrutiyet, ister parlamenter, isterse bizim şimdi denediğimiz başkanlık sistemi olsun, toplumların bir avuç iyi niyetli ve ehil insanın yüz suyu hürmetine ayakta kaldığını kadim tarih teyit ediyor. Sistem kendi başına bir değer değil, değerini sistemi çalıştıranların liyakati belirliyor.
Yeri gelmişken, geçenlerde Sultan 3. Mustafa’nın ‘Cihangir’ mahlasıyla yazdığı bir dörtlüğe rastladım. Koskoca padişah, ‘Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele/ Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele/ Şimdi ebvab-i saadetle gezen hep hazele/ İşimiz kaldı heman merhamet-i Lem Yezel’e” diye yakınıyor. Günümüz Türkçesinde mealen, “Yıkılıp gitmektedir bu dünya, sanma ki bizde düzele/ Aşağılık felek tümden bıraktı devleti müptezele/ Şimdi saadet kapılarında gezenler hepten alçaklar/ İşimiz artık kaldı Allah’ın merhametine.”
3. Mustafa’nın 1700′lü yılların ikinci yarısında saltanat sürdüğünü düşününce umutsuzluğa kapılıyor demeyeyim ama hüzünleniyor insan. Besbelli ki asgari 250 yıldır çözemediğimiz ağır bir liyakat sorunumuz var bizim. Başkanlık sistemi ile çözebilirsek rahmetli Özal’ın kehaneti doğrulanır, 21. yüzyıl gerçekten de Türklerin yüzyılı olur inşallah.
“Öncelikli meselemiz liyakat”
Türkiye’yi yakından tanıyan aydın olarak ısrarla liyakat diyorsunuz. Liyakat sorununu çözdüğümüzde bunun içeriye ve dışarıya nasıl yansımaları olur?
Liyakat sorunu çözüldüğünde Türkiye şahlanır. Bir kere, eğitimden adli sisteme, imardan enerjiye, tarımdan basına hemen her alanda gözlemlediğimiz o müthiş savurganlığın sonu gelir. Zor kazanılmış birikimlerimizi rasyonel yatırımlara dönüştürme imkanı doğar. Zaman yönetimi mümkün olur. Bir günlük işi bir aya yayıp sürüncemede bırakmaz, ödenekleri çarçur etmez, bütçeleri delmeyiz. Gözaltı süreleri kısalır. Mahkemeler daha hızlı karar alır. Çocuklar hangi sınava gireceklerini bilir. Tesisatçı gideri yanlış yere bağlamaz. Elektrikçi kabloyu izole eder, yangın çıkartmaz. Caddeler, en ufak bir serpintide göle dönmez. Dünyayı doğru okur, doğru yorumlar, kim dost, kim düşman doğru kestirirsek olası FETÖ’lere hazırlıksız yakalanmayız.
Hepsinden önemlisi, liyakat noksanının suçunu birbirimize atmaz, birbirimizi haksız kazançla, ihanetle suçlamaktansa meselelerin kök nedenlerine inme alışkanlığı kazanırız. Siyaset bile rasyonelleşir. Bizi kahreden olumsuzlukların ezici çoğunluğu, aktörlerin ehil olmamalarından kaynaklanıyor, ahlaksızlıklarından değil. Hasılı, liyakat meselesini çözer, emaneti ehline bırakmayı ilke edinirsek, etnik veya sınıfsal veya ideolojik kutuplaşma kaygıları yok olur, Türkiye 21 yüzyılda uçar! Ele güne karşı caydırıcı bir güç olmak da böyle bir şeydir zaten. Hayırhah bir güç olmak da öyle.
“Liyakati saptayacak objektif yöntemler var, hantallık kader değildir”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan sonraki süreçte öncelik vermesi gereken en önemli konunun liyakat olduğunu söylediniz. Başka ne gibi öncelikler var beklentileriniz arasında?
Adli sistemin ihyası, milli eğitimin yalpalamalardan kurtarılması var. Ancak bunların her ikisi de muazzam siparişlerdir, başarı yine döner dolaşır liyakatta düğümlenir. Bakın, ne milli eğitim sistemi ne de adli sistem boşlukta tekevvün eder. Bu kurumlar toplumun genel zihniyetinin, değer yargılarının, dini inançlarının, dönemin hakim dünya görüşlerinin, evrensel düşünce akımlarının ve nihayet sosyoekonomik yapılanmasının ortak ürünleridir.
Ne bir hükümet ne bir bakanlık ne bir sivil toplum örgütü veya mezhep veya tarikatın tek başına altından kalkabileceği düzenlemeler değildirler. Daha açık söyleyeyim: “Ben yaptım oldu.” da yoktur, “Bundan daha iyisi olmaz.” da yoktur. Seferberlik boyutlarında ortak gayret, ince ayar, adanmışlık gerekir. Seferberlik denildiğinde, ehil kadrolar hayati önem kazanır. Umarım ki, bu defa “Elimden geleni yaptım.” mazeretine sığınmayan, “yapılması gerekeni yapan” kadroları bir araya getirme imkanı olur. Allah Başkan’ın yar ve yardımcısı olsun.
Yeri gelmişken, liyakati tespit etmenin birtakım nesnel kriterleri olduğunu da hatırlatayım. Örneğin, akademik literatürde “accountability” diye geçen, hesap verebilirlik/sorulabilirlik/sorabilirlik diye bir norm var. Kişiyi yaptıkları kadar yapmadıklarından da sorumlu tutan bu düzgünün etkinleştirilmesi halinde, liyakati objektif olarak saptamak kolaylaşacaktır. “Akreditasyon” diye de bir düzgü var. Bu da kişi ve kurumların evrensel standartlar muvacehesindeki yerlerini tespit etmeye yarar. Üniversitelerden hastanelere, adli tıptan hukuk mahkemelerine kadar hemen tüm kurumlarda işlevsel olabilir. Diyeceğim liyakati saptayacak objektif yöntemler var, hantallık kader değildir.
“Türk devleti kolay faka basmaz”
ABD ile Rusya’nın, Suriye konusunda belli noktalarda uzlaştığı iddiaları var. Suriye’de atılması gereken adımlar nelerdir?
Suriye’de atılması gereken adımlar hususunda ahkam kesmek haddim değil. Gazete okuryazarlığı da sorunuzun hakkını vermeye yetmiyor. Manşetlere çıkan olaylardan hangisi politika, hangisi strateji, hangisi taktik bilemiyorsunuz. Örneğin, Münbiç. Bizim için hayati bir bölge midir, stratejik midir, yoksa taktik icabı mı öne çıkarılıyor bilemiyorum. Aynı şeyi Rusya, İran hatta Katar gibi nevhuzur müttefiklerimiz için de söyleyebilirim.
Rusya ile dostluk politikası oturmuş mudur yoksa güney sınırlarımızı güvence altına almak hedefimiz muvacehesinde belirlediğimiz stratejiden mi ibarettir? Strateji malum, politikanın genel amaçları doğrultusunda, tüm kaynakları göz önüne alarak örgütlenme olayıdır. Bu bağlamda, Rusya’ya kaynaklardan biri diye bakmak da mümkündür. Oysa taktik alt hedeflere yönelik eylem şeklidir. Münbiç’i hatta belki de Kandil’i bile bu çerçevede değerlendirmek gerekiyordur. ABD ile Rusya’nın Suriye konusunda belli noktalarda uzlaştıkları iddialarına gelince; olacağına bakın derim. Almanların “Güven iyidir ancak kontrol daha iyidir.” diye bir atasözü vardır, gerçekçi bir tembih olduğunu düşünürüm. Türk devleti, güngörmüş bir devlettir, kolay faka basmaz. Sakin olmakta yarar var derim.
“Aylan bebeklere pasaport, vize sorulmaz”
Suriye’deki iç savaş nedeniyle yaşanan sığınmacı göçü, zorunlu göç yani tehcir olarak tanımlıyorsunuz. Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara yönelik politikaları hakkında neler söylersiniz?
Hukuk sistemimizdeki kavram kargaşası Suriyeli konuklar konusunda da gözleniyor. Uluslararası hukukta mülteci (refugee), sığınmacı (asylumseeker) ve göçmen (immigrant) olmak üzere üç sınıflama vardır. ‘Mülteci’, ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyendir. ‘Sığınmacı’ diye mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından resmen tanınmamış kişilere denir. Bir de ‘göçmen’ler var. Bunlar, ülkelerinde zulme uğramaktan korktukları için değil, kendilerine daha iyi bir yaşam sağlamak için başka bir ülkeye göç edenlerdir. Bunları açıklıyorum, çünkü misafir ettiğimiz 3,5 milyon Suriyelinin hangi kategoriye girdiği, eninde sonunda tanımlamamız gereken bir mesele olarak karşımıza çıkacaktır diye korkarım. Şimdilik Türkiye hukukundaki statülerine bakmaksızın mülteci ya da sığınmacı olarak adlandırıyoruz ama bir tekne battığında içindekiler geliş nedenlerine göre mülteci de göçmen de olabiliyorlar.
Önemli mi? Tümüyle insancıl olarak bakarsanız hiç ama hiç önemli değil. Aylan bebeklere pasaport, vize sorulmaz. Velakin yasal statüleri vuzuha kavuşturmaz, daha da önemlisi Türk kamuoyunu ve Suriyeli konuklarımızı zamanında bilgilendirmezsek ilerleyen yıllarda hır çıkacağından korkarım. Hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Gün olur, devran döner, iyilikler unutulur. Bir bakmışınız Suriyelilere karşı antidemokratik uygulamalarla, kayırmacılıkla itham edilmişiz. Bunun dışında, bu insanları elbette dışarıda bırakmayacak, kendi topraklarımıza alacaktık. Biz komşusu açken uyuyamayan insanlarız, başka türlüsü zaten içimize sinmezdi. Kendi adıma ben iftihar ettim.
“Nükleer denizaltının cinnet geçiren kaptanı”
Türkiye-ABD arasında var olan gerilim yeni sistemde de devam ederse Ankara, Moskova ile sürdürdüğü iş birliğini stratejik iş birliğine dönüştürür mü, Erdoğan-Putin dostluğu ilişkilere nasıl yansıyor sizce?
Türkiye’nin Rusya ile sürdürdüğü iş birliği stratejik midir, taktiksel midir bilecek noktada değilim. Buna karşın ABD ile olan gerilim ifadesi, beklenen hatta kışkırtılan medeniyetler savaşında, İslamofobi cinnetinde bulan bir kışkırtmanın sonucudur. Trump nükleer denizaltının cinnet geçiren kaptanı gibi ipe sapa gelmez bir bitirim adam. Yeni ya da eski sistemin, cinneti rehabilite edebileceğine ihtimal vermem.
Öte yandan Başkan Erdoğan’la Başkan Putin’in birbirlerinin değerlerine aşinalıkları var. Bana sorarsanız bu aşinalık, özde Asya kökenli olmalarından gelir. Rusya nüfusunun beşte birinin Müslüman olduğunu hatırlayın. Hatta, “Bir Rus’u biraz kaşı, altından Tatar çıkar.” diye bir söz bile vardır. Yine de ortak değerlerden ziyade, var olan değerlere aşinalıktan bahsettiğime dikkatinizi çekerim. Ne gibi mesela? Her iki liderin de ülkelerinin imparatorluk geçmişine duydukları saygı ve bu geçmişten devşirdikleri vakar her ikisi tarafından da anlayışla karşılanır.
Batı dünyasının yerli yersiz çıkışlarına hatta hakaretlerine şerbetli olmak gibi halklarının tevekkülü gibi benzer yaşanmışlıkları vardır. AB, ABD halklarını sokaklara döken mesela elektrik kesintileri, oralarda olduğu gibi Rusya’da insanları fırsattan istifade dükkan yağmalamaya sevk etmeyecektir. Devlete bağlılık gibi, ulusal gurur gibi, kişisel dayanıklılık gibi daha pek çok şey sayabilirim benzerlikler vardır. Hasılı mülahazat hanesini asla kapatmamak kaydıyla kişisel dostluktan değilse bile anlayıştan kaynaklanan edepli atmosfer, diyaloğu kolaylaştıracaktır.
Türkiye-Rusya ilişkileri
Rusya ile ilişkilerimizi derinleştirmeliyiz mi diyorsunuz? Rusya’nın en fazla savaştığımız ülkelerden biri olduğu da söylenir.
Kiminle savaşmadık ki? Eski defterleri karıştırmaya başlarsak, en uzun savaşlarımızı AB ülkeleri ile yaptığımızı kabul etmek zorunda kalırız. Papa II. Urban, “pis Türk” kavramını Batı literatürüne ilk soktuğunda, Ruslar orada bile değildi. Birinci Haçlı Seferi çağrısını hatırlayın. Malazgirt’ten hemen sonra “Tanrı’ya külliyen yabancı mel’un bir ırk” diye bizden bahsediyordu. Kendimizi bildik bileli, onlar bizi Anadolu yarımadasından sürüp atmaya çalışırlar, biz inatla tutunuruz. Keşke dünya daha rasyonel bir yer olsa da Rusya ile ilişkilerimiz derinleştirebilse. Artık eskisi gibi de değil, sıcak denizlere inmek için ille de Boğazlara sahip olmaları gerekmiyor. Kaldı ki, küresel ısınma sayesinde Beyaz Deniz de eriyor. Rusların kuzey kutbunda istemedikleri kadar uzun sahilleri olacak.
“Dünya nöbeti tutan birileri vardıysa onlar Rus aydınlarıydı”
ABD, “dünyanın bekçisi” olmaya devam edecek midir? Batı dünyasını bekleyen sorunlar neler, bunun bölgemize ne tür yansımaları olacaktır?
İzin verirseniz hemen düzelteyim. ABD dünyanın bekçiliğini hiç yapmadı. Sermayenin bekçiliğini yaptı ki o sermaye, o ülkede yaşayan sıradan insanların birikimleri değil, oligarklar tarafından kölelerin canları pahasına oluşturulmuş sermayeydi. Hür dünyanın, insan haklarının, demokrasinin bekçiliği gibi söylemler, “westoxication” derler, Batı zehirlenmesinden muzdarip yoksul ülkelere servis edilen güzellemelerden ibarettir.
Bakın, dünya nöbeti tutan birileri vardıysa onlar Rus aydınlarıydı. Enternasyonal sosyalist ideallerine gerçekten inanmışlardı. Partili oligarkların hantal ve acımasız uygulamalarının elinde çöktüğünde, müthiş bir düş kırıklığına uğradılar. “Bizden bu kadar, dünyayı bundan sonra Amerikan aydınları düşünsünler.” dediklerini bilirim. Tabii böyle bir şey olmayacak. Amerika’nın aydınları organiktirler, Filistin dahil en galiz haksızlıklara bile karşı duramazlar. Bundan böyle gemisini kurtaran kaptandır. Kolay olmayacak ama bölge ülkeleri kendi başlarını bağlamayı öğrenecekler.
“Yeni dünya düzeninde dinlerin yeri sermayeyi ağırladıkları kadardır”
Bu yeni dünya düzeninde İslam, Hristiyanlık gibi dinlerin yeri ne olur, din belirleyici bir konuma gelir mi?
Dinleri aynı kefeye koymayın. Bahis konusu olan İbrahimi dinler dahi olsa dindarları da aynı kefeye koymayın. Yeni dünya düzeninde mütedeyyin bir Katoliğin başına gelen ile Müslümanın başına gelen arasında dağlar gibi fark olacaktır. Budisti, paganı saymıyorum bile. Bir de Hristiyanlığı yekpare bir bütünmüş gibi düşünmeyin. Katoliğin İsa Mesih’ini mesela bir Mennonit sokakta görse tanımayacaktır.
İsa Mesih’e daha 325 İznik Konseyi’nden itibaren farklı mezhep ve tarikatlar tarafından farklı nitelikler atfedilir. Allah’ın oğlu olduğu hususunda bile mutabakat yoktur. Martin Luter’in 15. yüzyıl reform hareketiyle resmiyet kazanan bölünme, 2012 itibarıyla 43 bin tarikata yükselmiştir. Dahası bu sayının 2025′te 55 bini bulacağı ileri sürülüyor. Kim ileri sürüyor? Mesela Boston, Massachusetts’deki “Cordon-Conwell Theological Seminary”nin, yani papaz okulunun “The Center for the Study of Global Christianity” yani Küresel Hristiyanlık Araştırma Merkezi ileri sürüyor. Televizyon sunucusu Oprah Winfrey’i bilirsiniz, o hanımın bile kendi kilisesi var. Öte andan Yahudilik de müstakar değildir.
Başkan Erdoğan Amerika’dayken yanına gelen Filistin yanlısı lüleli Yahudileri hatırlayın. Medya üstünde bile durmadı, daha doğrusu nasıl yorumlaması gerektiğini bilemedi. O insanlar Hasidi mezhebindendir. 1948′de İsrail gibi “Mehdi’nin üzerinde bir endaze yol bile yürümediği topraklar”a gitmektense ABD gibi “goyim diyarı”nda kalmayı tercih etmişlerdi. “Goyim” malum bizim ‘kafir’ sözcüğümüzle eşdeğer bir kelimedir. Diyeceğim, yeni dünya düzeninde dinlerin yeri sermayeyi ağırladıkları kadardır. Suudi iseniz başka, Somali Müslümanı iseniz yine başka. Kime ne olacağını anlamak için parayı takip etmek gerekir, inancı değil.
“İran’a İsrail’den çok fazla güvenirim”
ABD’nin İran ile yaptığı nükleer silahsızlanma anlaşmasını iptal etmesi, ekonomik ambargo koyması gibi bir süreç yaşanıyor. ABD, nükleer konusunda İran’ı kendisine rakip olarak mı görüyor?
Alatlı: Doğru ama saçma. Nasıl saçma biliyor musunuz? ABD, İran’ın sahip olduğu nükleer gücün 90 kat fazlasına sahip olmakla övünüyor. Peki, söyler misiniz gezegeni bir defada yok edebilecek gücün 90 kat fazlası ile övünmek nasıl bir anlamsız saçmalıktır? Öldürdüğünüz adamın üstüne bir şarjör kurşun sıkmakla tehdit etmeye benzemiyor mu, aklı başında birinin yapacağı iş midir? Doğrusunu isterseniz, nükleer bomba konusunda ben İran’a İsrail’den daha çok güvenirim. Netanyahu, Ruhani’den daha mı aklı başında? Yok canım.
“Ateistler insanı yücelten kodlar getiremediler”
İnsanların hızla deizme eğilim gösterdiğine dair istatistikler var, bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Deizm, Avrupa aydınlanmacılarının, Voltairelerin, Diderotların, Laplaceların inanç sistemleriydi, 1700′lü yıllarda kaldı. Şimdi artık siborg ırkından, yapay zekadan bahsedilen süreçteyiz. Stephen Hawking ve şürekası, “bir Yaratıcı var ama insanlara birebir muhatap değil.” tespitiyle deist inancı da ellerinden aldı. Yetmedi, “insan ırkının orta büyüklükte bir gezegenin üstündeki kimyasal cürufdan” ibaret olduğu hükmünü yerleştirdiler. Diyeceğim, bu saatten sonra Batı insanını zapturapt altına alabilecek aşkın bir güç yok. Nitekim medeniyetlerini, borçlu oldukları kazanımlarını bir bir kaybediyorlar. Batı dünyasındaki gerilemenin ayırdına varmalısınız. Yıkılan değerlerinin yerine yeni değerler de konulamadı. Ateistler insanı yücelten kodlar getiremediler. Çöküşü, yozlaşmayı, bozulmayı önleyemiyorlar.
“Avro-Amerikan toplumu ciddi bir lider krizi yaşıyor”
Batı’daki duraklama veya gerilemenin bize yansıması nasıl olur?
‘Westoxication’dan korunabilirsek, saçmalamazsak, fırsata çevirebiliriz. Avro-Amerikan toplumu ciddi bir lider krizi yaşıyor. Kim derdi ki muhteşem Fransız medeniyeti, okul kaçkını Macar Sarkozy’ye, Macron gibi ergene emanet edilecek. Görkemli Roma’ya bakın, Berlusconi diye bir müptezel adamın ağzına bakıyor. İngiltere, bir başka garip, Berezovskiy’den Abramovich’e bağrına basmadığı kriminal kalmadı. Kraliçe de olmasa toptan dikiş tutmayacak.
Atlantik’in öteki yakasında Trump, başlı başına bir facia. Adam Amerika’yı dünya hakimi yapan gelişmelerin tümüne takoz koymaya kalktı. Liberalizm, serbest ticaret, ulus devletleri ortadan kaldırmayı hedeflemiş, üstelik bayağı da yol almışken, ithal vergileri, ticaret yasakları, boykotlar gibi anakronistik uygulamalarla 16. yüzyıl merkantalizmine geri dönüyor. Daha da vahimi, herkes seyrediyor. Bu adamın demokratik bir seçimle geldiğini söylemek de mümkün değil. Katılım zaten yüzde 50 seviyesindeydi. Trump’ın başkan olması için oyların yüzde 47′sini alması yetti.
Şimdi siz bir Batılı lider olsanız, Tayyip Erdoğan’a haset etmez misiniz? Başkan’a daha çok yükleneceklerdir. Yüklensinler bakalım. Basmakalıp karalamaların ötesine geçemeyeceklerdir. Nitekim, Avro-Amerikan cenahından nicedir özgün bir eser de çıkmıyor. Resimde, müzikte, edebiyatta duayen eleştirmenler sustu, yerlerini piyasaya bıraktı. “Çok satan iyidir.” anlayışı sanat ürünlerini seri imalata zorladı, motor aynı motor, şaside marjinal değişiklikler. Model tutmaya görsün, ısıtılıp ısıtılıp yeniden piyasaya sürülüyor. Diziler, filmler, senaryolar hatta estetik aynı çarktan çıkmış gibi; ölümün, öldürmenin türlü biçimleri.
“Aydınlara namuslu olmak düşüyor”
Bir aydın olarak, Türkiye’deki aydınlarla ilgili eleştirilerinizi de alalım. Bu süreçte olsun, önümüzdeki süreçte olsun aydınlara neler düşüyor?
Rahmetli Cemil Meriç’in “Kelam bütünüyle haysiyettir.” diye bir vecizesi vardır. Günümüz aydınına kelamın haysiyetine hiç olmadığı kadar büyük bir azimle sahip çıkmak düşüyor. Aydın, izzetinefsini, öz saygısını, vakarını koruyacak ki, toplumsal kimliğimiz tehdit eden sapkınlıkları bertaraf etmeye yardım edebilsin. Bakın, sistem değişiklikleri gerçek algısını zora koşar. Korkak gerçeklerle yüzleşmeyi reddeder, hırçınlaşır. Cahil, gerçeği idrak edemez, küçümser. Hain kendi çıkarının peşine düşer, gerçeği tahrif eder, saptırır.
Böyle zamanlarda toplum kerterizini aydınlardan alır. Bununla beraber aydın da boşlukta tekevvün etmez. Parçası olduğu toplumun genel zihniyetinin, değer yargılarının, dini inançlarının, dönemin hakim dünya görüşlerinin, evrensel düşünce akımlarının ve nihayet sosyoekonomik yapılanmanın bileşkesidir. Marifet iltifata tabidir. Bu bağlamda Türkiye aydınlarını onurlandıran bir ülke değildir. “Kime yazıyorsun bu mektubu?” diye sormuştu Cemil Meriç, “Elinde hiçbir adres yok.” Öyleyse, “Aydınlanmak için yan, aydınlatmak için değil.” Ebediyet zaten hazin bir teselli mükafatı.
.
Avusturyalılar’ın 335 yıldır bitmeyen Türk korkusu
Avusturya, bilinç altlarında yatan Türk korkusundan Müslümanlar aleyhine her gün yeni bir karar alıyor. Avusturyalılar 1683’teki İkinci Viyana Kuşatması’ndaki korkuyu ve imparatorlarının kaçışını asırlardır unutmadı
1683′te İkinci Viyana kuşatmasında uğradığımız mağlubiyette Avrupalılar’ın sevinci o kadar büyüktü ki, Almanlar’dan Polonyalılar’a, Hırvatlar’dan Ermeniler’e herkes Viyana önlerinde Türkler’in mağlup edilmesinde en fazla kendilerinin katkısı bulunduğunu iddia etmişlerdi.
KORKUDAN FETVA ALDILAR
Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Avusturya hakimiyetindeki Protestan Macarlar’ın lideri Tökeli İmre’ye yardıma başlamasıyla iki devletin ilişkileri gerilmişti. Avusturya, Osmanlılar’la savaşa girmek istemiyordu. Henüz süresi bitmemiş Vasvar Antlaşması’nı yenilemek için Kont Albert de Caprara elçi olarak İstanbul’a gönderilmişti. Elçi, barış antlaşmasının süresinin uzatılması için çok uğraştı. Hatta Silahdar Tarihi’ne göre “İslâm şeriatı üzere boğazına bez bağlayıp aman diyene kılıç olur mu? Üzerine sefer caiz midir?” diyerek seferin caiz olmadığına dair fetva bile aldı. Ancak Merzifonlu bu fetvaya dahi aldırış etmeyerek, Avusturya üzerine sefere çıkma fikrinden vazgeçmedi. Merzifonlu sınırdaki askerlerden Avusturya saldırıları oluyor diye şikâyet mektupları getirtip, Dördüncü Mehmed’i Avusturya üzerine sefere ikna etti.
1682 sonbaharında sefer kararı alındı ve ordu Edirne’ye ulaştı. 1682 Aralık’ında yapılan görüşmeler de sonuç vermeyince tuğlar dikilerek sefer resmen ilân edildi. Kış Edirne’de geçirildikten sonra, 1 Nisan 1683′te Avusturya seferi için harekete geçildi. Ordu 25 Haziran 1683′te İstolni-Belgrad’dayken padişahın sefer hedefi olarak izin verdiği Yanıkkale yerine Viyana’ya yürünmesi fikrini Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa ilk kez burada açıkça dile getirdi. Sadrazamın bu fikrine sadece Kırım Hanı Murad Giray ve Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa karşı çıktı.
Osmanlı ordusu, Viyana’ya kadarki yürüyüşünü 105 günde tamamladı. İkinci Viyana Seferi çok hızlı gerçekleştirilmiş başarılı bir askeri harekâttı. Kanunî’nin 27 Eylül’de Viyana’ya, Üçüncü Mehmed’in ise 21 Eylül’de Eğri Kalesi’ne ulaştığı göz önünde tutulursa 1 Nisan’da sefere çıkan ordunun 14 Temmuz gibi erken bir tarihte Viyana’ya ulaşmasıyla Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın başlangıçta çok iyi bir harekât yönettiği ortaya çıkar.
İMPARATOR KAÇTI
Türk ordusunun da İstolni Belgrad’dan hareketle 1 Temmuz’da Yanıkkale’ye varması Viyana’da korkuyu artırdı. İmparator Leopold bile şehri terk edip kaçtı. Türk ordusunun öncü birlikleri 13 Temmuz’da ulaştıktan sonra, 14 Temmuz 1683 Çarşamba günü Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın komutasındaki Osmanlı ordusu dört saatlik bir yürüyüş sonrasında Viyana önlerine geldi. Viyanalılar teslim teklifini kabul etmeyince kuşatma başladı.
İki ay süren kuşatmanın sonunda savunmadaki Avusturya askerlerinin sayısı oldukça azalmıştı. Kuşatma uzadıkça Viyana’da yiyecek azalmış ve dizanteri başlamıştı. Viyana’ya karşı Osmanlılar’ın beş yerde kazdığı lağımlar kale duvarlarına yaklaşmıştı. Bunların patlatılmasıyla kale düşebilirdi. Şehirdeki ümitsiz bekleyiş, 11 Eylül’de Viyana önlerine gelen yardım ordusu görülünce bir anda büyük bir sevince dönüştü. Kiliselerin çanları çalınmaya, sevinç gösterileri yapılmaya başladı.
VİYANA ÖNLERİNDE TARİH DEĞİŞTİ
Jan Sobiesky komutasındaki Hıristiyan birlikler, Viyana’nın kuzeybatısındaki tepeleri hiç çarpışmadan ele geçirdiler. Osmanlı kuvvetleri kuşatmayı bırakıp, savaşa hazırlandı. 12 Eylül 1683 günü Kahlenberg (Alaman Dağı) mevkiinde savaş başladı. Merzifonlu’nun taktik hatalarıyla muharebe üstünlüğü düşmanın eline geçti. Düşman askerlerinin Osmanlı ordusunun merkezine girmeye başlaması üzerine, Kara Mustafa Paşa iki aydan beri Viyana’yı kuşatan Türk birliklerine Budin’e çekilme emri verdi. Artık bir dönem kapanmıştı.
.
İSTANBUL’U KUŞATMA HAREKÂTI
.
KUDÜS, FİLİSTİN… BİZE EMANET!..
.
İşte, Mustafa Kemal Paşa’ya verilen Samsun talimatının Sultan Vahideddin imzalı orijinal nüshas
Murat Bardakçı, Haber Türk
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun yolculuğu hakkında şimdiye kadar çok şey yazıldı ve söylendi. Bugün bu sayfada Samsun yolculuğu ve yolculuk sonrası ile ilgili dört adet belge görüyorsunuz. Sultan Vahideddin’in 30 Nisan 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’daki Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tayini ile ilgili emrinin, yani “irade”sinin görüntüsünün yanısıra diğer üç belge, basında ilk kez yayınlanıyor
MUSTAFA Kemal Paşa’nın 1919’un Mayıs’ında yaptığı Samsun yolculuğu hakkında bugüne kadar çok şey yazılıp söylendi ve yolculuğun sebebi ile ilgili olarak ortaya türlü türlü iddialar atıldı…
Bugün bu sayfada Türk basınında ilk defa yayınlanan bir belgeyi görüyorsunuz: Sultan Vahideddin’in 30 Nisan 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’daki Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tayini ile ilgili emrini, yani “irade”sini…
Padişahın imzasının sol üst tarafta bulunduğu belgede “Mülga (ilga edilmiş) Yıldırım Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, Dokuzuncu Ordu Kıtaâtı (kıt’aları) Müfettişliği’ne tâyin edilmiştir. İşbu iâde-i seniyyenin (padişah emrinin) icrasına Harbiye Nâzırı (Savaş Bakanı) memurdur” deniyor.
Hicrî 22 Recep 1337 ve Rumî 30 Nisan 1335 yani 1919 tarihli padişah emrinde Sadrazam Damad Ferid ile Harbiye Nâzırı Şakir Paşa’nın da imzaları bulunuyor.
Bu karar, imzalanmasından beş gün sonra, 5 Mayıs 1919’da, o devrin resmî gazetesi olan “Takvim-i Vekayî”nin ilk sayfasında da yayınlanıp yürürlüğe girecekti…
Peki, Sultan Vahideddin böyle bir kararı niçin verdi? Hattâ daha açık şekilde sormak gerekirse Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya niçin gönderildi?
İKİ TEMEL SEBEB VARDI
Türkiye’de bir kesim, Paşa’nın Samsun seyahatini Sultan Vahideddin’in emri ile ve “memleketi kurtarmak” maksadı ile yaptığına inanır ve buradan hareketle de padişahın “Kurtuluş Savaşı’nın gizli mimarı”olduğu iddiasında bulunur.
Ama, o dönem ile alâkalı belgeler ve hatıralar ciddî şekilde incelendiğinde bunun böyle olmadığı, Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesinin ardında bambaşka düşüncelerin bulunduğu görülür.
Öncelikle arzu edilen, bölgenin Türk ve Rum sâkinleri arasında başlamak üzere olan çatışmaların önlenmesi, Samsun’un ve Dokuzuncu Ordu’nun yetki sâhasında olan diğer şehirlerin çatışmalar bahane edilerek ve Mondoros Mütarekesi’nin güvenlik gerekçeleri ile müttefiklere memleketin herhangi bir yerini işgal hakkı tanıyan meşhur 7. Madde’sine dayanılarak düşman askerlerinin işgaline uğramasının engellenmesidir. Sultan Vahideddin aynı zamanda görev bölgesinde kendi başına hareket ederek silâhlı bir mukavemet teşkil edeceğinden emin olduğu Mustafa Kemal Paşa’nın emrindeki güçlerden yeri geldiğinde istifadeyi ve yakın bir gelecekte başlayacak olan barış görüşmelerine de arkasında bu gücün varlığını hissettirerek oturmayı arzu etmektedir.
Anadolu’ya gönderilen tek yetkili zaten Mustafa Kemal Paşa değildir, daha başka paşalar da değişik yerlerde görevlendirilmişlerdir, bütün bu girişimlerin sebebi işte bu düşüncelerdir ama sonuca ulaşan Mustafa Kemal Paşa olmuştur.
BİR DEVLET OPERASYONU
Paşa’nın Samsun yolculuğu zaten gizli falan değildir, bir “devlet operasyonu”dur! Zamanın padişahı Sultan Vahideddin ile sadrazamı Damad Ferid Paşa hazırlıkların her aşamasında vaziyetten haberdar edilmişler, resmî yazışmalar gizli değil, açıkça yapılmış ve devletin elindeki en rahat gemilerden olan Bandırma da bu yolculuğa tahsis edilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun yolculuğundan seneler sonra, Bandırma Vapuru ile yola çıkmadan önce Yıldız Sarayı’nda Sultan Vahideddin’i ziyarete gittiğini anlatır ve görüşmelerini hatıralarında şöyle nakleder:
“…Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahideddin’le âdeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine muvazi (paralel) hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar, sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için, oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa-sola çevirmek kâfi idi.
Vahideddin, hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
- Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir.
Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilâve etti:
- Tarihe geçmiştir.
O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum:
- Bunları unutun, dedi. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin!
…Kendisine basit cevaplar verdim:
- Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.
…- Merak buyurmayın efendimiz, dedim. Nokta-i nazar-ı şâhânenizi (görüşünüzü, düşüncenizi) anladım. İrâde-i seniyeniz (emriniz) olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.
‘Muvaffak ol!’ hitâb-ı şahânesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım”…
Samsun operasyonu işte böyle başladı ama Mustafa Kemal Paşa ile sarayın ve Bâbıâlî’nin ilişkileri sonraki aylarda giderek bozuldu…
İlişkilerin içinden çıkılmaz hal aldığı günlerde İstanbul’un verdiği ve tarihimiz bakımından büyük “ayıp” teşkil eden bazı kararların belgelerini de yine bu sayfada görebilirsiniz.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareketinden birkaç hafta önce. Üniformasındaki kordonlar, Sultan Vahideddin’in “fahrî yaveri” olduğunu gösteriyor.
Vahideddin, 1917’de veliahd olduğu sırada yaptığı Almanya ziyaretinde. Hemen arkasında, ziyarete ordu temsilcisi olarak katılan Mustafa Kemal Paşa var. Vahideddin ile Mustafa Kemal’in beraber göründükleri tek fotoğraf, budur.
Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Nisan 1919’da Samsun’daki Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tayin emrinin orijinali. Sol üstte Sultan Vahideddin’in, altta Sadrazam Damad Ferid ile Harbiye Nâzırı Şakir Paşa’nın imzaları
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasından kısa bir müddet sonra İstanbul ile ilişkilerinin gittikçe bozulmasının ardından, Kuvâ-yı Milliye’nin güçlenmesini önlemek maksadı ile Saray ve Bâbıâlî’nin aldığı kararların yine Sultan Vahideddin’in imzasını taşıyan tasdik belgeleri (üstten): 9 Ağustos 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı askerlikten ihraç edip rütbelerini ve madalyalarını alan irade (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, İ. DUİT. 178/30-1), 4 Şubat 1920’de madalyalarının iadesi iradesi (İ. DUİT. 163/31) ve Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları hakkında verilen gıyabî idam kararını 24 Mayıs 1920’de tasdik eden diğer irade (İ. DUİT. 175/46-1).
BRÜTÜS
.
İslâm – Batı ilişkilerinde geldiğimiz yer
Doç. Dr. İbrahim Kalın’ın geniş hacimli son kitabı, ancak ciddi emek ve büyük birikim sonucunda ortaya çıkabilecek bir eserdir. (Ben, Öteki ve Ötesi, İnsan Yayınları, 2016.) Kitapta İslâm – Batı ilişkileri, ilk temastan günümüze kadar ayrıntılı bir şekilde ele alınıyor. Birbirine uzak gibi görünen sayısız konu, bir bütünün parçası olup çıkıyor. Dinî tartışmalar, kanlı savaşlar ve nihayetinde gelinen yer.
İslâm âlemi ile Batı dünyası arasındaki askerî, siyasî ve iktisadî farkın Müslümanlar aleyhine açılması, esas kırılmanın yaşandığı noktadır. “Neden geri kaldık” sorusu da buradan başlamaktadır. Yazımıza İbrahim Kalın’ın önemli ve yeni bir tespitiyle başlayalım: “İslâm toplumlarının Avrupa’daki bazı yeniliklere direndiğini; sekülarizm, pozitivizm, milliyetçilik, sömürgecilik, ucuz iş gücü, kapitalizm ve kıtalar arası köle ticareti gibi inanç ve uygulamaların toplumsal dokuyu bozacağına ve faydadan çok zarar getireceğine inandıklarını söyleyebiliriz.” (Sayfa 356) Bu duruma veya duruşa, ‘onlar gibi olmamaya direnmek’ diyebiliriz. Başa dönelim ve kitabın girişinden yapacağımız bir iktibasla, iki uzak sayfayı yakınlaştıralım: “Modern zamanlar, İslâm dünyasında önemli kırılmalara yol açtı. Toprakları işgal edilen, onurlu ve özgür vatandaşları köleleştirilen, tarihi ve medeniyeti geri ve anlamsız bir kültür olarak reddedilen İslâm dünyası, moderniteye belli tepkiler vermek zorundaydı.” (22) Burada kısa bir süre için 2013 yılında yayınlanan Akıl ve Erdem’e uğramak zorundayız: “Son iki asırdır Müslümanları sarmış olan yerinden yurdundan edilmişlik ve yabancılaşma duygusu, modern dünyaya karşı hayal kırıklığı hissini körüklemeye devam ediyor.” (Küre Yayınları, Sayfa 229.) İbrahim Kalın’ın uzun süredir bu konu üstünde çalıştığını, düşündüğünü görüyoruz.
Müslümanların ötekileştirilmesi, modern dünyanın ve zamanların dışına itilmeye çalışılması yeni bir şey değil. Fakat gelinen yer, İslâm coğrafyasını kan gölüne ve geniş bir operasyon sahasına dönüştürdü. Batı dünyasının her türlü insanî duygudan uzak saldırılarının altında ne var? Hakka ve hakikate aykırı bu adımları hangi bahanenin arkasına sığınıp da atıyorlar? Bu nasıl bir projedir?
İbrahim Kalın, yazımıza konu ettiğimiz eserinde, bu ve benzeri soruların da peşine düşüyor. Daha ilk sayfalarda, adeta tehlikenin boyutlarını haber veriyor: “Soğuk Savaş’ın ardından İslâm, giderek bir güvenlik sorunu olarak kurgulanmış ve ‘İslâm tehdidi’ uluslararası ilişkilerden göçmen yasalarına kadar her alanda kullanılan elverişli bir siyaset aracı haline getirilmiştir.” (15)
Cümleyi okur okumaz ‘kurgu’ kelimesini işaretlemiştim. Bu hamleyi kurgulayanlar, gerekçeleri de özenle hazırlamışlardı. Lazım olan ortak dil, siyasetten medyaya kadar oluşturulmuştu. Medya deyip geçmemek gerekiyor. Kamuoyunu ikna eden ve edecek olan odur. Doğruluğu şüpheli anketler, algı yönetimleri, yanlı ve yanlış haberler. Sonuç: “Avrupalı ve Amerikalıların büyük çoğunluğu ‘İslâmî köktenciliği son derece önemli bir tehdit’ olarak algılıyor.” (412)
Batı medyasına hâkim olan dili hatırlatmakta ayrıca fayda görüyoruz. İbrahim Kalın’ın verdiği örnekler gerçekten etkileyici. Özetle: Aynı kabahati Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi işlerse eğer, sadece bir tanesi ‘terörist’ ilân ediliyor, inancı sorgulanıyor, dini zan altında bırakılıyor, birtakım çirkin klişeler derhal dolaşıma sokuluyor. Diğer ikisi ise psikolojik sorunlu, aşırı sağcı vs oluyor. Meselenin ciddiyetini anlayabilmemiz için yeniden kitaba dönelim: “Medyada Müslümanlarla ilgili olayların tek taraflı ve genellikle sorumsuz bir şekilde verilmesi, İslâmofobik söylem ve eylemleri beslemektedir.” (449)
YENİ BİR IRKÇILIK TÜRÜ
Batı dünyasının Müslümanlara karşı hasmane tutumu, ayrımcı ve dışlayıcı tavrı, hayatın birçok anında ve alanında rahatlıkla görülebilir. Şiddeti İslâm dininin bir parçası gibi görme ve gösterme çabaları, güya bundan korumak için alınan önlemler, yeni bir ırkçılık türünü de doğurmuştur: “Bir grup insanı ve onların inanç, kültür ve etnik kökenlerini hedef aldığı için İslâmofobi, bir ırkçılık türü haline gelmiştir.” (450)
Bu düşmanlık ve korkuyu besleyenlere göre, Müslümanlar demokrasinin ve dünya barışının önündeki neredeyse en büyük engeldir. Cezayir seçimlerine yapılan askerî müdahaleye “demokrasiyi korumak” adına sahip çıkmışlardır mesela. Mısır’da gerçekleşen darbe ise acı bir örnek olarak tazeliğini koruyor.
Ben, Öteki ve Ötesi’nin hayatî bölümlerinden biri de ‘terör’ bahsi olmuş. Yazımızın özünü de zaten bu konu oluşturuyor. İbrahim Kalın, meselenin tarihsel köklerine inmekle beraber, 2001 yılını milat olarak kabul ediyor: “11 Eylül hadiseleriyle beraber İslâm sistematik bir şekilde terörizmle özdeşleştirilmeye başlanmış ve Müslümanlar potansiyel terörist olarak resmedilmiştir.” (416) Onların ifadesiyle; önce aşırı dinciler, radikaller, siyasal İslâmcılar ve sonra hepimiz.
Bugün İslâm ümmetinin karşılaştığı en büyük tehdit, vatan savunmasının bile ‘terör suçu’ kapmasına alınabilmesidir. Herhangi bir emperyalist projeye veya adaletsizliğe karşı çıktığınızda, sizi nasıl bir akıbetin beklediğini bilemezsiniz.
Terörle mücadele adı altında, her türlü işgal, müdahale ve kanunsuzluk meşru hale getirilmektedir. Terör, kullanışlı bir nesneye, kavrama dönüşmüştür artık. Dünya tarihinde eşine rastlanmayan ve tamamen niyet okumaya yönelik ‘önleyici saldırıları’ düşünelim. İsteyen istediği yere. Peki, hayatını kaybeden milyonlarca insanın, yurdundan edilenlerin ve tahammül sınırını çoktan aşan haksızlıkların hesabını kim soracak, kimler verecek? Aklıma gelen tek şey, Said Halim Paşa’nın şu satırları oluyor: “İnsaf ve uzak görüşlülükten iyice mahrum olduklarını ispat eden bu istilâcılar, Müslümanlara reva gördükleri zulüm ve gaddarca muamelelerle, günün birinde meydana çıkacak olan tepkiyi de çabuklaştırmaktan geri kalmıyorlardı. Bu tepki elbette vukubulacaktır.” (Buhranlarımız, İz Yayıncılık, Sayfa 165.)
Amerika’nın Kudüs’le ilgili haksız kararına karşı oluşan tepkileri bu tespit üzerinden okumakta yarar var.
HAKSIZLIKTAN YANA OLANLAR
İbrahim Kalın, son günlerde yeniden alevlenen Filistin meselesine de önemle eğiliyor. Mutlaka dikkate almamız gereken cümleler kuruyor. Yazara göre, İslâm – Batı ilişkilerini geren konulardan biri de İsrail’in işgaliyle ortaya çıkan Filistin meselesidir. Amerika’nın başını çektiği Batı dünyası, tartışmasız bir biçimde, haksızlıktan ve zorbalıktan yana olmuştur. İsrail’in Filistinlilere karşı orantısız güç eşliğinde devlet terörü uygulanması, sözde insan hakları savunucularını rahatsız etmiş görünmüyor. Bu büyük bir çelişki olarak önümüzde duruyor.
Amerika’yı hem iyi bilen hem de yakından takip eden İbrahim Kalın, sorunu anlamamızı sağlayacak kıymetli bilgiler veriyor: “Özellikle Amerika’da İslâmofobinin bayraktarlığını yapan isimlerin aynı zamanda İsrail lobisinin etkin isimleri arasında yer alması şüphesiz bir tesadüf değil.” (440) Böylece tekrar aynı noktaya gelmiş oluyoruz: “Filistin’de yaşanan büyük haksızlığa karşı çıkan herkes, derhal teröristleri desteklemekle suçlanır.” (441) Böylece yahudi sorunu hızlı bir biçimde Müslüman sorununa dönüştürülmüştür.
Artık bitirelim. Ben, Öteki ve Ötesi, sadece geçmişi değil, yaşadığımız günleri ve olayları anlamamızı sağlayacak değerli bir çabadır.
Peki, bu hep böyle mi gidecektir? Yapmamız gereken şeylerin listesi, yani vazifelerimiz hayli uzun. Öte yandan, teselli mahiyetinde okuduğum satırlar bunlardır: “Hak, adalet ve eşit temsile dayalı bir dünya tasavvuru olmadan adil ve sürdürülebilir bir küresel düzen kurmak mümkün değildir. Dünyaya Avrupa merkezci, ırkçı ve emperyalist zaviyeden bakanlar, bu tahakküm ve sömürge ilişkisini kurarken insanlık tarihinin en büyük suçlarını da işlediler. Modern tarih, bu bakış açısı ve ona verilen tepkilerin örnekleriyle dolu. Kendi dışındaki varlıklara efendi – köle hiyerarşisi dayatmaya çalışan siyasî ve ekonomik projelerin serencamını biliyoruz.” (454)
.
Yeni dünya düzeni(!)
ABD Başkanı Trump’la birlikte dünyanın gidişatına bakıp, yeni dünya düzensizliği demek daha doğru olacağından, başlıktaki ünlemi bilerek koyduk.
Aslında tüm dünyanın hayal kırıklığı, ABD’nin zenci başkanı Obama ile başlamıştı. Halbuki ne büyük umutlarla gelmişti! Meğerse, beklenti o yönde olduğu için, Obama’nın kişiliğinde, aranan prototip bulundu ve onun şahsında gaz alınarak, beklenti boşa çıkartıldı.
Dünya âlem cambaza baktırıldı.
İçimizdeki ve dışımızdaki Amerikalıların araştırmalarına göre, Türkiye’de de yükselen değer dindi ve milenyumla birlikte Türkiye’de (onlara göre) din(ci) (!) bir partinin iktidarı kaçınılmazdı.
Bu hesabı elli yıl öncesinden yapmışlar ve ona göre de kendilerince önlemini almışlardı.
CIA yönlendirmesindeki MİT (Fuat Doğu), Diyanet (Yaşar Tunagür), CHP (Kasım Gülek) başlangıçta, daha sonraları ise başta DSP-Bülent Ecevit olmak üzere tüm siyasi partiler ve bunların genel başkanları-başbakanlar, asker ve sivil cumhurbaşkanları (RP-Necmettin Erbakan hariç) bilerek ve bilmeyerek FETÖ’nün Türkiye Devleti’nin kılcallarına değin, derinine yerleşmesine, yerleştirilmesine göz yumdular, yumduruldular.
Bu uğurda öylesine sınırsız mesafeler alınmıştır ki Türkiye’de irili ufaklı her kurum ve kuruluşta hangi taşı kaldırsanız altından FETÖ hortlar hale gelmiştir.
Türkiye’de, ABD’nin aksine, gaz almak yerine, üst üste yapılan darbelerle, sözde ‘balans ayarı yapılarak’ toplum gerilerek ayrıştırılmış, devletine küstürülmüştü. Hepsinden önemlisi, genç ve ışıltılı beyinler pırasa gibi doğranmış, gelecek karartılarak umutlar köreltilmiştir.
Milenyumla birlikte korkulan başa gelmişti; zira AK Parti tek başına iktidar olmuştu! O halde yarım asırdır kurgulanan proje hayata geçirilmeliydi. Bunun için denenmedik yol kalmadı; iktidardaki partinin kapatılmak istenmesinden tutun, üst üste yapılan darbe girişimleriyle Sayın Erdoğan ve AK Parti bitirilmek istendi.
15 Temmuz’da bu girişimlerin en alçakçasına pik yaptırılarak, Türkiye iç savaşın eşiğine getirildi.
İki şeyi hesap edemediler; bunlardan birincisi Türk milletinin bunlara karşı öfke patlaması içinde olduğunu, bir diğeri de Sayın Erdoğan’daki cesaret ve gözü karalıktı.
Öyle anlaşılıyor ki Trump’la birlikte dünyadaki düzensizlik artarak devam edecek, özellikle bizim bölgemizdeki kargaşa ayyuka çıkacaktır ve çıkmaktadır.
Bugüne değin mikser görevleriyle neden oldukları bunca kan ve gözyaşı, ABD ile İsrail’in yanına hep kâr kaldı. Başta Türkiye ile birlikte, tüm ezilen ülkelerdeki uyanma, silkinme ve kendilerine geliş, zorba devletlerin uykularını kaçırdı ve daha da kaçıracak!
Kudüs kararıyla ‘değersiz yalnızlığa’ itilen ABD ile İsrail’in yeni çılgınlıkları dünyanın düzensizliğine tüy dikecek ve insanlık, tarihinin en büyük utancını yaşayacaktır.
Bunlarda ise, utanılacak yüz kalmadığından, tükürsen yağmur yağdı sanırlar!
.
TARİH İŞTE BÖYLE YAZILIYOR
Tarihçiler derler ki: Hiç kimsenin hiçbir tarih bilgisi, mesela İstanbul’da bir hafta yaşamış bir insanın İstanbul bilgisinden daha kesin ve daha doğru değildir.
Gerçekten de öyledir. Tarih, tarihçinin olaylar içinden bir kişi veya birkaç kişinin o olaylara tanıklığını esas alarak, işin içine bir de kendi kanaatini ekleyerek yazdıklarıdır.
Düşünün ki, taaa seksenlere kadar hiç gündeme gelmemiş “ermeni soykırımı” meselesi, seksenlerde bir büyükelçinin ve ardından da bir gizli servis elemanının güya gerçekmiş gibi birkaç şey gevelemesinden sonra sanki bir hakikatmiş gibi tarih kitaplarının içine girmiştir.
Çanakkale savaşı, cepheden ailelere yazılmış birkaç mektup ile tarihi hakikat özelliğine kavuşuyor. O mektuplar da olmasa, savaş olmuş-bitmiş ve sadece neticeleri ile bilinen bir yokluğa mahkûm edilmişti.
Nitekim yirmi yıl öncesine kadar Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir “Çanakkale savaşı” meselesi ve bilgisi yoktu. Çünkü Türkiye tarihi 1919 yılında Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışı ile başlıyordu ve bu devlet için 1919’dan öncesi Türklerin ve Türkiye’nin tarihi de değildi.
Zaten, 20 yıl öncesine kadar savaşın adı Çanakkale Savaşı değil de Birinci Cihan savaşı idi. Çanakkale Savaşı, bu büyük savaşın sadece bir cephesi idi. Tıpkı Galiçya Cephesi gibi ve tıpkı Irak Cephesi gibi ve tıpkı Kafkasya Cephesi gibi ve tıpkı Gazze Cephesi gibi…
Şimdi: Çanakkale cephesini “Çanakkale Savaşı” olarak biliyorsunuz. Bunu da yirmi yıldır biliyorsunuz.
Biliyor musunuz: Yirmi yıl öncesinde bazı sivil toplum kuruluşları “Çanakkale Şehitleri”ni anmak isterlerdi ve resmi kurumlara ve askeri birlik komutanlıklarına davetiye gönderirlerdi de bu davetiyeler, “Çanakkale Savaşı Osmanlı devletinin savaşıdır ve bu savaşın Türkiye Cumhuriyeti devleti ile ilgisi yoktur.” yollu cevaplarla red edilirlerdi.
Hatta… 1973 yılında Amerika’da bilmem ne Manukyan isimli bir ermeni katil, bizim başkonsolosluk görevlilerini öldürmüştü ve bu işi 1915 yılındaki ermeni soykırımının intikamı için yaptım demişti de… Bizim o zamanki hariciyemiz: Yani dışişleri bakanlığımız üç gün susmuştu. Üç günden sonra da şöyle demişti.
-Efendim. Sayın Manukyan’ın da dediği gibi o olaylar 1915 yılında olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise 1923’te kurulmuştur. Yani o bahsedilen olayların bizim devletimiz ile ilgisi yoktur.
Bunun üzerine de o Amerikalı ermeni katil, açık açık şöyle sormuştu: Bu türkler p..ç midirler?
Şimdiiii…
Biz bunları niye dedik:
Bakınız, şu anda… Evet şu anda.. Şu içinde bulunduğumuz anlar içinde tarih yazılıyor. Tarih yazılıyor ve biz, tarihin içinde yaşadığımızı bilmiyoruz.
Gün olacak, şu içinde bizzat bizim yaşadığımız Türkiye’yi, hem de bizim çocuklarımıza, çocuklarımızın da çocuklarına ve yani bizim neslimize kim bilir nasıl anlatacaklar.
Siz, biz, hepimiz… Kim bilir, tarihe nasıl geçeceğiz.
Yani, efendiler… Bey efendiler… Hanım efendiler… Tarihe geçiyorsunuz.
Tarih içindeki yerinize hazır mısınız?… Buna ne kadar hazır olduğunuz konusu: Emin olun, şu anda kendinizi ve anınızı ve zamanınızı bilmenize bağlıdır.
Dik durun ve dik duranların yanında olun da tarihe bir sülük gibi geçmeyin.
Hoş, sülükler tarihe geçmez ya… Kim bilir, bir gün bir sülük de padişah olabilir.
Kalın sağlıcakla….
.
Tarihi peşinden sürükleyen adam, Kudüs ve Türkiye Ekseni!
Selçuklu-Osmanlısiyasi haritası bugünün Türkiye’si üzerinden yeniden yükseliş dönemine girmiştir. 20. yüzyıl boyunca Anadolu’ya hapsedilen irade uyanmıştır, büyük iddialarla yola çıkmıştır. Bunun için de çok büyük saldırılara maruz kalmış, çok büyük kavgalara girmiş, Birinci Dünya Savaşı dönemkindeki saldırı cephesi aynen Türkiye’nin karşısına dikilmiştir.
Buna karşı Türkiye hiçbir şekilde pes etmemiş, diz çökmemiş, ürkmemiş, yeniden birilerine sığınma ihtiyacı hissetmemiştir. Çünkü tarih dönmüş, Türkiye bu tarih dönüşünü çok iyi hesaplamış, küresel ölçekte güç kaymalarının oluşturduğu manevra alanını kullanmayı başarmıştır.
Yerel değil küresel: Yeni tarih yapıcı rolün öncüsü
Kim ne derse desin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bugünkü dünyanın en önemli küresel aktörlerden biridir. Siyasi duruşu, yürüyüşü, söylemi yerel değil bölgesel ve küresel ölçeklidir. Söylemi de, tezleri de, hedefleri de iç politikanın dar alanlarıyla sınırlı değil, tarih ve medeniyet kimliği ile donanmış bir coğrafya çıkışıdır.
Tarihi peşinden sürüklemektedir. Yeni tarih yapıcı rol onun öncülüğünde devam etmektedir. Türkiye’nin büyük yükselişinin liderliğini, coğrafyanın yeni bir merkez, kutup olmasının öncülüğünüyapmaktadır.
Bu yüzden de on beş yıldır olağanüstü saldırılara maruz kalmış, hemen her yıl yeni bir “çokuluslu müdahale”ye göğüs germiştir. Gezi terörü de, 17-25 Aralık da, 15 Temmuz da onun bu büyük yürüyüşünü engellemekiçin devreye alınmış, Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en ağır saldırılarına maruz bırakılmıştır.
O düşerse Türkiye düşer; hesapları bu..
Şüphesiz Batı, Erdoğan varken, o öndeyken Türkiye’yi dizginlemenin mümkün olmadığını hep bilmiştir. Bu yüzden de saldırıların ana hedefi o olmuş, onun devrilmesi halinde Türkiye’nin teslim alınacağı, Türkiye’nin teslim olması halinde coğrafyayı ayakta tutacak hiçbir güç kalmayacağı, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan tarih dönüşünün engelleneceği hesabı yapılmıştır. Bölgede birçok ülke diz çökerken, birçok lider 21. yüzyıl için de ülkelerini rehin verirken, Atlantik eksenine sığınarak rejimlerini ve iktidar alanlarını koruma telâşına düşerken, o, meydan okumayı seçmiş, büyük yükselişin öncüsü olmayı bilmiş, siyasi tarihimizin büyük devrimcisi olarak rüzgârı arkasına almayı bilmiştir.
Kudüs çıkışı: Bütün dünyayı alarma geçiren şaşırtıcı güç
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sadece İİT İstanbul Zirvesi’nin yapıldığı gün, Kudüs için Müslüman ülkeleri İstanbul’da topladığı günverdiği mücadele bile, gelecek kuşakların zihinlerinde çok derin izlerbırakacaktır. Bu bir nesil inşasıdır, güç inşasıdır, siyasi tarih inşasıdır. ABD Başkanı Donald Trump’ın, İsrail’le el ele vererek dünyayı oldubittiye getirip Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesine normalde pek ses çıkması beklenmiyordu. Zira Arap rejimleri büyük oranda sinmişti, zaten daha önce de Arap-İsrail ittifakı Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Suudi Arabistan üzerinden devreye alınmıştı. ABD ve İsrail işi garantiyealmış, daha önceden herkesi susturmuştu.
Ama şaşırtıcı bir şey oldu. Türkiye, Müslüman dünyayı alarma geçirdi. Erdoğan, ABD karşısında büyük bir risk alarak, Müslüman dünyayı, hatta Hristiyan dünyayı harekete geçirmeye girişti. İstanbul Zirvesi’nden ABD ve İsrail’e açıkça meydan okuyan bir karar çıktı. Birkaç Arap ülkesinin sabotajı da işe yaramamıştı. ABD’ye “Hayır, Kudüs İsrail’in değil, Filistin’in başkentidir” cevabı verildi.
Dünya ABD’yi rezil etti: Artık ABD hegemonyası bitmiştir..
Hemen ardından BM Güvenlik Konseyi görüşmesi oldu ve ABD o görüşmede yapayalnız kaldı. Washington’ın vetosu sonrasında BM Genel Kurul’u harekete geçirildi. Birkaç, adı bile hatırlanamayacak, ülke dışında dünya ABD’ye çok ağır bir ceza verdi, Washington yönetimi tam anlamıyla rezil oldu: Bütün karizması çizildi, aslında dünyada hiç dostu olmadığını gördü; ABD’nin küresel kredisi sıfırlandı. BM Genel Kurulu’ndaki tablo, ABD hegemonyasının bittiğinin ilanıdır. ABD’nin artık dünyaya öncülük edemeyeceğinin, baskı ve şantajlarla iş yürütemeyeceğinin, ahlaki değerlerini kaybettiğinin, ABD dışında bir dünya kurulduğunun ilanıdır.
Soğuk Savaş sonrasında yeni dünya düzeni kurmaya kalkışan bir gücün acziyetinin, sefaletinin, savruluşunun, marjinalleşmesiningöstergesidir. ABD artık dünya için bir tehdittir, hemen her ülke bu tehdit konusunda hemfikirdir. Söz konusu karar, aslında bu durumun yansımasıdır, açıktan dile getirilmesidir.
Türkiye’yi kaybeden coğrafyayı kaybeder
Türkiye, İstanbul Zirvesi ile işte bu sonucun açığa çıkmasına öncülük etmiştir. ABD ile adeta kafa tokuşturmuş, büyük bir felâketin önüne geçmiş, dünyayı uyarmıştır. Karar; ardı ardına ağır saldırılara maruz bırakılan, terör örgütleri üzerinden yıpratılmak ve kuşatma altına alınmak istenen, iç savaşla yüzleştirilip yok edilmek istenen Türkiye’nin küresel iktidar alanında merkez rolünün de teyididir.
ABD’nin Türkiye’yi kaybetmesi bölgede bitişinin başlangıcı olacaktır. Böyle bir gücü yıpratmaya çalışarak, terör örgütlerine hedef yaparak, bölmeye/parçalamaya çalışarak en büyük hatasını yapmıştır. Türkiye’nin tarih yapıcı rolünü kavrayamayan, FETÖ ve PKK gibi örgütlerin aklıylahareket eden Washington’ın coğrafyada nüfuz alanı hızla daralacaktır.
O proje de çökecektir
Şimdiden Türkiye’den Doğu’ya doğru ABD etkisi erimeye başlamıştır. Irakve Suriye’de de kaybedecektir. Bunu bildiği için de BAE ve S. Arabistan üzerinden Türkiye karşıtı bir cephe inşa etmiş, Arap dünyasını Türkiye düşmanlığı ile harekete geçirmeye çalışmıştır.
Bu proje de çökecektir. Aslında Türkiye’nin öncülük ettiği Kudüs hassasiyeti o projeyi şimdiden çökertmiş, söz konusu liderleri Arap dünyasının gözünde zora sokmuştur. ABD ve İsrail ile bu liderlerin gizli anlaşmalarının diğer maddeleri de açığa çıktığında kopacak fırtınanın ABD’nin bölgedeki nüfuz alanlarını nasıl imha edeceğini hep birlikte göreceğiz. Kudüs konusundaki çıkış bunun ilk işaretidir.
O karar öyle olmasaydı kıyameti koparacaklardı
Genel Kurul’daki oylamada ABD ve İsrail’in tehditleri işe yarasaydı, onların istediği gibi bir karar çıksaydı, içeride Erdoğan’a çok ağır saldırılar başlayacak, adeta kıyametler koparılacaktı. “Türkiye’yi rezil etti”, “ABD karşısında zor duruma düşürdü”, “tehlikeye attı” diyecekler, tam o sırada dışarıdan yeni tazyikler başlayacaktı. Bunu yapacak olanların söz konusu başarıyı görmemeleri, Erdoğan’ın ve Türkiye’nin öncü ve güçlü rolünü takdir etmemeleri ibretliktir. Ama artık Erdoğan’ı iç politik söylemlerle yıpratma dönemi bitmiştir. Türkiye’yi dış müdahale araçlarıyla sarsma dönemi bitmiştir.
Artık iddialar da, kavgalar da büyük
Dünya olağanüstü bir dönemden geçiyor. Sadece coğrafyamız değil, küresel ölçekte bütün güç haritaları değişiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana hiç böyle bir dönem yaşanmadı. Bu stresin nerede nasıl patlayacağını öngörmek mümkün değil. Türkiye de olağanüstü bir dönemden geçiyor. Yirminci Yüzyıl defterini çoktan kapatan ülkemiz, bu güç kaymaları arasında kendine bir yol arıyor, yeni yükseliş döneminin güçlü adımlarını atıyor. Bu yüzden iddialar büyük, kavgalar büyük, hesaplaşma çok çetin. Bu hesaplaşmayı anlamayan ülkeler de, içeridebunu anlamayan siyasi çevreler de kaybedecektir.
Açık söyleyelim: Bu büyük bir zaferdir
Kudüs çıkışı Türkiye’ye çok yeni ve çok etkili bir güç alanı açmıştır. Kudüs kararı sadece dini/ideolojik bir çıkış değil bir jeopolitik kapışmadır. Türkiye bu kapışmadan zaferle çıkmıştır ve bu devam edecektir. Artık bundan sonra, içerideki itirazlar, yıpratma hareketleri de “iç politik” değil, “çokuluslu müdahale”lerin parçasıdır.
Bu tarih hesaplaşmasında küçük hesaplarla zihin bulandıranların bir dış müdahale aparatı olarak anılması muhtemeldir. Bu olağanüstü dönemi anlamayanların Türkiye’ye rol biçmesi dönemi çoktan kapanmıştır. Bundan sonra, dışarıdan ve içeriden gelecek bütün “çokuluslu müdahaleler” olağanüstü bir dirençle karşılanacaktır. Açık söyleyelim, bu büyük bir zaferdir. Bundan sonra bütün manevralar bu zafer üzerine inşa edilecektir.
“Türkiye ekseni” ve “Merkez ülke”
Türkiye, hiç bir şekilde iddialarından vazgeçmeyecek, kavga ne kadar büyürse büyüsün geri çekilmeyecektir. İçeride bir “Türkiye ekseni”, dışarıda bir “Merkez ülke” ana hedefimizdir. Bu hedefe doğru güçlü adımlarla, büyük iddialarla yürümeye devam edeceğiz. İçeride çatışma alanlarını daraltarak, bölgede gerilimleri ve krizleri yumuşatarak devam edeceğiz. Unutmayın, tarih dönmüştür ve bu, yüzyıllarca böyle devam edecektir. O zaman herkes kendi alanında bu mücadeleye omuz vermekzorundadır. Bu, bizim geçmişimize ve geleceğimize borcumuzdur.
.
ARAPLAR BİZE İHANET ETTİ Mİ?
ARAPLAR BİZE İHANET ETTİ Mİ?,
Türkiye’de bir kesim var… Bunlar; Türkiye ne zaman Arap İslam dünyası ile iyi ilişkiler kurmak istese, Hemen devreye girerek, ‘Araplar bize ihanet etti.. Araplar bizi arkadan vurdu!’ diye bas bas bağırarak yaygara koparırlar. Neden?
BULANIK SUDA BALIK AVLAMAK
Nedenine gelmeden önce bir durum tespiti yapalım: ‘Araplar’ dediğimiz coğrafya neresi? Araplar bize ihanet etti yaygarasını koparanlara sorarsanız; Arabistan yarımadasında yaşayan; cahil hiçbir şeyden anlamayan, deve güden, hurma yiyen, Lawrence’ın oyunlarına gelen, entari ile dolaşan yalelli heriflerin teki işte! Bu imaj tam da İttihatçıların çizdiği bir imajdır. Başta Cemal Paşa olmak üzere İttihatçı sergerdelerin hatıralarına bakacak olursanız bu tarifi her sayfada rahatlıkla bulmanız mümkün. Peki, Gerçek nedir? ARAP COĞRAFYASI Öncelikle Bugün Arap coğrafyası dediğimiz alan sadece Arap yarımadasından ibaret değil. 400 milyona Ulaşan nüfusuyla, Atlas Okyanusundan Hint okyanusuna kadar uzanan geniş bir coğrafya Arap halklarını içinde barındırır.
SORULAR
Şimdi İsrail üfürmelerine kulak kabartan batı hayranı yaygaracılara soralım: Bu coğrafya üzerinde yaşayan Araplardan hangisi bize ihanet etti? Kanal’da(Süveyş) canla başla bizimle İngilizlere karşı omuz omuza çarpışan Araplar mı? Basra’ da İngilizlere yol vermeyip onları orada kilitleyen Araplar mı? Kut-ül Amare zaferinin kazanılmasında büyük emeği geçen Araplar mı? Trablusgarb’ta M. Kemal Paşa ile milis kuvvetler oluşturup İtalyanlara kök söktüren Araplar mı? Ve Daha Kurtuluş Savaşı başlamadan Şütçü İmam Fransızlara ilk kurşunu sıkmadan 19 Aralık 1918 de Hatay Dörtyol’da Fransızlara karşı ilk direniş hareketini Türk kardeşleriyle başlatan Araplar mı? Veya Çanakkale’den Kafkaslar ’a kadar daha birçok cephede bizimle omuz omuza çarpışan Araplar mı ihanet etti? Hangisi? Bu cephelerde savaşan Subay ve astsubaylarımızın tuttuğu notlarda, En ucra yerdeki askeri birliğimizin içinde bile birkaç Arap Binbaşı ve Yüzbaşının görev yaptığı not edilmektedir. Görülüyor ki, Ümmet bilinci içinde Araplar diğer kavimlerle birlikte herhangi bir ırkçı mefhumu aklına getirmeden Devlet-i Aliye’nin kurtulması için bizimle beraber mücadele etmişlerdir. Peki, Durum böyleyken Neden Araplar hakkında böyle bir algı oluşturuluyor?
YAHUDİLERİN MEDYA VE SİLAH ÜSTÜNLÜĞÜ
Bunun 2 sebebi var: 1- İttihatçılar Sultan 2. Abdülhamid’in bütün kavimleri kardeş kabul eden ümmet bilinci siyaseti yerine ‘Ulus’ bilincini ikame etmek istemeleri.. diğer ulusları da küçümseyip hor ve hakir görmeleri… 2- Yahudilerin Filistin’i işgal etmeleri ve akabinde İsrail devletinin kurulması için başlatılan süreç. Yahudiler Arap coğrafyası içinde bir nokta kadar yer işgal ettikleri için büyük bir huzursuzluk duyuyorlardı. Binaenaleyh Arap imajını bozmadan hedeflerine ulaşamayacaklarını biliyorlardı. İngiliz ve Amerika’nın onlara sağladığı üstün silah teknolojisinin yeterli olmadığı aşikârdır. Bundan dolayı Yahudi baronlar vasıtasıyla hızlı bir şekilde dünyanın önemli iletişim kanallarını ele geçirmeye başladılar.
HOLLYWOOD YAHUDİLERİN DÜDÜĞÜDÜR
. Kısa sürede Dünyanın önemli ajanslarını, sinema dünyasını, radyo gazete dergi TV ne varsa önemli ölçüde ele geçirdiler. Böylece Yahudiler Sinema ve diğer medya organları vasıtasıyla dünyayı zihinsel olarak şekillendirmeye başladılar. Buna İngilizlerin yazıp bize okuttuğu Tarih kitapları da eklenince; Ortaya karışık bir Arap imajının çıkması mukadder oldu. Ve Maalesef bugün bile dünyanın önemli medya organları, Yahudilerin elinde İsrail’in birer borazanıdır. Bu o kadar ki, Zamanında ünlü aktör Marlon Brando Yahudilerin bu tekeline karşı tepesi atmış ve ‘Hollywood Yahudileri düdüğüdür..istediği zaman çalar ‘ dediği için piyasadan silinmişti.
BU YAYGARA NEDEN?
Şerif Hüseyin’in ihaneti Arapların küçük bir kesimini ilzam ederken, Bugün bile Neden Bütün bir Arap coğrafyası karalanarak, Bu nefret Mütemadiyen canlı tutuluyor? Çünkü Kurulacak İslam Birliğinin önemli bir halkasını Araplar oluşturuyor da ondan. Bu birlik kurulduktan sonra İsrail’in ayakta kalması artık İslam Birliğinin insafına kalacak. İsrail hiç öyle bir şeyden hoşlanır mı? Gelişen olaylar gösteriyor ki, Türkiye bu birliğin başında olacak… Böylece Arapların sahip olduğu Kalabalık ve genç nüfus, Geniş coğrafya, Önemli su geçiş yolları (Süveyş, Bab ül Mendep, Basra Körfezi vs. Buna Cebelitarık’ı da ekleyebilirsiniz. Güçlü bir birlik zamanında gasp edilmiş haklarına sahip çıkar) Yeraltı kaynakları(Petrol, doğalgaz ve diğer önemli madenler) Artık İngiliz-Amerikan ve Yahudiler tarafından sömürülemeyecek. Birliğin içinde Kutsal mekânların (Mekke-Medine-Kudüs) olması, bu birliğe ayrı bir saygınlık kazandıracaktır. Böyle bir birliğin oluşmaması için Bütün şer güçler Ve Onların yerli işbirlikçileri harıl harıl çalışmaktadır. Dışarda karikatürize edilen Arap imajı Ve İçeride ‘Araplar bize ihanet etti…’ yaygarasının sebebi budur.
PEKİ, İŞİN ESASI NEDİR?
Şerif Hüseyin neden ihanet etti? Abdülaziz b. Suud kim? İngilizlerle Şerif Hüseyin anlaştığı halde, nasıl oldu da bugünkü Suudi Arabistan’ı Abdülaziz b. Suud’ ve ailesine bırakmak zorunda kaldı? Şerif Hüseyin’in ihanetinde İttihatçıların payı var mı? Şerif Hüseyin’e İskenderun-Bağdat arasındaki hattın altında kalan tüm güney bölgesi vadedilmişken, Osmanlı tasfiye edildikten sonra elinde ne kaldı, kendi akıbeti ne oldu? Şerif Hüseyin ve oğulları yaptıklarına bu ihanetten dolayı pişman oldular mı?
HİLAFET
Bu kadar büyük bir kavganın içinde Hilafet makamının etki payı nedir? Büyük kavga bu makamın etrafında mı dönüyordu? Şerif Hüseyin kendini Halife ilan etti mi? Bu ve benzeri sorulara da Gelecek yazımızda değineceğiz İnşallah.
Emin Batur
.
Kudüs, ahh Kudüs! – I
Aynı şeyleri ben de bu sütunda farklı ifadelerle tekrar etmek istemiyorum. Birkaç hafta sürse de, şu Kudüs’ün serüvenini, dününü, bugününü ve geleceğini gelin hep beraber masaya yatıralım.
Kudüs’ün İslam Hâkimiyetine Girişi
Davud (a.s.)’un kurduğu, Süleyman (a.s.)’ın şöhretini o günkü dünyaya duyurduğu, Beytü’l-Makdis’i (Süleyman Mabedi) bağrında taşıyan Kudüs, paganist dünyada (Mısırlılar, Hititler, Asurlar, Babiller…) defalarca tahribata uğradı, halkı katledildi, sürgünlerde cezalandırıldı… En son Romalılar tarafından (Titus, MS.71-72) tamamen tahrip edilerek, halkı bir daha bu şehre uğramamak üzere dünyanın çeşitli yörelerine sürgün edildi…
Hristiyanlığın resmî devlet dini olarak kabul edilmesinden (M.S. 320) sonra, şehir artık Doğu Hristiyanlarının tekelindedir… M.S. 380’den 640’lara kadar Hristiyan mezhep çatışmalarının adeta arenasıdır Kudüs!..
Kudüs, kurulduğu günden İslam hâkimiyetine girdiği tarihe kadar (M.S. 637) huzur yüzü görmedi, yüzü gülmedi… Kısaca Yeruşalim (Barış şehri) tabela yazısı olmaktan öteye bir anlam taşımadı!..
Kudüs’ün yüzü, Müslümanlarla gülmeye başladı… Huzur ve sükûn artık bu mukaddes beldede ebediyen kalmaya, ikamet etmeye meyilliydi. Ama olmadı: Haçlı sürülerinin işgaline uğradı, talan edildi, yakıldı, yıkıldı… Harabeye dönen bu mukaddes beldeyi Selahaddin-i Eyyubî, adeta yeniden can verircesine diriltti.
Kudüs, artık gerçekten Yeruşelim idi. Mutlu ve huzurluydu artık!
Ancak, zaman onu yaşlandırıyordu. Mabetleri, kutsal mekânları eskimişti; yaşlanmış, beli bükülmüş ihtiyar bir çınara benziyordu adeta!
Onu yeniden canlandırmaya Cenâb-ı Hak, Yavuz Selim’i görevlendirdi. Tarihler 1517’yi gösterirken Kudüs, Osmanlı idaresine geçti. O artık Kuds-ü Şerif’ti.
Osmanlı’nın “şerif” lakabına layık gördüğü tek beldeydi Kudüs… Kanunî’nin başta surları olmak üzere, tüm mabet ve tarihi dokularını yenilemesi nedeniyle, Kudüs adeta yeniden inşa edilmişti!
Şehir, bir daha sıkıntıya düşmesin, mabetleri de yaşlanmasın diye, vakıflarla süslenmişti!
Eee, zaman Osmanlıya da acımadı, onu da yaşlandırdı… Mukadder son artık kaçınılmazdı!.. Batının elleriyle beraber ayakları da artık Kudüs’e yönelmişti.
Tarihi detayı bir yana bırakalım ve Kudüs’ün Osmanlı’daki son yüzyılına bakalım şimdi de…
Dönem Sultan II. Abdülhamid dönemiydi… Dünyanın gidişatı ve şartlar bizi Almanya’ya yaklaştırmıştı…
Artık Almanlarla hem dost, hem de –yazılı olmasa da- müttefik olmuştuk!..
Karşılıklı ziyaretleri de sıklaştırmıştık! Bu ziyaretlerin en önemli karesi Kudüs olmuştu.
Tarihler 1898’i gösteriyordu. II. Abdülhamid’in resmî davetlisi olarak Türkiye’yi ziyaret eden Alman İmparatoru II. Wilhelm’in programında bir haftalık bir Kudüs ziyareti de vardı.
İmparator bir at üzerinde, beyaz pelerinli, hâkî üniforması, başında tolgayla ve çok kalabalık diplomatik ve askerî erkânla, halkın alkışları arasında Kudüs’e adeta bir “Fatih” gibi girmişti. Zeytin Dağı’nda şerefine muhteşem bir kilise inşa edildi.
(Devam Edecek)
.
Kudüs, Ahh Kudüs!–II
11 Aralık günü Allenby, İngiliz Kraliyet Sarayı’ndan aldığı talimat doğrultusunda Latron yolundan bir otomobille Kudüs’e geldi. Babü’l-Halil (Dost Kapısı, Kudüs’teki İslâmî mührün tüm izlerini silmek için İsrail bu kapıya Yafa Kapısı der ve tüm dünyada bu algıyı oluşturmaya çalışır.)’den bir hacı havasında yürüyerek içeri girdi. Önünde iki yaveri, sağında Fransız, solunda İtalyan ve ABD askerî ateşeleri ve onların da arkasında bir muhafız birliği yer aldı. Güzergâhta hiçbir bayrak yoktu. Ne kiliselerden çan sesleri duyuldu, ne caddelerde bir afiş vardı; caddenin iki tarafında sıralanan halktan da ne bir slogan atıldı, ne de alkış sesleri duyuldu.
Toplam 150 kişiden oluşan tören alayı bir trampet eşliğinde yürüyerek Davud Kulesi tabir edilen Kule’nin basamakları önünde durdular. İngiliz Kraliyet Sarayı tarafından hazırlanıp gönderilen çok kısa bir metinden oluşan beyanname, burada toplanan halka, kilise ve cemaatler göz önüne alınarak İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Rusça, Yunanca, Arapça ve İbranice dillerinde ayrı ayrı okundu. Şehrin önemli noktalarına da asılan Beyanname’nin metni şuydu:
“Mübarek Kudüs’ün sakinleri ve çevresinde ikamet eden halka:
Komutam altındaki askerlerin Türkleri bozguna uğratması, kuvvetlerim tarafından şehrinizin işgaliyle sonuçlanmıştır. Bundan dolayı, şimdi, burada yönetim şekli olarak sıkıyönetim ilan ediyorum ve askerî şartlar gerektirdiği kadar da sürecektir. Bununla beraber, çekilmiş düşmanın ellerindeki tecrübeniz sebebiyle, herhangi biriniz telaşa kapılabilirsiniz. Bundan dolayı herkesin kesinti korkusu olmadan meşru işini devam ettirmesinin arzum olduğunu size bildiriyorum. Ayrıca, şehrinize insanlığın büyük dinlerinden üçünün bağlılarınca tutkuyla bakıldığından ve birçok asırdır bu üç dinin ibadet eden ve dindar halk yığınlarının hacıları tarafından şehrin ruhu Tanrıya adandığı için, her kutsal bina, anıt, kutsal yer, tapınak, geleneksel mevki, vakıf, dini teberru veya üç dinin hangisi olursa olsun mutat ibadet yerinin muhafaza edileceğini ve onların kutsal olduğuna inananların mevcut gelenek ve inançlarına göre korunacağını bilmenizi isterim.” (metin, İsmet Üzen’den alınmıştır.)
Beyanname’nin okunmasından sonra Allenby ve heyet 100 metre ilerideki Türk Kışla alanına geldi. Allenby, burada Katolik, Ortodoks, Yahudi ve Müslüman din adamlarıyla tanışarak, kısa bir konuşma yaptıktan sonra, yine yaya olarak yürüyüp, Halil Kapısı’ndan çıktı ve arabasına binerek, karargâhına gitti. Ve hiç vakit geçirmeden törenin icra şeklini ana başlıklar halinde telgrafla Kraliyet Sarayı’na rapor etti.
Allenby’nin İngiliz Kraliyet Sarayı’na ve hükümete gönderdiği telgraf metni şuydu:
“1- Bugün öğlen, kurmaylarımdan birkaçı, Fransız ve İtalyan bölük komutanları, Picot Heyetinin başkanları, Fransız, İtalyan ve Amerika Birleşik Devletleri Askeri Ateşeleri ile resmen şehre girdim. Tören alayının hepsi yaya idi. Yafa kapısında İngiltere, İskoçya, İrlanda, Galler, Avustralya, Hint, Yeni Zelanda, Fransa ve İtalya muhafızları tarafından karşılandım.
2- Halk tarafından iyi karşılandım.
3- Kutsal Yerlere muhafızlar yerleştirildi.
4- Askerî Vali, Latinlerin mütevelli vekiliyle temas halindedir ve Yunanlı temsilci Hıristiyan kutsal yerleri yönetmek üzere seçildi.
5- Ömer Camii ve çevresi Müslüman kontrolüne verildi ve Camii çevresinde Hintli subay ve askerlerden oluşan askerî bir kordon oluşturuldu. Askerî valinin ve Camii yöneticilerinin izni olmadan Müslüman olmayanların bu kordonu geçemeyecekleri hakkında emirler verildi.
6- Beyanname duvarlara asıldı ve Arapça, İbranice, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Yunanca ve Rusça olarak kalenin basamakları üzerinde huzurumda okundu.
7- Beytüllahim’e ve Raşel Türbesi’ne muhafızlar yerleştirildi.
8- Kamame Kilisesi kapılarındaki vakıfların irsî mütevellilerden, Kiliseyi koruyan Halife Ömer’in yüce hukuku doğrultusunda geleneksel görevlerini kabul etmeleri istenildi.” (İ.Üzen)
Toplam iki saat kadar süren bu mizansen törenini, İngiliz medyası ve yazar/çizer takımı, hatta tarihçileri müthiş bir propaganda malzemesi haline getirdiler. Allenby’nin Kudüs’e girişi ile Alman İmparatoru II. Wilhelm’in girişini mukayeseli işleyerek, Kutsal Kudüs’e karşı besledikleri derin hürmeti Hıristiyan dünyasının şuur altına nakşetmeye çalıştılar.Bunda da epeyce başarılı oldular. Allenby’yi bir fatih komutan gibi değil de, bir “Hıristiyan Hacı” edasıyla, şehrin en mütevazı kapısından, yürüyerek soktular.
Yaklaşık kesintisiz yedi asırdır İslâm hâkimiyetinde olan Kudüs ele geçirilmişken, günlerce süren muhteşem törenlerle yeri-göğü inletmek varken, İngilizler toplam iki saat içinde, neden bu kadar sönük bir tören, hatta tören dahi denilemez, “bir tellalın kısa tebligatı” formatında bu işi geçiştirdiler dersiniz?
Mütevazılık numarasına yatan, hürmet kamuflajıyla bunu Hıristiyan dünyasının sokaktaki müminlerine servis ederek beyinlerine ve ruhlarına İngiliz muhabbetini çivilemeye çalışan İngilizler, bunu mecburiyetten, evet mecburiyetten yaptılar.
İngiliz ikiyüzlülüğünün üretimi olan bu mizansenin perde arkasını aralamak için biraz tarihin karanlık koridorunda gezinelim:
(Devam Edecek)
.
Kudüs, Ahh Kudüs! – III
PROF. DR. MEHMET ÇELİK-GÜNEŞ
Yavuz döneminde Kudüs, Osmanlı hâkimiyetine geçmişti. Kanunî, Avrupa Hıristiyan Birliğini parçalamak için Fransa’ya verilen ticarî imtiyazlarla beraber, Kudüs’teki kutsal mekânların anahtar, bakım ve hizmet yetkilerini de Fransızlara (Katolik) vermişti. Bu dinî imtiyaz, Fransız Kilisesini çok itibarlı bir hale getirmişti. Kudüs’teki mekânların bu ruhanî ve manevî imtiyazını, Osmanlı Devleti zayıfladığı dönemlerde dış politikada kendi çıkarları için bir argümana dönüştürmüştü. Başta Fransa olmak üzere Avrupa ile arası bozulduğunda, bu kutsal mekânların anahtarlarını ve bakım yetkilerini Ortodokslara, Ruslarla arası bozulduğunda ise Katoliklere veriyordu.
Bu değişimler Kudüs’teki Hıristiyan cemaatler arasında kavgalara sebep oluyordu. 1853 yılında Beytü’l-Lahim Kilisesi’nin onarım işi Katoliklere verilince, Çarlık Rusyası, Ortodoksların hamisi sıfatıyla buna itiraz etti. Osmanlı Hükümeti bunun üzerine bir komisyon kurdu. Bu iki devlete de: “… Bunu büyütmenin anlamı yok. Derdiniz, bu makam ve kiliselerin temizlik, bakım ve ibadete açık tutulması ise, biz bunu hallederiz. Yüzlerce temizlik işçisi, bakım ustası görevlendirir, daimi nöbetçiler vasıtasıyla da hem korur, hem 24 saat ibadete açık tutarız…” dedi ve bu iş için bir komisyonu görevlendirdi. Fakat elbette ne Fransa’nın ne de Çarlık Rusyası’nın amacı buraların daimi olarak ibadete açık tutulması, temizliği, bakımı değildi… Gaye herkes tarafından çok açık şekilde biliniyordu, fakat bu yolla telaffuz ediliyordu.
Bu meseleyi bahane eden Rusya, 28 Şubat 1853 yılında Denizcilik Bakanı ve Baltık Donanması Komutanı Amiral Prens Mençikof’u İstanbul’a gönderdi. Amiral Prens Mençikof “Makamat-ı Mukaddese” hususunda Rusya’ya “değişmez ve sağlam güvenceler verilmesini” talep ederek, aksi takdirde bunun savaş sebebi olacağını ima etti. Osmanlı Devleti, Fransız tepkisini de göz önüne alarak, talebi yukarıda izah ettiğimiz gibi, yerine getirebileceğini belirtti. Mençikof’un buna tepkisi çok sert oldu ve tüm Rus Büyükelçilik görevlilerini de yanına alarak İstanbul’u terk etti. Rus Ordularının 3 Temmuz 1853 günü Eflak-Boğdan’a hücumlarıyla başlayan ve Kırım’a intikal eden; buraların elimizden çıkmasına sebep olan savaşların görünen (!) nedeni bu hadisedir.
Bu kutsal mekânlar meselesi, Hıristiyan devletler tarafından özellikle XIX. asrın ikinci yarısından itibaren Ortadoğu’daki emellerini gerçekleştirmek için çok daha fazla kullanılmaya başlandı. Her ülke, kendi kilisesine mensup cemaatleri çok bilinçli şekilde yönlendirerek, burada daima huzursuzluklar çıkardı ve Tanzimat’la elde ettikleri “kendi cemaatlerini himaye etme” antlaşma maddesine dayanarak Kudüs’ten hiç ellerini çekmediler.
O günlerde (1916) Filistin’de Cemal Paşa’nın emir subayı olan Falih Rıfkı (Atay)’ın, bu cemaatlerin kutsal mekânlar yüzünden ettikleri kavgaların ulaştığı noktayı doğru algılamamız için, gözlemlerinden bir paragraf nakletmek yeterli olacaktır sanırım: “… İsa’nın mezarı, üstünü temizlemenin sevabı pay edilemediği için, toz-toprak içindedir. İpi koparak düşen çanı, hiç kimse kaldırıp yerine koyamaz. Beytü’l-Lahim Kilisesi de böyle idi: Enver Paşa, Kilise camlarının niçin kırık bırakıldığını sorduğu zaman, masraf etmek sevabını paylaşamadıklarını ve her teşebbüsün arkasından kan ve kavga çıktığını söylemişlerdi…”
(Devam Edecek)
.
Kudüs, Ahh Kudüs! – IV
PROF. DR. MEHMET ÇELİK- GÜNEŞ
Devlet, bir rûhânîden ziyade, dinci teröristlere benzeyen bu fanatik keşişlerin kavgalarından bıkmış, usanmıştı. Son olarak bu kutsal mekânları, Hristiyan mezhepleri arasında yetki, bakım ve temizlik işleri açısından paylaştırarak, konuya çözüm bulmaya çalıştı. Buna göre, İsa-Mesih’in kabrinin olduğu yer, kutsama taşı, Hayalet Şapeli, Kıyame Kilisesi’nin alt ve üst galerilerinden birkaçının bakım ve temizlik yetkileri ile Kutsal Haç’ın bulunduğu mekânın gözetim hakkı Katoliklere (Latin) verilmişti. Kıyame Kilisesi’nin orta mekânının, İsa Mesih’in nezarete konulduğu yerin, Mor Longinus Şapeli’nin, Golgota Dağı’nın altındaki dar mahzenlerin ve yine Kıyame Kilisesi’nin etrafındaki karanlık bazı ibadet hücrelerinin bakım, temizlik yetkileri ise Ortodokslara verilmişti. Bunların dışında kalan, daha az önemli kutsal mekânlar ise Süryani, Ermeni, Kıptî ve Habeşliler arasında paylaştırılmıştı.
Osmanlı Devleti bu kutsal mekânlarda huzuru sağlamak için başta bu düzenlemeler olmak üzere ne kadar gayret gösterdiyse de, fanatik keşişlerin kanlı kavgalarını önleyemiyordu.
Kısaca, İngilizlerin bu mizanseninin ana sebebinin bir ayağı olan Kudüs cephesinde manzara bu idi.
Avrupa’daki manzaraya gelince, yaklaşık 700 yıldır İslâm hâkimiyetinde olan Kudüs, başta Papalık olmak üzere tüm Hıristiyan dünyasında bir ukde olmuştu. Modern Haçlı Ordusu Gazze/Birüssebi hattını ele geçirip, Kudüs üzerine yürüyünce, tüm Hıristiyan âleminde 700 yıllık hasreti dindirecek duygu ve beklentilerle Avrupa’da yer yerinden oynadı. Tüm Hıristiyan dünyası yaklaşan Noel’i Kudüs’te kutlamaya hazırlanıyordu. Haber duyulur duyulmaz üç yıldır çalmayan, meşhur Westminster Katedrali’nin Büyük Çan’ı çalmaya başladı. Sanki İsa-Mesih yeryüzüne inmişti. Paris’in meşhur Notre Dame Katedrali’nde özel bir tören düzenlendi. Avrupa’nın tüm kiliselerinde şükür ayinleri yapıldı, çanlar durmaksızın 24 saat çalmaya başladı. Kardinal Lega, Roma’da düzenlenen milyonluk mitingde tüm Hıristiyan âlemini coşturan bir konuşma yaptı. Başta New York Times olmak üzere tüm Hıristiyan dünyasında yayınlanan gazetelerde, Papa’nın “Kutsal Kudüs’ün fethine karşı tavır alan (başta Alman ve Avusturyalılar olmak üzere Doğu Hıristiyanlarını kastederek) rûhânî ve sivil, kim olursa olsun aforoz edilecektir.” tehdidi manşetlerden verildi. Müttefikimiz olan Alman ve Avusturyalılar da, Avrupa’daki bu sevincin birer parçası oldular… Müttefiklerimizin bu manzaralarına Viyana’da şahit olan Mehmet Akif, kahrından yemekten-içmekten kesilmişti. İçimizdeki Gayr-i Müslimler de, açıktan olmasa da bu sevinci yüreklerinde paylaştılar şüphesiz.
Hıristiyan Avrupa’nın duygu dünyasına Kudüs’ü nakşeden La Garusalemme Liberata eserinin yazarı Torkwato Tasso (Torquato Tasso)’nun kabrine, on binler “Hayalin gerçekleşti Tasso!” sloganlarıyla Sant’Onofrio Manastırı’na yürüdüler.
Kısaca, İngilizlerin bu mizanseninin ana sebebinin diğer ayağı olan Avrupa cephesinde de manzara özetle böyleydi.
(Devam Edecek)
.
Kudüs, Ahh Kudüs! -V-
Viyana kapılarına kadar dayanan, yaklaşık beş asır Avrupa’da kalan Osmanlı Devleti yavaş yavaş tasfiye ediliyordu. Hristiyan Avrupa sadece bu beş asrın intikamını almıyordu, 1300 yıllık Şark Meselesi’nin hesabını görüyordu. Bunun önderliğini de İngilizler yapıyordu. Şerif Hüseyin sergerdesini iğfal ederek, bedevî sürüleriyle 11 Haziran 1916’da İslâm’ın Harem-i İsmet’ini (Mekke) ele geçirmişlerdi. Yüzyıllarca İslâm dünyasının manevî başkenti kabul edilen, Halifeler şehri Bağdat’ı da 11 Mart 1917’de işgal etmişlerdi.
Avrupalının şuur altında tortu bırakan intikam hırsını İngilizler gerçekleştirmişti. Bu iki sembol şehrin işgali İslâm’ın ifadesi açısından çok anlamlıydı ve Müslümanların nakavtı demekti. Bu şeref İngilizlere aitti. Sıra, kaymaklı kadayıfa gelmişti. O da Kudüs’tü. Ancak, başta Papalık olmak üzere, İngiltere’nin müttefikleri olan Katolik Fransız ve İtalya bu şerefin sadece İngilizlere ait olmasına kesinlikle razı değillerdi ve Papalığın ağzına bakıyorlardı. Yüzyıllardır İngiliz Kilisesi’ne diş bileyen Papalık, bu şerefin İngilizlere ve dolayısıyla İngiliz Kilisesi’ne bahşedilmesinden ise, Müslümanların elinde kalmasını her şeyden çok istiyordu.
İngiliz Başbakanı D. Lloyd George, Gn. A. Murray’ı görevden alıp, Edmund Henry Hynmen Allenby’yi Mısır Seferi Kuvveti Komutanlığı’na atayınca, ona şu talimatı vermişti: Kabine, Noel’den önce Kudüs’ü istiyor!
Allenby de basına verdiği demeçte, Noel’i Kudüs’te kutlayacağını söylemişti.
Papalık çıldırmıştı…
730 yıldır beklenen hasret!.. Hem de Noel’de sona erecek… Ve bu Noel, tüm Hristiyan alemine İngilizlerin hediyesi olacak!..
Vatikan, bu manzarayı göreceğine, yıkılsa daha iyidir… Tıpkı Konstantinopolis’te Kardinal külahı göreceğine, Müslüman sarığını tercih etme psikolojisi…
Fransa ve İtalya hemen diplomatik temasa geçtiler İngiltere ile… Tüm ortaklık biter ve Ortadoğu’dan çekiliriz tehdidi!..
İngiltere, gelecek planları (Osmanlı coğrafyasının tümünün yeniden dizayn edilmesi, yani Sevr…) düşünerek antlaşma masasına oturmayı kabul etti.
(Devam Edecek)
.
Theresa May’in itirafı
PROF. DR. MEHMET ÇELİK-GÜNEŞ
İngiltere Başbakanı Theresa May, Balfour Deklarasyonunun 100. Yıl kutlamalarında şunları söyledi:
“İsrail Devleti’nin kurulmasında oynadığımız rolden gurur duyuyorum!”
Konuya vakıf olmayanlar için bu cümleyi Türkçeye tercüme etmem (yani açıklamam gerekiyor:
1. İsrail’i biz kurduk!..
2. Bu hançeri İslam coğrafyasının kalbine biz sapladık.
3. 1936-39 yılları arasında 5.000 Filistinliyi biz katlettik.
4. 1946 Kral Davud katliamını biz yaptık.
5. 1948 Deyr Yasin, Lida katliamını, Safsaf Köyü katliamını, Davayima Köyü katliamlarını biz yaptık.
6. 1953 Kibya Köyü katliamını da biz tezgahladık.
7. 1956 Kufr Kasem ve Samu katliamlarını da biz gerçekleştirdik.
8. 1968 Ürdün Katliamı; Ürdün nehri civarındaki 15 köyü napalm bombalarıyla biz yaktık, yıktık.
9. 1970 Abu Za’abel, Sha’a katliamlarını da biz yaptık.
10. 1972, Suriye katliamı,
11. 1973 Libya katliamı,
12. 1981 Beyrut katliamı… bunların hepsi bizim gerçekleştirdiğimiz katliamlardı…
13. 1982 Sabra ve Şatilla katliamları
14. 1990 Kudüs katliamı
15. 1993 Gazze katliamları
16. 1994 Halil İbrahim Cami katliamı
17. 1996 Kana katliamı
18. 2002 Cenin katliamı
19. 2004 Nuseyrat katliamı
20. 2008 Gazze ve civarında Dökme Kurşun Operasyonları ve yaşanan katliamlar
21. 2008-2009 Gazze Katliamları
22. 2010 Mavi Marmara katliamı
23. 2011, 2012, 2014 Gazze katliamları
Bunlar belli başlıları… Sütunumun yetersiz olduğu için bu katliamlarda hayatını kaybedenlerin rakamlarını vermedim.
Ayrıca Hamas’ın önde gelen liderlerinden Şeyh Yasin, İbrahim Ebu İlba, Nizar Rayyan, Said Siyam… başta olmak üzere çok sayıda siyasetçi ve önemli şahsiyetleri yazmıyorum.
Evet, bütün bu katliamları biz yaptık(!) ey İngiltere!.. Sen pir ü paksın!..
Utanmadan, sıkılmadan hem Başbakanın ağzından “İsrail Devleti’nin kurulmasında oynadığımız rolden gurur duyuyoruz!..” diye marifetinizi dünyaya ilan ediyorsunuz!..
Kabahat sende değil, biliyorum!..
Dünyanın dört bir tarafından yüzyıllardır katil korsancılık yapıp kan döküyorsun ama, hiçbir devlet ve toplum senin o çirkin yüzünü yeni nesillerine anlatmadı bugüne kadar… Hep üzerini örttüler!..
Başta da biz geliyoruz: Yemen’de sen vardın karşımızda, Irak’ta sen vardın, Çanakkale’de de sen vardın karşımızda!..
Beş milyon insanımızı sen katlettin, 5 milyon kilometrekare toprağımızı sen aldın elimizden!.. Lozan’da imparatorluğumuzun defin ruhsatını sen imzalattın bize…
Sonra da tarihi hafızamızı yok etmek için sinsice yaklaşımlarla, her şeyi bize unutturdun, bütün günahı dört yüz yıl bir valiyle yönettiğimiz zavallı Yunanlının üzerine yıktın!..
Bugün de ahlaksız kovboyun arkasında yine sen varsın!.. İslam dünyasını yine kan gölüne bir kez daha çevirdin!..
Bütün bunlarla gurur duyuyorsunuz!..
Genetiğinize tüküreyim sizin!..
Siz varken, Allah İblisi niye yarattı, bir türlü çözemedim!..
Dünyanın laneti üzerinize olsun!..
Ha unutmadan şunu da kaydedeyim: 2012 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Filistin’in devlet olarak tanınmasında, yine bu terör devletinin yanında durmuştun, oylamada çekimser oy kullanmıştın!..
Alçakça da olsa bu tutarlılığından dolayı seni tebrik ediyorum!
.
Tarih ve coğrafya bizi çağırıyor: Nüfuz casuslarının işi bitti, entelektüel seferberlik zamanı
İBRAHİM KARAGÜL-YENİ ŞAFAK
Tarih ve coğrafya bizi çağırıyor. Geçmişimiz, büyük hesaplarımız, büyük iddialarımız, coğrafya ve dünyaya dönük tezlerimiz bizi çağırıyor.
Güçlü bir gelecek kuracaksak, Türkiye’yi yeni vesayet girişimlerinden koruyup o defteri sonsuza dek kapatacaksak, ülkemizin bu büyük yürüyüşüne karşı içeride örgütlenen direnci aşıp dünyaya yöneleceksek, yeni bir yükseliş çağı başlatacaksak, geleceğin küresel iktidar alanını şekillendirecek ana aktörlerden biri olacaksak tarihin, coğrafyanın çağrısına uymak zorundayız. Kendimizden, geçmişimizden, bizi biz yapan siyasi havzamızdan güç devşirmek zorundayız.
Tarih yapıcı rolümüze dönmek, zihnimizi Anadolu sınırlarının ötesine taşımak zorundayız. İçerideki direnci de, dışarıdan çevrelemegirişimlerini de bu güçle, bu donanımla aşmak zorundayız.
“Türkiye’yi durdurma” projesi: Biz büyüdükçe kavgalarımız da büyüyor
Tam da bu dönemde, ülkemizin büyük yürüyüşü karşısında “masum gerekçelerle” bile olsa tavır alan kişi ve çevrelerin, hareketlerin, örgütlenmelerin aslında bir “dış müdahale” olduğunun bilincine varmak zorundayız. 15 Temmuz saldırısının devamı niteliğindeki bütün girişimlerin geleceğimizi karartmaya ayarlı olduğunu, ülkemizi durdurmaya ayarlı olduğunu, küresel ölçekte “Türkiye’yi durdurma” gibi bir projenin var olduğunu, bugün bizi dar alanlara hapsetmeye dönük çabaların işte bu projenin uzantıları olduğunu bilmek zorundayız.
Türkiye büyüdükçe iddialarının da, kavgalarının da büyüdüğünü anlamak, bu kavgaları göze almak zorundayız. Böyle bir dönemde, Türkiye kaçınılmaz büyük kavgalarla yüzleşirken direncimizi zayıflatan, zihnimizi bulandıran, şevkimizi kıran, küçümseyici bir dille Türkiye’ye çamur atan, geçmişin zayıflıklarını bugüne taşıyıp umutsuzluk yayan herkese, her çevreye, her ülkeye karşı teyakkuz halinde olmak zorundayız.
Yüzyılın rövanşı ve yeni yükseliş: Bu sefer iddialarımızla var olacağız
Siyasi tarihimizin en şiddetli hesaplaşmalarıyla yüz yüzeyiz çünkü. Bu hesaplaşmayı bugün yapmazsak, var olanla yetinmeyi veya bir gücün kanatlarına sığınmayı tercih edersek büyük dönüşümü kaybedeceğiz, yüz yıl sonra yakaladığımız fırsatı heba edeceğiz. Bizi tarih dışına itecekler ve geleceğin dünyasında bir “cephe”, bir “garnizon” olma dışında bir rolümüz olmayacak. Yeniden yirminci yüzyıla mahkum edileceğiz, bilelim.
Birinci Dünya Savaşı, en sarsıcı yıkımlarımızdan biriydi, bir tarih dönüşüydü. Kaybettik, Atlantik kıyılarından Pasifik kıyılarına kadar bütün coğrafya kaybetti. Bu kaybediş yüz yıl sürdü. O zaman zayıflayan, gerileyen, direncini kaybeden bir ülkeydik.
Yüz yıl sonra bugün, bir kez daha önümüze çıkan tarih dönüşünde, bu sefer yükselen, ayağa kalkan bir ülke olarak varız. İddialarımızla, hedeflerimizle varız. Aynı coğrafyada umut olarak varız. Aynı kuşakta, ülkeden ülkeye yayılacak bir duruş, bir yükseliş, güçlü bir siyasi söylem, bir özgüven olarak varız.
Bir Selçuklu olarak, bir Osmanlı olarak, bir Cumhuriyet olarak…
Bu dönüşüm, bu yeni yükseliş dönemi uzun soluklu olacak. Hiçbir güç, hiçbir çevre hiçbir siyasi hareket bunu durduramayacak. Sadece Türkiye’ye bakarak değil, dünyaya, değişimlere, büyük güç kaymalarınabakarak anlayabiliyoruz bunu.
Asya hızla yükselirken, Doğu yeniden ayağa kalkarken, güç ve refah Doğu’ya kayarken, Atlantik merkezli küresel hegemonya tarihe gömülürken, “Yeni Roma” denemeleri hüsranla sona ererken, Batı’nın söz ve etki gücü kendi coğrafyasına çekilirken, güç haritası yeniden çizilirken, ABD ve Avrupa’ya karşı küresel ölçekte cepheler oluşurken, “eski dünya” bütün bilgeliğiyle ve tecrübesiyle yeniden dirilirken, gizli bir intikam gibi öne çıkarken işte biz tam da bu sırada tarih sahnesine yeniden hazırlanıyoruz. Bir Selçuklu olarak, bir Osmanlı olarak, bir Cumhuriyet olarak hazırlanıyoruz.
Biz yükselirken onların çöküşünü izleyeceğiz..
Biz yükselirken, yüz yıl önce bize bunları yaşatanların gerilemesini, çöküşünü izliyoruz. Daha düne kadar bize emir, talimat verenlerin, roldayatanların, içerideki nüfuz casusları üzerinden akıl satanların çaresizliklerini, tükenmişliklerini izliyoruz. O akıl satanların nasıl sustuğunu, sözünün tükendiğini, etkilerini kaybettiğini örüyoruz. Patronlarının nasıl sessizleştiğini, kendi sorunlarıyla yüzleştiğini, artık Türkiye’ye ayar veremez hale geldiklerini izliyoruz.
Dikkat edin, yeni dünya bir kez daha tarih yapıcı milletler üzerindenşekilleniyor. Bugünkü ittifaklar, ulus üstü kurumlar ve örgütlerdağılıyor. Bugün hala varlığını devam ettiren çokuluslu yapıların birçoğu kısa zamanda varlığını kaybedecek.
Her ne kadar sermaye ve teknoloji öne çıksa da, yeni küresel sistemi belirleyecek ülkelerin, milletlerin tamamı kendi coğrafyasına, tarihi iddialarına ve tezlerine dönüyor. Siyasi tarih kadar kültürel tarih, medeniyet kimliği öne çıkacak. İmparatorluk geleneği olan ülkelerin tamamı buradan güç devşirmeye yöneldi.
Avrupa kendi “Ortaçağ”ına dönüyor: Derebeylik dönemi
Artık ABD tek başına dünyayı yönetmeye kalkışamayacak. O da kendi coğrafyasına çekilmek zorunda kalacak, zayıflayacak kendi dışındaki güç oluşumlarını kabul etmek zorunda kalacak. ABD içindeki sistemik tartışmanın, bu ülkenin enerjisini büyük oranda boşaltacağını düşünüyorum.
Artık Avrupa Birliği olmayacak. Tek tek ülkeler kendi geleceklerini şekillendirmeye yoğunlaşacak. Buradan bir Kıta Avrupası-İngiltere ayrışması öne çıkacak. Katalonya sadece bir örnek değil, Avrupa’nın geleceğidir. “Avrupa Ortaçağı” bugüne taşınmıştır, mikro milliyetçiliğebağlı yeni Avrupa haritalarını çok yakında tartışmaya başlayacağız. Faşizmin yükselişi bugünkü Avrupa’nın intiharı olacak. Bizim coğrafyaya taşıdıkları kimlik savaşları onları kendi evlerinde avlayacak. “Avrupa Ortaçağ”ı derebeyliktir, sayısız küçük devlettir.
Yeni arayış Türkiye ile sınırlı değil. Yeni bir dünya şekilleniyor, tarih yapıcı uluslar imparatorluk tezlerine dönüyor. Biz de öyle. Biz de tarihe, coğrafyaya, zengin siyasal mirasımıza dönüyoruz. Çünkü geleceğin dünyası bunlar üzerine biçimlenecek.
Medyamız, aydınlarımız bir adım öne çıkmalı…
Öyleyse, bu yürüyüşün, yükselişin, mücadelenin, hesaplaşmanın çok güçlü adımlarla, güçlü söylemlerle, iddialı kadrolarla, kültürel birikimle beslenmesi gerekiyor. Sadece ekonomik büyüme, sadece siyasi söylem bunun için yeterli olmayacaktır.
Medyamız, aydınlarımız, üniversitelerimiz, sivil toplum örgütlerimiz küresel ölçekte büyük hesaplaşmaya odaklanmalı, Türkiye’nin büyük mücadelesinde yerini almalıdır. Kısır tartışmalarla, boş çekişmelerle, günü kurtaracak çıkışlarla, kıskançlıklarla, küçük çıkar hesaplarıyla, ucuz projelerle üstesinden gelinebilecek bir şey değil bu.
Entelektüel seferberlik başlatmak zorundayız
Türkiye’nin tarihe dönüşü entelijansiyamızda da derin bir dönüşümü hazırlamalı, eskinin nüfuz casusları yerine yerli, Türkiye ve dünyaya bu topraklardan bakan insanların sesi öne çıkmalıdır. Onlar siyasetten, ekonomi çevrelerinden çok daha büyük bir seferberlik başlatmak zorundadır.
Dünyadaki büyük dönüşümü anlayacak, okuyacak, yorumlayacak, buradan bir gelecek perspektifi çıkaracak, Türkiye’nin yolunu aydınlatacak bir mücadele başlatılmalıdır, bir akıl geliştirilmelidir.
Maalesef Türkiye bu alanda çok geridedir. Çok ciddi tartışmalar açılmalı, çok ciddi düşünsel üretim örnekleri ortaya çıkarılabilmeli. Bu yüzden, Türkiye’nin büyük yürüyüşünün altını dolduracak bir entelektüel seferberlik şarttır.
.
Mustafa Sabri Efendi’nin hazin bir şiiri ve biz ona vefasızlık ettik
Abdulfettah Ebu Gudde asrımızın ‘yürüyen Sünnet’ ifadesine tam uyan gördüğüm üç-beş kişiden biridir. İki kitabını Türkçe’ye çevirdiğim için aramızda bir muarefe vardı. ‘İlim Uğrunda’ adıyla çevirdiğim ‘Safahât min sabri’l-ulema’ adlı kitabı her üniversite öğrencisinin okuyacağı ilk kitaplardan olmalıdır. Âlimlerin ilim yolunda çektikleri inanılmaz sıkıntıları anlatır. Ebu Gudde Haleplidir ve Mısır’da bir ara Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye ve son Osmanlı Şeyhülislam Vekili Zahidü’l-Kevseri’ye öğrencilik etmiş olmakla şereflendiğini söyler. 1996′da vefat etmiştir, Allah rahmet eylesin.
Mısır’da kaldığı altı sene boyunca Kevserî’den (v. 1952) ve Mustafa Sabri Efendi’den (v. 1954) dersler almıştır. Özellikle Kevserî’den hiç ayrılmadığı için kendisini ona nispet eder. İslâm dünyası da onu, Kevserî’nin halefi ve ilminin varisi olarak tanır. Yaptığı pekçok tahkîki (yazmaların metin tespitini) onun tavsiyesi ile seçmiş ve gerçekleştirmiştir. Ondan sık sık ‘Muhterem ve muhakkik üstadım Kevserî’, diye söz eder. Kevserî kadar olmasa da Mustafa Sabri Efendi ile de birlikte olmuş, Türkiye’den kovulduğu için Mısır’a giden bu değerli allâmeden istifade etmesini bilmiş ve her iki âlimin de takdirlerini kazanmıştır.
Kevserî hakkında biz Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi olarak yıllar önce memleketi olan Düzce’de uluslararası bir sempozyum yapmıştık. Mustafa Sabri Efendi için Türkiye’de böyle bir sempozyum yapılıp yapılmadığını bilmiyorum. Bu yılın başlarında Lübnan’da bir sempozyum yapılmış, Türkiye’den de bazı zevat katılmıştı. Ama bu iş herkesten önce bize düşer.
Öğrencileri olan Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratını okursanız bu iki allâme’yi daha yakından, birinci elden tanımış olursunuz.
Ebu Gudde sözünü ettiğimiz kitabında Mustafa Sabri Efendi’nin çektiği sıkıntılardan da söz eder ve onun bir şahidi olarak şunları söyler:
‘Bu bölümü 1373/1954 de vefat eden son Osmanlı Şeyhülislamı Üstadım, Mustafa Sabri Efendi’nin çektiği açlığı anlatarak bitiriyorum:
O, zalimlere karşı duruşu sebebiyle dini uğrunda Türkiye’den kovulmuş, ülkeden ülkeye atılmış, nihayet Mısır’da karar kılmıştı. Dıştan, hoş geçindiği ve sıkıntısız olduğu sanılırdı oysa orada fakru zaruret içerisinde yaşıyordu. O günlerde dünya gazeteleri Hindistan Başbakanı Gandi’nin İngiltere’nin, memleketindeki siyasetini protesto için tuttuğu ölüm orucundan söz ediyordu. Dünyanın her tarafında bu haber dalgalanıyor ve çok büyük bir olay olarak görülüyordu.
Bunun üzerine merhum üstadımız, birkaç beyit yazmış ve kendisinin çektiği sürekli ve sessiz sedasız açlığı ile bağırıp çağıran Gandi’nin dünya gazetelerinde manşet olan açlığı arasında bir karşılaştırma yapmıştı.
Bu Arapça şiirinde bendenizin tercümesiyle şöyle diyordu Üstat:
“Yeni Hindistan’ın lideri Gandi, ölüm ve protesto orucu tutuyormuş…
Ben ise -Hind’in ve Sind’in şeyhi olmayı bırakın-
Şeyhülislam olduğum halde ölümle burun burunayım
İkimizin orucu arasında çok büyük farklar var,
Bunu, reddi mümkün olmayacak şekilde açıklayayım.
O varlıktan oruç tutuyor, ben ise yokluktan
Öyle ki, açlık, yanımdan hiç ayrılmayan bir misafir haline geldi,
Ben Mısır’a misafir olduğumdan beri…
Ve onun orucunu herkes konuşuyor.
Oysa sadece ben biliyorum benim orucumu.
İslâm için katlandıklarımdan gam yememe gerek yok
Ben ölürsem de bundan sonra o var olsun yeter.
Ve var olsun, asrın müslümanlarına rağmen,
Elden kaçırdıkları ve hiçbir zaman ahdine vefa göstermedikleri din,
Varsın benim gibiler açlıktan ölsün de kimse bilmesin,
Ah, keşke bu müslümanların da şeyhi olsaydı, şeyhi Hind’in.”
Biz pekçok değerimiz gibi Mustafa Sabri Efendi’ye de vefasızlık ettik, kendi vilayetinde bir okuldan adını sildik. Böyle vefasız bir millet olarak tarihe geçeceğiz. Bir süre Fransa’da araştırmalar yapan muhterem Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’tan duymuştum. Paris’in bütün sokakları kendi azizlerinin, yani evliyalarının isimleriyle anılır. Biz ise mahalle baskısı sebebiyle âlimlerimizin adını bile ağzımıza almaktan çekinir olduk. Çünkü laikçiler bir kaşık suda fırtınalar koparıyorlar, Allah’ımıza hamdolsun denmesine bile tahammül edemiyorlar. Bu seçim arifesinde bilinçli olarak mevzi kapmaya devam ediyorlar.
Bendeniz daha üniversite yıllarımda iken Mustafa Sabri Efendi’yi tanımış, bazı kitaplarını okumuş ve çok sevmiştim. Fakülte dördüncü sınıfta iken doğan ikinci çocuğuma da, onun gibi olması temennisiyle Mustafa Sabri adını koymuştum. Henüz olamadı ama olur inşallah.
.
İSLAM DÜNYASINDA AJAN FAALİYETLERİ
Geçmişi hangi tarihe kadar gidiyor diye tam bir tesbit yapamamaktayız . 17. Yüzyıla kadar Fransız , özellikle’de İngiliz Misyoner teşkilatınca eğitilip görevlendirilen ve İslam dünyası içerisinde bir çok yıkıcı faaliyeti gerçekleştiren ajanların varlığını biliyoruz.
Bunlar kendilerini Arkeolog , Sosyolog , daha çok da Doktor olarak tanıtarak Müslümanların içlerine giriyorlar . Irak’ta faaliyet gösteren Gertrude Bell ve Arabistan’da faaliyet gösteren T. Edward Lawrence bunlardan bilinenleri .
19.Yüzyıl sonlarında Yemen’e giden Fransız Paul Emile Botta’da kendisini Arkeolog ve doktor olarak tanıtıp bölgenin ileri gelenleri Şeyh Hasan ve Şeyh Yasin’le görüşmeler yapmıştır. Bayan Claudie Fayein , Fransız’dır ve Yemen’de faaliyet göstermiştir.Alfred Bardey de Yemen’de halkı Osmanlıya karşı kışkırtmıştır .
Bunlar mensubiyetlerini gizlemeden ajanlık faaliyetlerini yürütenlerden . Bazen de üslendikleri görevin durumuna göre gerçek kimliklerini gizleyerek Müslüman , hatta Molla , Hoca , Şeyh , Alim kılığında faaliyetlerini yürütenler olmuştur. Wayman Bury , Abdullah Mansur , Mr Wavell ise Hacı Ali ismiyle Müslüman görünerek Yemen’de Osmanlıya karşı halkı kışkırtmıştır.
Bir misyonerin anlattıklarına kulak verelim : “ Şam’a varır varmaz üzerimdeki redingotu attım ve bir Arap gibi giyindim. Arap gibi yaşıyor , onlar gibi yiyip içiyordum. Arab’ın nasıl düşündüğünü konusunda eğitim almıştım . Düşüncelerini biliyor , ona göre hareket ediyordum. “
Sultan Abdülmecid döneminde yaşanan bir olay … Ajan , Mr John’u dinleyelim : “ İngiliz Misyon cemiyeti , her sene rüştiye mektepleri çocuklarının zekilerinden ( Tabii babalarının rızası le ) ihtiyaca göre 30-40 talebe ayırarak himayesine alır , onları kabiliyetlerine göre üçere , beşere ayırarak dünya ülkelerinin kendilerince lüzum hissedilen mıntıkalarına sevk edilirler . Bu çocuklar o memleketlerdeki sefaret veya konsolosluklara tevdi edilirler . Ben ve arkadaşım Herbert 10 yaşında iken İstanbul’a gönderilmiş idik . Doğruca sefarethanemize gittik . Sefir beni Cihangirde oturan sefaret kavası ( Koruma görevlisi ) Ali ağaya teslim etti ve şu tenbihatta bulundu : “ Ali Ağa, bu çocuğun adı İbrahim’dir ve senin oğlundur. Herkese öyle söyleyeceksin. Aylık olarak sana 10 lira vereceğiz . ( O zaman 2 memur maaşı ) Bu para ile çocuğu mahalle mektebinde okutacaksın . Ve kendi çocuğunmuş gibi yedirip , içirip giydireceksin . Adetiniz nasılsa öyle terbiye edeceksin. Ayda bir defa akşam sefarethaneye getireceksin. “ dedi . Ve devam ediyor … İptidai ve Rüşdi ( İlk ve Ortaokul) u okuduktan sonra Sarf , Nahiv , Avamil , Kafiye , Mantık , Tasavvurat , Tasdikat , Kelâm , Tefsir … gibi o dönemin derslerini tamamladım …”
Daha sonra Fransızca ve Arapça öğreniyor ve Câmi dersini de alarak Müderris ( Profesör ) oluyor. Osmanlı’nın yönetim merkezi olan Bab-ı Âlî ‘nin tercüme bürosuna memur olarak giriyor . Dış işleri ve Siyasi işler Baş Mütercimliğine yükseliyor.
Yabancı misyonla yapılan görüşmelerde bulunuyor , Padişahın dış devletlere gönderdiği mektupları Fransızca’ya tercüme ederken , karşı tarafın asabını bozacak şekilde ince değişiklikler yapıyor . Dışarıdan gelen mektupları Padişah’a tercüme ederken de aynı şeyi yapıp padişahın moralini bozuyor. Bu şekilde bir çok devletle Osmanlı’nın arasını açıyor . Ayrıca tercüman olarak bulunduğu görüşmeleri ve dış devletlerle yapılan tüm yazışmaları İngiltere sefaretine rapor ediyor.
İşi bitip İngiltere’ye döndükten sonra bunları Kaptan Mustafa Bey’e belki de kafası kıyakken , samimi bir ortamda anlatıyor da bizim de öylece haberimiz oluyor.
İbrahim , yani Mr. John , yine Bektaşi tarikatine sızmış Muhammed Ali takma isimli Mr . Herbert’ten uzunca bahsediyor. Tarikatte “ Halifelik “ makamına kadar çıkmış bir İngiliz ajanı …Ve dünyanın hemen her yerinde bu tür görevler üstlenmiş misyonerlerin , İngiltere adına çalıştığından bahsediyor . ( Prof. İhsan Süreyya Sırma hoca’nın “ Sömürü Ajanı İngiliz Misyonerleri “ kitabında daha geniş bilgiye ulaşabilirsiniz.)
Yine Arabistan , Umman , Hadramavt civarlarında casusluk faaliyeti icra eden Ressam Mr. Vovilsteed den bahsedilebilir. Hempher ‘in “ İslâm’ı nasıl yok edelim “ isimli kitabı , ajanlık faaliyetlerinin profesyonelce nasıl yapılacağını ince ince anlatıyor. Misyoner teşkilatındaki akademisyenler , Müslümanların zayıf, kuvvetli , ihtilaflı konularını araştırıp tesbitler yapıyor ve mücadele metodları belirleniyor . Ayrıca zayıf karakterli , para ve şehvet düşkünü insanları da tesbit edip kendilerine çalışmalarını sağlıyorlar .
Geçmiş tarihte isimleri geçenlerden bahsettik . Ve bunlar maalesef başarılı olup hedeflerini gerçekleştirdiler ve Osmanlı’yı 60 parçaya böldüler. Peki bunu yapınca yerlerine oturup istirahat mı ediyorlar ? Tabii ki hayır. Günümüzde artık Fransa ve İngiltere’den ziyade Hıristiyan Batı dünyası ile Siyonist İsrail’in işbirliğine şahid oluyoruz.
Afganistan’ın Topal Mollası , Türkiye’nin Fetullah Gülen’i , Pakistan’ın Tahir-ul Kadri’si , Ortadoğu’yu kana bulayan IŞİD lideri Ebubekir Bağdadi ve daha niceleri İslam dünyasında faaliyetlerini sürdürmeye devam ediyorlar. Bunlar aslında yaptıkları veya söyledikleri ile kendilerini ele de veriyorlar memleketimiz ve milletimizin menfaatleri 1. önceliğimiz olursa , dinimizi iyi öğrenip , görüp duyduklarımızı o süzgeçten geçirirsek oyunlarına gelmeyiz ve bunlar bize hiçbir zaman zarar veremezler . Aksi takdirde şimdiden geçmiş olsun diyorum …
.
Tanzimat’tan günümüze Batı/l/cı hainler
Diriliş Postası
Bu ülkeye, millete hatta Ümmet-i Muhammed’e tarih boyunca asıl zararı dış vermemiş. Dışarıdaki düşmanların bize verebildiği zarar hep sınırlı olmuş. Düşman dışarıdan geliyorsa biz bir şekilde birlik olup o düşmanlara haddini bildirmişiz. Birlik olunca dirlik olmuş, dirlik olunca kendi içimizde mücadele edip enerjimizi heba etmektense yeni fetihler, yeni hayaller, yeni rüyalar peşinde koşmuşuz.
Ama gelin görün ki düşman içeriden olunca ortada ne birlik kalmış ne dirlik. Bırakın fetihler peşinde koşmayı, işgale açmışız fethedilen yurtlarımızı, yuvalarımızı… Hırsız içeriden olunca kapı kilit tutmaz, demişler ya… Bizim de düşmanlar/hainler içeriden olunca ülkemizi, milletimizi, Ümmet-i Muhammed’i düşmanlarımıza karşı yeterince koruyup kollayamamışız.
Osmanlı Devleti’ne geri kaldığını, Batı’yı yakalamak için reformlar yapılması gerektiğini empoze edip Tanzimat ve Islahat Fermanları’nı imzalatan ve sonra da devleti yıkana kadar içeriden Batı/l değerlerinin reklamını yapıp yaymak için çalışanlar şimdi içimizdeki hainlerin dedeleridir.
Devletin, resmî olarak geri kalmış olduğunu kabul edip Batı’nın ilmini, bilimini, teknolojisini alması için Batı’ya yolladığı kişiler, ekseriyetle gittiği yerin ilmini, bilimini, teknolojisini değil; Batı’nın değerlerini, inançsızlığını, yaşam tarzını bize getirmek için uğraşmışlar.
Devletin imkânlarıyla Avrupa’ya yollananlar, bir süre sonra “özgürlük, eşitlik, adalet” gibi kulağa hoş gelen kavramları kullanarak padişaha, devlete, milletin değerlerine ve inançlarına karşı bir savaşa girişmişler. Edebiyatı, sanatı, gazeteyi Batı/l fikirlerini millete empoze etmek için bir araç olarak kullanmışlar. Büyük edebiyatçı olarak geçinenlerinin bazıları, karısını tüllere sarıp evinde topladığı erkek misafirlere gösterip güzelliğiyle övünecek kadar çağdaşlaşmış(!) ve Osmanlı Devleti’nin geri kalmışlığına çareler üretmede büyük katkılar(!) sunmuş.
Şimdi de o zihniyetin temsilcileri dedelerinin yaptığı gibi ülkeye, millete katkılar sunmak, devletin ve milletin problemlerini çözmek için büyük gayret gösteriyorlar(!)
Biri çıkıp bilmem kaç milyon Ermeni’yi katlettik diyerek ödülü kapıyor, diğeri ülkesine ihanet edip Alaman köpeği oluyor, bir diğeri bîseksüel olduğunu ama bunu açıklayamadığını söyleyerek Batı/l/dan yağlı kemik beklentisini açığa vuruyor.
Milletin terakkiye mani olan(!) inançlarıyla mücadele ediyorlar. Milleti inançlarından koparmak, Batı/l/laştırmak için son sürat çalışıyorlar.
Devletimiz, milletimiz ne zaman ayağa kalkıp koşmaya hazırlansa içimizdeki hainlerin taktığı çelmeyle sendeliyor ve ertelemek zorunda kalıyor koşusunu.
Bazen PKK’yı, bazen DAEŞ’i, bazen DHKP/C’yi, bazen FETÖ’yü kendilerine kalkan yapıp birliğimize, dirliğimize saldırıyorlar. Bunu yaparken de Tanzimat Dönemi’nde olduğu gibi “özgürlük, eşitlik, adalet” gibi kavramları suyunu çıkarana kadar kullanıyorlar.
Tarih tekerrür ediyor gibi… Ama bu sefer tarih onların istediği gibi tekerrür etmeyecek, silkinip kendimize gelip önce içimizdeki hainlerden daha sonra ise dışarıdaki düşmanlardan kurtulup millet olarak yeniden şahlanacağız, yeni fetihlere yelken açacağız.
Ey hainler, kendinizi yormayın; bizler yeni hayallerin, yeni rüyaların peşinde koşmaya hayallerimize bir bir ulaşmaya, rüyalarımızı gerçeğe dönüştürmeye devam edeceğiz…
.
Batı’ya teslim mi olmalıydı AK Parti?
Hüseyin GÜLERCE, Star
Başbakan Binali Yıldırım, 16 Nisan referandumu öncesinde Gaziantep’te; “14 senedir bu işleri yaptık ama burnumuzdan getirdiler. Binbir engelle karşılaşarak, engelleri aşa aşa bu işleri yaptık. Şeytan taşlamadan vakit kaldıkça Türkiye’ye bu muazzam eserleri kazandırdık” demişti.
Şimdi birileri kalkmış, 16 yılda AK Parti’ye karşı iç ve dış şer ittifakı ile yapılan saldırıları, arkadan hançerlemeleri unutturarak, “AK Parti değişti, demokrat ruhunu terk etti, Erdoğan otoriterleşti, tek adam rejimi doğdu” diye Batı eksenli algı operasyonunu insafsızca sürdürüyor. Hem de CHP’ye, Batı’ya, Avrupa Birliği’ne toz kondurmayarak…
Kuruluşunun 16. yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan yıl yıl kısa hatırlatmalar yaptı. Bunların hemen hepsi Erdoğan’a ve AK Parti’ye yapılan saldırılar, engellemeler, ihanetlerdi. İktidar olmasını önleyemedikleri Erdoğan’a iktidarı zehir etmenin bitip tükenme bilmez saldırıları…
Başta FETÖ, CHP ile vesayetin goygoycusu 28 Şubat medyası, öylesine kin ve nefretle bir Erdoğan düşmanlığı yaptılar ki; bugün ‘Hayır’ bloğu diyebileceğimiz kesim; “Erdoğan gitsin de isterse Türkiye batsın” halet-i ruhiyesine esir düştü…
Bu arada en yakınındaki isimlerin Erdoğan’a vefasızlıklarını hatırlatmak ise içimden gelmiyor.
Atlattıkları badirelerle ilgili neleri hatırlattı Cumhurbaşkanı Erdoğan?
2002 yılında seçimlere girdiklerini ancak kendisinin siyasi yasaklı olduğu için Meclis’e giremediğini, malum medyanın “muhtar bile olamaz” dediğini…
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile yaşadığı sıkıntıları…
2006 yılında Türkiye’nin daha sonra yaşanacak karanlık hadiselerin habercisi olan meşhur Danıştay saldırısını, Trabzon’daki rahip cinayeti ve yeniden hortlatılan terör olaylarını…
2007 yılında vesayet ağalarının devreye soktuğu 27 Nisan bildirisini ve buna karşı hükümetin verdiği güçlü cevabı…
AK Parti’ye Cumhurbaşkanı seçtirmemek için oynanan oyunları, sergilenen 367 hukuk garabetlerini…
Hrant Dink cinayeti ve Malatya Zirve Yayınevi katliamı başta olmak üzere karanlık cinayetlerin peş peşe gelmesini…
2008 yılında AK Parti’ye kapatma davası açılmasını… Ve AK Parti’nin Anayasa Mahkemesi tarafından “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” iddiasıyla cezalandırılmasını…
TBMM’nin başörtüsü kararına karşı yine malum medyanın “411 el kaosa kalktı” manşetini atmasını ve bu manşet üzerinden başlayan süreci…
2010’da CHP’nin genel başkanının bir kumpas ile değişmesi sebebiyle siyasetin FETÖ tarafından dizayn edilmesi hamlesini… PKK’nın kanlı terör eylemlerinin tırmanışa geçmesini…
7 Şubat 2012 MİT krizini… Suriye’nin Türkiye’nin uçağını düşürmesini, Gaziantep’te 53 kişinin hayatını kaybettiği bombalı saldırıyı, Suriye’deki çatışmalarda ateşlenen top mermilerinin ülke topraklarına düşmeye başlamasının Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğinin habercisi olduğunu…
2013 Reyhanlı saldırısı, aynı yıl Gezi kalkışması, 17-25 Aralık emniyet, yargı darbesini…
2014 MİT TIR’ları olaylarının, tarihimizin en büyük ihanetlerinden biri olduğunu…
Hendek olayları üzerinden dış destekli bölücülük hamlesi ve 1128 “Aydın” bildirisini…
Ve 15 Temmuz FETÖ darbe teşebbüsünü…
ABD, Almanya ve AB’nin FETÖ kollaması, PKK’ya aleni silah yardımı yapmalarını hatırlattı, Erdoğan.
FETÖ’nün, CHP’nin, Kandil’in “kontrollü darbe” diyerek 15 Temmuz ihanetini sulandırmaları da son saldırı…
Bütün bu olaylarda Erdoğan düşmanları, hep NATO’nun, ABD’nin devreye girmesi için kendi ülkelerini dışarıya jurnallediler.
AK Parti’nin bütün bunlara göğüs germesini, milletin ve devletin geleceği için yapılması gerekenleri yapmasını, “otoriterleşme” olarak görenlere soralım: Ne yapmalıydı AK Parti? Batı’ya teslim mi olmalıydı?
AK Parti ülkesi için büyüme, ilerleme derdinde iken, onu engelleyenlere hiç dikkat çekmeyen, durmadan otoriterleşmeden, saraydan, sultandan bahsedenlerin, CHP’nin adalet arayışına, Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşüne güzelleme yapanların samimiyeti sorgulanmalı değil mi?
Hiç mi insafınız yok sizin?
.
Türkiye ve Japonya
MEHMED ŞEVKET EYGİ, Milli Gazete
Gayr-İ Müslimlerin kendi kriterleri, kuralları, değerleri, bilgelikleri, adaletleri vardır, onlarla ayakta durabilirler. Çin’in, Japonya’nın, Hindistan’ın, Norveç’in, İsviçre’nin…
Müslümanların kriterleri, kuralları, prensipleri, hikmetleri İslam’dadır. İslamî ölçütleri, değerleri yitirince yıkılırlar.
Elbise ve ev değiştirir gibi kimlik, kültür, medeniyet değiştirilemez.
Müslümanlar, İslam’ın değerlerini yitirince, yerine başka değerler koyamazlar, boşlukta kalırlar ve dejenere olurlar. Müslüman toplumun vücudu, yabancı organları kabul etmez.
Şu anda İslam dünyası dıştan elbette Müslümandır ama derinliğine değildir.
İslam dünyasında büyük bir kimlik buhranı vardır.
Batıyı taklitte en başarılı doğu milleti Japonlar olmuştur.
Kapılarını dünyaya 1854’de mecburen açmışlar, akıl almaz bir hızla Batının ilmini ve tekniğini almışlar ve 1904’te Çarlık Rusyası devini yenmişlerdir.
1941’de PearlHarbour baskınıyla ABD’yi yere sermişlerdir.
İkinci dünya savaşını kaybettiler ama kısa zamanda toparlandılar ve yenilgilerini galibiyete çevirdiler.
Japonlar, gücün şapka giymekle, millî yazılarını bırakıp Latin alfabesini kabul etmekle elde edilemeyeceğini biliyorlardı.
Japonya muasırlaşma yarışını kazandı, Türkiye yitirdi.
Kendi öz kimliklerine, kültürlerine, medeniyetlerine, yazılarına sırt çeviren toplumlar çökmeye mahkumdur.
Mecusi veya Sih dinine mensup Hint devlet adamları millî kıyafetlerini giyiyor. Nükleer silahlar yapacak sanayie sahipler.
Türkiye’nin Batıdan alması gereken şeyler vardı, almaması gerekenler vardı. Biz maalesef alınması gerekenleri almadık, alınmaması gerekenleri aldık. Netice malum.
Uğrunda nice masum vatandaşın asıldığı şapka devriminden şu anda elimizde bir şapka bile kalmadı. Çünkü Batı dünyası, nadir istisnalar dışında şapkayı terk etti. Bizim başı açıklar her yıl şapka devrimi yıldönümünü görkemli ve gülünç törenlerle kutluyor.
Bizim şapkalılar, Nuri Demirağın kurduğu uçak fabrikasını iflas ettirip batırdılar.
Öğrenilmesi ve öğretilmesi son derece zor, karmaşık yazılarıyla Japonlar harikalar meydana getirirken, biz Kemalizm edebiyatı teraneleriyle vakit öldürdük.
Laiklik ve sahte uygarlık adına ne cinayetler işlendi.
Şapka yüzünden ne canlara kıyıldı.
Japonlar, devamlılık yolunda yürüdüler, bizimkiler kopukluk yolunda.
Güney Kore kadar bile olamadık. Onların dünya çapında bir otomotiv ve elektronik sanayii var, bizim yok.
Latinci kafa, bırakın uçak ve otomobil sanayii kurmak, ziraat ve hayvancılık bile yapamadı. Arjantin’den buğday, Meksika’dan nohut alıyoruz.
Japonya’nın uluslararası şeffaflık ve temizlik notu, 100 üzerinden 70, bizimki 41.
Japonların eğitimi, okulları, üniversiteleri vasıflı insan yetiştirme fabrikaları; bizim müflis eğitimimiz genç nesillere bitişik el yazısı bile öğretemiyor.
İnsanların kan gruplarını değiştiremezsiniz.
Farz-ı muhal değiştirilse bile normal insan değil homongolos, Frankenştayn yetişir.
Sekiz ana karakter vardır, bunları değiştiremezsiniz.
Beyazları zenci, zencileri beyaz yapamazsınız.
Akıl şapkada değil, başın içindeki beyindedir.
Şapka giydirmekle, itiraz edenleri idam etmekle bir yere varamazsınız.
Çin, dünyanın en zor, en çetrefil, en karışık yazısıyla; ABD’nin yerini alıp dünya süper devleti olma yolunda koşuyor.
Türkiye kendi medeniyetine, kendi kimliğine, kendi kültürüne sımsıkı bağlı kalarak yükselebilirdi.
Bunun için kendi Eton’larını, Harvard’ları, Oxford’larını kurmalıydı.
Devamlılık çizgisinde yürümeliydi, kopukluktan uzak durmalıydı.
İsviçre medenî kanunu tercüme edip alacağını, kendi sosyal yapımıza uygun bir kanun yapmalıydı.
Kanla, idamla, dipçik zoruyla, laik rejim terörü ile sindirmeyle devrimler yapmamalıydı.
Türkiyenin, Japonyadan fazla imkanı, enerjisi, fırsatı vardı ama devrimciler bunları kullanamadılar.
Keşke, Fransa modeli yerine, İngiliz sistemini örnek alıp taklit etmiş olsalardı.
İngilterede laikliğin esamisi okunmaz.
Orada din devlet birliği vardır, iki büyük güç işbirliği yapar.
Laiklik kısır, verimsiz, yıkıcı kavgalara sebep olur.
Şapkacılık, Latincilik, Laiklik, maymunca taklit, itiraz edenleri asmak bize çok pahalıya mal oldu.
Bunca kopukluğu nasıl tâmir edeceğiz?
İslamla savaşılmaz. Dönmeler ve kendilerine benzettikleri şapkasız şapkalılar bunu ne zaman anlayacaklar?
Egemen azınlıklar bizi yaktı.
Onlar zaten yanıcı idi, Müslümanları da yaktılar.
.
Başbakan asanların ‘adalet’ kurultayı!
Ahmet KEKEÇ,Star
FETÖsuçüstü yakalanıp derdest edilinceye kadar “adalet” demek kimsenin aklına gelmedi.
Fanilalı yiğit, “bardağı taşıran son damla” dediği Enis Berberoğlu için 500 kilometre yol tepti.
Bu bardak, nasıl oluyor da, FETÖ’yle alışveriş halindeyken suçüstü yakalanan sıradan bir milletvekili için taşıyor?
Ergenekon kumpasının bile taşıramadığı bardaktan söz ediyorum…
Bu nasıl bir “bardak”tır ki, Yarbay Ali Tatar’ın intiharında taşmadı…
Kuddusi Okkır’ın eriyerek ölmesi bardağı taşıramadı…
Balyozkumpası taşıramadı…
Bir batında 400 casusun yakalanmasını (!) sağlayan Askeri Casusluk Davası taşıramadı.
Ki, koskoca soğuk savaş döneminde, iki tarafın yakaladığı casus sayısı 6’dır (yazıyla, altı), bizim FETÖ’cü polis ve savcılar, küçücük bir ipucundan yola çıkarak, “bir seferde” 400 casusu elleriyle koymuş gibi bulup demir parmaklıkların arkasına gönderiyor.
Kafes eylem planı taşıramadı…
En namussuz kumpaslardan biri olan “Tahşiye Davası” taşıramadı…
MİT Müsteşarının ifadeye çağrılması… “Yolsuzluk” susturuculu darbe girişimi… Gezi Parkı rezillikleri… Ortalığa saçılmış illegal dinleme kayıtları… Sol görünümlü gazetelerin manşetlerini süsleyen FETÖ tapeleri… MİT TIR’larına yapılan baskın… Dışişleri Bakanlığı’nın dinlenmesi ve akabinde Süleyman Şah Türbesi’ne çekilen aşağılık operasyon… Heybeden çıkması beklenen “büyük turp”lar… “Gülen Dinleme ve Görüntüleme Merkezi”nin porno faaliyetleri… Ve nihayetinde 15 Temmuz kalkışması…
Bütün bunlar (niyeyse) bardağı taşırmadı, fanilalı yiğit 200 metre de olsa bir “yürüyüş”eylemedi… Ama işin ucu Fetullah’a dokununca, başladı “adalet turları” atmaya…
Ergenekon’da susacaksın…
Balyoz’da susacaksın…
Kafes Eylem Planı ve görülmüş en rezil kumpas olan Askeri Casusluk Davası’nda susacaksın…
Mustafa Kaplanve Bünyamin Ateş isimlerini hiç aklına getirmeyeceksin…
Mustafa Balbayve Tuncay Özkan için kılını dahi kıpırdatmayacaksın…
Darbe sanıkları hâkim karşısına çıkarılınca da adalet duyguların depreşecek fanilalı komik şey!
Bu ülkede Başbakan asıldı… “Şartlar olgunlaşırsa darbe meşru haktır” diyenlerin arkaladığı 27 Mayıs darbesi, biricik günahı ülkeyi kalkındırmak olan Adnan Menderes’i darağacına yolladı.
Fanilalı yiğidin partisi bu şerefsizce işlenmiş cinayeti “anlayışlı bir suskunlukla” karşıladı.
Hem darbenin olgunlaştığına dair fetva ver, hem adalet kurultayı topla.
Hem Başbakan’ı darağacına yollamak için her türlü melanetin içinde ol, hem adalet kurultayı topla.
Hem tarihin gördüğü “en ahlaksız girişim” olan 27 Mayıs darbesini “devrim” diye kutla ve “27 Mayıs devrim değil, darbedir” diyenleri Anayasa Mahkemesi’nin adil (!) yargılamalarında harcat, hem adalet kurultayı topla.
Hem parti kapatma davaları için “delil” üret, hem adalet kurultayı topla.
Hem, “28 Şubat sürecinde TSK sivil bir baskı gurubu gibi çalışmıştır” de, hem adalet kurultayı topla.
Hem “demokratikleşme” tehlikesine (!) karşı orduyu alesta tut, hem adalet kurultayı topla.
Hem inanç ve düşünce özgürlüğüne karşı Anayasa Mahkemesi’ni “caydırıcı sopa” olarak kullan, hem adalet kurultayı topla.
Hem adaletsiz bir tertiple (bir “kaset” marifetiyle) CHP genel başkanlığına kurul, hem adalet kurultayı topla.
Hem rezil FETÖ tapelirinin taşıyıcısı ve servis sağlayıcısı ol, hem adalet kurultayı topla.
Ne adaleti! Adaleti size “kaynak”la tuttursak bile üzerinizde durmaz!
.
Suriyeli mülteciler üzerinden oynanan oyuna dikkat-II
Nasıl yani!.. sorusu, her okuyucunun kafasında belirmiştir mutlaka. Cevabını da hemen ister okuyucu… Ama ben cevabını hemen vermeyeceğim. Okuyucunun Türkiye üzerinde oynanan oyunu ve ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımızı algılayabilmesi açısından, süreci bir film şeridi izler gibi kendisine hatırlattıktan sonra vereceğim, okuduğunda, evet gerçek bu, diyebilsin.
Suriye’de olaylar başladıktan (Mart 2011) hemen sonra, ülkemize mülteci akını başladı. Bizimle beraber Lübnan ve Ürdün’e de başladı. Bu beklenen bir şeydi ve normaldi.
Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek projesinde, üst akıl bunu şöyle hesaplamıştı: Türkiye de, tıpkı Lübnan ve Ürdün gibi bu mültecileri alacak, onlarla ilgilenecek; yedirecek-içirecek ve sık sık da ah bittim, tükendim, bize yardım edin diyecek diye düşünüyorlardı… Türkiye başına sarılan bu dertle uğraşırken, kendileri de Suriye’de hedefledikleri projelerini rahat rahat hayata geçireceklerdi.
Ancak beklemedikleri bir şey oldu: Türkiye, Ortadoğu’da top’a girdi!..
Bir yandan bu mültecileri barındırırken, diğer yandan da oyuna müdahil oldu!..
ABD ve Batılı yandaşları, NATO müttefiki olan bir ülkeye açıktan tavır alamazlardı. Başta PYD ve DEAŞ olmak üzere kontrollerindeki terör örgütlerini sahaya sürerek, Türkiye’ye karşı apaçık bir mücadeleyi sürdüremezlerdi…
Bu nedenle sahadaki oyuncuları çoğaltmak gerekiyordu. Bu yeni oyuncular ise mutlaka Türkiye ile kolay kolay uzlaşamayacak olmaları gerekiyordu. Bu nedenle Rusya ve İran oyuna dahil edildi…
Ancak bu kartlar da istedikleri şeklide oyunun dönüşmesine bir katkı sağlamadı. Suriye konusunda Türkiye, Rusya ve İran’la farklı görüşlere sahip olsa da, karşı karşıya getirilemediler… Türkiye, bütün provokasyonlara (Rus uçağının düşürülmesi gibi) karşı dengeyi sağlamada başarılı bir politika yürüttü!..
Bu süreçte Üst Akıl, Türkiye’nin bir müddet sonra bu mülteci akınına dayanamayacağını; ekonomisinin istikrarsızlaşacağını, halkın homurdanmaya başlayacağını, böylece siyasi istikrarın da bozulacağını ve Türkiye’nin bir kaos ortamına sürükleneceğini düşündü.
Bu düşüncesinin daha rahat ve daha erken hayata geçmesini sağlamak için de, uluslararası sözleşmelerin mülteciler hakkında getirdiği yükümlülükleri göz ardı etti… Türkiye’nin yasal hakkı olan ekonomik yardımları yapmadı. Öte yandan başta PYD ve DEAŞ olmak üzere terör örgütlerini harekete geçirerek, Türkiye’nin bir kaosa sürüklenmesi için elinden geleni ardına koymadı.
(devam edecek)
..
.
Suriyeli mülteciler üzerinden oynanan oyuna dikkat-III
Üst aklın bu kaos planlarına karşı, Türkiye bulunduğu yerde dik durdu. Bütün bu saldırıları püskürttü. Burada en büyük özveriyi insanımız gösterdi. Duruşunu hiç bozmadı, hükümeti bu konuda hiç zora sokmadı.
PROF. DR. MEHMET ÇELİK-GÜNEŞ
Batı’yı asıl çıldırtan da halkın bu duruşu oldu. Kendi ülkelerinde 3-5 saat elektrikler kesilse, nasıl soygun ve talanların yaşandığını yakinen bilen Batı, oluşturulacak bir ekonomik kaos ve yanına enjekte edilecek terör dalgalarıyla, Türk halkının da sokaklara dökülüp, hükümeti devireceklerini düşündüler… Gezi olayları, 17-25 Aralık vb. senaryolar hep bu düşünceye matuf, dışarıdan organize ve kontrol edilen olaylardı.
Bu da tutmayınca, 15 Temmuz darbesi geldi. Şu sıralar sene-i devriyesini idrak ettiğimiz bu darbe, bizzat ABD tarafından planlandı, organize edildi ve gerçekleştirildi. Bu darbede FETÖ’nün rolü, kullanılan bir aparattan ibarettir.
15 Temmuz darbe girişimi, diğerleri gibi (27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980…) bir yönetim değişikliğini hedeflemiyordu. Türkiye’nin tıpkı Suriye ve Irak gibi bir iç savaşa sürüklenmesini ve parçalanmasını hedefliyordu. Ancak Erdoğan’ın cesaret ve serdengeçti delikanlılığı ve ile halkın cesareti ve devletine sahip çıkma duygusu ve aidiyet bağları, üst akıl tarafından yeterince değerlendirilmediği için, darbe fiyaskoyla neticelendi…
Bu olay, halkın milli şuurunu geliştirdi vatan, bayrak aidiyetini güçlendirdi. Bu çerçeveden bakıldığında, millet oynanan oyunun iç politika çekişmeleriyle ilgili olmadığını, ülkenin istikbal ve istiklaline kastedildiğini görmesine vesile oldu. Dışarının bu provakatif-diplomasi saldırılarına içerde payanda ve aparat olanların da devşirilmiş hainler olduğuna kanaat getirdi.
Üst aklın bütün bu planlarının fiyasko ile neticelenmesi, amaçlarından vazgeçtikleri veya geçecekleri anlamına gelmez!
Halen, ısrarla devam ettiriyorlar: Dışarıda Türkiye’yi yalnızlaştırmaya ve ötekileştirmeye çalışıyorlar, içerde de kaos peşindeler!..
Almanya’nın başını çektiği irili-ufaklı Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye karşı tutumu, Katar meselesinde sahneye konulan oyun, herkesin gözleri önünde cereyan ediyor!..
Bir de içeriye bakalım: Şu FETÖ meselesinden dolayı mağdur olan birçok insan olduğu gerçeği herkesin malumu. Dini hassasiyetle Paralel Yapı’nın ibadet tabir edilen tabanıyla bir şekilde iltisaklı hale gelmiş bir sürü insan var. Kimi Bank Asya’ya şu veya bu nedenle bulaşmış, kimi sendikaya üye olmuş… gibi, gibi… Bu insanlar devlette memursa ihraç edilmişler, ekonomik zorluklara maruz kalmışlar. Birçoğu evli-barklı, çoluk-çocuk sahibi… Bu insanların yakın çevreleri; anne-babaları, amca-dayıları, teyze-halaları ve bunların çocukları, bunlara bakıp üzüntü duyuyor ve AK Parti’ye öfke duyuyorlar. Bu mağdur olduğunu düşünen bu insanların çevresindeki 30-40 kişiyi bulan bu akrabay-ı taallukatı, normalde büyük çoğunluğu AK Parti’ye oy vermektedirler.
Son referandumda, bunların bir kısmı o öfke, kızgınlık ve kırgınlıktan dolayı hayır cephesi içinde yer aldılar. Yani, sapla samanın karıştığı ortam!..
Şimdi bu tabloyu gözünüzün önüne getirerek şu damatlar meselesini bir düşünün, oluşan sessizlik tepkisini bir değerlendirin!..
Bu damatların sıcaklığı, şaşkınlığı ve öfkesi henüz tazeyken, bir de Enis Berberoğlu’nun 25 yıl hüküm giyerek, tutuklandığına bakın!..
Tablo:
Sapla-samanın karıştığı, ağacın yaprakları toplanırken, gövde ve dallarının yerinde durduğu sahneyi şöyle bir gözlerinizin önüne getirin!..
Bu sahnede karşıda iki etkili-yetkili damat… Yani negatif kutup. Karşısında da kamuoyunda ağırbaşlılığıyla tanınan, Ana Muhalefet Partisi milletvekili Amiral Gemisi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yapmış Enis Berberoğlu!.. Pozitif kutup!
(devam edecek)
.
Suriyeli mülteciler üzerinden oynanan oyuna dikkat-VII
PROF. DR. MEHMET ÇELİK-GÜNEŞ
Madalyonun öteki yüzünde, “Suriyeli mülteciler, Türkiye’nin toprak bütünlüğü, istikbâli ve istiklâli için bir lütuftur!” tespitimizin analizi olacak!…
Şayet bu Suriyeli mülteciler olmasaydı, biz de Kemal Kılıçdaroğlu kafasıyla hareket etseydik, yani komşudaki gelişmelere bigâne kalsaydık, “Bize ne oradaki gelişmelerden?” deyip, köşemizde otursaydık bugün acaba nasıl bir tabloyla karşı karşıya kalırdık?…
Evet, bu sorulara ve benzerlerine kafa yormamız lazım… Komşuda yangın var!.. Ne yapmamız lazım, “İtfaiye (ABD) söndürür nasıl olsa” deyip bir kenara çekilmek kolay da ya itfaiye puşt çıkarsa ne yapacağız!…
Üstelik itfaiyenin puştluğu tescilli… Yarım asrı aşkın süredir dünyanın birçok coğrafyasında yangını bizzat kendi çıkarıyor, sonra da “Söndürmeye geldim” diye yangını çevreye de sıçratıp, tüm alanı etkiler, istediği kıvama getirerek, yangın sonrası istediği düzenlemeyi de yine kendi yapıyor: İnsanlığından tabii (!)…
Şimdi, ne mülteciler geldi, ne de biz Suriye ile ilgilenmeye başladık diyelim.
“Yurtta sulh cihanda sulh” deyip, efendice yerimizde oturduk diyelim…
ABD ve hempalarının kontrol ederek yönettiği terör örgütleri Suriye’yi kan gölüne çevirdiler… ABD de bu bahaneyle Suriye’ye yerleşti. PYD’ye de Musul’dan Lazkiye’ye varan yeni bir petrol boru güzergâhı düzenledi ve bekçi olarak da PYD’yi burada istihdam etti. Ayrıca bu koridorla da Türkiye ile Arap İslam coğrafyası arasına bir set çekti!..
Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü özlemimiz(!) de böylece gerçekleşti… Bunu bir bayram vesilesi yapıp, ABD’ye bir de teşekkür mü etseydik…
“Yoo!.. O kadar da değil” diyorsanız, tek seçeneğimiz kalır: İş o noktaya varınca müdahale hakkımız doğar!…
İyi de hangi gerekçeyle?… “Sana ne yeni petrol boru hattı güzergâhından ve yerli halkının bekçi olarak tayin edilmesinden?” diplomasi ağzı ve masaya uzatılan kadife kaplı elden bu çıkış ve hareket gelirse ne yapacaksın?… 1958’de ABD’nin Irak’ta yaptığı darbe sebebiyle Mardin sınırımıza birkaç tabur asker yığdığımızda yediğimiz zılgıtı ne çabuk unuttuk!
Giremezdik Suriye’ye, giremezdik!..
Bu mülteciler, bizim Suriye’ye girmemize meşruiyet sağladılar uluslararası arenada!…
Şimdi anladınız mı, bu mültecilerin bizim toprak bütünlüğümüze, istikbâl ve istiklâlimiz için bir meşruiyet lütfu (silahı) olduğuna!…
“Suriye’de ne işimiz var?” diye bir yerlerini paralayarak çağırıp-bağıranların kimlere hizmet ettiğini anladınız mı?
.
Bir CIA uşağının anatomisi
Sanırım anlamışsınızdır Fetullah Gülen’den bahsedeceğimi. 15 Temmuz’un daha iyi anlaşılabilmesi için bu adamın kim olduğunu, geçmişten bugüne yaptıklarını ve kimlere hizmet ettiğini masaya yatırmak mutlaka gerekli…
1980 öncesinin en ateşli vaizlerinden biriydi O. Dönemin Cumhurbaşkanı’na ve Genelkurmay Başkanı’na yaptığı hakaretlerle ünlüydü. 12 Eylül’de darbe oldu, herkes içeri atıldı, ama o bir türlü bulunamadı. 1983’te tekrar ortaya çıktı. Üç yıl boyunca ne yaptı, kimlerle görüştü, belli değil.
Darbe yılları aslında bir dönüm noktasıydı. 1983’te tekrar ortaya çıktığında sarığı kafasından, cüppeyi sırtından atmıştı. Hızla yükselmeye başladı. Ülkenin dört bir yanında pıtrak gibi ortaya çıkan okullar, ışık evleri ve yurtları takip edebilmenin imkânı yoktu. İlk işaret o yıllarda geldi. Fetullah Gülen, oralarda Kur’an-ı Kerimdeğil, risalelerin okutulması emrini verdi.
1986’da Zaman Gazetesi’ni yayın hayatına soktu.
Arkasından öyle bir itilmişti ki, ışık hızıyla büyüyordu. Azerbaycan ve Gürcistan’dan dış geziler başlattı. Yabancı ülkelerde şirketler, okullar, üniversiteler açtı. Kazakistan’da 2 yılda 29 lise oluşturdu. Demirel’in Nazarbayev’e yazdığı tavsiye mektupları sonucu, Süleyman Demirel Üniversitesi’ni kurdu. Ardından Afrika, Balkanlar, Avrupa ve Amerika’ya açıldı. Çok kısa sürede dünyada okul açılmayan ülke kalmadı. 1990’larda alt yapı tamamladı. Küresel bir güç haline geldi.
O yıllarda, Türkiye’deki en büyük destekçileri İshak Alaton ve Üzeyir Garih gibi isimlerdi. Özellikle Üzeyir Garih anahtar görevi görüyor, bunları öve öve bitiremiyor, “cemaat” denilen yapıya kapanan bütün kapıları açıyordu. Sonra ne olduysa oldu, Garih öldürüldü. İlginçtir, “cemaat” denilen o güçlü yapı, katillerin peşine düşmedi!
O günlerde CIA raporları ortaya çıkmaya başladı. Onlardan birinde “Amerika, F.G sayesinde Orta Asya’ya bomboş bir İslamiyet götürdü” ifadesi yer alıyordu. Ardından durumu gören Rusya ve Özbekistan, “CIA’ya hizmet ediyorlar” diye açıktan Gülen okullarına savaş açtı.
Biz ise, algı operasyonları altında büyülenmiş gibiydik. Görmüyorduk, görmek istemiyorduk.
H H H
Herkesle iyi geçinen Gülen’in, Erdoğan’dan önce rahmetli Erbakan’la da yıldızı barışmadı. Bu yüzden 28 Şubat’ta çok etkili bir rol oynadı. Askerlerle el ele verip, REFAHYOL Hükümeti’ni ortadan kaldırdı. O arada, askerin içinden cemaatin üzerine yürümek isteyenler oldu. Karşılarına Bülent Ecevit dikildi. Belki de önceden planlanmış bir oyundu bu. Gülen, hemen Amerika’ya uçtu. Askerin üzerine yürüyüp yok etmek istediği bir din adamı görüntüsüne büründü. Bu gerekçeyi kullanan müritleri tarafından ilahlaştırıldı.
Buna karşılık, askerle el ele operasyonlara devam etti. Devletle hiçbir problemi olmayan cemaatlerin üzerine yürüdü. Onlara kumpaslar kurdu. Mesela İhlas Finans’ı bunlar batırdı.
Amerika, O’nu çok rahatlattı. Artık kontrol edilemiyordu. Yandaşlarının “Anavatan” adını verdikleri bir ülkede, faaliyetlerini daha fütursuzca yürütüyordu. Nitekim, Erdoğan 2012’de kendisini Türkiye’ye davet ettiğinde çıldırdı. Hemen medya ayağını devreye sokup, Erdoğan’ın üzerine saldı.
H H H
Adam, bir yandan algı operasyonları yürütüp, “AK Parti iktidarının önünü biz açtık”propagandası yaptı, diğer yandan önüne kim çıkarsa yok etti. Necip Hablemitoğlu’nu bunlar öldürdü. Muhtemelen Aytunç Altındal’ın şüpheli ölümünün arkasında yine bunlar var.
Gülen, aslında din adına İslam’a savaş açmış bir piyon. 1998’de Papa’ya gönderdiği mektupta, “Papalık Konseyi’nin (PCID) bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz” ifadesiyle, İslam düşmanlarıyla işbirliği yaptığını açıkça itiraf etti. Kur’an-ı Kerim’deki “Allah indinde tek din İslam’dır” ayetine yasak getirdi. Kiliselere destek verdi. Bir “Dinler arası diyalog” safsatası uydurdu, “Dinler buluşuyor, biz kardeşiz” sözlerini “Müminler kardeştir” ilkesinin önüne geçirdi.
Daha sonra Erdoğan’ın uzaklaştırdığı Mehmet Aydın’ı Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanlığı’na getirtip, “Kur’an-ı Kerim’in değişmesi gerektiği” açıklamasını yaptırdı.
Gülen, İslam’ı çarpıtıp, din adına “din cahilleri” üretirken, maalesef bizim ilahiyatçılarımız sessiz kaldı. Çoğu mevki ve makam kapabilmek için Pensilvanya’ya selam durdu.
Hedef sadece Türkiye değildi, aynı zamanda İslam coğrafyanın bütünüydü. Hem Türkiye’yi bitirip teslim alacak, hem de kukla bir halife olarak Ankara’ya gelecekti. İslam Dünyası’nı peşine takıp, Batı’nın kölesi yapacaktı. Attığı her adımda görünüyordu bunlar. Amerika, CIA ve Vatikan’a bizden daha yakındı bu adam. Bakın Erdoğan düşmanlığı yaparken Batı’ya övgüler düzen sözlerine, ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız!
Nihayet Allah bu millete yardım etti. 40 yıllık gafletin bedelini 15 Temmuz’da kanla ödedik biz. Çok büyük bir oyunu bozduk. İşte o yüzden 15 Temmuz bir Çanakkale ve bir Kurtuluş Savaşıkadar önemlidir!
Tarih zaten yazacak bunları.
.
Avrupa çıkmazında ABD parmağı
Birinci ve ikinci dünya savaşıyla büyük bir felaket ve tecrübe yaşayan Avrupa her iki savaşta da ABD’nin yardımıyla tekrar ayakları üzerinde durmayı başardı.
Avrupa Birliği düşüncesi bu iki acı tecrübenin ortaya çıkardığı neticelerin sonucunda bir çıkış yolu olarak önce Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT), sonra Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), daha sonra Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) en son olarak da Avrupa Birliği (AB) süreçlerinden geçti.
Tarihsel anlamda ABD’ yi kuran Avrupa şu anda ABD’nin sermayesi, desteği, koruması ve kollaması olmazsa yine de barış ve huzur içinde yaşaması ve ayakta kalabilmesi oldukça zor. Çünkü Avrupa kendi düşmanını kendisi çıkaran tarihsel bir geleneğe sahip. Menfaat çekişmesi çatışma kültürünü o da, sürekli bir düşmanın var olmasını gerekli kılıyor. Paylaşmayı bilmeyen, egoist aç gözlü bir anlayış, gelenek ve toplumsal yapısıyla tipik bir vahşi Romalıdır Avrupalı.
Birinci, 2. Dünya savaşında içine düştüğü bataklıktan Avrupa’yı kurtaran ABD Avrupalı atalarına karşı vefa borcunu ödemiş olmasına rağmen, 2. Dünya savaşı sonrası soğuk savaş döneminde de onu yalnız bırakmadı. Güvenlik sorununu NATO şemsiyesi altında çözerken ekonomik alanda güçlendikçe de Avrupa’yı peşinde kalkındırdı.
Bugün de Avrupa, ABD’ nin en önemli stratejik ortağıdır. Sadece konuşan, eleştiren, bazen de katılımcı ama çoğu kez dünyanın sorunlarına ilgisiz kalan ve kendi çıkarını düşünen AB’ ı her alanda ABD ayakta tutmaya çalışıyor.
Yanı başındaki komşusu Ukrayna’da meydana gelen iç karışıklıklar ve Kırımın Ruslar tarafından göz göre işgaline bile ilkeli bir duruş sergileyemedi. AB’ ın ABD olmadan ileriye doğru bir adım atma cesareti bile yok. Çünkü AB içinde güçlü bir birlik ve beraberlik yok. Her devlet önce kendi geleceğini ve çıkarlarını düşünüyor.
Rusya ile kendi aralarında tampon bölge olarak kabul ettikleri eski Sovyetler Birliği üyesi devletlerin NATO’ ya alınmasını hararetle destekleyen Avrupa onları Rusya’ya karşı korumaktan aciz kaldı.
Dünya devleri ABD, Rusya, Çin, AB, vs. Neo liberalizm yoluyla dünyayı küçük bir köy haline getirseler de 10 yıl sonra küresel paylaşım sorunlarından dolayı tekrar rakip haline geleceklerine muhakkak gözüyle bakılabilir.
Çin, Rus, Hindistan, Brezilya, G. Afrika bir Blokta, ABD, AB ve dünyadaki müttefikleri ise karşı blokta yer almakla beraber yine de kendi içlerinde birbirlerinin rakipleri durumunda olmayı sürdürecekler.
Her durumda Çin, Rusya ve ABD kendi ayakları üstünde kalabilir. Ama ABD olmadan Avrupa’nın (AB’ ın) dünya devlerine karşı mücadele etmesi, ayakta kalması pekte mümkün görünmüyor.
Hindistan, Berezilya ve G. Afrika gibi ABD olmadan kendi kimliğini öne çıkaracak bir oluşuma doğru gidiyor. Bir yanda Almanya-İngiltere’nin, diğer yanda Almanya-Fransanın Avrupa liderliği çekişmesi AB’ ın bağımsız bir oluşum olmasının önünde en büyük engel. 70 yıldır Avrupa’yı vesayet altında tutan ABD’nin böyle bir girişime müsaade edeceğine de olumlu bir gözle bakılamaz.
Körfez krizinde ABD-İngiltere koalisyonuna katılmayan Fransa ve Almanya arasındaki gerilim, ikinci olarak 1999 ABD Dolarına karşı oluşturulan Euro ile yaşandı.
-Ukrayna krizi ABD ve Avrupa ile Rusya’nın arasını gerdi. Karşılığı olmadan para basan ABD Euro’nun değerini oldukça düşürdü. Rusya’yı ve petrol üreten batılı şirketleri Petrolün fiyatlarının düşürerek zor duruma sokan ABD’dir.
-Kuzey Afrika üzerinden Avrupa’yı besleyecek enerji projelerini iptal eden, Libya’yı istikrarsızlaştırarak Petrol üretimine darbe vurarak Avrupa’yı zor duruma sokan da yine ABD’nin kendisi.
ABD kendisini doğuran Avrupa’yı kontrol altına alabildiği sürece onu süründürmeye devam edecek. Kontrol altına alamazsa onun yolunu kesecek, onunla uğraşacak olan da yine kendisi olacaktır.
Romalı mantığı ve Antik Yunan ahlakının tarzı ve usulü; ‘’ Güçlü aç kalınca zayıfları, onları bulamazsa kendi kardeşlerini veya kendi yavrularını yer’’ politikasıdır.
Brütus’un Sezara bağlılığı gibi soysuz, kalleş ve vahşi bir anlayış.
Arif Altunbaş /Haber7
.
Batı geriler, Doğu yükselir, Türkiye güçlenir, kavga şiddetlenir
Çünkü onlar küresel aktörlerdir, yardımcı unsur değildirler, başka bir ülke, güç ya da ittifakın temsilcileri değildirler, karar merkezidirler, küresel iktidar alanının ana unsurlarındandırlar.
Çok sert bir fırtına, amansız bir mücadele yaklaşmaktadır
İşte tam da burada rüzgarlar çok sert eser, fırtınalar yaşanır.
Orada dostluklar yoktur, kalıcı düşmanlıklar yoktur, acıma yoktur, merhamet yoktur, hoş görme yoktur. Herkes birbirinin rakibidir, sınırlayıcısıdır, dengidir. Oyunlar burada kurulur, operasyonlarburadan başlar, güç hesaplaşmaları burada yaşanır.
Dünyayı saran, ulusları ve ülkeleri sarsan bu çatışmalardır. Hele de küresel sistemin çöktüğü, yeni güç haritasının oluşamadığı bugünkü gibi boşluk döneminde, o seviyede çok acımasız bir mücadeleyaşanır.
Bugün Amerika, Çin, Rusya, İngiltere, AB gibi güç odakları arasında kurucu unsurlar arasında göründüğü gibi bir uzlaşma, dostluk, birliktelik yoktur, olmayacaktır da.
Önümüzdeki dönemde bu güçler arasındaki ayrışma çok daha şiddetli güç çatışmalarına dönecektir. Her biri yeryüzünün birkaç bölgesinde birbiriyle vuruşacak, bu korkunç paylaşım savaşında amansız bir mücadeleye girecektir.
Batı geriler, Doğu yükselir, Türkiye büyür, yıldızlaşır..
Türkiye’nin bugün yaşadığı tam da budur. Türkiye artık büyük ölçekli bir ülkedir, geleceğin dünyasının yıldız ülkelerinden biridir. Şaşırtıcı, hesap bozucu bir yükseliş dönemine girmiştir, bu da beraberinde bir tarih hesaplaşması, bir güç mücadelesi getirmiştir. Türkiye, tarihsel iddialarını bugüne taşımıştır. Bu da, coğrafya üzerindeki hakimiyet tezlerini sarsmış, bazı ülkelerin hükümranlık alanlarına müdahale olarak öne çıkmıştır.
2050 yıllarına dönük bütün siyasi, ekonomik tezler ve öngörüler, Batı’nın gerilemesine, Doğu’nun yükselmesine, Türkiye’nin yıldızlaşmasına işaret etmektedir. Bugün açıktan ya da örtülü biçimde Türkiye ile çatışmacı bir ilişkiyi tercih eden güçler, ülkeler aslında bugünün değil, geleceğin Türkiye’si ile kavgaya tutuşmuştur.
Türkiye artık ABD’nin stratejik ortağı değil, bölgedeki rakibidir
ABD ile Suriye ve bölgedeki yaşanan ayrışma, Washington’ın PKK ve diğer terör örgütleriyle açık ortaklık kurup Türkiye’yi dizginlemeye, sınırlamaya, hatta savaşı Türkiye içlerine servis etmeye dönük girişimleri bu yüzdendir.
Türkiye artık ABD’nin stratejik ortağı değil, bölgedeki rakibidir. Dışarıdan, çevreden, Güney’den Türkiye’yi vuran ABD’nin en büyük intihar saldırısı 15 Temmuz’dur. Ülkemizi içeriden vurmayı denemiş, başarısız olmuştur. Yeni küresel güç haritasının şekillenmesine da bağlı olarak ABD’nin dışarıdan kuşatma, çevreleme planları da başarısız olacak, iflaslasonuçlanacaktır.
Bugün PKK’ya ne kadar silah verse, Türkiye ile savaş için ne kadar yığınak yapsa, ülkemizi güneyden vurmak için ne kadar hazırlansa da, ABD bu planı hiç bir zaman başaramayacaktır. Çünkü bu tehdit bir biçimde tanımlanmıştır!
Kontrol edemeyince açık düşman oldular
Avrupa Birliği ile yollarımızın ayrılması da, Almanya ile yaşanan çekişme de bu yüzdendir. Türkiye’nin sıradan bir AB üyesi olamayacağı, AB’nin çekirdek ülkelerinden talimat almayacağı, onların himayelerine ve merhametine sığınmayacağı artık bir gerçektir. Türkiye büyümüştür, güçlenmiştir, AB’ye ihtiyacı yoktur, Almanya ya da İngiltere’nin korumasına da muhtaç değildir.
Artık AB ile oyalayıp Türkiye’yi kontrol altında tutma dönemi kapanmıştır. Türkiye bu defteri kapattığı için de Almanya başta olmak üzere AB ülkelerinin büyük çoğunluğu açık düşmanlık yolunu seçmiştir. Şimdiki taktikleri korkutma, yıldırma, sindirme üzerine kuruludur. Yönetirken korkutmayı bile becerememenin verdiği bir hazımsızlık her yönüyle hissedilmektedir.
Berlin’in PKK ve FETÖ üzerinden Türkiye’yi köşeye sıkıştırmamanevrası Türkiye’nin sert reaksiyonu ile boşa çıkmıştır. İçeride birilerinin, bazı çevrelerinin hala AB ile Türkiye’yi dövme dönemi de kapanmıştır. Bundan sonra güç oyunları vardır ve Türkiye bu oyunu oynayacaktır.
BAE, ihaleler, kirli işler ağı
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi bölge ülkeleri, terör örgütleri ve yine bölgedeki bazı çevrelerin Türkiye karşıtı örtülü operasyonları da bu büyük hesaplaşmanın parçasıdır. Onlar, Türkiye’yi sınırlandırmak için bir ihale almışlar, kirli işlere talip olmuşlardır. Merkez güçler ve taşeronları, Türkiye’nin elinin uzandığı her yere saldırmakta, oraları istikrarsızlaştırmakta, ülkemizin hareket alanını daraltmaya çalışmaktadır.
Bu, çok büyük bir projedir. Proje için Müslüman dünyanın bütün mahremi, değerleri, onurunun yerle bir edilmesi bile göze alınmıştır.
Coğrafyanın hainleri Mescid-i Aksa’yı sattı!
Suriye’deki berbat durum ile Mescid-i Aksa’nın başına gelenler, işte bu büyük çatışmanın bir parçasıdır. Bölgedeki güçlerin, kendi aralarındaki kavgalar ile merkez güçlerin kendilerine dağıttığı ihalelerle uğraşmaları yüzünden coğrafyada çok büyük bir boşlukoluşmuştur. Mescid-i Aksa provokasyonu bilinçli bir şekilde hazırlanmış, BAE ve bölgedeki bazı güçler Kudüs’ü satmıştır.
Çünkü onlar, efendilerinin talimatları doğrultusunda bütün silahlarını bölgeye, birbirlerine, kendi insanlarına ve ülkelerine yöneltmiştir. İşte tam bu boşlukta İsrail Kudüs’ün ve Suriye’nin bir bölümünün işgali sürecini başlatmıştır. Bazı bölge ülkeleri yeni sömürge dalgası için cepheye sürülmüş, bir işgal gücü haline getirilmiştir.
Düşmanın en büyüğü, en güçlüsü, ihanetin en alçağı
Türkiye, bir kez daha düşmanın en büyüğü ile, en güçlüsü ile, ihanetin en alçağı ile yüz yüze gelmiştir. Haçlı Seferleri’nden bu yana bu hep böyle olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’nda da böyle olmuştu. Yüz yıl sonra aynı tarih bir kez daha yaşanmaktadır.
Ama bu sefer, gerileyen bir ülke, çöken bir devlet değil, yükselen ve tarih değiştiren bir ülke söz konusudur. Bu yükselişin, coğrafyayı nasıl sarsacağı, küresel güç haritasını nasıl etkileyeceği bilindiği için de, hem dışarıdan hem de bölgeden yoğun tazyikler başlamıştır.
Bu çatışma çok şiddetlenecek, bu hesaplaşma yüzyılımıza damgasını vuracaktır. Çünkü Türkiye artık merkez güçtür, oyun kurmaktadır, hesap bozmaktadır, coğrafyaya bir yol çizmektedir. 20. yüzyılın sonunda Batı’nın başlattığı Yeni Kuşatma Yüzyılı, Türkiye tarafından Hesaplaşma Yüzyılı’na çevrilmiş, bir adım sonrasının ise Meydan Okuma Yüzyılı olacağı netleşmiştir.
Yüzyılın mücadelesi bu, diz çökmek yok!
Şu an yaşanan, bu büyük yürüyüşü durdurmayı hedefleyen yeni bir Haçlı saldırısıdır. Bu yüzden mücadele yüzyılın mücadelesidir, sadece Türkiye’nin değil coğrafyanın mücadelesidir. İçerideki ihanetçevrelerine, bölgedeki ihanet odaklarına azami dikkat etmek gerekir. Çünkü 15 Temmuz’da olduğu gibi, bir sonraki kurgu yine onlar üzerinden servis edilecektir.
Türkiye büyük güçler kavgası yaşamakta, çok sert bir mücadele vermektedir. Hiç kimse bu kavgada ülkemize bir suç, ayıp, eksiklik atfedemez. Teslim olmak, yönetilmek, rehin alınmak, esir olmak isteyenler Türkiye’ye rol biçemez. Bunlar, bu çevreler 15 Temmuz’un uzantıları, dışarıdan gelen tehditlerin iç işgalcileridir.
Çünkü teslim olmak parçalanmaktır..
Eğer bu coğrafyadaki bin yıllık tarihimizde yeni bir çıkışyakalayacaksak bu kavganın üstesinden gelmek zorundayız. Ülkemiz, milletimiz, geleneğimiz bu iddianın sahibidir ve bundan vazgeçmeyeceğiz. Öyleyse kavganın üstesinden gelmeyi bileceğiz. Bunun tersi diz çökmek, teslim olmak, küçülmek, parçalanmaktır.
Biz bunu asla kabul etmeyeceğiz. Yükselişe geçtiğimiz için, iddialarımız olduğu için, kendimize inandığımız için bizi vuruyorlar. Bu kavganın başka da hiçbir sebebi yok.
Kavgadan kaçan biz olmayacağız
Küresel güç haritasındaki değişimlere, eğilimlere bakılırsa, bugün bizi en fazla vuran güçlerin duraklama dönemi yaşadığını, bazılarının çöküş dönemine girdiğini görürüz. Öyleyse bu geçiş döneminde direnmekten, daha da güçlenmekten, olağanüstü bir askeri güç biriktirmekten başka seçeneğimiz yoktur.
Kavgadan kaçan biz olmayacağız.
.
Büyükada gizli toplantısı
.
Nalbant Dükkânı Olan Cami
Hüseyin Öztürk, Akit
Türkiye’de faal veya kaç tabela partisi var bilmiyorum ama bunların içerisinde “insan hakları” ile “adaletten” asla ve kat’a, söz etmeyecek tek parti var, o da CHP’dir.
Okuyanlar hatırlayacaklardır, dün Kadir Mısıroğlu’nun, “Benden Tarihe Haberler”isimli kitabını tanıtmıştım.
Sekizyüzyirmi dört sayfa kitabın her sayfası, yakın tarihin karanlık noktalarını aydınlatacak belgesel niteliğinde, böyle bir eser kısaca anlatılıp geçilir mi?
Elbet geçilmez. Sayfalar arasında gezinirken ve tarihe düşülen notları okurken, en hafif mevzuları seçip paylaşmak istedim.
İşte Kadir Mısıroğlu’nun dilinden bir caminin nalbant dükkânına dönüşmesi.
¥
“…. İsmail Hakkı Konyalı’nın tarihi eserlerin tahribiyle alakalı olarak bana anlattıkları yazmakla bitmez.
Bunların çoğunu Sebil’de tefrika ettiğimiz için bir iki misalle iktifa ettim. Ancak bu mevzuda benim de yaşadığım birçok hadise vardır ki, kısaca bir ikisini nakletmek isterim.
1960 yılında Vefa’daki eski İmam Hatip Mektebini ‘Vefa Talebe Yurdu’ olarak çalıştırdığım esnada meşhur Vefa Bozacısının bitişiğindeki, Mimar Mehmed Ağa Camii, at nallanmak üzere bir nalbanta kiraya verilmişti.
Caminin üstü açık ve dört duvar halinde bir iskeletti. O zaman İstanbul’da pek çok atlı araba vardı.
Nalbant duvara atların ayağını sabitleştirmek için demir halkalar yerleştirmişti. Bu halkalara bağlanan iplerle atların ayağını sabitleştirir ve nal çakardı.
Vefa Bozacısının sahibi Hacı İsmail Efendi ile birlikte uzun bir mücadele vererek, nalbantı oradan çıkarmaya muvaffak olduk.
İsmail Efendi öncülük etti ve cami-i şerif, ciddi restorasyonla bugünkü haline geldi.
Bu restorasyon esnasında Hacı İsmail Efendi’ye; at nallamak için kullanılan duvardaki halkaların, bir ibret-i âlem olmak üzere yerinde bırakılmasını rica ettim.
Bu ricamı kabul ile o halkalar yerinde bırakıldı. Bugün minberin sağ tarafında duvardaki halkaları görenler ihtimal buna bir mana veremezler.
Bu sebeple CHP’nin bir zulüm nişanesi olan bu halkalar yerinde durmaktadır. İsteyenler gidip görebilirler”.
¥
Bir örnek daha:
…. “Talebelik yıllarımda Fatih Medreseleri talebe yurdu yapılmıştı. Ben de Şehzadebaşı Camii’nin etrafındaki medreseleri talebe yurdu yapmak düşüncesiyle bir araştırma yaptım.
Gördüm ki; bu medreselerin kubbesindeki kurşunlar sökülmüş, yağan yağmurlarla medrese harabe haline gelmiş. Bunun nasıl olduğunu merak edip araştırdım.
Öğrendim ki, İsmet Paşa II. Cihan Harbi esnasında tasarruf tedbirleri cümlesinden olmak üzere Şehzadebaşı medreselerinin kurşunlarını söktürüp sattırmış ve bu sebeple yağan yağmurlarla, medrese odaları harabiyete maruz kalmıştır.
Aynı şeklide Süleymaniye Camii etrafındaki dükkânlar da satışa çıkarılmış, Rum ve Ermeniler bu dükkânları satın almış ve bilahare bu malları, Rum Patrikhanesiyle, Ermeni Patrikhanesine hibe etmişler”.
¥
Allah aşkına adalet arayanlara bakar mısınız?
.
Modern Haçlılara Karşı “İslâm Birliği”
‘Hangi “İslâm Birliği”? “İslâm Birliği” mi kaldı; Trump’ın Suud gezisinden sonra?’ dediğinizi duyar gibiyim… İsterseniz, acele etmeyin de, kısa bir tarih turundan sonra meseleyi akl-ı selimle konuşalım…
11. yüzyılın sonları…
İslâm dünyasının zenginliklerini yağmalamayı ve “kutsal” Kudüs’ü ele geçirmeyi amaçlayan Haçlı sürüleri yani Avrupalılar, tam da Müslümanların iç çekişmelerle zaafa uğradıkları bir zaman diliminde saldırıya geçiyorlar… 1099’da Kudüs’e ulaşıp sadece orada yetmiş bin Müslümanı katlettikten sonra, Kudüs merkezli bir Haçlı Krallığı kuruyorlar ve iki yüzyıla yakın Haçlı seferlerinin arkası kesilmiyor…
Kudüs’ün Haçlılardan geri alınması, tam 88 yıl sonra Selahaddin Eyyûbî’nin Haçlıları mağlup ettiği Hıttin Zaferi (1187) ile mümkün olabiliyor… Önce Nureddin Mahmut Zengî (1118-1174), ardından da onun komutanı Selahaddin Eyyûbî(1138-1193), Kudüs-ü Şerif’i Haçlılardan kurtarmak için Müslüman gönüllerde “cihad bilinci”ni canlandırmayı ve özellikle İslâm Birliği’ni kurmayı siyasetlerinin merkezi yapıyorlar. Ve 1186 Şam Toplantısında Müslüman devlet ve beylikleri “kendi aralarındaki savaşlara son vermeleri ve Haçlılara karşı yapılacak savaşlarda kendisine destek olmaları” ilkesi üzerinde uzlaştıran Selahaddin Eyyûbî, ertesi yıl Hıttin’de Haçlı ordusunu yok edip Kudüs’ü kurtarıyor…
20. yüzyılın başları…
İslâm coğrafyasında petrol kokusu alan Çağdaş Haçlılar, daha önce “Hasta Adam” dedikleri Osmanlı Devleti’nin stratejik bölgelerini bir bir ele geçirmeye başlıyorlar ve nihayet Devlet’in toprak bütünlüğünü 33 yıl boyunca koruyan Sultan Abdülhamid’in hal’inden kısa süre sonra çıkardıkları 1. Dünya Savaşı ile Osmanlı topraklarını paramparça edip kendi aralarında nüfuz bölgelerine ayırıyorlar. İlginçtir ki, savaşın sonuna doğru İngilizler Kudüs-ü Şerif’e girdiklerinde Haçlı dünyasının tamamı -sözde müttefiklerimiz Almanya ve Avusturya halkları dâhil- sokaklara dökülüp bayram ediyorlar. İngiliz generali Allenby, Kudüs’ün ardından Şam’a geldiğinde doğruca Selahaddin Eyyûbî’nin türbesine giriyor ve kabrini küstahça tekmeleyerek, “Kalk ey Selahaddin, biz yine geldik!” diyor. Filistin’e sistematik olarak Yahudileri yerleştiren İngiltere, 1948’de Siyonist işgal rejimini İslâm dünyasının bağrına bir hançer gibi saplıyor ve 1967 Savaşı sonunda Siyonist rejim Doğu Kudüs’ü işgal ederek, Batı Kudüs ile Mescid-i Aksâ’yı adım adım ele geçirme yolunda ilerliyor…
Kudüs-ü Şerif’in fiilen işgalinin ardından tam 50 yıl geçti… İslâm dünyası hâlâ paramparça…
“Geçmişler geleceğe suyun suya benzemesinden daha çok benzer” diyen büyük tarih sosyoloğu İbn Haldun ne güzel söylemiş… Şimdi o paramparça İslâm ümmeti, yeni Nureddin Mahmud Zengî’lerin ve yeni Selahaddin Eyyûbî’lerin özlemini duyuyor, hem de yüreğinin ta derinliklerinde…
Müslümanlar, bütün coğrafi, etnik ve mezhep temelli bölünmüşlüklerine, iç çekişmelerine ve can yakıcı sıkıntılarına rağmen “İslâm Birliği” idealini yüreklerinde dipdiri tutuyorlar hamdolsun…
Son yıllarda “İslâm Birliği”ni gerçekleştirme yolunda Türkiye’nin öncülüğünde atılan ciddi adımlar, Siyonistlerin hâmîliğini İngiltere’den devralan ABD ve şürekâsı tarafından -özellikle Trump’ın Suud ziyareti ile- şeytanca torpillenmiş görünse de, kanaatimiz ve duamız odur ki, Müslüman halklar, İslâm Birliği’ni kuvveden fiile dönüştürmeye her zamankinden daha fazla yakın/yatkın bulunuyorlar…
İnanıyoruz ki, saltanatlarını koruma endişesi ile ABD tehdidine boyun eğen birkaç işbirlikçi rejimin Katar’ı boğmaya ve Modern Haçlıların Katar üzerinden Türkiye’yi bloke etmeye yönelik sinsi plânları, ümmetin kâhir ekseriyetinin Katar-Türkiye etrafında kenetlenmesi ile akim kalacak ve Kudüs-ü Şerif’in tekrar özgürlüğüne kavuşması için bir 88 yıl daha beklemeye gerek kalmayacaktır…
Ve ilâhî plân işlemeye başlamıştır: “Ve mekerû ve meker’Allah; v’Allahu hayru’l-mâkirîn”…
Böylesine kritik bir süreçte İslâm dünyasına ve özellikle Türkiye Müslümanlarına düşen görev, “İslâm BirliğiveKardeşliği” idealimizi zedeleyebilecek ve Müslümanlar arasında var olan çeşitli ihtilâfları ve görüş ayrılıklarını iftiraka, gerilime ve düşmanlığa dönüştürebilecek söylemlerden, tartışmalardan, suçlamalardan ve eylemlerden kesinlikle uzak durmaları, Modern Haçlıların ve Siyonistlerin sinsi kışkırtmalarına ve şeytanî tuzaklarına karşı çok dikkatli olmalarıdır.
Ramazan-ı Şerif, İslâm Birliği ve Kardeşliğini yeniden kurmak için bize eşsiz bir imkân sunuyor
.
Katar kuşatması ve Osmanlı çağrısı
Seni yeryüzü haritasından sildiklerinden bu yana islam coğrafyası sahipsiz, kimsesiz ve mahsun. Her yerden öfke, kin, kan ve nefret yağıyor üzerimize. Her yerde kardeş kavgası, katliam, işgal ve sürgün bırakmıyor peşimizi. Sen gittin üstümüzdeki kardeşlik çatısı uçtu, aramızdaki barış köprüsü ve huzurumuzun temelleri yıkıldı.
Savaşı dün Balkanlarda, Kafkaslarda , Yemende, Filistin topraklarında veriyorduk düşmana karşı, bugün; bu savaş sadece oralarda değil evimizinde, mahallemizde, şehrimizde, bölgemizde, ülkemizde, tüm islam coğrafyasında sürüyor. Yüreğimizin içi ülkelerimizin her biri bir savaş meydanı.
Sen düştün yüreğimizin başşehri İstanbul düştü.Kardeşlerimiz toprakları işgal ordularının sömürü ağlarına düştü. Müslümanlar düşmanlarıne ve cellatlarına aşık olacak kadar büyük bir zillete düştü.
Sen gittin aramızdan öz kardeşlerimiz öz kardeşlerine düşmandan da beter düşman oldular. Bir asırdır ümmetin başına gelen bela ve musibetler salgın bir hastalık gibi islam topraklarını çöle çevirdi. Taş üstünde taşımız, baş üstünde başımız kalmadı. Vatanlarımız askeri, siyasi ve ekonomik istilalar altında yağmalandıkça yağmalandı ve bizlere zindan oldu. Dünyamız yıkıldı evimiz yurdumuz tarumar oldu.
İslam toprakları emperyalizmin doyumsuz iştahının şehvetine kurban gitti. Kukla yöneticiler, yerli münafıkların batının işgal hareketinde en aktif rol oynadılar. Halen birçok islam ülkesi bu alçak Nemrutların ve şerefsiz Firavunların zalim yönetimleri altında inim inim inlemektedir.
Bu zalimlerdir yurtlarımızı ezeli ve ebedi düşmanlarımıza peşgeh çektiren. Bizi dinimizden, kültürümüzden ve medeniyetimizden ayıran, düşmanlarımıza kul ve köle eden bu kuklalardır. Koskoca İslam ümmetini bölen, parçalayan teker teker yutmaları için bizi emperyalizmin arenasına atan bu diktatörler zalimlerdir.
Başta Afganistan, Irak, Suriye, Bahreyn, Yemen, Somali, Myammar, Keşmir, Karabağ, Filipinler, Filistin olmak üzere işgal altında olan tüm topraklarımız her birisi islam coğrafyasının nadide birer parçalarıdır.
Katar’ı boykotla sindirmek, izelasyonla boğmak isteyen hareketinin başını çeken Haçlı Batının, Siyonist İsrailin Suudi taşeronları, Mısırın çağdaş Firavunları ve körfezin müslüman kılıklı ahmaklarıdır. Bunlar Amerikanın ve batı emperyalizminin ileri karakolluğunu üslenerek Katar’ın şahsında tüm islam ülkelerini ve hareketlerini hizaya getirmek, İslam alemini yeniden dizayn etmek gibi alçak bir görevi üslenmiş durumdalar.
Birinci hedef Katar gibi görünse de, 2. Hedef; İslam coğrafyasının derleyip toparlayacak yegane güç olan, Osmanlının tek varisi Türkiye. Sonrası malum. Tüm islam coğrafyasını yeniden işgal ve dizayn etmek… İslam alemini 100 yıl daha esaret zincirlerine mahkum etmek…
İşte sadece bunun için Amerika ve AB Cumhurbaşkanı Erdoğana ve yeni Türkiyeye düşman, Siyonist İsrail ve Rusya bunun için bize karşı hep tetikte ve teyakkuz halind…
Ey Türkiyenin ve islam ülkelerinin yerli münafıkları, mankurtları, ahmakları hala islam düşmanlarının üzerimizde oynadığı oyunları anlamak için başımıza gelecek bela ve musibetleri mi bekliyorsunuz?
Ey Milletim! Tarihimizle hesaplaşmak, islam medeniyet ve kültürünü yeniden tüm yurdumuzda ve islam coğrafyasında inşa ve ihya ile Allahın ölçülerine göre onu dizayn etmek bize düştü.
Sorumluluğunun ve onun yükünün farkında ol!
.
ARAPLARA NE OLUYOR?
Ne günlere kaldık Allah’ım!
Halkının Müslüman olduğuna, yöneticilerinin ise Batı uşağı olduğuna inandığımız adına İslam ülkeleri denilenler, yine Batı’nın yanında yerlerini aldılar. ABD başkanının ziyareti sırasında aldıkları emrin gereğini yerine getirmeye başladılar. Katar, Müslüman denilen ülkelerin zalim yöneticileri tarafından sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan bir kuşatmaya maruz kaldı. Katar, Orta Doğu’da Türkiye’nin yanında yer alan ve her zaman destek olan tek İslam ülkesidir. Bunun bedeli ödettiriliyor.
Ah bu Araplar diye cümleye başlasak birilerinin yüreği hemen hopluyor. Dinlerini korur gibi bugün ki Arap aklını korumaya kalkıyorlar. Yüz yıl önce milliyetçilik mikrobunu ve zokasını yutanlar, bugünlerde dinleştirdikleri mezhep taassuplarının zokasını yutmakla karşı karşıyalar. Aslında karşı karşıya kelimesi az, bizatihi zokayı yuttular bile. Orta Doğu’da ne türden bir sorun varsa, bunların temeline indiğimizde mezhep algılarından kaynaklanan sıkıntıların varlığına şahit oluyoruz. Müslüman olmamız yetmiyormuş gibi stepnelere sarılınca sorunlar kaçınılmazdır. Mezhep tartışmalarına girecek değiliz. Bu tartışmaların Müslümanları nasıl savurduğunu görünce yine kahroluyoruz. Bu nasıl bir anlayıştır ki adına Müslüman denilen ülkelerin yöneticileri dinlerinin düşmanlarıyla iş tutmaktan hiç ama hiç geri kalmıyorlar. Onlardan gelen her türlü talep emir telakki ediliyor ve gereği yerine getiriliyor.
Yıllarca ‘pis, hain Araplar bizi I. Dünya Savaşı’nda arkadan vurdu’ diyenler bizleri onlara sövdürdü durdu. Hainlik yapanlar sadece Araplar değildi. Fakat sistem bizi sadece Araplara, dindaşlarımıza sövdürdü. Arnavutların, Bulgarların, Yunanlıların, Sırpların ve diğerlerinin hainliklerinden hiç bahsedilmedi. Dinimize sövdüremeyeceklerini bildikleri için Araplara sövdürdüler. Hainlik yapanın ırkının ne anlamı var. Hainlik onu yapanla alakalıdır. I. Dünya Savaşı’nda bize hainlik yapanlar bizim atadığımız yöneticilerdi, başkaları değildi. Kabul edelim ki bu bölgenin yönetici takımında bir Batı uşaklığı var. Yüzyıl önce milliyetçilik mikrobuyla ihanete kalkışanlar bugünlerde başka bir mikrobun etkisiyle harekete geçiyorlar. Mesele onları ayartanların alçaklığı değildir. Batının işi zaten alçaklıktır, bu yeni bir şey de değildir. Bizim mahallenin aymazları hâlâ ne diye bu zokaları yutuyor bunu anlamakta zorlanıyoruz. Bunlar hangi kitaba, hangi peygambere iman ediyorlar ki dinlerinin düşmanlarıyla birlikte iş tutabiliyorlar? Bunların sözüm ona âlimleri neden sus pus oluyorlar. Bu eleştirilerin ve tespitlerin Arap düşmanlığı ile hiçbir alakası yoktur. Batının uşaklığından bir türlü vazgeçmeyen ve bunu beceremeyen Arap yönetici aklının eleştirisidir. ABD başkanı sıkışan ekonomisinin rahatlaması için soluğu Arabistan’da aldı. ABD Başkanı Donald Trump, göreve gelmesinin ardından ilk yurtdışı gezisini Suudi Arabistan’a yaptı. Beyaz Saray, ABD Başkanı Donald Trump’ın ziyareti sırasında Suudi Arabistan ile neredeyse 110 milyar dolar değerinde askeri anlaşmalar imzaladıklarını duyurdu. Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada, ABD’nin Suudi Arabistan’la 350 milyar dolarlık bir askeri anlaşma paketi imzaladığı belirtildi. Açıklamaya göre, süresi 10 yıl olan anlaşmanın 110 milyar dolarlık kısmı hemen yürürlüğe girecek. Bu antlaşma ile Arabistan, ABD ekonomisine can verdi. ABD her yıl İsrail’e 10 milyon dolar yardım yapıyor. Bu para Müslüman Araplardan alınıyor ve yine bu parayla Müslüman Filistinliler katlediliyor.
Şu açık gerçeği kabul edelim veya etmeyelim durum değişmiyor. Bunlar İslam ülkesi değildir. Bunlar halkı Müslüman olan, Orta Doğu’da Batı’nın çıkarlarını koruyan, onlara hizmet eden ‘emir eri’ ülkelerdir. Bu gerçek değişmiyor. Bunların insanlığın ve İslam’ın düşmanlarıyla bir kez olsun karşı karşıya kaldıkları görülmüş müdür? Katar ablukasının arkasında yatan sebep budur. Katar kuşatmasının bize dönük tarafından şu ses duyuluyor. Arap yönetici aklı bize homurdanarak şunu söylüyor: “Başımıza iş açmayın, oturun oturduğunuz yerde.”
Katar üzerinden bize de bir ders veriyorlar. “Sakın bizi İslam ülkesi zannedip de kimseye efelenme, biz siyasal rablerimizi bırakıp da sizinle birlikte olmayız.” Bunların tıynetini bildiğimiz için yaptıkları bizi çok da şaşırtmıyor. Bizi şaşırtan ise bizim Arapçıların aymazlıklarıdır. Orta Doğ fitne kazanıdır, kazanın başında ise Suudi yönetimi vardır. Fransız İhtilali’nin getirdiği mikroplar İslam dünyasını bu hâle getirdi. Bizim ahmaklar bunu bir türlü anlamak istemedi. Çünkü Arap yönetici aklı Fransız İhtilali’nin getirdiği mikroplardan daha mikroptur. Osmanlı’nın ahının kendilerini rahat bırakacağını zanneden aymazlar, bunca yaşanmışlıklardan hâlâ ders alamamışsanız başınız hiçbir zaman beladan kurtulmayacaktır.
Ömer Naci YILMAZ
.
AB ‘ YE MAHKUM MUYUZ ?
Roma antlaşmasıyla , Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adıyla ,1957 de kurulan topluluğa Türkiye olarak 1959 da müracaat etmişiz . 4 yıl sonra 12 Eylül 1963 yılında Ankara ‘da antlaşma yaparak üyelik sürecini başlatmışlar . Bu güne kadar bir çok safhaları geçmişiz , aradan yarım asırdan fazla ( 54 yıllık ) bir zaman geçmiş , İngiltere birlikten çekilmiş , neredeyse dağılma süreci başlamış , hâlâ bekliyoruz ki bizi Avrupa Birliğine alacaklar . Bahane üstüne bahane .. Yok gözünün üzerinde kaşın var , yok burnun neden yüzünün ortasında , yok göz bebeklerin neden kare değil de yuvarlak ? … gibi bahanelerle bizi oyalayıp duruyorlar . Bir de “ Yavuz hırsız “ misali bize ayar çekmeye çalışıyorlar . Yok efendim AB siyasi denetim yapacakmış falan filan … Rahmetli Erbakan’ın tabiriyle “ Hadi ordan , hadi ordan!..” Kendini bilmez Coniler .
Bunların ismi henüz “ Avrupa Birliği “ değilken , Bu bir Ekonomik birlikteliktir , Ortak Pazar , Avrupa Ekonomik Topluluğu ( AET ) falan derlerken , Rahmetli Erbakan bunun bir “ Haçlı Birliği “ olduğunu ; ABD gibi Avrupa’da da büyük bir devlet oluşturacaklarını , bizi oyalayıp asla almayacaklarını söyleyip D 8 diye adlandırılan Türkiye , Pakistan, Bangladeş, İran , Mısır , Nijerya , ile başlayıp genişleyecek bir oluşumu öneriyordu . 22 Ekim 1996 yılında İstanbul’da yapılan bir toplantı ile “ İslam Kalkınma İşbirliği Konferansı “ oluşturuldu . Tabi buna karşılık Türkiye’deki maşalarını devreye sokup 28 Şubat sürecini başlattılar . Erbakan bu ülkeleri ziyaret etmek için bir gezi programı yapmıştı . Libya’da karşılaştığı çirkin karşılama büyük moral bozukluğuna sebep olmuştu . Bu Birlik ve süreç ağır – aksak da olsa bir yandan yürüyor , .
Ak Parti hükümetleri döneminde sınır komşularımız başta olmak üzere , bir çoğu ile vizeler kaldırılıp , gümrük vergileri minimum seviyeye indirildi . Bu dış ticaretmiz açısından çok önemli bir adımdı ve sessiz bir devrimdi adeta . Bu yapılmasaydı hâlâ Amerika’nın , Avrupa’nın tekstil kotalarından bahsedip duruyor olacaktık . Bu adımı Halkı Müslüman ülkeler gerçek liderlerine kavuştuğunda , AB benzeri bir birliğe dönüştürmek hiç de zor olmayacaktır .
AB bizi oyalayıp duruyor . Bizim 30- 40 sene gerimizde olan Letonya , Estonya , Çek , Slovak cumhuriyetleri , Bulgaristan, Malta gibi aday ülkelerin hepsini üyeliğe alacaksın ; yaptığımız Gümrük Birliği antlaşması üzerinden 21 yıl geçmesine rağmen vizeyi dahi kaldırmayacak , bizi oyalayıp duracak , sonra da sigaya çekeceksin. Mısır ve Suriye gibi ülkelerin yöneticileri senin maşaların olduğu için , orada olanları gözünü kör edip görmeyeceksin , 15 yıldır halkın güveni ile iktidarda olan ve % 52 oyla Cumhurbaşkanı seçilmiş Sayın Erdoğan’a söz söyleyecek ; Türkiye’nin üyelik sürecini durdurmakla tehdit edeceksin .
Valla seninle doğmadık ki seninle ölelim . Bu güne kadar bize yük getirmekten başka ne faydan oldu ? Hem Dünyada sadece siz mi varsınız . Güney Doğu Asya Ulusları Birliği ( ASEAN ), Asya ve Pasific Ekonomik İşbirliği ( APEC ), Körfez İşbirliği
Konseyi ( GCC ) , ECO , OECD , NAFTA , LAIA , CACM , CARIKOM , Şangay 5 ‘lisi …
Bunların hepsi değişik bölgelerdeki Ekonomik İşbirliği örgütleridir. Ve bunlar bizi almamak için sizin gibi kıvırıp durmazlar .
Referandum sürecinde Sen benim Bakanlarımı ülkene sokmayacaksın, kendi konsolosluğuna gitmesine engel olacaksın. Toplantı yapacağım salonları tek tek takip edip her türlü zorbalığı ve tehdidi yaparak kapattıracaksın, bu hukuksuzluğu protesto eden vatandaşlarımın üzerine 2 ve 4 ayaklı itlerini salacaksın, buna karşı PKK lı teröristleri her türlü koruyup bağrına basacaksın . Polis arabanda PKK bayraklarıyla konvoy yapacaksın , Terörist başlarına Kandil ‘den naklen yayınla miting yaptıracaksın , Cumhurbaşkanı’mızın kafasına silah dayayan afişleri parlamento binana asacaksın. FETÖ’ cü hainleri bağrına basacaksın , Cumhurbaşkanımızın suikastle öldürülmesi gerektiğini söyleyen köpeklerin ağzını kapatmak yerine TV den tekrarını vereceksin… Utanmadan bir de “ Türkiye’ye siyasi denetim “ isteyeceksin.
Denetim için buyurun gelin tabi, sizi kıracak değiliz . Ama bizim dilimizi bilmeyen Coni’lerle sıhhatli bir denetim yapamazsınız. Öyle PKK sevici 1 – 2 kişi de yetmez buna . Orada kucağınıza oturttuğunuz FETÖ’cü , PKK lı ne kadar uşağınız varsa hepsini toplayıp gelin de şöyle doğru dürüst bir denetim yapın . İnanın sabırsızlıkla bekliyoruz …
Tefsiri bırak Türkçe meal yaz
Elmalılı Hamdi Yazır’ın terekesinden çıkan mektuplardan biri de bundan tam 80 yıl önce dönemin önemli alimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır ile Cumhuriyet’in ilk Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi’nin birbirlerine yazdıkları mektuplar. İlk anlaşmada Kur’an meali çalışmasını kabul eden ancak daha sonra bu mealin Türkçe ibadet için kullanılacağını düşünüp anlaşmayı fesheden Akif yanılmamıştı. Ocak 1932 tarihinde Yerebatan Camii’nde ilk Türkçe namaz kılındı. Yine Ocak ayında Fatih Camii’nde ilk Türkçe ezan Atatürk’ün emriyle okutuldu. Kadir Gecesi’nde ise frak giydirilen Hafız Saadettin Kaynak, Ayasofya Camii’nde ilk Türkçe hutbeyi okudu. Türkçe ibadete halk sıcak bakmadı ve bundan rahatsız oldu.
MEAL DE ELMALILI’DA
Türkçe ibadeti halkın gözünde meşrulaştırmak için devrin önemli âalimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı Türkçe Kur’an mealine ihtiyaç vardı. Bunun üzerine 4 Mayıs 1932 yılında Türkçe tefsirin yanı sıra Türkçe meali yazma görevi de yapılan yeni bir anlaşmayla Elmalılı’ya verildi. Mektuplar ise işte bu anlaşmadan iki ve üç ay sonra Rifat Börekçi tarafından Elmalılı’ya yazılmış.
Mektuplarda özetle derhal Türkçe meali kendilerine göndermelerini isteyen Börekçi, hükümet tarafından bu konuda baskı gördüklerini dile getiriyor ve yapılan anlaşmaya rağmen tefsirle meali birlikte basmayacaklarını, önce meali göndermesini ısrarla istiyor. Elmalılı ise yazdığı cevapta buna kat’î suretle karşı çıkıyor. Tefsir ve mealin birlikte yayınlanmasını isteyen Elmalılı, o dönemde tefsirine “Türkçe ibadet için kullanılamaz” ibaresini ekleyecek ancak önsözde yer alan bu ifadeler kitabın baskısından çıkarılacaktı.
TÜRKÇE İBADETE TEPKİ
Rifat Börekçi’nin anlaşmadan çok kısa süre sonra neden böyle acele ettiğini, ilk iki anlaşmada tefsirle meal birlikte basılacakken gelen devlet baskısı üzerine neden meale öncelik verildiğini yazar ve akademisyen Necmi Atik şu cümlelerle anlatıyor: “Hükümet, ‘Türkçe İbadet’ veya ‘Millî Din’ projesi çerçevesinde, İstanbul Göztepe Camii’nde, Dârulfunûn İlâhiyât Fakiltesi’nde ve benzeri yerlerde Türkçe ibâdet girişimleriyle kamuoyu yoklaması başlar. 1931-32 yıllarında, Türkçe ibadet bizzat Mustafa Kemal’in kontrol ve denetiminde yapılır. Kur’ân, camilerde cemaate Türkçe olarak okutulur. Yerebatan Camii’nde, Sultanahmet Camii’nde, Ayasofya Camii’nde ve Süleymaniye gibi büyük camilerde Kur’ân Türkçe okutulur, hutbeler tamamen Türkçe verilir. Ezan, kâmet ve salât ü selam Türkçeleştirilir. Hükümetin bütün bu girişimlerine Elmalılı karşıdır ve Türkçe ibadetin asla olamayacağını her fırsatta dile getirir. Hatta tefsirin önsözüne Türkçe ibadet olamayacağını anlatan ilmî bir makâle de yazar. Mektuplarında da korkusunu açıkça dile getirir. Korktuğu da başına gelir. Harf inkılabı ile Latinize edilen tefsirden, baskı öncesi hükümet tarafından sakıncalı görülen her şey çıkarılır. Hatta ilk baskıda (1935) önsöz tamamen devre dışı bırakılır.”
ÜÇ AYDA MEALİ İSTER GÖNDER BASKISI
Mektuplardan anlaşıldığı üzere Diyanet İşleri Başkanlığı ile Elmalılı Hamdi Yazır arasında yapılan yeni mukavelede teslim tarihiyle ilgili bir bilgi notu düşülmez. Ancak Börekçi önce 4 Temmuz ve ardından da 4 Ağustos tarihlerinde (mukavele tarihinden iki-üç ay sonra) Elmalılı’ya iki mektup yazar. “Üç hafta mukaddem yazmış olduğumuz mektuba henüz cevap alamadığımızdan ikinci def’a yazmaya ve meseleyi biraz îzâh etmeye lüzûm hissediyoruz. Bu sene muvâzene-i mâliye encümeninde tercüme ve tefsîrin behemehâl tab’ına başlanacağına dâir tarafımızdan kat’î söz verilmiştir. Tarafımızdan bunlar nazar-ı dikkate alınmış, tefsirinde ikmâli ve tab’ı ve neşrine mâni’ teşkîl edebileceği vârid-i hâtır olduğuna bir taraftan metn-i celîl ile birlikte tercümenin, diğer taraftan da ayrıca tefsîrin tab’ına başlanılmasını muvâfık bulduk” der. Bu kadar acil istemesinin sebebini ise şöyle açıklar: “Akif beyin sebebiyet vermesiyle bu güne kadar uzayıp gelmiş olan bu mesele bu sene bi’z-zât hükümet tarafından ehemmiyetle ta’kîb ve buna bir nihâyet verilmesi arzu edilmiştir. Buna nihâyet vermekte ancak tab’a başlamak demektir.”
Müslümanlığı bırakıp Hıristiyanlığa geçelim
Atatürk, Cumhuriyet’i ilan etmeden önce dinde yapacağı reform çalışmalarının ilk halkası olarak Kur’an’ı Türkçe’ye çevirmekti. Atatürk’ün çevresindekilerden bazıları ise İslam’da reformu bile yeterli görmüyordu. Hatta Türklerin bin yıldır mensubu olduğu İslam’ı bırakıp Hıristiyanlığa geçmelerini, Türklerin geri kalmalarının sebebinin İslam olduğunu düşünenler bile vardı. Hıristiyanlığı savunanlar arasında Reşit Galip, Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Rüştü, Fethi Okyar, İsmet İnönü gibi isimler dikkat çekiyordu. Fethi Okyar, ‘Türkler İslamiyet’i kabul ettikleri için böyle geri kaldılar- İslam kaldıkları sürece de geri kalmaya devam edeceklerdir.
Bunun için İslam kalmayacağız’ derken İsmet İnönü, Kâzım Karabekir’e Müslüman kaldıkları sürece sömürgeci devletlerin, özellikle de İngilizlerin daima kendilerine karşı çıkacaklarını, sonuçta istiklallerini kaybedeceklerini dile getiriyordu.
ATATÜRK’ÜN ‘MİLLİ DİN ’ PROJESİ
Atatürk’ün projesi ise Türk’ün milli dini olarak İslam’ı Türkleştirmekti. Bu proje için önce Arap harfleri kaldırıldı. Medreseler kapatıldı. Arapça ve Farsça kökenli kelimeler yerine yeni kelimeler türetildi. Türkçe Kur’an tefsiri ve Buhari tercümesi için düğmeye basıldı.
İslamilerlemeye manidir
Kazım Karabekir 18 Temmuz 1923’te Meclis’teki din tartışmasını şöyle aktarır: “18 Temmuz 1923’te Meclis’te Tevfik Rüştü Bey (Teşkilat-ı Esasiye) ‘Anayasada dinimiz açıkça yazılmalıdır’ diyordu. Ben söz aldım ve sordum ‘Anayasada dinimizin İslam olduğu zaten yazılıdır’ Tevfik Rüştü bey hangi kanaati haykıracaksın ve anayasaya hangi dini yazdıracaksın, Hıristiyanlığı mı? diye sorunca bu sırada Mahmut Esat bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: Evet Hıristiyanlığı, çünki İslamlık terakkiye (ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez ve bize de kimse ehemmiyet vermez”
Mehmed Rıfat Börekçikimdir?
Mehmet Rifat Börekçi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Diyanet İşleri Başkanı’dır. Ankara’da doğdu (1860). Asıl adı Mehmed Rifat’tır. Babası Ankara ulemâsından Börekçizâde Ali Kâzım Efendi, annesi Habibe Hanım’dır. Börekçi, 7 Aralık 1907’de Ankara Müftülüğü’ne tayin edildi. Görevleri esnasında kendisine sırasıyla mûsıle-i sahn ve mûsıle-i Süleymâniyye Bursa müderrislikleri, İzmir pâye-i mücerredi ve mahreç pâyeleri verildi. Son olarak bir de nişân-ı Osmânî aldı. 23 Nisan 1920’de Menteşe’den (Muğla) mebus seçilerek ilk meclise katıldı. Bu arada Şeyhülislâm Dürrîzâde’nin İngilizler’in baskısıyla Millî Mücadele aleyhinde verdiği fetvayı reddeden bir fetva verdi. Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde neşredilerek yurdun her tarafına dağıtılan bu fetva halkın Millî Mücadele etrafında toplanmasında etkili oldu. 27 Ekim 1920’de mebusluktan ayrılan Börekçi, 16 Aralık 1922’de Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti Hey’et-i İftâiyye âzalığına getirildi. Bu vekâletin kaldırılıp Diyanet İşleri Reisliği’nin kurulması üzerine 31 Mart 1924’te Diyanet İşleri reisi oldu ve ölümüne kadar
(5 Mart 1941) bu görevde kaldı.
Rıfat Börekçinin mektubu:
KUTU..
Dersi’âmdan Elmalılı Fazîletli Hamdi Efendi Hazretlerine
“Üç hafta mukaddem yazmış olduğumuz mektuba henüz cevap alamadığımızdan ikinci def’a yazmaya ve meseleyi biraz îzâh etmeye lüzûm hissediyoruz. Bu sene muvâzene-i mâliye encümeninde tercüme ve tefsîrin behemehâl tab’ına başlanacağına dâir tarafımızdan kat’î söz verilmiştir. Binâen’aleyh bu günlerde tab’a başlamak zarûreti vardır. Çünkü Meclis toplandığı ve bütçeler her dâireden istenildiği zaman tercüme ve tefsîr için fasl-ı mahsûsına konulacak olan para münâsebetiyle bu mesele mevzubahis olacaktır. Aynı zamanda taraf-ı fâzilânelerinden yazılmış olan mufassal ve kıymetli tefsirin tab’ ve neşri uzun zamana mütevakkıf ve bunu herkesin ta’kîb edebilmesi de güç olduğundan tercümenin müstekıllen tab’ı arzu edilmektedir. Tarafımızdan bunlar nazar-ı dikkate alınmış, tefsirinde ikmâli ve tab’ı ve neşrine mâni’ teşkîl edebileceği vârid-i hâtır olduğuna bir taraftan metn-i celîl ile birlikte tercümenin, diğer taraftan da ayrıca tefsîrin tab’ına başlanılmasını muvâfık bulduk. Tab’a başladığımızı anlatmak için sizce hazırlanmış olan kısımlarla şimdiden işe başlamak lazımdır. Onlar tab’ edilirken hazırlanan kısımlar da verilir.
Metn-i Celîl ile birlikte tercümenin tab’ına başlarken bir taraftan da tefsirin tab’ına başlanacağından isteyenler tefsîre de mürâca’at ederek tercümede mücmel olan noktaları oradan anlayabileceklerdir. Akif beyin sebebiyet vermesiyle bu güne kadar uzayıp gelmiş olan bu mesele bu sene bi’z-zât hükümet tarafından ehemmiyetle ta’kîb ve buna bir nihâyet verilmesi arzu edilmiştir. Buna nihâyet vermekte ancak tab’a başlamak demektir.
Binâenaleyh evvelce de bildirildiği üzere hazırlanmış olan kısımların heman tab’a verilmesi için icâb eden mu’âmeleye tevessül olunmak üzere cevâbınıza intizâr olunduğunu ‘arz eder ve bi’l-vesîle hürmetlerimi takdîm eylerim efendim.
.
İmami Serahsi
İMAMI SERAHSİ KİMDİR?
İslâm âlimlerinin meşhûrlarından. Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimidir. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Ebî Sehl Serahsî’dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Şems-ül-eimme’dir. Türkistan’da yetişen İslâm âlimlerinden olup, 400 (m. 1010) senesinde Serahs’da doğdu. 483 (m. 1090)’de vefât etti. Serahs şehrine izafeten Serahsî denildi. Serahs şehri, Türkmenistan’da Meşhed ile Merv arasında eski bir şehir olup, bugün İran-Rus sınırı üzerindedir.
Ebû Bekr Serahsî, tahsilini Buhârâ’da yaptı. Fıkıh ilmini, zamanının en meşhûr âlimlerinden olan Şems-ül-eimme Ebû Muhammed Abdülazîz bin Ahmed Hulvânî’den öğrendi. Uzun yıllar bu hocasının derslerine devam edip, fıkıh ilminde çok iyi yetişti. Bu zâttan başka, diğer âlimlerden de ders aldı. Devletler hukuku husûsunda âlim ve bu husûsta İmam-ı Muhammed Şeybâni tarafından yazılan eserlerde mütehassıs olan Ebü’l-Hasen Ali bin Muhammed bin Hüseyn’den ve Ebû Hafs Ömer bin Mensûr el-Bezzar’dan ders almıştır.
Serahsî’nin en başta gelen hocası Şems-ül-eimme Hulvânî, Buhârâ’da meşhûr Hanefî mezhebi âlimlerinden idi. İlmiyle, yaşayışıyla, talebe yetiştirmesi ile insanlığa çok hizmet eden bu hocasından sonra onun yerine geçti, ilimdeki üstünlüğünden dolayı Serahsî’ye de Şems-ül-eimme (âlimlerin, imamların güneşi) lakabı verilmiştir. Zamanının meşhûr âlimlerinden olan Serahsî’den de Burhân-ül-eimme Abdülazîz bin Ömer bin Mâze, Mahmûd bin Abdülazîz özcendî, Rüknüddîn Mes’ûd bin Hasen, Osman bin Ali bin Muhammed Beykendî fıkıh ilmini öğrenmişlerdir.
Serahsî hazretleri, kelâm ve münâzara ilminde de âlim olup, çok ibâdet eden zâhid bir zât idi. Ömrü hep ilim öğrenmek, öğretmek ve dîne hizmet etmekle geçmiştir. Bu husûsta çok sıkıntılara katlanmış ve pek mükemmel eserler yazmıştır. Osmanlı Şeyh-ül-İslâmı Kemâl Paşazâde, Serahsî’nin müctehid fil-mezheb tabakasından (Mezhebde müctehid) olduğunu bildirmiştir.
Serahsî’nin hayâtında önemli ve sıkıntılı bir dönem olmuştur. Bu dönem, on seneden fazla süren hapislik hayâtıdır. Zamanın hakanına nasihat kabilinden söylediği sözler sebebiyle hapse atıldı. Atıldığı hapishânede bir kuyuya kapatıldı. Uzun müddet, hapsedildiği kuyuda bırakıldı. Zemininde oda gibi küçük bir yer bulunan kuyu içinde, hapis iken de ilmî çalışmalarını sürdürdü. Yanında hiçbir kitap yok idi. Fakat o, onikibin cüz kitabı ezberlemişti. Talebelerine, bu kuyuda iken ders verdi. Talebeleri kuyunun başına toplanır, o da aşağıdan onlara ders verirdi. Otuz cildlik “Mebsût” adlı meşhûr eserini, bu hapisliği sırasında, kuyunun içinden dışarıda bulunan talebelerine söylemek sûretiyle yazdırmıştır. Bu kitabı yazdırırken hiçbir kaynağa müracaat etmemiş, hep daha önce öğrenmiş ve ezberlemiş olduğu bilgilere dayanarak yazdırmıştır.
Serahsî hazretleri bir defasında, hapis bulunduğu kuyunun başına gelen talebelerine ders verirken, o gün talebelerinden birinin gelmediğini farkedip sorar, arkadaşlarından biri; “Abdest almaya gitti. Ben de gidecektim, hava soğuk olduğu için abdest almaya gitmekten vaz geçtim” dedi. Bunun üzerine Serahsî hazretleri şöyle dedi: “Allahü teâlâ seni affetsin. Bu kadar soğuk sebebiyle abdest almaktan vazgeçilir mi? Hâlâ hatırımdadır, ben Buhârâ’da talebe iken, birgün ishale tutulmuş, acı çekiyordum. Günde kırk defa kadar helaya gitmeye mecbûr kalıyordum. Her defasında abdesti tazelemek için ırmağa gidiyordum, öyle soğuk idi ki, odama geldiğimde mürekkebi donmuş buluyordum. Sonra mürekkeb kabını bir müddet göğsüme sürüyordum ve göğsümün harareti onu eritince, notlarımı yazmaya devam ediyordum” buyurmuştur.
Hapisliğinin son aylarında, memleket iç savaşlar ile karışmıştı. Tam bu sıralarda, İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin devletler umûmî hukuku ile ilgili Siyer-i kebir adlı eserini şerh etmeye başladı. Bu kitabı, devletler hukuku sahasında ilk yazılan eserdir. 480 (m. 1087) senesi 20 Rebî’ül-evvel’de hapisten çıkarıldı. Hapisten çıkarıldıktan bir müddet sonra Fergana’ya gitti. Fergana Emîri, Emîr Hasen kendisini büyük bir memnuniyetle kabûl edip, izzet ve ikramda bulundu. Onu ve talebelerini kendi sarayına alıp, orada çalışmalarını istedi. Bundan sonrada daha önce hapiste iken başlamış olduğu eserleri ve diğer eserlerini yazdırdı, ömrünün son yıllarını Fergana’da geçiren Serahsî hazretleri, orada da âlimler ve halk tarafından çok sevilmiş, önemli mes’eleler için müracaat kaynağı olmuştur.
Eserleri:
1. Kitâb-ül-mebsût: 30 ciltlik meşhûr eseridir. 15 cild ve 10 cild hâlinde iki ayrı baskısı vardır.
Fıkıh ilmine dâirdir. Allâme Tarsûsî, “Serahsî’nîn Mebsût’u öyle bir kitabdır ki, onun muhalifi ile amel edilmez. Ancak ona güvenilir ve onunla fetvâ verilir” demiştir.
2. Eşrât-üs-saât; bu eserini talebeliği sırasında hocası Şems-ül-eimme Hulvânî’nin kıyâmet alâmetleri ile ilgili dersleri sırasında tuttuğu notlardan yazmıştır.
3. Şerhi Ziyâdât-üz-ziyâdât
4. Şerhi Câmi’-ül-kebîr
5. Şerhi Câmi’-üs-sagîr
6. Şerh-ül-muhtasar fil-fıkh
7. Şerhi Siyer-i kebir; İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin Siyer-i kebir adındaki meşhûr eserine yazdığı şerhidir.
Bunu Antepli Muhammed Munîb efendi Türkçeye tercüme etmiş ve 1241’de basılmış olup, cihâda âit ince bilgileri ihtivâ eden büyük bir kitaptır.
8. Muhtasar-ı Tahâvî şerhi
9. Şerhi kitâb-ün-nafakât
10. Şerhi Edeb-ül-kâdî
11. Fevâid-ül-fıkhıyye ve kitâb-ül-hayz Şems-ül-eimme Serahsî hazretleri buyurdu ki: Emr-i ma’rûf (iyiliği emretmek) mutlaka gereklidir. Çünkü münkerden (kötülüklerden) sakınmak, muhakkak lâzımdır. Emr-i ma’rûf da böyledir. Birini terkedince (nehy-i münkeri), diğerini (emr-i ma’rûfu) terk etmek gerekmez.”
.
Batı medeniyetinin çöküşü
ARİF ALTUNBAŞ-HABER7
İnsan vahiyden uzaklaştıkça kendi egosunun kontrol ve egemenliği altına girer. Onun hayatını şekillendiren arık dini değildir. Arzu ve hevesleri o insana hakim olur. İnsanın içindeki insan köleleşir.
Avrupa din, uygarlık, ahlak, insanlık değerleri olarak çökmüştür. Din ve vicdan adına paganlığa doğru evrilmektedir. Batılı din adamları tanrının yeryüzündeki gölgeleri gibi hareket etmektedir.Din diye topluma anlatılan şehir efsanelerinden, asılsız olağanüstü, harukelada hikâyelerden ve masallardan ibaret hurafelerdir.
Ortada Hz. İsanın Allahtan aldığı emirler bütünü yok. O, asırlar öncesinden aziz Pavlus ile birlikte Hz. İsayı tanrının oğlu yapan ve hatta tanrılaştıran uydurulma, sapık bir din anlayışına dönüşmüştür.
Bugünkü Hristiyanlığın semavi bir din ile hiçbir alakası yoktur. Semavi Hristiyanlık doğu kiliselerinde belki de yok denecek kadar vardır. Onların da Hıristiyanlık üzerinde hiçbir tesirleri yok.
Batı din, uygarlık, ahlak ve maneviyat olarak çökmüştür. Hakili Hıristiyanlığın yerini Antik Yunanın ahlakı ile Pavkus’un sapık din ve tanrı anlayışı aldığını dinler tarihiyle ilgilenen herkes bilir. Batı toplumunun gözünde İsa sadece içi boş bir sembolden ibarettir. Vahyin ana damarından kopan tüm insanların sayısı kadar herkesin bir tanrısı vardır. HZ. İsa bu tanrıların içinden onlarca sadece bir tanesidir.
Batı gerçek İsadan kopunca vahiyden, vahiyden kopunca dinden, dinden kopunca ahlak ve maneviyattan, insanlıktan da koptu. Bu anlayışla vahşi bir medeniyeti haline geldi. Bugün batı uygarlığını, insanlığını ve vicdanını bitiren gerçek İsadan kopuş olan bu kör anlayıştır.
Bu uygarlığın çocukları olan batlı eleştirmenler Comsky, E.Wallerstain, Buadailare, Beckkett, Heideckker, Baudrillard, Niedtsche gibi bu çağın filozof ve düşünürleri aslında çağın sorununu görmüşlerdir. Çok farklı söylemlerle ciddi tespitlerde ve öz eleştirilerde bulunmuşlardır. Ama bu cahili medeniyetin kibirli gücü kimseyi ciddiye almamaktadır.
Batı uygarlığındaki çöküşün ve erimenin zamanla derinleşen ve derinleştikçe yer tabanındaki bir gaz sıkışması gibi patlamaya hazır hale gelişinde bu uygarlığın çılgın ve kontrolsüz gelişmesi yatıyor. Baş döndürücü bir hızla büyüyen sosyal, ekonomik, teknolojik sorunlar birçok fay hattını harekete geçirebilecek, büyük felaketlere yol açabilecek bir durumda. İnsan kontrolden çıkınca çığ gibi önüne gelen her şeyi yakıp yıkmakta, mahvedip yok etmekte hayli maharetlidir.
Dünyada milyarların ölümüne sebep olabilecek kadar atom, hidrojen, zehirli gas ve kitle imha edici silahların, kimyasal çılgınlıkların, radyoysan yayıcı santrallerin olması, iklim değişikliğini oluşturan sera gazlarına dur denilememesi, Atmosferin ve çevrenin kirliliği, acımasız savaşlar, doymak bilmeyen insanın egosu ve hırsının şimdiye kadar yol açtığı felaketler, yol açabileceği sorunları düşünmek bu uygarlığın ne kadar vahşi bir uygarlık olduğunu ve nereye gittiğini anlamak için bize bir fikir verir.
Baudrillard batı medeniyeti için; ‘’Temeli/mayası bozuk bir medeniyet denemesinin şahitleriyiz.’’ der. Batı uygarlığı bir medeniyet değil, başarısız bir medeniyet denemesidir.Bu uygarlığının daha iyi anlaşılması için söze ilk olarak buradan başlamak gerekir. Temelleri bozuk bu medeniyet denemesinin kendini veya insanlığı felaketlerden felaketlere sürüklemesi kaçınılmazdır.
Batı ile İslam âlemi arasındaki gerginliklerin, savaşların sebepleri altında Müslümanların batı uygarlığına teslim olmayışları yatar. Bir Müslümanın putperest bir dine ve medeniyete teslim olması düşünülemez.
Hıristiyanlık Yahudi asıllı Pavlus’la, Romalılarla ve gerçek İsadan kopan Hıristiyanlarla çok büyük darbeler yedi ve batıda semavi anlayışta din denen şey kalmadı. Romalıların Hıristiyanlara yapmadığını Hıristiyanlar kendilerine ve dinlerine yaptılar.
Batıdaki İslam karşıtlığı ve düşmanlığının temelinde her şeye rağmen batıda hızla yayılmakta olan İslam’ın bu coğrafyada da güç kazanmasıdır.
İslam Medeniyetinin batı toplumunda hızla kabul görmesi batı medeniyetinin çöküşünün haberini vermektedir.
NOT;
1- Pavlus;’’Kendisi İsevileri ve İseviliği yok etmeye adamış bir yahudidir. Hıristiyan olmadan önce İsevilere şiddetli zulümler yaptığını kendisi itiraf etmektedir. Meryem oğlu İsa’nın kendisine göründüğünü iddia eder. İsa’nın İsrailoğullarının beklediği mesih ve aynı zamanda da Allah’ın oğlu olduğunu insanlara ilk söyleyen odur. Hristiyanlığı dejenere eden bu adamdır. Hıristiyanlarca Aziz olarak kabul edilir Hıristiyanlık üzerinde en etkin şahsiyettir. Bugünkü Katolik- Protestan Hıristiyanlar bunun mezhebini izlerler.
2-Nietzsche, Deccal isimli eserinde, ‘’Pavlus’ u korkunç dolandırıcı ve intikam havarilerinin en büyüğü olarak tanımlar. Pavlus’un yaydığı Hristiyanlık inancını “yalan” ile ve öğrettiği Tanrı’yı da “Pavlus’un kendi arzusu” ile özdeşleştirmektedir’’ der.
3-İbn-i Teymiyye, Pavlus’u, peygamberlerin getirmiş olduğu tevhid inancı ile putperestlerin inancını sentez yaparak bir din îcâd etmekle suçlamaktadır
.
Yüzyılın hesaplaşması
Batının Türkiye’ye arada sırada diş gösterip hırlamasının arka planında küçük, gündelik hesaplar, çıkarlar ve problemler yok. Tam yüzyıllık kesintisiz süregelen bir mücadele ve haplaşma hırsı var.
Haçlı seferlerinden, Viyana kuşatmasına kadar içine sindiremediği yenilgilerinin, Tanzimatla başlayan batılılaşma ve 1. Dünya savaşından sonra parçalayıp böldüğü ama yutamadığı Osmanlı ile bitmemiş bir hesabı, kapanmayan ve bir türlü de kapanmayacak bir hesap defteri var aramızda.
Ne zaman ayağa kalkmak istesek, ne zaman kendimize gelmeye çalışsak, ne zaman kendimiz olmak için bir adım ileriye at/ıl/sak sırtımızda batının paslanmış hançerini, önümüzde Haçlıların ürettiği engelleri gördüğümüz bundan.
Batı uygarlığının güçlenmesi ve zenginlemesi Kolonyalizm ve sömürgeciliğin başlangıcıyla başlar. Kolonyalizm ve sömürgecilik lafta ve kağıt üzerinde bitmiş gibi görünse de bugün bütün ihtişamıyla yine devam ediyor.
Yirminci Asırdan sonra dünya uluslarının bilişim teknolojilerini yaygın olarak kullanmasıyla milletlerin uyanışı da aynı tarihlere rastlar. Bu hızlı gelişmeden en çok zarar göre Kolonyalist ve sömürgeci ülkeler olmuştur.
Artık hiçbir ulus kendi yer altı ve yerüstü zenginliklerini yabancılara peşgeh çekmek istemiyor. Süper güçler sömürülerini sürdürebilmek için ya o ülkelerde savaş çıkartıyorlar veya o ülkeleri bir şekilde politik, ekonomik veya fiili işgal ederek çıkarlarını garanti altına alıyorlar. Ortadoğudaki vesayet savaşlarının altında yatan en büyük neden de bu.
Batılılar Ortadoğuda çıkardıkları vesayet savaşlarıyla bölgeyi ve coğrafyamızı kontrol altında tutmayı düşünüyorlar. Milletler uyandıkça, kendine geldikçe, kimlik ve kişiliklerine sahip çıktıkça artık sahte kahramanlar ve yerli münafıklar eskisi gibi fazla prim yapmıyor.
Bu yüzden Arap baharıyla birlikte batılıların Truva atları sahte kahramanların ve milli münafıkların pabuçları dama atıldı. Şimdi hizaya getiremedikleri Müslüman liderleri (Mursi ve Erdoğan gibi) askeri darbelerle dize getirmeye çalışıyorlar.
15 Temmuz darbesinin arkasında başta ABD olmak üzere AB’ ın lokomatif gücü Almanya’nın olduğu şüphe götürmez bir gerçek olduğu kendi ifade ve reflekleriyle ortaya çıktı. Almanya istihbaratının (BND’ nin) başkanı 15 Temmuz darbesini FETÖ yapmamıştır. Onlar masumdur’’ demekle darbeyi biz yaptık ama onları kullandık demek istiyor. Avrupa ve Amerika’nın FETÖ’ yü sahiplenmelerinin de altında bu gerçek yatıyor.
Dünyanın neresinde bir devletin istihbarat başkanı dost ve müttefiği olduğu bir ülkede yapılan kanlı bir askeri darbeyi savunabilir? Bu darbeyi yapanları masum görebilir? Bunun başka bir örneği yoktur dünyada.
Alman istihbaratı İttihatçı ahmaklarla bir olarak Abdulhamit Hanı tahttan indirmiş ve 11 yıl gibi kısa bir zamanda koskoca bir cihan devletini parçalayıp yıktılar..
Cumhuriyetin kuruluşundan ve 2. Dünya savaşından sonra da aynı istihbarat örgütünün Türk istihbaratı içinde büyük bir ağırlı vardı. Bu ülkede herkes CİA’ ya, KGB’ ye, MOSAT’ a, M16’ ya küfür ve hakaret eder de neden birçok insan BND’ nin ne olduğunu ve ülkemizde ne iş yaptığını, ne haltlar karıştırdığını bilmez acaba?
Sahi Türkiyedeki alman vakıfları ve onların uzantıları ne iş yaparlar bir bilen var mı? Hangi illegal ve misyonerlik teşkilatlarına yardım ve yataklık yaparlar? Ve dahası…
7 Şubat 2012 tarihinde FETÖ istihbarat MİT’in başkanlığını ele geçiremeyince hükümetle arasındaki köprüleri bunun için atmamış mıydı? Gezi kalkışması, 17-25 Aralık operasyonu, 15 Temmuz darbesi kimlerin eseriydi ve desteği ile yapılmıştı hatırlayalım.
Bazılarının iddia ettiği gibi Türkiye Tayyip Erdoğan’ın liderliği için mücadele vermiyor sadece. Tayyip Erdoğan ile birlikte batılı sırtlanlara, çakallara, tilkilere ve domuzlara karşı 100 yılın hesaplaşmasını yapıyor.
Biz batılılarla aramızda sürmekte olan bu 100 yıllık hesabın defterini dürmek için EVET diyoruz. Hala bizi anlamayan bulanık zihinler, gerçeği görmemekte direnen gözler kör olsun!
Arif Altunbaş, Haber 7
.
HAÇLILAR ÇANAKKALEYE NİÇİN GELDİLER?
Avrupalılar artık Osmanlının sonunun geldiğini düşünüyorlar ve Osmanlı topraklarını daha harp sona ermeden kendi aralarında paylaşıyorlardı. Çanakkale’de hiç beklemedikleri bir mağlubiyetle karşılaşacaklardı. Fakat onlar bunun farkında değillerdi…
.
BATI İLE İMTİHANIMIZ
Ömer Naci YILMAZ
.
Almanların sinsiliği
Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortaasyada, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve tüm İslam ülkelerinde sevilen, sayılan, dikkat ve heyecanla izlenen bir Türkiye var.
İçimizden ve dışımızdan bizi kuşatan ve vakumlayan çağdaş Roma yıkılıyor, devlet ve milletimizi batılılaştırma adına teslim alan Bizans ruhu Fatihin torunlarının inanç ve imanı karşısında mum gibi eriyip gidiyor. Ve daha da eriyip yok olacak…
Sözde dost ve müttefik görünen esasta batıdaki Türkiye karşıtı düşmanlığın başını çeken Almanyanın barsaklarındaki gas sıkışması ve midesine giren krampın nedeni de bundan. Artık Türkiyeyi istedikleri şekilde kukla olarak yönetip yönlendiremiyorlar.
Bugün Türkiye’de Ali’siz Alevilik icad etmek isteyen, PKK terörünü legalleştirmek isteyenlerin, Kıbrıs çıbanını kaşıyanların, Türkiyeye karşı yapılan kara propagandaların arkasında dost ve müttefiğimiz bildiğimiz Almanya var.
Türkiye’ nin AB’ a girişini engellemek isteyenler de onlar.
Eğer eşit şartlarda Türkiye AB ‘a ortak olursa, Türkiye’nin olur vermediği, evet demediği hiçbir şey olmayacak. Almanların liderliği bitecek. Bunun için rahatsızlar, çıkarları zedeleniyor, liderlik postlarını kaybediyorlar.
Türkiye’ye karşı düşmanlık eden yerli ve yabancılar korkularıyla yaşamaya alışacaklar.
Bu günün Türkiyesi hiçbir yönüyle eski Türkiye değil. Ve eski Türkiye’ye de dönmeyecek.
Tanzimat, Jöntürkler, İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet devrinde batılılaşma sevdamızın sponsorları ve patronları İngilizler, Fransızlar ve hiç ortada görünmek istemeyen Almanlardır.
İttihat ve Terakkinin 11 yıllık Osmanlı yönetimini ele geçirmesiyle koskoca devletin yıkılmasına ön ayak olanlar da Almanlardır.
Şimdi Gezi ile, 17-25 Aralık operasyonları, PKK belasıyla da yakından ilgilenen ve başımıza türlü, belalar saranlar da onlar.
Düşmanın açık ve belirli olanından çok gizli ve sinsi olanı daha tehlikeli olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız.
.
FRANSA TARİH BOYU YAPTIĞI TERÖRÜN FATURASINI ÖDEMEKTEDİR.
1960’ ta, Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında işgalci Fransa’nın kadın, erkek, çoluk çocuk demeden katlettiği 1,5 milyon Cezairlinin canlı şahitleri halen Cezayirde ve Fransada yaşamaktadır.
Hemen hemen her Cezayirli, Faslı, Tunuslu müslüman Fransanın işlediği bu insanlık dışı cinayetlere karşı içten içe, gizli bir kin ve düşmanlık beslemektedir.
Nasıl olmasın ki? Bu insanlar kendi vatanlarında Fransa tarafından esir alınmış, köle gibi çalıştırılmış, özgürlük ve bağımsızlıklarını kazanıncaya kadar kendi yurtlarında yabancı muamelesi görmüş, Cezayir kurtuluş savaşı sırasında binlerce kadın ve kızların ırzlarına tecavüz edilmesine, milyonlarca masum insan vahşice, acımasızca katledilmesine dünya şahit olmuştur.
İşte, tam burada tarihin hafızası devreye girer. Bir milletin açık kalmış, görülmemiş hesapları intikam hırsıyla büyüyen genç heyecanlı, tecrübesiz ve ele avuca sığmayan kuşaklarını harekete geçirir.
Bunlar, kontrol altına alınmazsa terör örgütlerinin elinde birer canlı bomba, intihar komandoları, potansiyel terör makinaları haline getirilir. Kurşun asker, ölümsüz (!) fedailer olarak katliam sahalarına sürülür.
Terör bumerang gibi en çok teröristleri bulur ve vurur. Fransa bu gün tarih boyu müslümanlara yaptığı devlet terörünün faturasını ödemektedir.
Bir yerlerde terörist arıyorsa önce aynaya bakıp kendini hesaba çekmeli, katliam ve zulüm ettiği, zamanında terör estirdiği milletlerden şimdi özür dilemeli biraz da olsa günah ve suçlarını hafifletmelidir.
Terör eninde sonunda gelir işte böyle önce teröristleri vurur. Ama, malesef arada ölenlerin çoğu terörle ilgisi olmayan masum insanlardır.
.
Doğu ve Batı arasındaki Türkiye
ARİF ALTUNBAŞ
Alman Birliğinin 1871y ılında kurulduğundan 1. Dünya savaşına kadar sömürgeci Fransa, İngiltere, Portekiz, İspanya gibi Avrupa devletleri hep birlikte denizaşırı ülkeleri işgal edip dünyayı aralarında paylaşmışlardı.
Almanlara da kara Avrupası ve Osmanlı toprakları kalmıştı. Alman Birliğinin kurucusu Bismark’ın Baharat yollarına ulaşmak için plan olarak denizaşırı ülkeler üzerinden baharat yollarını ele geçirmek değil. Kara Avrupası ve Osmanlı üzerinden Hindistana ulaşmaktı. Bundan dolayı Bismark ünlü 5 B planını yürürlüğe koydu. Amacı; Berlin, Belgrat, Bossporos (Boğazlar), Bağdat üzerinden Bombay/Hindistana ulaşmaktı.
Ticaret yollarını ele geçirerek Sömürgeci İngiliz, Fransız ve diğer kolonyalist ülkelerle rekabet ve mücadele etmeyi düşünüyordu.. Bunun için İngiliz ve Fransızlara karşı Almanlar hep Osmanlılarla beraber olmayı tercih ettiler. Bu yüzden 1. Dünya savaşına girmemizin bile sebebi Almanlardır.
Onlar kendi milli çıkar ve idealleri için savaştılar. Biz onlarla birlikte hareket ettiğimiz için topraklarımızı kaybettik. Almanlar stratejik olarak savaşın hep Osmanlı topraklarında verilmesine gayret etti. Osmanlının yıkılmasında en büyük pay İngilizlerden sonra Almanlarındır.
Onlar içimizdeki yabancılar, yanımızdaki Brütuslar olarak hep sinsi olarak oyunlarını oynadılar. Ve batı içimizdeki gayrimüslüm ve ittihatçıların yardım ve yataklığı ile Osmanlıyı yıktılar. Osmanlı toprakları üzerinde onlarca devletin ve hatta Türkiye Cumhuriyetinin kurulması bile batının sinsi bir projesi ve planının parçasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti batının idealleri ve çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde, onun ideallerini ülkemizde yürürlüğe koymak için kurduruldu. Batı devletleri kendisinin bizzat yapmak isteyip de gerçekleştiremediği operasyonları Türkiyenin yöneticilerini taşeron olarak kullanarak yaptırdılar.
İnsanımızı ve ülkemizi kendi kimlik ve kültüründen devlet baskısı ve despotizmiyle zorla ve zorbalıkla koparttılar. Osmanlı ile yeni Cumhuriyet nesilleri ve kültürü arasında derin çatlaklıklar, kopukluklar hatta düşmanlığa varan ayrılıklar oluştu.
Tarihinden, medeniyet ve kültüründen hızla koparılan yeni nesiller ve genç cumhuriyet kuşakları batılıların arzu ettiği gibi eğitildi ve yetiştirildi. Kendi köklerinden ve referans değerlerinden koparılan insanımız kendi ülkesinde esir ve kendi yurdunda yabancı haline getirildi.
Nesiller arasında büyük uçurumlar oluştu. Kültürler arasında derin çatlaklıklar meydana geldi. Kendi kimlik ve değerlerimize, kendi din, kültür ve medeniyetimize karşı yabancılaşma başladı. Bugün tüm Ortadoğu ülkeleri bu yalan ve yanlış batılılaşma ve beraberinden gelen modernleşme felaketinin zincirleme kurbanıdırlar.
Bugün bir avuç israil’in karşısında hiç bir varlık gösteremeyen koskoca islam dünyasının içine düşürüldüğü çıkmaz, batılılaşma tuzağıdır. slam ümmeti bu tuzaktan kurtulmadıkça ne bağımsızlaşabilir ve ne de özgürleşebilir. tek çıkış yolu, Müslümanların kendi islami değer ve hayat tarzlarına, felsefe ve düşüncesine, dünya görüşüne dönmekle olacaktır.
..
Bizim Endülüs’ümüz vardı
Fatih Duman, Diriliş Postası
Tohum saç, bitmezse toprak utansın
Hedefe varmayan mızrak utansın
Hey gidi küheylan koşmana bak sen
Çatlarsan doğuran kısrak utansın
-Necip Fazıl-
Eskiden, belki de çok eskiden, unutkanlık denen hastalığa düşmediğimiz vakitlerde, ne olduğumuzu kim olduğumuzu bildiğimiz o zamanlarda bizim bir ülkemiz, bir yurdumuz, bir vatanımız vardı. Nereden geldiğini unutmadan ve hatta hiç kimseye de unutturmadan gittiğimiz yerler, söylediğimiz şiirler, terennüm ettiğimiz türküler vardı. Bizim de geçmişimiz vardı geçmişin geçmiş olmadığı zamanlarda. Siliste’miz, Eski Zağra’mız, Kandiye’miz, Yanya’mız, Kosova’mız, Girit’imiz, Kırım’ımız mesela. Sonra Endülüs’ümüz vardı. Yazmaya satırın yetmeyeceği daha ne çok diyarımız… Bizim Endülüs’ümüz, Müslüman Endülüs… Sonra bir vakit oldu bize “barbar” diyen soyundan şüphe edilecek ve hatta “barbarlığı” da utandıracak adamlar önce Müslüman kelimesinin üstüne kızılboyalar sürdüler cihada düşmüşlerin kanlarından ellerine bulaşmışlarla. Müslüman ismini sildiler Endülüs’ten. Sonra kinleri galip geldi insanlıklarına. Ya da şeytan insana galip geldi de Endülüs ismini dahi boyadılar bu kez kendi yüzlerinin karasından bir karayla. Onlar aynı eşkıya köyünün başka köylerde hayat süren çocukları. İtikadımca şeytanı dahi utandırdılar.
Atalarımız -biz gibi- dünya için değil, dünyaya sığmamak için yaşadılar. En batısından cihanın en doğusuna değin bir elif çektiler ki halen o elifi silemedi insanlık. Lakin o dünyaya sığacak kelamın son harfini sonrakiler koyamadı o mavi atlas döşeli cihana yani ki son bir harfi he’yi çizemediler. Sonrakiler kör bir adamın gözlüğüyle baktılar onların atlarının nalınlarıyla ezdikleri yerlere. Eskiden ismimizi duysa korkanlara benzemek dilediler ve korkaklara benzediler. Ne diyeyim bir vakitler bizim bir yurdumuz vardı. Bir ucundan diğer ucuna gitmeye dayanmazdı da onca at çatlardı. “Hey gidi küheylan koşmana bak sen/Çatlarsan doğuran kısrak utansın” dedi sonra bir şair. Ne kısrak kaldı, ne küheylan ne de utanacak insan. Bizim bir yurdumuz vardı, arşınla ölçülmez, at sırtında geçilmezdi. Kahire’miz vardı, Bağdat’ımız, Nemçe’miz, Açe’miz, Akka’mız… Sonra nazlı bir Endülüs’ümüz vardı.
711 yılından sonra Endülüs’e yani güney İspanya’ya fetihler yapan Müslümanlar, bu bölgeyi süratle fethettiler. Bölgedeki baskılardan artık elaman diyen halk da Müslümanların hâkimiyetine sarılmışlardı. Böylece de 714 yılından sonra bu bölge Müslümanların atadığı valiler tarafından yönetildi. 756 yılında ise Emevi soyundan gelen Abdurrahman Endülüs Emevi Devleti’ni kurdu. 1031 yılında devletin yıkılışına kadar bu bölge Müslümanların hâkimiyetinde tarihinin en parlak dönemlerini yaşadı. Batılılar Endülüs’e gelen Müslümanlar’dan, astronomiyi, astrolojiyi, tıbbı, sanatı, edebiyatı öğrendiler. Kültürü, medeniyeti kavradılar. Ve hatta yıkanmayı dahi o Müslümanlardan öğrendiler. Değil mi ki ispanya kraliçesi ömründe iki kere yıkanmış olmaklığıyla iftihar ediyordu.
Ne mi oldu Endülüslü Müslümanlara? 1499 yılında ya Hıristiyan olmaları ya da memleketlerini terk etmelerini istedi ispanya Hıristiyanları, aynı dönemde Osmanlı Devleti’nde Ermeni, Rum, Türk; Hıristiyan, Musevi, Müslüman bir arada yaşarken hem de. Sonra 1526’da Müslümanlık resmen yasaklandı. Müslümanların Müslüman gibi giyinmelerine dahi tahammül edemediler. Sonra dayanamyıp Hıristiyan olmuşları dahi sürdüler ülkeden. Bir kısmı Osmanlı Devleti tarafından himaye edildi, bir kısmı sürgünde terk-i dünya eyledi. Sonra kalanları katledildi. Katledenler aziz ilan edildi. 1614’te bir tek Müslüman bile kalmamıştı Endülüs’te. Kalmasa ne çıkar Endülüs taşıyla toprağıyla Müslüman olmuştu bir kere.
Bizim bir Endülüs’ümüz vardı. Yeşil sancağın ay gibi dalgalandığı. Ezan seslerinin yıldızlarda yankılandığı Endülüs… Toprak ne zaman bir milletindir bilir misin? Atalarının kanı o toprakta oldukça. “Koynunda dedem yattıkça benimsin ey kutlu toprak” dememiş miydi şair?
Bizim bir Endülüs’ümüz vardı. Müslüman, nurlu lakin gözü yaşlı, garib kalmış Endülüs…
.
Musul’u kaç milletvekilinin oyuyla verdik?
Mustafa Armağan, Yeni Şafak
Musul’da bombalar patlar, silah tarrakaları ekranlardan yüreklerimizi delip geçerken gayri ihtiyari geçmişe dönüp bakmak ihtiyacını duyuyor ve soruyoruz:
Osmanlı’nın ardından hangi hatalar uç uca vagonlar halinde eklenerek Irak ve Suriye’yi içinden çıkılmaz hale getirdi?
Öbür tarafta Misak-ı Milli’nin neden güncel ve Lozan’daki kayıplarımızı düşünmenin neden bugün olanları anlamak bakımından önemli olduğunu soran bir Cumhurbaşkanımız var.
Tarihin “bugün”ü okumakta ne denli mahir bir rehber olduğunu yaşaya yaşaya öğrenmiş oluyoruz.
Sizi bilmiyorum ama tarihin düğümlerini çözdükçe benim ufkum alabildiğine genişliyor.
Mesela mı?
Mesela Misak-ı Millî…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın akademik yıl açılış törenindeki çıkışını hatırlayalım mı:
“Suriye ve Irak’ta olanları yaşarken, yeni nesil bir şeyi çok iyi bilmeli. Acaba Misak-ı Milli nedir? Bunu çok iyi bilmemiz lazım. Eğer Misak-ı Milli’yi kavrarsak, anlarsak Suriye’deki sorumluluğumuzun, Irak’taki sorumluluğumuzun ne olduğunu anlarız. Eğer bugün ‘Musul üzerinde bizim sorumluluğumuz var, onun için hem masada hem de arazide olacağız’ diyorsak, bunun bir sebebi var…”
Misak-ı Millî’yi önemsizleştirmeye kalkanlara cevap mahiyetinde olan bu çıkışın altındaki mesaj, bugün Türkiye eski toprakları olan Suriye ve Irak, Filistin vb. ilgileniyorsa bunun Misak-ı Millî’nin bir talimatı olmasında yatıyor.
O talimat ki, İstanbul’daki Meclis-i Mebusan tarafından 1920 başlarında kabul edilen Misak-ı Millî beyannamesinin ilk maddesinde yer almıştır.
Musul’da olmalıyız, çünkü…
1. maddenin Arapları ilgilendiren ilk kısmına göre Mondros Mütarekenamesi imzalandığı sırada düşman ordularının işgali altındaki Arap çoğunluğun yaşadığı toprakların mukadderatı referandumla “serbestçe” belirlenmeliydi. Osmanlı toprağı olup sözkonusu mütareke hattının “dışında” ve “içinde” (dahil ve haricinde) bulunan ve dinen, ırken (veya örfen), emelen bütünleşmiş “Osmanlı-İslam ekseriyetiyle meskûn” kısımların toplamı ise “hakikaten” ve “hükmen” (realitede veya hukuken) hiçbir sebeple birbirinden ayrılamazdı.
Demek ki Misak-ı Millî’nin ilk maddesinin baş kısmı Arapların geleceğini belirlerken devamı Arapların yaşadıkları haricindeki topraklardaki Osmanlı-Müslüman çoğunluğun bölünmezliğini vurguluyordu. Yani Türkler ve Kürtlerin.
Lakin burada çarpıcı bir nokta var.
Misak-ı Milli üzerine yazıp çizen İnkılap tarihçileri nedense bu maddedeki “dışında” kelimesini büyük bir maharetle sansürlemiş ve metin sanki sadece Mondros Mütarekesi hattı içindekileri kast edecek mahiyete indirgenmiştir.
Bu fark, aslında Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’a gönderdiği teklifteki Misak-ı Milli metnini esas almalarından kaynaklanıyor. Tarihçilerimizin Atatürk’ü haklı gösterme saplantıları burada da kendini gösteriyor ve orijinal Misak-ı Milli’yi değil, M. Kemal’in teklifini esas alıyor ve sonuçta tarihi çarpıtıyorlar.
Atatürkçü bir parti kuran Prof. Dr. Sina Akşin bile bu tarih tahrifatına şu tepkiyi vermek zorunda kalmıştı:
“Atatürk’ün mebuslara hazırladığı metinde, Erzurum ve Sivas kararlarına uygun olarak, mütareke sınırları içindeki yerlerin bir bütün olduğu bildirilmişti. Oysa, İstanbul’da mebuslar, imparatorluk hayalinin çekiciliğine kapılmışlar ve bırakışma imzalandığında düşman işgali altındaki yerlerde de hak iddia etmişlerdir. Sonraki yıllarda bir çok tarihçilerimiz Misak-ı Milli’yi Arap ülkeleri (mütareke sınırları dışındaki yerler) üzerinde hak iddia edilmemiş gibi göstermişlerdir. (Bunun bir çeşit sansür olduğu ve bilimsel tarihçilikle pek bağdaşmayacağı açıktır:” (Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, İmaj: 1998, s. 131-2)
Mustafa Kemal’in teklifi İstanbul’dakilerce fazla dar bulunmuş olacak ki, Osmanlı milletvekillerinin kurdukları Ahd-i Milli Komisyonu bu metne Mondros sınırları haricinde kalan Osmanlı-Müslüman çoğunluğun yaşadığı yerleri eklemek ihtiyacını duymuş.
Erdoğan’a göre Misak-ı Milli sadece içeriye yönelik bir kurtuluş programı değil, sınırlarımız dışında yaşayan kardeşlerimizin de bizden koparılmaz bir parça olduğunu beyan eden daha geniş bir vizyonun eseridir. Onun için Musul’da da, Halep’de, masada da olmalıyız, zira Misak-ı Milli, Kemalist tarihçilerin sansürlemeye çalıştığının ötesinde “Osmanlı” felsefesinin nefes alıp verdiği bir metin olarak öne çıkmaktadır.
.
İngilizlerin 2 asırlık projeleri: İslâm’sız Dünya ve “İslâm”sız İslâm
Yusuf Kaplan, Yeni Şafak
İngilizlerin iki asırdır iki aşamalı olarak uyguladıkları temel strateji şu:
Genelde
1-İslâm’sız Dünya
2-”İslâm’sız” İslâm
Özelde
1-İslâm’sız Türkiye
2-Türkiye’siz İslâm.
Eğer Şark Meselesi olarak adlandırılan, benim burada özlü bir şekilde formülleştirerek özetlediğim bu iki asırlık İngiliz stratejisini bilemezseniz, hiç bir şeyi anlayamaz ve çözemezsiniz.
İNGİLİZLERİ ÇÖZEMEZSEK HİÇ BİR ŞEYİ ANLAYAMAYIZ!
Ama önce İngilizlerin gücünü ve bu süreçte oynadıkları ve oynayacaklarını abartmadığımı kısaca ortaya koymam gerekiyor…
İki Sanayi Devrimi’ni yapanlar, kapitalist sistemi kuranlar ve kodlarını kurgulayanlar İngilizler.
O yüzden merkezinde bizim coğrafyamızın bulunduğu Fas’tan Malezya’ya kadar İslâm dünyasının sorunlarını ve sınırlarını belirleyenler İngilizler yine.
İşte bu nedenle, İslâm dünyasını, sorunlarını, imkânlarını ve zaaflarını en iyi bilenler de İngilizler.
İngilizleri, en az iki asırlık temel stratejilerini iyi çözmeden, hem çeyrek asırdır yaşanan küresel sorunları, güç mücadelelerini ve bu uğurda verilen savaşları anlayabilmek hem de bu sorunların nasıl çözülebileceği konusunda zihin ve ön açıcı şekilde kafa patlatabilmek çok zordur, diyorum.
İSLÂM’SIZ DÜNYA’DAN “İSLÂM’SIZ” İSLÂM’A…
Şimdi yukarıda verdiğim formülü açabiliriz… Yaşadığımız temel varoluşsal sorunların kökeni burada gizli çünkü.
İngilizlerin iki asırlık küresel stratejilerinin merkezinde İslâm var: İslâm’ın, önce ilk aşamada tarih yapan bir aktör olarak tarihten uzaklaştırılması (=İslâm’sız Dünya); sonra da ikinci aşamada Müslümanların İslâm’dan uzaklaştırılması (protestanlaştırılmış, dönüştürülmüş, küresel sisteme boyun eğecek kadar hadım edilmiş“İslâm’sız” İslâm) stratejisi var.
Ve nihayet geleceğe ilişkin olarak da İslâm’ın alacağı şekli belirlemeyi eksene alan sinsi bir stratejileri var İngilizlerin.
İngilizler bu karmaşık, çok yönlü büyük stratejiyi adım adım uyguluyorlar…
Osmanlı’yı durdurarak, İslâm’ın tarih yapan bir aktör olarak tarihten uzaklaştırılmasını, dolayısıyla İslâm’sız Dünya stratejisini hayata geçirmeyi başardılar.
Türkiye’nin kurulması ve Vehhâbiliğin icat edilmesiyle de “İslâm’sız” İslâm stratejisini hayata geçirmeye başladılar.
HÂRİCİLİK PARALEL DİNİ
Geldiğimiz nokta itibariyle iki “paralel din” icat ettiler: Vehhâbilik üzerinden neo-selefîliği ürettiler, neo-selefîlik üzerinden de terör örgütlerini… Ve hâricî mantığına dayalı, kendisi gibi düşünmeyen herkesi tekfir eden, İslâm tarihinin hiç bir döneminde gözlenmeyen ruhsuz bir din anlayışını İslâm dünyasının omurgası hâline getirmeyi de başardılar İngilizler.
Bakın burası çok önemli, çok hayatî. Tarihte ilk defa hâricî mantığına dayalı bir İslâm anlayışı, Müslüman toplumların omurgası hâline getirildi.
Buradan varılmak istenen sonuç, İslâm’ı terörle özdeşleştirmek hem özelde Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak hem de genelde dinin tarihin mezarını boyladığı Batı’da kitlelerin küresel bir dünyada İslâm’a ilgilerini kırmak ve nefretlerini artırmak…
FETÖ PARALEL DİNİ
Bununla yetinmediler. İkinci bir paralel din daha icat ederek “İslâm’sız” İslâm projesini bir adım daha öteye götürdüler: Bu ikinci paralel din, protestanlaştırılmış, ruhu çalınmış, küresel sisteme boyun eğerek bütün iddialarını terkeden FETÖ dini.
FETÖ dini’ne nasıl gelindi peki?
Yazının başında verdiğim ikinci formül adım adım hayata geçirilerek…
Laik Türkiye projesiyle önce İslâm’sız Türkiye projesi gerçeğe dönüştürüldü: İslâm, bütün kurumlardan temizlendi; eğitimden, kültür hayatından, düşünce ve sanat hayatından, siyasetten uzaklaştırıldı; sadece namaz, oruç gibi ibadetlere indirgendi; camiye hapsedildi; laik bir din anlayışına dönüştürülerek İslâm sadece bireysel bir inanç meselesi hâline getirildi!
İkinci aşamada da sadece Türkiye’de uygulanan kaskatı laiklik pratiği ile FETÖ gibi oluşumların önü açıldı! FETÖ, Türkiye’ye saldırıldı!
Ve bu topraklardaki bin yıllık ruh köklerimizin -iyi kötü- temsilcisi olan cemaatler, tarikatler FETÖ’yle aynı kefeye koyuldu; cemaatlerin Türkiye’nin altını oymaktan başka bir işe yaramadığı algısı -çok büyük bir başarıyla- oluşturuldu; Müslüman kitleler, siyasetçiler ve din adamlarına bile bu zoka yutturuldu; böylelikle Kemalizmin-laikliğin önü alabildiğine açıldı…
Adım adım kitleler İslâm’dan soğutulmaya, bu ülkedeki bütün darbelerin, hukuk, siyaset ve inanç cinayetlerinin gerisindeki laikliğin inanılmaz bir şekilde önü açılmaya çalışılıyor...
FELÂKETİN ADI: İSLÂM’SIZ TÜRKİYE’DEN TÜRKİYE’SİZ İSLÂM’A…
Uzun vadede amaç, Türkiye’nin İslâmî iddialarına aslâ sahiplenmemesi, dolayısıyla İslâm dünyasına öncülük edebilecek ruh köklerinin kurutulması ve Türkiye’siz İslâm stratejisinin aşama aşama hayata geçirilmesi!
Türkiye’nin başına gelebilecek en büyük felâket budur!
Dolaylı olarak dünyanın başına gelebilecek en büyük felâket de budur; budur, çünkü bir medeniyet fikrinin Türkiye tarafından yeniden dünyaya sunulmasının önü ancak böyle kesilebilir!
Oysa bu toplum şunu unutmamalı aslâ: Bu ülkenin varlık nedeni İslâm’dır.
Bu toplum, ancak Müslüman olduktan sonra bu topraklarda üç kıtanın tarihini yapmış henüz anlaşılamamış ve aşılamamış herkese, her dine, her inanca, her düşünceye hayat hakkı tanıyan ilk ve son küresel medeniyet tecrübesini insanlığa sunmayı başarmıştır.
ÇIKIŞ YOLU: KENETLENMEK VE İSLÂMÎLEŞMEK…
Özetle, dünkü yazımda da dikkat çektiğim gibi, Türkiye’nin içerdeyapması gereken şey, toplumun kenetlenmesini sağlamak ve laik kesimlerin inanç ve hayat tarzlarını teminat altına alacak kuşatıcı ve kucaklayıcı bir medeniyet fikri çerçevesindetoplumun yeniden İslâmîleşmesini mümkün kılacak eğitim, kültür, gençlik, medya hayatında büyük atılımlar yapmak…
Dışarda ise Türkiye’yi, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi tuzağa düşürmek ve hep birlikte vurmak için fırsat kollayan açkurtların oyununa gelmemek.
Hem pes etmemek hem de tuzağa düşmemek ve toplumu germeden geleceğe emin adımlarla yürümemizi sağlayabilecek köklü yapı taşlarını adım adım döşemek…
Zorlu günlerden geçiyoruz… Allah, yardımını esirgemesin… Âmin.
.
Mazlumun âhı, indirir şâhı!..
Vehbi Tülek, Türkiye Gazetesi
.
Kur’ân-ı Kerîm yedi harf üzerine indi…
Vehbi Tülek, Türkiye Gazetesi
Resûlullah Efendimiz buyurdu ki: “Önce inen kitaplar, bir harf, yani kelime idi ve bir şeyi bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu.”
Abdüla’lâ el-Gassânî hazretleri Şam’ın meşhûr hadîs hafızı, yani rivâyet edenleriyle birlikte yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen hadîs âlimidir. 140 (m. 757)’de doğup, 218 (m. 833)’de Bağdât’da vefât etmiştir. Naklettiği bazı Hadis-i şerifler:
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Allahü teâlâ bu ümmet için, her yüz senenin başında bir müceddid gönderir. Bu dîni kuvvetlendirir!)
Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet olunmuştur. Resûlullah hazretleri buyurdular ki: (Benim ümmetim, kıyâmet günü davet olunduklarında [çağrıldıklarında], abdestin tesîri ile, yüzleri, kol ve ayakları, beyaz ve nurludur. Beyazlığını çoğaltabilen çoğaltsın!)
Resûlullah hazretleri, abdest aldıktan sonra buyurmuştur ki: (Bu benim ve benden evvel gelen Peygamberlerin abdestidir!)
Yine hadîs-i şerîfin akabinde, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivayet olunmuştur. Resûlullah hazretleri buyurdular ki: (Müminin abdest suyu eriştiği yerine, hilye de erişir!)
Resûlullah hazretleri buyurdular ki: (Bizim orucumuz ile ehl-i kitâbın orucu arasındaki fark, sahurdur.)
Resûlullah Efendimiz buyurdular ki: (Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, arzı ve semâvatı yaratmazdan bin sene evvel, Tâhâ ve Yasîn sûrelerini meleklere okudu. Yani manalarını ilhâm etti. Ne vakit ki melekler Kur’ân-ı azîm-üş-şânı işittiler, dediler, “ne güzel bir hayattır ki, Tûbâ ağacı o ümmet için olsun ki, bu Kur’ân-ı azîm onların üzerine nâzil olur; bu Kur’ân-ı hakîmi yüklenen kalplere ve okuyan dillere müjdeler olsun!”)
Resûlullah hazretleri buyurdular ki: (Önce inen kitaplar, bir harf, yani kelime idi ve bir şeyi bildirirlerdi. Kur’ân-ı kerîm yedi harf üzerine nâzil oldu. Yedi şey bildirmektedir. Zecr (yasak), Emir, Helâl, Haram, Muhkem (açık bildirilenler), Müteşâbîh (açıkça anlaşılamayan) ve Misâller. Bunlardan, helâli helâl biliniz! Harâmı haram biliniz! Emredilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misâl ve hikâye olanlardan ibret alınız! Muhkem olanlara uyunuz. Müteşâbîh olanlara inanınız. Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir, deyiniz!)
.
Batı’nın hedefi: Türksüz ve İslamsız bir dünya(!)
Mehmet Koçak, Yeni Akit
Avrupa Medyasında ve Batı ülkelerinin başkentlerinde sadece Erdoğan veTürkiye karşıtlığı yok, aynı zamanda İslam ve Müslüman düşmanlığı var.
‘Türkiye karşıtlığı’ sıradanlaştırıldığı gibi, kafalarda kötü bir İslam imajı oluşturuluyor.
Ayrıca: Bu karalama kampanyalar, başta ABD’deki bazı düşünce kuruluşları olmak üzere, Siyonist ve Vatikan merkezli lobi faaliyeti gösteren oluşumlar tarafından yapılan servislerle destekleniyor.
Avrupa’da Almanya’nın öncülüğünde bir kısım medya, bazı dernek ve vakıflar tarafından İslamofobia (İslam ve Müslümanlar korkusu) yönlendiriliyor.
Bazı politikacılar da bu işte öncü rol üstleniyor.
Çeşitli milliyetlere mensup Müslümanlar her an cinayet işlemeye hazır caniler olarak göstererek ‘potansiyel suçlu’ olarak gösteriliyor.
Başlatılan ‘Türkiye karşıtlığı’ ve ‘İslam düşmanlığı’ bugün ABD ve AB üyesi ülkelerin tamamına yayılmış durumdadır.
Türkiye’yi, İslam’ı ve Müslümanları Batı’dan dışlamak ve dünya gündeminden çıkarmak isteyen bu şer ittifakın nihaiyi hedefi:
Türk ve İslam’ı gündem dışı bırakmaktır.
Diğer bir ifadeyle.
Türksüz ve İslamsız bir dünya oluşturmaktır…
DEMOKRASİYİ SAVUNANLAR DEĞİL, DARBECİLER DESTEKLENİYOR…
15 Temmuz Darbe Girişimi’nden beri, ABD ve Almanya başta olmak üzereAvrupa’daki gazetelerde Türkiye karşıtı makaleler, yorumlar, köşe yazıları ile haberler her geçen gün artarak devam ediyor.
Demokrasi ve milli iradeyi sahiplenerek şanlı bir direnişle darbe kalkışmasını durduran Türk milleti, ABD ve Almanya başta olmak üzere ABülkelerinden takdir beklerken, maalesef tahkir görüyor.
Öyle ki; bu hadiseden sonra Türkiye’ye AB adına bir heyet gönderilmedi ve Türk milleti ve hükümetine güçlü bir destek verilmedi.
Demokrasiyi sahiplenen halk kitleleri yerine darbeci hainler takdir edildi ve destek gördü.
Mülteci sorunundan kurtulmak için bir yıl içinde dört defa Türkiye’ye gelen Şansölye Merkel, başarısız darbe girişiminden sonra sessizliğe büründü ve ancak 3 gün geçtikten sonra telefonla arama lütfunda bulunabildi.
Ve maalesef.
Bu ihanet darbe kalkışmasındaki dış bağlantılar irdelendikçe karşımızaABD, AB ve NATO çıkıyor.
Bu akıl almaz bir gelişme.
Bu tavırlardan, demokrasi, insan hak ve özgürlükleri ile hukuk devleti gibi değerlerden Batılı devletlerinin her geçen gün uzaklaştığını anlıyoruz.
BATI FİTNE FESAT PEŞİNDE…
Önce muhalefet üzerinden Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet eleştirildi.
Ama “Söz konusu vatansa gerisi teferruat” anlayışı içinde önceCumhurbaşkanlığı Külliyesinde sonra da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daveti üzerine Yenikapı mitingindeki o tarihi buluşmada ortaya konan tablo Batı’yı ciddi şekilde hayal kırıklığına uğrattı.
Rejim tartışmalarıyla çok uzun yıllarını kaybeden Türkiye, Batı tarafından yine aynı kısır döngünün içine sokulmak isteniyor.
Çeşitli halk katmanlarını bir araya getiren, siyasi iktidar ve muhalefeti kucaklaştıran, o ‘Yenikapı ruhu’nu bozmak adına Batı, fitne fesat üretiyor.
İngiliz Times’ın yayınladığı bir haberde, Kemalizm ve laikliğin Türkiye’de artık tehlikede olduğu öne sürülmüştür.
Alman DW’nin internet sitesinde benzer bir haber-analiz dikkat çekti.
“Birinci cumhuriyet yıkılıyor mu?” başlığının atıldığı haberde, Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) Berlin Bürosu Direktörü Josef Janning’in “Birinci Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist Türkiye yıkılıyor, İkinci Cumhuriyet’e doğru yol alıyoruz. Belki yeni devlete ‘Erdoğan Cumhuriyeti’ diyeceğiz ve bu tıpkı Kemalist Cumhuriyetin ilk döneminde olduğu gibi, güçlü devlet yapısı inşa edilmesini hedefleyen otoriter bir sistem olacak.”
Bu ve benzeri pervasız beyanlarla Türkiye bu sefer içeriden yeniden karıştırılmak istenmektedir.
İngiliz medyası gibi Alman medyası darbecilerin vahşetini görmezden geliyor.
Demokrasi için sokaklara dökülen, tankların üzerine çıkan, canlarını feda eden vatandaşlardan hiç bahsetmiyor.
Fakat her gün; Erdoğan düşmanlığı ve Türkiye karşıtlığı manşetler atılıyor ve Türkiye’de baskıcı bir yönetimin olduğu iddia ediliyor.
Şimdi aynı şer güçler, OHAL üzerinden eleştiri ve saldırılarına devam ediyorlar.
HALK “BİZE ALLAH YETER” DEDİ
Bunlar ne ilktir ne de son olacaktır.
Onların kendine göre planları olsa da bu kâinat sahipsiz değildir…
Onların hesapları varsa Allah’ın da bir hesabı vardır.
Unutulmasın ki
FETÖ’ye göre güç ABD ve AB öncülüğündeki şer ittifakın elinde.
Bize göre kâinattaki mutlak kudretin yegâne sahibi yalnızca Allah’tır.
ABD’ye güvenen FETÖ rezil olurken, “tevekkeltü alallâh, “ diyerek meydanlara çıkan halka, Allah zafer nasip etti.
Herkes bilsin ki: Hiçbir güç O’nu aciz bırakamaz.
Amenna ve saddakna…
.
Yavuz Sultan Selim İslam Birliği’nin mimarıydı
Mustafa Armağan, Yeni Şafak
Geçtiğimiz Cuma günü Allah nasip etti, Cuma namazını eda etmek üzere Yavuz Selim Camii’ne gittim. (Sultanın türbesini ziyaretimiz ise mümkün olamadı.) Ardından epey müşkilatla da olsa Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ndeki törene intikal ettik. Hakikaten ülkemize yapılan bu muazzam hizmetten göğsümüz kabardı. Emeği geçen herkese binlerce teşekkür…
Köprünün adı Yavuz Sultan Selim konulunca bir kaşık suda fırtına koparılmıştı, hatırlarsınız. Kesinlikle geri adım atılmamalı, üç beş kişi bağırıyor diye koca sultanın adı heder edilmemeli diye kanaatimi gerekli yerlerle paylaşmıştım. Şimdi bu ismi koymakla ne kadar isabet edildiğini anlatma vaktidir.
*
9. Osmanlı padişahıydı Yavuz Sultan Selim Han. Sadece 8,5 yıl hükümdarlık yaptı.
Sultan 2. Bayezidin oğlu, Kanuni Sultan Süleyman’ın babası.
29 ay gibi kısa bir sürede Çaldıran, Mercidabık ve Reydaniye (Ridaniye galat-ı meşhurdur) gibi payitahtından binlerce kilometre ötede yaptığı üç ölüm kalım savaşından da alnının akıyla çıkmış müthiş mareşal.
Ona vezir dayanmazmış! Tam 40 bin Aleviyi kesmiş! Kürtlere beddua etmiş! Kulağına küpe takarmış!..
Onu hepimiz tanıyoruz ya da tanıdığımızı sanıyoruz. Tanımak buysa tabii.
Ancak Osmanlı denizciliğinin hakiki kurucusu, hadi tevazuundan o şerefi dedesi ve babasına terk etsin, donanmayı okyanusla baş edecek seviyeye çıkaran ve bu uğurda gözünü karartan, Aynalıkavak Sarayı’nın bahçesini bu işe tahsis etmekten kaçınmayan ve Haliç’te ve Süveyş’te o zamana kadar misli görülmemiş büyüklükte bir tersane yaptıran hükümdar olduğunu biliyor muyuz?
Cerablus gibi onbinlerce yerleşimi tek bir darbede Osmanlı’ya kazandıran sultandan bahsederken biraz saygı lütfen.
Değişen dünya şartlarını okuma başarısından, mesela Portekizli istilacıların Ümit Burnu’nu dolaştıktan sonra Hind Okyanusu’na girişlerinin İslam âleminin sömürgeleştirilmesi kasırgasını başlatacağının bilinciyle hareket ettiğini, bu defa karadan giderek onlarla hesaplaşmaya karar verdiğini ve Memluk seferinin gerçekte İslam âleminin kapılarını henüz işin başlangıcındayken Avrupalı sömürgeciliğe kapatmaya matuf bir jeo-stratejik büyük kararın mahsulü olduğunu biliyor muyuz?
Öte yandan bir zamanlar “Türkiye İran olmayacak!” diye sokaklara dökülenler acaba gerçekte Türkiye’nin ‘İran’ olmamasını sağlayan kahramanın Yavuz Sultan Selim olduğunun farkındalar mıdır? 1511 Şahkulu isyanı dolaylı, 1512 Nur Ali Halife isyanı ise doğrudan Şah İsmail’in Osmanlı mülkünde yaktığı Şiileştirme meşaleleriydi. Daha korkuncu, bizzat Yavuz’un yeğeni Şehzade Murad’ın da Şah İsmail’e mürid olması, Kızılbaş tacı giymesi ve maalesef onlarla birlikte Amasya, Çorum ve Tokat’a kadar ilerleyerek Osmanlı topraklarında Şah adına hutbe okunmasına alet olmasıydı.
Bir başka deyişle Çaldıran’dan galip çıkan Şah İsmail olsaydı bu topraklar gerçekten ‘İran’ olacaktı!
Anadolu’nun Bayburt’tan Malatya ve Hakkari’ye kadarki üçgeni onun zamanında ‘Türkiye’ topraklarına dahil edildi, hatta diyebiliriz ki, Misak-ı Millî’ye dahil olduğu halde İngilizlere terk ettiğimiz Musul vilayeti dahi Yavuz Sultan Selim’in bize mirasıydı. Musul’u İngilizlerin iştahına terk edenlerin kalkıp da Yavuz’a tek kelime söylemeye hakları yoktur.
*
Ortadoğu, Osmanlı’nın güneydoğusuydu! Bir ucu Aden’de, öbür ucu Libya’da, Bağdat, Kerkük, Süleymaniye, Musul, Şam, Lazkiye’de… Haremeyni’ş-Şerifeyn öbür yanda. Kahire, Gazze, Kudüs, Cidde, Doha vd. Bu topraklar üzerinde öyle güçlü bir bilişsel ve ideolojik ağ ördü ki Osmanlı Devleti, sömürmeyi bir yana bırakın, neredeyse İran hariç İttihad-ı İslam’ı gerçekleştirdi ve bu ümmet bilinci Hıristiyan Avrupa emperyalizminin azgın emellerine karşı bir sur gibi asırlarca dikilebildi.
O suru yıkmak da ne yazık ki Lawrence ve içerideki işbirlikçilerine nasip oldu. Sonradan Lawrence bir motosiklet kazasında can verirken işbirlikçilerinden Şerif Hüseyin Kıbrıs’taki sürgün günlerinde ‘Ben bu Osmanlı’ya nasıl ihanet ettim? Şimdi onun cezasını çekiyorum’ diye hüngür hüngür ağlayacaktı.
İşte bu dünyanın son huzur döneminin temel taşlarını Yavuz Sultan Selim koymuştu yerine. Osmanlı Yeni Dünya Düzeni tamamen onun ve ecdadı ile torunlarının eseriydi. Abbasilerden sonra itibarı yerlerde sürünen hilafet kurumunu bile ayağa kaldırıp iade-i itibar edenler de onlar olmuştu.
*
Osmanlılar hakkında olumlu yazan nadir Mısırlı düşünürlerden Fehmi Şinnâvî’nin satırları bu noktada iyi bir yol göstericidir:
“Hiçbir tarihçi şu gerçeği saklayamaz: Kur’an-ı Kerim’in gönüllere nakşedilmesi için özel kursları ve medreseleri ilk inşa eden kavim Osmanlılardır. Kur’an bilgisinin ve hıfzının şehirlere, köylere kadar yayılması için azami gayret sarfeden Osmanlılar…”
Mısırlı Şinnâvî, Batılıların kafalarını esir aldığı Arap/Müslüman aydınları yerden yere vurup aslında Osmanlılığın ne olduğunu, daha doğrusu ne olmadığını anlatıyor ve şu her biri bir gülle sertliğindeki cümleleriyle gerçekte hepimizi derinden sarsıyor:
“Bütün bunlar bilindiği halde hala Osmanlılar dönemine cehalet ve karanlıklar asrı deniliyorsa bir kasıttan söz edebiliriz. Osmanlı’yı bunca güzelliğe, temizliğe, güzel mimariye ve ilme değer vermeye sevkeden şey, Osmanlı olmaları değil, İslam’dı. Bugün Osmanlı’yı kötüleyenler Osmanlı oldukları için değil, Müslüman oldukları için kötülemektedirler. Diğer milletleri hilafetten uzaklaştırmak için böyle yapıyorlar.”
Fehmi Şinnâvî’nin her kelimesi ayrı bir samimiyet taşıyan bu metninin son iki cümlesi adeta yazımızın hüküm cümleleri olmaya layık nefasettedir:
“Osmanlılar Peygamber ve sahabenin döneminden sonra Müslümanlara İslam aleminin yaşadığı en izzetli, en şerefli ve huzur dolu asrı yaşattılar. İşte bu yüzden Osmanlı’yı kötülüyorlar.”
Yazarın Arap aydını için söylediklerini biz fazlasıyla Türkiye’dekiler için söyleyebiliriz. Osmanlı’ya düşmanlık ‘Osmanlı’ olduğu için değil, Batı’nın ötekileştirdiği İslam medeniyetinin son ve en büyük temsilcisi olduğu içindir. Keza Yavuz’a düşmanlık da Osmanlı padişahı olduğu için değil, İslam alemini Avrupa karşısında Osmanlı etrafında kenetlediği ve bu kenetlenmenin tam dört asır boyunca çözülmesine mani olduğu, yani İslam Birliği’ni gerçekleştirdiği içindir.
UYGARLIĞIN ÇÖKÜŞÜ
İflas eden Yunanistan değil, ekonomik krizlerle boğuşan İtalya, İrlanda, İspanya, Portekiz de değil sadece.
Sömürgecilerin kolayca elde ettikleri servetlerle, sömürü hortumları kesilince neye uğradığını şaşıran batılı ülkelerdir. Çöküşe geçen yıllardır İslam ülkelerine ısrarla rol model olarak tanıtılan, gösterilen ve hatta dayatılan batı uygarlığıdır.
Bir zamanlar, ‘’Güneşin batmadığı ülke’’ diye böbürlenen İngiltere, Afrikanın Kuzay batı ve batısını asırlarca sömüren Fransa ve dünyada bir sürü sömürge kolonileri kuran, Portekiz, İspanya, Danimarkanın artık sağdıkları inekler ya öldü veya akıllandı. İşgal ve sömürü imparatorluklarının kontrolleri ellerinden çıkınca hepsi ekonomik krizlerle yüzleşmeye başladılar.
Yunanistan bu çöküşün ilk habercisi değil. Fakat bu çöküşe ilk olarak hücrelerinde hisseden ve bu uygarlık modelinin iflas ettiğinin ilk işaret fişeğini ateşleyen bir ülke.
Yaşlanan nüfusun ve onlardan kaynaklanan masraflar, aşırı ve lüks harcamalar, sınırsız ve çılgın bir tüketim pazarı batıyı hızla uçurumlara doğru sürükleyen önemli etmenlerden birkaçı. Artık insanı sömürmeye odaklı Kapitalizminin sonu gelmiş görünmekte.
Liberalizm fırtınası başta Yunanistan olmak üzere birçok Avrupa devletindeki temel yapıları kökünden sarstı, salladı ve ayakta duramaz hale getirdi. Devletlerin aşırı borçlanması birkaç bankeri ve bankayı multi milyarder etse de o ülkenin bütün vücudunu şimdiden ahtapot gibi sardı. Bu durum gelecek kuşakların kaderini bile ipotek altına almaya başladı. Her doğan ve doğacak çocuk binlerce dolar borçla doğuyor ve doğacak.
Kapitalizm bütün dünyada zor durumda, sadece Avrupa da değil. İnsanın fıtratına taban tabana zıt olan bu sistemin yapısı insanın kimyasını bozdu. İnsanı yaratılış ve insan olma vasıflarından uzaklaştırdı. Adeta ekonomik bir hayvan haline getirdi.
Dünyanın en büyük ekonomisi olan Amerikada da durum Avrupadan pek farklı görünmüyor. Zulüm, kan, kin ve masum kelleler üzerinde kurulan Kapitalizm içi içe olduğu Batı uygarlığını da beraberinde telef etmeye başladı.
Kazanmak için her şeyi meşru gören vahşi bir medeniyet anlayışının güvenip yaslandığı değerler olan uçaklar, füzeler, tanklar ve diğer ölüm makinaları, dünyayı örümcek ağı gibi saran medya ve propaganda organları bile artık bu çöküşü durduramıyor
Kapitalist yapılarda başlayan çatlaklıklar, çöküşler, krizler toplum mühendislerince örtbas edilmeye, gizlenip saklanmaya çalışılsa da artık mızrak çuvala sığmıyor. Kralın çıplak olduğunu önceler Krala tapan ve öykünenler tarafındance yüksek sesle söyleniyor.
ABD, Rusya ve Çin’in kaba kuvvet kullanarak dünyanın belirli bölgelerinde elde ettikler nüfuzları, mazlum halklar üzerinde kurdukları haraç sistemleri, kukla baskı ve terör devletleri, elleriyle besleyip büyüttükleri otoriter yapılanmalar da artık gerçekleri örtmeye ve yok saymaya yetmiyor.
Yunanistan bu çöküşün ilk kurbanı. Onun deliğini kapatmaya, onu kurtarmaya Avrupa hep bir araya gelse gücü yetmez. Çöküş bir anlık, bir sürelik pansuman tedbirler, yardım ve desteklerle durdurulacak gibi değilki. Top yekün baştan sona bir sistem meselesi ve dibi delik bir kovayı doldurma meselesidir.
Yapay tedbirlerle de olsa farz edelim ki Yunanistanın kanaması durduruldu. İtalya, İspanya, İrlanda, Portekiz ve öteki sıradaki AB üyesi ekonomisi zayıf devletler ne olacak?
Ünlü Batılı eleştirmen İmmanuel Wallerstein’ın iddialarına göre; Küresel Kapitalizmin Kırk yıllık bir ömrü kalmıştır.
Dünya insanı ve insanlığı ön plana alan yeni bir sisteme ve doğacak olan kutlu bir çocuğu gebedir. Akıllarını, kafalarını, beyin ve zekâlarını batıya; Kapitalist veya Sosyalist sistemlere kiralayan bizdeki sözde aydın taslakları bu doğumun olmaması için adeta Firavunun Musaya olan düşmanlığı gibi büyük ve kindar bir direnç ve tavır gösteriyorlar.
Biz görürüz görmeyiz önemli değil. Allah bir gün mutlaka nurunu tamamlayacak. İnsanlığı insan ve şeytanın birlikte inşa ettiği bu batı uygarlığından, bu zulüm medeniyetinden kurtaracaktır.
.
Almanya ve Yahudi Soykırımı Gerçeği
Hitler’ in Almanya’ nın Başına Geçmesi ve Diktatörlüğe Giden Adımları: Akla gelen sorulara ışık tutabilecek olayların başlangıcına inmekte fayda var. Bunun için de bu dönemde gerçekleşen olayların baş kahramanı Hitler’ in Almanya’ nın başına geçtiği dönemi irdelemek gerekir. Yani 2. Dünya Savaşı’ ndan 15 yıl öncesine gitmek gerekir. Bilindiği gibi Almanya, 1. Dünya Savaşı’ nda Osmanlı ile müttefikti. Bu savaşta Almanya’ nın bulunduğu taraf yenilince, çok ağır sonuçlara katlanmak zorunda kaldılar. Hatta Dünya tarihine göz atıldığında, belki de en yüklü savaş tazminatı ödeyen ülke Almanya olmuştur. Tam 132 milyarlık altın para tazminatı Versay Barış Antlaşması ile Almanlara dayatılmıştı. Bunun yanı sıra bir de Alman ordusu 100 bin sayısına kadar düşürülmek zorunda kalmıştı. Açığa çıkan onca asker de işsizler ordusuna katıldı. Bu savaşta kaybettiği Elsaß-Lothringen ( Alsas-Loren ) Bölgesi ile ekonomisine büyük bir darbe vurulmuştu. Bu bölge bilindiği gibi demir madenin çok fazla bulunduğu bir bölge. Zaten topraklarının da büyük çoğunluğunu kaybetmesiyle işlenebilir tarım arazisi de kısıtlanmış oldu. İmparator 2. Wielhelm de savaş yenilgisinin hemen ardından ülkeden kaçtı ve siyasi bir boşluk ortaya çıktı. Bu esnada da Kasım Devrimi gerçekleşti. Kasım Devrimi’ nin akabinde seçimler oldu ve koalisyon hükümeti oluşturuldu. Bu hükümette sosyal demokratlar ve başkan Freiderich Ebert etkiliydi ancak ellerinden gelen hiçbir şey yoktu. Çünkü halkın içinde bulunduğu durum çok ağırdı.
Toplum psikolojik açıdan da çökmüştü. Çünkü Fransızlar, yani tarihi düşmanları onları Versay Antlaşması’ yla yerle bir etmişti. Almanlar bu yüzden ağır koşullardan çok hakaret olarak gördükleri bu antlaşmanın psikolojik etkisindeydiler. Dolayısıyla başlarına gelecek lider etkisiz kalmamalı ve eski Almanya ruhunu canlandırabilmeliydi. Bu dönemin parlayan yıldızı milliyetçilik akımı da, aldıkları ağır yenilgiyle kırılan gururlarını eski günlere döndürmek isteyen Almanları derinden etkiledi. Hitler işte böyle bir ortamda sahneye çıktı. Hitler bu dönemde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ ne lider oldu. Hitler içinde bulundukları durumun ciddiyetini kavrayabildiğinden olsa gerek sürekli milliyetçi söylemlerle kitleleri etkiliyordu. Sürekli Versay Antlaşması’ nı asla tanımayacaklarını vurguluyor ve Almanlar için ” yeni hayat sahası ” kavramını ortaya atıyordu. Partinin programında yer alan maddelerde ise Yahudi aleyhtarlığı fark ediliyordu. İşte o programdaki maddelerden birkaçı şöyle:
– Sadece bizim milletimizden olanlar vatandaş olabilir. Sadece Alman soyundan gelenler, inancı ne olursa olsun, bizim milletimizdendir. Bu yüzden hiçbir Yahudi bizim milletimizin parçası olamaz.
-Halkımızın geçimi ve sayıları artan insanlarımızın yerleşmesi için toprak (koloni) istiyoruz.
Bu parti programı ve söylemleriyle Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi sadece 4 yılda ülke siyasetinde çok büyük bir güç haline geldi. 1924′ te mecliste 32 tane milletvekili vardı. 1924′ ten itibaren Rotchilds adındaki ünlü Yahudi aile Amerika’ daki üyeleri aracılığıyla Almanlara destek sağlamaya başlamıştır. Bunun en açık örneği de Almanların borçlarını yapılandıran Dawes ve Young Planlarıdır. J.P Morgan aracılığıyla bu aile planlar üzerinde etkili olmuştur. Peki Almanlara yarar sağlayan bu planlar karşılıksız bir şekilde mi ortaya çıktı? Bu soruyla bağlantılı dönemin Filistin’ ine göz atalım:
1924 ve Sonrasında Filistin Toprakları: Almanya’ da bu yıllarda gerçekleşen durumlar böyleydi. Peki ya Filistin’ de? Filistin bu döneme kadar, Yahudi yerleşkesi olarak Dünya Siyonist Örgütü’ nün hayaliydi. Çok paralar akıtılıp bu bölgeden birçok toprak satın alınmıştı. Osmanlı’ nın son bulmasıyla da bu örgüt daha faal bir rol üstlenmiş ve emellerine ulaşacak topraklara kısmen ulaşmışlardı. Ancak sadece toprak yetmiyordu. Hayalini kurdukları Yahudi Devleti için Yahudilerin de bu topraklara gelip yerleşmesi gerekiyordu. Bölgeyi elinde tutan İngilizler de bu örgüte destek veriyordu. Tüm propagandalara rağmen Osmanlı zamanındakilerle ve sonrasında gelen Yahudilerle birlikte Yahudi sayısı ancak 85 bine ulaştırılabilmişti. Çünkü Yahudilerin yaşam kaliteleri Avrupa’ da üst düzeydeydi. Yahudilerin bu isteksiz tavrı örgüt için bir handikaptı. Bir şekilde Yahudilerin bu topraklara göçü sağlanmalıydı. Bu dönemde de en fazla Yahudi Alman toprakları içindeydi. Zaten Yahudi Katliamı’ nda 6 milyon gibi bir sayıdan söz edilmesi de bunu kanıtlıyor. Almanya’ da milliyetçilik söylemleriyle hızlı bir yükselişe geçen Hitler işte bu noktada farklı bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Milliyetçilik söylemleriyle halkın gururunu okşayan Hitler henüz bu dönemde gerekli mali kaynağa ulaşabilmiş değildi. Zaten halkın içinde bulunduğu durumda, siyasal söylemlerini bir şekilde ekonomik olarak da desteklemeliydi. Aksi durumda O da seçimi kazanamayacağının farkındaydı.
Hitler’ in Ekonomik Destekçileri: Seçim propagandalarında sürekli ön plana çıkan Hitler’ in mali destekçilerini duyduğunuzda şaşıracaksınız. O dönemde Almanya’ da sanayi devleri olan Thysen, Krupp, Kirdoff ve Rotchilds ailesinin Amerika’ da bulunan uzantılarına ait olan General Motors, Du Pond, Ford’ un yanı sıra Yahudi petrol şirketi Standard Oil ( Rockefeller Ailesi’ nin şirketi ) Hitler’ e mali açıdan çok fazla destek olmuşlardır. Bu desteği de arkasında bulan Hitler 1933 yılında Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg tarafından iktidara getirildi. Bu hamleyle seçim de bir formaliteye dönüştü. Çünkü hem halkın hem de bu büyük şirketlerin baskısına cumhurbaşkanı dayanamamıştı. Hitler için her şey yeni başlıyor. Çünkü artık vaatlerini gerçekleştirme aşamasına gelmişti. Öncelikle Alman ırkı için yeni hayat sahalarını gerçekleştirmeliydi. Ancak çökmüş Alman ekonomisiyle savaşa girmek son derece mantıksızdı. Seçimlerden önce etkin olan Yahudilerin mali desteğine yeniden ihtiyaç vardı. Bu desteklerin organizasyon kısmında ise Dünya Siyonist Örgütü ( WZO ) vardı. Bunun kanıtı da 2. Dünya Savaşı boyunca Almanların kullandığı topların üretimini bir Yahudi şirketi olan SKF yapmıştır. Jacob Wallenberg şirketin sahibidir. Standard Oil de Nazilere ait askeri araçların petrol ihtiyacını karşılamıştır. Üstelik toplama kamplarında kullanılan gazların üretimi bile Yahudi kimya firması olan Farben şirketidir.
Savaş öncesinde üretilen 500 ton civarındaki kurşun Almanlara ulaştırılır ve bu kurşunların ödemesini gerçekleştiren Brown Bros Harriman’ dır. O da bir Yahudi’ dir. Bu ödeme, Harriman teminatı olarak gerçekleştirilmiş ve teminat tarihi de 21 Eylül 1938 olarak kayıtlara düşülmüştür. Ancak savaşa bir adım kala Alman borçlarının vadesi geliyordu ve bu durum büyük bir sıkıntıya sebep olacaktı. 1933′ te, Foster Dulles ( CFR üyesi, sonraki dönemde ABD Dışişleri Bakanı ) ve Allen Dulles ( CFR üyesi, sonraki dönemde CIA şefliği yaptı ) ile Hitler görüşme yaptılar ve bu borçların vadeleri uzatıldı. Ayrıca Yahudi ailelerinde Samuel ailesi de Hitler’ e 30 milyon pound mali destek sağlıyordu. Royal Dutch Shell adlı petrol firması bu aileye aitti. Bilinen bu gerçekleri Hitler de inkar etmemiştir. Hatta en yakın arkadaşlarından Herman Rauschning’ in yazdığı kitapta bunlara değinilmiştir. Hitler M’a Dit ( Hitler Bana Dedi ki ) ismini taşıyan kitapta, Hitler’ in mücadelesinde Yahudilerin çok önemli katkılarının olduğunu ve mali olarak çok destek verdiklerini belirtiyor. Bu ifadeyi de Hitler’ in ağzından veriyor.
Akıllara yeni sorular gelmeye devam ediyor. Yahudi çevreleri bu mali desteği neden sağladılar? Üstelik bu desteği, parti programında açıkça Yahudi aleyhtarlığı yapan bir lidere veriyorlardı. Seneler sonra ortaya çıkan Wilhelmstrasse gizli belgeleri ile bu olaya ilişkin fikirler oluştu. Bu belgelerde Siyonist Örgütler ile Hitler’ in anlaşma yaptıkları ortaya çıktı. Yahudilere yapılan baskıya, Yahudi liderlerin destek verdiği ve mali olarak Hitler’ i de bu baskıyı yapması için destekledikleri bu belgelerde yer alıyor. Özellikle de zengin Yahudi ailelere gözdağı vermek amaçlarıydı. Bu yüzden de toplama kamplarına sadece sakat, engelli, yoksul Yahudiler getiriliyordu. Bunların yanında Romanlar ve Çingeneler de vardı. Bu korkutma ve baskıyla varlıklı Yahudiler satın alınan topraklara göçe zorlanmış oluyordu. Üstelik Hitler, devlet politikası olarak Yahudilere göçün önünü açıyordu. Soykırım amacı olan bir diktatör niçin böyle bir göçe izin versin? Üstelik neden devlet politikasıyla da desteklesin? Göç etmek isteyen Yahudilerin göç organizasyonunu da Siyonistlerle birlikte yürütmüş ve sadece Filistin’ e göçe izin vermişlerdir. Nazi subaylarından olan Adolf Eichmann bu göç organizasyonunun başında yer almış ve Macaristan, Çekoslovakya ve Avusturya’ da göç büroları kurdurmuştur. 1941′ e kadar bu bürolar aracılığıyla Eichmann yasalar çerçevesinde Yahudi göçünü yürütmüş ve 250 bini aşkın Yahudi’ nin Filistin’e göçünü gerçekleştirmiştir. Hitler ilk olarak Romanya, Polonya, Avusturya ve Macaristan’ ı işgal etmiştir. Bunun sebebi de Yahudi nüfusunun bu ülkelerde daha çok olması olarak gösterilir.
Bizim de özellikle 2. Abdulhamid ile görüşmelerinden tanıdığımız gazeteci siyonist Theodor Herlz bu konu hakkında şöyle diyor: Wilhelmstrasse’ nin gizli arşivleri, Hitler İmparatorluğu ile Yahudi Örgütleri arasında, Alman Yahudilerinin Filistin’ e göçlerini kolaylaştırmak amacıyla bir anlaşma imzaladığını ortaya koymaktadır.
2. Dünya Savaşı 1945 yılında bitmiştir. Bundan sadece 3 yıl sonra da İsrail Devleti 1948′ de kurulmuştur. Çok konuşulan bu konu hakkında fikir yürütüp kanaat sahibi olmak, bu bilgiler ışığında size kalıyor.
.
ALMANYANIN SOYKIRIM TARİHÇESİ
1933 yılında Yahudilerin haklarının azaltılması ile adım adım başlayan felaket, sonunda Nazi hükûmetinin eline geçirebildiği bütün Avrupa Yahudilerini katletmesi ile sona erdi. Bu süreç kaba şekilde üç döneme ayrılabilir:
- Yahudilerin haklarının ellerinden alınması ve yüksek görevlerden uzaklaştırılmaları.
- Yahudilerin mallarının ve mülklerinin ellerinden alınması ve gettolarda yaşamaya zorlanmaları.
- “Nihai çözüm”, toplanıp, ölüm kamplarına götürülmeleri ve orada sistemli olarak büyük kapsamlı bir şekilde Gaz odalarında ya da farklı şekillerde öldürülüp cesetlerinin yakılması.
Michael Berenbaum Almanya’nın bir soykırım devleti olduğunu yazar “Ülkenin bütün bürokratik kolları ölüm sürecinde etkili oldu. Mahalle kiliseleri ve içişleri bakanı, doğum kayıtlarını paylaşarak kimin Yahudi olduğunu paylaştı; Posta kurumu, sürgün ve vatandaşlık haklarının alınmasına dair kararları dağıttı; ekonomi bakanlığı Yahudilerin mallarına el koydu; Alman şirketleri Yahudi işçileri kovdu ve Yahudi hissedarların haklarını ellerinden aldı.”
Üniversiteler Yahudileri kabul etmedi ve hali hazırda eğitim görmekte olanlara diplomalarını vermedi ve Yahudi akademisyenleri kovdu; devlet ulaşım görevlileri, Yahudilerin kamplara gönderilmeleri için tren hazırladı; Alman ilâç şirketleri kamptaki mahkûmlar üzerinde ilâçları denedi; şirketler krematoryum inşası için ihaleye girdi; IBM’in Almanya şubesi, bütün kurbanların kayıtlarını muntazam bir şekilde kayıt altına alacak sistemi kullandı. Mahkûmlar ölüm kamplarına girdiklerinde kişisel eşyalarını görevlilere verdi. Bu eşyalar sınıflandırıldı ve Almanya’ya, tekrar kullanılmak ya da geri dönüşüm için gönderildi. Berenbaum, “Yahudi sorunu için son çözümün, failleri tarafından en büyük başarı” olarak görüldüğünü yazdı. Gizli bir hesapla, Alman Millî Bankası, kurbanlardan ele geçirilen varlıkları hortumladı.
Saul Friedländer, “Avrupa’da ve Almanya’da hiçbir sosyal grup, hiçbir dini cemaat, hiçbir eğitim kurumu ya da hiçbir mesleki kuruluş, Yahudilere destek vermedi” diye yazdı.Friedländer, gelişmiş ülkelerde muhalif olan büyük küçük güçlerin (kurumlar, kiliseler, sivil toplum kuruluşları, çıkar grupları, iş dünyası), Holokost döneminde Almanya’da engel olmaya çalışmamasından dolayı, Holokost’u farklı bulduğunu da yazdı.
İdeoloji ve kapsamı
Diğer soykırımlarda, sınırların ve kaynakların kontrolü gibi faydacı değerlendirmeler, soykırım politikaları için oldukça önemliydi. İsrailli tarihçi ve bilim insanı Yehuda Bauer’e göre;
Holokost’un temel motivasyonu tamamen ideolojikti. İdeolojinin temeli, Yahudilerin uluslararası bir Yahudi komplosuyla Dünya’yı kontrol etmeyi istediklerine inanan Nazi inancına dayanır. Nazilere göre Yahudilerin bu kontrol plânları, Aryan ırkın aynı plânlarına engeldi. Hiçbir soykırım bu kadar tamamıyla efsanelere, halüsinasyonlara ve soyut kavramlara dayalı değildi ve diğer soykırımlar Holokost’a nazaran daha rasyonel pragmatik yollarla yapılmıştı.
Alman tarihçi Eberhard Jäckel 1986 yılında, Holokost’un farklı özelliklerinden biri olarak şunu belirtti:
Daha önce hiçbir devlet, liderinin yetkisiyle, belli bir insan grubunun (kadın, çocuk ve bebek te dahil, olmak üzere) olabildiğince çabuk öldürülmesi gerektiğine karar verip ilan etmemişti ve hiçbir devlet böyle bir kararı, devlet güçlerinin bütün uygun araçlarıyla yürütmemişti.
Soykırım sistematik bir şekilde, Almanlar tarafından işgal edilmiş, günümüzde 35 farklı Avrupalı ülke olan sınırlar içinde yürütüldü En kötü etkilenen coğrafya, 1939 yılında yedi milyondan fazla Yahudi nüfusuna sahip olan Orta ve Doğu Avrupa’ydı Üç milyon Polonya’da ve bir milyon üzerinde Sovyetler Birliği’nde olmak üzere, beş milyona yakın Yahudi burada öldürüldü. Yüzbinlerce Yahudi, Hollanda, Fransa, Belçika, Yugoslavya ve Yunanistan’da öldürüldü. Wannsee Protokolü, Nazilerin soykırım plânlarını İngiltere, İrlanda, İsviçre, Türkiye, İsveç, Portekiz ve İspanya gibi Avrupa’daki bütün tarafsız ülkelerde gerçekleştirmek istediklerini belirtmiştir.
Üç ya da dört Yahudi büyüğe (babaanne-anneanne) sahip olan her Yahudi istisnasız bir şekilde öldürülmeliydi. Diğer soykırımlarda, insanlar ölümden din değiştirerek ya da bir şekilde asimile olarak kaçabildiler. Bu seçenek, Avrupa’daki Yahudiler için geçerli değildi Tek istisna, ataları 18 Ocak 1871 öncesinde dönmüş olan Yahudiler içindi. Diğer bütün Yahudiler, Almanya’da ve Almanya’nın işgal ettiği yerde öldürülecekti.
İmha kampları
Gaz odalarına sahip olup sistematik bir şekilde insanları öldürmeyi amaçlayan kampların olması, Holokost’un en farklı özelliklerinden biridir ve tarihte daha önce başka bir örneği olmamıştır. Daha önce kitle kitle insanları öldürmek için herhangi bir yer kullanılmamıştı. Bu tür kamplar, Auschwitz, Belzec, Chelmo, Jasenovac, Maıdanek, Maly Trostenets, Sobibor ve Treblinka’da kurulmuştur.
Tıbbî deneyler
Holokost’un belirgin özellikleri arasında, insanların tıbbi deneyler için kullanılmaları vardır. Raul Hilberg’e göre, “Alman doktorları, diğer çalışan kesime göre, daha fazla Nazileşmişti partiye üyelik açısından ” ve bâzıları, Auschwitz, Dachau, Buchenwald, Ravensbrück, Sachenhausen ve Natzweiler toplama kamplarında deneyler yürüttüler.
Bu doktorlar arasındaki en meşhur olan, Doktor Joseph Mengele’ydi ve Mengele Auschwitz’te çalışıyordu. Deneyleri arasında, insanları basınçlı odalarda tutmak, insanlar üzerinde ilâç denemek, onları dondurmak, çocukların gözlerine kimyasallar enjekte ederek göz renklerini değiştirmeye çalışmak, sayısız uzuv kesmek ve ameliyatlar vardır.[ Çalışmalarının bütün kapsamı hiçbir zaman bilinmeyecek çünkü kamyonlar dolusu evrak Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nde, Doktor Otmar von Verschuer tarafından yok edildi.Mengele’nin deneylerinden kurtulanlar neredeyse her zaman öldürüldü ya da parçalara ayrıldı.
Mengele genelde Roman çocuklar üzerinde çalıştı. Çocuklara, şekerler verirdi. Çocuklar Mengele’ye “Amca Mengele” derdi Vera Alexander, Auschwitz kampında 50 set Roman ikizi çocukla ilgileniyordu:
İkizlerin arasında özellikle Guido ve İna’yı hatırlıyorum. Her ikisi de dört yaşındaydı. Bir gün Mengele ikisini de aldı. Döndüklerinde durumları çok kötüydü. Sırtlarından birbirlerine dikilmişlerdi (Siyam ikizi gibi) Yaraları iltihap kaplamıştı ve irin akıyordu yaralarından. Sabah akşam bağırdılar. Daha sonra anneleri Stella, çektikleri acıları sona erdirmek için, bir yerden morfin bulup çocukları öldürdü.
.
Papa ve yeni Haçlılar
Haçlı Seferleri fikri İspanya ve Portekiz’den Endülüs Müslümanlarının atılması için başlatılan “Reconquista (Yeniden Fetih)” hareketiyle başlar.
PAPA VE YENİ HAÇLILAR
Haçlı Seferleri fikri İspanya ve Portekiz’den Endülüs Müslümanlarının atılması için başlatılan “Reconquista (Yeniden Fetih)” hareketiyle başlar. İspanya ve Sicilya’da hakimiyet kuran Müslümanları oralardan atmak için başlatılan bu hareket 9. yy’ dan 15. Yüzyıla kadar fiilen devam etmiştir.
1071 Malazgirt zaferiyle Selçukluların Anadoluya hakim olmaya başlamasından sonra Bizans imparatoru I. Aleksios Komnenos Türkler’e karşı Papa’dan yardım istemesiyle II. Urbanus Haçlı seferlerini başlatmış oldu.
Urbanus bir taşla birkaç kuş vurmak amacıyla Hıristiyan dünyasına Haçlı Seferleri için dini bir çağrıda bulundu. Bu vesile ile;
1- Doğudan gelecek Müslüman Türk akınlarından Avrupayı korumak,
2-Doğu Roma İmparatorluğuna (Bizansa) yardım etmek ve onları kendisine bağlamak,
3- Kudüsü Müslümanların elinden almak ve Papalığın görüşlerini kabul etmeyen ‘’Heretik’’ Doğu Hıristiyanlarını emri altında toplamak,
4-1094 senesinde şiddetli kuraklığın getirdiği açlık ve sefaletle, salgın hastalıklar ve artan nüfusla, ekonomik ve siyasi krizlerle boğuşan Avrupayı bu sıkıntıdan kurtarmak gibi düşünceleri vardı.
Doğudaki ülkeler o zaman Avrupalının gözünde zengin ve Avrupaya göre cennet gibiydi. Papa doğuyu feth ederek yağmalamak, buralara yerleşmek ve buraların zenginliğinden faydalanmak istiyorlardı.
Bu amaçlar için başlatılan Haçlı seferleri aradan bin yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen aynı şekilde, aynı amaca hizmet etmek için devam ediyor.
Bakmayın siz 1. ve 2. Dünya savaşının çıkış sebeplerinin o veya bu sebepten dolayı çıktığını iddia edenlerin arkasına sığındıklarına suni sebeplere. Batının baharat yollarını ele geçirilme savaşları, sömürge savaşları, 1. Ve 2. Dünya savaşlarının ana sebebi dini ve siyasi olmaktan çok ekonomikti. Papazlar ve papa Hıristiyanlığı bu yolda çok iyi kullandı. Dindar Hıristiyan Kralları bu yolda Asyanın ve Afrikanın yer altı yerüstü kaynaklarını çalmak, yağmalamak, sömürmek ve yönetmek için Haçlı seferlerine ikna etti.
Çağdaş dünyamızdaki NATO, BM, İMF gibi eğemen güçlerin kontrolünde olan ve sadece onlara hizmet etmekten başka bir işe yaramayan uluslararası bu örgütler Hıristiyan dünyasının sömürgeci ve yağmacılarına hizmet eden araçlar olmaya devam ediyor.
Artık Haçlı seferleri Hıristiyan süper devletlerin önderliğinde dünyayı parselleyip sömürmek için birçok alanda, birçok adla halen aynen devam ediyor.
İşgal edilen, sömürülen, yer altı ve yerüstü kaynakları yağmalanan yine Müslüman ve mazlum ülkelerin zenginlikleri.
Savaşlar ve katliamlar yine Müslümanların ülkelerinde cereyan ediyor. Ölenler bizim insanımız, öldürenler yine Haçlı orduları veya onların yerli, yabancı piyonları ve uşakları.
Hıristiyanların başı olarak Papa 1915 olaylarını Ermeni soykırımı diye ilan ediyor. Senin Müslümanlar adına konuşacak Halifen nerede?
Tüm Hıristiyanları temsil eden üst düzey bir dini liderlik ve lider var. Tüm Müslümanları temsil edecek senin dini liderin kim, nerede?
Hilafet makamı bütün dünya müslümanları için en yüksek önderlik makamı idi. Halife dünya müslümanlarını temsil ediyor, konuşunca onlar adına konuşuyordu. Hilafeti kaldırarak Müslümanlara ne büyük kötülük yaptıklarını şimdi anlıyor musun?
Papalığı kabul eden Avrupa neden Müslümanların Hilafet müessesine ve Halifesine karşı çıktığını şimdi anlıyormusun?
Uyan! Kendine gel! Kendi tarihine, kültürüne, dinine ve mukaddes değerlerine sahip çık ! Seni bir avuç suda boğmak isteyenlere fırsat ve imkan verme Müslüman!
Arif Altunbaş /Haber7
Facebook; arifaltunbas@hotmail.com
Twitter @arfaltunbas
.
DOĞU MEDENİYETİ İLE BATI ARASINDA
Roma hukuku, Yunan ahlakı temelleri üzerinde kurulan batı medeniyeti ile vahyin temel taşları ve sütunlarıyla inşa edilen islam medeniyeti hiç bir zaman birlikte olmadı. Bundan sonra da birlikte olmayacaktır. Ateş medeniyeti ile su medeniyeti bir arada duramaz.
İki medeniyet arasındaki mücadele bir Hak Batıl başka bir deyimle ilahi olan ile beşeri olanın mücadelesidir. Batının islama ve müslümanlara karşı olan düşmanlığı da bu sebepten kaynaklanmaktadır. Bu mücadele insanlık var oldukça kıyamete kadar sürecektir.
Müslümanlar batının emir ve boyunduruğu altına girip kendi din, kültür ve medeniyetlerini terk etse bile, kendi kimlik ve öz değerlerinden vazgeçse bile, Romalıların kölelerine yaptığı gibi batı da onları arenalarda aslanlara parçalattırmaktan zevk duyacaktır.
Yıllar, çağlar, asırlar, geçse de batılı yine eski batılı, islam ümmeti yine islam ümmeti olarak kalacaktır.
Batı Müslümanları hep barbar, vahşi, terörist olarak aşağıladığı ve onların mukaddeslerine saldırdığı, yurtlarını işgal edip sömürdüğü, kendileri ve gelecek nesilleri için potansiyel bir tehlike olduğu sürece ne yaparlarsa yapsın müslümanların gözünde dost ve müttefik olarak görülmeyecektir.
Batı medeniyetini Romanın gurur ve kibri, adaletsizliği ve egoizmi ile güç sarhoşluğu, Antik Yunan medeniyetinin ikiyüzlülüğü, ahlaki anlayışı, güven vermeyen dostluğu ile insanı çok üreten ve tüketen modern bir hayvan gibi görmesi yıkacaktır.
İslam medeniyetini yeniden ayağa kaldıracak olan dinamik ise, batıya musallat olan tüm maddi ve manevi hastalıklardan şiddetle uzaklaşması olacaktır.
Güçlü olduğumuz sürece batı ve batılılar bizim iş ortağımız, komşumuz olabilir. Ama asla dost ve yol arkadaşımız olamaz. Ne zaman zayıf düşsek, ne zaman bir hata yapsak, ne zaman gaflette olsak bizi sırtımızdan ilk olarak vuracak batılılar olacaktır.
Onlarla olan müşterek tarihimiz bize bu acı gerçekleri öğretmiştir. Onlar Sezara güçlü iken itaat ederler, fakat gücünü yitirince bir anda hepsi birden Brütüs kesilirler.
Dost ve müttefik oluşları çıkarları devam edinceye kadardır. Dostlukları pazara kadardır onların, mezara kadar değil…
Arif Altunbaş
.
FARKLI BİR BAKIŞ
İnsanlar gördüm, gençliğinde esiri olduğu alışkanlıklara köle olan…
Yine insanlar gördüm, alışkanlıklarını bir torbaya koyup ağzını bağlayıp denize atarcasına onlardan kurtulan…
Yaşlılar gördüm, 60 yaşına gelmesine rağmen hala çocukluğunda yaptığı şakaları yapan…
Yine yaşlılar gördüm, gençlik yıllarında yapmadığı pislik kalmayan fakat sonra pişman olup hepsini elinin tersi ile iten, içi dışı şeffaf, pırıl pırıl…
Kimilerinin gençliğinde yaptığı kötülükleri övünerek anlattıklarına…
Kimilerinin ise kırdığı kalpleri aklına getirmek bile istemediklerine şahit oldum.
Kimilerinin yıllar önce bir hizmet binasının temelini atarken çektirmiş olduğu resmi görünce gülmeye başladığına…
Yine kimilerinin de yıllar önce sahnelerde şöhret olduğu zamanı hatırlatanlara, “lütfen o hayatı bana hatırlatmayın, o günlerimden iğrenir oldum” dediğine şahit olduk.
Kimileri ölümü unutmuş, dünyayı cennet etmek için çırpınıp dururken…
Kimileri ise bu dünyayı ahiretin fihristi gibi görmüş, her anı son an gibi yaşamaya devam etmişler…
Kimileri acziyetini anlamış fakirliği ile zengin olanı bulmaya çalışmış, derdini kullara açmamış, Rabblerinin kapısında kul köle olmuşlar.
Kimileri diploma denen A4 kağıdının altına ezilmişler…
Yine kimileri de makama gelmek içi her şeylerinden olmuşlar…
Kimileri ise gece gündüz şöhretin, şehvetin ve servetin afetinden sızlanıp durmuşlar.
Kimileri yaptıkları ile övünmüş, yapmadıklarını anlatıp durmuş…
Kimileri ise yaptıkları iyiliklere kendini vesile kılana, muktedir olana gece gündüz şükranlarını arz etmişler.
Kimileri “işte efendim benim şu makamda olduğum zaman…” gibi ifadelerle unvanı ile söze başlayarak ve boyunlarını büke büke, edalı edalı cümlelerle geçmişlerini anlatıp kendilerini aldatırken…
Kimleri ise “bir zamanlar şu nöbeti tutuğumuz zaman” diyerek insanlara ibret olacak hatıralarını anlatmışlar.
Şu anda bulunduğunuz mekân neresi ise şöyle bir göz gezdirdiğinizde sizlerin de bu anlattıklarıma benzer olayları orada görmeniz mümkündür.
Netice olarak “neden kimileri öyle, kimileri ise böyle?” diye kendi kendinize düşünürseniz şu sonuca varacaksınız:
Yaradılış gayesini anlayarak yaşayanlar, ellerine Kur’an’ı almış, kutlu Nebi’yi izleyerek hayat sürdürmüşler…
Onlar gençlik yıllarında ihtiyarlık sahnelerini hayal etmiş…
Zenginlik anlarında fakirleri düşünmüş…
Sıhhatli olduklarında hastalığı unutmamışlar…
Çünkü bu insanlar fakir olduklarını, ihtiyaçların çok fakat imkânların ise az olduğunun farkına varanlardan olmuşlar…
İşte o zaman asıl zengin olanın kapısına teslim olunca tevekkül nimeti ile taltif edilmiş, sabır silahını hayat boyu ellerinden bırakmamışlar…
Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım dileyince de Yaratan’ları onlar ile beraber olmuş.
“Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.”(Bakara Sûresi, âyet 153)
Ve yine onlar tevazu, merhamet, tebessüm, affetmek, kusur örtmek, cömertlik… gibi daha yüzlerce güzelliği ahlak edinmişler. Bundan dolayı hayata bakışları da diğerlerinden farklı olmuş.
Geylani AKAN
.
KİM DİKTATÖR?
1960 lı yılların başıydı . İnönü orduyu kışkırtarak ihtilal yaptırmış ve süngü tehdidi ile milleti sindirerek iktidara el koymuştu.
O sırada çocuktuk , radyolardan ve sokaklarda bir marş dinliyorduk :
“ Olur mu böyle , olur mu , kardeş kardeşi vurur mu ?
Kahrolası diktatörler , Bu dünya size kalır mı ? “
CHP lilerin Gazi Osman Paşa marşının müziğine uyarlayarak söyledikleri marştı bu. Diktatör dedikleri Rahmetli Adnan Menderes’ti . Ve Menderes güya kardeşi kardeşe vurduruyordu .
İhtilal yapmak için ülkeyi biri birine katıp , ateşe verenler, Menderes’i diktatörlükle suçluyorlardı. O kibar insanla alakalı akla hayale gelmedik iftiralarla karalama kampanyası açmışlardı.
Güya Menderes Üniversite öğrencilerini hapse atıp orada işkence yaptırıyormuş . Hatta yüzlercesi bu işkencelerden ölüyormuş. İz kaybettirmek için de cesetleri doğrayıp kıyma makinesindan geçirirmiş .
Menderes 2 uçak dolusu altınla yurt dışına kaçmaya çalışırken , suçüstü yakalanmış , falan, filan …Bir çok insana bu yalanları yutturdular , ancak o kasvetli dönem bittikten yıllar sonra , ülkenin yüzüne çekilen karanlık perdeler aralandıkça, gerçekleri öğrenmeye başladık . Ne hapse atılan, ne kıyma makinelerinden geçirilen gençler vardı , ne de kaçırılan uçaklar dolusu altın .
Bütün mesele İnönü’nün iktidar hırsıydı . Milletin vermediği iktidarı , entrikalarla , yalanlarla , zorla ele geçiriyorlardı . Ancak Menderes’e bir sürü hakaretler yapıp , idam ettiği halde , kimse ne İnönü’ye , ne de İhtilali yapan Cemal Gürsel’e Diktatör diyebildi. Çünkü diktatörlerin en önemli özellikleri , kimsenin onlara Diktatör diyememeleridir. Dedikleri anda da en ağır şekilde cezalandırılırlar .
Bir ülkenin tüm manevi değerlerini yerle bir ettiği ve savaştığımız ülkelerin kültür değerlerini , millete deli gömleği gibi giydirdiği halde kimse O’na diktatör diyemedi. Olur olmaz sebeplerden binlerce alimi , dindarı ipe gönderdiği , şehirleri bombalatıp , topa tuttuğu ve yaşlı , genç, çocuk demeden on binlerce insanı katlettirdiği halde O’na kimse diktatör diyemedi . Denilemezdi çünkü . Bu gün bile eleştirilmesi koruma kanunu gereğince yasaktır.
Sayın Erdoğan’a sünepe gazetecilerden tutun, saygısız siyasilere , hatta sokak çocuklarına kadar hakaret etmeyen yok . 17-25 aralık darbe girişimlerinde kendi çocukları günlerce sokağa çıkamadılar . Bu güne kadar bunu yapanlardan kimleri ipe çekti ben bilmiyorum , ama Erdoğan diktatör .
1960 İhtilalinden sonra CHP , Demokrat Parti üyelerini türlü , yaftalarla suçlayarak tutuklatıyordu . İstanbul’da tanıdığım bir amca anlatmıştı . Kendileri de DP ye üye oldukları için göz altına alınıp tutuklanmışlardı . Suçları neymiş biliyor musunuz. Yeni kapı sahillerinden denizin altından Yassı ada’ya tünel kazıp Menderes’i kaçıracaklarmış. Kendilerinden olmayan İnsanlara hem zulüm
yapıyor, hem de böyle alay ediyorlardı , ancak kimse CHP liderine ve taraftarlarına Diktatör diyemiyordu. Denemezdi çünkü.
“ Bir soldan- bir sağdan gençleri idam ederek denge sağladık “ diyen Evren’e de o dönemde bunlar diktatör diyemedi. Kendi Cumhurbaşkanlığını da onaylattığı Anayasa oylamasına “tıpış , tıpış” giderek destek verdiler üstelik . Yaptıklarının sorgulanması için yapılan Anayasa değişikliğine de “ Hayır “ dediler .
1998 yılında bir fuar vesilesiyle Irak’a gitmiştim . Türkmen Taksiciyle Saddam döneminin Bağdat’ını dolaşıyoruz . Diğer binalardan çok farklı bir yapı ve onu çevreleyen duvarları görünce , gayri ihtiyari yapıyı işaret ederek , bu bina nedir , diye sordum. Taksici elimi o yöne uzattığımı görünce , hemen telaşa kapılarak “ Ne yapıyorsun sen öyle , çabuk elini içeriye çek ! “ diye bağırmaya başladı .
Ben daha ne oluyoruz , diye sormaya kalmadan ; “ Orası Saddam’ın Sarayı, ne diye elinle işaret ediyorsun “ dedi. Yahu ne olmuş Saddam’ın sarayı ise , ne yaptım ki ben , dedim . Taksicinin cevabı : Kardeşim , Saddam’ın Sarayını işaret edipte , lehinde konuştuğunu kime anlatabilirsin ? Vallahi görseler aracımızı bile tarayabilirler , dedi.
Diktatörlük böyle bir şey işte. Erdoğan’a diktatör diyenler , Sisi ve Esed katillerine diktatör diyemediler. Günahına ortak olmak için ziyaretine gittiler .
Şimdi milletin % 52 sinin oyunu almış bir lidere bu yakıştırma yapılıyor.
Erdoğan niçin Diktatör biliyor musunuz ? CHP nin 60 ihtilalinden sonra yaptığı gibi , bütün Demokrat parti üyelerini gizli örgüt üyesi suçuyla yargılamadığı için, Şapka kanununa muhalefet eden şehirleri topa tutmadığı için , Dersim’i , Zilan deresini kana bulamadığı için, İdam kararı verilen ölüyü bile mezarından çıkarıp , darağacında infaz etmediği için , Şalcı Bacı gibi kadınları dahi Şapka kanununa muhalefetten idam etmediği için …..Bunları yapanlar diktatör olmadığı için , Erdoğan DİKTATÖRDÜR ,
.
Vahşet medeniyeti
Batı medeniyeti tarihin bütün dönemlerinde yaşanmış cahiliye adet ve geleneklerini bir virüs gibi bünyesinde taşıyan bir vahşet medeniyetidir.
Batının çağdaşlık, demokrasi, cumhuriyet ve medeniyet adına allayıp pullayıp islam ülkelerine giydirdikler elbiselerin hepsi birer deli gömleğinden ibarettir.
Batı toplumunun gözünde evlerinde besledikleri kedi ve köpekleri kadar Müslümanların bir değeri yoktur.
Batının metropollerinde islam ülkeleri arasına cetvelle çekilmiş sınırlar, bu sınırlardaki pıtraklı telller, mayınlı bölgeler, buzdağları eğemen batı medeniyetin eseridir. Bu da bu medeniyetin
insana ve evrene, zamana ve mekana bakışının bir aynasıdır.
Batının güç sarhoşluğu, gurur ve kibre kokan buyurgan ve düşmanca duruşu müslümanların gözünde onu küçülten ve alçaltan yeterli bir sebeptir.
Bugün insanlık batıdan medeniyet adına baskı ve zulüm, sömürü ve soygun, savaş ve kan dökmekten başka bir eser görmemektedir. Batı kültür ve hayat tarzı adına insanlık olarak yaşadığımız bir vahşet ve dehşet medeniyetidir.
Müslümanlar olarak bizim bu vahşet medeniyet ile uzaktan yakından ortak bir yönümüz ve birlikteliğimiz olamaz.
Bizim medeniyetimiz sevginin, saygının, barışın ve insanlığın hizmetinde olan vahiy medeniyetidir.
Batı şimdiye kadar olduğu ve bundan sonra da olacağı gibi kan, kin ve intikam temelleri üzerinde ayakta durmaya çalışacak ve bir gün gelip vadesini dolduracak, bizim medeniyetimiz de Selam’ın, Kelam’ın ve islam medeniyeti olarak yükselecek ve ebediyete kadar insanlığa hizmet edecek, yol gösterecektir.
İki medeniyetin mücadelesi Hak ile batılın vahiyle inkarın mücadelesi olarak insanlıkla birlikte var olacaktır.
Arif Altunbaş
.
DİN ANLAYIŞINDAKİ YANLIŞLAR 2
Bir başka yanlışımız da birisine namaz kılması için telkinde bulunuyorsunuz, o veya bir başkası namaz kılmıyorsa(m) sana ne, sen ne karışıyorsun işine bak gibi ters tepki göstermektir. Bu tepkiyi gösterenler emri bil maruf nehyi anil münker’in (iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak) Kuranın birçok yerinde geçtiği için farz olduğunu bilmezler. Namaz kılmamanın cezasının cehennem olduğunu bilmezler bilseler de iman zayıf olduğundan cehennemi idrak edemezler. Ben sözümün ve nazımın geçtiği insanlara namaz kılmayı oruç tutmayı tavsiye ediyorsam telkin ediyorsam onu ateşten kurtarmak ve sevap kazanmasını sağlamak içindir. Ayrıca ben de hem vazifemi yapmış olurum hem de sevap kazanmış olurum. Namaz ve benzeri dini emirleri ve günahlardan alıkoymaya yönelik telkinleri yapmak emri bil maruf nehyi anil münker veya tebliğ diyoruz. Bunu yapmak Müslümanım diyen herkesin vazifesidir. Tabii bu da iman meselesidir. İmanı kuvvetli insanlar çevrelerine daima tebliğde bulunur, onları kötülüklerden sakındırır, iyiliklere teşvik ederler. Toplum ancak bu şekilde ıslah edilebilir. Yalnız burada tebliğde ve nasihatte veya iyiliği emir ve kötülükten sakındırma da önemli olan üslup meselesidir. Üslup yapıcı olmaz uygun olmazsa dinden uzaklaştırmaya nefret ettirmeye sebep olunur, kaş yapayım derken göz çıkartılır. Malum yarım doktor candan yarım hoca dinden eder diye meşhur bir söz vardır. Kuranı Kerimde ‘’Rabbin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et, onlarla en güzel şekilde (kırmadan kızdırmadan) mücadele et …(Nahl 125) diye emir var. Peygamber Efendimiz (SAS) ‘’Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz, kolaylaştırınız güçleştirmeyiniz’’ buyuruyor. Bununla ilgili bir anekdotu paylaşmak istiyorum. 1989 yılında hacda iken Avustralya’dan gelen genç bir hacı arkadaşıma Esad Coşan Hocamızın Avustralya’ya gitmesi ile ne gibi değişiklikler oldu diye sordum. Hocamız o sene ikinci defa Avustralya’ya gitmiş ve Hacca oradan gelmişti. O arkadaş sanki benim sorumu bekliyormuş gibi olmaz olur mu hem de nasıl dedi. İlk gelişinde hocamızla görüşmemize izin vermediler, ama bu sefer gelişinde abileri dinlemedik görüştük dediler. Hocamızı camiye sokmak istemediler. Camiye girdi, zikir yaptırmayız dediler. Hoca Efendi camide vaaz da verdi, zikir de yaptırdı. Çok istifade ettik dedi. Biz daha önce kravatlıya sövüyorduk foterliyi dövüyorduk. Biz İslamı tebliğ edelim derken insanları uzaklaştırıyormuşuz farkında değildik dedi. Foter şapka ve kravat bize
batıdan gelen bir tarz olduğundan ve ‘’Bizden olmayana benzeyen bizden değildir’’ hadisi şerifine göre kravat ve şapka aleyhinde insanlara tebliğ yaparken yaptıkları kaş yapayım derken göz çıkartmak olmuş. Doğrular yanlış bir üslupla anlatılmış.
Merkezi Pakistan’da bulunan bir tebliğ cemaati var. Bunlar yılda 3-4 ay Avrupa’yı Amerika’yı dolaşırlar. Yabancı ülkelerde hak dinden haberi olmayan insanlara İslam’ı anlatırlar onları İslam’a davet ederler. Bu tebliğ esnasında kimseden bir yardım bağış kabul etmezler, kendi ceplerinden ihtiyaçlarını karşılarlar. Bir Amerikalı bunlar vesilesi ile Müslüman oluyor ve bir teşekkür bir de eleştiri konuşması yapıyor. Müslümanlığı öğrettikleri için teşekkür ediyor, daha önce anne babası hayattayken gelmedikleri için de eleştiriyor. Daha önce gelseydiniz onlar da Müslüman olurlardı diyor. Bu tebliğcilerle iki üç defa karşılaştım. ‘’Bu kendi masraflarını kendilerinin karşılamak ağır gelmiyor mu? ‘’ diye sorduklarında ‘’Memleketimize döndüğümüzde seyahat masrafımız bir haftada gelen müşterilerden kazancımızla çıkıyor’’ diye cevap vermişlerdi.
Ben senin düşüncene saygı duyuyorum, sen de benim düşünceme saygı göstermek zorundasın. Bu söz de iman konusunda yanlıştır. Sen benim düşünceme fikrime saygı gösteriyorsan teşekkür ederim. Ama ben senin İslam’a aykırı İslam’ı reddeden Kuran’a çöl kanunu diyen görüşüne nasıl saygı gösterebilirim. Hoş benim dünya görüşüme saygı bu sadece laf olsun diye söyleniyor maalesef. Geçtiğimiz on yıllarda hatta yüz yılda Müslümanların inançlarından dolayı ne işkence ve sıkıntılara maruz kaldığını gördük.
Kulağa hoş gelen bir başka yanlış söz daha var: İslamiyet hoş görü dinidir. Merhum Esad Coşan Hocamız bu söze kızardı. Ne demek hoşgörü dini. İslamiyet günahı küfrü şirki arsızlığı edepsizliği hoş görmez. İslamiyet hakkı tutup kaldırma hakim kılma dinidir. İslamiyet harb dinidir. Kötülükle, şirkle günahla harb dinidir derdi. Peygamber Efendimiz(S.A.S.) ben harb peygamberiyim buyurmuştu. Bir defasında Sahabeyle istişare sonucunda harbe karar verilmiş ve zırhını kuşanmıştı. Sahabeler pişman olup savaştan vazgeçmek istedilerse de ‘’Bir peygamber zırhını kuşandıktan sonra çıkarmaz’’ buyurmuştu. Burada eleştirilen hoş görünün dine imana itikada ilişkin konularda olduğunu belirtelim.
Dr.Mehmet Bozkurt
.
YENİ DÜŞMAN, YENİ HEDEF …
1. ve 2. Cihan harplerinden sonra , Dünyada 2 kutup oluşmaya başladı. Başını Amerika’nın çektiği Kapitalist Blok ve başını Rusya’nın çektiği Komünist blok . 30 Aralık 1922 de SSCB nin kurulmasıyla başlayan Komünist – Kapitalist Blok mücadelesinde , Sovyetlerden korunmak isteyen devletler , ABD Merkezli NATO ya , ABD den korunmak isteyen ise Sovyetlere yanaşıyordu. Türkiye ise Sovyet yayılmacılığına karşı uzak düşman olan ABD ile ittifak kurmayı uygun bulmuş ve NATO ya üye olmuştu.
Bu iki blok arasında her alanda mücadele vardı . İnsan hakları, Sosyal haklar , Tarım , Sanayi hatta Uzay teknolojileri konusunda . Birisi bir şey yapsa diğeri de aynısını taklit ederdi . Amerika’nın Astronotuna karşı , Rusya’nın Kozmonotu vardı. Bu yarış SSCB de 1985 Martında Mihail Gorbaçov’un Komünist Parti Genel Sekreterliğine gelişine kadar sürdü.
Yarış devam ediyordu ancak 2 blok arasında da hemen her konuda uçurumlar oluşmuştu. Kapitalizme karşı cennet vaat ederek yola çıkan Sosyalist yönetim , insanına ne refah ne de mutluluk getirebilmişti. Aksine her konuda Kapitalizmden fersah fersah gerideydi . Gorbaçov bu makasın her gün daha fazla açıldığını görmüş ve artık dur deme zamanının geldiğini anlamıştı . 1988 yılında Komünist sistemi eleştiren uzun bir raporun ardından, Perestroyka ( Yeniden yapılanma) ve Glasnost ( Açıklık , şeffaflık ) politikalarını açıklıyordu.
Bu politikalarına karşı çıkan Marksist , Leninist muhafazakarlar olsa da , cesaretle olayın üzerine gidip ekonomi ve siyasette radikal bazı değişiklikleri yapmaya başladı .
Sovyet Blokunda bulunan devletlere de göstermelik bağımsızlıklar verildi. Tabii her bir ülkenin başına kendi milletlerinden , ancak Politbüro üyesi birer diktatörü getirmeyi ihmal etmedi. Azerbaycan gibi kontrol dışı başa gelen Ebulfeyz Elçibey’i de darbeyle devirip , yerine gene Politbüro üyesi birini getirdi. SSCB görünürde dağıldı , ancak Rusya tüm ülkeleri “ Bağımsız Devletler Topluluğu “ adı altında , kontrolünde tutmaya devam etti.
Tabii Afganistan hezimetinden sonra , Maddi yönden Kapitalist dünya ile açılan arayı kapatmak için , artık dışarıya saldırıyı bırakıp , toparlanmaya çalışması gerekiyordu . Öyle de yaptı . Ancak 2 kutuplu dünya artık tek kutuplu kalmıştı. O da ABD merkezli Gelişmiş kapitalist ülkelerdi.
Dünyayı yıllarca , fiili veya ekonomik işgalle , Savaş ekonomisi ile yönetmeye alışmış ABD , artık önemli bir boşlukla karşı karşıyaydı. Kendi insanı da öyle çok mutlu değildi. Sovyetlerin çökmesinden sonra özellikle toplumun düşük kesiminden bazı can sıkıcı tepkiler gelebilirdi.
Bütün bunların karşısına geçmek ve dev silah sanayinin iflasını önlemek için yeni bir düşmana ihtiyaç vardı . İran , Pakistan ve Afganistan’da yaşanan “ İslam Devrimleri” ile Dünyada yeniden dirilmeye başlayan , tarihten beri güçlü bir enerjiye sahip olan ve artık uyanışa geçen İSLAM .
ABD li yetkililer , İstihbarat elemanları ve Generaller bazen ima yoluyla ve bazen de açık olarak bu niyetlerini dile getiriyorlardı. Uluslar arası stratejistler de yazılarında vurguluyorlardı. Ancak buna başlamak için ciddi bir bahane gerekliydi , yoksa Bumerang kendilerine dönebilir, “ Amerikan çıkarları” zarar görebilirdi . İşte konu ile ilgileneler , bunun ne olabileceğini düşünürken , 11 Eylül 2001 de İkiz Kuleler ve Pentagon yolcu uçaklarıyla yapılan saldırının hedefi oldu . ABD yi hava saldırılarına karşı koruyan “ Çelik Kalkan “ meğer bir masaldan ibaretmiş.
Afganistan’da SSCB işgaline karşı ABD nin destekleyip gönderdiği Arap gençlerinin oluşturduğu “ EL KAİDE “ adında bir örgüt , bu eylemi yapıyordu.(!?) Savaş bittikten sonra saltanatları için tehlike olarak görüp ülkelerine kabul edilmeyen ve dağ başlarında , köylerde hatta mağaralarda yaşayan bu örgüt , eşine rastlanmamış böylesine profesyonelce bir eylem gerçekleştiriyordu.
Eylem bir çok yönden şüphelerle doluydu . Yolcu uçakları nereye havalanıyordu ? İçindeki yolcuların listesi neydi ? Uçaklar boş ise bunlar nasıl havalanmıştı ? Saldırı günü İkiz kulelerdeki Yahudilerin hiç biri neden işyerlerine gitmemişti ? Cevaplanması gereken bir yığın soru vardı , ama bunlar gündeme dahi getirilmedi. Batı için artık ciddi şekilde üzerine gidilmesi gereken yeni bir düşman vardı . İSLAM .
Libya’nın, Sudan’ın , Nijerya , İran gibi bir çok İslam ülkesinin tehdit edilmesi ; Irak ve Afganistan’ın işgal edilmesi hep bu planın sonucudur.
Geçen hafta Fransa’da bir dergiye saldırı düzenlendi. Bu dergi Peygamber efendimize karikatürle sürekli hakaret ediyordu . Bu hakaretin yüzde biri Hıristiyan veya Yahudilere yapılmış olsa dünya ayağa kalkardı , ancak Müslümanların Peygamberine yapılınca “ İfade özgürlüğü “ deyşp geçiştirildi. Fransız hükümeti dergiye uygulayacağına , olaya tepkisiz kalmasını eleştiren 20 den fazla Müslüman ülkeyle yaptırım uygulayarak , diplomatik ilişkilerini askıya aldı . Ülkelerdeki bir çok bürosunu kapattı . Adeta “ Arkasında ben varım , ben teşvik ediyorum .” diyerek tahrikte bulunuyor. Ve geçen haftaki saldırı olayı gerçekleşiyor.
Böyle bir tahrik zeminini hazırladıktan sonra ,” Olay neden oldu? “ demenin hiçbir anlamı yoktur. IŞİD veya El Kaide gibi Örgülere falan da gerek yoktur .İslamafobiyi canlı tutmak için İstihbarat örgütleri planlayabilir veya 2 genç rahatsızlık duyarak planlayıp , gerçekleştirebilir . ( Kardeş olmaları da olayın şahsi bir tepki olduğunu teyit ediyor ) Bunu Müslüman camianın önlemesinin de imkanı yoktur . Ama hedef bellidir . Top yekun Müslümanlar yeni saldırıların hedefi haline getirilmiştir.
Gerçi Orta Doğuda , Batılılar için bu kadar güzel bir tablo varken, her gün yüzlerce Müslüman biri birlerini katlederken başka şeye gerek duyarlar mı bilemiyorum . Diyerek yazımı bitirirken İnternete düşen haber :Boko Haram örgütünün Nijerya’nın Baga kentinde gerçekleştirdiği son saldırılarda 2 binden fazla kişiyi öldürdüğü belirtildi
.
İşte, Mustafa Kemal Paşa’ya verilen Samsun talimatının Sultan Vahideddin imzalı orijinal nüshas
Murat Bardakçı, Haber Türk
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun yolculuğu hakkında şimdiye kadar çok şey yazıldı ve söylendi. Bugün bu sayfada Samsun yolculuğu ve yolculuk sonrası ile ilgili dört adet belge görüyorsunuz. Sultan Vahideddin’in 30 Nisan 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’daki Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tayini ile ilgili emrinin, yani “irade”sinin görüntüsünün yanısıra diğer üç belge, basında ilk kez yayınlanıyor
MUSTAFA Kemal Paşa’nın 1919’un Mayıs’ında yaptığı Samsun yolculuğu hakkında bugüne kadar çok şey yazılıp söylendi ve yolculuğun sebebi ile ilgili olarak ortaya türlü türlü iddialar atıldı…
Bugün bu sayfada Türk basınında ilk defa yayınlanan bir belgeyi görüyorsunuz: Sultan Vahideddin’in 30 Nisan 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’daki Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tayini ile ilgili emrini, yani “irade”sini…
Padişahın imzasının sol üst tarafta bulunduğu belgede “Mülga (ilga edilmiş) Yıldırım Grubu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, Dokuzuncu Ordu Kıtaâtı (kıt’aları) Müfettişliği’ne tâyin edilmiştir. İşbu iâde-i seniyyenin (padişah emrinin) icrasına Harbiye Nâzırı (Savaş Bakanı) memurdur” deniyor.
Hicrî 22 Recep 1337 ve Rumî 30 Nisan 1335 yani 1919 tarihli padişah emrinde Sadrazam Damad Ferid ile Harbiye Nâzırı Şakir Paşa’nın da imzaları bulunuyor.
Bu karar, imzalanmasından beş gün sonra, 5 Mayıs 1919’da, o devrin resmî gazetesi olan “Takvim-i Vekayî”nin ilk sayfasında da yayınlanıp yürürlüğe girecekti…
Peki, Sultan Vahideddin böyle bir kararı niçin verdi? Hattâ daha açık şekilde sormak gerekirse Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya niçin gönderildi?
İKİ TEMEL SEBEB VARDI
Türkiye’de bir kesim, Paşa’nın Samsun seyahatini Sultan Vahideddin’in emri ile ve “memleketi kurtarmak” maksadı ile yaptığına inanır ve buradan hareketle de padişahın “Kurtuluş Savaşı’nın gizli mimarı”olduğu iddiasında bulunur.
Ama, o dönem ile alâkalı belgeler ve hatıralar ciddî şekilde incelendiğinde bunun böyle olmadığı, Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesinin ardında bambaşka düşüncelerin bulunduğu görülür.
Öncelikle arzu edilen, bölgenin Türk ve Rum sâkinleri arasında başlamak üzere olan çatışmaların önlenmesi, Samsun’un ve Dokuzuncu Ordu’nun yetki sâhasında olan diğer şehirlerin çatışmalar bahane edilerek ve Mondoros Mütarekesi’nin güvenlik gerekçeleri ile müttefiklere memleketin herhangi bir yerini işgal hakkı tanıyan meşhur 7. Madde’sine dayanılarak düşman askerlerinin işgaline uğramasının engellenmesidir. Sultan Vahideddin aynı zamanda görev bölgesinde kendi başına hareket ederek silâhlı bir mukavemet teşkil edeceğinden emin olduğu Mustafa Kemal Paşa’nın emrindeki güçlerden yeri geldiğinde istifadeyi ve yakın bir gelecekte başlayacak olan barış görüşmelerine de arkasında bu gücün varlığını hissettirerek oturmayı arzu etmektedir.
Anadolu’ya gönderilen tek yetkili zaten Mustafa Kemal Paşa değildir, daha başka paşalar da değişik yerlerde görevlendirilmişlerdir, bütün bu girişimlerin sebebi işte bu düşüncelerdir ama sonuca ulaşan Mustafa Kemal Paşa olmuştur.
BİR DEVLET OPERASYONU
Paşa’nın Samsun yolculuğu zaten gizli falan değildir, bir “devlet operasyonu”dur! Zamanın padişahı Sultan Vahideddin ile sadrazamı Damad Ferid Paşa hazırlıkların her aşamasında vaziyetten haberdar edilmişler, resmî yazışmalar gizli değil, açıkça yapılmış ve devletin elindeki en rahat gemilerden olan Bandırma da bu yolculuğa tahsis edilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun yolculuğundan seneler sonra, Bandırma Vapuru ile yola çıkmadan önce Yıldız Sarayı’nda Sultan Vahideddin’i ziyarete gittiğini anlatır ve görüşmelerini hatıralarında şöyle nakleder:
“…Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahideddin’le âdeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında dirseğini dayamış olduğu bir masa ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine muvazi (paralel) hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar, sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için, oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa-sola çevirmek kâfi idi.
Vahideddin, hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:
- Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir.
Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilâve etti:
- Tarihe geçmiştir.
O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum:
- Bunları unutun, dedi. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin!
…Kendisine basit cevaplar verdim:
- Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.
…- Merak buyurmayın efendimiz, dedim. Nokta-i nazar-ı şâhânenizi (görüşünüzü, düşüncenizi) anladım. İrâde-i seniyeniz (emriniz) olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.
‘Muvaffak ol!’ hitâb-ı şahânesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım”…
Samsun operasyonu işte böyle başladı ama Mustafa Kemal Paşa ile sarayın ve Bâbıâlî’nin ilişkileri sonraki aylarda giderek bozuldu…
İlişkilerin içinden çıkılmaz hal aldığı günlerde İstanbul’un verdiği ve tarihimiz bakımından büyük “ayıp” teşkil eden bazı kararların belgelerini de yine bu sayfada görebilirsiniz.
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareketinden birkaç hafta önce. Üniformasındaki kordonlar, Sultan Vahideddin’in “fahrî yaveri” olduğunu gösteriyor.
Vahideddin, 1917’de veliahd olduğu sırada yaptığı Almanya ziyaretinde. Hemen arkasında, ziyarete ordu temsilcisi olarak katılan Mustafa Kemal Paşa var. Vahideddin ile Mustafa Kemal’in beraber göründükleri tek fotoğraf, budur.
Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Nisan 1919’da Samsun’daki Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne tayin emrinin orijinali. Sol üstte Sultan Vahideddin’in, altta Sadrazam Damad Ferid ile Harbiye Nâzırı Şakir Paşa’nın imzaları
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasından kısa bir müddet sonra İstanbul ile ilişkilerinin gittikçe bozulmasının ardından, Kuvâ-yı Milliye’nin güçlenmesini önlemek maksadı ile Saray ve Bâbıâlî’nin aldığı kararların yine Sultan Vahideddin’in imzasını taşıyan tasdik belgeleri (üstten): 9 Ağustos 1919’da Mustafa Kemal Paşa’yı askerlikten ihraç edip rütbelerini ve madalyalarını alan irade (Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, İ. DUİT. 178/30-1), 4 Şubat 1920’de madalyalarının iadesi iradesi (İ. DUİT. 163/31) ve Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları hakkında verilen gıyabî idam kararını 24 Mayıs 1920’de tasdik eden diğer irade (İ. DUİT. 175/46-1).
YENİ DÜŞMAN, YENİ HEDEF …
1. ve 2. Cihan harplerinden sonra , Dünyada 2 kutup oluşmaya başladı. Başını Amerika’nın çektiği Kapitalist Blok ve başını Rusya’nın çektiği Komünist blok . 30 Aralık 1922 de SSCB nin kurulmasıyla başlayan Komünist – Kapitalist Blok mücadelesinde , Sovyetlerden korunmak isteyen devletler , ABD Merkezli NATO ya , ABD den korunmak isteyen ise Sovyetlere yanaşıyordu. Türkiye ise Sovyet yayılmacılığına karşı uzak düşman olan ABD ile ittifak kurmayı uygun bulmuş ve NATO ya üye olmuştu.
Bu iki blok arasında her alanda mücadele vardı . İnsan hakları, Sosyal haklar , Tarım , Sanayi hatta Uzay teknolojileri konusunda . Birisi bir şey yapsa diğeri de aynısını taklit ederdi . Amerika’nın Astronotuna karşı , Rusya’nın Kozmonotu vardı. Bu yarış SSCB de 1985 Martında Mihail Gorbaçov’un Komünist Parti Genel Sekreterliğine gelişine kadar sürdü.
Yarış devam ediyordu ancak 2 blok arasında da hemen her konuda uçurumlar oluşmuştu. Kapitalizme karşı cennet vaat ederek yola çıkan Sosyalist yönetim , insanına ne refah ne de mutluluk getirebilmişti. Aksine her konuda Kapitalizmden fersah fersah gerideydi . Gorbaçov bu makasın her gün daha fazla açıldığını görmüş ve artık dur deme zamanının geldiğini anlamıştı . 1988 yılında Komünist sistemi eleştiren uzun bir raporun ardından, Perestroyka ( Yeniden yapılanma) ve Glasnost ( Açıklık , şeffaflık ) politikalarını açıklıyordu.
Bu politikalarına karşı çıkan Marksist , Leninist muhafazakarlar olsa da , cesaretle olayın üzerine gidip ekonomi ve siyasette radikal bazı değişiklikleri yapmaya başladı .
Sovyet Blokunda bulunan devletlere de göstermelik bağımsızlıklar verildi. Tabii her bir ülkenin başına kendi milletlerinden , ancak Politbüro üyesi birer diktatörü getirmeyi ihmal etmedi. Azerbaycan gibi kontrol dışı başa gelen Ebulfeyz Elçibey’i de darbeyle devirip , yerine gene Politbüro üyesi birini getirdi. SSCB görünürde dağıldı , ancak Rusya tüm ülkeleri “ Bağımsız Devletler Topluluğu “ adı altında , kontrolünde tutmaya devam etti.
Tabii Afganistan hezimetinden sonra , Maddi yönden Kapitalist dünya ile açılan arayı kapatmak için , artık dışarıya saldırıyı bırakıp , toparlanmaya çalışması gerekiyordu . Öyle de yaptı . Ancak 2 kutuplu dünya artık tek kutuplu kalmıştı. O da ABD merkezli Gelişmiş kapitalist ülkelerdi.
Dünyayı yıllarca , fiili veya ekonomik işgalle , Savaş ekonomisi ile yönetmeye alışmış ABD , artık önemli bir boşlukla karşı karşıyaydı. Kendi insanı da öyle çok mutlu değildi. Sovyetlerin çökmesinden sonra özellikle toplumun düşük kesiminden bazı can sıkıcı tepkiler gelebilirdi.
Bütün bunların karşısına geçmek ve dev silah sanayinin iflasını önlemek için yeni bir düşmana ihtiyaç vardı . İran , Pakistan ve Afganistan’da yaşanan “ İslam Devrimleri” ile Dünyada yeniden dirilmeye başlayan , tarihten beri güçlü bir enerjiye sahip olan ve artık uyanışa geçen İSLAM .
ABD li yetkililer , İstihbarat elemanları ve Generaller bazen ima yoluyla ve bazen de açık olarak bu niyetlerini dile getiriyorlardı. Uluslar arası stratejistler de yazılarında vurguluyorlardı. Ancak buna başlamak için ciddi bir bahane gerekliydi , yoksa Bumerang kendilerine dönebilir, “ Amerikan çıkarları” zarar görebilirdi . İşte konu ile ilgileneler , bunun ne olabileceğini düşünürken , 11 Eylül 2001 de İkiz Kuleler ve Pentagon yolcu uçaklarıyla yapılan saldırının hedefi oldu . ABD yi hava saldırılarına karşı koruyan “ Çelik Kalkan “ meğer bir masaldan ibaretmiş.
Afganistan’da SSCB işgaline karşı ABD nin destekleyip gönderdiği Arap gençlerinin oluşturduğu “ EL KAİDE “ adında bir örgüt , bu eylemi yapıyordu.(!?) Savaş bittikten sonra saltanatları için tehlike olarak görüp ülkelerine kabul edilmeyen ve dağ başlarında , köylerde hatta mağaralarda yaşayan bu örgüt , eşine rastlanmamış böylesine profesyonelce bir eylem gerçekleştiriyordu.
Eylem bir çok yönden şüphelerle doluydu . Yolcu uçakları nereye havalanıyordu ? İçindeki yolcuların listesi neydi ? Uçaklar boş ise bunlar nasıl havalanmıştı ? Saldırı günü İkiz kulelerdeki Yahudilerin hiç biri neden işyerlerine gitmemişti ? Cevaplanması gereken bir yığın soru vardı , ama bunlar gündeme dahi getirilmedi. Batı için artık ciddi şekilde üzerine gidilmesi gereken yeni bir düşman vardı . İSLAM .
Libya’nın, Sudan’ın , Nijerya , İran gibi bir çok İslam ülkesinin tehdit edilmesi ; Irak ve Afganistan’ın işgal edilmesi hep bu planın sonucudur.
Geçen hafta Fransa’da bir dergiye saldırı düzenlendi. Bu dergi Peygamber efendimize karikatürle sürekli hakaret ediyordu . Bu hakaretin yüzde biri Hıristiyan veya Yahudilere yapılmış olsa dünya ayağa kalkardı , ancak Müslümanların Peygamberine yapılınca “ İfade özgürlüğü “ deyşp geçiştirildi. Fransız hükümeti dergiye uygulayacağına , olaya tepkisiz kalmasını eleştiren 20 den fazla Müslüman ülkeyle yaptırım uygulayarak , diplomatik ilişkilerini askıya aldı . Ülkelerdeki bir çok bürosunu kapattı . Adeta “ Arkasında ben varım , ben teşvik ediyorum .” diyerek tahrikte bulunuyor. Ve geçen haftaki saldırı olayı gerçekleşiyor.
Böyle bir tahrik zeminini hazırladıktan sonra ,” Olay neden oldu? “ demenin hiçbir anlamı yoktur. IŞİD veya El Kaide gibi Örgülere falan da gerek yoktur .İslamafobiyi canlı tutmak için İstihbarat örgütleri planlayabilir veya 2 genç rahatsızlık duyarak planlayıp , gerçekleştirebilir . ( Kardeş olmaları da olayın şahsi bir tepki olduğunu teyit ediyor ) Bunu Müslüman camianın önlemesinin de imkanı yoktur . Ama hedef bellidir . Top yekun Müslümanlar yeni saldırıların hedefi haline getirilmiştir.
Gerçi Orta Doğuda , Batılılar için bu kadar güzel bir tablo varken, her gün yüzlerce Müslüman biri birlerini katlederken başka şeye gerek duyarlar mı bilemiyorum . Diyerek yazımı bitirirken İnternete düşen haber :Boko Haram örgütünün Nijerya’nın Baga kentinde gerçekleştirdiği son saldırılarda 2 binden fazla kişiyi öldürdüğü belirtildi .
.
KAN İÇEREK KANSIZLIKTAN ÖLMEK!
Bu yazımızda, kutup ayılarının nasıl avlandıklarını anlatacağım.Bunları nereden bildiğimi sorarsanız: Çok emin değilim ama,İhsan Süreyya Sırma’nın bir kitabından okuduğumu sanıyorum. Anlatılana göre,kutup ayıları,sadece derileri için avlanırlarmış. Derileri de eğer,delinmeden ve kesilmeden elde edilebilinirse kıymetli imiş. Bu yüzden de,kefereler,bu hayvanları derileri delinmeden avlayabilmek için özel bir yol bulmuşlar. Ayı avcıları,ayıların bölgesine,her tarafı kesici çıkıntılarla düzenlenmiş ve üzerine de kan bulaştırılmış bir alet koyuyorlar. Ayı,kan kokusuna geliyor ve kan gördüğü nesneyi yalamaya başlıyor. Ayı,bulduğu kanı yalayınca,dili kesiliyor ve kendi dilinden başlıyor kanamaya: Ama,ayı kendi dilinin kesildiğinden ve artık kendi kanını yaladığının farkında değil.Yaladıkça yalıyor: Yaladıkça da kendi kanını yalamış oluyor. Sonunda da,kendisi,sürekli kan kaybettiği için,karnı kanla dolu olduğu halde,kansız kaldığı için yığılıp kalıyor. Avcı da,bundan sonra devreye giriyor: kansız ve mecalsiz kalmış ayıyı,istediği şekilde,kesip,biçiyor ve en kıymetli olacak şekilde ayının derisini elde etmiş oluyor. Düşünün de bakın: Bütün İslam Coğrafyası,hemen her yerde aynı kaderi yaşıyor.Yani,ayıların kaderi yaşanıyor. Önce,ortaya,”kan” diye bir fitne saçılıyor. Herkes,fitnenin bir şekilde tarafı oluyor. Sonra,”ilk kan” dökülüyor. Devamında,ikinci kan,sonra üç ve sonra binlerle ifade edilen kanlar…Aktıkça akıyor. Sonunda,toplum,kan dökmekten; kendi kanını dökmekten,”kansız” kalıp,mecalsiz bir şekilde düşüyor. Neticede de,avcılar devreye giriyor ve avcılar,parsalarını topluyorlar. Şimdi,Suriye’ye bakınız. Dökülen kanlar,hangi taraftan olursa olsun,”Suriyeli” kanı değil mi?.. Daha,cepheli ve çerçeveli düşünülürse,dökülen tüm kanlar,İslam Coğrafyasının ve islam Milleti’nin kanı değil mi? Keza,Türkiye toprakları üzerinde dökülen kanlar: Kimin kanı olduğu önemli değil: İster,PKK’lı veya ister Kürt veya ister Türk kanı veya asker kanı…İster dağda veya ister ovada…hangi kimlikle olursa olsun: Dökülen kanların hepsi “Türkiyeli”nin ve daha geniş manada İslam Coğrafyasının ve İslam Milleti’nin kanı değil mi? Dökülen kanlar; Milleti kansız bırakacak bir yekune ulaştığında,kansız kalacak ve mecalsiz olarak düşecek olan “biz” değil miyiz? İşte bu yüzden: şu anda,kime karşı nefret duyduğunuz ve bu nefretinizle kendinizi ne kadar haklı saydığınızı bir kenara bırakın ve şu soruyu sorun: -Nereye gidiyorsunuz? Kan,tatlı geliyor: Öfke baldan da tatlı diye…Haklı değilsiniz. Ayı,kendi kanını ne kadar iştahla yalıyorsa,derisinin yüzülmesi o kadar yakın olacaktır. O kanı,hiç yalamasa,sapasağlam ayakta kalacağını,ayılara kim anlatacak?
.
Kristof KOLOMB ve Kraliçe İSABELLA
Kaşif değil KORSAN Kraliçe değil CELLAT
Bunu Batı da kabul ediyor…
Ve maceralı yolculuğun gereği olarak görüyor.
Nasıl mı?
Kolomb yolculuğa hazırlanırken kendisine eşlik edecek tayfa bulamıyor.
Kimse bu riskli yolculuğa çıkmak istemiyor.
Bunun üzerine hapishanelerde bulunan ne kadar hırsız katil vb. aşağılık suç işlemiş mahkûm varsa ‘Gidişleri olsun da gelişleri olmasın’ kabilinden gemiye dolduruluyor.
Bu katil soyguncu güruh;
daha önce Müslümanlar tarafından keşfedilmiş Amerika’ya ilk ayak basanlardır.
Gelelim Kraliçe İSABELLA’ya.
Namı diğer İsabellaKatolika veya meşhur ismiyle Pasaklı İsabel.
Bu son unvanı Tüm Müslümanları İspanya’dan sürmeden yıkanıp temizlenmiyeceğinedair ettiği yeminden dolayı verilmiş.
Bu kadının Engizisyon mahkemelerinin kurucusu olduğunu söyleyeyim gerisini siz anlayın.
1492 de şöhret bulan tarih hesabı ile söyleyelim; ENDÜLÜS Müslümanlarını türlü işkencelerle katleden ve İspanya’dan sürülmelerine neden olan kadın budur.
Bu sürgünden Yahudiler de nasibini almış.
Bu katil kadın, K. Kolomb’unhamisidir.
Bu işkence ve zulüm daha önce de başlamış ancak İSABELLA döneminde had safhaya gelmiş, bu katil kadının elinden ancak kaçan kurtulabilmiştir.
İSABELLA’nın ölüm fermanındasadece mimar ve sanatkârlar yer almamış.
Bunun sebebi;
ENDÜLÜS MEDENİYETİNİN kurduğu başta camiler olmak üzere şaheserleri yıkıp, yerine kilise katedral vb. dini yapılarıMüslüman mimarlara yaptırmak içindir.
Bu sanatkârlar1600 lü yıllara kadar yaşıyor daha sonra bunlardan kimse haber alamıyor. Daha sonra dinlerini gizleyerek yaşayabiliyorlar. Ona da yaşamak denirse. Bunlara Moriskolar deniyor.
İspanya’da Endülüs bölgesini gezerken, acı bir anı olarakcamiden çevrilmiş katedralleri görmeniz mümkündür.
Vatikan’daki Katedralden sonra dünyadaki en büyük katedraller İspanya’daki bu camiden çevrilmiş katedrallerdir.
İSABELLA bu başarısından(!) dolayı PAPA’lık makamı ona ‘AZİZE’ unvanını vermiştir.
İşte BATI MEDENİYETİ(!) budur!…
İngiliz, ABD vb. sömürgeci ülkeleri tanımak için en iyi örnek KOLOMB ve İSABELLA’dır.
Sömürü ve zulümde bugünkü emperyalistlerin ilham kaynağı bu iki şahsiyettir.
Batılılar Amerika’ya Müslümanlardan çok sonra gitmelerine rağmen yaptıkları katliam, yağmalama ve sömürünün yüzlerine vurulması hoşlarına gitmiyor
Yani Batı ülkeleri bu işin kurcalanmasına çok bozuluyor
da…
Bizim yerlilere ne oluyor!?…
Emin Batur
.
SANA SESLENİYORUM GENÇ ADAM!
Sana seslenmek istiyorum genç kardeşim. Yüreğinin derinliklerinde hissettiğin, ama hep seni rahatsız eden o soruyu sana sormak istiyorum.
Kimsin, ne için varsın, neden dünyaya geldin?
Bu dünyada şimdi sınav zamanındayız. Umarım hazırlığını yapmışsındır. Tek şıklı bir sınav sorusu… Yıllardır bilinen, ama cevabı verilirken zorlanılan bir sınav sorusu bu. Kardeşim söylermisin bana sen kimsin ? Niçin yaratıldın?
Bin dört yüz sene öncesinden gelen sese kulak ver!Yüzyıllarca bu topraklarda adaletle hükmeden bir ecdadın çocuğusun sen.
Bir dava adamı olarak hakkı hakim kılmak için mücadele eden ruha sahip bir er olmalısın!
Atalarının yolunda ilmi,bizden öğrenen adalet kavramının ne olduğunu,insan hakları ,hürriyet vs. altında Müslümanlara yaptıkları zulümleri ifade edecek kelime bulunamayan batı medeniyetinin taklitçisi bir kukla olamazsın!
Kulaklarıma gelen cevapları duyar gibiyim. Bu da sorumu arkadaşım der gibi..Tabi ki ilk önce söylediğin ecdâdın izinden giden ,dava adamlarıyız biz, peki gerçekten verdiğin bu cevapta samimi olduğuna inanıyor musun yoksa kendini mi aldatıyorsun? Bunu belirlemenin en iyi yolu buraya yazacağım suallere vereceğiniz cevaplardan geçmekte.
Bana davanızı söyleyin! Nasıl bir ideale sahipsiniz? Hedefleri yüce,rüyaları anlamlı bir insansanız ilk aşamayı geçtiniz demektir.Diğer bir aşama ise söylemlerinizle eylemlerinizi kıyaslayın sadece söz ile slogandan öteye geçmeyen söylemlerde bulunuyorsanız kendinize dava adamı diyebilirsiniz. Dava adamı dertli adamdır. Çünkü bir aşk, bir sevda adamıdır o. Eğer ki, burada da cevap doğru ise kimlik ve kişiliğiniz doğru bir yol üzerindedir demektir.
Dert edindiğin davan için ne kadar bedel ödediğin önemli… Zira dava, dava uğruna ödenen bedellerle kazanılır. İstediğimiz ve arzuladığımız şeyler uğruna yeteri kadar bedeller ödeyebildiğimiz taktirde dava adamı olduğun ortaya çıkacak, bu sayede insanlığı ağlarken değil mutluluk refah ve huzur içinde gülerken göreceksin!
Bunu başaramıyorsan ,bedel ödemeyi göze alamıyorsan sen nasıl bir dava adamı olabilirsin? Kimliğini net bir şekilde ifade edemez varlık olarak ortada kalırsın. Çünkü, gerçek DAVA ADAMI DAVASINA BEDEL ÖDETEN DEĞİL GEMİLERİ YAKIP DAVASI İÇİN BEDEL ÖDEMEYİ GÖZE ALABİLENDİR.
Neden yaratıldığımıza ve dünyaya getirildiğimize sorulara doğru cevaplamış isen, ne mutlu sana. Bu arada kimse ümitsizliğe kapılmasın! Çünkü ben çok iyi biliyorum ki bu tip dava adamları halen var, ve var olmaya devam edecek. inşallah mevlam bu aciz kuluna gerçekten davası için bedel ödemeyi göze almış insanları tanımayı ve bunlardan birisinden ders almayı, onunla birlikte ter dökmeyi nasip etti.
Hamd olsun mevlaya ve selam olsun adam gibi adam olan dava erlerine .Fî emânillah…
Ey kardeşim!
Aynada gözlerinin içine rahat rahat
Bakarak söyleyemeyeceğin şeyleri
Söyleme ve yapma; çünkü senin en
Önemli gücün, bu gözlere rahat rahat
Bakabilmende saklıdır.
(D.Cüceloğlu)
Tâha Celâl NEVRUZOĞULLARI
.
MÜSLÜMAN CELLAT BULAMAYAN İSLAM DEVLETLERİ!??
Önce bir tarihi vakıa…
Yıl 1876… Selanik’te, bir Bulgar kızı, müslüman olup bir Müslüman gencine kaçar. Bulgarlar, kızı kaçırıp bir kiliseye saklarlar.
Müslümanlar, “müslüman olmuş” bu kızı kurtarmak için, kiliseye doğru hareket ederler.Bulgarlar ve diğer hırıstiyan ahali de kiliseyi savunmaktadır.
Olaya, Alman, İngiliz, Fransız ve Amerikan konsolosluk görevilileri de katılır. Güya, gözlemcidirler. Güya arabulucudurlar.
Fransız ve Alman konsolosluk görevlileri bu hengamede ölürler. Bu ölümlerden dolayı altı müslüman tutuklanır. Tutuklulardan ikisi, Afrikalı zenci gençlerdir.
Fransızlar, tutuklu altı kişinin yargılamasını kendileri yapmak isterler. Osmanlı’ya “ültimatom” verirler ve donanmalarını Selanik açıklarında da demirlerler. Osmanlı’yı savaşla tehdit ederler.
Osmanlı, doğal olarak bu talebi elbette kabul etmez. Bu altı kişi yargılanır ve idama mahkum edilirler. Sultan Abdulaziz de “istemeyerek” idamları tasdik eder ve infazı için emrini gönderir.
Fransızlar, İdamların, Sahilde ve Fransız donanmasının görüş alanı içinde yapılmasını isterler. Aslında, başka talepleri ile Osmanlı, en oluru olarak bunu kabul etmiştir.
Sahile, darağaçları kurulur. İdamlar, Fransız donanması gözetiminde, sahilde yapılacaktır ama: İdamları gerçekleştirecek, “cellat” bir türlü bulunamaz. Müslümanlar, imanları sebebiyle, gayr-i müslim tebaa ise korkusundan dolayı, bu işe, Osmanlı tebaasından kimse razı gelmez.
Ancak: Ortada, topları şehre çevrilmiş bir düşman donanması ve savaş tehdidi vardır.
Önce:
Afrikalı iki genç yürür idam sehpasına… Sandalyeye kendileri çıkarlar: İlmikleri boğazlarına kendileri geçirirler; Sandalyelerini kendileri tekmelerler. Ardında da, kalan dört kişi, kendi idamlarını kendileri gerçekleştirirler.
Osmanlı, bu altı insanı asacak, ne mü’min bulabilmiştir ne de kendi tebaası gayr-ı müslim vatandaşını.
*************
Gelelim asıl konuya:
IŞİD şimdiye kadar kafa kesme görüntüleri yayınladı. Yüzleri kapalı bir takım insanlar, gayr-ı müslim insanların kafalarını kesiyorlar ve bunları “İslam Devleti İcraatı” olarak, dünyaya servis ediyorlar.
Her infazda, ölenlerin yüzü açık: Cellatlar ise yüzleri kapalı… Sadece, bu görüntülerde değil: Toplu infaz görüntülerinde de öldürülenlerin kim oldukları belli ve fakat öldürenler hep maskeliler.
Aklınıza getirin ki:
Batılı, onbine yakın “savaşçı” varmış… Suriye’de ve Irak’ta…
Bu onbin savaşçının üç-dört binini, kolay yoldan cennete gitmek isteyen “muhtedi müslümanlar” olduklarını “evet” kabul edelim. Geriye kalanları kimdir? Batı’nın cicim demokrasilerini bırakmış: Orada, o kadar profesyonel savaş tekniklerini öğrenmiş bu insanlar: KİM?
Batılı hükümetler: Kendi profesyonel adamlarını “müslüman kisvesinde” coğrafyamıza gönderiyorlar. Hepsi, neticede, profesyonel kişiler ve bu profesyonellikleri ile,coğrafyadaki nice insanı harekete geçirebilirler.Gerisini siz akıl ediniz.
Benim diyeceğim şu:
Coğrafyamız, evet, Batılı profesyoneller sayesinde, “kan gölü”
Fakat şu var ki: Bu kafir profesyoneller, “cellatlık” gibi pisliği aşikar olan işleri, demek oluyor ki, harekete geçirebildikleri “müslüman”lara yaptıramıyorlar.
Kafa kesen cellatların “ingiliz” olmaları başka türlü nasıl izah edilebilir ki?
Selanik sahillerine, Fransızlar çıkmışlar: Yüzlerinde maske: Kılıkları Osmanlı…
Öyle düşünün.
.
İyi ki IŞİD varmış (!)
Tarih şuuru bir milletin bugün ve yarınlarının yol haritasını çizen sınır taşlarıdır.
Kim bu sınır taşlarına dikkat eder, bunlara göre karar verir ve hareket ederse en az hata işler.
Tarih her şeyin şahididir. Tarih şuurundan yoksun olanlar her zaman aynı hatalarla yüzleşir, aynı yanlışları tekrar eder, aynı oyunlara düşer.
Asırlardır iç içe, kardeşçe yaşadığımız milletlerden birisi de Kürtlerdir. En fazla bu kardeşlerimizin tarih şuuruna sahip olmaları gerekiyor demem yanlış olmaz. Niyetim, bir milleti yüceltmek veya alçaltmak değil, tarihi gerçekleri sıcağı sıcağına hatırlatmaktır.
Uzaklara gitmeyeceğim. Sadece yakın tarihimizde yaşadığımız birkaç olayı hatırlatarak bu gün geldiğimiz noktayı analiz etmeye çalışacağım.
Osmanlının yıkılışıyla sınırları Paris ve Londra’da çizilen bir Türkiye ve Ortadoğu’da kurulan irili ufaklı aşiret devletleriyle karşı karşıya kaldık. Her ülkede Türkler, Araplar, Kürtler, Süryaniler, Ezidiler asırlardır yaşadıkları topraklarda kaldılar. O günkü şartlar gereği dünyaları oralar idi. Onlar da o dünyalarını terk etmediler.
Cumhuriyetin kuruluşuyla Kemalist, ulusalcı, ırkçı, baskıcı bir devlet anlayışı Türkiye sınırları içinde yaşayan Türkler, Kürtler ve Araplar gibi her millete kan kusturdu. Her dindara dünyayı zindan ettiler. Çünkü, o günkü devlet anlayışı tek tip bir ulus ve insan yetiştirmek için yapmadığı, yapamayacağı kötülük ve zulüm kalmadı.
Bu duruma millet olarak ilk başkaldıran Kürtler oldu. Birçok isteklerinde haklıydılar. İstedikleri anlaşılabilir şeylerdi. Devlet baba denilen asık surat bunların bu makul isteklerini yerine getirme yerine, onları yok sayarak, onlara baskı ve terör yaparak cevap verdi.
Yıllar sonra Devlet terörü karşı terörü doğurdu.
Kürtlerin içinden bir kısmı Marksist-Leninist devrimci bir yol izleyerek PKK saflarında birleştiler. Bir devlete karşı savaş yapmak öyle basit bir mücadele değildi. Para, silah, eğitim, lojistik destek ve merkez olarak kullanacakları toprak gerekliydi.Bir ara Suriye, İran kendi topraklarında ve daha sonra ABD ve batılı yandaşları da Kuzey Irakta PKK’ya yer verdiler.
PKK’yı İsrailden, Almanyaya, Fransadan Amerikaya, İngiltereden İrana kadar kullanmayan ülke kalmadı. Güya PKK da onları kullanıyordu.
Türkiye ile PKK arasında çözüm süreci devreye girince, çatışmalar ve kan durdu. O zaman bölgede hesaplar yine karıştı. Kartlar yeniden karılmaya başlandı. Ortaya yeni bir piyon çıkarılması gerekliydi. Ve şimşek hızıyla onu da çıkardılar. Adını da şimdilik İŞİD koydular.Yarın hangi rolü üslenir, hangi kılıfa girer, hangi adı alır göreceğiz.
İŞİD İrana karşı 10 yıl savaşan çetin ceviz Irak ordusunu bir kurşun atmadan teslim aldı. Yıllardır Irak merkezi hükümetiyle savaşan o meşhur Peşmerge’yi bir vuruşta yere serdi ve perişan etti. Irak ve Suriyede kendisine rakip kalmadı ve ta sınırlarımıza dayandı.
Şimdi Suriyenin Kuzey sınırlarında oturan Kürt bölgelerine geldi sıra. Türkiyeye karşı kahramanca (!) savaşan PKK gerillaları da PYD ile birlikte İŞİD fırtınasının önünde tutunamadılar. Saman çöpü gibi sağa sola dağıldılar. Şimdi İŞİD’ten canlarını kurtarmak için kaçıyorlar. Sığınacak bir Kertenkele deliği olsa oraya girecekler. Ama İŞİD ona da fırsat vermiyor ki.Gölge gibi peşlerindeler…
Sınırlarımızı zorlayan Suriyelilerin içinde savaştan kaçan, canını kurtarmak isteyen PKK ‘lı militanlar da var. Türkiye’ye kontrolsüz, kimlik tespiti yapılmadan, silahlı olarak, istedikleri gibi ellerini kollarını sallayarak girmek istiyorlar.
Sınırı korumakla görevli askerlerimize hem Türkiye tarafından, hem Suriye tarafından PKK’lılarca taşla, sopayla saldırılıyor. Bazı BDP Milletvekilleri ve Belediye başkanları da bölgede halkı her zaman olduğu gibi Hükümete, devlete ve güvenlik güçlerimize karşı kışkırtmakta, şov yapmakta yarışıyorlar. Onlar da askere taş atıyor, zorluk çıkarıyorlar.
Hala geçmişten bir ders almadınız mı?
Saddam zulmünden kaçan, Türkiye’ye sığınan 500 bin Kürdü, Suriye savaşından kaçan 1,5 milyon Suriyeliyi bağrına basan bir Türkiye İŞİD ’in önünden kaçan insanları, PKK’lı ve PYD’li kahramanları (!) da bağrına basmasını bilir. Başını sokacak bir mağara, sığınacak bir kaya parçası bulamayan meşhur(!) gerillaları da şefkat kolları arasına alır. Tarih bilinciyle hareket eden güçlü ve büyük bir Türkiye ve onun Hükümeti var karşınızda. Korkmayın!
Yeter ki, geçmişinizden ders ve ibret alın! Aynı hataları tekrarlayıp durmayın! Adam olun adam! Yoksa ona buna oyuncak, kurda kuşa yem olursunuz. Bu dünya etme bulma dünyasıdır (1.) Allah bir zalimi, öteki zalimin eliyle işte böyle cezalandırır. (2.)
Bölgemizdeki gerillaların (!), militanların(!) ve dış güçlerin hepsinin maskeleri düştü. Yüzlerindeki boyalar suratsız sıratlarından sızmaya başladı. İnsanın, ‘’İyi ki İŞİD varmış’’ diyesi geliyor.
Arif Altunbaş, Haber7. Com
Facebook; arifaltunbas @hotmail.com
Twitter @arfaltunbas
Dipnot;
“İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zalimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız.” (6/Enam, 129).
“Zalim, Allah’ın kılıcıdır. Yoldan çıkmış azgınları onunla cezalandırır; sonra o zalimden de intikamı alır.” (Hadis-i Şerif).
.
Rasim Özdenören’in düşünce dünyası
RASİM ÖZDENÖREN’İN TÜRKİYE, İSLAM DÜNYASI VE
DÜNYANIN GELECEĞİNE DAİR GÖRÜŞLERİ
Düşünce dünyasının önde gelen fikir adamlarından Rasim Özdenören, müslüman Türk toplumuna seviyeli bir sorgulama istidatı kazandırabilmek adına uluslararası çapta emek veren ve müslüman dünyayı ilgilendiren çalışmalarıyla öne çıkan bir aydınımızdır.
Özdenören, çevresi, ülkesi ve dünya ile olan iletişimini hiçbir zaman koparmamış, inzivaya çekilmemiş, sırça köşküne sığınmamış bir aydındır. Onun her zaman, dünyanın hali pür melali için söyleyecek sözü, haykıracak ideali ve savunacak davası olmuştur. Bunu da daha çok edebiyat ve düşünce dünyasına kattığı kitapları, yazıları, hikayeleri ve denemeleriyle dile getirmiş, aktif bir kalem olarak inançlı bir insanın çevresi ile olan güçlü bağlarını ortaya koymayı başarmıştır.
Özdenören, müslüman dünyayla ilgili görüşlerinde, öncelikle İslam’ın kendi hedefini ve amacını kendisinin belirlediğini söyler. İslam dünyasının temel düşünce sorunlarına değinirken, Mehmet Akif’ten, Muhammed Abduh’a Müslüman Kardeşler’e kadar varan bir eleştiri dili ortaya koymuştur. Samimiyetin ve rızanın gerçek İslam algısı ile ortaya konulabileceğini söyleyen Özdenören, İslam’a ait kavramların içinin boşaltıldığını, vahyin kaynağından uzaklaşıldığını ve yamalı ideolojilere kurban giden yönetimlerin müslüman samimi halkı kendi çıkarları için kandırdığından bahseder. Daha çok, problemlerin tesbiti, kaynağı ve çözüm yolları üzerinden bir yol takibeder.
İslam’ın gereği gibi yaşanabilmesinin ancak gerçek kavramlarının hayata geçirilmesiyle mümkün olabileceğini belirtir. Batı’dan alınan diğer kavramlar gibi demokrasi, laiklik ve benzeri kavramların Türkiye’de ideolojik birer algıya dönüştüğünü belirtir.
Özdenören’e göre; Batı hıristiyan toplumlarının modern kavramlarla kendilerine kurdukları yönetim şekli, sınıfçı, sömürgeci, ırkçı ve ayrılıkçı yapısıyla islami yönetim şeklinden tamamen uzak bir yapıya sahiptir. Bu durum, aynı zamanda bütün karmaşanın da nedenidir. Bir düşünce adamı oluşunu edebi alandaki hassasiyetleri ile taçlandıran Özdenören’in, kavramların yeri, kökeni ve derinlikleri üzerinde bu denli hassas olmasının nedeni, kavramların yolaçtıkları yanlış hayat algıları oluşudur.
Yanlış hayat algısı, ne İslam’ın ne de başka bir düşünce dünyasının doğru anlaşılmasına olanak sağlar. Bu ise, tamamen yanlış atılan temellerin üzerinde yükselen bir hayat tarzı demektir ki Özdenören, kitaplarının tamamına yakınında bu tür çelişkilerden bahsetmektedir. Dünyanın geleceği konusunda çizdiği karamsar tablonun, verdiği sağlam referans ile hayat bulacağını, dirileceğini ve hastalıklarından kurtulacağını ifade eder.
Özdenören, dünyanın geleceğine dair düşüncelerini açıklarken öncelikle kavramların yerli yerine oturtulması üzerinde durur. Demokrasi, laiklik, eşitlik adalet gibi kavramların bizde, Batı’daki gibi yorumlanmadığını söyler. Mesela din otoritesi olan kiliseyle, devlet otoritesinin ayrılmasının Batı’da laiklik kavramıyla karşılığını bulduğunu, oysa Türkiye’de din ile devlet ayrışması şeklinde zuhur ettiğini belirtir.
Aynı şekilde, Fransız İhtilali’nin ürettiği kavramlardan bahsederken de, adalet, müsavat, hürriyet, uhuvvet gibi kavramların İslam’daki karşılığı ile Fransız İhtilali ve Batılı anlamdaki karşılığının içerik bakımından büyük farkları olduğunu belirtir. Türkiye’de bugün gelinen noktanın, o günkü kavramların doğru düzgün bir şekilde ele alınmamasından kaynaklandığını söyler.
Siyasal fikirlerinde ‘radikal’ Özdenören’i bulmak mümkündür. Özellikle siyasi partiler konusunda hem dünyada hem İslam coğrafyasında hem de ülkemizde varolan yapıyı eleştirirken, referansların doğru alınmasından yanadır. Özdenören için tek referans İslam ve onun öğretileridir. Türkiye’deki siyasî partilerin mecliste kendi gruplarıyla yer alırken her ne kadar sınıfçı bir yapıdan uzak bir tablo sergilermiş gibi görünseler de bunun inandırıcı olmadığını söyler. Partilerin bütünleştiren değil aksine bölen bir yapı arzettiklerini ifade eder.
İslamın önünün demokrasi ile açılacağı yanılgısına düşüldüğünü belirten Özdenören, halen mevcut anayasal düzenin antidemokratik olarak düzenlendiği için demokrasi ile uyuşan hiçbir yanının olmadığını vurgular.
Türkiye’de laik sistem içinde İslamî alt yapının tamamen sakat bir gidişat arzettiğini, sistemin dayattığı şeklin insanların özgürlüğünü kısıtlayıcı bir işleyişle sürdüğünü, demokrasi ile İslam arasında bir temas noktasının bulunmadığına işaret eder. Hatta diğer Batı kavramlarıyla da temas noktasının bulunmadığını söyler. İslamda var olan tecdit kavramının her zaman kişileri özeleştiriyle birlikte yenilenmeye açık hale getireceğini, fakat demokraside bunun bir yere kadar olduğunu belirtir.
İçtihadî olmanın önemine değinen Özdenören, ümmet olma yönünde değişik fikirler sunulmasından yanadır. Bugün dünyada gerçekten Allah’ın istediği gibi islami bir düzenin hüküm sürdüğü bir ülke bulunmadığını belirtirken, İslam ülkesi olarak isimlendirilen hiçbir ülkenin yönetiminin bu hassasiyeti göstermediğine vurgu yapar.
Bugün, modern dünyanın ‘radikal’ diyebileceği bu fikirler, Özdenören için hayatidir ve dünyanın gidişatı da bu fikirlerin yerli yerine oturmasına bağlıdır.
Dünyanın gidişatı ile ilgili olarak daha çok ‘tesbit’ düzeyinde görüşlerini açıklayan Özdenören, Batı’nın gidişatı konusunda daha da umutsuzdur. 70’li yılların başında Amerika’ya giden Özdenören oradaki hayat tarzının servet, fuhuş ve israf üzerine kurulu olduğunu, özgürlüğün bir insani gereklilik değil de insanın hayvani yanının sınırsızca kullanılması olarak algılandığını görür. Yalnızca görünenden ibaret olan bu özgürlük kavramı Batı için bir yıkımı da beraberinde geitrecektir. Gördüğü bu hastalıklı yapının, İslam’ın temel değerlerinden uzak oluşla yakından ilintili olduğunu savunan Özdenören, yukarıda değinildiği gibi aslında bütün bir insanlığın bu ulvi sese muhtaç olduğu üzerinde ısrarlıdır.
Özdenören, Batı’nın islami düşünüşe uygun ele aldığı her bilgi ve yöntemi profanlaştırdığını, içi boş kalıplar halinde dünyevi bir anlayışla doldurulduğunu, mutlak bilginin Batı’da ve Doğu’da layıkıyla değerlendirilmediğini söyler.
Batının bu handikapının, İslam düşüncesine olan uzaklığından kaynaklandığını belirtir.
Türkiye’nin geleceği için yasal partilerin İslam’ı öne sürerek bir birlik ve beraberlikten söz ettiklerini, oysa bunun yalnızca sözden ibaret olduğunu, yine mevcut düzeni devam ettirici yönde bir çalışmaya gidileceğinin altını çizer. Özdenören bir röportajında; 1972’de Milli Selamet Partisi’nin kurulması aşamalarında yakın arkadaş grubu olan Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Akif İnan, Alaaeddin Özdenören, Mustafa Yazgan, Bahri Zengin, Cevat Ayhan, Kahraman Emmioğlu, Nazif Gürdoğan, Musa Çağıl gibi isimlerle istişarelerde bulunulduğunu söyler ve bu siyasal yapıya esaslı itirazlarda bulunur: “Kurulacak olan bu partinin nihai hedefi nedir? Verilen cevap: Nihai hedef elbette ki İslam’dır. Şahıs isimleri vermiyorum, aşağı yukarı kişiler belli… Dedim ki o zaman böyle bir parti kurulduğu takdirde; bir, Müslümanlar kendileriyle çelişkiye düşmüş olurlar. İki, alelumum Müslümanları da aldatmış olurlar.”
Bu çelişkinin sebebini; kurulan partinin hedefi İslam gösterdiğini, fakat mevcut anayasal düzenin ilkeleriyle hareket etmekle yükümlü olduğunu, bu yüzden söyledikleriyle yaptıklarının birbirini tutmadığını belirtir. İkinci çelişki daha fazla vebal taşıyan bir çelişkidir, Türkiye müslümanları dünya müslümanlarına örnek teşkil etmeleri bakımından bütün hareketlerinden sorumludurlar.
Müslüman aydınların birbirine güvenemeyip, harekete geçememelerinin sebebi olarak 40’lı yılların etkisinin hala üzerlerinden gitmemesine bağlayan Özdenören, örgütsüzlüğün de buna sebebiyet verdiğini söyler. Müslümanların örgütlü yapısının güçlü bir iradeyi de beraberinde getireceği konusunda ısrarlıdır.
Günümüz İslam dünyasında materyalist bir anlayışın hakim olduğunu, asr-ı saadet müslümanlarının en kötü şartlarda dahi çaba göstermenin yolunu aradıklarını, günümüz müslümanlarının ise olaylar karşısındaki tavrı ile onların tavrı arasındaki farkın büyüklüğüne işaret eder. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu Mekkî sürece benzeten Özdenören, bunun iyi algılanması için meselelere uç noktalarda bakılması gerektiğini söyler. Uzlaşılamayan gerekçelerin mevcut işleyişe göre değerlendirildiğini söyler.
Mesela başörtüsü gerekçesinin insan haklarına dayandırılarak açıklanmaya kalkışılmasının yanlışlığından bahseden Özdenören örtünün İslam’ın emri olduğunu ve insan hakları için örtünülmediğini söyler. Bu yüzden dinî bir emrin, ilahî olmayan bir mercide çözümünün aranmasının tamamen yanlış bir yöntem olduğunu belirtir. Ve hatta islamın içinde böyle bir emrin olmadığına dair çözümlerin dayatılarak, insanları buna inandırmaya çalıştıklarını bunun da ayrı bir garabet olduğunu söyler.
1979’da Akıncılar Dergisi’nde çağlarüstü bir nizam olarak İslam’ı gören Sadık Albayrak, Arif Altunbaş, Zeki Can, Akif İnan’la birlikte Rasim Özdenören de bulunur. Dergi, dünya müslümanlarına ve islamî hareketlere yer veren bir içeriğe sahiptir. Dünya müslümanlarının sorunlarını, dertlerini, modern dünya karşısındaki duruşlarını ve sorunlar karşısında ürettikleri çözümleri sorgular. Özdenören’in İslam ülkeleri ile ilgili kuşatıcı tahlillerinin olduğu yazılarla da okuyucusuna ulaşır. Özdenören, dünyanın geleceğinin müslümanların geleceğine bağlı olduğunu, müslümanların ise ilahi vahye sırt çevirmelerinden dolayı bir türlü bellerini doğrultamadıklarını ifade ettiği yazılarında, referans olarak bütün dünyanın kurtuluşu için İslam’ı gösterir.
Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler, isimli kitabında çağımız müslümanlarının aslolan problem alanlarının ne olduğuyla ilgili fikirler ortaya koyan Özdenören, dünyanın geleceğine ilişkin tesbitlerinde karamsar tablolar çizse de her zaman tek bir adrese vurgu yapar. Adres bellidir ve her insanın mutluluğu İslam’dadır.
Özdenören, özellikle 2000 yılından sonra yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada dinî bir yükseliş olduğunu, yapılan kamuoyu yoklamalarında insanların daha muhafazakar bir dünya istedikleri yönündeki çıkarımları olumlu bulur. Bu çıkarımları tahlil ederken, insanlığın ‘izm’lerle yıldızının bir türlü barışmadığını, insanların kendi fıtratlarını aradıklarını ve bütün beşeri sistem arayışlarından yorgun düştüklerini ifade eder. Özellikle 90′lardan sonra ideolojilerin çökmesiyle insanların büyük bir boşluğa sürüklendiklerini kaydeden Özdenören, insanların yeniden arayış içine girdiklerine vurgu yapar.
Özdenören’in, dünyanın geleceğine, İslam ülkelerine ve üzerinde yaşadığı topraklara dair düşüncelerinin temelini oluşturan İslam referansı, onun bütün eserlerine yansımış ve bireysel plandan başlamak üzere, toplumsal alanlarda da bu referansın sağlam ilkeleri ile güçlü bir gelecek kurulması projesi çizilmiştir. Bu konuda her aydın düşünce adamının sorumluluk yüklenmesi gerektiğini savunmuş ve kendisi de bu konuda üzerine düşen sorumluluğu üstlenmiştir.
Semiha Kavak
Hece Dergisi 2011
Rasim Özdenören Özel Sayısı
.
TANZİMAT HASTALIĞI”, AKIL SATAN “GURU”LAR VE ŞEHİRLERİMİZ…
Kendi şehir ve medeniyet birikiminden, yönetim geleneğinden habersiz, ondan nefret eden kimi gazeteci-yazarlarımız, hâlâ Tanzimat aydınlarının artıklarıyla geçindiklerinden, Batının çöplüğünde gıda aramakla meşguller. Öyle ki, modern kapitalizmin “kazanmak için her şeyi tüket, tahrip et ve yok et!” felsefesiyle yola çıkıp dünyaya vahşi başarı öyküleri pazarlamak için dolaşan ve dolar karşılığı akıl satan batılı yönetim gurularının en fazla akıl sattığı ülke-lerden birisi haline geldik. Gün geçmiyor ki, holdinglerin özel mahfillerinde, üniversitelerin kampüslerinde, yerel yönetimlerin kültür merkezlerinde bu pazarlamacı gurular bir kasaba işportacısı gibi çantalarını açmasın. Tabii müşterisi bol olan metaları böylece zayi olmuyor. Bir münekkidimizin deyimiyle;“Efendisinin ilâçlarını çalıp içen ahmak uşak”ların bol olduğu bu ülkede pazara sunulan metalar da çeşitleniyor…
Herkese sunulacak metaları olan bu pazarlamacı gurulardan ‘Dünya Rekabet Merkezi Direk-törü’yle birkaç ay önce ‘Perakende Liderler Konferansı’ için bulunduğu ülkede bir TV muhabi-ri röportaj yapıyor. Kendisine “kentlerimiz giderek devleşiyor, çevre sorunları artıyor. Bu konuda çözüm önerileriniz nedir?” sorusunu soruyor. Bu soru, uzaydaki başka bir galaksiden gelen bir yaratığa sorulsa bu kadar tuhaf karşılanmaz zannediyorum. Bu yönetim gurusu da, “Esas sorun bir şehri nasıl yöneteceğiniz. 20 yıl sonra neler olacağına dair plan yapmalısınız. Eğitim kurumlarınız bir şehrin nasıl yönetileceğini düşünmeli ve bu konuda çalışacak diplomalı insanlar yetiştirmeli”şeklinde beylik bir genellemeyle cevap veriyor.
Tabii gurunun bu cevabı herhalde “müthiş, orijinal, harika” kabul edilerek, Türkiye’de düzen-lenen ve düzenlenecek çevre ve şehircilik çalıştaylarında, konferanslarda referans kabul edi-lecek ve göndermeler yapılacaktır (!)
Söz konusu Guru’nun bu sıradan sözünü kesip,günümüzden biraz koparak tarihi süreçte biraz geriye gedelim…
Ait olduğumuz tarih ve medeniyet birikiminin erken Cumhuriyet döneminde önce red, sonra imha için öncelikle başvurulan tarihî şehirleri yıkmak yerine, batılı şehir plancısı ve mimarlara yeni şehirler planlatarak yeni rejimin temellerinin tahkim edilmesi hedefleniyordu. Gelecek nesillerin zihinlerine tarihe ait bir iz bile düşmemesi için girişilen şehir katliamları öyle vahşi boyutlara ulaşmış ve vahim sonuçlar doğurmuştur ki, bu sonuçları İstanbul, Konya, Diyarbakır, Bursa, Amasya, Trabzongibi şehirlerimizde görmek mümkündür.
Ancak, Falih Rıfkı’nın “Çankaya”sında anlattığı bir olay var ki, bize ait olmayan şehir modellerinin transfer ve eklemleme ile bu topraklarda yeşeremeyeceği ve yaşayamayacağına dair önemli bir itiraf niteliğindedir. Şunları söylüyor Falih Rıfkı:
“Sabit olmuştur ki, Mustafa Kemal, şapka ve Lâtin harfleri devrimlerini başarabilecek kadar kuvvetli bir idare kurmuş, fakat bir şehir plânını tatbik edebilecek kuvvette bir idare kurama-mıştı. Çünkü bu, Atatürk’ün devrimleri ile halletmeğe çalıştığı medeniyet ve kültürün mesele-sidir.
Şimdi İsrail Akdeniz kıyılarında tam Yansen prensiplerine göre yepyeni bir şehir kurmak üze-redir. Plânlarını Avrupa gazetelerinde gördüm. Bir gün gıptalar içinde onun seyrine gideceğiz. Hırsızlar ve gericiler olmasaydı, o şehrin daha büyük, daha zengin ve daha tamamının çoktan Anadolu yaylasında kurulmuş olacağını düşünmeyeceğiz bile…İsrail, bir uçumluk ötemizde, halledilmiş medeniyet ve kültür davalarının hayır nimetlerini biçmektedir. Biz 1952’de ve her işimizde bile Amerika’yı yeniden keşfetmeye çalışmıyor muyuz?”
İsrail, Batılı ama ‘Yahudi orijinli, kendine özgü’ bir zihniyetle şehirlerinin kurucu iradesini değil, teknik inşasını batılı şehircilere ihale ediyor. Falih Rıfkı’nın yakındığı hırsızlar günümüzde de var, gericiler de kompleksleriyle malûl olarak kendi köklerinden utanıp, yabancı iklimlerin ürünlerine gıpta ediyor!
Üstad Necip Fazıl da “İdeolocyaÖrgüsü”nde bu konuya vurgu yaparak; “Tarihimizde İnkılâp âbidelerini bile ecnebi mütehassıslara yaptıran devrin, bu milleti müstemlekeleştirmekten başka gaye gütmeyici ruhu” der ve devamla; “Milli olmak iddiasında bir inkılâp, kendi abide-lerini ecnebilere ısmarlamakla, kendi bakilerini kadınlığa irca için ecnebilere müracaat etmek arasında bir fark bulunduğunu iddia edemez. Biri maddede oluyor, öbürü mânada…” hükmünü verir.
Başta merkezî yönetim olmak üzere, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, yerel yönetimler, TOKİ ve diğer ilgili kurumların idrak yolları, ne yazık ki, Falih Rıfkı’nın bahsettiği “şehirciliğin bir medeniyet ve kültür meselesi” olduğunu anlayamayacak kadar iltihaplıdır. Onun içindir ki hâlâ hastalıklarına reçete için ‘suyun öte yakası’ndan medet umuyorlar.
Bu Tanzimat hastalığı ne yazık ki şehirlerimizde zaman, mekân, ruh, kimlik bırakmadı.
Bugün de zihin ve göz hastalığı nedeniyle kendi şehir birikimini görüp anlayamayan yerlilerin ülkemizin bütün şehirlerini ithal akıllane hale getirdiğini görüyoruz. Bu katliamı (sürekli vurgu yaptığımız gibi) tarihte Haçlılar ve Moğollar ancak yapabildi.
Bütün bir medeniyet coğrafyasında yeryüzü ve iklim şartlarına göre oluşturulmuş müthiş bir şehir stoku son kalıntılarıyla bugüne ve yarına mesaj verirken,halâ kendi mimar ve şehircile-rini ortaya çıkaramamış bir ülkenin Tanzimat hastalığını uzun süre daha yaşayacağını zanne-diyoruz.
Yalnız bu kez durum farklı. Artık hastalık doğrudan ithal edilmiyor. Derisi yerli ama zihniyeti yabancılaşmış işbirlikçiler eliyle şehirlerimiz yok ediliyor. Siyasiler, yerel yöneticiler, ilgili bakanlıklar, TOKİ ve bunlarla ilişki halindeki mimar ve müteahhitlerinüşüştüğü/yok ettiği şehirler adeta savaş sonrası ceset tarlalarını hatırlatıyor.
Başta Falih Rıfkı olmak üzere, dönemin tüm siyasileri, aydınları, vs. yeni rejiminkültür ve medeniyet temellerinin ne ile inşa edileceğini, yâni (kendi deyimiyle) “halledilmiş kültür medeniyet dava”larının özümsenmesiyle başarılabileceğini iliklerine kadar hissettiler ve ona göre davrandılar. “Yeni rejim adına” tahrip ettiler, yok ettiler, yerine ithal inşalar gerçekleştirdiler ama sonuçta istediklerini çok fazla elde edemediler.
Buna karşılık günümüzde Yeni Türkiye nakaratlarına rağmen, bu konuda öncelikle yeni bir zihniyetle işe başlanması gerekirken, ne yazık ki bize ait medeniyet kodlarından kaynaklanan şehircilik zihniyetinden hiçbir kesit “Yeni Türkiye’nin vaizleri”nde yok! Tıpkı 90 yıl önce “Yeni rejim”in vaizlerinde olmadığı gibi!
Slogana hapsedilmiş bir zihniyet yeni idraklere değil, ancak yeni sloganlara kapı açabilir.
Nerede kaybetmişsek orada aramak, nerede yıkılmışsak oradan kalkmak zorundayız. Şehir ve medeniyet davası da yıkıldığımız yerin ana eksenidir.
Hal böyle iken, akıl satan guruların pazarı haline gelmiş Türkiye’de, şehir ve medeniyet hazi-nelerinden habersizliğin bizi yeni Tanzimat sendromlarına götürmeyeceğini kim söyleyebilir?
Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com
.
CHP-PKK birlikteliğinin mazisi
Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti 27 Mayıs 1960’ta yıkıldı ve yerine yeni bir devlet kuruldu. 7 Ocak 1961’de gazetemiz AKŞAM’ın manşeti ‘İkinci Cumhuriyet’in temeli atıldı’ şeklindeydi.
Kayahan Uygur, Akşam
.
2. Kurban Necip Fazil Kisakürek
İKİ KURBANLIĞIN ÇOCUĞU:MEHMET AKİF ERSOY VE NECİP FAZIL KISAKÜREK
II.ÇOCUK:NECİP FAZIL KISAKÜREK
Dışarıdan Osmanlı Cihan Devletinin kadim düşmanları, içeriden de Jön Türkler, İttihat ve Terakkiciler, Rum,Ermeni artıkları ve en önemlisi de Yahudi dönmesi Sabetaistler Osmanlıyı ipe çekip ardından da lime lime doğradılar.Osmanlının rahminden çıkan rüşeym(oğulcuk)Necip Fazıl’dı. Öldürmediler,öldüremediler.
‘Onu kendi dünya görüşümüzde büyütürüz! Onu kendi fikriyatımızın borazanı yaparız!’ diye düşündüler.
Nitekim bir müddet başardılar da… Onu ‘kadın bacakları’ üzerine şiirler yazan, bohem hayatı yaşayan, “İşte felaketim!…Kendimden kaçmak ve içimdeki sabit fikirleri uyutmak için bende ilaç haline gelen gebertici zehir…” dediği kumar… “Beni çürüten, şahsiyetimi lif lif yolan, dış hayata ve cücelere karşı müdafaalarımı tek tek düşüren bu zehir,şeytanın içime girmek için ruh kalemde açtığı en büyük gedikti.” (O ve Ben/sh:73)
Kumar oynadığı,kadınlara meylettiği, İslam dışı bir hayat yaşadığı dönemlerde “bir mısra-ıTürkün şerefini kurtarır” diye onunla övünenler Cumhuriyet devrinin şeytani ağızlarıydı. İçindeki şeytandan zehirlerdi. Fazla uzun sürmedi bu efsun. 1934 yılına kadar ancak sürebildi. Yani 29 yıl. Cumhuriyetin pozitivizm alayişleri 29 yıl uyutabildi genç Necip’i… Aklı olan için aslına dönme vakti gelmişti artık. Dünün ‘bohem şairi’ bu gün küfrün kal’alarını sarsan,en çokta içindeki şeytanları oklayan biri olmuştu. Ne var ki yalnızdı. Molla Said ve birkaç dava erinden başka kimse yoktu ortalıkta. Manzara çok korkunçtu.
İçerideki manzara:
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları.
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…
Dil ve tarih politikası noktasında Cumhuriyet rejimi, aslını inkar eden haramzade pozisyonundaydı. “Bülbüllere emir var,lisan öğren vakvaktan;Bahset tarih;balığın tırmandığı kavaktan.” Yüceler cüce, cüceler yüce gösteriliyordu. Türk Dil Kurumunun başında bir Ermeni:Agop Dilaçar; Türk Tarih Kurumunun başında bir Rum: Emilius Oktavyus(Emin Oktay) vardı.
Siyaset,kavasların ve rakkaselerin elindeydi sanki. “Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilaç;Serbest verem ve sıtma,mahpus gümrükte ilaç…” İlaçlar, kulaklara yerleştirilen şeytani gümrük tıkaçları yüzünden bir türlü ruhlara intişar edemiyordu.
“Yeni çirkine mahkum, eskisi güzellerin;Allah kuluna hakim, kulları heykellerin!” Kulların heykelleri Allahın kullarından daha muteber ve üstün kabul ediliyordu.
İşte, kendisine ‘Bay Necip’ diyen Üstad Necip Fazıl, böyle bir dönemde, devrin devrimbaz ve aynı zamanda küfürbazlarının karşısına dikilecek ve “Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım; Mukaddes emanetin dönmez davacısıym” diye haykıracaktı.
Zindandan Mehmed’e Mektup şiirinde kendisini ve İslam genci Mehmetleri şöyle tanımlayacaktı: “Sen bir devsin, yükü ağırdır devin;Kalk ayağa,dimdik doğrul ve sevin…”
O bir devdi gerçekten. “Ne var lafı boş yere evirip çevirecek? Öyle devrimdir ki o devrimi devirecek!”
Devrimi devirecek devrimin peşindeydi. Kalplerde yapılacak inkılabın…
Devrin yaşayan ve ölen yobazlarıyla ömrü boyunca savaştı. ‘Ölen’, diyorum; öldüğü halde mezardan idare etmeye kalkanlar vardı…
Nice yıllar hapislerde yattı. Dergisi defalarca kapatıldı. Ama o, şuurlu ve inançlı bir Müslüman’ın ne kadar güçlü olduğunu mücadelesi ve azmiyle gösterdi. Yılmadı, eğilmedi. Kınayıcıların kınamalarından çekinmedi. “Kendine de şiirine de yazık etti” diyenlere inat Allah ve resulünün yolunda yürüdü.
Bir gençlik yetiştirmekti sevdası: “Mürekkebi yetmezse ciğerinden kan çekerek” yazacak ve o gençliği yetiştirecekti. Ve bir gün “Kim var! Diye bağırıldığında,sağına soluna bakmadan “BEN VARIM” diye ortaya çıkacak bir gençlikti yetiştirmeye uğraştığı. Adını da ‘Büyük Doğu Gençliği” koymuştu.
O gençliktir şimdi Üstad’ın: “Vatanımda sular akar başıboş, Herkes birbirine bakar başıboş” deyişindeki işaret ettiği suların önüne setler kuran…
O gençliktir onun “Ustada kalırsa bu öksüz yapı, Onu sürdürmeyen çırak utansın” deyişine karşılık o yapıyı, o inşaatı sürdüren…
Ve,
O gençliktir:Yüz üstü çok süründün diyerek Sakarya’yı ayağa kaldıranlar…
Hülasa; İstikametiniz düzgün ise, Allah ile aranız iyiyse, davanız İslam ise, hiçbir bıçak sizi kesmez, hiçbir ateş sizi yakmaz.
Ne mutlu Mehmet Akif ve Necip Fazılı anlayana ve o mücadele azmini benimseyenlere…
.
İslam Medeniye’tinin yeniden dirilişi
Hiçbir medeniyet yalnız başına doğmaz, doğuşu ve gelişmesi esnasında İslâm Medeniyeti, dört medeniyet veya kültürle karşılaştı. Bunlar: 1. Bizans (Yunan), 2. İran, 3. Hint ve 4. Çin Medeniyetleri idi.Hermüspet yönde etkilenmiştir. Kendi içine kapalı bir medeniyetin doğup büyümesi, gelişmesi mümkün değildir. Müslümanlar eski medeniyetlerin fikirlerinden tercümeler sayesinde haberdar olmuşlardır. Eski Yunan’dan bir çok eser Arapçaya çevrilmiştir. Bu çeviriler bir uyanış devri başlatmıştır. Müslümanlar, Sicilya ve İspanya’yı fethi sonrası bu klasik eserleri Avrupa’ya tanıttılar.
Bu süreçten sonra Batılılar eski Yunan eserlerini öğrenmek için Arapça öğrenmeye başladılar. Bunun sonucunda Batı’lılar İslâm’ı da tanımış oldular. Bu tercüme çalışmaları uzun süre devam etti. 900 yılına kadar süren bu çalışmalar sonunda Müslümanlar, Yunanca, astronomi, matematik, tıp ve felsefe eserlerinin çoğunu Arapçaya tercüme ettirdiler. Hatta bu amaçla Mem’un Bağdat’ta bir kütüphane, akademi ve tercüme bürosundan oluşan “Darül Hikme” adı verilen kurumu kurdu. Bu tercümeler sayesinde Yunan klasikleri günümüze kadar ulaştı. İslâm Medeniyeti, Asya, Afrika ve Avrupa’nın önemli bir kısmını içine almakla kalmamış, aynı zamanda başka ve özellikle günümüz Avrupa medeniyeti olarak bilinen Batı Medeniyeti’nin gelişmesinde de önemli rol oynamıştır.
Müslümanlar fen, ilim, sanat, iktisat, tıp, edebiyât, felsefe gibi ilimlerde en büyük medeniyeti kurmuştur. “Müslümanlar , şehircilik, bayındırlık, maden işletmesi deri imalatı ve ipek sanayinde de Batılılara çok şey öğrettiler. Bugün Avrupalıların kullandığı rakamları önceleri Hintliler, sonra Müslümanlar kullanmıştı. Bu rakamları Batılılar Müslümanlardan öğrendiler. Hele tıp ve eczacılıkta daha önce de belirttiğimiz gibi İslâm bilginleri Ortaçağda büyük hamleler yaptılar. Batılılar eczacılıkta İbni Zuhr’dan faydalandılar. Tıpta Ebu Bekir Muhammed bin Zekeriya Ar. Razi’nin ilminden faydalandılar. Musiki alanında ilk kez sol anahtarını ve bazı notaları Müslümanlar kullandılar. Ebul Ferec Ali B. Muhammed’in “Mecmuat al-Elhan’ı” ile Farabi’nin “Kitabı al-Musiki”si Latinceye çevrildi. Bu eserler müzik alanında Batılılara ışık tuttu
Milat Gazetesi, Hikmet Kızıl
.
Gezi notları, Cavit Okurla buluşma
Fethiye’den ayrılış Cavit Okurla buluşma
Fethiye İngiliz sakinlerinin çokluğundan dolayı, demografik açıdan Londra yakınlarındaki bir İngiliz kasabasını andırıyor. İngiliz turistler çoktan benimsemiş burayı. Evlilikler almış başını gitmiş. Sadece İngiliz kadınlar Türk erkeklerle değil, İngiliz erkeklerin Türk kadınlarla evliliği de yaygın. İslami yaşam tarzı ve şuuru olmayan ortalama insanlar rahatsız değil. Bu tip insanlar işinin yürüdüğüne bakıyor. İngiliz turistlerin Pazar ayinleri için Kiliselerinin olup olmadığı sorum muallakta kaldı. Doğru dürüst bir cevap alamadım. Turizm ciddi bir gelir kaynağı. İşsizlik yok denecek kadar. Kışın nüfusu düşüyor yazın artıyor.
Sosyal paylaşım sitesinden Fethiye’de olduğumu öğrenen Cengiz Kaya evine davet etti. Fethiye’de öğretmenlik yapıyormuş. Aradan 30 yıl geçmiş. Erzurum Felsefeyi kazandığımda üniversiteye kayıt yaptırmak için Isparta’dan bindiğim otobüste Burdurlu Cengiz’de vardı. Ancak kısa süreli bir diyaloğumuz olmuştu. O Trabzon’a bende bir yıl sonra İzmir’e gittiğimizden irtibat kopmuştu. Cengiz’in evi çok güzel verandalı. Çay ikram ediyorlar, doyumsuz bir sohbet sonrası, Allah nasip ederse seneye buluşmak üzere vedalaşıyoruz.
Fethiye’den ayrılıyoruz. Yörüklerin memleketi belleğimizde, güzel bir anı yumağı. Dostluklar, resimler ve sahilinden itina ile toplanmış küçük şahane taşlar… Hedefte Muğla var. Yolumuz sabah kahvaltısı için Köyceğiz’e düşüyor. Oranın pazarı ve kalabalık. Zar zor kalabalıktan sıyrılıp karnımızı doyuracak bir lokantaya kapak atıyoruz. Karnımızı doyurduktan sonra ben tütüncü arıyorum, eşim çocukların sağlıklı gelişimi için arı sütü. İkimizde aradığımızı buluyoruz. Öğle üzeri Muğla’ya vardığımızda ilk işim yıllardır tanıdığım Cavit Okur’u aramak oluyor.
Cavit Abi Sütçüler Kesmeli. Uzun yıllardır Muğla’da yaşıyor. İmam Hatip Lisesinde idarecilik yaptığından bölgede onu tanımayan yok. Türkiye’de MTTB camiasının önde gelen isimlerinden. Tarihe İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’ndeki boykotla geçen Cavit Abi, güler yüzle karşılıyor bizi. Muğla merkezdeki ofisinde dinlenmek fırsatını buluyoruz. Kendisi Basın Yayın Enformasyon Muğla Müdürü. Gelen giden eksik değil. Cavit abi dert babası. Muğla’nın Marko Paşası sanki. Kimseyi boş çevirmiyor. Yemek ikramını kısa süre önce Köyceğiz’de yediğimizden geri çevirmek zorunda kalıyoruz. Yorgunluğumuzu alan demli çayları, soğuk sular taçlandırıyor. Sohbetimiz koyulaştıkça ortak tanıdıklarımızı yâd ediyoruz.
Ben, Ezcümle dergisinin muhtelif sayılarından bir kaçını takdim ettikten sonra, yüzümü kızartıp hediye edeceği kitap var mı yok mu diye soruyorum. Önce Karınca dergisini uzatıyor bana. İlk sayısı Mayıs 2014’te neşredilmiş. Kapağında “Yine Yeniden İmam Hatipler” başlığı dikkat çekiyor. Muğla merkezli bir dergi. Derginin “Karınca İmam Hatip Gönüllüleri ve Sosyal Yardımlaşma Derneği”nin yayını olduğunu künyesinden öğreniyorum.
İmtiyaz sahibi Sayim Akdeniz, editörü İskender Işık. Dergi, yayını olduğu derneğinin ilkelerine uygun münderecata sahip. Dergiyi karıştırırken Köyceğiz İmam Hatip Lisesinden mezun olduktan sonra Ege Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanan, sonrada Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi dekanlığına kadar yükselen Prof Dr Ramazan Akdemir’le ilgili yaşam öyküsü dikkatimi çekiyor. Hafızamı yokluyorum, Ramazan Bey İzmir’den tanıdık bir isim gelmiyor. Demek ki farklı camiaların içinde bulunmuşuz.
Cavit Okur’la yapılan söyleşi hemen dikkat çekiyor. Takdim yazısı da söyleşiyi okunur kılıyor. “O öğrencileri ile yapacağı sohbete boş gitmemek için cebindeki son parayı kuru pastaya veren, ömrünü öğrencilerine adamış, İmam Hatip neslinin yetişmesinde büyük emekleri olan bir eğitim ve dava adamı.” Cavit Abiden Muğla tarihi ve kültürü ile ilgili kitapların yanı sıra Arif Altunbaş tarafından yazılmış, Sezgenç Yayıncılık tarafından neşredilmiş, “The Paralel Cemaat” isimli kitabı da alıyorum. Günler sonra okuduğumda Cavit Okur’un ağzından İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’nde öğrencilerin başlattığı boykotun, İzmir’de vaizlik yapan ve yeni yeni cemaatini temellendiren Fethullah Gülen tarafından nasıl sabote edildiğini öğrenince, şaşkınlığım tavan yapıyor.
Cavit Okur’dan sonra halamın oğlu Hasan Hüseyin Uysal’a telefondan ulaşıp Muğla’da olup olmadıklarını öğreniyorum. Muğla’dayız buyrun diyor. 3 sene önce düğünlerine gittiğimiz evi bulmak zor olmuyor. Eşiyle birlikte izzeti ikramda bulunuyorlar. Evlerinin önünde kendiliğinden yetişen Biberiye bitkisinden eşim bir hayli topluyor. Isparta usulü mükellef bir sofra donatıyorlar. Helalleşip yollara düşüyoruz çünkü o gün akşam İzmir Selçuk öğretmenevinden ücretini günler öncesinden yatırarak yer ayırttığımızdan, geceleme tekliflerine canı gönülden teşekkür ediyoruz.
Ömer Çelikdüzen
.