|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.
|
|
İman, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsini kabul etmektir.
|
|
|
İman, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsini kabul etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şübhe etmek küfrdür. Çünkü, Resûle inanmamak veya itimâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusurdur. Kusuru olan kimse, Peygamber olamaz.
İmanda azlık, çokluk da olmaz. İmanın kendisi, az veya çok olmaz. Azlık, çokluk, imanın parlaklığında, belli olmasındadır.
İman, Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecribeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i’tikâd etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyahud, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere i’timâd tam olmaz. İ’timâd tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü, iman parçalanamaz. Akıl, Resûlün bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.
İnanılması lâzım şey için, tecribî ilmlere danışıp, tecribeye uygun ise, inanır, tecribe ile isbât edemeyince, inanmaz veyaşübheye düşerse, o zaman, tecribesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle iman, kâmil değil, zâten iman olmaz. Çünkü, iman parçalanamaz. Az ve çok olmaz.
Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecribî ilmlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl ile, tecribe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekde, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakda olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir.
Müslümanların bazıları , doğru yoldan ayrılmış, (Bid’at ehli) olmuşlardır. Doğru olan, Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan tek fırkaya (Ehl-i sünnet) fırkasıdır. Ehli sünnet de, amelde, ibadetlerde dört hak mezhebe ayrılmışlardır. İbadetlerde dört mezhebe ayrılması, Müslümanlara büyük kolaylık sağlamıştır.
Bunun için her Müslümanın, doğru bir imana sahip olması ve ibadetlerini de hak mezheplerden birine göre yapması şarttır.
|
.
man, dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalb ile inanmağa ve dil ile de imanını söylemeğe denir.
|
|
|
İman, dinden olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylere, kalb ile inanmağa ve dil ile de imanını söylemeğe denir. İman edilecek şeyler, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, kitaplarına, sahîfelere ve Peygamberlere, Meleklere imandır. Âhırette Haşra, Neşre, Cennette ebedî nimetlere, Cehennemde ebedî azâblara, göklerin yarılmasına, yıldızların dağılmasına, arzın parça parça olmasına inanmaktır.
Beş vakit namazın farz olduğuna ve bu namazların rek’atlarının adedlerine, malın zekâtını vermek farz olduğuna ve Ramazân-ı şerîf ayında hergün oruc tutmanın ve gücü yetene hac etmenin farz olduğuna inanmaktır.
Şarâb içmenin, domuz eti yimenin, haksız yere adam öldürmenin ve anaya babaya karşı gelmenin ve hırsızlık ve zinâ etmenin ve yetîm malı yimenin ve fâiz alıp vermenin ve kadınların örtünmemesinin ve kumar oynamanın haram olduklarına iman lâzımdır.
İmanı olan bir kimse, büyük bir günah işlerse, imanı gitmez ve kâfir olmaz. Günaha, yani harama helâl diyen kâfir olur. Haram işliyen fâsık olur. Ben elbette müminim demelidir. İmanlı olduğunu söylemelidir. Müminim derken, inşâallah dememelidir. Bundan, şübhe ma’nâsı çıkabilir. Evet, son nefes için inşâallah denirse de, dememek daha iyidir.
Dört halîfenin birbirinden yükseklikleri, hilâfetleri sırası iledir. Çünkü, doğru yolda olan âlimlerin hepsi; Peygamberlerden sonra, insanların en üstünü, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk’dir. Ondan sonra, Hz.Ömer’dir, demişlerdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefâtına yakın, buyurdu ki, “Allahü teâlâ, beni size Peygamber gönderdi.İnanmadınız. Ebû Bekir inandı. Bana malı ile, canı ile yardım etti. Onu hiç incitmeyin ve Ona hurmet ve tazîm edin!” Bir hadis-i şerifte de buyurdu ki: “Benden sonra Peygamber gelmiyecektir. Eğer gelseydi, elbette Ömer Peygamber olurdu” .
Hz.Alî, buyurdu ki, “Ebû Bekr ile Ömerden, her biri, bu ümmetin en yükseğidir. Beni onlardan üstün tutan, iftirâcıdır. İftirâ edenler dövüldüğü gibi, onu döverim”.
Eshâb-ı kirâmın hepsine hürmet etmek, kıymet vermek lâzımdır. Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri buyuruyor ki, “Eshâb-ı kirâma hürmet etmiyen, kıymet vermiyen bir kimse, Resûlullaha iman etmemiş olur”.
|
.
.
Cenâb-ı Hakkın insanları dünya ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya "sallallahü aleyhi ve sellem" tâbi’ olmakla şereflendirmesi büyük nimettir.
|
|
|
Cenâb-ı Hakkın insanları dünya ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmakla şereflendirmesi büyük nimettir. Çünkü cenâb-ı Hak, Ona tâbi’ olmağı, Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhıret nimetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi’ olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyeti, Onun dînine uymaktır.
Ona tâbi’ olmak, yani Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola “İslâm dini” denir. Ona uymak için, önce iman etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubahlarda da Ona uymağa çalışmalıdır.
İman etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için iman zarûrîdir. İman edenlerin, farzları yapıp haramlardan kaçınmasılâzımdır. Her mümin, farzları yapmağa ve haramlardan kaçınmağa, yani Müslüman olmağa memûrdur.
Her mümin, Peygamber efendimizi malından ve cânından daha çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmaktır. Bir mümin, bütün bunlara tâbi’ oldukdan sonra, mubahlarda da, ne kadar Ona uyarsa, o derece kâmil ve olgun bir Müslüman olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, yani sevgili olur.
Resûlullahın söylediklerinin hepsini beğenip kalbin kabûl etmesine, yani inanmasına, ”İman” denir. Onun sözlerinden birine bile inanmamağa veya iyi ve doğru olduğunda şübhe etmeğe “Küfür” denir. Böyle inanmıyan kimselere “Kâfir” denir.
Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde, yapılmasını açıkca emrettiği şeylere, yani bu emirlere “Farz” denir. Yapmayınız diye açıkça men ve yasak ettiği şeylere “Haram” denir. Allahü teâlânın, açıkca bildirmeyip, yalnız Peygamberimizin yapılmasınıövdüğü, yahut devam üzere yaptığı, yahut yapılırken görüp de mani olmadığı şeylere “Sünnet” denir. Sünneti beğenmemek küfürdür. Beğenip de yapmamak suç değildir. Onun beğenmediği şeylere ve ibâdetin sevapını gideren şeylere “Mekrûh” denir. Yapılması emir olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere “Mubah” denir. Bu emir ve yasakların hepsine “İslamiyet” denir.
.
|
|
Din, insanları sonsuz saadete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir.
|
|
|
Din, insanları sonsuz saadete götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu iğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara bir din göndermişdir.
Bu Peygamberlere “aleyhimüsselam” (Resûl) denir. Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi’ olan bu Peygamberlere de, “Nebî” denir.
Bütün Peygamberler, hep aynı imanı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere iman etmeği istemişlerdir. Fakat, dinleri, yani kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri başka başka olduğundan, islâmlıkları, Müslümanlıklarıda ayrıdır.
İman edip de kendini İslamiyetin emir ve yasaklarına uyduran Müslümandır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak istiyen kâfirdir. Bunlar bilmezler ki, Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taşkınlıklarınıönlemek için göndermiştir.
Her müslümanın yapmakla mükellef olduğu şeyler yani “Ef’âl-i mükellefîn” sekizdir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekrûh, müfsid. Yasak edilmiş olmıyan, yahut yasak edilmiş ise de, İslamiyetin özür, mani ve mecbûriyyet tanıdığısebeblerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeylere “Helâl” denir. Bütün mubahlar helâldir. Meselâ, iki Müslümanıbarıştırmak için yalan söylemek helâl olur. Her helâl mubah olmıyabilir. Meselâ ezân okunurken, alış veriş, mubah değil, mekrûhdur. Hâlbuki helâldir.
İmanı ve farzları ve haramları öğrenmek, bilmek de farzdır. Otuzüç farz meşhûrdur. Bunlardan beşi esâs olup, kelime-işehadet, namaz kılmak, oruc tutmak, zekât vermek ve hac etmektir. Bunlara, islâmın şartı denir. Bu farzları yerine getirene “Müslüman” denir.
Bunların hepsini yapıp, haramlardan kaçınan, tam Müslümandır. İman ettikten sonra, farzlardan biri bozuk olur veya hiç olmazsa, Müslümanlık bozuk olur. Bunun âhırete imanla gitmek güç olur. İman, muma benzer, İslamın emir ve yasaklarımum etrâfındaki fener gibidir. Mum ile birlikde fener de, “İslamiyet”tir. Fenersiz mum çabuk söner. İmansız, islâm olamaz.İslâm olmayınca, iman da yoktur.
.
Adem aleyhisselamdan beri birçok hak din gelmiştir. Her yeni din, kendisinden önce gelen dîni nesh etmiş, değiştirmiş, yürürlükten kaldırmıştır.
|
|
|
Adem aleyhisselamdan beri birçok hak din gelmiştir. Her yeni din, kendisinden önce gelen dîni nesh etmiş, değiştirmiş, yürürlükten kaldırmıştır. En son gelen ve her dîni değiştirmiş, daha doğrusu dinlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyâmete kadar hiç değişmiyecek olan din, Muhammed aleyhisselâmın dînidir.
Bugün, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din de, bu ahkâm ile kurulmuş olan İslâm dînidir. Bu dînin bildirdiği farzlarıyapanlara ve haramlardan kaçınanlara Allahü teâlâ, âhırette nimetler, iyilikler verecektir. Yani bunlar, sevap kazanır. Farzlarıyapmıyanlara ve haramlardan kaçınmayanlara, âhırette cezâlar, acılar vardır. Yani böyle kimseler, günaha girer.
İmanı olmıyanların farzları kabûl olmaz. Yani bunlara sevap verilmez. Farzları yapmıyan müminlerin, sünnetleri kabûl olmaz. Yani bunlara sevap verilmez. Bunlar Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmuş olmaz. Bir kimse, bütün farzları yapıp da, bir farzı özrsüz terk ederse, bu borcunu ödemedikçe, bu cinsden olan hiç bir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevap verilmez. “Yâ Alî, insanlar fedâil ile meşgûl oldukları zaman, sen farzları temâmlamağa çalış!” ve imâm-ıGazâlînin bildirdiği, “Allahü teâlâ, kazaya kalmış namaz borcu bulunan ve haram elbise giyen kimsenin (Nâfile) namazını kabûl etmez” hadis-i şerifleri, bunu açık olarak bildirmektedir.
Mubahlar iyi niyet ile güzel düşünceler ile yapılınca, insan sevap kazanır. Kötü niyetlerle yapılırsa veya bunları yapmak, bir farzı vaktinde edâ etmeğe mani olursa, günah olurlar. Farzlar yapılırken, kötü niyetler karışırsa, borc ödenmiş, cezâdan kurtulmuş olunur ise de, sevap kazanılmaz.
Haram işliyenlerin farzları ve sünnetleri sahîh olur. Yani borclarını ödemiş olurlar ise de, sevap kazanmazlar. Hadis-işerifte,”Bid’at sâhiblerinin ibâdetleri kabûl olmaz” buyuruldu. Günahlardan sakınmayan Müslümanların ibâdetleri sahîh olsa da kabûl olmaz, sevap verilmez.
Haramlar iyi niyet ile yapılsa da, mubah olamaz. Yani haramlara hiçbir zaman sevap verilemiyeceği gibi, özrsüz haram işleyen herhalde günaha girer. Haramdan iyi niyet ile, yani Allahü teâlâdan korkarak sakınan, vazgeçen sevap kazanır. Başka bir sebeb ile haram işlemezse, sevap kazanmaz. Yalnız, günahından kurtulur.
Haram işleyenlerin, “Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allahü teâlâ kalbe bakar” demeleri boştur, faydasızdır. Kalbin doğru ve temiz olduğu dine uymakla anlaşılır.
|
.
Amel, yani iş üçe ayrılır: Birincisi, masıyyet yani günah olan işler. Bunlar, Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir.
|
|
|
Ameller ve niyet
Amel, yani iş üçe ayrılır: Birincisi, masıyyet yani günah olan işler. Bunlar, Allahü teâlânın beğenmediği şeylerdir. Allahü teâlânın emrettiği şeyi yapmamak veya yasak ettiğini yapmak masıyyettir.
İkincisi, (Tâ’at) yani Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir. Tâ’at yapan Müslümana, “Sevap”, nimet, iyilik vereceğini va’d buyurdu.
Üçüncüsü (Mubah) yani günah veya tâ’at olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. Yapanın niyetine göre, tâ’at veya günah olurlar.
Önce haramlardan kaçmak gerekir. Haram işleyerek, ibadet, iyilik yapılamaz. Haramların iyi niyet ile yapılması, bunlarıharamlıktan çıkarmaz. İyi niyet, haramlara ve mekrûhlara te’sîr etmez. Bunları tâ’at hâline çevirmez. Günahlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günah olmaktan çıkmaz. “Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur” hadis-i şerifi, tâ’atlara ve mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir.
Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yahut haram para ile mekteb, câmi’ yapdırsa, bunlara sevap verilmez. Bunlara sevap beklemek, câhillik olur. Zulüm, günah, iyi niyet ile işlenirse, yine günah olur. Böyle işleri yapmamak sevapdır. Bilerek yaparsa, büyük günah olur. Günah olduğunu bilmiyerek yaparsa, Müslümanların çoğunun bildiği şeyleri onun bilmemesi, öğrenmemesi de günah olur. Dâr-ül-harbde dahî olsa, islâm bilgilerinin yaygın olduğu yerde, cehalet özür olmaz, günah olur.
Tâ’atlar, niyetsiz veya Allah için niyet ederek yapılınca, sevap hâsıl olur. Tâ’at yaparken, Allahü teâlâ için yapdığını bilse de, bilmese de kabûl olur. Yani sevap hâsıl olur.
Sevap hâsıl olması için, Allah rızâsı için niyet etmek lâzım olan tâ’ate (İbâdet etmek) denir. Niyetsiz yapılan taat, mesela niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla, hadesden tahâret hâsıl olup namaz kılınır.
Tâ’at, kötü niyet ile yapılırsa, günah olur. Güzel niyetlerle tâ’atın sevapı artdırılır. Meselâ, câmi’de oturmak, tâ’attir. Mescidin, Allahü teâlânın evi olduğunu düşünerek, Allahü teâlânın evini ziyâreti de niyet ederse, sevapı daha çok olur. Her niyeti için ayrı sevaplara kavuşur. Her tâ’atte böyle çeşidli niyetler ve sevaplar da vardır.
Niyetsiz ibâdet olamaz
Niyetsiz, ibâdet olamaz. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak için, önce iman etmek, sonra ahkâm-ıislâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Abdülkuddüs hazretleri buyuruyor ki: “Vaktin kıymetini bil! Gece-gündüz ilim öğrenmeye çalış! İlim öğrenmek ibâdet yapmak içindir. Kıyamet günü işten sorulacak, çok ilim öğrendin mi diye sorulmayacaktır. İş ve ibâdet de ihlas elde etmek içindir”
Her mubah, iyi niyet ile yapılınca sevap olur. Kötü niyet ile yapılınca, günah olur. Koku sürünen, iyi giyinen kimse, dünya lezzeti için veya gösteriş yapmak, öğünmek için veya kendini kıymetlendirmek için, yahut yabancı kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günah işlemiş olur.
Bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse, câmi’e saygı için, câmi’de yanına oturan Müslümanları incitmemek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, islâmın vakârını, şerefini korumak için niyet edince, her niyeti için ayrı sevaplar kazanır.
Her mubah işte, hatta yemede, içmede, uyumada ve halâya girmekde bile iyi niyet etmeği unutmamalıdır. İnsan, mubah bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır.
Hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar” buyuruldu. Yani, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevap ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce ile, ne niyet ile yapdığına bakarak, sevap veya azâb verir.
O halde, her mümine önce lâzım, birinci farz olan şey, imanı, farzları, haramları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikce, Müslümanlık olamaz. İman elde tutulamaz. Hak borcları ve kul borcları ödenilemez. Niyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyet edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz.
Hadis-i şerifte, “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabâha kadar ibâdet etmekden daha sevapdır” buyuruldu. Kitap okumayan, ilim öğrenmeyen, şeytânın maskarası olur. “Rütbetül-ilmi a’ler rüteb” yani, rütbelerin en üstünü, ilim rütbesidir buyurdu.
İhlâs ile, yani Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevap kazanmak niyeti ile, farzları, sünnetleri yapmağa ve haramlardan ve mekrûhlardan kaçınmağa, yani ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmeğe “İbâdet etmek” denir.
Saadet yolu
İman etmek, Muhammed tâbi’ olmağa başlamak ve saadet kapısından içeri girmek demekdir. Allahü teâlâ Onu, dünyadaki bütün insanları saadete davet için gönderdi ve Sebe’ sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, “Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum” buyurdu.
Meselâ, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, Ona uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekden, katkat daha kıymetlidir. Çünkü, (Kaylûle) etmek, yani öğleden önce biraz yatmak âdet-i şerîfesi idi.
Meselâ, Onun dîni emrettiği için, bayram günü oruc tutmamak ve yiyip içmek, Onun dîninde bulunmayıp senelerce tutulan oruclardan daha kıymetlidir. Onun dîninin emri ile fakire verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzûsu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir.
Hz. Ömer, bir sabah namazını cemâ’at ile kıldıktan sonra, cemâ’ate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Eshâbı dediler ki, geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır. Emîr-ül-müminîn buyurdu ki, “Keşki bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemâ’at ile kılsaydı, daha iyi olurdu”.
İslamiyetten sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de, bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyada birkaç menfaatten ibâret kalır. Hâlbuki, dünyanın hepsinin kıymeti ve ehemmiyyeti nedir ki, bunun bir kaçının i’tibârı olsun.
İslâmiyeye uyanlar , latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazancları pek çoktur. Ba’zan bir saatlik çalışmaları, birkaç senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, İslâmiyeye uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür çok beğenir.
Böyle olduğunu kitapının çok yerinde bildirmişdir. Âl-i İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen, “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever” buyuruldu. İslamiyete uymıyan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevap verilir mi
.
Bir kimse, Muhammed aleyhisselama iman etmedikçe, Allaha iman etmiş olamaz.
|
|
|
Resulullaha iman etmedikçe
Bir kimse, Muhammed aleyhisselama iman etmedikçe, Allaha iman etmiş olamaz. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâ’at etmenin, kendisine itâ’at etmek olduğunu bildiriyor. O halde, Onun Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” itâat edilmedikce, Ona itâat edilmiş olmaz. Bunun pek kat’î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede “Elbette muhakkak böyledir” buyurdu ve bazı doğru düşünmiyenlerin, bu iki itâ’ati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı.
Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, “Kâfirler, Allahü teâlânın emrleri ile Peygamberlerinin emrlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. İman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hâzırladık” buyurarak, bunlardan şikâyet etmektedir.
Dünya ve sonsuz ahıret saadeti için Muhammed aleyhisselama inanmak yani Müslüman olmak lâzımdır. Müslüman olmak için, hiçbir formaliteye, müftîye, imâma gitmeğe lüzûm yoktur. Allahü teâlâya ve Resûlüne ve Onun Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsine inandım. Allahü teâlânın ve Resûlünün dostlarını severim ve düşmanlarını sevmem demek kâfîdir.Her bilgiyi delîl ile isbât etmek, yani Kur’ân-ı kerîmdeki veya hadis-i şeriflerdeki yerlerini göstermek, âlimlerin vazîfesidir. Her Müslümana lâzım değildir.
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, “Ehl-i sünnet” âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir iman ve i’tikâd edinmektir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadis-i şeriflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, “Ehl-i sünnet” âlimleridir.
Dört mezhebde ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere “Ehl-i sünnet” âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’dir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe
Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri buyurdu ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar bugünkü bozuk yehûdîliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi”.
İmam-ı azam Ebu Hanife hazretleri ve yüzlerce talebesinin ve bunların da yetiştirdiği binlerce Ehli sünnet âlimi yazdığı milyonlarca kitap, Peygamberimizin yolunu, bütün dünyaya doğru olarak yaymış, tanıttırmışdır.
Bugün islâm dînini, duyamıyacak, hür dünyada bir şehir, bir köy ve bir kimse kalmamıştır. İslamiyeti işitince, doğru olarak öğrenmek istiyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini va’d buyurmuştur.
Bugün, dünya kütübhânelerini doldurmuş olan bu kitapların isimlerini bildiren fihristler mevcûddur. Meselâ, Kâtib Çelebinin (Keşf-üz-zunûn) kitapında, onbeşbine yakın kitap ve onbin kadar müellif ismi vardır.
Bu kitapları okuyan, anlayışlı ve insâflı bir kimse, İslamiyetin yirmi ana ilmini ve bunların kolları olan, seksen ilmi ve bu ilmlerin âlimlerini ve herbirinin yazdığı kitapları görerek, durmadan, yılmadan yazan, islâm âlimlerinin çokluğu ve herbirinin, ilim deryâsına dalmakdaki mehâretleri karşısında, hayrân kalmakdan kendini men’ edemez.
Bu kitaplarında felsefecilerin sözlerini ve Müslüman olmayanların İslamiyete sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartışmalar ile red ederek hepsini susdurmuşlar, din düşmanlarının hâzırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir.
Ayrıca, kötü maksadlarla Kur’ân-ı kerîme yanlış ma’nâlar vermeğe, bozuk tercemeler yapmağa kalkışanların yüz karalarını meydana çıkarıp, bir tarafdan iman edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, bir tarafdan da, bütün dünyada olmuş ve kıyâmete kadar olacak her vak’a ve hareketin ahkâm-ı islâmiyesini, pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin dersinde hâzır bulunan talebesinden sekizyüzden fazlasının isimleri ve hâl tercemeleri kitaplarda yazılıdır. Bunlardan beşyüzaltmışı fıkh ilminde derin âlim olarak şöhret bulmuş, içlerinden otuzaltısı ictihâd makâmına yükselmiştir.
.
Kur’ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız "Ehl-i sünnet" âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir.
|
|
|
Kur’ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız “Ehl-i sünnet” âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid’at sâhibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur’ân-ı kerîme ve hadis-i şeriflere uygun olduğunu sanır ve iddi’â eder. Bu halde, Kur’ân-ı kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan her ma’nâ, makbûl ve mu’teber değildir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i’tikâddan, imandan kıl kadar ayrılanların, kıyâmetde azâbdan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadis-i şerifler ile ve din büyüklerinin (Basîretleri) ile yani kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmakdadır. Yanlışlık ihtimâli yokdur.
Bu büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir. Hele dünyalık toplamak için, dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akllarına geleni yazanların hepsi, din hırsızıdır. Bu kitaplarıve dergileri okuyanların imanlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini Müslüman sanıp namaz kılar. Hâlbuki, imanlarıçalınmış, gitmiş olduğundan namazları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhıretde işe yaramaz.
Dinlerini dünyaya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, “Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, imanlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluşyolunu bırakıp, helâke koşdular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticaret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok zarar etti” olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi.
Her bid’at sâhibi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadis-i şeriflerde ma’nâları açık olmayan i’tikâd bilgilerinde, yanlış te’vîl yaparak, yanlış ma’nâ çıkardığı için, hak yoldan ayrılmışdır. Hâlbuki, Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, “Kur’ân-ı kerîmden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile ma’nâ çıkaran kâfirdir”.
Namazdan, imandan haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin, yaldızlıreklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır.
.
Dünya ve ahıret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır.
|
|
|
Dünya ve ahıret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için, iman etmek ve İslâmiyeti öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde doğru imanın bulunmasına alâmet, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider.
Bu iki zıd şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli olan Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm düşmanları ile cihâd ve muhârebe etmeği ve onlara sertlik göstermeği emrediyor.
Demek ki, islâm düşmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. İslamiyetin izzeti ve şerefi, küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden, Müslümanları tahkîr etmiş, alçaltmış olur.
Hak teâlâ, İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve küfre tâbi’ olanların aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyân buyurarak meâli, “Ey benim sevgili Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem” inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem” yolundan ayrılırsanız, kendilerine Müslüman süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, imanınızı çaldırırsanız, dünyada ve âhıretde zarar edersiniz”olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi.
Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmağa sürükler. Bir kimse, kendini Müslüman zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun imanını ve islâmını temelinden götürür.
Kâfirler, yani Resûlullahın bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler, Müslümanlarla ve Müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, Müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklerine uygun geldiğinden, Müslümanlığa gericilik, imansızlığa, dinsizliğe asrîlik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. Bunlara aldanmamalıdır.
|
.
İnançsızlar, İslam düşmanları , temiz Müslüman yavruları aldatmak için "İslamiyette herşey "miş" ile bitiyor.
|
|
|
İnançsızlar, İslam düşmanları , temiz Müslüman yavruları aldatmak için “İslamiyette herşey “miş” ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir sened ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilimler ise, ispat edilip, bir vesîkaya dayanmaktadır” diyorlar.
Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitapı okumamışlar. İslamiyet ismi altında, hayallerinde, birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibârettir sanıyorlar.
Hâlbuki Müslümanlar, peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmakta, haber verdiği, mi’râc gecesinde görüp konuşduğu ve hergün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile haberleştiği bir Allaha ibâdet etmektedir.
Bunların, İslamiyetten ayrı ve uzak gördükleri ilimler, fenler, vesîkalar, senedler, hep islâm dîninin birer şubesi, dallarıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, bioloji kitaplarında, “Dersimizin esâsı, müşâhede yani gözetleme, tedkîk,inceleme ve tecrübedir” diyor. Yani fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki, bu üçü de, İslamiyetin emrettiğişeylerdir. Yani, dînimiz, fen bilgilerini emretmektedir.
Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde, tabî’atı, yani mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. Eshâb-ıkirâm, birgün Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” sordu ve: “Yemene gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medînedeki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemende gördüğümüz gibi aşılayıp da, daha iyi ve daha bol mu elde edelim?” dediler.
Resûlullah efendimiz, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl “aleyhisselâm” gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veya, biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve “Tecrübe edin! Bir kısm ağaçları, babalarınızın üsûlü ile, başka ağaçları da, Yemende öğrendiğiniz üsûl ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o üsûl ile yapın!” buyurdu. Yani tecrübeyi, fennin esâsı olan tecrübeye güvenmeği emir buyurdu. Kendisi melekten haber gelir veya mubârek kalbine elbette doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, tecribeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu.
.
İnançsızlar, ateistler, milletin dînini, ahlâkını yıkmak için küçücük çocuklardan başlıyorlar işe.
|
|
|
İnançsızlar, ateistler, milletin dînini, ahlâkını yıkmak için küçücük çocuklardan başlıyorlar işe. Çocuklara, “Allah var olsaydıgörürdük. İstediğimizi işitir, verirdi. Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O halde yoktur. Ananız, babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir” diyorlar.
Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, imanını, baba ocağından almış oldukları edeb ve hayalarını yok etmeğe çalışıyorlar. Böyle inançsızlar her devirde olmuştur. Müminûn sûresinde buyuruldu ki:
“Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, Ondan başkası yoktur. Onun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünya nimetlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu Peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtac olan birine inanırsanız, aldanmış, zarar etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak oldukdan sonra, tekrar dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Öldükden sonra, bir daha dirilmek yoktur, dediler”.
İnançsızlar, zavallı yavruları aldatıp, kendi kötü istekleri, zevkleri, kötü kazancları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzvlarına tâbi’ olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzvlarına tâbi’ olur.
İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, “İnsanlar, akla tâbi’ olur. İnsanların his uzvları, hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkta, onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde akl, gözün yanlışını çıkarmakdadır. Meselâ göz, güneşi pencere içinden görüp, pencereden küçük sanıyor. Akıl ise, dünyadan da büyük olduğunu söylüyor”.
Bu inançsızlar acabâ, biz gördüğümüze inanırız, güneş dünyadan daha büyük olur mu diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, Müslümanlar gibi akla inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünya işlerinde, hislerine değil, akllarına uyarak, hayvanlardan ayrılmakdadır. Bunlar, âhıretdeki şeylere inanmayız diyerek, his organlarına bağlı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da, insanlık derecesine yükselmek istemiyorlar?
|
.
Cenab-ı Hak, insanoğluna değer vermiştir. Diğer canlılardan insanları ayrı tutmuştur. Herşeyi insanın emrine vermiştir.
|
|
|
Cenab-ı Hak, insanoğluna değer vermiştir. Diğer canlılardan insanları ayrı tutmuştur. Herşeyi insanın emrine vermiştir.İnsanların ahıret hayatı da vardır. İslamiyet, insanların öldükten tekrar yaratılıp, sonsuz yaşıyacaklarını, hayvanların ise, kıyamette hesaplaştıktan sonra, yok olacaklarını bildiriyor. İnsanlara ebedî hayat va’d ederek, hayvanlardan ayırıyor.
İnançsızlar ise, hayvanlar gibi, ebedî hayatdan mahrûm kalmağı beğeniyorlar. Bugün, fabrikalarda binlerce ilâc, ev eşyâsı, sanâyı’ ve ticaret maddeleri, elektronik âletler, harb vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesaplardan, yüzlerce tecrübeden sonra elde ediliyor.
Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asırda, daha yenileri, daha inceleri keşf edilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu iki yüzlülük, koyu bir inâddan veya açık bir ahmaklıkdan başka bir şey deığildir.
Rusyada komünizm zamanında bir öğretmen, ders arasında, “Ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O halde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünkü, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlışdır. Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericilikdir” deyince, bir Türkmen çocuğu söz istiyerek: “Bunları akıl ile mi söylüyorsun?” diye sorar. Evet, cevabı verince, sende akıl olduğuna inanmak, bunları akıl ile söylediğini kabûl etmek fenne uygun değildir. Çünkü, aklın olsaydı, görürdük” der.
Öğretmenin, bu haklı söze cevâb veremeyip, mağlûbiyyetinden hâsıl olan öfke ile, çocukcağızı, tekme tokat dershâneden dışarı atar. Çocuk bir daha hiçbir yerde görülememiştir.
Hazret-i Alî buyurdu ki:
“Müslümanlar, âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, Müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir”.
.
Bugün, dünyada müslümanlığı kabul etmeyenler iki türlüdür:
|
|
|
Bugün, dünyada müslümanlığı kabul etmeyenler iki türlüdür: Birincisi “Kitaplı kâfirler” yani hıristiyân ve yehûdîlerin az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan getirdiği kitapa ve öldükten sonra dirilmeğe, âhıretteki sonsuz hayata inanıyorlar. Ellerindeki tahrip edilmiş, değiştirilmiş kitapa Allah kelâmı diyorlar.
İkincisi, “Kitapsız kâfirler” ler olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna inanmıyorlar. Taş, ağaç, güneş, yıldız ve insan, inek gibi bazı mahlûklarda yaratıcılık sıfatı bulunduğuna inanıyorlar.
Bu inkârcılardan bir kısmı, devlet baskısı ile, zulüm, işkence ederek, ibâdet etmeği, dîni öğretmeği yasak ediyor. Bir kısmıda, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor. Maneviyyâttan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetiştiriyorlar. Bir tarafdan, medeniyetten, fenden, insan haklarından bahsedip, bir tarafdan da, insanları hayvanlaşdırıyorlar. İngiliz casûsları, böyle yapıyor.
Hıristiyanların ve yehûdîlerin bir kısmı, birçok meşhur bilim adamı kitaplıdır. Mesela, yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papaz idi. İngilterenin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatinde, papaz idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papaz olup, fizik ve geometri kanûnları keşfederken, din kitapları yazmıştı. Fransanın eski başbakanı meşhûr Rişliyö, papaz olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şâiri Şiller de, papaz idi.
Amerikanın büyük felesofu William Ceyms, Pragmatisme mezhebini kurmuş kitaplarında, imanlı olmağı övmüştür. Bulaşıcıhastalıklar, mikroblar ve aşılar üzerinde buluşları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin dînî merâsim ile kaldırılmasınıvasıyyet etmişdi. İnanmıyanların, bütün bunlardan daha akllı olduğunu kim iddi’â edebilir?
Bu ilim adamları, islâm kitaplarını görüp okumuş olsalardı, iyi Müslüman olurlardı. Fakat papazları islâm kitaplarını okumağı, hatta el sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı. İnsanların dünya ve âhıret saadetine kavuşmalarına mani olmuşlardı.
İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekte, inanmıyanların saldırılarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini isbât etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azapları, bir ihtimâl değil, meydanda olan hakîkatdir. O halde, inanmamak, akılsızlık oluyor.
|
.
.
İslâm dînini bilmiyenler, milletin sağlam imanını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını, islâma hücûm ettikçe, kendi yüz karalarının meydana çıkdığını görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Acizliklerini ortaya koyuyorlar.
|
|
|
İslâm dînini bilmiyenler, milletin sağlam imanını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını, islâma hücûm ettikçe, kendi yüz karalarının meydana çıkdığını görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Acizliklerini ortaya koyuyorlar.
Müslüman görünüp ve Müslümanlığı beğenici ve medh edici yaldızlı yazılar yazıp, fakat, bu yazıları ve sözleri arasında Müslümanlığın esâs ve temel meselelerini, sanki Müslümanlık değilmiş gibi ele alıp kötülüyorlar.
Müslümanları dinden soğutmağa ve ayırmağa çalışıyorlar. Allahü teâlânın ettiği ibâdetlerin vakitlerini, mikdârlarını veşekillerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, daha iyi olurdu diyorlar.
İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, faydalarından ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunlarıbasît ve ibtidâî faydalara âlet sanarak, sanki düzeltmeğe yelteniyorlar.
Birşeyi bilmemek, insanlar için kusur ise de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri, akıllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan Müslümanlar ise, bunlardan daha zevallı ve daha ahmaktır.
Bunlar, “Evet İslamiyet iyi ahlâkı, sağlıklı olmağı, çalışmağı emir etmekte, kötülükleri yasaklamakta, insanlarıolgunlaştırmaktadır. Bunlar her millete lâzımdır. Fakat, İslamiyette sosyal hükümler, âile ve cemiyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zamanın şartlarına göre konmuştur. Bugün milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyaclar artmıştır. Bugünkü, teknik ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükümler lâzımdır. Kur’ânın hükümleri bu ihtiyacları karşılayamaz” diyorlar.
Böyle sözler, islâmiyeti bilmiyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin boş ve yersiz düşünüşleridir. İslamiyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkca bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel hükümler kurmuştur. Bu değişmez hükümlerin, hâdiselere, vak’alara tatbîkını sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emretmişdir. Zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümlerin değişebileceğini fakat dini hükümlerin değiştirilemeyeceğini bildirmiştir.
.
Allahü teâlâ islâm dînini, her memlekette, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şekilde kurmuştur.
|
|
|
Allahü teâlâ islâm dînini, her memlekette, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şekilde kurmuştur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayatta değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve zaruretler karşısında, ictihâd hakkı tanımıştır.
Mecelle’de, zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan hükümlerin değişebileceği bildirilmiştir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zamanla değişmez. Esas değişmeyip, hükümlerin hâdiselere tatbîki, zamanla değişebilir. Bunları, ancak fıkıh âlimleri tespit edebilir.
Hazret-i Ömer ve Emevîler zamanında ve koca Osmânlı imparatorluğunda, kıt’alara yayılan çeşitli milletler toplulukları, âdil bir şekilde idâre edilerek, başarıları, şanları, târîhlere ün salmıştır. Gelecek zamanlarda, büyük, küçük her millet de,İslamiyetin bildirdiği, değişmez olan güzel ahlâka sarılacağı, bunları uygulayacağı kadar, rahata, huzûra, saadete kavuşacaktır.
İslamiyetin bildirdiği ahlâktan, ahkâmdan ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan, ızdırâbdan, felâketden kurtulamamışlardır. Geçmiş milletlerde böyle olduğunu târîh yazmaktadır. Gelecekte de, elbette böyle olacaktır.
Târîh, tekerrürden ibârettir. Müslümanlar, millî birlik ve berâberliğe çok önem vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî, mânevî çalışmalı, din bilgilerini iyi öğrenmeli, haramlardan sakınmalı, Allaha ve devlete ve kullara karşı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir.
İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, yani anarşi çıkarmamalıdır. Dînimiz, böyle olmamızıemir ediyor. Müslümanın birinci vazîfesi, nefsine, şeytâna uymayıp ve kötü arkadaşlara, azgın, âsî kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanûna karşı suçlu olmaktan, Allahü teâlâya karşı da günah işlemekten sakınmaktır.
Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi, şahsî vazîfesidir. Her Müslüman, kendini iyi yetişdirecek, sağlıklı, edebli, iyi huylu olacak, ibâdetlerini yapacak, ilim ve güzel ahlâk öğrenecek, helâl lokma kazanmak için çalışacakdır.
İkinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir. Ailesine, ana-babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapacaktır.
Üçüncü vazîfesi, toplum içindeki vazîfeleridir. Bunlar, komşularına, âilesine, emrinde olanlara,devlete, bütün vatandaşlara, dîni ve milleti başka olanlara karşı vazîfeleridir.
..
Dinimiz, herkese iyilik etmeyi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemeyi, kimseye zarar vermemeyi, hiyânet etmemeyi, herkese faydalı olmayı, devlete, kanunlara karşı, hiç isyân etmemeyi, herkesin hakkını vermesini emreder.
|
|
|
Dinimiz, herkese iyilik etmeyi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemeyi, kimseye zarar vermemeyi, hiyânet etmemeyi, herkese faydalıolmayı, devlete, kanunlara karşı, hiç isyân etmemeyi, herkesin hakkını vermesini emreder. Allahü teâlâ, devlet işlerine karışmayı emir etmedi. Devlete yardım etmeyi, fitne çıkarmamayı emretti.
Bunun için Müslümanların Allahü teâlâdan haya etmeleri, sıkılmaları lâzımdır. Haya imandandır. Müslümanlık hayası zarûrî lâzımdır. Kâfirleri ve kâfirliği ve İslamiyete uymıyan hangi inanış, hangi nazariyye, hangi teori olursa olsun, hepsini yanlışbilmek ve zararlı olduğuna inanmak lâzımdır.
Cenâb-ı Hak, kâfirleri sevmemeyi buyurmuştur. Bir kalbde iman bulunduğuna alâmet, kâfirleri sevmemektir. Fakat, sevmemek kalble olur. Onlarla ve herkesle iyi geçinmeli, kimseyi incitmemelidir. Ancak, zaruret ve ihtiyac îcâbı, geçici işbirlikleri yapılabilir ise de, bu, kalb ile sevmek olmamalı ve zaruret bitince, sona ermelidir.
Müslümanları kötü bilmemeli, sû’i zan etmemelidir. Yani, Müslüman olduğunu söyliyen ve küfre sebep olan bir sözde ve işte bulunmıyan kimsenin bir sözünden veya işinden hem imanı olduğu, hem de imansız olduğu anlaşılırsa, imanı olduğunu anlamalı, dinden çıktı dememelidir. Fakat bir kimse, dîni yıkmağa, gençleri kâfir yapmağa uğraşır veya haramlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa, yahut Allahü teâlânın emirlerinden birinin gericilik, zararlı olduğunu söylerse, buna kâfir denir. Bu kimse müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa, hacca gitse de, müslüman denilemez. Müslümanları aldatan böyle iki yüzlüleri Müslüman sanmak, ahmaklık olur.
Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Tövbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere Neces ve doksanbeşinci âyetinde Rics yani pis buyurdu. O halde, Müslümanların yanında, kâfirlik pis ve aşağı olmalıdır. Ra’d sûresinin ondördüncü ve Mümin sûresinin ellinci âyetlerinde meâlen, “Bu düşmanların duâları netîcesizdir. Kabûl olmak ihtimâli yoktur” buyuruldu. Müslümanlardan, Allahü teâlâ râzıdır ve Peygamberi “sallallahü aleyhi ve sellem” râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmaktan daha büyük nimet olmaz.
Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki; “Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez.” İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onun düşmanlarından uzak olmazsa, bu sözüne inanılmaz.
|
.
|
|
İman ile küfür birbirlerine zıd olduğu gibi, âhıret de, dünyanın zıddıdır. Dünya ve âhıret bir araya getirilemez.
|
|
|
İman ile küfür birbirlerine zıd olduğu gibi, âhıret de, dünyanın zıddıdır. Dünya ve âhıret bir araya getirilemez. Dünya, dinimize göre haram olan, insanlık için zararlı şeylerdir. Faydalı şeyler dünyadan sayılmız. Âhıreti kazanmak için, dünyayıyani haramları terk etmek lâzımdır. Dünyayı terk etmek, iki türlüdür:
Birisi, bütün haram olan şeyler ile berâber, mubahları da, yani günah olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zarûrî olan mikdârını kullanmaktır. Yani tenbel ve işsiz olarak oturup da, dünyanın zevk, keyf ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamanını, ibâdet ile ve Müslümanların rahatları ve islâm dînini bilmiyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün şeklide yapmak ve kullanmakla geçirmek ve durmadan çalışmaktır ve dünya zevkini böyle çalışmakta aramak ve bulmaktır.İslamiyetin emrettiği şeyleri yapmak için, bütün rahatı ve zevkleri fedâ etmektir. Eshâb-ı kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çoğu, böyle idi.
İkincisi, dünyada haram ve şübheli şeylerden kaçıp mubahları kullanmaktır. Bu kısım da, hele bu zamanda, çok kıymetlidir. O halde, İslamiyetin haram ettiği şeylerden kaçınmak, her Müslüman için lâzımdır.
Bunların haram olmasına önem vermiyen ve kaçınmağa lüzûm görmeyen, yani Allahü teâlânın yasak etmesine aldırışetmeyen veya bunları beğenen, ne güzel diyen dinden çıkar. Bunlar Cehennemde, sonsuz kalacaktır. Allahü teâlânın haram etmesine önem verip, kabûl edip de, nefsine mağlûb olarak, aldanarak, bunları yapan ve sonra akıllarını toparlayıp pişmanolanlar kâfir olmaz ve imanlarını kaybetmezler. Böyle kimselere “Günahkâr” denir. Bunlar, günahları sebebiyle, belki Cehenneme girip cezâlarını çekerse de, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete kavuşacaklardır.
Allahü teâlânın mubah ettiği, yani müsaade ettiği şeyler pek çoktur. Bunlarda bulunan lezzet, haramda bulunanlardan, fazladır. Mubah kullananları Allahü teâlâ sever. Haram kullananları sevmez. Aklı olan, doğru düşünebilen bir kimse, geçici bir zevk için, sâhibinin, yaratanının sevgisini teper mi? Zâten, haram olan şeylerin sayısı pek azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubahlarda da vardır. Kur’ân-ı kerîmde, zem edilen, kötü denilen dünya, haramlar ve mekrûhlardır. Mal kötülenmemiştir.
|
.
.
Allahü teâlâ, insanları olgunlaştırmak ve kalblerindeki hastalıklarını tedâvî etmek için, ezelde merhamet ederek, Peygamberler göndermeği dilemiştir.
|
|
|
Allahü teâlâ, insanları olgunlaştırmak ve kalblerindeki hastalıklarını tedâvî etmek için, ezelde merhamet ederek, Peygamberler göndermeği dilemiştir. Peygamberlerin, bu vazîfelerini yapabilmeleri için, itâat etmiyenleri korkutmaları, itâat edenlere müjde bildirmeleri lâzımdır.
Âhirette, birinciler için azâb, ikinciler için sevâb bulunduğunu haber vermeleri lâzımdır. Çünkü insan, kendine tatlı gelenşeylere kavuşmak ister. Bunlara kavuşabilmek için, doğru yoldan sapar, günah işler. Başkalarına kötülük yapar. İnsanlarıkötülük yapmaktan korumak, dünyâda ve âhiretde râhat ve huzûr içinde yaşamalarını sağlamak için, Peygamberlerin gönderilmesi lâzımdır.
Eski felsefecilerden bazıları, kendi görüş ve hayâlleri ile hâzırladıkları kitapların sürümlerini artırmak için, Peygambere inen kitaplarda okudukları ve bunlara inananlardan işittikleri, ahlâkı güzelleştirmek ve faydalı işler yapmak yollarını bunlara karıştırdılar.
Allahü teâlâ, insanları zayîf yarattı, kendi kendilerine doğruyu bulmaları mümkün değildir. Ayrıca insanları muhtâc yarattı. Giyecek, yiyecek, barınacak, düşmandan korunmak gibi ve daha nice şeylere muhtâctırlar. Bir kimse, kendi ihtiyâclarınıyalnızca hâzırlıyamaz. Buna ömrü yetişmez. İnsanların medeni olmaları yani, ortaklaşa çalışmaları, birlikte yaşamalarılâzımdır. Biri yaptığı âleti başkasına verir. Ondan, kendine lâzım olan başka birşey alır.
Medenî, yanî birlikte yaşayabilmek için de, adâlet lâzımdır. Çünkü herkes muhtâc olduğuna kavuşmak ister. Arzû ettiğini başkası alırsa, alana kızar. Aralarında çekişme, zulüm, işkence başlar. Topluluk parçalanır. Toplulukta, alışverişi düzenlemek, adâleti sağlamak için, çok şey bilmek lâzımdır.
Bunların en âdil olarak bildirilmesi lâzımdır. Bunları hâzırlamakta da anlaşamazlarsa, yine karışıklık olur. Bunun için, insanların üstünde bir âdil varlığın hâzırlaması lâzımdır.
Kendi zevklerine, şehvetlerine düşkün olanlar ve kendilerini başkalarından üstün görenler, İslâmiyetin ahkâmınıbeğenmezler. Bu ahkâma uymak istemezler. Başkalarının haklarına saldırır, günah işlerler. İslâmiyete uyana sevap, uymıyana azap olacağı bildirilince, islâmiyetin düzeni kuvvetli olur. Bunun için, ahkâmı koyanın, cezâyı verecek olanın tanınması lâzımdır. Bunun için de, ibâdet yapılması emir olundu. Hergün ibâdet yaparak, O hâtırlanır. İbâdet, Onun varlığınıve Peygamberini ve âhiretdeki nimetleri ve azapları tasdîk etmekle, inanmakla başlar.
.
|
|
İnsan ancak İslamiyete uymakla rahat eder. İslamiyete uymak, yani haram işlememek ve dinin bütün emirlerini yerine getirmek de çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir
|
|
|
İnsan ancak İslamiyete uymakla rahat eder. İslamiyete uymak, yani haram işlememek ve dinin bütün emirlerini yerine getirmek de çok kolaydır. Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok işler vardır ki, sağlam insanlara kolaydır. Hastalara ise güçtür. Kalbin bozuk olması, İslamiyete tamam inanmaması demektir. Bu gibi insanlar, inandım dese de, hakîkî tasdîk değildir. Lâf ile tasdîktir. Kalbde hakîkî tasdîkın, doğru imanın bulunmasına bir alâmet, İslamiyetin yolunda yürümekte kolaylık duymaktır.
Allahü teâlânın feyzleri, nimetleri, ihsânları, yani iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet, irşâd ve selâmet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir.
Fark, bunları kabulde, alabilmekte ve bazılarını da almamak suretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen:”Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar” buyurulmuştur. Sıkıntıların sebebi insanın kendisidir.
Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır.
Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı halde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir.
Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her toplumun ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyada ve âhıretde rahat etmeleri ve saadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur’ân-ı kerîmde bildirdi.
Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitap yazarak, bütün dünyaya bildirdi.
|
Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamıştır. Dünya ve ahıret saadeti için yapılacak işleri açık bir şekilde bildirmiştir. Bunlara uyan dünyada ve ahırette rahat eder.
.
|
İnsanların, âhıretteki nimetlere nâil olmamaları, bu nimetlerden yüz çevirdikleri içindir.
|
|
|
İnsanların, âhıretteki nimetlere nâil olmamaları, bu nimetlerden yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette birşey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, dünya nimetleri içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünya için çalışmalarının karşılığını vermektedir.
Yalnız dünya için çalışanlara verdiği dünyalıklar hakîkatte azap ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile, yani Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. Nitekim, Müminûn sûresi, ellialtıncı âyetinde meâlen, “Kâfirler, mal ve çok evlâd gibi dünyalıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar? Hayır öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nimet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar” buyurdu.
Kalbleri, gönülleri Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep harâblıktır, felâketdir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvettir. Elektriğin aküde, pilde bulunması gibidir. Rûh,can ise, bedenin her yerinde bulunur. Kalb, nefse uyup, küfür veya günah yapmak isteyince, Allahü teâlâ, bu kula acırsa, küfür ve günah işlemesini istemez. O da, yapamaz. Acımazsa, işlemesini ister ve yaratır. Karşılığını da verir. O halde insanın azâblara, felâketlere sürüklenmesine sebeb, kendisidir. Kalbinin İslamiyete uymayıp, nefsine uymasıdır.
Allahü teâlâ, nefsi yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu. Kimse kötülük yapmaz, herkes Cennete giderdi, gibi bir soru akla gelebilir. Buna şöyle cevap verilebilir: Mesela, su, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaşamaları için, temizlik için, yemek, ilâc yapmak için lâzım olduğu gibi, denizde binlerce insan boğulmakda, sel suları evleri yıkmaktadır. Soğuk su içen, hasta olmaktadır. Ateş, ekmek, yemek pişirmek için, kışın ısınmak için lâzım olduğu gibi, içine düşeni yakmaktadır. Elektrik, çok yerde işimize yaradığı halde, yangına sebep olmakta, insana çarpınca, hemen öldürmektedir. Her ilâc, bir derde devâ olduğu halde, fazlası zararlı olmakdadır. Herşey de böyledir.
Nefs de bunlar gibidir. Hem faydalı, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların yaşaması, üremesi ve dünya için çalışmaları ve âhıret için cihâd sevapı kazanmaları içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice faydalar için yarattı.
|
..
.
.
.
|
|
|
İnsanoğlunun yaşayabilmesi, hayatiyetini devam ettirebilmesi için nefse ihtiyaç vardır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyada karşılığını verdiği halde, âhırette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu dünya nimetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Peygamberimiz, Muhammed aleyhisselam kimseden birşey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyahat etmeyen ve geçmişlerden ve etrafdakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrâtta ve İncîlde ve bütün başka kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dinin, sonraki nesillere intikalinde çocukların, gençlerin rolü büyüktür. Bunun için çocuklara önem verip, İslam dini üzere yetiştirmek gerekir. Onların da dünya ve ahıretini sağlamamız gerekir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlâ, Müslümanlara "Emr-i ma’rûf" yapmağı emrediyor. Yani, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz diyor ve "Nehy-i anilmünker" emrediyor.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dinimizin yayılmasında, devamında gençlerin önemli bir rolü vardır. İslâm dînine karşı olanlar da, bu mühim noktayı anladıkları içindir ki, asrımızın en tehlikeli dinsizlik ocağı olan örgütler, "Gençliğin ele alınması birinci hedefimizdir. Çocukları dinsiz olarak yetişdirmeliyiz" diyorlar.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Amerika ve Avrupa, Müslüman çocuklarını dinlerinden uzaklaştırmak ve ahlaksızlığa yönlendirmek için sinsice hazırlanmış kitaplar, filmler piyasaya sürüyor.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Müslümanlar, birbirine hurmet eder, yardıma koşar. Din yolunda ve dünya işlerinde sıkıntıda görünce kurtarırlar.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Müslümanlar, Allahü teâlânın yasak ettiği, zararlı şeyleri almaz, kullanmaz, dinlemez, okumaz ve bakmaz.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İmam-ı Gazali hazretleri "Kimyâ-i saadet" kitabında diyor ki:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Müminin kâfiri sevmesi üç dürlü olur. Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bazı çevreler, Hıristiyanları, Yahudileri kendilerine dost edinmektedirler. "Tesavvuf, herkesle iyi geçinmektir, herkese karşı hoşgörülü olmaktır" diyorlar. Halbuki,
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Geçmişte, İslamiyet karşısında, kâfirler türlü yollar tutmuş, kollara ayrılmış ise de, iki kısımda toplanmışlardı:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Âhırette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsûstur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu dünya, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan katkat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar tâli’siz ve ahmaktır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Din nakle dayanır. Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin "aleyhimüsselâm" söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmağa uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamağa benzer.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslamiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslam tarihini inceleyenler bilirler. Târîh boyunca hiçbir zamanda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî hakîkat, İslamiyete ters düşmemiş, dâimâ ona uygun bulunmuştur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fakat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kur’ân-ı kerîm insan sözü değildir. Kur’ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de isbât edilmiştir ve her zaman edilebilir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bir gün, Hazret-i Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın "sallallahü aleyhi ve sellem", Hz. Ebû Bekr-i Sıddîka birşey anlattığını gördü.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitapları, bu nûrun anahtarıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısmdır: İtikâd ve amel. Yani iman ve ahkâm. Bunlardan iman, her dinde aynıdır. İman, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bu âlem, Cenab-ı hakkı görmek nimetine kavuşmağa elverişli değildir. Dünyada görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, Peygamberler göndermiştir. Bunlarla kullarına doğru yolu, saadet-i ebediyye yolunu göstermiş, kullarını kendine çağırmıştır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Muhbir-i sâdıkın yani hep doğru haber verici Peygamber efendimiz kabir ve kıyâmet hâllerinden, Haşrdan (kabrden kalkınca arasât meydanında toplanmak) ve Neşrden (hesâbdan sonra Cennete, Cehenneme dağılmak), Cennetten, Cehennemden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile, iyiler, kötülere şefâ’at edecek, araya gireceklerdir. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" "Şefâatim, ümmetimden, günahı büyük olanlaradır" buyuruyor.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İmanı, itikâdı düzelttikden sonra, İslamiyetin emir ettiği şeyleri yapmak lâzımdır. Resûl-i ekrem "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki,
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bütün nimetlerin, malların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği nimetlerin kırkda birini, Müslümanların fakirlerine vermelerini, buna karşılık, çok sevap, katkat mükâfât vereceğini buyurmaktadır
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Peygamberler, Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, saâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan, Peygamberimizden gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek "iman" dır. İbâdetler, imandan değildir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ehl-i sünnet âlimlerine göre halîfelikten konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Yani imana bağlı birşey değildir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlâ insanları yarattı. Her insanın saadet içinde, mesûd yaşamasını istediğini bildirdi. Mesûd olmak, râhat, üzüntüsüz yaşamak demektir. Her insan da mesûd olmağı istemektedir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı övmektedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde olanlardan râzı olduğunu bildirmekdedir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Resulullah "sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem" kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Haramları, büyük günah ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günahı küçümsememek gerekdir
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İlk insan Âdem aleyhisselâm Peygamber idi. Melekler kendisine karşı secde etmişlerdi.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İlk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselâm ve ona iman edenler şehirlerde yaşardı. Okuma, yazma bilirlerdi.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Âdem aleyhisselâmın evlâdı çoğalarak Arabistân, Mısır, Anadolu ve Hindistâna yayılmıştı.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İyilikleri yaymak, kötülüklere engel olmak lazımdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hubb-i fillâh ve Buğd-ı fillâh, imanın esasıdır. Cenab-ı Hakkın en çok beğendi şeydir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek Kur’ân-ı kerîmde, açık olarak emir edilmiştir. Bunda şübheye imkân yoktur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Cehennemden kurtulmak ve se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak, Peygamberlere tâbi’ olmaya bağlıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dünyâya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların bazıları zengin imiş, bazıları fakîr.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Her müslümanın bütün hareketlerinin, duruşlarının, gidişlerinin, İslâmiyete uygun olması lazımdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hurmet edilir. Nimet sâhibleri, büyük bilinir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Eskiden şeyh-ul-islâm denilen müftîleri vardı.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyada ve âhırette rahat ve mesûd olmalarını sağlıyan, üsûl ve kâidelerdir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlâ, insanların ve hayvanların, yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yarattı.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Nefse uymak insana tatlı gelir. İslâmiyete uymak ise, bu arzûları frenlediği, tahdîd ettiği için, insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan, İslâmiyete uymak istemez.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlâ, herşeyi görür, bilir, işitir. Herşeye gücü yeter. Gücü, kuvveti sonsuzdur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Resûlullah efendimize, Necrândan bir hıristiyan heyeti gelmişti. Reîsleri Abdülmesîh idi. İçlerinden Ebülhâris bin Alkama, en âlimleri idi. Âhır zaman Peygamberinin alâmetlerini İncîlde okumuştui.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Büyük islâm âlimi, İmâm-ı Fahreddîn Râzî anlatır: Hârezm şehrinde idim. Şehre bir papazın geldiğini ve hıristiyanlığı yaymak için çalıştığını işittim.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Büyük islâm âlimi, İmâm-ı Fahreddîn Râzî hazretlerinin papaza cevabı:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Avrupa’ya medeniyeti götüren Endülüs Emevi devletiydi. Endülüs sultânı üçüncü Abdurrahmân, memleketini genişletti. Kuvvetlendirdi.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslâmiyet, fen ilimlerini, teknolojiyi, sanatı, endüstriyi emretmektedir. Bunlar imanla beraber at başı götürülürse netice alınabilir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Osmanlı Devleti’nde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, sultân ikinci Mahmûd hân zamanında, Fener Patrikhânesinin kapısında asılan, 1821 Rum isyânının baş plânlayıcısı, Patrik Gregoryosun Rus Çarı Aleksandra yazdığı mektubu açıklamaktadır. Mektûb ibret vericidir:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport diyor ki:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesine sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emir, yerlerin, göklerin yaratanının varlığını, Onun bir olduğunu, ilim ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmektir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yahûdî ve Hıristiyan din adamları, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlar, tecribe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün Batı bütün buluşlara, keşiflere sahip çıkmakta, geçmişte hiçbir buluş yapılmadığını söylemektedir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Art niyetli olmayan fen adamları, islâm kitaplarını okuyunca, Kur’ân-ı kerîmin, her tecrübeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmaktadır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Batılı meşhur fen adamları öyle yanlışlıklar yapmışlar ki, bugün bu hataları lise talabesi bile yapsa sınıfta bırakılır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hakîkî bir fen adamı, ilmi gerçekleri kabûl eder.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İlmini dini yıkmada kullananlardan İngiltereli bir biyologun oğlu olan Ch. Darwin,
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Geçmişimizi, ecdadımızı kötüleyebilmek için en çok sık sık gündeme getirdikleri husus matbaanın getirilmesi meselesidir. Bu konuda da olaylar çarpıtılarak verilmektedir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yıllardır, Müslüman ilim adamları için, fen ilminden anlamazlar, fen ilmine karşıdırlar iftarısı yapıldı. Halbuki eskiden medreselerde din bilgileri ile beraber zamının fen bilgileri de öğretilirdi.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yıllardır içeride, sözde ilim adamları tarafından Kur’an-ı kerim ve din düşmanlığı yapılırken, dışarıda müslüman olmamasına rağmen İslamiyete düşman olmayan, Kur’an-ı kerimin üstünlüğünü kabul eden ilim adamları çıkmıştır
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dünyanın en büyük tabîî (fizik, kimya, biyoloji gibi ) ilimler âlimlerinden biri olan Max Planck, diyor ki:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İnsanın dünyada sıkıntı içinde olması, kendini bilmemesi, konumunu, dünyaya geliş sebebini bilmemesidir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İnsanın dünyaya geliş sebebi
Siz, adem diyârından, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ebû Mûsel-Eş’arî hazretleri, güzel sesle Kur’an-ı kerim okurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Âişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Birgün Peygamberimiz Ebû Musa el-Eş’ari’ye ...
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İnsanın dünyaya geliş sebebi
Allahü teâlâ, akciğerlerinizde kimyâhâneler açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İnsanın dünyaya geliş sebebi
Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki hâlinizi düşünüyor musunuz?
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İnsanın dünyaya geliş sebebi
Ey insanoğlu, etrafın, arzularına uymaz, dış kuvvetler seni mağlup etmeye başlarsa, o zaman da, kendinde hasret ve husrandan, acz ve yeisten başka birşey görmüyorsun.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İnsanın dünyaya geliş sebebi
Ey ademoğlu, kalblerinizde, niçin yalana yer veriyor da, şirklere sapıyorsun?
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Kötü huyların en zararlı olanlarından biri de israftır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İsraf çok kötü bir huydur. İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İsraf, malı helâk etmek, faydasız hâle getirmek, dîne ve dünyanın mubah olan işlerine faydalı olmıyacak şekilde sarf etmektir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Çok kimse israfın ne olduğunu, nelerin israfa sebep olduğunu bilmediği için israfa düşer. Bunun için herkesce bilinmiyen, hatırlatılması lâzım olan israflar da vardır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ölçüsüz, düşüncesiz alışverişler israftır. İhtiyaç olmadan, her istediğini yemek, giymek te israftır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Sadaka vermekte de, israf vardır. Çünkü,
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İsrafın bir sebebi de sefâhettir. Çok kimseyi israfa alıştıran budur. Sefîhlik, aklın az ve hafîf olmasıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ahlâk konusuna başlamışken ticari ahlâktan da bahsetmek gerekir. Ticari ahlâk ta dine uygun alış veriş yapmakla sağalanabilir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Alışverişte, satılan malı, olduğundan aşırı medhetmemelidir. Çünkü, hem yalan söylemiş, hem aldatmış, hem de zulmetmiş olur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Şunu iyi bilmelidir ki, hîle ile rızk artmaz. Hîle ile azar azar birikdirilen şeyler, ansızın gelen bir felâketle, birden bire giderek geride yalnız günahları kalır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Alış verişte, ölçüde hîle etmemeli, doğru dartmalıdır. Kur’ân-ı kerîmde, Mutaffifîn sûresi, birinci âyetinde meâlen, "Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azâblar yapacağım" buyuruldu.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Alışverişte hîle yapmamalıdır. Peygamberimiz "allallahü aleyhi ve sellem" Müslümanların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp piyasa fiyatını gizliyerek, ucuz satın almalarını yasaklamıştır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Alışverişte, ihsan, fedakârlıkta bulunmak şart değilse de, çok kıymetlidir, önemlidir. Çünkü, Allahü teâlâ, adâlet yapmak emrettiği gibi, ihsân etmeği de emrediyor.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kurban Bayramı yaklaşmaktadır. Kesilecek kurbanlar, adaklar en iyi şekilde değerlendirilmelidir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Alışverişte, fakirlerin malını fazla para ile almalı, onları sevindirmelidir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Borcu olan ödeme imkanı olunca hemen borcunu ödemelidir. İstemeğe vakit bırakmadan önce, kendi eli ile ve ayağına gidip vermelidir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Bir kimsenin dünya ticareti, âhıret ticaretine mani olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
En az, binlerce insan çalışmayacak olursa, kendisinin birgün bile yaşayamayacağını düşünmelidir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Dünya işleri, âhıret için çalışmağa mani olmamalıdır. Âhıret için ticaret yeri câmi’lerdir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Alışverişte, iş ortaklığında iyi insanlar, dinini kayıran insanlar aramalıdır. Herkesle işbirliği etmemelidir. Doğru insan aramalıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Alışverişte, şübheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zâten âsî, günahkâr olur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bütün ibâdetlerin kabûl olması, helâl lokmaya bağlıdır. Büyüklerden çoğu buyurdu ki, ibâdetler on kısmdır:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İbrâhîm Edhem hazretlerine, falanca yerde bir genç var. Gece gündüz ibâdet ediyor.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ebû Süleymân-ı Dârânî hazretleri buyurdu ki, helâlden bir lokma az yemeği, akşamdan sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok severim.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hazret-i Îsâ birine, "Ne iş yapıyorsun?" dedi. İbâdetle vakit geçiriyorum deyince, "Nereden yiyip geçiniyorsun?" diye sordu. Herşeyimi kardeşim veriyor, deyince, "O halde, kardeşin senden daha kıymetli ibâdet yapmakdadır" buyurdu.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslâm âlimlerin ve Allah dostlarının büyüklerinden Abdüllah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İnsanın kendine, evlâdına ve ıyâline ve borclarını ödemeğe lâzım olanları helaldan kazanması farzdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" buyurdu ki, "Helâl kazanmak her Müslümana farzdır".
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki; Hakîkî imana kavuşmak için, dört şey lâzımdır:
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslam büyükleri haramlardan çok korkarlardı. Bunun için, haram ve şübheli olmayıp, helâl olup, fakat şübheli veya harama sebeb olmak korkusu olan şeylerden de sakınmşlardır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bütün kötülüklerin başı, kalbin Allahü teâlâdan gâfil olmasıdır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Çok kimseler, dünya malını, hep haram sanır. Bazısı da, dünyadaki şeylerden çoğu haramdır der.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Zamanımızda helâl ve haramı gözetmek, hatta Ebülleys-i Semerkandînin en kolay olan fetvâsına bile uymak çok güc oldu.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlânın ebedî yani sonsuz, âlemlerin, yaratılanların geçici olduğunu, yaratılışta tesadüfün yeri olmadığını bildiren bu yazı serisi, Seadet-i Ebediyye (Hakikat kitabevi, 523 4556) kitabından alınmıştır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, tabîat sanatlerinden birkaçını görebilimek ve taklîd edebilimektir. İslâm düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile, "Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükce, hayretimden tepem atacak gibi oluyor" demiştir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, yarattığı sayılamıyacak kadar çok varlıklar tesadüfen olmuştur diyenlerin sözleri câhilcedir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak geldiğini göstermez. Aksine, yoktan var edilimiş bir ilk varlığın bulunduğunu gösterir.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslâm dîninin inançlarını, emirlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitap yazılmış, bunların çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmıştır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hiç kimse islamiyete ilim ile saldıramaz. İslâmiyete ilim ile nasıl saldırabilir? İlim, ilimi kötüler mi? Elbette beğenir. Kıymetlendirir. İslâmiyete, ilim ile saldıran, mağlup olur.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İslamiyet, insanı hem dünyada hem de ahırette rahat ettirmek için gelmiştir. Mesela, bir müslüman, islâmiyetin emirlerine tam uysa hastalık çekmez.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Resûlullah Efendimiz, "İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim" buyurdu.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Din âlimi olmak için, edebiyat ve fen üzerinde, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sahibi olmak, Kur'an-ı kerimi ve mânalarını ezberden bilimek, binlerle hadis-i şerifi ve mânalarını ezber bilimek, islâmın yirmi ana iliminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilimi iyi bilimek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilimlerde ictihâd derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde kemâle yetişmiş olmak lâzımdır
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrâfı duvar çevrili zannederken, müslümanlar yer küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs, kalb-i selîm sahibi olmak lâzımdır.
|
|
|
|
|
|
Bugün 5 ziyaretçi (123 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 437 ziyaretçi (566 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|