 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Ehl-i sünnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet itikadını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep oldu.
İmam-ı a'zam Ebu Hanife Numan bin Sabit, dört mezhep imamları içinde, Eshab-ı kirama en yakın olanı, en âlim olanı, fıkıhta en derin olanı, vera'ı en çok olanı ...
“İmâm-ı a'zamdan Allahü teâlânın razı olduğuna alamet, mezhebinin her yere yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu işte bir sırr-ı ilâhî olmasaydı, yeryüzündeki Mü ...
Mevlana Muhammed Abdülcelil hazretleri buyuruyor ki: “İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleri vera ve takva sahibiydi, hadis nakledebilmesi için çok ağır şartlar ...
İmam-ı a'zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) küçük yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi idi. Yüzü gayet nurlu olup zühdü, salahı ve ilmi pek çok ...
Ebu Hanife de doğru inanan, İslamiyet'e sarılan kimse, hakiki Müslümanların babası yani imamı demektir. ... İmam-ı a'zam, doğruların imamı olunca ötekiler doğru ...
İmam-ı a'zam hazretleri, (O kimse, çok büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle iman gitmez) buyurdu. İnanılması gereken diğer şeylerden ...
İmam-ı a'zam hazretlerine bir ateist, bir mutezile, bir de cebriyeci üç kimse gelir. Ateist sorar: (Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et.)
(İsm-i azam, "Ve ilahüküm ilahün vahid, la ilahe illa hüverrahmanürrahim" âyeti ile "Allahü la ilahe illa hüvel hayyül kayyum" âyeti içindedir.)
İmam-ı A'zam: Büyük İmam, büyük âlim demektir, Ebu Hanife hazretleri için kullanılır. İmam-ı Rabbani: Kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmiyle amel eden ...
İmam-ı a’zam Ebu Hanife
|
Ehl-i sünnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet itikadını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep oldu. Müslümanlar tarafından kağıt imali bunun zamanında başladı.
Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, âlimler yetiştirdi. Ehl-i sünnetin yüzde sekseni Hanefi mezhebindedir.
Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de Bağdat’ta şehit edildi.
Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hazret-i Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hazret-i Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.
İmam-ı a’zam, Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.
O zaman Kufe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hariciler türemişti. Diğer taraftan Eshab-ı kiramla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücadele sürüp gidiyordu. İmam-ı a’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu.
Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücadele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hatta bu münazaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan imam-ı a’zam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazen münazaralara katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin zekası, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münazaralarındaki ikna kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı.
İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:
“Bir gün zamanın âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şabi’nin sözünün bana çok faydası oldu.”
İmam-ı Şabi’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmam-ı a’zam önce kelam ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladı. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak derdi.
İmam-ı a’zamın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mesud’dan, bu da Peygamber efendimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu.
Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin dinine ait hükümleri bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.
Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, Hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı kiramdan İbni Mesud ve Hazret-i Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.
(İlmi kimden aldın?) diye sorulunca da, şu cevabı vermişti:
“Hazret-i Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazret-i Ömer’den; Hazret-i Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hazret-i Ali’den; Abdullah bin Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mesud’dan aldım.”
İmam-ı a’zam, başta Eshab-ı kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler onu hep methetmiş, övmüştür.
İmam-ı a’zamın hocası Hammad bin Ebi Süleyman vefat edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak âlimin, ancak imam-ı a’zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.
İmam-ı a’zam, hocası Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu, takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların bütün müşkillerini çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.
İmam-ı a’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzakere yapılırdı. Her gün sabah namazını, camide kılıp öğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır, fetva verirdi. Öğleden önce kaylule [öğle vakti bir miktar uyuma] yapıp, öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi. Sorulan suallere cevap vermeden önce, mesele aleni (açık) olarak müzakere edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.
Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usul ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla imam-ı a’zamın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tespit edilmiştir.
İmam-ı a’zam hazretlerinin ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi meselelerin sayısı altıyüzbini aşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahv ve hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da çeşitlerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.
Böylece imam-ı a’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlmi Kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmam-ı Matüridi ondan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır.
İmam-ı a’zam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz” buyururdu.
Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.
Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi âlimlerdir.
İmam-ı a’zam hazretleri, fıkhı; Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak diye tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tespit etmek için, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ümmet (Eshab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır.
İmam-ı a’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’an-ı kerime bakar, hükmü aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı kerimde delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyasa başvurur ve meseleyi çözerdi.
İşte imam-ı a’zam Ebu Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyet’e doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi” denildi.
İmam-ı Şafii şöyle buyurmuştur:
“Bütün Müslümanlar imam-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.” (Yani, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi imam-ı a’zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır.)
Ömrü boyunca sapıklarla da mücadele etti
İmam-ı a’zam, ömrü boyunca, insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.
İmam-ı a’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.
Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkik gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Aşağıda bunlardan birkaçını bildireceğiz.
Hasılı imam-ı a’zam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Müslümanlardan doğru bir itikad (Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmam-ı a’zam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyet’i iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) unvanını almıştır.
Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Süreyya yıldızına çıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslam âlimleri, bu hadis-i şerifin imam-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhari ve Müslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i tabiindir)” buyuruldu. İmam-ı a’zam da, bu hadis-i şerifle müjdelenen Tabiinden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan, Mevduat-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âdem (aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Numan, künyesi Ebu Hanife’dir. O, ümmetimin ışığıdır.)
(Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebu Hanife ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.)
(Ümmetimden biri, İslamiyeti canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Numan bin Sabit’tir.)
(Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en yükseğidir.)
Hazret-i Ali de; “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır” buyurdu.
İmam-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam âlimleri hep onu methetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir.
Abdullah ibni Mübarek anlatır:
İmam-ı a’zam Ebu Hanife, imam-ı Malik’in yanına geldiğinde imam-ı Malik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese, ispat eder” dedi.
Veki' der ki:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, Hazret-i İmam çok emin idi. Yine Allahü teâlâya yemin ederim ki Allahü teâlâ onun kalbine azamet ve celaleti ile tecelli eylemişti, Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.”
Ebu Ahvas der ki :
“Eğer kendisine üç güne kadar öleceği bildirilse, yapmakta olduğu amelden, ibadetten daha fazlasını yapması imkansızdı, çünkü her zaman yapılabilecek ibadetin çoğunu yapardı.”
Bekir İbni Maruf der ki:
“Bu ümmetin içinde sireti, Ebu Hanife'den güzel olan bir kimse görmedim.”
(Siret, ahlak ve kalb güzelliği demektir.)
Hasen İbni Salih der ki:
“Ebu Hanife, kuvvetli vera sahibi ve haramlardan çok uzak idi. Şüpheli olur diye, helallerin fazlasından kaçınırdı. Kendini ve ilmini koruma hususunda daha kuvvetli âlim görmedim. Vefatına kadar ömrü mücadele ile geçti.”
Yezid ibni Harun der ki:
“Bin âlimin huzurunda bulunup hepsinden ilim topladım. Bunların içinde, vera sahibi ve dilini çok koruyan Ebu Hanife’den başkasını görmedim.”
Hafas der ki:
“Otuz sene Ebu Hanifenin sohbetinde bulundum. Aleni yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını görmedim. Şüphelendiği bir şey, malının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.”
Harun Reşid, Ebu Yusuf'a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şöyle anlattı:
(Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Dinde bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmeyi ve Ona isyan etmemeyi çok severdi. Dünyayı sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü. Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve daima doğruyu söylerdi. Eğer bunun gayrısı bir mesele olsa, hak üzere kıyas edip, ona tâbi olur, bunda dinini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahü teâlânın rahmetine kavuşmayı ve rızasını kazanmayı düşünürdü. Hiç kimseye tamah etmez. Gıybet etmekten çok uzak idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)
Harun Reşid, bunları dinledikten sonra dedi ki: (Bu saydıkların salihlerin, evliyanın ahlakıdır.)
Hafız Muhammed ibni Meymun der ki:
“Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun mübarek ağzından bir söz duymaya yüz bin dinar (altın) veririm.”
İbni Üyeyne;
“Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin talebesindedir” demiştir.
Davud-i Tai’nin yanında Ebu Hanife hazretlerinden konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”
Hafız Abdülaziz ibni Revvad der ki:
“Ebu Hanife’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.”
İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki:
“Ebu Hanife’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”
Hakikate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsteri;
“Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife hazretleri gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı” buyurdu.
İmam-ı Şafii; “Ben imam-ı a’zam Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin” buyurdu.
İmam Ahmed ibni Hanbel; “İmam-ı a’zam, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyaya düşkün olmayan), îsâr (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurdu.
İmam-ı Malik’e; “İmam-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok methediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona dua etsinler, diye hep methederim” buyurdu.
İmam-ı Gazali; “İmam-ı a’zam Ebu Hanife çok ibadet ederdi. Kuvvetli zühd sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Daima Allahü teâlânın rızasında bulunmayı isterdi” buyurdu.
Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır:
Peygamber efendimizi rüyada gördüm ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara” buyurdu.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurur ki:
“İmam-ı a’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sünnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmam-ı a’zam, hadis-i şerifleri ve Eshab-ı kiramın sözünü kendi reyine (ictihadına tercih) ederdi.”
İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead risalesinde de şöyle buyurur:
“Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o büyük imamın şânından ne yazayım! Müctehidlerin en vera sahibiydi. En müttekisi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”
Yine İmam-ı Rabbani ve Muhammed Parisa hazretleri buyurdular ki:
“İsa aleyhisselam gibi ülülazm bir Peygamber gökten inip İslam diniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihadı imam-ı a’zamın ictihadına uygun olacaktır. Bu da imam-ı a’zamın büyüklüğünü, ictihadının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir.”
Feridüddin-i Attar hazretleri imam-ı a’zamı şöyle anlatır;
“İslamiyetin ve milletin ışığı, din ve devletin mumu, hakikatler menbaı, manevi cevherler ve ince bilgiler denizi, ârif, âlim, sofi, cihanın imamı, methi bütün dillerde dolaşan, her milletin makbulü olanı ben nasıl anlatabilirim? Onun riyazet ve mücahedeleri, onun halvet ve müşahedelerinin sonu yoktur. Firasette, siyasette, akıllılıkta ve zekilikte bir tane idi. Mürüvvet ve fütüvvette bir hilkat garibesi idi. Cihanın kerimi, zamanın en cömerdi, devrinin efdali ve vaktinin en âlimi idi. En yüksek derece ve eşsiz mertebede idi. Hazret-i İmamı-ı Ebu Hanife Kufi'nin şemaili, vasıfları Tevrat' ta, yazılı idi.”
(Riyazet nefsin istediklerini yapmamaktır, Mücahede ise nefsin istemediklerini yapmaktır.)
Son asrın, zahir ve batın (kalb) ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:
“İmam-ı a’zam, imam-ı Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylani gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte; “Âlimler Peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve bâtıni ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”
İslam âlimleri, imam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İslam dünyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelam, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait kaideleri tespit etti. Böylece Onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmam-ı a’zamdan önce İslamiyet’in ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşayan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi.
İlk yıllarda ilimlerin kağıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslam âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücut bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusilik ve benzeri bozuk yolların İslamiyet’i içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet halini aldı. İmam-ı a’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Rafizi, Mutezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslamiyet’i her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, imam-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tazim ve şükranla yâd edilmiş, bu büyük imam, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmam-ı a’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır. (Radıyallahü teâlâ anh)
Takvası ve menkıbeleri
Onu Hazret-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi
İmam-ı a’zam ticaret yapardı. Onun kanaatkârlığı, cömertliği, emanete riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu Hazret-i Ebu Bekir’e benzetirlerdi. Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allahü teâlâya hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı.
Buyurdu ki :
“Kırk seneden fazla oluyor ki, dört bin akçeye malikim. Bundan fazla param olunca, dağıtırım. Daha fazla para bulundurmayışımın sebebi, Hazret-i Ali’nin şu sözüdür: (Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.) Eğer halife ve valilere müracaat etmek ve onlardan bir şey istemek korkusu olmasa, bir akçe bile yanımda bulundurmazdım.”
İmam-ı a’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım” dedi. İmam-ı a’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!” dedi.
Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tembih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmam-ı a’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.
Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; (Ben ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?) dedi. (Hayır, bunda alay yok) dedi ve elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.
Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Biri ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, imam-ı a’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır, daha fazla eder, buyurup, bu işten anlayan bir tüccara, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.
Yedi sene koyun eti yemedi!
Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmam-ı a’zam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun en fazla yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Esed bin Amr der ki: “Ebu Hanife'nin ağlamasını geceleri komşular duyar ve ona acırlardı.”
Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir
İmam-ı a’zam, bir gece rüyasında Peygamber efendimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbni Sirin’e gidip anlattı. İbni Sirin; “Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek” dedi. “Ebu Hanife benim!” deyince, İbni Sirin; “Sırtını aç göreyim” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “Ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamber efendimiz senin hakkında; (Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “Ben” bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder) buyurdu” dedi.
Âlimlerin kanı zehirlidir!
İmam-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir” buyurulan âlimlere dahil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.
Sabah ezanına kadar
Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescitte iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girdi.
Annemin emrine muhalefet etmem
İmam-ı a’zam, oğlu Hammad ile beraber teravih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe yaklaşık 6 km idi. Bir defasında imam-ı a’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmam-ı a’zam gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin” deyince, “Ben annemin emrine muhalefet etmem” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye sordu. İmam-ı a’zam meselenin cevabını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir” dedi.
O, burada fıstık yemesini öğreniyor
Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder:
Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp imam-ı a’zamın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de imam-ı a’zamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalb gözüyle görürdü” dedi ve hocama rahmetle dua etti.
Fetva vermeye kalkan bu kadarını nasıl bilmez!
Daha ilmini tamamlamamış talebelerinden biri, kendinde bir salahiyet görüp bir meclis kurdu. Fıkıh öğretmeye başladı. Bu haber Hazret-i İmama gidince huzurundakilerden birine bunun meclisine gidip ona şöyle söylemesini emretti:
“(Bir kimse elbisesini temizleyiciye verse, birkaç gün sonra gelip elbisesini istese temizleyici inkâr etse, daha sonra tekrar gelip elbisesini istese temizleyici de elbisesini temiz olarak ona verse ücret alabilir mi?” Eğer alır derse hata ettin dersin. Ücret almaz derse yine hata ettin dersin.)
Bu zat meseleyi gidip o talebeye anlatıp soruyu sordu:
- Temizleyicinin ücret almaya hakkı var mı?
- Evet ücret alır.
- Hata ettin, öyle değildir.
- Hayır ücret alamaz.
- Yine hata ettin, öyle değildir.
Bunun üzerine, fetva vermeye kalkışan o talebe, Hazret-i İmamın huzuruna gitti. Hazret-i İmam onun geldiğini görünce şöyle konuşmaya başladı :
- Seni buraya elbiseyi temizleme meselesi mi gönderdi?
- Evet...
- Sübhanallah, insanlara fetva vermeye kalkan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için kendisine meclis kuran kimse ücret bahsinden bu kadarını nasıl bilmez?
- Bunun cevabı nasıldır?
- Eğer temizleyici elbiseyi gasp ettikten sonra temizlediyse ücret verilmez. Çünkü kendisi için temizlemiş demektir. Yok gasp etmeden önce temizlemişse ücret vermesi lazımdır. Çünkü onu sahibi için temizlemiştir.
Üç gümüş karışsa, ikisi kaybolsa
Abdullah İbni Mübarek Hazret-i İmama sordu :
- Bir kimsenin iki gümüşü, başka birinin bir gümüşü ile karışsa, sonra ikisini kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yapması lazımdır?
- Kalan bir gümüş üçe taksim edilir. Üçte biri bir gümüşü olanın, üçte ikisi de iki gümüşü olanındır.
Bize göre mi, size göre mi?
Bir rafizi Hazret-i İmama gelip şöyle bir soru sordu:
- İnsanların en kuvvetlisi kimdir?
- Bize göre Hazret-i Ali'dir, size göre ise Hazret-i Ebu Bekir’dir. (Radıyallahü anhüma)
- Nasıl olur?
- Çünkü Hazret-i Ali hilafetin Ebu Bekri Sıddıkın hakkı olduğunu bildi, kabul edip ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekri Sıddık Hazret-i Ali'den hilafeti zorla aldı. Fakat Hazret-i Ali bir şey yapamadı.
Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı.
Eğer kıyas ederek söyleseydim
İmam-ı azamın hadislere önem vermeyip kıyasla amel ettiği söyleniyor. Bunda asla doğruluk payı yoktur. Bu konudaki menkıbelerden biri şöyledir:
Hazret-i Ali'nin torunu Muhammed bin Hasan hazretleri, imam-ı azam hazretlerine gelip dedi ki:
- Ceddimin Hadis-i şeriflerine kıyas ile muhalefet ettiğinizi duydum. Onun için geldim.
- Bundan Allahü teâlâya sığınırım.
Sonra Hazret-i İmam dizleri üzerine oturup edeple sordu :
- Efendim, erkek mi zayıftır, kadın mı?
- Kadın, daha zayıf yaratılışlıdır.
- Dinimize göre kadının hissesi ne kadardır?
- Erkeğin yarısı kadardır.
- Bakın, eğer kıyas ile söyleseydim, bu hükmün tersini söylerdim. Kadın zayıf olduğu için ona iki, erkeğe bir hisse verilmeli derdim. Sizin söylediğiniz gibi bildirdiğime göre, bu durum, hadis-i şeriflere sıkı sıkıya bağlı olduğumu göstermez mi?
- Evet hadis-i şerife aykırılık yok.
Hazret-i İmam tekrar sordu:
- Namaz mı efdaldir, oruç mu?
- Elbette namaz efdaldir.
- Eğer kıyas ederek söyleseydim, hayzlı kadına ramazan orucunu değil, namazını kaza etmesini bildirirdim. Bu da hadis-i şeriflere bağlılığımı göstermez mi?
- Evet bunda da hadis-i şeriflere aykırılık yok.
- Size bir soru daha sorayım. İdrar mı necistir, meni mi?
- Elbette idrar necistir.
- Eğer kıyas ederek söyleseydim, meni çıkınca değil, idrar çıkınca gusletmeyi söylerdim. Hadis-i şerife aykırı şey söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Peygamber aleyhisselamın sözlerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum, başka bir şey yapmıyorum.
Bu konuşma üzerine Muhammed bin Hasan hazretleri, İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin kendisine yanlış tanıtıldığını anlayarak kalkıp onun alnından öptü. Bu olayda gösteriyor ki, âlimi ancak âlim anlar.
İmam-ı a'zam hazretlerinin her sözü, her işi, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ile idi. Bir kimse, dört mezhep imamının sözlerini, kıskanmadan ve inat etmeden, insaf ile incelerse, her birinin, gökteki yıldızlar gibi olduklarını görür.
İmam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki:
Nass [yani âyet, hadis] olan yerde kıyas yapılmaz. Biz, zaruret olmadıkça kıyas yapmayız. Bir sual karşısında kalınca, önce Kur'an-ı kerimde ararız. Bulamazsak, hadis-i şeriflerde ararız. Yine bulamazsak, Eshab-ı kiramın herhangi birinin sözlerinde ararız. Bu sualin cevabını bunlarda da bulamazsak, kıyas yaparak cevabını buluruz.
İmam-ı a'zam hazretleri hiçbir yerde bulamadığı bir bilgi için, kendi kıyas ettikten sonra, Hazret-i Ebu Bekrin sözünü işitirse, kendi reyini bırakıp, O söze uygun cevap verirdi. Bütün Eshab-ı kiram için de böyle yapardı.
Numan’ın kölesi
Büyüklerden biri anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı. İsmi Numan'ın kölesi idi. Bu zatı bulup isminin niçin böyle olduğunu sordum:
- Sen o yüksek imamın nasıl kölesi, azadlısı oldun?
- Annem bana hamile iken doğuma yakın ölmüş. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken karnındaki çocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazret-i İmama anlatmışlar, o da hemen karnını sol taraftan yarın, çocuğu çıkarın demiş. Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni çıkarmış. Bunun için onun azadlısıyım, ona daima dua ederim.
İnsan büyük günah işlemekle kâfir olmaz
İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:
Ebu Hanife hazretlerinin zamanında Harici mezhebinde olanlar çoktu. Harici mezhebinde olanlar, [vehhabiler gibi] şöyle düşünürlerdi: (İnsan büyük günah işlemekle kâfir olur.)
İslamiyet’te büyük tefrikaya sebep olan bu sözü Ebu Hanife hazretleri kabul etmez, bir kimsenin günah işlemekle dinden çıkmayacağını, sadece haram işlemiş olacağını, bunun ise azabı gerektireceğini, Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinin böyle olduğunu bildirerek Haricilerin sözlerine karşı uyanık olunmasını emrederdi.
Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhebinin bozuk olduğunu anlattığını duyunca galeyana geldiler. İçlerinden kırk tane eşkıya şöyle bir karar aldılar: (Ebu Hanife'ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve sözlerinden dönerse ne ala, dönmezse başını gövdesinden ayırırız.)
Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sözlerini dinliyorduk. Kılıçları omuzlarında asılı bir sürü sapık izin almadan içeri girdi. Hazret-i İmamı öldürmek istiyorlardı. Dediler ki:
- Sana iki sualimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap verirsen kurtulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kaçamazsın, seni burada öldürürüz.
Hazret-i imam onların bu haline aldırmayıp buyurdu :
- İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?
- Her işte insaflı olmak, doğru söze karşı kalblerin saf olması gerektir, dediler.
- O halde kılıçlarınızı kınlarına sokunuz, böyle yalın kılıç durmanız insafla bağdaşmaz.
Gelenler yine inat ve isyanla konuştular:
- Kılıçlar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.
- Hasbünallah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.
- Bir kimse şarap içip sarhoş olarak ölse, bir kadın da zina edip doğurduğu çocuğu öldürse, kendisi de nifas hali bitmeden ölse, bu iki facirin hallerinin ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.
- Önce siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar yahudi, mecusi veya hristiyan mıdır?
- Hiç biri değildir.
- Ya hangi dindendir?
- La ilahe illallah Muhammedün resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın Allahü teâlâdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu büyük günaha düçar oldular.
- Onların hallerini ve hasletlerini saydınız. Bu üç şey iman mıdır, küfür müdür, insafla konuşup doğrusunu da siz söyleyin.
- Bu üç haslet imandır.
- Evet dediğiniz gibidir. Şimdi söyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir, yarısı mı, üçte biri mi veya hepsi midir?
- Bu üç şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.
- Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne istiyorsunuz?
Hariciler kendi sözleriyle böylece mağlup oldular, hepsi de kılıçlarını kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ehli sünnet oldular.
Fatihasız namaz olmaz!
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i imamın huzuruna gelip derler ki:
- İmamın okumasını kâfi görüp, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki, Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu ispat eden kuvvetli deliller vardır. Hakkın ortaya çıkması için tartışmaya geldik.
Hazret-i imam der ki:
- Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?
- Nasıl tartışmak istiyorsunuz?
- İçinizden en bilgili, âlim olanı seçin, onunla konuşayım. O, kendi ile birlikte hepinizin adına konuşsun.
- Teklifiniz uygun...
- O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz yenilmiş olacaksınız. Kabul mü?
- Peki kabul ettik.
- Tartışmayı ben kazandım.
- Nasıl olur, daha başlamadık bile...
- Siz, seçtiğiniz âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?
- Evet...
- Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi söylüyorum. Herkesin tâbi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı kerim okur, cemaat okumaz. Siz nasıl bir kişiye güvenmişseniz ben de imama güvendim. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?
- Evet anlaştık.
Oğlumun öğrendiğini az görme!
Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar öğrenince, Hazret-i İmam oğlunun hocasına beş yüz akça hediye etti. [Başka bir rivayette bin gümüş hediye etti.]
Oğlunun hocası dedi ki:
- Ne yaptım ki bana bu kadar para gönderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip buyurdu ki:
- Sana az hediye ettiğim için özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur'an-ı kerime tazim için hepsini sana verirdim.
Dua ile anmaktan başka
Hazret-i İmama sordular :
- Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?
- Onları dua ve istigfar ile anmaktan başka hiç bir şeye kudretim yok ki, hangisinin büyük olduğunu nasıl söyleyeyim?
Hocasına saygısı
İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:
(Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Üstadım Hammad'ın evine doğru ayaklarımı bir kere uzatmış değilim.)
Yine buyurdu ki:
(Üstadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun için, annem babam için, kendilerinden ilim öğrendiklerim için, kendilerine ilim öğrettiklerim için istigfar ettim. Hiç bir namazda unutmuş değilim.)
Kıymetli söz ve nasihatlerinden bazıları:
“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”
“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”
“Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.”
“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak [kitaplarını okumak, fıkıh öğrenmek] kendisine ağır gelir.”
“Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”
“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”
“Allahü teâlâ bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalblerinde ne sakladıklarını bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”
“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği mükafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibarettir.”
“İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahü teâlâdır.”
“Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikâr; “Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetçi olmaz. Bilakis hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.”
“Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”
“Eshab-ı kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın üstünde yeri vardır.”
Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken Hazret-i İmam ona şu vasiyetlerde bulunmuştur:
“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!
Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitte senin etrafını sarıp aranızda bazı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”
Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bazen onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsamaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”
İmam-ı a’zam hazretlerinin bir talebesine yaptığı vasiyetlerden bazıları da şöyledir:
“Konuşurken yüksek sesle konuşma. Hiç bir işinde acele etme, teenni ile hareket et. Acele şeytandır.
Susmayı âdet edin. Her ayda birkaç gün oruç tut. Nefsini hesaba çek, ilmi muhafaza et. Böylece amelinden iki cihanda faydalan. Dünya nimetine ve sağlığına güvenme. Bu nimetlerin hepsinden sorguya çekileceksin. Sakın ölümü hatırından çıkarma. Kur’an-ı kerim okumaya devam et.
Kötü kimseyi; kötülüğü ile anma, bir iyiliğini bul, onu söyle. Eğer kötülüğü din hakkında ise, bid’at ise onu insanlara söyle ve ona uymaktan onları koru.
Bid’at ehlinden uzak dur. Küfür ehli ile zaruretsiz konuşma, mümkünse onları İslam’a davet et, değilse, onlarla görüşme [diyaloga girme]. Anneni, babanı, üstadını hayır duadan unutma. Ezan okununca, hazır ol, herkesten önce mescide gel.
Komşudan gördüğün ayıpları, emanet bil; sakla, kimsenin sırrını kimseye söyleme. Seninle istişare edene doğruyu söyle. Cimrilikten sakın. Tamahkâr olan mürüvvetsiz olur. Her işte mürüvveti gözet. İhtiyacın olsa da, kimseden bir şey isteme. Dünya ehline rağbet etme. Kabirleri ziyaret et.
Yolda giderken sağına soluna bakma, önüne bak. Bahşiş verilen yerlerde herkesten daha çok ver. Bir cemaat içinde iken, onlar teklif etmeden imam olma. Kadınların, kızların, gençlerin toplandıkları yerlere gitme. Fısk, çalgı, müzik ve diğer haram bulunan eğlence yerlerine girme.
İlim meclisinde sakın kızma. İnanılması zor olan hikayeleri anlatma. Bu nasihatimizi, canı gönülden kabul et. Bunlarla dünya ve ahiretini süsle. Zira bunlar senin ve herkesin iyiliği içindir. Bu yolda git ve herkese de tavsiye et .”
Vefatı
İmam-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla karışmadı. İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mensur zalim idi. Bu yüzden İmam-ı a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Her gün vurulacak sopa adedini arttırdı. Sopa adedi yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehit oldu.
Büyük âlimlerden Şu’beye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyen onun gibisini bulamazlar” dedi. Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmam-ı Şafii buyurdu ki:
“Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekat namaz kılıp, Ebu Hanife’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup isteklerime kavuşurum.”
“Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin, imam-ı a’zam için olduğunu İslam âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte imam-ı a’zam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi imam-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.
Eserleri:
İmam-ı a’zamın eserleri pek çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün meseleler onun eseridir.
1- Risale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye: İmam-ı a’zamın usul-i dinde ilk yazdığı eserdir.
2- El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap Hakikat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevi, Ebu’l Münteha ve imam-ı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.
3- El-Fıkh-ül-Ebsat: İmam-ı a’zam bu eserinde istita’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.
4- Er-Risale li Osman Büsti: Eserde iman, küfür, irca ve va’id meseleleri açıklanmıştır.
5- Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.
6- Vasiyyet-i Nukirru: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemaatin hususiyetleri anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnamesi vardır.
7- Kaside-i Numaniyye
8- El-Asl
9- El-Müsned-lil-İmam-ı a’zam Ebi Hanife
İmam-ı a’zam ve kadılık
Sual: (İmam-ı a’zam, Emevî zulmüne ortak olmamak için kadılık yapmayacağını söyleyince, Emevî halifesi tarafından dövülerek öldürüldü) deniyor. Bu yanlış değil mi?
CEVAP
Elbette yanlıştır. Ya cahillikten böyle söyleniyor veya kasten, Emevî düşmanlığından dolayı böyle söyleniyor. İmam-ı a’zam hazretleri hicri 150, miladi 767 tarihinde, zâlim olan ikinci Abbasî halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından Bağdat’ta dövülerek şehit edilmiştir. Emevîlerle bir ilgisi yoktur. Kadılığın, zâlim Abbasî halifesine isyanla da ilgisi yoktur. İmam-ı a’zam hazretlerine kadılık teklif edilince, (Ben kadılık yapamam) buyurdu. (Yalan söylüyorsun) denilince de, (Eğer yalan söylüyorsam, yalancıdan kadı olmaz. Doğru söylüyorsam, doğru söylediğim için kadılık yapamam diyorum) buyurdu. Kabul etmemesi, devlete kadılık yapılmayacağı için değildi. Zühdü, takvası ve veraı da, ilmi ve zekası gibi son derece çok olduğundan, kabul etmedi. İnsanlık sebebiyle, kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktu. (Kamus-ül-alam)
İmam-ı a'zamın büyüklüğü
Sual: Ebu Hanife’nin, son haccında, Kâbe’ye girip, namaz kıldıktan sonra, (Yâ Rabbi, Sana layık ibadet edemedim, ama senin akılla anlaşılamayacağını anladım. Hizmetimdeki kusurumu, bu anlayışıma bağışla!) diye dua ederken, o anda, (Ey Ebu Hanife! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyamete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim) diye ses işitildiği Mizan-ül-Kübra kitabında yazılıdır. Burada, Cenab-ı Hak, (Sen beni iyi tanıdın, güzel hizmet ettin) buyururken, (Sen anlaşılmazsın, sana layık ibadet edemedim) demekle Ebu Hanife’nin yanıldığı yani yanlış söylediği anlaşılmıyor mu?
CEVAP
Hayır, öyle bir şey yoktur. İmam-ı a'zam hazretleri, ibadetteki ve Allah'ı akılla tanımaktaki aczini bildiriyor. Cenab-ı Hak da, onu tasdik ediyor, (Evet, bir kul Allah'a layık ibadet edemez ve Allah'ı akılla tanıyamazsa da, sen, bir insanın yapabileceği her şeyi yaptın) buyuruyor.
İmâm-ı a'zamın ilmi gibi takvası da çoktu
Sual: İmâm-ı a'zam Ebu Hanife hazretlerinin ilmi gibi, haramlardan sakınması da çok fazla mı idi?
Cevap: İmâm-ı a'zam hazretlerinin takvası o kadar çoktu ki, otuz yıl, oruç tutması haram olan beş günden başka her gün oruç tuttu. Çok kere, bir veya iki rekatte bütün Kur’ân-ı kerîmi okurdu. Bazen de, yalnız bir azab veya rahmet âyetini namazda veya namaz dışında tekrar tekrar okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. Hanefi mezhebinde, namazda Allah için ağlamak namazı bozmaz. İşitenler, haline acırdı. Muhammed aleyhisselamın ümmeti içinde, bir rekat namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi hatim etmek, yalnız Osman ibni Affân, Temîm-i Dârî, Sa'îd bin Cübeyr ve imâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretlerine nasip olmuştur. Kimseden hediye kabul etmezdi. Fakirler gibi giyinirdi. Bazen de, Allahü teâlânın nimetlerini göstermek için, çok kıymetli elbise giyerdi. Ellibeş kere hac edip, birkaç yıl Mekke-i mükerremede kaldı. Yalnız ruhu kabz olunduğu, vefat ettiği yerde, zindanda, yedibin kere hatm-i Kur'ân okumuştu. “Ömrümde bir kere güldüm. Ona da pişmanım” demiştir. Az söyler, çok düşünürdü. Bazı din konularında, talebesi ile münazara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı namazını cemaat ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescitte iken, bir konu üzerinde, talebesi imam-ı Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup, ikinci ayağını dışarı çıkarmadan, sabah namazını kılmak için, yine mescide girmiştir. Hazret-i Ali; “dörtbin dirheme kadar nafaka caizdir” buyurdu diyerek, kazancının dörtbin dirheminden fazlasını fakirlere dağıtırdı.
.
İmam-ı a’zam bu ümmetin ışığıdır
|
Sual: İmam-ı a’zam hazretleri hakkında hadis var mıdır?
CEVAP
İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri hakkında, meşhur ve muteber fıkıh kitaplarında çeşitli hadis-i şerifler bulunmaktadır. En kıymetli fıkıh kitaplarından biri olan Dürr-ül-muhtâr’ın önsözündeki hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Âdem aleyhisselam, benimle övündüğü gibi, ben de ümmetimden ismi Numan, künyesi Ebu Hanife olan bir zât ile övünürüm. O ümmetimin ışığıdır.)
Mevduat-ül-ulum ve Hayrat-ül-hisan’daki hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ebu Hanife adında biri gelir. Bu, kıyamet günü ümmetimin ışığı olur.)
(Ebu Hanife denilen biri gelir, Allah’ın dinini ve benim sünnetimi canlandırır.)
(Her asırda, ümmetimden yükselen olur. Ebu Hanife, zamanının en yükseğidir.)
Mirât-ı kâinat’daki birkaç hadis-i şerif:
(Ebu Hanife adında biri gelir. O, bu ümmetin en hayırlısıdır.)
(Ümmetimden biri, dini canlandırır. Bid’ati öldürür. Adı Numan bin Sâbittir.)
(Ebu Hanife’nin iki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ dinini onun eliyle canlandırır.)
İbni Âbidin hazretleri, Dürr-ül-muhtar’ın önsözündeki hadis-i şerifleri açıklarken buyuruyor ki:
[Buhari ve diğer hadis âlimlerinin rivayet ettiği hadis-i şerifte, (İman, süreyya yıldızına çıksa Fâris oğullarından biri elbette alıp gelir) buyuruldu. Buhari’nin diğer bir rivayetinde ise, (Allah’a yemin ederim ki, din, süreyya yıldızında asılı olsa, onu Fâris oğullarından, acemlerden bir zât alacaktır) buyuruldu. Fâris, İran’ın Fers denilen memleketindeki insanlar demektir. İmam-ı a’zamın dedesi buradandır. Bu hadis-i şerifin imam-ı a’zamı gösterdiği açıktır.
İmam-ı Süyuti; “Bu hadiste Ebu Hanife’nin kastedildiği pek âşikârdır. Bunda şüphe yoktur. Çünkü Acemlerden, ilimde Ebu Hanife derecesine varan tek bir kimse yoktur” buyurdu.]
İmam-ı a’zam Ebu Hanife Numan bin Sabit, dört mezhep imamları içinde, Eshab-ı kirama en yakın olanı, en âlim olanı, fıkıhta en derin olanı, vera’ı en çok olanı idi. İmam-ı Şarani hazretleri Şafii mezhebinde iken, insaf ile, imam-ı a’zamı şöyle tanıtmaktadır:
(Ona hiç kimse dilini uzatmamalıdır. Çünkü O, dört imamın en büyüğü, mezhebin ilk kurucusu, senetleri Resulullaha en yakın olanı, Eshab-ı kiramın ve Tâbi’inin yaşayışlarını en çok göreni idi. Her sözü Kitaba ve Sünnete dayanmaktadır. Kendi re’yi, düşüncesi ile hiçbir şey söylememiştir.) İmam-ı Şarani gibi büyük bir âlimin (Rabbani âlim) dediği ve kendi re’yi ile hiçbir şey söylememiştir dediği bir yüce imam için ve talebeleri için, birkaç hadis âliminin (Eshabı re’y) demeleri çok haksız bir isnattır.
Şafii mezhebindeki büyük âlimlerden ibni Hacer-i Mekki, imam-ı a’zamı tanıtmak için ayrı bir kitap yazmıştır. Kitabının ismi (Hayrat-ül-hisan fi-menakıb-in-Nu’man)dır.
Hanefi âlimlerinden ibni Âbidin, Redd-ül-muhtar kitabının önsözünde diyor ki:
İmam-ı a’zamın, büyüklüğünün şahidi, diğer mezhep imamları, onun bütün sözlerini senet olarak almışlardır. Mezhebinin âlimleri, onun zamanından, bu zamana kadar, her yerde onun sözleri ile fetva verdiler. Evliyadan çoğu, onun mezhebine göre çalışarak kemale geldiler. Anadolu, Balkan müslümanları, Hind, Sind ve Türkistan, yalnız onun mezhebini bilirler. Abbasi devleti, her ne kadar, cedlerinin mezhebinde idi ise de, kadılarının, hakimlerinin, âlimlerinin çoğu Hanefi mezhebinde idi. Beşyüz seneye yakın bu mezhebe göre amel ettiler. Bu devletin yerine kurulmuş olan Selçuki ve sonra Harezmi melikleri ve büyük Osmanlı devleti hep hanefi idi.
Büyük âlim Muhammed Tahir sıddıki, (Mecmaul-bihar fi-garaib-it-tenzil ve letaif-il-ahbar) kitabında diyor ki:
(İmam-ı a’zamdan Allahü teâlânın razı olduğuna alamet, mezhebinin her yere yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu işte bir sırrı ilahi olmasaydı, yeryüzündeki müslümanların çoğu onun mezhebinde olmazdı.)
İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretleri, Mektubat ismindeki kitabının 2. cildinin 55. mektubunda buyuruyor ki:
İmam-ı a’zam Ebu Hanife, İsa aleyhisselama benzemektedir. Vera ve takva nimetine kavuştuğu için ve Sünnet-i seniyyeye uyduğu için, nasslardan ahkam çıkarmakta ve ictihad yapmakta, çok yüksek dereceye ulaşmıştır. Bazı âlimler, onun bu derecesini anlayamadılar. Onun ictihad ile bulduğu şeyler, çok ince bilgiler oldukları için, Kitaba ve Sünnete uymuyor sandılar. Bu yüce imama, re’y sahibi dediler. Onun ilminin hakikatine yetişemedikleri, onun anladığını anlayamadıkları için, böyle yanıldılar. Halbuki, imam-ı Şafi’i, onun anladığı bilgilerden, az bir şey sezerek, (Fıkıh âlimlerinin hepsi, fıkıh ilminde, Ebu Hanife’nin talebesidir) dedi.
Buhara’nın büyük âlim ve velilerinden Muhammed Parisa hazretleri, Füsuli sitte kitabında, (Hazret-i İsa gökten [Şam’a] inince ictihad ve ameli imam-ı Ebu Hanife’nin mezhebine uygun düşecektir) buyurdu. Bu söz, belki yüce imamın İsa aleyhisselama benzerliğini göstermektedir.
Bu ümmetin Âlimlerinin, Salihlerinin çoğu Hanefi mezhebinde idiler. Mezhepsizlerin böyle bir âlime ve ilmi ile amile dil uzatmaları ve mezhep taklit edenlere kâfir sözleri, hatta (Fıkıh kitaplarını okuyan kâfir olur) gibi küstahça konuşmaları, (El-cerh-u a’la Ebi Hanife) ve başka kitaplarda açıkca yazılıdır. Bu nasipsizlerin, bu büyük ve mübarek imama böyle saldırmalarının sebebi acaba nedir? Bilmiyorlar ki, ona düşmanlık, bu ümmeti merhumeye düşmanlıktır. (Üsuli Erbe’a, Kitap-ül-mecid fi-vücub-it-taklit)
Allahü teâlâ, bütün müslümanları sapık ve bozuk yola kaymaktan muhafaza buyursun! Hepimize dört mezhep âlimlerinin hak olan ictihadlarına uygun iman ve ameller nasip eylesin! Kıyamet günü, onların mezhebinde olarak, Peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle ve salihlerle birlikte haşr eylesin! Amin.
Netice:
Peygamber efendimiz, imam-ı a’zam hazretlerinin geleceğini haber vermiştir. Diyâ-i manevi, Mevduat-ül-ulum, Hayrat-ül-hisân, Mirât-i kâinat ve Dürr-ül-muhtar’da yazılı olan hadis-i şerifte, (Ebu Hanife ümmetimin ışığı olacaktır) buyuruldu. Hadis ilminde de icazeti bulunan büyük fıkıh âlimi seyyid İbni Âbidin hazretleri, bu hadis-i şerifin sahih olduğunu bildirmektedir.
Bu hadis-i şerif, büyük âlim Ebülleys-i Semerkandi hazretlerinin Mukaddime kitabında ve bunun şerhi Tekaddüme kitabında da yazılmıştır. Gaznevi’nin Mukaddime adındaki fıkıh kitabının önsözünde imam-ı a'zamı öven hadis-i şerifler yazılıdır. Bunun şerhi olan Diyâ-i manevi kitabında kâdı Ebülbekâ hazretleri, (İbni cevzi, bu hadise mevdu demiş ise de, bu sözü taassuptur. Çünkü bu hadis, çeşitli yollardan gelmiştir) buyuruyor.
Hayrat-ül-hisan kitabını müellifi İbni Hacer-i Mekki hazretleri, Şâfii fukahasının büyüklerindendir. Şafii olmasına rağmen, mezhepsizlerin dediği gibi, mezhep taassubu olsaydı, Hanefi mezhebinin kurucusu hakkındaki hadis-i şerifleri kitabına almazdı.
Mevduat-ül-ulum kitabının sahibi Taşköprü Zade, Ahmed bin Mustafâ, Osmanlı âlimlerindendir. Şakâik-i Numâniyye tarih kitabı ile Miftah-üs-seâde kitabı meşhurdur. Oğlu Kemaleddin Muhammed, Miftâh-üs-seâde kitabını Türkçeye tercüme ederek Mevduat-ül ulum ismini vermiştir.
Mirât kâinat kitabının sahibi Nişancı Zade, Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Ramazan, Edirne kadısı idi. Mirât kâinat kitabı meşhurdur.
Dürr-ül-muhtar kitabının sahibi Alaüddin Haskefi, Şam müftisi idi. Bunun Dürr-ül-muhtar kitabına İbni Âbidin, Burhaneddin İbrahim bin Mustafa Halebi ve Ahmed Tahtâvi kıymetli hâşiyeler yapmışlardır.
Bu âlimlerin doğruluğunu tasdik ettiği hadis-i şeriflere uydurma demek büyük bir insafsızlıktır. Hanefilere göre, deniz haşaratı yenmez, diğer üç mezhebe göre yenir. Hanefi, diğer üç mezhebe sizin ictihadınız yanlış diyemediği gibi, üç mezhep de, Hanefi’ye sizinki yanlış diyemez. Bir hadise bir âlim mevdu derken, öteki sahih diyebilir. Bu âlimler, birbirine dil uzatmaz.
Hadis ilminde müctehid bir âlim, bazı âlimlerin sahih dediği bir hadise mevdu diyebilir. Müctehidin böyle demesi; “bu hadis, Peygamber efendimizin sözü değildir" anlamında değildir. Bu hadis benim usulüme göre hadis değildir demektir. Farklı ictihadlar da böyledir. Bana göre doğrusu bu der, fakat farklı ictihadda bulunan müctehide dil uzatmaz. Bazı kimseler, âlimin biri, bir hadise mevdu dese, sanki bütün âlimlerce o hadis mevdu imiş gibi, o hadise hemen uydurma damgasını vuruyorlar. Halbuki hiçbir Ehl-i sünnet âliminin kitabında uydurma hadis olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına dil uzatmamalı ve onların kitaplarında uydurma hadis var sanmamalıdır.
İslam âlimleri, hadis uydurmanın ve uydurulmuş hadisi nakletmenin vebalinin büyüklüğünü bildikleri için, kitaplarına uydurma hadis almazlar. Çünkü hadis-i şerifte, (Benden duyduğunuz âyet ve hadisi tebliğ edin! Beni İsrailden bildirdiklerimi de söyleyin! Yalnız bana bilerek yalan isnat eden, Cehennemdeki yerine hazırlansın!) buyuruluyor. (Buhari)
İmam-ı a'zama övgü
Sual: Bazı kimseler, (Ebu Hanife, rüyasında Resulullahı görüyor. Resulullahın, niye ilk teşehhüdde bana salevat getirene, secde-i sehv gerektiğini söyledin) diye imam-ı a'zamı azarladığını söylüyorlar. Buna rağmen imam-ı a’zam nasıl olur da, ilk teşehhüdde salevat getirmek secde-i sehvi gerektirir diye ısrar etmiştir?
CEVAP
Bu İbni Sebecilerin bir iftirasıdır. Doğrusu İbni Abidin’de şöyle anlatılıyor:
İmam-ı a'zam hazretleri rüyasında Resulullah efendimizi görüyor. Efendimiz ona; “Sen bana salevat getiren kimseye nasıl secde-i sehiv vacibdir diyorsun” buyuruyor. Hazret-i imam da, “O kimse, salevat getirdiği için değil, dalgınlıkla yanlışlık yapıp yerinde okumadığı için o kimseye secde-i sehv gerekir” diyorum. Resulullah efendimiz bu cevabı beğenerek devam etmesini bildiriyor. (Secde-i sehv bahsi)
Resulullah efendimiz, hâşâ imam-ı a'zamı azarlamıyor, onun vârisi olduğunu, ümmetinin ışığı olduğunu, onun ictihadlarının doğru olduğunu ve bunlardan razı olduğunu çeşitli hadis-i şeriflerde bildiriyor. Burada da, bütün ümmetinin bilmesi, anlaması için öyle soruyor.
Dürr-ül-Muhtar kitabının ön sözündeki imam-ı a’zam hazretlerini öven hadis-i şeriflerden bir tanesi şu mealdedir:
(Peygamberler benimle iftihar ettikleri gibi, ben de Ebu Hanife ile iftihar ederim. Onu seven, beni sevmiş olur. Onu sevmeyen, beni sevmemiş olur.)
İmam-ı a'zamı kötülemek
Sual: Mezhepsiz bir hoca, (Her insan hata eder. Ebu Hanife de insandır. Ben, Ebu Hanife’nin üç hatasını buldum) diyor. Başka bir hoca da, (Ben onun bir hatasına rastladım) diyor. Fakat her ikisi de hatanın ne olduğunu söylemiyor. Bu kimselerin dereceleri İmam-ı a'zamdan daha yüksek mi de hata bulabiliyorlar?
CEVAP
Dereceyle, yükseklikle ve hata ile falan alakası yoktur. Ehli sünnetin reisi İmam-ı a’zam hazretlerinin derecesini, yüksekliğini onlar da gayet iyi biliyorlar. İctihadın da, müctehidin de ne demek olduğunu herkesten iyi biliyorlar. Ama maksatları başkadır. İnsan vücudunda baş ne ise, mezhep imamları da, Ehl-i sünnet âlimleri de Müslümanlar için öyledir. Başı koparılan vücut ne olur ise, bu büyüklerden koparılan Müslümanlar da öyle olur. Asıl maksatları budur, ama bunu böyle sinsice yapıyorlar.
Bu kimselere göre, kendileri hariç, herkesin az veya çok hatası olur, çünkü onlar da insandır. Fakat kendileri insan değil mi acaba, kendileri niçin hata etmiyorlar?
(Ebu Hanife’nin hatası vardır) diyenler, İmam-ı a’zamdan daha büyük âlim bile olsalar, böyle söylemeleri çok yanlıştır, çünkü bir müctehid, başka müctehidin ictihadının hatalı olduğunu söyleyemez. (Benimki doğru, seninki yanlıştır) diyemez, çünkü Mecelle’de (İctihad, başka ictihadla nakzedilemez yani bozulamaz, geçersiz hâle getirilemez) buyuruluyor. (Madde 16)
Bir hükme mezhepsizlerin hata demesi çok yanlıştır. Farklı ictihadlar, Allahü teâlânın bir rahmetidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Âlimlerin farklı ictihadları rahmettir.) [Beyhekî, İ. Münavî, İbni Nasr, Deylemî]
O hâlde hiç kimsenin, (İmam-ı a'zamın hatası vardır) demeye yetkisi yoktur.
.
İmam-ı a’zamın hadis bilgisi
|
Sual: İmam-ı azam için, (Ebu Hanife’nin hadis bilgisi zayıftır) deniyor. Bunların maksadı nedir?
CEVAP
Hadis ilmini bilmeyen, fıkıh ilmini nasıl bilir ki? Bunlar birbirine bağlı ilimlerdir. Fıkıh âlimi, diğer ilimlerle beraber, hadis-i şerifleri de iyi bilen zattır. Mevlana Muhammed Abdülcelil hazretleri buyuruyor ki:
“İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri vera ve takva sahibiydi, hadis nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Bundan dolayı az hadis rivayet etmesi, ancak onu övmeye sebeptir. Yüz binlerce suali, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden delil getirerek cevaplandırabilmek, bir benzeri, bir örneği olmadan, nevi şahsına münhasır, yeni bir mezhep ortaya koymak, İmam-ı a’zamın tefsir ve hadis ilimlerindeki ihtisasını açıkça göstermektedir.
İmam-ı Zehebi buyuruyor ki: İmam-ı a’zam hadis âlimiydi. Dört bin âlimden hadis öğrendi. Bunlardan üç yüzü Tâbiin’in hadis âlimiydi.
Şâfiî âlimlerinden İmam-ı Şârânî buyuruyor ki: İmam-ı a’zamın müsnedlerinden üçünü inceledim. Hepsi, Tâbiîn’in meşhur âlimlerinden rivayet edilmiştir.
Yine Şâfiî âlimlerinden İbni Hacer-i Mekkî hazretleri buyuruyor ki:
Büyük hadis âlimi Ameş, İmam-ı a’zamdan birçok mesele sordu. İmam-ı a’zam, suallerinin her biri için hadis-i şerifler okuyarak cevap verdi. Ameş, İmam-ı a’zamın hadis ilmindeki derin bilgisini görünce, (Ey fıkıh âlimleri! Sizler uzman tabip, biz hadis âlimleri ise eczacı gibiyiz. Hadisleri ve bunları rivayet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız) dedi. Yine Ubeydullah bin Amr, büyük hadis âlimi Ameş’in yanındaydı. Biri gelip, bir şey sordu. Ameş bunun cevabını düşünmeye başladı. O esnada, İmam-ı a’zam geldi. Ameş, bu suali İmam’a sorup cevabını istedi. İmam-ı a’zam, hemen cevap verdi. Ameş, bu cevaba hayran olup, (Yâ İmam! Bunu hangi hadisten çıkardın?) dedi. İmam-ı a’zam bir hadis-i şerif okudu. (Bunu senden işitmiştim) dedi.
Mezhepsizlerin Selef-i sâlihîne olan düşmanlıkları ve müctehid imamlara ve hele bunların en önde olanı, İmam-ı a’zam hazretlerine olan hasetleri, kalblerini kör ve vicdanlarını yok etmiş olacak ki, bu İslam âlimlerinin güzelliklerini, üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Bu iftiraları, ancak din düşmanı olan mutaassıp kimseler söyleyebilir. Onların bu taassupları ise, İmam-ı a’zamın üstünlüğüne şahit olmaktadır, çünkü noksan olanların kötülemeleri, âlimlerin üstünlüğünü gösterir.” (Seyf-ül-mukallidin)
.
Ebu Hanife ne demek?
|
Sual: Arapça’da Ebu baba demektir. Araplar ilk çocuklarının adıyla anılır. Numan bin Sabit'in kızının adı "Hanife" idi. Ebu Hanife, Hanife’nin babası demektir. Ne diye Ebu Hanife, doğru inanan kimse diye tarif ediyorsunuz?
CEVAP
Siz ya Arapçayı bilmiyorsunuz veya kasıtlı olarak Ebu Hanife unvanına kızıyorsunuz. Eğer her zaman ebu kelimesi baba demekse şunlar ne demek oluyor?
Ebu Cehil = Cahilin babası mı demektir? Ebu Cehilin ilk çocuğu Cehil mi idi?
Ebu Hureyre = Kedinin babası mı demektir? Onun ilk çocuğu kedi mi idi?
Ebu Bekri Sıddık = Sıddıkın babası mı demektir? Sıddık diye bir oğlu mu vardı?
Ebu Türab = Toprak babası mı demektir? Hazret-i Ali’nin ilk çocuğu toprak mı idi?
Böyle deyimler Türkçede de vardır. Birkaç örnek verelim:
Para babası demek, paranın babası demek değildir.
Fakir babası demek, fakirin babası demek değildir.
Baba adam demek, çocuğu olan insan demek değildir. Demirel’e baba dendi ama çocuğu yok.
Ebu Cehil = Cahilin daniskası demektir. Ebu Hanife de doğru inanan, İslamiyet'e sarılan kimse, hakiki Müslümanların babası yani imamı demektir.
Ebu Hureyre = Kedileri çok seven insan, onlara acıyan demektir.
Ebu Bekri Sıddık = Hep doğru söyleyici, Resulullahı tasdik edici anlamındadır. Siz, öteki sahabeler tasdik etmedi mi, doğruyu söylemedi mi diyorsunuz. Elbette hepsi doğrudur. Ama Ebu Bekrin doğruluğu pek meşhurdu. Miraca gidildiği inkâr edilince ilk önce o tasdik etti. “Resulullah gittim geldim diyorsa doğrudur” dedi ve adı Ebu Bekri Sıddık oldu.
Hepsi doğru insanlar
Sual: Madem "Ebu Hanife" Hanife'nin babası değil de "Doğruların babası" ise, şu insanlar doğru değil mi? Ali, İbni Abbas, Mikdat, Selman, Ammar bin Yasir, Abdullah ibni Ebi Vefa?
CEVAP
Kur’an-ı kerimde eshab-ı kiramın tamamının Cennetlik olduğu bildiriliyor. (Hadid 10)
Eshabın hepsi doğru insanlardır, eğrilik hiç birinde yoktur. Eğrilik sizin mantığınızdadır. Eshabın her biri Ebu Hanife’dir. İmam-ı a’zama öyle bir unvan verilince ötekiler eğri mi olur? Bir çok âlime çeşitli unvanlar verilmiştir. Mesela, imam-ı Gazali’ye Hüccet-ül İslam denmiştir. İslam’da söz sahibi büyük âlim demektir. Buradan diğer âlimler, büyük değil anlamı çıkar mı?
İmam-ı Rabbani’ye, Rabbani denmiştir, ötekiler hâşâ şeytani değildir. İmam-ı Rabbani’nin oğlu Muhammed Masum Faruki hazretlerine de, Urvet-ül vüska denmiştir, yapışılacak sağlam ip demektir. Öteki âlimler sağlam değil anlamı çıkmaz.
Şâfiî âlimlerinden Muhammed Remlî’ye Şemseddin = Dinin güneşi unvanı verilmiştir. Öteki âlimler, güneş değil manasına gelmez.
Tâc-üş-şerîa = Şeriatın tacı, Necmeddin = Dinin yıldızı gibi unvan alan âlimler de vardır. Bu âlimlere böyle unvan verilince ötekiler kötülenmiş olmaz. İmam-ı a’zam, doğruların imamı olunca ötekiler doğru değil denmez
.
Fıkh-ı ekberden parçalar
|
İmam-ı azam hazretlerinin Fıkh-ı ekber kitabının bazı bölümleri şöyledir:
İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, hesap, mizan, Cennet ve Cehenneme inanmak ve hepsini hak bilmektir.
Allah, birdir, doğmamış ve doğurmamıştır. Ona hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiçbirine benzemez, isimleri, zati ve fiili sıfatıyla hep var olmuş ve var olacaktır. Onun İsim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir, hepsi ezelidir. O ilmiyle daima bilir, kudretiyle daima kadirdir. Kelam ile konuşur, yaratması ile daima halıktır, fiili ile daima faildir. Yapılan şey mahluktur. Allah’ın fiili ise mahluk değildir. [Fiil; iş, fail ise iş yapan demektir. Kadir, her şeye gücü yetendir.]
Tevhidin aslı, Amentü’ye inanmaktır. Kur’anda zikredilen el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. Onun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Çünkü bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. [Bozuk fırkalar, bizzat el yüz gibi diyerek insana benzettikleri için, bu sıfatları aynen kabul ederek tevil etmenin caiz olduğunu imam-ı Gazali hazretleri bildiriyor.]
Allahü teâlâ ahirette Cennette görülecektir.
Allahü teâlânın, isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette eşittir, aralarında farklılık yoktur.
Onun sıfatlarının hepsi, mahlukların sıfatlarından başkadır. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahluktur, fakat Allah’ın kelamı mahluk değildir.
Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir, orada Peygamberlerden, kâfirlerden, mesela Firavun ve İblisten naklen verilen haberlerin hepsi Allah kelamıdır. Allah’ın kelamı mahluk değildir.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan, bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.
Peygamberlerin hepsi de küçük, büyük günah ve çirkin hallerden beridir. Fakat onların sürçme ve hataları vaki olmuştur. [Buna zelle denir. Zelle, doğrular içinde en doğruyu bulamamak demektir.]
Peygamberlerin mucizeleri ve velilerin kerametleri haktır.
Peygamberlerin şefaati haktır. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir.
Kıyamet günü amellerin mizanla tartılması ve Peygamber efendimizin havzı haktır. Kıyamette, hasımlar arasında hesaplaşma olması haktır.
Cennet ve Cehennem şimdi vardır, ebediyen de yok olmayacaktır.
Eshab-ı kiramın hepsini ancak hayırla anarız. Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu Bekir, sonra diğer üç halifedir. [Fazilet sırası, halifelik sıralarına göredir.]
İman, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden artar ve eksilir.
Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.
[İman; dil ile ikrar kalb ile tasdiktir. İman artmaz ve eksilmez. Ancak parlaklığında, kuvvetinde çoğalma olur. Amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. İman herkese lazım iken, her amel herkese lazım değildir. Mesela nisaba ulaşmayan fakir zekat vermez. Hayz ve nifas halinde namaz kılınmaz. Fakat fakire ve böyle kadına iman lazım değildir denemez.]
Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür.
Mirac haberi haktır. Deccal’ın, Yecüc ve Mecüc’ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hazret-i İsa’nın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametlerinin hepsi de haktır.
Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı haktır.
Mestler üzerine meshetmeyi bildiren hadise göre; mestin mesh müddeti, mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Hadis, mütevatire yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur.
Kişinin nasıl ibadet edeceğini öğrenmesi birçok ilimden daha efdaldir.
Ehl-i kıbleden olanı tekfir etmemek [namaz kılana kâfir dememek], kimseyi imandan uzaklaştırmamak, marufu [iyilikleri] emredip, münkerden [kötülüklerden] sakındırmak, senin için takdir olunanın mutlaka sana ulaşacağını bilmek, Eshab-ı kiramdan hiçbiri ile alakayı kesmemek, hepsini de sevmek gerekir.
Günahkâr Müslümana kâfir denmez. Günahlar, mümine zarar vermez de demeyiz. Küfür hariç, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder, hiç azaba uğratmaz.
İmam-ı a'zam hazretleri, âlimlerle otururken biri gelip, (Bir mümin, babasını öldürse, sonra şarap içerek sarhoş olsa ve zina etse imanı gider mi?) dedi. Bunu işiten âlimlerin hepsi bu suali sorana kızarak, (Bunu sormaya ne lüzum var? Elbette imanı gider, kâfir olur) dediler. İmam-ı a'zam hazretleri, (O kimse, çok büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle iman gitmez) buyurdu.
İnanılması gereken diğer şeylerden mezhebimizde olanlardan bazıları da şöyledir:
Allah, kulun güç yetiremeyeceği şeyleri onlara emretmez.
Şeytan, müminden imanı zorla alamaz. Fakat kul imanı terk ederse şeytan da onun imanını alır.
Kâfir olarak ölen asla affa uğramaz, sonsuz olarak Cehennemde kalır.
Peygamberlerin ilki Adem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır.
Kul kendisinden emir ve yasakların kalkacağı bir duruma ulaşamaz. Herkes, gücü yettiği ölçüde ibadet etmekle yükümlüdür.
Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz.
Ölüler için dua edilince ve onlar için sadaka verilince ölüler fayda görür.
Evliya, peygamber derecesine ulaşamaz.
.
Mutezile, cebriyeci ve ateist
|
İmam-ı a’zam hazretlerine bir ateist, bir mutezile, bir de cebriyeci üç kimse gelir. Ateist sorar:
(Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et.)
Akılcı olan mutezile sorar:
(Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytana ceza vermek mümkün mü?)
Cebriyeci de sorar:
(Sen irade-i cüziyye var diyorsun. Her şeyin hâlıkı Allah iken insan ne yapabilir ki?)
İmam-ı a’zam hazretleri, yerden 3 avuç nemli toprağı top gibi yapıp, her topu birine atar.
Üçü de, durumu kadıya şikâyet eder. Kadı niye çamur topu attığını sorar.
İmam-ı a’zam hazretleri der ki:
Bunlar bana soru sordu ben de cevap verdim. Ateist, Allah varsa, var olan şeyin görünmesi gerekir demişti. Toprak başımı acıttı dedi, madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdır. Ağrıyı bile göremeyen Allah’ı nasıl görebilir ki? Ateist akılsızdır, aklı varsa göstermesi gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından anlaşılır. Kâinatın var olması da onun bir yaratıcısının olması gerektiğini gösterir.
Mutezile olan ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, çamur toptan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateşten etkilenir. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar.
Cebriyeci ise, (Allah her işi zorla yaptırır) diyordu. O zaman o toprağı Allah attı, bu beni niye şikayet ediyor? Kendi kendini yalanlamış oluyor.
Ustasız yapılan kayık
Hazret-i İmamın böyle kısa cevaplar verdiği çoktur. Mesela bir ateistle saat onda buluşup münazara etmek üzere anlaşırlar. Hazret-i İmam kasten toplantıya bir saat kadar geç gelir. Gecikince, ateist, (Bakın imamınız korktu gelemiyor) der, gelince de niye geç kaldın diye sorarlar. O da, (Kayık yoktu. Irmaktan geçemedim, bir de baktım ki, ağaçtan kopan dallar kendiliğinden bir kayık oluverdi, ben de binip geldim, ondan geciktim) der. Ateist, gülmeye başlar, (Gördünüz mü nasıl yalan söylüyor, hiç kendiliğinden, bir ustası olmadan kayık yapılır mı?) der. Hazret-i İmam hemen taşı gediğine koyup, (Bre ateist, bir kayık bile ustasız kendiliğinden olamazsa, bu koca kâinat kendiliğinden nasıl var olur?) diyerek ateistle münazara bile etmeden galip gelir.
Sayıların sonu olmaz
Yine bir ateist, (Allah var ise, başlangıcı olmadığı gibi, sonsuz da olamaz, yani Allah ezeli ve ebedi değildir) der. Hazret-i İmam, 1’den önce sayı var mı? der. O da yok der. (Sayıları sonuna kadar say bakalım) der. O da, epey saydıktan sonra, bırakır. Hazret-i İmam, (Devam et, sonuna kadar say) der. Ateist, (Milyon, milyar, trilyon, katrilyon… Bunun sonu olmaz) deyince, Hazret-i İmam, (Sayıların bile 1’den öncesi ve sonu olmadığına göre, kâinatı yoktan yaratan ezeli ve ebedi olmaz mı?) der.
Güvenilen kişi
İmam arkasında niye Fatiha okutturmuyorsun diyenlere de şöyle der:
Siz kırk kişisiniz, hepinizi ayrı ayrı mı ikna edeyim yoksa en güvendiğiniz ilim sahibi birini ikna etsem, siz de kabul eder misiniz?
Adamlar kabul ederiz der. O zaman Hazret-i İmam der ki:
Münazara başlamadan daha dava bitmiştir. Siz kırk kişiden birine güveniyorsunuz, onu seçtiniz. Ben de imamın okuduğu kâfi gelir, cemaatin okuması gerekmez diyorum. Siz nasıl bir kişiye güvenmişseniz ben de imama güvendim
.
Saygı ifadeleri
|
Sual: Aşağıdaki ifadelerin anlamları nedir? Kimler için kullanılır?
CEVAP
Anlamları ve kimler için kullanıldığı karşılarına yazılmıştır:
Hazret: Saygı ifadesi olarak, Allahü teâlâ, Peygamberler ve âlimler için kullanılır. Hak teâlâ hazretleri, Hazret-i Âdem, imam-ı azam hazretleri, Hazret-i Mevlana gibi.
İmam: Dinde söz sahibi, müctehid âlim demektir. İmam-ı Ahmed, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi. İmam denince, hazretleri denmese de, saygı ifadesi de kullanılmış sayılır, ama rahmetüllahi aleyh demek müstehabdır.
Allâme: Âlim kelimesinin mübâlağalı ism-i fâilidir. Kısaca, büyük âlim demektir.
Mevlânâ: Efendimiz anlamına gelen ve bir büyüğe karşı söylenen hürmet ve saygı ifâdesidir. Daha çok, Hâlid-i Bağdâdî, Celaleddin-i Rumî, Abdürrahman-ı Cami gibi bazı âlimler için kullanılmaktadır.
Hâce: Müderris, hoca, efendi anlamına gelen ve âlimlere, evliyâ zatlara verilen, Farsça bir ünvandır.
Seyyid: “Efendi, üstün kimse” demektir. Peygamber efendimizin soyundan gelenlere de seyyid denir.
Ebu: Baba demektir. Ebu Yusuf, Yusuf’un babası demektir.
[Bazen mecazi olarak da kullanılır. Mesela turab, toprak demektir. Ebu Turab ise, toprakla haşır neşir olan, eli yüzü topraklı, toprağı, yani secde etmeyi seven, tevazu ehli demektir. Hazret-i Ali, mescidde kuru yerde yatarken Peygamber efendimiz, Hazret-i Ali’nin yüzünün toz toprak içinde olduğunu görünce, bizzat mübarek elleriyle toprağı yüzünden silkip, (Kalk yâ Ebâ Turab) buyurdu. Hazret-i Ali, (Benim için, Ebu Turab lakabı bu bakımdan çok kıymetlidir) buyururdu.
Ebu Hüreyre, kedicik babası, yani kediyi seven, kedileri bakıp gözeten, onlara şefkat gösteren kimse demektir.
Ebu Hanife, doğru inanan, İslamiyet’e sarılan kimse, gerçek Müslümanların hamisi, koruyucusu, babası yani imamı, rehberi demektir.
Ebu Cehil, cahilin daniskası, kuru cahil, koyu cahil, İslamiyet’i, gerçekleri inkâr eden demektir.]
İbni; bin: Oğul demektir. İbni Ömer, Ömer’in oğlu; Abdullah bin Ömer de, Ömer’in oğlu Abdullah demektir.
Ümm: Anne demektir. Ümmü Seleme, Seleme’nin annesi; Ümmü Hâris, Hâris’in annesi demektir.
Bint: Kız çocuğu demektir. Zeyneb binti Resulullah, Resulullahın kızı Zeyneb demektir.
Şeyhayn: Hazret-i Ebu Bekir ve hazret-i Ömer’i birlikte ifade etmek için kullanılır. Ayrıca, fıkıh ilminde, İmam-ı a’zam ile İmam-ı Ebu Yusuf için; hadis ilminde de, İmam-ı Buhari ile İmam-ı Müslim için kullanılır.
İmameyn: İki imam, iki âlim demektir. İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed’i birlikte ifade etmek için kullanılır.
Tarafeyn: İmam-ı a’zam ile İmam-ı Muhammed’i birlikte ifade etmek için kullanılır.
Hateneyn: İki damat demektir, Peygamber efendimizin iki damadı olan, hazret-i Osman ve hazret-i Ali için kullanılır.
İmam-ı A’zam: Büyük İmam, büyük âlim demektir, Ebu Hanife hazretleri için kullanılır.
İmam-ı Rabbani: Kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmiyle amel eden derin âlim demektir, Mektubat-ı Rabbani’nin yazarı Ahmed Farukî Serhendî hazretleri için kullanılır.
Şah-ı Nakşibend: Behaüddin-i Buhari hazretleri için kullanılır. Allahü teâlânın sevgisini kalblere nakşettiği için böyle denmiştir.
Huccet-ül-İslam: Üç yüz bin hadis-i şerifi, senetleri, ravileriyle birlikte ezbere bilen büyük âlim demektir. Daha çok, İmam-ı Gazali hazretleri için kullanılır.
Gavs-ül-a’zam: Gavs, yardım eden, Evliya arasında kullara yardımla görevlendirilen kimse demektir. Gavs-ül-a’zam, büyük yardımcı demektir, Abdülkâdir-i Geylani hazretleri için kullanılır. İnsanlara ve cinlere yardım eden anlamında, Gavs-üs-Sekaleyn de denir.
Müfti-yüs-Sekaleyn: İnsanlara ve cinlere fetvâ veren büyük âlim demektir. Genelde, Ebüssüud Efendi ve Ahmed ibni Kemal hazretleri için kullanılır.
Dua ifadeleri
Peygamberler, âlimler ve evliya zatlar için kullanılan dua ifadeleri de şunlardır:
Aleyhisselam: Ona selam olsun demektir, bir Peygamber için söylenir.
Aleyhimesselam: İkisine selam olsun demektir, iki Peygamber için söylenir.
Aleyhimüsselam: Onlara selam olsun demektir, ikiden çok Peygamber için söylenir.
Sallallahü aleyhi ve sellem: Genelde bizim peygamberimiz için kullanılırsa da, diğer her peygamber için de kullanılır.
Radıyallahü anh: Allah ondan razı olsun demektir, genelde bir erkek sahabi için söylenir. İmam-ı Rabbani hazretleri İmam-ı a’zam hazretleri için de kullanmıştır.
Radıyallahü anhâ: Allah ondan razı olsun demektir, bir kadın sahabi için söylenir.
Radıyallahü anhümâ: Allah o ikisinden razı olsun demektir, iki sahabi için söylenir.
Radıyallahü anhünne: Allah onlardan razı olsun demektir, ikiden fazla kadın sahabi için söylenir.
Radıyallahü anhüm: Allah onlardan razı olsun demektir, Eshab-ı kiramın tamamı için söylenir.
Aleyhirrıdvân: Allah ondan razı olsun demektir, genelde bir erkek sahabi için söylenir. İmam-ı Rabbani hazretleri, Hazret-i Mehdi için de kullanmıştır.
Aleyhimürrıdvân: Allah onlardan razı olsun demektir, Eshab-ı kiramın tamamı için söylenir.
Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn: Allah hepsinden razı olsun demektir, Eshab-ı kiramın tamamı için söylenir.
Rahmetüllahi aleyh: Allah ona rahmet etsin demektir, bir erkek için söylenir.
Rahmetüllahi aleyhâ: Allah ona rahmet etsin demektir, bir kadın için söylenir.
Rahmetüllahi aleyhimâ: Allah o ikisine rahmet etsin demektir, iki kişi için söylenir.
Rahmetüllahi aleyhinne: Allah onlara rahmet etsin demektir, ikiden fazla kadın için söylenir.
Rahmetüllahi aleyhim: Allah onlara rahmet etsin demektir, ikiden fazla erkek için söylenir.
Aleyhirrahme: Allah rahmet etsin demektir, bir kişi için söylenir.
Kuddise sirruh veya Kaddesallahü sirreh: Allah onun sırrını temiz, mübarek ve mukaddes etsin demektir, bir velî zat için kullanılır.
Kuddise sirruhümâ veya Kaddesallahü esrarehümâ: Allah o ikisinin sırrını temiz, mübarek ve mukaddes etsin demektir, iki evliya için kullanılır.
Kuddise sirruhüm veya Kaddesallahü esrarehüm: Allah onların sırrını temiz, mübarek ve mukaddes etsin demektir, ikiden çok evliya için kullanılır.
Kerremallahü vecheh: Allahü teâlâ onun yüzünü mükerrem, şerefli kılsın demektir. Hazret-i Ali için kullanılır.
Beyyedallahü vecheh: Allahü teâlâ onun yüzünü nurlandırsın demektir. Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, Kadı Beydâvî hazretleri için kullanmıştır.
Cenâb kelimesi
Sual: Cenâb-ı Allah diyoruz. Cenâb kelimesi, Peygamberimiz için de kullanılır mı? İnsanlar için de, âli Cenâb deniyor. Uygun oluyor mu?
CEVAP
Cenâb, büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadıyla söylenir. Cenâb-ı Hak dendiği gibi, Cenâb-ı Peygamber de denir. Ayrıca, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Muhammed dendiği gibi, Hazret-i Allah da denir. Bunlar saygı ifade eden kelimelerdir. Âli Cenâb ifadesi de, iyilik sahibi, yüksek ahlâklı, cömert, büyük zat gibi anlamlara gelir.
Sual: Bazı kimseler Hazret-i Ali için, Ali aleyhisselam diyorlar. Böyle söylemek uygun mudur?
CEVAP
Aleyhisselam, ona selam olsun demektir; ama bu tabir Peygamberler için söylenir. Sahabi, âlim ve veli için söylenmez. Söylenirse kavram karışıklığına sebep olur. Hazret-i Ali’ye peygamber diyenler de, Ali aleyhisselam diyorlar. Bunun için Peygamber olmayana aleyhisselam dememelidir. Asırlardır, din kitaplarında böyle bildirilmiştir. Yeni bir şey çıkarmak da uygun olmaz.
Hazret-i Ali, Eshab-ı kiramdandır. Bir erkek sahabi için, radıyallahü anh denir. Bir âlim için, rahmetullahi aleyh denir. Bir veli için, kuddise sirruh denir. Ölmüş bir mümin için de, merhum veya rahmetli denir. Gayrimüslim ölü için bu ifadeleri kullanmak caiz olmaz. Toprağı bol olsun denebilir. Bu deyimleri değiştirmek yanlış olur.
Hat sanatında
Sual: Hat yazısıyla Allah, Muhammed yazarken, saygı ifadesi kullanılmasa uygun olur mu?
CEVAP
Hayır, uygun olmaz. Allah celle celalühü, Muhammed aleyhisselam gibi bir saygı ifadesi de yazmak gerekir. (Redd-ül-muhtar)
Saygı sözü
Sual: Seadet-i Ebediyye’de, (Allahü teâlânın ismini söyleyince, işitince, yazınca, celle-celalüh, teâlâ gibi bir saygı sözü söylemek, yazmak birincisinde vacib, tekrarında ise müstehabdır. Resulullah'ın ismini işitince salevat söylemek de böyledir) deniyor. Namaza başlarken “Allahü ekber” diyoruz. “Allahü teâlâ ekber” mi demek gerekiyor? Elhamdülillah diyoruz. “Elhamdülillahi teâlâ” mı demek gerekiyor? İnşallah yerine “İnşallahü teâlâ”, Maşallah yerine “Maşallahü teâlâ” mı demek gerekiyor? Bir de Resulullah desek saygısızlık mı olur? Muhakkak “aleyhisselam” eklemek mi gerekiyor?
CEVAP
Namaza başlarken (Allahü ekber) denir. Dinimiz öyle bildiriyor. Ekber demekle saygı ifadesi söylenmiş oluyor. (En büyük olan Allah'tır) deniyor. Büyük demekle saygımızı belirtmiş oluyoruz.
Elhamdülillah demekle (Hamd Allah’a mahsustur) diye Ona şükretmek gerektiği belirtiliyor.
İnşallah, denince, her şeyin Onun dilemesiyle olduğu, yani her şeye gücü yettiğini bildirerek Onu yüceltiyoruz, saygımızı belirtiyoruz. Maşallah, (Allah korusun, Allah nazardan saklasın) anlamına gelir. Yani Rabbimizin koruyucu olduğunu bilip Ona sığınıyoruz. Bu bir saygı işidir. Ya Rabbî, (Ey benim Rabbim) demektir. Bunu söyleyince saygı gösterilmiş oluyor. Müdürüm, komutanım denince de saygı gösterilmiş oluyor.
Peygamberimizin ismi Muhammed’dir “sallallahü aleyhi ve sellem”.
Bu özel isim, ilk defa söylenince “aleyhisselam” demek veya salevat getirmek vacibdir. (S.A), (S.A.S) gibi kısaltmalar uygun değildir. Resulullah denince ona saygı gösterilmiş oluyor. Allah'ın Resulü, peygamberi denmiş oluyor. Bu bir saygıdır. Ama Resulullah dedikten sonra salevat getirilirse, (sallallahü aleyhi ve sellem) denirse elbette daha iyi olur.
Eshab-ı kiramın veya İslam âlimlerinin ismini yazarken de saygılı davranmalı. Mesela (Gazalî dedi ki) demeyip, (İmam-ı Gazalî) denirse saygı ifade edilmiş olur, ama “hazretleri” veya “rahmetüllahi aleyh” denirse daha güzel olur. Eshab-ı kiramdan olan bir zat için de “radıyallahü anh” demeli, fakat (r.a.) gibi kısaltma yapmamalıdır. Mesela Ebu Hureyre “radıyallahü anh” demeli.
Dînî ifadeleri kısaltmak
Sual: Dînî ifadeleri, c.c., s.a.v., a.s., hz. şeklinde kısaltmak uygun olmadığı hâlde, bu kısaltmalara haber sitelerimizde, ansiklopedilerimizde ve bazen gazetemizde de rastlıyoruz. Acaba bu kısaltmalar bir ihtiyaçtan dolayı mı yapılıyor?
CEVAP
Evet, çeşitli sebeplerle, mesela yer darlığından dolayı kısaltılmış olabilir veya böyle kısaltmalar yapılmaması gerektiğini bilmeyen bir eleman yazmış olabilir. Daha başka sebepler de olabilir. Yetkililer, yöneticiler bu durumu bildiği için, bunların üstünde ısrarla durmamalıdır.
Cenab kelimesi
Sual: Selefî biri, (Mevla kelimesi gibi, Cenab kelimesini de Allah için kullanmak şirk olur. Cenab, çevre, ev bahçesi anlamına geldiği için Cenab-ı Hak demek şirktir. Hazret kelimesi de ön demektir. Hazret-i Allah demek de aynı şekilde şirktir) diyor. Eski âlimlerimizin kitaplarında bu kelimeler geçiyor. Bu kelimeleri Allah için kullanmanın mahzuru var mı?
CEVAP
Hiçbir mahzuru yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi, bu kelimeleri saygı ifadesi olarak kullanmışlardır. Cenb, canib, cenab aynı kökten gelen kelimelerdir.
Cenb kelimesi, (cihet, yön, taraf, yan, iz, bucak, böğür, kenar, köşe) gibi mânâlara gelir. Kur’an-ı kerimde de geçmektedir. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
(Musa, Tur tarafından bir ateş gördü.) [Kasas 29]
(Biz, ona Tur Dağı’nın sağ yanından seslendik.) [Meryem 52]
Nisa sûresinin 36., Yunus sûresinin 12. âyetlerindeki cenb kelimesine tefsirlerde (yan) mânâsı verilmiştir. Zümer sûresinin 56. âyetinde, (Cenbillah = Allah'ın cenbi) diye geçiyor. Bu âyetin meali de şöyledir:
([O günden sakının ki günahkâr olan] nefis şöyle diyecektir: Allah'ın yanında [Onun emirlerine itaat etmeyip] işlediğim kusurlardan dolayı yazıklar olsun bana!) [Zümer 56 - Beydâvî, Celâleyn, Medârik tefsirleri]
Canip kelimesi de, yan, taraf anlamında kullanılmaktadır. Bir beyit şöyledir:
Ey misafir, kıl namazı, kıble şu caniptedir,
İşte leğen, işte ibrik, havlu ise iptedir.
Âlicenab kelimesi de, iyilik sahibi, şerefli, yüksek ahlâklı, cömert, büyük zat anlamına gelir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Peygamber gibi ifadelerde ise, çevresi büyük, yan, taraf anlamına gelmez. Büyük, şerefli gibi anlamlara gelir.
Hazret kelimesi de, Hazret-i Allah, Hazret-i Âdem Peygamber, İmam-ı Gazâlî hazretleri gibi saygı için çok kullanılır. Hazret kelimeleri buralarda ön mânâsına gelmez.
Mevla kelimesi de, birçok mânâya gelir. Meşhur olan üç mânâsı (İlah, köle ve efendi) demektir.
(Mevla’mızın rahmeti boldur) cümlesinde Mevla, ilah mânâsındadır.
(Mevlana Halid-i Bağdadi, Mevlana Celaleddin-i Rumî kıymetli zatlardır) cümlesindeki mevla kelimesi, efendi demektir. Mevlana, (Efendimiz) demektir.
(Hazret-i Bilâl, Hazret-i Ebu Bekir’in mevlası idi) cümlesinde mevla, azat edilmiş köle mânâsına gelir.
Birkaç mânâsı olan kelimeler hakkında, mânâlardan birini esas alarak, öyle yanlış ve çirkin şeyler söylemek doğru olmaz.
Merhum ne demektir?
Sual: (Merhum hocamız) deniyor. Merhum ne demektir?
CEVAP
Merhum, halk arasında, vefat etmiş anlamında kullanılıyorsa da, rahmetli, rahmete kavuşmuş demektir. (Rahmetullahi aleyh) yani (Allah ona rahmet eylesin) anlamında, Müslümanlar için kullanılan bir dua ve saygı ifadesidir.
İsimlerini saygı ile söylemek
Sual: Allahü teâlânın, Resûlullah efendimizin, Eshâb-ı kiramın ve İslâm alimlerinin isimlerini söylerken ve yazarken, saygılı olmak gerekmez mi?
Cevap: Allahü teâlânın ismini söyleyince, işitince, yazınca, Sübhânallah, Tebârekallah, Celle-celâlüh, Azze-ismüh, Cellet kudretüh veya Teâlâ gibi saygı sözlerinden birini söylemek, yazmak birincisinde vacip, tekrarında ise müstehaptır. Resûlullah efendimizin ismini işitince salevât söylemek de böyledir. Bezzâziyye ve Hindiyyede deniyor ki:
“Allahü teâlânın ismini işitince ve söyleyince, celle celâlüh veya teâlâ yahut tebâreke, sübhânallah diyerek saygı göstermek vaciptir. Tekrar edince de, yalnız söylemeyip, teâlâ da demek müstehaptır. Yani, Allahü teâlânın isminden sonra, tazim, saygı gösteren bir kelime de söylemelidir. Bunun gibi, yalnız Kur'ân dememeli, daima Kur’ân-ı kerim demelidir.”
Görülüyor ki, Allah buyurdu ki.. veya Allah teâlâ buyurdu ki.. değil, Allahü teâlâ buyurdu ki.. demelidir. İslâmiyette ırkcılık yoktur. Her milletin, her dil sahiplerinin böyle arabi söylemeleri lazımdır. Tercümesini söylüyorum diyerek saygısızlık yapmamalıdır. İbni Âbidînde ve Birgivînin Kâdî zâde şerhinde deniyor ki:
“Eshâb-ı kiramın ismine radıyallahü anh, başka âlimlere rahmetullahi aleyh demek ve yazmak müstehaptır.”
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
“Eshâb-ı kiramı çok sevmek, tazim ve hürmet etmek lazımdır. Bunun için, isimlerini yazarken, okurken ve işitince, radıyallahü anh demek müstehaptır.” Râfiziler, Müslümanları aldatmak için;
“Eshâb çok yüksektir. Yüksekliklerini bildirecek bir kelime yoktur. İsimlerinin yanına radıyallahü anh demek, onlara hakaret olur. Böyle şeyler söylememelidir” diyorlar. Rafızilerin ve benzerlerinin böyle sözlerine, yazılarına aldanmamalıdır.
.
|
|
|
|
|
|
|
xxx
İmâm-ı A'zam Hazretleri 4 EYLÜL 1994
Ehl-i sünnetin başı, fıkıh ilminin kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Bütün dünyada tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. İmâm-ı a'zam hazretleri, kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldı. Yâni yatsıdan sonra uyumadı. İmâm-ı a'zam hazretleri ellibeş defa hac yaptı. Son haccında, Kâ'be-i mu'azzama içine girip, burada iki rek'at namaz kıldı. Namazda, bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra, ağlayarak: - Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat, senin akıl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla! diyerek duâ etti. O ânda şöyle bir ses işitildi: - Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim. İmâm-ı a'zam hazretlerinin geleceğini haber veren birçok hadîs-i şerîf vardır! Resûlullah efendimiz, İmâm-ı a'zamın geleceğini haber verdi. Bir hadîs-i şerîfte, (Âdem ve bütün peygamberler "aleyhimüsselâm", benimle övündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soyadı Ebû Hanîfe, ismi Nu'mân olan bir kimse ile övünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır.) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacaktır.) buyuruldu. Meşhur olan bir hadîs-i şerîfte de, (Yüzelli senesinde dünyanın zîneti gider.) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a'zam için olduğunu, büyük âlim İbni Hacer-i Mekkî bildiriyor. Çünkü, İmâm-ı a'zam, 150 senesinde, yetmiş yaşında iken vefât etti. Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. Bir kimse evliyâ bile olsa, bir mezhebe uyması şarttır. Nitekim, tasavvufun, yüksek tabakalarında bulunan veliler de, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmuşlardır. Meselâ Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdadi, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi veliler de, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmiştir. "Bizim mezhebe ihtiyacımız yoktur, Peygamber zamanında mezhep mi vardı?" dememişlerdir. Bazıları ,"Fıkıh bilgisini nereden olsa öğrenirsin, önce bir tarikata gir!" demektedirler. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Tasavvufta, tarikatta hâsıl olan haller, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Yâni, îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'ıyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Dinin emirlerini yerine getirmediği halde kişide ba'zı haller görülüyorsa, bu haller şeytandandır. Bu kişinin "Ağaç yok iken meyvesini yedim" demesi gibidir. Şeytan onu aldatarak meyve gibi göstermektedir. Böyle iddi'âda bulunan kimselerden, arslandan kaçmaktan daha çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. İmâm-ı Mâlik hazretleri, (Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. "Zındık" olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan "Bid'at sâhibi", yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır.) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Din ancak, bu âlimlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarından ve bu ilimlerin biraraya getirildiği, toplandığı ilmihâl kitaplarından öğrenilir. Binlerce İslâm âlimlerinin kitaplarından derlenen, bilinmesi zarûri kelâm, fıkıh ve ahlâk bilgilerini ihtiva eden, (Seâdet-i Ebediyye) isimli ilmihâl kitabını tavsiye ediyoruz. Bu kitap Türkiye Gazetesi'nin bütün bürolarında bulanabilir
İmâm-ı a'zam hazretleri 13 OCAK 1996
Ehl-i sünnetin başı, fıkıh ilminin kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Bütün dünyada tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. İmâm-ı a'zam hazretleri, kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldı. Ya'nî yatsıdan sonra uyumadı. İmâm-ı a'zam hazretleri ellibeş defa hac yaptı. Son haccında, Kâ'be-i mu'azzama içine girip, burada iki rek'at namaz kıldı. Namazda, bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra, ağlayarak: - Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat, senin akıl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla! diyerek duâ etti. O ânda şöyle bir ses işitildi: - Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim. İmâm-ı a'zam hazretlerinin geleceğini haber veren birçok hadîs-i şerîf vardır! Resûlullah efendimiz, İmâm-ı a'zamın geleceğini haber verdi. Bir hadîs-i şerîfte, (Âdem ve bütün peygamberler "aleyhimüsselâm", benimle övündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soyadı Ebû Hanîfe, ismi Nu'mân olan bir kimse ile övünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacaktır) buyuruldu. Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. Bir kimse evliyâ bile olsa, bir mezhebe uyması şarttır. Nitekim, tasavvufun, yüksek tabakalarında bulunan velîler de, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmuşlardır. Meselâ Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi velîler de, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmiştir. "Bizim mezhebe ihtiyacımız yoktur, Peygamber zamanında mezhep mi vardı?" dememişlerdir. Ba'zıları, "Fıkıh bilgisini nereden olsa öğrenirsin, önce bir tarikata gir!" demektedirler. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Tasavvufta, tarikatta hâsıl olan hâller, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Ya'nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'ıyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Dinin emirlerini yerine getirmediği hâlde kişide ba'zı hâller görülüyorsa, bu hâller şeytandandır. Bu kişinin, "Ağaç yok iken meyvesini yedim" demesi gibidir. Şeytan onu aldatarak meyve gibi göstermektedir. Böyle iddiada bulunan kimselerden, arslandan kaçmaktan daha çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. İmâm-ı Mâlik hazretleri, (Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. "Zındık" olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan "Bid'at sâhibi", ya'nî sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır) buyurdu
.
İmâm-ı a’zamın vasiyeti 13 MART 1997...m oruç
Biliniz ki, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Ya’nî kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’atte oniki husûsiyet vardır. İmâm-ı a’zam, vefâtına yakın eshâbına şöyle vasiyet etti: Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Ya’nî kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’atte oniki husûsiyet vardır: Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin şefâ’atına nâil olasınız. 1- Îmân, kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Îmânda çoğalma ve azalma olmaz. Îmân, amelden başkadır. Amel de îmândan cüz, parça değil, ayrıdır. Îmânın parlaklığı, nûru farklı, ya’nî az parlak, çok parlak olabilir. 2- Ameller üç kısımdır: Farz, fazîlet, günâh. 3- Arş üzerinde istivâ, yerleşme ve oturma ma’nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı. 4- Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, bütün sübûtî sıfatları kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur. 5- Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.) Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Onları seven her mü’min müttekî, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir. 6- Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. İşi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur. 7- Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Helâldan mal, para kazanmak helâl, harâmdan kazanmak ise harâmdır. 8- Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtâç değildir. 9- Mest üzerine mesh câizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya’nî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. 10- Allahü teâlâ, kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbî ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i İlâhîsi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde: “İşledikleri herşey defterlerindedir” buyuruyor. 11- Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için, “Mü’minlere hazırlanmıştır”, Cehennem için de, “Kâfirlere hazırlanmıştır” buyuruyor. Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfât ve cezâ için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mîzân haktır. Allahü teâlâ, “Kıyâmet gününde amellerin tartılması için terâzi kurulur” buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede, “Bugün senin hesâbın için, sana kitâbını, ya’nî amel defterini okuman kâfidir” buyuruldu. 12- Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün uzunluğu, dünya senesi ile elli bin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ, “Uzunluğu ellibin sene olan günde” buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede de, “Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir” buyurmaktadır. Cennettekilerin Allahü teâlâyı, nasıl olduğu bilinmiyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya’nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerîmede, “Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar” buyurulmuştur. Muhammed Mustafa’nın (aleyhisselâm) şefâ’atı haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü’minlere ve büyük günâhı olanlara şefâ’at edecektir. Hz. Âişe, Hadîce-tül-kübrâ’dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü’minlerin anneleridir. Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ Bekara sûresi 82, A’raf sûresi 42, Yûnüs sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde mü’minler için, “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedî kalacaklardır” buyurdu. İmâm-ı a’zamın vasiyeti budur. Bu i’tikâd üzere olana, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebindendir denir. Bu i’tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe 6 MART 1997 "
.Ebû" baba demektir. "Hanîf" doğru inanan, İslâmiyete sarılan kimse demektir. "Ebû Hanîfe" hakîkî Müslümanların babası, ya'nî imâmı demektir. İmâm-ı a'zamın Hanîfe isminde bir kızı yoktu. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen büyük âlimlerin en başta gelenlerindendir. Ehl-i sünnetin reisidir. Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezheb imâmlarından birincisi ve Hanefî mezhebinin imâmıdır. "Ebû" baba demektir. "Hanîf" doğru inanan, İslâmiyete sarılan kimse demektir. "Ebû Hanîfe" hakîkî Müslümanların babası, ya'nî imâmı demektir. İmâm-ı a'zamın Hanîfe isminde bir kızı yoktu. İlim sahibi, sâlih ve kıymetli bir zât olan babası Sâbit, Hz. Ali ile görüşmüş, kendisi ve zürriyeti için duâsını almıştır. İmâm-ı a'zam, Kûfe'de doğup büyüdü ve orada yetişti. Âilesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Gençliğinin ilk yıllarında, Eshâb-ı kirâmdan ba'zılarını görüp, bunlardan hadîs dinlemiştir. Keskin zekâsı, derin anlayışı Henüz çok genç yaşta olan İmâm-ı a'zam, âilesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle ba'zan münâzaralara katılıyordu. O'nun üstün kabiliyeti, keskin zekâsı, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı, yüzünden okunuyordu. Daha ilim tahsiline başlamadığı hâlde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münâzaralardaki iknâ kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı. İmâm-ı a'zam hazretleri, ilim tahsiline başlamasını şöyle anlatmıştır: "Birgün zamanın âlimlerinden Ebû Amr Âmir bin Şerâhil-Şa'bî'nin yanından geçiyordum. Beni çağırıp sordu: - Nereye devam ediyorsun? - Çarşıya, pazara efendim. - Maksadım o değil, ulemâdan, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun? - Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum. - Olmaz! İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmâl etme! Ben senin zekî, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum. Onun bu sözü bende iyi bir te'sîr bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu." İmâm-ı a'zam; kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, i'tikâdî mes'elelerde insanları doğru yoldan ayırmakta olan sapık fırkalarla mücâdele etmiştir. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defalarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla ve diğer bozuk fırkalarla uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet i'tikâdını yaymıştır. Şaşıranların sığınağı İmâm-ı a'zamın hocası Hammâd bin Ebî Süleymân fıkıh ilmini İbrâhim Nehâî'den, bu da Alkama bin Kays'dan, Alkama bin Kays da Abdullah bin Mes'ûd'dan, bu da Peygamberimizden öğrenmiştir. İmâm-ı a'zam ayrıca Ehl-i beytten, Zeyd bin Ali'den, Muhammed Bâkır'dan ilim öğrendi. Muhammed Bâkır ona bakıp, "Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zaman, sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!" buyurmuştur. Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Ca'fer-i Sâdık'dan öğrendi. Onunla sohbet edip feyz alarak tasavvufta da yüksek makâma kavuştu.
.“O, ümmetimin ışığıdır” 7 MART 1997 “
.Peygamberler benimle övündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile övünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur. Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir.” İmâm-ı a’zam hazretleri, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. O’nun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına, herhangi bir siyâsî düşünce ve güç, nefsânî arzû ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe lüzûmsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve yüksek İslâm ahlâkı ile her halükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Kendisini sevmiyenlere bile sabır, güleryüz ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sahibi idi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi. Gönülleri fethederdi Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile karşılaştığı herkese te’sîr eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren ba’zı mes’eleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu husûsta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Hâsılı İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin, Müslümanlardan doğru bir i’tikâd, doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur. İmâm-ı a’zam, İslâm dînine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslâmiyeti îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş; şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş; Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış; önce i’tikâdda birlik ve beraberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Bunun için , “ikinci hicri asrın müceddidi” unvanını almıştır. Buhârî ve Müslim’deki bir hadîs-i şerîfte, “Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Âdem aleyhisselâm benimle övündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile övünürüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.” “Peygamberler benimle övündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile övünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.” “Ümmetimden biri, şerî’atimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’mân bin Sâbit’tir.” “Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir.” O bir yıldızdır Hz. Ali de şöyle buyurdu: “Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacaktır.” İmâm-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: Hasen bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, fıkıhda senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhda söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”
.İmâm-ı a’zam hakkındaki sözle 8 MART 1997
.Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurdu ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” İmâm-ı a’zam hazretlerinin üstünlüğü hakkında islâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Herkes asırlardır onun ilminin üstünlüğünden, takvâsından bahsetmiştir. Bunlardan ba’zılarının sözleri şunlardır: Hâfız Abdülazîz ibni Revrad buyurdu ki: “Ebû Hanîfe’yi seven, Ehl-i sünnet vel cemâ’at mezhebindedir. O’na buğzeden, O’nu kötüleyen bid’at sahibidir. Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında miyardır, ölçüdür. O’nu sevin, O’na yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğzedenin bid’at sahibi olduğunu anlarız. ” Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurdu ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı a’zamın yanından gelen bir kimseye, “Yeryüzünün en büyük âliminin yanından geliyorsun” demiştir. Ahmed ibni Hanbel, “İmâm-ı a’zam vera’ ve zühd, îsâr (cömertlik) sahibi idi. Âhıret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurmuştur. Diğerleri ile mukayese edilemez İmâm-ı Mâlik’e, “İmâm-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medhediyorsunuz” dediklerinde buyurdu ki: “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta onun derecesi, diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep medhederim.” İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sahibi idi. Ma’rifeti tam bir ârif idi. Takvâ sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi.” Yahyâ Mu’âz-ı Râzî anlatır: Peygamber efendimizi rü’yâda gördüm ve, “Yâ Resûlallah, seni nerede arayayım” dedim. Cevâbında, “Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara” buyurdu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı a’zam abdestin edeblerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sahibi, sünnete uymakta, ictihâd ve istinbâtta (şer’î delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı a’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine tercih ederdi. Büyüklerin en büyüğü ve imâmların önderi Ebû Hanîfe’nin yüksek derecesinden, takdir edilemeyen şânından ne yazayım? Müctehidlerin en vera’ sahibi idi. En müttekîsi O idi. Şâfiî’den de, Mâlik’den de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstün idi.” Bütün dünyada tatbîk olunan ahkâm-ı İslâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sahibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. Büyük evliyâ idi Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: “İmâm-ı a’zam, İmâm-ı Yûsüf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir-i Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i amel eylemişlerdir. Ya’nî herbiri zamanında neyi bildirmek îcâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf husûsunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe, nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyz, nûr ve varidât-ı İlâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini, “O iki sene olmasaydı Nu’mân helâk olurdu” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sâdık’tan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her husûsta verâset sahibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemâlde idi.”
.İlimleri ilk sistemleştiren O’dur 9 MART 1997
.Sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların, İslâmiyeti, her bakımdan doğru, berrak hâliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İslâm âlimleri, İmâm-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyâyı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O’nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir. İslâm dünyasında ilimleri ilk defa tedvîn ve tasnif eden O’dur. Din bilgilerini, (Kelâm, Fıkıh, Tefsîr, Hadîs v.s.) isimleri altında ayırarak, bu ilimlere âit kâideleri tesbit etti. Böylece O’nun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmâm-ı a’zam hazretleri, bu çok mühim vazîfeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların, İslâmiyeti, her bakımdan doğru, berrak hâliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. Şükranla yâdedilmiştir İyi düşünüldüğünde, bütün insanlığın dünya ve âhıret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da ta’zim ve şükranla yâdedilmiş, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmâm-ı a’zam = en büyük imâm” adıyla anılmıştır. İmâm-ı a’zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı, ticâret muamelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Hz. Ebû Bekir’e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dörtbin dirhemden fazlasını fakîrlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzû ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyâcınız olan yere sarfedin ve Allaha hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcadığı kadar da fakîrlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cum’a günü anasının, babasının rûhu için fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye, “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı. İmâm-ı a’zam bir gün yolda giderken, onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp sordu: - Neden yolunu değiştirdin? - Size onbin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım. - Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et! Ticâretteki takvâsı Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tembih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken, elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı a’zam bunu öğrenince, o mallardan alınan doksanbin akçeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakîr veya ahbabından olursa, onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi. “Sen beni iyi tanıdın” 10 MART 1997 “Ey Ebûx Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim!” İmâm-ı a’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Ellibeş defa hac yaptı. Son haccında Kâ’be-i muazzama içine girip burada iki rek’at namaz kıldı. Namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak, “Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O anda bir ses işitildi: - Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim. Her gün ve her gece Kur’ân-ı kerîmi bir kere hatmeder, ya’nî sonuna kadar okurdu. Komşumuza ne oldu? Genç bir komşusu vardı. Her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı a’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu” deyince, bir talebesi, onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı a’zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Buraya teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli dedi ki: - Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz? Bir haber gönderseydiniz kâfi idi. Sonra o genci serbest bıraktı. İmâm-ı a’zam o gence, “Bak biz seni unutmuyoruz” diyerek ona bir kese de akçe verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tevbe edip, İmâm-ı a’zamın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti. İmâm-ı a’zamın Kur’ân-ı kerîmi anlaması, bilmesi o kadar derin idi ki, bir defasında bir iş için evinden çıkıp atına binmek üzere iken, bir kadın gelip suâl sordu. Bir an düşünüp kadına, “Kur’ân-ı kerîmi baştan sona kadar düşündüm. Senin suâlinin cevâbı Kur’ân-ı kerîmde açık olarak yok. İstersen biraz bekle, ben hemen geleceğim, o zaman senin suâlinin cevâbını veririm” dedi. Sonra gelip gerekli cevâbı verdi. Vasıt şehrinde, ismi “Nu’mân’ın kölesi” olan fazîletli bir zât vardı. İsminin, niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Benim, anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı a’zama, ya’nî Nu’mân bin Sâbit’e bildirmişler. O da hemen, “Kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın” demiş. Doktor da, denildiği gibi yapıp beni ölen annemin karnından çıkarmış. Ben bunun için kendimi onun azâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim.” Âlimlerin kanı zahirdir İmâm-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada, vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince, “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum. Bakalım haklarında hadîs-i şerîfte, “Âlimlerin kanı zehirdir” buyurulan âlimlere dâhil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü. İmâm-ı a’zamı çekemiyen biri, O’nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete da’vet etti. İmâm-ı a’zam bu da’veti kabûl edip, talebelerine, “Ben ne yaparsam siz de onu yapın” diye tembih etti. Oraya vardıklarında da’vet eden adam, buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı a’zam ellerini yıkamak için nehire gitti. Talebeleri de onu ta’kip ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, (ya’nî yemekten önce el yıkamaya) uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören da’vet sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.
.Esas deli olan kimdir? 11 MART 1997
.Bu muazzam kâinâtın, güneş, ay ve yıldızların, binlerce mahlûkun, ağaçların, çiçeklerin kendiliğinden olabileceğini nasıl söyleyebilirsin? Asıl, “Bunların bir yaratıcısı yoktur” diyen deli değil midir? İmâm-ı a’zam zamanında, İstanbul’da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmıyan bu doktor, Allahü teâlânın varlığını inkâra kalkışıyor ve herşeyin kendi kendine var olduğunu iddiâ ediyordu. Mesleğini iyi bilen biri olduğundan, diğer konuları da iyi bildiğini zanneden halk, bunun iddiâlarına kanıyordu. O zaman Bizanslıların elinde bulunan İstanbul’da, Hıristiyanlar yaşıyordu. Hıristiyanların ileri gelenleri bu kimsenin iddiâlarına cevap vermekten âciz kalmışlardı. Bu durum, Bizans Kralına kadar, intikâl etti. Kral, “Bu kimsenin hakkından, gelse gelse Müslümanlar gelir. En iyisi bunu onlara havâle edeyim” diye düşünerek İslâm halîfesine şöyle bir mektup yazdı: “Size bir doktor gönderiyorum. Bu dehrîdir, hiçbir dîne inanmadığı gibi, kâinâtın bir yaratıcısı olduğunu da inkâr ediyor. Biz çâresiz kaldık. Sizin âlimlerinizin buna gerekli cevâbı vereceğini zannediyorum.” Onunla Ebû Hanîfe başedebilir Yaratıcıya inanmıyan doktor, Bizans Kralının mektubu ile İslâm halîfesinin huzûruna vardı. Halîfe, zamanın âlimlerini toplayıp, onlara durumu bildirdi. Bununla kimin münâzara edebileceğini sordu. Onlar sözbirliği ile: “Bununla ancak, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe başedebilir” dediler. Halîfe hemen, İmâm-ı a’zam hazretlerine haber gönderdi. İmâm-ı a’zam hazretleri dehrî ile münâzarayı kabûl edip dedi ki: - O kimseyle sarayda münâzara edelim. Ben münâzara yerine biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman siz bana, “Neden bu kadar geç kaldınız?” diye sorarsınız. Ertesi gün herkes merakla toplandı. Münâzara saati gelmesine rağmen Ebû Hanîfe hazretlerinin gelmediğini gören Dehrî gururlanmaya başladı. - Görüyorsunuz, çok methettiğiniz âlim gelmedi. Karşıma çıkmaya cesâret edemedi. Böylece hükmen galip oldum. “Artık gelmiyecek” diye yerinden kalkan dehrî, bir kahraman edâsı ile oradan ayrılmak isterken, kapıdan İmâm-ı a’zam hazretleri göründü. Gelip, yerine oturduktan sonra, Halîfe sordu: - Niçin bu kadar geciktiniz? - Sormayın efendim! Biliyorsunuz, bizim ev Dicle’nin öbür tarafındadır. Buraya gelmek üzere Dicle’nin kenarına geldim, fakat gemiyi kaçırdım. Bunun üzerine, ne yapacağımı düşünürken, yakında bulunan büyük bir ağacın kendiliğinden kesildiğini gördüm. Sonra ağaç, kendiliğinden tahta hâline geldi. Sonra, tahtalar çivisiz, marangozsuz kayık olup önüme geldi. Ben de bu kayığa bindim. Kayık, kürek çekmeden, kaptansız karşıya geçti. Ben de kayıktan inip, buraya geldim. Tabiî ki bu işler olana kadar iki saat geçti. Gecikmemin sebebi budur. Sizi beklettiğim için özür dilerim. İmâm-ı a’zamın bu konuşmalarını dikkatle dinliyen dehrî, savaşı kazanmış bir komutan edâsıyla söze başladı: - Bu saçma sapan konuşan kimse ile mi münâzara etmeye geldim. Bu kimsenin aklından şüpheliyim. Bu deli herhâlde? Gemi kendiliğinden gitmez Bunun üzerine, İmâm-ı a’zam hazretleri, bu dinsiz kimseye dönüp dedi ki: - Bir kayığın bile, kendiliğinden olabileceğini kabûl etmiyorsun. O hâlde bu muazzam kâinâtın, güneş, ay ve yıldızların, binlerce mahlûkun, ağaçların, çiçeklerin kendiliğinden olabileceğini nasıl söyleyebilirsin? Asıl, “Bunların bir yaratıcısı yoktur” diyen deli değil midir? İmâm-ı a’zam hazretleri sonra bu dinsize şöyle bir soru sordu: - Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettebatı olmayan, fakat kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikâmete giden bir gemi gördüm dese, acaba bu kimsenin söylediği şeye doğru diyebilir misin? - Hayır, bunu akıl ve mantık kabûl etmez, bu aslâ mümkün değildir! Onu bir sevkeden olması lâzımdır. - O hâlde bu muazzam kâinâtın ve onda cereyân eden mükemmel hâdiselerin yaratanı olan Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin? Dehrî, birşey söyliyemedi ve düşüp bayıldı. Ayıldığında, insâfa gelerek, kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.
.Din O’nunla kuvvetlenir 12 MART 1997
.Sen o kimsesin ki; Peygamberimiz senin hakkında, “Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder” buyurdu. İmâm-ı a’zam, bir gece rü’yâsında, Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine kendini sıkıca sarılmış hâlde gördü. Uyanınca bu fevkâlâde rü’yâsını, Tâbi’înin büyüklerinden İbni Sîrîn’e gidip anlattı. İbni Sîrîn dedi ki: - Bu rü’yânın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebû Hanîfe olsa gerek. - Ebû Hanîfe benim! - Sırtını aç göreyim. İbni Sîrîn, İmâm-ı a’zamın sırtında, iki omuzu arasında bir ben görünce dedi ki: - Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında, “Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder” buyurdu. Bir gece yatsı namazını cemâ’at ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescidde iken, talebesi Züfer bir husûsu sormuştu. Sabah ezânına kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir. Tereyağı, fıstık, bâdem ezmesi İmâm-ı a’zam hazretlerinin talebesi Ebû Yûsüf hazretleri anlatır: Babam öldüğü zaman, ben küçük idim. Annem san’at öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. İmâm-ı a’zam beni onun yanından alıp, ilim meclisine dâhil etti. Ailemizin nafakasını da temin ederdi. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip dedi ki: - Bu çocuğu ne zaman bırakacaksın? Ailenin geçimini üzerine alması lâzım artık. Hocam bunun üzerine buyurdu ki: - Sen onu kendi hâline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, bâdem ezmesi yemesini öğreniyor. Bunun üzerine annem dönüp gitti. O zaman bu sözden birşey anlayamamıştım. Ben yanından ayrılmayıp, ilimden çok şeyler öğrendim. Seneler sonra bana kâdılık vazîfesi verdiler. Birgün Abbâsî halîfesi Hârun Reşîd ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Hârun Reşîd bana dedi ki: - Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler. Ben güldüm. Gülmemin sebebini sordu. Ben de İmâm-ı a’zamla ilgili olan o hâdiseyi anlattım. Hârun Reşîd bunun üzerine, “gerçekten ilim insanı yükseltir” deyip, hocama rahmet ile duâ etti ve “Hakîkaten kalb gözü açık olup, dâimâ huzûr içinde idi. İnsanların baş gözü ile göremediklerini o kalb gözü ile görürdü” dedi. Ömrünün son yıllarında Abbâsî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar başgösterdi. İmâm-ı a’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu İmâm-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükûmet ve siyâset işlerine aslâ karışmadı. Hicrî 150 senesinde, milâdî 767’de yetmiş yaşında iken şehîd edildi. Cenâzesini Bağdat kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakîhimiz sen idin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sen idin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!” Dünyanın zîneti gider İmâm-ı Şâfiî’nin hocasının hocası İbni Cerîhe, vefât ettiğini duyunca, (İnnâ lillah...) deyip, “İlim gitti deseniz ya!” buyurdu. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca, o da, “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar” dedi. Vefâtından sonra, çok kimseler onu rü’yâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rek’at namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup, isteklerime kavuşuyorum.” İmâm-ı a’zamın vasiyeti 13 MART 1997 Biliniz ki, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Ya’nî kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’atte oniki husûsiyet vardır. İmâm-ı a’zam, vefâtına yakın eshâbına şöyle vasiyet etti: Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Ya’nî kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’atte oniki husûsiyet vardır: Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin şefâ’atına nâil olasınız. 1- Îmân, kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Îmânda çoğalma ve azalma olmaz. Îmân, amelden başkadır. Amel de îmândan cüz, parça değil, ayrıdır. Îmânın parlaklığı, nûru farklı, ya’nî az parlak, çok parlak olabilir. 2- Ameller üç kısımdır: Farz, fazîlet, günâh. 3- Arş üzerinde istivâ, yerleşme ve oturma ma’nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı. 4- Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, bütün sübûtî sıfatları kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur. 5- Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.) Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Onları seven her mü’min müttekî, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir. 6- Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. İşi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur. 7- Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Helâldan mal, para kazanmak helâl, harâmdan kazanmak ise harâmdır. 8- Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtâç değildir. 9- Mest üzerine mesh câizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya’nî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. 10- Allahü teâlâ, kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbî ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i İlâhîsi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde: “İşledikleri herşey defterlerindedir” buyuruyor. 11- Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bil.
.İmâm-ı a’zamın vasiyeti 13 MART 1997 .
.Biliniz ki, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Ya’nî kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’atte oniki husûsiyet vardır. İmâm-ı a’zam, vefâtına yakın eshâbına şöyle vasiyet etti: Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Ya’nî kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’atte oniki husûsiyet vardır: Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin şefâ’atına nâil olasınız. 1- Îmân, kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Îmânda çoğalma ve azalma olmaz. Îmân, amelden başkadır. Amel de îmândan cüz, parça değil, ayrıdır. Îmânın parlaklığı, nûru farklı, ya’nî az parlak, çok parlak olabilir. 2- Ameller üç kısımdır: Farz, fazîlet, günâh. 3- Arş üzerinde istivâ, yerleşme ve oturma ma’nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı. 4- Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, bütün sübûtî sıfatları kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur. 5- Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.) Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Onları seven her mü’min müttekî, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir. 6- Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. İşi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur. 7- Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Helâldan mal, para kazanmak helâl, harâmdan kazanmak ise harâmdır. 8- Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtâç değildir. 9- Mest üzerine mesh câizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya’nî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. 10- Allahü teâlâ, kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbî ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i İlâhîsi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde: “İşledikleri herşey defterlerindedir” buyuruyor. 11- Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için, “Mü’minlere hazırlanmıştır”, Cehennem için de, “Kâfirlere hazırlanmıştır” buyuruyor. Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfât ve cezâ için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mîzân haktır. Allahü teâlâ, “Kıyâmet gününde amellerin tartılması için terâzi kurulur” buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede, “Bugün senin hesâbın için, sana kitâbını, ya’nî amel defterini okuman kâfidir” buyuruldu. 12- Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün uzunluğu, dünya senesi ile elli bin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ, “Uzunluğu ellibin sene olan günde” buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede de, “Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir” buyurmaktadır. Cennettekilerin Allahü teâlâyı, nasıl olduğu bilinmiyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya’nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerîmede, “Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar” buyurulmuştur. Muhammed Mustafa’nın (aleyhisselâm) şefâ’atı haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü’minlere ve büyük günâhı olanlara şefâ’at edecektir. Hz. Âişe, Hadîce-tül-kübrâ’dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü’minlerin anneleridir. Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ Bekara sûresi 82, A’raf sûresi 42, Yûnüs sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde mü’minler için, “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedî kalacaklardır” buyurdu. İmâm-ı a’zamın vasiyeti budur. Bu i’tikâd üzere olana, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebindendir denir. Bu i’tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
.İyilik edeni herkes sever 14 MART 1997
.İnsanlara yapılacak en fâideli ihsân, en kıymetli hediye, tatlı dil ve güler yüzdür. İneğe tapan kâfirleri görünce, ineğin ağzına saman vererek, düşman olmalarına mâni’ olmalıdır. Dost düşman herkese iyilik yapmalı, ihsânda bulunmalı, başkalarının ihtiyaçlarını görmelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Herkes, kendisine ihsân edeni sever. Bu sevgi, insanın cibilliyetinde, ya’nî yaratılışında mevcûttur.) Nefsine düşkün olan, nefsinin arzûlarına kavuşmak için, yardım edenleri sever. Akıl ve ilim sâhibi ise, medenî insan olmasına yardım edenleri sever. Kısacası; iyiler iyileri; habîsler ya’nî kötü, fenâ kimseler de, kötüleri severler. Bir kimsenin sevdiklerine, arkadaşlarına bakarak, onun nasıl adam olduğu anlaşılır. Dostdüşman, Müslüman-kâfir herkese, tatlı dil ve güler yüz göstermelidir. Münâkaşa ile bir yere varılamaz İnsanlara yapılacak en fâideli ihsân, en kıymetli hediye, tatlı dil ve güler yüzdür. İneğe tapan kâfirleri görünce, ineğin ağzına saman vererek, düşman olmalarına mâni’ olmalıdır. Hiç kimseyle münâkaşa etmemelidir. Münâkaşa, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını artırır. Kimseye kızmamalıdır. Hadîs-i şerîfte, (Gadab etme!) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, (Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah rızâsı için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyuruldu. İnsanın yaradılışında, hayvanî rûhun arzûları bulunmaktadır. Malı, parayı sever. Gadab, intikam, kibir sıfatları görünmeye başlar. Bu hadîs-i şerîf, bu kötü huyların ilâcını bildiriyor. Kendisine iyilik etmiyene hediye vermek de, ihsânın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsânda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir.Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: “Diş kıranın, dişi kırılır. Burun, kulak kesenin, burnu kulağı kesilir, demiştim. Şimdi ise, kötülük yapana karşı, kötülük yapmayınız. Sağ yanağınıza vurana, sol yanağınızı çeviriniz, diyorum.” İbn-ül Arabî hazretleri buyurdu ki: “Kötülük edene iyilik yapan kimse, ni’metlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfrân-ı ni’met etmiş olur.” Adâlet, sâlihlerin en yüksek derecesidir. Affetmek, ba’zan zâlimlere karşı aczi gösterebilir. Zulmün artmasına sebep olabilir. İntisâr, ya’nî hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak, her zaman zulmün azalmasına, hattâ yok olmasına sebep olur. Böyle zamanlarda, intisâr etmek, affetmekten daha efdal, daha sevâb olur. Resûlullah efendimiz, bir kimsenin zâlime bedduâ ettiğini görünce, (İntisâr eyledin!) buyurdu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât’ında buyuruyor ki: “Allahü teâlâ, aşırı hareketlerden korusun! Adâlet üzere doğru yolda bulunmak nasîb etsin! Allahü teâlânın, bir kuluna, fâideli, güzel işler yapmayı, çok kimsenin ihtiyâçlarını sağlamasını nasîb etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir ni’mettir! Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için bir kulunu sebep kılarsa, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. La'net etmek için gönderilmedim Bu büyük ni’mete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok tâlihli, pek bahtiyârdır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sâhibinin, Rabbinin ıyâline hizmet etmeyi saâdet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını, yetiştirmekle övünmek, akıl îcâbıdır.” Uhud gazâsında Resûlullahın mübârek yüzü yaralanıp, mübârek dişi kırılınca, Eshâb-ı kirâm çok üzüldüler: “Duâ et, Allahü teâlâ, cezâlarını versin” dediler. Peygamber efendimiz buyurdu ki: - La’net etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek için, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim. Sonra da şöyle duâ etti: - Yâ Rabbî! Bunlara hidâyet ver. Tanımıyorlar, bilmiyorlar.
.İmâm-ı A'zam Hazretleri 4 EYLÜL 1994
Ehl-i sünnetin başı, fıkıh ilminin kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Bütün dünyada tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. İmâm-ı a'zam hazretleri, kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldı. Yâni yatsıdan sonra uyumadı. İmâm-ı a'zam hazretleri ellibeş defa hac yaptı. Son haccında, Kâ'be-i mu'azzama içine girip, burada iki rek'at namaz kıldı. Namazda, bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra, ağlayarak: - Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat, senin akıl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla! diyerek duâ etti. O ânda şöyle bir ses işitildi: - Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim. İmâm-ı a'zam hazretlerinin geleceğini haber veren birçok hadîs-i şerîf vardır! Resûlullah efendimiz, İmâm-ı a'zamın geleceğini haber verdi. Bir hadîs-i şerîfte, (Âdem ve bütün peygamberler "aleyhimüsselâm", benimle övündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soyadı Ebû Hanîfe, ismi Nu'mân olan bir kimse ile övünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır.) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacaktır.) buyuruldu. Meşhur olan bir hadîs-i şerîfte de, (Yüzelli senesinde dünyanın zîneti gider.) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a'zam için olduğunu, büyük âlim İbni Hacer-i Mekkî bildiriyor. Çünkü, İmâm-ı a'zam, 150 senesinde, yetmiş yaşında iken vefât etti. Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. Bir kimse evliyâ bile olsa, bir mezhebe uyması şarttır. Nitekim, tasavvufun, yüksek tabakalarında bulunan veliler de, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmuşlardır. Meselâ Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdadi, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi veliler de, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmiştir. "Bizim mezhebe ihtiyacımız yoktur, Peygamber zamanında mezhep mi vardı?" dememişlerdir. Bazıları ,"Fıkıh bilgisini nereden olsa öğrenirsin, önce bir tarikata gir!" demektedirler. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Tasavvufta, tarikatta hâsıl olan haller, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Yâni, îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'ıyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Dinin emirlerini yerine getirmediği halde kişide ba'zı haller görülüyorsa, bu haller şeytandandır. Bu kişinin "Ağaç yok iken meyvesini yedim" demesi gibidir. Şeytan onu aldatarak meyve gibi göstermektedir. Böyle iddi'âda bulunan kimselerden, arslandan kaçmaktan daha çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. İmâm-ı Mâlik hazretleri, (Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. "Zındık" olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan "Bid'at sâhibi", yâni sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır.) buyurdu. Fıkhı doğru öğrenen ve tasavvufun zevkini alan, kâmil insan olur. Din ancak, bu âlimlerin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarından ve bu ilimlerin biraraya getirildiği, toplandığı ilmihâl kitaplarından öğrenilir. Binlerce İslâm âlimlerinin kitaplarından derlenen, bilinmesi zarûri kelâm, fıkıh ve ahlâk bilgilerini ihtiva eden, (Seâdet-i Ebediyye) isimli ilmihâl kitabını tavsiye ediyoruz. Bu kitap Türkiye Gazetesi'nin bütün bürolarında bulanabilir
.İmâm-ı a'zam hazretleri 13 OCAK 1996
Ehl-i sünnetin başı, fıkıh ilminin kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleridir. Bütün dünyada tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. İmâm-ı a'zam hazretleri, kırk sene, yatsı namazının abdesti ile sabah namazı kıldı. Ya'nî yatsıdan sonra uyumadı. İmâm-ı a'zam hazretleri ellibeş defa hac yaptı. Son haccında, Kâ'be-i mu'azzama içine girip, burada iki rek'at namaz kıldı. Namazda, bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra, ağlayarak: - Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat, senin akıl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla! diyerek duâ etti. O ânda şöyle bir ses işitildi: - Ey Ebû Hanîfe! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim. İmâm-ı a'zam hazretlerinin geleceğini haber veren birçok hadîs-i şerîf vardır! Resûlullah efendimiz, İmâm-ı a'zamın geleceğini haber verdi. Bir hadîs-i şerîfte, (Âdem ve bütün peygamberler "aleyhimüsselâm", benimle övündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soyadı Ebû Hanîfe, ismi Nu'mân olan bir kimse ile övünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehâlet karanlığına düşmekten koruyacaktır) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecektir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacaktır) buyuruldu. Hanefî mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmektedir. Bir kimse evliyâ bile olsa, bir mezhebe uyması şarttır. Nitekim, tasavvufun, yüksek tabakalarında bulunan velîler de, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi olmuşlardır. Meselâ Bayezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi velîler de, herkes gibi, bir mezhebe tâbi olarak yükselmiştir. "Bizim mezhebe ihtiyacımız yoktur, Peygamber zamanında mezhep mi vardı?" dememişlerdir. Ba'zıları, "Fıkıh bilgisini nereden olsa öğrenirsin, önce bir tarikata gir!" demektedirler. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Tasavvufta, tarikatta hâsıl olan hâller, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Ya'nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı şer'ıyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Dinin emirlerini yerine getirmediği hâlde kişide ba'zı hâller görülüyorsa, bu hâller şeytandandır. Bu kişinin, "Ağaç yok iken meyvesini yedim" demesi gibidir. Şeytan onu aldatarak meyve gibi göstermektedir. Böyle iddiada bulunan kimselerden, arslandan kaçmaktan daha çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. İmâm-ı Mâlik hazretleri, (Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar. "Zındık" olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan "Bid'at sâhibi", ya'nî sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate va
.İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe 6 MART 1997
"Ebû" baba demektir. "Hanîf" doğru inanan, İslâmiyete sarılan kimse demektir. "Ebû Hanîfe" hakîkî Müslümanların babası, ya'nî imâmı demektir. İmâm-ı a'zamın Hanîfe isminde bir kızı yoktu. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen büyük âlimlerin en başta gelenlerindendir. Ehl-i sünnetin reisidir. Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezheb imâmlarından birincisi ve Hanefî mezhebinin imâmıdır. "Ebû" baba demektir. "Hanîf" doğru inanan, İslâmiyete sarılan kimse demektir. "Ebû Hanîfe" hakîkî Müslümanların babası, ya'nî imâmı demektir. İmâm-ı a'zamın Hanîfe isminde bir kızı yoktu. İlim sahibi, sâlih ve kıymetli bir zât olan babası Sâbit, Hz. Ali ile görüşmüş, kendisi ve zürriyeti için duâsını almıştır. İmâm-ı a'zam, Kûfe'de doğup büyüdü ve orada yetişti. Âilesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Gençliğinin ilk yıllarında, Eshâb-ı kirâmdan ba'zılarını görüp, bunlardan hadîs dinlemiştir. Keskin zekâsı, derin anlayışı Henüz çok genç yaşta olan İmâm-ı a'zam, âilesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle ba'zan münâzaralara katılıyordu. O'nun üstün kabiliyeti, keskin zekâsı, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı, yüzünden okunuyordu. Daha ilim tahsiline başlamadığı hâlde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münâzaralardaki iknâ kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı. İmâm-ı a'zam hazretleri, ilim tahsiline başlamasını şöyle anlatmıştır: "Birgün zamanın âlimlerinden Ebû Amr Âmir bin Şerâhil-Şa'bî'nin yanından geçiyordum. Beni çağırıp sordu: - Nereye devam ediyorsun? - Çarşıya, pazara efendim. - Maksadım o değil, ulemâdan, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun? - Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum. - Olmaz! İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmâl etme! Ben senin zekî, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum. Onun bu sözü bende iyi bir te'sîr bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu." İmâm-ı a'zam; kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, i'tikâdî mes'elelerde insanları doğru yoldan ayırmakta olan sapık fırkalarla mücâdele etmiştir. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defalarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla ve diğer bozuk fırkalarla uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet i'tikâdını yaymıştır. Şaşıranların sığınağı İmâm-ı a'zamın hocası Hammâd bin Ebî Süleymân fıkıh ilmini İbrâhim Nehâî'den, bu da Alkama bin Kays'dan, Alkama bin Kays da Abdullah bin Mes'ûd'dan, bu da Peygamberimizden öğrenmiştir. İmâm-ı a'zam ayrıca Ehl-i beytten, Zeyd bin Ali'den, Muhammed Bâkır'dan ilim öğrendi. Muhammed Bâkır ona bakıp, "Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zaman, sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!" buyurmuştur. Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Ca'fer-i Sâdık'dan öğrendi. Onunla sohbet edip feyz alarak tasavvufta da yüksek makâma kavuştu.
“O, ümmetimin ışığıdır” 7 MART 1997 “
Peygamberler benimle övündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile övünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur. Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir.” İmâm-ı a’zam hazretleri, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. O’nun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına, herhangi bir siyâsî düşünce ve güç, nefsânî arzû ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe lüzûmsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve yüksek İslâm ahlâkı ile her halükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Kendisini sevmiyenlere bile sabır, güleryüz ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sahibi idi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi. Gönülleri fethederdi Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile karşılaştığı herkese te’sîr eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren ba’zı mes’eleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu husûsta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Hâsılı İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin, Müslümanlardan doğru bir i’tikâd, doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur. İmâm-ı a’zam, İslâm dînine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslâmiyeti îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş; şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş; Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış; önce i’tikâdda birlik ve beraberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Bunun için , “ikinci hicri asrın müceddidi” unvanını almıştır. Buhârî ve Müslim’deki bir hadîs-i şerîfte, “Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fâris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Âdem aleyhisselâm benimle övündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile övünürüm. İsmi Nu’mân, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır.” “Peygamberler benimle övündükleri gibi, ben de Ebû Hanîfe ile övünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.” “Ümmetimden biri, şerî’atimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Nu’mân bin Sâbit’tir.” “Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamanının en yükseğidir.” O bir yıldızdır Hz. Ali de şöyle buyurdu: “Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacaktır.” İmâm-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: Hasen bin Ammâre’yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe’ye şöyle diyordu: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, fıkıhda senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevap olanını görmedim. Elbette sen fıkıhda söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir.”
İmâm-ı a’zam hakkındaki sözle 8 MART 1997
Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurdu ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” İmâm-ı a’zam hazretlerinin üstünlüğü hakkında islâm âlimleri ittifak etmişlerdir. Herkes asırlardır onun ilminin üstünlüğünden, takvâsından bahsetmiştir. Bunlardan ba’zılarının sözleri şunlardır: Hâfız Abdülazîz ibni Revrad buyurdu ki: “Ebû Hanîfe’yi seven, Ehl-i sünnet vel cemâ’at mezhebindedir. O’na buğzeden, O’nu kötüleyen bid’at sahibidir. Ebû Hanîfe bizimle insanlar arasında miyardır, ölçüdür. O’nu sevin, O’na yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğzedenin bid’at sahibi olduğunu anlarız. ” Sehl bin Abdullah Tüsterî buyurdu ki: “Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı.” Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı a’zamın yanından gelen bir kimseye, “Yeryüzünün en büyük âliminin yanından geliyorsun” demiştir. Ahmed ibni Hanbel, “İmâm-ı a’zam vera’ ve zühd, îsâr (cömertlik) sahibi idi. Âhıret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurmuştur. Diğerleri ile mukayese edilemez İmâm-ı Mâlik’e, “İmâm-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medhediyorsunuz” dediklerinde buyurdu ki: “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta onun derecesi, diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep medhederim.” İmâm-ı Gazâlî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sahibi idi. Ma’rifeti tam bir ârif idi. Takvâ sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi.” Yahyâ Mu’âz-ı Râzî anlatır: Peygamber efendimizi rü’yâda gördüm ve, “Yâ Resûlallah, seni nerede arayayım” dedim. Cevâbında, “Beni, Ebû Hanîfe’nin ilminde ara” buyurdu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: “İmâm-ı a’zam abdestin edeblerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sahibi, sünnete uymakta, ictihâd ve istinbâtta (şer’î delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı a’zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine tercih ederdi. Büyüklerin en büyüğü ve imâmların önderi Ebû Hanîfe’nin yüksek derecesinden, takdir edilemeyen şânından ne yazayım? Müctehidlerin en vera’ sahibi idi. En müttekîsi O idi. Şâfiî’den de, Mâlik’den de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstün idi.” Bütün dünyada tatbîk olunan ahkâm-ı İslâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sahibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. Büyük evliyâ idi Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: “İmâm-ı a’zam, İmâm-ı Yûsüf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir-i Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i amel eylemişlerdir. Ya’nî herbiri zamanında neyi bildirmek îcâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf husûsunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe, nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyz, nûr ve varidât-ı İlâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini, “O iki sene olmasaydı Nu’mân helâk olurdu” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Ca’fer-i Sâdık’tan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her husûsta verâset sahibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O hâlde her iki ilimde de kemâlde idi.”
İlimleri ilk sistemleştiren O’dur 9 MART 1997
Sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların, İslâmiyeti, her bakımdan doğru, berrak hâliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İslâm âlimleri, İmâm-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyâyı da bu ağacın dallarına benzetmişler, O’nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir. İslâm dünyasında ilimleri ilk defa tedvîn ve tasnif eden O’dur. Din bilgilerini, (Kelâm, Fıkıh, Tefsîr, Hadîs v.s.) isimleri altında ayırarak, bu ilimlere âit kâideleri tesbit etti. Böylece O’nun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmâm-ı a’zam hazretleri, bu çok mühim vazîfeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların, İslâmiyeti, her bakımdan doğru, berrak hâliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. Şükranla yâdedilmiştir İyi düşünüldüğünde, bütün insanlığın dünya ve âhıret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da ta’zim ve şükranla yâdedilmiş, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmâm-ı a’zam = en büyük imâm” adıyla anılmıştır. İmâm-ı a’zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı, ticâret muamelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Hz. Ebû Bekir’e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dörtbin dirhemden fazlasını fakîrlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzû ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyâcınız olan yere sarfedin ve Allaha hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcadığı kadar da fakîrlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cum’a günü anasının, babasının rûhu için fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye, “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı. İmâm-ı a’zam bir gün yolda giderken, onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp sordu: - Neden yolunu değiştirdin? - Size onbin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım. - Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et! Ticâretteki takvâsı Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tembih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken, elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı a’zam bunu öğrenince, o mallardan alınan doksanbin akçeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakîr veya ahbabından olursa, onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.
“Sen beni iyi tanıdın” 10 MART 1997 “Ey Ebûx Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim!” İmâm-ı a’zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Ellibeş defa hac yaptı. Son haccında Kâ’be-i muazzama içine girip burada iki rek’at namaz kıldı. Namazda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak, “Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu bu anlayışıma bağışla!” diyerek duâ etti. O anda bir ses işitildi: - Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve magfiret ettim. Her gün ve her gece Kur’ân-ı kerîmi bir kere hatmeder, ya’nî sonuna kadar okurdu. Komşumuza ne oldu? Genç bir komşusu vardı. Her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı a’zam, “Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu” deyince, bir talebesi, onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı a’zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Buraya teşrifinizin sebebi nedir?” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli dedi ki: - Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz? Bir haber gönderseydiniz kâfi idi. Sonra o genci serbest bıraktı. İmâm-ı a’zam o gence, “Bak biz seni unutmuyoruz” diyerek ona bir kese de akçe verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tevbe edip, İmâm-ı a’zamın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti. İmâm-ı a’zamın Kur’ân-ı kerîmi anlaması, bilmesi o kadar derin idi ki, bir defasında bir iş için evinden çıkıp atına binmek üzere iken, bir kadın gelip suâl sordu. Bir an düşünüp kadına, “Kur’ân-ı kerîmi baştan sona kadar düşündüm. Senin suâlinin cevâbı Kur’ân-ı kerîmde açık olarak yok. İstersen biraz bekle, ben hemen geleceğim, o zaman senin suâlinin cevâbını veririm” dedi. Sonra gelip gerekli cevâbı verdi. Vasıt şehrinde, ismi “Nu’mân’ın kölesi” olan fazîletli bir zât vardı. İsminin, niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Benim, anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı a’zama, ya’nî Nu’mân bin Sâbit’e bildirmişler. O da hemen, “Kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın” demiş. Doktor da, denildiği gibi yapıp beni ölen annemin karnından çıkarmış. Ben bunun için kendimi onun azâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim.” Âlimlerin kanı zahirdir İmâm-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada, vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince, “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum. Bakalım haklarında hadîs-i şerîfte, “Âlimlerin kanı zehirdir” buyurulan âlimlere dâhil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü. İmâm-ı a’zamı çekemiyen biri, O’nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete da’vet etti. İmâm-ı a’zam bu da’veti kabûl edip, talebelerine, “Ben ne yaparsam siz de onu yapın” diye tembih etti. Oraya vardıklarında da’vet eden adam, buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı a’zam ellerini yıkamak için nehire gitti. Talebeleri de onu ta’kip ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, (ya’nî yemekten önce el yıkamaya) uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören da’vet sahibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.
Esas deli olan kimdir? 11 MART 1997 Bu muazzam kâinâtın, güneş, ay ve yıldızların, binlerce mahlûkun, ağaçların, çiçeklerin kendiliğinden olabileceğini nasıl söyleyebilirsin? Asıl, “Bunların bir yaratıcısı yoktur” diyen deli değil midir? İmâm-ı a’zam zamanında, İstanbul’da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmıyan bu doktor, Allahü teâlânın varlığını inkâra kalkışıyor ve herşeyin kendi kendine var olduğunu iddiâ ediyordu. Mesleğini iyi bilen biri olduğundan, diğer konuları da iyi bildiğini zanneden halk, bunun iddiâlarına kanıyordu. O zaman Bizanslıların elinde bulunan İstanbul’da, Hıristiyanlar yaşıyordu. Hıristiyanların ileri gelenleri bu kimsenin iddiâlarına cevap vermekten âciz kalmışlardı. Bu durum, Bizans Kralına kadar, intikâl etti. Kral, “Bu kimsenin hakkından, gelse gelse Müslümanlar gelir. En iyisi bunu onlara havâle edeyim” diye düşünerek İslâm halîfesine şöyle bir mektup yazdı: “Size bir doktor gönderiyorum. Bu dehrîdir, hiçbir dîne inanmadığı gibi, kâinâtın bir yaratıcısı olduğunu da inkâr ediyor. Biz çâresiz kaldık. Sizin âlimlerinizin buna gerekli cevâbı vereceğini zannediyorum.” Onunla Ebû Hanîfe başedebilir Yaratıcıya inanmıyan doktor, Bizans Kralının mektubu ile İslâm halîfesinin huzûruna vardı. Halîfe, zamanın âlimlerini toplayıp, onlara durumu bildirdi. Bununla kimin münâzara edebileceğini sordu. Onlar sözbirliği ile: “Bununla ancak, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe başedebilir” dediler. Halîfe hemen, İmâm-ı a’zam hazretlerine haber gönderdi. İmâm-ı a’zam hazretleri dehrî ile münâzarayı kabûl edip dedi ki: - O kimseyle sarayda münâzara edelim. Ben münâzara yerine biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman siz bana, “Neden bu kadar geç kaldınız?” diye sorarsınız. Ertesi gün herkes merakla toplandı. Münâzara saati gelmesine rağmen Ebû Hanîfe hazretlerinin gelmediğini gören Dehrî gururlanmaya başladı. - Görüyorsunuz, çok methettiğiniz âlim gelmedi. Karşıma çıkmaya cesâret edemedi. Böylece hükmen galip oldum. “Artık gelmiyecek” diye yerinden kalkan dehrî, bir kahraman edâsı ile oradan ayrılmak isterken, kapıdan İmâm-ı a’zam hazretleri göründü. Gelip, yerine oturduktan sonra, Halîfe sordu: - Niçin bu kadar geciktiniz? - Sormayın efendim! Biliyorsunuz, bizim ev Dicle’nin öbür tarafındadır. Buraya gelmek üzere Dicle’nin kenarına geldim, fakat gemiyi kaçırdım. Bunun üzerine, ne yapacağımı düşünürken, yakında bulunan büyük bir ağacın kendiliğinden kesildiğini gördüm. Sonra ağaç, kendiliğinden tahta hâline geldi. Sonra, tahtalar çivisiz, marangozsuz kayık olup önüme geldi. Ben de bu kayığa bindim. Kayık, kürek çekmeden, kaptansız karşıya geçti. Ben de kayıktan inip, buraya geldim. Tabiî ki bu işler olana kadar iki saat geçti. Gecikmemin sebebi budur. Sizi beklettiğim için özür dilerim. İmâm-ı a’zamın bu konuşmalarını dikkatle dinliyen dehrî, savaşı kazanmış bir komutan edâsıyla söze başladı: - Bu saçma sapan konuşan kimse ile mi münâzara etmeye geldim. Bu kimsenin aklından şüpheliyim. Bu deli herhâlde? Gemi kendiliğinden gitmez Bunun üzerine, İmâm-ı a’zam hazretleri, bu dinsiz kimseye dönüp dedi ki: - Bir kayığın bile, kendiliğinden olabileceğini kabûl etmiyorsun. O hâlde bu muazzam kâinâtın, güneş, ay ve yıldızların, binlerce mahlûkun, ağaçların, çiçeklerin kendiliğinden olabileceğini nasıl söyleyebilirsin? Asıl, “Bunların bir yaratıcısı yoktur” diyen deli değil midir? İmâm-ı a’zam hazretleri sonra bu dinsize şöyle bir soru sordu: - Sana birisi, ben kasırgalı bir havada, dalgaları çok şiddetli olan bir deniz üzerinde, içinde kaptanı ve mürettebatı olmayan, fakat kendiliğinden deniz üzerinde doğru istikâmete giden bir gemi gördüm dese, acaba bu kimsenin söylediği şeye doğru diyebilir misin? - Hayır, bunu akıl ve mantık kabûl etmez, bu aslâ mümkün değildir! Onu bir sevkeden olması lâzımdır. - O hâlde bu muazzam kâinâtın ve onda cereyân eden mükemmel hâdiselerin yaratanı olan Allahü teâlâyı nasıl inkâr edersin? Dehrî, birşey söyliyemedi ve düşüp bayıldı. Ayıldığında, insâfa gelerek, kelime-i şehâdet getirip Müslüman oldu.
Din O’nunla kuvvetlenir 12 MART 1997 Sen o kimsesin ki; Peygamberimiz senin hakkında, “Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder” buyurdu. İmâm-ı a’zam, bir gece rü’yâsında, Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine kendini sıkıca sarılmış hâlde gördü. Uyanınca bu fevkâlâde rü’yâsını, Tâbi’înin büyüklerinden İbni Sîrîn’e gidip anlattı. İbni Sîrîn dedi ki: - Bu rü’yânın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebû Hanîfe olsa gerek. - Ebû Hanîfe benim! - Sırtını aç göreyim. İbni Sîrîn, İmâm-ı a’zamın sırtında, iki omuzu arasında bir ben görünce dedi ki: - Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında, “Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder” buyurdu. Bir gece yatsı namazını cemâ’at ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescidde iken, talebesi Züfer bir husûsu sormuştu. Sabah ezânına kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir. Tereyağı, fıstık, bâdem ezmesi İmâm-ı a’zam hazretlerinin talebesi Ebû Yûsüf hazretleri anlatır: Babam öldüğü zaman, ben küçük idim. Annem san’at öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. İmâm-ı a’zam beni onun yanından alıp, ilim meclisine dâhil etti. Ailemizin nafakasını da temin ederdi. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip dedi ki: - Bu çocuğu ne zaman bırakacaksın? Ailenin geçimini üzerine alması lâzım artık. Hocam bunun üzerine buyurdu ki: - Sen onu kendi hâline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, bâdem ezmesi yemesini öğreniyor. Bunun üzerine annem dönüp gitti. O zaman bu sözden birşey anlayamamıştım. Ben yanından ayrılmayıp, ilimden çok şeyler öğrendim. Seneler sonra bana kâdılık vazîfesi verdiler. Birgün Abbâsî halîfesi Hârun Reşîd ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Hârun Reşîd bana dedi ki: - Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler. Ben güldüm. Gülmemin sebebini sordu. Ben de İmâm-ı a’zamla ilgili olan o hâdiseyi anlattım. Hârun Reşîd bunun üzerine, “gerçekten ilim insanı yükseltir” deyip, hocama rahmet ile duâ etti ve “Hakîkaten kalb gözü açık olup, dâimâ huzûr içinde idi. İnsanların baş gözü ile göremediklerini o kalb gözü ile görürdü” dedi. Ömrünün son yıllarında Abbâsî devleti içinde karışıklıklar ve ayaklanmalar başgösterdi. İmâm-ı a’zam bu karışıklıklara rağmen ders veriyor, talebelerini yetiştiriyordu İmâm-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükûmet ve siyâset işlerine aslâ karışmadı. Hicrî 150 senesinde, milâdî 767’de yetmiş yaşında iken şehîd edildi. Cenâzesini Bağdat kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: “Allahü teâlâ sana rahmet eylesin! Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakîhimiz sen idin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sen idin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sen idin!” Dünyanın zîneti gider İmâm-ı Şâfiî’nin hocasının hocası İbni Cerîhe, vefât ettiğini duyunca, (İnnâ lillah...) deyip, “İlim gitti deseniz ya!” buyurdu. Büyük âlimlerden Şu’be’ye vefât haberi ulaşınca, o da, “İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar” dedi. Vefâtından sonra, çok kimseler onu rü’yâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: “Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rek’at namaz kılıp, Ebû Hanîfe’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup, isteklerime kavuşuyorum.
” İmâm-ı a’zamın vasiyeti 13 MART 1997 Biliniz ki, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Ya’nî kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’atte oniki husûsiyet vardır. İmâm-ı a’zam, vefâtına yakın eshâbına şöyle vasiyet etti: Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Ya’nî kurtuluş fırkası olan Ehl-i sünnet vel-cemâ’atte oniki husûsiyet vardır: Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin şefâ’atına nâil olasınız. 1- Îmân, kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Îmânda çoğalma ve azalma olmaz. Îmân, amelden başkadır. Amel de îmândan cüz, parça değil, ayrıdır. Îmânın parlaklığı, nûru farklı, ya’nî az parlak, çok parlak olabilir. 2- Ameller üç kısımdır: Farz, fazîlet, günâh. 3- Arş üzerinde istivâ, yerleşme ve oturma ma’nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı. 4- Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, bütün sübûtî sıfatları kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur. 5- Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.) Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Onları seven her mü’min müttekî, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir. 6- Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. İşi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur. 7- Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Helâldan mal, para kazanmak helâl, harâmdan kazanmak ise harâmdır. 8- Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtâç değildir. 9- Mest üzerine mesh câizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya’nî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. 10- Allahü teâlâ, kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbî ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i İlâhîsi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde: “İşledikleri herşey defterlerindedir” buyuruyor. 11- Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için, “Mü’minlere hazırlanmıştır”, Cehennem için de, “Kâfirlere hazırlanmıştır” buyuruyor. Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfât ve cezâ için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mîzân haktır. Allahü teâlâ, “Kıyâmet gününde amellerin tartılması için terâzi kurulur” buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede, “Bugün senin hesâbın için, sana kitâbını, ya’nî amel defterini okuman kâfidir” buyuruldu. 12- Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün uzunluğu, dünya senesi ile elli bin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ, “Uzunluğu ellibin sene olan günde” buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede de, “Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir” buyurmaktadır. Cennettekilerin Allahü teâlâyı, nasıl olduğu bilinmiyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya’nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerîmede, “Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar” buyurulmuştur. Muhammed Mustafa’nın (aleyhisselâm) şefâ’atı haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü’minlere ve büyük günâhı olanlara şefâ’at edecektir. Hz. Âişe, Hadîce-tül-kübrâ’dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü’minlerin anneleridir. Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ Bekara sûresi 82, A’raf sûresi 42, Yûnüs sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde mü’minler için, “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedî kalacaklardır” buyurdu. İmâm-ı a’zamın vasiyeti budur. Bu i’tikâd üzere olana, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebindendir denir. Bu i’tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe
1 Mart 2003 01:00
Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî hazretleri buyurdu ki: "Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi bir zât bulunsaydı, bunlar bugünkü bozuk Yahûdîliğe ve Hıristiyanlığa dönmezdi." İmam-ı azam Ebu Hanife hazretleri ve yüzlerce talebesinin ve bunların da yetiştirdiği binlerce Ehli sünnet âliminin yazdığı milyonlarca kitap, Peygamberimizin yolunu, bütün dünyaya doğru olarak yaymış, tanıttırmışdır. Bugün islâm dînini, duyamıyacak, hür dünyada bir şehir, bir köy ve bir kimse kalmamıştır. İslamiyeti işitince, doğru olarak öğrenmek isteyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini va'd buyurmuştur. Bugün, dünya kütübhânelerini doldurmuş olan bu kitapların isimlerini bildiren fihristler mevcuttur. Meselâ, Kâtib Çelebi'nin (Keşf-üz-zunûn) kitabında, onbeşbine yakın kitap ve onbin kadar müellif ismi vardır. Bu kitapları okuyan, anlayışlı ve insâflı bir kimse, İslamiyetin yirmi ana ilmini ve bunların kolları olan, seksen ilmi ve bu ilimlerin âlimlerini ve herbirinin yazdığı kitapları görerek, durmadan, yılmadan yazan, islâm âlimlerinin çokluğu ve herbirinin, ilim deryâsına dalmakdaki mahâretleri karşısında, hayrân kalmakdan kendini men edemez. Bu kitaplarında felsefecilerin sözlerini ve Müslüman olmayanların İslamiyete sokmak istedikleri uydurma delîlleri red ederek hepsini susdurmuşlar, din düşmanlarının hâzırladıkları fitne ve fesâd ateşlerini söndürmüşlerdir. Ayrıca, kötü maksadlarla Kur'ân-ı kerîme yanlış ma'nâlar vermeğe, bozuk tercümeler yapmağa kalkışanların yüz karalarını meydana çıkarıp, bir tarafdan iman edilmesi lâzım gelen şeyleri birer birer ve açıkça yazmışlar, bir tarafdan da, bütün dünyada olmuş ve kıyâmete kadar olacak her vak'a ve hareketin ahkâm-ı islâmiyesini, pek doğru olarak, insanlığın önüne koymuşlardır. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin dersinde hâzır bulunan talebesinden sekizyüzden fazlasının isimleri ve hâl tercümeleri kitaplarda yazılıdır. Bunlardan beşyüzaltmışı fıkıh ilminde derin âlim olarak şöhret bulmuş, içlerinden otuzaltısı ictihâd makâmına yükselmiştir.
.
Müctehidlerin en büyüğü
5 Mart 2002 01:00
Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. Bu büyük imâm, her hareketinde, vera' ve takvâ üzere idi. Her işinde Peygamber Efendimize tam ma'nâsı ile tâbi' idi. İctihâd ve istinbâtda, öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştı ki, buraya kimse varamadı. Kendisinden daha önceleri, daha âlim ve daha yüksek kimseler geldi ise de, onların zamanında sapıtmalar yayılmamış olduğundan, doğruyu ayıracak mi'yârlar hazırlamamışlar, diğer daha kıymetli işlerle uğraşmışlardır. İmâm-ı Şâfi'î hazretleri, İmâm-ı a'zamın ictihâdının inceliğinden, az birşey anlıyabildiği içindir ki, "Bütün müctehidler, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin çocuklarıdır" demişdir. İsâ aleyhisselâm, kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkaracaktır. İslâm büyüklerinden imâm-ı Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: "İsâ aleyhisselâm gibi büyük bir Peygamberin, ictihâd ile çıkaracağı bütün ahkâm, Hanefî mezhebindeki ahkâma benziyecek, ya'nî, İmâm-ı a'zamın ictihâdına uygun olacaktır". Bu da, İmâm-ı a'zamın ictihâdının, ne kadar çok isâbetli ve doğru olduğunu bildiriyor. Evliyâ, kalb gözleriyle, Hanefî mezhebini, büyük deniz gibi, diğer mezhebleri, ufak dereler, ırmaklar gibi görmüş olduklarını söylemişlerdir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri, ictihâdında da sünnete tâbi' olmakta, herkesten ileri gitmiş, Mürsel hadîsleri bile, Müsned hadîsler gibi, sened olarak almıştır ve Eshâb-ı kirâmın sözlerini, kendi görüşlerinin, buluşlarının üstünde tutmuştur. Onların, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" yanında, sohbetinde bulunmak şerefi ile kazandıkları derecelerin büyüklüğünü, herkesten daha iyi anlamıştır. Diğer hiç bir müctehid böyle yapamamıştır. İmâm-ı a'zam için, "kendi görüşü ile ahkâm çıkarıp, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere bağlı kalmamıştır" diyenler, yeryüzünde asırlardan beri ibâdet etmekte olan milyonlarca Müslümanı, yanlış ve uydurma yolda bulundurmakla ve hattâ Müslümanlıktan ayrı kalmakla lekelemiş oluyor.
.
Fıkhın kurucusu İmâm-ı a'zam'dır
6 Mart 2002 01:00
Ehl-i sünnetin reîsi, fıkhın kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. Bütün dünyâda tatbîk olunan ahkâm-ı islâmiyyenin dörtte üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslâmiyette ev sâhibi, âile reîsi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocuklarıdır. Bir müctehidin çıkardığı ahkâmın hepsine "Mezheb" denir. Ehl-i sünnetin yüzlerce mezhebinden, bugün dört imâmın mezhebi kitâblara geçmiş olup, diğerleri kısmen unutulmuştur. Bu dört imâm; Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes Esbahî, Muhammed Şâfi'î, Ahmed bin Hanbel'dir. Müctehid olmıyanların bütün hareketlerinde ve ibâdetlerinde, bu dört mezhebden birinde bulunması lâzımdır. Demek ki, Peygamberimizin yolu, Kur'ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile, ya'nî sünnet ile ve müctehidlerin ictihâdları ile gösterilen yoldur. Dîn-i islâm, nakil yolu ile bizlere gelmiştir. Nakil de, edille-i şerriyedir. Bunun dışındaki deliller geçerli değildir. Mesela, tesavvuf büyüklerinin kalblerine gelen ilhâmlar, keşifler, ahkâm-ı islâmiyye için sened ve vesîka olamaz. Keşiflerin, ilhâmların doğru olup olmadığı, islâmiyyete uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Tasavvufun, vilâyetin yüksek tabakalarında bulunan evliyâ da, ilmi olmıyan, aşağı derecelerdeki Müslümanlar gibi, bir müctehide tâbi' olmak mecbûriyetindedir. Bistâmî, Cüneyd, Celâleddîn-i Rûmî ve Muhyiddîn-i Arabî hazretleri gibi evliyâ, herkes gibi, bir mezhebe tâbi' olarak yükselmişlerdir. Ahkâm-ı islâmiyyeye yapışmak, bir ağaç dikmek gibidir. Evliyâya hâsıl olan ilimler, ma'rifetler, keşifler, tecellîler, aşk-ı ilâhî ve muhabbet-i zâtiyye, bu ağacın meyveleri gibidir. Evet, ağaç dikmekten maksat, meyve elde etmektir. Fakat, meyve kazanmak için, ağaç dikmek şarttır. Ya'nî, îmân olmazsa ve ahkâm-ı islâmiyye yapılmazsa, tasavvuf ve evliyâlık hâsıl olamaz. Böyle iddiada bulunanlar, zındıktır, dinsizdir. Böyle kimselerden, arslandan kaçmaktan dahâ çok kaçmalıdır. Arslan, insanın yalnız canını alır. Bunlar ise, dînini ve îmânını alır. İmâm-ı Mâlik hazretleri, "Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan, dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmıyan bid'at sâhibi, ya'nî sapık olur. Her ikisini edinen, hakîkate varır" buyurdu. Tasavvuf büyüklerinin hepsi bir fıkıh âliminin mezhebinde idi. Mesela, Abdülkâdir-i Geylânî, hanbelî idi. İmâm-ı Rabbânî hanefî idi.
.
Câhil ile müctehidin farkı
8 Mart 2002 01:00
Mezheb imâmı demek, Peygamberimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" Kur'ân-ı kerîmden çıkardığı ma'nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplayan, kitâba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına tefsîr etmiştir. Resûlullahın Kur'ân-ı kerîme verdiği ma'nâları, açıklamalarını anlamak istiyen, bir mezheb imâmının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhebden olur. Bu ise, Resûlullaha ve Kur'ân-ı kerîme uymak demektir. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahtan işittiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaya, ya'nî dört mezhebden birinde olmalarına lüzûm yoktu. Onların herbiri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Birbirlerine sorarak da öğreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler. Şimdi ba'zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid'at sâhibi olan âlimleri taklîd ederek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarmağa kalkışıyorlar. Mezheb imâmlarından birini taklîd etmeğe ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri beğenmiyor, bunlar zamanımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini beğenmiş câhillerdir. Kur'ân-ı kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve şeytâna uymaktadırlar. Herkesi de Kur'ândan ve hadis-i şeriflerden ma'nâ çıkarmağa kışkırtıyorlar. Bu ahmaklara, art niyetlilere aldanmamalıdır. Her Müslüman, "Ehl-i sünnet" i'tikâdında olmalı ve dört mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını araştırıp, birbirine karıştırmağa "Telfîk" denir. Nefse ve şeytâna uyarak, telfîk yapmak yasaktır. Ancak, ihtiyâc, zaruret olduğu zaman, bir iş için câiz olur. Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ şeytân ile melek arasındaki fark gibidir. Fakat, gâfil, ahmak ve nefslerine bağlı olduklarından, kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle din adamını şeytân aldatmış olduğundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyor. Böyle câhile "Mezhebsiz" denir. Bunlar, ya nefislerinin esiri olmuş zavallı kimselerdir ya da bazı dış mihrakların dini bozmak için kullandıkları maşalardır.
Bugünleri haber verdi
9 Mart 2002 01:00
İnsanoğlu çok garip bir mahluk... Nerede ne yapacağını, nerede duracağını anlamak, tahmin etmek mümkün değil. Teknolojik gelişmeler, medeniyet ilerledikçe insanların rahata, huzura kavuşması gerekirken böyle olmuyor, aksine maneviyatsız teknoloji huzursuzluk kaynağı oluyor. İnsanoğlu eline geçirdiği her imkanı, karşısındakini, ezmek, onun haklarını yok etmek için kullanıyor. Bugün bütün dünyada, Müslümanlara karşı gizli bir savaş ilan edildi; her türlü zulüm reva görülüyor. Zulüm geri tepen bir silah olduğu için kendileri de huzur rahat yüzü görmüyorlar aslında. Zulümden kim fayda görmüş? Adalet olmadıkça huzur da olmaz! İnanç boşluğuna düşen, düşürülen toplumlar hiçbir şeyden tatmin olamaz hale geldi. Ahlaksızlık, sapık ilişkiler akla hayale gelmeyecek boyutlara ulaştı. İş öyle bir noktaya geldi ki, bunları yapanlar değil, bunlara karşı çıkanlar ahlaksızlıkla suçlanıyor artık. Yine dedi-kodu, iftira sıradan konuşmalar haline geldi. Kendisine bir zarar gelmemesi için herşeyi mubah olarak görme devri başlandı. Bana bir şey olmasın da gerisi ne olursa olsun, mantığı gelişti toplumda. İster istemez insanın aklına şu soru geliyor: Acaba bunlar eski kitaplarda geçen, geleceği ifade eden; fitne, kargaşa, huzursuzluk dönemlerinin "ahir zamanın" başlangıcı mıdır, yoksa kendisi midir? Hal böyle olunca, planlarımızı iyi günlerin geleceği hayaline göre değil, daha kötü günlerin geleceği veya en azından iyi günlerin gelmeyeceği hesabına göre yaparsak zayiatımız, sıkıntımız hayal kırıklığımız biraz daha az olur. Şimdi, bugünleri Resulullah Efendimiz nasıl haber verdi, neler yapmamızı tavsiye etti ona bir bakalım: Eshâb-ı kirâmdan Hazret-i Huzeyfe anlatır: Bir gün, Resûlullaha ilerde hâsıl olacak fitnelerden, sıkıntılardan sordum: "Yâ Resûlallah, biz, Müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, Senin şerefli vücûdun ile, islâm nimetini, iyilikleri bizlere ihsân etti. Bu saadet günlerinden sonra, yine kötü zaman gelecek mi?" "Evet gelecek!" "Bu şerden sonra, hayırlı günler yine gelir mi?" "Evet gelir. Fakat, o zaman bulanık olur. Bu zamanda, iyilik kötülükle karışık olur. Kalpler, ilk zamanlarda olduğu kadar sâf ve tertemiz olmaz. İ'tikâtların sahîh, amellerin sâlih ve idârecilerin adâletleri, birinci asırdaki gibi olmaz. Kötülükler, bid'atler, her tarafa yayılır. İyiler arasına kötüler, sünnetler arasına bid'atler karışır. Benim sünnetime uymayan ve benim yolumu tutmayan kimseler ibâdet de yaparlar, günâh da işlerler. Hayır da yaparlar, şer de yaparlar." "Bu zamandan sonra, yine şer olur mu?" "Evet. İnsanları Cehenneme çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır..." "Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir?" "Onlar da, bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar. Va'z ve nasîhat ederler. Fakat, kalplerinde hayır ve iyilik yoktur. Kendilerinden önce gelen âlimleri bilgisizlikle, cahillikle suçlarlar. Çok zeki ve âlim denilen kimselerde, zerre kadar iman bulunmaz. Dine uymak, güzel ahlâklı olmak ayıp sayılır. Gençler fâsık, günahkar olur. Emr-i maruf ve nehy-i münker kalkar. Günaha teşvik artar ve iyiliğe mani olunur." "O zamana yetişirsek, ne yapmamızı emredersin?" "İyi insanların yanında olmaya çalış! Böyle bir cemaat bulamazsan, bir kenara çekil. İnsanların aralarına hiç karışma. Ölünceye kadar, yalnız yaşa! Benden sonra öyle kimseler gelir ki, benim yolumdan ayrılırlar. Kalpleri şeytan yuvasıdır. Bunlara da itâ'at ediniz! Karşı gelmeyiniz! Fitne çıkarmayınız. Sabredip, ibâdetiniz ile meşgûl olunuz. Şehir içinde fitneden kurtulamazsanız, ormana sığınınız. Fitnecilere karışmamak için, ormana gidip, ot, yaprak yimek zorunda kalırsanız, ormanda kalınız da, fitnecilere karışmayınız!" Peygamber Efendimiz, "ahir zamanda" İslâmiyete uymanın, ateşi elde tutmak gibi zor olacağını da bildirmiştir. Çok zor da olsa başka çaremiz yok. Her türlü sıkıntıya, zorluğa rağmen imanını, yaşayışını muhafaza edenlere ne mutlu
.
Mezhep imamlarının yolu
9 Mart 2002 01:00
Mezhep imamlarının takip ettikleri yol şöyleydi: Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru ile karşılaştıkları zaman, bunun cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Hadîs-i şerîflerde bulamazlarsa, "İcmâ'"da ararlardı. İcmâ'da da bulamayınca, bu soruya benzeyen başka sorunun, Kitap, sünnet ve icmâ'da bulunan cevâbına "Kıyâs" ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden beri bütün Müslümanlar, âlimler, sâlihler, velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri, kendinin müctehid olduğunu iddiâ etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir din adamına aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden kıl kadar ayrılmamıştır. Hepsi, Müslümanlara, Kitap ile sünneti açıklamışlardır. İslâm âlimleri, Müslümanların dört mezhebden birini taklîd etmelerini emir ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid'at sâhibi olmak gibi, iki tehlikeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünkü, bir câhil, bir mezheb imâmını taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar. "Mîzân-ül-kübrâ" kitabında buyuruyor ki, "Sünnet, ya'nî hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıklamaktadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamışlardır. Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır. Sünnet, ya'nî hadîs-i şerîfler olmasaydı, sular, tahâret, namazların kaç rek'at oldukları, rükü' ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh, hukuk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur'ân-ı kerîmde bulamaz ve öğrenemezdi. İmrân bin Husayn'a birisi, "Bize yalnız Kur'ândan söyle!" deyince: Ey ahmak! Kur'ân-ı kerîmde, namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir misin dedi. Hazret-i Ömer'e, farzların seferde kaç rek'at kılınacağını Kur'ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde, "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört rek'at farzları iki rek'at kılardı. Biz de, öyle yaparız" buyurdu. Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyetin dışında değildir. Çünkü herbiri, hem hakîkatte, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler
.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 547 ziyaretçi (1602 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|