|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İLK MEDRESELER VE TEDRÎS (EĞİTİM) SİSTEMİ -I- İlimde tahrifler ve medreseler
7 Mart 2021 02:00
İslâm âleminde ilk medreselerin “Beytü’l- Hikme”ler olduğunu söyleyenler vardır. Bu medreselerin başına ilk getirilen de Arapça ve Süryanice eserler veren Yahyâ b. Mâsiveyh’tir. Beytü’l-Hikmeler Abbasîler döneminde Halife Memun tarafından 832’de Bağdat’ta kuruldu.
İmam Muhammed Gazali “Tehâfütü’l-felâsife” ve “El-Munkızu mine’d-dalâl” adlı eserleriyle felsefeyi ferdî vesveselerle inkâr yerine, geliştirdiği aklî ve naklî delillerle nakzetmiş ve bu konuda asla müsamahalı davranmamıştır.
Tedrîs denen sistem, özelde ferdî, genelde şahısların katılımıyla yapılan bir faaliyettir. Ferdî dersler çok özel kişiler için olup, “rahle-i tedrîs” dediğimiz bire bir eğitimdir. Osmanlıda şehzadeler bu yolla en meşhur âlimlerin dizi dibinde eğitilmişlerdir. Bire bir eğitimde murâkabe (gözetme) ve takip daha tesirli olduğu için, bu yolla çok büyük devlet ve ilim adamları yetişmiştir. Katılımcı eğitimde takip daha zor, fakat kişi mesuliyeti daha fazladır. Medrese tedrîs sisteminde talebe, şahsî hücrelerinde branşlarına göre sıkı takip altında ders görürdü.
Büyük devletler kendilerine ait kültürlerine dayalı bir medeniyet geliştirmişlerdir. Askerî zaferler, fetihler, devlet kurup devlet yıkmalarla büyük devlet olunamaz.
Tarihin kaydettiği kıtalar fetheden, istilacı, emperyalist bir sürü devlet yok olup gitmiş ve tarih bunları “barbar” diye nitelemiştir. Bugünkü Batı Medeniyeti; Sokrat, Eflâtun ve Aristo felsefî doktrinlerinin içinden imbikten süzerek feodal kapitalist sisteme endeksli olarak ya nihilist, ya pozitivist veya Marksist olmuş ama gerçek anlamda asla medeni olamamıştır. Tahkir ettikleri Vandallardan, Vikinglerden ve diğer barbar kavimlerden çok daha zalim, çağdaş gaddarlardır. SEA (Sokrat, Eflâtun, Aristo) ekolünden eğer müspet yönde yani, insani tefekkür sisteminden biraz istifade etselerdi, belki biraz medenî olabilirlerdi.
Babürîler, Selçûkîler ve Osmanlılar Latin ve Yunan felsefesini derinlemesine incelemişler ve hatta bazı müspet yönlerinden faydalanmışlardır. Felsefenin yorumunda İslâmiyet’e taalluk eden batıl fikirleri cımbızla ayıklamışlar ve bu bozuk akideleri şiddetle reddetmişlerdir. Bu fikirleri reddederken son derece ikna edici delillerle asla mugalataya (yanıltıcı söz söyleme, ağız kalabalığı) sapmamışlar ve hep ilmî zeminde kalmışlardır
Ön-Asya ve Mezopotamya kültürlerinde Aristo tesiri çok net görülür. Atina’da Eflâtun, Academia denen yüksek eğitim sistemini ihdas ederken, Aristo da Liceum’u (lise) tedrisatını başlattı. Bu zamanlarda ayrıca, Stoacı Zenon’un faaliyetleri ve Sofist ekolün tesiriyle matematik, tarih, coğrafya ve devrin önemli alanı hitabet ve tıp dersleri önem kazanmıştır.
Sasani devri Îran’ında da Kral Erdeşir; Mezopotamya, Îran ve Hindistan’a göndererek yetiştirdiği elemanlarıyla, yüksek ve kaliteli eğitim yaptırmaya gayret etmiştir. Fakat bu kaliteli eğitim herkese açık değildi. İmtiyaz sahibi Magiler bu derslere katılabiliyorlardı. (Magiler, Matta İncili’ne göre Îsâ aleyhisselâm doğduğunda, onu ziyaret eden üç İranlıdır ve bu yüzden bu ziyaretten beri İranlılar Hristiyanlık hakkında bilgi sahibi oldular. (Ulaş Töre Sivrioğlu, Sâsânî Döneminde Îran, Mezopotamya ve Kafkasya’da Hristiyanlık ve Hristiyanlar, Akademi Târih ve Düşünce Dergisi 2016, 3 (10) s.7)
Mobedanlar sosyal sıralamasında 3. sırada olup seçkin ruhban sınıfıydılar. Azerbaycan tarafında yaşarlar ateşe ve yıldızlara taparlardı. Bunlar imtiyazlı İran sınıfından olup eğitimden yaralanırlardı. (Şehriyâr Bahâdorî, İÜSBE Doktora Tezi, İran’da İslâmiyet’in Doğuşunda Arap Egemenliğinin Sonuna Kadar Halk Hareketleri, İstanbul, s.10 )
İSLÂM ÂLEMİNDE İLK MEDRESELER
İslâm âleminde ise ilk medreselerin “Beytü’l- Hikme”ler olduğunu söyleyenler vardır. Bu medreselerin başına ilk getirilen de Arapça ve Süryanice eserler veren Yahyâ b. Mâsiveyh’tir. Beytü’l-Hikmeler Abbasîler döneminde Halife Memun tarafından 832’de Bağdat’ta kuruldu. Beytü’l-Hikmelerde Arap, Yahûdî ve Hristiyan âlimleri beraber çalışıyorlardı. Bu medreselerde Sokrat, Eflâtun, Aristo, Pisagor, Hipokrat, Öklid, Galen gibi filozoflar ile Greko-Lâtin (Yunan-Lâtin) düşünce ürünleri ve İslâm dışı kültür verileri Arapçaya çevriliyordu. Abbâsîlerin 7, 8 ve 9. halifeleri yani Memûn, Mutasım ve Vasık Mûtezile inancında oldukları için, Beytü’l-Hikmelere özel bir önem atfettiler. Beytü’l-Hikmeler 1258’de Hülâgu tarafından tahrip edilmiştir.
Farabi ve İbni Sina Kazakistan ve Özbekistan taraflarından olmalarına rağmen bilhassa Fârâbî, rıhle denen hac veya ilim tahsili için Bağdat taraflarına geldi. Etkileri 500 yıl devam eden Beytü’l-Hikme teorilerinin de tesiri altında kalan bu iki filozof, o devrin icabıyla felsefeye çok önem verdiler. Farabi’nin kendi verdiği bilgiye göre hocası Yuhanna b. Haylan adlı bir Hristiyan bilim adamıydı. Bu hocasından Bağdat’ta Aristo mantığı üzerine dersler aldı. İbni Sina’nın babası Abdullah, saygın bir bilim adamıydı. Samanilerin önemli şehri Belh’ten gelmiş olan Abdullah, rivayetlere göre aslen Şiî-İsmâilî mezhebindendi.
İbni Sina 10 yaşında hafız oldu ve Hanefî fıkıh âlimlerinden dersler aldı. Fakat devrinde Yunan, Hint ve Fars felsefelerine ait eserlerinin etkisi altında temel İslâm akaidine ters düşen fikirlere kapıldı. Eldeki makalelerinin 150 tanesi felsefeye kırkı ise tıbba aittir. Hem Farabi hem de İbni Sina bir din âlimi değildirler. Kendileri felsefeyle uğraşan bir tıp ve astronomi bilim adamlarıdır. İslâmî tezleri Ehl-i Sünnet inancına çok yerde ters düşmüş, özellikle de sıfât-ı ilâhiyyede çok büyük hatalar yapmışlardır.
DÖRT TAHRİP, DÖRT TAMİR
Dört devre Ehl-i sünnet itikadı için tahrip ve tamir dönemidir. Birinci tahrip dönemi Müseylemetü’l-kezzâb hareketidir. Müseyleme, Kur’ân-ı kerîmi yalanladığı, ona benzer şiirler yazmaya çalıştığı ve kendisini de peygamber ilân ettiği için kendisine “kezzâb” (yalancı) dendi. Hazreti Ebûbekir, Hâlid bin Velid komutasında bir orduyu Kezzâb’ın üzerine gönderdi. Hazret-i Vahşî bin Harb, Hazret-i Hamza’yı şehîd ettiği mızrağıyla Müseyleme’yi öldürdü. (Taberî, 3, 162; Sîre, Taberî, 3, 162Ü; Tabakât, 4, 551, Taberî 3, 254) Hazret-i Ebubekri’s- sıddîk (radıyallâhü anh) birinci bin yılın müceddididir.
İkinci tahrip dönemi felsefenin tahribat dönemi olan 10-11. asırdır. Farabi ve İbni Sina’nın müspet ilimlerdeki nazariyeleri takdire şayandır ama dinî dalâletleri sebebiyle başta İmam Muhammed Gazâlî hazretleri olmak üzere nice İslâm âlimleri özellikle filozoflarla aynı paralelde oldukları, tekvîn, kıdem, nefs, ruh ve akıl gibi İslâm’a ters düşen teorilerine kesin tavır koymuşlardır. Özellikle bu alanda en mühim İslâmî ilim dalları arasında olan kelâm, felsefenin bir antitezi değil, bağımsız bir ilimdir. Bu bilim dalı, derin bir tefekkürle, Allahü tealanın zatından ve sıfatlarından, nübüvvet bahislerinden, evvel ve ahiriyle kâinatın hâllerinden, İslâmî esaslar dâhilinde bahseden bir ilimdir. Kelâm ilmi, kesin deliler getirmek ve muhalif fikirleri çürütmek suretiyle, dinî inançları kanıtlamak gücü kazandırır. Aslında iman gaybîdir ve aklî delillere ihtiyaç duymaz. Aklın mertebeleri çok çeşitli olduğu için akl-ı sakîm ve âkl-ı meaşa bu delilleri sunmakla iknâ etmek mümkün değildir. Akl-ı selîm ise îmânî konularda zâten delîl istemez. Peki, kelâm ilmi aklî delilleri neden kullandı? Ta’lîmde havâssın (seçkinlerin) aklı, avama göre çok farklı ve üstündür. İslâm, muakaleyi (akıl yürütme) emretmiş, adaleti ve mükellefiyeti de akla dayamıştır.
Özellikle Sofizm denen felsefî akımda “Hakikat varsa bu kadar çeşitli değildir, ya da hakikat diye bir şey yoktur. Ancak insanın kabul edebileceği bir hakikat vardır; bunun dışında üniversal bir hakikatten bahsedilemez” tezi ileri sürülmüştü. Bu fikirlerin sahibi Protogoras (MÖ 481-420), ilâhları da reddettiği için idama mahkûm edilmiştir. Protogoras, bu düşünceleriyle henüz bir meslek hâline gelmemiş olan “Septisizm”in de (şüphecilik) ilk savunucusu durumundadır. (Lutfi Öztabağ, Felsefe Dersleri III, Remzi Kitabevi, 1965 s.45-46)
Âlem-i hakîkat (âhıret âlemi) varken ve felsefe bunları reddederken, kelâm ilmi, bu tezlere nakzedici deliller sürmek ihtiyacını hissetmiştir. Başlangıçta felsefe için “bilginin alanına giren her şey” söyleyişi geçerli idi. İmam-ı Gazali hazretleri de felsefeyi derinlemesine inceleyip ve mantık bilimini İslâmî ilimler alanına alınca, bütün ilimler İslâm çerçevesinde “kelâm”ın konusu içine girdi. Bu durumda “bilginin alanına giren her şey “mâlûm” diye belirlenmiş bu dönemden sonra kullanılan bütün ilimler mantıkla irtibatlı olup hükümlerde bu konuya dikkat edilmiştir. (Tehânevî I. 3031;Taşköprüzâde II. 597-598.)
Kelâm ilminden evvel itikadi konularda ilme verilen isimler şunlardı: El fıkhu’l- ekber, akâid, ilm-i tevhîd ve’s-sıfât, usûlü’d-dîn, nazar ve istidlâl ilmi... Sünnî itikad mezhebi imamlarından Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, kelâm ilminin kurucularından sayılır. Kendisi akıl ve nakli beraber kullanmıştır. Ebû Mûsâ el Eş’arî’nin soyundan olup üvey babası Mutezile âlimlerinden Cübbâî’dir.
İmam Muhammed Gazali “Tehâfütü’l-felâsife” ve “El-Munkızu mine’d-dalâl” adlı eserleriyle felsefeyi ferdî vesveselerle inkâr yerine, geliştirdiği aklî ve naklî delillerle nakzetmiş ve bu konuda asla müsamahalı davranmamıştır. İmam-ı Gazali, felsefenin yanında Mutezile ve Bâtıniyye ile de uğraşmıştır. İ’tizâl, Hasen-i Basrî hazretlerinin dersini terk eden Vâsıl b. Atâ (ö, 110 / 728) ile başlamıştır. Hasen-i Basrî hazretlerinin Vâsıl bin Atâ’ya “i’tezele annâ” (Bizden ayrıldı) ifadesiyle ortaya çıkmıştır. Bazıları kelâm ilminin Mutezile ile ortaya çıktığını söylerse de doğru değildir. Mutezile kendi tezini savunan önemli âlimler de yetiştirmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır; Tefsirci Ebu’l-Huzayl bin Allâf, Nazzâm, Câhiz, Cübbâî, Zemahşerî gibi. Ehl-i sünnet âlimleri özellikle Zemahşerî’nin Keşşâf’ının belâgat sahasındaki üstünlüğünü kabul ederler ama yine de ona mesafeli yaklaşırlar.
Mutezile’nin egemenliği 4. asrın başında yetişen El-Eş’arî hazretlerine kadar etkili devam etti. Onun mahalli Basra ve Bağdat olurken, Maveraünnehir’de İmam Matüridi (ö. 333/ 944 ) hazretleri tarafından ikinci Sünnî kelâm okulu kuruldu. İmam-ı Gazali ile Müteahhırin (ikinci, sonraki) âlimleri, kelâm ilmi vasıtasıyla felsefeye tam bir cephe oluşturdular.
Üçüncü tahrip dönemi Ekber Şah ile başlar. Sind’de (949 / 1542 ) de doğan Ekber Şah 1595-1601 yılları arasında Hindistan’ı tek bir merkez altında topladı. Ekber Şah; İslâmiyet, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm gibi çeşitli din veya inanışları birleştirerek bir “Dîn-i ilâhî” tesis etmeye çalıştı. “Allahü Ekber” yerine hâşâ “Ekber tanrıdır” sözünü benimsetti. Bugünlerde sapık bir akım olan “dinde diyalog” fikrinin ilk kurucusu Ekber Şah’tır. Bir rivâyete göre dizanteriye yakalanıp ölmeden evvel tevbe ettiği ve İslâmî kurallar uygun şekilde defnedildiği söylenir.
Zamanın sultanı Selim Cihangir Han’ın devlet adamları, büyük veziri ve baş müftîsi ve etrafındakiler Şiî idiler. Oranın Şiî halkı İmam-ı Rabbani hazretlerini Rafızilere karşı mücadelesinden dolayı onu sultana şikâyet ettiler. Mübarek İmam, hapislere düşmesine rağmen Ehl-i sünnet itikadını bu güç zamanda ayakta tutarak, bu ümmeti azim bir belaya karşı korudu. Kelam ilminde müctehid olan bu mübarek zat sayesinde Müslümanların zayıf düştüğü bir zamanda, yüz binlerce kâfir, Müslüman oldu. Kendisi de ikinci binin müceddididir.
Dördüncü tahrip dönemi ise reformist din adamı kisvesindeki din tahripçileri eliyle başlatılan “tecdîd” hareketi olup “Kur’ân İslâmı” adıyla aklın esas alındığı nakillerin ve Ehâdis-i Nebeviyyenin yok sayıldığı veya hafife alındığı dönemdir. Osmanlı mülkü üzerinde Reşid Rıza’nın, Cemaleddin Efgani’nin, Muhammed Abduh’un, tâ İbni Teymiyye dönemine kadar uzanan Sünnî akaide ters düşen fikirleri ile mücadele, devlet eliyle II. Abdülhmid Han tarafından başlatılmış, birçok ulemanın maalesef tesirinde kaldığı bu bozuk itikada ilmî delillerle cevap veren, Ezher hocalarından ve Abdülhamîd Han’ın kitapçılığını yapan 27. Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabrî Efendi olmuştur. Mustafa Sabri Efendi, Sünnî itikadın El Ezher’deki tahripçisi Muhammed Abduh’un ve benzeri ulemanın batıl fikirlerini çürütmüştür. Sonra dört hak mezhebin müctehidi ve beş hak tarikatın mürşidi, kâmil-ü mükemmil Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsi hazretleri, manevî feyiz ve bereketiyle, dördüncü dönem tahrip hareketinin karşısına kale gibi dikilmiş ve en kritik dönemde Ehl-i Sünnet’e ışık olmuştur. Tekrar görüşebilmek ümidiyle…
XXXXXXXXXX
Yanlış uygulamalara karşı Diyanet’e tavsiyeler
2 Haziran 2018 02:00
Dr. C. AHMET AKIŞIK
Tanzimat devrinde, özellikle Meşrutiyet’te ve Cumhuriyetin ilk yıllarında dinî kurumlar büyük sarsıntı geçirmişti. Bir yandan global İslam anlayışının temsilcileri, diğer yandan Cumhuriyeti kuran kadroların dine yaklaşımlarıyla İslam ve rükünleri, büyük değişikliğe uğramıştı. Cumhuriyet öncesi Ziya Gökalp’in hazırladığı “Türkçülüğün Esasları” kitabında din sahasında yapılacak değişiklikler ve reformlar, büyük ölçüde bir bir sayılıyordu.
Fizikî olarak büyük Türkiye toprakları Avrupalılarca işgal edilirken Osmanlının omurgasını teşkil eden İslam ve kurumlarının aynı şekilde kalması elbette düşünülemezdi. Öyle de oldu.
Zaman içinde bütün dinî kurum ve kuruluşlar, başta Diyanet İşleri Başkanlığı, imam hatip okulları, yüksek İslam enstitüleri ve Ankara’daki ilahiyat fakültesi, bugünkü ifadeyle tek tek formatlandı. Yeniden yapılandırıldı. Bu değişimde küresel din düzenleyicileri olan Paris, Mısır ve Pakistan aktivistleri aktif rol aldı.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütün müftülüklere gönderdiği ve vaazlarda esas alınmasını istediği ‘İlmihal’inde Selefiyye, bir Ehl-i sünnet/hak mezhep olarak gösterilmiştir. Bu kavram, 19. asrın sonlarında İbn Teymiyye ideolojisinin bir ürünü olarak anti-mezhepçiler tarafından kullanılmaya başlamıştır. Bu kavramın dünyaya yayılmasında Mısır ekolü çok etkili olmuştur. Bugün Orta Doğu’da terör gruplarının en etkili olanlarından biri de Selefiyyeler/Selefilerdir. Ancak bir de Selef/Selef-i salihin kavramı vardır ki, bunun Selefiyye ile bir alakası yoktur. Bu yüzden Selefiyye’nin itikaden sapık ve sapkın bir mezhep olduğu ilan edilmelidir.
İMANIN ŞARTLARININ 5’E İNDİRİLMESİ
Hüseyin Atay’ın “Kur’ân ve Hadis’de İman Esasları” ismindeki eseri, Diyanet İşleri Başkanlığınca basılmıştır. Bu eserde kadere iman, inkâr edilmektedir. Hâlbuki bu görüş, Mutezile’nin görüşüdür. Mutezile ise Ehl-i Sünnet’in dışında bir mezheptir; ecdadımızın 1300-1400 yıl sahip olduğu İslam akaidine aykırı bir inanıştır. Selçuklu ve Osmanlının en mühim özelliği, Sünni Müslümanlığı temsil etmeleridir. Diğer bir ifadeyle Ehl-i Sünnet olmalarıdır. Ehl-i Sünnet’te de imanın şartları, itikat esaslarının temelini oluşturmaktadır. Kaderi inkâr gibi Mutezile inancının resmî kurumlar vasıtasıyla yayılmasındaki hedef, ülkemizde Müslüman halkımızın itikaden birliğini bozmak ve onu fikrî ayrılığa düşürmektir. Diğer bir tavsiye olarak imanın şartının altı olduğu, hutbe ve kitaplar yoluyla açıkça ilan edilmelidir.
İTİKADEN AYRIŞTIRMA
Mısır’daki dinde reformistlerden biri olan M. Reşid Rıza’nın “Muhaveratu’l-muslih ve’l-muqallid” kitabı, “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri” ismiyle ve H. Karaman’ın sadeleştirme ve notlarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nca basılmıştır. Hâlbuki eserin yazarı M. Reşid Rıza, çok şiddetli bir Selçuklu ve Osmanlı muarızıdır. O, “Muslih ve Mukallid” diyaloğu ile Ehl-i sünnet mezhep ve âlimlerini hedef alarak tenkit eden, Sünni mezhep ulemasını İslam’da ictihad yapmanın önünde en büyük engel gören biridir. Aynı zamanda Sünni fıkıh kitaplarının bid’at ve hurafelerle dolu olduğunu söyleyen, “Fiten ve Mehdi” ile ilgili hadisleri inkâr eden, mason olan üstadı C. Afganî’nin terörize fikirlerini FETÖ’de olduğu gibi dinde yenilik ve hoşgörü kalıpları içinde sunan, Türklere açıkça düşmanlık gösteren, küresel Oryantalizm emrinde itikaden ve amelen sapık bir ideolojinin temsilcisidir.
Milletimizi ayrıştırıcı bu ideolojinin, ne yazık ki, üniversitelerimizin ilahiyat ve İslami ilimler fakültelerinde bilimsel format çerçevesinde öğretimi yapılmaktadır. Âdeta 1400 senelik Sünni Müslümanlığa savaş ilan edilmiştir. Öyle ki ilmî literatürde kullanılan mezhep müçtehitlerinin unvanları dahi kullanılamaz hâle gelmiştir. Mesela H. Karaman’ın hiçbir eserinde başkasından nakil dışında “İmam-ı Azam” ifadesine rastlanmaz. Bu ideolojik tutum, bütün şer fikir ve akımların yurt içinde rahat bir şekilde yayılmasına ve gelişmesine zemin hazırlamıştır. Onun için FETÖ, 40 sene diyanet ve ilahiyat camiasında hiçbir takibe uğramamıştır. FETÖ’nün fikrî altyapısı ile Taliban, DEAŞ, Nusra ve Selefiyye’nin altyapıları temelde aynıdır. Diğer bir ifadeyle bunların hepsi, ‘Küresel Oryantalizm’in emrinde belli plan ve program çerçevesinde idare edilmektedir.
Müsteşrik kökenli bu sapık ideoloji, ülkemizin son devir ulemasından M. Zahid Kevseri, Şeyhulislam M. Sabri Efendi ve YİE Müdürü Ahmed Davutoğlu tarafından çok şiddetli bir şekilde tenkit edilmiş ve bu akımın bir İslam’ı değiştirme projesi olduğu beyan edilmiştir. Bu sebeple “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri” gibi kitapların 1300-1400 yıllık Selçuklu ve Osmanlı İslam uygulamasına aykırı olduğu ve ecdadımızın temiz itikadını değiştirmeye yönelik olduğu ilan edilmelidir.
HADİSLERİ AYIKLAMA VE İNKÂR
İslâm’ı kendi fikir ve ideolojilerine alet edenler, akaid ve fıkıhta olduğu gibi, hadis ayıklamacılığı ve inkârcılığı da yapmaktadırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin bir teknik tabir olarak kullandıkları “haber-i ahad” kavramını müsteşriklerin safına geçerek İslam akaid sistemine karşı kullanabilmektedirler. Mehmet Görmez, Fiten’le (Peygamberimizden sonra olacak hadiseler) ilgili hadisleri, Buhari ve Müslim’de geçse de şaibeli bulmaktadır. Özellikle Diyanet Vakfı ve 29 Mayıs Üniversitesi çevresinde toplanan ve Afgani, Abduh ve R. Rıza ideolojisine sahip yüzlerce hadis münkiri, ilahiyatçı aynı görüştedir. Bunların bir kısmı felsefe ve edebiyat sahasında çalışmaktadır.
Bu yüzden Kur’ân-ı kerimden sonra hüküm istinbatında ikinci kaynak olan hadis; felsefeci, edebiyatçı, Şii meşrepli ve Müsteşrik fikirli ilahiyatçıların tasallut ve inkârından kurtarılmalı, gerekli tedbirler alınmalıdır. Bu konuda YÖK ve üniversiteler, üzerlerine düşen bilimsel sorumluluklarını yerine getirmelidirler.
İMSAK VAKTİNDE HATA
Namazın sahih ve makbul olması için vaktin bilinmesi, girmesi ve doğru hesaplanmış olması gerekir. Vakit, namazın şartlarındandır.
İmsak vakti, ‘Fecr-i Sadık’la başlar. Bu da doğuda beyazlığın ufuk üzerinde yayıldığı değil, ilk görüldüğü vakittir. O anda fecr yüksekliği, -19 derecedir. Sabah namazının vakti ve oruç da dört mezhebe göre, o vakitte başlar.
Osmanlıda ve Cumhuriyet döneminde Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’a kadar (1983) vakit hesaplama uzmanları, sabah namazı vaktini, imsakten 18-20 dakika sonrasında göstermişlerdir. Bu uygulama, şu hadis-i şeriften kaynaklanmaktadır:
Enes ibn Mâlik, Zeyd ibn Sâbit’den (radıyallahü anh) rivayet ediyor:
Zeyd ibn Sabit anlatıyor: Biz Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile sahur yemeği yedik. Sonra Peygamber (sabah) namazına kalktı. Enes dedi ki: Ben de Zeyd’e:
-Sabah ezanı ile sahur arasında ne kadar zaman geçti? diye sordum.
Zeyd:
-Elli âyet (okuyacak) kadar, diye cevap verdi.
Bu hadis Buhari, Kitabu’s-savm, 1955.; Muslim, Kitabu’s-savm, 2606.; Tirmizi, Kitabu’s-savm, 704. ve diğer Hadis külliyatında bulunmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından Tecrid-i Sarih’de ilgili hadis açıklanırken bu (elli âyet okuyacak kadar) süre, 18 dakika olarak açıklanmıştır.
Şu anda Diyanet Takvimi’nde (1983 yılından beri) bu 18 dakika kaldırılmış, imsak vakti, sabah namazı vaktine çekilmiştir. Dolayısıyla ezan okunurken ağızında lokma olan nasıl hareket edecektir? Çünkü o andan itibaren oruca başlamış olması gerekiyordu. Uygulamada ezan okunduktan sonra dahi bir müddet yemeğe devam edenlerin olduğu bilinmektedir.
İşte bu tehlikeden dolayı vakit hesaplama uzmanları, söz konusu hadis-i şerifi dikkate alarak imsak ile sabah namazı arasına 18 dakikalık bir müddet koymuşlardır.
NAMAZ VAKİTLERİNE KİM MÜDAHALE ETTİ?
Geçtiğimiz ramazan aylarından birinde gazeteci Murat Bardakçı, bir programda Abdülaziz Bayırdır’ı konuk etmişti. A. Bayındır, bilinen bir simadır. İslam İlimleri alanında Selçuklu ve Osmanlı dâhil Sünni âlimler, ne söylüyorlarsa, âdeta tümüne karşı bir tavır sergiler. İslam’da Modernizm’in savunucusudur. Kendisi diyalogcudur. Mezheplere ve imamlarına hiç inanmaz, ‘Hadislerin çoğu uydurmadır’ der.
A. Bayındır, bu programda bizzat namaz vakitleri konusuyla ilgilendiğini, Diyanet ile birçok toplantılar yaptığını, imsak vaktinin sabah namazı vaktine çekilmesi konusunda başarılı olduğunu dile getirdi. Ancak bunun yeterli olmadığını, imsakin güneşin doğuşuna yaklaşık 30-40 dakika kalan bir zamana kadar çekilmesi lazım geldiğini söyledi. İşin çok enteresan yönü, A. Bayındır’ın, namaz vakitlerinin yanlış hesaplandığını açıklamasından sonra, Hayrettin Karaman, “Diyanet İşleri Başkanlığı, bu arkadaşı dinlemelidir” diyerek bir yazı kaleme almıştır. Diyanet, ikindi vaktinde 5-7 dakika ve yatsı vaktinde de 6-11 dakika arasında değişikliğe gitmiştir.
TEMKİN NEDİR?
Bir namazın “hakikî vakti” ile “şer’î vakti” arasındaki zaman farkına temkin zamanı denir. Temkin miktarı, her namaz vakti için yaklaşık aynıdır. Bir şehrin en yüksek mahalline mahsus olan temkin zamanı değiştirilemez.
İstanbul’daki râsıda yakın olan en yüksek yer, Çamlıca Tepesi olup, yüksekliği 267 metredir. Güneş’in batışında bu tepede son ışıkları kayboluncaya kadar geçen zaman, temkin vakti olup bunu hesapla bulunan “hakiki vakit”e ilave edince “şer’î vakit” bulunur. İstanbul için temkin miktarı, ortalama 10 dakika olarak belirlenmiştir. Her yerin temkin miktarı farklıdır. Yerleşim yerleri için temkin miktarlarını gösteren cetveller yapılmıştır.
Temkini kaldırınca fıkhî bakımdan ibadetler tehlikeye girer. İstanbul’da Kadıköy’de oturan bir Müslüman, hesaplara göre akşamda “hakiki vakit” girdiği hâlde Çamlıca Tepesi’nde güneş ışığı görünüyorsa, orucunu bozamaz. Hesapla elde edilen namaz vakitlerine bu temkin miktarları ilave edilerek takvimler hazırlanmaktadır.
Temkinlerle oynama, ibadetlerle oynama ile aynı anlama gelmektedir.
Ülkemizde şehirlerin temkinlerini, son Osmanlı vakit uzmanları hazırlayarak cetveller hâlinde ilan etmişlerdir.
Bu durumda temkin kavramı ile gelişigüzel kullanılan ihtiyat, aynı değildir. Çoğunlukla, bu iki ifade birbirine karıştırılmaktadır. “Temkin”, vakit hesaplamada kullanılan bir terimdir. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi takviminde imsak başta olmak üzere namaz vakitleriyle ilgili değerlerde acilen 1983 yılı öncesine dönmelidir...
.
İslâm’ı bitirme projesi... Kur’ân’da tarihsellik ve Fazlurrahman
16 Haziran 2018 02:00
Dr. C. AHMET AKIŞIK
Son yıllarda dinî münzaralarda adından sıkça söz edilen bir isim var:
Fazlurrahman...
Peki, kimdir bu isim?
Fazlurrahman, 1919’da Pakistan’da doğdu. Medrese tahsiliyle birlikte Batı kökenli eğitim de aldı. On yaşında iken Kur’ân’ı ezberledi.
1940’ta Pencap Üniversitesi’nin Arapça bölümünden mezun olduktan sonra lisans üstü eğitime başladı.1942’de yüksek lisansını tamamladıktan sonra aynı üniversiteye araştırma görevlisi olarak girdi. Başladığı doktora çalışmasını 1946’da gittiği İngiltere’de sürdürdü ve Oxford Üniversitesi’nde felsefe dalında İbn Sînâ’nın “en-Necât” adlı eseri üzerinde çalışmaya başladı. Grekçe, Latince, Fransızca ve Almancayı öğrendi.
Böylece Oryantalistlerin (Müsteşriklerin) bir tuzağı olan “İslâm Felsefesi” alanına girmiş oldu.
İşte Fazlurrahman’ın esas hayat hikâyesi bundan sonra başlamaktadır. Oryantalist hocası Simon Van den Bergh’in direktifleri doğrultusunda çalışıyordu. İbn Sîna, Farâbî ve İbn Rüşd’ün eserleri ve bazı kavramlar üzerinde yoğunlaştı. Kur’ân, şeriat, peygamber, vahiy gibi İslâm’ın mefhumlarla ilgili inancı ve algısı değişmeye başladı. Zira “İslâm Filozofu” olarak ileri sürülen bu kişlerin eserlerinde vahiy, Kur’ân ve peygamberlik, hiç de medrese eğitiminde öğrendiği gibi değildi.
İbn Sîna ve Farâbî tesiri
Doktora tezi gereği başta İbn Sîna olmak üzere İslâm’da felsefe yapanların eserlerinde İslâm algısının çok farklı olduğunu gördü.
Şöyle ki: İbn Sîna, vahyi, hiçbir zaman Cebrâil ile konuşma şeklinde düşünmüyordu. Onu “kudsî kuvve” dediği kazanılmış akla mahsus en yüksek bir sezgi olarak görüyordu. Buna göre vahiy ve ilham, bir nevi parapsikolojik ve metapsişik bir hadisedir.
Aynı şekilde peygamberleri, Yüce Allah’tan vahiy alan değil de son derece hassasiyetleri olan, başkalarının idrak edemeyecekleri çok ince ilişkileri kavrayan ve hadiseleri önceden gören kişiler olarak düşünüyordu.
Cennet ve cehennem hakkındaki görüşü ise şöyleydi: Cennet, aklî âlem; cehennem, hayal âlemi ve kabir hayatı da his âlemi’dir…
Müddessir sûresinin “üzerinde ondokuz (muhafız melek) vardır” diye geçen 30 âyetini, hayvanî nefis ile açıklıyordu (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi).
Farâbî de maddeyi ezelî/kadîm olarak kabul ediyordu.
Farâbî'ye göre dinin sembolik bir özelliği vardır. Bütün semavî dinlerde önemli bir kavram olan peygamberliği, aklın “kutsî kuvve” derecesine yükselmesinden hasıl olmuş ve kazanılmış bir meleke şeklinde açıklıyordu.
Yine Farâbî, “Kur'ân'daki cennet, cehennem gibi kavramlar, sembollerden ibarettir. Peygamber, metafizik ve nazarî hikmeti bilmez, fakat sezgi kuvveti ile pratik hikmete sahiptir. Halbuki olgun bir filozof, peygamberden üstündür. Çünkü nazar, amelden ve ilim, ahlâktan üstündür” diyordu.
Farâbî, Kur'ân'ı aklîleştirebilmek için, arş, kürsî levh, kalem gibi birçok kavramı, kendi aklî sistemine göre şeriât dışı tevil ediyordu. Aynı fâsit tevilleri, cesetlerin haşri ve âhiret meselelerinde de uyguluyodu (İ. Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi).
İbn Rüşd’e gelince, o da İbn Sîna ve Farâbî’nin yolundaydı. Hatta felsefecilerin 3 konuda küfre, 17 konuda dalâlete/sapıklığa düştüklerini delilleriyle açıklayan İmam-ı Gazali’ye (Tehâfütü’l-felâsife eserine) reddiye yazmıştı.
Fazlurrahman, aşk ve şevk ile kendisine mütefekkir ve aydın olarak tanıtılan bu kişiler üzerinde araştırma yapıyordu. İbn Sîna, Farâbî ve İbn Rüşd’ün İslâm şeriatine aykırı olan fikirleri ile hocası müsteşrik Van den Bergh’in direktifleri bire bir uyuşuyordu. Belki o yaşlarda bu sapık fikirlerin dünya ölçeğinde İslâm’a ve Kur’ân’a kurulmuş bir tuzak olduğunun farkında değildi. İslâm’a hizmet düşüncesinde idi. Belki o yaşlarda zehrin, şeker kaplı şekilde sunulabileceğini hiç aklına getirmiyodu. Fakat memleketinden ve ezanların okunduğu bir muhitten artık çok uzaklardaydı. Kilise çanlarının çaldığı, yüce Allah’a "oğul" isnat edildiği ve İslâm’ın imha planlarının yapıldığı bir toplulukta, hatta farkına varamadığı meş’um bir projenin içinde yer alıyordu.
Sene 1949… Fazlurrahman, müsteşrik hocasının refakatinde doktorasını tamamlamıştı. Bu arada diğer bazı oryantalist hocaları yakından görmüş, onlarla konuşmuş ve eserlerini de tanımıştı.
Oryantalistlerin İslâm algısı
Ders aldığı, tanıştığı ve eserlerini iştiyakla okuduğu bu hocalar ve çevresi, Farâbî, İbn Rüşd ve üzerinde çalıştığı İbn Sîna gibi düşünüyorlardı. Kendi kendine şöyle bir değerlendirme yapıyordu. Demek ki, Doğu’da ve Batı’da İslâm, Kur’ân ve peygamberlik algısı, hiç de Medreselerde öğretildiği gibi değildi. Senelerce, yüzyıllarca İslâm yanlış tanıtılmıştı. O ana kadar gelen yüz binlerce İslâm âlimi, İslâm’ı ve Kur’ân’ı doğru anlayamamıştı!..
İşte Fazlurrahman giderek bu kanaate sahip oluyordu. Hatta üniversite çevresinin İslâm’ı ve rukünlerini şöyle tanımladıklarını görüyordu:
- İslâm, gerçek anlamda bir din değildir.
- İslâm’ı tebliğ eden kişi, insan tabiatını bilen, toplumu yönlendirme kabiliyetine sahip, son derece hassas ve zekidir.
- Kur’ân, Tevrat ve İncil örnek alınarak hazırlanmıştır.
- Vahiy, bir istigrak hâlidir, bu parapsikolojinin konusudur.
Oryantalistlerin İslâm’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a bakış açısı, bu çerçevededir. Dolayısıyla Fazlurrahman ve bağlıları, ortaya konulan bu oryantalist inanç sistemi doğrultusunda ve İbn Sîna tarzı felsefeleşen İslâm algısı çerçevesinde eğitim almış ve yetiştirilmişlerdir. Buna göre Fazlurrahman ve bağlılarının Kur’ân’da tarihsellik tezi, bir nevi Doğu-Batı sentezinden oluşmaktadır. Bu sentezde Yüce Allah’ın peygamberine tebliğ ettiği Kur’ân’ı ve vahye dayalı İslâm’ı görmek mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle İslâm dini, müctehid İslâm âlimlerin belirlediği temel esaslardan uzaklaştırılmış, vahiy, peygamberlik ve Kur’ân gibi rukünler beşerileştirilmiştir. İslâm, âdeta ruhu alınan bir iskelet hâline dönüştürülmüştür.
Kur’ân’da tarihsellik
İşte Kur’ân’da Tarihsellik, böyle bir İslâm anlayışının ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kur’ân’da Tarihsellik ile ilgili düşünce ve iddialar ve bunlara müctehid İslâm âlimlerinin tefsir, akâid ve fıkıh sahalarında ortaya koydukları esaslar çerçevesinde verilen cevaplar, şu başlıklar altında ele alınabilir:
1. Batı’da Kutsal kitapları yorumlamak için tarihselci yöntem kullanılmıştır. Bütün Orta Çağ boyunca kilise, kutsal kitapların anlaşılmasında bir hakimiyet ve üstünlüğe sahipti. Kilisenin bu totaliter anlayışını kırmak ve kutsal kitapların metin kritiğinin yapılması için tarihselci yönteme başvuruldu. Buna göre Müslümanların kutsal kitap olarak inandıkları Kur’ân üzerinde de tarihselci yöntemin uygulanması gerekir (Bütün Kur’ân’da Tarihselciler).
Bu fasit bir kıyastır. Kur’ân-ı kerim, son peygamber Hazret-i Muhammed’e 23 sene gibi bir zaman diliminde vahiy yoluyla inmiştir. Bir âyeti, bir kelimesi değişmeden asli hüviyetini koruyarak bugüne kadar gelmiştir. İçinde sonradan ilâve edilen insan sözü yoktur. Hazret-i Peygamber’in sözleri de bulunmaz. Tevrat ve İncil'in değiştiğini, kendi din adamları bile söylemekte ve yazmaktadırlar. Onun için “Mukaddes Kitap” beşerileştirilmiştir, içinde insan sözleri bulunmaktadır. Halkın elinde bulunan 4 ayrı İncil, bunun açık delilidir. Bu hüviyette olan bir kitabın metin kritiği elbette yapılır. Ancak bu kritik, Kur’ân’da uygulanamaz. Kur’ân, yüce Allah’ın kelâmıdır, emirleri, nehiyleri ve kıssaları tartışma konusu yapılamaz. Kur’ân-ı Kerim’in tevili ve tefsiri yapılır. Nitekim bu konuda İslâm coğrafyasında birçok çalışma yapılmıştır. Bunun da şart ve yöntemleri, müctehid âlimlerce tespit edilmiştir. Herkes, her âlim, Kur’ân’ı tevil ve tefsir edemez (Suyûtî, İtkân).
2. Kur’ân, Peygamberin kalbine vahiy suretiyle gelmiştir. Bu vahyi Peygamber, kendi kelime ve cümleleriyle ifade etmiştir (Fazlurrahman).
Bu görüş ve inanç, son derece yanlıştır. Kur’ân-ı kerim, Arapça olarak âyet âyet, bugün Müslümanların elinde bulunduğu şekliyle vahiy meleği Cebrâil tarafından Hazret-i Peygamber’e 23 senede indirilmiştir. Hazret-i Peygamber de gelen vahyi, Eshabına açıklamış ve vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Her ramazan ayında Cebrâil aleyhisselam, Hazret-i Peygamber’e o sene inen âyetleri arz etmiştir. Vefat edeceği yıl, Cebrâil iki defa gelerek Kur’ân-ı kerimi baştan sona birlikte tilavet etmişlerdir.
Fazlurrahman, Kur’ân, “gelen vahiylerin Peygamber tarafından kendi sözleriyle ifade edilmiş şeklidir” demiş ve Pakistan’da büyük bir infiale sebep olmuştur. Bu hezeyana, Ehl-i sünnet uleması şiddetli tepki göstermiş, bunun küfür olduğunu söylemiş ve onun katline fetva vermişlerdir. O da kurtuluşu, memleketini terk ederek kendini besleyen Batı’ya sığınmakta bulmuştur. Aynı şekilde devletine ihanet eden Tanzimatçılar ve FETÖ de kurtuluşu Batı’da bulmuşlardı. Bu konuda Batı, dünyanın her yerinde aynı yöntemi kullandırmaktadır. Kendine hizmet edenlere sahip çıkmaktadır.
Tarihselcilerin bir dayanak olarak kullandıkları Tekvir suresi 19. âyetinde geçen “rasûlün kerim” ifadesini, Müctehid müfessirler, “Cebrâil” ile tefsir etmişlerdir.
Hazret-i Peygamberin kalbine gelen vahyin kendi sözleriyle ifade ediliş şekline âyet değil, “hadis-i kudsî” denir..
İslam’ı, tarihselcilikle tartışmaya açıyorlar
14 Temmuz 2018 02:00
Dr. C. Ahmet Akışık
c.ahmetakisik@gmail.com
Pakistan’da Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fazlurrahman’ın; İngiltere’de doktora hocası Oryantalist/Müsteşrik Simon’un yönlendirme ve telkinleriyle Kur’ân, şeriat, peygamber, vahiy gibi İslâm’ın rükünleriyle ilgili inanç ve algısı tamamen değişmiştir. Bu değişimle ilgili bazı örnekleri şöyle verebiliriz:
1. Günümüzde Müslümanların Kur’ân’ın özellikle sosyal öğretisini ortaya koyacak bir “tefsir teorisi”ne ihtiyaçları vardır. Geçmiş müfessirlerin Kur’ân’ı âyet âyet tefsir ettikleri, bir âyeti tefsir ederken başka bir âyete atıfta bulundukları -Kur’ân’ın Kur’ân’la tefsiri- ancak bunun sistematik bir tarzda yapılmadığı görülmektedir. Bu yüzden Kur’ân tefsirleri, bir dünya görüşünü ortaya koyamamıştır (Fazlurrahman).
Kur’ân-ı kerim, ilâhî kelâmdır. O kelâmın muhatabı, onun tam ve kâmil müfessiridir. Dolayısıyla tefsir, aklın ürünü olan teoriyle değil, vahye ve ilhama dayalı olarak “nakil”le yapılır. Ahiret hâlleri gibi gayb ile ilgili konular dışında “akıl” elbette kullanılır. Ancak bu akıl, İmam Suyûtî’nin ifadesiyle “mevhibe ilimleri”yle beslenmiş bir akıldır. Bu da Sünnî her Müslüman âlimde bulunmaz. Ehl-i bid’atte ve gayr-i müslimde hiç bulunmaz. İslâm şeriatının öngördüğü şekilde vahye ve peygamberliğe inanmayan birinin, İslâm ve Kur’ân hakkında konuşması, Şehristanî’nin tabiriyle tamamen ilhad ve itikaden sapıklıktır.
Müctehid âlimler, Kur’ân tefsirinde iki yöntem kullanmışlardır: Rivâyet ve dirâyet.
Rivâyet tefsiri; Kur’ân-ı kerimi Kur’ân, sünnet, Sahâbe-i kirâmın sebeb-i nüzûl ve şer’î hüküm ifade eden haberleri ile ahiret âlemi gibi aklen bilinmesi imkânsız olan konulara dair kavilleri ve şer’î bir kaynağa dayandığı anlaşılan tâbiûn sözleriyle yapılan tefsirdir. Buna et-tefsîr bi’l-me’sûr da denir.
Dirâyet tefsirinde de müfessirin, âyet-i kerimelerden ilâhî murâd ve maksadı istinbât ederek içtihatta bulunabilmesi için lügat, nahiv, sarf; iştikâk, meânî, beyân, bedî’, kırâat, usûlu’d-dîn, usûlu’l-fıkh, esbâbu’n-nüzûl ve’l-kasas; nâsih ve’l-mensûh, fıkıh ilimlerini; mücmel ve mübhemin tefsiriyle ilgili ehâdîs ve ilmiyle amel edenlerin kazanabildikleri “mevhîbe” ilimlerini elde etmiş olması gerekmektedir
Fazlurrahman’ın “Kur’ân tefsiri, bir dünya görüşü ortaya koyamamıştır” iddiasına gelince: İslâm’ın kitabı Kur’ân-ı kerim, insana dünya ve ahiret saâdeti sunmuştur. Bu saâdetin temelinde Allah’a kulluk ve ibadet vardır. İslâm, zulmü ve putçuluğu yasaklamıştır. Çalışarak kazanmayı öngörmüştür. Sömürü düzeninin bir vasıtası olan faizi yasaklamıştır. Toplumda ahlâkî temellere dayalı kardeşliği ve yardımlaşmayı esas almıştır. Toplum düzeninin sağlanmasında en önemli unsur olan adâleti ikame etmiştir.
İşte Kur’ân’ın “dünya görüşü”nün çerçevesi budur! Tefsiri de buna göre yapılmıştır.
Fakat bugün yürürlükte olan sistemlere bakıldığında şu özellikler görülür:
Kapitalizm ve onun revize edilmiş şekli olan Liberalizm’de “Allah’a iman” ve “âhiret inançı” söz konusu olmadığı gibi sömürü araçlarının başında gelen faiz, toplumu besleyen bir ana damar kabul edilmiştir. İnsan ilişkilerinde maddeyi ve menfaati ön plana alan bir yapı kurulmuştur. Hatta Allah’a iman bile maddileştirilerek “baba” ve “oğul” ilkeleriyle ilâhlar çoğaltılmış ve din, tamamen beşerîleştirilmiştir.
Komünizm ve diğer bir adıyla Sosyalizm ise, toplumda eşitliği sağlama iddiasıyla topyekûn insan hakları ve özgürlüklerini imha eden bir düzen kurmuştur. Dine ve maneviyata hiç yer vermemiştir. Ancak bu düzen, 70-80 senelik hâkimiyetten sonra (kısmi uygulamalar dışında) yerini Kapitalizm’e bırakmak zorunda kalmıştır.
Böylece Kur’ân-ı kerim, insanlığa bu farklı dünya görüşlerinin dışında kendine özgü, putperestliği reddeden, Yüce Allah’a kulluğu öngören ve toplumda sosyal adalet, kardeşlik, yardımlaşma ve adaleti tesis eden bir nizam sunmuştur.
2. Âyetlerin arka planını teşkil eden bilgiler, “nüzul sebepleri” adıyla tefsir kitaplarında mevcuttur. Bu âyetlerin gerçek kastının anlaşılmasında işte bu nüzûl sebebi bilgisi oldukça önemlidir. Kur’ân’ı anlamak için tarihî bir ortama götürmenin onun mesajını o zaman ve mekânla sınırlamak gerekir. Bu durumda manayı evrenselleştirmek, Kur’ân’ı doğru anlamaya engel olur (Fazlurrahman).
Âyetlerin nüzul/iniş sebeplerini ileri sürerek, emir ve yasakların o dönemle sınırlı olduğu ve evrensel olmadığı iddiası, tamamen temelsiz ve batıldır. Bu bir ilhad ve küfürdür. Vahyi ve dini kabul etmemektir. Zaten Müsteşriklerin hedefi de budur. İslâm coğrafyasında yetişip Müslüman ismi taşıyanlara İslâm’ı ve onun Kitabını, değiştirme yolunu açmaktır. Bu proje gerçekleştirilmiştir. Hatta “Kur’ân’da Tarihsellik”, reformun da ötesinde İslâm’ı tamamen ortadan kaldırma teşebbüsüdür. Hedef, Kur’ân-ı kerimdeki emir ve haramlardır. Farzı ve yasağı olmayan bir İslâm oluşturmaktır.
Küresel Oryantalistler, İslâm’ın imhasına yönelik birçok altyapı çalışması yapmışlardır. Tefsir, hadis, fıkıh, siyer, mezhepler tarihi ve tasavvuf gibi ilim dallarında, kendilerine göre zayıf ve ihtilaflı gördükleri kavram ve konuları gündeme getirmişler ve bunları İslâm dünyasına taşıyarak İslâm’ı ve rükünlerini tartışmaya açmışlardır. Sünni Müslümanlık yerilmiş, dalâlet ve bid’at fırkalarının inanç, fikir ve görüşleri övülmüş ve desteklenmiştir. Bu konuda akademik (!) çalışmalar yaptırılmıştır. Kur’ân Müslümanlığı, Kaderi inkâr, Kutsallık, Müctehid İmam Aleyhtarlığı, Hadislerle İslâmiyet ismi altında hadisleri ayıklama, Sünni mezhepleri red doktorası olanların “Müctehid” ilan edilmesi gibi fasit fikir ve yaklaşımlar, yaygınlık kazanmıştır. Üstelik bunlar, üstüne bilimsellik yaftası vurularak sunulmuştur.
3. Kur’ân’da Allah lafzı, 2500 den fazla kullanılsa da yine O, Allah ve zatı hakkında bir eser değildir. Zatını bildirmek için indirilmemiştir. Kur’ân, tamamen insanı hedef alan bir kitaptır. Allah’ın varlığı, Kur’ân için sadece amelîdir. 7. asır Mekke toplumunun çok tanrıcılığı ve sosyo ekonomik dengesizliğine bir cevap, bir karşı koyuştur. Bu anlamda tarihsel bir metindir. Kur’ân’ın doğru bir şekilde anlaşılması için onun tarihsel özelliğine riâyet edilmelidir (Fazlurrahman).
Bir Müslüman, bu cümleleri nasıl söyleyebilir? Eğer Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerim’de -O ki, birdir, ezelîdir, ebedîdir, doğmamıştır, doğurmamıştır, eşi benzeri yoktur, insanı ve kâinatta olan her şeyi O yaratmış ve yaratmaktadır, O her şeyi bilir, görür, kudretinin önüne kimse geçemez, dilediği her şey olur, dilemediği hiç bir şey olmaz gibi- zatî ve subutî sıfatlarını bildirmeseydi, Müslümanlar Hak teâlâyı nasıl bilecekler ve O’na nasıl iman edeceklerdi? Peygamberlerin gönderilme hikmeti, Hak teâlâ’yı sıfatlarıyla doğru olarak bilmek ve emrettiği şekilde ibadet ve kullukta bulunmaktır. İnsanın yaratılış gayesi, budur! Batınîlikte olduğu gibi, Kur’ân’a İslâm şeriatı dışında fasit ve batıl anlamlar yüklemek, ilhad ve küfürdür.
4. Kur’ân, mahiyeti itibariyle bir hukuk kitabı değildir. Kur’ân’ın temel gayesi, insanlarda hakiki bir vicdan oluşmak, insanın ahlakî enerjisini en üst düzeye çıkarmak ve bu enerjiyi uygun yollarda kullanmaktır. Eğer Kur’ân, teknik bir kitaba dönüştürülürse, vicdanlar körleşir ve donuklaşır. Kur’ân emirlerindeki asıl maksat, hukukî değil, ahlakîdir. Hazreti Peygamber’in biyografisine bakıldığında onun öncelikle insanlık için gönderilmiş ahlakî bir ıslahatçı olduğu görülür. Kur’ân’ı kerimde genel yasama, İslâm öğretisinin son derece küçük bir bölümünü oluşturur (Fazlurrahman).
Bu cümlelerle Kur’ân-ı Kerim’deki, miras, hırsızlık, riba/faiz, kısas ve şahidlik gibi âyetlerle açıklanan hükümler kastedilmektedir. Esasen Tarihselciler, topyekûn ahkâm âyetlerini hedef alarak bunların o zamana ait olduğunu, çağdaş olmadığını, Batı standartlarına uymadığını, dolayısıyla yürürlükten kaldırmak gerektiğini söylemekte, sanki “Allah Kelâmı”ndan değil de Sokrat veya Bergson’un sözlerinden bahseder gibi ahlakî kuralların ön plana alınması temennisinde bulunmaktadırlar. Şâyet Kur’ân, bu şekilde okunmazsa/açıklanmazsa, vicdanlar körleşecek ve donuklaşacakmış. Ne kadar da doğru bir tespit! Fakat kimlerin kalpleri/vicdanları körleşir ve donuklaşır? Kur’ân-ı kerimde buyruluyor ki: “Allah, o (Kur’ân’ın sunduğu hakikatleri görmeyen ve kabul etmeyen) kâfirlerin kalplerine mühür vurmuştur (Hissetmezler)”
(Bakara, 7).
“(O Münafık kâfirler,) sağırdırlar (İslâm’ın getirdiği hakkı işitmezler), dilsizdirler (hakkı ve hayrı söylemezler), kördürler (doğruyu ve hidâyet yolunu görmezler)” (Bakara, 18).
“Kur’ân, ...mü’minler için şifa ve rahmettir. Zâlimlerin (kâfirlerin) de (inanmadıklarından dolayı) ancak sapıklığını artırır”
(İsra, 18).
5. Kur’an, nâzil olmaya başladığı günden itibaren pratik ve siyasi alanda uygulamayı içermektedir, yoksa Kur’ân, sadece bir ibadet veya kişisel dindarlık kitabı değildir. Hem Kur’ân, hem de Peygamber’in elçilik görevi, toplumun ahlaken olgunlaştırılmasını hedef almıştır (Fazlurrahman).
Bu ifadeler, Kur’ân-ı kerimdeki Yüce Allah’ı tanıma, “bir”leme, ibadet ve kullukla ilgili âyetleri, ikinci planda göstermektedir. Çok yanlış bir yaklaşımdır. Toplumun ahlâkı olgunluğa erişmesi elbette önemlidir. Ancak insanın bu olgunluğa ermesi, Allah’a teslimiyetle, kulluk görevini yerine getirmesiyle mümkündür. İnsanın yaratılış gayesini daima hatırda tutması gerekir. Âyet-i kerimede buyruluyor: “Ben, insanları ve cinleri, ancak (beni tanısınlar) bana ibâdet etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 56)
.
Diyanet İşleri kimlerin etkisi altında kalmıştı?
11 Ağustos 2018 02:00
Dr. C. Ahmet Akışık
c.ahmetakisik@gmail.com
Ülkemizde 1970’li yıllar, din alanında âdeta bir kan değişiminin olduğu yıllardır.
Bu dönemde çok şiddetli bir Selçuklu ve Osmanlı muarızı olan, “Muslih ve Mukallid” diyaloğu ile Ehl-i sünnet mezhep ve âlimlerini tenkit eden, zaman zaman alay eden, Sünni mezhep ulemasını İslam’da içtihat yapmanın önünde en büyük engel gören, fıkıh kitaplarının bid’at ve hurafelerle dolu olduğunu söyleyen ve akait ile ilgili hadisleri inkâr eden M. Reşid Rıza gündeme gelmiştir.
Bu kişinin “Muhaveratu’l-muslih ve’l-muqallid” kitabı, “İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri” ismiyle, Hayrettin Karaman’ın sadeleştirme ve notlarıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nca bastırılmıştır (1974).
Bu kitap, daha önce A. H. Akseki tarafından “Mezahibin telfikı ve İslam’ın bir noktaya cem’i” ismiyle Türkçeye çevrilmiştir.
Cemaleddin Afgani, fikrî öğrencisi Abduh ve bu ikiliye sonradan katılan R. Rıza, küresel oryantalistlerin oluşturduğu proje doğrultusunda İslam toplumlarında yaklaşık 1400 seneden beri hâkim olan Sünni İslam anlayışının değiştirilmesinde rol alan baş aktörlerdendir.
Bunu gerçekleştirebilmek için şu iddiaları ortaya atmışlardır:
• 1300-1400 seneden beri Sünni ulema, İslam’ı doğru anlayamamıştır.
• İslam toplumlarının geri kalmasının sebeplerinden biri bu Sünni ulemadır.
• Sünni ulema, yeni içtihatların önünde en büyük engeldir.
• Hadis kitapları uydurma hadislerle doludur.
• Sünni tefsir ve fıkıh kitaplarında birçok hurafe ve bid’atler vardır.
Bu ve benzeri iddia ve iftiralarla, Sünni Müslümanlara her yönden saldırıya geçmişlerdir. Diğer taraftan ideolojilerine kattıkları kişileri tahrik ederek devlete ve yöneticilere karşı isyana teşvik etmişlerdir. Bu tahrik neticesinde o yıllarda Mısır başta olmak üzere bazı İslam ülkelerinde Müslümanlar, hapse girmiş, hatta bazıları idam edilmişlerdir.
Cemaleddin Afgani’nin mason olması bir yana, en etkili bir terör destekçisidir. Bunu gerçekleştirerek Müslümanların isyancı ve terörist oldukları imajı verilmek istenmiştir. Afgani-Abduh-Rıza üçlüsünün oluşturduğu bu ideoloji, diğer bir ifadeyle İslam’ı tahrif girişimi sonradan Selefiyye, Taliban, DEAŞ, Nusra gibi isimlerle karşımıza çıkmıştır.
Peki, Hayrettin Karaman, bu küresel ideoloji karşında, nasıl bir duruş sergilemiştir?
Bu ideolojinin yıkıcılığını ve zararlarını, makale ve kitaplarında ele alarak ilim erbabını ve halkı uyarmış mıdır?
Afgani, Abduh, R. Rıza, Mevdudi, M. Carullah, Hamidullah, S. Ateş, H. Atay, Yaşar Nuri, M. İslamoğlu, C. Taslaman, B. Bayraklı, M. N. Doğan vb.’nin hadis inkârcılığı, Sünni akait tahripçiliği, Sünni Fıkıh ve müçtehit âlim muarızlığı karşısında nasıl bir tepki göstermiştir?
Selçuklu ve Osmanlı Medreselerinde okutulan Ehl-i Sünnet kitaplarından biri üzerinde müstakil bir çalışması var mıdır?
H. Karaman, verdiği derslerde, konferanslarda, sempozyumlarda ve Diyanet’in seminerlerinde oryantalistlerin ortaya koydukları Yeni Din Anlayışı karşısında mı, yoksa içinde mi yer almıştır?
R. Rıza’nın Müslümanları ve Ehl-i Sünnet âlimlerini ayrıştıran, itham eden ve karalayan o meşum kitap (İslam’da Birlik ve Fıkıh Mezhepleri), alelade bir eser değildir. Bir değişimi simgelemekteydi. Dinî alanda Osmanlı İslam Akaid Sistemine bir başkaldırı ve reaksiyondu. Yabancı, zararlı ve tehlikeli bir dinî ideolojiyi temsil ediyordu.
Bu yayını, T. Altıkulaç, M. Kervancı, Y. Üstün, Talat Karaçizmeli, K. Güran ve Saim Yeprem gerçekleştirmişti.
Bu projeyi, Türkiye’de Hayrettin Karaman yürütüyordu.
H. Karaman kimdir? Nasıl bir inanca ve mezhebe sahiptir?
Kendi dilinden ve basına yansıyan yönleriyle H. Karaman:
• Babam Alevi mahallede doğduğu ve yetiştiği için Alevi olarak biliniyordu. (Kendi ifadesi)
• Muaviye’yi ne severim, ne de ona söverim. (Kendi ifadesi)
• İbn Teymiyye’nin birbirinden müstesna bir güzelliği bulunan eserleri içinde en şâheseri ‘Minhâcü’s-sünne’sidir. (Kendi ifadesi)
• FETÖ soruşturmalarında bakalım, Amerika’ya gidip Gülen’e tekmil veren H. Karaman’a ne zaman sıra gelecektir. (Merve Kavakçı)
H. Karaman, buna şu cevabı vermiştir:
“Amerika’ya bir kere -o da sondur- Faruk Beşer’le gittim. Orada bazı dernek ve kuruluşlarda konferanslar verdik ve sohbetlerde bulunduk. Gülen’le görüşmem olmamıştır.” (Kendi ifadesi)
Burada hatırlatalım ki, Faruk Beşer’in “Fethullah Gülen Hoca Efendi’nin Fıkhını Anlamak” isimli yayınlanmış bir kitabı vardır. Karaman’ı davet eden dernek ve kuruluşlar da Gülen’le iltisaklıdır.
• Bir gün bazı arkadaşlarla birlikte abdest alıyorduk. H. Karaman hoca da vardı. Karaman Hoca yüzünü ve kollarını yıkadı. Sonra başını mesh etti. Sonra dönüp “İçimizde yabancı yok değil mi” dedi ve çıplak ayaklarını mesh etti. (Prof. Dr. Z. Arslantürk)
Çıplak ayaklara mesh etmek, Şii mezhebinde ve bazı Mutezile itikadında olanlarda vardır. Hüseyin Atay da çıplak ayaklarına mesh ederdi.
• H. Karaman ayrıca Asya Finans ve Bank Asya gibi kuruluşların uzun müddet danışmanlığını yapmıştır.
Bunlar, H. Karaman ile ilgili bazı tespitlerdir.
H. Karaman, Hazret-i Muaviye’ye kesinlikle “Hazret” veya “radıyallahü anh” gibi saygı ifade eden bir kelime kullanmaz.
Hâlbuki, Hazret-i Muaviye, Sahabe-i kiramın ileri gelenlerindendir. Vahiy kâtipliği yapmıştır. Hadis usul ilmine göre sahabe, doğru, dürüst ve sika/güvenilir kabul edilir.
Ehl-i sünnet mezhebine göre, Sahabe arasında bir ayırım yapılmaz. Hepsi hürmetle anılır.
Eshab-ı kiram arasında ayırımı, daha ziyade Şii mezhebi yapar. Hazret-i Ebu Bekir’e, Hazret-i Ömer’e, Hazret-i Osman’a, Hazret-i Âişe’ye ve Hazret-i Muaviye’ye ta’n edilir, sövülür.
Neo-Haşhaşilik
Neo-Haşhaşîlerin başı Gülen, yaklaşık 40 yıl Türkiye camilerinde hiçbir engele takılmadan rahat bir şekilde ideolojisini yayabilmiştir. Bu akımın ve dayandığı kökenlerinin Sünni Müslümanlığa aykırı olduğu söylenmesine ve yazılmasına rağmen hiçbir Diyanet üst düzey yetkilisinin itirazı, açıklaması ve müdahalesi olmamıştır.
Dinler arası diyaloğun, şekli ve muhtevası çok açıktır. Yahudi ve Hıristiyanlarla alelade konuşmadan ibaret değildir. Kaldı ki buna diyalog da denilmemektedir. İslamiyet’in bidayetinden günümüze kadar ehl-i kitap ile komşuluk ve alışveriş ilişkileri yapılagelmiştir. Bu, hiçbir zaman sorun olmamıştır. Ancak Neo-Haşhaşilerin hedefi başka idi. Topyekûn İslam dini alanında, Sünni Müslümanlıkta, Vatikan’ın belirlediği Strateji doğrultusunda değişikliğe gitmek, revizyon yapmaktı.
FETÖ eylemleriyle ilgili sorular
• Akait boyutunda Yahudi ve Hıristiyan kardeşliğinden bahsedilirken,
• Açık âyetler olduğu hâlde “İslamiyet geldikten sonra Yahudi ve Hıristiyanlar kendi dinlerine devam etseler de Cennet’e gireceklerdir” denilirken,
• Urfa’da Diyanet’in Müftüsünün de iştirakıyla çok dinli nikâh (!) kıyılırken,
• Hazret-i Peygamber’in muazzez ruhu kamyonete bindirilirken,
• “Allah’tan vahiy alıyorum ve Peygamberle görüşüyorum” saçmalığı yaygınlaşırken,
• Vatikan’da diyalog uğruna Papa’nın eli öpülürken,
• Dinler arası geçişler tavsiye edilirken,
• İslam’ın şiarı Ezan, değiştirilirken,
• Kelime-i tevhitten/şehadetten “Muhammedün Resûlullah/Hazret-i Muhammed Allah’ın peygamberidir” kaldırılırken,
• Hutbelerde “Allah katında din, İslam’dır” âyeti terk edilirken,
• Cami, sinagog ve kilise üçlemesinin bir mekânda toplanma projesi açıklanırken,
• İbadet mekânlarından beytullah olan camiler, müzikli ve danslı oyun alanları hâline getirilirken,
• Hıristiyanlıkta olduğu gibi camilere sandalye ve koltuk yerleştirme eylemleri yoğunlaşırken,
Ülkemizdeki Diyanet İşleri, ne yapmıştır?
Mehmet Görmez görevden ayrılırken “Maalesef 40 sene FETÖ’yü anlayamadık” diyerek itirafta bulunmuştur. Acaba bu itirafı millet, gerçekten samimi bulmuş mudur?
Bu eylemlerin İslâm’ın ruhuna ve Türkiye’de hâkim olan Sünni İslam akait ve fıkhına aykırı olduğu çok açıktır. Normal ve sade bir Müslümanın kolayca anlayabileceği kadar açıktır. Başkan, müftü, imam ve ilahiyatta profesör olmaya da gerek yoktur.
Osmanlı cami stili ve
mimarisine tepki
A. H. Akseki Camii’nde Selçuklu ve Osmanlılarda Sünni Müslümanlığın remzi, sembolü olan Lafza-i Celâl, Muhammed aleyhisselam ile Hulefa-i Raşidin levhaları, kubbe altına konulmamış, yazılmamıştır. Bu isimler, Selçuklu ve Osmanlı’da Sünni Müslümanlığı sembolize etmektedir. Temel akait kitabı Nesefi’de isimlerin sıralanışı dahi kural altına alınmıştır. Ancak son yüzyıldaki “küresel İslam düzenleyicileri” bu levhaların asılmasına karşıdırlar.
Suudi Arabistan’da Harem-i şerif de dâhil ve Selefiyye itikadının yaygın olduğu yerlerdeki camilerde bu isimler, levhalar yoktur. Çünkü bunların asılması, putçuluk olarak kabul edilmiştir. A. H. Akseki Camii’nde öyle bir odaya, bir hole Hulefa-i Raşidin’in isimlerinin konulmasıyla bu iş geçiştirilemez. Bu, derinliği olan bir konudur.
Akseki Camii’ne hangi ideolojik saplantıyla bu levhalar konulmamıştır? Bu, bilinmiyor.
Şu anda devlet, kaymakamlık ve valilik binalarında, Selçuklu ve Osmanlı mimarisine geçmişken, birçok yerde bu mimari uygulanırken camilerimizde aksi yönde bir uygulama, ne anlama gelmektedir?
Kocatepe Camii’nin ilk projesindeki maketlerde minareler, füze şeklinde idi. dernek el değiştirince cami ve minarelerin temelleri dinamitlenerek Osmanlı mimarisine dönüldü. Şu anda İstanbul İlahiyat Camii’nin minareleri (!) de füze/kazık şeklindedir.
Acaba İstanbul İlahiyat Camii ve minarelerinde hangi ideoloji adına bu mimari stil uygulandı? Ve ülkemizde çeşitli yerlerde de füze minareler göze çarpmaya başladı.
.
.
|
Bugün 184 ziyaretçi (217 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|