Sual: Müctehid ve müceddid ne demektir? Herkesçe bilinen müceddidler kimlerdir?
CEVAP
Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, toplayan, kitaba geçiren; açıkça bildirilmemiş, kapalı bildirilmiş olan bilgileri de anlayıp, açıklayabilen derin âlimlere Müctehid denir.
Hicretten 400 yıl sonra, müctehid yetişmedi. Müctehide ihtiyaç da kalmadı. Çünkü Allahü teâlâ ve Onun resulü Muhammed aleyhisselâm, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin şamil olan ahkâmın hepsini bildirdiler. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladılar. Sonra gelen âlimler, bu ahkâmın, yeni olaylara nasıl tatbik edileceklerini, tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirirler. Müceddid denen bu âlimler kıyamete kadar mevcuttur. (Seadet-i Ebediyye)
Cahiller ve din düşmanları tarafından Müslümanlar arasına sokulmuş olan hurafeleri, bid’atleri, yanlış inançları, kendilerinden bir şey ilave etmeden dini eski haline getiren müceddidlerdir. Hadis-i şerifte, (Her yüz yılda bir müceddid gelir. Ümmetimin işlerini yeniler) buyuruldu. Mesela, sultanlar içinde Ömer bin Abdülaziz, din bilgilerinde İmam-ı Şafii, tasavvufta Maruf-i Kerhi, esrar bilgilerinde İmam-ı Gazali, feyz vermekte ve harikalar, kerametler göstermekte, Abdülkadir Geylani, hadis ilminde İmam-ı Süyuti, tarikat, hakikat ve akaid bilgilerinin inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmam-ı Rabbani, müceddid idiler. Hepsi, İslamiyet’in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet ettiler. (Mekatib-i şerife)
Mezhep imamı kime denir?
Mezhep imamı demek, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini Eshab-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren, açıkça bildirilmemiş olan bilgileri de açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkaran büyük âlim demektir. Hadika kitabında buyuruluyor ki:
“Bilinen dört imam zamanında başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı. Fakat bunların mezheplerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı.”
İbni Hacer-i Mekkî hazretleri “Eshab-ı kiramın hepsi müctehid, derin âlim ve mezhep imamı idi” buyuruyor. Hepsi de mezhep imamlarımızdan daha üstün, daha çok bilgili, mezhepleri daha doğru, daha kıymetliydi. Fakat bunların kitapları olmadığı için mezhepleri unutuldu, mevcut dört mezhepten başkasına uymak imkanı kalmadı. “Eshab-ı kiram hangi mezhepteydi” demek, “Alay komutanı, hangi bölüktendir” demeye benzemektedir.
Hicretten dört yüz sene geçtikten sonra, mutlak ictihat yapabilecek kadar derin âlim kalmadığı muteber kitaplarda yazılıdır. Hadika’da yazılı hadis-i şerifte, doğru yoldan ayrılmış din adamlarının çoğalacakları bildirilmektedir. Bunun için Ehl-i sünnet olan her Müslümanın, bilinen dört mezhepten birini seçerek, bu mezhebin, nakli esas alınarak hazırlanmış ilmihal kitabını okuyup öğrenmesi, imanını ve bütün işlerini buna uydurması lazımdır. Dört mezhepten birini taklit etmiyen kimse Ehl-i sünnet olamaz. Buna mezhepsiz denir ki, ya yetmişiki bozuk fırkadan birindedir veya imanını kaybetmiştir. Böyle olduğu, Bahr, Hindiyye, Tahtâvî’nin Zebâyıh kısmında ve İbn-i Âbidin’de yazılıdır. Mizan-ül kübra kitabında buyuruluyor ki:
“Unutulmuş olan mezheplerin ve bugün mevcut bulunan dört mezhebin hepsi haktır, sahihtir. Birinin başkası üzerine üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi aynı din kaynağından alınmışlardır. Bütün mezheplerde, yapılması kolay işler, ruhsatlar bulunduğu gibi yapılması güç, azimet olan işler de vardır. Azimet olan işi yapabilecek kimsenin kolay işi yapmaya kalkışması din ile oynamak olur. Azimeti yapmaktan aciz olan, özürlü olan kimsenin ruhsat olanı yapması caiz olur ve ruhsat olanı yapması, azimet yapmış gibi çok sevap olur. Aciz olmayanın, kendi mezhebindeki ruhsatları yapmaması, azimetleri yapması gerekir. Hatta kendi mezhebinde yalnız ruhsatı bulunan işin, başka mezhepte azimeti varsa, o azimeti yapması iyi olur. Mezhep imamlarının sözünü beğenmemekten, kendi düşüncesini onlardan üstün sanmaktan, çok sakınmalıdır. Çünkü başkalarının ilimleri, anlayışları, müctehitlerin, ilimleri ve anlayışları yanında hiç gibi kalır.”
Sual: Bazıları, dinî konularda herkesin hüküm çıkarabileceğini, ictihad edebileceğini söylüyorlar. Gerçekten herkes hüküm çıkarabilir, ictihad edebilir mi?
Cevap: Resulullah efendimizin vefatından dört yüz sene sonra, ictihad edebilecek derin âlim kalmadığını, İslam âlimleri söz birliği ile bildirdiler. Şimdi, ictihad etmeli diyen kimsenin akıl hastası veya din cahili olduğu anlaşılır. Büyük âlim Celaleddin-i Süyuti hazretleri, ictihad derecesine yükselmiş olduğunu söylemişti. Zamanındaki âlimler kendisine bir sual sorup, buna iki çeşit cevap verildiğini söyleyerek, bunlardan hangisinin daha sağlam olduğunu bildirmesini söylediler. Cevap veremedi. İşinin çok olduğundan, buna vakit ayıramayacağını bildirdi. Halbuki kendisinden istenilen şey, fetvada ictihad yapması idi. Bu ise, ictihad derecelerinin en aşağısıdır. İmam-ı Süyuti hazretleri gibi derin bir âlim, fetvada ictihaddan kaçınınca, Müslümanları mutlak ictihad yapmaya sürükleyenlere deli veya din cahili denilmez de ne denir?
Sual: İslamiyet, müctehid âlimler vasıtası ile mi, bozulmadan zamanımıza kadar doğru olarak gelmiştir?
Cevap: Allahü teala, mutlak müctehid olan mezhep imamlarının ictihat etmelerini, mezheblerini kurmalarını ve bütün Müslümanların bu mezhepler üzerinde toplanmalarını, yalnız sevgili Peygamberinin ümmetine ihsan etmiştir. Cenab-ı Hak, bir yandan itikad imamlarını yaratarak sapıkların, zındıkların, insan şeytanlarının iman bilgilerini bozmalarına mani olduğu gibi, mezhep imamlarını da yaratarak dinini bozulmaktan korumuştur. Hıristiyanlıkta ve Yahudilikte bu nimet olmadığı için dinleri bozulmuş, oyuncak hâline gelmiştir.
“İctihad edebilecek derin âlim kalmadı”
Sual: Herkes, dinî konularda, kendine göre âyet ve hadîs okuyarak ictihad edebilir mi?
Cevap: Bu konuda Fâideli Bilgiler kitabında deniyor ki:
“Allahü teâlâ, mezhep imamlarının ictihad etmelerini ve mezheplerini kurmalarını ve bütün Müslümanların bu mezhepler üzerinde toplanmalarını, yalnız sevgili Peygamberinin ümmetine ihsan etmiştir. Cenâb-ı Hak, bir yandan itikad imamlarını yaratarak, sapıkların, zındıkların, mülhitlerin ve insan şeytanlarının itikad ve iman bilgilerini bozmalarına mâni olduğu gibi, mezhep imamlarını da yaratarak, dinini bozulmaktan korumuştur. Hıristiyanlıkta ve Yahudilikte bu nimet olmadığı için, dinleri bozulmuş, oyuncak hâline gelmiştir.
Resûlullah Efendimizin vefatından dörtyüz sene sonra, ictihad edebilecek derin âlim kalmadığını İslam âlimleri söz birliği ile bildirdiler. Şimdi, ictihad etmeli diyen kimsenin akıl hastası veya din cahili olduğu anlaşılır. Büyük âlim Celâleddîn-i Süyûtî hazretleri, ictihad derecesine yükselmiş olduğunu söylemişti. Zamanındaki âlimler kendisine bir sual sorup, buna iki çeşit cevap verilmiş olduğunu, bunlardan hangisinin daha sağlam olduğunu bildirmesini söylediler. Cevap veremedi. İşinin çok olduğundan, buna vakit ayıramayacağını bildirdi. Halbuki kendisinden istenilen şey, fetvada ictihad yapması idi. Bu ise, ictihad derecelerinin en aşağısıdır. İmam-ı Süyûtî hazretleri gibi derin bir âlim, fetvada ictihaddan kaçınınca, Müslümanları mutlak ictihad yapmaya sürükleyenlere deli veya din cahili denilmez de, ne denir? İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kendi zamanında müctehid bulunmadığını, İhyâ-ül-ulûm kitabında bildirmiştir.”
.
İslam âlimi kime denir
|
Sual: Günümüzdeki yazarlara ve profesörlere, âlim denir mi? Din âlimi olmak için Sual: Ehl-i sünnet âlimi diye kimlere denmektedir? Sual: İmâm-ı a’zam hazretleri ilmi kimden öğrenmiş, hocaları silsile olarak Peygamber efendimize ulaşıyor mu? İlmi ile amil olmayan din adamları İblis yani şeytan, bütün dinleri biliyordu. Fakat ilmi ile amel etmedi. Çölde kalan kimsenin yanında kılıç ve çeşitli silahlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesur olsa, kendisine hücum eden aslana karşı kullanmadıkça, bu silahların faydası olur mu? Elbette olmaz. Bunun gibi bir kimse de, din bilgilerinden yüz bin mesele öğrense, bunları kullanmadıkça, faydalarını görmez. Hasta olan bir kimse de, derdinin en faydalı ilacı bulunsa, onu kullanmadıkça, faydasını görmez. (Ahir zamanda ibadet edenlerin çoğu din cahili olacaktır. Din adamlarının çoğu da fasık olacaktır) hadîs-i şerifinde bildirilen fasık din adamları, dünyalık ele geçirmek için, devlet adamları arasına karışacaklardır. Süfyân-ı Sevrî hazretleri buyuruyor ki: (İslâmiyet her tarafa yayılacaktır. Hatta, İslâm tacirleri, ticaret için büyük denizlerde serbest yolculuk yapacaklar ve gazilerin atları başka memleketlere yayılacaklardır. Sonra, hafızlar türeyecek, benden daha iyi okuyan var mı? Benden daha çok bilen var mı? diyeceklerdir. Cehennemin odunları bunlardır) hadîs-i şerifinden anlaşılıyor ki, riya ile okumaları ve tekebbür etmeleri kendilerini Cehenneme sürükleyecektir. SORULARLA İSLAMİYET / SESLİ
Sual: Masondan veya fasık Müslümandan müctehid olur mu? Mesela mason Abduh’a mutlak müctehid deniyor. Müctehid olmak için iman ve amel şartı yok mu?
CEVAP İctihad için gerekli zahiri ilmi, bir gayrimüslim de, bir fasık da öğrenebilir. Müctehid olmak için, gerekli şartlardan ve ilimlerden başka, kuvvetli iman sahibi olmak ve itminan ile dolu, nurlu ve saf bir kalbe ve vicdana sahip olmak da şarttır. (Eshab-ı Kiram kitabı) Dinimiz, fasığın doğru okuduğu ezana bile itibar etmiyor, yeniden okunması gerektiğini bildiriyor. Okuduğu ezanı kabul olmayan birinin sözüne itibar edilir mi hiç? Masondan, fasıktan müctehid olamaz. Müctehid olmak için ilahi mevhibe sahibi de olması gerekir. İkinci bir husus ise, müctehid âlimler, asr-ı saadette, Sahabe-i kiramın zamanında, Tâbiin ve Tebe-i tâbiin devrinde bulunabiliyor, sohbet bereketi ile yetişiyordu. Zaman ilerleyip, fikirler bozulduktan, bid’atler çoğaldıktan sonra, böyle kıymetli kimselerin azaldığı, hicri dördüncü asırdan sonra, bu sıfatlara malik bir âlimin ortada kalmadığı, Mizan-ül-kübra, Redd-ül-muhtar ve Hadika’da yazılıdır. Şimdi salih Müslümandan bile müctehid yetişemezken, fasıktan, masondan nasıl yetişebilir ki? xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx . Müctehid nedir? İctihad ehli kimdir? İctihad kapısı kapanmış mıdır?Cevap
Değerli kardeşimiz, İÇTİHAD Bütün güç ve kuvvetini kullanmak. Hakkında kesin hüküm olmayan bir meselede kitap ve sünnete dayanarak hüküm vermek. İçtihad, ceht ve gayret göstermek, bir konuda bütün gücünü ve kuvvetini kullanmak, mânâsına gelir. Fıkıhta ise, istinbat-ı ahkâm için, yani âyet ve hadislerdeki derin mânâları ve gizli hükümleri çıkarmak için çalışmak şeklinde tarif edilir. Bu ilmî kudrete ve bu ilâhî ihsana nail olan zâtlara müçtehit denilir. İstinbat, kuyudan güçlükle su çıkarmak demektir. Kâinat kitabı Allah’ın eseri olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim de O’nun fermanıdır. Kâinat kitabının su, hava, toprak gibi maddelerini herkes az çok bilmekte ve bunlardan istifade etmektedir. Ama aynı kitabın, fizik, kanunları, ışınlar, atomlar, genler gibi nice gizli meseleleri de vardır ki, bunlar bilim adamlarının araştırmalarına bırakılmıştır. Onlar, bu tükenmez ilim hazinesini araştırmaya başlamış, bu uğurda bütün güçleriyle yılmadan usanmadan çalışmış ve sonunda nice harikalar keşfetmişlerdir. Benzer bir durum da Kur’ân-ı Kerim için söz konusudur. Kur’ân-ı Kerim'in kesin hükümleri herkese açıkça bildirilmiştir ve bu temel meseleler Bediüzzaman’ın ifadesiyle “birer elmas sütundur” ve şeriatın yüzde doksanını teşkil etmiştir. Bu temel hükümlere göre teferruat sayılabilecek birtakım hükümlerin çıkarılması da fıkıh sahasındaki yetkili âlimlerin ceht ve gayretine bırakılmıştır. Nitekim Mektûbat’ta, “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.” denilir. Yani, içtihat yetkisini taşıyanlar bir meselede gerçek hükmü bulmak ve onunla amel etmek için içtihat yaparlar. Ama vardıkları bu hükmü teşri’ edemezler, yani “gerçek sadece budur, şeriat benim anladığım gibidir” diyemezler. Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerime ile yetkili âlimlerin içtihat yapmalarını, diğer kimselerin de onlara uymalarını istemektedir:
Bu âyetin verdiği müsaade ile Kur’ân’da açık hüküm bulunmayan bazı konularda bizzat Allah Resulü (asm.) içtihat yapmışlardır. Yine ashabın âlimleri de içtihatta bulunmuşlardır. Asr-ı saadetten sonra içtihadın yasaklandığına dair bir hüküm olmadığına göre, müçtehitler de yeni meseleler hakkında içtihat yapmışlar ve bu içtihatlara tâbi olanların çoğalmasıyla mezhepler ortaya çıkmıştır. * * * İÇTİHAD kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye "Altı Mâni" vardır. BİRİNCİSİ: "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir." İKİNCİSİ: ÜÇÜNCÜSÜ: "Nasıl ki, çarşıda, mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit be vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi." "Ve Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi." "İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakîn idi ki kisbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu." "Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyan’ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, “Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez." DÖRDÜNCÜSÜ: "Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir." BEŞİNCİSİ: "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler." "Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir." "İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar; ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez." "Üçüncüsü: (*) اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani, “Zaruret haramı helâl derecesine getirir.” İşte, şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.” "İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur." "Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar." "Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin." "İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kur’âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin —eğer mümkün olsaydı— tercümesi (*) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?" ALTINCISI: "Selef-i Salihînin müctehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zorla görebilirler." "Eğer desen: Sahâbeler de insandırlar; hatadan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatin medarı, Sahâbelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet “Sahâbeler umumen âdildirler, doğru söylerler” (*) diye ittifak etmişler." "Elcevap: Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb’ın derekesinden, âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür." "Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziya-yı sohbetiyle nurlanan Sahâbeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime’nin maskara-âlûd muzahrafat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak; ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri; ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mirac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risaletin hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle içtimaât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka—ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivâyetinde ve tebliğinde—elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şüphesizdir." "Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz."(Said Nursi, Sözler, Yirmi Yedinci Söz) İlave bilgi için tıklayınız: - MÜCTEHİD... Selam ve dua ile... MÜCEDDİDMÜCEDDİD, yenileyen, yeni bir şekil veren, yeniden güçlendiren. Peygamberimizin sünneti terk edilip bid'atlar yayılıncaya insanlara yeniden dinlerini öğreten ve bu bid'atleri bertaraf etmeye çalışan İslâm bilgini; "cedde" fiilinden ism-i fail. Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için ihtiyaç nisbetinde onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir.
Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin ümmeti arasında da zamanla bid'at ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde Müslümanlar dinden ve peygamberimizin sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya gelebilirler. Ayrıca her gün değişen hayat şartları ve ilerleyen teknikle birlikte birtakım yeni meseleler ortaya çıkar ve bunlara dinî açıdan bir hüküm verme ihtiyacı doğar. Toplum içinde çıkan bid'atlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere bir çözüm bulabilecek ve Müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev Peygamberimizin ümmetinden çıkan âlimlere düşmektedir. Bu âlimlere dinî literatürde "müceddid" denilmektedir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
Hadisin bazı rivayetlerinde, gönderilecek müceddidin, Rasulûllah'ın temiz sülalesinden olacağı bildirilmiştir. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil birkaç olacağını söyleyenler de vardır. İmam Suyutî tecdid hadisesi hakkında bir eser yazmış ve gelip geçen müceddidleri gösteren manzum cedveller nakletmiştir. Son cedvele göre o zamana kadar gelip geçen müceddidler şunlardır: Ömer b. Abdulaziz, İmam Şâfiî, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Ahmed İsferanî, İmam Gazalî, Fahruddîn Razî, Takyuddin b. Dakîki'l-Iyd ve İmam Bulkînî (Bulukkînî). Bunların bazıları hakkında ihtilaf vardır. İmam Suyutî dokuzuncusunun kendisi olmasını ümit ediyor. Dinde reform yapmak isteyenler, müceddidle ilgili bu hadisin kapsamına girmez. Nitekim gelmiş geçmiş bunca ulema içinden bir tanesi bile bu hadisi dinde reform manasına almamıştır. Müceddid ile müteceddid'i birbirine karıştırmamak gerekir. Zira aralarında büyük fark vardır. Müteceddid, yenilik taraftarı olan, İslâm ile câhiliyye (bugünkü anlamıyla pozitivizm, materyalizm)'nin uzlaştırılmasından yeni bir sentez ortaya çıkaran ve ümmeti cahiliyye rengine boyayan kimsedir. Bunların gayesi dini tecdid değil onu yeniye uydurmadır. Müceddid ise; İslâm'ı cahiliyyenin bütün unsurlarından temizleyen sonra da mümkün olduğu kadar onu katışıksız olarak, olduğu gibi hayata iade eden demektir. Müceddid, cahiliyye ile anlaşmak ve uzlaşmaktan uzak olur ve her ne kadar önemsiz olursa olsun cahiliyyenin hiçbir izinin İslâm'ın herhangi bir kısmına yerleşmesine sabredemez. Müceddidle peygamber arasında fark vardır. Peygamber; Allah tarafından açıkça emir almıştır. Kendisine vahiy gelir, peygamberlik davasıyla işe başlar ve insanları kendisine davet eder; îman veya küfür onun davasını kabul etmeye veya etmemeye bağlıdır. Müceddid böyle değildir. O, Allah tarafından memur olsa bile teşriî olmayan, bir din ve düzen getirmekle ilgisi bulunmayan bir emirle memûr olabilir. Çok defa kendisi müceddid olduğunu farketmez, ancak kendisi vefat ettikten sonra fark edilir. Müceddidde bulunması zarurî olan vasıflar şunlardır: Berrak bir zihin, keskin bir görüş, dosdoğru bir düşünüş, ifratla tefrit arasındaki orta yolu bulma ve buna riayet etmeye ait nadir kudret, asırlar boyu yerleşip kökleşmiş kanaatlerin ve yeni durumların tesiri altında kalmaktan sıyrılmış tefekkür gücü, doğru yoldan sapıtmış olan zamanının gidişi ile mücadele cesareti, yeniden kurmak ve ictihad etmek için gerekli olan ve Allah tarafından bağışlanmış bulunan liderlik ve önderlik kabiliyeti... Ayrıca müceddidin İslâm esaslarını gönlünün derinliklerinden kabul etmiş ve kendi görüş, anlayış ve düyuşu içinde gerçekten inanmış olması, en küçük işlerde bile İslâm ile câhiliyyetin farkını bilmesi, asırların topladığı çıkmazlar yığını altından hakkı, gerçeği gün yüzüne çıkarması gereklidir. Tecdîd işinin aşağıda belirtildiği üzere çeşitli şubeleri vardır: Müceddidin, içinde yaşadığı muhite ait hastalıkları doğru bir şekilde teşhis etmesi gerekir. Bunun yolu; zamanın durumunu her bakımdan dikkatle gözden geçirerek cemiyete cahiliyyenin yerleştiği noktaları, tesir derecesini, bunların topluma yayılma yollarını anlaması, etkilerinin hayatın hangi noktalarına kadar vardığını, hâlihazır durumda gerçek Müslümanlığın yerinin ne olduğunu görmesidir. Müceddid, topluma yönelik ıslah çareleri bulmalı; yani cemiyet üzerinde câhiliyyetin galebesini yok edip İslâm'ın sosyal hayata girme imkânını hazırlamalıdır. Müceddid, kendisini deneyip imtihan ederek; yapabileceği işin sınırını çizmeli; güç ve kuvvetini ölçmelidir. Müceddidin fikri ve nazari bir inkılap meydana getirmek için çalışması; yani insanların düşüncesini, inançlarını, duygularını, ahlâk görüşlerinin yönünü İslâm'a uygun bir hale getirmesi, eğitim ve öğretim sistemini ıslah etmesi, İslâm ilim ve sanatlarını ihya etmesi... Özetle yeniden saf İslâm ruh ve düşüncesini diriltmesi, onun en temel işlerindendir. Müceddid, amelî ıslah hareketini ele almalı, câhiliyye âdet ve geleneklerini iptal etmeli, ahlâkı temizleyip yükselterek, islâmî manâda lider olacak kişileri yetiştirmelidir. Müceddidin, dinin genel hükümlerini ve temel gayelerini bilmesi, kendi asrındaki teknik ilerleme ve medenî gelişme şekillerinin yön ve durumlarını anlaması, önceki nesillerden miras kalan eski medeniyet tablosunda yapabileceği tadil ve değiştirme için bir yol çizmesi ve metod bulması, bunu yaparken İslâm dininin ruh ve selâmetini ve gayelerinin gerçekleşmesini temin etmesi, gerçek medeni ilerlemede İslâm'ın cihanşümul önderliğine imkân vermesi gerekir. (Abdülcelil ÜNALAN) Not: M. Ali KAYA'nın "TECDİD VE MÜCEDDİDLER" adlı şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz: Müceddid, bir peygamberde bulunması gereken vasıfları taşıyan bir din âliminin, akıl, zeka, ilim, ehliyet ve mücadelesi ile, İslam'ı ilk devirlerdeki gibi anlatmasıyla, kendini ehl-i ilme kabul ettirmesidir. Bu, manevi liderlik ve önderlik demektir. Peygamberler vahye mazhardırlar. Müceddid ise, vahyi anlayıp anlatmada ilhama mazhar olan kimsedir. Müceddide, ancak ruh ve tabiatında eğrilik bulunan kimseler muhalefet ederler. Kur'an kıyamete kadar hükmü baki olduğundan gelişen ve değişen zaman dilimi içinde, değişen anlayış ve görüşlere Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu anlatmak ve izah etmek gerekecektir. Bunu elbette "Âlimler" yapacaklardır. Bu âlimler "Allah'tan korkan(1) ve Kur'an'ın kastettiği manalara vakıf olan kişiler olmalıdır; yoksa din ve hukuk alanında uzman olanlar değil... Bu âlimler "Peygamber varisi" olan mücedditlerdir. Peygamber varisi olmak demek, peygamber gibi vahye değil, bir nevi vahyin gölgesinde ilhama mazhar olan ilmi ile amil, kalbi ile ilham-ı ilahiye mazhar olabilecek safiyete malik olmaları gerekir. Allah'ın yardımına mazhar olamayanlar ne derece âlim olurlarsa olsunlar "Hidayet" dediğimiz Allah rızasına götüren yolu gösteremezler. Müceddid, asrın hastalığını iyi teşhis etmeli, ıslah çarelerini göstermeli ve kendini o işe vazifeli görmelidir. Saf islamın ilim, ruh ve düşüncesini diriltmeli, ilmiyle amil olup, davranışları ile İslam'ı temsil etmelidir. Yine müceddidin dinde içtihad etme gücü olmalıdır. Metot göstermeli, din düşmanları ile mücadele etmeli, farz ve sünnetleri ihya etmeli ve tecdidi cihanşümul olmalıdır. "Peygamberlere varis olma" bunların vasfıdır. "Tam müceddid, bu vazifelerin tümünü yapandır. Şimdiye kadar gelen müceddidler, bir kısmını yapmışlardır" Bu durumda ahir zamanda gelecek olan "Mehdi" tam müceddirdir.(2) Karıncayı emirsiz, arıları ya'subsuz bırakmayan Yüce Allah, insanları da başıboş bırakmamıştır. Yüz yirmi dört bin peygamber göndermiş ve Hatemü'l- Enbiya Hz. Muhammed (SAV) ile bu kapıyı kapamıştır. Hz. Muhammed (SAV) son peygamber olduğu için, kıyamete kadar onun şeriatını koruyacak olan müceddidlerin, ümmetinden geleceğini de "Muhakkak ki Allah bu ümmete her yüz yılbaşında bir müceddit göndererek dini yeniden ihya eder"(3) hadisi ile bildirmiştir. İslam bilginleri yüzyıl başı olarak genellikle hicri yılı kabul etmişlerdir. İslam dinin kuvvetli ve güçlü olduğu zamanlar vardır. Güçlü olduğu zaman herkesin dini konuda bilgi sahibi olduğu, âlim konuşunca dinlenildiği ve itibar edildiği, cahil konuşunca susturulduğu zamandır. Zayıf olduğu zaman ise herkesin dini konuda cahil olduğu, âlim konuşunca dinlenilmediği, cahil konuşunca dinlenildiği ve itibar edildiği zamandır. Bunun için dinin ihyası ilimle, zaafı da cehaletledir. Bunun için mücedditlerin görevi ilmi yaymaktır. Dinin tecdidi, onun ihyası demektir. İlmin ihyası dinin ihyası demek olduğundan müceddit mutlak surette âlim olacak ve yazdığı eserler ile ilmi ihya edecektir. Müceddidin âlim olması hususunda ulemanın ittifakı vardır. Muhaddis ez-Zühri (v. 124/740) ve Ahmed bn. Hanbel (v.241/855) müceddit olarak 1. asırda Ömer bn. Abdülaziz ve 2. asırda İmam-ı Şafi'yi kabul ederler. Biri 101 yılında diğeri 204 yılında vefat etmişlerdir. "Yüz yıllık bir zaman dilimi sona ererken hayatta olan, iyi tanınan ve kendisine atıfta bulunulan âlim"(4) müceddit sıfatını alır. Yine mücedditler Al-i Beyttendirler. Nitekim peygamberimizin (sav):
Müceddidin diğer görevleri ve fonksiyonu da "Yürürlükten kaldırılan herhangi bir ameli Kitap ve sünnete göre ihya etmek ve uygulanabilirliğini göstermektir."(6) İmam-ı Şafi için "Sünneti izhar etti, bid'atı ise imha etti." denilmiştir. Bu da tecdidin özüdür. Müceddidin belirlenmesi, onunla çağdaş ulemanın zann-ı galibi; talebelerinin ve yazılarının sağladığı fayda ile anlaşılır.(7) Bu açıdan İmam Muhammed el-Gazzali (v.505/1111) tartışmasız tam müceddittir. Kur'an'da peygamberlerin görevlendirilmesi ile ilgili "Yeb'asü" ifadesinin hadiste mücedditler için kullanılması cay-ı dikkattir.(8) Bunun sebebi ise onun dağıttığı hidayettir. Genellikle Mücedditler Şafi'î mezhebine mensup olup Tâceddin Abdülvahhab İbn-i es-Sübkî (v.728/1326) şafi'i olanları sayar.(9) Tasavvuf erbabı bunun haricindedir. Tasavvufta kutup derecesine çıkan aktablara, Hz. Peygamberimiz (sav) Hulefa-i Raşidin, Abdülkadir-i Geylani ve Hızır (as) cübbe giyerek manevi âlemde manevi feyze ve irşada tayin etmesi bunun dışındadır. Zira Müceddit, Şeriatta imamdır, kutup ise tarikatta rehberdir. Tarikattaki kutupların şeriate ve şeriat imamlarına katiyyen uyması zarureti vardır. İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani Şeyh Ahmed-i Sirhindi (v. 1034/1624) ikinci bin yılının müceddididir. Mektubatında der ki: "Bin yılda bir ulu'l-Azm peygamber gelir. Şimdi ise bin yılda büyük bir müçtehit gelmektedir."(10) Şah Veliyullah Dehlevi (v. 1176/1763) de Nakşibendî silsilesinden müceddit cübbesi giymiştir. Kendisine "Hilatül-Müceddidiye" ihsan edilmiştir. 13. asırda ise Sirhindi'nin manevi halifelerinden Mevlana Halid-ı Bağdadi (v.1242/1827) bu makama layık görülmüştür. Kendisi "Gulam Ali" diye meşhur olan Şah Abdullah Dehlevi'nin talebesi olduğu için Nakşibendî Müceddidi sayılmıştır. Mücedditler sünnete bağlılığı teşvik ve bid'attan kaçınmaya davet ederler. Allamelerden Aliyyu'l-Kari: (v.1014) "Müceddidler ilmin azaldığı, sünnetin terk edilmeye yüz tuttuğu, cehalet ve bidatlerin yayınlaştığı bir dönemde çıkacaklarını" belirtir. Hafız Münavi de "Dini yenilemekten maksadın, bidatleri sünnetten ayırmak, ilmi yaygınlaştırmak, ilimle uğraşanlara destek olmak ve bidat sahiplerini zelil ve perişan etmek" olduğunu söylüyor. Alkami ise müceddidlerin görevinin "Kitap ve sünnetten yaşanılmayan ve unutulanları tekrar canlandırmak ve emir gereğince davranılmasını sağlamak" diye yorumlar.(11) Her şeyden önce müceddid sünnet-i seniyyeyi ihya ve neşirle tanınır. Gecesini-gündüzünü buna verir. Ehl-i bidayı eserleri ve dersleriyle tesirsiz hale getirir. Şayet bu özellikler müceddid denilen zatta bulunmazsa, ne derece âlim olursa olsun müceddid sayılamaz.(12) Müceddidlerin vazifeleri, dini geldiği tazeliğiyle korumaktır. Üzerine konan tozları silkelemek, bidat kirlerini temizlemek, dini asliyetine kavuşturmaktır. Onlar kendilerinden yeni bir şey ihdas etmezler. İslam'a ve sünnet-i seniyyeye harfiyen ittiba ederler. Ona yöneltilen tecavüzleri defeder, dinin ulviyetini izhar ederler. Bunu yaparlarken, "tavr-ı asasiyi bozmadan, ruhu asliyeyi rencide etmeden" yeni izah tarzları ve yeni ikna usulleriyle yeni tevcihat ve tafsilat ile ifay-ı vazife ederler.(13) İhlâsta, sadakatta, samimiyette örnek şahsiyetleriyle ve ilmi üstünlükleriyle İslam'ı anlama ve anlatmada en ileri seviyededirler. Zamanın bütün ilimlerine vakıftırlar ve ilhama mazhardırlar. Şu vasıfları üzerlerinde taşırlar: 1. Kendilerine yalnızca Kur'an'ı rehber edinirler. 2. Her biri, fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlâsa sahiptirler. Derin bir içtihat ve kuvve-i kudsiye sahibidirler. Hakikatleri saf ortaya koymak için kendi hususi meslek ve meşreplerinin tesirinde kalmamış ve hevesini karıştırmazlar. 3. Cenab-ı Hakkın rızasından başka hiçbir maddi manevi menfaati gaye edinmezler ve bu halet de hayatında herkes tarafından müşahede edilir. 4. Kur'an-ı Kerim'in bulunduğu asra bakan veçhesini keşfedip, avamdan havasa kadar her tabakanın anlayacağı, istifade edeceği bir üslupla beyan ederler. 5. Kur'an ve iman hakikatlerini cerh edilmez delillerle ispat ederek ders verirler. 6. Aklı, kalbi, vicdanı ve ruhu tenvir, tatmin ve musahhar ederler ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli, gayet beliğ, nafiz ve müessir dersler ile meselelerini anlatırlar. 7. Hakikatlerin derkine mani olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp tevazu, mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlaklara sahip kılarlar. 8. Resul-ü Ekrem'in (sav) sünnetine ittiba ederler, ehl-i sünnet ve'l- cemaat mezhebi üzere ilmi ile amildirler, azami züht ve takva, azami ihlâs ve dine hizmetinde sebat, azami sıdk, sadakat ve fedakârlığa, azami iktisad ve kanaate sahip ve malik olmak da onların vasıflarındandır. 9. Kur'anî ve şer-î meseleleri beyan ederken, şu veya bu tazyik altında kalmayan, işkence ve idamı nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen, dünyaya meydan okuyacak bir iman kuvveti ile hakikatleri pervasızca söyleyen, İslami şecaat ve cesarete maliktirler.(14) Peygamberimiz (sav) her yüzyılda bir Müceddit geleceğini bize bildirdiği gibi kıyamete kadar gelecek mücedditlerin sayısını da haber vermiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte "On iki halife gelecek ve sonra İsa ruhullah nüzul ederek deccalı öldürecektir"(15) buyurmuşlardır. Yine "Bu din on iki halife elinde olduğu sürece aziz ve güçlü kalacaktır. Bu imamların on ikisi de Kureyştendir"(16) buyurmuşlardır ki bu hadis mütavatirdir. İbn-i Kesir "Bu imamların Şianın iddiası gibi "Ehl-i Beyt"in 12 imamı olmadığı açıktır" diyerek her asırda gelecek olan mücedditlere işaret ettiğini söyler. Tüm bu özelliklere dayanarak İslam âlimleri her asrın müceddidini tespite çalışmışlardır, bu isimlerin bazılarında ittifak edilmiş, bazılarında ise ihtilaf edilmiştir. Biz her hicri yüz yılda müceddid kabul edilenlerden birer ismi şöyle sıralayabiliriz: 1. Ömer bn. Abdülaziz(17) (H. /17–102 / M. 638–720 Mevlana Halid-i Bağdadinin talebelerinden Mustafa İsmet Efendi "Risale-i Kudsiye" isimli Osmanlıca Nakşibendî Tarikatı Halidiye Kolu usulünü beyan eden eserinde Mevlana Halid'den sonra Müceddit olarak "Mehdi"nin geleceğini, başka müceddidin olmayacağını ehl-i keşfin haber verdiğini açıkça yazar ve talebelerine ders verir.(22) Bediüzzaman Said Nursi yüz yıllık Mevlana Halid'in cübbesi Asiye hanımın dedesi Küçük Âşık aracılığı ile intikal etmiştir.(23) Böylece her cihetle Müceddit olduğu kesinlik kazanmıştır. Bediüzzaman'ın çok belirgin ve diğerlerinden farklı bir özelliği de Müceddit olarak zatını değil; "Risale-i Nuru" göstermiş olmasıdır. Tecdit işi ve işlevi bir şahıstan bir kitaba intikal ettirilmiştir. Bediüzzaman bunu tahdis-i nimet(24) olarak ilan etmektedir. Buna yine "Risale-i Nur'un Şahs-ı Manevisi" adını vererek kendisinden sonra bir şahıs beklentisi içinde olunmaması gerektiğini ima ederek son Müceddit olduğunu ince bir siyasetle ifade etmiştir. Bu mücedditlerin dışında tarikat şahları ve aktapları vardır ki, onlar hidayet rehberleri olmuşlardır. A. Kadir Geylani, Ahmed Yesevi, Muhyiddin-i Arabi, Şazeli gibi... Ancak tarikat şeyhleri her ne kadar âlim ve abid de olsalar mücedditlerin ve müçtehitlerin makamına ulaşamazlar. Onlar da müçtehit ve mücedditlere uymak mecburiyetindedirler. Çünkü bir Müslüman tarikat şeyhinin sözünü tutmazsa bir şey lazım gelmez. Ama bir müçtehidin şeriattaki içtihadına muhalefet etse günaha girer. Bunun için tüm ehli tarikat şeriatın kabul ettiği bir ehl-i hak mezhebe uymuş ve tabilerini de uymaları konusunda uyarmışlardır. Zira şeriatta imam olan bir müçtehid veya müceddid zamanın imamı ve halifesi gibidir. O asırdaki tüm tarikat şeyhleri onun emrindeki vali, kaymakam ve mahalle muhtarı gibidirler. Herkes haddini bildiği ve imama ittiba ettiği ölçüde maiyetindekilere hükmedebilir ve Allah'ın rızasını kazanabilirler. Tüm hak tarikatın şeyhleri bu sınırları en iyi şekilde korumuşlardır. Mehdi de son müceddit olacağı için âl-i beytten, yani peygamber soyundandır. Bu husus Al-i Resulün, Al-i İbrahim gibi olacağı gerçeğine de uygundur. Her Müslümanın namazın tahiyyatında okuduğu salâvat duasının bu istikametli yolu Allah'tan istemesi anlamında çok manidardır. Mücedditlerin çoğu Peygamberimiz'in (sav) neslinden gelmişlerdir. Kimi Haseni, kimi de Hüseyni'dir. Bundan dolayı peygamberimiz (sav) "Size iki şey bırakıyorum, biri Kitabullah, diğeri de Ehl-i Beytim"(25) "Kıyamette bu iki emanetten soracağım"(26) buyurmuşlardır. Yüce Allah da, "Resulullah sizden hiçbir ücret beklemez, ancak Ehl-i Beyt'ine sevgi bekler"(27) buyurarak nazarları o yöne çekiyor. Çünkü "Ehl-i Beytim Nuh (as)ın gemisi gibidir. Ona sığınan kurtulur."(28) İmam-ı Rabbani de, "Ehl-i Beyt'imi sevmek, ehl-i sünnetin sermayesidir"(29) hadisini nakleder. Müminlerin devamlı duası selavat-ı Peygamberi olan "Allah'ım al-i İbrahim gibi al-i Muhammed'in neslini de mübarek kıl" duası kabul edilmiştir ki, Al-i İbrahim neslinden peygamber geldiği gibi, Al-i Resulullah'dan da müceddid ve müçtehitler silsilesi gelmiş. Peygamberimiz (sav) Ehl-i Beyt'ine muhabbeti emrederek, ümmetin istikametini istemiştir. Ehl-i Beytine sevgisinin sırat-ı müstakimi netice vereceğini, beliğane ifade etmiştir. Kıyamete yakın Hz. Mehdi tüm müceddid ve müçtehidler silsilesini birleştirip son bir irşad görevi yapacaktır. Allah'ın (cc) gerçek velileri bu müceddit ve müçtehitlerdir. Çünkü İmam-ı Azam buyurdular: "Alimler Allah'ın velileri değil ise yer yüzünde veli yoktur." Peygamberimiz (sav) veliler hakkında "Yüce Allah buyurdu, kim benim velime, veli kuluma düşmanca davranırsa, ben ona harp ilan ederim. Kulumun bana yaklaşmak için yaptıklarının katımda en sevimli olanı üzerine farz kıldığım ibadetlerdir. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet onu severim. Onu sevince de, onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey isterse, şüphesiz ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse kabul ederim" buyurmuşlardır.(30) İbn-i Hacer, "Veli, Allah'ı bilen ve ona itaatte devamlı olan ve ihlâslı olan kişidir" der. Yemenli Şevkani de bunu kabul eder. Nitekim Yüce Allah veliyi tarif ederken: "İman ve takvayı esas alır."(31) Veli, ihlâsla, Allah rızası için emr-i İlahiyi icraya çalışan ve rızadan ayrılmayan kuldur. Şu halde, onun hiçbir günahı yokken ona düşman olup yaptıklarına karşı çıkan, onun temsil ettiği iman ve ibadet ve ahlaka düşman olmuş oluyor demektir. İhlâs ve ihsan mertebesine ulaşan veliler de ibadeti, ceza ve mükâfat için değil, Allah'a olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparlar. İbadet, onların ruh gıdalarıdır. O'na yaklaşmak için vasıtalarıdır. Farz ibadet içinde haramdan kaçmak da vardır. Nafile ibadetler içinde de zikir, tesbih, dua ve tefekkür vardır. Hadisin anlamı: "İçlerine koyduğum nurum sebebiyle onun kulağı, gözü olurum, emrim ve rızam dışına çıkmazlar. Yaptıkları işlerde bu nur ile yardım ederim de, bu iş uygun ve düzgün olur"(32) anlamındadır. Şevkani bu hadisi izah eden "Katru'l-Veli ala Hadisi'l Veli" adında müstakil bir eser yazmıştır. Peygamberimizin (sav) "Ehl-i Beyt'im Nuh'un (as) gemisi gibidir. Buna sığınanlar kurtulur."(33) hadisinin anlamı mücedditler ve müçtehitlerden her hangi birisine uyan kurtulur demektir. Tabii ki her asrın insanı o asırdaki müceddide uymalıdır. Nitekim bu konuda da hadis vardır: "Asrın imamını tanımayan cahiliye üzerine ölür." Cahiliyenin ne olduğunu bilen bu hadisi anlamakta zorlanmaz. Dipnotlar: (1) Kur'an-ı Kerim, Fatır, 35:28. Sadece müctehid olan alimler mi içtihatlarında hata ederlerse bir, hata etmezlerse iki sevap alırlar?Soru Detayı
- Yani şu anda yaşayan alimler müctehit olmamalarına karşın bazı konularda içtihad etseler ve hataya düşseler onlar da bir sevap alır mı? - Yahut cemaatlerin, tarikatlerin, teşkilatların istişare sonucunda vardıkları bir karar, yanlış olsa bu gruplar da isabetli karar aldıklarında iki, değilse bir sevap alırlar mı? - Kısacası bu hadis hangi durumlar için geçerlidir, sadece müctehidler değilse? Cevap
Değerli kardeşimiz,
mealindeki hadis, bir çok sahih hadis kaynağında yer almış ve sahih olarak kabul edilmiştir. (Misal olarak bk. Buharî, İtisam 21; Müslim, Akdıye 6; Nesaî, Adabu’l-Kudat 3; Tirmizî, Ahkam 2; Ebu Davud, Akdıye 2; İbn Mace, Ahkam 3) İmam Nevevî’nin ifade ettiği gibi, bütün mesele, içtihat yapmaya ehil olan kimselerin içtihatlarına kulak vermektir. İşin ehli olanlar arasında var olan farklılıklar, münakaşa etme, birinin ötekini dışlama nedeni olarak değil, İslam’da önemli bir yere sahip olan insanın özgür iradesinin ve kolektif şuurun bir yansıması -deyim yerindeyse- yorumda çoğulculuk olarak görmek gerekir. Verilen bir hükmün bir değer ifade etmesi için, hükmü veren kimsenin ehliyetli olması gerekir. Genel anlamda ehliyetli olan bir kimsenin -fıkhî anlamda- ıstılah olarak “müçtehit” unvanını alması şart değildir. Çünkü önemli olan ehliyettir. Ehliyet ise, verilen hüküm hakkında gereken bilgiye, ferasete ve sair donanıma sahip olmak demektir. Bugün her doktorun İbn Sina veya Calinus gibi bir şöhrete sahip olması şart olmadığı gibi, bir hakimin, bir hakemin, bir yargıcın da içtihat hakkında meşhur müçtehitler gibi bir şöhrete sahip olması gerekmez. Kaldı ki fıkıh usulünde “Müctehid fil mesele.” ıstılahı da vardır ki bu, bir kimsenin hüküm verme salahiyetinde olması için -genel olarak her konuda içtihat yapabilecek konumda olması değil- ilgili meselede hüküm verebilecek donanıma sahip olmasının yeterli olduğu anlamına gelir. Aşağıda meali verilen ayette hüküm verme makamında olan kimselerin -ille de müçtehit unvanlı değil- ehliyetli olmalarının gereğine vurgu yapılmıştır:
Görüldüğü gibi hüküm makamında olan kimseler için şart koşulan husus, ehliyet ve adalettir. Ehliyet işin ehli, işi bilen manasına gelir. Adalet kavramı ise, burada özellikle bilerek yanlış hüküm vermekten kaçınmaya işarettir. Bu konuda gereken şartların ve kriterlerin malum ve maruf olan şekliyle “müçtehit olma”yı gerektirmediğini aşağıdaki şu hadis-i şerifin ifadelerinden de anlayabiliriz:
Bu hadis-i şerif, bir açıdan yukarıdaki ayetin bir nevi açıklaması hükmündedir. Selam ve dua ile... Müceddid kimdir, her asırda bir müceddid gelmiş midir?Cevap
Değerli kardeşimiz, Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için ihtiyaç nispetinde onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir.
Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin ümmeti arasında da zamanla bid'at ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde müslümanlar dinden ve peygamberimizin sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya gelebilirler. Ayrıca her gün değişen hayat şartları ve ilerleyen teknikle birlikte birtakım yeni meseleler ortaya çıkar ve bunlara dinî açıdan bir hüküm verme ihtiyacı doğar. Toplum içinde çıkan bid'atlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere bir çözüm bulabilecek ve müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev Peygamberimizin ümmetinden çıkan âlimlere düşmektedir. Bu âlimlere dinî literatürde "müceddid" denilmektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
Bir çok İslâm alimi diyor ki hadiste yer alan (men yüceddidü) sözünden maksat bir zatdır. Ve Allah'û Teâlâ her yüz sene başında salih ve alim bir kimseyi müslümanların dinini tazelemek için gönderir. İlk yüz senenin müceddidi, Ömer İbni Abdilaziz, ikinci yüz seneninki İmamı Şafiî üçüncü yüz seneninki Ebul Hasen el Eşarî, dördüncü yüz seneninki Ebû Hamid el-İsfiraini, beşinci yüz seneninki İmamı Gazalî'dir.(3) Bazı alimlere göre de hadiste geçen (men yüceddidü) sözünden maksat bir zat değil, bir cemaat bir kadrodur. Zira (men) kelimesi mevsuledir. Mufret için geldiği gibi tesniye ve cemi için de gelir. Buna göre hadisin mânâsı şöyle olur:
İkinci izah akla ve mantığa daha yatkındır. Buna göre her zamanda İslâm âleminin çeşitli ülkelerinde bulunan alim ve Müslüman yazarların yazdıkları eser ve gösterdikleri müsbet hareketleri ile tecdid hareketlerinde payları vardır. Ve her birisi tecdid hareketinin birer üyesi ve her birisinin onda birer hissesi vardır. Hadisin bazı rivayetlerinde, gönderilecek müceddidin, Rasulûllah'ın temiz sülalesinden olacağı bildirilmiştir. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil birkaç olacağını söyleyenler de vardır. İmam Suyutî tecdid hadisesi hakkında bir eser yazmış ve gelip geçen müceddidleri gösteren manzum cedveller nakletmiştir. Son cedvele göre o zamana kadar gelip geçen müceddidler şunlardır: Ömer b. Abdulaziz, İmam Şâfiî, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Ahmed İsferanî, İmam Gazalî, Fahruddîn Razî, Takyuddin b. Dakîki'l-Iyd ve İmam Bulkînî (Bulukkînî) Bunların bazıları hakkında ihtilaf vardır. İmam Suyutî dokuzuncusunun kendisi olmasını ümit ediyor. Dinde reform yapmak isteyenler. müceddidle ilgili bu hadisin kapsamına girmez. Nitekim gelmiş geçmiş bunca ulema içinden bir tanesi bile bu hadisi dinde reform manasına almamıştır. Müceddid ile müteceddidi birbirine karıştırmamak gerekir. Zira aralarında büyük fark vardır. Müteceddid, yenilik taraftarı olan, İslam ile câhiliyye (bugünkü anlamıyla pozitivizm, materyalizm)'nin uzlaştırılmasından yeni bir sentez ortaya çıkaran ve ümmeti cahiliyye rengine boyayan kimsedir. Bunların gayesi dini tecdid değil onu yeniye uydurmadır. Müceddid ise; İslâm'ı cahiliyyenin bütün unsurlarından temizleyen sonra da mümkün olduğu kadar onu katışıksız olarak, olduğu gibi hayata iade eden demektir. Müceddid, cahiliyye ile anlaşmak ve uzlaşmaktan uzak olur ve her ne kadar önemsiz olursa olsun cahiliyyenin hiç bir izinin İslâm'ın herhangi bir kısmına yerleşmesine sabredemez. Müceddid ile peygamber arasında fark vardır. Peygamber; Allah tarafından açıkça emir almıştır. Kendisine vahiy gelir, peygamberlik davasıyla işe başlar ve insanları kendisine davet eder; îman veya küfür onun davasını kabul etmeye veya etmemeye bağlıdır. Müceddid böyle değildir. O, Allah, tarafından memur olsa bile teşriî olmayan, bir din ve düzen getirmekle ilgisi bulunmayan bir emirle memûr olabilir. Çok defa kendisi müceddid olduğunu fark etmez, ancak kendisi vefat ettikten sonra fark edilir. Müceddid de bulunması zarurî olan vasıflar şunlardır: Berrak bir zihin, keskin bir görüş, dosdoğru bir düşünüş, ifratla tefrit arasındaki orta yolu bulma ve buna riayet etmeye ait nadir kudret, asırlar boyu yerleşip kökleşmiş kanaatlerin ve yeni durumların tesiri altında kalmaktan sıyrılmış tefekkür gücü, doğru yoldan sapıtmış olan zamanının gidişi ile mücadele cesareti, yeniden kurmak ve ictihad etmek için gerekli olan ve Allah tarafından bağışlanmış bulunan liderlik ve önderlik kabiliyeti... Ayrıca müceddidin İslâm esaslarını gönlünün derinliklerinden kabul etmiş ve kendi görüş, anlayış ve düyuşu içinde gerçekten inanmış olması, en küçük işlerde bile İslâm ile câhiliyyetin farkını bilmesi, asırların topladığı çıkmazlar yığını altından hakkı, gerçeği gün yüzüne çıkarması gereklidir. Buna göre her zamanda İslâm âleminin çeşitli ülkelerinde bulunan alim ve müslüman yazarların yazdıkları eser ve gösterdikleri müsbet hareketleri ile tecdid hareketlerinde payları vardır. Ve her birisi tecdid hareketinin birer üyesi ve her birisinin onda birer hissesi vardır. Demek bu zamanın müceddidi İslâm âleminde fikir ve eserleri ile İslâm'a hizmet verip topluma iman nuru zerk etmiş ve eden salih ve alimlerin heyeti mecmuasıdır. Tarihte İslâm'a hizmet edenler şüphesiz çok olmuştur ve olmaktadır. Ama onları tecdid ve mehdilik makamına getirme yetkisi Allah'ındır. Cemiyet ve cemaatın yetkisi dışındadır. Dipnotlar: 1. el-Ahzâb, 33/10 (bk. Halil GÜNENÇ, Günümüz Meselelerine Fetvalar, II, 254) Selam ve dua ile... Sahabeler büyük günah işlemişlerse, nasıl adil ve müctehid olabilirler?Soru Detayı
- Sahabeler büyük günah işlemişler, zina gibi... Karı-koca sahabelerden de zina suçlaması dolayısıyla lanetleştiklerini duydum, doğru mudur? - Eğer doğruysa bu durum sahabelerin de yalan söylediğini göstermez mi? Cevap
Değerli kardeşimiz, - Hz. Maiz olayında görüldüğü gibi, sahabelerden büyük günah işleyenler olmuştur. Ancak, onların dağ gibi imanları, kendilerine suçlarını itiraf ettirmiş ve arınmak için taşlanarak öldürülme cezasına çarptırılmakta ısrar etmişlerdir. (Sitemizde bu konuya Recimle alakalı yerlere bakılabilir.) - Adalet kavramı, hiç günah işlememek anlamına gelmez. Özellikle, rivayetler konusunda bütün ümmetin ittifakla kabul ettiği sahabenin “âdil olmaları”ndan maksat, Kur’an ve Hz. Peygamber (asm) konusunda onların bilerek yalan söylemeleri düşünülemeyecek kadar ihtimal dışı olduğudur. - Şialar hariç, İslam alimlerinin sahabe hakkındaki bu ittifakları onların âdil olduklarının delilidir. - Sahabenin yaşadığı ortam onların imanlarının güçlenmesine yardımcı olmuş ve bilerek Hz. Peygambere (asm) iftira edecek durumda olmadıkları ümmetçe kabul edilmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi, Asr-ı saadette;
- Her asrın çarşısında bazı şeyler revaç bulurken, bazı şeyler de zehir gibi kabul edilip, insanlar bütün kuvvetiyle onlardan kaçarlar. Aynen bunun gibi, Asr-ı saadet'te de Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (asm)'in verdiği derslerle iyilik, doğruluk, dürüstlük, iman-İslam o asrın çarşısında en rağbet gören birer meta olmuşlardır. Buna mukabil, Müseylime gibi, özellikle Müslümanlar nazarında çirkinliğin ve yalancılığın küpü olarak görülen canlı bir örnek ortada olduğu ve küfrün temeli kabul edilen yalan, kötülük gibi akıbeti cehennem hapsi olan işlerden sahabenin kaçınması, İslam’la yoğrulmuş fıtratlarının ve vicdanlarının bir gereğidir. (bk. Sözler, a.y)
Şimdi vahiy ve akıl bağlamında şu gerçeklere de bakalım: a) “O, ümmîler arasından, kendilerinden olan bir elçi gönderdi. Bu elçi onlara Allah’ın ayetlerini okur, onları arındırır, onlara kitabı ve hikmeti öğretir. Halbuki daha önce belli ve kesin bir sapıklık içinde idiler.” (Cuma, 61/2) mealindeki ayette Hz. Peygamber (asm)'in eğitiminden geçen sahabelerin (aklen, fikren, kalben, ahlaken) arındığına, temizlendiğine dair bir vurguyu görmekteyiz. Kitap ve hikmet öğretmek demek onlara Kur’an’ın ve Sünnetin gösterdiği güzel ahlakla donatmak demektir. Çünkü, Allah’ın gönderdiği bir kitabın, bir peygamberin amele dönüşmeyen, sadece laftan ibaret bilgiler öğrettiğini söylemek için deli olmak lazımdır. b) “Gerçekten Allah, kendi içlerinden birini, onlara ayetlerini okuması, onları her türlü kötülüklerden arındırması, kendilerine kitap ve hikmeti öğretmesi için resul yapmakla, müminlere büyük bir lütuf ve inâyette bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar besbelli bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmran, 3/164) mealindeki ayette de yukarıdaki ayette de olduğu gibi, bir arındırma gerçeğinden söz edilmiştir. “Kendilerine kitap ve hikmeti öğretmesi için (Muhammed’i) resul yapmakla, müminlere büyük bir lütuf ve inayette bulunmuştur.” mealindeki ifadede Hz. Peygamber (asm)'in gönderilmesi, müminler için Allah’ın bir lütfu ve inayeti olarak gösterilmiştir. Şayet müminler onun güzel bir ahlaka sahip olamamışsa, -hasbel beşer günah işlemiş olsalar bile- hayatlarının esas amacını, temel dinamiğini iman, salih amel ve adalet unsurları üzerine kurmamışlarsa, bu ifadenin anlamı-haşa- havada kalır. c) Eğer, sahabeler,-haşa dürüstlüğü kaybedip de- Kur’anı, sahih hadisleri rivayet ederek İslam dinini sağlam bir şekilde bize kadar ulaştırmasaydı,
mealindeki ayette ifade edilen Allah’ın vaadi, nasıl gerçekleşebilirdi? Çünkü, Kur’an’ın metnini bize kadar ulaştıran onlar... Kur’an’ın tefsirini kendilerinden sonraki nesle ulaştıran onlar.. Resulullah’ın sünnetini gelecek nesillere ulaştıran onlar... Eğer onlar yalandan korunmamışlarsa, Dinin kaynağı olan Kur’an’ın gerçekten korunduğuna nasıl hükmedebiliriz? - Kur’an’ın korunması, hem metin olarak hem de ihtiva ettiği mesaj olarak söz konusudur. Ehl-i sünnet alimleri, bu gibi ayetlere ve ilgili hadislere dayanarak sahabeyi cerh ve tadil işleminin dışında tutmuş ve onların hepsinin âdil oldukları, özellikle İslam dinin tesisinde üstlendikleri görevlerinde yalana tenezzül etmeyeceklerine hükmetmişlerdir. Sahabelerin dinle ilgili hususlarda çok titiz olduklarını, hayatlarını anlatan eserlerin satır aralarında görmek mümkündür. Selam ve dua ile... MÜCTEHİDAyet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran İslâm bilgini; İslâm hukukçusu; alim, fakîh. İctihad, sözlükte güç, takat ve çaba anlamına gelen "cehd" kökünden "iftial" vezninde olup, bir şeyi elde etmek için olanca gücünü harcamak demektir. Âyet ve hadislerden kıyas ve benzeri yollarla hüküm çıkarma anlamında mecazen kullanılır. Ayet ve hadislerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan fakîh zata da "müctehid" denir (Zebîdî, Tâcû'l-Arûs, II, 329; Şâfiî, er-Risale, s. 477, el-Ümm, VII, 275). İctihad, ya şer'î delillerden hüküm çıkarma şeklinde olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur. İslâm hukukunda şer'î hükümler kesin delillere yani açık ayet ve hadislere veya icmaa dayanıyorsa ictihada gerek kalmaz. Mecelle, bunu "Mevrid-i nas'da ictihada mesağ yoktur." prensibiyle ifade etmiştir (madde, 14). Ancak nassların sübûtu veya delaleti zannî olup, kesinlik ifade etmez veya âyet ve hadislerde çözümü bulunmayan meselelerle karşılaşılırsa, reyle (ictihad) hareket edileceği, bizzat Hz. Peygamber tarafından, Muâz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken açıklanmıştır. Hz. Muhammed, Muâz'a Yemen'de ne ile hükmedeceğini sormuş; Muaz, "Allah'ın Kitabı ile." cevabını vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah'ın Kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca; "Rasulünün sünnetiyle." demiştir. "Onda da bulamazsan." sorusuna ise Muaz, "Reyimle ictihad ederim." cevabını vermiştir. Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Rasulünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun." (Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Şafii, el-Ümm, VII, 273). Arapça'yı iyi bildikleri ve Hz. Peygamberle beraberlik sayesinde Allah ve Rasûlünün maksadını çok iyi anladıkları için Sahabe neslinden müctehidlerin sayısı bir hayli çoktur. Ancak kendilerinden hüküm ve fetva nakledilen Sahabe müctehidi yüzotuz kadardır. Bunlardan yedi tanesi fetvaları birer kitab olacak kadar çoktur. Fukâhâ-Seb'a denen bu sahabiler şunlardır; Hz. Ömer, Ali, Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Mısır 1955, I, 14 vd). Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eşârî'ye gönderdiği mektupta onu kıyas ve ictihada teşvik etmiş yine aynı konuda Kâdî Şurayh'a (ö. 78/697) şöyle demiştir:
Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmak ve ictihad gerektiren konuları çözebilmek için birtakım şartlara ihtiyaç vardır. Bu esaslar fıkıh usulünün tedvini ile birlikte, ilk defa Müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir. Bir müctehidde bulunması gereken özellikleri şöylece ifade edebiliriz: a) Arapçayı Bilmek. Fıkıh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'ân bu dille inmiş, Hz. Peygamberin sünneti de aynı dille ifade edilmiştir. İslâm şerîatında araştırma yapan kimsenin nasslardan hüküm çıkarma gücü, Arapçanın sır ve inceliklerini bilmesi oranındadır. Şâtıbî bu konuda şöyle der:
Ancak maslahat veya mefsedet kabilinden bir manâ ve illete bağlı olan konularda Arapça bilmeyen de prensipleri kavrayıp uygulama alanını belirleyebilir. Kıyas ictihadlarının çoğu bu kabildendir (eş-Şâtıbî, a.g.e., IV, 162, 165). Müctehidin Arapça bilgisi genel olarak, Arapça'nın inceliklerini kapsamalıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, Arapçanın en beliğ ve en fasihini teşkil eder. Bu yüzden, ayetlerden hüküm çıkaracak kimse, Kur'ân'ın belâgat, fesahat ve sırlarını bilmelidir ki, bu sayede onun içine aldığı hükümleri kavrayabilecek duruma gelmiş olsun. b) Kur'ân İlmine Sahip Olmak Kur'ân, İslâm'ın direği, şer'î hükümlerin esasıdır. Kur'ân ilmi çok geniştir. Bunu tam olarak bilen Hz. Peygamberdir. Bu yüzden bilginler, müctehid için Kur'ân'da hüküm ifade eden beş yüz kadar âyetin inceliklerini, özelliklerini bilmek gerekir demişlerdir. Bu ayetlerin âmm-has*, mutlak* mukayyed*, nâsih-mensuh, Sünnetle ilgili durumlarını bilmek gerekir. Diğer yandan Kur'ân'ın geri kalan bütün âyetlerini de topluca (icmâlî olarak) bilmek gerekir. Çünkü Kur'ân bir bütün olup parçaları birbirinden ayrılmaz. Kur'ân'ın hüküm bildiren ayetlerini diğerlerinden ayırdetmek, şüphesiz bütün Kur'ân'ı bilmekle mümkün olabilir. Ebu Bekir el-Cassas (ö. 370/980) ile İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler "Âhkâmü'l-Kur'ân" adlı eserlerinde hüküm âyetlerini açıklamaya çalışmışlardır. Ebû Abdillah el-Kurtubî (ö. 671 H.), "el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân"; es-Sâbûnî de, "Tefsîru Âyati'l-Ahkâm" adlı eserleriyle hüküm âyetlerinin tefsîrini yapmışlardır. c) Sünneti Bilmek. Bu şart üzerinde de bilginlerin ittifakı vardır. İctihadın bölünebileceğini kabul etmeyenlere göre bir müctehidin teklifî hükümleri içine alan bütün hadisleri okuması, onların amaçlarını kavraması, onlarla ilgili özellikleri bilmesi gerekir. Yine onun, sünnetin nasih ve mensuhunu, âmm ve hass'ını, mutlak ve mukayyedini bilmesi gerektiği gibi; hüküm hadislerinin rivayet yollarını, senedlerini, hadis rivayetlerinin kuvvet derecelerini de bilmesi gerekir. Hadis rivayet edenlerin hal tercemeleri ile adâlet ve zabt bakımından durumları hakkında bir çok eserler yazılmıştır. Kütüb-i Sitte gibi sahih hadis mecmuaları meydana getirilmiş ve bunlar üzerine bir çok âlimler tarafından şerhler yazılmak suretiyle hadisler senetleri bakımından tasnif edilmiş ve İslâm hukukçularının bazı hadisler üzerindeki görüş ayrılıkları ortaya konulmuştur. Bu hadis çalışmaları müctehidin bunlara başvurarak hüküm çıkarmasını kolaylaştırmaktadır. Hükümlerle ilgili bütün hadislerin ezbere bilinmesi şart değildir. Ancak gerektiğinde yerlerinin, başvurma metodlarının ve hadis rivâyetlerinin bilinmesi yeterlidir (Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, s., 382 vd). d) Üzerinde İcma ve İhtilaf Edilen Konuları Bilmek. Üzerinde icma (ittifak) meydana gelen konuları bilmek yanında Sahabe, Tabiî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilâfa düştükleri konuları bilmek gerekir. Ancak bütün icmâ yerlerini ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapılan mesele hakkında icmâ veya ihtilaf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir. Medine ve Irak fıkhının metod ve farklarını bilme yanında; doğru olanla doğru olmayan, naslara yakın olanla uzak olan şeyler arasında karşılaştırma yapabilecek akıl, anlayış ve değerlendirme gücüne sahip olmak gerekir. Gerçekte Asr-ı saadette ve daha sonra yaşamış büyük hukukçuların görüşlerini incelemek, delil ve temayülleri bakımından onlar arasında karşılaştırmalar yapmak kişinin muhâkeme gücünü ve araştırma melekesini geliştirir. Müctehidlerin ittifak ve ihtilaf ettikleri meseleleri, ihtilaf sebeplerini açıklayan eserler meydana getirilmiştir. eş-Şirâzî'nin (ö. 476/1083) "el-Mühezzeb" adlı eseri ve Nevevî'nin buna yazdığı şerh, İbn Hazm'ın (ö. "456/1063) "el-Muhallâ"sı İbn Rüşd'ün (ö. 595/1199) "Bidâyetü'l-Müctehid" ve İbn Teymiyye'nin (ö. 728/1327) "el-Fetâvâ" adlı eserleri bunlar arasında zikredilebilir. e) Kıyas Bilmek İctihad, bütün şekil ve metodlarıyla kıyası bilmeyi gerektirir. Hattâ imam Şâfiî'ye göre ictihad kıyastan ibarettir. Kıyasın metodunu bilmek; naslardan hüküm çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nassı seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek şu üç şeyi bilmeyi gerektirir: 1. Kıyasın dayanacağı asıl hükmü bilmek. Bu dayanağın ayet, hadis veya icma olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunması da gereklidir. 2. Kıyas kaide ve prensiplerini bilmek. Meselâ belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sabit olan bir nas üzerine kıyas yapılamaz. Kendisine dayanılan asıl hükmün illetini tesbit ettikten sonra hükme bağlanacak yeni meselede (fer'î) de aynı illetin gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmak gerekir. 3. Önceki müctehidlerin kıyas metodlarını bilmek. el-İsnevî (ö. 772/1370) "Kıyas bilmek bir ictihad kaidesi ve sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur." der [el-İsnevî, Şerhu Minhâci'l-Usûl, III, 310 (İbn Emîr'in Takrîri kenarında) Mısır 1316; Şafii, a.g.e., s., 477]. f) Hükümlerin Amaçlarını Bilmek İslâmî hükümlerin amaçları, belli bir nas'dan değil, bütün nasların toplamından anlaşılabilir. Bu hükümlerin asıl amacı insanlar için rahmet olmaktır. Ayette; "Biz, seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 21/107) buyurulur. İslâm'da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluğun değil kolaylığın tercih edilmesi bu rahmetin bir sonucudur. Emredilen bazı güçlükler büyük zararları gidermek amacına yöneliktir. Cihadın farz kılınışı böyledir. Nitekim âyette şöyle buyurulur:
Maslahata göre fetva vermede, gerçek maslahatlarla (toplum yararı) nefsî ve şehevî arzulardan gelen bir vehimden ibaret olan maslahatları birbirinden ayırdetmek gerekir. Böylece mazarratı defetme, maslahatı celbetme, bütün insanlara faydalı olan şeyleri tercih etme, başka bir deyimle toplum yararını kişisel yararın üstünde tutma melekesi gelişir. g) Doğru Bir Anlayış ve İyi Bir Takdir Gücüne Sahip Olmak. Müctehidin gerçek fikirleri yanlış olanlardan ayırdetme melekesine sahip olması gerekir. Bu da doğru bir anlayış ve keskin bir görüşe sahip olmakla gerçekleşebilir. h) İyi Niyet ve Sağlam Bir İtikad Sahibi Olmak. İslâm dinî, ancak kalbi iman ve ihlasla aydınlanmış olanların idrak edeceği bir dindir. İtikadı bozuk kimse bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer; tarafsız bir gönülle naslara yönelemez. Kötü niyet düşünceyi de kötüleştirir. Bu yüzden büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmadan önce ihlâs ve takvâlarıyla meşhur olmuşlardır. İhlaslı kimse gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder, taassub göstermez. Büyük imamların hepsi; "Bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir" demişlerdir (Ebû Zehrâ, a.g.e., s. 388, 389; İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Trc. Abdulkadir Şener, Ankara 1968, 1969, s. 125, 126). İşte İslâm hukukçularının müctehidde bulunmasını gerekli gördükleri şartlar bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide "mutlak veya müstakil müctehid" denir. Fıkıh usulü bilginleri müctehidleri yedi tabakaya ayırırlar: 1) Şerîatte müctehidler. Ca'feru's-Sadık, Muhammed el-Bâkır, Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi. 2) Müntesip mutlak müctehidler. Ebû Yusuf, Muhammed, Züfer, el-. Müzenî, Abdurrahman b. Kasım gibi. 3) Mezhebte müctehidler. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, İsfereyânî ve Şîrazî gibi. 4) Tercih yapan müctehidler. Bazı usulcüler önceki tabakayla bunu bir saymışlardır. 5) İstidlâl sahibi müctehidler. Bunlar; "Şu görüş rivâyet bakımından daha sağlam ve delilî yönünden daha kuvvetlidir" gibi açıklamalar yapmışlardır. 6) Hafızlar tabakası. Bunlar taklidçi olup, öncekilerin tercihlerini bilmede huccet sayılırlar. 7) Mukallidler tabakası. Bunlar, fıkıh kaynaklarını anlayabilir, fakat görüş ve rivayetler arasında tercih yapamazlar. Dayandığı Kitap, Sünnet, İcmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp bununla amel etmeye "taklid"; deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak suretiyle bir müctehidin reyini benimsemeye ise "ittiba" denir. eş-Şevkânî'ye (ö. 1250/1832) göre sahabe, Tâbiûn ve Tebe-i tâbiîn içinde ictihad edecek dereceye ulaşamayanlar belirli bir müctehidi taklîd etmiyor; onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öğrenerek bunlara ittiba ediyorlardı. Taklid bu nesillerden sonra ortaya çıkmıştır. Taklid yerine, ittiba ruh ve alışkanlığının geliştirilmesi gerekir. Bu durum, ilim adamlarını delilleri öğrenmeye zorlar, delillerin kuvvetli olanı ile zayıf olanım tartışma imkânı doğar. Bunun gerçekleşmesi için delillerin zikredildiği temel eserlere yönelmek, te'lif edilecek İslâm hukuku kitaplarında hükümlerin dayandığı delilleri de göstermek gereklidir. Bunun sonucunda araştırıcılar, vahiy, Sünnet ve icmâi ümmet üzerinde düşünme ve değerlendirme imkânı bulurlar. (Hamdi DÖNDÜREN) Müçtehit kimdir?..Cevap
Değerli kardeşimiz, Müçtehit; Kur'an'ın sırlarını hakkıyla bilen, içtihat yapabilen, İslâmî ilimlerin bütün hükümlerinde otorite olan her fıkıh bilginidir. Bu zâtlar âyet ve hadislerin sırlarını bilme yeteneğine sahip seçkin insanlardır. Aklî ve naklî ilimlerin derinliklerine dalmış, keşfettikleri çeşitli cevherleri Müslümanların istifadesine sunmuşlardır. Müçtehitlik, yüksek ve seçkin bir makamdır. Kişi o makama iddia ile değil; ilimde derinlik kazanma yanında Cenâb-ı Hakk'ın ikram ve ihsanı ile çıkabilir. O sahada onlarla yarışmak her kişinin kârı değildir. Dikkatle bakılırsa enbiyaya vâris olmanın en şanlı ve en muhteşem bir örneği, onlarda görülebilir. Büyük müçtehitlerin her biri hidayet nuruna mazhardır. İlâhî hükümlerdeki maksatları idrak etmek onları uygulama sahasına koymak, onların görevidir. Sahabeden sonra şartlar değişmeye başladı. Muamelatta, ticarette, sanatta, ziraatta yeni gelişmeler meydana geldi ve yeni problemler ortaya çıktı. Örf ve adetlerde değişmeler oldu. Elbetteki, bu ihtiyaçlara lakayt kalınamazdı. İşte bu devrede her bir müçtehit, kendisine düşen görevin ağırlığını takdir ederek pek büyük bir gayret ve dikkatle içtihatta bulundu. Bütün yetenek ve gayretlerini sarf ederek fıkıh ilminin kural ve kanunlarını tespit ettiler. İşte bu zâtlar sayesinde içtihat ilmi kemal noktasına erişti. Müçtehidde Bulunması Gereken Şartlar Şunlardır: 1) Arapça'nın kurallarını bütün incelikleriyle bilmelidir. 2) Kur'an'a ait ilimleri tam anlamıyla bilmelidir. 3) Müçtehidin, din bilginlerinin ortak kararına aykırı hareket etmemek için, hakkında kesin karar verilmiş olan bütün hükümleri bilmesi lâzımdır. Bunu bilmesi içinde tâ ashaptan itibaren bütün İslâm bilginlerinin nerelerde ayrılıp, hangi konularda birleşmiş olduklarını araştırmış olması gerekir. 4) Müçtehit, kıyasın vecihlerini bilmelidir. Zira, içtihadın ruhu kıyastır. Bu sebeple bir müçtehit, fıkıh metodolojisinin kıyas bölümündeki bütün rükünleri, çeşitleri, hükümleri, şartları ayrıntılarıyla bilmelidir. 5) Müçtehit örf ve adetleri de bilmelidir. 6) Müçtehit olan zâtın, dinî hükümlerle ilgili olan hadisleri ezberleyip, onların doğruluk derecesini, rivayet edenleri; mütevâtir mi, meşhur mu, ahad mi, mensuh mu olduğunu bilip ihata etmesi şarttır. Yine bu hadisleri rivayet eden zâtların cerh ve ta'dil açısından ahvallerine de vâkıf olmalıdır. 7) Fıkıh metodolojisinde zikredilen esaslar, kaideler ve şartlar müçtehitte kabiliyet hâline gelmelidir. Sadece bu şartların gerçekleşmesi de değildir. İçtihat için doğuştan bir yetenek, dehâ derecesinde bir zekâ ve kabiliyette şarttır. Abdulkerim Zeydan, Usûl-ü Fıkıh adlı eserinde, bu hususu şöyle açıklıyor:
Yine bu konuda, İmâm-ı Mâlik Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
Evet, içtihat için ilahî bir hediye de şarttır. Yani çalışarak kazanılan şartlar içtihadın cesedi ise, Allah tarafından verilenler de içtihadın ruhu hükmündedir. Takva ve salih amelde yeterince hassas olmayan bir insan ilimde ne kadar ileri olursa olsun onun içtihadına itibar edilmez. Bir kimsede yukarıdaki şartlardan birisi veya bir kısmı bulunmazsa, o kimseye terim anlamıyla müçtehit denilmez. Kendi kendine iddia etmekle sultan olunmaz. Zira, delil istenilir. İlim ve irfan sadece insanın şahsi gayretine ve çalışmasına ait olsa elbetteki pek eksik kalır. Çünkü, insanın fikri de, aklı da sınırlıdır. Binaenaleyh, bunlarla her şeyin, her hakikatin mahiyetini, esasını ihata etmek mümkün değildir. İlim ve marifetin gelişmesi için İlahî ilham da lâzımdır. Ancak o zaman basiret nuru parlar, birçok sırlar ve hakikatler o nur ile keşfedilebilir. Evet, ilham ve ilâhî yardıma mazhar olan bir insan hakikatlerin keşfine muktedir olabilir. İçtihat için pek büyük bir kabiliyet ve pek geniş malûmat yanında pek büyük bir takva, salahat ve yüksek bir ahlâk da gerekir. Hafızalarını bütün Kur'an ile ve yüz binlerce hâdis-i şerifle süslemiş nice büyük zâtlar bile içtihada cesaret edememiş, içtihat iddiasında bulunmamışlardır. Çünkü bu yetkiye sahip olmayanların içtihat yapmaları, sorumluluğu gerektirir. Binaenaleyh içtihada kabiliyeti olmayanların bir müçtehidi taklit etmekten başka çıkış yolları yoktur. Aksi halde, dinin kutsi hükümlerini korumak ve devam ettirmek mümkün olmaz. Ehl-i sünnet dairesinde olan müçtehitlerimizin hepsinin, kâmil bir hidâyet ve doğru bir yol üzerinde olduklarına itikat etmek, Müslümanlar üzerine bir vecibedir. Çünkü, başta Peygamber Efendimizin (asm.) ve sahabe-i kiramın en güzide, en salahiyetli vârisleri bu büyük müçtehitlerdir. Bunların, evliyanın da sertacı olduklarında ümmetin ortak görüşü söz konusudur. Allah, dine ait hükümleri yerleştirmek ve şeriatın hikmetlerini Kur'an-ı Kerim ve Sünnetten çıkarma hususunda bu zâtlara özel bir ihsanda bulunmuştur. Hakikaten onlar şeriat ve hakikatin kendilerinde ortaya çıktığı derin bilgi sahibi asfiyaların en büyüklerindendir. Şu halde onlardan herhangi birini hafife almak, tezyif etmek veya onlarla eşitlik dava etmek en azından haddini bilmezliktir. "Sebep olan yapan gibidir." kaidesince, onlar kıyamete kadar gelecek bütün müminlerin yaptıkları ibadetlerden hissedardırlar. Küllî fazilet ve ilim noktasında onların topuğuna dahi yetişilemez. Bu meselede, Bediüzzaman Hazretleri, "Başta müçtehi-din-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarikatların şahları, aktabları mı efdaldir?" sorusuna şöyle cevap vermiştir:
Müçtehitlerden bazıları Sahabe-i Kiram Hazretlerini gördüler, onlarla sohbette bulundular ve onlardan ilim ve edep tahsil ettiler. Şer'i ahkâma ait kaide ve kanunları Kur'an ve hadislerden çıkardılar. Bu hükümleri çıkarma konsunda azamî derecede dikkat gösterdiler. Akıl ve nakle dayanan dini konuları içeren kitaplar yazdılar. İşte onların bu fedakârâne çalışmaları ile fıkıh ilmi tam bir istikrar ve istikamet kazandı. Müctehidler Örnek İnsanlardır Müçtehitler, meslek ve meşreplerinde ciddiyete, hâl ve hareketlerinde de rıfk ve mülayemete son derece dikkat ederlerdi. Onlar, "Kalplerin sevgilisi, akılların öğreticisi, ruhların sevgilisi olmuştur." olmuşlardı. Mugalatadan, aldatmaktan, şöhretten, riya ve tasannudan şiddetle nefret ederlerdi. Hakikati araştırma ve ona ulaşmada son derece gayretliydiler. Müçtehitler ilim ve marifette birer umman oldukları gibi güzel ahlakta da örnek şahsiyetlerdi. Mübarek yüzlerinde muhabbetle karışık bir vakar parlardı. Allah Teâla Hazretleri ilmi, hikmeti, iffeti, şecaati, sehaveti onlarda toplamıştı. Dinin ulviyeti kalplerinde yer tutmuştu. Ruhları güzel seciye ve faziletler ile doluydu. İstikamet ve adalet onlarda yaratılıştan gelen yetenek halindeydi. Hak yolunda hiçbir kuvvet onları adaletten men edemezdi. Onlar, fıtraten temiz, kuvve-i kudsîyeye sahip birer insan-ı kâmildiler. Kalbleri nefsani hastalıklardan uzaktı. Onlar, hakkı izhar ve tebliğde aldatmak ve hileden son derece uzaktılar, zâten kâmil bir akıl; insanı cahilane cesaretlerden men eder. Onlar, hak ve hakikatin aşığı idiler. Hakikat kimin ağzından çıkarsa çıksın, onu kabulde ve teslimde asla tereddüt göstermezlerdi. Benlikten, gururdan, kibirden son derece nefret ederlerdi. Nitekim İmâm-ı Şafiî, şöyle buyurmuştur:
Onlar, hakkın tecellisine o derece sarsılmaz bir aşk ve muhabbetle bağlı idiler ki, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan çekinmezlerdi. İcabında canlarını bile esirgemezlerdi. Bir takım zâlim melikler ve müstebit sultanlar bu fukaha-i izam hazretlerine her türlü eza ve cefâyı tatbik ettiler, İslâmiyetin nurani sayfalarını akıllara durgunluk veren karanlıklara çevirdiler, vicdanları ebediyyen sızlattılar. Meşru olmayan arzu ve zevklerini yerine getirmek, mevki ve makamlarını muhafaza etmek için o imamları kendi siyasetlerine alet etmeye çalıştılar, fakat buna muvaffak olamadılar. Bütün bu eza ve cefaya rağmen o büyük zâtlar hak davalarında sebat edip, hakikatten zerre kadar taviz vermediler. Son nefeslerine kadar hak gördükleri mesleklerinden ayrılmadılar. İmam-ı Azam, Ahmed bin Hanbel gibi büyük müçtehitler en zâlim sultanlara karşı hakikati söylemekten çekinmemişlerdir. İmâm-ı Azam kendisine teklif edilen rütbe ve payeleri reddederek hapishaneye girmeyi, hatta mazlum olarak ölmeyi tercih etti. İmâm-ı Ahmed de hapishanede zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde hakikatleri söylemekten çekinmedi. Müçtehitler, hakkı ihya, batılı iptal yolunda hatır ve gönül tanımazlardı. Öyleki, haksız taraf babaları ve çocukları dahi olsa hiç tereddütsüz aleyhlerine hüküm verirlerdi. Yegane maksatları Allah rızasını tahsil etmekti. Allah korkusu kalplerinde o kadar yer tutmuştu ki göz yaşları bazılarının yanaklarında izler bırakmıştı. Onlar vüs'at-ı ihataya mâliktiler; gördükleri, işittikleri, okudukları şeyleri zihinlerinde, hafızalarında muhafaza ederlerdi. Bu nimeti Hak Teâla Hazretleri onların fıtratlarına bahsetmişti. Hafızaları çok vüsatli birer malûmat hazinesiydi. Ayaklı kütüphane tabiri gerçekten bu gibi zâtların unvanıdır denilse yeridir. Meselâ; İmâm-ı Mâlik, bir milyon hadis-i şerifi hıfzetmişti. Bununla beraber, nice hadis alimi vardır ki, binlerce, yüz binlerce hadis ezberledikleri halde, o hadislerin ihtiva ettikleri şer'î hükümleri çıkarmaya muktedir olamamışlardır. Nitekim, bir gün hadis üstadı İmâm-ı A'meş, fıkıh imamlarından İmâm-ı Ebu Yusuf'tan bir meselenin hükmünü sorar. İmâm-ı Yusuf cevap verince, İmâm-ı A'meş; "Bu hükmü nereden istihraç ettin?" diye sorar. Ebu Yusuf da; "Senin bana rivayet ettiğin hadisten.", der ve hadisi okur. Bunun üzerine İmam-ı A'meş: "Ben bu hadisi, sen daha dünyaya gelmeden ezberlemiş olduğum hâlde, bugüne kadar manasını böyle anlamamıştım." diyerek İmâm-ı Ebu Yusuf'un fıkıh ilmindeki derecesini takdir eder. Müçtehitlerin bir kısmı tabiîn, diğer kısmı da tebe-i tabiîn devrinde yetişmişlerdir. Bu devirler ilim ve marifet için en güzel bir zemindir; ilim ve irfanın baharıdır. O zamanda hikmet ve marifet tohumları, az bir zamanda neşv ü nema bularak marifet çiçekleri açardı. Meselâ; Süfyan b. Uyeyne dört yaşında hafız olmuştu. Müçtehidîn-i İzam Efendilerimiz ilim ve irfanlarını sahabelerden aldılar ve onların malûmatına kemaliyle vâris oldular. Sahabelerin bütün ahvallerini, faziletlerini, biyografilerini bilirlerdi. Herhangi bir hâdisenin zuhurunda evvela Kitap ve Sünnete sonra sahabe-i kiramın içtihatlarına müracaat ederlerdi. Bunlarda açık bir hüküm bulamadıkları meselelerde kendi rey ve içtihatları ile amel ederlerdi. Onların mertebeleri, istidatları, ilim ve irfanları gayet yüksekti. Bunlar asr-ı saadete daha yakın olduklarından bizzat o asrın feyzine vâris olmuşlardı. Bir kısmı, Sahabe-i Kiram efendilerimizi bizzat görüp onlardan İslâmî ilimleri tahsil etmişler, içtihada ait prensipleri onlardan ders almışlardı. Bu ise, ulvi bir makam ve şereftir. Müçtehitler, Sahabe-i Kiram gibi Kur'an âyetlerinin bütün meziyet ve sırlarını anlamışlardı. Ashab-ı Kiramın ittifak ettikleri meseleleri aynen kabul ederlerdi. Üzerinde ortak görüş olan meselelerde içtihada teşebbüs etmezlerdi. Müçtehitler Sahabe-i Kiram Hazretlerine hayırlı evlat oldular. Dine ait meseleleri araştırma ve incelemede ümmete dayanak noktası olup zorluklarını hallettiler. Asıl ve ayrıntıya ait fıkhî meseleleri bir araya toplayıp kitap haline getirerek, ümmete kıyamete kadar istifade edecekleri engin ve zengin bir hazine bıraktılar. İçtihatta kemal mertebesine nail olmak şerefi ancak dört büyük imama nasip olmuştur. Kuran ve sünnetin sırlarına hakkıyla vâkıf olan bu zâtlar, ruhlarını güzel ahlâk, salih amel ile süslemişlerdir. Bu zâtların her biri birer irfan harikasıdırlar. Müslümanların açmazlarını halletme hususunda birbirlerini tamamlamışlardır. Peygamber Efendimize (asm.) kemal derecede vâris olan bu zâtlar, akılları hayrette bırakan hizmetleri ile vicdan-ı umumînin takdir ve hürmetlerine mazhar olmuşlardır. Müçtehidîn-i Kiram Hazretlerinin bu ümmete pek büyük, pek faydalı hizmetler yaptıkları inkâr edilemez. Tarihin sayfaları mütalaa edilirse, bu hizmetlerin nice örnekleriyle karşılaşılır. Selam ve dua ile... Müçtehitlerin tabakaları nelerdir?Cevap
Değerli kardeşimiz, Fıkıh metodolojisi alimleri, müçtehitleri ikiye ayırıyorlar: Müçtehid-i mutlak ve müçtehid-i mukayyed. Müçtehid-i mutlak, bütün şeri meselelerde içtihat ehliyetine sahip olan zatlardır. Müçtehid-i mukayyed ise bazı meselelerde içtihada muktedir olup, bazı konularda ise içtihada ehil olmayan fakîhlerdir. Bunlar içtihat edemedikleri konularda diğer mutlak müçtehitleri taklit ederler. Müçtehit, kendi akıl, hayal ve hissiyatından mesele istihraç edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartıyla, şer'i deliller içinde saklı olan ve dinin itikatla ilgili olmayan fer'i meselelerini istihraç edebilir; aksi halde mesul olur. Müçtehitlerin tabakaları birbirinden farklıdır. Bazısının derecesi daha yüksek ve daha feyizlidir. Tabaka-i fukaha yedidir. 1. Müçtehid-i fi'ş-şer'îa: Buna müçtehid-i mutlak denir. Asıl ve ayrıntıda bir başka müçtehidi taklide mecbur olmayan İmâm-ı Ebu Hanife, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Hanbeli gibi zevattır. 2. Müçtehid-i fi'l-Mezhep: İçtihatta tâbi olduğu mezhep imamlarının takdir ettiği yöntem ve kurallar üzerine hareket eden müçtehitlerdir; İmâm-ı Ebu Yusuf, İmâm-ı Muhammed gibi. 3. Müçtehid-i fi'l-mesele: Kendi mezhebinde hükmü mevcut olmayan bir meselede içtihada muktedir olan fakihlere denir. Mesela: Ebu Hasan el-Kerhi, Şemsü'l-eimme el-Hülvânî, İmâm Serahsi gibi birçok zatlar... Bu zatlar ne asılda ne de ayrıntıda mezhep imamlarına asla muhalefet etmemişlerdir. Yalnız yeni hadiselerde onların koyduğu usûl ve kaideler üzere içtihat yapmışlardır. 4. Ashab-ı Tahriç: Bu zatlar, içtihat iktidarına sahip olmayan mukallitlerdir. Bunlar kendi mezhep imamlarından nakil olup da bir kaç cihete ihtimâli olan tam belirgin meseleleri tefsir ve açıklamaya muktedir olan fakihlerdir. Mesela: Cessâs, Ebu Bekir er Razi gibi meşhur zatlar. 5. Ashab-ı Tercih: Halkın örfünü, âdetini ve zamanın ihtiyacını dikkate alarak mezhebindeki muhtelif rivayetlerden en uygun olanını tercih iktidarına sahip olan ulema-i kiramdır. Mesela: Meşhur "Kuduri" sahibi Ebu'l Hasan, Hidaye Sahibi Şeyh-ül İslâm Merğinâni gibi. 6. Ashab-ı Temyiz: Bunlar tercihe iktidarları olmayıp, kendi mezheplerinde mevcud bulunan kavi ile zayıf hüküm arasını temyize muktedir olan zevattır. Mesela, Kenz'in müellifi Nesefı, Muhtar'ın sahibi Ebu Fazl Müceddidi el-Mevsili, Vikaye'nin sahibi Tâcü'ş-Şerîa Mahmud Buharî, gibi... 7. Ashab-ı Taklid: Müçtehit derecesinde olmayan fıkıh alimleridir. İbn-i Abidin gibi... Hanefî mezhebinin temel kitaplarından olan sekiz ciltlik fıkıh kitabının sahibi olan böyle büyük bir âlimin, müçtehitlerin yedinci tabakasından sayılması, günümüzde içtihat davasında bulunanların üzerinde insafla düşünmeleri gereken bir husustur. * * * Not: Detaylı bilgi için Osman Keskioğlu’nun "Müctehidlerin Dereceleri" isimli şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz: Müctehidlerin Dereceleri Tabakat-ı Fukuhâ: İslâm müellifleri, her âlime lâyık olduğu mevkii vermişler; müfessirleri, muhaddisleri, fakîhleri, hâiz oldukları ilmi kudrete göre derecelere ayırmışlardır. Bu hususta yazılan eserlere “Tabakât” denir. Fâkîhleri kategorilere ayıran eserlere “Tabakatu Fukahâ” adı verilmiştir. İslâmın ilk devirlerinde Sahabe ve Tâbiîn zamanlarında İslâm ulemâsı muhtelif derecelere ayrılmış değildi. Hattâ o zaman fukahâ tâbiri bile bugünkü anlamda kullanılmazdı. Fıkıh mezhebleri kurulmuş değildi. O devirlerde büyük küçük, her âlim kendi ilmiyle âmil olur, kimse kimseyi taklid etmezdi. Bilmedikleri bir mesele olursa onu birbirlerinden sorup öğrenirlerdi. Hiçbir kimse Ashâbın veya Tâbiîn’in fakihlerinden birine nisbet olunmazdı, öğrenmek istediğini dilediğine sorardı. Ortada bugünkü mânâda mezheb yoktu. Fakat Tâbiîn devrinin sonuna doğru yavaş yavaş ictihad meslekleri kurulmağa ve fıkıh husûsî bir ders hâlinde okunmağa başladı, ictihad kavillerine göre, fukahâ gruplara ayrıldı. Irak’ta İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, Hicaz’da İmam Mâlik, Mısır’da İmam Şafii gibi büyük müctehidler fıkıh meselelerini inceleyerek hükme bağladılar. Bu suretle gerek usûl-u fıkıh ve gerek furû-u fıkha âit esasları hazırlıyarak, usûl ve fürû ile, kavâid ve zavâbitiyle, külliyat ve cüz’iyâtiyle az çok birbirinden farklı birer fıkıh ekolü meydana gelmiş oldu. İşte bu müctehidlerin içtihatlarına uyub onların yolundan gidilmeğe başlandı. Ve bu fıkıh mesleklerine "Mezheb" denildi. Mezhebin kurucusu kendine uyanların önderi ve başı olduğundan O’na da mezheb imamı adı verildi. Mezheblerin imamların m şöhreti her tarafa yayıldı. Binlerce ilim meraklısı öğrenci, ulam ulam gelerek bu İmamlardan ders okudular, öğrendiklerini dönüşlerinde kendi memleketlerinde yaydılar. Bu suretle mezhebler her tarafta duyuldu ve yayıldı. Her İmamın taraftarları çoğaldı. Bu imamlara nisbet olunmağa başlandı. Mezheblere, kurucusu imamın nâmına ntsbetle “Hanefî Mezhebi” – “Şafii Mezhebi” v.s. denildi. Böylece Hanefiyye, Şafiiyye, Mâlikiyye, Hanbeliyye dört mezheb halinde ortaya çıktı. Müctehid imamlar devrinde kurulan mezhebler yalnız bu dört mezhebten ibaret değildir. Bu dört İmamdan başka daha bâzı mezheb imamları vardır. Hasan Basrî, İbn-i Şübrüme İbn-i Ebi Leylâ, Evzâî, Süiyân-ı Sevrî, Leys İbn-i Sa’d, Süfyân İbn-i Uyeyne, İshak İbn-i Râhûye, Ebû Sevr İbrâhim, Dâvud-ı Zâhirî, İbn-i Cerîr Taberî, Amr b. Hâris, Abdullâh b. Ebû Ca’fer, Ebû Ubeyd Kasım b. Selâm, İbn-i Huzeyme, İbn-i Nasr Mervezî, İbn-i Münzir Nîsâbûrî v.s. bunlardandır. Sayılan 17’yi bulan bu zatlar ve bunlardan başkaları kendilerine mahsus bir mezheb sâhibidirler. Bâzılarının mezhebi kendi şahsına münhasır kalmış, bâzılarının mezhebi bir müddet devam etmiş, sonra sönmüştür. Bunların taraftarları diğer mezhebler içinde erimiştir. 400 senesinden sonra ortada 4 mezheb kalmıştır. Ara sıra hiçbir İmama tâbi olmıyan müstakil müctehidler çıkmışsa da belli başlı ve esaslı bir mezheb kuramamışlardır. Bu 4 mezhebin fukahâsı ilnıî iktidarlar ma göre derecelere ayrılmıştır. Her mezhebte fıkıhta tabakat kitaptan yazılmıştır. Her mezhebin tabakat fukahâsı başka başka bakımlardan taksim edilmiştir: Hanefilerin Taksimi: Hanefilerin en meşhur taksimi, büyük Türk âlimi İbn-i Kemâl merhûmun sınıflamasıdır. Ona göre fukahâ şu 7 tabakaya ayrılır: 1. Dinde ictihad sâhibi olan MÜCTEHİD-İ MUTLAK, 2. Mezhebde Müctehid, 3. Mes’elelerde Müctehid, 4. Tahric Erbâbı, 5. Tercih Erbâbı, 6. Temyiz Erbâbı, 7. Sırf Mukallid. 1. Müctehid-i Mutlak Hem usûlde ve hem fürûda başka bir müctehidi aslâ taklid etmeyip mutlak olarak ictihad sahibi olan müctehiddir. 4 mezhebin sahipleri olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanife, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İmâm Ahmed ibn-i Hanbel ve diğer müctehidler bunlardandır. Bunlar usûl ve kaideleri hazırlayıp, naslardaa mes’elelerin hükümlerini çıkarmışlardır. Ahkâmı istinbât etmişlerdir. Bunların her birinin usûlde bir ictihad yolu vardır. Mezheb sâhibidir. 2. Mezhebde Müctehid Doğrudan doğruya naslardan, şer’î delillerden ahkâm îstinbâtı selâhiyetine hâiz olmakta berâber, tâbi olduğu mezheb imamının ictihad yolunu tutarak onun usûl ve kavâidi üzre hareket eden, ictihad husûsunda onun mesleğini tutan müctehiddir. İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed ibn-i Hasan eş-Şeybâni, İmâm-ı Züfer, İmâm-ı Hasan İbn-i Ziyad bunlardandır. Bunlar bâzı furû’ meselelerinde İmâm-ı A’zam’a muhâlefet etmişlerse de ictihad usûl ve kavâidinde ona uymuşlardır. Prensipleri aynı idi. Aynı delilleri alırlar, aynı usûlü kullanırlardı. Hanefi fıkhının mes’elelerinin çoğunda İmâm-ı A’zâm’dan ayrılmışlardır. 3. Mes’elede Müctehid Olanlar Hakkında bir hüküm olmıyan mes’eleler hakkında ictihad edenlerdir. İmamlardan bir kavil menkul olmıyan mes’ele hakkında hüküm verme selâhiyetini hâizdirler. İmamların dediklerine karşı birşey diyemezler. Hassâf, Tahâvî, Ebu’l-Hasan Kerhi, Şemsü’l-Eimme Helvâni, Şems’ül-Eimme Serahsî, Fahru’l-İslâm Pezdevî, Kâdıhân, Hulâsatu’l-Fetâvâ sâhibi Tâhir Ahmed İftihârü’d-Din Buhârî, Zahire ve Muhit-ı Burhânî sâhibi Burhânü’d-Din Mahmud Buhârî, bunun pederi Sadru’s-Saîd Tâcüddîn Ahmed İbnü’l-Abdülâziz b. Mâze, bunun birâderi Sadru’ş-Şehîd Husâmü’d-Dîn Ömer İbn-i Abdü’l-Aziz b. Mâze ve bunların babaları Sadr-ı Kebir Burhânu’1-Kebîr Burhânü’l-Eimme lâkabını taşıyan Abdü’l-Azîz b. Mâze bunlardandır. Bunlar usûl ve furûda mezheb sâhibine muhâlefet etmezler. Yalnız hakkında mezhebte bir rivâyet bulunmayan yeni hâdiseler hakkında mezheb imamının çizdiği esaslar dâhilinde onun usûlüne göre ictihad ederler. Mes’elenin hükmünü bildirirler. 4. Tahric Erbâbı Bunlar fıkıhta büyük meleke sâhibi olan fakihlerdir. İctihad edemezler, ancak mezhebin usûl ve kavâidini, fıkhın mes’elelerini kavramış olduklarından, o mezhebin müctehidlerinden nakl olunup da birkaç türlü anlaşılma ihtimâli olan bir kavli açıklarlar. İhtimâli kaldıracak şekilde îzah ederler, Kezâ mezhepte haklarında hüküm bulunmayan yeni mes’elelerin hükmünü mezhebin usûl ve kavâidine göre bulup çıkarırlar. Cessâs, Ebû Bekr Râzı, onun talebesi Ebû Abdillâh Cürcânî gibi. Tahric, fıkıhta bir merhale ve hamledir. Ancak sonraları maalesef bu da durmuştur. 5. Tercih Erbâbı Delillere bakarak mevcud kavülerden ve rivâyetlerden birini diğerine tercih etme kudretini hâiz olan fakîhlerdir. Bunlar delilleri incelemeye ve mukayeseye ehildirler. Fakat tahric ashâbı derecesine yükselememişlerdir. Bunlar mezhebin hükümlerini bellemişlerdir. Bu cihetle bir mes’ele hakkında mezheb imamlarının muhtelif görüş ve kavillerini süzüp onlardan birini seçerler. Halkın ihtiyâcına daha uygun, örf ve âdete daha yaraşır olanını alırlar. Bunlar bu tercih işini yaparken, şu tâbirleri kullanırlar; “Rivâyeten sahih veya eslâh olan budur. Kıyasa erfaktır, nâsa evfaktır, ahvat olan budur.”. Muhtasar-ı Kudûri sâhibi Ebu’l-Hüseyn Kudûrî, Hidâye sâhibi Şeyhü’l-İslâm Burhânü’d-Din Merginânî, Fethu’l-Kadîr sâhibi Kemâlü’d-Dîn İbn-i Humâm.. Tercih erbabından sayılırlar. Bâzıları ise bu üç zâtı mes’elelerde ictihad kudretini hâiz olan III. tabakadan, sayarlar. Eserlerindeki tetkikat bunu gösterir. 6. Ashâb-ı Temyiz Tercih edecek kudrete hâiz olmayıp, yalnız mezhebteki zâhir-i rivâye ile nâdir-i rivâyetleri birbirinden ayırt edebilecek ve kuvvetli kavil ile zayıf kavli temyiz edecek iktidarda olan fakihlerdir. Bunların, mezhebin delillerini tetkik ve tetebbu’ husûsunda noksanları bulunduğu gibi, delilleri îzah ve mes’eleleri beyan husûsunda tercih erbâbı kadar nüfuz-u nazara mâlik olmadıklarından muhtelif kavilleri yekdiğerine tercihe yeterli sayılmazlar. Ancak mezhebin ana kitaplarını tetebbu’ ve mezhepte mevcud kavilleri, birbirine muhalif düşen rivâyetleri bellemiş olduklarından, mezhebin kitaplarında kimin re’y ve görüsü olduğu tasrih edilmeyen çeşitli kavillerden hangilerinin zâhir-i rivâye, hangilerinin nevâdirden olduklarını, bunlardan hangilerinin tahrîc edilen kavillerden bulunduklarım fark ve temyiz ederler. Görülüyor ki, temyiz ashâbı tercih erbâbı gibi mezhebin kavillerini bellemişlerdir. Fakat delillerin rûhuna ve İnceliğine nüfûz etme husûsunda tercih erbâbı mertebesine ulaşamamışlardır. Hem delilde, hem hükümde mukallid derecesindedirler. Tercih erbabı ise yalnız delilde mukallittirler. Mütûn-i erbaa: kaynak vazifesi gören 4 metin adı ile marûf olan “Kenz, Muhtar, Vikâye, Mecma’ ” sâhipleri bunlardandır. Kenz’in sâhibi; Ebu’l-Berekât Hâfızü’d-Dîn Nesefî, Muhtar’ın sâhibi: Ebu’l-Fazl Mecdüddîn Mevsilî, Vikâye’nin sâhibi; meşhur Sadru’ş-Şerîa’nın atası Tâeü’ş-Şeria Mahmud Buhârî, Mecma’ın sâhibi; Muzafferü’d-Dîn İbn-i Saatî’dir. İnsafla düşünülürse bu zatlar gerek usûl ve gerekse furuda mahâret sâhibi büyük âlimlerdir. Bu bakımdan bunları delil ve nazara ehil olmıyanlardan saymak biraz insafsızlık olur. Bunlar İlmi kudretleriyle mütenâsip olarak, hiç olmazsa, tercih erbâbından sayılmalıdırlar. Bâzı ulemâ Kenz sâhibi Hâfızü’d-Dîn Nesefî’yi mezhebte müctehid olanlar tabakasından saymaktadırlar. Bundan maksatları onu tahrîc erbâbı arasına koymaktır. 7. Mukallid-i Mahz Bunlar sırf taklit erbâbındandırlar. îctihad kudretleri yoktur. Kavilleri tercih ve temyiz de edemezler. Bunlar hakikatte fukahâ tâbirine bile giremezler. En büyük meziyetleri binlerce fıkıh mes’elesini hıfz etmek, yaş - kuru bakmaksızın buldukları mes’eleleri eserlerine dere etmektir. Bunlar hâfızalarına birçok mes’eleleri yığmışlardır. Fakat onların delillerini inceleyip hükme varmamışlardır. Bunlar fâkîh değil, fıkhı taşıyan kimselerdir. Ezberledikleri mes’eleler delilden mücerret, kuru nakilden ibârettir. Mes’elelerin kâillerini bile zikretmezler. “Kıyle” deyip geeçrler. Kitaplarını kendilerinden öncekilerden toplarlar. Son devrin en yaygın müracaat kitabı olan “Reddü’l-Muhtâr” bu kabil eserlerdendir. Bunlardaki ta’liller, hükümlerin illetlerini beyan çabaları, hakikî deliller olmayıp cedel nev’inden sözlerdir. Belki de mezheb sâhibinin hatır ve hayâlinden bile geçmeyen şeyleri söylerler. Bunlar sahih, gayri sahîh seçmeden bulduklarını toplamışlardır. İbn-i Kemâl bunları “Hâtıbu’l-Leyl” gece karanlığında odun toplayan oduncuya benzetir. Eline ne geçerse, sağlamını çürüğünden seçmeden toplarlar. Hicrî 800 senesinden sonraki Hanefi fukahâsının çoğu bu cümledendirler. Şafiîlerin taksimi: Şâfiller kendi fakihlerini: Müstakil Müctehid, Müntesib Müctehid, Mezhebte Müctehid, Fetvâ veren Müctehid olmak üzere 4 tabakaya ayırırlar. İlk İkisi Müctehid-i Mutlaktır, son ikisi de Müctehid-i Mukayyedtir. Bunları Hanefiyyenin taksimi ile karşılaştırırsak: Müstakil Müctehid, Hanefilerin dînde müctehid dediklerine; müntesib müctehid de, Hanefîlerin mezhebte müctehid dediklerine diyorlar. Şafillerin mezhebte müctehid dedikleri ise Hanefîlerin mes’elelerde ictihad edenle tahrîc erbâbı dediklerine tekabül ediyor. İki sınıf, Şâfiilerde birleşiyor. Fetvâda müctehidler ise tercih erbâbı karşılığıdır. Temyiz erbâbiyle mukallid-i mahzları Şafiîler fukahâ zümresinden saymazlar. Şafiîlerin taksimini izâh edelim: 1. Müstakil Müctehid: Bütün fıkhî mes’elelerde mutlak surette ictihad kudretini hâiz olan kimsedir. 4 mezhebin imamları olan; Ebû Hanife, Şâfiî, Mâlik, Ahmed İbn-i Hanbel bunlardandır, Bunların kendilerine mahsus ictihad usûlleri vardır. 2. Müntesib Müctehid Bu da bütün dînî mes’elelerde mutlak sûrette ictihad kudretine hâizdir. Ancak ictihad husûsunda başka bir müctehld-i müstakilin usûlüne uymuştur. Başka bir müctehide intisab ettiğinden müntesib müctehid sayılır. Re’y ve ictihad bakımından bunun müstakil müctehidden farkı, aşağı kalan bir yeri yoktur. Kendinden önce gelen bir mutlak müctehidin İctihad usûlüne tâbî olduğundan ondan ayrı sayılmıştır. Bu mânâda inttsab, ictihâd-ı mutlak’a mâni değildir. Müntesib müctehid de mutlak müctehid gibi delilleri eleştirip münâsip ve muvâfık bulduğunu seçer. Yani delilde tasarruf hakkı vardır. Bu itibarla İntisab ettiği müetehid-i mutlakın bâzı kavillerine muhâlefet edebilir. Ona muvâfakat ettiği yerlerde ise onu taklit ettiğinden değil, ietihadlarının birbirine uygun düşmesi ve reylerinin birleşmesinden ona tâbt olmuş olur. Şâfiî fukahâsından; Kaffâl-i Sagîr, Ebû Bekr Mervezî, Ebû İshak Şîrâzi, Kadî Hüseyin nâmiyle ma’rûf Şeyh Ebû Alî Mervezî; Biz, İmâm-ı Şafiî’nin mukallidi değiliz. Re’yimiz onun re’yine tevâfuk etmiştir, demişlerdir. Bir müntesib müctehidin mezheb sâhibine muhâlefet ettiği mes’eleler muvâfakat ettiklerinden çok olursa, Şâflîlerin usulünce, o müctehidin kendi ictlhadları “Teferrüd ederek mezheb sâhibinden ayrıldığı hususlar” Şâfiî mezhebince amel edilecek kavillerden sayılmaz. Mezhebin kavilleri addolunmaz. Başka bir mezheb kavilleri gibi tutulur. Buna göre Cem’u’l-Cevâmi’ sâhibi İbn-i Sübkî’nin Tabakat-ı Kübrâ’sında “4 Muhammedler” nâmiyle anılan Muhammed İbn-i Cerîr Tâberî, Muhammed İbn-î Huzeyme Nişâbûrî, Muhammed İbn-i Münzir Nişâbûrî, Muhammed İbn-i Nasr Mervezî aslında Şâfiî mezhebi müntesiplerinden olduğu halde yaptıkları ictihadlarında İmam Şâfii’ye muhalefetleri, muvâfakatlarından çok olduğu için bunların ictihadları Şâfiî mezhebi kavillerinden sayılmamış, Şâfiî kitaplarına alınmamıştır. Bu 4 Muhammedler mutlak müctehid derecesinde sayılmışlar, Şâfiî mezhebi ile ilişiklerini kesmişlerdir. Birer müstakil mezheb sâhibi sayılmışlardır. İbn-i Cerîr-i Tâberî’nin ve Huzeyme’nin fıkıhtaki mezhebleri uzun sürmemiş, münderis mezheblerle birlikte sönüp gitmişlerdir. Bu husûs Maliki mezhebinde de böyledir. Müntesib müctehid mertebesinde bulunan bir müctehidin teferrüd ettiği, mezheb imamından ayrıldığı mes’eleler ve ictihadları Mâliki Mezhebinin kavillerinden sayılmaz. Ahkâmu’l-Kur’ân sâhibi Kadî İbn-i Arabi Ebû Bekr ve İbn-i Abdilber, Mâliki fukahâsmdan sayılmakla berâber, bunlar mutlak ictihad derecesine ulaşmış olduklarından bunların teferrüd ettikleri kaviller Mâliki mezhebinden sayılmaz. Fakat Şâfiî ve Mâliki mezhebleri hakkında câri olan bu usûl, Hanefî mezhebinde böyle olmamıştır. İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed b. Hasan Şeybânî, üstadları İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye mezhebinin 2/3 mes’elelerinde, hattâ bâzı usûl ve kaidelerde muhâlefet ettikleri halde, onların İmâm-ı A’zam’a muhâlif düşen bu ictihadları Hanefî mezhebinin kavillerinden sayılmış, Hanefî mezhebi dışında tutulmamıştır. Bunun sebebi, bu iki imamın haddi zâtında Hanefî mezhebinde hakk-ı tesisleri vardır. Şâh Veliyu’llâh Dehlevi’nin dediği gibi, Hanefî mezhebi aslında üç imamın mezhebinden mürekkeptir. (Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed). Üç İmamın kavilleri İmâm-ı Muhammed’in kitaplarında toplanmıştır. Bu sebeple İmâm-ı Muhammed’e: Hanefi mezhebinin muharriri, denir. İmâm-ı A’zam’a “İmâm-ı Evvel”, Ebû Yûsuf’a “İmâm-ı Sânî”, Muhammed’e “İmâm-ı Sâlis”, üçüne birden üç imam denir. I. ile II. ye Şeyhayn, II. ve III. ye İmâmeyn veya Sâhibeyn, I. ve III. ye Tarafeyn, denir. Çok kez bunlarla görüşleri üstadlarınınkine tercih edilir. Ebû Yûsuf uzun müddet kadılıkta bulunduğundan tecrübe sâhibi bir tatbikatçı sıfatiyle: “Ahkâm-ı Kazâ”, muhâkeme usûlüne taallûk eden meselelerde onun sözü mûteber tutulur. 3. Mezhebte Müctehid Olanlar Bunlar mezhebin usûl ve kaideleri dâhilinde ictihad ederler. Mezhebin sâhibine muhâlif ictihatta bulunmazlar. Mezhebte sarih bir kavil bulunmayan yeni hâdiselerin hükmünü beyân için ictihad ederler. Hattâ bu husûsta çok defa yeni içtihada gitmeyi terk edip tahrîc yoluna giderler. Bunlar mezhebin usûl ve kavâidine bağlı olduklarından bâzan muhâlif olan kavilleri bile mezhebten sayılır. Bunlara ehl-i tahrîc ve ashâb-ı vücûh da denir. 4. Fetvâ Veren Müctehidler: Hanefîlerin tercih erbâbı dedikleri müctehidlerdir. Mezhebte birbirine zıt olan kavillerden birini tercih edip, onunla fetvâ verme selâhiyetini haizdirler. Bunlar delillerden hüküm alma iktidârında değildirler. Mezhebte mütebahhir, geniş bilgi sâhibidirler. Deliline bakarak bir kavli diğerine tercih ehliyetini hâizdirler. İşte Hanefiyyenin 7 tabakasına mukabil Şâfiîlerce müctehidler böylece 4 dereceye ayrılmıştır. Selam ve dua ile... Müctehid nedir? İctihad ehli kimdir? İctihad kapısı kapanmış mıdır?Cevap
Değerli kardeşimiz, İÇTİHAD Bütün güç ve kuvvetini kullanmak. Hakkında kesin hüküm olmayan bir meselede kitap ve sünnete dayanarak hüküm vermek. İçtihad, ceht ve gayret göstermek, bir konuda bütün gücünü ve kuvvetini kullanmak, mânâsına gelir. Fıkıhta ise, istinbat-ı ahkâm için, yani âyet ve hadislerdeki derin mânâları ve gizli hükümleri çıkarmak için çalışmak şeklinde tarif edilir. Bu ilmî kudrete ve bu ilâhî ihsana nail olan zâtlara müçtehit denilir. İstinbat, kuyudan güçlükle su çıkarmak demektir. Kâinat kitabı Allah’ın eseri olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim de O’nun fermanıdır. Kâinat kitabının su, hava, toprak gibi maddelerini herkes az çok bilmekte ve bunlardan istifade etmektedir. Ama aynı kitabın, fizik, kanunları, ışınlar, atomlar, genler gibi nice gizli meseleleri de vardır ki, bunlar bilim adamlarının araştırmalarına bırakılmıştır. Onlar, bu tükenmez ilim hazinesini araştırmaya başlamış, bu uğurda bütün güçleriyle yılmadan usanmadan çalışmış ve sonunda nice harikalar keşfetmişlerdir. Benzer bir durum da Kur’ân-ı Kerim için söz konusudur. Kur’ân-ı Kerim'in kesin hükümleri herkese açıkça bildirilmiştir ve bu temel meseleler Bediüzzaman’ın ifadesiyle “birer elmas sütundur” ve şeriatın yüzde doksanını teşkil etmiştir. Bu temel hükümlere göre teferruat sayılabilecek birtakım hükümlerin çıkarılması da fıkıh sahasındaki yetkili âlimlerin ceht ve gayretine bırakılmıştır. Nitekim Mektûbat’ta, “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.” denilir. Yani, içtihat yetkisini taşıyanlar bir meselede gerçek hükmü bulmak ve onunla amel etmek için içtihat yaparlar. Ama vardıkları bu hükmü teşri’ edemezler, yani “gerçek sadece budur, şeriat benim anladığım gibidir” diyemezler. Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerime ile yetkili âlimlerin içtihat yapmalarını, diğer kimselerin de onlara uymalarını istemektedir:
Bu âyetin verdiği müsaade ile Kur’ân’da açık hüküm bulunmayan bazı konularda bizzat Allah Resulü (asm.) içtihat yapmışlardır. Yine ashabın âlimleri de içtihatta bulunmuşlardır. Asr-ı saadetten sonra içtihadın yasaklandığına dair bir hüküm olmadığına göre, müçtehitler de yeni meseleler hakkında içtihat yapmışlar ve bu içtihatlara tâbi olanların çoğalmasıyla mezhepler ortaya çıkmıştır. * * * İÇTİHAD kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye "Altı Mâni" vardır. BİRİNCİSİ: "Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir." İKİNCİSİ: ÜÇÜNCÜSÜ: "Nasıl ki, çarşıda, mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit be vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi." "Ve Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi." "İşte, o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak herşeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya herbir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakîn idi ki kisbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana... İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu." "Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünkü, Süfyan’ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyyâ olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, “Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez." DÖRDÜNCÜSÜ: "Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir." BEŞİNCİSİ: "Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler." "Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir." "İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar; ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez." "Üçüncüsü: (*) اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesi, yani, “Zaruret haramı helâl derecesine getirir.” İşte, şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.” "İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur." "Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar." "Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki, vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin." "İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kur’âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin —eğer mümkün olsaydı— tercümesi (*) belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?" ALTINCISI: "Selef-i Salihînin müctehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zorla görebilirler." "Eğer desen: Sahâbeler de insandırlar; hatadan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatin medarı, Sahâbelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet “Sahâbeler umumen âdildirler, doğru söylerler” (*) diye ittifak etmişler." "Elcevap: Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzâb’ın derekesinden, âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür." "Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziya-yı sohbetiyle nurlanan Sahâbeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime’nin maskara-âlûd muzahrafat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak; ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri; ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mirac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risaletin hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle içtimaât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka—ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivâyetinde ve tebliğinde—elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şüphesizdir." "Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, âdeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz."(Said Nursi, Sözler, Yirmi Yedinci Söz) İlave bilgi için tıklayınız: - MÜCTEHİD... Selam ve dua ile... MÜCEDDİDMÜCEDDİD, yenileyen, yeni bir şekil veren, yeniden güçlendiren. Peygamberimizin sünneti terk edilip bid'atlar yayılıncaya insanlara yeniden dinlerini öğreten ve bu bid'atleri bertaraf etmeye çalışan İslâm bilgini; "cedde" fiilinden ism-i fail. Cenab-ı Allah, insanlara doğru yolu göstermek için ihtiyaç nisbetinde onlara zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir.
Diğer ümmetlerde olduğu gibi Peygamberimizin ümmeti arasında da zamanla bid'at ve hurafeler baş gösterebilir ve bunun neticesinde Müslümanlar dinden ve peygamberimizin sünnetinden uzaklaşmakla karşı karşıya gelebilirler. Ayrıca her gün değişen hayat şartları ve ilerleyen teknikle birlikte birtakım yeni meseleler ortaya çıkar ve bunlara dinî açıdan bir hüküm verme ihtiyacı doğar. Toplum içinde çıkan bid'atlere karşı koyacak, dine yapılan saldırılar karşısında dini savunacak, yeni meselelere bir çözüm bulabilecek ve Müslümanlara yeniden dinlerini öğretip onları yönlendirecek şahsiyetlere de bu ölçüde ihtiyaç hissedilir ki, peygamberlik müessesesi sona erdiğinden ve bundan sonra artık peygamber gelmeyeceğinden bu görev Peygamberimizin ümmetinden çıkan âlimlere düşmektedir. Bu âlimlere dinî literatürde "müceddid" denilmektedir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
Hadisin bazı rivayetlerinde, gönderilecek müceddidin, Rasulûllah'ın temiz sülalesinden olacağı bildirilmiştir. Ayrıca gelecek müceddidin bir değil birkaç olacağını söyleyenler de vardır. İmam Suyutî tecdid hadisesi hakkında bir eser yazmış ve gelip geçen müceddidleri gösteren manzum cedveller nakletmiştir. Son cedvele göre o zamana kadar gelip geçen müceddidler şunlardır: Ömer b. Abdulaziz, İmam Şâfiî, İmam Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Ahmed İsferanî, İmam Gazalî, Fahruddîn Razî, Takyuddin b. Dakîki'l-Iyd ve İmam Bulkînî (Bulukkînî). Bunların bazıları hakkında ihtilaf vardır. İmam Suyutî dokuzuncusunun kendisi olmasını ümit ediyor. Dinde reform yapmak isteyenler, müceddidle ilgili bu hadisin kapsamına girmez. Nitekim gelmiş geçmiş bunca ulema içinden bir tanesi bile bu hadisi dinde reform manasına almamıştır. Müceddid ile müteceddid'i birbirine karıştırmamak gerekir. Zira aralarında büyük fark vardır. Müteceddid, yenilik taraftarı olan, İslâm ile câhiliyye (bugünkü anlamıyla pozitivizm, materyalizm)'nin uzlaştırılmasından yeni bir sentez ortaya çıkaran ve ümmeti cahiliyye rengine boyayan kimsedir. Bunların gayesi dini tecdid değil onu yeniye uydurmadır. Müceddid ise; İslâm'ı cahiliyyenin bütün unsurlarından temizleyen sonra da mümkün olduğu kadar onu katışıksız olarak, olduğu gibi hayata iade eden demektir. Müceddid, cahiliyye ile anlaşmak ve uzlaşmaktan uzak olur ve her ne kadar önemsiz olursa olsun cahiliyyenin hiçbir izinin İslâm'ın herhangi bir kısmına yerleşmesine sabredemez. Müceddidle peygamber arasında fark vardır. Peygamber; Allah tarafından açıkça emir almıştır. Kendisine vahiy gelir, peygamberlik davasıyla işe başlar ve insanları kendisine davet eder; îman veya küfür onun davasını kabul etmeye veya etmemeye bağlıdır. Müceddid böyle değildir. O, Allah tarafından memur olsa bile teşriî olmayan, bir din ve düzen getirmekle ilgisi bulunmayan bir emirle memûr olabilir. Çok defa kendisi müceddid olduğunu farketmez, ancak kendisi vefat ettikten sonra fark edilir. Müceddidde bulunması zarurî olan vasıflar şunlardır: Berrak bir zihin, keskin bir görüş, dosdoğru bir düşünüş, ifratla tefrit arasındaki orta yolu bulma ve buna riayet etmeye ait nadir kudret, asırlar boyu yerleşip kökleşmiş kanaatlerin ve yeni durumların tesiri altında kalmaktan sıyrılmış tefekkür gücü, doğru yoldan sapıtmış olan zamanının gidişi ile mücadele cesareti, yeniden kurmak ve ictihad etmek için gerekli olan ve Allah tarafından bağışlanmış bulunan liderlik ve önderlik kabiliyeti... Ayrıca müceddidin İslâm esaslarını gönlünün derinliklerinden kabul etmiş ve kendi görüş, anlayış ve düyuşu içinde gerçekten inanmış olması, en küçük işlerde bile İslâm ile câhiliyyetin farkını bilmesi, asırların topladığı çıkmazlar yığını altından hakkı, gerçeği gün yüzüne çıkarması gereklidir. Tecdîd işinin aşağıda belirtildiği üzere çeşitli şubeleri vardır: Müceddidin, içinde yaşadığı muhite ait hastalıkları doğru bir şekilde teşhis etmesi gerekir. Bunun yolu; zamanın durumunu her bakımdan dikkatle gözden geçirerek cemiyete cahiliyyenin yerleştiği noktaları, tesir derecesini, bunların topluma yayılma yollarını anlaması, etkilerinin hayatın hangi noktalarına kadar vardığını, hâlihazır durumda gerçek Müslümanlığın yerinin ne olduğunu görmesidir. Müceddid, topluma yönelik ıslah çareleri bulmalı; yani cemiyet üzerinde câhiliyyetin galebesini yok edip İslâm'ın sosyal hayata girme imkânını hazırlamalıdır. Müceddid, kendisini deneyip imtihan ederek; yapabileceği işin sınırını çizmeli; güç ve kuvvetini ölçmelidir. Müceddidin fikri ve nazari bir inkılap meydana getirmek için çalışması; yani insanların düşüncesini, inançlarını, duygularını, ahlâk görüşlerinin yönünü İslâm'a uygun bir hale getirmesi, eğitim ve öğretim sistemini ıslah etmesi, İslâm ilim ve sanatlarını ihya etmesi... Özetle yeniden saf İslâm ruh ve düşüncesini diriltmesi, onun en temel işlerindendir. Müceddid, amelî ıslah hareketini ele almalı, câhiliyye âdet ve geleneklerini iptal etmeli, ahlâkı temizleyip yükselterek, islâmî manâda lider olacak kişileri yetiştirmelidir. Müceddidin, dinin genel hükümlerini ve temel gayelerini bilmesi, kendi asrındaki teknik ilerleme ve medenî gelişme şekillerinin yön ve durumlarını anlaması, önceki nesillerden miras kalan eski medeniyet tablosunda yapabileceği tadil ve değiştirme için bir yol çizmesi ve metod bulması, bunu yaparken İslâm dininin ruh ve selâmetini ve gayelerinin gerçekleşmesini temin etmesi, gerçek medeni ilerlemede İslâm'ın cihanşümul önderliğine imkân vermesi gerekir. (Abdülcelil ÜNALAN) Not: M. Ali KAYA'nın "TECDİD VE MÜCEDDİDLER" adlı şu makalesini de okumanızı tavsiye ederiz: Müceddid, bir peygamberde bulunması gereken vasıfları taşıyan bir din âliminin, akıl, zeka, ilim, ehliyet ve mücadelesi ile, İslam'ı ilk devirlerdeki gibi anlatmasıyla, kendini ehl-i ilme kabul ettirmesidir. Bu, manevi liderlik ve önderlik demektir. Peygamberler vahye mazhardırlar. Müceddid ise, vahyi anlayıp anlatmada ilhama mazhar olan kimsedir. Müceddide, ancak ruh ve tabiatında eğrilik bulunan kimseler muhalefet ederler. Kur'an kıyamete kadar hükmü baki olduğundan gelişen ve değişen zaman dilimi içinde, değişen anlayış ve görüşlere Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez bir güneş olduğunu anlatmak ve izah etmek gerekecektir. Bunu elbette "Âlimler" yapacaklardır. Bu âlimler "Allah'tan korkan(1) ve Kur'an'ın kastettiği manalara vakıf olan kişiler olmalıdır; yoksa din ve hukuk alanında uzman olanlar değil... Bu âlimler "Peygamber varisi" olan mücedditlerdir. Peygamber varisi olmak demek, peygamber gibi vahye değil, bir nevi vahyin gölgesinde ilhama mazhar olan ilmi ile amil, kalbi ile ilham-ı ilahiye mazhar olabilecek safiyete malik olmaları gerekir. Allah'ın yardımına mazhar olamayanlar ne derece âlim olurlarsa olsunlar "Hidayet" dediğimiz Allah rızasına götüren yolu gösteremezler. Müceddid, asrın hastalığını iyi teşhis etmeli, ıslah çarelerini göstermeli ve kendini o işe vazifeli görmelidir. Saf islamın ilim, ruh ve düşüncesini diriltmeli, ilmiyle amil olup, davranışları ile İslam'ı temsil etmelidir. Yine müceddidin dinde içtihad etme gücü olmalıdır. Metot göstermeli, din düşmanları ile mücadele etmeli, farz ve sünnetleri ihya etmeli ve tecdidi cihanşümul olmalıdır. "Peygamberlere varis olma" bunların vasfıdır. "Tam müceddid, bu vazifelerin tümünü yapandır. Şimdiye kadar gelen müceddidler, bir kısmını yapmışlardır" Bu durumda ahir zamanda gelecek olan "Mehdi" tam müceddirdir.(2) Karıncayı emirsiz, arıları ya'subsuz bırakmayan Yüce Allah, insanları da başıboş bırakmamıştır. Yüz yirmi dört bin peygamber göndermiş ve Hatemü'l- Enbiya Hz. Muhammed (SAV) ile bu kapıyı kapamıştır. Hz. Muhammed (SAV) son peygamber olduğu için, kıyamete kadar onun şeriatını koruyacak olan müceddidlerin, ümmetinden geleceğini de "Muhakkak ki Allah bu ümmete her yüz yılbaşında bir müceddit göndererek dini yeniden ihya eder"(3) hadisi ile bildirmiştir. İslam bilginleri yüzyıl başı olarak genellikle hicri yılı kabul etmişlerdir. İslam dinin kuvvetli ve güçlü olduğu zamanlar vardır. Güçlü olduğu zaman herkesin dini konuda bilgi sahibi olduğu, âlim konuşunca dinlenildiği ve itibar edildiği, cahil konuşunca susturulduğu zamandır. Zayıf olduğu zaman ise herkesin dini konuda cahil olduğu, âlim konuşunca dinlenilmediği, cahil konuşunca dinlenildiği ve itibar edildiği zamandır. Bunun için dinin ihyası ilimle, zaafı da cehaletledir. Bunun için mücedditlerin görevi ilmi yaymaktır. Dinin tecdidi, onun ihyası demektir. İlmin ihyası dinin ihyası demek olduğundan müceddit mutlak surette âlim olacak ve yazdığı eserler ile ilmi ihya edecektir. Müceddidin âlim olması hususunda ulemanın ittifakı vardır. Muhaddis ez-Zühri (v. 124/740) ve Ahmed bn. Hanbel (v.241/855) müceddit olarak 1. asırda Ömer bn. Abdülaziz ve 2. asırda İmam-ı Şafi'yi kabul ederler. Biri 101 yılında diğeri 204 yılında vefat etmişlerdir. "Yüz yıllık bir zaman dilimi sona ererken hayatta olan, iyi tanınan ve kendisine atıfta bulunulan âlim"(4) müceddit sıfatını alır. Yine mücedditler Al-i Beyttendirler. Nitekim peygamberimizin (sav):
Müceddidin diğer görevleri ve fonksiyonu da "Yürürlükten kaldırılan herhangi bir ameli Kitap ve sünnete göre ihya etmek ve uygulanabilirliğini göstermektir."(6) İmam-ı Şafi için "Sünneti izhar etti, bid'atı ise imha etti." denilmiştir. Bu da tecdidin özüdür. Müceddidin belirlenmesi, onunla çağdaş ulemanın zann-ı galibi; talebelerinin ve yazılarının sağladığı fayda ile anlaşılır.(7) Bu açıdan İmam Muhammed el-Gazzali (v.505/1111) tartışmasız tam müceddittir. Kur'an'da peygamberlerin görevlendirilmesi ile ilgili "Yeb'asü" ifadesinin hadiste mücedditler için kullanılması cay-ı dikkattir.(8) Bunun sebebi ise onun dağıttığı hidayettir. Genellikle Mücedditler Şafi'î mezhebine mensup olup Tâceddin Abdülvahhab İbn-i es-Sübkî (v.728/1326) şafi'i olanları sayar.(9) Tasavvuf erbabı bunun haricindedir. Tasavvufta kutup derecesine çıkan aktablara, Hz. Peygamberimiz (sav) Hulefa-i Raşidin, Abdülkadir-i Geylani ve Hızır (as) cübbe giyerek manevi âlemde manevi feyze ve irşada tayin etmesi bunun dışındadır. Zira Müceddit, Şeriatta imamdır, kutup ise tarikatta rehberdir. Tarikattaki kutupların şeriate ve şeriat imamlarına katiyyen uyması zarureti vardır. İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sani Şeyh Ahmed-i Sirhindi (v. 1034/1624) ikinci bin yılının müceddididir. Mektubatında der ki: "Bin yılda bir ulu'l-Azm peygamber gelir. Şimdi ise bin yılda büyük bir müçtehit gelmektedir."(10) Şah Veliyullah Dehlevi (v. 1176/1763) de Nakşibendî silsilesinden müceddit cübbesi giymiştir. Kendisine "Hilatül-Müceddidiye" ihsan edilmiştir. 13. asırda ise Sirhindi'nin manevi halifelerinden Mevlana Halid-ı Bağdadi (v.1242/1827) bu makama layık görülmüştür. Kendisi "Gulam Ali" diye meşhur olan Şah Abdullah Dehlevi'nin talebesi olduğu için Nakşibendî Müceddidi sayılmıştır. Mücedditler sünnete bağlılığı teşvik ve bid'attan kaçınmaya davet ederler. Allamelerden Aliyyu'l-Kari: (v.1014) "Müceddidler ilmin azaldığı, sünnetin terk edilmeye yüz tuttuğu, cehalet ve bidatlerin yayınlaştığı bir dönemde çıkacaklarını" belirtir. Hafız Münavi de "Dini yenilemekten maksadın, bidatleri sünnetten ayırmak, ilmi yaygınlaştırmak, ilimle uğraşanlara destek olmak ve bidat sahiplerini zelil ve perişan etmek" olduğunu söylüyor. Alkami ise müceddidlerin görevinin "Kitap ve sünnetten yaşanılmayan ve unutulanları tekrar canlandırmak ve emir gereğince davranılmasını sağlamak" diye yorumlar.(11) Her şeyden önce müceddid sünnet-i seniyyeyi ihya ve neşirle tanınır. Gecesini-gündüzünü buna verir. Ehl-i bidayı eserleri ve dersleriyle tesirsiz hale getirir. Şayet bu özellikler müceddid denilen zatta bulunmazsa, ne derece âlim olursa olsun müceddid sayılamaz.(12) Müceddidlerin vazifeleri, dini geldiği tazeliğiyle korumaktır. Üzerine konan tozları silkelemek, bidat kirlerini temizlemek, dini asliyetine kavuşturmaktır. Onlar kendilerinden yeni bir şey ihdas etmezler. İslam'a ve sünnet-i seniyyeye harfiyen ittiba ederler. Ona yöneltilen tecavüzleri defeder, dinin ulviyetini izhar ederler. Bunu yaparlarken, "tavr-ı asasiyi bozmadan, ruhu asliyeyi rencide etmeden" yeni izah tarzları ve yeni ikna usulleriyle yeni tevcihat ve tafsilat ile ifay-ı vazife ederler.(13) İhlâsta, sadakatta, samimiyette örnek şahsiyetleriyle ve ilmi üstünlükleriyle İslam'ı anlama ve anlatmada en ileri seviyededirler. Zamanın bütün ilimlerine vakıftırlar ve ilhama mazhardırlar. Şu vasıfları üzerlerinde taşırlar: 1. Kendilerine yalnızca Kur'an'ı rehber edinirler. 2. Her biri, fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlâsa sahiptirler. Derin bir içtihat ve kuvve-i kudsiye sahibidirler. Hakikatleri saf ortaya koymak için kendi hususi meslek ve meşreplerinin tesirinde kalmamış ve hevesini karıştırmazlar. 3. Cenab-ı Hakkın rızasından başka hiçbir maddi manevi menfaati gaye edinmezler ve bu halet de hayatında herkes tarafından müşahede edilir. 4. Kur'an-ı Kerim'in bulunduğu asra bakan veçhesini keşfedip, avamdan havasa kadar her tabakanın anlayacağı, istifade edeceği bir üslupla beyan ederler. 5. Kur'an ve iman hakikatlerini cerh edilmez delillerle ispat ederek ders verirler. 6. Aklı, kalbi, vicdanı ve ruhu tenvir, tatmin ve musahhar ederler ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli, gayet beliğ, nafiz ve müessir dersler ile meselelerini anlatırlar. 7. Hakikatlerin derkine mani olan benlik, gurur, ucub ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp tevazu, mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlaklara sahip kılarlar. 8. Resul-ü Ekrem'in (sav) sünnetine ittiba ederler, ehl-i sünnet ve'l- cemaat mezhebi üzere ilmi ile amildirler, azami züht ve takva, azami ihlâs ve dine hizmetinde sebat, azami sıdk, sadakat ve fedakârlığa, azami iktisad ve kanaate sahip ve malik olmak da onların vasıflarındandır. 9. Kur'anî ve şer-î meseleleri beyan ederken, şu veya bu tazyik altında kalmayan, işkence ve idamı nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen, dünyaya meydan okuyacak bir iman kuvveti ile hakikatleri pervasızca söyleyen, İslami şecaat ve cesarete maliktirler.(14) Peygamberimiz (sav) her yüzyılda bir Müceddit geleceğini bize bildirdiği gibi kıyamete kadar gelecek mücedditlerin sayısını da haber vermiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte "On iki halife gelecek ve sonra İsa ruhullah nüzul ederek deccalı öldürecektir"(15) buyurmuşlardır. Yine "Bu din on iki halife elinde olduğu sürece aziz ve güçlü kalacaktır. Bu imamların on ikisi de Kureyştendir"(16) buyurmuşlardır ki bu hadis mütavatirdir. İbn-i Kesir "Bu imamların Şianın iddiası gibi "Ehl-i Beyt"in 12 imamı olmadığı açıktır" diyerek her asırda gelecek olan mücedditlere işaret ettiğini söyler. Tüm bu özelliklere dayanarak İslam âlimleri her asrın müceddidini tespite çalışmışlardır, bu isimlerin bazılarında ittifak edilmiş, bazılarında ise ihtilaf edilmiştir. Biz her hicri yüz yılda müceddid kabul edilenlerden birer ismi şöyle sıralayabiliriz: 1. Ömer bn. Abdülaziz(17) (H. /17–102 / M. 638–720 Mevlana Halid-i Bağdadinin talebelerinden Mustafa İsmet Efendi "Risale-i Kudsiye" isimli Osmanlıca Nakşibendî Tarikatı Halidiye Kolu usulünü beyan eden eserinde Mevlana Halid'den sonra Müceddit olarak "Mehdi"nin geleceğini, başka müceddidin olmayacağını ehl-i keşfin haber verdiğini açıkça yazar ve talebelerine ders verir.(22) Bediüzzaman Said Nursi yüz yıllık Mevlana Halid'in cübbesi Asiye hanımın dedesi Küçük Âşık aracılığı ile intikal etmiştir.(23) Böylece her cihetle Müceddit olduğu kesinlik kazanmıştır. Bediüzzaman'ın çok belirgin ve diğerlerinden farklı bir özelliği de Müceddit olarak zatını değil; "Risale-i Nuru" göstermiş olmasıdır. Tecdit işi ve işlevi bir şahıstan bir kitaba intikal ettirilmiştir. Bediüzzaman bunu tahdis-i nimet(24) olarak ilan etmektedir. Buna yine "Risale-i Nur'un Şahs-ı Manevisi" adını vererek kendisinden sonra bir şahıs beklentisi içinde olunmaması gerektiğini ima ederek son Müceddit olduğunu ince bir siyasetle ifade etmiştir. Bu mücedditlerin dışında tarikat şahları ve aktapları vardır ki, onlar hidayet rehberleri olmuşlardır. A. Kadir Geylani, Ahmed Yesevi, Muhyiddin-i Arabi, Şazeli gibi... Ancak tarikat şeyhleri her ne kadar âlim ve abid de olsalar mücedditlerin ve müçtehitlerin makamına ulaşamazlar. Onlar da müçtehit ve mücedditlere uymak mecburiyetindedirler. Çünkü bir Müslüman tarikat şeyhinin sözünü tutmazsa bir şey lazım gelmez. Ama bir müçtehidin şeriattaki içtihadına muhalefet etse günaha girer. Bunun için tüm ehli tarikat şeriatın kabul ettiği bir ehl-i hak mezhebe uymuş ve tabilerini de uymaları konusunda uyarmışlardır. Zira şeriatta imam olan bir müçtehid veya müceddid zamanın imamı ve halifesi gibidir. O asırdaki tüm tarikat şeyhleri onun emrindeki vali, kaymakam ve mahalle muhtarı gibidirler. Herkes haddini bildiği ve imama ittiba ettiği ölçüde maiyetindekilere hükmedebilir ve Allah'ın rızasını kazanabilirler. Tüm hak tarikatın şeyhleri bu sınırları en iyi şekilde korumuşlardır. Mehdi de son müceddit olacağı için âl-i beytten, yani peygamber soyundandır. Bu husus Al-i Resulün, Al-i İbrahim gibi olacağı gerçeğine de uygundur. Her Müslümanın namazın tahiyyatında okuduğu salâvat duasının bu istikametli yolu Allah'tan istemesi anlamında çok manidardır. Mücedditlerin çoğu Peygamberimiz'in (sav) neslinden gelmişlerdir. Kimi Haseni, kimi de Hüseyni'dir. Bundan dolayı peygamberimiz (sav) "Size iki şey bırakıyorum, biri Kitabullah, diğeri de Ehl-i Beytim"(25) "Kıyamette bu iki emanetten soracağım"(26) buyurmuşlardır. Yüce Allah da, "Resulullah sizden hiçbir ücret beklemez, ancak Ehl-i Beyt'ine sevgi bekler"(27) buyurarak nazarları o yöne çekiyor. Çünkü "Ehl-i Beytim Nuh (as)ın gemisi gibidir. Ona sığınan kurtulur."(28) İmam-ı Rabbani de, "Ehl-i Beyt'imi sevmek, ehl-i sünnetin sermayesidir"(29) hadisini nakleder. Müminlerin devamlı duası selavat-ı Peygamberi olan "Allah'ım al-i İbrahim gibi al-i Muhammed'in neslini de mübarek kıl" duası kabul edilmiştir ki, Al-i İbrahim neslinden peygamber geldiği gibi, Al-i Resulullah'dan da müceddid ve müçtehitler silsilesi gelmiş. Peygamberimiz (sav) Ehl-i Beyt'ine muhabbeti emrederek, ümmetin istikametini istemiştir. Ehl-i Beytine sevgisinin sırat-ı müstakimi netice vereceğini, beliğane ifade etmiştir. Kıyamete yakın Hz. Mehdi tüm müceddid ve müçtehidler silsilesini birleştirip son bir irşad görevi yapacaktır. Allah'ın (cc) gerçek velileri bu müceddit ve müçtehitlerdir. Çünkü İmam-ı Azam buyurdular: "Alimler Allah'ın velileri değil ise yer yüzünde veli yoktur." Peygamberimiz (sav) veliler hakkında "Yüce Allah buyurdu, kim benim velime, veli kuluma düşmanca davranırsa, ben ona harp ilan ederim. Kulumun bana yaklaşmak için yaptıklarının katımda en sevimli olanı üzerine farz kıldığım ibadetlerdir. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet onu severim. Onu sevince de, onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey isterse, şüphesiz ona veririm. Bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse kabul ederim" buyurmuşlardır.(30) İbn-i Hacer, "Veli, Allah'ı bilen ve ona itaatte devamlı olan ve ihlâslı olan kişidir" der. Yemenli Şevkani de bunu kabul eder. Nitekim Yüce Allah veliyi tarif ederken: "İman ve takvayı esas alır."(31) Veli, ihlâsla, Allah rızası için emr-i İlahiyi icraya çalışan ve rızadan ayrılmayan kuldur. Şu halde, onun hiçbir günahı yokken ona düşman olup yaptıklarına karşı çıkan, onun temsil ettiği iman ve ibadet ve ahlaka düşman olmuş oluyor demektir. İhlâs ve ihsan mertebesine ulaşan veliler de ibadeti, ceza ve mükâfat için değil, Allah'a olan sevgi ve bağlılığından dolayı yaparlar. İbadet, onların ruh gıdalarıdır. O'na yaklaşmak için vasıtalarıdır. Farz ibadet içinde haramdan kaçmak da vardır. Nafile ibadetler içinde de zikir, tesbih, dua ve tefekkür vardır. Hadisin anlamı: "İçlerine koyduğum nurum sebebiyle onun kulağı, gözü olurum, emrim ve rızam dışına çıkmazlar. Yaptıkları işlerde bu nur ile yardım ederim de, bu iş uygun ve düzgün olur"(32) anlamındadır. Şevkani bu hadisi izah eden "Katru'l-Veli ala Hadisi'l Veli" adında müstakil bir eser yazmıştır. Peygamberimizin (sav) "Ehl-i Beyt'im Nuh'un (as) gemisi gibidir. Buna sığınanlar kurtulur."(33) hadisinin anlamı mücedditler ve müçtehitlerden her hangi birisine uyan kurtulur demektir. Tabii ki her asrın insanı o asırdaki müceddide uymalıdır. Nitekim bu konuda da hadis vardır: "Asrın imamını tanımayan cahiliye üzerine ölür." Cahiliyenin ne olduğunu bilen bu hadisi anlamakta zorlanmaz. Dipnotlar: (1) Kur'an-ı Kerim, Fatır, 35:28. Sadece müctehid olan alimler mi içtihatlarında hata ederlerse bir, hata etmezlerse iki sevap alırlar?Soru Detayı
- Yani şu anda yaşayan alimler müctehit olmamalarına karşın bazı konularda içtihad etseler ve hataya düşseler onlar da bir sevap alır mı? - Yahut cemaatlerin, tarikatlerin, teşkilatların istişare sonucunda vardıkları bir karar, yanlış olsa bu gruplar da isabetli karar aldıklarında iki, değilse bir sevap alırlar mı? - Kısacası bu hadis hangi durumlar için geçerlidir, sadece müctehidler değilse? Cevap
Değerli kardeşimiz,
mealindeki hadis, bir çok sahih hadis kaynağında yer almış ve sahih olarak kabul edilmiştir. (Misal olarak bk. Buharî, İtisam 21; Müslim, Akdıye 6; Nesaî, Adabu’l-Kudat 3; Tirmizî, Ahkam 2; Ebu Davud, Akdıye 2; İbn Mace, Ahkam 3) İmam Nevevî’nin ifade ettiği gibi, bütün mesele, içtihat yapmaya ehil olan kimselerin içtihatlarına kulak vermektir. İşin ehli olanlar arasında var olan farklılıklar, münakaşa etme, birinin ötekini dışlama nedeni olarak değil, İslam’da önemli bir yere sahip olan insanın özgür iradesinin ve kolektif şuurun bir yansıması -deyim yerindeyse- yorumda çoğulculuk olarak görmek gerekir. Verilen bir hükmün bir değer ifade etmesi için, hükmü veren kimsenin ehliyetli olması gerekir. Genel anlamda ehliyetli olan bir kimsenin -fıkhî anlamda- ıstılah olarak “müçtehit” unvanını alması şart değildir. Çünkü önemli olan ehliyettir. Ehliyet ise, verilen hüküm hakkında gereken bilgiye, ferasete ve sair donanıma sahip olmak demektir. Bugün her doktorun İbn Sina veya Calinus gibi bir şöhrete sahip olması şart olmadığı gibi, bir hakimin, bir hakemin, bir yargıcın da içtihat hakkında meşhur müçtehitler gibi bir şöhrete sahip olması gerekmez. Kaldı ki fıkıh usulünde “Müctehid fil mesele.” ıstılahı da vardır ki bu, bir kimsenin hüküm verme salahiyetinde olması için -genel olarak her konuda içtihat yapabilecek konumda olması değil- ilgili meselede hüküm verebilecek donanıma sahip olmasının yeterli olduğu anlamına gelir. Aşağıda meali verilen ayette hüküm verme makamında olan kimselerin -ille de müçtehit unvanlı değil- ehliyetli olmalarının gereğine vurgu yapılmıştır:
Görüldüğü gibi hüküm makamında olan kimseler için şart koşulan husus, ehliyet ve adalettir. Ehliyet işin ehli, işi bilen manasına gelir. Adalet kavramı ise, burada özellikle bilerek yanlış hüküm vermekten kaçınmaya işarettir. Bu konuda gereken şartların ve kriterlerin malum ve maruf olan şekliyle “müçtehit olma”yı gerektirmediğini aşağıdaki şu hadis-i şerifin ifadelerinden de anlayabiliriz:
Bu hadis-i şerif, bir açıdan yukarıdaki ayetin bir nevi açıklaması hükmündedir. Selam ve dua ile... İtikatta müctehid / müçtehit ne demektir; mesela İmamı Rabbani itikad'ta müçtehittir, deniyor?Soru Detayı
- İctihad / içtihat yapılan itikadi meseleler var mıdır? Cevap
Değerli kardeşimiz, Kur'an ve hadislerde açıkça belirtilmemiş olan itikadi konularda içtihad olur. Bilgi için tıklayınız: Selam ve dua ile... Ehli sünnet alimleri musavvibe anlayışını mı yoksa muhattie anlayışını mı benimsemiştir?Soru Detayı
- Bu konuda ehli sünnet alimlerince ihtilaf var mıdır? Cevap
Değerli kardeşimiz, İctihadda hata-isabet meselesi, ictihadın hükmüyle ilgili tartışmaların odağında yer alır ve usulcüler bu konuda, her müctehidin isabet ettiğini savunanlarla (musavvibe) içlerinden sadece birinin isabet edeceğini ileri sürenler (muhattıe) şeklinde iki gruba ayrılır. Bu bağlamda musîb “ictihadında isabet eden”, muhtî ise “hata eden müctehid” anlamındadır. Her müctehidin doğruyu tutturduğu tezine sahip birinci eğilim daha çok Basra Mu‘tezilesi’ne ve önde gelen Mu‘tezilî bilginlerden Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf, Ebû Hâşim ve Ebû Ali el-Cübbâî’ye nisbet edilir. Fakat Bâkıllânî, Gazzâlî ve Necmeddin et-Tûfî gibi önde gelen birçok muhakkik Sünnî usulcünün de bu kanaati benimsediği görülmektedir. Başta Hanefîler ve Mâlikîler olmak üzere Hanbelîler’in çoğunluğu ile bir kısım Şâfiî usulcüleri ise ikinci grupta yer alır. Şâfiîler’den Ebû İshak el-İsferâyînî, Ebû İshak eş-Şîrâzî, Fahreddin er-Râzî ve Sirâceddin el-Urmevî; Mâlikîler’den Ebü’l-Velîd el-Bâcî, İbn Rüşd ve Cemâleddin İbnü’l-Hâcib de bu gruptandır. Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel ile Eş‘arî’nin bu konudaki kanaatlerine ilişkin birbirine zıt rivayetler bulunmaktadır. Hata-isabet meselesinin temelinde Allah’ın ictihadî konularda muayyen bir hükmünün bulunup bulunmadığı tartışması yer alır. Her müctehidin isabet ettiğini savunanların büyük çoğunluğuna göre hakkında nas bulunmayan bu tür meselelerde ictihaddan önce bir hüküm yoktur; aksine hüküm müctehidin zannına tâbidir ve Allah’ın her müctehid hakkındaki hükmü onların ictihadlarının ulaştığı sonuçtur. Bu durum literatürde “teaddüdü’l-hukūk” (doğruların çokluğu) tabiriyle ifade edilir. Bir tür hukukî rölativizm sayılabilecek olan doğruların çokluğu görüşünü savunanlar “katışıksız musavvibe” olarak da adlandırılır. Bu grupta yer alan Gazzâlî’ye göre hükmü açıkça belirtilmemiş konuların kıyas ve ictihad yoluyla mantûka ilhak edildiği ictihadî meselelerde kesinlikle muayyen bir gerçek yoktur. Zira hüküm kesin bir delille sabit hitaptan ibarettir ve ictihadî konularda ise hitap ve nutk olmadığından dolayı, bu konularda müctehidin zannına galip gelenden başka hiçbir hüküm yoktur. Bu görüşü savunan birçok usulcünün, hükmün âyana değil mükelleflerin fiillerine ilişkin olduğu anlayışını benimsemesinin bir sebebi de tutarlılığı devam ettirme ihtiyacıdır. Musavvibeye göre, iki ayrı kavme aynı anda iki ayrı peygamber göndermenin ve bir şeriat içerisinde insanların durumlarının değişmesine bağlı olarak nesh olgusunun gerçekleşmesinin mümkün olması, doğruların mekânın ve zamanın değişmesine bağlı olarak değişip çeşitlenebileceğini göstermektedir. Zamanın ve mekânın değişmesiyle teaddüd mümkün oluyorsa mükelleflerin değişmesi durumunda da mümkün olur. Ayrıca bu görüş sahiplerine göre zannî emâreler bizâtihi delil olmayıp kişiden kişiye değişir. Bir kimse için zan ifade eden bir delil başka biri için zan ifade etmeyebilir. Yine aynı delil, bir kişi için bir olayda zan ifade ederken başka bir olayda zan ifade etmeyebilir. Haramlık, helâllik gibi hükümler zatî değil vaz‘î durumlar olduklarından, bir şeyin hem helâl hem haram olması şeklinde imkânsız bir sonuç doğmaz; izâfî nitelikler oldukları için iki ayrı şahsa nisbet edilebilirler. Meselâ ruhsat durumlarında hüküm haramdan mubaha dönüşebilmektedir. Haramlık zatî bir anlam olsaydı değişmezdi. Hata, gerekene nisbetle kullanıldığı gibi talep edilene nisbetle de kullanılabilir. Birincisi gerçek kullanım, ikincisi mecazi kullanımdır. Yapması gereken bir şeyde hata eden kişinin hatası gerçek anlamda hata, henüz vâcip olmamış bir şeyi talep hususunda hata eden kişininki ise mecazi anlamda hatadır. Müctehidlerin hatası bu ikinci türdendir. Ancak ictihadın ehil olmayan birinden sâdır olması, müctehidin incelemesini tamamlamadan karar vermesi, hakkında kesin delil bulunan bir konuda ictihad etmesi veya ictihadında kesin bir delile muhalefet etmiş olması durumunda hatanın söz konusu olabileceğini bu grup usulcüler de kabul etmektedir. Müctehidlerden sadece birinin doğruyu tutturmuş olacağı görüşünde olan muhattıe grubu, hakkında nas bulunmayan meselede Allah Teâlâ’nın muayyen bir hükmü olduğunda görüş birliği içindedir. Ancak aralarında bu hükme delâlet eden bir delil bulunup bulunmadığında, delil bulunduğunu kabul edenler de bu delilin mahiyetinde farklı düşünürler. Kimileri bu yönde bir delil ve emâre bulunmadığını, bu muayyen hükmün tıpkı arayanın tesadüfen bulacağı bir define gibi olduğunu ve bu hükmü tesadüfen bulan kişinin iki ecir, bulamayan kişinin ise gayreti ve talebi sebebiyle tek ecir alacağını ileri sürmüşlerdir. Bu hükme delâlet eden bir delil bulunduğunu ileri sürenler ise bu delilin kesin mi yoksa zannî mi olduğunda ayrılmışlardır. Delilin kesin olduğunu öne sürenler, müctehidin doğruyu tutturmakla mükellef olduğunda birleşseler de bu başarılamadığında o ictihadî hükmün ve müctehidin nasıl bir müeyyideye muhatap olacağında ihtilâf etmişlerdir. Bişr b. Gıyâs el-Merîsî en uçta olmak üzere Ebû Bekir el-Esam ile İbn Uleyye’nin bu grupta olduğu ve Hanefîler’den Ebû Mansûr ile Şâfiîler’den İbn Ebû Hüreyre’nin de buna meylettiği belirtilir. Delilin zannîliğini ileri sürenler de müctehidin bunu tutturmakla mükellef olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, delilin kapalılığı ve gizliliği sebebiyle müctehidin bunu tutturmakla mükellef olmadığını, bundan dolayı mâzur ve me’cûr olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu görüş sahiplerine göre müctehid başlangıç itibariyle isabetli, sonuç itibariyle hatalıdır. Yani ictihad ederek üzerine düşeni yapması bakımından musîb, fakat talep ettiği hadisenin hükmü konusunda hatalıdır. Rüstüğfenî ve Pezdevî’nin de dahil olduğu fakihlerin çoğunluğunun görüşü budur. Diğer bir grup usulcü ise müctehidin bu zannî delili aramakla emredildiği, hata etmesi durumunda ise me’cûr olmayacağı, ancak kendisinden günahın kaldırıldığı görüşündedir (Şîrâzî, et-Tebśıra, s. 498-499; Sirâceddin el-Urmevî, II, 290-297; Abdülaziz el-Buhârî, IV,1138-1142). Muhattıenin gerekçeleri genelde nakil ağırlıklı olup onlara göre Kur’an’da Hz. Dâvûd ile Hz. Süleyman’ın bir davada ayrı ayrı hüküm verip de bundan birinin isabetli olduğuna işaret edilmesi (el-Enbiyâ 21/78-79), istinbat ehlinin ve ilimde rüsûh sahiplerinin bilgisine yapılan atıflar (Âl-i İmrân 3/7; en-Nisâ 4/83), ihtilâf ve ayrılığın kötülenmesi (Âl-i İmrân 3/103, 105; el-Enfâl 8/46; Hûd 11/118), ayrıca hâkimin ictihadda isabet ederse iki, hata ederse bir ecir alacağına ilişkin hadis (yk. bk.) doğrunun tek olduğunu göstermektedir. Muhattıenin en sağlam gerekçesi olarak kabul edilen sahâbe icmâı ise sahâbenin hatadan sakınma konusundaki söz ve tutumlarından ibarettir. Onların re’yi doğru yanlış ikilemi içinde görüp kendi re’yleriyle ilgili olarak doğru ise Allah’tan, yanlış ise kendilerinden veya şeytandan bilinmesini istemeleri böyledir. (H. Yunus Apaydın, İctihad, DİA, XXI, 440-442) Selam ve dua ile... .xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx. |