|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İnsan, medenî bir hayat yaşamaya layık bir varlık
İslâmiyet, insanoğlunun "ölümsüzlük" arzûsuna da cevap vermekte, insana ebedî bir hayât ve saâdet taahhüt etmektedir.
İslâm dîninde, insan dünyâda medenî bir hayât yaşamaya, rahat ve huzur içinde olmaya, âhirette ise ebedî saâdete kavuşmaya lâyık bir varlıktır. Peygamberler, insanlara bunu haber vermek, hatırlatmak ve rehber olmak için gönderilmişler, insanları hakîkî insanlığa kavuşturmak için çalışmışlardır.
İslâmiyet, insandan aklını, ilmini ve diğer kuvvetlerini kullanarak dünyâda medenî yaşamak için icap eden her şeyi yapmasını, toprağı, mâdeni, okyanus diplerini ve fezânın derinliklerini bunun için kullanmasını, yeni yeni âletlerle ve cihâzlarla işlerini kolaylaştırmasını istemekte, bunlara teşvîk etmektedir.
Ayrıca beraber yaşadığı insanlarla medenî, olgun münâsebetler kurmasını, hoş geçinmesini, onlara yardım ve ikrâm etmesini emrederek insan cemiyetlerinin sosyal vasıflarını da yükseltmektedir.
İslâmiyet, insanoğlunun "ölümsüzlük" arzûsuna da cevap vermekte, insana ebedî bir hayât ve saâdet taahhüt etmektedir.
Her insana, maddî ve mânevî olarak ilerleme, yükselme yolu açıktır. İslâm dîninde insanın cesedi de kıymetli ve mübârektir. Rûhu o taşımakta ve rûhun sonsuz derecelere yükselmesinde güzel ameller yapan cesedin, çok büyük payı bulunmaktadır. İnsanların organları, parçaları da kıymetlidir. Saç, sakal, tırnak gibi parçaları da muhterem tutulmuş, yakılması, tahkîr edilmesi yasaklanmış, kesildikten sonra gömülmeleri istenmiştir.
Anatomik olarak insan; baş, gövde, kollar ve bacaklardan meydana gelmiştir. Baş, içinde beyni koruyan ve en önemli duyu organlarını bulunduran bir vücut kısmı olmasıyla en mühim bölümdür. Kollar ve bacaklarda vücudun kas gücünün önemli bir bölümü toplanmıştır. Gövde iki bölüm olup, göğüs ve karın diye adlandırılır. Göğüste, akciğerler, kalp, büyük damarlar bulunur. Karın bölümünde, karaciğer, mide, böbrekler, dalak, bağırsaklar, pankreas gibi önemli organlar toplanmıştır.
Her biri bir fabrika gibi muntazam çalışan bu organlar, sürekli ve uyum içinde faaliyet gösterirler. İnsan vücudunda, her dakîka yüz binlerce kimyâsal reaksiyon vuku bulur.
İslâmiyet, insanın kendisini tanımasına o derece önem vermektedir ki; “Kendini tanıyan, Rabbini tanır” buyurulmuştur. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin; “Anatomi ve astronomi bilmeyen kimse, Allahü teâlânın kudret ve azametini anlayamaz” sözü de meşhur olmuştur.
İslâm dîninde insan; kısaca, maddî ve mânevî bütün varlığı, şahsî ve sosyal hayâtı, evveli ve âhiri, dünyâsı ve âhireti ile tam olarak ele alınmakta, hakikî insan ve hakîkî "Halîfe-i Rahmân" olmaya dâvet edilmektedir. Zâten İslâm dîni, Allahü teâlâ tarafından bunu sağlamak için gönderilmiştir..
.28/12/2020
İnsan, canlıların en üstünüdür
İnsan, bütün kâinâtın en kıymetli ziyneti gibidir. Dünyâdaki her şey, insanın menfaatine ve istifâdesine sunulmuştur.
İnsan; akıl sâhibi olması, sosyal hayat içinde yaşaması, yüksek bir zekâ seviyesine mâlik olması, rûh denilen cevhere sahip olması ve hepsinden önemlisi, Cenab-ı Hakk’ın hitabına muhâtap olması ve kulluk vazifeleri ile mükellef olması sebepleriyle “eşref-i mahlûkât” (yaratılmışların en şereflisi) pâyesini almıştır.
İslâm dîninde her insan, başlı başına orijinal bir varlıktır ve doğuştan günâhsızdır. Bülûğa erdikten sonra îmân etmesi ve İslâmiyetin hükümlerine uyması istenir.
İslâm dîninde, insanın “âlem-i sağîr” (küçük âlem), “zübde-i âlem” (âlemin özü) olduğu bildirilmiştir. İnsan, her varlıktan daha çok ilerlemeye, yükselmeye namzet olduğu gibi, kendini Yaratanı unutması ve Allah’ı bırakıp o varlıklara bağlanması hâlinde de, her varlıktan daha aşağı ve zelîl olmaya da namzettir.
Kur’ân-ı kerîmde Tîn sûresinin, 4. âyetinde meâlen; “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık” ve A’râf sûresinin 179. âyetinde meâlen; “Onlar (îmân etmeyen insanlar) hayvânlar gibidirler, belki hayvândan da daha aşağıdırlar” buyurulmaktadır.
Bu şerefli varlığını, îmân etmeyerek, aşağıların aşağısı yapan ve bu hâliyle ölen insanların işledikleri suçun cezâsı sonsuz ve çok acıdır ki; dünyâda böyle bir cezâ olamaz. İşte Cehennem, insana bu cezânın verildiği yerdir.
İnsan, rûhunun ve cesedinin ihtiyaçlarını temîn edip gidermekle mükelleftir. İnsanın ölmesi, rûhunun bedene olan bağlılığının sona ermesi, bedenden ayrılmasıdır. Ölmüş Müslümânın cesedi de, dirisi gibi muhteremdir; cesedi yakılmaz. Kendisine diriyken yapılmayan şeyler ölüyken de yapılmaz. Yıkanıp kefenlenerek namazı kılınır ve kabre konur. Rûh ölmez. Ölmüş bir insanın rûhu, başka bir insana geçmez. Kıyâmette, Allahü teâlâ, her insanı, âhiret hayatına uygun yeni bir bedenle yeniden yaratır.
İnsan, âhirette ebedî bir hayât sürecektir. Âhirette insan için Cennet ve Cehennemden başka üçüncü bir yer yoktur ve her ikisi de ebedîdir. Dünyâ hayâtını, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak geçiren insanlar, Cennette sonsuz zevk ve lezzetler içinde olacaklar, böyle olmayanlar ise Cehennemde çok acı, elîm, şiddetli azaplara uğrayacaklardır.
İslâmiyet, kâinâtın insan için; insanın da Allah’a kulluk etmek için yaratıldığını bildirmektedir. Çok yüksek yaratılışıyla insan, bütün kâinâtın en kıymetli ziyneti gibidir. Dünyâdaki her şey, insanın menfaatine ve istifâdesine sunulmuştur.
Yasak edilen belli şeyler dışında kalan her şey, aslı üzere mubâhtır. İnsanın bunlardan İslâmiyetin hudutları dâhilinde istifâde etmesi serbest, hattâ lâzımdır. İnsan bunu sağlamak için dünyâyı, eşyâyı, olayları inceleyip tanımakla emrolunmuştur. Kendini, cisimleri, fezâyı inceleyerek bunları yaratan Allahü teâlânın kudret ve azametini idrâkle vazîfelidir. İşte böylesine mükemmel ve şerefli olan insan, boşu boşuna yaratılmamış ve kendi bildiğine bırakılmamıştır. (Mü'minûn, 115)
.22/12/2020
Eğitimin gayesi ne olmalıdır?
Bizim dînimiz, târihimiz, kültür ve medeniyetimizde, eğitimden maksat "iyi insan" yani "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir.
Dünkü makâlemizin sonunda, “Eğitimde işin esâsı; hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, memleketine, vatanına ve devletine, bütün Müslümânlara, hattâ insanlığın tamâmına faydalı birer unsur meydâna getirmektir” diye yazmıştık.
Bütün insanlığa rehber olarak gönderilmiş olan Peygamberlerin ve onların yolunda olan vârislerinin târihlerini incelediğimizde, hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi ferdler, âileler ve cemiyetler, yani iyi insanlar meydâna getirmek olduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimiz, târihimiz, kültür ve medeniyetimizde de, eğitimden maksat "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir.
Aslında Hazret-i Âdem'den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 “Ülü'l-azim” Peygamber, 313 “Resûl”, 124 bin civârındaki “Nebî”nin eğitimdeki hedefleri aynıdır.
100'ü suhuf 4'ü büyük kitap olmak üzere, bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Şurası bilinmesi gereken bir gerçektir ki, İslâmiyet; “medenî insan” ve “medeniyyet sâhibi toplum” meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.
Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi, aslında bunların içinde vardır. O hâlde, insanlığın kurtuluşu için bunlardan istifâde etmeye çalışmak lâzımdır.
Dünya büyük bir gemi, bütün insanlar da onun yolcuları gibidir. Bu gemiyi hepimizin korumaya çalışması lâzımdır.
Bütün kâinât, Allahü teâlâ tarafından çok mükemmel bir sûrette yaratılmıştır. Sâdece dünyâdan bahsedecek olursak: Dünyâ bir günde, yâni 23 saat 56 dakika 4 saniyede (takrîben 24 sâatte) kendi ekseni etrafında bir tur atar. Bu dönmesinden gece ve gündüz hâsıl olur. Dünyânın ekseni yerküre ile güneş arasındaki doğruya dik olmayıp bu doğruya dik olan aydınlanma düzlemine 23,5 derece eğik olduğu için gece ile gündüz uzunluğu yalnız ekvator üzerinde her zaman eşittir. Diğer yerlerde eşit olmayıp her ay değişmektedir.
Yerin İç Yapısı: Yer, yüzeyden merkeze doğru genel olarak üç tabakadan meydâna gelir: 1. Litosfer (Taşküre)-Kabuk, 2. Pirosfer (Ateşküre)-Örtü (Manto), 3. Barisfer (Ağırküre)-Çekirdek [Bunların herbirinin çok mükemmel özellikleri vardır.]
Yerin Dış Yapısı: Yerin etrâfını atmosfer adı verilen Lui gaz tabakası sarmıştır. %78,09 azot, %20,95 oksijen, %1 de su buharı, karbondioksit, hidrojen, helyum ve soy gazlar bulunmaktadır.
Yerden yukarı doğru 4 tabaka vardır: 1. Troposfer, 2. Stratosfer, 3. Mezosfer, 4. İyonosfer, 5. Ekzosfer. [Bunların da her birinin ayrı ayrı fonksiyonları vardır.]
.21/12/2020
İnsanlardan ne istenmektedir?
İnsanoğlu, ne melekler gibi sırf “nûrânî” bir varlık, ne de hayvânlar gibi sâdece bir “maddî” varlıktır...
Evvela şunu belirtelim ki, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca kâinâtı yaratan Allahü teâlâ, sâdece bizim üzerinde yaşadığımız gezegenimizin yani dünyânın insanlarla meskûn olmasını irâde buyurmuş, nice hikmetlere mebnî Hazret-i Âdem babamızla Havvâ annemizi, Cennet’ten dünyâya göndermiştir.
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [yanî Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu, beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, muhtelif kavimlere, zaman zaman “Peygamber”ler göndermiştir.
Şurası bir hakîkattir ki, insanlar, Allah’ın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve rahat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, rahatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
Bilindiği üzere, “Alexis Carrel” gibi Batılı bazı bilim adamları, “İnsan Denen Meçhûl” adıyla kitap yazmak suretiyle, insanı bir muammâ olarak gösteriyorlarsa da, insanı, -temel kaynaklarımızda zikredilen sıfatlarıyla- şöyle tarif etmek mümkündür:
İnsan, “madde” ve “mana” (yani “beden” ve “rûh”) olmak üzere iki unsurdan meydâna gelen, "Allah'ın yeryüzündeki halîfesi" kılınan (Bakara, 30), “a'lâ-yı illiyyîn”e çıkmaya namzet yapılan (Âl-i İmrân, 139; Mutaffifîn, 18-19), “eşref-i mahlûkât” olarak (İsrâ, 70), “ahsen-i takvîm” üzere yaratılan (Tîn, 4), “mükerrem” (İsrâ, 70) bir varlıktır.
Fakat nefsinin esîri olduğu zaman, “esfel-i sâfilîn”e (Tîn, 5) yuvarlanmaya, hayvanlardan aşağı bir derekeye düşmeye mahkûm (A’râf, 179; Furkân, 44) bir yaratıktır.
Demek ki insanoğlu, ne melekler gibi sırf “nûrânî” bir varlık, ne de hayvânlar gibi sâdece bir “maddî” varlıktır. İnsan, meleklerden üstün seviyeye çıkabilen, kendisine, muhtaç olduğu bütün nimetler ihsân edilen (Lokman, 20; Nahil, 18), âhirette bunlardan hesâba çekilecek olan (Tekâsür, , belli bir yaratılış gâyesiyle bu dünyâya gönderilen, yani “Allahü teâlâyı tanımak ve ibâdet etmekle mükellef (Zâriyât, 56) bir kuldur.”
Malûmdur ki, Allahü teâlâ, bütün kullarının, verdiği nimetlere şükretmelerini, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını ilân etmiştir.
Bildiğimiz gibi, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, memleketine, vatanına ve devletine, bütün Müslümânlara, hattâ insanlığın tamâmına faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bu güzel ülkenin bütün müesseselerinin ve vatandaşlarının ana hedefi de bu olmalıdır. Bu da, ancak iyi bir eğitim ile mümkün olabilir. [Yarın inşallah, bir nebze, eğitimin gâyesinden bahsedelim.
.15/12/2020
Kazâ borcu olan nâfile namaz kılabilir mi?
Duhâ, Teheccüd, Evvâbîn gibi nâfile namaz kılmak isteyen, o vakitlerde kazâ kılarsa, bu nâfileleri de kılmış olur.
Allahü teâlâ, “Bana farzla yaklaşılır”, Resûlü de, “Kazâ borcu olanın nâfilesi kabul olmaz” buyururken, âlimler de bunları, “Kazâsı olanın, sünnet ve nâfile kılması uygun değildir” diye açıklarken, Allah'ın emri olan farzı bıraktırıp, nâfileleri kıldırmaya çalışıyorlar. Bir kimse, ömründe nâfileleri hiç kılmasa, âhirette cezâ verilmez, tabii ki onların sevaplarından mahrum kalır; fakat bir farzı terk etmenin cezâsı çok büyüktür.
İsmâîl Hakkî Bursevî’nin Ruhul-beyân isimli tefsîrinde, En’âm suresinin 165. âyetinin tefsîrindeki hadîs-i şerîfte bildiriliyor ki: Kıyâmette helâl yoldan kazanan kimseye denir ki:
- Bu malları kazanırken ve sarf ederken farz namazları vaktinde kıldın mı? Namazın rükûunu, secdesini ve abdestte farzları tâm yaptın mı?
- Yâ Rabbî, helâlden kazanıp helâl yerlere harcadım, hiçbir farzı kaçırmadım.
- Helâl kazanırken bazı yanlışların olmadı mı?
- Yâ Rabbî, helâl yollardan kazandım ve helâl yollarda harcadım, hiçbir farzı zâyi etmedim, farzları yerine getirirken ihlâsıma halel getirmedim. (Rûhul-beyân 3/132)
Duhâ, Teheccüd, Evvâbîn gibi nâfile namaz kılmak isteyen, o vakitlerde kazâ kılarsa, bu nâfileleri de kılmış olur. Eğer bunlara da niyet ederse niyet sevâbına da kavuşur.
Büyük âlim İbn-i Nüceym hazretleri buyuruyor ki: “Kazâ namazı olan, sünnetleri kılarken kazâya niyet ederek kılsa, sünnetleri terk etmiş olmaz. Çünkü sünnetleri kılmaktan maksat, o vakit içinde farzdan başka bir namaz daha kılmaktır. Kazâ kılmakla, sünnet de yerine getirilmiş olur.” (İbn-i Nüceym, Nevâdir-i fıkhiyye s. 36)
“Sünnet kılarken kazaya da niyet edince, sünnet de kılınmış olur.” (Oflu Muhammed Emîn Efendi, Necâtül-mü'minîn)
Âlimler sözbirliği ile bildirdiler ki:
Reğâib ve revâtib ameller (nâfileler) ile vâcibler, sevapta, hükümde ve üstünlükte farza ulaşamaz. Sünnetler, kılınmış olan farzların eksiklerini tamâmlar. Nâfileler ise sünnetlerin eksiklerini tamâmlar. Hiçbir nâfileyle farz borcu ödenmiş olmaz. Bazı avâmın [câhillerin] iddiâ ettiği gibi, farzı bırakıp da nâfileyle uğraşmalarının, meselâ Evvâbîn namazının farz kazâların yerine geçeceğini iddiâ etmelerinin dînde yeri yoktur. (İsmail Hakkı Bursevî, Rûhul-beyân III/127)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri de buyuruyor ki: "Zekât olarak fakîre bir altın vermek, yüz bin altın sadaka vermekten daha sevâbdır, çünkü zekât vermek, farzı yapmaktır. Sadaka ise, nâfiledir. Farzın yanında nâfilenin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında, damla bile değildir. Şeytân aldatarak, kazâ kıldırtmayıp ve zekât verdirtmeyip, nâfileleri güzel gösteriyor."
.14/12/2020
Namaz hangi özürle kazâya bırakılabilir?
Bir özür ile kaçırılmış namaz ile özürsüz, kasten terk edilmiş namazın hükmü aynı değildir...
Bir namaz, diğer mezhepleri taklîd sûretiyle cem edilerek kılınma imkânı dahi yoksa, ancak şu özürlerle kazâya bırakılabilir:
Savaşta, düşmân karşısında oturarak ve kıbleden başka tarafa dönerek bile namaz kılamazsa; seferde olduğu esnâda, sel, yırtıcı hayvan, eşkıyâ, anarşist gibi bir tehlike varsa; namazı oturarak veya hayvân üzerinde îmâ ile de kılmak mümkün değilse; annenin veya çocuğunun telef olacağı zaman ebenin ve âcil ameliyâtlarda doktorun müdâhalesi esnâsında kazâya bırakmak ve uyku, unutmak gibi özürlerden biriyle namazı fevt etmek [kaçırmak] günâh olmaz. (Alâeddîn el-Haskefî, ed-Dürrül-Muhtâr)
Bütün fıkıh kitaplarında, fâite, yani kaçırılmış namaz deniyor. Çünkü, bir Müslümân namazlarını amden, bile bile, göz göre göre terk etmez. Ancak yukarıda bildirilen özürlerden biri ile kaçırabilir. Bu bakımdan kaçırılan namaz sayısı az olur. Bugün insanların terk edilmiş namaz sayıları çoktur. Bir özür ile kaçırılmış namaz ile özürsüz, kasten terk edilmiş namazın hükmü aynı değildir. Namazları, yukarıda bildirilen bir özürle fevt ederek kazâya bırakmak günâh olmadığı için, bunların kazâlarını, sünnetleri ve diğer nafileleri kılacak kadar geciktirmek de günâh olmaz. Uyumak, unutmak gibi bir özürle kılınamayan yani fevt edilen [kaçırılan] namazların hükmü şöyledir:
Reddül-muhtâr, Halebî, Tahtâvî ve Hindiyye gibi kıymetli eserlerde buyuruluyor ki: Fâite [fevt olmuş, yani bir özürle kaçırılmış] namazların kazâlarını acele kılmak lâzımdır. Fevt olmuş namazların kazâlarını kılmak, nâfile kılmaktan evlâ ise de, hadîs-i şerîfle övülmüş olan beş vaktin sünnetlerini, Duhâ, Tesbîh, Tehıyyetül-mescid, Evvâbîn gibi nâfile namazları kılmak, kazâ kılmaktan evlâdır. Yanî kazâ kılacak kadar geciktirmek günâh olmaz.
Terk edilmiş namazın hükmü ise şöyledir:
Büyük âlim İbn-i Nüceym’e soruldu ki, kazâ namazı olan kimse, sünnetleri kılarken kazâya niyet ederek kılsa, sünnetleri terk etmiş olur mu?
Cevâbında, “Sünnetleri terk etmiş olmaz, çünkü o vakit içinde farzdan başka, [nâfile olsun, kazâ olsun] herhangi bir namaz kılınınca, sünnet de yerine getirilmiş olur” buyurdu. [İbn-i Nüceym, Nevâdir-i fıkhiyye fi mezhebil-eimmetil-Hanefiyye s. 36]
Beş vakit namazın sünneti demek, Resûlullahın kıldığı namaz demektir. Bu namazlara sünnet ismi sonradan verilmiştir. Resûlullah, beş vakit namazın sünnetlerini kılarken, yalnız “Allah rızâsı için namaz kılmaya” derdi. “Sünnet kılmaya” diye niyet etmezdi. Her vakit içinde böyle kılınan her namaz, sünnet ismi verilen namaz olur. (Reddül- muhtâr, Uyûnül-besâir, Halebî)
.08/12/2020
Farz ibâdetlerin önemi...
Nâfilelerle milleti meşgûl edip farzları tehîr ettirenler veya farzları kıldırmayanlar büyük vebâl altındadırlar.
Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer’e (radıyallahü anhümâ), “Farz olan ibâdetler ödenmeden nâfileler kabul olmaz” buyurdu. (İmâm Ebû Yûsuf, Kitâbül-Harâc)
İsmail Hakkı Bursevî hazretleri buyuruyor ki:
Âlimler söz birliği ile bildirdiler ki, hiçbir nâfileyle farz borcu ödenmiş olmaz. Bazı avâmın, “Nâfile, kazâ yerine geçer” demelerinin dînde yeri yoktur. (İsmâîl Hakkı Bursevî, Rûhul-beyân, III, 127)
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî hazretleri de buyuruyor ki:
“Farzların yanında nâfileler kıymetsizdir. Sünnetlerin farzlar yanındaki kıymeti de, deniz yanında bir damla su gibi bile değildir. Mel’ûn şeytân, mü’minleri aldatarak, farzları küçük gösteriyor, nâfileyi teşvîk ediyor. Hâlbuki bir altın zekât vermek, yüz bin altın sadaka vermekten daha sevaptır.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, I/29, I/260, III/17)
Dört mezhebin fıkıh bilgilerini iyi bilen Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de buyuruyor ki: “Yıllarca kazâ borcu olan, sünnetleri kılarken, kazâ namazına niyet ederek kılmalıdır. Böyle niyet ederek kılmak, dört mezhepte de lâzımdır.”
“Sünnet yerine kazâ kılan, sünneti terk etmiş olmaz.” (Eşbâh)
“Hiç kazâsı olmayanın da kazâ namazı kılması câizdir.” (Reddül-muhtâr, Fetâvâ-yı Hindiyye)
İbn-i Teymiye, “Özürlü ve özürsüz terk edilen namazları kazâ etmek gerekmez” diyor. (İbn-i Teymiye, Mecmûul-Fetâvâ, 12/106)
Fakat İbni Teymiye’nin sözü dinde senet değildir. Zâten birçok yanlış inancı yüzünden İslâm mahkemeleri onu hapse mahkûm etmiştir. “Vaktinde kılınmayan namazları kazâ etmek gerekmez” demek, dîni yıkmak olur. O zaman kimse namaz kılmaz, zekât vermez, hacca gitmez, oruç tutmaz, sonunda da, “Tevbe edince oluyormuş” der.
İbn-i Teymiye ve bazı Selefîler, “Vaktinde kılınmayan namazları kazâ etmek gerekmez, tevbe etmek yeterli olur” diyorlar. Hâlbuki namazları vaktinde kılmak farz olduğu gibi, vaktinde kılınmayanı kazâ etmenin de farz olduğu, bütün fıkıh kitaplarında bildirilmiştir.
Allahü teâlâ, “Bana farzla yaklaşılır”, Resûlü de “Kazâ borcu olanın nâfilesi kabûl olmaz” buyururken, âlimler de, “Kazâsı olanın, sünnet ve nâfile kılması ahmaklıktır”, “Sünnetler farzın yanında denizde damla değildir” derlerken, bir özürle kaçırılan namazla kasten kılınmayan namazı aynı zanneden câhiller, Allahü teâlânın emri olan farzı bıraktırıp, Duhâ, Tehıyyetül-Mescid, Tesbîh, Teheccüd namazı gibi nâfileleri kıldırmaya çalışıyorlar. Bir kimse, ömründe bu nâfileleri hiç kılmasa, âhirette cezâ verilmez, ama sevaplarından mahrum kalırlar. Fakat bir farzı terk etmenin cezâsı çok büyüktür.
“Düşmân karşısında, bir farz namazı kılmak mümkün iken, terk etmek, yedi yüz büyük günâha bedeldir.” (Câmiu'l-fetâvâ)
Bu fetvâ da gösteriyor ki: Nâfilelerle milleti meşgûl edip farzları tehîr ettirenler veya farzları kıldırmayanlar büyük vebâl altındadırlar.
.30/11/2020
Nimetlere şükür gerekir...
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ bir kulunu nimetlendirirse, o nimetinin eserini, kulunun üzerinde görmek ister.”
“Nimet”: “İyilik, rızık, saâdet” demektir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor ki (meâlen): “Her nimetin şükründen muhakkak sorulacaksınız.” (Tekâsür sûresi,
“Bir kimsenin saçının sakalının siyahlığını îmân ile ve ibâdetler ile ağartması, ne büyük nimettir. Nimet ne kadar çok ise, şükretmek lüzumu da o kadar çok olur. Zenginlerin zenginlik derecelerine göre, fakîrlerden daha çok şükretmeleri lâzımdır.” (İmâm-ı Rabbânî)
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
“Vücûdumun her kılı, gelse de dile,
Şükretmiş olamam, nîmetlerine.”
Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: “Allahü teâlâ bir kulunu nimetlendirirse, o nimetinin eserini, kulunun üzerinde görmek ister.” (Kenzül-Ummâl)
Yine Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “Bir Müslümânda şu üç şey bulunursa, Allahü teâlâ onu muhâfaza ve himâye eder, onu sever, merhamet eder. Nimete şükretmek, zâlimi affetmek, gazaba gelince gazabını yenmek.” (Berîka)
Hanefî mezhebindeki büyük âlimlerden, mezhepteki müctehidlerden İmâm Ebû Yûsuf “Nîmetlerin başı üç nîmettir. Birincisi, bütün iyilikleri içine alan İslâm nîmetidir. İkincisi, hayâta tad veren sıhhat ve âfiyet nîmetidir. Üçüncüsü ise, insana faydalı olan (azdırmayan) zenginliktir” buyurmuştur.
Ali Havvâs Berlîsî (rahmetullahi aleyh) “Çoğunlukla bolluk ve nîmetler içinde bulunanlar, bu nîmetler gitmedikçe, bunların kıymetlerini, değerlerini anlayamazlar” buyurarak ne kadar önemli bir husûsa dikkat çekmektedir.
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki:
“Nimetlerin en iyisi çalışarak kazanılandır.” (Ebü'l-Hasen-i Harkânî)
“Sıkıntılara sabretmeyen kimsede rızâ yoktur. Nimetlere şükretmeyen kimsede kemâl (olgunluk, yükseklik) yoktur. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, ârifler (Allah adamları, Allahü teâlânın sevdikleri) Allahü teâlâya muhabbet, takdîrine rızâ (Allah'tan gelenleri hoş karşılayarak) ve O'nun nimetlerine şükrederek maksada kavuşmuşlardır.” (Ebû Ali Sakafî)
“Her nimet bir külfet (zorluk) karşılığıdır.” (Atasözü)
“Şükür” ise: “Verilen nîmetleri yerli yerinde kullanma; Allahü teâlâya, verdiği nimetlerle isyân etmeme; nimetleri kullanırken sâhibini unutmama; görülen iyiliğe karşı teşekkür; Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uyma” gibi manâlara gelmektedir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor ki (meâlen):
“İmân eder ve şükrederseniz, Allah size azap yapmaz.” (Nisâ sûresi, 46)
“Nîmetlerime şükrederseniz elbette arttırırım…” (İbrâhim sûresi, 7)
Bir hadîs-i şerifte buyurulmuştur ki:
“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya da şükretmemiş olur.”
Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ve şükrederse; bu medh u senâların ve teşekkürlerin hepsi, Allahü teâlâya mahsûstur. Çünkü, her nimeti yaratan, gönderen hep O'dur. O hâtırlatmazsa, kuvvet ve kolaylık vermezse, hiçbir kimse diğer bir kimseye iyilik ve kötülük yapamaz.
.24/11/2020
Sıhhatin kıymetini bilmek lazım
Toplumun sağlığı da, kişinin sağlığı kadar önemlidir. Sağlığı korumak ve seviyesini yükseltmek devletin baş görevi olmalıdır.
Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki:
“İki büyük nimet vardır ki, insanların çoğu bu iki nimet husûsunda aldanmaktadırlar: Sıhhat (sağlık) ve boş vakit.”
Sağlık, dünyâ nîmetlerinin başında gelir. Sıhhati yerinde olmayan kişi, dünyâsı için de, âhireti için de gerekli olan çalışmaları yapamaz.
İslâm dîninin emretmiş olduğu bütün husûslar, sağlığa uygun ve onu koruyucu olan husûslardır. Bunların ehemmiyeti, teknik ve fennin ilerlemesiyle bugün daha iyi anlaşılmıştır. Namaz, oruç gibi ibâdetler, her gün abdest almak ve gerektiğinde gusül abdesti almak, insan sağlığı açısından son derece faydalı işlerdir.
Domuz etinin yenmesinin yasaklanmasıyla da, bu pis hayvândan insana geçen birçok hastalığın önü alınmıştır. Her türlü alkollü içkinin yasaklanması da sağlık ve ictimaî hayâtın sağlamlığı açısından bulunmaz bir hâdisedir.
İslâm dîni, mîdenin tıka-basa doldurulmasını da meneder. Peygamber Efendimiz; “Ümmetim sofraya acıkmadan oturmaz, doymadan kalkar” buyurmuştur.
Sağlık, insanoğlunun önem verdiği en eski konulardan birisidir. Hayâtın başlangıcından beri, hastalık ve ölüm olduğundan, hastalıkları yenmek, acıları dindirmek, bütün toplumlarda başlıca gâyelerden birisi olmuştur. Tıp ilmi, büyük bir hızla ilerlemekte, dün çâresiz gibi görünen dertlere bugün çâre bulunmaktadır.
Peygamber Efendimizin, “Tıp ilmi” husûsunda, Eshâbına öğrettiği husûslar, çok fazladır, bir haylî geniştir. İslâmiyette tıp ilmi, dîn ilminden önce gelmektedir. Çünkü sıhhatsiz ibâdet edilemez. Peygamberimiz, hastalıkların tedâvî yollarını bildirmiştir; buyurmuştur ki: “Ey Allah’ın kulları! Tedâvî olunuz (ilâç kullanınız). Her hastalığın devâsı (ilâcı) vardır. Yalnız ihtiyârlığa (neticesinde ölüme) çâre yoktur.”
Kânûnî Sultan Süleymân Hân:
“Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” demiştir.
Batı dillerinde Hygiene (Alm.), Hygiene (Fr.), Hygiene (İng.) şeklinde yazılan “Hijyen”: “Hayâtın sağlıklı olarak devâmını temin için şahıs ve toplumun sağlığının korunması ve geliştirilmesi ile ilgili bilgileri bir sentez hâlinde uygulayan tıp branşı”dır.
Tıp ilmi iki kısımdır: Biri hijyen, yâni sıhhati korumaktır. İkincisi ise terapötik olup hastaları iyi etmektir. Hijyen, yâni insanları korumak, sağlam kalmağı temin etmek tıbbın birinci vazîfesidir.
Toplumun sağlığı da, kişinin sağlığı kadar önemlidir. Sağlığı korumak ve seviyesini yükseltmek devletin baş görevi olmalıdır. BCG aşısını bulanlardan Calmette; “Toplumun sağlığını korumak için harcanan para, toplumun kalkınması için yapılan en değerli yatırımdır” der. Yıllık harcamaların içinde en önemli yeri, sağlık hizmetlerinin alması, bu bakımdan önemlidir.
Hastalıklar, yalnızca insan bünyesinde ortaya çıkan bozukluklardan ve noksânlıklardan husûle gelmez. Hastalıkların meydâna gelmesinde kişinin yaşadığı çevrenin özellikleri de mühim rol oynar.
.23/11/2020
Sıhhat ve afiyette olmak...
“Yâ Rabbî! Senden, sıhhat, âfiyet, emânete hıyânet etmemek, güzel ahlâk ve kadere râzı olmak istiyorum..."
Resûlullah Efendimiz şu duâyı çok okurdu: “Allahümme innî es’elükes-sıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulukı ver-rıdâe bil-kaderi bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn.”
Bu duânın mânâsı şöyledir:
“Yâ Rabbî! Senden, sıhhat, âfiyet, emânete hıyânet etmemek, güzel ahlâk ve kadere râzı olmak istiyorum. Ey merhamet sâhiplerinin en merhametlisi! (Merhametin hakkı için, bunları bana ver.)” [El-Edebül-müfred (Buhârî)] Bizler de, sevgili Peygamberimiz gibi duâ etmeliyiz.
Şimdi, hem başlıkta, hem de hadîs-i şerifte geçen “sıhhat” ve “âfiyet” kelimelerinin hangi manalara geldiklerini zikredelim.
“Sıhhat (sağlık)”: “Sâdece hastalıklı ve malûl olmama hâli değil, aynı zamanda, bedenen, rûhen ve sosyal yönden tam bir huzur ve iyilik hâlidir.”
“Sağlıklı kimse” denilince, genetik olarak iyi vasıflarla doğmuş, fizik, fizyolojik ve aklî olarak iyi gelişmiş, vücut fonksiyonları âhenk içinde bulunan, moralman iyi karakterli bir varlığın durumu anlaşılır.
Sağlık, insanoğlunun önem verdiği en eski konulardan birisidir. Hayâtın başlangıcından beri, hastalık ve ölüm olduğundan, hastalıkları yenmek, acıları dindirmek bütün toplumlarda başlıca gâyelerden birisi olmuştur. Tıp ilmi, büyük bir hızla ilerlemekte, dün çâresiz gibi görünen dertlere bugün çâre bulunmaktadır.
Peygamberimizin, müminlerin beden ve rûh sağlıklarına dikkatleri çeken tavsiye ve nasîhatleri, tenbîh ve emirleri, daha sonra İslâm âlimleri tarafından “Tıbb-ı Nebevî” adı altındaki eserlerde toplanmıştır. Müslümân tabipler tıbbı, bir kâhin ve büyücü mesleği olmaktan kurtarmışlar ve ilmî usûllerin uygulayıcıları olmuşlardır. Açılan her imâret, darüş-şifâ, bîmâr-hâne halk sağlığıyla yakından ilgilenen müesseseler olmuşlardır.
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde:
“Allahü teâlâ, her hastalığın ilâcını yaratmıştır, yalnız ölümün çâresi yoktur” buyurmuştur. Onun için Sevgili Peygamberimizin şu tavsiyesi çok önemlidir:
“Beş şeyden önce, beş şeyi fırsat ve ganîmet bil (beş şeyin kıymetini bil): Ölümünden önce hayâtının, ihtiyârlığın gelmeden önce gençliğinin, hasta olmandan önce sıhhatinin, fakîrliğin (yoksulluğun) gelmeden önce zenginliğinin, meşgûliyetin gelmeden önce boş vaktinin.” (Buhârî ve Müslim)
“Âfiyet” kelimesine gelince, bunun iki manâsı vardır:
1. Sağlık, sıhhat ve bedende hastalık bulunmaması.
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. İmândan sonra âfiyetten daha büyük nîmet yoktur. (Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî de buyurmuştur ki: “Dert ve belâ gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, kurtarması ve âfiyet vermesi için duâ etmeli, O'na yalvarmalıdır. Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat, âfiyet ve selâmet isteyenleri sever.”
2. Günâh işlememek.
Hadîs-i şerifte buyurulmuştur ki: “Yâ Rabbî! Bana ilim ver, hilm (yumuşaklık) ile zînetlendir. Takvâ (harâmlardan sakınmak) ihsân eyle. Âfiyet ile beni zînetlendir.” (Berîka)
.26/10/2020
Peygamberimizin üstünlüğü
Muhammed aleyhisselâm, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en fazîletlisidir.
Allahü teâlâ, insanların dünyâ ve âhiretteki işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve onları yanlış, zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, râhata ve saâdete kavuşturmak için, Peygamberlerle, dîn göndermiştir.
Peygamberlik; çalışmakla, açlık, sıkıntı çekmekle ve çok ibâdet yapmakla ele geçmez. Yalnız Allahü teâlânın ihsânı, seçmesiyle olur.
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: “Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinin her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en fazîletlisidir. Hiç bir kimse hiçbir bakımdan O'ndan üstün değildir. Cenâb-ı Hak, O'nu öyle yaratmıştır.”
Peygamberlik vazîfelerini görmekte, Peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, bütün Peygamberler müsâvîdirler, eşittirler. Fakat Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. Meselâ, ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve mârifetlerinin çok yerlere yayılması, mûcizelerinin daha çok ve devâmlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün Peygamberlerden daha üstündür. “Ülü’l-azm olan Peygamberler, böyle olmayanlardan ve Resûller de, Nebîlerden daha üstündürler.
Peygamberlerin sayısı bizlere tam olarak bildirilmemiştir. 124.000’den çok oldukları meşhûrdur. Bunlardan 313 (veya 315) adedi “Resûl”’dür. Bunların içinde de “Ülü’l-azm” denilen altısı daha yüksektir. Ülü’l-azm Peygamberler, Âdem, Nûh, İbrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâ (aleyhimüsselâm) hazretleridir.
Peygamberlerin her söyledikleri doğrudur. Onlardan birine bile inanmayan kimse, hiçbirine inanmamış olur. Mesela son Peygamber Muhammed aleyhisselâma inanmayan bir kimse, bütün Peygamberleri inkâr eden kimse ile aynı durumdadır.
Bütün Peygamberler, hep aynı îmânı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îmân etmelerini istemişlerdir. Fakat ibâdet ve amelleri, yâni kalple, bedenle yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri farklıdır.
Allahü teâlâ, bütün Peygamberlerine isimleriyle hitâb ettiği hâlde, Muhammed aleyhisselâma; “Yâ eyyühen-Nebiyy”, “Yâ eyyüher-Resûl”, “Yâ eyyühel-Müzzemmil”, “Yâ eyyühel-Müddessir”, “Habîbim (sevgilim)” gibi sıfatlarla hitâb ederek iltifât etmiştir.
Yüce Rabbimiz: “(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden [kendinizden] öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], müminlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir” (Tevbe, 128) buyuruyor.
Yine Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Peygamber, müminlere canlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır; [Müminlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir.] O'nun hanımları da onların anneleridir…” [Ahzâb, 6]
.27/10/2020
Peygamber Efendimiz hakkında...
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır.
Denilebilir ki, târih boyunca, hayâtı, en ince teferruâtıyla, sadece yıl ve ay olarak değil, hafta, hattâ gün bazında ortaya konulan yegâne zât, şüphesiz ki, Peygamber Efendimiz’dir.
Delâilü'n-Nübüvve ve Şevâhidü'n-Nübüvve kitapları, Peygamber Efendimizin Peygamberliğinin delîllerinden; Sîret-i Nebeviyye ve Meğâzî kitapları O'nun hayâtından ve harblerinden, el-Hasâis kitapları, O'nun fazîletlerinden ve mucizelerinden, Şemâil-i şerîfe kitapları fizikî yapısından, İslâm Târihi ve Ansiklopediler ise, umûmî hayâtından bahsetmektedirler. Bir şâir diyor ki:
"Her vasfı ki, imtiyâzı hâiz,
Târih onu vasfederken âciz."
Sevgili Peygamberimizin şâirlerinden Hassân b. Sâbit'in (radıyallahü anh) şu sözü ne kadar mânidârdır:
"Ben, Muhammed Mustafâ'dan (sallallahü aleyhi ve sellem) bahs ederken, O'nu medhediyor değilim; bilakis O'ndan bahsetmek sûretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum."
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, habîbi, mahbûbu, sevgilisi Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır.
Meselâ, insanların en güzel yüzlüsü ve gâyet nûrânî benizlisi idi. Mübârek yüzü, kırmızı ile karışık beyâz olup, ay gibi nûrlanırdı, parlardı.
Sözleri gâyet tatlı olup, gönülleri alır, rûhları cezbederdi.
Aklı o kadar çoktu ki, Arabistân yarımadasında, sert, inatçı insanlar arasında gelip, onları çok güzel idâre ederek ve cefâlarına sabrederek, yumuşaklığa ve itâate getirdi. Çoğu dînlerini bırakıp Müslümân oldular ve dîn-i İslâm yolunda, babalarına ve oğullarına karşı harb ettiler. O’nun uğrunda mallarını, yurtlarını fedâ edip, kanlarını akıttılar. Hâlbuki, böyle şeylere alışık değillerdi.
Güzel huyu, yumuşaklığı, affı, sabrı, ihsânı, ikrâmı, o kadar çoktu ki, herkesi hayrân bırakırdı. Görenler ve işitenler [tabîî ki nasipli olanlar] seve seve Müslümân olurdu.
Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir. Kendisi için kimseye gücenmediği hâlde, dîn düşmânlarına, dîne dil ve el uzatanlara karşı sert ve şiddetli idi.
Herkese karşı yumuşak olmasaydı, Peygamberlik heybetinden, büyüklük hâllerinden, kimse yanında oturmaya ve sözünü dinlemeye tâkat getiremezdi.
Kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç yazı yazmamış iken ve seyâhat etmeyen, geçmişlerden ve etrâfındakilerden haberi olmayan insanlar arasında hâsıl olmuş iken, Tevrât’ta, İncîl’de ve diğer bütün kitaplarda yazılı şeyleri bildirdi. Geçmişlerin hâllerinden haber verdi. Her dînden, her meslekten ileri gelenlerin hepsini hüccet ve burhânlar söyleyerek susturdu. En büyük mûcize olarak Kur’ân-ı kerîmi ortaya koydu ki, 6.236 âyetinden birini gibi söyleyemezsiniz diye meydân okuduğu hâlde, 1400 küsûr seneden beri, dünyânın her tarafında, bütün İslâm düşmânları el ele vererek, mallar, servetler dökerek uğraştıkları hâlde, söyleyemediler..
.02/11/2020
Resûlullah'ın şeref ve fazileti -1-
Peygamber Efendimizi, ancak Ebû Cehil gibi câhil, ilim ve edepten mahrûm, nasîpsiz, bozuk kişiler kötülemektedirler. Tabîî ki bu, bir nasip işidir.
Geçen haftaki makâlemizde, “Mevlid-i Nebevî” münâsebetiyle, İslâm âlimlerinin “Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en faziletlisi, en üstünüdür” buyurduklarını nakletmiştik.
Binâenaleyh O, bütün Peygamberlerden, Meleklerden, insanlardan ve cinnîlerden daha üstün, daha yüksek, daha şerefli, daha fazîletlidir. O, bütün mahlûkât, yaratılmışlar içerisinde, Allahü teâlânın en çok sevdiği kimsedir.
Bu konuda, inşâallah, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden nakiller yaparak bunu isbât edelim. Buna niçin lüzum var? Bazı dîn düşmânları, İslâm düşmânları, mezhep düşmânları, ulemâ ve evliyâ düşmânları, Müslümânlar arasına, ''Bir Müslümân, Kelime-i Tevhîdin 2. kısmını söylemese de Cennete gider”, “Muhammed Peygamber, bir postacıdan ibârettir, Kur’ânı getirmiş ve işi bitmiştir”, “Bize Kur’ân yeter”, “Devâmlı olarak ve sâdece Kur’ân meâli okumalıyız” gibi bâtıl sözleri yerleştirmeye çalışıyorlar.
Peygamber Efendimizin, hem Allahü teâlâ indindeki, hem de yaratılmışlar arasındaki çok yüksek mertebesini, yüce rütbesini anlayamayan bazı câhiller, gâfiller için, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmetten, İslâm âlimlerinin ve Evliyâ-yı kirâmın sözlerinden çok ciddî delîller getireceğiz...
Bütün Peygamberlerin teblîğ ettikleri, Müslümânların 6 îmân esâsını beyân eden “Âmentü”nün 4. maddesi, Allahü teâlânın “Peygamberlerine îmân”dır. “Edille-i Şer’iyye-i erbaa” denilen 4 dînî delilden 2.si “Sünnet-i seniyye”dir.
Allahü teâlâ tarafından, Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâma, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez, bilinir-bilinmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler lutfedilmiştir. O, Seyyidü’l-kevneyn [iki cihânın, dünyâ ve âhiretin Efendisi], Resûlü’s-sekaleyn [insanların ve cinnîlerin Peygamberi], Hâtemü’l-Enbiyâ ve’r-Rusül [Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu] ve Mahbûb-i Rabbi’l-âlemîndir [âlemlerin Rabbi’nin, Allahü teâlânın Habîbi, mahbûbu, sevgilisi, yani en çok sevdiği kuludur].
Kesin bir husûstur ki, Resûlullah Efendimizi, ilim, irfân ve asâlet sâhibi insanlar medhetmekte (Hazret-i Ebû Bekir radıyallahü anh gibi); câhil, ilim ve edepten mahrûm, nasîpsiz, dînsiz, îmânsız, bozuk kişiler de kötülemektedirler (Ebû Cehil Amr İbn-i Hişâm gibi). Tabîî ki bu, bir nasip işidir.
Âhirette azaplardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâmı sevmeye, O’na îmân ve itâat etmeye ve tâbi olmaya bağlıdır. Onun ümmeti olan Müslümânlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı/en iyileri oldular. Cennete gireceklerin çoğu, bunlar olacak ve Cennete herkesten önce gireceklerdir.
Bütün âlim ve velîler, hayâtları boyunca, onun yüksek ahlâkına uygun şekilde yaşamaya ve bunu her tarafa yaymaya gayret etmişlerdir.
.3/11/2020
Resûlullah'ın şeref ve fazileti -2-
Resûlullah Efendimiz, insanların olduğu gibi, cinnîlerin de Peygamberidir. Kur’ân-ı kerimde “Âlemlere uyarıcı olması için...” buyuruluyor.
Evvelâ Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, Kureyş kabîlesi gibi asîl bir kabîleden yaratılmış, aslı neslî belli bir zâttır.
2. olarak, Nebî seçilmesi (Kur’ân-ı kerîmde Nebî kelimesi 43 defa, Nebiyyen 9, Nebiyyühüm 2, en-Nebiyyûn 3, en-Nebiyyîn 13, el-Enbiyâ 5 ve en-Nübüvve 5 defa zikredilmektedir) ve vahye muhatap kılınması (yine Kur’ân-ı kerîmde Evhâ 8, evhaytü 1, evhaynâ 24, nûhî 4, nûhîhi 2, nûhîhâ 1, le-yûhûne 1, yûhî 4, fe-yûhıye 1, ûhıye 11, yûhâ 14, vahyün 2, vahyen 1, vahyinâ 2, vahyühû 1 defa geçmektedir), Cenâb-ı Hakk’ın ona husûsî ihsânıdır. Kur’ân-ı kerimde, “Allah, risâletini kime vereceğini en iyi bilendir” buyurulmuştur.
3. olarak, Resûl yapılması (Resûlle ilgili Kur’ân-ı kerimde geçen bütün kelimeleri burada zikretmeyelim, ama sâdece şunu belirtelim ki erselnâ 58, resûl 116, resûlen 24, resûleküm 2, resûlünâ 4, resûlühû 84, erselnâke=seni resûl olarak gönderdik kelimesi de 13 defa zikredilmiştir), onun üstünlüğünün delîllerinden biridir. “O resûllerden bazılarını diğer bazılarından üstün kıldık” âyet-i kerimesi var.
4. olarak, Ülül-azm Peygamberlerden yapılması (Ahkâf 35) ve Hâtemül-Enbiyâ ver-Rusül kılınması (Ahzâb 40) bütün üstünlüklerin üstündedir. Yine Resûlüs-sekaleyn yapılması, onun için çok büyük bir lutuftur. Bunda, bütün İslâm âlimlerinin ittifâkı vardır.
Resûlullah Efendimiz, insanların olduğu gibi, cinnîlerin de Peygamberidir. Kur’ân-ı kerimde, “Âlemlere uyarıcı olması için...” buyuruluyor. (Furkân, 1)
Bütün müfessirler, "Bütün âlemlere" ifâdesine, cin tâifesi de dâhildir” buyuruyorlar. Cenâb-ı Hak, Ahkâf sûresinde meâlen buyurmuştur ki: “Kur’ânı dinleyecek cinnîlerden bir takımını sana yöneltmiştik. Onlar, Kur’ânı dinlemeye hâzır olunca, birbirlerine susun dediler. Kur’ânın okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine döndükleri zaman dediler ki: (Ey kavmimiz, biz Mûsâ'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik. Hepiniz, Allah'ın davetçisine [Muhammed aleyhisselâma] uyun ve Ona îmân edin ki, Allah da günâhlarınızı bağışlayıp sizi acı bir azaptan korusun.)" [Ahkâf, 29- 31]
Âlem, Allah'tan başka her şeye, her mahlûka denir. Bunun için birçok âlim, Peygamber Efendimizin meleklere de gönderildiğini söylemişlerdir.
Bütün zamanlara, mekânlara, insanlara (Sebe’ 28), cinnîlere ve mahlûkâtın hepsine, bütün âlemlere Peygamber yapılması “De ki, ey insanlar, ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği Resûlüyüm” [A’râf, 158] ve rahmet kılınması “Biz, seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” [Enbiyâ 107], İslâm dîni gibi en üstün dînin kendisine verilmesi “Bütün dînlerden üstün kılmak üzere, Resûlünü hidâyet ve hak dîn ile gönderen O’dur” (Feth 28); Âl-i Imrân 19, 85; Mâide 3), Kur’ân-ı kerîm gibi kitapların en üstününün ona gönderilmesi, Eshâb-ı kirâm gibi en hayırlı ümmetin ona tahsîs edilmesi husûsları da (Bakara 143, Âl-i Imrân 110), başkalarının ulaşamıyacakları çok yüksek rütbelerdir.
.9/11/2020
Resûlullah'ın şeref ve fazileti -3-
Resûlullahı sevmek, Müslümânlara farz-ı ayndır. Cehennem’den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsustur.
Bilindiği üzere, kâinâtta bazı şeyler, emsâlinden çok daha üstündür. Meselâ altın madeni; demir, bakır, kömür, taş ve toprak gibi şeylerden çok kıymetlidir. Yâkut taşı, normal taşlardan çok üstündür. Bazı çiçekler (meselâ gül), diğerlerinden çok değerlidir.
Mekânlar arasında, 1- Mekke-i mükerreme, Harem-i şerîf, Kâbe-i muazzama, 2- Medîne-i münevvere, Mescid-i Nebevî, Ravda-i mutahhara, 3- Kuds-i şerîf, Mescid-i Aksâ, 4- Mescid-i Kubâ diğer mekânlardan daha kıymetlidirler.
Mahlûkâta gelince, bunlar içerisinde Peygamber Efendimiz meleklerin, insanların ve cinnîlerin hepsinden üstündür. Ondan sonra 6 Ülül-azm Peygamberden kalan beş kişi gelir, onları Resûller, onları da Nebîler takip eder,
Sonra Sahâbe-i kirâm, Tâbiîn-i kirâm ve Tebe-i Tâbiîn-i kirâm gelmektedir. İlim sâhipleri ve Evliyây-ı kirâm, normal inanlardan daha üstündürler. Bunlara dâir âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler vardır.
Zamanlardan Kadir gecesi, gecelerin en fazîletlisi, bin aydan kıymetli olduğu âyet-i kerîme ile sâbit (Kadir, 3), Cuma günü günlerin efendisi, ramazân ayı da ayların sultânıdır.
Allahü tealâyı sevene, O’nun Resûlü’nü de sevmesi bir vecîbedir, vâciptir, farzdır. Ayrıca onun Ehl-i beytini, yakın akrabâsını, Sahâbe-i kirâmını, yolunda olan âlim ve velîleri, sâlih kulları da sevmesi lâzımdır.
Resûlullahı sevmek, bütün Müslümânlara farz-ı ayndır. Âhirette Cehennem’den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsustur. Âl-i İmrân sûresinin otuz birinci âyetinde meâlen; “(Ey sevgili Peygamberim!) Onlara de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız [ve Allah’ın da, sizi sevmesini istiyorsanız], bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın [Allah bana tâbi olanları sever]” buyuruyor.
Bu birkaç günlük hayât, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. O’na uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhirette ele bir şey geçmez.
Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
“Kimi, ona [Muhammed aleyhisselâma] îmân etti, kimi de, ondan yüz çevirdi ki, bunlara da çılgın ateşli Cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri, elbette ateşe atacağız.” [Nisâ, 55-56]
“Rablerini inkâr edenlerin [îmânsızların faydalı] işleri, fırtınalı bir günde, rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer; o işlerin hiç faydası olmaz.” [İbrâhîm, 18]
“Kıyâmette onların yaptıkları her işi toz dumân ederiz.” [Furkân, 23]
“Kıyâmette en çok ziyâna uğrayanlar, iyi işler yaptıklarını sanıp da, bütün çabaları boşa gidenlerdir.” [Kehf, 103-104]
Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı kerîmde, Nisâ sûresinin sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâat etmenin, kendisine itâat etmek olduğunu bildiriyor. Bunun pek kati ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede; “Elbette muhakkak böyledir” buyuruldu. Bir âyet-i kerîmede de meâlen buyuruldu ki:
“Allah ile Resûllerinin emirlerini birbirinden ayırıp ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler kâfirdirler.” [Nisâ
.10/11/2020
Resûlullah'ın şeref ve fazileti -4-
Bir hadîs-i kudsîde buyuruldu ki: “Ben anıldıkça, habîbim sen de benimle birlikte anılmak suretiyle şânını yükselttim.”
Malûm olduğu üzere, Muhammed aleyhisselâm, 40 yaşında iken, bütün insanlara ve cinne Peygamber olduğu bildirildi. Cenâb-ı Hak, O’nu, kendisiyle kulları arasında elçi olarak vazîfelendirdi. Önce Mekke-i mükerreme’de, gizli olarak, üç sene sonra da, herkesi alenî olarak îmâna çağırmaya başladı.
Allahü teâlâya ve Resûl-i ekremine itâat etmenin Müslümânlık, karşı gelmenin sapıklık, kâfirlik olduğu, îmân ve itâat edenlere Cennet nimetlerinin olduğu, inkâr ve karşı gelenlere Cehennem azaplarının olduğu, bunların Cehennemde “keşke Allah’a ve Resûlüne itâat etseydik” diyecekleri bazı âyet-i kerîmelerde bildirilmiştir. [Ahzâb 31, 36, 66; Nûr 51-52; Fetih 17, Tevbe 71]
Kur’ân-ı kerimde, Sevgili Peygamberimizin fazileti, yüksekliği müteaddit âyet-i kerîmelerde bildirilmiş, bir âyet-i celîlede de: “Senin şânını, şöhretini yücelttik” [İnşirâh 4] buyurulmuştur.
Şimdi burada, onun şânının yüceltilmesi hakkındaki âyet-i kerimeye dâir kısa bir takım malûmât vermeyi uygun görüyoruz. Bu âyetin tefsîrlerinde deniliyor ki:
“Ezân, ikâmet, teşehhüd, hutbe gibi birçok yerde benimle beraber adını andırmak sûretiyle şânını yücelttik.” (Celâleyn Tefsîri)
“Senin ismini doğuda, batıda, yeryüzünün her yerinde yükselttim”. (Sâvî Tefsîri)
[Batıya doğru, bir tûl derecesi gidilince, namaz vakitleri 4 dakîka gecikiyor. Her 28 km gidişte, aynı vaktin ezânı birer dakîka sonra tekrâr okunuyor. Böylece, yeryüzünün her yerinde, her ân ezân okunmakta, Muhammed aleyhisselâmın ismi, Allahü teâlânın ismi ile beraber her ân, her yerde işitilmektedir.]
“Öyle bir yükseltme, yüceltme ki, kendi ismini, Habîbinin ismi ile birlikte zikrettirdi, anılmasını sağladı. Ona itâati, kendisine itâat olarak gösterdi. Melekler Ona salât etti, müminlere de Ona salevât getirmeyi emretti; Onu ismiyle değil, hep Resûlüm, Habîbim gibi güzel sıfatlarla andı.” (Beydâvî)
“Cenab-ı Hak, Resûlünün nâmını dünyâ ve âhirette de yükseltti. Hiçbir şehâdet getiren, hiçbir namaz kılan yoktur ki şehâdet kelimesini ve Resûlullahın mübârek adını zikretmiş olmasın.” (Katâde)
“Allahü tealâ [bir hadîs-i kudsîde de] buyurdu ki: “Ben anıldıkça, habîbim sen de benimle birlikte anılmak suretiyle şânını yükselttim.” [İbn-i Hibbân, Ebû Ya'lâ]
Ona pekçok mucize verilmiştir. İsrâ ve Mi’râc mucizesi ona tahsîs kılınmış (İsrâ 1), yine bin aydan hayırlı olan Kadir gecesi (Kadir 3) ona ve ümmetine tahsîs edilmiştir.
52 yaşında iken, bir gece Mekke-i mükerremeden Kuds-i şerîfe ve oradan göklere götürülüp getirildi. Bu yolculuğuna “İsrâ ve Mi’râc” denilir. Mi’râcda, Cennetleri, Cehennemleri ve Allahü teâlâyı gördü.
Mucize mefhûmunun geçtiği bazı sûre-i celîle isimleri ile âyet-i kerîme numaralarını şöyle zikredebiliriz: [Bakara 243; En’âm 35-37, 109, 124; Yûnus 20; Yûsuf 105; Ra’d 7, 27, 31, 38; İsrâ 1, 59-60; Tâhâ 133; Enbiyâ 16-17; Ankebût 50-52; Secde 15; Ahzâb 9; Gâfir (Mü’min) 35; Şûrâ 35…..]
İnşallah öbür hafta da bu konudan bahsedelim...
.16/11/2020
Peygamberimizin yüksek şeref ve fazileti -5-
Hadîs-i şerîfte meâlen buyuruldu ki: “Her Peygamber, yalnız kendi kavmine geldi; ben ise, bütün insanlara gönderildim.”
Bilindiği gibi, son Peygamber olan Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdan önceki bütün Peygamberler, belli zaman dilimlerine gönderilmişler, onların ahkâm-ı şer’iyyelerinin (dînlerinin) geçerlilik müddetleri belli zamanlarda dolmuş, bitmiş; getirdiği hükümler, kıyâmete kadar geçerli olan bir tek Hazret-i Muhammed aleyhisselâm kalmıştır.
Peygamber Efendimiz, Âdem aleyhisselâm yaratılmadan önce de Peygamber olup bi’setinden itibâren bütün insanlara gönderilmiştir. “Ben yaratılış yönüyle Peygamberlerin ilki isem de, hepsinden sonra gönderildim.” [İmâm-ı Gazâlî]
Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
“Her Peygamber, yalnız kendi kavmine geldi; ben ise, bütün insanlara gönderildim.” [Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî]
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimde, kendi isminin yanında, defalarca, Habîbinin ismini de zikrediyor. Habîbinin ismini kendi isminin yanından ayırmayan Allahü teâlâdır. Îmânda da, itâatte de kendi isminin yanında bildirmiştir. Bu husûstaki bazı âyet-i kerîme meâlleri şöyledir:
“Allah’a ve Resûlüne itâat edin ki, rahmete kavuşturulasınız.” [Âl-i İmrân 132]
“Allah’a ve Resûlüne itâat edenler, Allah’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu nebîler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle berâberdirler…” [Nisâ, 69]
“Resûle itâat eden, Allah’a itâat etmiş olur.” [Nisâ, 80]
“Allah’a ve Resûlüne karşı gelen, bilsin ki, Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.” [Enfâl, 13]
“Allah’a ve ümmî nebî olan Resûlüne îmân edin ve uyun ki doğru yolu bulun.” [A’râf, 158]
“Allah’a itâat edin, Peygambere de itâat edin; işlerinizi boşa çıkarmayın.” [Muhammed, 33]
“Allah ve Resûlüne itâat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.” [Ahzâb, 71]
“Allah’a ve Resûlüne itâat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez.” [Hucurât, 14]
Allahü teâlâ, kendisine ve Resûlüne itâati beraberce emrettiği gibi, sâdece Habîbine uymayı da bildiriyor:
“Resûlüme uyun ki, doğru yolu bulun!” [A’râf 158, Nûr 54]
“Resûlümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!” [Haşr, 7]
“O, kendiliğinden konuşmaz. Onun [dîn ile ilgili] her sözü vahiy iledir.” [Necm, 3-4]
“İhtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve îmân eden bir kavme de hidâyet ve rahmet olsun diye bu kitâbı sana indirdik.” [Nahl, 64]
“Namaz kılın, zekât verin, Resûle itâat edin ki size merhamet edilsin.” [Nûr, 56]
“Kimi, ona [Resûlüme] îmân etti, kimi de, ondan yüz çevirdi. Bunlara da çılgın ateşli Cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr ederek kâfir olanları elbette ateşe atacağız.” [Nisâ, 55-56]
.17/11/2020
Peygamberimizin yüksek şeref ve fazileti -6-
Allahü teâlâ Sebe sûresinde şöyle buyurmaktadır: “Biz, seni, bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik”
Kur’ân-ı kerîm, baştan sona kadar Peygamber Efendimizin methiyle/övgüsüyle doludur. Fetih sûresinin, “Bütün dînlerden üstün kılmak üzere, Resûlünü hidâyet ve hak dîn ile gönderen O’dur” meâlindeki 28. âyet-i kerîmesi de, Resûlünün en üstün olduğunu göstermektedir.
[Enbiyâ, 107]’de “Biz, seni, ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” ve [Ahzâb, 21]’de “Resûlullah’ta sizin için [uyulması gereken] güzel örnekler vardır” buyurulmuştur.
Yine Yüce Rabbimiz “Peygamber, müminlere cânlarından evlâdır, ileridir, daha yakındır; [O, müminler nazarında kendi nefislerinden, cânlarından daha önce gelir] O'nun hanımları da onların anneleridir…” [Ahzâb, 6] buyuruyor.
Allahü teâlâ, O’nun hakkkında, Kalem sûresinin 4. âyet-i kerîmesinde de meâlen “Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzeresin” buyurmuştur.
O da, “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur.
Yine O’nun hakkında [tekrâren ifâde edelim ki] Kur’ân-ı kerîmde meâlen “Muhakkak ki, Allah’ın Resûlünde, sizin için, üsve-i hasene=nümûne-i imtisâl=en güzel örnek vardır” [Ahzâb, 21] buyurulmuştur.
Yine Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden [kendinizden] öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], müminlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir.
(Ey Habîbim Muhammed!) Eğer yüz çevirirlerse [sana ve söylediklerine aldırmazlarsa], onlara de ki: Allah bana yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben, sâdece O'na güvenip dayanırım. O, yüce Arş'ın sâhibidir, [O, büyük Arş'ın Rabbi’dir.]" (Tevbe, 128-129)
Tabîî ki bugün kendisinden bahsetmekte olduğumuz zât, alelâde bir insan, gelişigüzel bir kimse, herhangi bir normal kişi değildir. Peygamber Efendimiz, bütün insanların, bütün Peygamberlerin yani âlemlerin Efendisi, kâinâtın Efendisi, iki cihânın güneşidir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Kıyâmette insanların seyyidiyim, efendisiyim.” [Buhârî, Müslim, Tirmizî]
“Ben, bütün Peygamberlerin seyyidiyim, efendisiyim.” [Dârimî, İbnü’n-Neccâr]
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları bildirirken, “Bunları övünmek için söylemiyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati bildirmek benim vazîfemdir. Bunları söylemezsem vazîfemi yapmamış olurum” buyuruyor.
Sebe sûresinin “Biz, seni, bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik” meâlindeki 28. âyet-i kerîmesi de, bütün insanlara Peygamber olarak geldiğini bildirmektedir. Hattâ o, cinnîlerin de Peygamberidir. Onun için “Resûlü’s-sekaleyn” diye anılır.
.19/10/2020
Tarîkat hakkında -1-
Eski tarîkatler, Peygamber Efendimizin, Hulefâ-i râşidînin, Sahâbe-i kiramın, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînin yoluna uygun idi...
Son zamanlarda, “tarîkat şeyhi” adı altında, bazı “müteşeyyih=şeyh taslağı, sahte şeyh”lerin, birtakım ahlâkî zaafları ortaya çıkınca, televizyonlarda ve internet sitelerinde, bu menfaat çeteleri ve ahlâksızlar üzerinden, tarîkatlere ve tasavvufa son derece ağır bir şekilde birtakım hücûmlar, saldırılar yapıldı. Birçok insanın da kafası bozuldu, zihni karıştı, meselenin aslı nedir demeye başladı?
Başta şunu ifâde edelim ki, mukaddes dînimiz, hiçbir ferdin, şeyh olsun, mürîd olsun, zinâ yapmasına, ırza tasallut etmesine aslâ ve kat’â müsaade etmez ve müsâmaha göstermez. Hele bir şeyh müsveddesinin, müridinin kızının ırzına geçmesi, o temiz yavrunun nâmûsunu kirletmesi, dînimizin şiddetle reddettiği, en şenî, en fecî işlerdendir.
Bu münâsebetle biz, bugün ve yarınki 2 makâlemizde, inşâallah, birer nebze “tarikat”ten bahsetmeye çalışacağız.
“Tarîkat”: Lügatte “yol” mânâsına gelir. Istılâhta ise, “Tasavvuf yolu; insanları mânen olgunlaştırmak, terbiye etmek, yetiştirmek için, tasavvuf büyüklerinin tâkip ettikleri yol” demektir.
Tasavvuf bilgilerinin hepsi, Peygamber Efendimizden gelmektedir. Bütün Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), bu bilgileri silsile yoluyla kendilerinden sonrakilere ulaştırdılar. Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali (radıyallahü anhümâ) müstesnâ, diğer Sahâbeye âit silsileler, birkaç asır sonra kayboldu. Bin dört yüz seneden beri, ince bilgiler ve mârifetler, Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali’ye (radıyallahü anhümâ) âit silsileyle gelmiştir.
İslâmın ilk iki asrında, Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ali’den (radıyallahü anhümâ) gelen feyiz ve mârifetler, insanların istidâd ve kâbiliyetleri, tabîat ve mizâcları ve değişik şartlara göre farklı tarzlarda sunuldu.
Netîcede, Hazret-i Ebû Bekir’e âit silsileden 9. asırdan îtibâren; Hazret-i Ali’ye âit silsileden 12. asırdan îtibâren ana tarîkatlar ortaya çıktı. Zamanla ana tarîkatlar içerisinde mânevî husûsiyetleriyle temâyüz edenler (mürşid-i kâmiller, tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen yetkili rehberler) bulundu. Bunlar da şartlara ve zamanlarındaki insanların durumlarına göre, ana tarîkatın temel özelliklerine muhâlefet etmeden, bâzı değişiklikler ve ilâveler yaptılar. Böylece ana tarîkatların şûbeleri ortaya çıktı. Bunlar da, tarîkata husûsiyetini veren o velî zâtın ismiyle anıldılar.
“Tarîkatların esâsını, tasavvuf bilgileri teşkil eder. Bu bilgilerin, insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarîkatlar meydâna gelmiştir. Tarîkatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı mürşidin (yol gösteren, rehberlik eden âlimin) talebeleri, birbirlerini tanımak ve mürşidleriyle tanınmak için bulundukları yola mürşidlerinin (hocalarının) isimlerini vermişlerdir.” (Abdullah-ı Dehlevî)
Eski tarîkatler, Peygamber Efendimizin, Hulefâ-i râşidînin, Sahâbe-i kiramın, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînin yoluna uygun idi. Sonradan maalesef bozulmalar oldu.
.20/10/2020
Tarîkat hakkında -2-
Mutasavvıflar, insanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini anlattılar. Onların yüksek karakterli olmalarına yardımcı oldular.
Dünkü makâlemizde, tarîkatın tarîfini yapıp o konuda birkaç kelime yazdık. Bugün de aynı konuya devâm etmek istiyoruz...
Çeşitli sanat dallarında ustaya, rehbere ihtiyaç olduğunda şek ve şüphe yoktur. Geçmişte, tarîkat ehli, tasavvuf erbâbı kişiler, ferdlerin, basît menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan, riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olmalarına yardımcı olmuşlardır. Cemiyetteki insanların birbirlerini dilden değil, gönülden seven, kendileri için istediklerini başkaları için de isteyebilen kimseler olmalarına, benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten sıyrılmalarına gayret etmişlerdir. Dünyâ sevgisiyle katılaşan kalpler, onların tesîrli sözleriyle yumuşamıştır.
Bugün de, bu sayılanların yanı sıra, insanların katil, darb, gasp, hırsızlık, eşkıyâlık gibi kötü huylardan kurtulmaları için hakîkî rehberlere, doğru hocalara ihtiyaçları vardır. Ama tabîî ki sahtelerinden çok çekinmek lâzımdır.
Tasavvuf büyükleri, çobandan devlet reîsine kadar herkese hitâb edip sözleri ve sohbetleriyle gönülleri cezbetmişler ve yaptıklarını Allah için yapma rûhunu aşılamışlardır.
Ayrıca İslâmiyetin yayılmasında da bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, dünyânın her tarafına, tâ Hindistân ve Malay adalarına kadar gidip, yerli halkın lisânlarını öğrendiler, aralarına karışıp, İslâmı yaydılar.
Mutasavvıflar, insanlara; her şeyin Allah rızâsı için yapılması gerektiğini anlattılar. Riyâ ve gösterişten uzak, yüksek karakterli insanlar olmalarına yardımcı oldular. Benlik dâvâsından ve kendini beğenmişlikten kurtardılar. Birlik ve berâberliğe kavuşmuş cemiyetler meydâna getirdiler.
Hicrî beşinci (mîlâdî 11.) asırdan îtibâren sistemleşmeye başlayan tarîkatların, fert ve cemiyet hayâtında büyük tesirleri olmuştur. İslâmiyet'in yayılmasında bilfiil hizmet gören tarîkat mensûbu zâtlar, dünyânın birçok yerine dağılıp, insanların İslâmiyet'le tanışmalarına sebep olmuşlardır.
Son zamanlarda tarîkat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Peygamber Efendimizi görüp, O'nun sohbetinde yetişen Eshâb-ı kirâmın ve hakîkî İslâm âlimlerinin bildirdikleri doğru yol unutuldu.
Dînden bî-haber olan, câhil kimseler, hattâ İslâmiyet'in emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarîkatçı unvânı alarak, zikir ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günâhları işlediler. (Abdülhakîm Arvâsî)
Burada şunu söyleyelim ki, dînimizin 4 temel delîli vardır: Bunlar, Kitap (Kur’ân-ı kerîm), Sünnet (Peygamber Efendimizin söz, iş ve takrîrleri yanî onayları) İcmâ-ı Ümmet (başta Sahâbe, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn nesilleri olmak üzere, İslâm âlimlerinin dînî bir konuda ittifâk etmeleri, söz birliği yapmaları) ve Kıyâs-ı Fukahâ (Fıkıh âlimlerinin ictihâdları)dır.
İslâm âlimleri, itikâdda Ehl-i sünnet mezhebinde, amelde ise 4 temel mezhepten birinde yanî Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinden birinde olmak lâzım demişlerdir.
.13/10/2020
Kabir azabı inkâr edilemez!
“Kabir azâbı rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir, azâbın kendisidir, âhiret azaplarındandır..."
İnternette, bazı kimselerin kabir azâbını inkâr ettiklerini görüyoruz. Peki, kabir azâbı inkâr edilebilir mi? Bu konudaki muteber dînî deliller bir tarafa atılabilir mi?
Evvela şunu ifâde edelim ki, insan için, dünya hayatı, kabir hayatı ve âhıret hayatı olmak üzere 3 türlü hayat bulunduğu dînî naslarla yani âyet-i kerîmeler, hadîs-i şerîflerle kesin olarak sâbittir. Kabir hayâtının bulunduğu “iki kerre iki dört eder” hükmü gibi katîdir, kesindir.
Kabir, kabristân, kabr-i saâdet, insan için (dünyâ hayatı, kabir hayatı ve âhıret hayatı olmak üzere) 3 türlü hayât bulunduğu, kabir ziyâretinin müstehab olduğu, kabir ziyâretinin faydaları; kabir suâlleri ve nelerden olacağı, kabirde suâl soracak olan “münker” ve “nekîr” isimli iki melek, ölü defnedildikten sonra verilen telkîn, kabir azâbı, kabir azâbına işâret eden bazı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, kabir azâbıyla ilgili olarak, Resûlullah Efendimizin yaptığı bazı fiilî işleri, yine Resûlullah Efendimizin, Mekke-i mükerremede Cennetül-Muallâ’yı, Medîne-i münevverede de Cennetül-Bakî Kabristânı ile Uhud Şehîdliği'ni defalarca ziyâret ettiği, bu konuda Ehl-i sünnet âlimlerinin neler buyurmuş oldukları, yanarak ölen, vahşî hayvanlarca yenilen, denizde kaybolan kişilere de kabir azâbının olacağı, mezârlıktan geçerken ve kabir ziyâretinde yapılacak duâlar… gibi konularda, YouTube’da detaylı konuşmalar (8 konuşma) yaparak gerekli cevapları verdik.
Bilindiği üzere, beden mezârda çürüyüp, toprak olunca veya yanıp kül olunca, yahut yırtıcı hayvan yiyip yok olunca, ruh yok olmaz.
Aklı ölçü alan Mutezile fırkası ve onların yollarında olan diğer bazı bozuk fırkalar, kabir hayatını ve kabir azâbını maalesef inkâr ediyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise, kabir azâbının hak olduğunu vesîkalarla bildirmişlerdir.
“Kabir azâbı vardır. Kabir azâbı hem rûha, hem de bedene olacaktır.” (İmâm Muhammed bin Hasen Şeybânî)
“Kabir azâbı rüyâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir, azâbın kendisidir, âhiret azaplarındandır. Dünyâ azâbına benzemez. Dünya azapları, âhiret azapları yanında hiç kalır.” (İmâm-ı Rabbânî)
Aklın almadığı şeyleri, akılla çözmeye kalkışmak çok yanlıştır.
Akıl, göz gibi, dîn bilgileri de ışık gibidir. Göz, ışık olmadıkça, karanlıkta göremez. Göz, karanlıkta göremediği şeylere "Yok" diyemez. Akıl da, maneviyâtı, fizik-ötesini anlayamaz. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, dîn ışığını gönderdi. Göz, ışık olmadan karanlıkta cisimleri göremediği gibi, dîn bilgileri olmadan da akıl, manevî şeyleri anlayamaz. O hâlde akıl, dîn ışığı ile ancak manevî şeyleri anlayabilir.
İmâm-ı Gazâlî buyuruyor ki:
"Ölümü hatırlamak ve ölüden ibret almak için kabir ziyâret etmek ve sâlihlerin, velîlerin kalblerinden bereketlenmek müstehâbdır."
Hacı Bayram-ı Velî buyurmuştur ki:
"Dünya gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz."
.05/10/2020
Kabir ya cehennem çukuru yahut cennet bahçesidir!..
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Mümin, kabrinde yemyeşil bir bahçe içindedir. Ayın ondördü gibi aydınlatılır..."
“Kabir Hayâtı”; “İnsanın ölüp kabre konulmasından, kıyâmet koparak, mahlûkların diriltilmelerine kadar geçen zaman”ı ifâde eder. “Kabir Azâbı” da; “Îmânsız ölenlerin ve günahkâr Müslümânların kabirlerine konulduktan sonra çekecekleri, nasıl olduğunu bilemediğimiz azâb, cezâ” demektir.
İslâm âlimleri, kabir hayâtının âhiret hayâtından olduğunu, kabir azâbının da âhiret azaplarından olduğunu bildirmişlerdir. (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye)
Sevgili Peygamberimiz, müttefekun aleyh olan bir hadîs-i şerîfinde “Ölen kişi mümin ise, kabri genişletilir, diriltilene kadar kabri hoş kokularla doldurulur. Kâfir ise, demirden bir tokmakla başına vurulur. Öyle bir çığlık atar ki, cin ve insanlar hâriç, her canlı işitir” buyurmuştur. [Buhârî, Müslim]
Diğer bir hadîs-i şerîfte, “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur” şeklinde çok net bir ifâde vardır.. (Tirmizî, Kıyâmet, 26; Alî el-Müttakî, Kenzü’l-Ümmâl, 30 / 42. Hadis no: 42.397; İbn-i Asâkir, Târihu Dimaşk, 42/497)
Kâdî Beydâvî Tefsîri’nin Şeyhzâde Hâşiyesi’nde anlatıldığına göre, Bakara sûresinin, “Ölü iken sizi diriltti. Tekrar öldürecek ve tekrar diriltecek” meâlindeki 28. âyetinde bildirilen, ikinci diriltme kabirde olacaktır.
İmâm-ı Nesefî de, Medârikü’t-Tenzîl isimli kıymetli tefsirinde, bu âyetin kabir azâbına veya nimetine işâret ettiğini bildirmiştir.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin “el-Fıkhu’l-ekber” isimli muhtasar akâid kitabının şerhinde (yanî El-Kavlül-fasl’da) denilmiştir ki:
Âl-i İmrân sûresinin 169. âyet-i kerîmesinde, “Allah yolunda öldürülenleri [şehîdleri], ölüler sanmayın! Bilakis onlar diridirler…” buyurularak, kabir hayâtı bildirilmiştir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
"Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırırız. O yağmurlu yerden meyveler çıkarırız. Ölüleri de kabirlerinden böyle çıkaracağız.” (A'râf sûresi, 56)
Tevbe sûresinin, “Onları, iki defa azâba uğratacağız” meâlindeki 101. âyetindeki azâbın birisi kabir azâbıdır. (Kâdî Beydâvî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl)
Bu konuda Sünen-i Tirmizî’deki bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Mümin, kabrinde yemyeşil bir bahçe içindedir. Ayın ondördü gibi aydınlatılır. (Feinne lehû me'îşeten danken) âyeti, kâfirlerin kabirde görecekleri azâbı bildirir. 99 adet tinnîn [isimli yılanlar], kâfirleri kıyâmete kadar kabirlerinde sokup azap ederler.” [Tirmizî]
“Esmâ-i hüsnâ”ya dâir -1-
“Esmâ-i hüsnâ” tamlaması “güzel isimler” demek olup; bununla Allahü teâlânın 99 ism-i şerîfi kasdedilmektedir.
Okuyucularımızdan bir kardeşimiz, bizden, “Allahü teâlânın esmâ-i hüsnâsı”nın kısa kısa manalarını yazmamızı talep etmiştir; biz de onun talebine binâen, bu konuda, inşallah 4 makâle yazacağız. Önce kelimelerin manalarını verelim:
Bilindiği gibi “Esmâ” kelimesi, “isim” kelimesinin çoğulu olup “isimler” demektir. “Hüsnâ” kelimesi de “hasen” kelimesinin müennesi olup “güzel” demektir. “Esmâ-i hüsnâ” tamlaması ise “güzel isimler” demek olup; bununla Allahü teâlânın 99 ism-i şerîfi kasdedilmektedir.
Bu konuda yazılmış, Arapça ve Türkçe bazı eserler vardır. Meselâ İmâm-ı Gazâlî’nin “el-Maksadul-esnâ fî Esmâillahil-hüsnâ” adlı eseri Arabîdir. Ali Osmân Tatlısu’nun hem Diyânet İşleri Başkanlığı, hem de Akçağ Yayınevi tarafından defalarca neşredilen “Esmâ-i Hüsnâ Şerhi” isimli eseri Türkçedir.
Dârul-Fünûn müderrislerinden Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin de muhtasar (18-20 sayfalık) bir “Esmâ-i Hüsnâ Şerhi” vardır. “Rehber Ansiklopedisi”, “Dînî Terimler Sözlüğü” ve “Yeni Rehber Ansiklopedisi”nde bu isimler, ilgili maddelerde yazılmıştır. Ayrıca bunlar dinimizislam.com sitesinde de yer almaktadır. Biz de oralardan nakil yaparak özet bilgiler verelim...
Bir âyet-i kerîmede: "En güzel isimler O'nundur (Allah'ındır)" (el-Haşr, 24; el-İsrâ, 110) buyurulmuştur. Diğer bir âyette ise; “En güzel isimler Allah'a âittir; O’na, bu isimlerle duâ ediniz…” buyurulmaktadır (el-A'râf, 180)
Buhârî ve Müslim'de "Allah'ın 99 ismi vardır. Kim, bunları ezberlerse (îmân eder ve ezbere sayarsa), Cennete girer" hadîs-i şerîfi yer almaktadır.
Resûlullah (aleyhis-selâm) buyurdu ki: "Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim, bunları ezberlerse, Cennete girer. Allah tektir, teki sever."
Bir rivâyette: "Kim, o isimleri sayarsa, Cennete girer" buyurulmuştur. İmâm Buhârî, hadîs-i şerîfi bu lafızla tahrîc etmiştir. Müslim'de "tek" kelimesi yoktur. [Buhârî, Daavât 68; Müslim, Zikr 5 (2677); Tirmizî, Daavât 87 (3502)]
Sünen-i Tirmizî, Sünen-i İbn-i Mâce, Sahîh-i İbn-i Hibbân ve Müstedrek-i Hâkim’de geçen bir hadîs-i şerifte ise, “Allah’ın 99 ismi vardır, kim bunları sayar (bilip öğrenir, ezberler ve mûcibince amel ederse) Cennet’e girer” buyurulmuştur. Sünen-i Tirmizî ve Sünen-i İbn-i Mâce’deki hadîs-i şerîfte bildirilen, Allahü teâlânın 99 ismi sırasıyla şunlardır [Bugün sâdece 3 tanesini zikredebileceğiz]:
1- Allah: Her ismin vasfını ihtivâ eden öz adı. Kendinden başka ilâh bulunmayan tek Allah. Bu ism-i şerîf, Cenâb-ı Hakk'ın hâs ismidir. Bu itibârla diğer isimlerin ifâde ettiği bütün güzel vasıfları ve İlâhî sıfatları içine alır. Diğer isimler ise, yalnız kendi mânalarına delâlet ederler. Bu bakımdan Allah isminin yerini hiçbir isim tutamaz. Bu isim, Allah'tan başkasına mecâzen de verilemez. Diğer isimlerinden bazılarının, Allah'tan başkasına isim olarak verilmesi câizdir.
2- Er-Rahmân: Dünyâda bütün mahlûkâta merhamet eden, şefkat gösteren, ihsân eden.
3- Er-Rahîm: Âhirette, sâdece müminlere acıyan, merhamet eden. [İnşâallah kalanları, diğer makâlelerimizde ele alalım.]
.28/09/2020
"Esmâu'n-Nebî"ye dair -1-
Resûlullah’ın hâs isimlerinin yanı sıra diğer bazı isimleri de vardır. Kur’ân-ı kerîmde, Muhammed ismi 4 defa, Ahmed ismi ise 1 defa geçer.
Bundan önceki 4 makâlemizde, Allahü teâlânın “Esmâ-i Hüsnâ”sına dâir bazı âyet-i kerîmeler, bir takım hadîs-i şerîfler ve o konuda yazılmış bazı eserlere temâs etmiştik. Şimdi de, "Esmâu'n-Nebî" (yanî Resûlullah Efendimizin İsimleri) konusunu işlemek istiyoruz.
Resûlullah(aleyhis-selâm)’ın hâs isimlerinin yanı sıra diğer bazı isimleri de vardır.
Kur’ân-ı kerîmde, Muhammed ismi (4 def’a) ve Ahmed ismi ise (1 def’a) geçer. Muhammed ismi geçen âyet-i kerîmelerin meâlleriyle işe başlayalım:
“Muhammed (aleyhisselâm) ancak bir Resûldür. Ondan önce birçok resûller gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ardınıza dönecek misiniz (dîninizi bırakıp savaştan kaçacak mısınız?) Böyle yapan, elbette Allah’a bir zarar veremez, fakat şükredip sabredenlere, Allah elbette mükâfat verecektir.” (Âl-i İmrân, 144)
“Muhammed (aleyhisselâm, kendi sulbünden olmayan) erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. O, Allah’ın Resûlü ve Nebîlerin sonuncusudur.” (Ahzâb, 40)
“Îmân edip sâlih amel işleyenlerin ve Rableri tarafından bir gerçek olarak Muhammed (aleyhisselâma) indirilen kitâba inananların kötülüklerini Allah örter ve durumlarını düzeltir.” (Muhammed, 2)
“Muhammed (aleyhisselâm) Allah’ın elçisidir. Onunla birlikte olanlar (Eshâb-ı kirâm), kâfirlere karşı çetin (ve metin), kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükû ve secde hâlinde (namaz kıldıklarını), Allah’ın fazlını ve rızâsını kazanmaya çalıştıklarını görürsün. Yüzlerinde secde izinden nişânları vardır (yüzleri nûrludur.) Bu, onların Tevrât’taki vasıflarıdır. İncîl’deki vasıfları da şöyledir: Onlar (Eshâb-ı kirâm), filizlenmiş, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekicilerin hoşuna giden ekine benzerler. Allahü teâlâ, böylece onları (Eshâb-ı kirâmı) çoğaltıp güçlendirmekle, kâfirleri öfkelendirdi. Îmân edip sâlih amel işleyenleri mağfiret edip, onlara (Eshâb-ı kirâma) büyük ecir vereceğini vadetti.” (Fetih, 29)
Allahü teâlâ, diğer Peygamberlere “Yâ Âdem”, “Yâ Mûsâ”, “Yâ Îsâ” gibi, kendi isimleriyle hitap ederken, Peygamber Efendimize, o şekilde kendi ismiyle hitap etmemiştir. Muhammed aleyhisselâma, “Yâ eyyühen-nebiyyu”, “yâ eyyüher-resûl” şeklinde hitap ediyor, onu “Resûlüm”, “Habîbim” gibi güzel sıfatlarla anıyor.
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: “Kur’ân-ı kerîmde, “Allah’ın ve meleklerin Resûlullah’a salât ettikleri bildiriliyor, müminlerin de salevât getirmeleri” emrediliyor. O âyet-i kerimede zikredilen Allah’ın salâtı rahmet etmesi, meleklerin salâtları istiğfâr etmeleri, müminlerin salâtları ise duâ etmeleri manâsınadır. Bu emre uyarak salevât getirme nimetine kavuşmaya çalışmalıdır.
Kur’ân-ı kerîmi okurken, Peygamber Efendimizin ismi geçince, hemen o mübârek ismi sevgiyle, saygıyla öpen Müslümân, çok nimete kavuşur.”
Peygamber Efendimizin birçok kıymetli ismi vardır. İmâm-ı Kastalânî’nin “Mevâhib-i Ledünniyye”sinde bunlardan 400’e yakın isim zikredilmektedir. [Onlardan bir kısmını inşallah yarın zikredelim.]
.29/09/2020
"Esmâu'n-Nebî"ye dair -2-
Peygamber Efendimizin isimlerinden: Abdullah; Allah’ın kulu. Ahmed; En çok övülmüş, sevilmiş. Muhammed; Yerde ve gökte çok övülen.
Dünkü makâlemizde, İmâm-ı Kastalânî’nin “Mevâhib-i Ledünniyye”sinde Peygamber Efendimizin 400’e yakın isminin geçtiğini belirttik. Bunlardan bir kısmını, kısa manâlarıyla birlikte (alfabetik olarak) şöyle zikredebiliriz:
Abdullah: Allah’ın kulu. Âbid: Kulluk eden, ibâdet eden. Âdil: Adâletli, doğru, doğruluktan, haktan ayrılmayan. Ahmed: En çok övülmüş, sevilmiş. Ahsen: En güzel. Alî: Çok yüce. Âlim: Bilgin, bilen. Allâme: Çok bilgili. Âmil: İşleyici; iş ve hareket adamı. Azîz: Çok yüce, çok şerefli. Beşîr: Müjdeleyici. Burhan: Sağlam delîl. Cebbâr: Kahredici, gâlip. Cevâd: Cömert. Ecved: En iyi, en cömert. Ekrem: En şerefli. Emîn: Doğru ve güvenilir. Fadlullah: Allah’ın ihsânı, fazlı. Fâruk: Hakkı ve bâtılı ayıran. Fettâh: Yoldaki engelleri kaldıran. Gâlip: Hâkim ve üstün. Ganî: Zengin. Habîb: Sevgili, çok sevilen. Hâdî: Doğru yola götüren. Hâfiz: Muhâfaza edici. Halîl: Dost. Halîm: Yumuşak huylu. Hâlis: Saf, temiz. Hâmid: Hamd edici, övücü. Hammâd: Çok hamd eden. Hanîf: Hakîkate sımsıkı sarılan. Kamer: Ay. Kayyim: Görüp gözeten. Kerîm: Çok cömert, çok şerefli. Mâcid: Yüce ve şerefli. Mahmûd: Övülen. Mansûr: Zafere kavuşmuş. Masûm: Suçsuz, günâhsız. Medenî: Şehirli, bilgili ve görgülü. Mehdî: Hidâyet eden, doğru yola ileten. Mekkî: Mekkeli. Merhûm: Rahmetle bezenmiş. Mes'ûd: Mutlu. Metîn: Sağlam, özü ve sözü doğru, itimat edilir. Muallim: Öğretici.
Muhammed: Yerde ve gökte çok övülen. Muktefâ: Peşinden gidilen. Muslih: Islâh edici ve düzene koyucu. Mustafâ: Çok arınmış. Mutî: Hakka itaat eden. Mu'tî: Veren, ihsân eden. Muzaffer: Zafer kazanan, üstün. Mübârek: Uğurlu, hayırlı, bereketli, feyizli. Müctebâ: Seçilmiş. Mükerrem: Şerefli, yüce, azîz, hürmet ve tazîme erişmiş. Müktefî: İktifâ eden. Münîr: Nurlandıran, aydınlatan. Mürsel: Elçilikle gönderilmiş. Mürtezâ: Beğenilmiş, seçilmiş. Müstakîm: Doğru yolda olan. Müşâvir: Kendisine danışılan. Nakî: Çok temiz. Nakîb: Halkın iyisi, kavmin en seçkini. Nâsih: Öğüt veren. Nâtık: Konuşan, nutuk veren. Nebî: Peygamber. Neciyyullah: Allah’ın sırdâşı. Necm: Yıldız. Nesîb: Asîl, temiz soydan gelen. Nezîr: Uyarıcı, korkutucu. Nimet: İyilik, dirlik ve mutluluk. Nûr: Işık, aydınlık. Râfi: Yükselten. Râgıb: Rağbet eden, isteyen. Rahîm: Müminleri çok seven, acıyan. Râzî: Kabûl eden, hoşnut olan. Resûl: Elçi. Reşîd: Akıllı, olgun, iyi yola götürücü. Saîd: Mutlu. Sâbir: Sabreden, güçlüklere dayanan. Sadullah: Allah’ın mübârek kulu. Sâdık: Doğru olan, gerçekçi. Saffet: Arınmış, seçkin. Sâhib: Mâlik, arkadaş; sohbet edici. Sâlih: İyi ve güzel huylu. Selâm: Noksân ve ayıptan emîn. Seyfullah: Allah’ın kılıcı.
Seyyid: Efendi. Şâfi: Şefâat edici. Şâkir: Şükredici. Şems: Güneş. Tâhâ: Kur'ân-ı kerîmdeki rumûz ismi. Tâhir: Çok temiz. Takî: Harâmlardan kaçınan. Tayyib: Helâl, temiz, güzel, hoş. Vâfi: Sözünde duran, sözünün eri. Vâiz: Nasîhat eden. Vâsıl: Kulu Rabbine ulaştıran. Velî: Velî, sâhip, dost. Yâsîn: Gerçek insan, insân-ı kâmil. Zâhid: Mâsivâdan yüz çeviren. Zâkir: Allah’ı çok anan. Zeki: Temiz, akıllı.
.
“Esmâ-i hüsnâ”ya dâir -2-
“Esmâ-i hüsnâ”dan Es-Selâm'ın manası: Her türlü tehlikelerden selâmete çıkaran. Cennetteki bahtiyâr kullarına selâm eden."
Dünkü makâlemizde, Sünen-i Tirmizî ve Sünen-i İbn-i Mâce’deki hadîs-i şerîfte geçen “Esmâ-i hüsnâ”dan 3 adedini, kısa manalarıyla birlikte yazmıştık. Bugün de, makâlemizin hacmi nisbetinde, diğer isimlerden 4-47 arasındakileri zikredelim inşallah...
4- El-Melik: Mülkün, kâinâtın sâhibi, mülk ve saltanatı devâmlı olan. 5- El-Kuddûs: Her noksânlıktan uzak ve her türlü takdîse lâyık olan. 6- Es-Selâm: Her türlü tehlikelerden selâmete çıkaran. Cennetteki bahtiyâr kullarına selâm eden. 7- El-Mü’min: Güven veren, emîn kılan, koruyan, îmân nûrunu veren. 8- El-Müheymin: Her şeyi görüp gözeten, her varlığın yaptıklarından haberdâr olan. 9- El-Azîz: İzzet sahibi, her şeye gâlip olan, karşı gelinemeyen. 10- El-Cebbâr: Azamet ve kudret sâhibi. Dilediğini yapan ve yaptıran. Hükmüne karşı gelinemeyen. 11- El-Mütekebbir: Büyüklükte eşi, benzeri yok. 12- El-Hâlık: Yaratan, yoktan var eden. Varlıkların geçireceği hâlleri takdîr eden. 13- El-Bârî: Her şeyi kusûrsuz ve mütenâsip yaratan. 14- El-Musavvir: Varlıklara şekil veren ve onları birbirinden farklı özellikte yaratan. 15- El-Gaffâr: Günahları örten ve çok mağfiret eden. Dilediğini günâh işlemekten koruyan. 16- El-Kahhâr: Her istediğini yapacak güçte olan, gâlip ve hâkim. 17- El-Vehhâb: Karşılıksız nimetler veren, çok fazla ihsân eden. 18- Er-Rezzâk: Her varlığın rızkını veren ve ihtiyâcını karşılayan. 19- El-Fettâh: Her türlü sıkıntıları gideren. 20- El-Alîm: Gizli açık, geçmiş, gelecek, her şeyi, ezelî ve ebedî ilmi ile en mükemmel bilen. 21- El-Kâbıd: Dilediğinin rızkını daraltan, rûhları alan. 22- El-Bâsıt: Dilediğinin rızkını genişleten, rûhları veren. 23- El-Hâfıd: Kâfir ve fâcirleri alçaltan. 24- Er-Râfi’: Şeref verip yükselten. 25- El-Mu’ızz: Dilediğini azîz eden. 26- El-Müzill: Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakîr eden. 27- Es-Semî’: Her şeyi en iyi işiten, duâları kabûl eden. 28- El-Basîr: Gizli açık, her şeyi en iyi gören. 29- El-Hakem: Mutlak hâkim, hakkı bâtıldan ayıran. Hikmet sâhibi. 30- El-Adl: Mutlak âdil, yerli yerinde yapan. 31- El-Latîf: Her şeye vâkıf, lütuf ve ihsân sâhibi olan. 32- El-Habîr: Her şeyden haberdâr. Her şeyin gizli taraflarından haberi olan. 33- El-Halîm: Cezâda, acele etmeyen, yumuşak davranan, hilm sâhibi. 34- El-Azîm: Büyüklükte benzeri yok. Pek yüce. 35- El-Ğafûr: Affı, mağfireti bol. 36- Eş-Şekûr: Az amele, çok sevap veren. 37- El-Aliyy: Yüceler yücesi, çok yüce. 38- El-Kebîr: Büyüklükte benzeri yok, pek büyük. 39- El-Hafîz: Her şeyi koruyucu olan. 40- El-Mukît: Rızıkları yaratan. 41- El-Hasîb: Kulların hesâbını en iyi gören. 42- El-Celîl: Celâl ve azamet sâhibi olan. 43- El-Kerîm: Keremi, lütuf ve ihsânı bol, karşılıksız veren, çok ikrâm eden. 44- Er-Rakîb: Her varlığı, her işi her an gözeten. Bütün işleri murâkabesi altında bulunduran. 45- El-Mucîb: Duâları, istekleri kabûl eden. 46- El-Vâsi’: Rahmet ve kudret sâhibi, ilmi ile her şeyi ihâta eden. 47- El-Hakîm: Her işi hikmetli, her şeyi hikmetle yaratan. [İnşallah kalanları da, öbür hafta arz edelim.]
.21/09/2020
"Esmâ-i hüsnâ"ya dair -3-
İki makâlemizde, Allahü teâlânın “Esmâ-i hüsnâ”sından bir kısmının manalarını zikretmiştik. Bugün de bir kısmını arz edelim...
Geçen hafta pazartesi ve salı günlerinde yazdığımız iki makâlemizde, Allahü teâlânın “Esmâ-i hüsnâ”sından bir kısmının kısa kısa manalarını zikretmiştik. O iki makâlemizin hacmi yetmediği için, güzel isimlerin mütebâkîsi bu haftaya kaldı. Onlardan 48-86 arasında olanları da kısaca bugün arz edelim ve yarın artık kalanları sayıp Esmâ-i hüsnâyı bitirelim inşallah...
48- El-Vedûd: İyiliği seven, iyilik edene ihsân eden. Sevgiye lâyık olan. 49- El-Mecîd: Nimeti, ihsânı sonsuz, şerefi çok üstün, her türlü övgüye lâyık bulunan. 50- El-Bâis: Mahşerde ölüleri dirilten, Peygamber gönderen. 51- Eş-Şehîd: Zamansız, mekânsız, hiçbir yerde olmayarak, her zaman her yerde hâzır ve nâzır olan. 52- El-Hakk: Varlığı hiç değişmeden duran. Var olan, hakkı ortaya çıkaran. 53- El-Vekîl: Kulların işlerini bitiren. Kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi netîceye ulaştıran. 54- El-Kaviyy: Kudreti en üstün ve hiç azalmaz. 55- El-Metîn: Kuvvet ve kudret menbaı, pek güçlü. 56- El-Veliyy: Müslümânların dostu, onları sevip yardım eden. 57- El-Hamîd: Her türlü hamd ve senâya lâyık olan. 58- El-Muhsî: Yarattığı ve yaratacağı bütün varlıkların sayısını bilen. 59- El-Mübdî: Maddesiz, örneksiz yaratan. 60- El-Muîd: Yarattıklarını yok edip, sonra tekrâr diriltecek olan. 61- El-Muhyî: İhyâ eden, yarattıklarına cân veren. 62- El-Mümît: Her cânlıya ölümü tattıran. 63- El-Hayy: Ezelî ve ebedî bir hayât ile diri olan. 64- El-Kayyûm: Mahlûkları varlıkta durduran, zâtı ile kâim olan. 65- El-Vâcid: Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, hiçbir şeye muhtaç olmayan. 66- El-Mâcid: Kadri ve şânı büyük, keremi, ihsânı bol olan. 67- El-Vâhid: Zât, sıfat ve fiillerinde benzeri ve ortağı olmayan, tek olan. 68- Es-Samed: Hiçbir şeye ihtiyâcı olmayan, herkesin muhtaç olduğu merci. 69- El-Kâdir: Dilediğini dilediği gibi yaratmaya muktedir olan. 70- El-Muktedir: Dilediği gibi tasarruf eden, her şeyi kolayca yaratan kudret sâhibi. 71- El-Mukaddim: Dilediğini yükselten, öne geçiren, öne alan. 72- El-Muahhir: Dilediğini alçaltan, sona, geriye bırakan. 73- El-Evvel: Ezelî olan, varlığının başlangıcı olmayan. 74- El-Âhir: Ebedî olan, varlığının sonu olmayan. 75- Ez-Zâhir: Yarattıkları ile varlığı açık, âşikâr olan, kesin delîllerle bilinen. 76- El-Bâtın: Aklın tasavvurundan gizli olan. 77- El-Vâlî: Bütün kâinâtı idâre eden, onların işlerini yoluna koyan. 78- El-Müteâlî: Son derece yüce olan. 79- El-Berr: İyilik ve ihsânı bol olan. 80- Et-Tevvâb: Tevbeleri kabûl edip, günâhları bağışlayan. 81- El-Müntekım: Âsîlerin, zâlimlerin cezâsını veren. 82- El-Afüvv: Affı çok olan, günâhları mağfiret eden. 83- Er-Raûf: Çok merhametli, pek şefkatli. 84- Mâlikü’l-Mülk: Mülkün, her varlığın sâhibi. 85- Zül-Celâli vel-İkrâm: Celâl, azamet, şeref, kemâl ve ikrâm sâhibi. 86- El-Muksit: Mazlûmların hakkını alan, adâletle hükmeden, her işi birbirine uygun yapan.
[İnşâallah yarınki makâlemizde esmâ-i hüsnâyı bitirip konuya dâir başka bilgiler verelim.]
.22/09/2020
"Esmâ-i hüsnâ"ya dair -4-
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Binbir ismi var diye meşhûrdur. Yani, isimlerinden binbir tanesini insanlara bildirmiştir.
İki haftadan beri, “Esmâ-i hüsnâ” üzerinde duruyoruz. Kalan 13 ismi de bugün zikredelim:
87- El-Câmi’: İki zıttı bir arada bulunduran. Kıyâmette, her mahlûkâtı bir araya toplayan. 88- El-Ğaniyy: İhtiyaçsız, muhtaç olmayan, her şey Ona muhtaç olan. 89- El-Muğnî: Müstağnî kılan. İhtiyaç gideren, zengin eden. 90- El-Mâni’: Dilemediği şeye mâni olan, engelleyen. 91- Ed-Dârr: Elem, zarar verenleri yaratan. 92- En-Nâfi’: Fayda veren şeyleri yaratan. 93- En-Nûr: Âlemleri nûrlandıran, dilediğine nûr veren. 94- El-Hâdî: Hidâyet veren. 95- El-Bedî’: Misâlsiz, örneksiz hârikalar yaratan. (Eşi ve benzeri olmayan). 96- El-Bâkî: Varlığının sonu olmayan, ebedî olan. 97- El-Vâris: Her şeyin asıl sâhibi olan. 98- Er-Reşîd: İrşâda muhtaç olmayan, doğru yolu gösteren. 99- Es-Sabûr: Cezâ vermede, acele etmeyen...
Böylece, Allahü teâlânın, Sünen-i Tirmizî ve Sünen-i İbn-i Mâce’de zikredilen hadîs-i şerîfte geçen 99 ism-i şerîfini kısa manâlarıyla birlikte sizlere arz etmiş olduk.
Şimdi konumuzla alâkalı bazı husûslar üzerinde de duralım:
Allahü teâlânın isimleri sonsuzdur. Binbir (1001) ismi var diye meşhûrdur. Yani, isimlerinden binbir tanesini insanlara bildirmiştir. Bunlardan 99’una “el-Esmâ-ül-hüsnâ” denir.
Demek ki Allah’ın binbir ismi vardır. Ama bunlardan 99’una Esmâ-i hüsnâ deniyor. Kâdîzâde Ahmed Efendi de, Birgivî Vasiyetnamesi Şerhinde, “Allahü teâlânın 99 ismine Esmâ-i hüsnâ denir” diyor.
Allah’ın isimlerinden gelişigüzel 99’unu değil, Peygamber Efendimizin bildirdiği 99 ismi ihsâ etmek (ezberleyip amel etmek) gerekiyor. Yoksa Allahü teâlânın ismi çoktur. Tavsiye edilen, bunlardan rastgele 99’unu ihsâ etmek değildir; bildirilen 99 ismi ihsâ etmek gerekir. Burada ihsâ etmek, bu 99 ismi manâları ile birlikte ezberleyip amel etmek demektir. Böyle yapan kimse elbette Cennete girer, sonsuz saâdete ulaşır.
Allahü teâlâya, O’nun 99 isminden başka bir isim söylemek câiz olur mu? Meselâ Pâdişâh, Sultân, Çalap, Hudâ gibi isimler kullanmak câiz olur mu?
İbâdet olmayan yerlerde, bu isimleri kullanmak câizdir; ama bunlar ibâdet olarak kullanılmaz.
Birgivî Vasiyetnâmesi Şerhinde, Allah’ın isimlerinin tevkîfî olduğu, yani dînin bildirdiği isimleri söylemek gerektiği, Esmâ-i hüsnâdan başka isim söylenemeyeceği açıklanmaktadır.
Şerh-i Mevâkıf’ta da, “Allahü teâlâya yakışan mana ile 99 isminden başka isim söylemek, âlimlerin çoğuna göre câiz değildir” buyuruluyor. Yani az da olsa, Allahü teâlâya yakışan başka isimlerle çağırmanın da câiz olduğunu söyleyen âlimler var demektir.
Esmâ-i hüsnâdan olmadığı hâlde, Mevlâ, Rab, Nâsır, Gâlip, Ekrem, Allahü teâlânın ismi olarak Kur'ân-ı kerîmde kullanılmıştır. Hadîs-i şerîflerde ise, Hannân, Mennân, Cemîl gibi isimler kullanılmıştır. (Ferâidül-Fevâid fî Beyânil-Akâid)
Tasavvuf şâiri Kuddûsî Efendi diyor ki:
Ey rahmeti bol Pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana.
Yunus Emre de, Çalap ve daha başka isimleri ilâh manasında, ibâdet dışında kullanmıştır. Birçok menkıbede de, Hükümdâr, Sultân kelimeleri ibâdet dışında kullanılmıştır.
Netîce olarak, âlimlerin kullandıkları isimlerden başka isimleri kullanmamalıdır.
.8/09/2020
Allahü tealanın nimetlerine kâmil manada şükretmeli...
“İki [büyük] nimet vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanırlar. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.”
Allahü teâlâ, insanlara muhtaç oldukları her türlü nimeti lütfetmiştir. Akıl, vücut uzuvları, eşler, çocuklar, hava, su, kâinâttaki her şey, insanların hizmetine verilmiştir. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı hakîminde, bu nimetlerin sayılamayacak kadar çok olduğunu beyân buyurmaktadır:
“O, size, istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimet[ler]ini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” [İbrâhîm, 34]
Burada mühim olan, Allahü teâlânın bizlere verdiği nimetleri yerli yerinde kullanabilmemizdir. Allahü teâlânın bizlere ihsân buyurduğu sonsuz nimetlerine şükretmeli; O’nun dînine hizmet ve kullarına yardımda kullanmalıyız. İlmi olan ilminden, makâmı olan makâmından, mâlı olan da mâlından diğer insanları faydalandırmalıdır.
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) “Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir” buyurmuştur... Şüphe yok ki, günümüz şartlarında takrîbî 70-80 senelik bir insan ömrü içerisinde, 1 sene çok mühim bir zamân dilimidir. Çünkü bir “Gün”: 24 sâat, 1.440 dakîka, 86.400 sâniyedir. Bir mîlâdî yıl da: 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün ve 8.760 sâat [yani 525.600 dakîka]dır. Bilindiği gibi zaman artırılamayan, başka bir vakte taşınamayan, ödünç alınamayan, durdurulamayan ve kendi mecrâsında akıp giden bir unsurdur.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki:
“İki [büyük] nimet vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanırlar. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.” [Tirmizî]
Bir hadîs-i şerifte de: “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır” buyurulmuştur.
Yine Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm) "Yarın yaparım diyenler helâk oldular" buyurmuştur.
Allahü teâlâ, bütün kullarının, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, verdiği nimetlere şükretmelerini, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir.
Bizler, kendimiz, âilemiz, milletimiz, Müslümânlık ve insanlık için ne gibi faydalı işler, güzellikler, hayırlar, fedakârlıklar yaptığımıza bakmalıyız.
Silsile-i aliyye büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) "Tasavvuf, ehemmi mühimme tercîh etmek; vakti en değerli olan şeye sarf etmektir" buyurmaktadır.
Bizler, geçmiş günlerimize yönelik bir muhâsebe ve murâkabe yapmalıyız. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) de, “bir Müslümân, her akşam yatağına girince, o günün muhâsebesini yapmalıdır” buyuruyor. Esnâflar, dükkânlarında her akşam kasayı kapatırlarken bunu yapmaktadırlar
.07/09/2020
Akıllı Müslüman, ölümden sonrasına hazırlık yapar...
"İnsanların sâhip oldukları, ama geçtikten sonra bir daha, ebediyyen bulamayacakları en kıymetli sermâye zamandır"
Sevgili Peygamberimiz: “Akıllı kimse, kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hâzırlık yapan kimsedir” buyurmuştur.
Bilindiği üzere, akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamamlamaktayız.
Büyük velîlerden Cüneyd-i Bağdadî (kuddise sirruh), "İnsanların sâhip oldukları, ama geçtikten sonra bir daha, ebediyyen bulamayacakları en kıymetli sermâye zamandır" buyurmaktadır.
Büyük âlim Ebû Saîd Muhammed Hâdimî de, “geçen zamanı geri getirmek için bütün sultânlar, pâdişâhlar, krallar yani devlet başkanlarının tamâmı bir araya gelseler ve bütün hazînelerini de harcasalar, yine de geri getiremezler” buyurmuştur.
Doğum günü ve mübârek geceler, hep hicrî yıl ile kutlanır. Bütün ibâdetlerde ve dînî faâliyetlerde de kamerî aylar esâs alınır. İslâmiyet, Müslümânların, îmânlarında ve ibâdetlerinde, Müslümân olmayanları taklit etmelerini, onlara benzemelerini, onların dînlerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmalarını ve kullanmalarını yasak etmiştir.
Hicrî-Kamerî Takvimde; Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği sene, başlangıç kabûl edilir.
İçerisinde bulunduğumuz Muharrem ayı, Kur’ân-ı kerîmde kıymet verilen 4 aydan biridir [Muharrem el-harâm, Recebül-ferd, Zilkade ve Zilhicce ayları harâm aylardır].
Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir. Peygamber Efendimiz: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” buyurmuştur. Zaman nimeti, Allahü teâlânın bizlere en önemli lütuflarından birisidir. Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır.
Onun için, Tâbiîn-i kirâmın en önde gelenlerinden, müfessir, muhaddis, mütekellim, mutasavvıf Hasan-ı Basrî (rahmetullah aleyh) "Sizin, bugün, parayı sarf ederken gösterdiğiniz hassâsiyeti, Eshâb-ı kirâm (aleyhimür-rıdvân), zamanlarını kullanırken gösterirlerdi" buyurarak ne kadar önemli bir noktaya dikkat çekmiştir.
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullah aleyh) ise "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır" buyurmuştur.
.01/09/2020
İslamiyet, dünyayı da âhireti de tanzim eder
İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıtmıştır...
Kur’ân-ı kerîmdeki bütün âyet-i kerîmelerle, İslâmiyetin, insanlar için bir dünyâ ve âhiret nizâmı olduğu bildirilmiştir. Yine Kur’ân-ı kerimde, geçmiş ümmetlerden ve gelecekte olacaklardan çeşitli bilgiler ve misâller verilerek bütün insanlardan, dünyâ hayâtlarında, İslâmiyete tâbi olmaları istenmiştir.
Peygamber Efendimizin son haclarında, Arafât'ta 124.000 kadar sahâbîye hitâben buyurdukları sözler, “Vedâ Hutbesi” ismiyle meşhûr olmuştur. Bu hutbe ile İslâmiyet, topluca ve öz şekliyle, insanlara son bir kerre daha teblîğ edilmiş ve ona uymaları istenmiştir. Böylece İslâmiyetin gelmesiyle, bütün dînler yürürlükten kaldırılmış, kıyâmete kadar gelecek insanlara, Allahü teâlânın yanında makbul olan yegâne dînin İslâmiyet olduğu bildirilmiştir.
Yirmi-yirmiüç sene gibi çok kısa bir zaman zarfında, Arabistân halkını dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, otuz sene gibi çok kısa bir zamanda da Mezopotamya, İrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına vesîle olmuştur.
Daha sonraki asırlarda Afrika içlerine, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçmıştır.
Cenâb-ı Hakk meâlen; “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onun karşılığını görür, kim zerre kadar kötülük yapmışsa, onun da karşılığını görür” (Zilzâl sûresi, 3) buyurmaktadır...
İslâm dîninde, insan, insanın yapısı, ihtiyaçlarının temîni, arzû ve isteklerinin tatmîni, beşerî münâsebetlerin ve cemiyet hayâtının organizasyonu konusunda bildirilenler, dînin temel hükümlerinden olan emirler ve yasaklar, "egoizm"e fırsat vermeyecek bir mükemmellik gösterir.
Bu bildirilenler, medenî bir hayât yaşamak için birbirlerine muhtâç olarak ve çeşitli ihtiyâçlar içinde yaratılmış olan insanı, kendi hakkına râzî ve diğer insanların haklarına saygılı olmaya sevk eder. Böylece her hususta âdil olmak ve adâletten ayrılmamak düstûruna sâhib olan bir ferd ve cemiyette, egoizm=bencillik kendiliğinden yok edilmiş olur.
İslâm dîninin temel kitaplarında ve ahlâk kitaplarında yer alan ve egoizmi yasaklayan hadîs-i şerîflerden ikisi mealen şöyledir:
“İnsanların en iyisi, insanlara hizmet edendir.”
“Kendisi için istediğini, dîn kardeşi için de istemeyen kimsenin îmânı kâmil olmaz.”
.31/08/2020
Osmanlı Devleti'ndeki bazı vakıflar
Osmânlılarda vakıfların güçlü olduğu dönemlerde, şiddetli kış aylarında, köylerin dışında belirli yerlere, vahşî hayvanlar için et bırakılırdı.
Müslümânların en mukaddes iki beldesi olan Mekke ve Medîne şehirlerine, İslâm dünyâsının her tarafında binlerce "vakıf" tesîs ve tahsîs edilmiştir. Bilhassa Osmânlı sultânlarının, devlet adamlarının ve diğer hayırsever kimselerin meydâna getirdikleri vakıflarla, her sene Osmânlı ülkesinden buralara ulaştırılan vakıf gelirleri, çok ileri seviyelere ulaşmıştır.
Hem Anadolu, hem de Rumeli eyâletlerimizde, daha önceki makâlelerimizde muhtelif misâllerini verdiğimiz vakıflardan başka, aşevleri, dul ve yetîm evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları, çeşme ve sebîller, su yolları, su kemerleri, yollar, kaldırımlar gibi vakıf eserleri de tesîs edilmiştir.
Bunlardan başka namazgâh, türbe, kütüphâne, misafirhâne, hamâm, helâ [tuvalet], bedesten, dükkân, hân, kuyular, çamaşırhâne, iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydânları yapılmıştır.
Bunların da yanında, bugün kimsenin aklına-hayâline bile getiremeyeceği, esîr (köle) âzâd etmek, fakîrlere yakacak temîn etmek, borçluların borçlarını ödemek, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, mektep çocuklarına gıdâ ve yiyecek yardımı yapmak, fakîrlerin ve kimsesizlerin cenâzelerini kaldırmak, çocukları baharda açık havada gezdirmek, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, gâzîlere at yetiştirmek, ağaç dikmek, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garîb leyleklerin bakımı ve tedâvîsi, dağlara geçitler kurmak, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak gibi pekçok maksatla çeşitli "vakıflar" kurulmuştur.
Osmânlılarda vakıfların güçlü olduğu dönemlerde, şiddetli kış aylarında, köylerin dışında belirli yerlere, vahşî hayvanlar için et bırakılırdı. “Hayvânât-ı Vahşiyyeye Vakıf” ismiyle anılan bu hayır kurumları, aç kurtları doyurarak, köylere saldırmalarını önlerdi.
Dîn ve ırk farkı gözetmeksizin, bütün insanlığın hizmetine tahsîs edilmiş olan, insanların bedenî ve rûhî hastalıklarını tedâvî etmek gâyesiyle kurulmuş vakıf hastaneler, dârüş-şifâlar ve tımarhâneler de önemli vakıf müesseseleridir.
Sosyal hizmetler yönünden pek önemli olan imâretler ise, seyâhatin meşakkati altında yorgun düşen yolcuların istirâhatini temîn ederek, dîn ve kültür birliğinin kurulmasını sağlamış, açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan ümîdsiz kimselere bir sığınak vazîfesi görmüş, dînî ve insânî vecîbeleri en iyi şekilde yerine getirmiştir.
İmâretler bünyesinde yer alan dârüş-şifâlar, halkın poliklinik ve hastâne hizmetlerini görmüştür. Bu hizmetler, devrin en salâhiyetli tıp otoriteleri eliyle parasız olarak yapılırdı. İmârethâneler yüzlerce yetîme maaş bağlamak, binlerce fakîrin karnını doyurmak, dul kadınları himâye altına almak, yetîm ve fakîr çocukları okutmak üzere mektepler açmak gibi hizmetlerle, gerçekten Türk hayırseverliğinin takdîrle yâd edilecek birer şefkat âbidesi hüviyetindeydiler.
.25/08/2020
Ecdadımızın vakıf medeniyeti...
Vakıflar, Osmânlı devlet nizâmının kurulmasında ve devam etmesinde de temel faktörlerden biri olmuştur...
Hiç şüphe yok ki, milletleri ayakta tutan, sâhip oldukları millî ve manevî değerlerdir. Milletler, bu değerleri, gelecek nesillere aktardıkları nisbette varlıklarını sürdürürler. Târih, bize millî ve manevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir. Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler; evvelâ îmân/inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Birkaç haftadır üzerinde durduğumuz, yüzyıllar boyunca, İslâm ve Türk dünyâsında, ictimâî nizâmın korunmasına, fertler arasında yardımlaşma ve dayanışma yoluyla karşılıklı sevgi bağının kurulmasına, başka bir ifâdeyle insanlığın dünyevî ve uhrevî saâdetine hizmet eden birer ictimâî müessese, sosyal kuruluş olarak önemli bir yer tutan "Vakıflar", Osmânlı devlet nizâmının kurulmasında ve devam etmesinde de temel faktörlerden biri olmuştur...
“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadîs-i şerîfini rehber edinen Osmânlılar, her sâhada olduğu gibi, bu sâhada da muazzam ve kalıcı eserler meydâna getirdiler. Vakıf yoluyla tesîs edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmânlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü.
Bir misâl vermek gerekirse, 1530-1540 seneleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrîrlere göre; yalnız Anadolu eyâletinde vakıf yoluyla, 342 câmi, 1.055 mescit, 110 medrese, 2 dârül-huffâz, 154 muallimhâne, 45 imâret, 1 kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 75 büyük hân ve kervânsarây kuruldu.
Rûmeli eyâletindeyse; 93 câmi, 218 mescit, 35 medrese, 275 zâviye, 13 muallimhâne, 10 imâret ve 17 kervânsarây tesîs edildi.
Bu müesseselerde vazîfe yapan 121 müderris, 3.756 hatîb, imâm ve müezzinle 3.229 şeyh, şeyhzâde, kayyım, talebe veya mütevellînin iâşe giderleri ve maâşları vakıf gelirlerinden karşılandı. Osmânlılar zamânında kurulan vakıf müesseseleri iki kısımda incelenmektedir:
Birincisi; vakfedilen şeyin bizzât kendisinden faydalanılan vakıflardır. “Müessesât-ı hayriyye” de denilen, câmiler, medreseler, mektepler, zâviyeler, imâretler, kütüphâneler, hastahâneler, misâfirhâneler, sebîller, çeşmeler, köprüler ve kabristânlar bu kısma girer.
İkincisi ise; vakfedilen şeyin bizzât kendisinden faydalanılmayan, fakat birincilerin sürekli ve düzenli bir şekilde işlemesini temîn eden binâ, arâzi, nakit para vs. gelir kaynaklarının teşkîl ettiği vakıflardır. Bunlara “asl-ı vakf” denilmektedir. Vakfedilen bu nesneler arasında bâzı köylerin tamâmı, mesken olarak kullanılan binâlar, dükkânlar, çiftlikler, tarlalar, bahçeler, üzüm bağları, her türlü zirâat işletmeleri ve iktisâdî gâye için yapılmış başka yapılar gibi gayrimenkûller ve hayvân derisi, gemi, nakit para gibi menkûller görülmektedir.
[Bir sonraki yazımızda inşallah, zengin vakıf kültürümüze dâir başka misâller de verelim.]
.24/08/2020
Vakıf, tarihî bir müessesedir
İslâmiyette ilk vakıf, Peygamber Efendimiz tarafından Hicret’in üçüncü senesinde Medîne-i münevverede kuruldu.
Vakıf müessesesinin tarihi çok eskilere dayanır. İslâm'dan önce Arabistân'da bilinen en eski vakıf, Mekke-i mükerreme'deki Kâbe-i şerîfe'dir. Kâbe-i muazzama, yeryüzünde ilk mabed olarak kabul edilir ve yapının temelleri Hazret-i Âdem'e (aleyhisselâm) kadar dayandırılır. Bugünkü Kâbe şeklinin, Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) ve oğlu Hazret-i İsmâîl (aleyhisselâm) tarafından inşâ edildiği, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. (el-Bakara, 125; Âl-i imrân, 96-97; el-Mâide, 97; el-Hac, 26)
Peygamber Efendimizden önceki Peygamberlerin zamanlarında da vakıflar kurulmuştur. Önce dînî gâyelere dayalı olarak kurulan vakıflar, zamanla ictimâî, sosyal gâyelerle de kurulmaya başlanmıştır.
İslâmiyetin gelmesiyle hakîki hüviyetine kavuşan vakıf müessesesi, Müslümânları hayra, yardıma ve iyilik yapmaya teşvîk eden âyet-i kerîmeler, vakıfla alâkalı hadîs-i şerîfler, icmâ-i ümmet ve Sahâbe-i kirâmın tatbîkâtı esâslarına göre kurulmuştur.
İslâmiyette ilk vakıf, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından Hicret’in üçüncü senesinde Medîne-i münevverede kuruldu. Bir önceki makâlemizde de yazdığımız gibi, Peygamber Efendimiz, kendi mülkü olan yedi hurmalığı, Müslümânlığı koruma maksadıyla vakfetti.
Peygamber Efendimizin sünnetine tâbi olan Hulefâ-i râşidîn ve diğer Eshâb-ı kirâm da (radıyallahü anhüm) vakıflar yaptılar.
Emevîler zamanında vakıf müessesesinde büyük gelişmeler oldu. Abbâsîler zamanında İmâm Ebû Yûsuf Hazretleri, vakıf müessesesinin hukûkî mâhiyetini tespit etti.
Orta Asya’dan Atlas Okyanusu’na kadar her tarafta câmiler, medreseler, mektepler, tekkeler, hastahâneler, imâretler, ribâtlar, kervânsarâylar, yollar ve köprüler gibi pekçok hayırlar yapılarak vakfedildi.
Büyük Selçûklular zamânında, Müslümânlar tarafından vakıf kurma işleri daha da hızlandı. Anadolu Selçûkluları, Dânişmendliler, Gazneliler, Atabegler, Eyyûbîler zamanında Hindistân, Afganistân ve diğer Müslümân ve Türk devletlerinde birçok vakıf kuruldu.
Mısır’daki Memlûkler döneminde iyice gelişip yaygınlaştı. Şüphe yok ki vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmânlılar zamanında gösterdi.
“İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır” hadîs-i şerîfini rehber edinen Osmânlılar, her sâhada muazzam ve kalıcı eserler meydâna getirdiler.
Vakıf yoluyla tesîs edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmânlı ülkesini bir baştan diğer başa kadar ağ gibi ördü.
Yüzyıllar boyunca, İslâm ve Türk dünyâsında, ictimâî nizâmın korunmasına, fertler arasında yardımlaşma ve dayanışma yoluyla karşılıklı sevgi bağının kurulmasına, başka bir ifâdeyle insanlığın dünyevî ve uhrevî saâdetine hizmet eden birer ictimâî müessese, sosyal kuruluş olarak önemli bir yer tutan vakıflar, Osmânlı devlet nizâmının kurulmasında ve devam etmesinde de temel faktörlerden biri olmuştur...
.18/08/2020
Müslümanların bazı vakıfları
Câbir bin Abdillah: "Ben, Mekkeli ve Medîneli Müslümânlardan mal ve mülk sâhibi olup da, vakıf yapmamış bir kimse bilmiyorum."
Hazret-i Âişe annemizin (radıyallahü anhâ) naklettiğine göre, Resûlullah Efendimiz (aleyhisselâm), Medîne-i münevveredeki yedi parça mülkünü, Allah rızâsı için vakfetmiştir.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, çok sevdiği bir arâzîsini vakfedişini şöyle anlatmıştır: "Allah'ın Resûlüne; Hayber topraklarının taksîmi sonucu, ömrümde sâhip olmadığım güzel ve değerli bir arâzî bana isâbet etti, bu konuda ne buyurursunuz? dedim.”
Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) da “İstersen mâlın mülkiyetini elinde tut, semeresini, gelirini ise yoksullara tasadduk et" buyurdu.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), arâzîsini; satılmamak, bağışlanmamak ve mîrâsla da başkasına geçmemek üzere; yoksullara, yakın hısımlara, miskînlere, yolda kalmışlara, Allah yolunda savaşanlara ve âzâdlık anlaşması yapan kölelere vakfetti.
Bu konuda düzenlediği vakıfnâmesini, kızı Hazret-i Hafsa annemize (radıyallahü anhâ), sonra da nesline teslîm ve vasiyet etti. Vakfiyyesinde, “Mütevellî”nin de, örfe göre bundan yiyebileceğini şart koştu. (Buhârî, Vesâyâ, 22, 28, Eymân, 33; Müslim, Vasiyye, 15, 16).
Allâme seyyid İbn-i Âbidîn’in naklettiğine göre, Abdullah İbn-i Ömer (radıyallahü anhümâ) buyurdu ki:
-Babam Ömer (radıyallahü anh), Hayber topraklarındaki mülkü olan bahçesini, tasadduk etmek yâni sadaka olarak vermek istiyordu. Peygamber Efendimize, ne yapması gerektiğini sormuştu. Peygamber Efendimiz de “Mülkünü, vakıf yoluyla sadaka et ki; satılmasın, hibe edilmesin, mîrâsçılara kalmasın; ancak gelirleri veya mahsûlü hayır işlerine harcansın" buyurdu.
Babam da öyle yaptı. O bahçenin mahsûlü, Allah yolunda harb edenlere, köle âzâd etmeye, misâfirlere ve yolculara, yolda kalmışlara, bahçeyi işleyenlere ve idâre edicilerine harcandı...
Hicrî 2. senede vefât eden Nadıroğuları'ndan Muhayrîk (radıyallahü anh), şöyle bir vasiyette bulunmuştu:
"Ben ölünce, tüm mâllarım Allah Resûlüne âit olsun, O dilediği yere sarf etsin." Hattâ İslâm'da ilk vakfın bu olduğu kabûl edilir. (Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 196; Ahmed b. Hanbel, Müsned I, 45).
Eshâb-ı kirâmın (radıyallahü anhüm) pek çoğu da, mallarını, Allah rızâsı için vakfetmişlerdir:
Meselâ susuzluk çekildiği bir sırada, Hazret-i Osmân'ın (radıyallahü anh), Medîneli bir Yahûdî'den “Rûme kuyusu”nu otuz bin akçeye satın alıp, suyunu ebedî olarak topluma bağışlaması, Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh), Yenbû'daki bir arâzîsini ve çeşmesini vakfetmesi (Beyhakî, Sünen, IV,160,161; Kubeysî, I, 101) ve Hâlid bin Velîd'in (radıyallahü anh), zırhını ve savaş atlarını vakfetmesi (Buhârî, Cihâd 89, Zekât, 49; Müslim, Zekât, 11; Ebû Dâvûd, Zekât, 22) bunlar arasında sayılabilir. (Müslim, Şirb, 1; Tirmizî, Menâkıb, 18).
Câbir bin Abdillah'tan da (radıyallahü anh) şöyle dediği nakledilmişir:
"Ben, Mekkeli ve Medîneli Müslümânlardan mal ve mülk sâhibi olup da, vakıf yapmamış bir kimse bilmiyorum." (İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 4)
.17/08/2020
Vakıf hakkındaki hükümler...
“Vakıf, mülk olan bir ayn'ı, vakfedenin mülkiyetinde alıkoymak ve gelirini yoksullara veya başka hayır yollarına tasadduk etmekten ibârettir.”
24 Temmuzda, tekrâren câmi olarak açılan Ayasofya Câmii ve müştemilâtı bir vakıftır. Bu münâsebetle, mukaddes dînimiz İslâmiyete göre “Vakıf ahkâmı” nelerdir? Bunları birkaç makâlede kısa kısa açıklamaya çalışalım inşâallah...
İslâm'da vakıf, Kur'ân-ı kerîm, Sünnet-i seniyye ve İcmâ-ı ümmet delîllerine dayanır.
“Vakıf”: “Mükellef bir kimsenin (yani akıllı, Müslümân ve ergenlik çağına erişmiş kişinin), kendi mülkü olan mütekavvim (yani belli, kıymetli ve dayanıklı) mâlının menfaatini (faydasını), hiçbir şarta bağlamadan, Müslümân veya zimmî (yani ister müslim olsun, ister gayr-i müslim vatandaş olsun), bütün veya belli fakîrlere bırakmasıdır.”
“Vakıf”, bir hukukî müessese olarak şöyle de tarif edilmiştir:
“Vakıf; kendisinden yararlanmak mümkün ve câiz olan bir mâlı, devamlı olarak, Allah'ın mülkü olmak üzere, temlîk ve temellükten menetmek ve menfaatini (gelirini), Allah rızâsı için bir hayır cihetine tasadduk etmektir.”
Kur'ân-ı kerîmde, vakıfla doğrudan alâkalı görülen âyet-i celîle şudur: "Sevdiğiniz şeylerden, Allah için harcamadıkça, birre (takvâya, tâm hayra, Cennete) erişemezsiniz." (Âl-i Imrân, 92).
Tefsîr âlimlerinin çoğu ve hadîsçiler, bu âyet-i kerîmeyi, "vakıf"la açıklamışlardır (Kurtubî, el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kur'ân, IV, 132-134; el-Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, II, 18).
Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm) da buyurmuştur ki:
"Âdemoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye (devamlı sadaka) meydana getirenler, cemiyete faydalı (topluma yararlı) bir ilim (eser) bırakanlar ve kendisine hayır duâ eden hayırlı çocuk bırakanlar." (Müslim, Vasıyye, 14; Ebû Dâvûd, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)
Hadîs-i şerîfte geçen "sadaka-i câriye"nin, "vakf"ı da ihtivâ ettiğinde şüphe yoktur. Kaynaklarda, “Vakıf” yerine "sadaka" kelimesinin kullanıldığı da olmuştur. Bilindiği üzere "sadaka"; “fakîrlere, yoksullara Allah rızâsı için verilen şey, sevap kazanmak maksadıyla hibe edilen mâl” demektir. (İmâm Şâfiî, el-Ümm, IV, 51)
"Sadaka" kelimesine “câriye (devam eden)”, “müebbede (ebedî kılınan)” veya “muharreme (dokunulmaz hâle gelen)” gibi sıfatlar eklenerek "vakıf" anlamı kazandırılmıştır (İmâm Şâfiî, aynı yer).
Ehl-i Sünnetin en büyük âlimlerinden olan, hattâ reîsi kabul edilen İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe'nin vakıf tarîfi şöyledir:
“Vakıf, mülk olan bir ayn'ı, vakfedenin mülkiyetinde alıkoymak ve gelirini yoksullara veya başka hayır yollarına tasadduk etmekten ibârettir.” (es-Serahsî, el-Mebsût, XII, 27; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, V, 37-40; Kubeysî, Ahkâmü'l-Vakf, I, 69 vd).
Burada mal, vakfedenin mülkiyetinden çıkar ve Allah'ın (kullarının, toplumun) mülkü hâline gelir. Böyle bir mâlın yönetimi, artık Vakıfnâmedeki şartlara ve genel esâslara göre olur. (İbnü'l-Hümâm, V, 40; el-Kubeysî, I, 75-78).
.11/08/2020
Vakfiyedeki şartlar yerine getirilmeli!
Ayasofya’nın Câmi olması konusunun, bir vakıf konusu, Fâtih’in İstanbul’u fethinin sembolü, kılıç hakkı, mesûllerin çok ağır bedduâdan kurtulmaları konusu olduğu yazılıp söylenmiştir.
Türk ve İslâm târihinde çok şânlı zaferler vardır; dînlisi de, dînsizi de şu hakîkati kabûl ederler ki, bu zaferlerden sonra, hiçbir zaman, gayr-i müslimlere katl-i âm (soykırım) yapılmamıştır; Târih, bu konuda Müslümânların fazîletleriyle doludur.
Başta Peygamber Efendimiz ve Hulefâ-i Râşidîn dönemlerindeki fetihlerde, karşı tarafa, düşmânlara, hiçbir zulüm yapılmamış, çok büyük insanlık sergilenmiştir. Mekke-i mükerremenin, Kuds-i şerifin, Sûriye’nin ve Îrân’ın fetihleri, buna örnek gösterilebilir.
Kendilerine olmadık ezâ-cefâyı yapan, yurtlarından-yuvalarından çıkaran Mekke ehâlîsine karşı, Allahü teâlânın nusratıyla çok büyük bir zafer elde eden Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâmı, oranın fethinden sonra, ne yüksek ahlâk sergilemişlerdir.
Malûm olduğu üzere, şânlı Peygamberimiz, azılı kâfirlerden 15 kişinin öldürülmesi emrini vermiş, onlardan sâdece 5 kişi öldürülmüş, kalan 10 kişi kaçıp kurtulmuş, onlar, bilâhare Peygamber Efendimize gelerek af dilemişler ve affedilmişlerdir. Orada fethin sembolü nedir? Kâbe-i muazzama ve etrafındaki 360 putun temizlenmesidir.
Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında Kuds-i şerîf fethedildiğinde, Haçlıların Selçûklular zamanında Kudüs’ü işgâl ettiklerinde yaptıkları katliâmın zerresi yapılmamıştır.
Sûriye fethedildiğinde, fethin sembolü olarak, oradaki en büyük kilisenin yarısı câmi yapılmış [Câmi-i Ümeyye veya Emevî], ama diğer kiliselere dokunulmamıştır.
Ama, esefle ifâde edelim ki, Haçlıların, Moğolların, Komünistlerin ve diğer dînsizlerin muhtelif mekânları işgâllerinde, çok zâlimâne katl-i âmları olmuştur. Kudüs’ün haçlılar, Bağdâd’ın Moğollar, İspanya’nın da Hıristiyânlar tarafından işgâli sırasında ve Rus Çarlığı’nın komünistler tarafından ele geçirildiğinde yapılan zulümler, âdetâ insanların kanlarını dondurmaktadır; milyonları öldürmüşler, bütün târihî eserleri imhâ etmişler, kütüphâneleri dahî yakmışlardır; geride çok büyük ızdırap ve gözyaşları bırakmışlardır, bunlar insanlığın utanç vesîleleridir.
Ayasofya’nın Câmi olması konusunun, bir Vakıf konusu, Fâtih’in İstanbul’u fethinin sembolü, kılıç hakkı, mesûllerin çok ağır bedduâdan kurtulmaları konusu olduğu yazılıp söylenmiştir. Bunların yanında, bu meselenin, Türkiye Cumhûriyeti Devleti’nin hâkimiyet (egemenlik) hakkı olduğu ifâde edilmiştir.
Çok şükür Câmi, tekrâr ibâdete açıldı. Ama bundan sonra yapılacak mühim bazı işler daha var:
1- Câminin müze yapılırken alınan bütün eserleri, hatlar başta olmak üzere toplanması (Câmideki hatlar, dünyâda bir eşi bulunmayan, Sultân Abdülmecîd Hân zamanının meşhûr hattâtı Kazasker İzzet Efendinin hatlarıdır),
2- Tapuda da yazılı olan Medrese, Akaret ve Muvakkıthânenin yeniden ihyâsı,
3- Câminin avlusunda bulunan 5 Pâdişâh ve 150 hânedân mensûbunun türbelerinin orijinallerine uygun şekilde restore edilmesi,
4- Hülâsa olarak söylemek gerekirse, Vakfiyede yazılı diğer şartların da yerine getirilmesi şeklinde tekliflerimizi özetleyebiliriz.
.10/08/2020
Ayasofya'da yapılacak işler...
Uzun zamandan beri, Türkiye’nin gündeminde, hem İslâm târihinde, hem de Türk târihinde çok önemli yeri bulunan, takrîben 9 asır Kilise, 5 asır Câmi, 1 asra yakın da Müze olarak kullanılan “Ayasofya’nın Yeniden Câmi Hâline Dönüştürülmesi” konusu vardı.
Buna dâir birçok makâle yazıldı, televizyon programları yapıldı, konu radyolarda konuşuldu, Youtube’da da muhtelif kişilerin konuşmaları oldu. Hamdolsun, bunlar semeresini verdi ve hayırlı netîceye ulaşıldı.
Akademisyenler, târihçiler, hukûkçular, yazarlar, çeşitli ilim ve fikir adamları görüşlerini açıkladılar. Biz de, haziran ayında yazdığımız 2 makâlemiz ile yine geçen hafta yazdığımız 2 makâlemizde, bu konuda, birkaç kelime yazdık, Youtube’da programlar yaptık; bu hafta da konuya devâm etmek istiyoruz...
Bilindiği üzere, Ayasofya kilise iken defalarca yanmış, muhtelif zamanlarda tamîrât ve tadîlât geçirmiş, Osmânlı döneminde de çok ciddî restorasyonlar görmüştür. Hattâ ilim adamları tarafından, kilisenin 4 tarafına, mevcut minâreler ve ayakları yapılmasaydı, Ayasofya’nın bugüne kadar ayakta kalması mümkün değildi değerlendirmeleri yapılmıştır.
24 Temmuz 2020 Cuma günü yapılan târihî açılışta, 4 minâreye 4 müezzin çıkarak “Ezân-ı Cavk” şeklinde ezânı okudular, lafızlar 8’er kerre tekrârlanmış oldu ve 16 dakika sürdü.
Malûm olduğu üzere, “Ezân-ı Cavk” birkaç müezzinin bir ezânı birlikte okumalarıdır. Seyyid, allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn, “Ezân-ı cavkta, müezzinlerin bir arada okudukları yanık, hazîn sesler uzaktan işitildiğinde, kalblere ve rûhlara tesir etmekte, insanları vecde getirmekte, mânevî coşkunluk vermektedir. Asırlardan beri yapıldığı için İslâm âdeti olmuştur” demektedir.
Bu vesileyle, bir nebze de “Ezân”dan bahsetmekte fayda var:
“Ezân”: “Bildirmek; namaz vakitlerini bildirmek, Müslümânları namaza dâvet etmek (çağırmak) için, yüksek bir yerde, belli olan Arabca kelimeleri sırası ile okumak” demektir. “Ezânın tercümesini okumak, ezân olmaz. Manâsı anlaşılsa da başka dillerle okunmaz.” (Seyyid İbn-i Âbidîn)
Ezân okumak, hicretin birinci senesinde, Medîne-i münevverede başladı. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Zeyd bin Sa'lebe ile Hazret-i Ömer (radıyallahü anhümâ), rüyâlarında ezân okunmasını görüp Peygamber Efendimize arz ettiler. Peygamberimiz; "İnşâallah hak, gerçek bir rüyâdır. O kelimeleri Bilâl'e öğretin, ezânı o okusun" buyurdu. (Serahsî, İbn-i Âbidîn)
Hadîs-i şerîfte, “Ezân sesini duyduğunuzda, siz de, müezzinin dediği gibi söyleyin, yanî o lafızları tekrârlayın” (Buhârî) buyurulmuştur.
“Ezân, câmi ve fıkıh kitapları gibi İslâmiyet'in kıymet verdiği şeyleri aşağılamak küfürdür.” (Muhammed Hâdimî)
“Her kim yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezân, sol kulağına da ikâmet okursa, “ümm-i sıbyân” denilen havâle hastalığından korunmuş olur.” (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
.04/08/2020
Ayasofya, fethin sembolüdür
Sultân Mehmed Hân, İstanbul’u fethettiğinde, fethin sembolü olarak en büyük kilisesi olan Ayasofya’yı câmiye çevirmiştir...
Ebul-fetih Sultân Mehmed Hân, İstanbul’u fethettiğinde, fethin sembolü olarak sâdece en büyük kilisesi olan Ayasofya’yı câmiye çevirmiş, diğer kiliselerin hiçbirisine dokunmamıştır. O kutlu fetihten sonra, hiçbir Hıristiyâna da zulmedilmemiştir. Ecdâdından bu ahlâkı tevârüs eden Türk Devleti yetkilileri, bugün de, kiliselere dokunmuyor, hattâ tamîrâtını yapıyor, Hıristiyân vakıfların mülklerini iâde ediyor.
1934 yılında Ayasofya Câmii'nin müzeye çevrilmesiyle ilgili karârnâme hakkında bazı târihçilerin, ilim adamlarının, hukukçuların yaptıkları açıklamaları, burada hiç mevzû-i bahis etmeye bile lüzum yok.
Burada sâdece şu konu ele alınsa kâfidir: Bu külliyye, bir vakfın, husûsî (özel) mülküdür. Bu vakıf eseri üzerinde, herhangi bir Bakanın, Başbakan’ın, Bakanlar Kurulu’nun ve Cumhurbaşkanının yetkisi olmadığı gibi, Vâkıfın (Vakfedenin) çocuklarının, vârislerin hiçbirisinin, vakfedildiği maksat dışında kullanma yetkileri de yoktur.
Dünyâda hiçbir güç, hukûken, bunu vakfedildiği maksattan çıkaramaz. Bugüne kadar hukûksuzluk, hattâ vakfın gasbı muâmelesi devam etmiş, hiçbir aklı başında hukûk adamı bunu tasvip ve tasdîk etmemiştir.
Şimdi biraz, 24 Temmuz’daki târihî açılıştan bahsedelim:
Câmiin ismi, giriş kısmına, “Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi” şeklinde Osmânlıca, latin harfleriyle Türkçe, İngilizce ve Arapça olmak üzere 4 sıra hâlinde yazılmıştır.
Cuma günü sâat 10.00’da câmi-i şerîfin 4 minâresinden salâlar (salevât-ı şerîfe), tekbîr ve tehlîller okunmasıyla merâsim başlamış, câmiin içinde, Türkiye’nin en seçkin hâfızları tarafından Kur’ân-ı kerîm okunmuştur. [1. Cüz, Kehf, Meryem, Yâsîn, Fetih sûreleri ve kısa sûreler (İhlâs, Felak, Nâs, Fâtiha, Bakara sûresinin birinci sayfası okunmuştur. Okuyanların içinde kurrâ hâfızlar, Kur’ân-ı kerîmi güzel okuma yarışmalarında dünyâ birincisi olan hâfızlar da var. Fatiha ile Bakara sûresinin başını Cumhurbaşkanı okumuştur. Kehf sûresinde Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm)ın, Meryem sûresinde de Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm)ın mevzu-i bahis edildiğini de dikkatlerinize sunmak isterim.]
Açılış için tâ Amerika’dan, Avrupa’dan, Asya’dan, Afrika’dan, dünyanın her yerinden gelen yerli ve yabancı Müslümânlar oldu. Çocuk, genç, yaşlı, erkek ve kadın o insanların aşkla-şevkle, heyecânla, büyük bir sevinçle, Câmiye doğru koşuşturmaları görülmeye değerdi. Türkiye’nin bütün vilâyetlerinden gelen vatandaşlarımız vardı. Türk ve dünyâ basını da târihî açışılışı takip ettiler ve canlı yayınlar yaptılar.
Cuma namazı öncesinde, Kur’ân-ı kerîm kırâatinden sonra, önceden yapılan hatm-i şerîflerin ve orada okunan sûre-i celîle ve âyet-i kerîmelerin duâsını D. İ. B. Prof. Dr. Ali Erbaş yaptı; hutbeyi o okudu; minbere, târihî geleneğe uyarak, minberin üzerine çekilen 2 yeşil sancak altında, elinde fethin sembolü olan kılıçla çıktı, namazı da o kıldırdı; 1. rek’atte Fetih sûresinin 1. sayfasından 9 âyet, 2. rek’atte de aynı sûrenin sonlarından 2 âyet-i celîle okumuştur. [İnşâallah bu konuya, öbür hafta da devâm edelim.]
Ayasofya'nın camiye çevrilmesi meselesi...
Ayasofya, 478 yıl boyunca, câmi olarak hizmet vermiştir. 1931’de tâmîrât yapılacağı gerekçesiyle ibâdete kapatılmıştır.
Dünkü makâlemizde yaptığımız uzun mukaddimeden sonra, şimdi gündemdeki konuya gelecek olursak, Ebul-fetih Sultân Mehmed Hân, İstanbul’u fethettiğinde, fethin sembolü olarak sâdece en büyük kilisesi olan Ayasofya’yı Câmiye çevirmiş, diğer kiliselerin hiçbirisine dokunmamıştır. Hattâ Rûmlara yardım etmemek üzere Osmânlılarla anlaşan Cenevizlilerin ihânetleri sâbit olduğunda, büyük Fâtih onları bile affetmiştir. O kutlu fetihten sonra, hiçbir Hıristiyâna zulmedilmemiştir.
Ayasofya, 1453’ten 1931’e kadar 478 yıl boyunca, câmi olarak hizmet vermiş, 1931’de tâmîrât yapılacağı gerekçesiyle ibâdete kapatılmıştır.
Sevgili Peygamberimiz, “Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fetholunacaktır; onu fetheden kumandân ne güzel kumandân, fetheden ordu da ne güzel bir ordudur” müjdesini verdikten sonra, İstanbul, bütün Müslümânların “Kızılelma”sı olmuş ve onlar tarafından defalarca muhâsara edilmiş, ama nice hikmetlere mebni, Fâtih Sultân Mehmed Hân'a kadar bu fetih, başkalarına müyesser olmamıştır...
Hâlihazırda, Türkiye Cumhûriyeti Tapu Senedi’nde Ayasofya Câmii'nin Sâhibi kısmında: “Ebulfetih Sultân Mehmet Vakfı” tescîli vardır. Tapunun vasfı kısmında ise: “Türbe, Akaret, Muvakkıthâne ve Medreseyi müştemil Ayasofya-yı Kebîr Câmi-i Şerîfi” yazılıdır.
1934 yılında Ayasofya Câmii'nin Müzeye çevrilmesiyle ilgili karârnâmede, ilk sayfada başka bir dâirenin, imzâların bulunduğu 2. sayfada ise başka bir dâirenin isminin bulunduğu, evrâk numarasının resmî evrâkın müteselsil numarasına uymadığı, Reîs-i Cumhûr’un izninin bulunmadığı, onun imzâsının sahte olduğu, bu konuda o günkü İçişleri Bakanı Ali Şükrü Bey'in bazı beyânları, bazı târihçilerin açıklamaları, karârnâmenin Resmî Gazete’de yayınlanmadığı konuları bugün yoğun bir şekilde gündemi işgâl etmektedir.
Yine Danıştay’ın birkaç sene evvel, müzenin câmiye çevrilmesi konusu hakkında yapılan bir mürâcaatla ilgili karâr verirken, ıslak imzâ araştırması yapmadığı, konuyu bilirkişilere havâle etmediği, kriminolojik araştırma olmadan re’sen karar verdiği gibi konular mevzu-i bahis edilmektedir.
Yine bir kısım hukûkçular, Ayasofya’nın câmi olması konusunun, bir vakıf konusu, Fâtih’in İstanbul’u fethinin sembolü, kılıç hakkı, mesûllerin çok ağır bedduâdan kurtulmaları konusu olduğunu yazıp söylemektedirler.
Bunun yanında, bu meselenin, Türkiye Cumhûriyeti Devleti’nin egemenlik hakkı olduğunu, şimdi yeni bir Başkanlık karârnâmesi ile tekrâren câmiye çevrilebileceğini; son 15-20 sene zarfında Türkiye’de 80-100 kilisenin restore edildiğini, Hıristiyân vatandaşlarımızdan isteyenlerin o kiliselere rahatlıkla gidebildiklerini anlatıyorlar...
.22/06/2020
Fetihlerin sembolleri ve Ayasofya meselesi...
9 asır kilise, 5 asır câmi, 1 asra yakın da müze olarak kullanılan “Ayasofya’nın Yeniden Câmi Hâline Dönüştürülmesi” gündemde...
Bir müddetten beri, Türkiye’nin gündeminde, takrîben 9 asır kilise, 5 asır câmi, 1 asra yakın da müze olarak kullanılan “Ayasofya’nın Yeniden Câmi Hâline Dönüştürülmesi” konusu var.
Buna dâir makâleler yazılıyor, televizyon programları yapılıyor, radyolarda konuşuluyor, Youtube’da da muhtelif kişilerin konuşmaları var.
Biz de inşâallah, bugün ve yarınki makâlelerimizde, bu konuda, birkaç kelime yazmak istiyoruz...
Bilindiği üzere, Ayasofya kilise iken defalarca yanmış, muhtelif zamanlarda tamîrât ve tadîlât geçirmiş, Osmânlı döneminde de çok ciddî restorasyonlar görmüştür. Hattâ kilisenin 4 tarafına, mevcut minâreler ve ayakları yapılmasaydı, Ayasofya’nın bugüne kadar ayakta kalması mümkün değildi değerlendirmeleri yapılıyor...
Bu mukaddimeyi müteâkiben belirtelim ki, hem İslâm târihinde, hem de Türk târihinde, çok şânlı zaferler vardır. Kesinkes ifâde edelim ki, bu zaferlerden sonra, hiçbir zaman, gayrimüslimlere katliâm (soykırım) yapılmamıştır; dinlisi de, dinsizi de bu hakîkati kabul eder.
Ama, esefle ifâde edelim ki, Haçlıların, Moğolların, komünistlerin ve diğer dînsizlerin muhtelif mekânları işgâllerinde, çok zâlimâne katliâmları olmuştur. Kudüs’ün haçlılar, Bağdâd'ın Moğollar, İspanya’nın da Hıristiyânlar tarafından işgâli sırasında ve Rus Çarlığının komünistler tarafından ele geçirildiğinde yapılan zulümler, âdeta dillere destân olmuştur; bunlar insanlığın utanç vesîlesidir.
Başta Peygamber Efendimiz ve Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki fetihlerde, karşı tarafa, düşmânlara, hiçbir zulüm yapılmamış, çok büyük insanlık sergilenmiştir. Mekke-i mükerremenin, Kuds-i şerifin, Sûriye’nin ve İrân’ın fetihleri, buna örnek gösterilebilir.
Kendilerine olmadık ezâ-cefâyı yapan, yurtlarından-yuvalarından çıkaran Mekke ahâlîsine karşı, Allahü teâlânın nusratıyla çok büyük bir zafer elde eden Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâmı, oranın fethinden sonra, ne yüksek ahlâk sergilemişlerdir.
Malum olduğu üzere, şânlı Peygamberimiz, azılı kâfirlerden 15 kişinin öldürülmesi emrini vermiş, onlardan sâdece 5 kişi öldürülmüş, kalan 10 kişi kaçıp kurtulmuş onlar, bilâhare Peygamber Efendimize gelerek af dilemişler ve affedilmişlerdir. Orada fethin sembolü nedir? Kâbe-i muazzama ve etrafındaki 360 putun temizlenmesidir.
Hazret-i Ömer’in hilâfeti zamanında Kuds-i şerîf fethedildiğinde, Haçlıların Selçûklular zamanında Kudüs’ü işgâl ettiklerinde yaptıkları katliâmın zerresi yapılmamıştır.
Sûriye fethedildiğinde, fethin sembolü olarak oradaki en büyük kilisenin yarısı câmi yapılmış [Câmi-i Ümeyye veya Emevî], ama diğer kiliselere dokunulmamıştır.
.03/08/2020
Çifte bayram yapıyoruz...
Çifte bayramdan birincisi Ayasofya Câmii'nin açılması; ikincisi de, 31 Temmuz 2020'de Kurbân Bayramı'nın başlamasıdır...
Takrîben 9 asır kilise, 5 asır câmi, 86 sene de müze olarak kullanılan “Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi”nin, yeniden aslî hüviyetine yanî câmi hâline dönüştürülmesinden dolayı, Türkiye, Türk Cumhûriyetlerinin tamâmı ve bütün İslâm âlemi bayram etmektedirler.
Bundan dolayı, çifte bayramdan birincisi Ayasofya Câmii'nin açılması; ikincisi de, malûm olduğu üzere, takvimlere göre 31 Temmuz 2020 (10 Zil-hicce 1441) Cuma günü, iki dînî bayramımızdan ikincisi olan Kurbân Bayramı'nın başlamasıdır ve 4 gün devâm ediyor.
24 Temmuz Cuma günü yapılan târihî açılışa iştirâk eden câmi içindeki 400-500 kişilik özel davetliler arasına, bizi de dâhil eden İstanbul İl Müftüsü Sayın Prof. Dr. Mehmet Emin Maşalı ve Diyânet İşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Ali Erbaş’a ve yurt içinden ve dışından 400-500.000 kişinin katılımıyla hengâmeye dönen o günde, câmiye girişimizde yardımı olan sayın D.İ.B. Özel Kalem Müdürüne kalbî teşekkürlerimi takdim ediyorum.
Danıştay’daki 5 kahramân hukûk adamı, 1934’teki hukûka aykırı olan “Bakanlar Kurulu Karârı”nı iptâl etti; karârlı, korkusuz ve milletin arzûlarını yerine getiren Cumhûrbaşkanı da çıkardığı bir karârnâme ile, “Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîf”ini aslına çevirdi. Emeği geçenlerden Allahü teâlâ râzı olsun. Danıştaya dava açan emekli öğretmen İsmâîl Kandemir beyefendiye de kalbî şükrân borçluyuz.
Bütün Türk milleti ve Müslümânlar, Fâtih Sultân Mehmed Hân’ın bedduâsından kurtulmuş oldular. Hepimiz, emeği geçenlere, şükrân ve minnet borçluyuz.
Bugüne kadar, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı seviyesinde birçok teşebbüs oldu, ama bu ikinci târihî açılış bugüne nasipmiş. Nitekim İstanbul’un fethi için de, târih boyunca çok teşebbüsler olmuştur, ama Fâtih Sultân Mehmed Hân’a ve Hocası Akşemseddîn’e nasip olmuştur; gerçekten bu bir nasip işi.
Türkiye Cumhûriyeti “Tapu Senedi”nde Ayasofya Câmii'nin Sâhibi kısmında: “Ebul-fetih Sultân Mehmed Vakfı” yazılı. Tapunun vasfı kısmında ise “Türbe, Akaret, Muvakkıthâne ve Medreseyi müştemil Ayasofya-i Kebîr Câmi-i Şerîfi” ifâdesi vardır.
Sevgili Peygamberimiz, “Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fetholunacaktır; onu fetheden kumandân ne güzel kumandân, fetheden ordu da ne güzel ordudur” müjdesini verdikten sonra, İstanbul, bütün Müslümânların “Kızılelma”sı olmuş ve onlar tarafından defalarca muhâsara edilmiş, ama nice hikmetlere mebnî, Fâtih Sultân Mehmed Hân'a kadar bu fetih, başkalarına müyesser olmamıştır...
Yukarıdaki hadîs-i şerîf, birçok kıymetli hadîs kitâbında yazılıdır. [Fetih hadîs-i şerîfi için, Marmara Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi Hadîs Anabilim Dalından emekli bir Profesör meslektaşımızın 18 referans, İstanbul İlâhiyat’taki başka bir hadîs Profesörü meslektaşımızın da 24 kaynak zikrettiklerini ifâde edebiliriz.]
Dünyâdaki târihî eserler arasına dâhil edilen bu târihî binâ, her ne kadar Bizanslılar tarafından yapılmış ise de, bugüne kadar ayakta durması Türk mimârlar, bu meyânda Mimâr Sinân ve Osmânlı Sultânları sâyesinde olmuştur.
.28/07/2020
Mübarek gün ve geceler içerisindeyiz...
"Ramazân Bayramı, Kurbân Bayramı ve teşrîk günleri, biz ehl-i İslâmın bayramıdır; bugünler yeme ve içme günleridir"
Hem Fıtır (yani Ramazân) Bayramı, hem de Adhâ (Kurbân) Bayramı, Allahü teâlânın, ümmet-i Muhammed'e ihsân buyurduğu iki dînî bayramımızdır.
Takvimlere göre, dînî bayramlarımızdan ikincisi olan Kurbân Bayramını, 31 Temmuz Cuma günü, idrâkle şerefleneceğiz inşâallah.
Sevgili Peygamberimiz “Allahü teâlâ, size Câhiliye döneminden kalma bayramlardan daha hayırlı iki bayramı (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti” buyurmuştur.
Yine Sevgili Peygamberimiz "Ramazân Bayramı, Kurbân Bayramı ve teşrîk günleri, biz ehl-i İslâmın bayramıdır; bugünler yeme ve içme günleridir" buyurmuşlardır.
Malum olduğu üzere, bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günlerdir.
Şimdi kısa kısa, Kur’ân-ı kerimde zikrolunan “Harâm Aylar” ve “Hac Ayları”ndan bahsedelim:
“Harâm Aylar”: Muharrem, Recep, Zil-kâ'de ve Zil-hicce aylarıdır.
“Hac Ayları” da: Şevvâl ve Zilka'de ayları ile Zilhicce'den ilk on gündür. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede (meâlen) buyurdu ki:
“Hac (ayları), bilinen aylardır [Şevvâl, Zilka'de ayları ile Zilhicce'den on gündür.]….” (Bakara sûresi, 197)
Cenâb-ı Hakk, diğer bir âyet-i kerîmede (meâlen) buyurdu ki: “Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin, o Beyt'i (Kâbe'yi) hac etmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır, farzdır.” (Âl-i İmrân sûresi, 97)
Esâs hac vakti, Arefe ve bayram günleri olmak üzere beş gündür.
Zilhicce ayının 8. gününe (Arefe gününden bir önceki güne) “Terviye Günü” denir. “Arefe Günü” de: Zilhicce ayının dokuzuncu gününe, yanî Kurbân Bayramı’ndan bir önceki güne denilir.
“Arefe Gecesi” ise; Arefe Günü ile Kurbân Bayramı’nın birinci günü arasındaki gecedir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Rahmet kapıları 4 gecede açılır. O gecelerde yapılan duâ, tevbe reddolmaz. O geceler, Ramazân ve Kurbân bayramlarının 1. geceleri, Berât gecesi ve Arefe gecesidir.”
Bilindiği gibi, İslâmî literatürde, gece önce gelir, gündüz ondan sonra gelir; ama 4 gece bundan müstesnâdır. Bunlar da Arefe gecesi ile Kurbân Bayramı'nın ilk üç gününün geceleridir.
İmâmeyne (yani İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed'e) göre, Arefe günü, yani Kurbân Bayramı'ndan önceki gün sabâh namâzından, Kurbân Bayramı'nın dördüncü günü ikindi namâzına kadar, yirmiüç vakitte hem hâcıların, hem de hacca gitmeyenlerin, erkek-kadın herkesin, cemâat ile kılsın, yalnız kılsın, farz namâzlardan sonra selâm verir vermez, "Allahümme ente's-selâm..." demeden evvel, bir kerre "Tekbîr-i teşrik=Teşrîk tekbîri" okumaları vâciptir.
Teşrîk tekbîri, "Allâhü ekber, Allâhü ekber, lâ ilâhe illa'llâhü, vallâhü ekber, Allâhü ekber ve li'llâhi'l-hamd" şeklinde getirilir.
.27/07/2020
Kurban ibadeti nasıl yapılır?
Hicretin 2. yılında zilhicce ayında, kurbân kesmek ve bayram namazı kılmak vâcip oldu.
Bundan bir müddet önce bir İlâhiyatçı, televizyonlarda bir açıklama yapıp “Kurbân farzdır” dedi. Buna karşı başka bir İlâhiyatçı da çıkıp, “hayır, kurbân sünnettir” dedi.
Hâlbuki, asgarî seviyede bir İlâhiyat tahsili yapan yahut herhangi bir ilmihâl veya fıkıh kitâbını okuyan bir Müslümân bilir ki; “Kurbân ibâdeti, Hanefî mezhebine göre, Peygamber Efendimize farz, şartlarını taşıyan Müslümânlara vâcip, ama diğer 3 mezhebe (Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine) göre ise sünnet-i müekkededir.”
Usûl-i fıkıh, Usûl-i teşrî’ ilimlerini okuyanlar bilirler ki, Kur’ân-ı kerîmdeki emirlerin hepsi vücûb ifâde etmez, bazıları istihbâbîdir, yani yapılması müstehabdır. Meselâ, Bakara sûresindeki “ihrâmdan çıktığınızda avlanınız” âyet-i kerimesi, “artık av yasağı kalkmıştır, avlanabilirsiniz” demektir. Yoksa, “ihrâmdan çıkınca, elinize bir silâh alın da, gidin avlanın” demek değildir.
Bilindiği gibi ibâdetler üç kısımdır: 1- Beden ile yapılanlar (Namaz ve Oruç gibi), 2- Mal ile yapılanlar (Zekât, Sadaka-i fıtır ve Kurbân gibi), 3- Hem beden, hem de mal ile yapılan (Hac ve Umre gibi) ibâdetlerdir.
Hicretin ikinci yılında, Müslümanlara bedenî ve mâlî ibâdetlerden bazıları emredildi. Kıblenin Kâbe-i muazzama olmasından bir ay ve hicretten de 18 ay sonra, şabân ayının 10. günü, Bedir gazâsından da bir ay önce, oruç farz oldu.
Yine o senede (hicretin 2. senesinde), ramazân ayında, terâvîh namazı kılınmaya başlandı ve sadaka-i fıtır vermek vâcip oldu.
Kezâ hicretin 2. senesinde ramazân ayında zekât vermek de farz oldu.
Hicretin 2. yılı olaylarından biri de, müdâfaa için cihâda izin verilmesidir.
Bilindiği üzere 2. senede, daha önce Kudüs’e, Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılınırken, Allahü teâlânın emriyle, Mekke-i mükerremeye, Kâbe-i şerîfeye doğru namaz kılınmaya başlanmıştır. Kıblenin Kâbe-i muazzama, Mescid-i harâm olduğunu bildiren Bakara sûresinin 144. âyeti nazil olunca, Müslümanların kıblesi, Kâbe-i şerîfe oldu.
Yine hicretin 2. yılında zilhicce ayında, kurbân kesmek ve bayram namazı kılmak vâcip oldu.
Kurbân nisâbına mâlik olan ve gerekli diğer şartları taşıyan bir Müslümânın kurbân kesmesi vâciptir; zarûretsiz kurbân kesmemek günâhtır.
“Kurbân”, “davar [koyun, anası gibi gösterişli 6 aylık kuzu ve keçi], sığır [inek, dana, öküz, boğa, manda] veya deveyi, Kurbân Bayramı'nın ilk üç gününde [Şâfiî mezhebinde 4. günde de kesmek câizdir], kurbân niyeti ile kesmek” demektir.
Kurbân hayvânını fakîrlere veya hayır ve yardım cemiyetlerine diri olarak sadaka vermek kurbân olmaz. Kurbânlık hayvânı kesmek, kanını akıtmak şarttır.
Hâli vakti yerinde olan ve Allahü teâlânın emrine uyarak kurbân kesen, kendisini Cehennemden âzâd etmiş olur. Sevgili Peygamberimiz, iki hadîs-i şerîfinde: “Hasîslerin [cimrilerin] en kötüsü, (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurbân kesmeyendir”, “Hâli vakti yerinde olup da kurbân kesmeyen, namaz kıldığımız yere gelmesin” [Hâkim] buyurmuştur.
.21/07/2020
İslamiyette felsefe yoktur fakat tefekkür vardır...
Felsefeciler ve materyalistler (maddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Dünkü makâlemizde de belirttiğimiz gibi, dîn işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Akıl, insanlar arasında da eşit olarak bulunmaz. Herhâlde bunu kimse inkâr etmez. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, hattâ aynı kişinin, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur.
Aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları doğru bir şekilde ancak Allahü teâlâ ve “Peygamber”leri bildirirler. Her Peygamber, ilaçların tesîrlerini iyi bilen uzman bir tabip gibidir. “Peygambere lüzum yoktur” demek, “tabîbe lüzum yok” demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdiği teklîfler, Allahü teâlâdan gelen vahiyler olduğu için, hepsi doğrudur ve tamâmı faydalıdır.
AKLIN MÂHİYETİ NEDİR?
Son zamanlarda, bazı kimseler, akıl ile vahyi kendilerine göre mukâyese etmekte, bunlar hakkında nakle dayanmayan, akl-ı selîme de uymayan, indî, hevâ-yı nefisten ve gelişigüzel sözler söylemektedirler.
Cenâb-ı Hak, diğer vücut uzuvlarımızın (organlarımızın) üstünde bulunan aklı, esas itibarıyla hakkı-bâtıldan, iyiyi-kötüden, faydalıyı-zararlıdan ayırt eden bir meleke olarak yaratmıştır. Zâten iyiyi, kötüden ayırabilen akla, “akl-ı selîm” denilmektedir. Fakat hemen belirtmek lâzımdır ki, akıl yalnız başına, faydalı-zararlı şeyleri, genellikle maneviyyâtı anlayamamaktadır. Şu bir vâkıadır ki, hak ile bâtıl, iyi ile kötü, ancak, bütün mahlûkâtı yoktan var eden Allahü teâlânın bildirmesiyle bilinip anlaşılabilmektedir.
Nitekim târih boyunca, hak Peygamberlere rastlayamayan veya onlara inanmaktan mahrûm kalan insanların, güneşe, aya, yıldızlara, diğer tabîat varlıklarına, denizlere, kabaran dalgalara, çeşitli hayvânlara, muhtelif putlara taptıkları görülmüştür.
Sâdece akla uymak, gecenin koyu karanlığında, bilinmeyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemî kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdâba düşebilirler. Nitekim felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izâha kalkışan materyalistler (maddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
İşte bundan dolayı Allahü teâlâ, insanların, akıllarından faydalanmaları için, Peygamberleri, dîn ışığını yaratmıştır. İnsanlar, kesinlikle “Risâlet” ve “Nübüvvet” müessesesine muhtaçtırlar. Peygamberler, dünyâ ve âhırette rahat etme yolunu bildirmeselerdi, şüphesiz ki salt akılla bulunamazdı.
.20/07/2020
İslamiyette tefekkür vardır fakat felsefe yoktur! -1-
Felsefe, Yunanca “philos” (sevgi) ve “sofia” (hikmet) kelimelerinden meydana gelmiş bir terimdir...
Makâlemize başlamadan evvel, başlıkta geçen 2 terimin tariflerini vermemiz lâzım ki, merâmımız tam anlaşılsın...
Felsefe, Yunanca “philos” (sevgi) ve “sofia” (hikmet) kelimelerinden meydana gelmiş bir terimdir. Yani “Felsefe (Philosophie)” kelime manası itibarıyla, “hikmet sevgisi” demektir. Genel bir tarîf yapacak olursak “Felsefe”: Madde, hayat, yaratılış, kâinât, rûh, ölüm, ölüm sonrası gibi konularda, insan gayretinin, akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamamına denir. Felsefeden maksadın, “her şeyin aslını aramak” olduğu kabul edilir.
İlk ve Orta Çağ filozofları, felsefeyi “varlıkların, prensiplerin ve sebeplerin ilmi” şeklinde tarif etmişlerdir. Günümüzün genel tarifi ise; “Mâdde ve hayatı, kâinat, cemiyet, rûh gibi varlıkları, dîn ve tanrı konularını inceleyen düşünce gayreti ve bunun neticeleri” şeklindedir.
Akıl bir ölçü âletidir; İslâmiyet, akla çok önem veren bir dîndir. Akıl medâr-ı teklîftir, yanî mükellef olma sebebidir. Bir hadîs-i şerîfte “Aklı olmayanın dîni yoktur” (Ebu’ş-şeyh) buyurulmuştur.
Mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerimde, “Akıl etmez misiniz? Aklınızı çalıştırmaz mısınız? Tefekkür etmez misiniz?” şeklinde suâller vardır.
Peygamber Efendimiz de, akıllı kimseler hakkında bazı hadîs-i şerîflerinde şunları buyurmuştur:
“Akıllı kimse, kurtuluşa ermiştir.” (Buhârî)
“Akıllı, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için amel edendir.” [Tirmizî]
“Aklı olan kimse, îmân eder.” (Beyhakî)
“Akıllı, Allahtan en çok korkan, O’nun emir ve yasaklarına en güzel uyandır.” [İbn-i Muhber]
Ama, burada şunun bilinmesi lâzımdır ki, akıl bir ölçü âleti olmakla birlikte, her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemez. Aklın belli bir sahası vardır. Bunun dışındakileri ölçmeye, anlamaya gücü yetmez. Onun için kesinlikle belirtelim ki, akıl, Allahü teâlâya âit bilgilerde ve dînî konularda ölçü olamaz.
En akıllı denilen kimse bile, sadece dîn işlerinde değil, uzman olduğu dünyâ işlerinde de çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla, dînî konularda nasıl güvenilebilir? Sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Zâten akıl, göz gibidir; İslâmiyet bilgileri de ışık gibidir. Şek-şüphe yoktur ki, gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, gözümüzden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık.
Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar dünya işlerinde isabet ettiği hâlde, bazıları yanılabilir. [İnşallah yarın bu konunun detaylarına de girelim.]
.14/07/2020
Şefâate dair doğru itikad
“Şefî-i rûz-i cezâ" (Kıyâmet gününün şefâatçisi) olan Resûlullah Efendimizin çeşit çeşit şefâat edeceği bildirilmiştir.
Kur’ân-ı kerîmde şefâat konusunda 30 âyet-i kerîme var. Birçok âyet-i kerîmede, Allahü teâlânın izin verdiği kimselere şefâat etmek için, müminlere yardım etmek için yetki verileceği, kâfirlere ise şefâat edilmeyeceği bildirilmektedir.
Âyet-i kerîmelerin önlerini ve arkalarını okuduğumuz zaman, kesinlikle görüyoruz ki, kendilerine şefâat ve yardım olunmayacak olan kimseler kâfirlerdir. Bu âyet-i kerîmelerde, şefâat edemeyecekleri ifâde edilen kimseler de, kâfirlerin taptıkları putlardır, bâtıl tanrılardır.
Meryem 87, Tâhâ 109, Enbiyâ 28, Sebe’ 23’te sarâhaten, açıkça belirtildiği gibi, Cenâb-ı Hakk, sevdiği kimselere, dilediği kullarına şefâat etmeleri için, şefâat izni verecektir.
Kıyâmet günü, iyilerin, günâhkâr olan Müslümânlara şefâat edeceklerini bildiren hadîs-i şerîfler de pek çoktur. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) çeşit çeşit şefâat edeceğini bildiren nice hadîs-i şerîfler vardır.
Meselâ, literatürümüzde, bir “Şefâat-ı Kübrâ” terimi vardır:
“Kıyâmette, o günün dayanılmaz dehşeti ve şiddetli sıkıntıları sebebiyle, insanların mürâcaatları üzerine, Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem), onların muhâkeme ve hesâblarının bir an evvel görülmesi için, Allahü teâlâya yalvarması ve bu dileğinin kabul olması” demektir.
O gün, herkes, kendi başının çâresini aramakla meşgul olur. O gün, yalnız Resûlullah Efendimiz; "Ümmetime selâmet ve necât (kurtuluş) ver yâ Rabbî!" der ve ümmetini ister.
“Şefî-i rûz-i cezâ" (Kıyâmet gününün şefâatçisi) olan Resûlullah Efendimizin çeşit çeşit şefâat edeceği bildirilmiştir. Hadîs-i şerîflerde; "Kıyâmet günü, mezârdan en önce kalkan ben olacağım ve en önce şefâat eden ben olacağım" ve "Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz" (Kenzül-ummâl) buyuruldu. Peygamberimiz en büyük şefâatçidir; bütün inananlara şefâat edecektir. Günâhı olmayanlara da, Cennet'te derecelerinin artması için şefâat edecektir.” (İmâm-ı Rabbânî)
Burada net bir şekilde belirtelim ki, şefâat, Allahü teâlânın râzı olmadığı kullar hakkında aslâ mümkün olmayıp, ancak O’nun izni ve rızâsı dâiresinde râzı olduğu kimseler hakkında meydâna gelecektir.
O’nun dilediği kullar, O’nun izni, rızâsı ve muhabbeti dâiresinde şefâat edeceklerdir. Binâenaleyh şefâat, mukaddes dînimize göre haktır.
Kur’ân-ı kerîmde şefâatin olmadığına dâir bütün âyet-i kerîmeler; kâfirler, müşrikler ve Allahü teâlânın râzı olmadığı kullar hakkındadır. Bütün insanlar ve cinnîler bir araya gelseler de, şefâatleri kâfirlere fayda vermeyecektir.
Peygamber Efendimiz buyurdular ki:
“Her Peygamberin müstecâb -yani Allahü teâlânın kabul buyuracağı- bir duâsı vardır. Her Peygamber, o duâyı yapmada acele etti. Ben ise bu duâmı, kıyâmet gününde ümmetime şefâat olarak kullanmak üzere sakladım. Allah'ın izniyle şefâatime, ümmetimden Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölenler nâil olacaklardır.” [Buhârî, Daavât 1, Tevhîd 31; Müslim, İmân 334, (198); Tirmizî, Daavât 141, (3597); Muvatta, Kur’ân 26, (I, 212)]
.13/07/2020
Şefâat konusunda hak söz nedir?
Kur'ân-ı kerimde buyuruldu ki: “De ki, bütün şefâat Allah’ın kudretindedir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur…”
Şefâat konusunda, hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı birbirine karıştırmamalıdır. Biz bugün ve yarınki makâlelerimizde, inşâallah bunları delîlleriyle birlikte, madde madde yazalım:
1- Kıyâmette bütün şefâat hak ve yetkisi, Allahü teâlâya mahsustur: “De ki, bütün şefâat Allah’ın kudretindedir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur…” (Zümer, 44)
“Allahü teâlâ, şefâat edene ve şefâat olunana izin vermedikçe, O’nun yanında hiçbir şefâatin faydası olmaz.” (Sebe’, 23)
2- Cenâb-ı Hakk dışındaki bâtıl tanrılar, putlar şefâat edemezler: “Allah’tan başka ibâdet ettikleri ortaklarından da kendilerine şefâatçiler bulunmaz…” (Rûm, 13)
“… Sizin O’ndan başka hiçbir yardımcınız yok, hiçbir şefâatçiniz da yok…” (Secde, 4)
“Hiç ben, O’ndan başka tanrılar edinir miyim? Eğer O Rahmân, bana bir keder murâd ederse, o tanrıların şefâati, bana hiçbir fayda vermez ve onlar beni kurtaramazlar.” (Yâsîn, 23)
“O’ndan başka ibâdet edip durdukları şeyler (putlar), şefâat de edemezler; ancak Hakk’a şehâdet eden (dili ve kalbi ile Lâ ilâhe illallah diyen) kimseler müstesnâ…” (Zuhruf, 86)
“Artık bizim için, ne şefâatçiler var. Ne de yakın bir dost” (Şuarâ, 100-101)
“Kureyş kâfirleri, putların kendilerine şefâat edeceklerini söylüyorlar. Onlara de ki: Allahü teâlânın izni olmadan, hiçbir kimse şefâat edemez.” (Zümer, 43)
3- Şefâat erbâbına, şefâat etme hak ve yetkisini veren Allahü teâlâdır: “Allah katında, (âhirette Allah’ın) kendisine izin verdiği kimseden başkasının şefâati fayda vermez. Nihâyet (şefâat edenle şefâat olunanların) kalplerinden (şefâate izin verilmekle) korku giderildiği zaman: Rabbiniz (şefâat hakkında) ne buyurdu derler. Şefâat edecekler de: Allah hakkı söyledi, (râzı olduğu kimseler için şefâate izin verdi) derler. O her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür.” (Sebe’, 23)
“O gün, Rahmân’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimselerden başkasının şefâati fayda vermez.” (Tâ-hâ, 109)
“(O gün), şefâat hakkına, ancak tevhîd ve amel-i sâlihle Allah tarafından ahd (söz ve izin) almış olanlar mâlik olacaklardır.” (Meryem, 87)
“Âhirette Peygamberler, melekler ve müminler, dostlarına şefâat ederlerken, müşrikler derler ki: Bugün, bizim ne bir şefâatçimiz ve ne de cândan bir dostumuz var.” (Şuarâ, 100-101)
4- Şefâatçiler de, ancak Allahü teâlânın râzı olduğu, izin verdiği kişilere şefâat edebilirler: “Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yani yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir ve onlar, O’nun rızâ verdiği kimselerden başkasına şefâat edemezler. Hepsi O’nun korkusundan titrerler.” (Enbiyâ, 28)
“Göklerde nice melekler vardır da, Allah dileyip râzı olduğuna izin vermezden önce, şefâatleri hiçbir şeye yaramaz.” (Necm, 26)
5- Kâfirlere, şefâatçilerin şefâatleri fayda vermez: “Fakat (o vakit) şefâat etmesine izin verilenler, kâfirlere şefâat ederlerse, şefâatleri onlara fayda vermez.” (Müddessir, 48)
.07/07/2020
Şefaat zikredilen âyet-i kerimeler...
“Kim güzel bir şefâatte (yardımda) bulunursa, ona o şefâatten bir hisse (sevap) olur..." (Nisâ, 85)
“Şefea” kökünden türeyen kelimeler, Kur’ân-ı kerimde 30 defa zikredilmektedir. Bunlardan bazıları fiil, bazıları isim şeklindedir.
Kur’ân-ı kerimde “yeşfe’” fiili müfred olarak 3 yerde [Bakara 255, Nisâ 85 (2 defa)], “yeşfeû” [A’râf 53] ve “yeşfeûn” fiilleri cem olarak birer defa [Enbiyâ 28], “şâfiîn” ism-i fâili çoğul olarak 2 defa [Şuarâ 100, Müddessir 48], “şefî” sıfatı 5 defa [En’âm 51, 70, Yûnus 3, Secde 4, Ğâfir 18], (şefî’ kelimesinin çoğulu olan) “şüfeâ” 2 defa [A’râf 53, Rûm 13], izâfet şeklinde “şüfeâeküm” [En’âm 94], yine tamlama şeklinde “şüfeâünâ” [Yûnus 18], “şefâa” 11 defa [Bakara 48, 123, 254, Nisâ 85 (2 defa), Meryem 87, Tâhâ 109, Sebe’ 23, Zümer 44, Zuhruf 86, Müddessir 48], yine tamlama hâlinde “şefâatühüm” 2 defa [Yâsîn 23, Necm 26], bir defa da “şef’” kelimesi [Fecr 2’de] zikrolunmuştur.
Âyet-i kerîmeleri, sûrelerin, Kur’ân-ı kerîmdeki sıralarına göre; bazılarının tamamını, bazılarının da sâdece konumuzla ilgili kısımlarını zikredelim inşallah...
“Bir de öyle bir azap gününden korkun (ve sakının) ki, o günde (kıyâmette), hiçbir kimse, hiçbir kimse adına bir şey ödeyemez, kimseden şefâat de kabul edilmez…” (Bakara, 48)
“O günden korkun ki, orada kimse kimse nâmına bir şey ödeyemez, azaptan kurtulmak için kimseden bedel kabul edilmez ve kâfir olduğu hâlde kimseye şefâat fayda vermez, hem de hiçbir taraftan yardım olunmazlar.” (Bakara, 123)
“Ey îmân edenler! Bir alışverişin, bir dostluğun ve bir şefâatin bulunmadığı bir gün (hesap günü) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcayın. Kâfirler yok mu? İşte onlar zâlimlerdir.” (Bakara, 254)
“…O’nun izni olmadıkça, katında kim şefâat edebilir?...” (Bakara, 255)
“Kim güzel bir şefâatte (yardımda) bulunursa, ona o şefâatten bir hisse (sevap) olur. Kim de kötü bir şefâat (yardım) ve tavassutta bulunursa, ondan kendisine bir günâh payı vardır…” (Nisâ, 85)
“Rableri huzurunda toplanacaklarından korkanları, sen Kur’ânla korkut ki, onların Rablerinden başka ne bir dostu, ne de bir şefâatçisi vardır…” (En’âm, 51)
“O kâfirler, Allah’ın mükâfâtı ve cezâsı hak mıdır (gerçek midir)? diye ancak beklerler. Kıyâmette bunların doğruluğu meydâna çıkınca, daha önce dünyâda onu unutanlar şöyle diyecekler: Gerçekten Rabbimizin Peygamberleri hakkı getirmişler. Şimdi şefâatçılardan hiçbiri var mı ki, bize şefâatte bulunsunlar…” (A’râf, 53)
“…Bu putlar, Allah katında bizim şefâatçılarımızdır diyorlar…” (Yûnus, 18)
“Rahmân’ın katında bir ahd (îmân edip söz ve izin) almış olan kimseden başkaları şefâat etmeye sâhip olamayacaklardır.” (Meryem, 87)
.6/07/2020
Mukaddes dinimizde şefaat kesinlikle vardır...
"Resûlullah Efendimiz gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi."
Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), Bakara sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde ifâde buyurulduğu gibi, yeryüzünde “halîfe” kılınmıştır. Yine Kur’ân-ı kerîmde (İsrâ, 70’te) beyân buyurulduğu veçhile, Âdemoğulları da mükerrem (şerefli, kıymetli) kılınmışlardır. Bazı Resûllerin bazılarından üstün kılındığını, Cenâb-ı Hak, bizzât kendisi haber veriyor. “İşte bu Peygamberlerden bir kısmını, diğerlerinden üstün kıldık…” (Bakara, 253).
Bunlardan başka, Allahü teâlâ, bazı insanlara nimetler verdiğini beyân buyurmuştur (Fâtiha, 7) Kur’ân-ı kerîmde, kendilerine nimet verilen 4 sınıf insan sayılmıştır: Nebîler, Sıddîklar, Şehîdler ve Sâlihler (Evliyâ-yı kirâm) [Nisâ, 69]
Allahü teâlâ buyurmuştur ki: “Allah’a ve Peygambere itâat edenler, işte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği Peygamberlerle, Sıddîklarla, Şehîdlerle ve Sâlihlerle (iyi kimselerle, evliyâ ile) beraberdirler. Bunlar, ne güzel birer arkadaştırlar.” (Nisâ, 69)
İnsan, nefsine ve şeytânlara uyup günâh, hata, kusur, kabahat işleyebilmektedir. Şâirin dediği gibi: "İnsan beşer/Bazan şaşar/Hatâ eyler üçer beşer/Düz ovada yürür iken/Ayağı sürçer düşer..." Böyle bir durum olunca, ne yapmak lâzım?
Evet, bir Müslümân, nefs-i emmâresine ve şeytânlara uyarak günâh işleyince, ne olacak? Hemen bütün çâreler tükenmiş mi olacak? O kişi, kesin olarak Cehenneme gidecek mi denilecek? Hayır, Ehl-i Sünnet itikâdına göre, günâh işleyenler için üç çâre vardır:
1- Şartlarına uygun tevbe imkânı mevcut; bu takdirde, günâhkârlar affolunurlar,
2- Günâhkârların şefâate uğrama imkânları var. Bu şefâat işi de, âhirette, ancak, Allahü teâlânın, sevdiği, râzı olduğu, izin verdiği kimselerin yapacakları bir iştir.
3- Bu iki safha da mümkün olmamışsa, Allahü teâlânın husûsi ihsânına kavuşma imkânı da vardır.
Bunların (tevbe, şefâat ve ihsândan) hiçbiri olmadı diyelim, müminin amelleri tartıldı ve günâhları da sevaplarından ağır geldi; ama îmânlı olarak vefât etti; o zaman o kişi, Cehennem’de biraz terbiye olunur. Cehennem, kâfirlerin ebediyyen kaldıkları, günâhkâr müminlerin de muvakkaten kaldıkları bir yerdir...
“Peygamberlerin sonuncusu olan Resûlullah Efendimiz gibi bir şefâatçı olmasaydı, bu ümmetin günâhları kendilerini helâk ederdi. Şefâate en çok ihtiyâcı olan bu ümmettir. Çünkü bu ümmetin günâhları çoktur. Fakat, Allahü teâlânın afv ve mağfireti de sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete afv ve mağfiretini, o kadar çok saçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği hiç bilinmiyor. Doksan dokuz rahmetini, sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmıştır…” (İmâm-ı Rabbânî)
.30/06/2020
Şefâat haktır...
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kıyâmet günü Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehîdler şefâat edeceklerdir.”
Sözlükte, “Af için vesîle olmak, yalvarmak” manasına gelen “Şefâat”, dînî bir ıstılâh, tabîr olarak, yani ilmî bir terim olarak, “Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) olmak üzere, diğer Peygamberler, melekler, sıddîklar, şehîdler, sâlihler (iyi kimseler), âlimler ve küçük yaşta ölen Müslümân çocukları ve Allahü teâlânın diğer izin verdiklerinin; günâhkâr olan müminlerin günâhlarının affedilip Cehennem'den kurtulmalarını, Cennetlik olanların da Cennet'teki derecelerinin artmasını Allahü teâlâdan istemeleri, bu hususta vâsıta olmaları” anlamında kullanılmaktadır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hakîminde buyurmuştur ki [Şefâat konusunda 30 âyet-i kerîme vardır; bugün burada, sâdece dört adedini zikredelim]:
“Rahmân’ın katında bir ahd (îmân edip söz ve izin) almış olan kimseden başkaları şefâat etmeye sâhip olamayacaklardır.” (Meryem, 87)
“Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını ve yapacaklarını da) bilir ve onlar, O’nun rızâ verdiği kimselerden başkasına şefâat edemezler. Hepsi O’nun korkusundan titrerler.” (Enbiyâ, 28)
“O’ndan başka ibâdet edip durdukları şeyler (putlar), şefâat da edemezler; ancak Hakk’a şehâdet eden (dili ve kalbi ile Lâ ilâhe illallah diyen) kimseler müstesnâ…” (Zuhruf, 86)
“Göklerde nice melekler vardır da, Allah dileyip râzı olduğuna izin vermezden önce, şefâatleri hiçbir şeye yaramaz.” (Necm, 26)
Burada, bu ümmetin en büyük âlimlerinden İmâm-ı Şâfiî’nin (rahmetullahi aleyh), bir sözünü nakledelim: "Hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmin tefsîri, İslâm âlimlerinin sözleri de hadîs-i şerîflerin açıklamalarıdır."
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hakîminde buyurmuştur ki:
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye, sana da bu Kur’ân'ı indirdik…” [Nahil, 44]
Ayrıca Kur’ân-ı kerîm’de, Resûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in vereceği hükümlerin, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirildiği de ifâde buyuruluyor.
“Allah'ın sana gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmedesin diye, sana Kitâb'ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma.” [Nisa, 105]
Peygamber Efendimiz de buyurmuştur ki:
“Ümmetimden, büyük günâhı olanlara şefâat edeceğim.” (Tirmizî, İbn-i Mâce ve Müsned-i Ahmed bin Hanbel)
“Kıyâmet günü Peygamberler, sonra âlimler, sonra şehîdler şefâat edeceklerdir.” (İbn-i Mâce, İhyâ)
“Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz.” (Şir'atül-İslâm)
Ehl-i Sünnet âlimler buyuruyorlar ki: “Şefâat haktır. Tövbesiz ölen müminlerin küçük ve büyük günâhlarının affedilmesi için, Peygamberler, melekler, velîler, sâlihler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler, şefâat edecekler ve şefâatleri de kabûl edilecektir.” (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
“Küçük çocuklar, analarına ve babalarına şefâat ederler. Hattâ düşük olanlar bile, analarına ve babalarına şefâat ederler.” (İmâm-ı Birgivî)
.29/06/2020
Şefâatin hak olduğuna kimler inanmaz?
Hiçbir Müslümânın tereddüdü yoktur ki, şefâati kabul eden İslâm âlimlerinin îmânları, kabul etmeyenlerinkinden daha sağlamdır!..
Asırlar boyu (15 asırdan bu yana), onlarca değil, yüzlerce değil, binlerce, hattâ milyonlarca İslâm âlimi (müfessir, muhaddis, fakîh, mütekellim, mutasavvıf), milyonlarca diyebileceğimiz eserlerinde, şefâati kabul ederlerken, şimdi bir kısım İlâhiyatçıların şefâati reddetmelerinin mantığını anlamak mümkün değildir.
Şek ve şüphe yoktur ki, İslâmiyet yeni gelmiş bir dîn değildir; Kur’ân-ı kerîmin âyetleri de yeni inmiş değildirler. Peygamber Efendimiz, Kur’ân-ı kerîmi, teblîğ ve tatbik ettiği gibi, hiç tereddüde mahal vermeyecek şekilde hadîsleriyle de tefsîr ve beyân eylemiş; İslâm âlimleri ise, o hadîs-i şerîfleri genişçe açıklamışlardır.
Şefâatin hak olduğu, Ehl-i sünnet âlimlerinin milyonlarca kitâbında yazılmış ve bugüne kadar gelmiş-geçmiş milyarlarca Müslümân da buna inanmışlardır. Nitekim şefâate inanmak, Ehl-i sünnet bir Müslümân olmanın alâmetlerinden sayılmıştır.
Şefâat konusu, dînimizde çok mühim bir konudur. “Şefâat” mevzû-i bahis olunca, birkaç maddenin ele alınması lâzım. Bunlar:
1- Şefâat nedir? 2- Şefâat konusu, Kur’ân-ı kerîmde zikredilmiş midir? 3- Şefâat, hadîs-i şerîflerde mezkûr mudur? 4- Şefâat kimin hakkıdır, Allah, dilediği kimselere şefâat yetkisi veremez mi? 5- Kimler şefâat edebilirler (Yani kimlere şefâat izni verilecektir?) 6- Şefâat erbâbı, kimlere şefâat edebilirler? Kâfirlere şefâat edebilirler mi? 7- Kaç yerde şefâat vardır?
Bazı kimselerin, gerek bu konuda, gerekse başka dînî konularda, müsteşriklerin ve bid’at (dalâlet) ehli fırkaların bozuk fikirlerini savunmalarının sebebini anlamakta hakîkaten zorlanıyoruz.
Yeni bir fikir söyleyip meşhur olmak mı istiyorlar? Kimsenin anlayamadığını, biz doğru anladık deyip kibirlenmek mi istiyorlar? Burada, şunu çok net bir şekilde ifâde edelim ki, eğer bazı İlâhiyatçılar, kendilerini eski âlimlerden daha büyük, daha âlim zannediyorlarsa yanılıyorlar, bunu ölünce, kendileri de âhırette ayân-beyân göreceklerdir.
Şunda da hiçbir Müslümânın tereddüdü yoktur ki, asırlar boyu şefâati kabul eden İslâm âlimlerinin îmânları, kabul etmeyenlerinkinden daha sağlam, ibâdetleri onlarınkinden daha çok, takvâları (Allah’tan korkmaları ve günâhlardan sakınmaları) bunlarınkinden daha fazla, ilimleri de kat kat çok, Arabîyi bilmeleri daha kuvvetli idi; çünkü kahir ekseriyetinin ana dili Arapça idi. Ayrıca onların akılları da bunlarınkinden daha çoktur.
Bazı kimseler, âyet-i kerîmelere kendi kafalarına göre manalar vererek, şefâati inkâr ediyorlar. Âyet-i kerîmelere indî, hevâ-yı nefisten mana vermek, son derece tehlikeli bir iştir.
Malûmdur ki, bir âyet-i kerîmeyi doğru anlayabilmek için, takip edilecek usûlü, yolu, pekçok İslâm âlimi; Usûl-i Tefsîr, Usûl-i Hadîs ve Usûl-i Fıkıhla ilgili eserlerinde açık bir tarzda belirtmişlerdir. [Yarın inşâallah konumuza devam edelim.]
.16/06/2020
Emr-i ma'rûf nasıl yapılır?
“Mü'min kardeşine nehy-i anil münker yapan kimse; yumuşak, tatlı ve güzel bir ifâde ile anlatarak söylemeli..."
Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde: “Birbirinize Müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü, başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabul etmez” buyurmuştur. (Mişkâtül-Mesâbîh)
Diğer bazı hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Dînin temeli nasîhattir (samîmiyettir, ihlâstır)." [Buhârî]
"Kendisi için istediğini, dîn kardeşi için de istemeyen, (kâmil manâda) îmân etmiş olmaz." [Buhârî]
"Allahü teâlânın en çok sevdiği kimse, çok nasîhat edendir." [İmâm Ahmed]
"Duyduğu hak sözü, bir Müslümân kardeşine söylemek, ne güzel hediyedir." [Taberânî]
“Kıyâmet günü birini getirirler. Onu, Cehennem'e atın emri gelir. Bağırsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem'de olanlar, kendisine, sen emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim; fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden başkalarını menederdim; kendim ise yapardım cevâbını verir.” (Buhârî, Müslim)
Osmânlı âlimlerinden Taşköprüzâde’nin (rahmetullahi aleyh) nakline göre, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Ebûd-Derdâ (radıyallahü anh) buyurdu ki:
"Ya ma'rûf (iyilik) ile emreder, münkerden yâni kötülüklerden nehy eder, sakındırırsınız veya Allahü teâlâ size büyüklerinizi saymayan, küçüklerinize acımayan zâlim idârecileri musallat eder. İyileriniz, ona, bedduâ ederler, ama duâları kabul olunmaz. İstiğfâr edersiniz, bağışlanmazsınız."
“Nehy-i anil münker”, “Günâhlardan ve kötülüklerden sakındırmak, alıkoymak” demektir.
Gavs-ı A’zam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
“Mü'min kardeşine nehy-i anil münker yapan kimse; yumuşak, tatlı ve güzel bir ifâde ile anlatarak söylemeli, sert, ağır sözlerde bulunmamalıdır.
Münker iki kısımdır: Birinci kısım münkerler meydânda olup, âlim olan ve olmayan bunları bilir. Zinâ, alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, fâiz alıp vermek, başkasının mâlını gasbetmek gibi şeylerin harâm olduğu birinci kısım münkerdir. İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Bunlar, daha ziyâde îmânda, îtikâtta olan bozukluklardır.”
Osmânlı âlimlerinden İmâm-ı Birgivî (rahimehüllah) buyurmuştur ki:
“Emr-i ma'rûf iki sûretle yapılır: Birincisi, söz, yazı ve her nevî yayın vâsıtası iledir. Bunu yaparken, bilgi az ise ve şahsa, âdetlere, kânunlara dikkat ve riâyet edilmezse, fitneye sebep olabilir.
İkinci yol, hâl ile İslâm'ın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır. Herkese tatlı dil, güler yüz göstermek, kimseyi incitmemek, kimsenin mâlına, ırzına göz dikmemek, en tesîrli, en faydalı emr-i ma'rûf yapmak olur.” (İmâm-ı Birgivî)
Yine İmâm-ı Birgivî, mühim bir husûsa işâret etmektedir: “Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapanın niyetinin hâlis olması ve işi anlayıp, Allahü teâlânın buradaki emrini iyi bilmesi ve sabırlı olup münâkaşa ve kavga etmemesi, yumuşak şekilde tatlı dil ve yazı ile yapması lâzımdır.”
.15/06/2020
Cihâd ve Emr-i Ma’rûf...
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Cihâddan maksad, İslâm dînini yüceltmek ve dîn düşmânlarını zelîl etmektir..."
Büyük âlim İmâm-ı Gazâlî’nin (rahimehüllah), hem “İhyâu Ulûmid-dîn” hem de “Kimyây-ı Seâdet” isimli eserlerinde zikrettiğine göre, Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki:
“Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya (cihâda) verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın (cihâdın) sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.”
Peki bunlar arasında ne fark vardır? Şimdi bu tabîrleri, kısa kısa bir tarîf edelim:
“Cihâd (Gazâ)”: “İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri ve Müslümân olmakla şereflenmelerine mâni olan veya Müslümânların dînine, vatanına ve nâmûsuna saldıran düşmânı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mâl, cân, söz, neşriyât ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfaa etmek” demektir. Cihâdla ilgili birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf bulunduğu gibi, pekçok İslâm âliminin kıymetli sözleri de vardır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde bir âyet-i kerîmede buyuruyor ki (meâlen):
“Mâllarını, cânlarını fedâ ederek dîn düşmânları ile Allah rızâsı için cihâd eden Müslümânlar, oturup, ibâdet edenlerden daha üstündür. Hepsine de, Cennet'i söz veriyorum.” (Nisâ, 95)
Bir hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: “Allah yolunda cihâd eden kimselerin hâli, gündüzleri oruçlu olup, gecelerini ibâdetle geçiren, Allahü teâlânın âyetlerine itâat eden, namaz ve oruçtan dolayı hiçbir gevşeklik hissetmeyen kimsenin hâli gibidir ki, yine Allah yolunda cihâd eden üstündür.” (Terğîbül-İbâd)
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
“Cihâddan maksad, İslâm dînini yüceltmek ve dîn düşmânlarını zelîl etmektir. Cihâdda şehîd ve gâzîler için bildirilen sevaplar, niyet iyi ve hâlis oluncadır.”
Yine büyük âlimlerden Muhammed Hâdimî ve İmâm-ı Birgivî (rahmetullahi aleyhimâ) buyurmuşlardır ki:
“Cihâd üç türlü yapılır: Birincisi beden ile yâni her türlü harp vâsıtası ile yapmaktır. İkincisi, her türlü neşriyât (basın ve yayın) vâsıtaları ile İslâmiyet'i insanlara yaymak ve duyurmaktır. Bu cihâdı İslâm âlimleri yaparlar. Üçüncüsü ise, duâ ile yapılan cihâddır. Bütün Müslümânların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır.”
Bir de “Cihâd-ı Ekber” terimi vardır ki, “en büyük cihâd; nefsin, insan tabîatının, bedeninin kötü isteklerini yerine getirmemek için yapılan mücâdele” demektir. Bu konuda, İmâm-ı Rabbânî’nin, “Mektûbât”ında zikrettiği bir hadîs-i şerifte de, “Küçük cihâddan cihâd-ı ekbere (en büyük cihâda) döndük” buyurulmaktadır.
Başlıkta geçen 2. terimimiz, “Emr-i Ma'rûf”tur ki, “Dînde emredilen şeyleri öğretmek, yaptırmak” manasındadır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
“Ey mü'min kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker eder iseniz, (günâhlardan, kötülüklerden alıkorsanız) başkalarının yoldan çıkması size zarar vermez.” (Mâide, 108)
.08/06/2020
Emr-i mâruf ve nehy-i anil-münkerin önemi -1-
Kur'ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere "Marûf", bunlara uymayan şeylere de "Münker" denir.
Mukaddes dînimiz İslâmiyette, marûfu emretme ve münkerden nehyetme vazîfesi çok mühimdir. Seyyid Şerîf Cürcânî’nin “et-Tarîfât” isimli kıymetli eserinde ifâde edildiğine göre: “Marûf”: şer-i şerîfin (dînin) ve akl-ı selimin güzel gördüğü, beğendiği şeydir. “Münker” de bunun zıddı, yani dînin ve aklın çirkin gördüğü şeydir; yapılması uygun olmayan, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle ve müctehidlerin (dînde söz sâhibi âlimlerin) söz birliği ile yasak edilen şey; günâh, harâm şeylerdir.
Hülâsa olarak söylemek gerekirse, Kur'ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere "Marûf", bunlara uymayan şeylere de "Münker" denir. Müctehidlerin söz birliği ile yasak edilen şeylere de "Münker" denilir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmindeki bazı âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
“İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu (iyiliği) emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
“(Ey Habîbim Muhammed aleyhisselâmın ümmeti!) Siz beşeriyet/insanlar için meydâna çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenâlıktan alıkorsunuz ve Allaha îmânınızda devâm edersiniz…” [Âl-i Imrân, 110]
“Erkek ve kadın bütün mü'minler, birbirlerinin yardımcılarıdır: Onlar Emr-i mâruf yaparlar (iyiliği emrederler) ve nehy-i anil-münker yaparlar (fenâlıktan alıkoyarlar), namazı gereği gibi kılarlar, zekâtı verirler, Allah'a ve Resûlüne itâat ederler. İşte Allah bunları, muhakkak sûrette rahmetiyle bağışlayacaktır.....” (Tevbe, 71)
“Tevbe edenler, âbidler, hamd edenler (cihâd veya ilim öğrenmek için) seyâhat edenler, rükû edenler, secde edenler, emr-i mârûf ve nehy-i anil-münker yapanlar ve Allahü teâlânın sınırlarını koruyanlar (yok mu? İşte onlar da Cennet ehlidir. Habîbim) Sen, o mü'minlere dahî Cenneti müjdele.” (Tevbe, 112)
“Ey mü'min kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker eder iseniz, (günâhlardan, kötülüklerden alıkorsanız) başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez.” (Mâide, 108)
Peygamber Efendimiz de buyurmuşlardır ki:
“Birbirinize Müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabul etmez.” (Mişkâtül-Mesâbîh)
“Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda cihâda (gazâya, savaşa) verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker sevâbı yanında denize nazaran bir damla su gibidir.” (Deylemî, Kimyây-ı Seâdet)
.09/06/2020
Emr-i mâruf ve nehy-i anil-münkerin önemi -2-
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Günâh işleyeni gören, eli ile mâni olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile mâni olsun."
Allahü teâlânın kullarına verdiği nimetler çok, bunlara şükretmek lâzım. Kendilerini yoktan var ettiği, varlıkta durdurduğu, muhtaç olduğu her türlü nimeti lütfettiği insanoğlu, maalesef zaman zaman kibir ve azamette, azgınlık ve taşkınlıkta, zulümde ileri gidebilmektedir. Târihte olanlara ve şu anda etrâfımıza bir bakacak olursak, bunu daha iyi görürüz...
Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır ki:
“Kıyâmet günü birini getirirler. Onu Cehennem'e atın emri gelir. Bağırsakları dışarı çıkar. Merkebin dolap etrâfında dönmesi gibi, bunun etrâfında döner durur. Cehennem'de olanlar, kendisine, sen emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmadın mı, şimdi bu hâl nedir? Seni bu hâle düşüren nedir? derler. Evet başkalarına iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Kötülüklerden menederdim, kendim ise yapardım cevâbını verir.” (Buhârî, Müslim)
“Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir.” (Râmûzül-Ehâdîs)
Belânın, suçlu-suçsuz herkese gelmesinin de sebepleri vardır. Hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: “Bir kötülük, [gücü yetenlerce] önlenmezse, Allahü teâlâ, azâbını hepsine umûmî kılar.” [Hâkim]
“Ya Resûlallah! Geçmiş ümmetlerden bir kısmına deprem ile azap yapıldı. Toprak altında kaldılar. Bunların arasında sâlihler de vardı) denildiğinde “Evet, sâlihler de birlikte helâk oldular. Çünkü Allahü teâlâya isyan olunurken susmuşlardı” buyurdu. (Taberânî)
“Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yap; buna gücün yetmezse hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini koru." (Et-Tergîb vet-Terhîb)
Osmânlı âlimlerinden Kâdı-zâde Ahmed Efendi de buyuruyor ki:
“El ile, güç kullanarak emr-i marûf ve nehy-i münker yapmak, yani günâh işleyene mâni olmak; hükûmetin vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalb ile duâ etmek ise, her müminin vazîfesidir.”
Hadîs-i şerîfte; "Günâh işleyeni gören, eli ile mâni olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile mâni olsun" buyruldu. Emr-i ma'rûf ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükûmet adamlarına yâni muhtesib ve kâdılara, dil ile yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak da her Müslümana farzdır. (Abdülganî Nablüsî)
Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yaparken (iyiliği emredip kötülükten sakındırırken); niyetin hâlis olması ve işin iyi anlaşılıp, Allahü teâlânın buradaki emrinin iyi bilinmesi ve sabırlı olup, münâkaşa ve kavga edilmemesi, yumuşak ve tatlı dil ve yazı ile yapılması lâzımdır. (İmâm-ı Birgivî)
.20/04/2020
Ramazân ayı yaklaşırken imsâk konusu -1-
Bugün ve yarınki makâlelerimizde inşallah, başlıktaki konuyla ilgili bazı bilgiler arz etmek istiyoruz...
Biz, dînî konularda, Edille-i Şer’iyyeyi esâs alıyoruz. Her söylediğimizin ve yazdığımızın âhirette hesâbını vereceğimizi düşünerek, söz söylemeye ve yazı yazmaya çalışıyoruz. Bugün ve yarınki makâlelerimizde inşallah, başlıktaki konuyla ilgili bazı bilgiler arz etmek istiyoruz...
1- İlk dönem Meclis’te yer alan “Şer’iyye ve Evkâf Nezâreti”nden sonra, Diyânet İşleri Riyâseti, 1924 yılında tesîs edilmiştir. Bu târihten itibâren, son Başkan'a kadar, Diyânet İşleri Reîsliği makâmına 17 başkan gelip geçmiştir. İlk 12 Reîs zamanında, imsâk vakitleri, bugünkünden 20 dakika önce idi; ama 1982’de namaz vakitlerinin ve imsâkin değiştirilmesi karârı alındı.
2- 1949 yılında Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin talimâtıyla, Kandilli Rasathânesinin kurucusu Prof. Fatîn Gökmen başkanlığında [Prof. Dr.] Kâmil Mîrâs, İstanbul Müftüsü Ömer Nasûhî Bilmen, Eyyüp Müftüsü İsmâîl Habîb Erzen ve Muvakkit Yûsuf Ziyâ Gökçe’den oluşan bir ilmî komisyon, “İmsâk”in belirlenmesi için, -19º’yi esâs almıştır. Ancak D. İ. Başkanlığı, 1982 yılında, imsâk vaktinden temkîni kaldırdığı sırada, güyâ “İslâmın kolaylaştırma ilkesi” doğrultusunda, -19º yerine, güyâ “bilimsel bir kriter” olan -18º’yi benimsemiştir.
3- 1958 senesinde, Diyânet İşleri Başkanlığı’nca neşredilen namaz vakitlerinin yanlış olduğunu yazan bir Gazete’nin Köşe yazarı’na [Milliyet Gazetesi’nde Refî Cevat Ulunay’a] verilen cevapta aynen şöyle denilmiştir:
“... İmsâk vaktine gelince: Yazınızda, ‘gerek İngilizler, gerek Amerikalılar, gerek Fransızlar, bu vakti, güneşin -18 derece ufkun altında bulunduğu zaman olarak kabul etmişlerdir’ diyorsunuz.
Acabâ Hıristiyân olan bu üç milletin, imsâk vaktinde hangi ibâdetleri var ki, imsâk vakti için, böyle bir dereceyi esâs olarak kabul etsinler?
Böyle yapmış olsalar dahî, İslâm hey’etşinâsları (İslâm astronomi mütehassısları) tarafından mezkûr vakit (imsâk vakti), İslâmî kâidelere göre takdîr edilmişken, bu husûsta yabancılara uymak mecbûriyeti nereden çıkıyor?
İmsâk vakti, mebde-i fecrin tulû ânıdır (yani doğu ufkunda beyâzlığın bir nokta hâlinde görüldüğü zamândır). Hey’etşinâsân-ı sâbıkamız (evvelce gelen bütün İslâm astronomi mütehassıslarımız), bu ânın, -19 derece inhitât-ı şemse tevâfuk eylediğini (ufkun altında -19 derece olduğunu) kabul etmişlerdir.
Demek ki İslâm hey'etşinâslarının (İslâm astronomi mütehassıslarının), imsâk vakti için kabul ettikleri derece -18 derece değil, -19’dur. Namaz vakitlerinin, bu dereceye göre hesaplanması lâzımdır ve takvîmimizdeki hesaplar buna göredir.”
Bundan sonra, D. İ. Bşk.nın yazısında, “İmsâk vaktinin formülünü bildiriyoruz. Hesâbı, buna (-19 dereceye) göre yapınız veya yaptırınız. Netîcede takvîmde yazılı vaktin doğru olarak çıktığı görülecek ve boş yere zihinlerin bulandırıldığı anlaşılacaktır” denilmiştir. [Yarın da inşâallah, bu mühim konuya devam edelim.]
.21/04/2020
Ramazân ayı yaklaşırken imsâk konusu -2-
“Avrupalılar fecr-i sâdıkın başlaması olarak, ufuk üzerinde beyâzlığın tamamen yayıldığı vakti hesap ediyorlar."
Dünkü makâlemizde, imsâk konusunda yazdıklarımıza ilâveten, bugün de şunları belirtelim:
1- İslâm astronomi âlimi Ahmed Ziyâ Bey (Vefâtı hicrî 1355), imsâk hakkında “Rub’-ı Dâirenin Sûret-i İsti’mâli” kitâbında diyor ki:
“Avrupalılar fecr-i sâdıkın başlaması olarak, ufuk üzerinde beyâzlığın tamamen yayıldığı vakti hesap ediyorlar. Bunun için, fecr hesaplarında, güneşin irtifâ’ını -18 derece alıyorlar. Biz ise, ufuk üzerinde beyâzlığın ilk görüldüğü vakti hesap ediyoruz. Bunun için de şemsin (Güneş'in) irtifâ’ının, -19 derece olduğu vakti buluyoruz. Çünkü İslâm âlimleri, imsâk vaktinin, beyâzlığın ufk-ı zâhirî üzerinde yayıldığı vakit değil, beyâzlığın ufuk üzerinde ilk görüldüğü vakit olduğunu bildirdiler.”
Yani güneş ufk-ı zâhirî (görünen ufuk) hattına -19 derece yaklaşınca, imsâk vakti başlar. Fetvâ böyledir. Müctehid olmayanların, bu fetvâyı değiştirmeye hakları yoktur. Fetvâya uymıyan ibâdetler, sahîh olmaz.
2- Diyânet İşleri Başkanlığı’nın Milliyet Gazetesi yazarına verdiği cevapta zikrettiği İslâm astronomi mütehassıslarından bazılarını (vefât târihlerine göre) şöyle sıralıyabiliriz.
[1- İbrahim Fezârî Bağdâdî [v. 188 / m. 803], 2- Muhammed bin Mûsâ Bağdâdî (v. 205), 3- Habeş el-Hasîb [v. 250], 4- Mûsâ bin Şâkir’in oğlu Muhammed (v. 259 / m. 873), 5- Mûsâ bin Şâkir’in oğlu Ahmed (v. 265), 6- Ebû Bekr Muhammed bin Ömer Müneccim Bağdâdî (v. 320 / m. 932), 7- İbn-i Yûnus (v. 399 / m. 1009), 8- Üsbû’ Gırnâtî (v. 426), 9- Nûrüddîn Batrûcî (v. 581 / m. 1185], 10- İbn-i Şâtır Alî bin İbrâhîm (v. 777 / m. 1375), 11- Abdullah bin Alî Mardînî (v. 779 / m. 1377), 12- Alî bin Ahmed Bağdâdî (v. 801 / m. 1398), 13- Alî Kuşcu (v. 879 / m. 1474]), 14- Et-Tâcûrî (v. 960 / m. 1552), 15- Hindli Abbâs Kulu Molla Kudsî (v. 1262 / m. 1846), 16- Muhammed bin Muhammed Hânî, 17- Kedûsî 18- Yüzbaşı Mustafâ Hilmî Efendi, 19- Erzurûmlu İbrâhîm Hakkî, 20- Gâzî Ahmed Muhtâr Paşa, 21- Ahmed Ziyâ Bey (v. 1355)…]
Her birinin astronomi alanında çok kıymetli çalışmaları ve değerli eserleri vardır.
3- Gâzî Ahmet Muhtâr Paşa, “Islâhu’t-takvim” ve “Riyâzu’l-muhtâr” isimli eserlerinde, şafak (yatsı vakti) için güneşin ufuk altında -17 derece ve fecir (imsâk vakti) için -19 derece olduğunda ilm-i hey'et mütehassıslarının ittifâk ettiklerini yazmaktadır.
4- İstanbul Üniversitesi Kandilli Rasathânesinin, 08.07.1992 târîh ve 1354 sayılı yazısı ile imsâk ve yatsı vakitlerinde, güneşin ufkun altındaki derecelerinin ve temkîn müddetinin, 1400 seneden beri uygulanageldiği, yani, Yatsı (Şafak) için ufkun altında (-17) derece, İmsâk (Fecr) için ise, (-19) derece şeklinde olması ve temkîn müddeti ile ilgili olarak da, “Yapılan hesaplara göre, bu miktar (temkîn) belli bir rasat yeri için muhtelif târîhlerde 8-10 dakîka arasında olmaktadır. Bu bakımdan, genel olarak temkîn miktârının, 10 dakîka alınması ve bunun öğleden önceki vakitlerden çıkartılması, öğleden sonraki vakitlere ise eklenmesi gelenek hâlini almıştır” diye bildirilerek teyit edilmiştir.
.07/04/2020
Kur’ân, Levh-i mahfûza bu gece indirilmiştir
Kur’ân-ı kerîmin Levh-i mahfûza inişi, Berât gecesinde olmuş, Peygamber Efendimize gönderilmesi ise Kadir gecesinde başlamıştır...
Bugün bir nebze, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerimden bahsetmeye çalışacağız. Ama önce şunu ifâde edelim ki, Cenâb-ı Hak, ezelde hiçbir şeyi yaratmadan önce, her şeyi takdîr etmiş, dilemiştir. Mübârek “Berât Gecesi”nde, bunlardan bir yıl içinde olacak her şeyi, meleklere bildirir. İşte Kur’ân-ı kerîm, Levh-i mahfûza bu gece indirilmiştir. Bunlar, Duhân sûresinin 1-6. âyet-i kerîmelerinde bildirilmektedir.
Tefsîrlerde, Kur’ân-ı kerîmin iki türlü nüzûlü (inişi) bildiriliyor: Birincisi Levh-i mahfûza inişi, diğeri de Peygamber Efendimize gönderilmesi. Birincisi Berât gecesinde olmuş, ikincisi ise Kadir gecesinde başlamıştır.
“Kur'ân-ı Kerîm”: “Allahü teâlânın, sevgili Peygamberi Muhammed (aleyhisselâm)a, Cebrâil (aleyhisselâm) vâsıtasıyla, takrîben yirmi üç senede, Arabca olarak indirdiği, bize kadar, ilk nâzil olduğu şekilde, tevâtürle, yani yalan söylemeleri mümkün olmayan, üstün vasıflı insanların (başta Sahâbe-i kirâm olmak üzere) bildirmeleri ile gelen ve Mushaflarda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hiçbir kimsenin bir benzerini getiremediği ve getiremeyeceği son İlâhî kitaptır.”
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki (meâlen):
“Kur'ân-ı kerîm için, bu sihirdir, bu ancak bir insan sözüdür, dedi. İşte bunu söyleyeni, şiddetli bir ateş içinde, Cehennem'e atacağım. Şiddetli ateşin ne olduğunu sen ne bilirsin? O, (içine girenleri) ne çıkarır, ne azaptan vazgeçer. İnsanın derisini karartır, yakar. Orada on dokuz (azap yapan melek) vardır.” (Müddessir, 24-30)
Büyük âlimlerden Abdülhakîm-i Arvâsî (rahimehullah) buyurmuştur ki:
“Kur'an-ı kerîm, Allah kelâmıdır; Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir. Hiçbir insan öyle düzgün bir söz söyleyemez. Kur'ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine “İslâmiyet” denir. Hepsine inanan insana “Mümin” ve “Müslümân” denir. Birini bile beğenmemeye îmânsızlık, yâni “küfür” denir.”
Şimdi burada, üç tane insâflı Batılının, Kur’ân-ı kerîm hakkındaki sözlerini nakletmekte fayda görüyoruz:
“Ben şehâdet ederim ki, modern ilmin, on dört asır geriden tâkip ettiği Kur'ân, Allah kelâmıdır.” (Kaptan Dr. Cousteau)
“Kur'ân'ın içinde pekçok tekrârlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu tekrârlar bizi usandıracak sanılıyor, fakat biraz sonra bu kitap, bizi kendisine çekiyor. Bizi hayrânlığa ve sonunda büyük saygıya götürüyor.” (Goethe)
“İslâm dîninin kaynağı olan Kur'ân'da, cihân medeniyetinin dayandığı bütün temeller bulunmaktadır. O kadar ki, bugün bizim uygarlığımızın, Kur'ân'ın bildirdiği temel kâideler üzerine kurulduğunu kabûl etmemiz gerekir.” (Gaston Karl)
.06/04/2020
Allahü teâlânın "Ezelî" kelâmı...
Kur’ân-ı kerîm, kelâm-ı İlâhîdir. Hem lafzı, hem de manası, Allahü teâlânın "Ezelî" sıfatının tecellîsi olarak, Peygamber Efendimize indirilmiştir.
“Üç Ay”ların ikincisi olan “Şabân-ı Muazzam” ayının 15. (Berât=Berâet) gecesinde, Allahü teâlâ tarafından, topluca “Levh-i Mahfûz”a indirilen, oradan da peyderpey Sevgili Peygamberimize Cebrâîl aleyhisselâmın, takriben 23 senede (22 sene 2 ay 22 gün zarfında) vahiy olarak getirdiği Kur’ân-ı kerîm, kelâm-ı İlâhîdir. Hem lafzı, hem de manası, Allahü teâlânın "Ezelî" sıfatının tecellîsi olarak, Peygamber Efendimize indirilmiş, o da, bu İlâhî kelâmı, ümmetine sûre sûre, âyet âyet teblîğ etmiş, tatbîkâtını göstermiş ve genişçe açıklamasını da yapmıştır.
Zâten “Vahy (Vahiy)”: “Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, Peygamberlerine melek vâsıtasıyla veya vâsıtasız olarak bildirmesi” demektir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor ki (meâlen): “O (Muhammed aleyhisselâm), hevâdan konuşmaz (boş söz söylemez). Onun söyledikleri yalnız kendisine vahyedilen şeylerdir.” (Necm sûresi, 3)
“Kur'an-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın sözü değildir; Allah kelâmıdır. Hiçbir insan öyle düzgün söyleyemez. Kur'ân-ı kerîmde bildirilenlerin hepsine “İslâmiyet” denilir. Hepsine inanan insana “mümin” ve “Müslüman” denir. Birini bile beğenmemeye îmânsızlık, yâni “küfür” denir.” (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki (meâlen):
“De ki, insanlar ve cinnîler birbirlerine yardımcı olarak, (belâgat, güzel nazm ve kâmil mânâda) bu Kur'ân-ı kerîmin bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemîn olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.” (İsrâ sûresi, 88)
Kur'ân-ı kerîm “vahy-i metlüv”dür. “Cebrâil aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek Peygamberlere okuması”na “Vahy-i Metlüv”: denilir. Vahy-i metlüvün lafzı da (kelimeleri de), mânâları da Allahü teâlâdan gelmiştir.
Allahü teâlâ tarafından, Peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, Peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmelerine ise “Hadîs-i kudsî” (Vahy-i Gayri Metlûv) denilir. (İmâm-ı Süyûtî)
Netîce olarak bir tarif yapacak olursak, “Kur'ân-ı Kerîm”: “Allahü teâlânın, Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtasıyla, Muhammed aleyhisselâma, yirmi üç senede, Arabça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle (yalan söylemeleri mümkün olmayan üstün vasıflı insanların bildirmeleri ile) gelen ve Mushaflarda yazılı olup, okunması ile ibâdet edilen, hiçbir kimsenin bir benzerini getiremediği ve getiremeyeceği son İlâhî kitap”tır.
Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, îmânı ve ibâdet esâslarını, güzel ahlâkı içine alan İlâhî kitablara inanmak, dînimizin üçüncü temel şartıdır. Yüce Rabbimiz, Peygamberleri vâsıtası ile hepsini İlâhî kitaplarda bildirmiştir. Allahü teâlâ, bu kutsal kitabları, bâzı Peygamberlere melek vâsıtasıyla okutarak, bâzılarına ise yazılı olarak, bâzılarına da meleksiz işittirerek vahyetti. Allahü teâlâ tarafından vahyedilen bu İlâhî kitapların hepsi, O'nun kelâmıdır (sözleridir).
.31/03/2020
Peygamberlere verilen bazı mucizeler
Muhammed aleyhisselâm zamanında, Arabistan yarımadasında şâirlik, edebiyât, fesâhat ve belâğat sanatı en yüksek dereceye ulaşmıştı...
Malum olduğu üzere, Allahü teâlâ, her Peygambere, zamanlarında mühim/önemli kabul edilen hususlarla ilgili bazı mucizeler ihsân etmiştir:
Mesela, Mûsâ aleyhisselâm zamanında sihirbâzlık yaygın idi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma, âsâ mucizesini ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük bir yılan olup sihirbâzların sihir âletlerini yutmuştur. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân etmişlerdir. Bu husûs, Kur'ân-ı kerîmde ifâde buyurulmuştur...
Îsâ aleyhisselâmın zamanında tıp ilmi ileri gitmişti. Tabipler başarılarıyla övünürlerdi. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların gözlerinin açılması mucizesini ihsân etti. Bu husûs da, Kur'ân-ı kerîmde ifâde buyurulmuştur. Tabipler onun karşısında âciz kalmışlardır...
Muhammed aleyhisselâm zamanında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik, edebiyât, fesâhat ve belâğat sanatı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Yazdıkları ve okudukları şiirlerle birbirlerine karşı övünürlerdi. Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize, en büyük mucize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. [Kur'ân-ı kerîmin bir benzerini, hattâ 10 sûresinin benzerini meydâna getirmeleri için meydân okunmuştur, ama yapamamışlardır.] Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında bütün şâirler âciz kalmışlardır. Onların bir kısmı, Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak Müslümân oldular. (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî)
Muhammed aleyhisselâmın mucizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır:
Birincisi, mübârek rûhunun yaratılmasından başlayarak, Peygamberliğinin bildirildiği “Bi'set” zamanına kadar olanlardır. Bunlara, “İrhâsât” (tekili “İrhâs”) yâni, başlangıçlar denir.
İkincisi, bi'setten (Peygamberliğinin bildirilmesinden) vefâtına kadar olan zaman içerisindekilerdir. Bu ikinci kısımdaki “mucize”lerinin, 3.000 (üç bin) kadar olduğu bildirilmiştir.
Üçüncüsü de, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir.
Bunlardan her biri de, ayrıca gözle görülen veya görülmeyip akıl ile anlaşılan mucizeler olmak üzere ikiye ayrılır. Bütün bu mucizeler, o kadar çoktur ki, saymak mümkün olamamıştır.
Molla Abdurrahmân Câmî isimli büyük âlimin, aslı Farsça olan, Türkçe tercümesi de bulunan, “Şevâhidü’n-Nübüvve” ve büyük âlimlerden Yûsuf Nebhânî’nin, Arapça “Huccetullahi alel-âlemîn fî Mu’cizâti Seyyidil-Mürselîn” kitablarında, Resûlullahın birçok mucizesi yazılıdır.
Nişancızâde Muhammed bin Ramazan Efendi’nin Osmanlıca “Mir'ât-ı Kâinât” kitabında, onun mucizelerinin çoğunun kaynakları da bildirilmiştir.
"Allahü teâlânın, âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mucizelerin meydâna gelmesi için, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) diri olmaları şart değildir. Öldükten sonra da, Allahü teâlâ onlara mucize ihsân eder." (Abdülganî Nablüsî)
.30/03/2020
Mucize ve kerâmet hakkında...
Peygamberlerden, âdet-i İlâhiyye dışında, fakat kudret-i İlâhiyye içinde bazı şeyler meydana gelir. Bunlara “mucize” denir.
Dârul-Fünûn müderrislerinden (yani eski İstanbul Üniversitesi profesörlerinden) Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ Arvâsî (rahmetullahi aleyh) diyor ki:
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kânûnları diyoruz.
Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, o işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, yüce Allah’ın bu âdeti içinde meydâna gelmektedir.
Cenâb-ı Hak, her şeyi bir sebep altında yaratmakla birlikte, istediği zaman, sevdiği insanlara, ikrâm için, iyilik olsun diye ve azılı düşmânlarına da mekr-i İlâhî olmak üzere, bazı “Hârikul-âde (yani fevkalâde, âdet dışı, olağanüstü)” şeyler verebilir. Yani bunlar için âdetini bozarak, sebepsiz şeyler de yaratabilir. Meselâ:
1- Peygamberlerden, âdet-i İlâhiyye dışında, fakat kudret-i İlâhiyye içinde bazı şeyler meydana gelir. Bunlara “Mucize” denir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mucize göstermeleri lâzımdır.
2- Peygamberlerin ümmetlerinin evliyâsında, âdet dışı meydâna gelen şeylere, “Kerâmet” denir. Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Zâten bunlar da, kerâmet göstermek istemezler, Allahü teâlâdan utanırlar.
3- Ümmet arasında, velî olmayanlardan meydâna gelen âdet dışı şeylere de, “Ferâset” denir.
4- Âdet dışı şeyler, fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhur ederse, bunlara “İstidrâc” denir ki, derece derece, kıymetlerini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhur edenlere ise “Sihir” yani “Büyü” denmektedir.
Biz bugün ve yarınki makâlelerimizde, birazcık “Mucize”den bahsedelim...
“Mucize”: “Allahü teâlânın izniyle, Peygamberlerden (aleyhimüsselâm), Peygamberliklerine delîl olarak meydâna gelen hârikulâde (olağanüstü) hâller”e denilir.
Binâenaleyh, cemiyet içerisinde, bazı insanların gelişigüzel hâdiselere, birtakım önemli olaylara "Mucize" meydâna geldi demeleri, katiyyen uygun değildir. Çünkü mucize, yukarıdaki tarîfte de geçtiği gibi, Peygamberlerin ellerinde meydâna gelir.
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), bir şeyin mucize olabilmesi için şu şartların lâzım olduğunu ifâde etmektedir:
1- Allahü teâlâ o şeyi, mûtâd (alışılmış) sebepler dışında yaratmış olmalıdır.
2- Hârikulâde (olağanüstü) olmalıdır.
3- Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mucize, kendisini yalanlamamalıdır.
4- Mucize, Peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır.
5- Bir Peygamberin ümmetinden meydâna gelen hârikulâde hâller, kerâmetler de o Peygamberin mucizesidir.
"Peygamberler, İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri, mucize isteyince; "Mucizeleri, Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazîfemiz, O'nun emirlerini bildirmektir" buyururlardı. Allahü teâlâ dilerse, ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saâdete kavuşmaları için, o anda mucize yaratırdı." (İmâm-ı Rabbânî)
.24/03/2020
İsrâ ve Mirâca dair...
Mirâc hadîslerinde Sevgili Peygamberimiz, “yükseğe çıkarıldım” buyurduklarından, bu hâdise, “Mirâc Hâdisesi” diye anılmıştır.
Sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlâ tarafından vâki olan davet üzerine, gecenin muayyen bir sâatinde, melekût âlemini, kâinâtın hârikalarını seyir ve temâşâ için, Mekke'deki Mescid-i Harâmdan Kudüs'teki Mescid-i Aksâya götürülmüş, oradan da göklere, bilinmeyen yerlere yükseltilmiştir.
Bütün İslâm âlimleri, Mescid-i Aksâ’nın Kuds-i şerîfte olduğunu kitaplarında yazmışlardır. Mescid-i Aksâ’nın Kudüs dışında, Mekke-i mükerremede veya Ci’râne’de, yahut oralara yakın bazı yerlerde olduğunu iddiâ edenler, -en hafîf ifâdeyle söyleyecek olursak- câhil kimselerdir.
Bir kimse çıkıp Süleymâniye Câmii İstanbul’da değil, Selîmiye Câmii Edirne’de değil, Ulucâmi de Bursa’da değil dese, ona hangi gözle bakarlarsa, Mescid-i Aksâ’nın Kudüs’te olmadığını iddiâ eden bir kişiye de öyle bakarlar. Bırakın ilim ehli insanları, aklı başında herhangi bir Müslümânın dahi buna inanması mümkün değildir. Eğer Peygamber Efendimiz, Mekke-i mükerremeden Kuds-i şerîfe gidip geldiğini anlatmamış olsaydı, bütün kitaplarda yazıldığı gibi, müşrikler niçin Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimize gelip de, Mekke ile Kudüs arasında ne kadar mesâfe olduğunu sorsunlar?
Sevgili Peygamberimizin bu iki mahal arasındaki seyâhatleri, geceleyin vukû bulduğu için, “gece yolculuğu yaptırılması” manasında bu olaya "İsrâ" denmiş, bu kelime, aynı olayı anlatan âyetle başlayan "İsrâ" sûresinin de adı olmuştur.
“Mirâc” ise “merdiven” ve “yükseğe çıkmak” gibi manalara da gelmekle beraber, Resûl-i Ekrem Efendimizin, “varlık ufuklarının üstüne, yüce makâmlara yükselmesi” demektir. Nitekim mirâc hadîslerinde Sevgili Peygamberimiz, “yükseğe çıkarıldım” buyurduklarından, bu hâdise, “Mirâc Hâdisesi” diye anılmıştır.
Bu “mucize”yi, zaman ve mekân mefhûmlarıyla açıklamak ve akıl ile îzâh etmek mümkün değildir. İlâhî kudretin ve Peygamberlik mertebesinin ne demek olduğunu idrâk edebilenler, bu hâdisede bir gariplik görmezler. Allah ve Resûlüne inananlar, mucizelere de inanırlar. Mirâc hâdisesiyle, Müslümânların îmânları kuvvetlenmiş, kâfirlerin de düşmânlıkları artmıştır.
Peygamberimizin ümmetinden şirk koşmayanların Cennete girecekleri müjdesi, ayrıca îmân esaslarıyle ilgili Bakara sûresinin son iki âyeti, Peygamber Efendimizin mirâc dönüşü biz ümmetine getirdiği en değerli hediyeler arasındadır. Kezâ önceden sabah ve ikindi namazları olmak üzere iki vakit farz olan namaz, bu zamanda, beş vakte çıkarılmıştır.
Yine bu gecede, arada vâsıta olmaksızın, bizzât Allahü teâlâ tarafından Peygamber Efendimize vahyedilen İsrâ sûresinin 23 ilâ 39. âyetleri arasında belirtilen 12 madde bildirilmiştir.
Peygamber Efendimiz, bu gecede, Cebrâil aleyhisselâmın geçemediği noktadan ötelere geçmiş, arada vâsıta olmaksızın, bilinmeyen bir şekilde mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur.
.23/03/2020
İsrâ ve Mirâc mucizesi
Müslümânların ilk kıblesi ve Sevgili Peygamberimizin “Mirâc” mucizesinin de başlangıç noktası olan “Mescid-i Aksâ” çok kıymetli bir mekândır.
Hatırlayacağınız üzere, Recep ayının başında (24-25 Şubat târihli makâlelerimizde) Kuds-i şerîf ve Mescid-i aksâdan bahseden 2 makâle yazmıştık.
Bilindiği gibi, Hulefâ-i râşidînin 2.si olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)in hilâfeti zamanında, Müslümânlar tarafından fethedilen Kuds-i şerîf ile Kur’ân-ı kerîmin ifâdesiyle “etrâfı mübârek kılınan” Mescid-i Aksâ’nın, biz Müslümânların kalplerinde çok husûsî bir yeri vardır.
Emevîler, Abbâsîler, Tolunoğulları, İhşîdîler, Fâtımîler, Selçûklular, Zengîler, Eyyûbîler, Memlûklüler ve nihâyet Osmânlıların hâkimiyetinde (Müslümânlarda) toplam 1200 sene kalan Kudüs, maalesef 88 sene haçlıların işgâline uğramış, büyük sultân Salâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1187’de orayı tekrar fethetmesiyle, yeniden Müslümânların eline geçmiştir. İslam devletleri, oraya çok güzel hizmetler yapmışlardır.
Yavuz Sultân Selîm Hân’ın Mısır’ı fethetmesiyle, Memlûklülerden 1516 yılı sonunda Kudüs de alınmış ve tam 401 sene Osmanlı Devleti'nin hâkimiyetinde kalmıştır. Bu dört asır zarfında, Müslümânlar oraya çok saygı göstermişler, orada sâdece Müslümânlar değil, Yahûdîler de, Hıristiyânlar da, huzûr ve refâh içerisinde yaşamışlardır.
Bundan 2 gün evvel (yani Cumartesi’yi Pazar’a bağlayan gece), mübârek gecelerimizden “Mirâc Gecesi” idi. İsrâ ve Mirâc hâdisesi, bir mucizedir. Bu mucize, Kur’ân-ı kerîmin kıymetli tefsîrlerinde de, başta Sahîh-i Buhârî olmak üzere, pekçok hadîs-i şerîf kitâbında da tafsîlâtıyla anlatılmaktadır. Ehemmiyetine binâen, biz, yine, bugün ve yarınki makâlelerimizde, bu konudan bahsetmek istiyoruz.
Kur’ân-ı kerîmde, İsrâ sûre-i celîlesinin 1. âyet-i kerimesinde “el-Mescidü’l-Aksâ” ve birçok hadîs-i şerifte de “Beytü’l-Makdis” şeklinde zikredilen “Mescid-i Aksâ”, İslâmiyetin bidâyetinden itibâren hicrî 2. seneye kadar, Müslümânların 14 sene müddetle ilk kıblesi ve Sevgili Peygamberimizin “Mirâc” mucizesinin de başlangıç noktası olan, çok kıymetli bir mekândır. Yeryüzünde fazîlette, üstünlükte Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra, 3. sıradadır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hakîminde, “Her türlü noksânlıktan münezzeh olan O Allah ki, kulunu (Peygamberi Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı), bir gece, (Mekke-i mükerremedeki) Mescid-i Harâmdan, o etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâya kadar götürdü; bunu, ona âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acaîbliklerden bazılarını) gösterelim diye yaptık. Muhakkak ki O, Semî (her şeyi işiten) ve Basîr (her şeyi gören)dir.” (İsrâ, 1)
“Mescid-i Aksâ=Beytül-Makdis” şek ve şüphe yoktur ki, Kuds-i şerîftedir. “Mescid-i Aksâ”da kılınan bir namazın, başka yerlerdeki 500 namazdan efdal olduğu malûmdur. Peygamber Efendimiz, “Benim bu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Harâm müstesnâ olmak üzere, diğer mescidlerde kılınan 1.000 namazdan hayırlıdır” buyurmak suretiyle “Mescid-i Nebevî”nin fazîletini ortaya koymuştur. “Mescid-i Harâm”da kılınan bir namaz da, onun 100 katıdır, yani orada kılınan bir namaz, başka yerlerde kılınan 100.000 namazdan efdaldir.
.17/03/2020
Çanakkale zaferinin manevi yönü...
Müslümân askerlerin zaferlerdeki başarılarının sırrı, “ölürsem şehîd, kalırsam gâzî” düstûruyla hareket etmeleridir.
Müslümanları, asırlar boyu, harp meydanlarında zaferden zafere koşturan biricik arzu, âhirette şehîdlere verilecek sonsuz nîmetlere îmân etmeleri ve bunlara kavuşmak için cân atmalarıdır. Harp meydanlarında kahramanca dövüşen ve düşmandan yılmayan Müslümân askerler, şehîd olmak arzûsuyla yanıp tutuşmuşlar ve düşmândan aslâ yüz çevirmemişlerdir. Zâten zaferlerdeki başarının sırrı da, Müslümanların “ölürsem şehîd, kalırsam gâzî” düstûruyla hareket etmeleridir.
Bütün kâmil Müslümânların samîmî bir şekilde arzû ettiği şehîdlik mertebesinin fazîleti, yüceliği hakkında pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. Burada, sâdece 2 âyet-i kerîme meâli verelim. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki:
“Allah katında öldürülenleri, sakın ölüler sanma! Doğrusu onlar, Rableri katında diridirler, Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği ihsândan (şehîdlik rütbesinden) dolayı neşeli hâldedirler ve arkalarından kendilerine şehîdlik rütbesiyle katılamayan mücâhitler hakkında, şunu müjdelemek isterler: “Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” (Âl-i İmrân sûresi, 169-170)
“Kim Allah ve Peygambere itâat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nîmetler verdiği Peygamberlerle, Sıddîklarla, Şehîdlerle ve Sâlihlerle [iyi kimselerle, velîlerle] berâberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.” (Nisâ sûresi, 69)
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de buyurmuştur ki:
“Allahü teâlâ, şehîdin, kul borcundan başka bütün günâhlarını affeder.”
Gerek “Mukaddes İslâm” târihinde, gerekse şanlı “Türk Milleti”nin târihinde, târihe altın harflerle yazılmış pekçok “Zafer” vardır. Bilindiği gibi “Zafer”: “Savaşta kazanılan başarı; düşmânın bozguna uğratılması” demektir.
Türk milletinin zaferleri, onların istikbâline çeşitli yönler vermiştir. Her zaferin ayrı bir neticesi vardır: Meselâ [751 Temmuz’unda Çinlilere karşı kazanılan] “Talas Zaferi”, Türklerin Müslümânlarla tanışması; [26 Ağustos 1071’de Bizanslılara karşı kazanılan] “Malazgirt Zaferi”, Türklere Anadolu kapılarını açması ve [1922’de Yunanlılara karşı kazanılan] “30 Ağustos Zaferi” de, Türkiye’nin kurtarılması gibi husûsiyetleri taşır. Dün ve bugünkü ana konumuzu teşkîl eden Çanakkale Zaferi, 18 Mart 1915’te müttefik İtilâf Devletlerine karşı kazanıldı. Sakarya Meydan Muhârebesi de, 13 Eylül 1921’de Yunanlılara karşı kazanıldı.
Bunları ifâde ettikten sonra şimdi de burada, üzülerek belirtelim ki, asîl milletimizin yükselmesini ve güzel memleketimizin ve ebed-müddet devletimizin ilerlemesini istemeyen düşmân güçler, maalesef bilhâssa çocuklarımızın ve gençlerimizin, millî ve manevî değerlerden mahrûm, mâzîsine, târîhine, kültürel değerlerine yabancı, hattâ düşmân olarak yetişmelerini arzû etmekte ve bu husûsta büyük gayretler göstermektedirler.
[Bütün şehîdlerimize ve gâzîlerimize, bir kerre daha, Allahü teâlâdan rahmetler diliyoruz.]
.16/03/2020
Çanakkale Deniz Zaferi
Dünya târihinin en kanlı ve Türkiye târihinin en büyük zaferlerinden biri olan Çanakkale Savaşı, 568.000 düşmân askerine karşı, 315.000 Mehmetçikle yapıldı.
Bugün ve yarınki makâlelerimizde, sizlere, bir nebze, güzel yurdumuzun hemen her yöresindeki her evden bir şehîdin bulunduğu [benim de bir dedem ile 2 amcam şehîd ve bir amcam da gâzîdir], Osmânlı Devleti’nin, son bir gayretle yazdığı şanlı destânın, “Çanakkale Zaferi”nin manevî yönlerinden bahsetmeye çalışacağız...
18 Mart 2020 Çarşamba günü, “Çanakkale Zaferi”nin 105. yıl dönümüdür. Takvimlere baktığımızda, 18 Mart 2020 Çarşamba (23 Receb 1441) “Çanakkale Zaferi (1915) ve Şehitlerini Anma Günü” kaydını görürüz.
Hemen burada ifâde edelim ki, 1914'te İttihat ve Terakki Partisi ve Enver-Talat-Cemal üçlüsü tarafından, affedilmez bir hata eseri olarak, I. Dünya Harbi’ne sokulan Osmanlı Devleti, 4 ayrı cephede, İtilâf Devletleri ile ayrı ayrı çarpışmak zorunda kalmıştır.
İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz donanmaları [107 parça savaş gemisi], 18 Mart 1915 sabâhı, Çanakkale Boğazı’nı cebren geçerek İstanbul’a erişmek için deniz harekâtı başlatmışlardır. Çanakkale Savaşı Kumandânı Cevat Çobanlı Paşa [13 Mart 1938’de vefât etmiştir], 150 topla karşılık vermiştir. Müttefik donanması, o zamana kadar dünyâ târihinin gördüğü en yoğun deniz bombardımanı açarak, Boğaz’da ilerlemeye başlamıştır.
Dünya târihinin en kanlı ve Türkiye târihinin en büyük zaferlerinden biri olan Çanakkale Savaşı, 568.000 düşmân askerine karşı, 315.000 Mehmetçikle yapıldı. Müttefiklerin kayıp sayısı 252 bin kişi (İngilizler 205.000, Fransızlar 47.000 kayıp verdi); bize de, 250.000 şehîde mâl olmuştur. Bütün şehitlerimizi, rahmet ve minnetle anıyor, onlar için duâ ediyoruz.
Denizden geçemeyen düşmân kuvvetleri, 25 Nisan günü Gelibolu yarımadasına asker çıkararak meşhûr Çanakkale Savaşı başladı. Bu defa kara savaşları başlamıştı. Çeşitli cephelerde göğüs göğüse muhârebeler oldu. 9 ay süren kara harekâtı kısmında, yüz binlerce Osmânlı, İngiliz, Fransız, Hint ile Avustralya ve Yeni Zelanda askeri (Anzaklar) hayâtlarını kaybettiler. Muhârebeler, 9 Ocak 1916’da, bu defa da, Osmânlı İmparatorluğunun zaferiyle bitti.
Her zaman olduğu gibi, Çanakkale muhârebelerinde de, vatan müdâfaasını en üst seviyede yapan kahraman Türk askeri, Birinci Dünya Savaşı’nın gidişâtını değiştirmiştir.
[Bu vesîleyle ifâde edelim ki, geçen sene, 27 Şubat'ta başlayıp 8 Mart’ta sona eren “Mavi Vatan-2019 Tatbîkâtı”, Türk Donanması'nın Türkiye'yi çevreleyen üç denizde eş zamanlı olarak icrâ ettiği, târihinin en büyük tatbîkâtı olmuştur. 103 gemiyle Karadeniz ve Ege'de, Akdeniz'in büyük bölümünde 462 bin kilometrekarelik mavi sular yoğun olarak kullanılmıştır.
Tatbîkât, daha çok komşumuz Yunanistan'da konuşulurken, Çin'den Rusya'ya, Amerika'dan İsrâîl'e kadar dünyâ kamuoyunda büyük güç gösterisi olarak yankı bulmuştur. Tatbîkâtta; 3 denizde, 33 yurt içi ve 7 yurt dışı limanı olmak üzere toplam 40 liman ziyâret edilmiştir. Türkiye'nin millî savunma sistemlerinin başarıyla denendiği tatbîkâtta, silâh sistemlerimiz göz doldurmuştur.]
.10/03/2020
Ana-baba hakları
“Ana-babası günâh işleyen evlâd, sert konuşmadan, bunlara bir defa nasîhat ederler. Kabul etmezlerse susarlar. Onlara dua ederler”
“Dînimizde ana-babanın hakları çok önemli olduğu için, onların sözlerini dinlemezsem günâha girmiş olur muyum?” diye suâl soranlar oluyor.
Hemen belirtelim ki, dîne uymayan ve çocuğunu İslâmiyet'e uygun yetiştirmeyen ana-babanın, evlâdı üzerinde, dînimizin bildirdiği ana-babalık hakkı yoktur. Sâdece büyütme, yedirip içirme gibi hakları vardır.
Mukaddes dînimizde, İslâm âlimlerinin kitaplarında, “Ana-baba kâfir iseler, onları kiliseden, meyhâneden, sırtta taşıyarak bile, geri getirmek gerekir” deniliyor. Onların iyiliği için, “Kiliseye gitmeniz yanlıştır. Ben getirmem, gittiğiniz gibi geri gelin” denilmez.
Yine dîn kitaplarında, “Ana-babası günâh işleyen evlâd, sert konuşmadan, bunlara bir defa nasîhat ederler. Kabul etmezlerse susarlar. Onlara dua ederler” buyuruluyor.
Onların iyiliğine diye, sık sık ikaz yapılmazlar. Ana-babanın iyiliği için, onlara sert davranan, rızâlarını almış olmaz, aksine onları üzmüş olur. Tâbiîn-i kirâmın en büyüklerinden olan büyük âlim ve velî Hasan-ı Basrî hazretleri, “Âlim bir evlâdın ana-babası kâfir olsalar, kuyudan su çekmeleri için ona muhtaç olsalar, o da birkaç kova çektikten sonra, öf dese, bu sebeple bütün amellerinin sevâbı yok olur” buyuruyor. Şu hâlde, ana-babanın iyiliği için de, onlara sert davranmak câiz değildir.
Ana-baba zâlim olup, evlâda zulmetseler de, günâh işlemeyi emretseler de, yine onları üzmek câiz olmaz. Günâh olan emirleri yapılmaz, ama yine de onlara sert konuşmak, üzmek câiz olmaz.
Eshâb-ı kirâmdan Alkame’nin menkıbesinde, Peygamber Efendimiz, onun annesine, oğluna hakkını helâl etmezse, Cehennemde azap çekeceğini bildiriyor. Ama ebedî azaptan bahsedilmiyor. Sâlih ana-babaya isyân etmek harâmdır, ama küfür değildir. İşlenen her günâh, Allahü teâlâya bir isyândır. Günâh işlemekle insan kâfir olmaz.
Son nefesinde Kelime-i şehâdet getiremeyen de kâfir olarak ölmez. Ehl-i Sünnet itikâdında, amel îmândan bir parça değildir, yani insan ne kadar büyük günâh işlerse işlesin, kâfir olmaz. Zerre kadar îmânı olan, sonunda Cennete girer.
Kalb krizi, trafik kazası, bir bombanın patlaması gibi sebeplerle Kelime-i şehâdet getiremeden veya uyurken ölen Müslümân, îmânsız ölmüş olmaz. Ânîden ölüp de, son sözünün Kelime-i şehâdet olmaması ona zarar vermez. İki hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
“Ânîden ölmek, müminlere rahmet, fâcirlere ise üzüntüdür.” [Beyhekî]
“Ânî ölüm, müminlere râhat, kâfirlere ise azaptır.” [Taberânî]
Fâcir, yani kötü kişi, ânîden ölmeyip de, hastalık çekerek ölürse, günâhlarına tevbe etme imkânı vardır. Kâfir olan da, îmâna gelebilir. Onun için, kâfirlere ve fâcirlere ânî ölüm, iyi değildir. Fakat sâlihlerin ansızın ölmeleri, onlar için bir nimet olur. Aylarca veya yıllarca hasta yattıktan sonra ölmek çok sıkıntılı olur. Ama bu sıkıntılar, çoğunun sonsuz saâdetine sebep olabilir.
.09/03/2020
Ana-babaya saygı ne demektir?
Sâlih ana-babayı râzı eden, Allahü teâlâyı râzı eder. Allahü teâlânın rızâsı, sâlih ana-babanın rızâsındadır.
Allahü teâlâ, bir âyet-i kerîmede (meâlen) şöyle buyurmaktadır:
“Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi, senin yanında yaşlanırlarsa, kendilerine öf bile deme, azarlama (ağır söz söyleme), onlarla yumuşak (ve tatlı) konuş! Onlara acı, tevuzu kanadını ger. 'Rabbim, küçükken onlar beni yetiştirdikleri gibi, sen de onlara merhamet et' diye duâ et.” [İsrâ, 23-24]
Peygamber Efendimiz de, bir hadîs-i şerîfinde (meâlen) şöyle buyuruyor:
“Rabbin rızâsı, ana-babanın rızâsında, gazabı da, ana-babanın gazabındadır.” [Buhârî]
Sâlih ana-babanın ana-babalık hakkı vardır. Çünkü doğru îmânımızı ilk olarak, sâlih ana-babamızdan öğrendik. Onlar bizim ilk mürşidimizdirler. Onun için, sâlih ana-babanın hakkı çok büyüktür. Sâlih ana-babayı râzı eden, Allahü teâlâyı râzı eder. Allahü teâlânın rızâsı, sâlih ana-babanın rızâsındadır. Hadîs-i şerîflerde, “Rabbin rızâsı, babanın rızâsındadır” ve “Cennet, anaların ayakları altındadır” buyurulmuştur.
Ana-baba hakkı çok önemlidir. Neden? Ananın-babanın, günâh olmayan emirlerine itâat etmek farz-ı ayndır. Sâlih ana-babanın, dîne uygun emirlerini dinlemeyen evlâd, günâha girerler. Peygamber Efendimiz bildiriyor ki:
“Allahü teâlâ, Mûsa aleyhisselâma, 'Âsî olanın sözünün ağırlığı, dünyâdaki bütün kumların ağırlığına eşittir' buyurunca, Mûsâ, 'Yâ Rabbî, bu âsî kimdir' dedi. Allahü teâlâ, 'Ana-babasının sözünü dinlemeyendir' buyurdu.” [Ebû Nuaym]
Zengin evlâdın, fakîr olan Müslümân ana-babaya nafaka vermesi farzdır. Evlâd, zengin babaya bakmaya mecbûr değildirler. Fakîr evlâdın, fakîr babasına nafaka vermeleri farz değildir. Fakat fakîr olan ana-babasını kendi evine alıp, birlikte geçinirler. (Fetâvâ-i Hayriyye)
“Şir’atül-İslâm Şerhi”nde, “Ana-babaya saygı” konusunda, “Ana-babanın önünden yürümek, uygun değildir. Ana-babasının önünden yürüyen, itâatsiz ve âsîdir. Ancak, yolda eziyet veren şeyler varsa, onları kaldırıp yol açmak için veya başka bir yardım için önlerinden yürünebilir” denilmektedir...
Kâfir veya sapık yahut fâsık ana-babanın, ana-babalık hakkı olmaz; onları büyütme, normal hizmet etme hakkı olur.
Ana-babaya, ana-baba hakkını veren Allahü teâlâdır. Ancak onlara, kendi emrine aykırı bir hak vermemiştir. Meselâ onların “Namaz kılma” deme hakları yoktur. Anne ve baba, çocuklarına, “Namaz kılma, oruç tutma, tesettüre riâyet etme, biraz içki iç” diyemezler. Bunları yapmazlarsa, bedduâ edeceklerini söyleseler, ehemmiyeti yoktur. Allah'a isyân olan bir işte, kula yani ana-babaya ve âmire itâat edilmez. Onların haksız olarak ettiği bedduâlar da geçerli olmaz.
[Yarın da inşâallah ana-baba haklarından bahsedelim.]
.02/03/2020
Üç aylar hakkında - 1
Bazı mekânlar emsaline göre daha mukaddes, bazı insanlar akranına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran daha kudsî, daha mukaddes, daha mübarek kılınmıştır.
Makalemizin başında şunu belirtelim ki, 25 Şubat 2020 Salı günü, “Üç aylar” diye adlandırılan mübarek zaman dilimine girmiş bulunuyoruz.
Dinî literatürümüzde, aylarla ilgili 3 önemli terim vardır: Bunlardan birincisi: “Eşhür-i hurum” denilen “Harâm aylar” Kur’ân-ı kerimde buyuruluyor ki: “Allah’ın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü, haram [hürmetli] olan aylardır…..” [Tevbe, 36]
Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Haram aylar, Muharrem, Receb, Zilka’de ve Zilhicce aylarıdır.” [İbn-i Cerîr]
Dinî terimlerden ikincisi: “Eşhürü’l-hac” denilen “Hac ayları”dır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir: “Hac (ayları), bilinen aylardadır…..” [el-Bakara, 197] Yani “Şevvâl”, “Zil-ka’de” ve “Zil-hicce” aylarıdır.
Üçüncüye gelince, bugünkü konumuzla esas ilgili olan terim odur. O da, “Eşhür-i selâse = Şühûr-i selâse” ya’nî “Üç ay”lar terimi.
Halkımız arasında “Üç Ay”lar diye anılan “Recebü’l-ferd”, “Şa’bânü’l-muazzam” ve “Ramazânü’l-mübârek” aylarının, İslam dininde özel yerleri vardır.
İçerisinde 2 mübârek gecenin [“Regâib” ve “Mi’râc” kandillerinin] bulunduğu ve Âdem aleyhisselamdan beri tazîm ve hürmet edilen bir ay ve üç ayların ilki olan Recep ayı [01 Recebü’l-ferd 1441], 25 Şubat 2020 Salı günü başladı. Geçtiğimiz perşembeyi cumaya bağlayan gece de, mübarek “Regâib Kandili” idi.
Bu ayı takib eden şa’bân ayı da, içerisinde “Berât” kandilinin bulunduğu bir aydır. O [yani Şa’bân ayı] da, 25 Mart 2020 Çarşamba günü başlayacaktır.
24 Nisan 2020 Cuma günü başlayacak olan Ramazan ayı ise, Yüce Rabbimiz tarafından ayların sultânı kılınmıştır.
Bilindiği üzere, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran daha kudsî, daha mukaddes, daha mübarek kılınmıştır.
Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli demek olan “mübarek” sıfatıyla sıfatlanan ve İslâm dininin kıymet verdiği on gece vardır ki, bunlar kronolojik sıraya yani hicrî-kamerî sene içerisindeki yerlerine göre Muharremin 1. Gecesi (Hicrî Yılbaşı Gecesi), Aşûre (10 Muharrem) Gecesi, Mevlid Gecesi [12 Rebîul-evvel gecesi], Regâib Gecesi [Receb-i şerîfin ilk Cuma gecesi], Mi'râc Gecesi [Receb-i şerîfin 27. gecesi], Berât Gecesi [Şa’bân-ı muazzamın 15. gecesi], Kadir Gecesi, Ramazân Bayramı Gecesi, Arefe Gecesi [Zilhiccenin 9. gecesi], Kurbân Bayramı Gecesi [Zilhiccenin 10. gecesi]dir.
Yukarıda bildirilen on geceden başka, Ramazân ve Kurbân bayramlarının diğer geceleri, Zil-hicce ayının ilk on gecesi, Muharremin ilk on gecesi ve her Cuma ve Pazartesi gecesi de mübârektir.
[Cenâb-ı Hak, hepimize, mübârek üç ayların, hem günlerinin, hem de gecelerinin feyiz ve bereketlerinden layıkı vechile istifade etmeyi nasip buyursun.]
.25/02/2020
Kuds-i şerîf hakkında...
Kudüs, Hazret-i Ömer'in hilâfeti zamanında fethedildi. Halife, 638 yılında Medine-i münevvereden Kuds-i şerîfe gelerek şehri teslîm aldı.
Kuds-i şerîf, Müslümânlar tarafından, Hulefâ-i râşidînin 2.si olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)in hilâfeti zamanında fethedildi. Aşere-i mübeşşereden Ebû Ubeyde ibül-Cerrâh (radıyallahü anh)in başkumandânlığındaki İslâm ordusu, Bizans İmparatoru Heraklius’un ordularıyla yaptığı muhârebelerde, onları mağlûb edip Şâm, Gazze, Nablus ve Yafa şehirlerini fethettiler.
Amr bin Âs (radıyallahü anh)’ın ordusu ise, Rûm ordusunu perişân edince, Kudüs’ün teslîm edilmesi için haber gönderdi. Ama Kudüs’ün ileri gelenleri, Halîfe’nin bizzât kendisinin gelip temînât vermesi şartıyla, Kudüs’ü teslîm edebileceklerini bildirdiler. İşte bundan dolayı, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), 638 yılında Medine-i münevvereden Kuds-i şerîfe gelerek şehri teslîm aldı.
Emevîler, Abbâsîler, Tolunoğulları, İhşîdîler, Fâtımîler, Selçûklular, Zengîler, Eyyûbîler, Memlûklüler ve nihâyet Osmânlıların hâkimiyetinde (Müslümânlarda) toplam 1.200 sene kalan Kudüs, 88 sene haçlıların işgâline uğramış, büyük sultân Salâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1187’de orayı tekrâren fethetmesiyle, yeniden Müslümânların eline geçmiştir. İslam devletleri, oraya çok güzel hizmetler yapmışlardır.
Yavuz Sultân Selîm Hân’ın Mısır’ı fethetmesiyle, Memlûklülerden 1516 yılı sonunda Kudüs de alınmış ve tâm 401 sene Osmânlı Devleti'nin hâkimiyetinde kalmıştır. Osmanlının son dönemlerinde, 17.100 kilometrekare yüzölçümüne sâhip müstakil bir sancak idi. Doğrudan Dâhiliye Nezâretine bağlı olarak merkezden tayîn edilen bir “Kuds-i şerîf Mutasarrıfı” tarafından idâre edilirdi. Bu dört asır zarfında, Müslümânlar oraya çok saygı göstermişler, orada sâdece Müslümânlar değil, Hıristiyânlar da, Yahûdîler de, huzur ve refâh içerisinde yaşamışlardır. Osmânlılar, Kudüs’e gerekli bütçeyi fazla fazla ayırıp oraları çok güzel bir şekilde devamlı surette imâr etmişlerdir.
Osmânlı Devleti, 11 Aralık 1917’de Kudüs’ten çıkıp İngilizler oraya girince, 1.200 senelik bu mübârek İslâm beldesindeki dört asırlık Osmânlı dönemindeki huzûr da maalesef sona ermiştir.
Em. Kd. Bnb. Müh. Dr. Târihçi İbrâhîm Pâzân’ın da ifâde ettiği gibi:
“1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonist lider Baron Edmond de Rothschild’e yazdığı mektupta, Filistîn’de bir Yahûdî devletinin kurulmasını İngiltere’nin destekleyeceğini bildirdi. Bu deklarasyona güvenen Yahudiler, Filistîn topraklarına süratle yerleşmeye başladılar. 1922 yılında, Filistîn’deki Yahûdî nüfusu, 83 binden 467 bine çıktı.
1947 yılına gelindiğinde, bölgeyi elinde tutan İngiltere, Filistîn toprakları üzerindeki çatışmaları sonlandırmak için, BM’ye mürâcaatta bulundu. Kurulan Filistîn Özel Komisyonu, Filistîn’in en verimli kısımlarını oluşturan %55’lik kısmını Yahûdîlere, geri kalan verimsiz toprakları ve çölleri ise Araplara bırakan bir plan teklîf etti.
Bu arada İngiltere, BM’deki oylamayı beklemeden, 15 Mayıs 1948’de Filistîn manda idâresinin sona ereceğini deklare etti. Bunun hemen akabinde, 14 Mayıs 1948’de Yahûdîler İsrâîl devletinin kurulduğunu ilân ettiler.”
.24/02/2020
Mescid-i Aksâ Kudüs'te değil mi?
Bütün İslâm âlimleri, Mescid-i Aksâ’nın Kuds-i şerifte olduğunu kitaplarında yazmışlardır. Bunun aksini söyleyen bir İslâm âlimi yoktur.
Kur’ân-ı kerîmde İsrâ sûre-i celîlesinin 1. âyet-i kerimesinde “el-Mescidü’l-Aksâ” ve birçok hadîs-i şerifte de “Beytü’l-Makdis” şeklinde zikredilen “Mescid-i Aksâ”, İslâmiyetin bidâyetinden itibâren hicrî 2. seneye kadar, biz Müslümânların 14 sene müddetle ilk kıblesi ve Sevgili Peygamberimizin “Mirâc” mucizesinin de başlangıç noktası olan, çok kıymetli bir mekândır. Yeryüzünde fazîlette, üstünlükte Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra, 3. sıradadır.
“Mescid-i Aksâ=Beytül-Makdis”, şek ve şüphe yoktur ki, Kuds-i şerîftedir. İşte bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı kerîmin ifâdesiyle “etrâfı mübârek kılınan” Kudüs’ün, biz Müslümânların kalplerinde çok husûsî bir yeri vardır.
[İsrâ ve mi’râc bir mucizedir. Bu mucize, Kur’ân-ı kerîmin kıymetli tefsîrlerinde de, başta Sahîh-i Buhârî olmak üzere, pekçok hadîs-i şerîf kitâbında da tafsîlâtıyla anlatılmaktadır.]
Peygamber Efendimiz, “Benim bu Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Harâm müstesnâ olmak üzere, diğer mescidlerde kılınan 1.000 namazdan daha hayırlıdır” buyurmak suretiyle “Mescid-i Nebevî”nin fazîletini ortaya koymuştur. “Mescid-i Harâm”da kılınan namaz da, onun 100 katıdır, yani orada kılınan bir namaz, başka yerlerde kılınan 100.000 namazdan efdaldir. Hadîs-i şerifte “Mescid-i Aksâ”da kılınan bir namazın da, başka yerlerdeki 500 namazdan efdal olduğu ifâde buyurulmuştur...
***
Şimdi gelelim, bu kıymetli mescidin nerede olduğu konusuna? Mescid-i Aksâ, şek ve şüphe yoktur ki, “Kuds-i şerîf”tedir. En hafîf ifâdeyle söyleyecek olursak, bazı câhiller, Mescid-i Aksâ’nın Mekke-i mükerremede veya Ci’râne’de, yahut oralara yakın bazı yerlerde olduğunu iddiâ ediyorlar.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hâkîminde, “Her türlü noksânlıktan münezzeh olan O Allah’tır ki, kulunu (Peygamberi Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı), bir gece, Mescid-i Harâmdan (Mekke-i mükerremeden alıp), o etrafını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götürdü; bunu, ona âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acîbliklerden) gösterelim diye yaptık. Muhakkak ki O, Semî (her şeyi işiten) ve Basîr (her şeyi gören)dir.” (İsrâ, 1)
Bütün İslâm âlimleri, Mescid-i Aksâ’nın Kuds-i şerifte olduğunu yüzlerce, binlerce kitâbında yazmışlardır. Bunun aksini söyleyen, sözü muteber hiçbir İslâm âlimi yoktur. Böyle bir iddiâ, Yahûdîlerin ve Hıristiyânların değirmenlerine su taşımaktır. Bu sakat görüş, bir kimsenin çıkıp Süleymâniye Câmii İstanbul’da değil, Selîmiye Câmii Edirne’de değil, Ulucâmi de Bursa’da değil demesinden daha abestir. Bırakın ilim ehli insanları, aklı başında herhangi bir Müslümânın dahî buna inanması mümkün değildir.
Peki, eğer Peygamber Efendimiz, Mekke-i mükerreme’den Kuds-i şerîfe gidip geldiğini anlatmamış olsaydı, bütün kitaplarda yazıldığı gibi, müşrikler niçin Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimize gelip de, Mekke ile Kudüs arasında ne kadar mesâfe olduğunu sorsunlar?
Mescid-i Aksâ Kudüs'te değil mi?
İslâmın temeli güzel ahlâktır
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen Allah’a kavuşamaz.”
Her binânın bir temeli vardır. İslâmın temeli de güzel ahlâktır. Dünkü makâlemizde bir nebze bahsettiğimiz edep ve hayânın dînimizdeki yeri çok mühimdir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “İmân edenler arasında hayâsızlığın, kötülüğün yayılmasını isteyenler (ve sevenler) için dünyâda da, âhirette de elîm bir azap vardır.” [Nûr, 19]
Allahü teâlâdan utanmak, îmânın kuvvetli olduğuna, hayâsızlık da îmânın zayıf olduğuna alâmettir. Hadîs-i şerîfte, “Hayânın azlığı küfürdendir” buyuruldu. Yani hayâsız kimse, zamanla küfre kadar gidebilir. Hayâ, îmânın esasındandır. Hayâsı olan Allah’tan utandığı için, günâhtan çekinir. İnsanlardan utanmayan Allah’tan da utanmaz. İnsanlardan utanarak günâhı gizlemek de hayâdandır. İnsanlardan utananın, Allahü teâlâdan da utandığı anlaşılır. Çünkü hadîs-i şerîfte, “Allah’tan sakınan, insanlardan da sakınır” buyuruluyor. Hayâsız olan mürüvvetsiz olur.
Müminin, önce Allahü teâlâdan hayâ etmesi gerekir. Bunun için, ibâdetlerini sıdk ile, ihlâs ile yapmalıdır. Hayâ, günâhlarını, kabâhatlerini göstermemeye denir. İbâdetlerini başkalarına göstermekten hayâ etmek câiz değildir. Bunun için, vaaz vermekten ve emr-i marûf ve nehy-i münker yapmaktan [Ehl-i sünnet kitaplarını yaymaktan] hayâ etmek câiz değildir. “Hayâ îmândandır” hadîs-i şerîfindeki hayâ, kötü, günâh şeyleri göstermekten utanmak demektir.
Allahü teâlânın verdiği bütün nimetlerde, nimeti vereni görmeli, dâimâ O’nun huzûrunda olduğunu düşünmeli, mesela otururken, yatarken edebe riâyet etmelidir. Yerken, içerken, konuşurken, okurken, yazarken ve her çeşit iş yaparken, bütün bunların Allahü teâlânın kudretiyle yapıldığını, bütün işlerde, O’nun emrine uyup yasak ettiklerinden sakınmayı düşünmelidir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, “Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen Allah’a kavuşamaz” buyuruyor. Burada Allah’a kavuşmak ne demektir? Evliyâ olamaz demektir. Dîn büyüklerinin yolu, baştan sona edeptir. Hattâ namazın sünnet ve edeplerinden birini gözetmek ve tenzîhî bir mekrûhtan sakınmak bile; zikir, fikirden [tefekkürden] daha üstündür.
Güzel ahlâk hakkında bazı İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: Güzel ahlâk; güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir. Güzel ahlâkın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır. Güzel ahlâk, Yaratandan dolayı, yaratılanları hoş görüp, onların eziyetlerine sabırdır. Bir Müslümâna çatık kaşla bakmak harâmdır. Güler yüzlü olmayan, mümin sıfatlı değildir. Herkese karşı güler yüzlü olmalı. Kısacası Müslümân, hasreti çekilen insân demektir.
Dün zikrettiğimiz hadîs-i şerîflere ilâveten, makâlemizin hacmi nisbetinde 2-3 hadîs daha zikredelim:
“Hayâ, îmânın nizâmıdır. Bir şeyin nizâmı bozulunca, parçaları da bozulur.” [Mâverdî]
“Hayâ ile îmân, ikiz kardeştir. Biri giderse, diğeri de gider.” [Ebû Nuaym]
“İmân çıplaktır, elbisesi takvâ, süsü hayâ, sermâyesi fıkıh, meyvesi ameldir.” [Deylemî]
.17/02/2020
Edebin dinimizdeki yeri...
Dînimiz, baştan sona edeptir. Edep, kulun kendisini Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbi kılması, güzel ahlâklı olmasıdır.
“Edeb”, güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlak, hayâ, nezaket, zarafet gibi manalara gelir. Bir hadîs-i şerîfte, “Evlâdınızı edepli, terbiyeli yetiştirin” buyurulmuştur.
Dînimiz, baştan sona edeptir. Edep, kulun kendisini Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine tâbi kılması, güzel ahlâklı olmasıdır. Hadîs-i şerîfte, “Sizin en iyiniz, ahlâkı en güzel olandır” buyuruldu.
Yine “Edeb”, haddini bilmek, sınırı aşmamak demektir. Dînimiz, herkesin sınırını bildirmektedir. Her hususta, dînimiz ne emrediyorsa, onu öğrenip, ona göre hareket eden, haddini bilmiş, sınırı aşmamış olur. Mesela âilede, iş yerinde, cemiyette/toplumda herkesin bir sınırı vardır. Bütün sıkıntı ve geçimsizlikler, hep haddi aşmaktan kaynaklanmaktadır. Herkes haddini bilip, sınırı aşmazsa, mesela, evin erkeği de, hanımı da, kendi sınırlarını bilip ona göre hareket ederlerse, o ev cennet gibi olur. O zaman ne kavga, ne geçimsizlik, ne de savaş olur. Dünya, güllük-gülistânlık olur. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Hayâ, baştan başa hayırdır.” [Müslim]
“Allahü teâlâdan hayâ edin! Allah’tan hayâ eden, kötü düşünceden uzak durur, midesine girenleri kontrol eder, ölümü hâtırlar.” [Tirmizî]
“Mümin, ayıplamaz, lanet etmez, çirkin söz söylemez ve hayâsız değildir.” [Tirmizî]
“Her dînin bir ahlâkı vardır. İslâmiyet’in ahlâkı da hayâdır.” [İbn-i Mâce]
“Hayâsız olan hep kötülük eder.” [İbn-i Mâce]
“Hayâ îmândandır. Hayâsızın, îmânı yok demektir.” [İbn-i Hibbân]
“Hayâ ile îmân bir aradadır. Biri giderse, öteki de durmaz.” [Hâkim]
“Hayâ insan olsaydı, sâlih biri; fuhuş insan olsaydı, kötü biri olurdu.” [Taberânî]
“İnsan, sâlih iki komşusundan utandığı gibi, gece-gündüz kendisiyle berâber olan, yanındaki iki melekten de utanmalıdır.” [Beyhekî]
“Hayâsız olan, emânete hıyânet eder, hâin olur, merhamet duygusu kalmaz, dînden uzaklaşır, lanete uğrar, şeytan gibi olur.” [Deylemî]
“Hayâsızın dîni olmaz ve hayâsız kişi Cennete giremez.” [Deylemî]
Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), “Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir” buyurdu.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, “Edep, ilimden önce gelir” buyurdu. Çok heybetli olmasına rağmen, edebinden, hayâsından Resûlullahın huzûrunda çok yavaş konuşurdu.
Ebû Saîd Hudrî hazretleri, “Resûlullahın hayâsı, bâkire İslâm kızlarının hayâsından çoktu” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz, bir kimsenin yanında iki diz üzerine oturur, ona saygı olsun diye, mübârek bacağını dikip oturmazdı.
Abdullah İbn-i Mübârek hazretleri, “Bütün ilimleri bilenin, eğer edebinde noksânlık varsa, onunla görüşmediğime üzülmem, bunu kayıp saymam. Fakat edepli bir kimse ile görüşemesem üzülürüm” buyurmuştur.
Her zaman her yerde edepli, hayâlı olmaya çalışmalıdır. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Hayâsızlık, insanı küfre düşürür.” Hayâ, bir binâyı tutan direk gibidir. Direksiz binânın durması kolay olmadığı gibi, hayâsız kimsenin de îmânını muhâfaza etmesi zordur.
.11/02/2020
İyi bir Müslümanın bazı temel vasıfları...
“Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirir, verdikleri sözü bozmaz, Rablerinin rızâsını isteyip sabreder ve kötülüğü iyilikle savarlar.”
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, bazı âyet-i kerîmelerde müminleri (inananları, Müslümânları) şöyle tarif etmektedir:
“Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, Allah’ın âyetleri okununca, îmânları kuvvetlenir ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler, namazı doğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden [Allah’ın râzı olduğu yerlere] harcarlar.” [Enfâl, 2-3]
“Müminler, muhakkak kurtuluşa ermişlerdir. Onlar namazlarını huşû içinde kılar, boş ve lüzûmsuz şeylerden yüz çevirir, zekâtlarını verir, iffetlerini korur, … emânet ve ahidlerine riâyet ederler…” [Mü’minûn 1-8]
“Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirir, verdikleri sözü bozmaz, Rablerinin rızâsını isteyip sabreder ve kötülüğü iyilikle savarlar.” [Ra’d, 20-22]
[Furkân sûre-i celîlesinin 63-73. âyet-i kerîmelerinde de müminlerin vasıfları uzunca anlatılmaktadır.]
“[Müminler] büyük günâhlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelendikleri zaman da kusûrları bağışlar ve işlerini aralarında istişâre ederler.” [Şûrâ, 37-38]
“İnanıp hayırlı iş işleyen [mümin]lerin kötülüklerini, and olsun örteriz, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfâtlandırırız.” [Ankebût, 7]
“Allah, onların [müminlerin] kötülüklerini örter, onlara işledikleri şeylerin en güzellerinin karşılığını verir.” [Zümer, 35]
“Allah, inanıp emirlerini yapan müminlere mağfiret ve büyük ecir vadetmiştir.” [Fetih, 29]
“Elbette müminler kardeştirler…” [Hucurât, 10]
Müminlerle, Müslümânlarla ilgili olarak dün naklettiğimiz hadîs-i şeriften başka, diğer bazı hadîsler de şöyledir:
“Komşusu, kötülüğünden emîn olmayan, (kâmil) mümin olamaz.” [Buhârî]
“Halkın elindekine göz dikmemek, müminin alâmetlerindendir.” [Dârekutnî]
“Çevrendekilerle güzel komşuluk et ve kendin için sevdiğini, istediğini başkaları için de sev, iste ki [tâm, kâmil] Müslümân olasın.” [Harâitî]
“Mümin akıllı, basîretli, uyanıktır. Her işte Allah’ın rızâsını gözetir. Acele etmez, ilim sâhibidir, harâmlardan kaçar.” [Deylemî]
“Mümin lanet etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz.” [Hâkim]
“Müminler, birbirine karşı sevgi ve merhamette, acıyıp meyletmede bir vücut gibidir. Vücûdun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut huzûrsuz olup sıtmaya ve harârete marûz kalmak sûretiyle ona iştirâk ederler. [Onun tedâvîsi ile meşgul olunduğu gibi, Müslümânlar da böyle birbirine yardıma koşmalıdır.]” [Buhârî]
.10/02/2020
Allahü teâlâ ve Peygamberimiz Müslümanı nasıl tarif ediyorlar?
Müslümanların, müminlerin bütün vasıfları, Kur’ân-ı kerîmde de, Peygamber Efendimiz tarafından da mufassalan zikredilmiştir.
“Müslüman”a “mümin” de denilir. Kur'ân-ı kerîmde “el-Mümin” ve “el-Müminûn” isimlerini taşıyan iki sûre-i celîle vardır. Mümin, Allahü teâlâ indinde çok kıymetlidir. Bir âyet-i kerîmede, “Eğer inanıyorsanız, en âlî/yüce kimselersiniz”, Beyyine sûresindeki diğer bir âyet-i celîlede ise, “Îmân edip sâlih amel işleyenler/yararlı işler yapanlar, mahlûkâtın en hayırlılarıdırlar” buyurulmuştur.
Müslümânların, müminlerin bütün vasıfları, Kur’ân-ı kerîmde de, Peygamber Efendimiz tarafından da mufassalan zikredilmiştir, bütün detaylarıyla anlatılmıştır.
Müminlerin vasıflarıyla ilgili olarak, “Enfâl”, “Müminûn”, “Ra’d”, “Furkân”, “Şûrâ”, “Ankebût”, “Zümer”, “Fetih” ve “Hucurât” sûrelerinde birçok âyet-i kerîme bulunduğu gibi [yarın inşallah bazılarına temâs edelim], pekçok da hadîs-i şerîf var; ayrıca İslâm büyüklerinin de bir haylî sözleri bulunmaktadır.
Bir Müslümânın ana vasfı nedir? Müslümân, herkes için hayır ister. Peygamber Efendimiz, Buhârî ve Müslim’de zikredilen bir hadîs-i şerîfinde, bu konuda buyurmuştur ki: “Herhangi biriniz kendisi için istediğini, dîn kardeşi için de istemedikçe kâmil mümin olamaz.”
Diğer bir hadîs-i şerîfinde ise, “Kendin için sevdiğini (istediğini, arzû ettiğini); başkaları için de sev (iste, arzû et) ki (kâmil) Müslümân olasın.” [Harâitî]
Ayrıca Müslümân, diliyle ve eliyle hiçbir kimseye zarar vermez. Bunu, Sevgili Peygamberimiz çok net bir şekilde ifâde buyurmuştur:
“Müslümân, dilinden ve elinden Müslümânların [diğer bir rivâyette: insanların] emîn oldukları kimsedir.” [Buhârî]
İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (yani dîni, aklı, nesli, bedeni ve malı) korumak olduğu bildirilmiştir. Bütün Peygamberler, ümmetlerine bildirdikleri emir ve yasaklarda, dâimâ bu beş şeyi gözetmişlerdir. Tabîî ki bu Peygamberler, bu emir ve yasakları, kendiliklerinden değil, Allahü teâlâ nâmına, O’nun emriyle bildirmişlerdir. Bu beş esâsın gâyesi de, îmânı muhâfaza ederek Müslümân olarak ölmektir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Ancak Müslümân olarak cân veriniz!” [Âl-i İmrân, 102]
Müminlerle, Müslümânlarla ilgili hadîs-i şerîflerden ikisi şöyledir:
“Mümin, başkalarıyla ülfet eder [uzlaşır, anlaşır, uyuşur], kendisiyle de ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.” [Beyhekî]
“Mümin, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır.” [Taberânî]
.4/02/2020
"Ehl-i sünnet" denilince ne anlaşılmalıdır?
"Ehl-i Sünnet i'tikâdı" dalâlet fırkaları dışında kalan ümmetin ana gövdesi ve cumhûrun temel inancı, sahîh İslâm anlayışıdır.
Hemen makâlemizin başında, çok net bir şekilde ifâde edelim ki, "Ehl-i Sünnet" denildiğinde, şunun anlaşılması ve bilinmesi gerekir:
"Ehl-i Sünnet"; Edille-i şer'iyye yani Kur’ân-ı kerîm, Sünnet-i seniyye, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ denilen 4 dînî delîle bağlı, itikâdî olarak Mâtüridî-Eş’arî, amelî olarak da dört hak mezhep olarak bilinen; Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde tedvîn edilmiş olan mukaddes dînimiz İslâm’ın tâ kendisidir.
Hadîs-i şerîflerle övülmüş olan ilk üç hayırlı nesil (Sahâbe-i Kirâm, Tâbiîn-i Kirâm ve Tebe-i Tâbiîn-i Kirâm)ın yani “Selef-i Sâlihînin itikâdı” olarak isimlendirilen "Ehl-i Sünnet i'tikâdı"; sonradan ortaya çıkmış bir tez veya antitez şeklinde oluşmuş bir mezhep olmayıp; dalâlet fırkaları dışında kalan ümmetin ana gövdesi ve cumhûrun temel inancı, sahîh İslâm anlayışıdır.
Özet olarak söyleyecek olursak: Ehl-i Sünnet itikâdı, Allahü teâlânın emrettiği, Sevgili Peygamberimizin inandığı, Hulefâ-i Râşidîn, Aşere-i Mübeşşere ve Ehl-i Beyt başta olmak üzere bütün Sahâbe-i kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn denilen ve hadîs-i şerîflerle medholunan ilk üç hayırlı neslin, Fukahâ-i Seb'a denilen 7 büyük Fıkıh âliminin, 4 Mezhep İmâmının, 2 Akâid İmâmının, büyük Müctehidlerin, 12 İmâmın, Silsile-i Aliyye ve Turuk-ı âliyye denilen büyük ulemâ ve evliyânın itikâdlarıdır.
Tasavvufta da esâs maksat, şu iki gâyenin gerçekleştirilmesidir:
Birincisi; İslâmın doğru itikâdının, yani Ehl-i Sünnet vel-cemâat itikâdının yakînî ve vicdânî olmasını, yani sağlamlaşmasını, kalbe yerleşip sinmesini, şüphe getiren tesirlerle sarsılmamasını temîn.
Tasavvufun ikinci gâyesi ise; emir ve yasakları yerine getirip ibâdetleri yapmakta kolaylık bulmanın, ibâdetlerden lezzet almanın, işleri sırf Allah rızâsı için yapmanın, ihlâsın, Allahü teâlâyı görür gibi O’na ibâdet etmenin hâsıl olması, nefs-i emmâreden (kötülükleri emreden nefisten) doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir.
“Tasavvuf ilmi”, kalbin kötü huylardan sıyrılarak, iyi huylar kazanmasını sağlar; fertleri rûhen olgunlaştırır. Rûhen olgunlaşan fertlerden meydana gelen cemiyetler de huzûrlu ve problemsiz olurlar.
Tasavvuf büyükleri fertlere, âilelere ve bütün cemiyete; Allahü teâlânın ve Resûlullah Efendimizin sevgisini, güzel ahlâkı, yardımlaşma duygularını vermişler, hareket ve canlılık kazandırmışlardır. Her türlü sınıf ve imtiyaz farkını reddederek, sultânla çobanı, İslâm kardeşliği şuûru içinde eritmişlerdir.
Cemiyetler, hakîkî tasavvuf büyüklerinin sohbet ve nasîhatlerinden nasiplerini aldıklarında, en huzurlu zamanlarını yaşamışlardır. İnsanlar kötülüklerden ve bunalımlardan uzak durup, insanlığı ve medenîliği öğrenmişlerdir.
.03/02/2020
İyi bir insan olmak için...
İyi bir insan, kâmil bir Müslümân olmak için, ilk olarak, doğru bir itikâda sâhip olmak, yanî Ehl-i Sünnet itikâdında olmak lâzım.
Umûmî olarak her insan, iyi bir insan olarak anılmak ister.
Her âile, bütün âile fertlerinin iyi insan olmalarını ister.
Her devlet de, kendi vatandaşlarının iyi insanlar olmalarını arzu eder.
Ayrıca herkes mutlu olmak ister. Peki, iyi insan nasıl olunur ve nasıl mesut ve bahtiyâr yani mutlu olunur?
İyi bir insan olmak için evvelâ, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına göre yaşamak lâzım. Yani kâmil [yani olgun] bir Müslümân olmak gerekir. Zâten Müslümân kimse, iyi insan demektir.
Zâten “Müslümânlığın gâyesi” de, “insanları, İslâm-ı hakîkî üzere yaşatıp onların îmân-ı kâmil ile bu dünyâdan göçmelerini sağlamak ve Cennet’te ebedî saadete erişmelerini temîn etmektir.”
Bunlar da, ancak hakîkî rehberlerin yol göstermeleriyle elde edilebilir. Peygamber Efendimizin rehberliğiyle, câhiliye ehlinin nasıl saadet ehli olduğu ortadadır. Hakîkî ulemâ ve evliyânın rehberlikleriyle de, nice sarhoşların, kumar ehli kişilerin, bozuk ahlâklı kimselerin yüksek ahlâklı insanlar oldukları meydândadır.
İyi bir insan, kâmil bir Müslümân olmak için, ilk olarak, doğru bir itikâda sâhip olmak, yanî Ehl-i Sünnet itikâdında olmak lâzım. İkinci olarak, fıkhî bilgilere vâkıf olup onlarla amel etmek gerekir.
Bundan dolayı, en büyük âlim ve velîlerden olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh) da, dört hak mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, beş tarîkatte mürşid-i kâmil ve mükemmil olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruh) da, bu iki husûsun ehemmiyetini vurguluyorlar.
“Âkıl ve bâliğ olan her erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Müslümânların birinci vazîfeleri, itikâdı düzeltip, Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgilere göre yapmaktır.” [Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, İ’tikâdnâme/el-Îmân ve’l-İslâm]
Ehl-i Sünnet; İslâm’ın ana yolu, ana caddesi olup hem Kur’ân-ı kerîmde, hem de hadîs-i şerîflerde ve târih boyunca “sırât-ı müstekîm”, "sevâd-ı a'zam", "cumhûr-ı müslimîn" ve "müminlerin yolu" olarak anılagelmiştir.
"Ehl-i Sünnet", alelâde herhangi bir mezhebin, meşrebin, tarîkatin, ekolün, kliğin, grubun, hizbin, cemâatin adı ve karşılığı değil, İslâm’ın kendisi ve medeniyetimizin ana omurgasıdır.
Zâten "Ehl-i Sünnet vel-cemâat" demek Sünnete ve Eshâb-ı kirâma sarılan insanlar demektir. Peygamber Efendimiz, "Benim sünnetime ve benden sonra da Hulefâ-i Râşidînin sünnetine sarılınız" buyurmuştur. Ayrıca Eshâb-ı kirâmın yolunda olmakla ilgili birçok hadîs-i şerîf vardır.
.28/01/2020
Peygamberlerden sonra insanların en üstünü...
Aşere-i mübeşşerenin birincisi olan Hazret-i Ebû Bekr, Resulullah efendimizin kayınpederi olmakla şereflenmiştir.
Hazret-i Ebû Bekr, ilk dört Müslümândan biri, Aşere-i mübeşşerenin birincisi, Hulefâ-i râşidînin ilkidir. Peygamberlerden sonra, bütün insanların en üstünüdür. Bütün gazâlarda bulundu. Âyet-i kerîmeler ile medh olundu. Kur’ân-ı kerîmi kitâb hâlinde ilk toplayan zâttır. Peygamberimizin kayınpederi olmakla şereflenmiştir.
Resûlullah Efendimiz, âhirete irtihâl edince, Mekke, Medîne ve Tâif’teki Müslümânlardan başka, bütün Arabistân mürted oldu. Hazret-i Ebû Bekr, Eshâb-ı kirâmın söz birliği ile halîfe seçilip, önce, mürted olanlarla ve Peygamber olduklarını söyleyen ve câhil köylüleri aldatan Esved-i Ansî, Müseylemetül-kezzâb, Sicâh Hâtûn ve Tuleyhat ibni Huveylid isimli kâfirlerle ayrı ayrı harb edip, hepsini kahr ve mahv eyledi.
Halîfe Hazret-i Ebû Bekr’in mürtedlerle yaptığı muhârebeler, dîn-i İslâma yapılan en büyük hizmetlerdendir. Peygamberimizin vefâtıyla ayaklanan o insanlar bastırılmasaydı, İslâmiyet daha başlarken biterdi. Dîn-i İslâmı yeniden düzene koydu ve kuvvetlendirdi.
O, önce Medîne’ye yakın dört kabîle üzerine yürüyüp, bunları itâate getirdi. Sonra, onbir kabîleye bölükler gönderdi. Sonra, çeşitli muhârebelerle, büyük şehirler aldı.
Hîre ve Enbâr şehirlerini fethetti. Hazret-i Hâlid İbnül-Velîd’i ve Hazret-i Ebû Ubeyde İbnül-Cerrâh’ı büyük bir ordu ile Şâm’a gönderdi.
Halîfe, Medîne’de ordu toplayıp, Hazret-i Ebû Ubeyde kumandasında Şâm tarafına, Hazret-i Amr ibn-i Âs’ı da Filistin’e gönderdi. Sonra Hazret-i Yezîd bin Ebî Süfyân’ı, Şâm’a yardımcı gönderdi. Daha sonra tekrâr asker toplayıp, Hazret-i Mu’âviye kumandasında, kardeşi Yezîd’e yardıma gönderdi.
Hazret-i Hâlid bin Velîd’i de, Irâk’tan Şâm’a gönderdi. Hazret-i Hâlid, askerin bir kısmını Müsennâ’ya bırakıp, birçok muhârebe ve zaferlerle Sûriye’ye geldi. İslâm askerleri birleşerek “Ecnâdîn”de büyük Rum ordusunu yendiler.
Sonra, “Yermük”te 46.000 İslâm askeri, Herakliüs’ün 240.000 askeri ile uzun ve çok çetin savaşlar yapıp gâlib geldiler. 100.000’den ziyâde Rum askeri öldürüldü. 3.000 müslümân şehîd oldu. Bu muhârebede İslâm kadınları da harb ettiler. Başkumandân Hazret-i Hâlid bin Velîd’in ve tümen komutanı Hazret-i İkrime’nin şaşılacak kahramânlıkları görüldü.
Bütün bu zaferler, Halîfenin cesâreti, dehâsı ve güzel idâresi ve bereketi ile oldu. Yermük Savaşı yapılırken, Halîfe Medîne’de vefât etti.
İki sene, üç ay ve on gün hilâfetten sonra, hicretin onüçüncü yılı, 22 (veya 28) Cemâzıl-âhır 13 Salı günü akşamdan sonra, [m. 634] senesinde, 63 yaşında vefât etti. Resûlullahın yanındadır.
Vasiyeti üzerine zevcesi Esmâ yıkadı. Resûlullahın tabutuna konulup, cenâze namazını Hazret-i Ömer kıldırdı; gece, hucre-i saâdete Peygamber Efendimizin yanına defnedildi.
Zevceleri "Ümm-i Rûmân”dan, Abdurrahmân ve Âişe; "Katîl"den, Abdullah ve Esmâ ismindeki çocukları olmuştur. Ca’fer-i Tayyâr’dan dul kalan Esmâ’yı ve Habîbe’yi alıp, birincisinden Muhammed, ikincisinden, kendisinin vefâtından sonra Ümm-i Gülsûm dünyâya gelmiştir.
.27/01/2020
Ümmetin en üstünü Ebû Bekr-i Sıddîk'tır
Hazret-i Ebû Bekr, Peygamber Efendimizin bildirdiği her şeyi, ânında ihlâsla tasdik ettiği için “Sıddîk” lakabıyla meşhur oldu.
Bu hafta da, geçen haftaki 2 makâlemizde bir nebze kendisine temâs ettiğimiz, Sevgili Peygamberimizin zevce-i mutahharası Hazret-i Ayşe annemizin muhterem pederleri Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anhümâ)'tan bahsetmek istiyoruz...
Adı Abdullah bin Ebî Kuhâfe olan Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anh), Ebû Kuhâfe Osmân ile Ümmül-hayr Selmâ binti Sahr’ın oğlu olup Eshâb-ı kirâmın en üstünü, Aşere-i mübeşşerenin birincisidir. Âyet-i kerîmelerle ve birçok hadîs-i şerîf ile medh olunmuştur. Tevbe sûresinde geçtiği gibi, Resûlullahın mağara arkadaşı ve ilk halîfesidir (Hulefâ-i râşidînin birincisidir.]
"Atîk" ve "Sıddîk" lakapları meşhurdur. Peygamber Efendimiz; “Cehennem’den atîk olanı (âzâd edilmiş kimseyi) görüp, sevinmek isteyen kimse, Ebû Bekr’e baksın” buyurduğu için “Atîk” lakabıyla tanındı. Peygamber Efendimizin bildirdiği her şeyi, ânında ihlâsla tasdik ettiği için “Sıddîk” lakabıyla meşhur oldu.
Hazret-i Ebû Bekr, Peygamber Efendimizden 2 yıl 3 ay küçük olup, "Fîl Vak’ası"ndan sonra, 573 yılında, Mekke-i mükerremede doğdu. 634 (H.13) senesinde Medîne-i münevverede vefât etti. Otuz sekiz yaşında Müslümân olmakla şereflendi. Müslümân olmadan önce adı, “Abdül-uzzâ” veya “Abdül-Ka’be” idi. Îmân ettikten sonra, Sevgili Peygamberimiz, onun ismini “Abdullah” olarak değiştirdi.
Peygamberimiz, onun kızı Hazret-i Ayşe ile izdivâc buyurunca, kayınpederi olmakla şereflendi. Peygamberimizin çocukluk arkadaşı idi, ilk îmâna gelen hür adamdır.
Bazı rivâyetlere göre, Hazret-i Hadîce, Hazret-i Alî ve Hazret-i Zeyd bin Hârise’den sonra, dördüncü olarak îmâna gelmiştir. Herkesi îmâna çağırırmıştır. Hazret-i Osmân, Zübeyr İbnül-Avvâm, Abdürrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Talha bin Ubeydillah gibi Aşere-i mübeşşereden olan üstün Sahâbîler, onun daveti ile îmâna gelmişlerdir.
Menkıbeleri, tevâzuu ve cömertliği dillere destan olmuştur. 142 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîmi toplayarak, İslâmiyyete en büyük hizmeti yapmıştır. Ensâb ilminde çok ileri olup, eşi yok idi.
Ebû Bekr-i Sıddîk beyâz, yüzü ve gövdesi zayıf, seyrek sakallı, gözleri çukurca, alnı yumruca güzel bir zât idi.
Kureyşin ileri gelenlerinden, manifatura tâciri olup, çok zengin idi. Bütün mâlını, evini, barkını her şeyini, Resûlullah’ın uğrunda harcadı. Gençlikte de onunla arkadaş idiler. Resûlullah’a fevkalâde sıdkı ve sevgisi vardı.
Bütün gazâlarda bulundu. Kendini Resûlullah’a siper ederdi. Resûlullah vefât ettiği gün, herkes, üzüntüden dehşet içerisinde olduğu hâlde, Hazret-i Ebû Bekr (radıyallahü anhümâ) büyük cesâret ile arslan gibi ortaya çıkıp, ”Resûlullahın da, her insan gibi öleceğini” bildiren âyet-i kerîmeyi okudu. Tesîrli sözleri ile, nasîhat ederek, halkı sükûna ve huzûra getirdi; müminlere tesellî verdi
.21/01/2020
Hazret-i Âişe annemiz hakkında...
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Ya Âişe! Allahü teâlâ, sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, ben seni sevindiremedim.”
Dünkü makâlemizde, Hazret-i Ayşe annemize dil uzatılması münâsebetiyle, bir nebze ondan bahsetmeye çalıştık. Peygamber Efendimizin mübârek zevcelerinden olan Âişe bint-i Ebî Bekir (radıyallahü anhümâ)’nın, Nûr sûresindeki birkaç âyet-i kerîme ile medhedildiğini, Peygamber Efendimizin kendisini çok sevdiğini ve medhettiğini ifâde ettik. Bugün, onun hakkında birkaç kelime daha yazmak istiyoruz...
Hazret-i Ebu Bekr ve Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anhümâ) halîfelikleri zamanında, Müslümânlara nasîhate devam eden Hazret-i Âişe annemiz, Resûlullah’ın kabr-i şerîfi yanında kendisi için ayırmış olduğu yeri, Hazret-i Ömer’e vermiştir. Hazret-i Ömer vefât edince, buraya defnedilmiştir. Kendisi ise, 65 yaşında, Medîne-i münevverede vefât edip vasiyyeti üzerine, Cennetül-Bakî Kabristânına defnedilmiştir. Cenâze namazını, Medîne vâlîsi olan Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) kıldırmıştır.
Hazret-i Osmân’ın isyâncılar tarafından şehîd edilmesinden sonra halîfeliğe seçilen Hazret-i Alî zamanında, Abdullah İbn-i Sebe ve adamlarının kışkırtmaları netîcesinde meydâna gelen Cemel (Deve) Vak’asından sonra Hazret-i Ali, Hazret-i Âişe’ye izzet ve ikrâmda bulundu ve kendisini Medîne-i münevvereye gönderdi.
“Hazret-i Alî'yi sevmezdi” diye kendisine iftirâ ediyorlar. Hâlbuki “Alîyi sevmek îmândandır” hadîs-i şerîfini, Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) haber vermiştir. Böylece, onu sevdiğini ve herkesin de sevmesi lâzım geldiğini bildirmiştir. Hattâ Hazret-i Alî (radıyallahü anh) şehîd edilince, çok üzülmüştür.
Ehl-i sünnet âlimleri, ilimde ve ictihâdda Hazret-i Âişe’nin, Hazret-i Fâtıma (radıyallahü anhümâ) ve diğerlerinden de üstün olduğunu bildirmişlerdir. Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh), “Âişe (radıyallahü anhâ) daha üstündür” buyuruyor. İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) ise; “İlimde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan kesilmekte Fâtıma daha ileridir” buyurmuştur.
Hazret-i Âişe vâlidemiz, bütün İslâm ilimlerine vâkıf, müctehide, edîbe, zühd ve vera sâhibiydi. Her bir hâdise üzerine hemen bir şiir söylerdi.
Resûl-i Ekrem Efendimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) 2210 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn’den birçokları hadîs-i şerîf nakletmişlerdir.
Hazret-i Âişe’nin faziletini, üstünlüğünü bildiren pekçok hadîs-i şerîf vardır. Bunlardan biri şöyledir: “Âişe, Cennet’te de benim zevcemdir.”
Resûlullah’a, “en çok kimi seviyorsunuz?” diye sorulunca; “Âişe’yi!” buyurdu. “Erkeklerden kimi seviyorsun?” denilince de; “Âişe’nin babasını” buyurdu.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
“Ya Âişe! Allahü teâlâ, sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, ben seni sevindiremedim.”
2 makâlemizde, Hazret-i Âişe annemizi, deryâdan damla misâli anlatmaya çalıştık. Allahü teâlâ, bizleri, onun, diğer Sahâbe-i kirâmın, Ehl-i Beyt’in ve Sevgili Peygamberimizin şefâatlerine nâil eylesin.
.20/01/2020
Hazret-i Âişe annemize dil uzatanlara cevap
Hazret-i Âişe vâlidemiz, Benî Mustalık (veya Müreysi) gazâsına da katılmıştı. Bu gazâda, kendisine münâfıklar büyük bir iftirâ atmıştı!..
Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ), Resûlullah Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) zevce-i mutahherası ve Ebû Bekr-i Sıddîk’ın (radıyallahü anh) kerîmesi (kızı) ve âyet-i kerîmede (Ahzâb, 6) ifâde edildiği üzere "mü’minlerin annesi”dir. Evlâdı olmamıştır; “Ümmül-Mü’minin” ve “Ümmü Abdillah” künyeleriyle bilinir. ”Sıddîka” lakabıyla meşhurdur.
Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Hadîce’nin (radıyallahü anhâ) vefâtından sonra, Âişe-i Sıddîka (radıyallahü anhâ) ile evlendi ve Resûlullah vefât edinceye kadar sekiz sene onunla yaşadı. Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, yanına Hazret-i Âişe için de bir oda yapıldı. Peygamber Efendimiz, Aişe-i Sıddîka’nın o odasında vefât etmiş, oraya da defnedilmiştir...
Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ), Nûr sûresinde birkaç âyet-i kerîme ile medh edilmiştir. Resûlullah Efendimiz tarafından da çok sevilir ve çok övülürdü. Aklı, zekâsı, kâbiliyeti, ilmi, edebiyâtı, iffeti, salâhı ve takvâsı, şaşılacak kadar çok idi. Hâfızası pek kuvvetli olduğundan, öğrendiği ve ezberlediği bir hususu katiyyen unutmadığı için, Eshâb-ı kirâm (aleyhimür-rıdvân), müşkillerini çözmek için kendisine başvurur, birçok şeyi ondan sorup öğrenirlerdi.
Resûlullah’tan en çok hadîs-i şerîf rivâyet eden ve “Müksirûn” denilen 7 sahâbeden biridir. 2210 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Fıkıh ilminin kurucularındandır. Kadınlara âit dînî hükümlerin çoğunu o bildirmiştir. “Fıkıh ilminin üçte birini o kurmuştur” sözü meşhurdur. O, devrin belli başlı âlimlerinden biridir.
Hazret-i Âişe vâlidemiz, Medine-i münevverede Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) gazâlarına katılmış, diğer Sahâbe hâtûnları gibi yaralıların tedâvîsi ve onların bakımıyla meşgul olmuş, büyük hizmetler görmüştür. Cephelerde eline kılıç alıp, çarpışmayı istemiş ise de, Resûlullah Efendimiz, buna müsâade buyurmamıştır.
Hazret-i Âişe vâlidemiz, Benî Mustalık (veya Müreysi) gazâsına da katılmıştı. Bu gazâda, kendisine yapılan iftirâ ile ilgili olarak buyururdu ki: “Bana karşı yapılan iftirânın yalan olduğu, Allahü teâlâ tarafından (Nûr sûresinde) bildirildi.” Hattâ bunu söyleyerek öğünürdü. Allahü teâlâ, Nûr sûresindeki onyedi âyeti göndererek, Hazret-i Âişe’ye iftirâ edenlerin (münâfıkların) Cehenneme gideceklerini bildirdi. Hazret-i Âişe annemizin izzeti ve şerefinin yüksekliği, bu âyet-i kerîmelerle de anlaşıldı.
İctihâdı, Hazret-i Alînin ictihâdına uymadığı için, "Cemel (Deve) Vak’ası"nda, Hazret-i Alî ile harb eden Eshâb-ı kirâm ile birlikte idi. [İnşâallah yarın da konumuza devam edelim.]
Mekke-i mükerreme’nin fethi
Peygamber Efendimizin Mekke-i Mükerreme’yi Fethi, dünyânın en mühim dönüm noktalarından, tarihin en büyük hâdiselerindendir.
Mekke-i mükerreme’nin fethi, mîlâdî 11 Ocak 630 (hicrî-kamerî 10 Ramazân-ı şerîf 08) târihinde gerçekleştiği için, bugünkü ve müteâkıp makâlelerimizde inşâallah, Mekke-i Mükerreme’nin fethi, bu fethin sonuçları ve bu fetihten alınacak bazı dersler üzerinde durmaya çalışacağız.
Malum olduğu üzere, Peygamber Efendimizin dünyayı teşrîfi, kendilerine Peygamberliğinin bildirilmesi, Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvere’ye hicreti, orada İslâm Devleti’ni kurması, diğer zaferlerinin yanında, “Mekke-i Mükerreme’yi Fethi” dünyânın en önemli kilometre taşlarından, en mühim dönüm noktalarından, tarihin en büyük hâdiselerindendir.
“Hicret-i Nebeviyye”, hem İslâm târihinin, hem de dünyâ târihinin çok önemli dönüm noktalarından olduğu gibi, “Mekke-i Mükerreme’nin Fethi” hâdisesi de İslâm târihinin çok önemli kilometre taşlarındandır.
Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vasıtasıyla, insanlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyada ve âhirette rahat etmeleri, huzur içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, yani ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım geldiğini açıklamıştır.
Sevgili Peygamberimiz, Mekke’deki hemşehrilerine, senelerce hakkı, hakîkati teblîğ etmiştir. Ama nasipli olan az bir grup dışında, diğer insanlar maalesef îmânla şereflenememişlerdir. Bir ay kadar da, Tâif’te İslâmiyeti anlatmış, ama maalesef onlar da îmânla nasiplenememişlerdir.
Hâlbuki bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzur ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, iyi âileler ve iyi cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Gelmiş geçmiş bulunan bütün Peygamberlerin getirdikleri ahkâm-ı dîniyyede dînin, nefsin (cânın), aklın, neslin (ırzın, nâmûsun), mâlın ve benzeri değerlerin korunmaları öngörülmüştür. Allahü teâlâ ve Peygamberleri, emir ve yasaklarında, bunları koruma altına almışlardır.
Hâlbuki bugün bütün dünyâda, bu sayılanlar da dâhil olmak üzere, bütün insan hakları, ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir. Mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, malını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır.
Birkaç gün evvel Somali’de, bomba yüklü bir kamyon patlatılarak, öğrencilerin, işçilerin, yanî çoluk-çocuk demeden, sivil vatandaşların hunharca katledilmesi, tasvip edilebilecek bir hâdise midir? Hangi dîn, bunu uygun görür? Hele barış dîni olan İslâmın adını kullanarak, bu ve benzeri işleri yapan sahtekârların, satılmışların, zombilerin, mankurtların, piyonların bu fiillerini, aklı başında olan hangi insan tasvip edebilir?
. 14/01/2020
Mekke'nin fethinin sonuçları...
Mekke’nin fethi ile, Arabistân Yarımadasında ilk İslâm Devleti, kuruluşunu tamamlamış, İslâmiyet, üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır.
Kıyâmete kadar neshedilmeden (değiştirilmeden) bâkî kalacak tek ve en son dîn olan İslâmiyette, hicret hâdisesi ile "Devlet" olmaya doğru ilk adımlar atılmıştır. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbı [ilk Müslümânlar], doğdukları topraklar olan Mekke-i mükerremede, kendilerine ve dînlerine tanınmayan hayat hakkını, hicret ettikleri Medîne-i münevverede bulmuşlar, burada çoğalıp, güçlenmiş ve kuvvetlenmişler, bilâhare Mekke'yi ve Arabistan Yarımadası’ndaki birçok beldeyi fethetmişler, böylece ilk “İslâm Devleti”ni kurmuşlardır.
Bundan sonradır ki, önünde durulmaz İslâm orduları, asırlar boyu dünyânın dört bir tarafına bir îmân seli gibi akmışlar, İslâmiyetin nûrunu yeryüzüne yaymışlardır. Böylece İslâm medeniyeti, bâtıl dînlerin, zulmün, hakâretin ve ilimde, teknikte geri kalmışlığın pençesinde inleyen insanlığı emniyete, adâlete, rahata, huzura, dünya ve âhiret saadetine kavuşturmuştur.
Mekke’nin fethi, sâdece İslâm târihinde değil, bütün cihân tarihinde eşi ve benzeri bulunmayan bir hâdisedir. Bu fetih, îmânları-İslâmlıkları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, bu konuda, Fetih sûresinde şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu Biz, sana apaçık bir fetih, zafer ihsân ettik.” [Fetih, 1]
“Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günâhını/kusurlarını bağışlar (yani bütün tasalarını giderir. [Bilindiği gibi, Peygamberler masumdurlar]). Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir/eriştirir.” [2]
“Ve sana kimsenin güç yetiremeyeceği bir şekilde, eşsiz bir şanlı zaferle yardım eder.” [3]
Aynı sûrenin 27-28. âyet-i kerîmelerinde de şöyle buyurulmuştur:
“Andolsun ki Allah, gerçekten Peygamberinin/elçisinin rüyâsını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz, güven/güvenlik içinde, başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Size, bundan başka/bundan önce size yakın zamanda bir zafer/bir fetih verecektir.” [Fetih, 27]
“Bütün dînlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidâyet, doğruluk rehberi Kur’ân ve hak dîn ile gönderen O'dur. Şâhit olarak Allah yeter.” [Fetih, 28]
Bu fetihle Arabistân Yarımadası’nda şirkin (Allah’a ortak koşmanın) cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Kâbe-i muazzama ve civârı putlardan temizlenmiş, tevhîd inancının kesin hâkimiyeti ilân edilmiştir.
Mekke’nin fethi ile, Arabistân Yarımadasında ilk İslâm Devleti, kuruluşunu tamamlamış, bundan sonra İslâmiyet, üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır.
Mekke-i mükerremenin fethi, İslâmiyette öylesine derin mana ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda yaşamış olan İslâm ulemâ, evliyâ ve kumandanları da çeşitli vesîlelerle bu fethi kendilerine örnek alıp, hâl ve işlerinde de ölçü kabul etmişlerdir.
Mekke'nin fethine dâir...
Peygamber Efendimizin kumandasında, 12 bin kişilik büyük İslâm ordusu; sekiz sene önce, ayrıldıkları yurtlarına, Mekke-i mükerremeye gitmişlerdi...
Dün bir nebze bahsettiğimiz gibi, 11 Ocak 630 (hicrî 10 Ramazân 08) târihinde vukû bulan Mekke-i mükerreme’nin fethi münâsebetiyle, târihte Müslümânların, düşmanlarına bile nasıl müsâmahalı, hoşgörülü davrandıklarını, onları nasıl affettiklerini, bütün mahlûkata karşı nasıl engin bir şefkat ve merhamet sâhibi olduklarını belirteceğiz.
Burada, çok kısa bir özet yapacak olursak, Peygamber Efendimizin kumandasında, Sahâbe-i kirâmdan teşekkül eden, 12 bin kişilik büyük İslâm ordusu, fetihten sekiz sene önce, ayrıldıkları yurtlarına, Mekke-i mükerremeye gitmişlerdi. Puthâne hâline çevrilen Kabe-i muazzamayı putlardan temizlemeye gitmişlerdi. İnâtlarından bir türlü vazgeçmek istemeyen müşriklere, hak, adâlet ve merhamet göstermeye gitmişlerdi. Allahü teâlânın dînini yaymaya, oradakilerin de ebedî Cehennem azâbından kurtulmalarına ve Cennete gitmelerine vesîle olmaya gitmişlerdi.
***
Bilindiği üzere, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma Peygamberliği bildirilip insanları şirkten, putlara tapmaktan vazgeçmeye ve Allahü teâlâya îmân etmeye davete başladığı günden itibâren müşrikler, O’na karşı çıkmışlardır. Mekkeli müşrikler; sevgili Peygamberimize de, diğer Müslümânlara da çok şiddetli düşmânlık yapmışlardır.
Peygamber Efendimize ve Eshâbına her türlü işkenceyi revâ görmüşler; bazı sahâbîlerin boyunlarına ip bağlayıp yerlerde sürüklemişler; ateşe atıp yakmaya çalışmışlardır. Kızgın kayaları göğüslerine koyup bayılıncaya kadar işkence yapmışlar; ateşte kızartılmış şişleri vücutlarına sokmuşlar, kızgın demirlerle bedenlerini dağlamışlardır. Ayaklarından develere bağlayıp ayrı yönlere çekmek sûretiyle parçaladıkları olmuştur. Üç sene, onları, bir mahalleye aç-susuz hapsedip bu boykotla her şeyden mahrûm bırakmışlardır. Peygamberimize kaç defa sûikast yapmak istemişler; hepsinden öte yurtlarından çıkarmışlar; bu yetmiyormuş gibi, onların hicretinden sonra da, tamâmen ortadan kaldırmak için kaç defa harp etmişlerdir.
Allahü teâlâ, Müslümânların hicret etmelerine izin verdi. Sayıca az olan ilk Müslümânlar, müşriklerin hücumları karşısında, îmânlarını korumak ve yaymak maksadıyla, Mekke-i mükerreme’de mallarını-mülklerini bırakarak, Medîne-i münevvere’ye hicret etmişlerdir. Ama sekiz yıl sonra güçlü ve kalabalık bir ordu hâlinde geri dönüp orayı fethetmişlerdir.
Peygamberimizin, Mekkeli müşriklerle biri sulh, diğeri de harp devri olmak üzere iki şekilde münâsebeti olmuştur. Sulh devrinde müşriklerin alay, hakâret, işkence, bütün münâsebetleri kesme ve şiddete başvurma gibi çeşitli safhalarda sürdürdükleri düşmanlık; hicretin ikinci yılında, Allahü teâlâ tarafından cihâda izin verilmesi üzerine, harp şekline dönüşmüştür. Şüphe yok ki, “Mekke-i Mükerreme’nin Fethi”, “İslâm Târihi”nin en önemli kilometre taşlarından biridir. [İnşallah, öbür hafta da, bu mühim konuya devam edelim.]
. 13/01/2020
Yine Mekke'nin fethi hakkında...
İslâm ordusu, Medîne-i münevvere’den 12.000 kişilik bir ordu ile gelerek, harp etmeden ve kan dökmeden, Mekke-i mükerreme’yi teslîm aldılar.
Mîlâdî 11 Ocak 630 (hicrî-kamerî 10 Ramazân-ı şerîf 08) târihinde, Mekke-i Mükerreme’nin Fethi hâdisesi, hem İslâm târihinin, hem de dünyâ târihinin çok önemli dönüm noktalarından olduğu için, geçen haftaki 2 makâlemizde, ummândan katre misâli, birazcık fetihten bahsetmeye çalışmış, bu hafta da konuya devam edeceğimizi ifâde etmiştik.
Müslümânların Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvere’ye hicret etmesinden sonra da düşmanlıklarını devam ettiren müşrikler, ordular hazırlayıp Medîne’de bulunan Müslümânlar üzerine yürümüşlerdir. Bedir, Uhud, Hendek… gibi kanlı savaşlar yapılmıştır. Müşrikler, bu savaşlarda, Müslümânlar karşısında tutunamayıp perişân olmuşlardır. Nihâyet hicretin altıncı yılında, Peygamberimizle sulh yapmayı kabul etmişler ve “Hudeybiye Antlaşması”nı imzâlamışlardır.
On yıl süre ile imzâlanan bu antlaşmanın bir maddesine göre, Kureyş kabîlesi dışında kalan diğer Arap kabîleleri, Müslümânlardan veya müşriklerden istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi. Bu antlaşma gereğince, Huzâa kabîlesi Peygamberimizin; Benî Bekr kabîlesi de müşriklerin himâyesine girmişti; fakat bu iki kabîlenin arasında, eskiden beri süregelen bir düşmanlık vardı. Mekkeli müşrikler, iki yıl sonra bu antlaşmayı bozdular. Sulhun devamı için Müslümânlarca yapılan yeni teklîflere de uymadılar...
Özet olarak söyleyecek olursak: Peygamber Efendimiz ve hâzırladığı İslâm ordusu, hicretin 8. yılında, 01 Ocak 630 târihinde, Medîne-i münevvere’den 12.000 kişilik bir ordu ile gelerek, harp etmeden ve [çok cüz’î bir çarpışma hâriç] kan dökmeden, Mekke-i mükerreme’yi teslîm aldılar. Düşmanlarına da; “Bugün sizin hiçbirinizi, sorguya çekecek değilim. Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” buyurdu.
Kâbe-i muazzamayı putlardan temizledi ve Hazret-i Bilâl, Kâbe-i şerîfe’nin damına çıkarak Mekke’de ilk ezânı okudu. Müslümânlar; göç ederek ayrıldıkları Mekke-i mükerremeye, Kâbe-i şerîfeye ve vatanlarına, böylece yeniden kavuşmuş oldular.
Tarihte; sebep, mâhiyet ve netîceleri îtibârıyla en mühim göç, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın, İslâm dînine inananlarla beraber, Mekke’den Medîne’ye yaptıkları göçtür. Bu büyük hâdiseye “Hicret” denir ve hicrî takvimin başlangıcıdır.
İslâm târihinde, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye “Hicret”leri, hem İslâm târihinin, hem de cihân târihinin en mühim hâdiselerinin başlarında gelir.
Hicret, bilindiği gibi lügatte göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek mânâsınadır. Hemen hemen bütün Peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir. Bunlardan Hazret-i İbrâhim, Hazret-i Lût, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Îsâ'nın (aleyhimüsselâm) hicretleri meşhûrdur.
Eshâb-ı kirâm da, Medîne'ye hicretten önce, iki defâ Habeşistân'a hicret etmişlerdir.
Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in de, Allah yolunda yaptıkları hicret, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir...
.31/12/2019
Zaman en büyük sermâyedir
"İnsanların sahip oldukları, ama geçtikten sonra bir daha, ebediyyen bulamayacakları en kıymetli sermâye zamandır."
Zamân nimeti, Allahü teâlânın bizlere en önemli lutuflarından birisidir. Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır.
Bilindiği üzere, akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir. Onun için Sevgili Peygamberimiz, dün de bahsettiğimiz gibi: “Akıllı kimse [akıllı Müslümân], kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hazırlık yapan kişidir” buyurmuştur.
Yine Peygamber Efendimiz: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” buyurmuştur.
Tâbiîn-i kirâmın en önde gelenlerinden, müfessir, muhaddis, mütekellim, mutasavvıf Hasan-ı Basrî (rahmetullah aleyh), "Sizin, bugün, parayı sarf ederken gösterdiğiniz hassasiyeti, Eshâb-ı kirâm (aleyhimür-rıdvân), zamanlarını kullanırken gösterirlerdi" buyurarak ne kadar önemli bir noktaya dikkat çekmiştir.
“Seyyidü’t-tâife” ve “Seyyidü’t-tâifeteyn” diye anılan büyük velî Cüneyd-i Bağdadî (kuddise sirruh) da, "İnsanların sahip oldukları, ama geçtikten sonra bir daha, ebediyyen bulamayacakları en kıymetli sermâye zamandır" buyurmaktadır.
Büyük âlim Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî de, “geçen zamanı geri getirmek için bütün sultânlar, pâdişâhlar, krallar yani devlet başkanlarının tamâmı bir araya gelseler ve bütün hazînelerini de harcasalar, yine de geri getiremezler” demiştir.
Silsile-i aliyye büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da, "Tasavvuf, ehemmi mühimme tercîh etmektir. Vakti en değerli olan şeye sarf etmektir" buyurmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullah aleyh) ise, "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır" buyurmuştur.
Malûm olduğu üzere, İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde sayılı herhangi bir mübârek gün yoktur. Meselâ, Martın (20.) "Nevrûz" denilen günü ve Mayısın (6.) "Hıdrellez (veya Hıdırellez)" günü ve Eylülün (20.) "Mihricân" günü, bazı ülkelerde mübârek sayılıyorsa da, Müslümânlıkta, bu günlerin diğer günlerden farklı bir değeri yoktur. Noel günü ve gecesi de böyledir.
Doğum günü ve mübârek geceler, hep hicrî yıl ile kutlanır. Bütün ibâdetlerde ve dînî faâliyetlerde de kamerî aylar esas alınır.
İslâmiyet, Müslümânların, îmânlarında ve ibâdetlerinde, Müslümân olmayanları taklit etmelerini, onlara benzemelerini, onların dînlerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmalarını ve kullanmalarını yasak etmiştir.
Fakat İslâm dîninde, kâfirlerden her kavmin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları ve kullandıkları şeylerden, harâm olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kullanmak günâh değildir; onların kullanılmasında dînen herhangi bir mahzur yoktur.
.23/12/2019
Kumar ve piyango -1-
"Menfaate dayalı her türlü şans oyunu kumârdır. Kumâr insanın zamanını, sağlığını, âile huzurunu, toplumdaki itibârını, mâlını ve mülkünü heder eder."
Makâlemizin hemen başında ifâde edelim ki, Allahü teâlânın, kullarına çok büyük nimetleri, ihsânları vardır; bunlara şükür gerekir. Şükür de, emredilenleri yapmak, yasak edilenlerden kaçmak suretiyle olur. Ömür, beden, ilim ve mâl, Allahü teâlânın kullarına verdiği birer sermâyedir. Bu sermâyeyi, Allahü teâlânın bildirdiği yerlerde harcamalıdır.
Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: “Kıyâmet günü, herkes ömrünü ve gençliğini nerelerde geçirdiğinden, mâlını nereden kazanıp nerelere harcadığından ve ilmi ile amel edip etmediğinden sorguya çekilecektir” [Tirmizî]
Dünyâ iş ve kazanç yeridir. Dünyâ âhiretin tarlasıdır. Burada ne ekilirse, âhirette o biçilecektir. Boş vakit, fırsat ve ganîmettir. Faydalı iş yapmadan vakit geçirmek, vakti öldürmek olur. Dünyâda yapılan her işin, her nefesin hesâbı kıyâmette sorulacaktır.
Burada, önemine binâen, hemen şunu da belirtelim ki, Müslümân akıllı olur; hem Allahü teâlânın harâm kıldığı şeyleri yapmaz ve kendisini dînen, âhırette mesul duruma düşürmez; hem de kânûnen yasak olan şeyi yapmaz ve kendisini, âilesini ve bütün sevenlerini sıkıntıya sokmaz.
İslâm dîni, saadeti engelleyen, ferdî, âilevî ve ictimâî huzursuzluklara yol açan başta alkol, uyuşturucu ve kumâr olmak üzere bütün zararlı alışkanlıkları yasaklamaktadır.
Diyânet İşleri Başkanlığı’nın resmî İnternet Sitesinde “İslâm dînine göre, menfaate dayalı her türlü şans oyunu kumârdır. Kumâr insanın zamanını, sağlığını, âile huzurunu, toplumdaki itibârını, mâlını ve mülkünü heder eder. Gençlerin içki, kumâr ve uyuşturucudan korunmasında, en önemli görev, âile ve eğitim kurumlarına düşüyor” denilmektedir.
***
Mukaddes dînimiz İslâmiyette, herhangi bir şeyin harâm veya küfür olduğu, dört delîl ile bilinir. Bunlar Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı ümmet ve Kıyâs-ı fukahâdır.
Allahü teâlâ, Mâide sûresinin 90-91. âyet-i kerîmelerinde buyurmuştur ki (meâlen):
“Ey inananlar, hamr [alkollü içki], kumâr, putlar ve fal okları, şüphesiz şeytân işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz.
Şeytân, alkollü içki ve kumârla aranıza düşmânlık ve kin sokmak ister. Sizi, Allah’ı zikirden ve namazdan alıkoymak ister. Siz [zararları bilinirken], bunlardan hâlâ sakınmaz mısınız?”
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de, içki, kumâr ve çalgının yasak olduğunu bildirmiştir. (Ebû Dâvûd)
Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: “Helâl apaçık bellidir; harâm da apaçık bellidir… Her melikin, bir koruluğu, yani yasak bölgesi vardır; Allah’ın koruluğu da yasak kıldığı şeylerdir…”
Peygamber Efendimiz yine buyurdu ki:
“Her sarhoş eden şey, alkollü içkidir; her alkollü içki de harâmdır.”
“Çoğu sarhoş eden şeyin, azını da içmek harâmdır.” [Tirmizî, Nesâî]
“Bir zaman gelecek, içkinin adı değiştirilecek ve helâl sayılacaktır.” [İmâm Ahmed]
.24/12/2019
Kumar ve piyango -2-
Kumar, cinâyetlere, başkalarını öldürmeye, hırsızlık yapmaya, intihârlara ve daha nice günâhlara sebep olmaktadır; çoluk-çocuk, bütün âileyi perişân etmektedir...
Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, insanlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyâda ve âhirette rahat etmeleri, huzur içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, yani neleri yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır.
Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzur ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, iyi âileler ve iyi cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Allahü teâlâ, bütün kullarının, verdiği nimetlere şükretmelerini, güzel ahlâka sâhip olmalarını, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını ilân etmiştir...
Büyük ilim ve devlet adamlarımızdan Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığında 14 kişilik bir heyetin hâzırladığı kıymetli bir hukûk kitâbı olan Mecelle’nin 2169. maddesinde, “Kumâr”: “Birkaç kimsenin, aralarında para, mâl toplayarak piyango çekip, isâbet etmeyenlerin, isâbet edenlere mâl, para vermelerini sözleşmeleri” şeklinde tarif edilmiştir.
Kumâr, cinâyetlere, başkalarını öldürmeye, hırsızlık yapmaya, intihârlara ve daha nice günâhlara sebep olmaktadır; çoluk-çocuk, bütün âileyi perişân etmektedir. Gazete, radyo ve televizyonlarda, her biriyle ilgili nice haberler neşredilmektedir.
Seyyid, allâme İbn-i Âbidîn de, “kumârcılardan her birinin mâlının artma ve azalma ihtimâlinin bulunduğunu” ifâde etmiştir. Yine buyurmuştur ki:
“Oyun ile vakit geçirmek, tavla, 14 taş ve benzeri oyunlar tahrîmen mekrûhtur. Bunlar, para ile, mâl ile yapılırsa kumâr olur, harâm olur.” [Reddül-Muhtâr c. 5, s. 253]
Demek ki, ne çeşit oyun olursa olsun, çayına bile olsa, para ile oynanınca harâm; parasız oynanırsa tahrîmen mekrûh olmaktadır.
Bir şeyin kumâr olabilmesi için, bahse giren iki veya daha fazla kişinin, zarar veya kâr etme ihtimâlinin bulunması şarttır. Meselâ “Sen kazanırsan, ben sana vereceğim, ben kazanırsam sen bana vereceksin” şeklinde bahse girmek kumâr olur.
“Sen kazansan da, ben kazansam da, ben vereceğim veya sen vereceksin” şeklinde tek taraflı olursa, kumâr olmaz. Yahut, biri, iştirâkçilerden para almadan “Hanginiz kazanırsa, ona para veya araba vereceğim” dese, kumâr olmaz.
Oyun, yarış yapılmaksızın, kumârcıların isimleri veya para ile aldıkları biletlerin numaraları arasında piyango çekerek, çekilen numara sâhiplerine, biletlerden toplanan paraların hepsini veya bir miktârını dağıtmak kumâr olur. Çünkü, piyangoya katılanların hepsi, kendi numarasının çekileceğini ümit ederek para yatırmaktadır.
Piyango sâhibi, kendisi kumâra iştirâk etmese bile, harâma sebep olduğu için, büyük günâh işlemekte, iştirâk edenleri sömürmektedir. Kumâr işini, kimin yaptırdığı önemli değildir; devlet yaptırsa da, özel şahıslar yaptırsalar da, harâm olmaktan çıkmaz.
.17/12/2019
Bazı fertlerin helâki!..
Ebû Cehil, Ebû Leheb, Râhip Ebû Âmir, Ka’b bin Eşref, Nadr İbnül-Hâris, Velîd İbnül-Muğîre; Resûlullâh zamanında helâk edilen kişiler arasındadır.
Kur’ân-ı kerimde, Allahü teâlânın gazabına uğramış kavimler/toplumlar (Hazret-i Hûd’un kavmi Âd, Hazret-i Sâlih’in kavmi Semûd ve Hazret-i Şuayb’in kavmi Eshâbü’l-Eyke, Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût kavimleri…..) zikredildiği gibi, ferdlere/bireylere de yer verilir.
Resûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önce helâk edilen kişiler arasında (alfabetik olarak), Bel’âm-ı Bâûrâ, Câlût, Fir’avun ve İsrâîloğulları, Hâmân, Hazret-i Nûh’un eşi ve oğlu, Kârûn, Nemrut, Sâmirî… gibi kişiler vardır.
Resûlullâh (sallallâhü aleyhi ve sellem) zamanında ise (yine alfabetik olarak), Ebû Cehil, Ebû Leheb, Hıristiyân Râhip Ebû Âmir, Ka’b bin Eşref, Nadr İbnül-Hâris, Velîd İbnül-Muğîre… gibi kişiler mevcuttur.
2007 yılında, Şanlıurfa’da, Harrân Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Tefsîr Bilim Dalı’nda, Hatice Başkaya tarafından, “Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlânın Gazabına Uğramış İnsanlar ve Toplumlar” adıyla, bir Yüksek Lisans Tezi hazırlanmıştır.
Onun da ifâde ettiği gibi, kıssaların, özellikle yoğun olarak ferd ve cemiyetlerin/birey ve toplumların, Allahü teâlânın gazabına uğramalarını anlatan sahnelerin, Kur’ân-ı kerîmde bu kadar çok yer alması, insanların azgınlaştıklarında, başlarına gelebilecekleri önceden bilip, bu muhtemel tehlikelerden, kendilerini korumalarını sağlamak içindir...
Allahü teâlâ, eski milletlerin hayât hikâyeleri hakkında, Kur’ân-ı kerîmde anlatılanlardan, az çok haberdâr olan müşriklere, âyetlerini kabul etmedikleri takdîrde, kendilerinin de onlar gibi gazaba uğrayacaklarını hatırlatıp onları uyarmaktadır.
Kıyâmete kadar yaşayacak bütün insanlar içerisinde, “Allahü teâlânın emir ve yasaklarına karşı gelen, küfür ve şirkte, zulüm ve azgınlıkta ısrâr eden kavimlerin, cemiyetlerin, toplumların sonlarının, önceki milletlerin âkıbetlerinden farklı olmayacağı" bu kıssaların ana temasıdır.
Özetle söyleyecek olursak, Kur’ân-ı Kerim’de, gazap konularını ihtivâ eden âyet-i kerîmelerin, yer ve zaman unsuru ön plana çıkartılmaksızın, bahsedilen kimselerin karakterlerinin öne çıkarılarak çokça tekrâr edilmesi; sonraki muhâtaplarını, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesinin, benzer durumlarda, aynı şekilde cereyân edeceğinden, işleyeceğinden haberdâr etmek ve böyle bir duruma düşmemelerini sağlamak içindir.
Diyânet İşleri Başkanlığı Dîn İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Bahattin Akbaş’ın “Helâk Edilen Kavimler ve Helâk Sebepleri” başlıklı makâlesinde de, konu enine-boyuna anlatılmaktadır.
Onun da dediği gibi, dünyâ üzerinde yaşamış olan kavimlerin helâk edilmeleri, işledikleri şirk, küfür, isyân ve zulüm gibi günâhları sebebiyledir. Yoksa Allahü teâlâ, kullarına aslâ zulmetmez; bu durum adâletin gereğidir.
.16/12/2019
Allahü teâlânın celâl sıfatları da vardır...
“Celâl” sıfatı; Allahü teâlânın kahr ve gazab sıfatlarından olup azamet, büyüklük, ululuk, hiçbir şeye muhtaç olmamak demektir.
Aralık ayının başından beri, Allahü teâlâya, kitaplarına ve Peygamberlerine harp açanların (Âd, Semûd ve Nûh aleyhisselâmın kavimleri gibi) âkıbetlerinden bahsediyoruz.
Bilindiği üzere, Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde bildirilen doksan dokuz ism-i şerifine, “Esmâ-i Hüsnâ (Güzel isimler)” denilir.
Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki (meâlen):
“Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsı (güzel isimleri) vardır. O hâlde, O'na, bunlarla duâ ediniz.” (A'râf sûresi, 180)
“Esmâ-i hüsnâdan her birini söyledikten sonra, “celle celâlüh” gibi tâzîm, hürmet (saygı) ifâdesini de söylemelidir. Yoksa edebe riâyet edilmemiş olur.” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Bunlardan bir kısmına cemâl sıfatları, diğer bir kısmına da celâl sıfatları adı verilmektedir. Meselâ “Rahmân”, “Rahîm”, “Latîf”, “Cemîl”... gibi sıfatlar cemâl sıfatlarındandır. Ama “Azîz”, “Cebbâr”, “Kahhâr”, “Müntekım”… gibi bazı sıfatlar vardır ki, bunlar celâl sıfatlarından olmaktadır.
“Cemâl (Güzellik)” sıfatı, Allahü teâlânın lütuf ve rızâ sıfatıdır. “Celâl”: Allahü teâlânın kahr ve gazab sıfatlarından olup azamet, büyüklük, ululuk, hiçbir şeye muhtaç olmamak demektir.
En büyük âlim ve velîlerden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruh) buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, kıyâmet günü mahşer yerinde, kâfirlere ve günâhı olan müminlere, kahr ve celâl; sâlih olan müminlere ise, lütuf ve cemâl sıfatlarıyla muâmele edecektir.”
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
“Yeryüzünde bulunan her cânlı fânîdir (yok olucudur). Ancak celâl ve ikrâm sâhibi olan Rabbinin zâtı bâkîdir. Böyle iken, Rabbinizin hangi nîmetlerini yalan sayabilirsiniz?” (Rahmân sûresi, 26-28)
“Yâ zel-celâli vel-ikrâm'ı çok söyleyiniz, ona çok devam ediniz.” (Tirmizî)
“Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli ve büyüklüğünden korkudadırlar. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur.” (İmâm-ı Rabbânî)
“Gadab”: Allahü teâlânın, emrine karşı gelen kullarından intikâm almak istemesi manâsına gelmektedir.
“Allahü teâlâ, kullarına, iyilik ve kötülük yapmayı, çeşitli sebeplerle hâtırlatmaktadır. Merhamet ettiği kulları, kötülük yapmak irâde edince, isteyince, O irâde etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde ettikleri zaman, O da irâde eder ve yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydâna gelir. Gadab ettiği düşmânlarının kötü irâdelerinin, isteklerinin yaratılmasını, O da irâde eder ve yaratır. Bu kötü kullar, iyilik yapmak irâde etmedikleri için, bunlardan hep fenâlık meydana gelir.” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
[İnşâallah yarınki makâlemizde de, helâk edilen bazı ferdlerden bahsedelim.
Hazret-i Nûh aleyhisselâmın kavminin helaki!..
Hazret-i Nûh’un kavmi, Allahü tealaya ve Peygamberine isyân etmeleri, zulme, küfre ve günâha dalmaları sebebiyle helâk olmuştur.
Geçen haftaki 2 makâlemizde, birer nebze “Âd” ve “Semûd” kavimlerinin helâklerinden bahsetmeye çalıştık. Bugün ve yarın da, Hazret-i Nûh aleyhisselâmın kavminin ve diğer bazı kimselerin helâkinden bahsetmek istiyoruz.
Hemen başta ifâde edelim ki, Hazret-i Nûh’un kavmi, Allah’a ve Peygamberine isyân etmeleri, zulme, küfre ve günâha dalmaları sebebiyle helâk olmuştur.
Hazret-i Nûh aleyhisselâm, Kur'ân-ı kerîmde adı geçen büyük Peygamberlerdendir. Peygamberlerin büyükleri olan ve kendilerine “Ülü'l-azm” denilen altı Peygamberin ikincisidir. İdrîs aleyhisselâmdan sonra Peygamber olarak gönderilmiştir.
Hazret-i Âdem’den sonra insan nesli çoğalmış, bunlar yeryüzünde birçok yeri imar etmişler, ancak zamanla hak dînden uzaklaşarak putlara tapmaya başlamışlardır. Yüce Allah insanlara, Hazret-i Nûh'u Peygamber olarak göndermiş; ancak insanlar onun öğütlerini dinlememişler, hattâ onu alaya almışlardır.
Hazret-i Nûh, kavminin îmân etmesinden ümîdini kesince, onların helâk olmalarını istemiştir. Allah da, ona bir gemi yapmasını emretmiş ve bu gemiye müminlerle her cins hayvândan birer çift almasını söylemiştir. Bundan sonra büyük bir tûfânla sular her tarafı kaplamıştır. İmân etmeyenler boğulmuşlar ve böylece helâk olmuşlardır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki (meâlen):
“Muhakkak biz, Nûh'u (aleyhisselâm), kavmine Resûl (Peygamber) olarak gönderdik.“ (A'râf sûresi, 59)
“Biz Nûh'u (aleyhisselâm), kavmine, Peygamber olarak gönderdik. O, onlara dedi ki: Ben, sizi, Allahü teâlânın azâbıyla korkutuyorum ve azâbdan kurtuluşun çâresini beyân ediyor, açıklıyorum. Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyin. Bana muhâlefet etmeniz hâlinde, bir gün üzerinize elem verici, çok şiddetli bir azâbın gelmesinden korkuyorum.” (Hûd sûresi, 25-26)
“Andolsun, biz, Nûh’u, kendi kavmine Peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Netîcede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayıverdi." (Ankebût, 14)
Hazret-i Nûh (aleyhisselâm), "Bismillah" ve "Elhamdülillah" demeden, büyük olsun, küçük olsun, herhangi bir iş yapmazdı. Bu sebeple Allahü teâlâ, onu "Çok şükredici bir kul" olarak isimlendirdi. (Hadîs-i şerîf-Taberânî, İbn-i Cerîr)
[İnşâallah yarın da konumuza devâm edelim.]
.10/12/2019
Hazret-i Nûh ve kavmi hakkında birkaç kelime...
Nûh Sûresinde Hazret-i Nûh'un Peygamber olarak gönderilmesi, kavmini îmâna dâveti, onların inkârlarında devâm etmeleri ve Nûh tûfânı anlatılmaktadır.
Kur'ân-ı kerîmin yetmiş birinci sûresi olan Nûh sûresi, Mekke-i mükerreme'de nâzil oldu (indi). Yirmi sekiz âyet-i kerîmedir. Hazret-i Nûh aleyhisselâmın, Peygamber olarak gönderilişi ve mücâdeleleri anlatıldığından bu sûreye, Nûh Sûresi denilmiştir.
İbn-i Abbâs ve Vehb bin Münebbih’in ifâde ettiklerine göre, sûrede; Hazret-i Nûh aleyhisselâmın Peygamber olarak gönderilmesi, kavmini îmâna dâveti, onların inkârlarında devâm etmeleri ve Nûh tûfânı anlatılmaktadır. (Taberî, Sa'lebî)
Hazret-i İdrîs aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azdılar; doğru yoldan ayrıldılar. Putlara yani heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Hazret-i Nûh aleyhisselâmı Peygamber olarak gönderdi. O zaman elli yaşında idi. Onları yıllarca dîne dâvet etti, putlara tapmaktan sakındırdı ve Allahü teâlâya ibâdet etmelerini söyledi.
Hazret-i Nûh aleyhisselâmı alaya alıp işkence ettiler. Hazret-i Nûh aleyhisselâm, onlara bedduâ etti. Allahü teâlâ, ona, gemi yapmasını emretti. Gemi bitince tûfân oldu. Nûh aleyhisselâm müminler (inananlar) ile gemiye bindi. Üç katlı olan gemiye binenlerin sayısı seksen kişi kadardı. Hazret-i Nûh aleyhisselâm, gemisine, her hayvandan da birer çift aldı. Sular dağları aştı. İnsanlar ve hayvanlar telef oldular.
Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Gemi, Cûdî dağına oturdu. Hazret-i Nûh aleyhisselâma inanıp gemiye binenler kurtuldular. Daha sonra insanlar, Nûh aleyhisselâmın; Sâm, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlundan çoğaldılar. (Taberî, Sa'lebî, Nişâncızâde)]
Allahü teâlâ, Nûh sûresinin başında buyurdu ki (meâlen):
“Gerçekten biz, Nûh'u kavmine gönderdik. "Kavmine acıklı bir azâb gelmezden önce onları korkut" diye... (Nûh onlara) dedi ki: "Ey kavmim! Muhakkak ki ben, size (azâb ile korkutan) açık bir Peygamberim; Allah'a ibâdet edin, O'ndan korkun ve bana da itâat edin." (Nûh sûresi, 1-3)
Hazret-i Nûh şöyle demişti: "Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar ve ancak bir nankör fâcir doğururlar. Rabbim! Beni, ana-babamı, mümin olarak evime gireni, bütün mümin erkekleri ve mümin kadınları bağışla. Zâlimlerin ise, ancak helâkini artır...” (Nûh sûresi, 26-28)
Cenâb-ı Hak, Hazret-i Nûh’un kavminin helâkini, Kur’ân-ı hakîminde şöyle ifâde buyurmaktadır:
“Hatâları (küfür ve isyânları) yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular da, kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar.” (Nûh, 25)
.03/12/2019
Âd kavminden sonra Semûd kavminin helaki
Semûd kavmi, zulüm ve haksızlığa dayalı çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsâd ettiler, bozdular ve putlara tapmaya başladılar...
Dünkü makâlemizde, Hazret-i Nûh aleyhisselâmın torunlarından ve Hûd aleyhisselâmın kavmi olan, “Âd kavmi”nin helâkinden sonra, Sâlih aleyhisselâmın kavmi olan “Semûd kavmi”nden de bir nebze bahsettik. Bugün, onlarla ilgili birkaç kelime daha yazmak istiyoruz...
Allahü teâlâ, Âd kavmi gibi bunlara da, bol nimetler ve çok uzun ömür verdi. Meskenlerinde her türlü nimetler içinde yüzüp, üç yüz sene ile bin sene arasında ömür sürdüler. Önceleri bu nimetlere şükrederlerken, sonraları unutup terk ederek, zevk ve safâya daldılar.
“Semûd kavmi”, kabîle reîsleri başta olmak üzere, zulüm ve haksızlığa dayalı çeteler kurup, karışıklıklar çıkardılar. İnsanları ifsâd ettiler, bozdular ve putlara tapmaya başladılar. Peygamberleri olan Hazret-i Sâlih aleyhisselâma inanmadılar.
Hazret-i Sâlih aleyhisselâm, kendisine inanan 4.000 kişi ile birlikte, o beldeyi terk etti. Semûdluların yüzleri kana boyanmış gibi kırmızı oldu. Daha sonra simsiyah oldu. Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma, Semûdluları bir sayha (korkunç gürültü) ile helâk etmesini emir buyurdu.
Bir sabâh vakti, azâb sayhası, Semûd kavmini yakalayıverdi. Sayhanın şiddetinden hepsinin ödleri patlayarak helâk oldular. Helâk edilişleri, dillere destân oldu. (Nişâncızâde, Kisâî, Sa'lebî)
Hazret-i İdrîs aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar azdılar. Doğru yoldan ayrıldılar. Putlara yâni heykellere tapmaya başladılar. Cenâb-ı Hak, bunlara Hazret-i Nûh aleyhisselâmı Peygamber olarak gönderdi. O zaman elli yaşında idi. Onları, yıllarca dîne dâvet etti, putlara tapmaktan sakındırdı ve Allahü teâlâya ibâdet etmelerini söyledi. Hazret-i Nûh aleyhisselâma, kendi oğlu Yâm yâni Ken'ân bile îmân etmedi. Hazret-i Nûh aleyhisselâmı alaya alıp işkence ettiler. Hazret-i Nûh aleyhisselâm onlara bedduâ etti.
Allahü teâlâ, ona, gemi yapmasını emretti. Gemi bitince tûfân oldu. Hazret-i Nûh aleyhisselâm müminler (inananlar) ile gemiye bindi. Üç katlı olan gemiye binenlerin sayısı seksen kişi kadardı. Hazret-i Nûh aleyhisselâm, gemisine her hayvandan da birer çift aldı. Oğlu Ken'ân'ı da gemiye almak için çağırdı, fakat o, “ben, bir dağa çıkar, kurtulurum” diyerek gemiye binmedi. Bir dalga gelip oğlunu aldı ve boğdu. Sular dağları aştı. İnsanlar ve hayvanlar telef oldular. Altı ay sonra yağmurlar durdu, sular çekildi. Gemi, Cûdî dağına oturdu. Hazret-i Nûh aleyhisselâma inanıp gemiye binenler kurtuldular. Daha sonra insanlar, Hazret-i Nûh aleyhisselâmın; Sâm, Hâm ve Yâfes adlı üç oğlundan türediler (çoğaldılar). Bunun için Hazret-i Nûh aleyhisselâma “Âdem-i sânî=ikinci Âdem” (aleyhisselâm) denildi. Hazret-i Nûh aleyhisselâm bin yaşında vefât etti. (Sa'lebî, Taberî, Nişâncızâde)
..2/12/2019
Allahü tealaya harp açanların âkıbetleri!
Son zamanlarda, bazı edepsizlerin, bizzât Allahü teâlâya, son Kitâbına ve son Peygamberine harp ilan ettiklerini, çok elem verici ve acı bir şekilde görüyoruz!..
Youtube kanallarında bazı câhillerin, edepsizlerin, mübârek ve kıymetli âlimlere ve velîlere dil uzattıkları yetmiyormuş gibi, bazılarının da bizzât Allahü teâlâya, son Kitâbına ve son Peygamberine dil uzattıklarını, hatta harp açtıklarını, çok elem verici ve acı bir şekilde görüyoruz.
Bu kişiler, İslâmiyete asırlar boyu hizmet etmiş bu şerefli milletin yavrularının îmânlarını çalmak, dînlerini bozmak için, bu dünyâda, sırtlarını dîn düşmanı, İslâm düşmanı bazı zengin şahıslara, yabancı bazı Hıristiyân devletlere, onların birtakım derin yapılarına dayayabilirler.
Şimdi ben, o gibi kişilere, ibret ve ders almaları için, târihte zuhur eden o kabîl kişilerin başlarına neler geldiğini hâtırlatmaya çalışacağım...
Hazret-i Hûd aleyhisselâmın kavmi, Hazret-i Nûh aleyhisselâmın torunlarından “Âd”ın evlâdından çoğaldıkları için “Âd kavmi” adını almışlardır. Bu kabîle, Yemen'de Hadramût bölgesinde, Ummân ile Aden arasında “Ahkâf” denilen yeri yurt edindi. [Yemen ile Şâm arasında yerleştikleri de rivâyet edilmiştir.]
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki (meâlen):
“Âd kavmine, kardeşleri Hûd'u Peygamber olarak gönderdik. Hûd (aleyhisselâm) onlara; "Ey kavmim! Allahü teâlâya ibâdet edin. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. Hâlâ O'nun azâbından korkmayacak mısınız?" dedi" (A'râf sûresi, 65)
Hazret-i Hûd aleyhisselâmın Peygamber olarak gönderildiği Âd kavmi, âsî olup, şiddetli rüzgârla helâk edilince, îmân ettikleri için bu azâbdan kurtulan müminler, kendilerine yeni yurtlar bulmak için, çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu büyük felâketten kurtulanlardan birisi de, Hazret-i Nûh'un (aleyhisselâm) oğlu Sâm'ın neslinden gelen Semûd idi.
Yine Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki:
“Biz, Semûd'a (nesebde) kardeşleri Sâlih'i, Resûl (Peygamber) olarak gönderdik.” (Hûd sûresi, 61)
Semûd ve berâberindekiler, Şam ile Hicâz arasında bulunan “Hicr” mevkiinde yerleştiler. Daha sonra Semûd'un torunları bu beldeden ayrılıp, Âd kavminin helâk edildiği yerlere göç ettiler. Buraları îmâr ettiler. Burada çoğalan Semûd'un torunları, önce bir kabîle, sonra da büyük bir kavim (topluluk) oldular. Dedeleri Semûd'a nisbetle, “Semûd kavmi” denildiği rivâyet edilmektedir.
Kur'ân-ı kerîmde "Eshâbül-Hicr" diye zikredilen bu kavim, Âd kavminin devâmı olması ve onun yerini alması sebebiyle, “Âd-ı sânî (ikinci Âd)” diye de anılır. (Sa'lebî, Kisâî)
Semûd kavmi, Âd kavmi gibi taşları yontup, dağları oyarak kayalara, tepelere saraylar yapmış, ovalara köşkler kurup, bağlar, bahçeler meydana getirmişlerdir. [Konumuza, inşallah yarın devam edelim.]
İnsanlar, İslam'ın aydınlığında huzur ve saadete koştular...
İslâm nûrunun ilk parladığı Mekke-i Mükerreme, hicrî 8. senedeki fethini takip eden ilk günlerde, şirk ve küfür karanlıklarından tamâmen temizlenmiştir.
Dünkü makâlemizde birer nebze, Asr-ı Saadet ve Emevîlerden bahsettik. Emevîlerden sonra nöbeti devralan Abbâsîler devrinde; İslâm dîni, doğuda Büyük Okyanus’tan, batıda Atlas Okyanusu kıyılarına, kuzeyde Rusya içlerinden, güneyde Hind Okyanusu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldu.
Bilindiği gibi, İslâm nûrunun ilk parladığı mukaddes belde, Arabistân Yarımadası’ndaki Mekke-i Mükerreme, hicrî 8. senedeki fethini takip eden ilk günlerde, şirk ve küfür karanlıklarından tamâmen temizlenmiştir. Önce Mekke ve Medîne’yi aydınlatan bu nûr, sonra dalga dalga bütün dünyâyı tenvîr etmiştir. O’nun aydınlığında insanlar huzûr ve saâdete koşmuşlardır.
Bütün insanlığa çok hayırlı hizmetler yapmış ve çok yüksek medeniyetler sergilemiş olan Karahanlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Babürlüler, Selçuklular ve Osmanlıların temelleri buraya dayanır. Dünyânın çok geniş coğrâfî bölgelerinde, târih boyunca, çok büyük İslâm Devletleri ve göz kamaştıran parlak İslâm Medeniyetleri kurulmuştur.
Her kültür ve medeniyetin muhakkak dînî bir inanca dayandığı, ondan kuvvet alıp hayât bulduğu herkesçe malûmdur; İslâm’a dayanan medeniyetler de, güçlerini ondan alıp hayât bularak, insanları râhat ve huzûra kavuşturmuşlardır.
Günümüzde Türk-İslâm Târihi’ni hakkıyla bilmek, ciddî bir ihtiyâç hâline gelmiştir. Şüphe yok ki, târih boyunca, geniş İslâm coğrafyasında gelmiş geçmiş bulunan yüzlerce Türk ve Müslümân hükümdârın kurdukları devletleri ve onların medeniyete katkılarını, ortaya çıkan problemlere getirdikleri çözümleri öğrenmek, bizleri istikbâle hazırlayacaktır.
Mukaddes dînimize, güzel dilimize, azîz vatanımıza, şânlı târîhimize, yüksek kültür ve medeniyetimize, güzel ahlâkımıza, bütün kıymetli ilim adamlarımıza, özellikle bölgemizde yetişen değerli büyüklerimize sâhip çıkmamız lâzım; bunlara ağırlık ve önem vermek gerekli. Bunları çocuklarımıza ve torunlarımıza, yeni nesillerimize, bütün milletimize aktarmalıyız, tanıtmalıyız, öğretmeliyiz.
Şüphesiz ki, Sahâbe-i kirâm ve Tâbiîn devrinden başlayarak geniş İslâm dünyâsı içinde birçok âlim ve velî gelip geçmiştir. Bu büyük âlim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, nasîhat ve tavsiyelerinden istifâde edilen, hayâtları örnek alınan kimseler olmuşlardır. İslâm ve Türk târihi boyunca dünyâya hükmeden sultânlar, pâdişâhlar bile doğruyu onların vâsıtasıyla bulmaya çalışmışlar, mânevî sultânların onlar olduklarını görmüşler, yine onların irşâd ve nasîhatleri ile devlete, millete ve bütün insanlığa çok faydalı hizmetler yapmışlardır.
.25/11/2019
Müslümanların tarihte kurdukları yüksek medeniyetler...
İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde, insanlara adâlet ve emniyet, huzur ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsullerini de bol bol saçmıştır.
Malum olduğu üzere, “Mevlid Kandili” münâsebetiyle, son 6 makâlemizde, Sevgili Peygamberimizden ve onun âlemlere rahmet olmasından bahsettik. Bugün, Müslümânların, târihte nasıl yüksek medeniyetler kurduklarından söz etmeye çalışacağız...
20-23 (Yirmi-yirmi üç) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan Peygamber Efendimiz ve onun Eshâbı olan Müslümânlar, Peygamberimizden sonra da, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zamanda, Mezopotamya, İrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuşlardır. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.
Daha sonraki asırlarda Afrika’nın ortalarına, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde, insanlara adâlet ve emniyet, huzur ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsullerini de bol bol saçmıştır.
Peygamber Efendimizin devri ve onun vazîfelerini tam olarak yaptıklarından dolayı, kendilerine “Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler” denilen “Dört Halîfe Devri” (632-661/H. 11-40), bütün târih boyunca İslâmî fazîletlerin yaşandığı “Asr-ı Saâdet=Saâdet Asrı=Altın Çağ” olarak kabul edilir. Bunlardan sonra, kronolojik olarak “Emevîler” ve “Abbâsîler” dönemi gelmektedir.
Emevîler; Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika’dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüzyıl hüküm sürdüler.
Emevîler, İslâm dînini İspanya’dan Avrupa’ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar.
Emevîler’den sonra İslâm devleti başkanlığını (hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs’ın soyundan olan Ebü’l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750/H. 132’de Abbâsîler Devri başladı. Devletin başşehri Şâm’dan Bağdâd’a nakledildi...
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Asr-ı saâdetten beri, İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde de birçok İslâm devleti kurulmuştur.
Anadolu’da kurulan [25 devlet]; Irâk, Sûriye ve Mısır’da kurulan [11 devlet]; Arabistân Yarımadasında kurulan [6 devlet]; İspanya ve Kuzey Afrika’da kurulan [13 devlet]; Batı ve Orta Afrika’da kurulan [16 devlet]; İrân, Kırım, Orta Asya, Afganistân ve Hint Yarımadası’nda kurulan [50 devlet], târih kitaplarında ve ansiklopedilerde uzunca anlatılmaktadır. [Toplam 121 devlet etmektedir.] Şimdi biz bunları ele alacak durumda değiliz...
.19/11/2019
Peygamberimizin şanının yüceltilmesi ne demektir?
Muteber tefsîr kitaplarında deniliyor ki: “Ezân, ikâmet, teşehhüd, hutbe gibi birçok yerde benimle beraber adını andırmak sûretiyle şânını yücelttik.”
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerimde birçok âyet-i kerîmede Habîbini övüyor:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [Enbiyâ, 107]
“Rabbinin sana verdiği nimetler sâyesinde sen mecnûn değilsin. Senin için bitmez, tükenmez, sonsuz mükâfât vardır. Elbette sen büyük bir ahlâk üzeresin.” [Kalem, 2-4]
“Resûlullahta sizin için [uyulması gereken] güzel örnekler vardır.” [Ahzâb, 21]
“Sen râzı oldum diyene kadar Rabbin sana [çok nimet] verecek!” [Duhâ, 5]
“Senin şânını, şöhretini yücelttik.” [İnşirâh, 4]
Bu son âyet-i kerîmenin tefsîri hakkında, muteber tefsîr kitaplarında deniliyor ki:
“Ezân, ikâmet, teşehhüd, hutbe gibi birçok yerde benimle beraber adını andırmak sûretiyle şânını yücelttik.” (Celâleyn Tefsîri)
“Senin ismini doğuda, batıda, yeryüzünün her yerinde yükselttim.” (Sâvî Tefsîri)
[Batıya doğru, bir tûl derecesi gidilince, namaz vakitleri 4 dakîka gecikiyor. Her 28 km gidişte, aynı vaktin ezânı, birer dakîka sonra tekrâr okunuyor. Böylece, yeryüzünün her yerinde, her ân ezân okunmakta, Muhammed aleyhisselâmın ismi, Allahü teâlânın ismi ile beraber her ân, her yerde işitilmektedir.]
“Öyle bir yükseltme, yüceltme ki, kendi ismini, Habîbinin ismi ile birlikte zikrettirdi, anılmasını sağladı. Ona itâati, kendisine itâat olarak gösterdi. Melekler Ona salât etti, müminlere de Ona salevât getirmeyi emretti; Onu ismiyle değil, hep Resûlüm, Habîbim gibi güzel sıfatlarla andı.” (Beydâvî)
“Cenab-ı Hak, Resûlünün nâmını dünyâ ve âhirette de yükseltti. Hiçbir şehâdet getiren, hiçbir namaz kılan yoktur ki şehâdet kelimesini ve Resûlullahın mübârek adını zikretmiş olmasın.” (Katâde)
Allahü tealâ [hadîs-i kudsîde] buyurdu ki:
“Ben anıldıkça, habîbim sen de benimle birlikte anılmak suretiyle şânını yükselttim.” [İbn-i Hibbân, Ebû Ya'lâ]
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), belli bir zaman dilimine değil; bir millete, bir bölgeye değil, bütün dünyâya; belli bir kavme değil, bütün insanlara Peygamber olarak gönderilmiştir.
Enbiyâ sûresinin, “Biz, seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik” meâlindeki 107. âyeti, Peygamber Efendimizin, bütün insanlar için rahmet olduğunu bildirmektedir. Peygamber Efendimiz, bütün insanların, bütün Peygamberlerin yani âlemlerin Efendisi, kâinâtın Efendisi, iki cihânın güneşidir. Bu konuda birkaç hadîs-i şerîf zikredebiliriz:
“Kıyâmette insanların seyyidiyim, efendisiyim.” [Buhârî, Müslim, Tirmizî]
“Ben, bütün insanların efendisiyim.” [Buhârî, Tirmizî, İbn-i Mâce, İmâm Ahmed, Dârimî]
“Ben, âlemlerin efendisiyim.” [Beyhekî]
“Ben, bütün peygamberlerin seyyidiyim, efendisiyim.” [Dârimî, İbnü’n-Neccâr]
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları bildirirken, “Bunları övünmek için söylemiyorum, hakîkati bildiriyorum. Hakîkati bildirmek benim vazîfemdir. Bunları söylemezsem vazîfemi yapmamış olurum” buyuruyor.
.18/11/2019
Kur'ân ve hadîsler ışığında Peygamber Efendimiz...
“Allah’a ve Resûlüne itâat edenler, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, lütuflarda bulunduğu nebîler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle berâberdir…”
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, baştan sona kadar, birçok yerde, Muhammed aleyhisselâma îmân edip uymayı emrediyor, ona uymayanın Müslümân olamayacağını, kâfir olacağını ifâde buyuruyor.
Kur'ân-ı kerîm, Muhammed aleyhisselâmın mucizelerinin en büyüğüdür; çok büyük ve pek kıymetli bir hazinedir:
[Varlıkların başlangıcı ve sonu hakkında bilgiler, insanlara faydalı ve zararlı olan şeylerin hepsi, bütün ilimler ve tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler, iyi ahlâk ve insanlara üstünlük sağlayan meziyetler, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşturacak iyilikler, Kur'ân-ı kerîmde açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir. Kapalı olanlarını, erbâbı anlayabilmektedir. Geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli şeyleri haber vermektedir.]
Habîbinin ismini kendi isminin yanından ayırmayan Allahü teâlâdır. İmânda da, itâatte de kendi isminin yanında bildirmiştir. Bu husustaki bazı âyet-i kerîme meâlleri şöyledir:
“Allah’a ve Resûlüne itâat edin ki, rahmete kavuşturulasınız.” [Âl-i İmrân, 132]
“Allah ve Resûlüne itâat eden Cennete, isyân eden Cehenneme gider.” [Nisâ, 13-14]
“Allah’a ve Resûlüne itâat edenler, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, lütuflarda bulunduğu nebîler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle berâberdir…” [Nisâ, 69]
“Resûle itâat eden, Allah’a itâat etmiş olur.” [Nisâ, 80]
“Allah’a ve Resûlüne karşı gelen, bilsin ki, Allah’ın azâbı çok şiddetlidir.” [Enfâl, 13]
“Allah’a ve ümmî nebî olan Resûlüne îmân edin ve uyun ki, doğru yolu bulabilesiniz.” [A’râf, 158]
“Allah ve Resûlüne itâat edin.” [Enfâl 1, 20, 46; Mâide 92; Ahzâb 33; Teğâbün 12; Mücâdele, 13; Nûr, 54]
“Allah’a itâat edin, Peygambere itâat edin; işlerinizi boşa çıkarmayın.” [Muhammed, 33]
“Allah ve Resûlüne itâat eden, en büyük kurtuluşa ermiştir.” [Ahzâb, 71]
“Allah’a ve Resûlüne itâat ederseniz, işlediklerinizden bir şey eksilmez.” [Hucurât, 14]
Ayrıca, Allah ve Resûlüne itâat etmenin Müslümânlık, karşı gelmenin sapıklık, kâfirlik olduğu, îmân ve itâat edenlere Cennet nimetlerinin olduğu, inkâr ve karşı gelenlere Cehennem azaplarının olduğu, bunların Cehennemde “keşke Allah’a ve Resûlüne itâat etseydik” diyecekleri başka âyetlerde de bildirilmiştir. [Ahzâb 31, 36, 66; Nûr 51, 52; Fetih 17, Tevbe 71]
Allahü teâlâ, kendisine ve Resûlüne itâati beraberce emrettiği gibi, sâdece Habîbine uymayı da bildiriyor:
“Resûlüme uyun ki, doğru yolu bulabilesiniz!” [A’râf 158; Nûr 54]
“Resûlümün verdiğini alın, yasakladığından da sakının!” [Haşr, 7]
“O, kendiliğinden konuşmaz. Onun [dîn ile ilgili] her sözü vahiy iledir.” [Necm, 3-4]
“İhtilâfa düştükleri şeyi insanlara açıklaman için ve îmân eden bir kavme de hidâyet ve rahmet olsun diye bu kitâbı sana indirdik.” [Nahl, 64]
“Namaz kılın, zekât verin, Resûle itâat edin ki, size merhamet edilsin.” [Nûr, 56]
.12/11/2019
Resulullah efendimizi doğru bir şekilde tanımak lazım
Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm’ı bütün insanlara doğru bir şekilde tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir.
Kâinâtın Efendisi, başlarımızın tâcı, gönüllerimizin ilâcı, iki cihânın güneşi Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı, lâyıkı vechile tanımak, doğru bir şekilde beşeriyete tanıtmak, biz Müslümânlar için bir insanlık, Müslümânlık ve vefâ borcudur.
Aslında bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler kendisinde toplanmış olan, iki cihânın, dünyâ ve âhiretin Efendisi, insanların ve cinnîlerin Peygamberi, Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu ve Allahü teâlânın Habîbi, mahbûbu, sevgilisi, yanî en çok sevdiği kulu olan Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm’ı bütün insanlara doğru bir şekilde tanıtmak ve sevdirmeye çalışmak çok şerefli bir iştir. Bu, O’nun ümmeti olmakla şereflenmiş bulunan kültürlü, münevver, imkânı olan ve gücü yeten her Müslümânın işi olmalıdır.
Bütün âlim ve velîler, hayâtları boyunca, onun yüksek ahlâkına uygun şekilde yaşamaya ve bunu her tarafa yaymaya gayret etmişlerdir.
Kesin bir husustur ki, Resûlullah Efendimizi, ilim, irfân ve asâlet sâhibi insanlar medhetmekte; câhil, ilim ve edepten mahrûm, nasîpsiz, dînsiz, îmânsız, bozuk kişiler de kötülemektedirler. Tabîî ki bu, bir nasip işidir.
Ahirette azaplardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sâdık kul olma saâdetine erer. Dünyâya gelmiş olan yüzyirmidört binden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemişlerdir. Mûsâ aleyhisselâm Onun zamanında bulunsaydı, o büyüklüğü ile beraber, Ona tâbi olmayı severdi. İsâ aleyhisselâmın gökten inip, Onun dîni yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan Müslümânlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlıları/en iyileri oldular. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesten önce gireceklerdir.
İmân etmek, Ona tâbi olmaya başlamak ve saâdet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ Onu, dünyâdaki bütün insanları ebedî saâdete davet için göndermiştir.
Ona tâbi olmak, yani Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur’ân-ı kerimin gösterdiği yoldur. Bu yola “İslâm Dîni” denir. Ona uymak için, önce îmân etmek, sonra Müslümânlığı iyice öğrenmek, sonra farzları eda edip, harâmlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lazımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymaya çalışmalıdır.
Dîn-i İslâm’ın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir.
“Peygamberlerin sonuncusu” olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın dîni, bütün dînleri nesh etmiş, yani yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitâbı, geçmiş kitapların en iyisidir. O’nun getirdiği dîn olan “İslâm” da, kıyâmete kadar bâkî kalacaktır; kimse tarafından değiştirilemeyecektir.
.11/11/2019
Resûlullahı sevmenin ve ona tabi olmanın önemi
Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsustur. Ona tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır.
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, O’nu tâm ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, O’nun sevdiklerini sevmek ve düşmanlarını düşman bilmek, O’nu beğenmeyenleri sevmemektir. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez.
Resûlullahı sevmek, bütün Müslümânlara farz-ı ayndır. Bu sevgi, İki Cihânın Efendisine tam uymaya sebeptir. Bu sevgiyle, Allahü teâlânın Habîbine ikrâm ettiği sonsuz ve tarîfe sığmaz nimetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir.
Bu birkaç günlük hayat, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saâdet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. O’na uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhirette ele bir şey geçmez.
Âhirette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsûstur. Dünyâda yapılan hayrât ve hasenât, yani bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler, Resûlullahın yolunda bulunmak şartı ile, âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır.
Kur’ân-ı kerîmde buyuruluyor ki (meâlen):
“Kimi, ona [Muhammed aleyhisselâma] îmân etti; kimi de, ondan yüz çevirdi ki, bunlara da çılgın ateşli Cehennem yetti. Âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri elbette ateşe atacağız.” [Nisâ, 55-56]
“Kıyâmette, onların yaptıkları her işi toz duman ederiz.” [Furkân, 23]
“Rablerini inkâr edenlerin [îmânsızların faydalı] işleri, fırtınalı bir günde, rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer; o işlerin hiç faydası olmaz.” [İbrâhîm, 18]
“Kıyâmette, en çok ziyâna uğrayanlar, iyi işler yaptıklarını sanıp da, bütün çabaları boşa gidenlerdir.” [Kehf, 103-104]
Resûlullah’a tâbi olarak yapılanlar makbûldür... İslâmiyet’e uymayan şeylerin hiçbirini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevap verilir mi? Bilakis cezâya sebep olur.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, Nisâ sûresinin 80. âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itâat etmenin, kendisine itâat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, O’nun Resûlüne itâat edilmedikçe, O’na itâat edilmiş olmaz. Bunun pek kati ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerîmede; “Elbette muhakkak böyledir” buyuruldu ve bazı doğru düşünmeyenlerin, bu iki itâati birbirinden ayrı görmelerine meydân bırakılmadı. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki:
“Allah ile resûllerinin emirlerini birbirinden ayırıp ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler kâfirdirler.” [Nisâ, 150-151]
.05/11/2019
Resûlullah efendimizi çok sevmek lâzımdır
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün insanlardan dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz.”
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, baştan sona kadar, Resûlullah Efendimizi övmektedir. Bu konudaki âyet-i kerîmelerden bazılarının meâlleri şöyledir:
“Biz, seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [Enbiyâ, 107]
“Allah ve melekleri, Nebîye salât kılıyor, ey îmân edenler, siz de salât u selâm getiriniz.” [Ahzâb, 56] [Allah’ın ona salât kılması, rahmet etmesi; meleklerin salât kılmaları da istiğfâr etmeleri manasındadır. Müminlerinki ise, duâ anlamındadır.]
“(Ey habîbim!) De ki, ey insanlar, ben, Allah’ın hepiniz için gönderdiği Resûlüyüm.” [A’râf, 158]
“Rabbinin, sana verdiği nimetler sâyesinde, sen mecnûn değilsin. Senin için bitmeyen, sonsuz mükâfât vardır. Elbette sen, büyük bir ahlâk üzeresin.” [Kalem, 2-4]
“Rabbin sana [çok nimet] verecek, sen de râzı olacaksın.” [Duhâ, 5]
“Furkânı [Kur’ânı], kuluna [Muhammed aleyhisselâma], âlemlere [Cin ve insanlara İlâhî azap ile] korkutucu [uyarıcı] olarak indiren [Allah’ın şânı] ne yücedir.” [Furkân, 1]
“Resûllerden kimisini kimisine üstün kıldık.” [Bakara, 253]
“Nebîlerden bazısını bazısından üstün kıldık.” [İsrâ, 55]
Bu iki âyet-i kerîme, Peygamberlerden bazılarının, diğerlerinden üstün olduğunu göstermektedir.
Resûlullah’ı çok sevmek lâzım olduğu konusunda, pekçok İslâm âlimi birçok kitap yazmıştır. Çünkü, başta “Sahîh-i Buhârî” olmak üzere, birçok hadîs kitâbında yer alan bir hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olamaz” buyuruldu. Yanî o kişinin îmânı olgun olmaz.
Hadîs-i şerîfin diğer bir rivayeti de:
“Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün insanlardan dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz” şeklindedir.
Allahü tealâyı sevenin, O’nun Resûlünü de sevmesi bir vecîbedir, vâciptir, farzdır. Ayrıca onun Ehl-i Beytini, yakın akrabâsını, Sahâbe-i kirâmını, yolunda olan âlim ve velîleri, sâlih kulları da sevmesi lâzımdır.
Bunları belirttikten sonra, şunu da ifâde edelim ki, her müminin, Resûlullah’ı çok sevmesi lâzımdır. Onu çok seven, çok anar ve çok över. Bir hadîs-i şerîfte de, “Bir şeyi çok seven, onu çok anar” buyuruldu.
Bir gün, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah! Ben, zât-ı nebeviyyelerinizi, nefsimden mâadâ, her şeyden daha fazla seviyorum” demiştir. O da kendisine “Nefsinden de daha çok sevmedikçe, îmânın kâmil olmaz” buyurmuştur. Bunun üzerine, “şimdi ben, seni, nefsimden de daha çok seviyorum” deyince, o da ona, 3 defa, “İşte şimdi oldu yâ Ömer! Îmânın kemâle ermiştir” cevâbını vermiştir.
Allahü teâlâ, Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetinde meâlen; “(Ey sevgili Peygamberim!) Onlara de ki, eğer Allah’ı seviyorsanız [ve Allah’ın da, sizi sevmesini istiyorsanız], bana tâbi olunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günâhlarınızı bağışlasın [yani Allah ona tâbi olanları sever]” buyuruyor.
.4/11/2019
Muhammed aleyhisselâm bütün âlemlere rahmettir
Sevgili Peygamberimiz Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusudur. O’nun ayrıca “Resûlü’s-sekaleyn: İnsanların ve cinnîlerin Peygamberi” sıfatı da vardır.
Makalemizin hemen başında ifâde edelim ki, takvîmlere göre, 8 Kasım 2019 (11 Rebîul-evvel 1441) Cuma günü, “Mevlid Kandili”dir.
Bu münâsebetle biz, inşallah bugün ve yarınki makâlelerimizde, birer nebze, bütün zamanların ve mekânların en büyük şahsiyeti olan Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan bahsetmeye çalışacağız.
Şurası muhakkaktır ki, Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, bunlarla sırât-ı müstakîmin, doğru yolun, Cennet’e ve rızâ-i İlâhî’ye götüren yolun gösterilmiş olması, şeksiz ve şüphesiz Allahü teâlânın, kullarına olan nimetlerinin en büyüğüdür.
Bilindiği gibi, dînde inanılacak altı şeyden, yani “Âmentü” esâslarından dördüncüsü, Allahü teâlânın “Peygamberlerine îmân”dır.
Sevgili Peygamberimiz, insanlığa ve bütün âlemlere en büyük bir rahmettir. O, “Hâtemü’l-Enbiyâ ve’r-Rusül: Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu”dur. O’nun ayrıca “Resûlü’s-sekaleyn: İnsanların ve cinnîlerin Peygamberi” sıfatı da vardır.
Peygamber Efendimiz, yaşadığı toplumun bütün kötü ahlâk ve âdetlerini değiştirdi; bununla kalmadı, onları insanlığın en yüksek derecesine çıkardı. Yeryüzünün bir benzerini görmediği, kıyâmete kadar da göremeyeceği, 150.000 kişilik büyük bir nesil, dev bir kadro meydâna getirdi. O insanların arasından, çok büyük âlimler, hâfızlar, hâkimler, vâlîler, ülkeler fetheden ordu komutanları, büyük devlet adamları yetişmiştir. Onlar, hem Kur’ân-ı kerîmde, hem de hadîs-i şerîflerle medholunmuşlardır.
Onlar hakkında, birçok âyet-i kerîme vardır. Kur’ân-ı kerîmde buyuruluyor ki (meâlen): “…Allah, hepsine hüsnâyı [Cenneti] vadetmiştir.” [Nisâ, 95]
“Muhâcirûn ve Ensâr ile iyilikte onların [Eshâbın] izinden gidenlerden, Allah râzîdır, onlara Cenneti hâzırlamıştır.” [Tevbe, 100]
“…(Eshâbın) hepsi için Hüsnâyı [Cenneti] söz veriyorum.” [Hadîd, 10]
RESÛLULLAH’I SEVMENİN ÖNEMİ
Malûm olduğu üzere, İslâmın beş şartından birincisi, “Kelime-i şehâdet”tir. Yani Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhisselâm) îmândır. Bu da onları sevmek ve sözlerini beğenip kabul etmek demektir.
İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Ona tâbi olmak için, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır.
Yine Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, onu tâm ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, onu beğenmeyenleri sevmemektir.
Tabii ki, sevgi ve nefret kalpte olur. Dînimizin gereği, zâhiren onlara da iyi davranmak, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır. Tâ ki onlar da, dîn-i İslâmın güzelliğini, özelliğini, yüksekliğini, mükemmelliğini anlayıp İslâmiyetle şereflensinler.
.29/10/2019
Attilâ hakkında birkaç kelime...
Attilâ, hükümdârlığı sırasında, bütün Avrupa’ya korku ve dehşet salmıştır. Avrupalılar kendisine “Allah’ın gazabı” derlerdi.
Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)’un oğlu “Yâfes” mümin idi. Evlâdı çoğalınca, onlara reîs olmuştu. Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi, Allahü teâlâya ibâdet ediyorlardı. Yâfes nehirden geçerken boğulunca, “Türk” ismindeki küçük oğlu, babasının yerini tuttu. Bunun evlâdı çoğalarak, bunlara “Türk” denildi. Bu Türkler, ecdâdı gibi, Müslümân, sabırlı, çalışkan insanlardı. Bunlar zamânla çoğalarak Asya’ya yayıldılar.
Türklerin başlarına geçen bazı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, puta taptırmaya başladılar. Bunlardan, bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar, hâlâ puta tapmaktadırlar. Türkler, dînden uzaklaştıkca, eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdi. Hele Hunlar ve onların reîslerinden Attilâ, dînsizliği ve zulmü ile “Allahın gadabı” ismini almıştı.
İslâm güneşi, Mekke-i mükerremeden doğarak, ilim, ahlâk ve her türlü fazîlet ışıklarını dünyâya saçınca, Romalıların, Asya’ya kadar yayılan sefâhet ve ahlâksızlıkları ve Asya’yı, Afrika’yı kaplamış olan dînsizlik, câhillik ve vahşet altında yetişmiş diktatörler, sömürdükleri insanların İslâmiyyeti işitmelerine, anlamalarına mâni oldular. Bu engeller kılıç gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk hâkânları, asâletleri ve uyanık olmaları sebebi ile, İslâmiyyetin işitilmesine mâni olmadılar...
Beşinci asırda, Avrupa’da yaşamış Hun hükümdârı Attilâ (Atilla), 395 yılında, bugünkü Macaristân’da doğdu. Babası, Avrupa Hun Devletinin kurucusu olan Muncuk’tur. Çocukluğu ve gençliğinin bir kısmı, barış rehînesi olarak Roma’da geçti. Amcası Ruga’nın ölümü üzerine (434), ağabeyi Bleda ile birlikte, doğuda Hazar Denizi kıyılarından, batıda Alpler ve Baltık Denizi’ne kadar uzanan bir İmparatorluğun başına geçti.
Birtakım göçebe kavimleri, Türkleri, Moğolları, Rusya ve Avrupa’nın diğer kavimlerini, çevresinde toplayarak büyük bir savaş devleti kurdu. Dünyânın tek hâkimi olmak istiyordu. İlk iş olarak, İmparatorluğun batı bölümünü idâre eden ağabeyi Bleda’yı öldürdü (445).
Merkezi Macaristân olmak üzere, Orta ve Güney Avrupa üzerinde çok geniş bir alana yayıldı. Tasarladığı "Dünyâ İmparatorluğu"nu kurmak için, Bizans’a (Doğu Roma’ya) saldırdı. 451 yılında, yarım milyonluk ordusuyla İtalya’ya yürüdü. Paniğe kapılan bütün Avrupa birleşti. Yapılan savaştan kesin bir netîce alınamadı. Yine 451 senesinde, Galya’ya, yani Fransa’ya girdi.
Ertesi yıl, birçok şehri ele geçirip, Roma’ya yöneldi. Papanın ricâları ve ordusunun salgın hastalıklar yüzünden bitkin düşmesi üzerine, Roma’yı istîlâdan vazgeçti. Harâca bağlayarak geri döndü.
Ömrü savaşmakla geçen Attilâ, hükümdârlığı sırasında, bütün Avrupa’ya korku ve dehşet salmıştır. Avrupalılar kendisine “Allah’ın gazabı” derlerdi. Şemseddîn Sâmî Bey'in “Kâmûsül a’lâm”ında da, bu ve benzeri ifâdeler yer almaktadır.
İldiko isminde bir kadınla evlendiği gece, içtiği içki yüzünden, şüpheli bir şekilde öldü (453). Ölümünden hemen sonra, koca İmparatorluk dağıldı.
.
.28/10/2019
Çağ kapatıp çağ açan iki Türk hâkânı kimdir?
“Türklerin târihi”, binlerce yıl öncesine, Hazret-i Nûh’un oğlu Yâfes’e kadar gider. Türk târihinin 2.700 yıllık olduğu bazı kaynaklarda yazılıdır.
Târihte 17 devlet kuran “Türklerin târihi”, binlerce yıl öncesine, Hazret-i Nûh’un oğlu Yâfes’e kadar gider. Türk târihinin 2.700 yıllık olduğu bazı kaynaklarda yazılıdır.
Târihçi Yılmaz Öztuna’nın da ifâde ettiği gibi, “İlk Çağ”a son verip “Orta Çağ”ı açan, bir Türk hâkânı olan “Attila=Atilla=Atila”dır. [3 şekilde de yazanlar var.] Onun Avrupa’ya girip “Kavimler Göçü”nü gerçekleştirmesi üzerine, “Batı Roma İmparatorluğu”, 476 yılında çökerek “Orta Çağ” başladı.
29 Mayıs 1453 yılında vukû bulan “İstanbul’un Fethi” hâdisesi de, yalnız Türkiye’nin, Türklerin değil, dünyâ târihinin geleceğini tayin eden bir olaydır. Zîrâ bu fetih, dünyâ târihçiliğinde, “Orta Çağ”ın sonu ve “Yeni Çağ”ın başlangıcı sayılır. [“Yakın Çağ” ise, 1789’da başlar. “Modern Çağ” da 1918’de başlatılabilir.]
Malum olduğu üzere, dünyâ târihinde, Peygamber Efendimizin “Asr-ı Saâdet”i ve “Hulefâ-i Râşidîn” devirlerinden sonra, Hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslümân-Türk Devleti olan “Osmânlı Devleti”, XIV. [ondördüncü] asrın başından, XX. [yirminci] asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren, şerefli ve en uzun ömürlü bir hânedânın kurduğu devlettir. Bu devleti sâdece Türkler, Müslümânlar değil, pekçok gayr-i müslim dahî medhetmektedir.
Burada şunu belirtelim ki, İslâmiyetin, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’e (aleyhisselâm), 610 yılında, Mekke-i mükerreme’de Hirâ Mağarası’nda bildirilmesi, O’nun tarafından da insanlara teblîği, 23 Hicrî senede tamamlanmıştır.
Ne kadar enteresan bir durumdur ki, ilk âyetler “Oku” diye başlamaktadır. Zâten ilim öğrenme, bilgi edinme vâsıtasılarının başında da ya okuma, ya da dinleme gelmektedir.
İslâm târihinde, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere'ye göçü ve Hicrî târihin başlangıcı olan “Hicret”, hem İslâm târihinin, hem de cihân târihinin en mühim hâdiselerinin başlarında gelir.
“Hicret”, lügatte (sözlükte) göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek manasınadır. Hemen hemen bütün Peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir. Bunlardan Lût, Mûsâ, İbrâhim ve Îsâ (aleyhimüsselâm)ın hicretleri meşhûrdur. Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in de, Allah yolunda yaptıkları hicret, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Eshâb-ı kirâm da Medîne'ye hicretten önce, iki defâ Habeşistân'a hicret etmişlerdir.
Târihte; sebep, mâhiyet ve netîceleri itibârıyla en mühim göç, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın, İslâm dînine inananlarla beraber, Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye yaptıkları göçtür. Bu büyük hâdiseye “Hicret” denir ve hicrî takvimin başlangıcıdır.
“Hicret”, hem İslâm târihinin, hem de dünyâ târihinin çok önemli dönüm noktalarındandır. “Mekke-i Mükerreme’nin Fethi” hâdisesi de İslâm târihinin çok önemli kilometre taşlarındandır.
.22/10/2019
Resulullahın doğumu, dünyanın en mühim dönüm noktalarındandır
Peygamber Efendimizin dünyâyı teşrîfi, dünyânın en önemli kilometre taşlarından, en mühim dönüm noktalarındandır.
Malum olduğu üzere, Peygamber Efendimizin dünyâyı teşrîfi, kendilerine Peygamberliğinin bildirilmesi, Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye hicreti, orada İslâm Devleti’ni kurması, diğer zaferlerinin yanında, “Mekke-i Mükerreme’yi Fethi” dünyânın en önemli kilometre taşlarından, en mühim dönüm noktalarındandır.
İslâm âlimlerinin ittifâkla bildirdikleri gibi, her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en fazîletlisidir.
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, habîbî, mahbûbu, sevgilisi yani en çok sevdiği kulu Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır.
Onun hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir.
Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm, muhtelif hadîs-i şerîflerinde;
“İslâmiyet, Allah’ın emirlerine tazîmde bulunmak, yaratılmışlara şefkat etmektir”, “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz”, “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır”, “Bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir”, “Büyüklerimize hürmet etmeyen, küçüklerimize de şefkat etmeyen bizden değildir” buyurarak, insanları her mahluka karşı şefkat ve merhamet etmeye, büyüklere karşı saygı göstermeye, insanlara hizmet etmeye ve faydalı olmaya, dâima hayır işlemeye yöneltmiştir...
23 (Yirmi üç) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan Sevgili Peygamberimiz ve ondan sonra da Eshâb-ı kirâmı, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zamanda Mezopotamya, Îrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuşlardır. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.
Daha sonraki asırlarda Afrika’nın ortalarına, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzur ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsullerini de bol bol saçmıştır.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Bilindiği üzere, târih boyunca Anadolu’da, yakın komşularımızın bulunduğu yerlerde ve dünyânın diğer ülkelerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur. Bunlar, târih kitaplarında ve ansiklopedilerde uzunca anlatılmaktadır. Makâlemizin hacmi müsâit olmadığından, şimdi biz bunları (toplam 121 devleti) ele alacak durumda değiliz; inşâallah başka müsâit bir zamanda onlara temâs ederiz...
.21/10/2019
Eğitimin ana gayesi nedir?
Son Peygamber olan Sevgili Peygamberimiz, kendisini bir muallim (eğitimci) olarak tanıtmış, eğitimcilik vasfını, gönderiliş sebepleri arasında zikretmiştir...
Makâlemizin hemen başında ifâde edelim ki, bilindiği üzere, eğitimde işin esâsı, hem kendisine ve âilesine, hem de milletine, vatanına ve devletine, hattâ bütün beşeriyete faydalı insanlar meydana getirmektir. Bizim millî eğitimimizdeki ana hedefimiz eskiden bu idi, şimdi de bu olmalıdır. Bütün yetkililerin, müstekîm, temiz ve faydalı nesiller yetişmesi için kafa yormaları lâzım.
Son Peygamber olan Sevgili Peygamberimiz, kendisini bir muallim (eğitimci) olarak tanıtmış, eğitimcilik vasfını, gönderiliş sebepleri arasında zikretmiş, hayatı boyunca bunu tatbik etmiş ve muvaffakiyeti târihen sâbit, başarısı dost-düşmân herkes tarafından kabul edilmiş bir eğitimcidir. Onun bu başarılarından istifâde etmek lâzımdır.
Sevgili Peygamberimizin, 23 senede 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı bir ümmet" meydana getirmesi, onların da 30-40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında, gâyet mahdûd imkânlarla Endülüs'ten (yani bugünkü İspanya’dan) Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, medeniyet, adâlet, nûr ve hidâyet götürmeleri, ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
O, “Hâtemü’l-Enbiyâ ve’r-Rusül: Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu”dur. Onun ayrıca “Resûlü’s-sekaleyn: insanların ve cinnîlerin Peygamberi” sıfatı da vardır. Bu husus (yani bütün insanların ve cinnîlerin Peygamberi olması hususu) ittifâklıdır, yani bütün âlimlerimizin söz birliği ile sâbit olan bir husustur.
Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, bunlarla sırât-ı müstakîmin, doğru yolun, Cennet’e ve rızâ-i İlâhî’ye götüren yolun gösterilmiş olması, şeksiz ve şüphesiz, yüce Allah’ın, kullarına olan nimetlerinin en büyüğüdür. [Cenâb-ı Hakk’ın nimetleri sonsuzdur. Bu konuda, 2 âyet-i kerîme var.]
İnsanların dünyâda ve âhirette işlerinin düzgün ve faydalı olması için ve onları yanlış, zararlı işlerden koruyup, selâmete, hidâyete, rahata ve saâdete kavuşturmak için, bu Peygamberlerle, “Dîn=İslâmiyet” gönderilmiştir.
İSLÂMIN ZUHÛRU
Dünyâ târihinde çok önemli dönüm noktaları, kilometre taşları vardır. Bunlardan biri de, “İki Cihân Güneşi Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)”ın dünyâyı teşrîfleridir.
Amerikalı yazar Stüdart “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:
“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi-otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dinleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek o kadar hayranlığımız artıyor...”
.15/10/2019
İnsanlar, doğru rehberlere muhtaçtır...
Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm Ahmed bin Hanbel'dir.
Cenâb-ı Hak, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz muazzam kâinâtı yaratmış, bunlar içerisinde, sâdece bizim üzerinde yaşadığımız gezegenimizin yani dünyanın insanlarla meskûn olmasını irâde buyurmuştur. Nice hikmetlere mebnî, Hazret-i Âdem babamızla Hazret-i Havvâ annemizi, Cennet’ten bu dünyâya göndermiştir.
Binâenaleyh beşeriyet, daha birinci şahıstan itibâren, muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, kılavuzsuz, öndersiz, muktedâ bihsiz, rol modelsiz bırakılmamıştır.
Dünkü makâlemizde, “Rehber” kelimesinin manalarını kısaca özetlemiştik; bugün de bir nebze, aynı manalarda kullanılan “Mürşid” kelimesinden bahsedelim:
“Mürşid”: “İrşâd eden, doğru yolu gösteren rehber zât; insanları, iyi birer Müslümân olmaları için, terbiye eden, âlim ve velî kişi” şeklinde tarif edilmektedir.
“Tasavvuf yolunda nihâyete varan büyükler (yolun sonuna kavuşanlar) iki türlüdür: Birincisi Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) izinde giderek kemâle erdikten sonra insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan “mürşidler”dir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazifeli olmayan “evliyâ”dır.” (İmâm-ı Rabbânî)
“Bütün kazançlarıma, mürşidlerimi çok sevmekle kavuştum. Saadetlerin anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir.” (Seyyid Mazhâr-ı Cân-ı Cânân)
“Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da, o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır.” (İmâm-ı Rabbânî)
“Mürşidi olmayanın, mürşidi şeytândır.” (Muhyiddîn İbn-i Arabî)
“Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i Sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun.” (Ferîdüddîn Genc-i Şeker)
Bir de “Mürşid-i Kâmil” terimi vardır; bu da, “Tasavvufta kemâle gelmiş, olgunlaşmış, evliyâlık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kâbiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zât” demektir.
“Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm Ahmed bin Hanbel'dir. Bu dört İmâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir.” (Abdülhak-ı Dehlevî)
Demek ki Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [yani Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, çeşitli kavimlere, zaman zaman “Peygamber”ler göndermiştir.
Târihte belli bir zaman dilimine, belli bir coğrâfî bölgeye ve belli bir kavme gönderilen Peygamberler vardır. Ama âhir zaman Nebîsi Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm), [günümüz de dâhil olmak üzere] bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün kavimlere, tüm milletlere, hattâ hem insanlara, hem de cinnîlere gönderilmiş bir Peygamberdir. [İnşâallah bu konuda, başka makâleler de yazalım.]
.14/10/2019
İnsanlığın hakiki rehberleri...
Bir insan, bir rehber olmadan, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını doğru bir şekilde anlayamaz. Bunun için “Mürşid-i kâmil”e ihtiyaç vardır.
Konumuza, başlıktaki “Rehber” kelimesini tarîfle girelim:
“Rehber”: “Yol gösteren, kılavuz; bir kimseye veya bir topluluğa iyi ile kötüyü görmesinde ve doğru yolu bulmasında yardımcı olan, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmaya çalışan, ilim ve ahlâk sunan zât” demektir. Bu manada kullanılan, bir de “Mürşid” terimi vardır.
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullahi aleyh) “Allahü teâlânın sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâm; insanların rehberi, her bakımdan en güzeli, en iyisi ve en üstünüdür” buyurmaktadır.
Büyük psikolog, sosyolog, pedagog İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah) da “Allahü teâlâyı tanımaya çalışmak, bunun için, İslâm ahlâkını bilen ve Cenâb-ı Hakk'a kavuşturma yolunu gösteren bir rehber aramak ve ona uymak, İslâmiyet'in emirlerindendir” buyuruyor.
Gavs-ı A’zam, Gavsü’s-sekaleyn gibi sıfatlarla anılan Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh) ise “İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip kötülükten menedici olması, misâfir-perver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesur olması gerekir” buyurmuştur.
Tarihi inceleyecek olursak, insanların, önlerinde, Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan, kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. [Bugün bizler, bir yere gideceğimiz zaman, Yandex, Google Maps, Navigation gibi sistemlerden istifâde etmeye çalışıyoruz.]
İnsanlar, kendilerini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, akılları sayesinde anlamaktadırlar. Fakat, O’na (Hâlık’a=Yaratan’a) giden yolu bulamıyorlar. İnsan, ezelî, ebedî ve bir olan Allahü teâlâyı kendi başına tanıyamaz.
Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Peygamberler en büyük rehberlerdir. İslâm dînini tebliğ eden, en son ve en üstün Peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. O'na verilen kitâb, “Kur'ân-ı kerîm”dir. Peygamberimizin, doğru yolu gösterici mübârek sözlerine, “hadîs-i şerîf” denir.
Bir insan, bir rehber olmadan, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını doğru bir şekilde anlayamaz. Bunun için, yetişmiş ve yetiştirebilen “Mürşid-i kâmil” denilen büyük dîn âlimlerine ihtiyaç vardır. Bunların en üstünleri de dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar; İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İmâm Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm Ahmed bin Hanbel'dir (rahmetullahi aleyhim ecmaîn). Bu dört İmâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir.
Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin mânâlarını doğru olarak öğrenmek için, bu dört büyük âlimden birinin kitaplarını okumak lâzımdır. Bunların her birinin kitaplarını açıklayan binlerce âlim gelip geçmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslâm dînini doğru olarak öğrenir. Bu kitapların hepsindeki îmân bilgileri aynıdır. Bu doğru îmâna, "Ehl-i Sünnet İtikâdı (İnancı)” denir.
.8/10/2019
Tesettür nasıl olmalıdır?
Kadınlarda örtünün sâbit bir şekli yoktur; yani manto ile de olur, çarşafla da olur, Anadolu’daki atkı ve şalvarla da olur, entârî ile de olur.
Kadınların vücut hatlarının belli olmayacak herhangi bir elbise ile örtülmesi farzdır. Daha önce de ifâde ettiğimiz gibi, İslâm dîni, kapanmayı emretmiş, ama belli bir örtü şekli bildirmemiştir. (ed-Dürerül-mültekıte)
Demek ki kadınlarda örtünün sâbit bir şekli yoktur; yani manto ile de olur, çarşafla da olur, Anadolu’daki atkı ve şalvarla da olur, entârî ile de olur.
Tesettürde mühim olan, el ve yüz müstesnâ, bütün vücut uzuvlarının (beden organlarının), herhangi bir suretle, yani görünmeyecek tarzda ve vücut hatları belli olmayacak surette örtülmesidir. Alt tarafını gösteren bir örtü yok hükmündedir. Uzuvları belli edecek tarzda dar bir örtüye de müsaade yoktur.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
“Mümin kadınlara söyle: [Yabancı erkeklere bakmaktan] sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, [el, yüz gibi] görünen kısmı hâriç, ziynetlerini [saç ve gerdân gibi ziynet takılan yerleri] göstermesinler, başörtülerini yakalarına kadar [saç, kulak ve gerdânlarını] örtsünler.” [Nûr, 31]
Bir âyet-i kerîme meâli de şöyledir:
“Ey Nebî, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına [dışarı çıkarken] cilbâblarını [dış kıyâfetlerini] giymelerini söyle! Bu, onların tanınıp, ezâ görmemelerine daha uygundur.” [Ahzâb, 59]
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Kadının [yüz ve iki elinden başka] bütün bedeni avrettir.” [Mecmaul-enhür, El-muğnî]
Bu hadîs-i şerifte, kadının tesettürü açıkça bildiriliyor. Kur'ân-ı kerîmin 17 yerinde, Resûlullaha “De ki, bana tâbi olun”, “ona itâat edin”, “ona muhâlefetten sakının” buyuruluyor. Allahü teâlânın Resûlüne tâbi olup Onun bildirdiği şekilde tesettüre riâyet etmek lâzımdır.
Hazret-i Ayşe annemizin kız kardeşi Hazret-i Esmâ, ince bir elbise ile Resûlullah Efendimize gelince, o, baldızına bakmadı. Mübârek yüzünü çevirip “Ya Esmâ, bir kız, namaz kılacak yaşa gelince, yüz ve elleri hâriç, vücûdunu erkeklere gösteremez” buyurdu. (Ebû Dâvûd)
Kadınların, namaz kılarlarken çene altlarını da kapatmaları gerekir mi?: Kadınlar, namaz kılarken çene altlarını da kapatmaları gerekir. Bir âyet-i kerîmede, “Başörtülerini yakalarına örtsünler” buyurulmuştur. Burada şart olan, saçları örtmektir. Demek ki, başı örtmekten maksat, saçları, kulakları ve gerdânı örtmektir. Bu, örtünmenin şekli değil, önemli olan örtülmüş olmasıdır. Örtü, dikkati çekecek renk ve şekillerden de, uzak olmalıdır.
Hanımlar, sokağa çıkarlarken peruk takabilirler mi?: Peruk takarak sokağa çıkmak, zarûret olmadan câiz değildir. Zarûret, başka çâre bulamamak demektir. Sadece zarûret hâlinde, peruk takılabilir. Çünkü kadınların yabancılara süslenmeleri harâmdır.
Zarûret olunca, avret yerlerini mümkün olan her şeyle örtmek lâzımdır. Erkekler arasında başını açmak zarureti olduğu zaman, kadının başını ve kendi saçlarını peruk takarak örtmesi câiz ve lâzım olur. [İbn-i Âbidîn, Hadîka ve Fetâvâ-i Kübrâ]
.07/10/2019
Tesettür için çarşaf şart mıdır?
Tefsîr, hadîs ve fıkıh kitaplarında cilbâbın dış örtü olduğu yazılıdır. Çarşafa bid’at denmez; çünkü âdetteki değişiklik bid’at olmaz.
Önce şunu ifâde edelim ki, Peygamber Efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın mübârek hanımları, çarşafla örtünmemişlerdir. O zaman Arabistân’da çarşaf âdeti yoktu. Hiçbir kitapta çarşaf giydikleri bildirilmiyor. Milhafe, ferâce, fistân, entâri giydikleri birçok kitapta yazılıdır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri de, onların böyle değişik elbise giydiklerini, Mektûbât-ı Rabbâniyye’nin I. Cild 313. mektûbunda bildiriyor. Bu hususlar, Câmiur-Rumûz ve Hidâye kitaplarında da bildirilmiştir.
Peygamber Efendimiz, ayaklarına kadar uzun gömlek, yani entâri giymiştir. Şalvar ve pantolon giymemiştir. Bunları giymek âdette bid'attir. Âdette bid'at olan şeyi yapmak günâh değildir. Taksiye, uçağa binmek de âdette bid'attir. Bunları yapmak da günâh değil, dînin müsâade ettiği bir husustur. Bunun için âdet olan yerlerde, kâfirlerden gelmiş olsa bile, kadınların çarşaf ve erkeklerin bol pantolon veya şalvar giymeleri câizdir, günâh olmaz. Elbisenin şekli ibâdet değil, âdettir. Çünkü Peygamber Efendimiz, papaz ayakkabısı, Rum elbisesi giymiştir. (Hâşiyetü Reddil-muhtâr)
Ahzâb sûresinde bildirilen “cilbâb”, erkeğin de, kadının da giydiği bir elbise, bir gömlektir. Zevâcir ve Berîka kitaplarında nakledilen, “Hayâ cilbâbını [örtüsünü] çıkaranın [aleyhinde] söz etmek gıybet olmaz” [Beyhekî] ve “Cilbâbı [gömleği] harâm olan erkeğin namazı kabul olmaz” [Bezzâr] meâlindeki hadîs-i şerîflerde, cilbâbın bir örtü olduğu açıkça görülmektedir.
“Cilbâb”ın dış elbise olduğu, ilgili âyet-i kerîmenin tefsîrlerinde de yazılıdır. Burada birkaç misâl vermekte fayda vardır:
Cilbâb, tek parça örtüdür. (Celâleyn)
Cilbâb, milhafedir. (Beydâvî) [Milhafe=dış örtü ki buna ferâce de denir.]
Cilbâb, milhafe, entâri veya hımârdır. (El-Envâr)
Cilbâb, ferâcedir. (Ömer Nasuhi Bilmen Tefsîri)
Cilbâb, bedeni baştan aşağı örten çarşaf, ferâce, çar gibi dış giysidir. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsîri)
Cilbâb, dışa giyilen örtüdür. (Tibyân Tefsîri, Ali Fikri Yavuz ve Hasan Basri Çantay’ın Meâlleri)
Cilbâb, hımârın [tülbentin] üstüne örtülen ve göğse kadar inerek gömleğin ceybini [yakasını], boynu örten başörtüsüdür. (Ebüssuûd Tefsîri)
Cilbâb, hımârdan büyük örtü veya vücûdunu örten dış elbisedir. (Kurtubî Tefsîri)
Cilbâb, göğse kadar inen başörtüsüdür. (Rûhul-beyân Tefsîri)
Nûr suresinde, “Kadınlar, hımârlarını [başörtülerini] yakalarına örtsünler” buyuruluyor. Eğer cilbâb, çarşaf demek olsaydı, hımâr denmezdi.
Fıkıh kitapları, cilbâbın dış örtü olduğunu bildiriyor. Bir örnek: Hanıma verilmesi vâcip olan nafaka, yemek, kisve ve meskendir. Kisve, hımâr ve milhafedir. (el-Bahrür-râık)
Demek ki, tefsîr, hadîs ve fıkıh kitaplarında cilbâbın dış örtü olduğu yazılıdır. Çarşafa bid’at denmez; çünkü âdetteki değişiklik bid’at olmaz. Şalvar ve pantolon da böyledir.
Âişe vâlidemiz çarşaf giymemiştir; entari giydiği, eteklik giydiği hadîs-i şerîflerle sâbittir. Giymiş olsa bile, bu bir âdettir.
.01/10/2019
Farzlar ve haramlar için "fürûât" denilebilir mi?
Bir kimse, örtülmesi emredilen yerleri açıyorsa, hiç olmazsa, oraları örtmenin farz olduğunu kabul etmelidir ki, dinden-îmândan çıkmasın.
Mukaddes dînimiz İslâmiyetteki itikâd bilgilerine “Usûl”; ahkâm-ı İslâmiyye, yani fıkıh bilgilerine de “Furû’” denilir.
Açıkça bildirilen farzlara ve harâmlara inanmak, meselâ içki, kumar ve domuz eti gibi şeylerin harâm olduğuna; beş vakit namaz, oruç, zekât gibi ibâdetlerin ve tesettürün farz olduğuna inanmak usûldendir, fürûât değildir. Bunlardan farz olanların farziyyetini ve harâm olanların da harâmlığını inkâr etmek, küfür olur.
Dînimizin bir hükmünü, herkes, Kur'ân-ı kerîme bakıp anlayamaz. Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîflerle açıklanmıştır. Hadîs-i şerîfleri de anlamak büyük bir ilim işidir. Bunları da İslam âlimleri açıklamışlardır...
Şimdi gelelim “tesettür teferruât mıdır?” konusuna: Tesettür, dînin temel hükümlerindendir; hem Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimde âyet-i kerîmelerle emretmiş, hem de Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfleriyle onları açıklamıştır.
Tesettür için, “furûâttır veya teferruâttır” yani “dînin temel hükümlerinden değildir” diyerek, bunun farziyyetini, farz oluşunu inkâr eden, tesettürün farz olduğunu kabul etmeyen kişinin, İslâmiyetle, Müslümânlıkla alâkası kalmaz, dînden çıkar, kâfir olur.
Bir kimse, örtülmesi emredilen yerleri açıyorsa, hiç olmazsa, oraları örtmenin farz olduğunu kabul etmelidir ki, dinden-îmândan çıkmasın.
“Teferruât” diyerek saçları açmak harâmdır; hele kapanmaya önem vermeyenin îmânı gider. Bir kadın açık gezse, kâfir olmaz. Fakat kapanmanın lüzumsuz olduğunu söylerse, kâfir olur. Günâh ile küfür farklı şeylerdir; bunları birbirinden iyi ayırmak lâzımdır.
Tesettürün, İslâm dîninin bir emri olduğunu, yani Allahü teâlânın bunu emrettiğini, Peygamber Efendimizin de doğru bir şekilde bize bildirdiğini inkâr eden bir erkek "mürted", kadın da, "mürtedde" olur, yani dînden çıkar, İslâmiyetle alâkası kalmaz.
Ama tesettürün farz olduğuna inandığı hâlde, tembellikle, gevşeklikle, çevreden utanması gibi bazı sebeplerle tesettüre riâyet etmeyen, örtünmeyen dînden çıkmaz, günâhkâr bir Müslümân olur...
Dînimizin emirleri tedrîcî olarak gelmiştir. Meselâ Mirâc’dan önce, yalnız sabâh ve ikindi namazları vardı. Beş vakit namaz, mîlâdî 621 yılında ve hicretten bir yıl önce İsrâ ve Mirâc gecesinde farz oldu. Bilindiği gibi Hicret, 622’de oldu. Bazı ibâdetler, hicretten sonra emredildi. Meselâ ramazân orucu, 624’te farz oldu. Zekât da 624’te ramazân ayında farz kılındı. Hac ise, 631’de farz oldu... 625 ve 627 yıllarında da, kadınlara örtünme emirleri gelmiştir.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimde, Nûr sûresinin 31. ve Ahzâb sûresinin de 59. âyet-i kerîmelerinde tesettürü emir buyurmuştur.
.30/09/2019
Tesettür İslam'ın şartı mıdır?
Tesettürün farz olduğuna inandığı hâlde, çeşitli sebeplerle tesettüre riâyet etmeyen, örtünmeyen dinden çıkmaz, günâhkâr bir Müslümân olur.
Evet, tesettür (örtünme), erkeklere de, kadınlara da farzdır. Hem erkeklerde, hem de kadınlarda, belli yerlerin örtülmesinin farz olduğunu kabul etmek, İslâmın yani Müslümân olmanın şartlarındandır.
Kadınların, vücut hatlarını [kaba avret yerlerini, şekli ve rengi] belli olmayacak tarzda, herhangi bir elbise ile örtmeleri farzdır. İslâm dîni, kapanmayı emretmiş, ama belli bir örtü şekli bildirmemiştir. (ed-Dürerül-mültekıte)
Kur’ân-ı kerimde, kadınların tesettürü (örtünmeleri), kesin olarak emredilmiştir. Allahü teâlâ meâlen buyurmuştur ki:
“Mü’min kadınlara söyle: [Yabancı erkeklere bakmaktan] sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, [el, yüz gibi] görünen kısmı hâriç, ziynetlerini [saç ve gerdân gibi ziynet takılan yerleri] göstermesinler, başörtülerini yakalarına kadar koysunlar [saç, kulak ve gerdânlarını] örtsünler.” [Nûr, 31]
“Ey Nebî, hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına [dışarı çıkarken] cilbâblarını [dış kıyâfetlerini] giymelerini söyle! Bu, onların tanınıp, ezâ görmemelerine daha uygundur.” [Ahzâb, 59]
Tesettürle ilgili âyet-i kerîmeleri, Peygamber Efendimiz açıklamış, âlimler de bizlere bildirmişlerdir. Âyet-i kerîmeleri kendi bâtıl, indî görüşüne göre tefsîr edip bu farzı inkâr etmek küfürdür.
Hanımlarda, el ve yüz müstesnâ, bütün vücut, avret mahalli kabul edilmektedir. Buraların namazda da, namaz dışında da örtülmeleri farzdır.
Sâdece namaz kılan Müslümânların değil, namaz kılmayan Müslümânların da tesettüre riâyet etmeleri şarttır.
Erkeklerin 3 mezhebe (yani Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezheplerine) göre, ana hatlarıyla, göbek ile diz kapak arasını örtmeleri emredilmiştir. Hanbelî mezhebinde ise, sev’eteyn denilen iki kaba avret mahallinin örtülmesi farzdır.
625 ve 627 yılında kadınlara örtünme emirleri geldi.
Kadınların Peygamber Efendimize gelerek suâl sormaları, oturup onu dinlemeleri, hicâb âyeti gelmeden önce idi. Ondan önce tesettür, henüz emredilmemişti.
Hicâb âyeti gelince, kadın ve erkekler artık bir arada oturmadılar. Kadınlar, soracaklarını, Zevcât-ı tâhirâttan sorup öğrendiler.
Resûlullah Efendimiz, 632’de vefât etti. Demek ki Peygamber Efendimiz, tesettür âyetinden 5 yıl sonra vefât etti. Önceki hayâtını anlatıp, “Resûlullah kadınlarla oturup konuşurdu, kadınlar açık gezerlerdi” demek yanlış olur.
Tesettürü inkâr eden bir kimse, dînden çıkar mı?
Tesettürün, İslâm dîninin bir emri olduğunu inkâr eden bir erkek veya kadın, dînden çıkar, İslâmiyetle alâkası kalmaz. Ama tesettürün farz olduğuna inandığı hâlde, çeşitli sebeplerle tesettüre riâyet etmeyen, örtünmeyen dinden çıkmaz, günâhkâr bir Müslümân olur.
Bir kadın açık gezse kâfir olmaz. Fakat kapanmanın lüzumsuz olduğunu söylerse, o zaman kâfir olur. Günâh ile küfür farklı şeylerdir; bunları birbirinden iyi ayırmak lâzımdır.
[Yarın inşallah konumuza devam edelim.]
.23/09/2019
Hazret-i Mehdî’nin çıkışı -1-
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Yeryüzünü küfür (kâfirlik) kaplamadıkça ve her yerde küfür (kâfirlik) yayılmadıkça Hazret-i Mehdî gelmez."
“Mehdî: Kıyâmete yakın geleceği, Peygamber Efendimiz tarafından haber verilen ve İslâmiyet'i ve adâleti yeryüzüne hâkim kılacak olan mübârek zât” şeklinde tarif edilmektedir.
“Hazret-i Mehdî’nin çıkışı” konusunda, başta Kütüb-i sitteden Sünen-i Ebî Dâvûd’da (8 hadîs), Sünen-i Tirmizî’de (3 hadîs), Sünen-i İbn-i Mâce’de (8 hadîs), Musannef-i Abdirrezzâk’ta (11 hadîs), Musannef-i İbn-i Ebî Şeybe’de (16 hadîs), Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel’de (12 hadîs), Sahîh-i İbn-i Hıbbân’da (7 hadîs), Ebû Abdillah el-Hâkim en-Neysâbûrî’nin el-Müstedrek’inde (12 hadîs) bulunduğunu belirtip o hadîs-i şerîflere ve şerhlerine mürâcaat edilmesini tavsiye ederiz.
Bu “Mehdî’nin hurûcu, çıkışı” konusu, yukarıda zikredilen hadîs kitaplarından başka, diğer birçok hadîs kitâbında daha yer almaktadır. Bunların yanında, tefsîr, akâid, tasavvuf, siyer ve İslâm târihi kitaplarında da bu konuya temâs edilmektedir.
Bu mevzûda, İmâm Suyûtî’nin “el-Hâvî li’l-Fetâvâ”sında 40 hadîs, diğer eseri “el-Arfu’l-Verdî fî Ahbâri’l-Mehdî” kitâbında ise 257 hadîs zikredilmiştir.
Bunların yanında, bu konuda müstekilen telîf edilmiş bazı mühim kitapları daha zikredebiliriz. Meselâ İbn-i Hacer-i Mekkî el-Heytemî’nin “el-Kavlü’l-Muhtasar fî Alâmâti’l-Mehdi’l-Muntazar”, Abdülalîm Abdülazîm Bestevî’nin “el-Mehdi’l-Muntazar fî dav’i’l-ehâdîs ve’l-âsâri’s-sahîha”, Âdâb Mahmûd el-Hamş’ın “el-Mehdi’l-Muntazar fî Rivâyâti Ehli’s-Sünneti ve’ş-Şîati’l-İmâmiyye”, Selman Kuzu’nun “Mehdî Deccâl Mesîh”… gibi eserlerinde, bu konuda doyurucu bilgiler vardır. Konu, Muhammed bin Ca’fer el-Kettânî’nin “Nazmü’l-Mütenâsir mine’l-hadîsi’l-mütevâtir” isimli kitâbında da zikredilmiştir...
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, İbn-i Hacer-i Mekkî Heytemî, kıymetli bir kitap yazmıştır ki, ismi “El-Kavlül-Muhtasar fî Alâmâtil-Mehdî el-Muntazar”dır. Orada zikredilen, konumuzla direkt ilgili olan hadîs-i şerîflerden sâdece 3 adedini aşağıda zikredelim:
"Mehdî ile müjdelenmiş olunuz. Mehdî, Kureyş kabîlesinden ve benim Ehl-i Beytimden biridir. O, insanların ihtilâf içinde oldukları ve ictimâî sarsıntılar içinde bulundukları bir zamanda çıkar. Mehdî, daha önce zulüm (cevr) ve eziyet ile dolu olan dünyâyı, adâlet ve insâf ile doldurur."
"Mehdî'nin başı hizâsında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek; (Bu Mehdî'dir; sözünü dinleyiniz) diyecektir."
"Yeryüzünü küfür (kâfirlik) kaplamadıkça ve her yerde küfür (kâfirlik) yayılmadıkça Hazret-i Mehdî gelmez."
Ehl-i Sünnet âlimlerinden Ahmed Zeynî Dahlân demiştir ki:
"Beklenilen Mehdî, Hazret-i Fâtıma'nın soyundan olacaktır. Mekke'de ortaya çıkacaktır. O zaman Müslümânlar, Halîfesiz olacaklardır. O istemediği hâlde, zor ile Halîfe yapılacaktır. Ortaya çıkacağı zaman, yaşı ve ömrü kesin olarak bildirilmiş değildir." [Yarın da inşallah bu mühim konuya devam edelim.]
.24/09/2019
Hazret-i Mehdî’nin çıkışı -2-
"Allahü teâlâ, İslâmiyet'i nasıl Resûlullah Efendimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) başlatmışsa, Hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir..."
Sevgili Peygamberimiz, hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki:
"Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi, benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce, dünyâ zulümle dolu iken, onun zamanında adâletle dolar." [Tirmizî]
"Mehdî’nin başının hizâsında bir bulut olacak, buluttan bir melek, “Bu Mehdîdir, sözünü dinleyin” diyecektir." [Ebû Nuaym]
Şâfiî âlimlerinin önde gelenlerinden olan İbn-i Hacer-i Mekkî Heytemî buyurmuştur ki: "Allahü teâlâ, İslâmiyet'i nasıl Resûlullah Efendimizle (sallallahü aleyhi ve sellem) başlatmışsa, Hazret-i Mehdî ile sona erdirecektir. Sayıları, Bedir gazâsında bulunan Eshâb-ı kirâm kadar olan bir grup insan, Hazret-i Mehdî'ye bîat edecek (emrine girecek) ve her zâlim onun karşısında mağlup olacaktır. Zamânı, son derece imrenilecek bir şekilde adâletle dolacaktır."
Büyük âlim ve velîlerden olan İmâm-ı Rabbânî, Hazret-i Mehdî'nin 3. bin yılının müceddidi olacağını zikrediyor...
***
Başta, Kütüb-i Sitte’den 5’inde (Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce), İmâm Ahmed, İbn-i Hibbân, Taberânî ve İbn-i Cerîr'deki hadîs-i şerîflerde, şu on alâmetin çıkacağı bildirilmiştir. Geçen haftaki makâlemizde, her bir mâdde ile ilgili hadîs-i şerîfleri ve kaynaklarını zikretmiştik. Şimdi, bugünkü makâlemizin hacmi kâfi gelmeyeceği için, sâdece maddeleri zikredelim:
1- Hazret-i Îsâ gökten inecek, 2- Hazret-i Mehdî gelecek, 3- Deccâl çıkacak, 4- Dâbbetül-arz çıkacak, 5- Ye’cûc ve Me’cûc çıkacak, 6- Duman çıkacak, 7- Güneş Batı'dan doğacak, 8- Ateş çıkacak, 9- Yer batması görülecek, 10- Kâbe yıkılacak.
Mehdînin çıkışı konusunda; Kütüb-i Sitte’den Sünen-i Ebî Dâvûd’da (8 hadîs), Sünen-i Tirmizî’de (3 hadîs), Sünen-i İbn-i Mâce’de (8 hadîs) bulunmaktadır.
Musannef-i Abdirrezzâk (11 hadîs) ile Musannef-i İbn-i Ebî Şeybe’de (16 hadîs) zikredilmiştir.
Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel’de (12 hadîs), Sahîh-i İbn-i Hıbbân’da (7 hadîs) ve Ebû Abdillah el-Hâkim en-Neysâbûrî’nin el-Müstedrek’inde ise (12 hadîs) mevcuttur.
Bu mevzûda, İmâm Suyûtî’nin “el-Hâvî li’l-Fetâvâ”sında 40 hadîs, diğer eseri “el-Arfu’l-Verdî fî Ahbâri’l-Mehdî” kitâbında ise, 257 hadîs zikredilmiş olduğunu, bir önceki makâlemizde de bildirmiştik.
Bunların yanında, bu konuda telîf edilmiş bazı mühim kitapları daha zikredebiliriz. Geniş bilgi almak isteyenleri, o kitaplara havâle edelim:
Meselâ, İbn-i Hacer-i Mekkî el-Heytemî’nin “el-Kavlü’l-Muhtasar fî Alâmâti’l-Mehdî el-Muntazar”, Âdâb Mahmûd el-Hamş’ın “el-Mehdi’l-Muntazar fî Rivâyâti Ehli’s-Sünneti ve’ş-Şîati’l-İmâmiyye”, Abdülalîm Abdülazîm Bestevî’nin “el-Mehdi’l-Muntazar fî dav’i’l-ehâdîs ve’l-âsâri’s-sahîha”, Selman Kuzu’nun “Mehdî Deccâl Mesîh”…
Artık bu kadar delil karşısında, bazı akademisyenlerin, bu konulara inanmamasına şaşmaktan ve “pes” demekten başka bir şey bulamıyoruz.
.17/09/2019
Kıyametin büyük alametleri...
Hazret-i İsâ gökten inecek. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Allah, Hazret-i İsâ’yı göğe kaldırmıştır.”
Kıyâmetin kopmasına yakın, önce küçük alâmetler zuhûr edecek, sonra da büyük alâmetler çıkacaktır. Kıyâmetin büyük ve küçük bazı alâmetleri, birçok hadîs-i şerîfte zikredilmiştir.
Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce, İmâm Ahmed, İbn-i Hibbân, Taberânî ve İbn-i Cerîr'deki hadîs-i şerîflerde, şu on alâmetin çıkacağı bildirilmiştir:
1- Hazret-i İsâ gökten inecek. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Allah, Hazret-i İsâ’yı göğe kaldırmıştır.” (Nisâ, 158)
“Elbette o [Hazret-i İsâ’nın kıyâmete yakın gökten inmesi], kıyâmetin yaklaştığını gösteren bilgidir. Sakın bunda şüphe etmeyiniz.” [Zuhruf 61, Beydâvî Tefsîri]
Dün bu konuda, Kütüb-i sitte başta olmak üzere, diğer bazı hadîs kitaplarında geçen birtakım hadîs-i şerîfleri zikrettiğimiz için burada onları tekrârlamıyacağız.
2- Hazret-i Mehdî gelecek. Hem makâlemizin hacmi, hem de öbür hafta bu konuyu müstakıllen ele alacak olmamız sebebiyle, bu konudaki îzâhâtı öbür haftaki makâlemize havâle edelim.
3- Deccâl çıkacak. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Deccâl çıkar, tanrı olduğunu söyler. Onun tanrılığına inanan kâfir olur.” [İbn Ebî Şeybe]
4- Dâbbetül-arz çıkacak. Bu hayvândan, Kur'ân-ı kerîmde bahsedilmektedir. (Neml, 82)
Bu husûstaki hadîs-i şerîflerden birinin meâli de şöyledir:
“Dâbbetül-arz, Mûsâ’nın asâsı ile mümine dokunur, alnına Cennetlik yazılır, yüzü nûrlanır. Kâfire, Süleymân’ın mührü ile vurur, Cehennemlik yazılır, yüzü simsiyâh olur.” [Tirmizî]
5- Ye’cûc ve Me’cûc çıkacak. Kur'ân-ı kerîmde buyuruluyor ki: “Ye’cûc ve Me’cûc, set yıkılıp her tepeden akın ederler.” [Enbiyâ, 96]
Hadîs-i şerîfte de buyuruluyor ki: “Ye’cûc ve Me’cûc, kıyâmetin ilk alâmetlerindendir.” [İbn-i Cerîr]
6- Duman çıkacak. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurulmuştur ki: “Gökten bir duman çıkacağı günü gözetle.” [Duhân, 10]
Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Dumanın tesiri, mümine nezle gibi gelir, kâfire ise çok şiddetlidir.” [Ebû Dâvûd]
7- Güneş batıdan doğacak. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurulmuştur ki: “Rabbinin bazı âyetleri [alâmetleri] geldiği gün, önce îmân etmemiş veya îmânında bir hayır kazanmamış kimseye, o günkü îmânı fayda vermez.” [En’âm, 158]
Âlimler, bu âyetteki alâmetlerden birinin de, güneşin batıdan doğması olduğunu bildirmişlerdir. Şu hadîs-i şerîf de zâten bunu açıkça bildiriyor. “Güneş batıdan doğmadıkça kıyâmet kopmaz. O zaman herkes îmân eder, ama îmânı fayda vermez.” [Buhârî, Müslim]
8- Ateş çıkacak. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Hicâz’dan çıkan ateş, Basra’daki develerin boyunlarını aydınlatır.” [Müslim]
9- Yer batması görülecek. Hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki: “Doğu, Batı ve Cezîretül-Arab’da yer batışı görülecek.” [Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-i Mâce]
10- Kâbe yıkılacak. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir Habeşli, Kâbe’yi tahrip edecektir. Onu, şu anda, siyâh elleri ile Kâbe’nin taşlarını bir bir söker hâlde görüyorum.” [Buhârî, Müslim]
.16/09/2019
Ehl-i sünnete göre Nüzûl-i Îsâ itikadı
"İsâ inince, her yerde sükûn, emniyet meydâna gelir. Öyle ki arslanla deve, kurtla kuzu serbestçe dolaşırlar, çocuklar yılanlarla oynarlar."
Bazı akademisyenler, maalesef, “Kıyâmetin Büyük Alâmetleri”nden olan “Nüzûl-i Îsâ=Hazret-i Îsâ’nın inişi” ve “Hurûcü’l-Mehdî=Mehdî’nin çıkışı” konularında, Ehl-i sünnet itikâdına uymayan birtakım fikirler beyân etmektedirler.
Bu bakımdan biz, bugün ve yarınki makâlelerimizde, Ehl-i sünnetin doğru itikâdını ortaya koymak maksadıyla, önce “Nüzûl-i Îsâ” konusunu ele almak, sonra da öbür hafta inşâallah “Hurûcü’l-Mehdî” konusuna temas etmek istiyoruz.
Malûm olduğu üzere, dînimizde dört temel delîl (edille-i şer’iyye=edille-i erbaa) vardır: Bu ana deliller: Kitap, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet, Kıyâs-ı Fukahâdır. Dînî konularda bir hüküm ortaya koyabilmek için, bu delîllere mürâcaat etmek lâzım ve şarttır...
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurulmuştur ki:
"Allah’ın Resûlü Meryem oğlu İsâ’yı öldürdük dedikleri için Yahûdîleri lanetledik. Onlar, İsâ’yı öldürmediler, asmadılar da. Öldürülen, kendilerine İsâ gibi gösterildi..." [Nisâ, 157]
"Elbette o [Hazret-i İsâ’nın kıyâmete yakın gökten inmesi], kıyâmetin yaklaştığını gösteren bilgidir. Sakın bunda şüphe etmeyiniz." [Zuhruf 61, Beydâvî Tefsîri]
Hadîs âlimi Keşmîrî'nin "et-Tasrîh bimâ tevâtere fî nüzûli'l-Mesîh" isimli kıymetli bir kitâbı var. Orada, Hazret-i İsâ'nın nüzûlüne dâir: 75 mütevâtir hadîs + 26 Sahâbe ve Tâbiîn kavli=Toplam 101 delîl zikredilmiştir.
Bizim de, 1986 yılında, Konya İlâhiyat Fakültesi Dergisine yazdığımız "3 Mütevâtir Esere Dâir" başlıklı bir makâlemiz vardır. O eserler, İmâm Suyûtî, İmâm Kettânî ve Muhammed bin Sıddîk el-Ğumârî (Ğımârî, Ğamârî)’nin, mütevâtir hadîsleri ele alan eserleridir. Her üçünde de, kıyâmetin büyük alâmetleri konuları yer almaktadır.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"On alâmet çıkmadan kıyâmet kopmaz. Biri de, Îsâ’nın gökten inmesidir." [Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce, İmâm Ahmed, Taberânî, İbn-i Hibbân, İbn-i Cerîr]
"İsâ inince, her yerde sükûn, emniyet meydâna gelir. Öyle ki arslanla deve, kurtla kuzu serbestçe dolaşırlar, çocuklar yılanlarla oynarlar." [Ebû Dâvûd]
Büyük âlim ve velîlerden Hâce Muhammed Pârisâ da buyurmuştur ki:
"Îsâ (aleyhisselâm), kıyâmete yakın bir zamanda, gökten inerek, Muhammed aleyhisselâmın dînine göre hareket edecek ve Kur'ân-ı kerîmden hüküm çıkaracaktır. Îsâ (aleyhisselâm) gibi büyük bir Peygamberin ictihâd ile çıkaracağı bütün hükümler, Hanefî mezhebindeki hükümlere benzeyecek, yâni İmâm-ı A'zam'ın ictihâdına uygun olacaktır."
.10/09/2019
Tasavvufun gâyesi...
Allahü teâlâyı çok anan, O’nu sever, Allahü teâlâyı sevince, kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır.
Dünkü makâlemizde, tasavvufun iki ana gâyesi vardır demiştik. Birincisi, Ehl-i sünnet itikâdının yakînî ve vicdânî olmasıdır.
Akıl ve delille kuvvetlendirilen îmân sağlam olmaz. İmânın yakînî ve vicdânî olması, Allahü teâlâyı anıp, hâtırlamak şeklinde “zikir” ile olur. Ra’d sûresinin 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kalplere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikirle olur” buyurulmuştur. Zikir, kendini gafletten kurtarmak demektir. Gaflet, Allahü teâlâyı unutmaktır. Zikir, sâdece, kelime-i tevhîdi söylemek ve tekrar tekrar “Allah” demek değildir. Her ne şekilde olursa olsun, kendini gafletten kurtarmak zikir olur.
Buna göre, dînin emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak hep zikirdir. Dînin emrettiği şekilde alışveriş yapmak zikirdir. Dîne uygun olarak yapılan her iş zikirdir. Çünkü bunları yaparken, bu emir ve yasakların sâhibi, yâni Allahü teâlâ, hep hatırlanmakta ve gaflete yer verilmemektedir. Ancak Allahü teâlânın ism-i şerîfleri ve sıfatlarıyla yapılan zikir, çabuk tesîrini gösterir ve O’nun sevgisini hâsıl eder. Bu sebeple tasavvuf büyükleri, Kelime-i tevhîdle zikrin pek kıymetli olduğunu bildirmişlerdir.
Hadîs-i şerîfte; “Bir şeyi çok seven, onu çok anar” buyurulmuştur. Dolayısıyla seven sevdiğini çok anar. Allahü teâlâyı çok anan, O’nu sever, Allahü teâlâyı sevince, kalbe îmân yerleşip siner, böylece emir ve yasaklara uymak kolaylaşır. Allahü teâlâyı ve Resûlünü tam sevmedikçe, emirlerine uymak çok güç olur.
Tasavvufun ikinci gâyesi de; emir ve yasakları yerine getirip ibâdetleri yapmakta kolaylık, lezzet almanın, işleri sırf Allah için yapmanın, ihlâsın, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmenin hâsıl olması…
Tasavvuf, herkesin görmediğini görmek, bilmediğini bilmek, gâipten haber vermek, nûrları, rûhları ve kıymetli rüyâları görmek, havada uçmak, su üzerinde yürümek, herkesin yapamadığını yapmak için değildir. Çünkü bu hâller, günâhkârlarda veya Müslümân olmayanlarda da görülebilir. Bunlara “istidrâc” denir. Bu hâller, onların derece derece azâba ve helâkine sebep olur. Bunlar sâlih Müslümânda görülürse, bu hâl “kerâmet” olur. Velî olmak için kerâmet sâhibi olmak şart değildir. En büyük kerâmet ise, Allahü teâlânın emirlerini yapıp, yasaklarından sakınmaktır.
Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullah’tan (sallallahü aleyhi ve sellem) kavuştukları feyiz ve ma’rifetleri kendilerinden sonrakilere, Tâbiînin büyüklerine ulaştırıp, onların kalplerini temizlediler. Hazret-i Ebû Bekr ile Hazret-i Ali müstesnâ, diğer sahâbîlerden gelen feyiz ve ma’rifetler, birkaç asırdan sonraya ulaşmadı. Bin dört yüz seneden beri Hazret-i Ebû Bekr ve Hazret-i Ali’den alınan feyizler ve ma’rifetler, iki silsile hâlinde geldi.
Sevr Mağarasında, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)den gizli zikri öğrenen Hazret-i Ebû Bekr vâsıtasıyla gelen feyiz ve ma’rifetlere kavuşturan yola, “Nübüvvet Yolu” denilmiştir. Ali Efendimizden gelen yola da, “Vilâyet Yolu” denilmiştir.
[İnşâallah bu konuları, münâsib bir zamanda tekrâr ele alırız.]
.09/09/2019
Tasavvufun tarifi ve gayesi...
“Tasavvuf, Resûlullah Efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir.”
Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
“Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır.”
Şu tarîfler de önemlidir:
“Tasavvuf, Allahü teâlâ ile olmak, iyi ahlâk edinmek ve dînin emirlerine uymak demektir.”
“Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terk etmektir.” (Alî bin Sehl)
“Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez.” (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî)
“Tasavvuf, Resûlullah Efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir.” (Alâüddevle Semnânî)
İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah da, “İnsana en önce lâzım olan Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate (İslâmiyete, dînin emir ve yasaklarına) uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir” buyurmuştur.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretlerinin hocası Seyyid Abdullah-ı Dehlevî buyurmuştur ki: “Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikâdında idiler. Bid'at sâhiplerinin hiçbiri, Allahü teâlânın ma'rifetine yaklaşamamıştır. Evliyâlık nûrları bunların kalblerine girmemiştir.”
Tasavvuf bilgilerini elde etme, öğrenme işine, “Tahsîl-i irfân” denilmektedir.
Muallim Receb Efendi, “Edeler dâimâ tahsîl-i irfân/Olalar her biri, bir kâmil insan” demiştir.
Yine “Tasavvuf” ahlâk ve kalb ilmidir. Kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmaktır. Kalbde îmânın vicdânîleşmesi, yâni Ehl-i sünnet itikâdının kalbde sağlamlaşması ve şüphe getirici tesirlerle sarsılmaması, nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin ve sıkıntıların giderilip ibâdetlerde kolaylık ve lezzet hâsıl olması demektir.
“Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır: Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular.” (Harkûşî Abdülmelik bin Muhammed)
Bilindiği üzere, tasavvuf aslında şu iki gâyeyi gerçekleştirmeye çalışır:
Birincisi; Ehl-i sünnet itikâdının yakînî ve vicdânî olmasını, yâni sağlamlaşmasını, kalbe yerleşip sinmesini, şüphe getiren tesirlerle sarsılmamasını temin içindir.
Tasavvufun ikinci gâyesi de; emir ve yasakları yerine getirip ibâdetleri yapmakta kolaylık, lezzet almanın, işleri sırf Allah için yapmanın, ihlâsın, Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet etmenin hâsıl olması, nefs-i emmâreden (kötülükleri emreden nefisten) doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. Yâni İslâmiyetin emirlerinin zor ve ağır gelmeden yapılmasına yardımcı olmasıdır. [İnşâallah yarın, bu iki maddeyi, biraz daha açalım.]
.03/09/2019
İmânın yetmiş küsur şubesi vardır
İmân, Muhammed aleyhisselâmın söylediklerinin hepsini beğenip, kalbin tasdîk etmesidir. Böylece inanan insanlara “Mümin” denir.
Dînimizin temeli îmândır. Îmânı olmayanların hiçbir ibâdetini ve iyiliğini, Allahü teâlâ beğenmez ve kabul etmez. Müslüman olmak isteyen kimse, önce îmân etmeli, sonra guslü, abdesti, namazı ve lâzım oldukça diğer farzları ve harâmları öğrenmelidir.
Muhammed Ma’sûm Hazretleri, “Mektûbât”ında buyuruyor ki: “Îmân, kelime-i tevhîdin 'Lâ ilâhe illallah ve Muhammedün Resûlullah' iki kısmına birlikte inanmaktır.” [c. III, 16. Mektûb]
Yani, Müslümân olmak için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna da inanmak lâzımdır.
Muhammed aleyhisselâm, Allah’ın Peygamberidir. Allahü teâlâ, Cebrâîl ismindeki melek ile, kendisine “Kur’ân-ı kerîm”i göndermiştir. Bu Kur’ân-ı kerîm, Allah kelâmıdır. Muhammed aleyhisselâmın kendi düşünceleri ve felsefecilerin, târihçilerin sözleri değildir.
Allahü teâlâ, insanların dünyâda rahat ve huzur içinde yaşamalarını, âhirette de sonsuz saadete kavuşmalarını istiyor. Bunun için, saadete sebep olan faydalı şeyleri yapmayı emretmiştir. Felâkete sebep olan zararlı şeyleri de yasak etmiştir. Allahü teâlânın birinci emri, îmân etmektir. Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îmân zarûrîdir.
Îmân, lügatte, bir kimseyi tam doğru sözlü bilmek, ona inanmak demektir. İslâmiyyette îmân demek ise; Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu ve onun tarafından seçilmiş, haber verici “Nebî” olduğunu doğru bilmek ve inanarak söylemek ve onun, Allahü teâlâ tarafından “kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak” ve “geniş bildirdiklerine etraflıca inanmak” ve gücü yettikçe “Kelime-i şehâdeti dil ile de söylemektir.”
İmân, Muhammed aleyhisselâmın söylediklerinin hepsini beğenip, kalbin tasdîk etmesi, yani inanmasıdır. Böylece inanan insanlara “Mümin” ve “Müslümân” denir.
En büyük âlim ve velîlerden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, kardeşi Mahmûd Sâhib’in talebi üzerine, Fârisî “İ’tikâdnâme” isimli kitâbında, Cibrîl hadîsini şerhetmiştir. Orada, îmân konusu genişçe ele alınmıştır.
Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) buyurdu ki:
“İmân, yetmiş küsur şubedir. En üstünü (Lâ ilâhe illallah) [Allah’tan başka ilâh yok] demektir; en düşük derecesi de rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırmaktır. Hayâ da îmândandır.”
Şâfiî mezhebindeki âlimlerden, hadîsçi İmâm Beyhekî’nin, bu konuda yazılmış “Şuabü’l-îmân=Îmânın şubeleri” isimli müstakil bir kitâbı var.
Ömer Kazvînî isimli âlim, bu kitâbı “Muhtasaru Şuabi’l-îmân” adıyla ihtisâr etmiş, özetlemiştir. Biz de, 1986 yılında Konya İlâhiyat Fakültesi Dergisine yazdığımız bir makâlede, bu hadîs-i şerîfi çok geniş olarak ele almıştık.
.02/09/2019
Şâir Nâbî'nin edeple ilgili şiiri
"Edepsizlik yapmaktan sakın; çünkü burası, Allahü teâlânın Habîbînin, Mahbûbunun, sevgilisinin mekânıdır."
Sultân IV. Mehmed Hân zamanında, dîvân şâirlerimizden, Peygamberimizin âşıklarından, 6 (altı) Sultân zamanında yaşayan ve onlar için cülûs şiirleri yazan Urfalı Şâir Yûsuf Nâbî (1642-1712), Devlet Erkânıyla beraber, bir sene hacca gitmişti.
Medîne-i münevvereye yaklaştıklarında, gece yarısında, heyetten bir zâtın, mübârek mekâna, harem-i şerîfe doğru ayaklarını uzatarak yattığını görünce, irticâlen (doğaçlama) 5 beyitlik bir kasîde söylemiştir; o kasîde şöyle başlamaktadır:
“Sakın terk-i edepten; Kûy-i Mahbûb-i Hudâdır bu.” (Edepsizlik yapmaktan sakın; çünkü burası, Allahü teâlânın Habîbînin, Mahbûbunun, sevgilisinin mekânıdır.)
“Nazargâh-ı İlâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu.” (Burası, Allahü teâlânın nazar buyurduğu, seçilmiş zât olan Muhammed Mustafâ’nın makâmıdır.)
Şiirinin sonunda da demiştir ki:
“Mürâât-ı edep şartıyla, gir Nâbî, bu dergâha,/Metâf- Kudsiyândır, bûsegâh-ı Enbiyâdır bu.”
(Ey Nâbî, bu dergâha/Peygamberimizin şehrine, edebe riâyet ederek gir; zîrâ burası meleklerin tavâf ettikleri ve Peygamberlerin de eşiğini öptükleri bir dergâhtır.)
Nâbî bu şiiri yolda yazar. Kâfile, şafak vakti, Medine-i Münevvere’ye girdiğinde, Mescid-i Nebevî’nın minârelerinden sabâh ezânı okunmaktadır. Müezzin, ezânın ardından Türkçe bir kasîde okumaya başlar. Nâbî, dikkat kesilir, bir de ne görsün, okunan kendi şiiridir. Hemen minârenin kapısına koşar. Nâbî, müezzine "Allah aşkına, okuduğun bu kasîdeyi nereden öğrendin?” der. Müezzin şöyle cevap verir:
“Bu gece, rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm; bana buyurdu ki: (Ümmetimden Nâbî adında bir şâir, benim hakkımda şu kasîdeyi yazdı, hoşuma gittiği için, bunu okumanı arzu ediyorum.) Ben de rüyamda, Efendimizden öğrendiğim beyitleri aynen okudum."
Nâbî “Demek ki Sevgili Peygamberimiz, bana, ‘Ümmetimden bir şâir’ dedi. Demek ki, iki cihân güneşi beni ümmetliğine kabûl etti, öyle mi?” deyip bayılmıştır.
Diğer bir rivâyette, Nâbî bütün müezzinlere sorduğu hâlde, cevap alamaz. En sonunda, ser-müezzin (baş müezzin) der ki: “Arkadaşlarımız, ketûm davranmakta haklıdırlar; çünkü mesele bir sırdır. Ancak siz Nâbî iseniz, sizden de gizli değil tabiî. Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), bu gece her birimizin rüyâsını teşrîf ederek, bu şiiri talim edip emrettiler: “Ümmetimden Nâbî şehre geliyor; sabâh ezânından sonra, bunu okuyarak kendisini karşılayınız!”
Nâbî merhûm ikinci kez şoktadır. Sorar: “Ümmetimden Nâbî dedi mi?” diye.
Evet cevâbını alıp, yemînle teyit ettirir; yemîni üç kez tekrârlatır, ama sevincinden düşer bayılır.
Nâbî, bu hac seyâhatinde “Tuhfetü’l-Haremeyn” isimli bir gezi kitâbı da yazmıştır. O kitapta, bu na’t (naat) ile birlikte pek çok şiiri, hâtıraları ve gözlemleri de yer almaktadır.
[Cenâb-ı Hak, merhûm şâir Nâbî’ye ganî ganî rahmet eylesin, derecesini âlî kılsın; bizlere de şefâatçi eylesin.]
.27/08/2019
Ahlakı güzelleştirmek için...
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Güzel ahlâk, senden kesilen akrabânı ziyâret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.”
Bugün maalesef bütün dünyâda, insan hakları ciddî bir şekilde ihlâl edilmektedir. Mukaddes dînimizde adam öldürmek, yaralamak, mâlını almak, çalmak şöyle dursun, kalp kırmak bile büyük günâhlardandır. Yüce dînimizde kadınlara, çocuklara, müslim olsun gayr-i müslim olsun bütün insanlara, hattâ hayvanlara bile ezâ, cefâ, onları taciz, onlara tecâvüzde bulunma, şiddet uygulama kesinlikle yasaktır.
Sevgili Peygamberimiz, bazı hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki:
“En iyi kimse, en çok sevdiğim kimse, huyu en güzel olandır.” [Buhârî]
“Yumuşak davranmayan, hayır yapmamış olur.” [Müslim]
“Yumuşak davran! Sertlikten sakın! Yumuşaklık insanı süsler, çirkinliği giderir.” [Müslim]
“Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, hayvanın yularını tutan kimse gibidir. Durdurmak isterse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine sürmek isterse, hayvan oraya koşar.” [Ebû Dâvûd]
“Müminlerin îmân yönünden en fazîletlisi, ahlâkça en iyi olanıdır.” [Tirmizî]
“Yumuşak olan kimseye, dünyâ ve âhiret iyilikleri verilmiştir.” [Tirmizî]
“Cennete götüren sebeplerin başlıcası, Allahü teâlâdan korkmak ve iyi huylu olmaktır. Cehenneme götüren sebeplerin başlıcası da, dünya nimetlerinden ayrılınca üzülmek, bu nimetlere kavuşunca sevinmek, azgınlık yapmaktır.” [Tirmizî]
“Îmânı en kuvvetli kişi, ahlâkı en güzel ve hanımına en yumuşak olandır.” [Tirmizî]
“En fazîletli mümin, ahlâkı en güzel olandır.” [Tirmizî]
“Sizin îmânca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır.” [Hâkim]
Bir kimse, Resûlullah Efendimizden nasîhat istedi, “Gazaplanma [hiddetlenme, kızma, sinirlenme, öfkelenme]” buyurdu. Birkaç kerre sordu, hepsinin cevâbında da, “Kızma [sinirlenme]” buyurdu. (Buhârî)
Güzel ahlâk konusunda, bunlardan başka birçok hadîs-i şerîf daha vardır; yine misâl olmak üzere, onlardan birkaçını zikredelim:
“Mallarınızla herkesi memnun edemezsiniz. Güler yüz ve tatlı dil ile, güzel ahlâkla memnun etmeye çalışınız!” [Hâkim]
“Güzel ahlâk, senden kesilen akrabânı ziyâret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir.” [Beyhakî]
“Halka kolaylık, yumuşaklık gösteren Müslümânın Cehenneme girmesi harâmdır.” [İmâm Ahmed]
“Affedin ki, Allahü teâlâ da sizi affetsin ve şerefinizi yükseltsin.” [İsfehânî]
“Allah için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir, azîz eder.” [Berîka]
“Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri affetmek, kendini mahrûm edenlere ihsân etmek, güzel huylu olmaktır.” [İbn-i Ebid-dünyâ]
“Sana zulmedeni affet, sana gelmeyene git, sana kötülük edene sen iyilik et, aleyhine de olsa, mutlakâ doğru konuş.” [Razîn]
“Mûsâ aleyhisselâm, "Ya Rabbî, Sen’in indinde en azîz kimdir?" diye sordu. Allahü teâlâ da, "İntikâm almaya gücü yeterken affedendir" buyurdu.” [Harâitî]
“Allahü teâlâ, merhameti olmayana merhamet etmez, affetmeyeni affetmez.” [İmâm Ahmed]
“Affedin ki, affa kavuşasınız.” [İmâm Ahmed]
.26/08/2019
Cemiyetlerin huzurlu olmaları için ne yapmaları lazım?
İnsanlar, Peygamberlere tâbi olup, emir ve yasaklara uydukları müddetçe, huzûrlu ve rahat birer hayat yaşamışlar, birbirlerini sevip saymışlardır.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan itibaren, Peygamberleri vâsıtasıyla kullarına emirlerini ve yasaklarını, beğendiği ve beğenmediği işleri bildirmiştir. İnsanlar, Peygamberlere tâbi olup, emir ve yasaklara uydukları müddetçe, huzûrlu ve rahat birer hayat yaşamışlar, birbirlerini sevip saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzursuz olmuşlar, rahatları bozulmuş, ahlâksızlık ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
İyi insan, iyi ahlâklı insan demektir. Dînimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Güzel ahlâka sâhip kimselere gıpta etmek, onlar gibi olmaya gayret etmek gerekir.
Güzel ahlâk, ilim ve edep öğrenmekle, iyi insanlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Kötü ahlâk da bunun tersidir. Yani câhil kalmak, edepsiz olmak, kötü insanlarla arkadaşlık etmekten hâsıl olur.
Allahü teâlâ, Kalem sûre-i celîlesinde, Peygamber Efendimizi överken: “Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) buyurdu.
Hazret-i Ayşe annemize, Onun ahlâkı sorulduğunda: “Onun ahlâkı, Kur’ân ahlâkından ibâretti” buyurmuştur.
Kur’ân-ı kerîmde bir âyet-i kerimede de, onun üsve-i hasene (en güzel örnek) olduğu ifâde buyurulmuştur:
“Muhakkak ki, Allahın Resûlünde, sizin için üsve-i hasene/numune-i imtisâl/en güzel örnek vardır.” (Ahzâb, 21)
Son Peygamber Muhammed (aleyhisselâm), “Ben, iyi huyları tamâmlamak, yerleştirmek için gönderildim” buyurmuştur.
Böylece İslâmiyet, insanlığa, temelinde Allah sevgisi, Allah korkusu ve her yaptığını, kimseden dünyevî bir menfaat beklemeden ihlâs ile, yalnız Allah için yapma, nefsi kontrol etme ve ona hâkim olma esâsları bulunan en yüksek ahlâk kâidelerini sundu.
“Et-ta’zîmü li-emrillah veş-şefekatü li-halkıllâh (veya alâ halkıllâh)”, yani Allahü teâlânın emirlerine tazim, hürmet [saygı] ve yarattıklarına şefkat [merhamet] bu kâidelerin en önemlilerinden ikisidir.
Dost-düşmân herkesin yakînen bidiği gibi, Peygamber Efendimizden itibâren, bütün Müslüman devlet adamları, milletleri “Vedîatullah” (Allahü teâlânın kendilerine birer emâneti) olarak görmüşler ve onlara buna göre muâmele etmişlerdir.
Bilindiği üzere “Medeniyet” de “Ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ıbâd=Beldeleri îmâr edip, kulları (insanları) refâha (râhat ve huzura) kavuşturmak” şeklinde tarîf edilmektedir.
Medeniyet; memleketleri îmâr etmek, binâlar, yollar, fabrikalar, çeşitli âlât u edevât vs. yaparak memleketleri kalkındırmak, fenni ve her çeşit gelirleri, bütün insanların, yanî ferd, âile, cemiyet ve milletlerin hürriyetleri, rahat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmaktır.
.20/08/2019
“İslâm, güzel ahlâktır”
Kötü huylardan kurtulup uzaklaşma, güzel huylar edinme, iyi huylu olma yollarını öğreten ilim dalına “Ahlak ilmi” denilmektedir.
İslâmiyet; “medenî insan” ve “medeniyet sâhibi toplum” meydana gelmesi için, insanlara lâzım olan iman ve ibâdetleri; iş, ahlak ve cemiyet hayatında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.
Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin de açıkladıkları hususlardır.
İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi, bunların içinde vardır. Bugün çok perişan hâlde olan insanlığın kurtuluşu için, bunlardan istifâde etmelidir.
İnsanların doğru yolu bulmaları, ahlaken yükselmeleri, dünyada ve âhirette huzura kavuşmaları için, son Peygamber olarak Muhammed aleyhisselâm gönderilmiştir.
İster “Ülü'l-azim”, ister “Resûl” ve isterse “Nebî” olsun, bütün Peygamberlerin eğitimdeki hedefleri aynıdır. Bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyada huzur ve sükûn içerisinde yaşamaları, iyi-güzel ahlaklı insanlar olmaları, âhirette de ebedî saadete kavuşmalarıdır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıda gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Hepimizin bildiği gibi Ahlak: “Hulk=Huluk” kelimesinin çokluk şekli olup “insanda yerleşmiş huylar” demektir. Fransızcada: “éthique” ve “morale” kelimeleriyle ifâde edilmektedir. [Alm. Moral, Sitten, İng. Morality, ethics.]
Ahlak: “İnsanda istemeden, kendini zorlamadan meydana gelen meleke, yani yerleşmiş huy, seciye, tabîat” şeklinde tarif edilmektedir. İnsanın sözleri, hareketleri ve davranışları, ahlâkına bağlı olarak meydana gelir.
İnsanlar, iyiliğe, güzelliğe ve yükselmeye elverişli olarak doğarlar. Hiç kimsenin huyu yaratılışındaki gibi kalmaz; iyi veya kötü yönde değişir. Zâten böyle olmasaydı, Peygamberlerin gönderilmesine lüzum kalmazdı; hâlbuki onlar insanları hep iyiye, doğruya çağırmışlardır. Peygamber Efendimiz, “Ahlâkınızı iyileştiriniz / güzelleştiriniz” buyurmuştur. İlim adamları da çocuklarını terbiye için uğraşmışlardır.
Kötü huylardan kurtulup uzaklaşma, güzel huylar edinme, iyi huylu olma yollarını öğreten ilim dalına “Ahlak ilmi” denilmektedir. Bu ilim, öğrenilmesi lüzumlu olan sekiz yüksek dinî [İslâmî] ilimden biridir.
Ahlaka dâir kitaplar da yazmış bulunan Ali bin Emrullah diyor ki:
“Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzumlu bir ilimdir. Çünkü rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. Rûhun iyi huyları, sıhhati, kuvveti bununla kolayca elde edilir. Kuvvetli rûhlar, ahlâk ilmi sayesinde güzel ahlak sahibi olurlar. Kirlenmiş, hasta rûhlar da, bu ilim yardımı ile temizlenir, iyi ahlaka kavuşurlar.”
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “İslâm, güzel ahlâktır”, “Dîn, güzel ahlâktır.” [Deylemî]
“Ahlâkınızı güzelleştiriniz.” [İbn-i Lâl]
“Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” [Beyhekî]
.19/08/2019
“Hayâ imandandır”
Din düşmanları, kızlardan ve kadınlardan, daha onlar çocukken hayâyı kaldırmaya çalışıyorlar. Hayâsız bir toplum meydana getirmeye uğraşıyorlar.
Bugün birazcık, hayânın îmândan olduğu konusu üzerinde durmak istiyoruz; ancak ona geçmeden evvel “Hayâ ve iffetin önemi” mevzûunda birkaç kelime söyleyelim:
Allahü teâlâ, insan neslinin devamı için, erkek ve kadını birbirine karşı cazip kılmıştır. Aynı zamanda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları, dünyada çetin bir imtihana tâbi tutmuştur. Dünyadaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihan hayâ ve iffet imtihanıdır. Bu imtihanda kazanan bir insan, dünya ve âhiretin kahramanıdır.
İnsanların kusursuz olması veya insanın düşüklüğü, daha ziyade iffet işinde belli olur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, iffetini muhafaza edenlere, büyük mükâfatlar vadetmiş; iffetini muhâfaza etmeyenlere de, Cehennem azabını göstermiş; iffetsizleri, bir insanı öldüren bir câni ile bir tutmuştur.
İffetli kimse, hayâ sahibidir, yani günah işlemeye utanır. Hayâ sahibi olmanın önemi büyüktür. Bu husûstaki birkaç hadîs-i şerîf şöyledir:
“Hayâ imandandır.” [Buhârî]
“Hayâ azlığı küfürdendir.” [Hâkim]
“Hayâ, iffet, dile sâhip olmak ve akıl imandan; cimrilik, müstehcenlik, çirkin söz ve hayâsızlık nifâktandır.” [Beyhekî]
“Hayâsı olmayanın imanı da olmaz. İmansız da Cennete giremez.” [Deylemî]
İffet, yani nâmus ne kadar önemli ise, nâmussuzluk da o kadar kötüdür. Birçok günah hakkında (meselâ “hırsızlık yapmayın”, “adam öldürmeyin” şeklinde) direkt o fiiller hakkında yasak konulurken, “zinâ” hakkında, “zinâya yaklaşmayın” şeklinde, oraya götüren bütün söz ve işler de yasaklanmıştır.
Meselâ bir kız veya kadının, aralarında nikâh olmaksızın, dînen yabancı olan erkeklere şehvetle bakması (keza erkeğin aynı işi yapması), onlarla ölçüsüz şekilde görüşme, konuşma, mektuplaşma, çetleşme, mailleşme ve mesajlaşmasının, maâzallah o kötü sona ulaştırmasından korkulur.
Yüce Rabbimiz, müminlerin vasıflarını zikrederken de buyuruyor ki:
“Müminler, namazlarını huşû içinde kılar, boş, lüzumsuz şeylerden yüz çevirir, zekâtlarını verir, iffetlerini korur, emanet ve ahidlerine riâyet ederler…” [Mü’minûn, 1-8]
Hadîs-i şerîfte, “Hayâ güzeldir, fakat kadınlarda daha güzeldir” buyurulmuştur. (Deylemî)
“Hayâ on kısımdır; dokuzu kadınlarda, biri erkeklerdedir.”
Din düşmanları, kızlardan ve kadınlardan, daha onlar çocukken hayâyı kaldırmaya çalışıyorlar. Hayâsız bir toplum meydana getirmeye uğraşıyorlar.
Nâmusun önemi hakkındaki hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir:
“İyi bilin ki, nâmusunu koruyana, Cennet vardır.” [Hâkim]
“Başkasının karısını, kızını ayartan bizden değildir.” [Hâkim, İmâm Ahmed]
“Bir kadın, beş vakit namazını kılar, nâmusunu korur, kocası ile iyi geçinirse, dilediği kapıdan Cennete girer.” [İbn-i Hibbân]
“Zinâdan korunan Müslümân, Cennete girer.” [Beyhekî]
“Şu altı şeyi yapanın, Cennete girmesine kefîlim: Doğru konuşan, verdiği sözü yerine getiren, emânete riâyet eden, nâmusunu koruyan, gözlerini harâmdan sakınan, ellerini kötülükten çeken.” [İmâm Ahmed]
“Kötülükten korunmak için, nikâhlı yaşayın ve iffetli olun.” [İbn-i Asâkir]
.13/08/2019
Kurban ibadetine dair...
Kurbân nisâbına mâlik olan ve gerekli diğer şartları taşıyan bir Müslümânın, zarûretsiz kurbân kesmemesi günâhtır.
"Kurbân", lügatte “yakın olmak, yaklaşmak” mânâsınadır. Umûmî mânâsıyla "Allahü teâlâya ibâdet maksadı ile belli üç günde kesilen hayvan"; "Allah’a yakın olmak, O’nun rızâsını elde etmek için kan akıtmak" demektir.
Kurbân, Peygamber Efendimize farz, Hanefî mezhebine göre, zenginlere vâcip, diğer 3 mezhebe göre ise sünnettir.
Kurbân, vâcib vazîfesini yerine getirerek, sevâba kavuşmak için kesilir.
Kurbân, Müslümânların zengin olanlarına emredilen mâlî bir ibâdettir. Yolcu olmayan (mukîm olan) akıllı ve bülûğ çağına giren (çocuk olmayan) hür ve Müslümân erkek ve kadının, ihtiyâcından fazla nisap miktârı malı veya parası varsa, Kurbân Bayramı'nda kurbân kesmeleri vâcib olur.
Kurbân nisâbına mâlik olan ve gerekli diğer şartları taşıyan bir Müslümânın, zarûretsiz kurbân kesmemesi günâhtır.
Hanefî mezhebine göre zenginlere vâcip olan kurbân; nezir (adak) kurbânı; hacda temettü ve kırân haccı yapanlara, orada kesmeleri vâcip olan kurbân; çocuk nimetine şükür için kesilen akîka hayvânı; sevâbı ölülere bağışlanmak üzere kesilen kurbân gibi kısımlar vardır.
İslâmiyette kurbân; davar (koyun, keçi, anası gibi gösterişli olan 6 aylık kuzu); sığır (inek, boğa, dana, düve, tosun, manda) ve deveden birini “Kurbân Bayramı”nın ilk üç gününde, kurbân niyetiyle kesmek demektir.
Peygamber Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:
“Kurbân bayramında yapılan amellerden, Allahü teâlâ katında, kurbân kesmekten daha kıymetlisi yoktur. Daha kanı yere düşmeden, Allahü teâlâ, onu muhâfaza eder. Onunla nefsinizi tezkiye edin, onu seve seve kesin.” [Tirmizî]
“Kurbânın derisindeki her tüy sayısınca size sevâp vardır. Kanının her damlası kadar mükâfât vardır. O sizin mîzânınıza konacaktır. Müjdeler olsun.” [İbn-i Mâce]
“Yâ Fâtıma, kurbânının yanına git! Kesilirken orada bulun! Yere akacak ilk kan damlası ile, geçmiş günâhların affedilir.” [İbn-i Hibbân]
“Kesilen kurbân, Kıyâmette, etiyle, kanıyla 70 kat büyüyerek mîzâna konur.” [İsfehânî]
“Kurbânlarınız, semiz olsun. Onlar, Sırâtta bineklerinizdir.” [Zâdü’l-mukvîn]
Hâli-vakti yerinde olan ve Allahü teâlânın emrine uyarak kurbân kesen, kendisini Cehennemden âzâd etmiş olur. İki hadîs-i şerîfte: “Hasîslerin [cimrilerin] en kötüsü, (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurbân kesmiyendir”, “Hâli vakti yerinde olup da kurbân kesmeyen, namaz kıldığımız yere gelmesin” [Hâkim] buyurulmuştur.
Kurbân kesmenin vâcib olmasında, bayramın üçüncü günü esâs alınır. Bayramın birinci ve ikinci günü, zengin-fakîr, mukîm-misâfir, akıllı-deli olmaya bakılmaz. Bayramın üçüncü günü nisâba mâlikse, diğer şartlar da varsa, kurbân kesmek vâcib olur.
.12/08/2019
Hazret-i Âdem’den beri kurban ibâdeti vardır
Kurban ibâdeti, dünyâya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem’den beri bilinen ve yapılagelen bir ibâdettir.
Allahü teâlâya ibâdet için yaratılan insanlar, O'nun râzı olduğu işleri yaparlarsa, “İbâdet” etmiş olurlar. Allahü teâlânın rızâsı da, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır.
Bilindiği gibi ibâdetler üç kısımdır: 1- Beden ile yapılanlar (Namaz ve Oruç gibi), 2- Mal ile yapılanlar (Zekât, Sadaka-i Fıtır ve Kurbân gibi), 3- Hem beden, hem de mal ile yapılan (Hac ve Umre gibi) ibâdetlerdir.
Müslümânlara bedenî ve mâlî ibâdetlerden bazıları, Hicretin ikinci yılında emredildi. Hicretin 2. yılı olaylarından biri, müdâfaa için cihâda izin verilmesidir.
Bunun yanında, Hicrî ikinci senede, daha önce Kudüs’e, Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılınırken, Allahü teâlânın emriyle (Bakara, 144), Kâbe-i şerîfeye doğru namaz kılınmaya başlanmıştır. Kıblenin Kâbe-i muazzama olmasından bir ay ve hicretten de 18 ay sonra, Şabân ayının 10. günü, Bedir gazâsından da bir ay önce, oruç farz kılındı.
Yine hicretin 2. yılında Zilhicce ayında, “Kurbân kesmek” ve “Bayram namazı” kılmak vâcip oldu.
Bilindiği üzere kurbân ibâdeti, dünyâya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem’den beri bilinen ve yapılagelen bir ibâdettir.
Son ilâhî kitâbımız olan Kur’ân-ı kerîmde Hac sûresinin 34. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır:
“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbânlık hayvânların üzerlerine, O’nun adını anarak kurbân kesmeyi meşrû kıldık...”
Kurbân ibâdeti, Kur’ân-ı kerîmde [Bakara Sûresi, 67-71, 196; Mâide Sûresi, 2, 27, 95, 97, 103; Hac Sûresi, 34, 36-37; Sâffât Sûresi, 102-107; Fetih Sûresi, 25; Kevser Sûresi, 2] muhtelif yönleriyle beyân buyurulmaktadır.
Bu konuda, Peygamber Efendimizin de birçok hadîs-i şerîfleri vardır. 14 asırdan beri de, kurbânla mükellef olan bütün Müslümânlar bu ibâdeti yapagelmişlerdir.
Bakara 196; Mâide 2, 95, 97 ve Fetih 25’te “hacda kesilecek kurbânlar”; Mâide sûresinin 27. âyetinde, “Âdem aleyhisselâmın 2 oğlunun kestikleri kurbânlar”; 103. âyetinde “adak kurbânı”; Hac sûresinin 36-37. âyetlerinde “umûmî olarak kurbân ibâdeti”; Sâffât sûresinin 102-107. âyetlerinde de “Hazret-i İbrâhîm aleyhisselâm’ın kestiği kurbân” zikrolunmuştur.
Kevser sûresinde ise, Peygamber Efendimize farz olan, fakat (Hanefî mezhebine göre) ümmetinden zengin olanlara vâcip kılınan, (Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise sünnet-i müekkede olan) kurbân beyân buyurulmaktadır.
.06/08/2019
Edep ve hayânın önemi
"Allahü teâlâ kime akıl verirse, îmân ile hayâ da onunla berâberdir. Aklı olmayanın, ne îmânı, ne de hayâsı vardır.”
Yûnus Emre Hazretleri, edep hakkında buyuruyor ki:
“Ehl-i diller arasında aradım, kıldım talep;/Her hüner makbul imiş; illâ edep illâ edep./Gezdim Halep’i Şâm’ı, eyledim ilmi talep;/İlim gerideymiş; illâ edep illâ edep.”
Yine Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî “Edep, insanın bedenindeki rûhtur; Enbiyâ ve Evliyânın göz ve gönül nûrudur; şeytânın kâtilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır” buyurmuştur.
Erzurumlu İbrâhîm Hakkî hazretleri de buyurmuştur ki:
“Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâdan/Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan.” (Şiir Antolojilerinde farklı şahıslara da isnâd ediliyor. Meselâ Yûnus Emre’ye. Nitekim biz de dün, ondan nakletmiştik.)
Şimdi gelelim başlıktaki 2. kelimemiz olan “Hayâ” kelimesine:
“Hayâ”: “Utanma, ar, nâmus; çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydâna gelmesinden dolayı kalbde meydâna gelen râhatsızlık” demektir.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir.” (Buhârî, Et-Terğîb vet-Terhîb)
“Allahü teâlâdan hayâ ediniz! Hakîkî mânâda Allahü teâlâdan hayâ etmek, kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hâtırlamaktır…” (Tirmizî, Taberânî)
“Hayâ ile îmân, berâberdirler. Biri gidince, diğeri de onu tâkip eder.” (Nisâbül-Ahbâr)
“Cennet'e gitmek isteyen uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Harâm işlemekte, Allah'tan hayâ etsin.” (Berîka)
Bu hadîs-i şerîflerden sonra, şimdi de diğer bazı âlim ve velîlerin sözlerine temâs edelim:
“Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir.” (Hazret-i Ebû Bekir radıyallahü anh)
“Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez.” (Zeyd bin Sâbit radıyallahü anh)
“Kul hayâ sâhibi olduğu zaman, hayır/iyi işlere yapışır. Hayâ kalbe yerleştiğinde, nefsin arzû ve istekleri ondan uzaklaşır.” (Ebû Süleymân-ı Dârânî kuddise sirruh)
“Âfetlerin evveli, cehâlet, bilgisizlik; sonra nefsin arzu ve isteklerine meyletmek; sonra da hayâyı terk etmektir.” (Sehl-i Tüsterî kuddise sirruh)
“Hayânın en kıymetlisi, Allahü teâlâdan utanmaktır. Ondan sonra Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi ve sellem) hayâdır. Daha sonra insanlardan hayâ etmek gelir.” (Muhammed Hâdimî rahimehullah)
“Cebrâil aleyhisselâm, aklı, îmânı ve hayâyı, Âdem aleyhisselâma getirdi ve dedi ki: "Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm eder, sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin" dedi. "Âdem aleyhisselâm aklı kabûl eyledi. Cebrâil aleyhisselâm, îmân ile hayâya; "Siz gidin" deyince, îmân dedi ki: "Allahü teâlâ bana emreyledi ki, akıl nerede ise, sen de orada ol!" Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allahü teâlâ tarafından emrolunduğunu beyân ederek, her ikisi de akıl ile berâber Âdem aleyhisselâmda kaldı. "Allahü teâlâ kime akıl verirse, îmân ile hayâ da onunla berâberdir. Aklı olmayanın, ne îmânı, ne de hayâsı vardır.” (Süleymân bin Cezâ rahmetullahi aleyh)
.5/08/2019
Müslüman gençlerde bulunması gereken edep ve hayâ
“En büyük edeb, İlâhî hududu muhâfaza etmek, gözetmek, yani Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasaklarından sakınmaktır.”
Aslında edep ve hayâ, genç olsun, yaşlı olsun; erkek olsun, kadın olsun, herkes için lâzımdır. Allahü teâlâ buyurmuştur ki (meâlen): “Şüphesiz ki, Resûlullah’ta (Allah’ın elçisinde), Allah’a ve âhiret gününe îmân edenler ile Allah’ı çok anan kimseler için, üsve-i hasene=nümûne-i imtisâl=güzel bir örnek vardır.” [Ahzâb, 21]
Resûlullah (aleyhisselâm) Efendimiz de “Ben, güzel ahlâkı tamâmlamak için gönderildim” [Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i] “Beni, Rabbim terbiye etti ve edebimi de ne güzel yaptı” [İmâm Suyûtî] buyurmuştur.
Yukarıdaki bir âyet-i kerîme ve 2 hadîs-i şerîf meâlinden sonra, şimdi de, konumuzla ilgili, önce, bazı büyüklerden, teberrüken 3 söz nakledelim:
Seyyid Muhammed Behâeddîn-i Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazretleri “Bizim yolumuzun başı edep, ortası edep, sonu da edeptir” buyurmuştur.
İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî hazretleri de “Hiçbir bî-edep, vâsıl-ı illallah olamamıştır: Hiçbir edepsiz, Allahü teâlâya kavuşamamıştır” buyurmuştur.
Yûnus Emre hazretleri ise “Edep başta bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan/Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan” buyurmuştur.
O hâlde, bu kadar mühim olan “Edeb” ne demektir?
“Edeb”: Güzel hâllere ve huylara sâhip olma ve utanılacak hareketlerden sakınma, her hususta haddini bilip, sınırı gözetme hâlidir.
Şimdi mevzumuz hakkında, bazı âlim ve velîlerden de birtakım nakiller yapalım:
“Bir kimsenin edebli olması, iyi kalplilik ve akıllılık alâmetidir.” (Sırrî-yi Sekatî)
“Kul için, güzel edebden daha iyi mertebe görmedim. Çünkü aklın hayâtı edebdir. İnsan edeb ile dünyâ ve âhirette yüksek derecelere kavuşur.” (Ebû Osmân Hîrî)
“İnsanlar, edebe, ilimden çok daha fazla muhtaçtırlar.” (Abdullah bin Menâzil)
“Allahü teâlâya karşı edeb, O'nun emirlerini yerine getirmekle olur. Avâmın, halkın edebi, dînin emirlerine uymak; havâssın, seçilmişlerin edebi, dînin emirlerine uymakla berâber kalbi zikir (Allahü teâlâyı anma) nûru ile aydınlatmak, gönülden Allahü teâlâdan başka her şeyi çıkarmaktır.” (İmâm-ı Gazâli)
“Din büyüklerinin yolu baştan sona edebdir.” (İmâm-ı Rabbânî)
“Âdemoğlunun edebden nasîbi yok ise, insan değildir. Âdemoğlu ile hayvân arasındaki fark budur. Gözünü aç ve gör ki, Allahü teâlânın bütün kelâmının mânâsı, âyet âyet edebden ibarettir.” (Şems-i Tebrîzî)
“En büyük edeb, İlâhî hududu muhâfaza etmek, gözetmek, yani Allahü teâlânın emirlerine uymak, yasaklarından sakınmaktır.” (Abdülhakîm-i Arvâsî)
Hüseyin bin Saîd-i İstanbûlî hazretleri bir şiirinde buyurmuştur ki:
“Edeb ehli edebden hâlî olmaz,
Edebsiz ilim öğrenen âlim olmaz.”
.30/07/2019
Dinimizin haram kıldığı çirkin iş!..
Allahü teâlâ, insan neslinin çoğalması için erkeklere değil, kadınlara yaklaşmak gerektiğini, nikâhla olan evlilikten, nesebi sahîh kız ve erkek evlatların olacağını bildirmiş ve şehveti de bunun için vermiştir. Fakat şehvetin veriliş gâyesinden ve hikmetinden gâfil olan insanlar, cehâlet ve azgınlıkları sebebiyle livâtâ denen çirkin işe yönelmişlerdir.
“Nikâhsız evlenmek harâmdır. Nikâh lâzım olduğuna ehemmiyet (önem) vermeyenin îmânı gider.” (Abdullah-ı Mûsılî)
Eşcinsellik adıyla da bilinen “livâta”, eski Yunan toplumunda da vardı. Yahûdî ve Hıristiyân kültüründe günâh kabul edilerek yasaklanmış olan eşcinsellik, günümüz Batı toplumlarında normal kabul edilmekte, maalesef bu istikâmette kânûni ve idârî düzenlemeler de yapılmaktadır. Türkiye’de bu fiilin zorla yapılması, kânûnen ırza geçme suçu teşkîl etmektedir...
Büyük İslâm âlimlerinden İmâm Mücâhid (rahmetullahi aleyh); “Lûtî olan (livâta yapan) kimse, tövbe edip, bu pis fiilden vazgeçmedikçe, gökte ve yerde olan bütün sularla yıkansa, yine temizliği noksan olur” buyurmuştur.
“Üç şeyden dolayı, Allahü teâlâ gadaba gelip Arş titrer. Haksız yere adam öldürme, erkeğin erkeğe, kadının kadına gidip livâta yapmalarıdır.” (Ebû Tâlib Mekkî)
“Livâta yapanlarda çok tehlikeli olan “İt uru” ve “AIDS hastalığı” hâsıl olmaktadır.” (Seâdet-i Ebediyye)
Her dînde harâm ve büyük günâh olduğu bildirilen ve insan tabîatına ters olan livâta, bugün süratle yayılan korkunç AIDS hastalığına sebep olmaktadır. Livâta eden insanda, it uru ve AIDS hastalığı ortaya çıkmaktadır. 1985 yılında virüsü teşhîs edilen bu hastalığın, domuz eti yiyenlerde de görüldüğü tesbît edilmiştir.
Şubat 1993’te, BM-AIDS Programı Başkanı Dr. Michael Merson tarafından AIDS hastalığının son durumuyla ilgili olarak şu bilgiler verilmiştir:
“Dünyâ üzerinde (1993’te), 13 milyon kişiye AIDS bulaşmış durumda olup, bunların 2,5 milyonu tâm olarak hastalığın pençesine düşmüş hâldedir. Bu hastalıktan şu ana kadar, 2 milyon kişi ölmüştür. 2000 yılına kadar ise, 30 veya 40 milyon kişiye AIDS virüsü bulaşmış olacaktır. Yüzde yüz öldürücü olan bu hastalık, yalnız belli yaşlardaki yetişkinleri değil, çok daha küçük yaşlarda, hatta bebekleri bile kan nakli, cinsel temâs, anneden vb. sebeplerle yakalıyor. AIDS’e sebep olan HIV virüsüne yakalanan bir kişi, 8 veya 10 yıl içinde, tamâmiyle hastalığın etkisi altına girip ölmektedir. 10 yıl önce Afrika’da, Kuzey Amerika’da ve Avrupa’da başlayan bu hastalık, Asya ve Latin Amerika’da da yayılmaya başlamıştır...
.29/07/2019
Livâta Gayr-i meşru işlerdendir
"Lût'u da hâtırla. Hani o, kavmine şöyle demişti: Âlemlerde hiçbir kimsenin, sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?"
Böyle bir konuyu ele almamızın sebebi, Taksim’de yapılmak istenen bir yürüyüş ve bazı belediyelerin resmî Twitter hesaplarından onlara destek olmalarıdır...
“Gayr-i meşru”: “İslâmiyet'e uygun olmayan iş ve hareketlerdir.” Gayr-i meşru hayat yaşayanlarda, frengi ve belsoğukluğu gibi pek çok zührevî hastalıklar görülmektedir.
Lût aleyhisselâmın kavminden önce hiçbir kavmin işlemediği çirkin ve iğrenç fiil (livâta) hakkında, Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresinin 74. âyetinde (meâlen); “Habîs=pis, çirkin iştir” buyurulmuştur.
İslâmiyetin bildirdiği büyük günâhların en büyüklerinden olan bu çirkin fiil (livâta), Lût aleyhisselâmın kavminin helâk olmasına, yerin dibine batırılmasına sebep olmuştur. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin A’râf sûresinin 80. âyetinde (meâlen); “Sizden önce, âlemlerin hiçbirinin yapmadığı hayâsızlığı (livâtayı) mı yapıyorsunuz?” buyurarak çok çirkin bir fiil olduğunu bildirmiştir.
“Sedum halkı”nın ahlâksızlık ve edepsizliğini ifâde eden âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur: "Lût'u da hâtırla. Hani o, kavmine şöyle demişti: Âlemlerde hiçbir kimsenin, sizden önce yapmadığı bir hayâsızlığı mı yapıyorsunuz?" (el-Ankebût, 28). Ancak diğer âyetlerde, bunların yaptıkları kötülüklerin cezâsız kalmadığı bildirilerek, gökten gelen acı bir azâb ile yerle bir edildikleri belirtilmiştir.
Peygamber Efendimiz de, muhtelif hadîs-i şerîflerinde; “Lût kavminin işini (livâta) yapan melundur”; “Benden sonra ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Lût kavminin yaptığını yapmalarıdır”; “Livâta yapan ile yapılanın ikisi de zinâ yapmış olur”; “Ümmetimden Lût kavminin amelini (livâta) yaptığı hâlde ölen kimseyi, Allahü teâlâ onlarla (Lût kavmiyle birlikte) haşr eder”; “Lûtî olanlar (livâta yapanlar) kıyâmet gününde maymun ve domuz sûretinde haşrolunacaklardır”; “Lût kavminin yaptığı çirkin işi yapanı görürseniz, fâili (yapanı) de, mef’ûlü (yapılanı) de öldürünüz” buyurarak, livâtanın kötü ve iğrenç iş olduğunu, tehdîd yollu bildirmiş ve insanları bu pis işten sakındırmak istemiştir.
Almancada da “Päderastie”, Fransızcada da “Pédérastie”, İngilizcede de “Pederasty” diye isimlendirilen “Livâta”: Erkekler arası cinsî ilişkidir. Bu cinsî sapıklık olan bu çirkin ve iğrenç fiili, ilk defa Lût aleyhisselâmın kavmi işlediği için “livâta” denilmiştir.
Mâlik bin Dinar hazretleri; “Geçmiş ümmetlerden hiç birinde, erkeğin erkeğe yaklaştığı işitilmedi. Ancak bu çirkin fiil, Lût kavmi arasında zuhûr etti. Onlara şeytân gelip bu fiili öğretti. İnsan tabîatına aykırı olan bu çirkin fiili yaptıkları için, Allahü teâlânın gazâbına uğradılar” buyurarak livâtanın kötülüğünü bildirmiştir.
.28/07/2019
Diyanet imsak vakitlerini niçin değiştirdi?
1980’de güzel ülkemizde bir darbe olmuş, bütün ülke idaresi gibi Diyanet’in yönetimi de İhtilâl Konseyi'nin eline geçmiştir. Prim yapmak isteyen, makam düşkünü bazı din adamları rehberliğinde, namaz ve imsak vakitlerine operasyon düzenlenmiştir. Hâlbuki bir gazete yazarınca -18 derecenin tercih edilmesi talebi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, çok haklı gerekçelerle daha önce reddedilmiştir.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, 1969 yılından 1980 yılına kadar 11 sene müddetle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda “Din İşleri Yüksek Kurulu Raportörü” olarak çalıştım; bir ara “Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği” de yaptım. Bu müddet zarfında, 4 “Diyanet İşleri Başkanı”, 12 “Devlet Bakanı”yla çalıştım. Bu görevlerim esnasında, yüzlerce kitap okuyup haklarında raporlar yazdım. Vatandaşlardan dinî konularda gelen binlerce suale verilen fetvaların müsveddelerini hazırladım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda, mezkûr görevimde iken, çok önemli vazifeler ifa ettiğim kanaatindeyim...
Bunları niçin yazdım?
Ben, eski bir Diyanet mensubuyum; Riyaset’in kuruluşundan itibaren, Başkanlık’ta kıymetli ilim adamları gelip geçmiştir. Ancak Diyanet’te maalesef zaman zaman bazı yanlışlıklar yapılmıştır: Meselâ Mevlid Kandili kutlamalarının, bir müddet miladi takvimle nisan ayında yapılması gibi [çok şükür, bu yanlıştan dönüldü]; yine namaz vakitlerinin değiştirilmesi gibi. Saygıdeğer Prof. Dr. Numan Kurtulmuş Beyefendi ve saygıdeğer meslektaşım Prof. Dr. Ali Erbaş, “Kutlu Doğum Haftası” konusundaki yanlışlığın düzeltilmesinde vesile olup çok dua ve teşekkür aldıkları gibi; Sayın Başkan, namaz ve oruç vakitlerindeki yanlışlığın da düzeltilmesinde vesile olabilirse, yine milyonların gönüllerini fethetmiş ve çok dua almış olacaktır...
Bu girizgâhtan sonra, biz bu yazımızda, bilhassa 1983 yılında değiştirilen namaz vakitleri, özellikle “İmsak Vakti” üzerinde durmaya çalışacağız.
1983 senesinden evvel, bütün takvimlerde, namaz vakitleri hep aynı idi. Fakat 1983 senesinde, re’sen namaz ve oruç vakitleri değiştirilmiştir. 1982 ve evvelindeki takvimlerden hangisine bakılırsa bakılsın, bütün takvimlerde doğru imsak ve namaz vakitleri verilirken, ilk defa 1983 yılından başlamak üzere, doğru vakitlere ait hesap usul ve kaideleri terk edilmiştir. Namaz vakitlerinin bazılarında “Temkin” tamamen terk edilerek, bazılarında da, asgarîye (!) indirilerek vakitlerde değişiklik yapılmıştır. Güneşin ufkun altındaki yükseklik açısı (-18) dereceye çekilerek hesap edilip bulunan imsak vakitleri kesinlikle yanlıştır.
Burada, evvelâ şunu ifade edelim ki, 1949 yılında Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin talimatıyla, Kandilli Rasathanesinin kurucusu Prof. Fatîn Gökmen başkanlığında Kâmil Miras, İstanbul Müftüsü Ömer Nasûhî Bilmen, Eyüp Müftüsü İsmail Habip Erzen ve Muvakkit Yusuf Ziya Gökçe’den oluşan bir komisyon, “İmsak”in belirlenmesi için, -19º’yi esas almıştır. Ancak D. İ. Başkanlığı, 1982 yılında, imsak vaktinden temkini kaldırdığı sırada, güya “İslâmın kolaylaştırma ilkesi” doğrultusunda, -19º yerine, güya “bilimsel bir kriter” olan -18º’yi benimsemiştir.
1980’de güzel ülkemizde bir darbe olmuş, bütün ülke idaresi gibi, Diyanet’in yönetimi de İhtilâl Konseyi'nin eline geçmiştir. Prim yapmak isteyen, makam düşkünü, art niyetli bazı din adamları rehberliğinde, namaz ve imsak vakitlerine operasyon düzenlenmiştir. Hâlbuki bir gazete yazarınca -18 derecenin tercih edilmesi talebi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, çok haklı gerekçelerle daha önce reddedilmiştir.
Namaz vakitlerindeki değişiklik kararında “İslâm’ın kolaylaştırma ilkesi” ve “bilimsel bir kriter” gibi iki kılıf uydurulmuştur. Yine bu kılıfı kullanan bir profesör de, yıllar sonra “İmsak vakti”ni, bir hayli geriye çekmiş, neredeyse güneş doğuncaya kadar yemiş-içmiş ve kendisine uyan bütün Müslümanların oruçlarını da ifsat etmiştir.
İSLÂM ASTRONOMİ ÂLİMLERİ NE DEMEKTEDİRLER?
İslâm astronomi âlimi Ahmed Ziya Bey, imsak hakkında “Rub’-ı Dâirenin Sûret-i İsti’mâli” kitabında diyor ki: “Avrupalılar fecr-i sadıkın başlaması olarak, ufuk üzerinde beyazlığın tamamen yayıldığı vakti hesap ediyorlar. Bunun için, fecr hesaplarında, güneşin irtifâ’ını -18 derece alıyorlar. Biz ise, ufuk üzerinde beyazlığın ilk görüldüğü vakti hesâb ediyoruz. Bunun için de şemsin (Güneşin) irtifâ’ının, -19 derece olduğu vakti buluyoruz. Çünkü İslâm âlimleri, imsak vaktinin, beyazlığın ufk-ı zâhirî üzerinde yayıldığı vakit değil, beyazlığın ufuk üzerinde ilk görüldüğü vakit olduğunu bildirdiler.”
İslâm âlimleri, asırlardan beri, fecr irtifâ’ının -19 derece olduğunu anlamışlar, diğer rakamların doğru olmadığını bildirmişlerdir. Avrupalılar, beyazlığın yayılmasına “fecr” diyorlar. Bu fecrin irtifâ’ı -18 derece kabul ediyorlar. Müslümanların, din işlerinde Hristiyanlara değil, İslâm âlimlerine uymaları lâzımdır.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşundan, 1983 senesine kadar, imsak vakti hesaplarında (-19) derece irtifâ’ın kullanılması icap ettiğine dair çok sayıdaki vesikalardan birkaçını, kaynakları ile birlikte aşağıda bildirelim. (İnşallah, Diyanet’in saygınlığına daha fazla bir halel gelmemesi için, bir yetkili çıkar da, bu yanlışları düzeltir.)
DİYANET’İN AÇIKLAMASI
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 13.08.2010 tarihinde bir okuyucusunun sualine verdiği cevap yazısında; “İbadet vakitleri, özellikle yatsı namazı tespitinde, güneşin ufuk alçalma açısının, imsak vakti için de güneşin ufka yaklaşma açısının bilinmesi astronomların ana konusu olmuştur. Halife Me’mûn zamanından beri [198 (m. 813) tarihinden itibaren] yatsı ve imsak vakitleri, bu (yatsı için -17°, imsak için -19°) değerlere göre tespit edilmiştir” şeklinde bildirilmektedir.
Diğer taraftan, bu alanın en önemli uzmanlarından biri olan Prof. Fatin Gökmen, bu hususta şöyle söylemektedir: “…muhtelif yerlerde uzun müddet yapılan rasatlar neticesinde, her yerde ve her zamanda, şafak-ı ahmerin gaybûbeti, güneşin tahtel-ufuk -17 derece inhıtâtında ve şafak-ı abyazın gaybûbetiyle, imsak vakti olan fecrin tulûu dahi -19 derece inhıtâtında vuku bulduğunu tespit eylemişler, sonra gelen râsıtlar dahi, bu tespiti tasdîk ve teyît ederek, -17 ve -19 dereceler üzerinde müttefik kalmışlardır” şeklinde bildirilmektedir. [Prof. Fatin Gökmen, Sebîlürreşâd, Cilt. III, sayı. 61]
İMSÂKİYELERİN FARKLI OLMASI
Bugün ise ülkemizde, iki çeşit imsakiye basılmakta ve dağıtılmaktadır. Bir kısmı, yüz senedir kullanılmakta olup doğruluğunda en ufak bir şüphe, tereddüt hâsıl olmamış namaz vakitleri cetvelini aynen muhafaza eden takvimler; bir kısmı da 1983’ten sonra, “çok oruç tutuyoruz” diyenleri susturmak gayesiyle, imsak vaktini uzatan takvimlerdir.
1983 tarihinden önceki takvimlerin yanlış olmadığını herkes kabul etmektedir. Bu hususta bir ihtilâf yoktur. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 30 Mart 1988 tarih ve 234-497 sayılı Müftülüklere gönderdiği tamiminde “1983 öncesi takvim ile yeni uygulama arasında, sâdece temkin farkı bulunmaktadır. Buna göre 1983 öncesindeki uygulama yanlış değildir” denilmektedir.
Türkiye Gazetesi Takvimi, Fazilet Takvimi ve diğer bazı takvimler, doğruluğunda ittifak olan 1983 öncesine göre hazırlanmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamiminde bildirdiği gibi, 1983 yılından önceki uygulamaya göre hazırlanan takvimler ile bu takvimlere dayanılarak hazırlanan “Ramazan imsakiyeleri” yanlış değil, sâdece temkinlidir.
ŞİMDİ NEŞREDİLEN TAKVÎMLER ARASINDAKİ FARKLILIKLARIN İKİ SEBEBİ VARDIR
1- İlmî, astronomik zarurete binaen, vakitlerin hesabına mutlaka dâhil edilmesi icap eden “Temkin müddeti”nin, imsak ve yatsı vakitlerinden tamamen kaldırılması, öğle ve ikindi vakitlerinde de azaltılarak kullanılmasıdır.
2- İmsak vakti hesaplarında, güneşin ufkun altındaki yükseklik derecesi olan irtifaının (-19) dereceden, (-18) dereceye indirilerek güneşin ufka yaklaştırılmasıdır.
Peki, “Temkin” nedir, âlimler, bu temkini niçin koymuşlardır? Kısaca bunu izah edelim:
Bir namaz vakti hesaplanırken, hesabı yapılan şehrin arazisinin yükseklik ve alçaklık gibi durumlarının göz önüne alınması gereklidir. Ayrıca vakte tesir edecek atmosfer şartlarının da, en anormal hâli düşünülerek, vakti emniyet altında tutacak zamana, “vaktin temkini” denir. Bu vakit, ibadet vaktinin emniyeti bakımından zaruri olarak konulması şart olan bir zamandır. Temkinsiz yapılan ibadet, vaktin dışına taşmış olabilir. Bilindiği gibi, namazları vaktinde kılmak şarttır. Birkaç dakika önce kılınsa, namaz sahih olmaz. Oruç da böyledir. Güneş batmadan önce yiyip içilince, oruç sahih olmaz.
Bundan 2 sene önce, Diyânetin İftâr Vakti, şimdiki vakitlerinden 4 dakika sonra idi; Türkiye Takvîmindeki iftâr vaktinden 2 dakika sonra ezân okunuyordu; tabîî ki bu durum, ihtiyâtlı bir durumdu. Ama şimdi durum ne? 2 seneden beri, iftârı 4 dakika geriye çekerek, Türkiye Takvîmindeki vakitten de 2 dakika önce ezân okuyorlar. Böylece Müslümânların oruçları imsak sebebiyle sakatlandığı gibi, iftâr sebebiyle de sakatlanmaktadır.
Hâlbuki namazları, vakitleri girdikten üç-beş dakika sonra kılmakta, güneş battıktan 5-10 dakika sonra orucu açmakta da herhangi bir mahzur yoktur. Hatta yıldızlar görülünceye kadar bile geciktirmek câizdir.
1983’ten sonraki yeni takvimlerde, imsak vakti 20 dakika geciktirilmektedir. Böyle olunca, oruç tehlikeye sokulmaktadır. İmsak vaktinde eski cetvelleri esas alıp, yeni takvimlerden 20 dakika önce yiyip içmeyi kesmekte hiçbir mahzur yoktur. Hatta çok iyi olur. Tedbirsizlik ve temkinsizlik sebebiyle namaz ve oruçları ifsat etmemek gerekir. İki takvîm arasındaki fark, birinin temkinli, ötekinin temkinsiz olmasından kaynaklanmaktadır.
Şimdi, meselenin dinî yönden incelenmesine geçelim:
Kur’ân-ı kerîmde Bakara sûresi’ndeki, “… Sizin için fecrin beyaz ipliği siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyip için…” mealindeki 187. ayetindeki iplikler, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığıdır. Âyet-i kerîmenin anlamı, “Gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı, iplik gibi birbirinden ayrılıncaya kadar yiyip için” demektir. Bu âyet-i kerîmeyi duyan bir zât (bir sahâbî), “Yâ Resûlallah, ben gündüzün geceden ayrıldığını öğrenmek için yastığımın altına bir beyaz iplik ile bir siyah iplik koydum. Fakat gecenin bitişini yine de tespit edemedim” dedi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz, “O iplikler, gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığıdır” buyurdu. Eğer Peygamber Efendimiz bu hususu açıklamasa idi, beyaz ipliğin aydınlık, siyah ipliğin karanlık olduğunu nereden bilecektik?
TAKVÎMLERDE YAZILI OLAN İMSÂK NE DEMEKTİR?
İmsak, gecenin bitimi, yiyip-içmenin yasak olduğu vaktin başlaması demektir. Türkiye Gazetesi Takvîmi’nde yazılı olan “İmsak vakti”nde, yiyip içmeyi kesmelidir. Bundan 20 dakika kadar sonra sabah namazı kılınabilir. Yanlış takvimlere göre hareket edip de, yiyip içmeye, ezan okununcaya kadar devam eden kimselerin, suçu yanlış takvime yüklemeleri, kendilerini mesuliyetten kurtaramaz. Türkiye Gazetesi Takvimi, ehil kimseler tarafından, çok hassas bir şekilde hazırlanmaktadır. Bu hususta takvimde her ay, “Mühim Tembih” başlığı altında bir ikaz da yapılmaktadır.
NETİCE OLARAK
1982 ve daha önceki yıllarda, takvimlerde bildirilen imsak vakitleri için uygulanan ve (-19) derece olan güneşin ufkun altındaki yükseklik açısı, 1983 senesinden itibaren, bazı takvimlerde, İslâm âlimleri ve İslâm astronomi mütehassıslarının ittifakla bildirdikleri, beyazlığın doğudaki ufuk hattında bir nokta hâlinde görülmesi şeklinde değil de, Avrupalıların beyazlığın ufukta yayılması şeklinde bildirdikleri fecr vaktine ait olan irtifa’ (-18) derece alınmıştır.
Bunun neticesinde, hem Güneş'in ufkun altındaki yüksekliğini, (-18) derece almakla ve hem de temkin müddetini kaldırmakla, imsak vaktinde yaklaşık olarak (Türkiye gibi arz derecesi 36-42 derece arasında kalan yerlerde) 15-20 dakikaya varan farklar ortaya çıkmıştır. Yani, oruca Türkiye’de gerçek imsak vaktinden, takriben 15-20 dakika sonra başlanmakta, 15-20 dakika daha yeme ve içmeye devam edilmekte ve tutulan oruçlar da fasit olmaktadır. Böyle vakitlere uyularak tutulan oruçlar fasit olduğundan, kaza edilmeleri lâzımdır.
O hâlde, Devlet, Hükûmet ve Diyanet yetkililerinin, asırlardır devam edegelen İslâm astronomi mütehassıslarının beyanlarına ve Diyanet’in de 1983 öncesindeki namaz ve oruç vakitlerine tekrar dönerek, halkımızı rahatlatacak kararlar almaları en hâlis temennimizdir.
NAMAZ VAKİTLERİ, KUR'ÂN-I KERÎM'DE, BİRKAÇ ÂYET-İ KERÎMEDE, MÜCMEL OLARAK BİLDİRİLMİŞTİR
İnternette, ehliyetsiz bazı kişilerin, namaz vakitleriyle alâkalı, Kitâba, Sünnete ve diğer ilmî kaynaklara dayanmayan, indî, hevâ-yı nefisten yapılmış birtakım açıklamalarına şâhit oldum. Bunun üzerine, temel kaynaklarımıza (Kitâb, Sünnet, İcmâ-ı Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ’ya) göre konunun açıklamasını yapmayı zarûrî gördüm.
Malum olduğu üzere, Kur'ân-ı Kerîm'de, namaz vakitlerine, birkaç âyet-i kerîmede, mücmel olarak işâret buyurulmuştur: el-Bakara, 238; Hûd, 114; el-İsrâ, 78; Rûm, 17-18; Kâf, 39-40; el-İnsân, 25-26’da olduğu gibi.
Bu âyet-i kerîmeler, Sevgili Peygamberimizin hem kavlî hadîs-i şerîfleri, hem de fiilî tatbîkâtıyla/uygulamalarıyla beyân edilmiş, açıklanmıştır.
Peygamber Efendimiz, “Benim namaz kıldığımı gördüğünüz şekilde namaz kılınız” buyurmuştur. Namaz hakkında böyle buyurduğu gibi, yine hac hakkında da, “Hac menâsikinizi benden alınız” buyurmuştur.
Peygamberimizin amcazâdesi, “Tercümânü’l-Kur’ân=Kur’ân’ın tercümânı”, “Reîsü’l-müfessirîn=Müfessirlerin başı”, “Bahru’l-İlim=İlim denizi/okyânûsu” ve “Hıbru’l-ümme=Ümmetin en büyük âlimlerinden biri” gibi sıfatlarla anılan Abdullah İbn-i Abbâs’a (radıyallahü anhümâ), “Kur’ân-ı kerîmde, beş vakit namazı bildiren âyet hangisi” diye suâl edildiğinde, şu meâldeki âyet-i kerîmeyi okudu: “Akşama girerken, sabâha ererken, gündüzün sonunda ve öğle vaktinde Allah’ı tenzih edîn.” [Rum 17-18]
“Akşama girerken”den maksat, akşam ve yatsı namazları, “sabâha ererken”deki sabâh namazı, gündüzün sonundaki, ikindi namazı, öğledeki de, öğle namazıdır. (Celâleyn)
Son dönem Osmânlı ulemasından el-Hâc Mehmed Zihnî Efendi, “Hâşiyetü’t-Tahtâvî”nin tercümesi olan “Ni’met-i İslâm” adlı kitâbında ifâde ettiğine göre:
Nisâ sûresinin 103. âyetinde, “Namaz, belli vakitlerde farz kılındı” buyurulup ayrıca, beş vaktin hepsi de diğer âyetlerde bildirildiği hâlde, “Beş vakit namaz” ifâdesinin geçmeyişi, kutuplarda ve buralara yakın yerlerde, beş vaktin tamâmının teayyün etmemesindendir.
Kutuplarda, 5 vakit namazın vakitleri takdîr edilerek kılınmaktadır. Bunların da nasıl takdîr edileceğini, İslâm astronomi âlimleri açık-seçik yazmışlardır.
ÂYET-İ KERÎMEYİ DOĞRU ANLAYABİLMEK...
Burada, evvelâ şunu belirtelim ki, “Tefsîr Usûlü”nden bahseden bütün kitaplarda belirtildiği üzere [aslında hadîs ve fıkha dâir bütün metodoloji kitaplarında da böyledir], bir âyet-i kerîmenin doğru olarak anlaşılabilmesi için, onu açıklayan başka bir âyet var mı, yok mu? Önce buna bakılması lâzım.
İkinci merhalede, âyetin tefsîri için sünnete başvurmak lâzımdır. Sünnet, Allah'ın kitâbının beyânıdır. Sünnet-i seniyye, Kur’ân-ı kerîmi şerh ve îzâh eder. Zîrâ Allahü teâlâ, Resûl-i ekremine “beyân” vazîfesi vermiştir:
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân'ı indirdik.” [Nahil, 44]
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de, Resûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in vereceği hükümlerin, Allah tarafından kendisine bildirildiği de ifâde ediliyor.
“Allah'ın sana gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmedesin diye, sana Kitab'ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma.” [Nisâ, 105]
Âyetin açıklaması, diğer âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde bulunamazsa, o takdîrde, Kur’ân-ı Kerîm'in nüzûlüne şâhid olan Sahâbe-i güzînin îzâh ve tefsîrine başvurulur. Ma’lûm olduğu üzere, onlar Kur’ân-ı kerimde medhedilmiş olup ilim, amel ve anlayış bakımından bu ümmetin en önde gelenleridirler.
Konunun açıklaması, Sahâbe-i kirâmın sözlerinde de bulunamazsa, o zaman Mücâhid İbn Cebr, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Atâ İbn Ebî Rebâh, el-Hasanü'l-Basrî, Mesrûk İbnü'l-Ecda, Saîd İbnü'l-Müseyyeb gibi tâbiînin büyüklerinin söylediklerine mürâcaat edilir.
“NAMAZIN, MÜ’MİNLERE VAKİTLİ OLARAK FARZ KILINDIĞI”NA DÂİR...
Allahü teâlâ, îmândan sonra en mühim farîza olan namaz hakkında (meâlen) "Şüphesiz namaz, mü’minlere vakitli olarak farz kılınmıştır" (Nisâ, 103) buyurmuştur. Binâen aleyh vakit, namazın en önemli şartlarından birisidir. Hattâ hem şartı, hem de sebebidir.
Şimdi burada, bu âyet-i kerîmenin açıklamasıyla ilgili olarak, dört mezhebe dâir 8 mu’teber tefsîrden (müelliflerin vefât târihlerine göre) bazı iktibâslar yapalım:
Hanbelî mezhebi âlimlerinden Ebu’l-Ferec Abdurrahmân İbnü’l-Cevzî (Abdurrahmân bin Ebi’l-Hasen Alî bin Muhammed et-Teymî el-Bekrî el-Kureşî el-Hanbelî) [v. 597 / 1201], “Zâdu’l-Mesîr fî İlmi’t-Tefsîr” adlı eserinde, Nisâ sûresinin 103. âyet-i kerîmesiyle ilgili olarak:
“Kitâben” “farzan” demektir. “Mevkût” hakkında da 2 kavil (rivâyet) vardır: 1.si “mefrûz=farz kılınmış” manasıdır ki, bunu İbn-i Abbâs, Mücâhid, Süddî ve İbn-i Zeyd ifâde etmişlerdir. 2.si ise, “belli vakitlerle vakitlenmiş [belli vakitlerde farz kılınmış]” anlamıdır; bu da İbn-i Mes’ûd, Katâde, Zeyd bin Eslem ve İbn-i Kuteybe’nin kavilleridir.
Şâfiî mezhebi âlimlerinden İmâm Allâme Fahruddîn er-Râzî (Ebû Abdillah Muhammed bin Ömer İbni’l-Hüseyin eş-Şâfiî) [v. 606/1209], “Mefâtîhu’l-Gayb (veya et-Tefsîru’l-Kebîr)” isimli 32 cildlik tefsîrinde:
“Bil ki, Allahü teâlâ, bu âyette, namazın vücûbunun [yani farziyyetinin] husûsî vakitlerle mukadder olduğunu beyân etmiş, burada vakitleri icmâlen zikretmiş, onları diğer âyetlerde açıklamıştır. Onlar 5 âyettir: el-Bakara, 238; el-İsrâ,78; er-Rûm, 17; Hûd, 114; Tâhâ, 130.
Tâhâ 130’daki, “Kable tulûı’ş-şemsi ve kable ğurûbihâ=güneşin doğmasından ve batmasından önce” lafızları “sabâh” ve “ikindi”ye işârettir. Hûd 114’deki, “Tarafeyi’n-nehâr=Günün iki tarafında” lafızları da böyledir [Yanî burada da sabâh ve ikindi namazları kastolunmaktadır.]
Yine Hûd 114’deki “ve min ânâi’l-leyl” lafızları da “akşam” ve “yatsı”ya işârettir. Bu da “zülefen mine’l-leyl” gibidir [Yani burada da akşam ve yatsı namazları kastolunmaktadır.]
Bunlar [el-Bakara, 238; el-İsrâ,78; er-Rûm, 17; Hûd, 114; Tâhâ, 130], beş namazın beş vaktine delâlet eden âyetler mecmûasıdır...
Mâlikî mezhebi âlimlerinden İmâm-ı Kurtubî (Ebû Abdillah Muhammed bin Ahmed bin Ebî Bekir el-Kurtubî el-Mâlikî) [v. 671 /1273], “El-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân” isimli 20 cildlik eserinde:
“Kitâben mevkûten=muakkateten mefrûzaten yanî vakitleri belli farz” demektir. Zeyd İbn-i Eslem demiştir ki: “Mevkûten=müneccemen” yanî namazları o vakitlerinde edâ edersiniz. Lügat âlimlerine göre mana, “her bir namaz, belli bir vakitte farzdır” demektir cümlelerinden sonra, bunu îzâh da etmiştir.
NAMAZLARIN İLK VE SON VAKİTLERİ
Nisâ sûresinin 103. Âyetiyle ilgili Tefsîrlerdeki bu iktibâslardan sonra, Peygamberimizin konuyla ilgili bazı hadîs-i şerîflerine de temâs edelim:
Hicretten iki sene evvel, Mi’râc mu’cizesinin ertesi günü [14 Temmuz günü] Cebrâîl aleyhisselâm, Kâ’be-i muazzama kapısı yanında, Peygamberimize imâm olarak iki gün namaz kıldırmış ve namaz vakitlerini göstermiştir.
“Hazret-i Cebrâîl inip, bana imâmlık yaptı ve kendisi ile birlikte beş vakit namazı kıldım ve beş vakit namazla emrolundum.” [Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî]
Ebû Dâvûd’un “Sünen”i, Tirmizî’nin “Sünen”i, Ahmed İbn-i Hanbel’in “Müsned”i, Abdürrezzâk İbn-i Hemmâm’ın “Musannef”i, İbn-i Ebî Şeybe’nin “Musannef”i, İbn-i Huzeyme’nin “Sahîh”i ve Hâkim’in “Müstedrek”i gibi hadîs kitaplarında ve pekçok fıkıh kitâbında [ayrıca bazı tefsîr kitaplarında da] yer alan hadîs-i şerîfte namaz vakitleri beyân edilmiştir.
Ayrıca fıkıh kitaplarında da şu ibâreler yer almaktadır:
Cebrâîl aleyhisselâm, Kâbe kapısı yanında, Peygamberimize imâm olarak iki gün namaz kıldırmıştır. Bu konudaki hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Cebrâîl aleyhisselâm, Kâbe kapısı yanında, iki gün bana imâm oldu. İkimiz, fecir doğarken sabâh namâzını, güneş tepeden ayrılırken öğleyi, her şeyin gölgesi kendi boyu uzayınca ikindiyi, güneş batarken [üst kenârı gaybolunca] akşamı ve şafak kararınca yatsıyı kıldık.
İkinci günü de, sabâh namâzını, hava aydınlanınca; öğleyi, her şeyin gölgesi kendi boyunun iki katı uzayınca; ikindiyi, bundan hemen sonra, akşamı, oruc bozulduğu (açıldığı) zamân; yatsıyı gecenin üçte biri olunca kıldık.
Sonra, yâ Muhammed, senin ve geçmiş Peygamberlerin namaz vakitleri bunlardır. Ümmetin, beş vakit namâzın herbirini, bu kıldığımız iki vaktin arasında kılsınlar dedi.” [Halebî-yi kebîr, et-Tefsîru’l-Mazharî, Mukaddimetü’s-salât]
Namaz sayısının beş vakit olduğu, bu hadîs-i şerîften de anlaşılmaktadır.
NAMAZ BEŞ VAKİTTİR
Peygamber Efendimiz, bize namazın beş vakit olduğunu ve bunların da ilk ve son vakitlerini bildirmiştir. Senelerce beş vakit namaz kılmıştır. Aslında başka delîl aramak gerekmez.
Nisâ sûresinin 102. âyet-i kerîmesinde “salât-ı havf” zikredildikten sonra, hemen 103. âyet-i kerîmede, “O korkulu zamanda namazı kılıp bitirdikten sonra ayakta iken, otururken, yanlarınız üzere yatarken hep Allah’ı anın. Sükûn ve emniyet hâline geldiğiniz vakit, namazı tâm erkânı ile kılın. Çünkü namaz, mü’minler üzerine, vakitleri belirli bir farz olmuştur” buyurulmuştur.
İsrâ sûresindeki, “Güneşin kayması ânından, gecenin kararmasına kadar ve sabâh vakti namaz kıl” meâlindeki 78. âyet-i kerîmenin aslında geçen, “Dülûki’ş-şems” öğle ve ikindi namazları, “Gasakı’l-leyl” akşam ve yatsı namazları, “Fecr” de sabâh namazıdır. (Kâdî Beydâvî Tefsîri)
İbn-i Abbâs’a (radıyallahü anhümâ), “Kur’ân-ı kerîmde, beş vakit namazı bildiren âyet hangisi” diye suâl edildiğinde, şu meâldeki âyet-i kerîmeyi okudu: “Akşama girerken, sabaha ererken, gündüzün sonunda ve öğle vaktinde Allah’ı tenzîh edin.” [Rûm, 17-18]
“Akşama girerken”den maksat, akşam ve yatsı namazları; “sabâha ererken”deki sabâh namazı; gündüzün sonundaki, ikindi namazı; öğledeki de, öğle namazıdır. (Celâleyn Tefsîri)
Nûr sûresinin 58. âyet-i kerîmesinde, “salât-ı fecr=sabah namazı” ve “salât-ı ışâ=yatsı namazı” ifâdesi açıkça geçmektedir.
Peygamber Efendimiz, Bakara sûresindeki, “Namazları ve vustâ namazını (orta namazı) kılın” meâlindeki 238. âyet-i kerîmeyi açıklarken, “Vustâ namazı (orta namazı) ikindi namazıdır” buyurmuştur. (İmâm Ahmed’in Müsnedi)
Bu âyet-i kerîmede, “Namazları ve orta namazı [ikindi namazını] kılın” buyuruluyor. Arabî gramer kâidesine göre, “salevât” [namazlar] denince, ikiden fazla namaz anlaşılır. Çünkü iki namaz demek için, “salevât” [namazlar] değil, “salâteyn” [iki namaz] denilir. “Vustâ” [orta] namaz, ikindi namazı olduğuna göre, ikindi hâriç, öteki namazların sayısı iki olamaz, ikiden fazla olması gerekir. Üç de olamaz; çünkü “Vustâ Namazı” hariç 4, 6 gibi çift sayılı olmalı ki, “orta namaz” [ikindi namazı] tâm ortada olabilsin. Yanî ortadaki namaz ikindi olduğuna göre, ondan önce iki namaz, ondan sonra da iki namaz bulunduğu meydâna çıkar. Diğer âyetlerdeki namaz vakitleri de dikkate alınınca, namaz vakitlerinin beş olduğunda hiç şüphe kalmaz.
NAMAZIN BEŞ VAKİT OLDUĞUNA DÂİR BAZI HADÎS-İ ŞERÎFLER
Namazın beş vakit olduğuna dâir hadîs-i şerîflerden bazıları şöyledir:
“İslâm beş şey [temel] üzerine kuruldu: 1- Allah’a ve Muhammed aleyhisselâmın Onun resûlü olduğuna inanmak, 2- Her gün beş vakit namaz kılmak, 3- Senede bir kerre mâlının kırkta birini Müslümân olan fakîrlere zekât vermek, 4- Ramazân-ı şerîf ayında her gün oruç tutmak, 5- Mekke’ye giderek, ömründe bir kerre haccetmek.” [Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî]
“Allahü teâlâ buyurdu ki: Bende söz ve hüküm aslâ değiştirilmez. Bu beş vakit namaz karşılığında elli vakit namaz sevâbı vardır.” [Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî]
“Mi’râc gecesi, 50 vakit namaz farz oldu. Sonra beş vakte indirildi.” [Buhârî, Müslim, İmâm Ahmed]
“Beş vakit namaz, aralardaki günâhlara; Cuma namazı, gelecek Cumaya kadar ve Ramazân orucu, gelecek Ramazâna kadar yapılan günâhlara keffârettir. Büyük günâh işlemekten sakınanların, küçük günâhlarının affına sebep olur.” [Müslim, İmâm Ahmed]
“Allahü teâlânın ilk farz kıldığı şey beş vakit namazdır. İlk ortadan kalkacak olan da yine beş vakit namazdır. İlk sorgu da beş vakit namazdan olacaktır.” [Hâkim]
“Bir kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, kendini yabancılardan korur ve kocasına itâat ederse, Cennete istediği kapıdan girer.” [İbn-i Hibbân]
Daha pekçok hadîs ve fıkıh kitabından nakil yapabiliriz; ama şimdilik bunlarla iktifâ edelim.
.23/07/2019
Zinâ ve livâta büyük günahlardandır!..
Âkıl ve bâliğ olan kadın ve erkeğin aralarında nikâh olmadan gayr-i meşrû münâsebette bulunmalarına “zinâ” denilir.
Böyle bir konuyu ele almamızın sebebi, Taksim’de yapılmak istenen bir yürüyüş ve bazı belediyelerin resmî Twitter hesaplarından onlara destek olmalarıdır.
Âkıl ve bâliğ olan (akıllı, ergenlik çağına ulaşmış) kadın ve erkeğin aralarında nikâh olmadan gayr-i meşrû münâsebette bulunmalarına “zinâ” denilir. Harâma bakmak da göz zinâsı olarak ifâde edilir. “Gözler de zinâ yapar.” (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Zinânın her çeşidi ve ona götüren bütün yollar da, Allahü teâlâ tarafından kesinlikle yasaklanmıştır. Allahü teâlâ, bir âyet-i kerîmede buyurdu ki (meâlen):
“De ki: Geliniz, size, Rabbiniz neleri harâm etmiştir, okuyayım. (O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anaya-babaya iyilik edin, fakîrlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de onların da rızkını biz veririz. Zinâ gibi kötülüklerin açığına da, gizlisine de yanaşmayınız. Allah'ın muhterem kıldığı cânı haksız yere öldürmeyin.) İşte bu yasaklara riâyet etmeyi (uymayı), Allahü teâlâ, size tavsiye (emr) etti. Olur ki, düşünür ve akıl erdirirsiniz.” (En'âm sûresi, 151)
Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: “Zinânın dünyâda üç fenâlığı vardır: Biri, güzelliği ve parlaklığı giderir. İkincisi fakîrliğe sebep olur. Üçüncüsü, ömrün kısalmasına sebep olur. Zinânın âhiretteki üç zararına gelince; Allahü teâlânın gazabına sebeb olur. İkincisi suâlin, hesâbın fenâ geçmesine sebep olur. Üçüncüsü, Cehennem ateşinde azap çekmeye sebep olur.” (Mektûbât-ı Rabbâniyye)
“Harâmlardan sakınmak, akıllıların şânından, şereflilerin tabîatındandır.” (Hazret-i Alî)
“İslâm dîni, insanlarla alay edilmesine ve canlılara tapılmasına ve gençlerin fuhşa sürüklenmesine, evlilerin baştan çıkarılmasına âlet olan sûretleri, heykelleri haram etmiş, canlıların anatomik parçalarının ve bitkilerin ve her çeşit fizik, kimyâ, astronomi, inşâat sûretlerini helâl etmiş, serbest bırakmıştır. İlimde teknikte lâzım olan sûretlerin yapılmasını, bunlardan faydalanmayı emretmiştir. İslâm dîni her şeyde olduğu gibi, sûretleri de faydalı ve zararlı olmak üzere ikiye ayırmış, faydalı olanlarını emir, zararlı olanlarını yasak etmiştir. O hâlde inanmayanların, Müslümânlar sûrete günâh der, bu ise gericiliktir demeleri, körü körüne bir iddiâ ve iftirâdır.” (Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi)
“Nikâh”: “Evlilik için yapılan akit, sözleşmedir. Evlenecek Müslümân bir erkek ile kadının, şahitler huzurunda, ben seni zevceliğe (hanımlığa) aldım, diğerinin de kabul ettim demesidir.”
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede buyurdu ki (meâlen): “(Size) helâl olan kadınlardan nikâh ediniz.” (Nisâ sûresi, 3)
[Livâta üzerinde, inşâallah, öbür hafta duralım.]
.22/07/2019
Akıl, çok şeyi anlar fakat her şeyi anlayamaz!..
İmâm-ı Gazâli hazretleri buyurdu ki: "Akıl, Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çâresi yoktur.”
Büyük pedagog, psikolog ve sosyolog İmâm-ı Gazâli (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki: “Akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi; yani his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamayacağı gibi, akıl da, ancak Peygamberlik makâmında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çâresi yoktur.”
Akılla alâkalı birçok ıstılâh (tabir, terim) vardır. Bunlar hakkında kısa kısa bilgiler verelim:
“Akl-ı Meâd”: “Ebedî râhata kavuşmak, Cennet'te ebedî kalmak ve Cehennem azâbından kurtulmak için hâlini ıslâh etmeyi, düzeltmeyi düşünen, uzak görüşlü, dünyâya değil, âhirete değer veren akıldır.”
"Akl-ı meâd, Peygamberlerde (aleyhimüs-salevâtü vet-teslîmât) ve evliyâda bulunur. [İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh)]
“Akl-ı Meâş”: “Yemek, içmek, evlenmek, helâl, harâm demeden kazanmak ve eğlenmek gibi hep bedenin rahatını ve nefsin menfaatini düşünüp, âhireti düşünmeyen akıl; akl-ı meâdın zıddıdır.”
“Akl-ı Sakîm”: “Kısa görüşlü akıl. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılan ve çok kerre pişmanlığa sebep olan akıldır.”
“Akl-ı sakîm bazen doğruyu bulur, bazan yanılır; yanılması daha çok olur...” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
“Akl-ı Selîm=Selîm akıl; hiç yanılmayan, hatâ etmeyen akıl, Peygamberlerde (aleyhimüsselâm) bulunur. Onlar her başladıkları işte muvaffak (başarılı) olmuşlardır. Pişmân olacak, zarar görecek bir şey yapmamışlardır. Eshâb-ı kirâmın Tâbiînin Tebe-i Tâbiînin ve Dîn İmâmlarının (rıdvânullahi aleyhim ecmaîn) akılları, derece bakımından Peygamberlerin akıllarından sonra gelir. Bunların akılları, dîn bilgilerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür…” (Abdülhakîm Arvâsî)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
“Biz, sana, (helâl ile harâmı, doğru ile yanlışı açıklayan) apaçık âyetler indirdik. Onları fâsıklardan (kâfirlerden) başkası inkâr etmez." (Bakara sûresi, 99)
Böyle bir konuyu ele almamızın sebebi, Taksim’de yapılmak istenen bir yürüyüş ve bazı belediyelerin resmî Twitter hesaplarından onlara destek olmalarıdır.
“Harâm”: Allahü teâlânın, "Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız" diye açıkça yasak ettiği şeylerdir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki:
“De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifâkı) açığını ve gizlisini, her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya hiçbir zaman bir burhân indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri, Allahü teâlâya isnâd etmenizi harâm etti.” (A'râf sûresi, 33)
[Yarın da inşallah, bu mühim konuya devam edelim.]
.16/07/2019
Önce doğru bir iman gerek...
İtikâdı (inancı) düzeltmeden önce, ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, harâmı, farzı, vâcibi...) öğrenmenin hiç faydası olmaz.
“Akıl”: İdrâk kuvveti, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan bir kuvvettir.
Peygamber Efendimiz, 2 hadîs-i şerifinde buyurmuştur ki: “...Akıl, sâhibini iyiliğe götürür, kötülükten alıkoyar. Kişinin aklı olgunlaşmadıkça, dîni doğru ve îmânı kâmil (olgun) olmaz.” (İhyâu Ulûmid-dîn)
“Sizin akılca en üstününüz, Allah'tan en çok korkanınızdır. En güzeliniz, en iyiniz, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edeninizdir.” (İhyâ)
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî “Akıl göz gibidir, din bilgileri ışık gibidir. Akıl, yalnız başına dîn bilgilerini, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamaz. Bunun için Allahü teâlâ, Peygamberleri ile râzı olduğu, beğendiği yol olan İslâmiyet'i bildirdi. Aklın eksikliği, Peygamberlerin gönderilmesiyle tamamlandı” buyurmuştur...
Yine İmâm-ı Rabbânî’nin ifâde ettiğine göre, Peygamber Efendimizin gösterdiği İslâmiyet yolunda bulunabilmek ve O'nun Sünneti üzere yaşayabilmek için; önce doğru bir şekilde îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, sonra farzları yapmak, sonra mekrûhlardan sakınmak, daha sonra sünnet ve müstehabları yapmak lâzımdır.
İslâmiyyet, kalb ile inanılacak “Îmân” bilgileri ve beden ile yapılacak “Ahkâm-ı İslâmiyye” bilgileridir. Îmân ve ahkâm ilimleri, İslâmın doğru yolunda olan “Ehl-i Sünnet Âlimleri”nin kitaplarından öğrenilir.
İslâm dîninde mükelleflerin (dînî vazîfeleri yerine getirmekle yükümlü, sorumlu kimselerin) yapmaları ve sakınmaları lâzım olan emirlere ve yasaklara “Ef'âl-i Mükellefîn=Ahkâm-ı İslâmiyye (Fıkıh Bilgileri)=Dîn Bilgileri” denilir.
“Ef'âl-i mükellefîn” sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mubâh, harâm, mekrûh, müfsid. Bunları fıkıh ilmi öğretir. (Seyyid Allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn)
“Allahü teâlâya götüren en emîn yol; bütün iş, hareket ve ibâdetlerde, Peygamber Efendimizin Sünnetine tâbi olmaktır.” (Ebû Alî Cürcânî)
İtikâdı (inancı) düzeltmeden önce, ahkâm-ı şer'iyyeyi (helâli, harâmı, farzı, vâcibi...) öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzeltilmedikçe de, ibâdetlerin faydası yoktur. Bu üçü birlikte yapılmadıkça, kalbin tasfiyesi (temizlenmesi) ve nefsin tezkiyesi (süslenmesi, temiz hâle getirilmesi) hiç yapılamaz.
Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamâmlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamâmlayıcısı, sünnetlerdir... Bir farzı yapmayıp, bunun yerine, nâfile ibâdet yapmak, mâlâyanî ile vakit geçirmek olur…..” (İmâm-ı Rabbânî)
.15/07/2019
Bazı resmî Twitter hesaplarından yapılan düşündürücü açıklamalar
Bazı yetkililer ve pekçok sayıda vatandaş Türk milletinin millî ve manevî değerleri ile toplumun mihenk taşı olan âile kurumunu savunmuşlardır.
Temmuz ayının başlarında, gazetelerde, radyo ve televizyonlarda, ayrıca sosyal medya hesaplarında mühim bir haber vardı. Bu haberlere göre bir grup, Taksim’de yürüyüş yapmak istemiş, fakat İstanbul Valiliği onlara izin vermemiş, buna rağmen o kişiler toplanıp kanunsuz yürüyüş yapmak istemişler, birtakım sloganlar atmışlar, ama polis de onlara müdâhale etmiş. Fakat aynı gün, burada isimlerini vermeyeceğimiz bazı belediyeler, resmî Twitter hesaplarından onlara destek açıklamalarında bulunmuşlardır.
Buna karşı tepkiler çığ gibi büyümüş, birçok bakan, milletvekili, belediye başkanı, sivil toplum kuruluşu, diğer bazı yetkililer ve pekçok sayıda vatandaş açıklamalar yaparak, Türk milletinin millî ve manevî değerleri ile toplumun mihenk taşı olan âile kurumunu savunmuşlardır.
Özet olarak ifâde edecek olursak, yapılan açıklamalarda, “âilenin, dünümüz, bugünümüz ve yarınımız olduğu; toplumumuzun yapısını korumanın ancak millî ve manevî değerlerimizi bizden sonraki nesillere aktarmak ile mümkün olacağı; insana huzur, mutluluk, güç ve güven veren sağlıklı bir âile yapısının toplumumuz için elzem olduğu; âile bütünlüğümüzü tehdit eden her türlü hastalıklı davranıştan neslimizi korumanın en öncelikli görevimiz olduğu” vurgulanmıştır. Yine “Güçlü âile ile, güçlü toplum ve güçlü Türkiye” meydana geleceğinin, “Bizi biz yapan, bizi Türk milleti yapan değerleri hiçe sayarak kendi toplumuna yabancılaşmanın akıl işi olmadığı”nın altı çizilmiştir.
Biz de, bu münasebetle, inşallah, bugün ve yarınki makâlelerimizde, hattâ önümüzdeki 2 hafta da, habere konu olan husus yani Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde “habîs=pis, çirkin iştir” buyurduğu bir fiil olan “eş cinsellik=livâta=homoseksüellik” üzerinde durmak istiyoruz...
Ama esas konumuza girmeden önce, bir mukaddime olmak üzere, lüzûmlu gördüğümüz birkaç noktayı vurgulayalım:
Dünyâya gönderilen ilk insan, aynı zamanda ilk Peygamber kılınmış, binâenaleyh beşeriyet, başladığı andan itibâren muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, öndersiz, kılavuzsuz, muktedâ bih(rol model)siz bırakılmamıştır. Buna dâir âyet-i kerîmeler vardır.
İlk Peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan itibâren, kimisi “Ülül-azim”, kimisi “Resûl”, kimisi de “Nebî” olan binlerle Peygamber gelmiş-geçmiştir. Bütün Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. Diğer Peygamberlerin bildirdikleri dînler, zamanla bozulmuştur. Şimdi saadete kavuşmak için yegâne hak dîn olan İslâmiyyeti öğrenmekten ve yaşamaktan başka çâre yoktur...
İnsanın dünyâda ve âhırette mesut olması için, Müslümân olması lâzımdır. Dünyâda mesut olmak, rahat yaşamak demektir. Âhırette mesut olmak ise, Cennete gitmek demektir...
.08/07/2019
Dünyada ve âhirette rahat etmek için -1-
Dünyâda ve âhırette rahata kavuşmak için, Müslümân olmak lâzımdır. Müslümân olmak için de, hiçbir formaliteye, imâma, müftîye gitmeye lüzum yoktur.
Dünyâda iyi ve faydalı şeyler; kötü ve zararlı şeylerle karışık şekilde bulunmaktadır. Saâdete, rahat ve huzûra kavuşmak için, hep iyi, faydalı şeyleri yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ çok merhametli olduğu için, iyi şeyleri kötülerden ayıran bir kuvvet yaratmıştır. Bu kuvvete “Akıl” denmektedir. Akl-ı selîm (temiz ve sağlam olan akıl), bu işini çok iyi yapar, hiç yanılmaz. Günâh işlemek, nefse uymak, aklı ve kalbi hasta yapar; bu durumda akıl, iyiyi kötüden ayıramaz.
Allahü teâlâ merhamet ederek, bu işi kendisi yapmış; iyi işleri, Peygamberleri vâsıtası ile bildirmiş ve bunları yapmayı emretmiştir. Zararlı şeyleri de bildirip, bunları yapmayı yasak etmiştir. Bu emir ve yasaklara “Dîn” denilir. Son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği dîne, “İslâmiyyet” denir.
Bugün, yeryüzünde, değiştirilmemiş, bozulmamış, Allahü teâlânın râzı olduğu tek hak dîn vardır; o da, İslâmiyyettir. [Âl-i İmrân, 19 ve 85; Mâide, 3] Dünyâda ve âhırette rahata kavuşmak için, İslâmiyyete uymak, yani Müslümân olmak lâzımdır.
Müslümân olmak için de, hiçbir formaliteye, imâma, müftîye gitmeye lüzum yoktur. Önce kalb ile îmân etmeli; sonra da, İslâmiyyetin emir ve yasaklarını öğrenmeli ve yapmalıdır.
Îmân etmek için, Kelime-i şehâdet söylemek, manasını bilmek ve kalben tasdik etmek lâzımdır. Bu kelimenin manasına doğru inanmak için de, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları kitaplarında bildirdikleri gibi inanmalıdır.
Büyük ulemâ ve evliyâdan Muhammed Ma’sûm hazretleri, Mektûbât-ı Ma’sûmiyye’sinde buyuruyor ki: “Îmân, kelime-i tevhîdin ‘Lâ ilâhe illallah ve Muhammedün Resûlullah’ şeklindeki iki kısmına birlikte inanmaktır.” [c. III 16. Mektûb]
Müslüman olmak için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna da inanmak lâzımdır. Yani Muhammed aleyhisselâm, Allah’ın Peygamberidir. Allahü teâlâ, Cebrâîl ismindeki melek ile, kendisine “Kur’an-ı kerîm”i göndermiştir...
Son Nebî ve son Resûl olan Muhammed aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmiştir yani açıklamıştır. Bu açıklamalara, “Hadîs-i şerîf” denir...
Îmân ve İslâm demek, “Kur'ân-ı kerîm” ve “Hadîs-i şerîf”lere inanmak demektir. Onun bildirdiklerine inanmayan, Allah kelâmına da inanmamış olur.
Hâtemü’l-Enbiyâ ve’r-Rusül olan Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın, kendisine bildirdiklerini Eshâbına bildirdi. Onlar da, talebelerine bildirdiler. Bunlar da, kitaplarına yazdılar. Bu kitapları yazan âlimlere, “Ehl-i sünnet âlimleri” denir. Ehl-i sünnet kitâblarına inanan, Allah kelâmına inanmış olur; Müslümân olur.
.09/07/2019
Dünyada ve âhirette rahat etmek için -2-
“Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyilikleri, İslâmiyette toplanmıştır...”
“İslâm”, sözlük manası itibarıyla, “boyun bükerek teslîm olmak” anlamına geliyorsa da, bir ıstılâh (terim, tabîr) olarak, “Allahü teâlânın, Peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasaklarıdır.”
“İslâmiyet”, Allahü teâlânın, “Cebrâil” ismindeki melek vâsıtası ile, “sevgili Peygamberi Muhammed” (aleyhisselâm)a gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mesut olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklardır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimdeki bir âyet-i kerîmede buyurdu ki (meâlen):
“Allahü teâlâ, Peygamberini hidâyet ve hak dîn İslâmiyet ile gönderdi. İslâm dînini, diğer dînler üzerine üstün kıldı. (Muhammed aleyhisselâmın hak) Peygamber olduğuna şâhid olarak Allahü teâlâ yeter.” (Feth sûresi, 28)
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki:
“Dünyâ lezzetlerine kavuşmak için, İslâmiyet'in dışına çıkan kimse, âhiret lezzetlerine kavuşamaz.” (İzâletül-Hafâ)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve selem) yine buyurdu ki:
“Benim sünnetime, benden sonra da, hidâyete erdirilmiş olan Hulefâ-i Râşidînin sünnetine yapışınız” ve “Ümmetim arasında fitne, fesâd yayıldığı zamân, Sünnetime yapışana, yüz şehîd sevâbı vardır.”
Sünnete yapışmak, Ehl-i Sünnet âlimlerinin kitaplarını öğrenmekle ve bunlara uymakla olur. Müslümânların dört hak mezhebinden herhangi birisinin âlimleri “Ehl-i Sünnet âlimleri”dirler. Ehl-i Sünnet âlimlerinin reîsi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit’tir.
Hulefâ-i râşidînin 2.si olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:
“İzzet (şeref, itibâr, üstünlük) İslâm'dadır. İslâmiyet'in ahkâmına (hükümlerine) uyan azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti, başka şeylerde arayan zelîl olur.”
Dârul-fünûn müderrislerinden (eski İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyelerinden) Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
“Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyilikleri, İslâmiyette toplanmıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır.”
Günümüzde bazı insanlar, okudukları bozuk eserlerin, yazıların; duydukları yanlış sözlerin tesiriyle, Allahü teâlânın en büyük ihsânlarından, lütuflarından biri olan İslâmiyeti terk edip mürted oluyorlar.
“İrtidâd”: “Dinden çıkma; Müslüman iken, İslâm dînini terk etme” demektir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki (meâlen):
“İçinizden kim irtidâd eder de kâfir olarak ölürse, yaptığı (bütün iyi) işler, dünyâda da, âhirette de boşa gitmiştir. Onlar, o ateşin (Cehennem'in) arkadaşlarıdırlar. Onlar, orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî (sonsuz) kalıcıdırlar.” (Bakara, 217)
.02/07/2019
Cennete gidebilmek için Müslüman olmak şarttır
Aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükretmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. Onun yoluna “İslâmiyyet” denir...
Malûmdur ki, herkese ilk lâzım olan şey, “Kelime-i tevhîd” söylemek ve bunun manâsına inanmaktır. Kelime-i tevhîd: “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” demektir. Bunun manâsı “Allah vardır ve birdir. Muhammed aleyhisselâm, Onun Peygamberidir” demektir. Buna inanmaya “İmân etmek” ve “Müslümân olmak” denir. İnanan kimseye de “Mümin” ve “Müslümân” denir.
İmânın devamlı olması lâzımdır. Bunun için, küfre sebep olan sözleri söylemekten, işleri yapmaktan ve küfür alâmeti olan şeyleri kullanmaktan çok sakınmak lâzımdır.
İnsanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve Onun sevgili Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlâya şükür, O’nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymayan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabul etmez, beğenmez. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazîfelerine “İslâmiyyet” denir.
Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükretmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. Onun yoluna “İslâmiyyet” denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye “Müslümân” denir. Allahü teâlâya şükretmeye, yani Muhammed aleyhisselâma uymaya “İbâdet etmek” denir.
Şunun herkes tarafından kesinkes bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâm ismindeki melek ile, Kur’ân-ı kerîmi Muhammed aleyhisselâma göndermiştir. Kur’ân-ı kerîm, Peygamber Efendimizin sözü değildir.
Muhammed aleyhisselâmın sözlerine “Hadîs-i şerîf” denir. Bunlardan, manası Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri Muhammed aleyhisselâm tarafından olan hadîs-i şerîflere "Hadîs-i kudsî” denir.
Kur’ân-ı kerîmin kelimeleri Arabîdir. Fakat, bu kelimeleri yan yana dizen Allahü teâlâdır. Kur’ân-ı kerîmdeki Arabî kelimeler, Allahü teâlâ tarafından dizilmiş âyetler hâlinde, harf ve kelime olarak gelmiştir. Bu harf ve kelimelerin manası kelâm-ı İlâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere “Kur’ân” denir. Kelâm-ı İlâhîyi gösteren manalar da Kur’ân’dır. Bu kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân mahlûk değildir, yani sonradan yaratılmış değildir. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın başka sıfatları gibi ezelî ve ebedîdir.
Peygamberimiz ve Eshâbın çoğu, Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemişlerdi. Peygamberimizin âhırete teşrîf ettikleri sene, Halîfe Ebû Bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), ezber bilenleri toplayıp, yazılı olanları getirtip, bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîmi yazdırdı. Böylece “Mushaf” denilen kitâb meydâna geldi...
.01/07/2019
"Cennet ucuz değil, cehennem de boşuna değil!"
Allahü teâlâ, doğru yolu, saadet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak ve Cennet’e girmek için teşvîk buyuruyor...
Eskiden bazı câhiller, sâdece İslâm âlimlerine, Evliyâ-yı kirâma, hadîs-i şerîflere saldırırlardı. Şimdi internette, Youtube kanallarında, bazı dînsizlerin, zındîkların, mülhidlerin direkt olarak, Peygamberlere, Peygamber Efendimize, mübârek hanımlarına, sevgili çocuklarına, Ehl-i Beyt’ine, Eshâb-ı kirâmına, ayrıca Kur’ân-ı kerîme ve Allahü teâlâya, hayâsızca, utanmadan saldırdıklarını görüyoruz. Şimdi bunlara cevap olmak üzere, birkaç kelime yazmak istiyoruz...
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullahi aleyh)in buyurduğu gibi; “... Allahü teâlânın ihsânı o kadar boldur ki, günâh işleyenlerin rızıklarını kesmiyor. Günâhları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvâ etmiyor ve nâmus perdelerini yırtmıyor. Afvı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azap vermekte acele etmiyor...” [Mektûbât-ı Rabbâniyye, c. III, 17. mektûb]
Tabîî ki, bu dünyâda cezâları tehîr edilen kişiler, âhırette hesaba çekilmekten kurtulamayacaklardır.
Bizlere her nimeti gönderen ve en büyük nimet olarak, Müslümân yapmakla ve Muhammed aleyhisselâma ümmet kılmakla şereflendiren Allahü teâlâya ne kadar hamd ve şükretsek azdır.
Allahü teâlâ, bütün nimetlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak, doğru yolu, saadet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak ve Cennet’e girmek için teşvîk buyuruyor. Cennet’teki sonsuz nimetlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) uymamızı emrediyor.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kaddesallahü sirrehül-azîz), “İtikâdnâme” isimli Farsça kitâbının başına, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) “Mektûbât-ı şerîfesi”nden bir mektûbu koyarak kitâbını zînetlendirmek ve bereketlenmek istemiştir. [Bu mektûb, bütün olarak “Herkese Lâzım Olan Îmân” kitâbının hemen başında yazılıdır.]
İmâm-ı Rabbânî hazretleri [Vefâtı: H. 1034 - M. 1624] o mektûbunda (c. III, 17. mektûb) buyuruyor ki:
“İyice düşünmeli ve anlamalıdır ki, herkese her nimeti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Her şeyi var eden, ancak O’dur. Her varlığı, her ân varlıkta durduran hep O’dur. Kullardaki üstün ve iyi sıfatlar, O’nun lütfu ve ihsânıdır. Hayâtımız, aklımız, ilmimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep O’ndandır... Rızıkları yaratan ve ulaştıran yalnız O’dur...”
Bu kadar çok nimet karşısında, bunları lütfeden Allahü teâlâya şükretmek, O’na kul olmaya, Resûlüne ümmet olmaya çalışmak gerekmez mi? Elbette gerekir, bu akıllı insanların kabul edeceği, bedîhi, çok açık bir husustur...
.25/06/2019
Dünya imtihan yeridir
Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur…"
Bilindiği gibi, bu dünya bir imtihan yeridir. Bu imtihânda muvaffak olmak için, İslâmiyetin emrettiği gibi inanmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak, yasaklanan şeylerden kaçınmak lâzım ve şarttır.
Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı kerîmde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur…" buyurmuştur.
Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’inde, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i celîlesinde meâlen: “Ben, cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım” buyurmuştur.
Yine Allahü teâlâ buyuruyor ki: “(Ey Resûlüm!) De ki: Duânız [îmânınız, ibâdetiniz, kulluk ve yalvarmanız] olmasa, Rabbim size ne diye değer versin? (Ey inkârcılar! Resûl'ün size bildirdiklerini) kesinkes yalan saydınız; onun için, azâp yakanızı bırakmayacaktır!" [Furkân, 77]
“İbâdet”, özet olarak söylemek gerekirse, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı da, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır.
Bir Müslümân, Allahü teâlânın harâm, yasak ettiği şeylerden, O yasakladığı için kaçınca ve emrettiği şeyleri, O emrettiği için yapınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfesini yerine getirmiş olur. İbâdet görevini yerine getirebilmek de şüphesiz ki, Allahü teâlânın nelerden râzı olduğunu bilmeye bağlıdır.
İbâdetleri yapmayanlara, âhirette çok acı azâplar yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrâr tekrâr bildirilmektedir. Bunun böylece bildirilmesi, aslında Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsânı, O’nun şefkat ve merhametini ifâde eden bir durumdur.
Bildiğimiz gibi, İslâmiyetin farz kıldığı ibâdetlerin faydası, aslında insanlara yâni o ibâdetleri yapan fertlere, âilelere ve cemiyetleredir. Yoksa Allahü teâlâ, insanların ibâdetlerine muhtaç değildir. Müslümân namaz kılmakla, oruç tutmakla, diğer ibâdetlerini yapmakla, hem Allah’a karşı kulluk vazîfesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç, insanları rûhen yükseltir ve kötülüklerden alıkoyar.
Aynı şekilde, Allah’ın emrettiği gibi malının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle de hem Allah’a karşı kulluk, hem de insanlara karşı insanî vazîfe yapılmış olur.
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
“Muhammed aleyhisselâma verilmiş olan dîn, geçmiş dînlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dînlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmaktadır… Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri bu dînde emredildi. Bunun için, bu dîni tasdîk etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dînleri tasdîk etmek ve hepsine uymak olur.”
.24/06/2019
Dünyanın en mutlu insanları
İki cihânda mesut/bahtiyâr/mutlu olmak için, dünyâda iken, âhirette hesâbı kolay verilebilecek bir ömür sürmek lâzımdır.
Yakın zamanda, televizyonlarda ve gazetelerde, OECD’nin hazırladığı bir araştırma raporu yayınlandı. O raporda, “Geçen sene dünyanın en mutlu ülkeleri” tesbit edilmiş. Buna göre, İskandinavya Yarımadası’nda yer alan ve başkenti Helsinki olan, yarısı ormanlarla, bir kısmı da göllerle kaplı, bazı yerlerinde iki ay boyunca güneşin hiç batmadığı güzel bir coğrafyaya sâhip olan Finlandiya, birinci sırada gösterilmiş.
Bu vesîle ile biz, “mutluluk (seâdet/saâdet, bahtiyârlık) nedir?” konusu üzerinde birkaç kelime yazmak istiyoruz...
"Mutluluk", önceden edebiyatımızda "seâdet/saâdet" kelimesiyle ifâde edilirdi. Nitekim “Saâdet” kelimesi, sözlüklerde “Mutluluk, bahtiyârlık; dünyâda ve âhirette mutluluk” şeklinde tarif edilmektedir. “Saâdet-i Ebediyye” de “Ebedî mutluluk, sonsuz mutluluk, bahtiyârlık” demektir.
“Saâdet” kelimesinden türeyen “saîd” kelimesi ise “Allahü teâlânın, kendisinden râzı olduğu kimse, Cennetlik kişi” anlamına gelmektedir. Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyuruldu ki: “Saîd olanlara gelince, onlar Cennet'tedirler.” (Hûd sûresi, 108)
İki cihânda mutlu olmak için ne yapmak lâzım? Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bu mevzûda ne buyurulmuştur? Sözleri muteber olan âlimler, bu konu hakkında neler söylemişlerdir? Özet hâlinde birkaç cümle söyleyelim:
Bilindiği gibi, dünyâdaki bütün insanlar, iki cihânda, yani hem dünyada, hem de âhirette “mesut” ve “bahtiyâr” yani mutlu olmak isterler. Fakat mesut/mutlu olan pek azdır; çünkü saâdetin/mutluluğun ne olduğunu bilen azdır. Şimdi saâdet/mutluluk denilince, yalnız dünyadaki rahatlık hâtıra geliyor.
Hâlbuki asıl saâdet, ebedî olan âhiret saâdetidir. Âhiret saâdetine kavuşabilmek için de, Allahü teâlânın ve son Peygamberi’nin emir ve yasaklarına uymak, onların yolunda olan âlim ve velîleri takip etmek yegâne çâredir; bundan başka çâre yoktur.
Burada, şu hususu da ifâde edelim ki: İki cihânda mesut/bahtiyâr/mutlu olmak için, dünyâda iken, âhirette hesâbı kolay verilebilecek bir ömür sürmek lâzımdır.
Şâfiî mezhebindeki büyük âlimlerden İmâm-ı Mâverdî (rahimehullah), “Saâdet-i ebediyyeye (ebedî mutluluğa) kavuşmak için evvelâ Müslümân olmak lâzımdır” demiştir.
Yine en büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh), “Cehennem'den kurtulmak ve saâdet-i ebediyyeye (ebedî saadete) kavuşmak, Peygamberlere (aleyhimüs-selâm) tâbi olmaya bağlıdır” buyurmuştur.
Dâru’l-fünûn Müderrislerinden (yanî eski İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden) Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de “İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır” demiştir.
Ca'fer-i Huldî (rahimehullah) ise, saâdetin anahtarını şöyle veriyor: “Sâlihlerle berâber olmak, sonsuz saâdetin anahtarıdır.” [Yarın inşallah, bu konuya devam edelim.]
.18/06/2019
İslamiyet, bozulmayan yegane hak dindir...
“Muhammed aleyhisselâm, bütün insanlara ve cinnîlere gönderilmiş hak Peygamberdir. Dîninin hükmü, kıyâmete kadar devâm edecektir."
Önce “Dîn”i, bir tarif edelim: “Dîn”: “Allahü teâlânın, insanları dünyâ ve âhirette rahat, huzur ve saadete (mutluluğa) kavuşturmak için, Peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklardır.”
Allahü teâlâ, İslâmiyet hakkında, indirildiği günden bugüne kadar hiç değiştirilmemiş olan mukaddes kitâbı Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki (meâlen):
“Allah katında (makbul olan) dîn, şüphesiz İslâm'dır. Kendilerine kitap verilenler (Hıristiyânlar ve Yahûdîler)in anlaşmazlıkları ise, sırf kendilerine ilim geldikten (İslâm dînini bildikten) sonra, aralarındaki taşkınlık ve ihtirâstan (çekememezlik, kin ve düşmânlıktan) dolayıdır. Her kim, Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, iyi bilsin ki, Allah, hesâbı çabuk görendir.” (Âl-i Imrân, 19)
“Kim, İslâm'dan başka bir dîn ararsa (İslâmiyetten başka bir dîne yönelirse), ondan bu dîn, asla kabul edilmeyecek ve o âhirette de, hüsrâna düşenlerden, (kaybedenlerden, zarar edenlerden, Cehennem’e gidenlerden) olacaktır.” (Âl-i Imrân, 85)
Cenâb-ı Hak, bir hadîs-i kudsîde de buyurmuştur ki:
“Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım (yâni bu dîni kabul edenlerden, bu dînin emir ve yasaklarına tâbi olanlardan râzı olurum. Onları severim). Bu dînde olmak, ancak cömertlikle ve iyi huylu olmakla tamam olur. Dîninizin tamam olduğunu, her gün, bu ikisi ile belli ediniz.” (Taberânî)
Büyük âlim ve velîlerden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahimehullah) buyurmuştur ki: “Allahü teâlâ, ilk Peygamber Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir Peygamber vâsıtası ile insanlara bir dîn göndermiştir; bu Peygamberlere Resûl denir. Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dînleri kuvvetlendirmiştir; Resûllere tâbi olan bu Peygamberlere Nebî denir. Din işlerinde, âlimlerin sözleri muteberdir.”
Ulemâ ve evliyânın en büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh) da “Allahü teâlânın bildirdiği her dîn, iki kısımdır. Îtikâd (inanılacak husûslar) ve amel (yapılması ve kaçınılması gereken husûslar). Bunlardan îtikâd, her dînde aynıdır. Îtikâd, dînin aslı ve temelidir; dîn ağacının gövdesidir. Amel (iş) ise, ağacın dalları ve yaprakları gibidir” buyurmuştur.
Süleymân bin Cezâ isimli âlim de: “Muhammed aleyhisselâm, bütün insanlara ve cinnîlere gönderilmiş hak Peygamberdir. Dîninin hükmü, kıyâmete kadar devâm edecektir. Dîni, evvel gelen ve geçen Peygamberlerin dînlerinin bâzı hükümlerini neshetmiş, hükmünü kaldırmıştır” demiştir.
Son cümlelerimiz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sözü olsun: “İki cihan saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhiretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. O'na tâbi olmak için, îmân etmek ve dînimizin emir ve yasaklarını öğrenmek ve yapmak lâzımdır.”
.17/06/2019
İslamiyet, Allahü tealanın hak dinidir
Allahü teâlâ, İslâm dînini, hayatın yürümesini, ihtiyaçların değişmesini karşılayacak, terakkîleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur.
Dârul-Fünûn müderrislerinden yani eski İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ Arvâsî (rahmetullahi aleyh), “Râbıta-i şerîfe” kitâbında “İslâm Dîni” hakkında çok kıymetli bilgiler vermiştir. Biz, buraya, oradan (s. 57) bazı özet bilgiler almak istiyoruz.
“İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette râhat ve mesut olmalarını sağlayan, usûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyyetin içindedir. Eski dînlerin, görünür-görünmez bütün iyilikleri İslâmiyyette toplanmıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlâktan ibârettir. Yaratılışında kusursuz olanlar, onu reddetmez ve ondan nefret etmezler. İslâmiyyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyyetin dışında da hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyyetin hâricinde bir menfaat düşünmek, seraptan şerap beklemek gibidir…”
Eğer Müslim ve gayrimüslim herkes, mukaddes İslâm dînini, insâfla ve dikkatli bir şekilde inceleyecek olurlarsa, göreceklerdir ki, “İslâmiyyet, insanların sevişmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, memleketleri imâr, insanları terfîh etmeyi emreylemekte, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeyi ve mahlûklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeyi, kanunlara itâat etmeyi, vergilerini vaktinde ve dürüst olarak ödemeyi istemektedir…”
Allahü teâlâ, İslâm dînini, hayatın yürümesini, ihtiyaçların değişmesini karşılayacak, terakkîleri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. Diğer dînler, böyle değildir. Başka dînlerin hepsi bozulmuştur. Şimdi, hiç bozulmamış, Allahü teâlânın yegâne hak dîni olan İslâmiyet, “Seâdet-i dâreyni, yani dünyâ ve âhiret saadetini câmidir; herkese karşı bir hak ve mesuliyet gözetmektedir. Her mahluka karşı mesuliyet yüklemektedir. İnsanların yardımlaşmalarını, birbirlerine hizmet etmelerini ehemmiyetle istemektedir.”
İslâm dîni, ırk, milliyet, siyâsi inanç, lisân ve tahsîl seviyesi ayırt etmeksizin, her insanın şeref ve itibârına hürmet ettiği için, büyük başarı sağlamaktadır... Müslümânların adedi günden güne artmaktadır. Buna çok seviniyoruz; çünkü âhırette Cennet’e gidebilmek için Müslümân olmak şarttır. Dünyada bile, insanların ateşte yanmalarına gönlümüz râzı olmuyor; hattâ bir kedi veya köpek yavrusunu yangından kurtarmak için canını fedâ eden nice itfâiye erleri olmuştur. Bu bakımdan, âhirette insanların Cehennem’de yanmalarını istemiyoruz; onun için herkesin Müslümân olmasını cândan arzû ediyoruz.
.11/06/2019
İslamiyet ve Müslümanlar hedefte!..
“İsrâîl zulmü giderek artıyor… Yahûdîlere tekbîr getirerek tepki gösteren cemâate müdâhalede bulunan İsrâîl polisi, çok sayıda Filistînliyi darbetti...''
Dünkü makâlemizde, 3 haberi, teferruâtlı şekilde verip ikisinin de sâdece başlıklarını zikredebilmiştik. Bugün onların da devâmını nakledelim...
4- “El-Salvador’a Osmânlı Torunu Başkan. [Başkent San Salvador'un eski Belediye Başkanı olan Nayip Bukele, Paraguay Devlet Başkanı Mario Abdo Benitz ve Brezilya Devlet Başkanlığı yarışını kaybeden Fernando Haddâd gibi dedeleri Osmânlı vatandaşı. Kaynak: İHA]
“… Orta Amerika ülkesi El-Salvador’da, şubatta yapılan Devlet Başkanlığı seçimini, Filistin kökenli aday Nayip Bukele kazanmıştı. Dedeleri, Osmânlı pasaportuyla, Orta Amerika’ya göç eden Bukele, San Salvador’da bulunan Gerardo Barrios Meydânı’nda kalabalık önünde yemîn ederek 2019-2024 dönemi için El-Salvador Devlet Başkanı olarak göreve başladı. Yemîn töreninde konuşan 37 yaşındaki Bukele, ülkesinin yozlaşmış hükûmetler ve depremler gibi çok büyük zorluklardan geçtiğini belirterek, El-Salvador’un yeniden inşâ edilmesi gerektiğini kaydetti. 2015’te de başkent San Salvador’un Belediye Başkanı seçilen Bukele’nin, babası da tanınmış bir Müslümân iş adamı ve İmâm. 6,5 milyon nüfuslu El- Salvador’da ülke nüfusunun üçte biri, yoksulluk sınırının altında yaşıyor.”
5- “İsrâîl zulmü giderek artıyor. (İsrâîl) Mescid-i Aksâ’yı kışlaya çevirdi.”
“… Yahûdîlere tekbîr getirerek tepki gösteren cemâate de müdâhalede bulunan İsrâîl polisi, çok sayıda Filistînliyi darbetti. Görgü şahitleri, İsrâîl polisinin Mescid-i Aksâ’daki Kıble Mescidi’ne sığınan cemâatin üzerine ses bombası ve göz yaşartıcı gaz attığını; postallarıyla mescide girdiğini ve kapılarını zorla kapattığını belirtti. Müslümân birlikleri, ortak açıklamayla saldırıya tepki gösterdi; İslâm dünyâsının Mescid-i Aksâ’ya sâhip çıkmasını istedi.” (İHA)
Dünkü haberlerde de görüldüğü gibi, birçok ülkeden pekçok insan, Müslümânlığı inceleyip araştırarak neticede, elhamdülillah İslâmiyetle şereflenmektedirler. Bunlar, onlar açısından da, bizim açımızdan da çok sevindirici haberler. Ama gerek Danimarka’da, gerek Kudüs’te, gerekse diğer ülkelerde, Müslümânların Hıristiyânlar ve Yahûdîler tarafından marûz kaldıkları muâmeleler ise çok üzücüdür. Hâlbuki bizim memleketimizde, bütün Hıristiyânlar ve Yahûdîlerin ne kadar rahat olduğunu herkes biliyor ve görüyor.
Şimdi bu vesîle ile, bir nebze “Dîn”den ve İslâm’dan bahsetmeye çalışacağım.
DÎN: “Allahü teâlânın, insanları dünyâ ve âhirette rahat, huzur ve saadete (mutluluğa) kavuşturmak için, Peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklardır.”
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki (meâlen):
“Doğrusu Allah indinde (katında) makbul olan dîn İslâm'dır. Kendilerine kitap verilenler (Hıristiyânlar ve Yahûdîler) kendilerine ilim geldikten (İslâm dînini bildikten) sonra, aralarındaki çekememezlik, kin ve düşmânlıktan dolayı, (onun hakkında) ihtilâfa düştüler. Kim, Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesâbı pek çabuk görendir.” (Âl-i İmrân sûresi, 19)
[Bu konuya, daha sonra da devam edelim inşallah.]
.10/06/2019
O haberler ne ifade ediyor?
Gazetemizin son sayfasında geçen hafta yayınlanan dikkat çeken beş haber ile ilgili dünyanın İslam’a bakışı hakkında değerlendirmede bulunacağız.
Geçen hafta, 3 Haziran 2019 Pazartesi tarihli Türkiye gazetesinin son sayfasında, çok calib-i dikkat olan, 5 (beş) mühim haber okudum. Son sayfada olduğu için, belki insanların dikkatini çekmemiştir diye düşündüm ve onlarla ilgili 2 makale yazmak istedim. Önce, kısa oldukları için, o haberleri nakledelim, sonra da değerlendirmesine geçelim:
1- “Almanya’nın başkenti Berlin’de yaşayan ve 8 yıl önce Müslüman olan 27 yaşındaki Stefan Zioui, Ramazan ayında, bedeniyle birlikte, ruhunun da temizlendiğini hissettiğini söyledi. Ramazanın, maneviyatı yüksek bir ay olduğuna işaret eden Zioui “Ramazan ayında herkes oruç tutuyor, Kur’ân-ı kerim okuyor. Birlikte namaz kılınıyor, birlikte dua ediliyor. Doğru ifade edersem, ruhum tekrar hayat buluyor” değerlendirmesini yaptı. Daha önce Hristiyanlık ve Yahudilik gibi başka dinlerle de ilgilendiğini, ancak onlarda bazı meseleler (problemler) gördüğünü ifade eden Zioui “İlk namazım, Teravih namazıydı. Çok hoşuma gitti” dedi.”
2- “Perulu Müslüman i’tikâfa girmek için 12 bin kilometreden geldi. Müslüman olarak İbrahim ismini alan Abraham Mına Recavarren, kıtalar aşıp geldiği İstanbul’da bütün vaktini Şehzâdebaşı Camii’nde ibadetle geçiriyor. Peru’da televizyon programcısı olarak çalışırken, 9 yıl önce, İslam’ı kabul edip İbrahim ismini alan 37 yaşındaki Abraham Mına Recavarren, 11 bin 848 kilometre yol katedip İstanbul’a gelerek tarihî Şehzâdebaşı Câmii’nde i’tikâfa girdi. İbrahim, İran, Mısır, Suriye, Irak, Pakistan, Özbekistan ve farklı ülkelerden İstanbul’a gelen yaklaşık 90 kişiyle, tarihî mekânda, tüm vaktini, ibadet ve dua ile geçiriyor. Perulu İbrahim “Burada i’tikâfa girmiş olmak, benim için bir rüya. İnanılmaz bir duygu. Çünkü ülkemde, Katoliklerle birlikte yaşıyorum. Orada büyük bir camiye gidip i’tikâfa girme gibi bir fırsatım bulunmuyor” dedi.”
3- “Bu görüntüyü hazmedemediler. Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da, her yıl düzenlenen iftar, aşırı sağcı bir grubun protestosuna sahne oldu. Aşırı sağcı Stram Kurs (Sıkı Yön) lideri Rasmus Paludan ve partililer, iftar saatinde, Belediye meydanına gelerek Kur’ân-ı kerimi yaktı, “Avrupa bizim” yazılı pankart astı, İslam ve Müslüman karşıtı sloganlar attı.”
4- “El-Salvador’a Osmanlı Torunu Başkan. Dedeleri Osmanlı pasaportuyla Filistin’den göç eden Nayib Bukele, yemin ederek El-Salvador Devlet Başkanı oldu…..”
5- “İsrail zulmü giderek artıyor. (İsrail) Mescid-i Aksâ’yı kışlaya çevirdi.”
“Aralarında aşırı sağcı eski milletvekili Haham Yehuda Glick’in de olduğu yüzlerce fanatik Yahudi, İsrail polisi eşliğinde Mescid-i Aksâ’ya baskın düzenledi…..” [Devamını, yarınki makalemizde nakledelim inşallah.]
.04/06/2019
Bayramın manası nedir?
Müminler, Ramazân Bayramında, Allahü teâlânın farz kıldığı ramazân orucunu tutabildikleri için çok sevinirler, bunu bayram kabul ederler.
Bir gün, Hazret-i Ali Efendimiz, bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neşelenmelerinin sebebini sorduğunda, onlar, "Bugün bizim bayramımızdır" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de; "Günâh işlemediğimiz günler de, bizim bayramımızdır" buyurdu.
Yine bir Müslümân rûhunu teslîm edeceği (vefât edeceği) zaman, rahmet meleklerini, Cennetteki nimetleri görünce, onları görmenin zevkiyle gülerek cânını verince, böyle cân verme vaktinin de Müslümânın bayramı olduğu bildirilmiştir.
Ayrıca İslâm büyükleri, bir Müslümânın, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, harâm lokma yemeden geçirdiği günleri de bayram kabul etmişlerdir.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) de, bayram denilmesinin sebeplerini şöyle açıklamaktadır:
“1- Müminler, Ramazân Bayramında, Allahü teâlânın farz kıldığı ramazân orucunu tutabildikleri için çok sevinirler, bunu bayram kabul ederler.
2- Bayramlar her sene tekrar geliyor. Bu sevinçli gün tekrârlandığı için, bayram denilmiştir. [Zâten bayram manasına gelen “îd” kelimesi de “avdet” kökünden gelmektedir.]
3- Bayramda Allahın ihsânı bol oluyor; bol bol ihsâna kavuşulduğu için bayram denilmiştir.
4- Bayram günü gelince, sevinç ve neşe de geliyor; üzüntüler unutuluyor. Bunun için bayram denilmiştir.”
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, iki hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse, ramazân ayında oruç tutmayı farz bilir (yani vazîfe bilir) ve orucun sevâbını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları afv olur.” [Sahîh-i Buhârî]
“Allah, Kadir gecesini, ümmetime hediye etmiş, ondan önce kimselere vermemiştir.” [Deylemî]
BAYRAMLARIN TOPLUMDAKİ ÖZEL YERLERİ
Bayramların, cemiyet hayatımızda çok özel yerleri vardır. Şöyle ki:
Evlerde, bayram için büyük hâzırlıklar yapılır.
Bayram günü, çocuklar, gençler, olgunlar ve yaşlılar, bayram namazı için grup grup câmilere doluşurlar, büyük bir huşû içerisinde namazlarını edâ ederler.
Bayram namazından sonra bütün Müslümânlar birbirlerinin bayramlarını tebrik ederler, daha sonra âile büyükleri, akrabâ, eş-dost ve komşuları ziyâret ederek, büyüklerin ellerini öpüp duâlarını alırlar. Bayramlar, sevgi ve saygının artmasına vesîle olur.
Bayramlarımızdaki güzel âdetlerimizden biri de, yetîmler, fakîrler, garîpler ve çocukların çeşitli şekillerde sevindirilmeleri, yardıma muhtâç kimselere yardım ellerinin uzatılması, ictimâî yardımlaşma ve dayanışmanın tezâhür etmesidir.
Dînî bayramlar, milletimizin birlik ve berâberliğine ve dargınların, küskünlerin barışmalarına vesîle olduğu gibi, ölülerimizin bile sevinmelerine sebep olmaktadır. Çünkü kabirler ziyâret edilmekte, rûhlarına Fâtiha, İhlâs, diğer sûre ve duâlar gönderilmektedir.
Bütün dünyâda dîn ve diyânetlerini, ırz ve nâmûslarını, cân ve mâllarını, vatan ve memleketlerini, bayrak ve devletlerini müdâfaa ederken şehîd düşen, bayrama yetişemeyen Müslümânlar da unutulmamakta, onlar için de Kur’ân-ı kerîm okunup rûhlarına gönderilmektedir. [Cenâb-ı Hak, sevdiklerimizle birlikte, daha nice bayramlara kavuştursun.]
.3/06/2019
Bayram günlerinin önemi
Müslümânlar, bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zîrâ bu günler, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği günlerdir...
Bilindiği gibi, “Ramazân” kelimesi “yanmak” demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe eden Müslümânların günâhları yanar, yok olur. Bundan dolayı da Müslümânlar bayram yaparlar. Müslümânlar, her yıl ramazân ayında günâhları affedildiği için sevinirler.
Bayram günleri, günâhların affedildiği ve rahmet kapılarının açıldığı günlerdir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tövbe reddolmaz. Fıtr (yanî Ramazân) ve Kurbân Bayramlarının birinci geceleri, şâban ayının on beşinci (Berât) gecesi ve Arefe gecesi.” [Kadir gecesi, birçok hadîs-i şerîfte bildirildiği için burada da bildirilmeğe lüzûm görülmemiştir.]
Bizler, on bir ayın sultânı olan mübârek ramazân ayını bir ganîmet bilip, bu fırsatı, kendimize göre, iyi değerlendirmeye çalıştık.
Peygamber Efendimiz, Medîne-i münevvere'ye hicret edince, Medînelilerin Câhiliye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını gördü ve onları îkâz etti; “Allahü teâlâ, size onlardan daha hayırlı iki bayramı (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti” buyurdu.
Dînimize göre, bayram ikidir. Birincisi, Arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü “Ramazân bayramı”; ikincisi, Zilhicce ayının onuncu günü “Kurbân Bayramı”dır. Ramazân Bayramı, üç gün, Kurbân Bayramı ise dört gündür.
Müslümânlar, bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zîrâ bu günler, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından sevinç ve neş’e kaynağıdırlar.
Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
Bayram günü sabâh vakti olduğu zaman, Allahü teâlâ, meleklere emreder. Onlar yeryüzüne inerler. Sokak başlarını tutarlar. İnsanlar ve cinnîlerden başka bütün mahlûkâtın duyacağı bir sesle nidâ ederler. Derler ki:
- Ey ümmet-i Muhammed, kalkın! Allahü teâlâ, büyük ihsânlarda bulunuyor, çok günâhlar affediyor.
Müminler, bayram namazı kılmak üzere câmilere ve mescidlere toplandıkları zaman, Allahü teâlâ, meleklere hitap eder:
- İşçi çalışınca karşılığı nedir?
Melekler derler ki:
- Ücretinin ödenmesidir!
Şânı yüce olan Allah buyurur ki:
- O hâlde sizi şâhit tutuyorum. Ben, onlara sevap olarak rızâmı ve mağfiretimi verdim.
Sevgili Peygamberimiz yine buyuruyor ki:
“Ramazân Bayramı günü, melekler, yolların kenârında durarak, bayram namazına gidenlere şu müjdeyi verirler: Ey müminler topluluğu, size mükâfâtlar, hayırlar ve bol bol nimetler verecek olan kerem ve ihsân sâhibi Rabbinizden isteyiniz. Zîrâ O, size, geceleri ihyâ etmenizi emretti, siz de yaptınız. O, size, gündüz oruç tutmanızı emretti, siz de tuttunuz. O, size, Rabbinize itâat etmenizi emretti, siz de itâat ettiniz. Öyle ise bahşişinizi, mükâfâtınızı alınız. Namazdan sonra, bir melek de şöyle nidâ eder: Biliniz ki ey müminler, bugün şüphesiz mükâfât günüdür, günâhlardan kurtuluş günüdür ve ayıplardan temizlenme günüdür.
.28/05/2019
Kadir gecesi ne zamandır?
Kadir gecesine kavuşmak için en pratik çâre şudur: Ramazân ayının bütün geceleri ihyâ edilirse, Kadir gecesine rastlanılmış olur.
Kadir sûresinin nüzûl (iniş) sebebi hakkında, kıymetli tefsirlerde şu bilgiler yer almaktadır:
Bir gün Peygamber Efendimiz, önceki ümmetlerden bir müminin, 1.000 (bin) ay, durmadan, gece-gündüz Allah yolunda cihâd ettiğini anlatınca, orada hazır bulunan Eshâb-ı kirâmdan bazıları "Biz, bu kısa ömrümüzle buna nasıl kavuşuruz? O müminin yaptığı bu ibâdeti nasıl yapabiliriz? Zâten ömrümüz buna yetmez" diye üzüldüler.
İşte bu sırada Cebrâîl aleyhisselâm, Peygamberimize “Kadir suresi”ni getirdi. Böylece Allahü teâlâ, “Kadir gecesi senin ve ümmetinindir” buyurup Habîbi’nin kalbini kuvvetlendirdi. Onun ümmetine, önceki ümmetlerin bin ayda (takriben 83 senede) yaptıkları ibâdetlerin sevâbını, bir gecede ihsân etmektedir. Hem de Kadir gecesi her sene, her ramazân ayında gelir.
Başka bir rivâyete göre, Resûlullah Efendimize, kendisinden önceki insanların ömürlerinin ne kadar olduğu bildirilince, kendi ümmetinin ömürlerini kısa buldu; “uzun ömürlü olan diğer ümmetlerin işledikleri sâlih amelleri benim ümmetim işleyemezler” diye düşündü. Bunun üzerine Allahü teâlâ, ona, bin aydan hayırlı olan “Kadir gecesi”ni ihsân etti. (İmâm Mâlik)
***
Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) vâlidemiz buyurdu ki: “Resûlullah, ramazân ayının son on gününde, her zamankinden daha fazla ibâdet ederdi.” (Tirmizî)
Bu husûstaki hadîs-i şerîflerden birkaçı da şöyledir:
“Kadir gecesini ramazânın son on gününde arayınız.” (Müslim);
“Kadir gecesini, ramazânın son on gününün [21, 23, 25, 27 ve 29 gibi] tek gecelerinde veya ramazânın son gecesinde arayınız. Sevâbını umarak Kadir gecesini ibâdetle geçirenin geçmiş ve gelecek günâhları affolur.” (İmâm Ahmed);
“Kadir gecesi Ramazânın 27. gecesidir.” (Ebû Dâvud);
Bunların yanı sıra, şunu da ifâde edelim ki, Kadir gecesini soran bir zâta Peygamber Efendimiz: “Bu yıl, ramazânın ilk gecesi idi geçti. 27. geceyi ihyâ et! Ramazânın 27. gecesini ihyâ edene, vücûdundaki kıllar sayısınca, hac, umre, şehîdlik ve gâzîlik sevâbı verilir” buyurdu.
Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) vâlidemize hitâben de, “(Bu sene, Kadir Gecesi) 13. gece idi geçti. Kadir gecesini kaçırdıysan, 27. geceye kavuşursun. O geceyi ihyâ edersen, âhiret yolculuğu için azık olarak o geceki ibâdet sana yeter” buyurdu.
Başka bir sahâbîye de, “Bu yıl, Kadir gecesi geçti; fakat ramazânın 27. gecesini ihyâ et! Kadir gecesi sevâbına kavuşursun. Şefâatten nasipsiz kalmazsın” buyurdu.
“(Daha önce) Kadir gecesine rastlamış olan bir geceyi ihyâ eden, Kadir gecesini ihyâ etmiş gibi sevâb kazanır” hadîs-i şerîfini düşünerek, sık sık vâki olan 27. gece ihyâ edilirse, o gece Kadir gecesi olmasa bile, büyük sevâba kavuşulur.
İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh), Kadir gecesi, Ramazân-ı şerîf ayının 17. gecesi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) ise, 27. gecesi olması çok vâki olur buyurmuşlardır.
Kadir gecesine kavuşmak için her hâlde en pratik çâre şudur: Ramazânın bütün geceleri ihyâ edilirse, Kadir gecesine rastlanılmış olur.
.27/05/2019
Mübarek Kadir gecesinin fazileti
Kur'ân-ı kerîmin, Resûlullah Efendimize gelmeye başladığı ve ramazân ayı içinde olan “Kadir gecesi” bin aydan daha fazîletlidir.
Önümüzdeki cuma günü, mübârek ramazân ayının 26. günüdür; takvimlerde, o gecenin “Kadir Gecesi” olduğu yazılıdır. “Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli” demek olan “mübârek” sıfatıyla sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği on geceden [hicrî-kamerî sene içerisindeki sırasına göre, 1 Muharrem, 10 Muharrem (Aşûre gecesi), Mevlid, Regâib, Mi'râc, Berât, Kadir, Ramazân Bayramı, Arefe ve Kurbân Bayramı geceleri] biri de Kadir gecesidir...
Kur'ân-ı kerîmin, Resûlullah Efendimize gelmeye başladığı ve ramazân ayı içinde olan “Kadir gecesi”nin bin aydan daha fazîletli [hayırlı, kıymetli] olduğu Kur'ân-ı Kerîm’de “Kadir sûresi”nde açıkça bildirilmektedir. Bu gece, Kur'ân-ı Kerîm’de medhedilen en kıymetli gecedir. Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Allahü teâlâ indinde en kıymetli gece, Kadir gecesidir.”
Bilindiği üzere, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârektir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tevbe, namaz ve oruç gibi ibâdetleri kabul edeceğini bildirmiştir. Aslında Cenâb-ı Hak, kullarının çok ibâdet yapmaları, dua ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır. O hâlde böyle gece, gün ve ayları birer ganîmet bilelim...
Kadir gecesinin hangi gece olduğu kesin olarak bildirilmemiştir. Bir hadîs-i şerîfte: “Allahü teâlâ, 5 şeyi 5 şey içinde: Rızâsını tâatlerde, gazabını masıyetlerde/günâhlarda, orta namazı 5 vakit namaz içerisinde, evliyâsını halk arasında, Kadir gecesini ise ramazân ayı içinde gizlemiştir” buyuruluyor.
O hâlde, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, hiçbir iyiliği küçük görmemeli. Gazabı günâhlar içinde saklı olduğu için, hiçbir günâhı küçük görmemeli ve işlememeli. Orta namazı kaçırmamak için de, 5 vakit namazı vaktinde kılmalı. Evliyâsı insanlar arasında gizli olduğu için, herkese iyi muâmele etmelidir. Atalarımız, “Her geleni Hızır, her geceyi Kadir bil” demişlerdir.
Bazı hadîs-i şerîflerde, bu gecenin, ramazân ayının son on gecesinde yani 20. ve 30. geceleri arasında aranması bildirilmiştir. Nitekim Eshâb-ı kirâm, Peygamber Efendimize, Kadir gecesinin ne zaman olduğunu sorunca: "Kadir gecesini, ramazân ayının son on gününde arayınız" buyurmuşlardır. Bir başka zaman sorulduğunda ise, Kadir gecesini ramazân ayının 27’sinde aramalarını emir ve tavsiye buyurmuşlardır. [Yarın da inşâallah bu konuya temâs edelim.]
.21/05/2019
Seher vakti ve sahûr hakkında
Ramazân ayında sahûr için kalkınca, seher vaktinde kalkılmış olur. Bu vakitte duâ etmeyi ganîmet bilmelidir.
Âl-i İmrân sûre-i celîlesinin 17. âyet-i kerîmesinde, “sabredenler, sâdıklar, namaz kılanlar, zekât verenler ve seher vakitlerinde istiğfâr edenler” övülmektedir. Hepsinden sonra, istiğfâr edenlerin zikredilmesi, Müslümânın her ibâdetini kusurlu görüp, dâimâ istiğfâr etmesi içindir.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Seher vakti, Allahü teâlâ buyurur ki: İstiğfâr eden yok mu, onu mağfiret edeyim. İsteyen yok mu, istediğini vereyim, duâsını kabul edeyim.” [Müslim]
“Gece seher vaktinde ve namazlardan sonra yapılan duâ kabul olur.” [Tirmizî]
“Gecenin sonunda uyanamayacağından korkan, gecenin evvelinde vitri edâ etsin; sonra yatsın. Gece sonunda uyanacağını ümit eden, vitri o zaman kılsın. Çünkü gecenin sonundaki kalkmakta rahmet melekleri hâzır olur.”
“Seher vakti”, gecenin son altıda biridir. Yani güneşin batışından imsâk vaktine kadar olan zamanın son altıda biridir. Yaz ve kış, bu vakit azalıp çoğalır.
Ramazân ayında sahûr için kalkınca, seher vaktinde kalkılmış olur. Bu vakitte duâ etmeyi ganîmet bilmelidir.
Teheccüd namazını ve vitri seher vaktinde kılmak iyidir. Seher vakti, duâ ve istiğfârların kabul olduğu zamandır. Allahü teâlâ, iyileri överken, “Onlar seher vaktinde istiğfâr ederler” buyuruyor. (Zâriyât, 18)
Hazret-i Yakûb (aleyhisselâm) da, oğullarına, “Sizin için, yakında [seher vakti], Rabbime istiğfâr edeceğim” demiştir. (Yûsuf, 98)
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mahdûmu Muhammed Masûm Fârûkî, “Mektûbât-ı Masûmiyye”sinde buyuruyor ki:
“… Beş vakit namazı, tadîl-i erkân ile ve cemâat ile edâ etmelidir. Teheccüd namazı kılmalı, seher vakitlerini istiğfârsız geçirmemeli, gaflet uykusuna dalmamalı, ölümü ve âhireti düşünmeli, harâm olan dünyâ işlerinden yüz çevirip, âhiret işlerine yönelmelidir. Zarûrî olan dünyâ kazancı ile meşgul olup, diğer vakitleri, âhireti imâr etmekle meşgul olmalıdır…..”
***
Sahûra kalkmak çok sevaptır. Ancak sahûra kalkmadan oruç tutmakta da mahzur yoktur, yani günâh değildir. Bir yudum su içmek için de olsa, sahura kalkmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Sahûr yapınız (sahûra kalkınız), sahûrda bereket vardır.” [Buhârî]
“Müminin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir.” [Ebû Dâvûd]
“Sahûr yemeğine kalkmak, Allahın size bağışladığı berekettir, bunu kaçırmayınız.” [Nesâî]
“Yedikleri helâl olmak şartı ile hesâba çekilmeyecek üç kişi; oruçlu, sahûr yemeği yiyen ve Allah yolunda nöbet tutandır.” [Nesâî]
“Elbette sahûr yemeği mübârektir.” [İbn-i Hibbân]
“Allahü teâlâ, sahûra kalkanlara rahmet eder.” [Taberânî]
“Sahûrda yemek yiyerek, oruç tutmanıza yardımcı olun.” [Beyhekî]
.20/05/2019
Terâvîh namazını inkâr edenlere birkaç kelime
“Erkeklerin ve kadınların, yirmi rekât terâvîh namazı kılmaları, sünnet-i müekkededir. İnanmayan bid’at ehlidir, sapıktır ve şâhitliği kabul olmaz."
Sözleri muteber olan İslâm âlimlerinin, hadîs ve fıkıh kitaplarında yazdıklarına göre, Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), Medîne-i münevvere’de, Mescid-i Nebevî’de, Eshâbına (aleyhimürrıdvân), 3-4 gün terâvîh namazını cemâatle kıldırdı; daha sonra evinden çıkmadılar.
Sahîh-i Buhârî’de zikredildiğine göre, birkaç gün terâvîh namazını kıldırdığı hâlde, müteâkıp günde evlerinden çıkmamalarının sebebi sorulunca, “Terâvîh namazının, size, farz olacağından korktuğum için, evden çıkmadım” buyurdu.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ramazân ayında inanarak ve sevâbını umarak terâvîh namazı kılanın günâhları affolur.” [Nesâî]
Sevgili Peygamberimizin amcazâdesi, “Reîsül-müfessirîn=Müfessirlerin başı”, “tercümânül-Kur’ân”, “bahrul-ilim=ilim okyânûsu” gibi yüksek sıfatlarla anılan, büyük âlim İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ) bildiriyor ki:
Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm), yatsıdan sonra, vitirden önce, 20 rekât namaz kıldıktan sonra, “Ramazân ayında 20 rekât terâvîh namazı kılanın, yirmi bin günâhı affolur” buyurdu. (Musannefü İbn-i Ebî Şeybe)
Mahmûd İbn-i Mevdûd el-Mevsılî (el-Mûsılî)’nin, “El-İhtiyâr li-Ta’lîli’l-Muhtâr”da zikrettiğine göre, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh), “Terâvîh namazı müekked sünnettir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Terâvîhin 20 rekât olarak cemâatle kılınmasını, kendiliğinden ortaya çıkarmadı. O, elindeki sağlam esâsa, yani Resûlullah’ın sünnetine dayanarak emretti” buyurmuştur.
Farz-ı muhâl olarak, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), terâvîhi hiç kılmasaydı bile, Hulefâ-i Râşidîn’in yani Dört Büyük Halîfenin kılmaları, sünnet olması için kâfi idi. Çünkü hadîs-i şerîfte, “Benim sünnetime ve benden sonra da, hidâyete erdirilmiş olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sımsıkı sarılınız” buyuruldu. (Buhârî)
Merâkıl-felâh Şerhi’nde, terâvîh namazının 20 rekât oluşu ve cemâatle kılınmasının hadîs-i şerîfle bildirildiği ve Sünnet oluşunun icmâ ile sâbit olduğu ifâde edilmiştir.
Terâvîh namazının sünnet olanı 20 rek’attır. Nûrul-îzâh Şerhinde ve Hâşiyesinde buyuruluyor ki: “Erkeklerin ve kadınların, yirmi rekât terâvîh namazı kılmaları, sünnet-i müekkededir. İnanmayan bid’at ehlidir, sapıktır ve şâhitliği kabul olmaz. Hazret-i Ömer’den itibaren Üç Halife ve zamanlarındaki Eshâb-ı kirâmın hepsi (radıyallahü anhüm ecmaîn), cemâatle yirmi rekât kıldılar. Bu Halîfelere ve Eshâb-ı kirâmın icmâına uymamız, hadîs-i şerîf ile emrolunmuştur.”
Hâşiyetü-Tahtâvî’de belirtildiğine göre, terâvîhin cemâatle kılınması, sünnet-i kifâyedir. Yani bir mahallede cemâatle kılınınca, diğerleri evde kılsa da, sünnet îfâ edilmiş olur. (Nimet-i İslâm)
.14/05/2019
Ramazan ayını en iyi şekilde değerlendirmeli
Mübârek aylar, asliyetimize, kendimize dönüş için, günâhlardan, kusur ve kabahatlerden tevbe ve rücû için çok önemli fırsatlardır.
Dünyaya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan itibaren, binlerle Peygamber gelmiş-geçmiştir. Bütün Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. Diğer Peygamberlerin bildirdikleri dînler, zamanla bozulmuştur. Şimdi saadete kavuşmak için İslâmiyyeti öğrenmekten ve yaşamaktan başka çare yoktur.
İnsanın dünyada ve âhırette mesut olması için, Müslüman olması lâzımdır. Dünyada mesut olmak, rahat yaşamak demektir. Âhirette mesut olmak, Cennete gitmek demektir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, mesut olma yolunu, Peygamberleri vasıtası ile kullarına bildirmiştir. Çünkü insanlar, bu saadet yolunu, sırf kendi akılları ile bulamazlar. Hiçbir Peygamber, kendi aklından bir şey söylememiş, hepsi, Allahü teâlânın bildirdiği şeyleri söylemişlerdir.
İslâmiyyet, kalp ile inanılacak “İmân” bilgileri ve beden ile yapılacak “Ahkâm-ı İslâmiyye” bilgileridir. İmân ve ahkâm ilimleri, “Ehl-i Sünnet Âlimleri”nin kitaplarından öğrenilir. Bu âlimlerin yazdıkları Arabî ve Fârisî kitâblar ve bunların tercümeleri, dünyanın her yerinde, kütüphânelerde çokça vardır.
Bilindiği üzere insan için üç türlü hayât vardır: Dünya, kabir ve âhıret hayâtı. Dünyada, beden rûh ile birliktedir. İnsana hayat, canlılık veren rûhtur. Rûh bedenden ayrılınca, insan ölür. Rûh yok olmaz. Öldükten sonra kabir hayâtı başlar. Kabir hayâtında his vardır, hareket yoktur. Kıyâmette bir beden yaratılıp, rûh ile bu beden birlikte Cennette veyâ Cehennemde sonsuz yaşarlar...
İnsan, Yüce Yaratıcı tarafından bu dünyaya "eşref-i mahlûkât" olarak gönderilmekle beraber, bunun yanında imtihâna da tâbi tutulmuştur.
İşte “üç aylar” ve bu aylardaki mübârek gün ve geceler, özellikle ramazan ayı, yaratılmışların en şereflisi olma özelliğini unutarak, nefis ve şeytanların tuzaklarına düşmüş ve her iki dünyasını zindâna çevirecek günâh, isyân ve gaflet bataklıklarında boğulmakla karşı karşıya gelmiş insanların kurtuluşları için uzatılan cân simidi gibidirler.
Mübârek aylar, asliyetimize, kendimize dönüş için, günâhlardan, kusur ve kabahatlerden tevbe ve rücû için çok önemli fırsatlardır.
Bu ayda, gün ve gecelerde içimizi ve dışımızı çok iyi bilen Rabbimize karşı, nefsimizi muhâsebeye çekmeli, O'nun bizim dünya ve âhiret hayatımızı Cennet'e çevirmek için gönderdiği mukaddes dîni İslâma tam teslîm olup olmadığımızı gözden geçirmeli, hiç vakit geçirmeden İslâmın rahmet, bereket, mağfiret, fazîlet ve hayat bahşeden çeşmesinden kana kana nasip almak için bu ayı, günleri ve geceleri başlangıç yapmalıyız.
.30/04/2019
Özbekistân’daki tarihî ve turistik mekânlar
Semerkant da, Buhârâ gibi, kültürel yönden çok zengin ve 2.700 yıllık târihî bir şehirdir. İmâm Mâtürîdî’nin türbe ve külliysi buradadır.
Dünkü makâlemizde, biz nebze bahsettiğimiz Özbekistân’da, Hazret-i Ebû Bekir Efendimizden (radıyallahü anh) günümüze gelinceye kadar, insanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, gerçek saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i Aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden, Buhârâ ve civârında 7 büyük zât vardır.
Goncdüvân (Goncdevân, Gucdüvân, Gucdevân, Gıjduvân) kasabasında Abdülhâlık Goncdüvânî [Silsile-i Aliyyenin dokuzuncusu; babası Abdülcemîl Malatyalı idi]; Buhârâ'ya 30 km uzaklıkta bulunan Rîveger köyünde dünyâya gelen Ârif-i Rîvegerî (Silsile-i Aliyyenin onuncusu); Buhârâ'nın Fağne köyünde doğan, büyük âlim ve velîlerden Mahmûd-i İncirfagnevî [Encirfagnevî (Silsile-i Aliyyenin onbirincisi)]; Buhârâ yakınlarındaki Râmiten kasabasında doğan, “Azîzân” ve “Pîr-i Nessâc” sıfatlarıyla anılan Alî Râmitenî (Silsile-i Aliyyenin onikincisi); Buhârâ'ya bağlı Semmâs köyünde doğan Muhammed Bâbâ Semmâsî (Silsile-i Aliyyenin onüçüncüsü); Seyyid Emîr Gilâl [Gülâl, Külâl; Silsile-i Aliyyenin ondördüncüsü], İslam âlimlerinin en meşhûrlarından olan, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşan, Seyyid Muhammed Behâeddîn Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazretleri (Silsile-i Aliyyenin onbeşincisi, Kasr-ı Ârifân’da) medfûn bulunmaktadırlar.
Yine bu coğrafyaya yakın olarak Denöv’de, asıl ismi Muhammed bin Muhammed Buhârî olan Alâüddîn-i Attâr ve Kâdî Muhammed Zâhid, ayrıca derin âlim ve kâmil bir velî, hem de evliyânın büyüklerinden olan Ya’kûb-i Çerhî [Silsile-i Aliyyenin onyedincisi (Tâcikistân’da)] gibi zevâtın türbe ve külliyeleri vardır.
Buhârâ’da, isimlerini saydığımız bu türbe ve külliyyelerden başka, Leb-i Havz Câmii, Mîr Arab Medresesi, Kalan Minâresi, Ark Kalesi gibi başka turistik ziyâret mahalleri de mevcuttur.
Semerkant da, Buhârâ gibi, kültürel yönden çok zengin ve 2.700 yıllık târihî bir şehirdir. Burada ve civârında da “Silsile-i Aliyye” büyüklerinden Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr, Kâdî Muhammed Zâhid, Derviş Muhammed ve Hâcegî Muhammed Emkenegî’nin türbe ve külliyelerinden başka; Hadîs âlimlerinin en büyüğü olan İmâm Buhârî, Ehl-i Sünnet’in iki büyük akâid imâmından biri olan İmâm Mâtürîdî’nin türbe ve külliyeleri de bulunmaktadır.
Semerkant’ta, zikrettiğimiz mübârek mekânlardan başka, ayrıca Ebu’l-Leys-i Semerkandî Türbesi, Tîmûr Hân Türbesi, Uluğbey Medresesi, Tilla Kârî Medresesi, Şîrdâr Medresesi, Bîbî Hânım Mescidi, Registân Meydânı gibi ziyâret mekânları da mevcuttur.
Taşkent’te ise, Zengî Atâ hazretleri Türbe ve Külliyyesi, Barak Hân Medresesi, Kökel Taş Medresesi, Emîr Tîmûr Müzesi, Cuma Mescidi, Alî Şîr Nevâî Müzesi gibi yerler ziyâret mahalleridir. Orada Nûreddîn-i Taşkendî hazretleri de vardır...
.29/04/2019
Özbekistân'daki büyük âlim ve velîler...
Özbekistân çok mühim bir kültür diyârı; çok büyük ulemâ ve evliyâ yatağı olan mübârek bir memlekettir. Buralar, “Mâverâünnehir” diye anılır.
Kıymetli Okuyucularım!
Sizler, bu satırları okurken, bizler inşâallah, vaktiyle atalarımızın yaşadıkları kadîm “Türkistân diyârı”, eski “İpek Yolu” güzergâhı, “Mâverâünnehir İlleri” olan Özbekistân’da (İslâm âlemindeki en büyük âlim ve velîlerin bulunduğu Taşkent, Buhârâ ve Semerkant’ta) olacağız.
Özbekistân’a 5. seyâhatimizi yapıyoruz. [Bu vesileyle belirteyim ki, bendeniz, aynı zamanda, 3 dönemdir “Özbekistân Dostluk ve Kültür Derneği” Başkanıyım. Bir dönem de Başkan Yardımcılığım var.]
Hemen makâlemin başında ifâde edeyim ki, her vatandaşımıza, her Türk’e, her Müslümâna, hatta her insana, manevî açıdan ve tabii güzellikler bakımından çok zengin olan bu kültür diyârını görmelerini, çok büyük ulemâ ve evliyâ yatağı olan bu mübârek memleketi ziyâret etmelerini, dünyânın en nâdîde ahşâb işlemelerini ve çini örneklerini, târihî ve turistik beldeleri incelemelerini harâretle tavsiye ediyorum.
Özbekistân’da, hadîs âlimlerinin en büyüğü olan İmâm-ı Buhârî (rahmetullahi aleyh), Ehl-i Sünnet’in en büyük 2 akâid imâmından biri olan İmâm-ı Mâtürîdî (rahimehüllah) bulunmaktadır. Yine kendilerine “Silsile-i Aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin üçte biri [12 zât] orada bulunmaktadır. Kezâ, dünyânın en büyük cihângîrlerinden Tîmûr Hân ve dünyanın en büyük astronomlarından Uluğ Bey orada medfûndur.
Bilindiği üzere, Müslümânlar, Mâverâünnehr’e ilk defâ; m. 667’de el-Hakem bin Ömer el-Gıfârî komutasında gelerek üç yıl kalmışlardır.
Daha sonra Vâlî Kuteybe bin Müslim’in düzenlediği seferler netîcesinde, küçük bir kısım hâriç, bütün bölge, Müslümânların hâkimiyetine girmiş ve bölgede İslâmiyyet hızla yayılmıştır.
Bilindiği üzere, Özbekistân çok mühim bir kültür diyârı; çok büyük ulemâ ve evliyâ yatağı olan mübârek bir memlekettir. Buralar, “Mâverâünnehir” diye anılır.
“Mâverâünnehir”: “Amu Derya (Ceyhûn) ve Siri Derya (Seyhûn) nehirleri arasında kalan ünlü Türk ülkesi”nin adıdır. Bu târihî belde bugün, Özbekistân, Kalpakistân’ın bir bölümü ile Tâcikistân, Kırgızistân’ın güney kısmını; Kızılkum Çölü ile Kazakistân’ın bir kısmını içine almaktadır. 660.000 km2 yüzölçümü vardır. Bölgede, çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği 16 milyon insan yaşamaktadır.
Bu bölgelerde, ilk çağlardan beri Türkler ve İrânlılar yaşamıştır. Buralarda Asya Hun, Göktürk ve Uygur İmparatorlukları; Sâmânîler; Karahânlı, Gazneli, Büyük Selçûklu ve Hârezmşâhlar Devletleri; Tîmûr İmparatorluğu, Çağatay Hânlığı ve Şeybânîler hâkim olmuşlardır. [Yarın inşallah, birazcık, konunun detaylarından bahsedelim.]
.23/04/2019
Harp meydanlarında yenilenler kalemleriyle İslama saldırdılar
Caetani, yazdığı eser ile muhaddislere saldırmakta, Kur’ân-ı kerîmdeki kıssaların Tevrât ve İncîl’den iktibâslarla oluşturulduğunu ileri sürmektedir!
DİB Hey’et-i Müşâvere a’zâ muâvini merhûm Mustafâ Âsım Köksal, “Müsteşrik Caetani’nin yazdığı İslâm Târihindeki İsnâd ve İftirâlara Reddiye” (Ankara 1961, 1986; İstanbul 1987) adlı eseriyle, Caetani’nin kitâbında mevcut, hadîs ve isnâd meseleleri başta olmak üzere, çeşitli konulardaki bozuk, garazkâr görüşlerine cevap vermeye çalışmıştır.
Caetani ile ilgili olarak hacimli bir makâle kaleme alan Riyâzu’l-Hasan da, onun fikir ve düşüncelerinin arka planını, İslâm dînine, târih ve medeniyetine olan garazkâr bakışını incelemiş; onun Peygamber Efendimizi ve İslâm’ın yayılışını materyalist-Marksist bir bakış açısından değerlendirdiğini ifâde etmiştir.
Hıristiyân olduğu zannedilmekle birlikte, Hazret-i Îsâ’nın Peygamberliğine bile inanmayan Caetani, İslâm’ı da vahye dayalı bir dîn saymaz; dolayısıyla son Peygamber Hazret-i Muhammed’i bütün insanlığa gönderilmiş İlâhî bir mesajın sâhibi olarak kabul etmez.
1924 yılında, Hüseyin Cahit Yalçın tarafından, “İslâm Târihi” ismiyle Türkçeye tercüme edilen Leone Caetani’nin kitâbının, Müslümânlığı, Hıristiyânlara kötü göstermek, onların Müslümânlığa kaymalarını önlemek maksadıyla yazıldığı çok açıktır.
İtalyan oryantalist Caetani’nin araştırma ve incelemeden çok, ön yargı ile hazırlanmış olan mezkûr eseri, yanlışlıklar, tutarsız fikirler ve iftirâlarla doludur. Kitap, olayları aslından uzaklaştıran, gerçekleri tahrîf eden, hakâret, saldırı ve taassup kokan, birbiri ile çelişen tezat ve yorumlarla doludur.
Merhum Âsım Köksal’ın reddiyesi, birtakım Müslümân akademisyenlerce (Şaban Öz, Mehmet Azimli gibi), bazı yönlerden tenkit edilse de, Leone Caetani’nin İslâm Târihi’nin gerçek yüzünü bizlere göstermesi, gün yüzüne çıkarması açısından önemli bir çalışma niteliğindedir.
Caetani, Kur’ân-ı kerimin İlâhî kelâm olduğuna inanmamaktadır; hadîs-i şerîflerin de, Sevgili Peygamberimizin mübârek kelâmları olduğunu kabul etmemektedir. Binâenaleyh İslâmın hak dîn olduğuna da inanmamaktadır.
Caetani, yazdığı eser ile hadîs ilmine, muhaddislere saldırmakta, Kur’ân-ı kerîmdeki kıssaların Tevrât ve İncîl’den iktibâslarla/alıntılarla oluşturulduğunu ileri sürmekte, namazın Kur’ân kaynaklı değil, sonradan kelâm ve fıkıh âlimlerince uydurulduğunu belirtmekte, kezâ Peygamber Efendimizin, Kureyş soyundan gelmediğini, hattâ adının bile belli olmadığını iddiâ etmektedir.
Bu bakımdan, merhûm Mustafâ Âsım Köksal’ın, önce müstakil cild olarak neşrettiği, sonra İslâm Târihi isimli büyük eserinin 7. cildi içerisine koyduğu, Oryantalist Leone Caetani’nin İslâm Târihi isimli kitâbına reddiyyesi okunabilir.
Burada biz, Caetani’nin kitâbını hazırladığı yıllarda, Fransız oryantalist Gaston Care’ın, 1913 senesinde Le Figaro gazetesinde yazdığı şu cümlelerini naklederek, konumuzu kapatalım:
“İslâm, bu yüksek dîn, Avrupa’ya dünyânın ilerlemesi için gerekli en esâslı kaynakları sağlamıştır. İslâmiyet’in bu üstünlüğünü teslîm ederek, ona borçlu olduğumuz şükrânı/teşekkürü tanımıyorsak da, gerçeğin bu merkezde olduğunda şüphe yoktur.
.22/04/2019
İgnace Goldziher ve Leone Caetani'ye reddiyeler
Tertip heyetinde olduğu İslâm Ansiklopedisinin çeşitli maddelerine bakılınca, Goldziher’in nasıl garazkâr bir insan olduğu açıkça görülür.
Geçen haftaki makâlelerimizde kendisinden bahsettiğimiz İgnace Goldziher hakkında, “…Louis Massignon, Goldziher’in şarkiyâtçıların gözünde İslâmî araştırmaların tartışılmaz üstâdı olduğunu ve kendilerinin üzerinde geniş çapta etkilerinin bulunduğunu söylemiş, Theodor Nöldeke, onu Wellhausen ile birlikte dehâ olarak kabul etmiş, Arap İlâhiyatı ve felsefesi alanında rakîbinin bulunmadığını ileri sürmüştür.
Zâkir Kâdirî (Ugan), Mehmed Fuad Köprülü ve İsmâîl Hâmî Dânişmend gibi bazı Türk ilim adamları da, onun İslâm araştırmaları alanında yüksek bir mevkiye sahip bulunduğunu ifâde etmişlerdir… Zekî Velîdî Togan da, Goldziher’in İslâmî ilimler alanında müstesnâ bir yere sâhip olduğu kanâatindedir…”
1965-1968 yıllarında, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde, Usûl-i Tefsîr, Tefsîr, Usûl-i Hadîs ve Hadîs derslerimize giren, 15 dil bilen Saraybosnalı hocamız Prof. Muhammed Tayyib Okiç, Goldziher’in, hadîsin mâhiyeti hakkında en etraflı mâlumatı veren bir müsteşrik olduğunu, mümkün mertebe kendisini tarafsız göstermeye çalıştığını belirtmiştir.
Mustafâ es-Sibâî, “es-Sünne ve mekânetühâ fi’t-Teşrîı’l-İslâmî” adlı eserinde, Mustafâ el-A’zamî de, “Dirâsât fi’l-Hadîsi’n-Nebevî” isimli kitâbında, Goldziher’i ciddî olarak tenkit etmişler, onun pekçok yanlışını ortaya koymuşlardır. Onun, İslâmiyete nasıl iftiralar attığını, Sevgili Peygamberimizi, Sahâbe-i kirâmı ve sonraki hadîs âlimlerini nasıl tenkit ettiğini anlamak için, Muhammedanische Studien (I-II) adlı eserinin birkaç cümlesini okumak kâfidir.
Bu eserin 2. cildi 1952’de Paris’te L. Bercher tarafından “Etudes sur la tradition İslamique” adıyla Fransızca’ya; London 1971, Chicago 1973’te ise İngilizce’ye çevrilmiştir.
Tûnus Zeytûne Üniversitesi Şerîat ve Usûlüddin Fakültesi’nde Muhsin Abdünnâzır tarafından, “Dirâsâtü Goldziher fi’s-sünne ve mekânetühe’l-ilmiyye=Goldziher’in Sünnet Hakkındaki Araştırmaları ve İlmî Değeri” adlı bir doktora tezi hazırlanmış, 922 sayfa tutan tezin ilk 400 sayfasında, eserin bu cildinin Arapça tercümesi de verilmiştir. Bu kitap, Türkçeye de çevrilmiştir.
Goldziher’in de tertip heyetinde olduğu İslâm Ansiklopedisinin çeşitli maddelerine bakılınca, onun nasıl garazkâr bir insan olduğu açıkça görülür. [Almanca, Arapça, Fransızca, İngilizce ve Türkçe nüshalarından herhangi birine bakılabilir.]
1869’da, Roma-İtalya’da doğup 1935’te Vancouver-Kanada’da ölen, İtalyan bir ilim adamı, siyâsetçi ve Orta Doğu târihçisi olan Sermoneta Dükü Leone Caetani var. Hüseyin Câhit Yalçın, onun “Annali dell’Islam”ını, Cumhûriyetin başlarında, “İslâm Târihi” adıyla Türkçeye tercüme ederek, bütün cumhûriyet aydınlarının zehirlenmelerine sebep olmuştur.
[Ona yazılan bazı cevaplara, reddiyyelere inşallah yarın temas edelim.]
.16/04/2019
Müslümanların fikirlerinin bozulmasına sebep olanlar
Avrupa ve Amerika’da tahsil yapan bazı Müslümân akademisyenlerimiz, maalesef Batı’daki müsteşriklerin yörüngelerine girmektedirler...
Dünkü makâlemizde bir sözünü naklettiğimiz bir hocamız, bir kelâm profesörümüz, dün naklettiğimiz sözüne gerekçe olarak şunu ifâde etmişti:
Şark kaynaklarından referans gösteren doktora adayına, danışmanı olan müsteşrik profesör, “sen, hep Doğulu âlimlerin kaynaklarından istifâde etmişsin; bu sâhanın büyük uzmanları olan Batılı ilim adamlarının eserleri nerede? Bu tezini götür ve o ilmî kaynaklardan referanslar göster” deyip tezi reddediyor.
“Tabii ki, o talebe, T.C. Millî Eğitim Bakanlığı nezdinde, büyük tazmînâtların altına imzâ atmış bulunuyor. Eğer doktorayı bitiremeden gelirse, o yüklü tazmînâtı ödemek mecbûriyetinde kalacak; ne yapıp edip o doktorayı almaya çalışıyor. İşte bu durum, kendisinde çok büyük bir risk meydâna getiriyor.”
Bir kısmı, önce “köprüyü geçinceye kadar, ayıya dayı diyelim” diye düşünse de, bilâhare, maalesef yavaş yavaş, onların bozuk fikirlerini benimsiyor ve onlar gibi düşünmeye başlıyor.
Avrupa ve Amerika’da tahsil yapan bazı Müslümân akademisyenlerimiz, Batı’daki müsteşriklerin garazkâr, müfsid, bozuk, sapık fikirlerini okuyarak, maalesef onların yörüngelerine girmektedirler.
İslâmiyete çok ağır bir şekilde saldıran pekçok müşteşrik=şarkıyâtçı vardır. Bugün, kısaca, onlardan birine temâs edelim:
Ignaz (Ignace Isaac Jehuda) Goldziher: 22 Haziran 1850’de Sigetvar’da doğan Goldziher’in dedeleri İspanya’dan Almanya’ya, oradan da Macaristan’a göç etmişlerdir. Küçük yaşlarından itibâren Tevrât dersleri alan Goldziher, on üç yaşında gerçekleşen Yahûdi cemâatine kabul merâsiminde, Yahûdi dedelerinin îmânına sadâkat yemîni etmiş ve bu yemînini hiçbir zaman unutmadığını da kendisi ifâde etmiştir.
1904 yılında Budapeşte Üniversitesi Sâmî Dilleri Kürsüsü’ne ordinaryüs profesör olarak tayin edilen ve birçok yerde pekçok görevler yapan, birçok kitap ve makâlesi bulunan Yahûdi Goldziher’in, bütün Avrupalı ve Amerikalı müsteşrikler üzerinde çok önemli tesirleri olmuştur.
13 Kasım 1921 tarihinde Rotlauf’da ölmüş ve Budapeşte Yahûdi Mezârlığı’na gömülmüştür. Geride bıraktığı çok zengin kütüphanesi, daha sonra Kudüs’teki İbrânî Üniversitesi’ne nakledilmiş ve 1925’te de okuyucuların istifâdesine açılmıştır.
DİA İslâm Ansiklopedisi’nde ifâde edildiği gibi, “Julius Wellhausen ve Christian Snouck-Hurgronje ile birlikte bağımsız bir araştırma alanı olarak Batı’daki İslâmî incelemelerin kurucusu olmuş ve Batı İslâmoloji çevrelerinde yeni İslâmiyatçılar’ın mânevî babası sayılmıştır…..”
[Bu sözün devâmını, bundan sonraki makâlemizde ele alalım inşallah.]
.15/04/2019
Bazı akademisyenlerin doğru yoldan sapmaları
Akademisyenlerimizden bir kısmının doğru yoldan sapmaları, târihteki “bozuk, sapık fırkalar”ın bozuk düşünceleriyle, zihinlerinin bulanması sebebiyle olmaktadır.
Bizim, 1965-1969 yılları arasında, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi’nde talebe olduğumuz yıllarda, Felsefe Grubu derslerimizden birine giren, Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’i (1901-1974), birçok kimse tanır. İstanbul Sultânîsi (bugünkü İstanbul Lisesi - 1918) ve Mekteb-i Mülkiye (bugünkü A. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi-1921) mezunu olup, aynı yıl Dârülfünûn-ı Osmânî (bugünkü İstanbul Üniversitesi) Edebiyat Fakültesi Beşerî Coğrafya Kürsüsü’ne asistan olan ve İstanbul’da doğup ölen, bir felsefeci ve sosyologdur.
Hilmi Ziya Ülken, İ. Ü. Edebiyât Fakültesinde, ayrıca felsefe târihi ve sosyoloji öğrenimi görmüş, 1933’e kadar sosyoloji, felsefe, târih ve coğrafya öğretmenliği yapmış, 1933-1934 yıllarında Almanya’da uzmanlık eğitimi almış, 1935 yılında Türkiye’ye dönüp İ. Ü. Edebiyat Fakültesi’nde “Türk Tefekkür Târihi Kürsüsü”ne Doçent olarak tayin edilmiştir. 1944 yılında Profesör, 1957 yılında ise Ordinaryüs Profesör olmuş, 1973’te de A. Ü. İlahiyat Fakültesi’nden emekli olmuştur. 1974’te de vefât etmiştir.
Onun hem derslerinde öğrendiğimize, hem 1932-1933 yıllarında neşredilen 2 ciltlik “Türk Tefekkür Târihi” kitâbında ve ayrıca “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” adlı eserinde okuduğumuza göre, felsefeciler yekdiğerlerine muhâlefet etmekte, birbirlerinin fikirlerini dâimâ nakzetmekte, çürütmektedirler.
Bu hususu, merhûm Doç. Dr. Yaşar Kutluay’ın Türkçeye tercüme ettiği, Prof. Dr. T. J. de Boer’in “İslâm'da Felsefe Târihi” adlı eserinde de, çok açık bir şekilde müşâhede ediyoruz; feylesofların (filozofların) fikirleri birbirleriyle çelişmektedir.
Bu durum, niçin böyle oluyor? Çünkü felsefeciler, kendilerine, Allahü teâlânın, Peygamberleriyle insanlığa, doğru yolu bulmaları için lutfettiği vahiy ışığını değil, sâdece kendi akıllarını rehber seçmektedirler...
Bu hususu net bir şekilde ortaya koyduktan sonra ifâde edelim ki, dede ve neneleri, anne ve babaları Müslümân olan akademisyenlerimizden bir kısmının doğru yoldan sapmaları, târihteki “fırak-ı dâlle=dalâlet fırkaları, bozuk, sapık fırkalar”ın kitaplarını ve fikirlerini okumaları, onların bozuk düşünceleriyle, zihinlerinin bulanması sebebiyle olmaktadır.
T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın organize ettiği “Kültür Mübâdele Programı” mucibince, 1975-1976 yıllarında Mısır’da bulunduğumuz, orada Kâhire Üniversitesi Dâru’l-Ulûm Fâkültesi’nin “Dirâsât-ı Ulyâ=Yüksek Araştırmalar” kısmında araştırma yaptığımız ve Ayn-ı Şems Üniversitesinin Edebiyât Fakültesinde de, “Mukâveleli Öğretim Üyeliği” yaptığımız sıralarda, bir hocamız, bir kelâm profesörümüz, 1975 yılında, Mısır’da bana, “Bazı meslektaşlarımız, Avrupa’dan doktora alıp geliyorlar, ama maalesef îmânlarını da oralarda bırakıp geliyorlar” demişti.
Bu mühim sözün gerekçesini, sizlere, inşâallah yarın arz edelim.
.09/04/2019
Evliyâ ne demektir?
Bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi olan, Allahü teâlânın ve Resûlünün çok sevdiği kimselere “Velî” denir.
Malum olduğu üzere, dünkü makalemizde de bahsettiğimiz gibi, ondokuzuncu asra kadar Osmânlı medreselerinde, dîn derslerinin yanı sıra, fen dersleri de okutuluyordu. Buralarda aydın dîn ve fen adamları yetişiyordu. Bunlar, bütün dünyâya rehberlik, önderlik ediyorlardı. Maalesef Tanzîmâtçıların, Batılıların bozuk planlarına âlet olarak, fen derslerini Osmânlı medreselerinden kaldırmalarıyla, bu sâhadaki çalışmalar tamâmen durmuş ve Batı, Doğu’yu sür’atle geçmiştir.
14 asır boyunca, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu, Peygamber Efendimize tâm tâbi olan, manevî sırlar sâhibi “Âlim” ve “Velî” zâtlar dâimâ bulunmuş ve bunlar, insanların dîn ve dünyâ saâdetine ulaşmaları için ellerinden gelen gayreti göstermişlerdir.
Asr-ı Saâdetten günümüze kadar, İslâm coğrafyasının her tarafında, Fâs'tan Hindistân'a; Macaristân ve Balkanlar'dan Orta Asyâ ve Çin'e; Kırım ve Kazân'dan Afrikâ'ya ve Yemen'e kadar “Evliyâ” grubuna giren pek çok İslâm büyüğü gelip geçmiştir.
Bunları belirttikten sonra ifâde edelim ki, bir terim olarak “Velî”; “Sevdiğini Allah için seven ve her işini O'nun rızâsı için yapan, her ân Allahü teâlâ ile bulunan, gafletten uzak ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmış kimse” demektir. “Evliyâ” tabîri ise, bu kelimenin çokluk şeklidir; yani “Evliyâ”: “Velîler" demektir.
Başka bir tarifle; bütün sözleri, işleri ve ahlâkı, İslâm dîninin bildirdiği gibi olan, Allahü teâlânın ve Resûlünün çok sevdiği kimselere “Velî” ve bunun çoğulu olarak “Evliyâ” denir.
İnsanlara doğru yolu göstermeleri, hâl ve hareketleri ile örnek olmaları, evliyânın belli başlı vasıflarındandır. Ayrıca, Allahü teâlânın rızâsı için insanların dertleri ile dertlenmeleri ve fedâkârlıkları onların şânındandır. Onlar, Peygamberlerden sonra seçilenler sınıfındandırlar. Bütün bu “Allah Dostları”, aynı kaynaktan fışkıran nûrları, olduğu gibi gösteren aynalardır. Hangisine baksak, hepsinde aynı nûru görürüz.
Anadolu'da da bunlardan bol miktarda yaşayanlar olmuştur. Tabii ki burada, bütün vilâyetlerimizde meşhur olan ulemâ ve evliyâyı tek tek sayamayız. Bir kısım şehirler vardır ki onlar anıldıkları zaman, hemen oralarda yaşıyan bazı büyük âlim ve velîler hâtıra gelir; bu şehirler âdetâ onlarla özdeşleşmişlerdir. Güzel ülkemizde bu böyle olduğu gibi, İslâm âleminin diğer ülkelerinde de durum böyledir:
Meselâ Türkiye’de Konya denilince, hemen Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hocaları Şems-i Tebrîzî ve Sadreddîn-i Konevî; Kastamonu denilince, Şeyh Şa’bân-ı Velî hatırlanmaktadır. Kırşehir anıldığında, Ahî Evrân; Nevşehir anıldığı zaman, Hünkâr Hâcı Bektâş-ı Velî; Ankara anıldığı zaman ise, Hâcı Bayrâm-ı Velî ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hatırlandığı gibi.
Yurt dışında Buhârâ (Özbekistân’da) denilince, İmâm Buhârî ve Şâh-ı Nakşibend; Bağdâd (Irâk’ta) denilince, İmâm-ı A’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî; Serhend (Hindistân’da) denilince de, İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, oğlu Muhammed Ma’sûm Fârûkî ve onun da oğlu (yani İmâm-ı Rabbânî’nin torunu) Seyfeddîn-i Fârûkî hâtırlanmaktadır. Türkiye’de ve yurt dışında buna benzer misâlleri çoğaltmak mümkündür...
.08/04/2019
Tasavvufun felsefeyle alâkası var mıdır?
“Tasavvuf” felsefe değildir. “Mutasavvıf”lar da filozof değildirler. Tasavvufun, İslâmî ilimler içindeki adı; “kalb ilmi” veya “ilm-i ahlâk”tır.
Mart ayında yazdığımız 6 makâlemizde “akıl”, “felsefe” ve “tefekkür”den genişçe bahsetmiştik. Bugün ve yarınki makâlelerimizde ise, yine bu konuyla yakın ilgisi bulunan bir mevzûu ele alacağız. O da, tasavvufun felsefeyle alâkası var mı? konusudur.
Kaynaklarda, 600 kadar eser yazarak, zamanının en büyük âlimi unvânını kazandığı belirtilen büyük âlim İmâm Suyûtî, 14 ilimden bahsettiği “İtmâmü’d-dirâye li-kurrâi’n-nükâye” adlı eserinde, öğrenilmesi farz-ı ayın olan 3 ilim arasında “Akâid”, “Fıkıh” ve “Tasavvuf” ilimlerini saymaktadır. Hattâ tasavvuftan bahsederken, “nasıl bedenin salâhı için tıp ilmi lâzımsa, rûhun salâhı için de tasavvuf ilmi lâzımdır” demektedir.
Burada, şunu net bir şekilde belirtelim ki, “Tasavvuf”, felsefe değildir. “Mutasavvıf”lar da filozof değildirler. Tasavvufun, İslâmî ilimler içindeki adı; “kalb ilmi” veya “ilm-i ahlâk”tır. Mutasavvıf; îmânın ve İslâmın şartları üstünde fikir yürüten, aklına dayanarak görüş açıklayan kimse değil, bunları Allahü teâlânın ve Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiklerine uygun olarak, aklı ve vicdânı ile tam ve doğru anlayıp, insanlara açıklayan ve bunlara eksiksiz uyan Müslümân demektir. Bu zâtların ilmî ismi, “ulemâ-i râsihîn=ilimde derinleşmiş âlimler”dir.
Mâhiyet itibarıyla, “Tezkiyetü’n-Nefs” ve “Tasfiyetü’r-Rûh” isimleriyle, yine “Takvâ”, “Zühd” ve “Vera” adlarıyla İslâmiyetin bidâyetinden beri mevcut olan “Tasavvuf” ve “mutasavvıf” kelimelerinin, sonradan çıkmış ve kullanılmış kelimeler oldukları malûmdur.
Filozoflar akıllarına geleni söylemiş olmalarına rağmen, bu âlimler, Peygamber Efendimizin bildirdiklerini, yâni Allahü teâlâ tarafından vahyedileni tekrarlamış ve açıklamışlardır.
Burada şunu da belirtelim ki, onbeş asırdır Müslümânlara rehberlik etmiş, onlara doğruları öğretmiş, kendileri de eksiksiz İslâmî birer hayat yaşamış bulunan Ulemâ-yı kirâmın ve Evliyâ-yı fihâmın hâl tercümeleri yani biyografileri [hayatları, hocaları, talebeleri, eserleri, kıymetli sözleri, nasîhat ve tavsıyeleri] muhtelif kitaplarda genişçe anlatılmaktadır.
Bu büyük âlim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, hayatları örnek alınan kimseler olmuşlardır; burada onların yüzlercesini, hattâ binlercesini sayabiliriz.
Târihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, genel olarak Osmânlı medreselerinde okunan ve okutulan kelâm, mantık, belâgat, lügat, nahiv, hendese, hesap, hey’et, felsefe, târih ve coğrafya ile ilgili dersleri “ulûm-ı âliye (hemze ile=âlet ilimleri) veyâ ulûm-ı ibtidâiyye=başlangıç ilimleri”; aralarında Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîf ve fıkıh konuları bulunan diğer dersleri de “ulûm-ı ‘âliye (ayınla=yüksek ilimler)” olarak iki ana başlık altında değerlendirmektedir. [Uzunçarşılı, Osmânlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988, s. 20]
Yarın inşâallah, konumuza devam edelim.
.2/04/2019
Peygamberlerin akılları, bütün insanların akıllarından çoktur
Peygamberlerde “Fetânet” sıfatı vardır. Bu, Peygamberlerin; bütün insanların en akıllı, en zekî ve en anlayışlıları olmaları demektir.
Selîm bir akılla düşünülecek olursa, insanların dünyâ ve âhiretteki işlerinin düzgün olması ve onların yanlış, zararlı işlerden korunup, selâmete, hidâyete, rahata ve saâdete kavuşturulmaları için, “Peygamber”lerle, “dîn” gönderilmiş olduğu çok net bir şekilde anlaşılır.
İslâmiyette, ilmî bir terim olarak “Peygamber” demek, “yaratılışı, huyu, ilmi, aklı, zamanında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir zât” demektir.
Bilindiği üzere, Peygamberlerde bulunması lâzım olan sıfatlardan birisi “Fetânet”tir. Bu, Peygamberlerin; bütün insanların en akıllı, en zekî ve en anlayışlıları olmaları demektir.
Muhammed bin Kutbüddîn-i İznikî’nin (rahmetullahi aleyh) ifâde ettiğine göre, Peygamberler (aleyhimüsselâm) hakkında bilinmesi vâcib olan sıfatlar beştir (diğer rivâyette yedidir): Sıdk (doğruluk), Emânet (güvenilir olmak), Fetânet (diğer insanlardan daha akıllı olmak), İsmet (günâhsızlık, günahlardan sakınma, kötü ve çirkin şeylerden uzak durma) ve Teblîğ (Allahü teâlâdan aldıkları emir ve yasakları insanlara noksansız olarak bildirmek.)
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruh), Fârisî “İ’tikâdnâme” kitâbında, bu beş sıfata, 2 sıfat daha eklemektedir; onlar da “Adâlet=Dost veya düşman herkese karşı âdil olmaları” ve “Emnü’l-azl=Azledilmekten emîn olmaları, Peygamberlikleri kendilerine bildirildikten sonra, ilâ nihâye bu vazifede kalmaları”dır.
Kâdızâde Ahmed bin Muhammed (rahimehullah) buyurmuştur ki: “Peygamberler güzel ahlâk sâhibidirler. Mâlâyânîden (faydasız iş ve sözden), insan tabiatının nefret ettiği şeylerden uzaktırlar. İnsanlar arasında asîl olmayan soydan Peygamber gelmemiştir. Çünkü Peygamberlerin soy zinciri, asîl ve temiz kimselerdir. Kaba, görgüsüz, aşağı tabiatlı, ahmak, geri zekâlı kimselerden Peygamber gelmemiştir. Peygamberler çok akıllı ve zekî olup, fetânet sâhibidirler.”
Allah’ın “Peygamber”lerinin hiçbir kötü huyları, beğenilmeyecek hâlleri yoktur. Çünkü Peygamberlerde “İsmet” sıfatı vardır. Yâni Peygamber oldukları bildirilmeden önce de, sonra da, küçük olsun, büyük olsun günâh işlemekten korunmuşlardır.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
“Onlar (Peygamberler), Allahü teâlânın insanlara gönderdiklerini teblîğ ederler. O'ndan korkarlar. Allah'tan başka kimseden korkmazlar.” (Ahzâb sûresi, 39)
İbn-i Hişâm’ın (rahimehullah), “es-Sîretü’n-Nebeviyye” isimli kitâbında belirttiğine göre, Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), 632 (H.10) yılında, “Vedâ Haccı”ndaki “Vedâ Hutbesi”nin sonunda, "Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?" diye bir sual sordular.
Eshâb-ı kirâm; "Allahü teâlânın dînini teblîğ ettin. Vazîfeni yerine getirdin. Bize vasiyyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz" dediler.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), “Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!" buyurdular.
.26/03/2019
İslam âlimleri felsefeyle meşgul olmuşlar mıdır?
Batı âleminde, İslâm dünyâsındaki “tasavvuf” felsefe zannedilmiş ve tasavvuf büyüklerinin pek çoğu yanlış olarak “filozof” olarak isimlendirilmiştir.
Şurası bir hakîkattir ki, imânın altı esasını iyi öğrenen ve son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği gibi inanan bir Müslümanın, felsefecilerden soracağı bir şey ve felsefe yapacağı bir konu kalmaz. Asırlar önce yaşamış bazı büyük İslâm âlimlerinin, felsefeyle meşgul olduklarına dâir gelen haberlerin iki mânâsı vardır:
Birincisi, Yunan felsefesine cevaplar verdikleri, diğeri de o zamanlar felsefe kelimesinin içinde yer alan matematik, mantık, fen ve tabîat bilgileri gibi ilimlerle meşgul olduklarıdır.
Batı âleminde ve bilgileri tamamen Batı'ya dayananlar nazarında, İslâm dünyâsındaki “tasavvuf”, felsefe zannedilmiş ve tasavvuf büyüklerinin (evliyânın) pek çoğu haksız ve yanlış olarak “feylesof=filozof” olarak isimlendirilmiştir. “İslâm felsefesi” tâbiri de, bu yanlışlıktan doğmuştur.
Ayrıca, “İslâm felsefesi” denilen bilgileri öne sürenlerden bazıları, Ehl-i Sünnetin dışındaki 72 dalâlet fırkasının (sapık grupların) mensuplarıdırlar...
Maalesef felsefecilerin bir kısmı ateist olmuştur...
Diğer bir kısım filozoflar ise, “materyalist” olmuşlardır. “Materyalizm”: “Toplum hayâtını ve fertler arasındaki ilişkileri ve davranışları belirleyen tek faktörün madde olduğunu savunan felsefe akımıdır.”
Materyalizm, rûhî ve zihnî kâbiliyetlerin maddî bir açıklaması olduğunu ileri sürer. “Mekanik materyalizm” adı verilen birinci maddeci yaklaşımda bütün biyolojik, psikolojik, târihî ve içtimâî (sosyal) olaylar basit bir mekanik süreç olarak kabul edilir. Buna göre, düşünce ve her çeşit duygular, maddenin (insan beyninin) oluş ve davranış biçimidir. Bu temelleri ile mekanik materyalizm tabii bir determinizm şeklinde görünür.
Materyalizmin ikinci türü olan “Evrimci materyalizm”e göre madde, evrim geçirir ve insanların hissî ve rûhî davranışları da, ya daha önce bilinmeyen kâbiliyetlerin ortaya çıkması veya sonradan elde edilen nitelikler hâlinde tezâhür eder.
“Diyalektik materyalizm”de, maddenin kendisini evrimle ilgili harekete iten zıt bir güçle karşılaştığı kabul edilmektedir. Birbirleri arasında da tenâkuzları olan bütün materyalizm türlerinin temel ortak vasfı, rûhu inkâr ederek, felsefeyi, ateizm (Allah’ı inkâr) hâline getirmektedir.
Yirminci yüzyılda “Kuvantum Fiziği” ve “İzâfiyet Teorisi” (Relativite) alanlarında meydana gelen gelişmeler, “Materyalizm” felsefesinin geçersizliğini, bu felsefenin doğum yeri olan Batı dünyâsında da kesin bir biçimde ortaya koymuştur.
Ne var ki materyalizm, hâlâ cemiyetin bir kısım kesimlerinde revaç bulabilmektedir. Bunun sebebi ise, inançsızlık ve yeterli bilgiden mahrum olmaktır.
.25/03/2019
İslâm dîninde 'tefekkür' vardır
Hazret-i Ebû Bekir, günler ve geceler boyu süren tefekkürden sonra buyurdu ki: “İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük idrâk olmaz!..”
İki haftadan beri akıldan, felsefeden, filozofların kısımlarından bahsediyoruz. Bugün ve yarınki makalelerimizde ise, çok kıymetli bir ibâdet olduğu bildirilen, İslâm dînindeki “tefekkür”den bahsedeceğiz inşallah...
Evet, İslâm dîninde “tefekkür” vardır ve çok kıymetli bir ibâdet olduğu bildirilmiştir. “Tefekkür”: “Fikri, bâtıldan hakka çevirmek” olarak târif edilmiştir. Tefekkür eden kimseye “mütefekkir” denir. Tefekkürden maksat iki şeydir:
Birincisi: Allahü teâlânın azametini (büyüklüğünü) ve kudretini düşünerek, insanın bu azamet karşısındaki acz ve zayıflığını anlayarak, O’na yönelmek ve sığınmak; eşyâdan, olaylardan, kâinattan ibret alarak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol bulmaktır.
İkincisi ise: Günlük hayâtta karşılaşılan güçlük ve sıkıntıları yenmek, eşyâyı, ilmi ve tekniği, İslâm dîninin bildirdiklerine uygun, insanların rahat ve huzurunu temin etmek maksadıyla kullanmak için akıl ve fikir yormaktır.
Her iki türlü tefekkürün de çok mühim olduğu ve birincisinin, ikincisinden daha kıymetli olduğu bildirilmiş olup, her ikisi de Müslümânlara emredilmiştir.
Bu yolda çalışanların en üstünü ve en büyüğü olan Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), günler ve geceler boyu süren tefekkürden sonra: “İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük idrâk olmaz” diyerek, insanın, Allahü teâlâyı anlamakta âcizliğini ve O’na teslîm olmanın şart olduğunu belirtmiştir.
İmâm-ı A'zam'ın (rahmetullahi aleyh), "Ey bilinen Zât! Seni hakkıyla tanıyamadık" buyurması da çok mühimdir.
Yine İmâm-ı Gazâlî: “Gördüm ki akıl izmihlâl (yıkılma, çökme) içindedir. Akıl daha kendisinden bile habersizdir. Her şey, Peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapıştım ve kurtuldum” demiştir.
Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin; “Hocam Şems-i Tebrîzî’yi tanıyınca, ona tâbi oldum; kendi aklıma uymadım, kurtuldum” sözü de meşhurdur.
İslâm âlimlerinin yüz binlerce cilt kitaplarında, bu konu ile ilgili her söz, aynı şeyi tekrarlamaktadır. Dolayısıyla İslâm dünyâsında aklı temel alan bir felsefe olmamış, vahyin bildirdiklerine uygun tefekkür (düşünme, fikir yorma) olmuştur. Böylece akıl, yerinde kullanılmıştır. Aklı başında olan hiçbir Müslümân, Peygamberlik makâmının ve Peygamberlerin bildirdiklerinin yerine aklını koymamıştır.
Fârâbî, İbn-i Rüşd ve İbn-i Sînâ gibi bazı filozoflar ve diğer bazı bid’at fırkaları da, Yunan filozoflarının tesirinde kalıp, akla çok güvendikleri, nakli değil, aklı esas aldıkları, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri, kendi akıllarına göre açıkladıkları için, İslâm âlimleri tarafından tenkîd edilmişler, hattâ doğru yoldan ayrılarak îmânlarını tehlikeye attıkları bile ifâde edilmiştir.
Akıl konusunda, felsefede kuru akılcılığı yıkan Bergson’a “Siz akılcılık mesleğini yıktınız, ama metodunuz yine aklîdir!” denildiğinde, cevap olarak söylediği; “İşte aklın atacağı en nihâî (son) adım, kendi aczini ve hiçliğini anlamasıdır!” sözü de pek mânâlıdır.
.19/03/2019
Filozofların bazı kısımları
Sokrates, sofistlerin düşüncelerini gülünç bularak, her şeyden önce “Neye yarar?” sorusuna cevap verilmesini, felsefenin temeli yapmıştır.
Dünkü makâlemizde bahsettiğimiz felsefecilerden daha sonra gelen filozoflar, dün zikrettiğimiz sorulara, “İnsan ve dünyâ niçin vardır?”, “Kim var etmiştir?”, “Ne zaman var olmuştur?”, “Varlığı nasıldır?”, “Sonunda ne olacaktır?”, “Rûh nedir?”, “Tanrı nedir?”, “Ahlâk nedir?”, “İdeal ahlâk nedir, nasıl olmalıdır?”, “Toplumun düzeni ve irâdesinin prensipleri nelerdir?”, “Eğitim ve eğitimden beklenenler nelerdir?”... gibi pek çok soru ilâve ettiler ve bunlara kendi görüş ve anlayışlarına dayanarak cevaplar verdiler.
Sokrates, sofistlerin düşüncelerini gülünç bularak, her şeyden önce “Neye yarar?” sorusuna cevap verilmesini, felsefenin temeli yapmıştır.
Bu arada, eski Çin ve Hind’de de çeşitli bakımlardan, Batı filozoflarına yaklaşan veya aynı felsefî görüşleri öne sürenler olmuştur.
Târih boyunca yaşamış filozoflar içinde, Sokrates, Aristo, Eflâtun (Platon), Demokritos, Epikuros, İbn-i Sînâ, Fârâbî, İbn-i Rüşd, Thomas, Montaigne, Bacon, Descartes, Spinoza, Berkeley, Kant, Hegel, Karl Marx, Schopenhauver, Ogüst Compte, Bergson, Hüsserl, Sartre meşhur olmuşlardır. Bunların hiçbiri, zamanı ve coğrafyayı aşacak, yanlış ve eksikleri bulunamayacak sistemler kuramamış ve izahlar da yapamamıştır.
Gelmiş geçmiş bütün filozoflar, îmân bakımından üç sınıfta toplanmaktadırlar:
Birincisi "Dehriyyûn" olup, Allahü teâlânın varlığına inanmayanlardır. Bunlar, “bu âlem, kendiliğinden böyle gelmiş ve böyle gidecektir. Bunu yaratan yoktur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip sonsuz olarak sürecektir” diyorlar.
İkinci kısımdakiler, "Tabîiyyeciler" olup, canlılarda ve cansızlardaki akıllara hayret veren intizâmı (düzeni) ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını kabul etmişlerse de, bunlar da tekrar dirilmeyi, âhireti, Cennet’i ve Cehennem’i inkâr etmişlerdir.
Üçüncü kısımda olanlara "İlâhiyyûn" adı verilmiş olup, bunlar, ilk iki grubun görüşlerini reddederek, yanlışlarını ve eksiklerini çok açık ve ağır şekilde bildirmişlerdir. Fakat bunlar da, Peygamberlere ve Peygamberlerin bildirdiklerine inanmamışlardır. Her üç kısımdakiler de, gerçek ilim adamlarının inanacakları şekilde inanamamışlardır. Böylece, ebedî saâdetten mahrum kalmışlardır.
İslâm dîninde felsefe yoktur. [Ama İslâmiyette tefekkür vardır. Ondan, başka bir makâlemizde genişçe bahsedelim inşâallah.] Şek ve şüphe yok ki, felsefenin cevap aradığı soruların hepsine, hiç değişmez ve aksi iddia ve ispat edilemeyecek bir mükemmellikte, Allahü teâlâ tarafından cevaplar verilmiştir. Kur’ân-ı kerîm, yaratanı (Hâlık’ı) ve yaratılmışı (mahlûku) birbirinden kesin bir şekilde ayırarak, her şeyin aslını haber vermiştir.
İnsan, rûh, yaratılış, hayat, ölüm, ölümden sonrası, ahlâk, cemiyet düzeni ve idâresi ve felsefecilerin akıllarına dayanarak îzâh etmeye çalıştıkları her şey, Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm)'a âyetler hâlinde bildirilmiş ve O da bütün insanlara, kıyâmete kadar değişmemek üzere, tebliğ etmiştir.
Bütün bunlar, imânın altı esası içinde vardır ve onların kaynağı akıl değil, vahiydir. Bunlar, insan aklından çıkmadığı için, fen bilgisinin, tekniğin, zamânın, coğrafyanın ve insanların akıllarının değişmesiyle değişmez. Kıyâmete kadar bâkidir, devamlıdır.
.18/03/2019
Felsefeciler hangi konularda yanılmaktadırlar?
İnsan gayretinin, akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamamına “felsefe” denir. Felsefeden maksadın, “her şeyin aslını aramak” olduğu kabul edilir.
İlk ve Orta Çağ filozoflarının, “varlıkların, prensiplerin ve sebeplerin ilmi” şeklinde târif ettikleri, Yunanca “philos” (sevgi) ve “sofia” (hikmet) kelimelerinden meydâna gelmiş bir terim olan “Philosophie (Felsefe)”, kelime manası itibarıyla, “hikmet sevgisi” demektir. Bu durumda, madde-hayat-yaratılış-kâinat-rûh-ölüm-ölüm sonrası... gibi konularda, insan gayretinin, akla dayanarak ortaya koyduğu düşünce ve görüşlerin tamamına “felsefe” denir. Felsefeden maksadın, “her şeyin aslını aramak” olduğu kabul edilir.
Günümüzün genel târifi ise; “Felsefe: Madde ve hayatı, kâinat, cemiyet, rûh gibi varlıkları, dîn ve tanrı konularını inceleyen düşünce gayreti ve bunun neticeleri” şeklindedir.
Eski Yunanistan’da bütün ilimler, felsefe içinde incelenirdi. Filozoflar, ahlâk, mantık, metafizik gibi asıl konularının yanı sıra; astronomi, fizik, tabiat tarihi gibi bilim dallarıyla da uğraşırlardı.
Fen bilgilerine, İslâm âlimlerinin çalışmaları neticesinde, zamanla müşâhede (gözlem), tedkîk (inceleme), tecrübenin (deneyin) girmesiyle, bu bilgiler felsefeden ayrıldı.
Eski Yunan filozoflarından Eflâtun ve Aristo’nun, daha sonra gelen filozoflar üstündeki tesirleri daha uzun ömürlü olmuştur.
Bugünkü felsefeyi, İngiliz filozofu Francis Bacon ile Fransız filozofu René Descartes’in kurduğu kabul edilir. Bu iki filozofun, felsefede “metod” üstüne görüşleri, kendilerinden sonra gelenleri de etkilemiştir.
Her çağda gelen filozoflar, bir öncekilerin görüşlerinin eksik ve yanlışlarını göstererek, onları, kısmen veya tamamen reddetmişler ve bu sorulara, kendileri yeni baştan cevaplar aramışlardır.
Felsefenin tek dayanağı akıldır. Filozoflar, akılları ile her şeyi çözmeye çalışmışlar, çeşitli bilgilerini, akıllarıyla bir düzene sokarak, yukarıdaki sorulara cevap vermek istemişlerdir. Fakat, gerek zamanla, tecrübî bilgilerin değişmesi ve gerekse başka bir insanın aklının, bir önceki filozoftan daha farklı bir yapıya sahip olması sebebiyle, kurdukları felsefî sistemler, şu veya bu oranda ve bazen tamamen değişmiştir. Böylece ortaya çıkan çeşitli felsefe okulları, birbirlerini devamlı reddetmişlerdir.
Bunlar arasında, târih boyunca, stoacılık, epikurosçuluk, şüphecilik, yeni Eflâtun'culuktan başka ampirizm, doğmatizm, pragmatizm, pozitivizm, materyalizm, iskolatizm, transandantalizm, determinizm, realizm, idealizm, nihilizm, egzistansiyalizm, mistisizm... gibileri de parlayıp sönmüştür.
MÖ 600 yıllarında yaşayan Tales (Thales), ilk filozof olarak kabul edilir. Mensubu olduğu İyon felsefe okulu; “Dünya neden yapılmıştır?” sorusuna cevap aramıştır. Bu soruya, çeşitli görüşler öne sürerek cevap verenlere; “Nereden biliyorsunuz?” suâli sorulmuş, bunlara “sofistler” denilmiş ve bunlar eşyânın hakîkatini de inkâr etmişlerdir...
.12/03/2019
Aklın idrak edemeyeceği şeyler nelerdir?
Aklın anlayamadığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirirler. Peygamberler, ilaçların tesirlerini iyi bilen uzman tabipler gibidirler.
Şunun net bir şekilde bilinmesi lâzımdır ki, dînimizde akla uymayan hiçbir şey yoktur, fakat aklın ermediği şeyler çoktur. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve O’na ibâdet şekilleri, akılla bilinemez ve bulunamaz; eğer bunlar da aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak bilinebilseydi, o zaman, kimi “Nebî”, kimi “Resûl”, kimisi de “Ülül-azm” olan binlerce Peygamber gönderilmezdi, bunlara lüzum görülmezdi.
Bir vâkıadır ki, aklın anlayamadığı veya yanlış anladığı çok şey vardır ki, bunları ancak “Peygamber”ler bildirirler. Peygamberler, ilaçların tesirlerini iyi bilen uzman tabipler gibidirler. “Peygambere lüzum yoktur” demek, “tabîbe lüzûm yok” demekten daha yanlıştır. Peygamberin bildirdiği teklîfler, Allahü teâlâdan gelen vahiyler olduğu için, hepsi doğrudur ve tamamı faydalıdır.
Nitekim felsefeciler ve her şeyi tecrübeleri, hayâlleri ile izaha kalkışan materyalistler (maddeciler), akılları dışında bulunan konulardaki sözlerinin çoğunda yanılmışlardır.
Felsefecilerin akıllarına dayanarak izah etmeye çalıştıkları her şey; insan, ruh, yaratılış, hayat, ölüm, ölümden sonrası, ahlâk, cemiyet düzeni ve idâresi gibi hususlar, Allahü teâlâ tarafından, bütün Peygamberlerine, en son da Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm)'a vahiy olarak, “Suhuf=Sahîfeler” ve “Kütüb=Kitaplar” yani sûreler ve âyetler hâlinde bildirilmiş ve o da bunları, bütün insanlara, kıyâmete kadar değişmemek üzere, teblîğ etmiştir.
Bütün bunlar, imânın altı esası içinde vardır ve kaynağı akıl değil, vahiydir. Bunlar, insan aklından çıkmadığı için, fen bilgisinin, tekniğin, zamanın, coğrafyanın ve insanların akıllarının değişmesiyle değişmez. Kıyâmete kadar bâkîdir, devamlıdır.
İslâm dîninde “tefekkür” vardır ve çok kıymetli bir ibâdet olduğu bildirilmiştir. Tefekkür “Düşünmek; fikri, bâtıldan hakka çevirmek” olarak tarif edilmiştir. Tefekkür eden kimseye “mütefekkir” denir. Tefekkürden maksat iki şeydir:
Birincisi: Allahü teâlânın azametini (büyüklüğünü), kudretini düşünerek, insanın bu azamet karşısındaki acz ve zayıflığını anlayarak, O’na yönelmek ve sığınmak; eşyadan, olaylardan, kâinattan ibret alarak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol bulmak.
İkincisi ise: Günlük hayatta karşılaşılan güçlük ve sıkıntıları yenmek, eşyayı, ilmi ve tekniği, İslâm dîninin bildirdiklerine uygun, insanların rahat ve huzurunu temîn etmek maksadıyla kullanmak için akıl ve fikir yormak.
Her iki türlü tefekkürün de çok mühim olduğu ve birincisinin, ikincisinden daha kıymetli olduğu bildirilmiş olup, her ikisi de Müslümanlara emredilmiştir.
Bu yolda çalışanların en üstünü ve en büyüğü olan Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh), günler ve geceler boyu süren tefekkürden sonra “İdrâkin aczini idrâk etmekten daha büyük idrâk olmaz” demiş; insanın, Allahü teâlâyı anlamakta âcizliğini ve O’na teslîm olmanın şart olduğunu belirtmiştir.
.05/03/2019
Murâd-ı Kazânî'nin Arapça'ya tercüme ettiği iki kitap
Şeyh Muhammed Murâd-ı Kazânî; "Reşehât" kitabını İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât”ını Farsça'dan Arapça'ya tercüme etmiştir...
Geçen hafta yazdığımız 2 makâlemiz ile dünkü makâlemizde kendisinden bahsettiğimiz Murâd-ı Kazânî’ye, son hocası Mevlânâ Seyyid Muhammed, icâzet ve hilâfet verince; tevâzuundan, irşâd makâmına geçmek istemedi; fakat o makâma geçmesi emredildi. Öğrendiği ilimleri ve kazandığı hâlleri, insanlara sundu. Hep büyüklerin mektuplarını, kitaplarını ve hayât hikâyelerini okur ve anlatırdı.
Büyük âlim ve velî, mürşid-i kâmil, şeyh Muhammed Murâd-ı Kazânî (rahmetullahi aleyh) h. 1302 [m. 1884] senesinde, yüzlerce velînin hayâtlarını ve menkıbelerini anlatan "Reşehât" kitabını Farsça'dan Arapça'ya tercüme etti.
Şimdi burada, “Reşehât” kitâbıyla alâkalı kısa bir malumat verelim:
"Reşehâtu Ayni'l-Hayât li'ş-Şeyh Alî bin Hüseyin el-Vâız el-Herevî (rahmetullahi aleyhimâ)" başlığını taşıyan kitap, Hüseyin Vâız-ı Kâşifî'nin oğlu olan Alî Bin Hüseyin'in eseridir. Alî bin Hüseyin, 1462-1533 [(h. 867-939)-Hirât] yılları arasında yaşamış olup Fahrüddîn ve Safî lakapları ile meşhûrdur. Onun Fârisî eserleri arasında, "Reşehât" kitâbı çok kıymetlidir. Osmanlı Devleti'nde, Üçüncü Murâd Hân zamânında, h. 993 [m. 1584] senesinde, Muhammed Şerîf-i Abbâsî tarafından Arapça'dan da Türkçeye tercüme edilmiştir.
H. 1291'de İstanbul'da harekeli olarak taşbasması yapılan eserin kenarında ve sonunda, bazıları kitap, bazıları risâle çapında 12 kıymetli eser vardır.
İstanbul-Dâru'l-Fünûn müderrislerinden (eski İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden) Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ Arvâsî Efendi, "Reşehât okumak, insanın ihlâsını arttırır" buyurmuştur.
***
Yukarıda mezkûr hocası, onun “Reşehât”ı Arapçaya tercüme ettiğini görüp, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât”ını da Arapçaya çevirmesini emretti.
“Bu, çok zor bir iştir hocam” diyerek, üstlenmekten çekindi ise de, hocası ona; “Allahü teâlâ, büyüklerin hürmetine, sana elbette yardım eder” buyurdu.
Bu emre uyarak, Mektûbât'ı da Arapçaya çevirdi. Gerçekten çok güzel bir tercüme oldu ve “ed-Dürerül-Meknûnât” adını verdi ve o da basıldı. Bu eserinin birinci cildinin kenârına, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını, ikinci cildinin kenârına da "Mebde ve Meâd" adlı eserinin ve diğer bazı risâlelerinin Farsça'dan Arapça'ya tercümelerini yazdı.
Derin âlim, büyük velî, müctehid, İslâm âlimlerinin gözbebeği, tasavvuf bilgilerinin mütehassısı, âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcı olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed bin Abdülehad'in [1563-1624 (h. 971-1034)-Serhend] "Mektûbât" kitâbı, üç cild olup, 536 (beşyüzotuzaltı) mektûbunun toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm, fıkıh bilgilerini ve Resûlullahın güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. [Cenâb-ı Hak, burada mezkûr büyüklerin hepsine rahmet eylesin ve bizlere de şefâatçı kılsın.]
.26/02/2019
Muhammed Kazânî ve bazı eserleri...
“Evinde misâfir olduğumuz Muhammed Murâd Efendi, büyük Nakşibendî şeyhlerinden ve asrımızın büyük âlimlerindendir. Fazîlet ve mükemmel eserleriyle bilinir."
Dünkü makâlemizde, kendisinden kısaca bahsettiğimiz Muhammed Murâd-ı Remzî (Kazânî) hakkında, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Hamid Algar, Prof. Dr. Ahmet Temür, Prof. Dr. Ahmet Özel, Prof. Dr. Elfine Sibgatullina ve meşhûr Türk Seyyâh Abdurreşîd İbrâhîm gibi ilim adamları, kıymetli makâleler yazmışlar, değerli çalışmalar yapmışlardır.
Prof. Dr. Hamid Algar, 1908’de Orenburg’da Kazakların, Volga Bulgarlarının, Başkurtların ve Kazan Tatarlarının, Özbeklerin târihî geçmişlerini anlatan “Telfîku’l- Ahbâr” kitâbının basıldığını; bu eserin Buhârâ’da eğitim gören, fakat Hicâz’da yaşayan ve kendi vatanını her yıl ziyâret eden Başkurt asıllı Şeyh Murâd Remzî tarafından Arapça olarak yazıldığını ve güçlü milliyetçilik rûhunun hâkim olduğunu, Müslümân-Türk halklarının birleşmelerini teşvîk ettiğini belirtmektedir.
Meşhûr Türk târihçisi Prof. Dr. Zekî Velîdi Togan, Muhammed Murâd Remzî’yi, Tatar halkının önemli târihçileri arasında göstermiştir. Ayrıca, babası ve dayısının arkadaşı olduğunu, kendilerine misâfir geldiği bir sırada O’nu tanıdığını ve “Telfîku’l-ahbâr” kitâbını okuyup ondan etkilendiğini hâtıralarında yazmaktadır.
Meşhûr Türk seyyâhlarından Abdürreşîd İbrâhîm de, "Âlem-i İslâm" kitâbında, Şeyh Muhammed Remzî hakkında şunları kaydetmektedir:
“Evinde misâfir olduğumuz Muhammed Murâd Efendi, büyük Nakşibendî şeyhlerinden ve asrımızın büyük âlimlerindendir. Fazîlet ve mükemmel eserleriyle bilinir. İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri’nin Mektûbât'ını Arapçaya çevirmiştir.
“Telfîku’l-Ahbâr” isimli Arapça yazdığı târih kitâbı, dünyâda en muteber târih kitaplarından ve misli bulunmaz güzel bir eserdir. Bunlardan başka basılmış ve basılmamış Arapça, Farsça ve Türkçe eserleri de vardır. Şüphesiz, bizce bilinmeyen eserleri de olacaktır.
Yarım asra yakın Mekke-i Mükerreme’de mücâvir kalmıştır. Arapça, Farsça ve Türkçe’yi ana dili gibi okur ve yazar. Usûl ve Furûda ilmî kifâyeti olduğu gibi, Tefsîr ve Hadîs ilimlerinde de büyük, geniş mâlûmâtı vardır…”
Prof. Dr. Elfine Sibgatullina ise, bu konuda şunları kaydetmektedir:
“Kazan Tatarcası’nda Arap harfleriyle basılan kitaplar arasında 'Hâlidîlik' ile igili birkaç kaynak bulunur. İlk eser, Muhammed Murâd-ı Remzî’nin 'Telfîku’l-Ahbâr ve Telkîhu’l-Âsâr fî Vekâyi-i Kazân ve Bulgâr ve Mülûki't-Tatâr' (İki cilt, Orenburg 1808) adlı Arapça yazılmış çok kıymetli bir eserdir.
Medîne’deki tahsîli sırasında, orada bulunan yerli ve yabancı birçok âlimden ders almış, Nakşibendiyye tarîkatı şeyhi Muhammed Mazhar’a intisap etmiştir. 'Telfîku’l-Ahbâr' isimli eserinde İdil-Ural bölgesindeki Hâlidîlik üzerine, belki de en sağlam belgeleri sunmuştur. Ama maalesef, bu faydalı çalışmasına rağmen, Rusya’da da, Türkiye’de de hâlâ pek tanınmamaktadır.”
[Kendisini çok kısa olarak tanıtmaya çalıştığımız bu büyük âlim hakkında, inşallah başka makâleler de yazmayı düşünüyoruz.]
.25/02/2019
Muhammed Murâd-ı Kazânî
Böyle örnek şahsiyetleri, herkesin, bilhâssa gençlerin çok iyi tanımaları lâzımdır ki, örnek alsınlar, rehber edinsinler, onların izlerinden, peşlerinden gitsinler.
Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristân Özerk Cumhuriyeti’nin Başşehri Ufa’da, 03 Aralık 2018 târihinde, İhlâs Câmii Vakfı’nın tertiplediği bir toplantıda, biz de, âcizâne, "Büyük Âlim Muhammed Murâd-ı Kazânî (Remzî)'nin Hayâtı, İlmî Şahsiyeti, Eserleri ve İslâm Âlemine Yaptığı Bazı Mühim Hizmetleri" başlıklı bir teblîğ sunmuştuk. Bu vesîle ile, bugün ve yarınki makâlelerimizde, birer nebze Muhammed Murâd-ı Kazânî (Remzî)’den bahsetmek istiyoruz.
Bilindiği üzere, iyi kimseler ve iyilikler, genç nesillerimize anlatılmalı ki, iyilerin ve iyiliklerin adetleri artsın. Böyle örnek şahsiyetleri, herkesin, bilhâssa gençlerin çok iyi tanımaları lâzımdır ki, örnek alsınlar, rehber edinsinler, onların izlerinden, peşlerinden gitsinler.
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmi, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı, mukaddes dînimiz İslâmiyet’i, büyük âlim ve velîlerimizi, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdına saygı duyması çok zordur.
Millî ve manevî duygularımızı güçlendirmek için millî, manevî, dînî, ilmî, ahlâkî, târihî, kültürel bir eğitime ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, İslâm âlemine hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydana getirmektir...
Şeyh Muhammed Murâd Remzî (rahmetullahi aleyh), 1855 senesinde, Rusya Fedarasyonu’nun Başkurdistân Cumhûriyeti’nin Minzele ilçesinin [şimdi Satmanousky bölgesi] “Elmet köyü"nde doğdu.
Babası Bahâdırşâh (Batırşâh) ailesinden Abdullah’dır. 1880’de Mekke’de Hemşehrilerinden Muhammed Şâh’ın kızı Esmâ Hanım ile evlendi ve dokuz çocuğu oldu.
Muhammed Murâd-ı Kazânî, kendi yazdığı dînî eserlerinde: “Muhammed Murâd Kazânî”, “Murâd Remzî”, “Muhammed Murâd Remzî”, “Muhammed Murâd El-Mekkî”, “Şeyh Muhammed Murâd”, “Muhammed Murad El-Minzelevî” gibi isimler kullanmıştır.
Siyâsî yazılarını ise; “Tûtî”, “Andelîb”, “Ekmel”, “Remzî”, “Ebü’l-Hasan”, “M. Remzî” ve “M. M. R.” gibi müsteâr isimlerle yazmıştır. Küçükkken de “Merdânşâh” diye çağrılırdı.
Tasavvuf çevrelerinde çokça okunan Farsça iki kitabı [Ali Bin Hüseyin El-Herevî’nin, Nakşibendi sâdâtıyla alâkalı “Reşahât” isimli eserini ve İmâm-ı Rabbânî’nin “Mektûbât”ını] Arapça’ya tercüme etmek sûretiyle, bu kitapların daha geniş okuyucu kitlelerine ulaşmasını ve istifâdelerinin yaygınlaşmasını sağlayan Hâlîdî şeyhlerinden Muhammed Murâd Remzî, aynı zamanda iyi bir târihçidir. [İnşâallah yarın da, bu konuya devâm edelim.]
.19/02/2019
İslâm nimetine her zaman şükretmelidir
İmânın gitmesinden korkup, dâimâ, hüsn-i hâtime (son nefeste îmân ile gitmeyi) istemeli, İslâm nimetine her zaman şükretmelidir.
Mukaddes dînimiz İslâmiyete göre her insan, elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hak ve hukûkundan, eğitim ve öğretiminden, terbiyesinden sorumludur. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
"Ey imân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlarla taşlardır..." [Tahrîm, 6]
Malumdur ki hayırlı işlerin birincisi ve en önemlisi, çoluk çocuğuna, âile efrâdına İslâmiyet'i öğretmektir. Her Müslümânın bu birinci görevi hemen yapması, yarınlara bırakmaması gerekir.
İmâm-ı Birgivî hazretleri vasiyetinde buyurdu ki:
"Kardeşlerime, evlâdıma ve âhiret yolcularına vasiyetimdir ki: Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapınız. Kazâya kalmış namazlarınızı kılınız, kazâya kalmış zekâtlarınızı veriniz. Oruçlarınızı tutunuz. Üzerinize farz oluyorsa hac yapınız. Her Müslümânın öğrenmesi farz-ı ayn olan ilmihâl bilgilerini öğreniniz. Âlimlerin sohbetine devam ediniz. Güvenilir ve sağlam âlimlerin fetvâsıyla amel ediniz. Herkesin fetvâsıyla amel etmemelidir... Hocaya hürmet göstermelidir. Yol göstermek hâriç, hocanın önünden yürümemelidir. Ondan önce söze başlamamalı ve yanında çok konuşmamalıdır. Hizmetini severek yapmalıdır. Her yerde hocanın rızâsını gözetmelidir. İtiraz etmemeli, dövse veya bağırsa nasîhat bilmeli, incinmemelidir. Hocasının yakınlarına da hürmet göstermelidir.
Akrabâyı ziyaret etmeli, sıla-i rahmi, akrabâ ziyâretini terk etmemelidir. Anne ve babanın da haklarını gözetmeli, onlara karşı yüksek sesle konuşmamalı ve kızgın bakmamalı, günâh olmayan emirlerini yapmalıdır. Komşuların haklarını da gözetmeli, kokulu bir yemek pişirince, bir miktârını komşulara vermelidir. Mümkün olduğu kadar komşuların ihtiyâcını görmeli ve zarara uğradılarsa yardım etmeli ve iyilik gelirse sevinmelidir.
Müdâhene etmemeli, yani dünyâlık ele geçirmek için dîni vermemeli. Gerekirse müdârâ etmeli, dîni ve dünyâyı korumak için dünyâlık vermelidir. Müdârâ, zararı gidermek için olur.
Çok gülmekten, faydasız konuşmaktan sakınmalıdır. Alışverişte dînin emirlerine uymalı ve cemâate devâm etmelidir. Bid'atlerden sakınmalı.
Duâya, Allahü teâlâya hamd ve senâ ile, Resûlüne salât ve selâm ile başlamalıdır. Duâ ederken bütün müminlere duâ etmeli, anneyi, babayı ve iyilik gördüğü kimseleri de duâlarında anmalıdır. Yalvararak ve gizli duâ etmelidir. Yalnız iken, Allahü teâlâya yalvararak duâ etmeli, âcizliğini ve günâhlarını düşünerek ağlamalıdır.
İmânın gitmesinden korkup, dâimâ, hüsn-i hâtime (son nefeste îmân ile gitmeyi) istemeli, İslâm nimetine her zaman şükretmelidir. Çoluk-çocuğuna ilmihâlini (lâzım olan dîn bilgilerini) öğretip, İslâmiyete uymayan şeylerden korumalı ve sakındırmalıdır."
.18/02/2019
Nasihatlerin en kıymetlisi ve vaazların özü...
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Bütün vaazların özü ve nasîhatlerin kıymetlisi, Allah adamları ile buluşmak, onlarla birlikte bulunmaktır."
Tarihimizde, kültürümüzde, eğitimde işin esası, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, İslâmiyete ve Müslümanlara, hatta bütün insanlığa faydalı birer unsur meydana getirmek olmuştur. Şüphesiz ki, eğitimciler için nümûne-i imtisâl yani örnek insan, ideal eğitimci, Sevgili Peygamberimizdir. İnsanlar, Allah'ın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzurlu ve rahat bir hayat yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzursuz olmuşlar, rahatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır...
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, "Mektûbât-ı Rabbâniyye" isimli çok kıymetli kitâbının 213. mektûbunda buyuruyor ki:
"Bütün vaazların özü ve nasîhatlerin kıymetlisi, Allah adamları ile buluşmak, onlarla birlikte bulunmaktır." Demek ki bir Allah adamını tanımak çok kıymetlidir. Nasıl ki Eshâb-ı kirâm, Peygamber Efendimize kavuşmakla Eshâb-ı kirâm oldular ve çok kıymetlendiler. Bir Allah adamını tanıyan, bir Allah adamını seven, inanan, Allahü teâlânın sevgili bir kulunun yolunu, izini takip eden kimse de, Eshâb-ı kirâmın kavuştuğu gibi, büyük nimete, büyük devlete kavuşur. Bir kişi, bu büyükleri inkâr etmediği, onlardan şüphe etmediği müddetçe, (bi-iznillahi teâlâ) kurtulmamak ihtimali yoktur...
Şimdi bu büyüklerden bazı nakiller yapalım:
BÂYEZÎD-İ BİSTÂMİ HAZRETLERİ BUYURUYOR Kİ: "Dilini, Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Hak ve hukuka riayet et. İbadetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma. "Otuz sene mücâhede eyledim, nefsimin istediklerini yapmadım. İlimden ve ilme uymaktan daha zor bir şey bulamadım."
SEYYİD ABDÜLHAKÎM ARVÂSÎ HAZRETLERİ BUYURMUŞTUR Kİ: "Fırsat ganimettir. Ömrün tamamını faydasız işlerle telef etmemeli, Hak teâlânın rızâsına uygun şeylere harcamalı. Beş vakit namazı, ta'dîl-i erkân ile ve cemaat ile kılmalı, teheccüd namazını elden kaçırmamalı, seher vakitlerini istiğfarsız geçirmemeli. Gaflet uykusuna dalmamalı, ölümü düşünmeli, âhiret hâllerini gözetmeli. Fâni dünyanın harâm olan işlerinden yüz çevirip bâkî olan âhiret işlerine dönmeli. Dünya işleri ile zaruret miktarı uğraşmalı, diğer vakitlerde, âhireti imâr etmekle meşgul olmalıdır. Sözün kısası, Allah'tan gayrı şeylerin sevgisinden korunmalı ve bedeni dînin hükümlerine uymakla süslemeli, onunla meşgul olmalıdır. İş budur; bundan gayrısı hiçtir."
.12/02/2019
Emr-i ma'rûfu kimler yapar?
"El ile, güç kullanarak emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmak, yani günâh işleyene mâni olmak; hükûmetin vazîfesidir..."
Dünkü makâlemizde, "Emr-i ma'rûf ve nehy-i münker" hakkında birkaç âyet-i kerîme ve bir hadîs-i şerîf meâli ile "Ma'rûf" ve "Münker" kelimelerinin tariflerini verdik; bugün konunun izâhına geçelim:
Abdülganî Nablüsî'nin izâhlarına benzer bir açıklamayı, Osmânlı âlimlerinden Kâdı-zâde Ahmed Efendi yapmaktadır; o da Nablüsî (rahimehullah) gibi buyuruyor ki:
"El ile, güç kullanarak emr-i ma'rûf ve nehy-i münker yapmak, yani günâh işleyene mâni olmak; hükûmetin [Vâlî, Kaymakam, Emniyet Müdürü, Polis, Bekçi, Subay, Astsubay, Korucu gibi devlet adamlarının] vazîfesidir. Söz ile, yazı ile cihâd etmek, âlimlerin vazîfesidir. Kalp ile duâ etmek ise, her müminin vazîfesidir."
Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki:
"Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda savaşa [cihâda] verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Savaşın sevâbı da, emr-i marûf ve nehy-i münker sevâbı yanında denize göre, bir damla su gibidir." [Deylemî]
Seyyid, allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn, "Fıkıh âliminin Müslümânlara sağladığı faydanın sevâbı, cihâd sevâbından daha çoktur" buyurmaktadır. (Hâşiyetü Reddil-Muhtâr)
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Cihâd etmeden veya cihâd etmeyi düşünmeden ölen, münâfık olarak ölür." [Müslim]
"En faziletli cihâd, cânı, mâlı ile müşriklerle mücâdeledir." [Nesâî]
"En kıymetli amel cihâddır." [Taberânî]
"En üstün amel, cihâddır. En üstün cihâd, farzları îfâ etmektir." [Taberânî]
"İnsanların en üstünü, cânı ve mâlı ile Allah yolunda cihâd edendir." [İmâm Ahmed]
"Müşriklere karşı, mâllarınız, cânlarınız ve dillerinizle cihâd ediniz." [Hâkim]
"En üstün cihâd, nefisle yapılandır." [İbnün-Neccâr]
"En üstün cihâd, zâlim hükümdâra söylenen hak sözdür." [Beyhekî]
"Cihâdı terk eden millet, mutlakâ genel bir belâya marûz kalır." [Taberânî]
"Fî sebîlillah (Allah yolunda) cihâd edin, böyle cihâd, Cennet kapılarını açmaktır. Cihâd edenin sıkıntıları gider." [Hâkim]
"Allahü teâlâ, [savaş âleti olan] bir ok yüzünden, üç kişiyi Cennete koyar. Oku yapanı, atmak için ona vereni ve Allah yolunda o oku atanı." [Hatîb Bağdâdî]
Peki bu hadîs-i şerîflerde geçen "cihâd" ne demektir? Bir kimseyi ebedî felâketten kurtarıp, onun sonsuz nimetlere kavuşmasına sebep olmak demektir ki, bu iş, bütün amellerden daha kıymetlidir. Bu bakımdan İslâmiyet’in başlangıcında amellerin en kıymetlisi cihâd idi. Cihâd, kâfirlere karşı; emr-i ma'rûf ise Müslümânlara yapılmaktadır. Bu bakımdan, emr-i marûf cihâddan daha önemlidir.
Günümüzde en kıymetli amel, yayın yolu ile "Emr-i marûf" ve "Nehy-i münker" yapmaktır. Ehl-i sünnet itikâdını yaymalı, gayr-i müslimlere ve sapıklara gerekli cevaplar verilmelidir. Bu yol ile cihâd edenlere yardımda bulunanlar da, cihâd sevâbına ortak olurlar.
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
"Allah yolundaki bir mücâhidi giydirip kuşatan veya onun çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını gören kimse, harbe gitmiş gibi sevâba kavuşur." [Hâkim]
.11/02/2019
Emr-i marûfun kıymeti
"Ma'rûf"; İslâmiyetin kabul ettiği, beğendiği, emrettiği, uygun gördüğü iyiliklerdir. Emr-i marûf yapan olmazsa, ilim yok olur; cehâlet ve sapıklık yayılır; fitne her tarafı kaplar.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, âyet-i celîlelerde buyuruyor ki (meâlen):
1- "Sizden (içinizden), insanları hayra çağıracak, ma'rûfu (iyiliği) emredecek, münkerden (kötülükten) nehyedecek (alıkoyacak) bir cemâat (topluluk) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [Âl-i İmrân, 104]
2- “(Ey Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın Eshâbı ve Ümmeti!) Siz beşeriyet/insanlar için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenâlıktan alıkorsunuz ve Allaha îmânınızda devam edersiniz…” [Âl-i İmrân, 110]
3- “(Ey Resûlüm! O hicreti terk edenlere) De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz ve eşleriniz, aşîretiniz/soylarınız, kazandığınız mallar, kesâdından/geçersiz olmasından korktuğunuz bir ticâret, hoşunuza giden meskenler/evler, size, Allah ve Resûlünden ve Onun yolunda cihâddan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri (azâbı) gelinceye kadar bekleyin…” [Tevbe, 24]
4- “Erkek ve kadın bütün müminler, birbirlerinin yardımcılarıdırlar; onlar iyiliği emrederler, fenâlıktan alıkoyarlar, namazı gereği gibi kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Resûlüne itâat ederler. İşte Allah, bunları muhakkak sûrette rahmetiyle bağışlayacaktır…” [Tevbe, 71]
5- “Muhammed (aleyhisselâm), Allah’ın Resûlüdür/Peygamberidir. Onun beraberinde bulunanlar (Eshâb-ı kirâm), kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gâyet merhametlidirler..." [Fetih sûresi, 29]
Sevgili Peygamberimiz de buyurmuştur ki: "Sizden kim bir münker görürse, onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, onu diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse, onu kalbiyle düzeltsin (yanî kalben ona buğzetsin, onu kerîh/çirkin görsün); bu ise îmânın en zayıf derecesidir."
"Ma'rûf"; İslâmiyetin kabul ettiği, beğendiği, emrettiği, uygun gördüğü iyiliklerdir. Emr-i marûf farz-ı kifâyedir. Bir yerde emr-i marûf yapılmazsa, orada gücü yeten herkes mesul olur. Emr-i marûf çok mühimdir. Emr-i marûf yapan olmazsa, ilim yok olur; cehâlet ve sapıklık yayılır; fitne her tarafı kaplar.
Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerinde bulunan, Hanefî fıkıh âlimlerinden, ayrıca Akâid, Tasavvuf ve Lügat âlimlerimizden Seyyid Şerîf Cürcânî'nin [740-816/1339-1413] "et-Ta'rîfât" isimli eserinde, "Ma'rûf" ve "Münker" tabirlerinin/terimlerinin tarifleri, kısa, az ve öz bir şekilde yapılmıştır:
"Ma'rûf": "Şer-i şerîfin ve akl-ı selîmin güzel gördüğü şeydir." [Yanî Kur'ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve akla uygun şeylere "Ma'rûf", bunlara uymayan şeylere de "Münker" denir. Müctehidlerin söz birliği ile yasak edilen şeylere de "Münker" denilmektedir.]
"Münker" de: "Şer-i şerîfin ve akl-ı selîmin çirkin gördüğü şeydir."
Büyük İslâm âlimlerinden Abdülganî Nablusî, "el-Hadîkatün-Nediyye fî Şerhi't-Tarîkatil-Muhammediyye" isimli kitâbında, emr-i ma'rûfu ve nehy-i münkeri kimler yapar konusunda geniş izâhâtta bulunmaktadır. [Konumuza, inşallah yarın devam edelim.]
.04/02/2019
Cennet de cehennem de sonsuzdur -1-
Cennet ve Cehennemin var olmaları, varlıkta durmaları, kendiliklerinden olmadığı gibi, ebedî/sonsuz olmaları da, kendi kendilerine değildir.
Hindistân'da medfûn, büyük tefsîr âlimlerimizden, 10 cildlik "et-Tefsîru'l-Mazharî"nin müellifi, Seyyid Mazhar-ı Cân-ı Cânân'ın talebesi Senâüllah-ı Pânî-pütî (Pânipâtî) hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın varlığı, sıfatları, râzı olduğu ve olmadığı, beğendiği ve beğenmediği şeyler; akıl ile anlaşılamaz, ancak Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılabilir. Bunları bize, [daha önceki Peygamberler bildirdikleri gibi] Muhammed aleyhisselâm da bildirmiştir. Bu bilgiler, Hulefâ-i Râşidîn başta olmak üzere, bütün Eshâb-ı kirâmın [bilâhare diğer İslâm âlimlerinin] çalışmaları ile de, dünyanın her tarafına yayılmıştır.”
Her akıl sâhibinin imân etmesi lâzımdır. Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, Muhammed aleyhisselâmın O'nun son Peygamberi olduğuna ve onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak gerekir.
İmânı olmayan kimselerin, sonsuz olarak Cehennemde kalacaklarını, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde müteaddit âyet-i kerîmelerle ve Peygamber Efendimiz de birçok hadîs-i şerîfiyle haber vermişlerdir. Bu haberler, elbette doğrudur.
Kurân-ı kerîmde, müminlerin Cennette, kâfirlerin de Cehennemde, ebedî/sonsuz kalacakları bildiriliyor. Böyle olunca, "Allahü teâlâdan başka şeyler için de, ebedîlik sıfatı kullanılmış olmaz mı?" şeklinde bir suâl hâtıra gelebilir. Cennet ve Cehennemin var olmaları, varlıkta durmaları, kendiliklerinden olmadığı gibi, ebedî/sonsuz olmaları da, kendi kendilerine değildir. Bunları, ebedî yapan, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bir şey için “Ol!” derse, o şey hemen var olur; diğer bir şey için de “Yok ol!” derse, o şey de hemen yok olur.
Büyük âlimlerden İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
"Mahlûkların, yoktan var edildiklerine inanmak gibi, yok olacaklarına da inanmak, îmânın şartıdır. Allahü teâlâ, dilediğini yapar ve istediğini emreder.
"Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve Rûh denilen mahlûklar yok olmayacak, sonsuz var olacaklardır" ifâdesi, bunlar yok olamaz demek değildir. Allahü teâlâ, var etmiş olduğu şeylerden, dilediklerini, tekrar yok edecek, dilediklerini de, yalnız kendi bileceği fayda ve sebeplerden dolayı, hiç yok etmeyecek, bunlar ebedî, yani sonsuz var olacaklardır demektir.
Demek ki, âlem yani her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve kudreti ile vardır. Var olmaları ve varlıkta kalmaları için, Allahü teâlâya muhtaçtır... Hem var olmak, hem de varlıkta kalabilmek, ancak Allahü teâlânın irâdesi, dilemesi ile olur." (Mektûbât-ı Rabbâniyye, III / 57)
Hem Cennetin, hem de Cehennemin sonsuz olduğuna dâir birçok âyet-i kerîme vardır. Meselâ Bakara 25, Âl-i İmrân 116, Mâide 85, En'âm 128, Tevbe 68, Hûd 107 misâl olarak zikredilebilir.
[Yarın inşâallah, bu konudaki birçok âyet-i kerîmeden birkaç tanesini misâl olmak üzere zikredelim.]
.05/02/2019
Cennet de cehennem de sonsuzdur -2-
Âyet-i kerîmede, mealen buyuruldu ki: "Kötülükleri [günâhları, küfürleri] kendilerini çepeçevre kuşatanlar Cehennemliktir, orada ebedî kalırlar." [Bakara, 81]
Konumuzla ilgili, dünkü makâlemizde yazdıklarımıza ilâveten bugün birkaç cümle daha yazalım: Âyet-i kerîmelerde, hem cennetlikler için, hem de cehennemlikler için, "hâlidûn" ifâdesi kullanılıyor, yanî "Onlar orada ebedî kalırlar" buyuruluyor. (Bakara 81, 82)
"Allah, inkârcıları, zâlimleri aslâ affetmez, onları içinde ebedî kalacakları cehennem yoluna iletir." [Nisâ, 168]
"O gün merhametim yalnız, benden korkarak kâfir olmaktan ve günâh işlemekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur'ân-ı kerîme ve ümmî Nebi olan Resûle inananlara mahsûstur." [A'râf, 156-157]
"Onlar orada ahkâb [hukublar, devirler] boyunca kalacaklardır." [Nebe' 23]
"Ahkâb", "hukub" kelimesinin çoğuludur. "Hukub", birçok seneleri ihtivâ eden bir devir demektir. Bu âyet-i kerîme, Şâfiî mezhebinde büyük âlimler olan Kâdî Beydâvî ile Celâleyn'in tefsîrlerinde ve Hanefî mezhebindeki kıymetli tefsîrlerden olan Medârik tefsîrinde, "Sonsuz devirler boyunca içinde kalacaklar" şeklinde açıklanmıştır.
Mâlikî mezhebindeki âlimlerden İmâm-ı Kurtubî hazretleri ise, bu âyetin tefsîrinde buyuruyor ki: "Devirler boyunca orada kalacaklar" demek, "Devirler devam ettikçe, Cehennemde kalacaklar" demektir. Bu devirlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Her bir devir geçtikçe, bir başkası gelecektir; sonsuza kadar, ardı ardınca günler gelecek, demektir. Eğer beş, ya da on "ahkâb" denilseydi, ya da buna benzer bir ifâde kullanılmış olsaydı, o zaman belirli bir zamana delâlet ederdi. "Ahkâb"ın söz konusu ediliş sebebi, "hukub"un en uzun süreyi kapsadığından dolayıdır... Burada bu ifâde, ebedîlik için kullanılmıştır. Yani onlar orada ebediyyen, sonsuz olarak kalacaklardır. "Ahkâb" ifâdesi, kalblere daha bir dehşet verir ve ebedîliğe daha açık bir delîl teşkil eder..." (el-Câmi’ li-Ahkâmi'l-Kur'ân)
Bu husus, şu meâldeki âyet-i kerîmelerde, daha açıkça bildirilmiştir:
"Kötülükleri [günâhları, küfürleri] kendilerini çepeçevre kuşatanlar Cehennemliktir, orada ebedî kalırlar." [Bakara, 81]
"Şüphesiz, kâfirlere Cehennem azâbı ebedîdir, sonsuzdur." [Zuhruf, 74]
Ebedî olan cennet ve cehennemin dolacağını bildiren bir hadîs-i şerîf meâli de şöyledir: "Cennet 'Bana güçsüzler ve yoksullar girecektir' diye bazı delîller bildirdi. Cehennem de, 'Bana da, cebbârlar ve kibirliler girecektir' dedi. Allahü teâlâ da buyurdu ki: Ey Cehennem, sen benim azâbımsın; dilediğim kimseleri [kâfirleri] seninle cezâlandırırım. Ey Cennet, sen de benim rahmetimsin; dilediğim kimselere [müminlere] seninle rahmet ederim. İkinizi de dolduracağım.” [Müslim]
Aklı başında ve normal olan herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanma felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırabilir. Bu korkunç felâketten kurtulmanın çâresini araması lâzım gelir. Milyonda, milyarda bir ihtimâl olsa dahi, sonsuz olarak ateşte yanma felaketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Azıcık aklı olan bir kimse bile, böyle korkunç bir felâketten sakınmaz mı? Kaldı ki, bu bildirilenler, son derece katidir, kesindir, en küçük bir tereddüt yoktur.
.29/01/2019
Hadîs-i şerîfler ne zaman yazıldı?
Bir gün, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamber Efendimize gelerek, işittiği hadîsleri ezberleyemediğini ifâde eder ve hâfızasından şikâyette bulunur...
15 dil bilen, Saraybosnalı Prof. Muhammed Tayyib Okiç Hocamızın yetiştirdiği ilim adamlarından Prof. Dr Talat Koçyiğit, benim hem Lisans'ta hocam oldu; hem Doktora Danışmanım idi; hem Doçentlik, hem de Profesörlük jürimde bulundu.
Merhûm Prof. Dr. Talat Koçyiğit hocamız, "Hadîs Usûlü", "Hadîs Târihi", "Hadîs Istılâhları", "Hadîsçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münâkaşalar", "Nuhbetül-Fiker Şerhi Tercümesi", "Tefsîr ve Hadîste Rü'yet Meselesi..." gibi kıymetli eserler ve birçok ilmî makâle yazmıştır.
Merhûm Talat hocanın, "Hadîs Usûlü" kitâbında, Hatîb Bağdâdî'nin "Takyîdü'l-İlm", İbn-i Abdi'l-Berr'in "Câmiu Beyâni'l-İlm" ve Aynî'nin de "Umdetü'l-Kârî" kitâblarından [ve daha birçok kaynaktan] naklettiğine göre, Eshâb-ı kirâmdan biri, Peygamber Efendimize gelerek, işittiği hadîsleri ezberleyemediğini ifâde etmiş, hâfızasından şikâyette bulunmuştu. Peygamberimiz de ona, "Hâfızana, elinle yardım et" yani "yaz" buyurmuştu.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), mezkûr kitapta, bu rivâyetten başka, şunu da nakletmiştir: Mekke-i mükerremenin fethinde, Yemenli Ebû Şâh (radıyallahü anh) isimli sahâbî, Peygamber Efendimizin îrâd buyurduğu hutbeyi istemiş, o da "Hutbeyi, Ebû Şâh için yazın" buyurmuştur.
Abdullah İbn-i Amr İbnü'l-Âs (radıyallahü anh), Peygamber Efendimizin hadîslerini yazma konusunda izin istemiş, o da "yaz" buyurmuştur. Onun yazdığı risâleye, kitapçığa "es-Sahîfetü's-Sâdıka" ismi verilmiştir.
Bu izinler üzerine, diğer bazı sahâbîler de, Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîflerini yazmışlardır. Bazı kaynaklar, Câbir bin Abdillah'ın "Sahîfe"sinden de bahsetmektedirler.
Ebû Hüreyre'nin (radıyallahü anh) şu sözleri, hadîslerin nasıl erken dönemlerde yazıldığının önemli bir vesîkasıdır:
"Ebû Hüreyre, çok hadîs rivâyet ediyor diyorsunuz. Allah'a yemîn ederim ki, Allah'ın kitâbında şu 2 âyet-i kerîme olmasaydı, ben bir tek hadîs rivâyet etmezdim: (O kimseler ki, bizim indirdiğimiz burhânları ve hidâyeti, Kitapta insanlar için açıklamamızdan sonra, yine de gizlerler. Allah ve lanet ediciler, onlara lanet ederler. Ancak tevbe edenlerin, kendilerini ıslâh edenlerin ve hakkı izhâr edenlerin tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edici ve günâhları bağışlayıcıyım.) [Bakara, 159-160] Muhâcirler, çarşıda ticâretle; ensâr, bağ ve bahçelerinde zirâatle uğraşırlarken; Ebû Hüreyre, karın tokluğuna, Hazret-i Peygambere hizmet ediyor ve hadîs topluyordu; başkalarının bilmediği şeylere şâhid oluyordu."
Hazret-i Alî'nin (radıyallahü anh) elinde de, sadakât ve ferâiz hükümlerini ihtivâ eden bir hadîs sahîfesinin bulunduğu, çeşitli haberlerde bildirilmiştir.
Semüre İbn-i Cündeb ve Enes İbn-i Mâlik'in (radıyallahü anhümâ) ellerinde de hadîs sahîfeleri bulunduğuna dâir kitaplarda rivâyetler vardır.
[Hadîs yazan diğer sahâbîler ve sahîfeleri, bu haberlerin referansları konusunda geniş bilgi için Prof. Dr. Talat Koçyiğit'in "Hadîs Usûlü"ne bakılabilir.]
.28/01/2019
"Sahîh" kelimesinin manaları
Sahîh "Sika" (güvenilen) "râvî"lerin birbirlerinden rivâyet ettikleri, "şâzz" ve "muallel" olmayan "hadîs-i şerîf"lere verilen isimdir.
"Hadîs" ve "Usûl-i Hadîs" kitaplarında "Sahîh" kelimesi, birkaç manada kullanılmaktadır:
1- Senedinin başından sonuna kadar, "sika" (güvenilen) "râvî"lerin birbirlerinden rivâyet ettikleri, "şâzz" ve "muallel" olmayan "hadîs-i şerîf"lere verilen isimdir.
Şimdi, bu tarîfte geçen tabîrleri tek tek îzâh edelim:
"Sika": "Adâlet" ve "Zabt" sıfatlarını tam olarak taşıyan, hadîs rivâyetinde güvenilir kimse demektir ki, böyle bir râvînin rivâyet ettiği hadîs, delîl olarak kabul edilir.
"Adâlet": Kişinin, dînin hükümlerine uygun yaşaması, halk nazarında şahsiyetini zedeleyecek söz ve işlerden kaçınması durumu demektir. Hadîs râvîsinde bulunması gereken bu vasfın içinde Müslümân, temyîz kâbiliyetine sâhip (akıllı) ve bülûğa ermiş olma şartları mütâlaa edilir.
"Zabt": Bir kimsenin, öğrendiği hadîsi, başkasına nakledinceye kadar, olduğu gibi koruyabilmesidir. Meselâ hadîsi ezberden rivâyet edecekse, onu ezberlemesi; kitabından rivâyet edecekse, onu her türlü tahrîfâttan koruması; mana ile rivâyet edecekse, manayı bozup bozmayacak şeyleri bilmesi gerekir.
"Şâzz": Sika (güvenilir) bir râvînin diğer sika râvîlere veya kendisinden daha sika olan diğer bir râvîye aykırı olarak rivâyet ettiği hadîstir. [Bu terimin, ıstılâh kitaplarında iki manası daha vardır.]
"Muallel": Sened veya metninde, ancak mütehassıs/uzman olan hadîs âlimlerinin fark edebilecekleri ve sahîhliğe zarar veren gizli bir kusûr bulunan hadîstir. [Bu terimin de iki manası daha vardır.]
2- "Sahîh"in ikinci manası: "Kendisiyle amel edilmiş olan hadîs" demektir. Bu manada ilk dönem hadîs âlimlerinin kullandıkları bu terimin içine, ilk manasıyla "sahîh hadîs" ile birlikte "hasen" ve bir kısım "zaîf hadîs"ler de girer.
3- "Sahîh"in diğer bir manası: "İçinde sadece sahîh hadîslerin toplandığı hadîs kitâbı" demektir. [Sahîhu'l-Buhârî (8 cild, 15 cildlik tercümesi var); Sahîhu Müslim (5 cild, 9 cildlik tahkîkli nüshası, 8 ve 11 cildlik tercümeleri var. Sahîhu İbn-i Hıbbân (10 cild; 18 cildlik tahkîkli nüshası da var); Sahîhu İbn-i Huzeyme (4 cild) gibi.]
4- İmâm Buhârî ve İmâm Müslim'in yahut ikisinden birinin "Sahîh" isimli kitapları. Bunlar üzerine birçok şerh ve ihtisâr çalışmaları yapılmıştır.
[Yukarıda geçen terimler hakkında daha geniş bilgi almak için bkz. Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadîs Istılâhları; Prof. Dr. Müctebâ Uğur, Ansiklopedik Hadîs Terimleri Sözlüğü; Prof. Dr. Abdullah Aydınlı, Hadîs Istılâhları Sözlüğü]
"Hasen Hadîs": Adâlet sâhibi olup da zabt sıfatı tam olmayan, bununla beraber tek başına rivâyet ettiği hadîsi münker de sayılmayan kimsenin rivâyet ettiği şâzz ve muallel olmayan hadîstir. [Bu terimin 5 manası daha vardır; bir manası da "kendisiyle amel edilmiş makbul hadîs" demektir.]
"Zaîf Hadîs": "Sahîh ve hasen hadîsin şartlarından birini veya bir kaçını taşımamakla beraber, mevzû olduğu da söylenmeyen hadîs." Bazı âlimler göre, helâl-harâm konuları hâriç, diğer konularda delîl olarak kullanılabilir. Ele alınan konuda başka bir hadîs bulunmadığında, zaîf hadîsi, bu konularda da kullanan âlimler vardır. [Bu terimin, 4 manası daha vardır.]
.22/01/2019
Her gün beş vakit namazın farz olduğuna dair...
"Bir kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, kendisini yabancılardan korur ve kocasına itâat ederse, Cennete istediği kapıdan girer."
Dünkü makalemizde, her gün beş vakit namazın farz olduğuna dâir, bazı hadîs-i şerîfleri ve kaynaklarını zikretmiştik. Bugün, diğer bazı hadîs-i şerîflere de temâs edelim:
"Farz olduğuna inanıp, abdest ve vakitlerine, rükû ve sücûduna riâyet ederek, beş vakit farz namaza devam edene, Cennet vâcib, Cehennem harâm olur." [Taberânî]
"Allah için ibâdetinizi ihlâslı yapın. Beş vakit namazı kılın, gönül hoşluğu ile malınızın zekâtını verin, ramazân orucunu tutun, hacca gidin, böylece Rabbinizin cennetine girersiniz." [Taberânî]
"Kıyâmette herkes korku içinde iken, korkmayacak olan üç grup insandan biri, sırf Allah rızâsı için, her gün beş vakit namaza çağıran müezzindir." [Taberânî]
"Bir kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, kendisini yabancılardan korur ve kocasına itâat ederse, Cennete istediği kapıdan girer." [İbn-i Hibbân]
"Beş vakit namazı, ilk tekbîre yetişerek, kırk gün, cemâatle kılana Cennet vâcibdir." [Ebû Ya’la]
"Herkes bozulunca, beş vakit namazı cemâatle kılana, her gün, yüz şehîd sevâbı yazılır." [İbn-i Nasr]
"Beş vakit kılınan namazların adedi ne kadardır, bunların kaçı farz, kaçı vâcip ve kaçı sünnettir?" diye bir suâl sorulacak olursa, şunu söyleriz:
Beş vakit kılınan namaz, kırk rek'at etmektedir. Bunlardan onyedi rek'atı farzdır. Üç rek'atı vâcibdir. Yirmi rek'atı sünnettir. Beş vaktin her birinde, sünnet namaz kılmak da emrolundu. Sünnetler, farzdan başka oldukları için, bunlara ayrıca niyet edilir.
Hanefi’de seferde 4 rekatlık farzları, iki rekat kılmak vâcip, Mâlikî’de, meşrû yani günâh olmayan seferde 2 kılmak sünnet, Şâfiî ve Hanbelî’de, 2 veya 4 kılmak da câizdir.
Peygamber Efendimizin kıldığı nâfilelerin [sünnetlerin] önemi büyüktür. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
"Cemâatle kılınan namaz, yalnız kılınan namazdan 27 derece daha faziletlidir." [Buhârî]
"Her gün, öğlenin farzından önce 4, öğle ve akşam ve yatsının farzından sonra 2, sabahın farzından önce 2 rekat olmak üzere 12 rekat nâfile [sünnet] kılan, Cennete girer." [Ebû Dâvûd]
Resûlullah, öğlenin dört rekat olarak kıldığı ilk sünneti için, "Bu vakit, göklerin kapılarının açık olduğu zamandır. Bu vakitte, iyi bir amelimin Arş'a çıkmasını isterim" buyururdu. (Tirmizî)
"Öğlenin farzından önce ve sonra 4 rekat [sünnet] kılmaya devam edenin Cehenneme girmesi haramdır." [Nesâî]
Resûlullah Efendimizin hangi namazı daha çok sevdiği ve ona devam ettiği sorulduğunda, Hazret-i Âişe vâlidemiz, "Öğleden önce 4 rekat [sünnet] kılardı, kıyâmlarını uzatır, rükû ve secdelerini güzel yapardı" buyurdu. (İbni Mâce)
.21/01/2019
Namazın beş vakit olduğuna dair hadis-i şerifler
"Beş vakit namazı farz kıldım. Şartlarına uyarak, vaktinde kılanı Cennete koyacağıma söz verdim. Kılmayana verilmiş bir sözüm yoktur.”
Hatırlayacağınız üzere, geçen haftaki 2 makalemizde, her gece ve günde 5 vakit namazın farz olduğuna dâir bazı âyet-i kerîmelere ve bir hadîs-i şerîfe kısa kısa temâs etmiştik. Bu hafta ise, ağırlıklı olarak, konuyla alâkalı diğer hadîs-i şerîfleri ve kaynaklarını zikretmek istiyoruz:
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki:
"Kitap ehli olan bir kavme vazifeli olarak gittiğin zaman, onları, önce, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdet etmeye davet et. Bunu kabul ederlerse, Allah’ın, onlara günde beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bunu da kabul ederlerse, Allah’ın kendilerine zenginlerinden alınıp fakîrlerine verilen bir sadakayı [zekâtı] farz kıldığını söyle." [Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd]
"Allahü teâlâ buyurdu ki: Bende söz ve hüküm aslâ değiştirilmez. Bu beş vakit namaz karşılığında, elli vakit namaz sevâbı vardır." [Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî]
"Beş vakit namaz kılanın hâli, evinin önünden akan suda, beş defa yıkanan kimse gibidir. Nasıl böyle bir kimse, kirden temizlenirse, namaz kılan da, küçük günâhlardan öyle temizlenir." [Buhârî, Müslim, İmâm Ahmed, Dârimî, Beyhekî, Taberânî]
"Allahü teâlâ, beş vakit namazı emretti. Güzel abdest alıp, bunları vaktinde kılanı, rükû ve huşûlarını tamam yapanı affedeceğine söz verdi. Bunları yapmayan için söz vermedi. Onu dilerse affeder, dilerse azap eder." [Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn-i Mâce, İmâm Malik, İmâm Ahmed]
"Beş vakit namaz (aradaki günâhlara) ve cuma namazı, gelecek cumaya kadar ve ramazân orucu, gelecek ramazâna kadar yapılan günâhlara keffârettir. (Büyük günâh işlemekten sakınanların, küçük günâhlarının affına sebep olur.)" [Müslim, İmâm Ahmed]
"Allahü teâlâ buyurdu ki: Beş vakit namazı farz kıldım. Şartlarına uyarak, vaktinde kılanı Cennete koyacağıma söz verdim. Kılmayana verilmiş bir sözüm yoktur.” [Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce]
"Allah’tan korkun, beş vakit namazı kılın; [ramazân ayında] oruç tutun, mallarınızın zekâtını, isteyerek verin; âmirlerinize itâat edin; böylece Rabbinizin Cennetine girin." [Tirmizi]
"Beş vakit namazı terk eden, Allahü teâlânın hıfz ve emânından mahrûm olur." [İbn-i Mâce]
"Allahü teâlânın ilk farz kıldığı şey, beş vakit namazdır. İlk ortadan kalkacak olan da, yine beş vakit namazdır. İlk sorgu da, beş vakit namazdan olacaktır." [Hâkim]
"Beş vakit namazı kılan, ramazân orucunu tutan, zekât veren ve büyük günâhlardan sakınan herkese, kıyâmette, Cennetin sekiz kapısı açılır. Dilediği kapıdan girer." [Hâkim]
[İnşâallah yarın da, konumuza devam edelim.]
.14/01/2019
Namazın beş vakit oluşu dört dînî delîl ile sâbittir
"Hazret-i Cebrâîl gelip bana imamlık yaptı ve kendisi ile birlikte beş vakit namazı kıldım ve beş vakit namazla emrolundum."
12-13 Kasım 2018 târihli 2 makâlemizde, "Salât" kelimesinin farklı manaları üzerinde kısa kısa durmaya çalışmış, bunlardan birisinin de "namaz" olduğunu ifâde etmiştik.
Herkesçe malum olduğu üzere, şartları taşıyan Müslümânlara, her gece ve günde, beş vakit namaz farz kılınmıştır. Namazın beş vakit farz oluşu, edille-i şer'iyye-i erbaa (4 şer'î/dînî delîl) ile sâbit olmuştur. Yani Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), Sünnet (Peygamber Efendimizin sözleri/hadîs-i şerîfler, fiilleri ve takrîrleri/tasvipleri), İcmâ-ı ümmet (Sahâbe-i kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînin söz birlikleri) ve Kıyâs-ı Fukahâ (Ulemânın ictihâdları) ile sâbittir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde buyuruyor ki (meâlen): "Namaz, müminlere belli vakitlerde farz kılındı." [Nisâ, 103]
Bu Nisâ sûresinin 103. âyetinde, "Namaz, belli vakitlerde farz kılındı" buyurulup, ayrıca, beş vaktin hepsi de diğer âyetlerde ayrı ayrı bildirildiği hâlde, “Beş vakit namaz” ifâdesinin, Kur'ân-ı kerîmde, sarâhaten geçmeyişinin sebebi nedir diye bir suâl hâtıra gelebilir. Bu konuda, son dönem Osmânlı ulemâsından el-Hâc Mehmed Zihnî Efendi, "Ni'met-i İslâm" adlı eserinde, "Kutuplarda ve buralara yakın yerlerde, beş vaktin tamâmının teayyün etmemesindendir" demektedir.
Allahü teâlâ ile kulları arasında Resûl/Elçi olan, bu dînin sâhibi Peygamber Efendimiz, bize namazın beş vakit olduğunu bildirmiştir. Kendisi de, senelerce beş vakit kılmıştır. Artık başka delîl aramak gerekmez.
Biraz sonra, namazın beş vakit farz oluşuyla ilgili, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden bazı delîller vereceğiz, ama burada hemen şunu belirtelim ki:
Kitap ve Sünnet’ten sonraki delîl, "İcmâ-ı ümmet"tir. Peygamber Efendimiz, Eshâb-ı kirâm ve onlardan sonra, bugüne kadar gelen bütün âlimler, evliyâ-yı kirâm (ve yine bütün Müslümânlar) beş vakit namaz kılmışlar, bu hususta kesin bir icmâ hâsıl olmuştur.
İslâm âlimleri de, beş vakit namazın nasıl kılınacağını kitaplarında mufassalan/uzunca yazmışlar, böylece "Kıyâs-ı fukahâ" ile de namazın beş vakit olduğu sâbit olmuştur.
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
"Hazret-i Cebrâîl gelip bana imamlık yaptı ve kendisi ile birlikte beş vakit namazı kıldım ve beş vakit namazla emrolundum." [Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî]
İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ) hazretlerine, "Kur'ân-ı kerîmde, beş vakit namazı bildiren âyet hangisidir?" diye suâl edildiğinde, o, şu meâldeki âyet-i kerîmeyi okudu:
"Akşama girerken, sabâha ererken, gündüzün sonunda ve öğle vaktinde Allah’ı tenzîh edin." [Rûm, 17-18]
"Akşama girerken"den maksat, akşam ve yatsı namazları; "sabâha ererken"deki kasıt, sabâh namazı; gündüzün sonundaki, ikindi namazı; öğledeki de, öğle namazıdır. (Tefsîru'l-Celâleyn)
.07/01/2019
Hoca Ahmed Yesevî -1-
Ahmed Yesevî'nin nesebi, Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) ikinci hanımından olan oğlu Muhammed bin Hanefiyye'ye (rahmetullahi aleyh) ulaşır...
24-25 Aralık 2018 târihlerinde, hakkında 2 makâle yazdığımız, merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî Bey, Hoca Ahmed Yesevî'ye benzetildiği ve "Asrımızın Yesevî'si" adıyla anıldığı için, bu haftaki 2 makâlemizde, birer nebze, "Hâce Ahmed Yesevî"den bahsetmek istiyoruz.
Orta Asya Türkleri arasında İslâmiyeti yayan büyük bir âlim ve velî olan Ahmed (bin Muhammed bin İbrâhîm bin İlyâs) Yesevî, Türkistân’ın “Yesi” şehrinde, kıymetli bir âile yuvasında, bir ilim-irfân evinde gözlerini dünyaya açmıştır [bunun için Yesevî diye meşhur olmuştur], ama doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat Ahmed Yesevî'nin vefât tarihi bellidir: 1194 (H. 590) senesinde, Yesi'de vefât edip, oraya defnedilmiştir.
Ahmed Yesevî'nin nesebi, Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) ikinci hanımından olan oğlu Muhammed bin Hanefiyye'ye (rahmetullahi aleyh) ulaşır; ama soyu Hazret-i Fâtıma'ya (radıyallahü anhâ) dayanmadığı için, Seyyid değildir. Annesi Ayşe Hanım, evliyâdan Şeyh Mûsâ'nın kızı ve yine evliyâdan Şeyh Hâce İbrâhîm'in hanımıdır.
Biz, senelerce evvel, Konya’da “Uluslararası Ahmed Yesevî Sempozyumu”nda bir tebliğ sunmuştuk. Adı: “Pakistân’da neşredilen bir esere göre Hoca Ahmed Yesevî” idi. Orada mevzû-i bahis ettiğimiz “Lemehât min Nefehâti'l-Kuds” isimli Farsça eserin müellifi Muhammed Âlim Sıddîkî, Ahmed Yesevî hakkında "Hazret-i Hâce Ahmed el-Yesevî Sultânü't-Tarîka, Burhânü'l-Hakîka, Kudvetü'l-Kâmilîn, Zübdetü'l-Ârifîn, Kutbü'l-Küberâ, Gavsü'l-Urefâ, Âlimü'l-Ulûmi'r-Rabbâniyye, Kâşifü'r-Rumûzi's-Sübhâniyye, Senedü't-Tavâif, Senedü'l-Avârif, Ferîdü'l-Asr, Vahîdü'd-Dehr, Şemsü'l-Evliyâ, Bedrü'l-Asfiyâ" lakablarını ve sıfatlarını kullanmıştır. Tabii bu tabirler, şimdi bize biraz yabancı gelen kelimeler, eski ifâdeler hâline düşmüştür. Bu sıfatları, bugünkü Türkçe ile ifâde edecek olursak, manâsı şöyledir:
"Hoca Ahmed Yesevî Hazretleri, tarîkatin sultânı, hakîkatın burhânı (delîli), kâmillerin önde geleni, âriflerin zübdesi (özü), büyüklerin kutbu, âriflerin gavsı, Rabbânî ilimleri bilen, Sübhânî remizleri (işâretleri) keşfeden (anlayan ve açan), dînî grupların dayanağı, âriflerin mesnedi, asrın bir teki, zamanın bir tânesi, evliyânın güneşi, asfiyânın (seçilmişlerin) bedri (dolunayı)'dır."
Hoca Ahmed Yesevî, Fıkıh’ta Hanefî mezhebinde idi [Sünnî-Hanefî-Mâtürîdî idi.] Zâhirî ve bâtınî bütün ilimlerde derin âlim olan Ahmed Yesevî, Hızır (aleyhisselâm) ile de görüşüp sohbet ederdi.
Ahmed Yesevî, yetiştirdiği binlerce talebenin her birini bir memlekete göndermek suretiyle, İslâmiyet'in doğru olarak öğretilip yayılmasını sağlamıştır. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bazıları, sonraları Moğolların katliâmından kaçıp kurtulmak sûretiyle, Anadolu'ya da gelmişlerdir.
Bu suretle onun yolu, Anadolu'da yayılıp tanınmıştır. Anadolu'nun Müslümân-Türklere yurt olması, O'nun manevî işâretleri ile hazırlanmıştır. [İnşâallah yarınki makâlemizde de, bu konuda birkaç kelime daha yazalım.]
.08/01/2019
Hoca Ahmed Yesevî -2-
Ahmed Yesevî, hocası Arslan Baba'nın manevî işâreti ile Buhârâ'ya gitmiş, orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlanmıştır...
Dünkü makâlemizde, birazcık kendisinden bahsettiğimiz Hâce Ahmed Yesevî (rahimehullah), değişik memleketlerde, "Pîr-i Türkistân", "Hazret-i Türkistân", "Hazret-i Sultân", "Hâce Ahmed", "Kul Hâce Ahmed [veya Kul Ahmed Hâce]” gibi lakablarla anılmaktadır.
Annesini çok küçük yaşta, babasını ise yedi yaşında iken kaybeden Ahmed Yesevî (rahmetullahi aleyh), belli bir yaşa gelince, önce Şeyh Arslan Baba'dan ders almıştır. Onun kalplere hayat ve huzur veren söz ve sohbetleri ile teveccühlerine, görüp-gözetmesine kavuşmuştur. Kendisinde, daha çocuk yaşta iken başlayan evliyâlık hâl ve dereceleri de günden güne artmıştır. Kısa zamanda, yüksek makâm ve derecelere ulaşmıştır. Zamanındaki âlim ve velîlerin en büyüklerinden, en üstünlerinden olmuştur.
Ahmed Yesevî, bundan sonra hocası Arslan Baba'nın manevî işâreti ile Buhârâ'ya gitmiş, orada Ehl-i sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan Yûsuf-i Hemedânî'ye bağlanmış ve onun yanında manevî ilimleri tahsil etmiştir. İnsanlara ilim öğretmek, doğru yolu göstermek için, ondan icâzet (diploma) almış, bu büyük zâtın halîfeleri arasına katılmıştır.
Hocası Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin vefâtından sonra, bir müddet Buhârâ'da kalıp talebe yetiştirmiş, bir zaman sonra, onların terbiye edilmesini, yetiştirilmelerini Yûsuf-i Hemedânî'nin (kuddise sirruh) en önde gelen, gözde talebesi Abdülhâlık Goncdüvânî'ye (rahmetullahi aleyh) bırakıp, kendisi Yesi'ye dönmüş ve orada talebe yetiştirmeye devam etmiştir.
Burada, Türklere, İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya ve talebe yetiştirmeye devam ederken, talebesi gitgide çoğalmış, büyüklüğü ve şöhreti, kısa zamanda Türkistân, Mâverâünnehir, Horasân ve Hârezm'e yayılmıştır.
Makâlemizin sonunda, netice olarak söyleyecek olursak:
Orta Asya Türkleri arasında İslâmiyeti yayan büyük âlim ve velî Ahmed Yesevî [ö. 1194 (h. 590)], küçük yaştan itibâren, babasından feyiz alıp bilâhare büyük âlim Baba Arslan’ın talebesi oldu. Onun kalplere hayat ve huzur veren sohbetlerinde bulundu; teveccühlerine kavuşarak kısa zamanda tasavvuftaki yüksek derecelere ulaştı. Küçük yaşta meşhur oldu. Sonra, büyük âlim ve velî Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinden ilim ve feyiz aldı.
Dergâhı fakîr, yetîm ve çâresizler için bir sığınak yeri idi. Herkese iyilik eder, kimseye sıkıntı vermezdi. İnsanların saâdet ve kurtuluşu için çalışırdı. Yetiştirdiği talebelerin her biri, bir memlekete giderek, İslâmiyeti doğru olarak öğretip yaydılar.
Ahmed Yesevî hazretleri zamanında, Türkistan’a ilk Türk-İslâm devletlerinden Karahânlılar hâkimdi. Bu devlet zamanında, İslâm dîninin Seyhûn Nehri boyları ile ahâlîsi göçebe olan Kazak-Kırgız memleketlerinde kolayca yayılmasını sağladı.
[Bu vesîleyle, kendisinden ancak deryâdan damla misâli bahsedebildiğimiz Hoca Ahmed Yesevî başta olmak üzere, târih boyunca milletimize, memleketimize, dînimize, devletimize ve insanlığa hizmeti geçmiş bütün büyüklerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.]
.01/01/2019
"Yarın yaparım diyenler helâk oldular"
Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: “Akıllı kimse [Akıllı Müslümân], kendisini hesaba çekip ölümden sonrası için hazırlık yapan kişidir.”
Her insan, kendisine takdir edilen ömrü, İlâhi irade istikametinde geçirmekle mükelleftir. Onun için Sevgili Peygamberimiz “Akıllı kimse [Akıllı Müslümân], kendisini hesaba çekip ölümden sonrası için hazırlık yapan kişidir” buyurmuştur. Yine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Yarın yaparım diyenler helâk oldular" buyurmuştur.
Her şeyi zaman sayesinde kazanabiliriz; ama geçen zamanı geri getirmeye, hiçbir kimsenin gücü yetmez. Bir hadîs-i şerîfte “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır” buyurulmuştur...
İnsan, yaratılışı icâbı hayatı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, “Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: “İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır.” O sahâbî, “İnsanların şerlisi [en kötüsü] kimdir?” diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, “Ömrü uzun olup da, ameli kötü olandır” buyurmuştur. [Tirmizî]
Günümüzde bütün dünyada cereyan eden hâdiseler muvâcehesinde belirtmek durumundayız ki, Yunus Emre’miz “Yaratılmışı severim Yaradan'dan ötürü” ve “Bir kez gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil./Yetmiş iki millet dahi, elin-yüzün yumaz değil” demektedir.
Bu güzel nasihatleri, tavsiyeleri bilen ve bunlara inanan kimselerin; insanlara sövmek, onları dövmek ve öldürmek; can, mal ve ırzlarına zarar vermek şöyle dursun, onları üzmeyi ve kalplerini kırmayı bile akıllarından geçirmeyecekleri ortadadır. Onun için, anarşi ve terörün, İslâmiyetle hiçbir alâkası yoktur; olamaz da. Çünkü mukaddes dînimiz olan “İslâm” kelimesinin kendisinde bile “barış” manası vardır.
Bulgaristân’dan göçe zorlanan soydaşlarımıza, Kuzey Irak’tan kaçıp gelen peşmergelere, yakın zamanda da Sûriye’den gelen kardeşlerimize, biz Türk milleti olarak, kapımızı ve kucağımızı açıp, aş, iş ve yer verdik. Hatta bakınız, dost-düşman herkesin bildiği üzere, İspanya’dan zorla çıkarılan Yahudilere, insanlık numunesi ecdâdımız Osmanlılar kucaklarını açmışlardır. Hâlbuki Hıristiyanlar, Haçlı Seferlerini başlattılar; Engizisyon mahkemeleri kurdular; Saint Bartelmy katliâmlarını yaptılar. Avrupa’da Yahudileri fırınlarda yaktılar. İnşallah bunlar bir daha tekerrür etmez.
İslâm dîni, ahlâkı ve medeniyeti, orijinaline uygun olarak, doğru bir sûrette öğrenilir ve öğretilirse, ona uygun yaşanırsa, bütün fertlerin, âilelerin, cemiyetlerin, hattâ tüm insanlığın, tarihte olduğu gibi, günümüzde de rahat edecekleri, huzur ve sükûn içerisinde, emniyet ve asayiş üzere yaşayacakları; terör ve anarşinin biteceği rahatlıkla söylenebilir.
.
XXXXXXXX
Zamanın kıymetini bilmek...
26 Aralık 2023 01:35 | Güncelleme :26 Aralık 2023 01:35
“Zaman=Vakit” ni’meti, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere olan en önemli lutuflarından birisidir. Akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Aslında bizler, Allahü teâlânın lutfettiği çok büyük ni’metlere sâhibiz. Bizler, bütün mahlûkâttan, meselâ hayvânlardan; yüz milyonlarca, hattâ milyarlarca insandan daha şanslıyız. Ama bizlere ihsân buyurulan ni’metleri yerli yerinde kullanabiliyor muyuz?
Sevgili Peygamberimiz buyurmuşlardır ki: “İki [büyük] ni’met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanırlar. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.” [Tirmizî]
“İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır.”
“Yarın yaparım diyenler helâk oldular.”
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullah aleyh), "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır" buyurmuştur.
Yine İmâm-ı Rabbânî “Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir” buyurmuştur. Onun oğlu, yine büyük âlim ve velî Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi aleyh) de “Vakit keskin bir kılıç gibidir. Kıymetli ve şerefli şeylere sarf etmek gerekir” buyurmuştur.
Tâbiîn-i kirâmın en önde gelenlerinden, müfessir, muhaddis, mütekellim, mutasavvıf Hasan-ı Basrî (rahmetullahi aleyh), "Sizin, bugün, parayı sarf ederken gösterdiğiniz hassâsiyeti, Eshâb-ı Kirâm (aleyhimür-rıdvân), zamanlarını kullanırken gösterirlerdi" buyurarak ne kadar önemli bir noktaya dikkat çekmiştir.
“Seyyidü’t-tâife” ve “Seyyidü’t-tâifeteyn” diye anılan büyük velî Cüneyd-i Bağdadî (kuddise sirruh) da, "İnsanların sâhip oldukları, ama geçtikten sonra bir daha, ebediyyen bulamayacakları en kıymetli sermâye zamandır" buyurmaktadır.
Bilindiği gibi zaman artırılamayan, başka bir vakte taşınamayan, ödünç alınamayan, durdurulamayan ve kendi mecrâsında akıp giden bir unsurdur.
Büyük âlim Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî (rahmetullahi aleyh) “Geçen zamanı geri getirmek için bütün sultânlar, pâdişâhlar, krallar yanî devlet başkanlarının tamâmı bir araya gelseler ve bütün hazînelerini de harcasalar, yine de geri getiremezler” demiştir.
Silsile-i aliyye büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da, "Tasavvuf, ehemmi mühimme tercîh etmektir. Vakti en değerli olan şeye sarf etmektir" buyurmaktadır.
Bilindiği gibi bir “Gün”: 24 sâat, 1.440 dakîka, 86.400 sâniyedir. Bir “Hafta”: 168 sâat, 10.080 dakîka, 604.800 sâniyedir. Bir “Ay” ise, 720 sâat, 43.200 dakika, 2.592.000 sâniyedir. Ama sene olarak ne kadar tuttuğuna bir bakacak olursak: Bir “Sene”: 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün, 8.760 sâat ve 525.600 dakîkadır. Bu da 31.536.000 sâniye tutmaktadır.
Takrîbî 60-70-80 senelik bir insan ömrü, çok mühim bir zamân dilimidir. Bir senenin değil; yerine, zamanına ve şartlarına göre ayın, haftanın ve günün bile ehemmiyeti çok fazladır; hattâ sâatin, dakîkanın ve sâniyenin bile önemi çok büyüktür.
2023 senesi bitmek üzere...
25 Aralık 2023 02:15 | Güncelleme :25 Aralık 2023 02:15
31 Aralık 2023 (18 Cemâzil-âhır 1445)Pazar günü, ömrümüzden bir mîlâdî sene daha geçmiş olacak. Malûm olduğu üzere takvîmlerin, “Hicrî (Kamerî ve Şemsî)”, “Mîlâdî”, “Mâlî”, “Rûmî” gibi çeşitleri vardır. Ayın, dünya etrâfında 12 defa dönmesiyle bir “kamerî sene” meydâna gelir ve 354 gündür; dünyânın güneş etrâfında 1 defa dönmesiyle de bir “şemsî=mîlâdî sene” oluşur, o da 365 gündür.
Mîlâdî senede, Hazret-i Îsâ aleyhis-selâmın doğduğu zannedilen târih, yılbaşı kabûl edilmiş; hicrî takvîmde ise, Peygamber Efendimizin hicreti, sene başı kabûl edilmiştir.
Bu vesîleyle ifâde edelim ki, Muharrem ayının birinci gecesi, Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı gecesidir.Muharrem ayının 1. günü de, Müslümânların yeni yılının, ilk günüdür.
"Hicrî-Kamerî Takvîm"de; Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın, Mekke-i Mükerreme'den Medîne-i Münevvere'ye hicret ettiği sene, başlangıç kabûl edilmiştir dedik. Muharrem ayının birinci günü olan ilk Hicrî-kamerî senebaşı, milâdî 622 yılının Temmuz ayının, 16’sına rastlayan Cuma günü idi.
Târihte, özellikle İslâm târihinde; sebep, mâhiyet ve netîceleri îtibâriyle en mühim hicret/göç, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın, İslâm dînine inanan Eshâb-ı kirâmıyla beraber, Mekke-i Mükerreme'den Medîne-i Münevvere'ye yaptıkları hicret/göçtür. Bu büyük hâdiseye, sadece “Hicret” veya “Hicret-i Nebeviyye” denir ve hicrî takvîmin başlangıcıdır.
Bu “Hicret”, hem İslâm târihinin, hem de cihân târihinin en mühim hâdiselerinin başlarında gelir.
Hicret, lügatte göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek mânâsınadır. Hemen hemen bütün Peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir. Bunlardan Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Lût ve Hazret-i Îsâ'nın (aleyhimüs-selâm) hicretleri meşhûrdur. Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in de Allah yolunda yaptıkları hicret, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Eshâb-ı kirâm da, Medîne-i münevvere'ye hicretten önce, iki defâ Habeşistân'a hicret etmişlerdir.
Cenâb-ı Hakk’ın, bizlere olan en önemli lütuflarından birisi “zaman=vakit” ni’metidir. Şüphe yok ki, günümüz şartlarında takrîbî 60-70-80 senelik bir insan ömrü içerisinde, 1 sene çok mühim bir zamân dilimidir. Zamânın önemini belirtmek için, atalarımız: “Vakit nakittir” demişlerdir. Geçen zamânı geri getirmeye, hiçbir kimsenin gücü yetmez.
Akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir.
Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” buyurmuştur. Yine Sevgili Peygamberimiz “Ameller, sonlarına göre değerlendirilir” buyurmuştur. Büyük devlet ve ilim adamı, târihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığındaki bir hey’etin hâzırladığı, bir hukûk âbidesi olan “Mecelle”de de “Hüküm sona göre verilir” kâidesi yazılıdı
En çok hadîs rivâyet edenler
19 Aralık 2023 01:58 | Güncelleme :19 Aralık 2023 01:58
Dünkü makâlemizde, hadîs târihinin 4 döneminden kitâbet, tedvîn ve tasnif dönemlerini ele almıştık; bugün de bir nebze “Tehzîb” döneminden bahsedip ondan sonra hadîs rivâyeti konusuna geçelim. “Tehzîb” dönemi, 4-5. asrın ortalarından başlayıp günümüze kadar devâm etmektedir. Bu devre, hadîs eserleri üzerinde, yeniden tasnîf, cem’, tedkîk, şerh, değerlendirme ve benzeri çalışmalarla daha kullanışlı hâle getirme devresidir.
Peygamberimizin söz, fiil (iş), takrîr (onay) ve hâllerini, usûlüne uygun olarak alıp nakleden ilme “Rivâyetül-hadîs=Mustalahul-hadîs=Usûl-i hadîs İlmi” denilir. Hadîs-i şerîflerin senedli veya senedsiz olarak nakledilmesine “Rivâyet” denilmektedir. Bu iş, nakledilen bir sözü veya işi, kimin kimden aldığını belirterek, onu söyleyenine veya yapanına nisbet etmektir. Hadîsi senedi ile veya usûlüne uygun olarak nakleden kimseye “Müsnid” denilir. Hadîsi nakleden kişiye de “Râvî” denilmektedir. Rivâyet asrı, hicrî ilk üç asırdır. Hadîs rivâyetinde ilk 4 tabaka, “Sahâbe”, “Tâbiîn”, “Tebe-i Tâbiîn” ve “Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîn” tabakalarıdır.
Peygamberimiz, hicretten hemen sonra, ilk olarak 3 iş yaptı: “Mescid-i Nebevî”yi inşâ ettirdi; “Muhacirûn” ile “Ensâr”ı kardeş yaptı; bir de Mescid-i Nebevînin arkasına bir “Suffe=Çardak” yaptırdı. Burada kalan kimselere “Eshâb-ı suffe” denilirdi ki bunlar, sulh zamanında talebe, harp zamanında mücâhidîn idiler. Orası, ilk “Dârul-Kur’ân=Kur’ân kursu”, ilk “Dârul-hadîs”, ilk yurt, ilk kışla gibi pekçok şeyin ilki idi. Orada kalanların sayısı, 100’ü geçmiştir. Onlar, inen âyet-i kerîmeleri ve vârid olan hadîs-i şerîfleri ezberler, aralarında müzâkere yapar ve diğer sahâbîlere de naklederlerdi. Sahâbe-i kirâm, Peygamber Efendimizin hadîs-i şerîflerine çok önem verirlerdi...
Hadîs rivâyeti söz konusu olunca, “Müksirûn” ve “Mukıllûn” terimlerinin bilinmesi gerekir. 1.000’den az hadîs rivâyet edenlere, “Mukıllûn”, 1.000’den çok hadîs rivâyet edenlere ise “Müksirûn” denilir. “Müksirûn” hakkında, Prof. Dr. Abdullah Aydınlı, “Hadîs Istılâhları Sözlüğü”nde, Ebul-Ferec Abdurrahmân İbnül-Cevzî’den (ö. 597) naklen şu listeyi vermiştir. “Müksirûn” 1.000’den fazla hadîs rivâyet eden sahâbîlerdir ki, en fazla hadîs rivâyet edenden itibâren aşağıya doğru sırasıyla şu 7 kişidir: 1- Ebû Hüreyre (ö. 58): 5.374 hadis; 2- Abdullah bin Ömer (ö. 73): 2.630 hadîs; 3- Enes bin Mâlik (ö. 93): 2.286 hadîs; 4- Hazret-i Âişe (ö. 58): 2.210 hadîs; 5- Abdullah bin Abbâs (ö. 68): 1.660 hadîs; 6- Câbir bin Abdullah (ö. 74): 1.540 hadîs; 7- Ebû Said el-Hudrî (ö. 64): 1.170 hadîs.
Yine Ahmed Muhammed Şâkir de, bu sıraya göre, Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inden mükerrerleri çıkararak farklı rakamlar zikretmiştir. Bu sıra, Cumhûriyet döneminde en kıdemli hadîs profesörü olan merhûm Prof. Dr. Talat Koçyiğit hocamızın, “Hadîs Târihi” kitâbında da mezkûrdur.
Hadîsler ne zaman yazılmıştır?
18 Aralık 2023 01:16 | Güncelleme :18 Aralık 2023 01:18
Makâlemizin hemen başında ifâde edelim ki, sayıları yüz binlerle ifâde edilen hadîs-i şerîflerin ve sünnetin sözlü ve yazılı olarak toplanmasına, derlenip koruma altına alınmasına, daha Peygamber Efendimiz ve Sahâbe-i kirâm zamanında başlanmıştır. Bu işe, hadîslerin kitâbeti veya tesbîti denilir. Bu dönem, aşağı yukarı hicrî 1. asrın son çeyreğine kadar devâm etmiştir.
Başlangıçta, hadîslerin yazılması,yazı bilenlerin azlığı, yazı malzemelerinin (kalem, kâğıt, mürekkep ve sâire) kıtlığı ve Kur’ân-ı kerîmle karışma ihtimâline binâen yasaklanmışsa da, kısa bir müddet sonra bu yasak kaldırılmıştır. Abdullah İbn-i Amr İbnil-Âs (radıyallahü anhümâ) gibi, Peygamberimizden özel izin alarak hadîs-i şerîfleri yazan Sahâbîler vardır. Nitekim, Sahîh-i Buhârî’de geçen bir rivâyete göre, bunu, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) bizzât ifâde etmiştir.
Hadîsler konusunda, hem Hadîs Târihi, hem de Hadîs Usûlü kitaplarında yazıldığı gibi, 1-“Hadîslerin kitâbeti (yazılması)”, 2- “Hadîslerin tedvîni (cem edilmesi, toplanması)”, 3- “Hadîslerin tasnifi (toplanmış olan hadîslerin farklı metodlara göre sınıflandırılarak kitaplara yazılması)” ve 4-“Hadîslerin tehzîbi” (bir kitâbı ele alıp eksikleri varsa giderme, lüzûmsuz kısımları çıkarma, muhtevâ ve münderecâtını daha iyi bir düzene koyarak daha faydalı ve kullanışlı hâle getirme) şeklinde 4 safha vardır.
Demek ki, “Kitâbet”, yazılma işi, daha Peygamber Efendimiz ve Sahâbe-i güzîn zamanında başlamıştır. Değişik yazı malzemelerinde ve hâfızalarda dağınık olarak bulunan hadîslerin “Tedvîni”, kitaplarda toplanma işi ise,“Halîfe-i hâmis”, “Ömer-i sânî” gibi lakaplarla anılan büyük halîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi aleyh) zamanında olmuştur. O, İslâm âleminin her tarafındaki vâlîlere emir göndererek, bütün İslâm beldelerindeki hadîs-i şerîfleri ulemâya tedvîn ve cem ettirmiştir. Bu işi yapanlardan biri, İbn-i Şihâb-ı Zührî (rahmetullahi aleyh)’tir. Hadîs târihinin 2. merhalesini, safhasını, dönemini teşkil eden bu dönem, hicrî 1. asrın son çeyreğinden 2. asrın ortalarına kadarki bir zaman dilimini içine alır.
3. merhale olan “Tasnîf” dönemi, h. 2. asrın 2. çeyreğinden 4. asrın başlarına, hattâ 5. asrın ortalarına kadar sürmüştür. Tasnîf döneminde, alfabetik (ale-ahruf), konulara (alel-ebvâb) ve râvîlere (aler-ricâl) göre tasnîf edilen eserler vardır. Meselâ fıkhî bâblara göre yazılan kitaplara “Sünen” denilir. “Kütüb-i Sitte” denilen meşhûr ve muteber 6 hadîs kitâbından 4’ü “Sünen” tarzında yazılmıştır. [Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve İbn-i Mâce’nin Sünenleri gibi]. Rivâyet eden Sahâbîlerin veya râvîlerin isimlerine göre tasnîf edilen eserlere “Müsned” denilir. [Ahmed bin Hanbel’in Müsnedi gibi]. Ayrıca “Sahîh”, “Câmi”, “Mu’cem”, “Musannef”… gibi başka türler de vardır. Yanî daha önce karışık olarak derlenmiş olan hadîsler, çeşitli şekillerde sınıflandırılıp tertip edilmiş, düzene konulmuştur. İşte bu dönemde hadîsler, konularına, râvîlerine, sıhhat durumlarına ve diğer bazı kriterlere göre değerlendirilmiş, sınıflandırılmış, çeşitli kitaplara yazılmıştır. [Yarın devâm edelim inşâallah.]
Şunu yapan Cennete girmez...” ne demek?
12 Aralık 2023 01:31 | Güncelleme :12 Aralık 2023 01:32
Bazı hadîs-i şerîflerde, “şunu yapan Cennete girer”, “şunu yapan Cennete girmez”, “şunu yapan Cehenneme girer”, “şunu yapan Cehenneme girmez” gibi ifâdeler geçiyor.
Burada bazı misâller verelim: “Cimri çok ibâdet etse de, Cennete girmez. Cömert, çok günâh işlese de Cehenneme girmez” hadis-i şerifi var. Âlimlerimiz bu hadîs-i şerîfi şöyle açıklıyorlar: Cömerdin îmânı yoksa, ebedî olarak Cehennemde kalır. Îmânı varsa, sevapları fazla ise, Cennete girer. “Cimri Cennete girmez” demek, hiç girmez demek değildir. “Cimri, günâhının cezâsını çekmedikçe, Cennete giremez” demektir. Hattâ sevâbı günâhından çok ise, Cehenneme girmeden de, Cennete girer. Affa, şefâate ve ihsân-ı İlâhîye kavuşarak da Cennete girebilir.
Şu hâlde, “Cennete girmez” demek, günâhının cezâsını çekmeden veya şefâate kavuşmadan yâhûd ihsân-ı İlâhîye mazhar olmadan Cennete giremez demektir. Bir mü’minin günâhı sevâbından çok ise, affa, şefâate ve ihsân-ı İlâhîye de uğramamışsa, günâhının cezâsını çektikten sonra Cennete gider. İmânı olmayan kimsenin ise, ne yaparsa yapsın, hiçbir iyiliği onu Cehennemden kurtaramaz.
“Şunu yapan Cehenneme girmez” ifâdesi geçen hadîs-i şerîfler de var. Meselâ bir hadîs-i şerîfte, “Ana-babasını râzı eden, Cehenneme girmez, inciten de Cennete girmez” buyurulmuştur. Ana-babasını râzı eden kimse, îmânsız ise, yani kâfir ise aslâ Cennete giremez. İmânlı olsa da, namaz kılmıyorsa, oruç tutmuyorsa, harâmlardan kaçmıyorsa, o kişi ana-babasını râzı edince, Cennete hemen girebilir mi? Elbette giremez. Demek ki Müslümânda bulunması gereken şartlar varsa, o zaman Cennete girer.
“Ana-babasını inciten de Cennete girmez” demek, Müslümân ana-babayı haklı olarak incitmek demektir. Bir baba, içki getirmediği için evlâdına incinse, o evlâd Cennete girmez mi? Elbette girer. Meşrû işlerde ana-babanın sözü dinlenir. Dîne aykırı işlerde verilen emirlere uyulmaz...
Bu durumda, “Şunu yapan Cehenneme gider” ifâdesi geçen hadîs-i şerîfler, dînen yasak olan bir şeyi yapan bir Müslümân, tevbe etmedikçe, şefâate veya affa yâhûd ihsân-ı İlâhîye uğramadıkça, önce Cehenneme gider, günâhları kadar yandıktan sonra ancak Cennete gidebilir demektir...
“Şunu yapan Cennete girer” ifâdesi geçen hadîs-i şerîfleri de şöyle anlamak gerekir: Cenâb-ı Hak, Cenneti mü’minler için mükâfât yeri, Cehennemi de kâfirler için azâb yeri kılmıştır. Kur’ân-ı kerîmde, Cennet hakkında “müttekîler için hâzırlanmıştır”, Cehennem hakkında da “kâfirler için hâzırlanmıştır” buyurulmuştur. Binâen aleyh, normal şartlarda, Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerini yapıp yasaklarından kaçanlar Cennete giderler.
Bizden değildir..." ne demek?
11 Aralık 2023 01:58 | Güncelleme :11 Aralık 2023 01:59
Bazı hadîs-i şerîflerde, “Lâ yü’minü ehadüküm…..” yanî “herhangi biriniz îmân etmiş olmaz….” gibi ifâdeler geçiyor. Hemen başta ifâde edelim ki, bu, “o kişi kâfirdir”anlamında değildir; o kişi kâmil mü’min değildir; eğer kâmil mü’min olsa, bu işleri yapmaz manâsında kullanılmaktadır. Meselâ “Komşusu aç iken tok yatan, mü’min (veya bizden) değildir” hadîs-i şerîfindeki, “mümin değil” ifâdesi, o kişi kâfirdir demek değildir. O kişi, kâmil [olgun] mü’min değil demektir. Bir Müslümân, komşusu aç yatarken, tok yatsa, yine o mü’mindir; günâhkâr da olsa, îmânla ölmüşse, geç de olsa, sonunda Cennete girer.
Bu minvâl üzere vârid olan hadîs-i şerîfler, bir nevi, böylelerinin iyi kimseler olmadıklarını, hâllerinin iyi olmadığını bildirmektedir.
Yine, “Şunu yapan bizden değildir” ifâdesi geçen bazı hadîs-i şerîfler de var. Bir kısım hadîslerde, “Şunu yapan bizden değildir veya benden değildir” gibi ifâdeler kullanılmıştır. Yine bu da, “Müslümân değildir, kâfirdir” demek değildir.
Şimdi, genel bir değerlendirmeyi nakledelim: Muteber kitaplara göre, o hadîslerde nehyedilen işlerin kiminin küfür, kiminin harâm, kiminin de mekrûh olduğu ifâde edilmiştir. Şimdi burada bazı misâller verelim:
a) Meselâ Buhârî ve Müslim’de zikredilen “Bize silâh çeken bizden değildir” hadîsinin manâsı şudur: Bir Müslümânın, diğer bir kişiye Müslümân olduğu için silâh çekip, onu öldürmesi küfür olur. Fakat başka bir sebeple Müslümân ile dövüşmek, savaşmak küfür değildir. Nitekim Eshâb-ı kirâm arasında da savaşlar olmuştur. Bu konuda bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarını düzeltiniz.” [Hucurât, 9] Burada görüldüğü gibi, her iki gruba da mü’min denilmiştir. Meselâ dünyânın en büyük cihângîrlerinden Tîmûr Hân, kendisi gibi Müslümân sultânlarla savaşmıştır. İki tarafa da kâfir denilmez. Osmânlı sultânlarında da bu durum olmuştur.
b) “Belâ gelince, üstünü başını yırtan, bağırıp çağıran bizden değildir.” [Buhârî] Bunun manâsı şudur: Belâya isyân etmek, bağırıp çağırmak harâmdır. Elde olmadan üzülmek, ağlamak câizdir.
c) “Müslümâna zarar veren, hîle yapan, onu kandıran, bizden değildir.” [Müslim] Böyle yapmak harâmdır.
d) “Emr-i marûf ve nehy-i münker yapmayan bizden değildir.” [Tirmizî] Emr-i marûf farz-ı kifâyedir. Bir yerde emr-i marûf yapılmazsa, gücü yeten herkes mes’ûl olur. Yanî hepsi harâm işlemiş olurlar.
e) “Yahûdî ve hıristiyânlara benzemeyin. Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.” [Tirmizi] Harâm olmayan âdetlerde kâfirlere benzemek câizdir. Onlar gibi ceket, kravat, gömlek giymek câizdir. Ama i’tikâd ve ibâdet yönüyle onlara benzemek küfür olur. Meselâ kutsal bilerek haç takmak, âyinlerine iştirâk edip onlar gibi ibâdet etmek küfür olur...
Uydurma hadîs nakletmenin vebâli!
5 Aralık 2023 01:20 | Güncelleme :5 Aralık 2023 01:21
Uydurma hadîs nakletmenin vebâli çok büyüktür. Çünkü Peygamber Efendimiz, “Kim, amden, kasden, yanî yalan olduğunu bile bile, bana yalan bir söz isnâd ederse, Cehennemdeki yerine hazırlansın” buyurmuştur.
Bu hadîs-i şerîf, mütevâtir, çok kuvvetli bir hadîs-i şerif olup bunu 70-72 sahâbî nakletmiştir. Hemen hemen bütün hadîs kitaplarında yazılıdır. İşte Peygamberimizin söylemediği bir sözü, onun söylediğini iddiâ etmek, çok büyük mes’ûliyetli bir iştir.
İslâm âlimlerinin kitaplarında, mevdû, yanî uydurma hadîs olabilir mi? Hayır, İslâm âlimlerinin kitaplarında, mevdû, uydurma hadîs olmaz. İyi bilinmeli ki, hiçbir hadîs âliminin kitâbında, uydurma hadîs olmaz. Çünkü onlar uydurma hadîs nakletmenin vebâlini çok iyi bilirlerdi. Yukarıda zikrettiğimiz hadîsteki tehdîdden çok korkarlardı.
Hadîs ilmi, üzerinde çok çalışılmış olan çok ciddî bir ilim dalıdır. Bir hadîste kasdedilen manânın ne olduğu bilinmeden, ona hemen uydurma demek, o hadîsi nakleden âlime de büyük bir iftirâ olur.
Ancak bir âlimin, sıhhat şartlarına uygun gördüğü bir hadîsi, diğer bir âlim, uygun görmeyebilir. Makdisî ve Hâzimî isimli âlimlerin “Şurûtul-Eimmetis-Sitte” ve “Şurûtul-Eimmetil-Hamse” isimli kitapları vardır.
6 büyük hadîs âliminin (İmâm-ı Buhârî, İmâm Müslim, İmâm Ebû Dâvûd, İmâm-ı Tirmizî, İmâm-ı Nesâî ve İmâm İbn-i Mâce)’nin bir hadîsi sahîh sayarken hangi kriterleri aradıklarını âlimler hassâs bir şekilde tesbît etmişlerdir. Bu konuda merhûm Prof. Dr. Müctebâ Uğur ve merhûm Prof. Dr. İbrâhîm Cânân’ın da çalışmaları ve makâleleri vardır.
“Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında uydurma hadîs var” diyenler fırak-ı dâlle mensûbu, bid’at ehli olan, Ehl-i Sünnet olmayan kişilerdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin dînî konulardaki hassâsiyetleri had safhadadır. Tekrâren ifâde edelim ki, onlar yukarıda mezkûr mütevâtir hadîs-i şerîfteki tehdîdden son derece korkarlardı.
Şimdi bazı kimseler de çıkıp İmâm-ı A’zam için, “Ebû Hanîfe’nin hadîs bilgisi zayıftı” diyorlar. Hâlbuki İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, 4 mezhep imâmı içinde Tâbiîn-i kirâmdan olan tek imâmdır; diğerleri Tebe-i Tâbiîn ve Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîndendir. O, birkaç sahâbîyi görmüş, hattâ onlardan bazılarından hadîs de nakletmiştir. Kûfe’deki Hazret-i Alî, Abdullah İbn-i Mes’ûd, Abdullah İbn-i Ömer (radıyallahü anhüm) gibi büyük Eshâb-ı kirâmın ilimlerini nakletmiştir.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin 17 aded “Müsned”i vardır; bunları Hârezmî isimli büyük âlim, “Mesânîdül-İmâmil-A’zam Ebî Hanîfe” ismiyle büyük bir kitap hâlinde bir araya cem’etmiştir.
Diğer önemli bir husus, İmâm-ı A’zam’ın ilim meclislerinde büyük hadîs âlimleri de vardı. Hadîs-i şerîfleri müzâkere ederlerken, onlar da fikirlerini beyân ederlerdi.
Hocası Hammâd'ın derslerine devâm ettiği sırada, sık sık Hicâz'a gidip Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevverede, çoğu Tâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. [Onun ilmî durumunu, inşâallah başka makâlelerimizde ele alalım.]
Hadîsleri inkâr etmek!..
4 Aralık 2023 01:37 | Güncelleme :4 Aralık 2023 01:37
Önce şunu ifâde edelim ki: “Hadîs-i Mütevâtir” denilen hadîs-i şerîflere muhakkak inanmak ve gereğini yapmak lâzımdır. İslâm âlimlerinin beyânlarına göre, bunlardan birine bile inanmayan kimseler kâfir olurlar. “Hadîs-i Meşhûr” denilen hadîslere inanmayanların da kâfir olacaklarını yine İslâm âlimleri ifâde etmişlerdir.
Şimdi, bu 2 önemli terim hakkında kısa kısa bilgiler verelim. Bilindiği üzere, “Mütevâtir hadîs”, her tabakasında, yalan üzerinde ittifâk etmeleri aklen mümkün olmayan toplulukların naklettikleri, “Peygamberimize âid her türlü kavil (söz), fiil (iş) ve takrîr (onaylama) ve hâl (durum) ile ilgili haberler”dir.
“Hadîs-i meşhûr” ise: İlk zamânda bir kişi bildirmişken, ikinci asırda şöhret bulan hadîs-i şerîftir. Yani bir kimsenin Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem), o kimseden de, çok kimselerin ve bunlardan dahî, başka kimselerin işittikleri hadîs-i şerîf olup, son duyulan kimseye kadar, artık hep mütevâtir olarak bildirilmiştir.
Şu hâlde “Meşhûr hadîs”, her tabakada, her nesilde en az 3 kişinin rivâyet ettiği veya en az 3 farklı senedle rivâyet edilen hadîstir. Buna “müstefîz hadîs” de denilir.
Yine, “Meşhûr hadîs”, ilk dönemlerde, bir-iki kişi tarafından rivâyet edildiği hâlde, sonraları yayılan ve daha fazla kimse tarafından rivâyet edilen hadîstir ki, buna “el-garîbül-meşhûr” denilir.
Kezâ “meşhûr hadîs”, her tarafta olmasa bile, herhangi bir topluluk arasında yayılmış olan hadîs manâsına da gelir ki, buna da “el-meşhûrul-maksûr” denilmektedir.
Râvîlerinin sayısına, senedinin olup olmadığına bakılmaksızın halk arasında yayılmış olan hadîse de “meşhûr hadîs” denilmektedir. Yine hadîs olarak yayılmış söze, habere de “meşhûr hadîs” denilir.
Hadîs-i şerîflerin tamâmını değil, birini bile inkâr etmek küfür olmaktadır. Ama şu husûsu iyi anlamak lâzımdır: “Acabâ bu söz hadîs midir, değil midir? Bunu bir araştırmamız lâzım” demek küfür olmaz. Fakat, “Bu, Peygamberimizin hadîsi de olsa, ben bunu kabûl etmem” demenin küfür olacağını İslâm âlimleri beyân buyurmuşlardır. Birinci durumda hadîsi inkâr ve red söz konusu değildir; fakat o sözün hadîs olup olmadığının tahkîk ve tedkîki istenilmektedir.
Bazan farklı ve çelişkili görünen hadîsler bulunmaktadır; bunların sebebi nedir?
Çelişkili görünen hadîslerden biri mevzû, diğeri sahîh olabilir; yine biri mensûh, diğeri nâsih olabilir. Yine biri âm, öbürü hâs olabilir. Böyle durumlarda mevzû olan atılır, sahîh olan alınır. Mensûh olan terk edilir, nâsih olanla amel edilir.
Hadîs ilmi dalları arasında, “Muhtelifül-hadîs ilmi” diye anılan bir ilim dalı vardır. Bu ilim, görünüşte muhtevâları birbirleriyle çelişen, ancak dikkatle incelendiğinde aralarında bir zıtlık olmadığı görülen hadîsler üzerinde durur.
İhtilâflı görünen hadîslerin araları âlimlerce cem ve te’lîf edilmiştir. Eğer araları te'lîf ve cem edilemezse, iki rivâyet arasında tercîh yapılır. Hadîs âlimleri, iki hadîsten birinin diğerine tercîhi için, 107 veche bakmışlardır. [Bizim, bu konuda, 1986 yılında Konya İlâhiyat Fakültesi Dergisinde yayınlanan uzun bir makâlemiz de vardır.]
Hadîs-i şerîflerin sayısı hakkında...
28 Kasım 2023 01:17 | Güncelleme :28 Kasım 2023 01:17
Bazı art niyetli kimseler, “Peygamber, 23 yılda, o kadar çok hadîs söyleyemez” diyerek hadîs-i şerîflerin uydurma olabileceğini îmâ ve iddiâ ediyorlar.
Evvelâ şunu belirtelim ki, Peygamber Efendimiz, gündüzleri 5 vakit namazda, Cuma namazlarında, bayramlarda, mübârek gecelerde, harplerde, seferde ve hazarda Sahâbe-i kirâmı ile beraber bulunmuş, geceleri ise âile efrâdı ile birlikte olmuş, onlara dâimâ bir şeyler anlatmıştır. Yüzlerce, binlerce, on binlerce insanla temâsı olmuştur.
Sâniyen, senedin farklı olmasıyla, onun metni de farklı hadîs kabûl edilmiş, ayrıca metinde lafız farkları olunca, onlar da farklı hadîs telakkî edilmiştir.
Sâlisen, “Mustalahu’l-hadîs=Usûl-i Hadîs” ilmine göre, Sahâbenin ve Tâbiînin sözleri de hadîs kabûl edilmiştir.
Hâl böyle olunca, yüz binlerce hadîsin mevcûd olduğu anlaşılır. Onun için, hadîs kitaplarında, 800.000 ve 1.000.000 gibi rakamlar söz konusudur.
Hadîs âlimleri, çok yüksek insanlardır. Râvîleri ile berâber, yüz bin hadîs-i şerîfi ezber bilene “Hâfız” denir. Üç yüz bin veya beş yüz bin hadîsi ezberleyene, “Huccet” veya “Huccetül-islâm” denir. Üç yüz binden veya beş yüz binden dahâ çok hadîs-i şerîfi, yahûd sekiz yüz bin hadîsi râvîleri ile, senedleri ile birlikte ezber bilene “Hâkim” veya “Hadîs imâmı” yâhûd “Hadîs müctehidi” denir.
Doğru oldukları, bütün İslâm âlimleri tarafından tasdîk edilmiş olan hadîs kitâblarından altı tanesi, bütün dünyâda şöhret bulmuştur. Bu altı kitâba “Kütüb-i sitte”
İslâm âlimlerinin kitaplarında, mevdû, uydurma hadîs olabilir mi? İyi bilinmeli ki, hiçbir İslâm âliminin, hadîs âliminin kitaplarında, mevdû, uydurma hadîs olmaz. Çünkü onlar uydurma hadîs nakletmenin vebâlini çok iyi bilirlerdi. “Kim, amden, kasden, yanî yalan olduğunu bile bile, bana yalan bir söz isnâd ederse, Cehennemdeki yerine hâzırlansın” hadîsindeki tehdîdden son derece korkarlardı.
Bu hadîs-i şerîf, mütevâtir, çok kuvvetli bir hadîs-i şerif olup bunu 70-72 sahâbî nakletmiştir. İşte Peygamberimizin söylemediği bir sözü, onun söylediğini iddiâ etmek, çok büyük mes’ûliyetli bir iştir.
Hadîs ilmi, üzerinde çok çalışılmış olan çok ciddî bir ilimdir. Bir hadîste kasdedilen manâ nedir? Bunu bilmeden hemen uydurma demek, o hadîs âlimine büyük bir iftirâ olur.
Ancak bir âlimin, sıhhat şartlarına uygun gördüğü bir hadîsi, diğer bir âlim, uygun görmeyebilir; o hadîs için hasen veya haber-i vâhıd mertebesindedir diyebilir. Makdisî ve Hâzimî isimli âlimlerin “Şurûtul-Eimmetis-Sitte” ve “Şurûtul-Eimmetil-Hamse” isimli kitapları vardır.
6 büyük hadîs âliminin (İmâm-ı Buhârî, İmâm Müslim, İmâm Ebû Dâvûd, İmâm-ı Tirmizî, İmâm-ı Nesâî ve İmâm İbn-i Mâce)’nin bir hadîsi sahîh sayarken hangi kriterleri aradıklarını âlimler tesbît etmişlerdir. Bu konuda merhûm Prof. Dr. Müctebâ Uğur ve merhûm Prof. Dr. İbrâhîm Cânân’ın da çalışmaları ve makâleleri vardır.
Hadîs-i şerîf ve çeşitleri...
27 Kasım 2023 01:24 | Güncelleme :27 Kasım 2023 01:24
Önce “Hadîs-i Şerîf” ne demektir? suâliyle konumuza başlayalım. “Hadîs”in birkaç çeşit ta’rîfi vardır: Genel olarak “Resûlullah’ın sözü” demektir. “Sened” ve “metin” olmak üzere 2 kısımdan meydâna gelmektedir. Sened, hadîsi nakledenlerin isimlerinin yer aldığı kısım; metin ise, Peygamberimizin söz veya fiilinin nakledildiği kısımdır.
Ama “Peygamberimize âid olduğu ifâde edilen her türlü kavil (söz), fiil (iş) ve takrîr (onaylama) ve hâl (durum) ile ilgili haberler”e hadîs denilir.
Yine “Resûlullah’a, Sahâbe-i kirâma ve Tâbiîne âid olan söz, fiil ve takrirler”e de hadîs denilmektedir. Bunlara “Haber”, “Eser” ve “Sünnet” de denilir.
“Eser” nedir? denilecek olursa, “Eser”: Mevkûf ve maktû’ hadîs veyâ duâ bildiren merfû’ hadîs demektir. Pekçok hadîs âlimi, “eser” umûmî olarak, hem Peygamberimizin, hem Sahâbe-i kirâmın, hem de Tâbiînin söz, fiil ve takrîrlerine (onaylarına) denilir demektedirler. Ama İmâm Ebû Yûsuf, Peygamberimizin ve Sahâbe-i kirâmın söz, fiil ve takrîrlerine “eser” denilir demiştir. Fakat Horasân fakîhleri, sâdece Sahâbe-i kirâmın ve Tâbiînin söz, fiil ve takrirlerine “eser” denilir demişlerdir.
Hadîs-i şerîflerin çeşitleri vardır: Yanî hadîs-i şerîfler, çeşitli yönlerden taksîm edilmektedir. Burada sâdece birkaç tanesine temâs edelim:
a) Hadîs, bir yönden “Hadîs-i kudsî” ile “Hadîs-i şerîf” şeklinde ikiye ayrılır. “Hadîs-i kudsî”, manâsı Allahü teâlâya, lafzı Peygamberimize âid olan hadîs; “Hadîs-i şerîf” ise hem manâsı, hem de sözü Peygamberimize âid olan hadîs demektir.
Hadîs-i kudsîleri söylerken, Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) bir nûr kaplardı ve hâlinden belli olurdu. Demek ki “Hadîs-i kudsî”: Kur’ân-ı kerîm dışında, Allahü teâlâya nisbet edilen söz ve fiildir (iştir.) Yanî “Hadîs-i kudsî”, manâsı Allahü teâlâya, lafzı (sözü) Peygamberimize âid olan hadîs demektir. “Hadîs-i kudsî”de, Allahü teâlânın, Peygamberimizin mübârek kalbine ilkâ ve ilhâm buyurduğu manâyı, onun kendi lafızlarıyla ifâde etmesi söz konusudur.
“Hadîs-i kudsî” ile “Hadîs-i şerîf” görüldüğü gibi birbirlerinden ayrıdırlar, yanî farklıdırlar. “Hadîs-i kudsî” Allahü teâlâya, Kur’ân-ı kerîm dışında nisbet edilen söz ve fiildir (iştir).
b) Hadîs, başka bir yönden “Mütevâtir” ve “Âhâd” olmak üzere yine ikiye ayrılmaktadır. “Mütevâtir”, her tabakasında, yalan üzerinde ittifâk etmeleri aklen mümkün olmayan toplulukların naklettikleri haberdir. “Âhâd” ise her tabakada birer râvînin rivâyet ettiği hadîstir.
c) Yine hadîs, başka bir açıdan da “Merfû”, “Mevkûf” ve “Maktû’” hadîs olarak yine üçe ayrılır. “Merfû hadîs” Peygamberimizin hadîsi, “Mevkûf hadîs” Sahâbe-i kirâmın hadîsi, “Maktû hadîs” de Tâbiînin hadîsi demektir.
d) Diğer bir yönden ise hadîs, “Sahîh”, “Hasen” ve “Zayıf” olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Şimdi makâlemizin hacmi doldu; onları da başka bir makâlemizde îzâh edelim inşâallah.
Cihâdla ilgili hadîs-i şerifler
21 Kasım 2023 01:19 | Güncelleme :21 Kasım 2023 01:21
“Cehd” kökünden gelen ve sözlük bakımından “bir işi başarmak için elden gelen bütün imkânları kullanmak; güç ve gayret sarf etmek” mânâsındaki “cihâd”ın ıstılâhî mânâsı ise, “Dînî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek; iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak; İslâm’ı teblîğ, nefse ve dış düşmânlara karşı mücâdele etmektir.” Cihâd cân, mâl, silâh, el, dil, kalp gibi her türlü vâsıta ile yapılabilir.
Bir kişi, Resûlullah Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek:
“-Bana cihâda denk bir amel gösterebilir misiniz?” dedi. Resûlullah Efendimiz “Böyle bir amel bilmiyorum” buyurdu ve müteâkıben Peygamberimiz ona “Allah yolunda cihâd eden kişi yola çıktığında, sen de mescidine girip (o dönünceye kadar) hiç bırakmadan namaz kılmaya ve gündüzleri hiç ara vermeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?” diye sordu. Sual soran kişi “Buna kim güç yetirebilir ki?” dedi. [Buhârî, Cihâd, 1; Müslim, İmâre, 110; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 1; Nesâî, Cihâd, 17; Ahmed, II, 344, 423]
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki:
“Cennette yüz derece vardır ki, Allahü teâlâ, onları, Allah yolunda cihâd edenler için hâzırlamıştır. Her derecenin arası, yerle gök arası kadardır. Allah’tan istediğinizde, Firdevs’i isteyiniz! Zira o, Cennetin ortası ve en yüksek yeridir.” [Buhârî, Cihâd, 4; Tevhîd, 22; Nesâî, Cihâd, 18; Ahmed, II, 335, 339]
“Bir gün ve bir gece hudûd nöbeti tutmak, gündüzü oruçla, gecesi ibâdetle geçirilen bir aydan daha hayırlıdır. Şâyet kişi, bu nöbet esnâsında ölürse, yapmakta olduğu işin ecri ve sevâbı, kıyâmete kadar devâm eder; şehîd olarak rızkı da devâm eder (Cennette rızıklandırılır) ve kabirdeki suâl meleklerinden emniyette olur; yanî hesâbın sıkıntısını çekmez.” [Müslim, İmâre, 163; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2; Nesâî, Cihâd, 39; İbn-i Mâce, Cihâd, 7]
“Müşriklere karşı mâllarınızla, cânlarınızla ve dillerinizle cihâd ediniz.” [Ebû Dâvud, Cihâd, 17 / 2504; Nesâî, Cihâd, 1, 48]
Resûlullah Efendimiz, bir Cuma günü, Abdullah bin Revâha’yı (radıyallahü anh), bir seriyye için göndermişti. Arkadaşları sabâhleyin yola çıktılar; o ise, kendi kendine “Ben, Resûlullah ile birlikte Cuma namazını kılayım da, sonra onlara yetişeyim” diye düşündü. Peygamber Efendimiz namaz kılınca, onu gördü ve “Niçin arkadaşlarınla birlikte erkenden gitmedin?” diye sordu. Abdullah bin Revâha “Sizinle birlikte Cuma namazını kılıp, sonra onlara katılmak istedim” dedi. Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm) “Yeryüzünde bulunan şeylerin tamâmını infâk etsen, onların erken çıkışlarındaki fazîleti elde edemezsin” buyurdu. [Tirmizî, Cum'a, 28 / 527; Ahmed, I, 224, 256, III, 438; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 187)]
Cihâd, harp meydânlarında savaşmaktan ibâret olmayıp İslâm’ı öğrenip muhâfaza etmeye ve devâmını sağlamaya yardımcı olan her fiili içine alan geniş bir mânâya sahiptir.
Bu durumda “i’lâ-yi kelimetullâh” yani Allah’ın ismini, dînini yüceltmek için gösterilen her türlü çaba ve gayret cihâd olur.
Cihâd, kaç türlü yapılır?
20 Kasım 2023 01:34 | Güncelleme :20 Kasım 2023 01:35
Abdullah İbn-i Mes’ûd (radıyallahü anh), Peygamber Efendimize, “Hangi amel, Allahü teâlâya en sevimlidir?” şeklinde bir suâl sormuştur. Onun verdiği cevap, kaynaklarda “Allah’a en sevimli amel (veya en fazîletli amel), vaktinde kılınan namaz, sonra ana-babaya yapılan iyilik, sonra da Allah yolunda cihâddır” şeklinde zikredilmiştir.
Hem İmâm-ı Birgivî, hem de Ebû Saîd Muhammed Hâdimî (rahmetullahi aleyhimâ) buyuruyorlar ki:
“Cihâd üç türlü yapılır: Birincisi beden ile yâni her türlü harb vâsıtası ile yapmaktır. İkincisi, her türlü neşriyât (basın ve yayın) vâsıtaları ile, İslâmiyet'i insanlara yaymak ve duyurmaktır. Bu cihâdı İslâm âlimleri yaparlar. Üçüncüsü ise, duâ ile yapılan cihâddır. Bu cihâdı yapmaları, bütün Müslümânlara farz-ı ayndır.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz'in, sadece i'lâ-yi kelimetullah (Allah'ın dînini en üstün kılmak) için savaşanın Allah yolunda olduğunu bildirmesi, böyle bir kimseyi medhetmek, onu hakkıyla yapanı müjdelemek ve Allah katındaki mertebesini belirtmek gâyesine yöneliktir.
Bu hadîs-i şerîften çıkarılan bazı dersler, ibretler, hükümler vardır: 1. Dünyâya ve dünyânın geçici arzûlarına gönül bağlamamak gerekir. 2. Dünyevî gâyelerle cihâd yapmaktan sakınmak lâzımdır. 3. Allah katında amellerin makbûl olması, kişinin niyetiyle bağlantılıdır. 4. Birçok ibâdet ve tâatte olduğu gibi, en fazîletli amellerden olan cihâdda da niyet çok önemlidir. 5. İhlâs, yani kalbde yer eden hâlis niyet ve samîmiyet bütün amellerin temelidir. 6. Cihâdın yegâne gâyesi ve değişmez hedefi, sâdece ve sâdece i'lâ-yi kelimetullah olmalıdır.
Konumuzla ilgili olarak, bir de “Cihâd-ı Ekber” terimi vardır ki, “En büyük cihâd; nefsin, insan tabîatının, bedeninin kötü isteklerini yerine getirmemek için yapılan mücâdele” demektir.
İmâm-ı Rabbânî’nin (rahmetullahi aleyh) Mektûbât’ında da zikredilen “Cihâd-ı asğardan (en küçük cihâddan) cihâd-ı ekbere (en büyük cihâda) döndük” meâlinde bir hadîs-i şerîf vardır.
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki: “Bütün ibâdetlere verilen sevâb, Allah yolunda gazâya (cihâda) verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın (cihâdın) sevâbı da, emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker sevâbı yanında denize nazaran bir damla su gibidir.” (Kimyây-ı Seâdet)
“Emr-i Ma'rûf” nedir? “Dînde emredilen şeyleri öğretmek, yaptırmak” demektir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyuruyor ki (meâlen):
“Ey mü'min kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma'rûf ve nehy-i münker eder iseniz, (günâhlardan, kötülüklerden alıkorsanız) başkalarının yoldan çıkması size zarar vermez.” (Mâide sûresi, 108)
Bir hadîs-i şerîfte de, “Birbirinize Müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez” (Mişkâtül-Mesâbîh) buyurulmuştur.
“Emr-i ma'rûf iki sûretle yapılır. Birincisi, söz, yazı ve her nevî yayın vâsıtası iledir. İkinci yol, hâl ile İslâm'ın güzel ahlâkına uyarak, nümûne olmaktır.” (İmâm-ı Birgivî)
Cihâd, ancak Allah rızâsı için yapılır...
14 Kasım 2023 01:46 | Güncelleme :14 Kasım 2023 01:47
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), "Kim Allah yolunda cihâd etmektedir?" mefhûmundaki bir suâle karşılık: “Kim, Allah'ın kelâmı, en yüce olsun diye savaşırsa, işte o kimse, Allah yolunda cihâddadır" tarzında cevap vermiştir.
Yine Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: "Sırf ganîmet niyetiyle savaşan kimse için, sâdece niyet ettiği şey vardır (Cihâd sevâbı verilmez.)"
Bazı hadîs-i şerîflerinde de, cephede ölenlerin şehîdlik sevâblarının, niyetlerine göre olacağını ifâde buyurmuştur.
“Kütüb-i sitte” denilen 6 muteber hadîs kitâbının 6’sında da zikredildiği gibi, diğer bazı hadîs kaynaklarında da geçen bir hadîs-i şerîf şöyledir:
Ebû Mûsâ el-Eş’arî (radıyallahü anh)'den rivâyet edildiğine göre, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına bir bedevî (bâdiye yanî çöl ehlinden bir A’râbî) geldi ve:
“Yâ Resûlallah! Bir adam ganîmet için savaşıyor; bir başkası kendinden bahsedilsin diye savaşıyor; bir diğeri de kahramânlıktaki yerini göstermek için savaşıyor.” [Bir rivâyete göre: “Kahramânlık taslamak için ve ırkının üstünlüğünü göstermek için savaşıyor.” Bir başka rivâyete göre ise: “Gazabından dolayı savaşıyor!”] Şimdi bunlardan hangisi, yani kim Allah yolundadır?” diye bir suâl sordu.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Kim Allah'ın dîni, daha yüce olsun diye savaşırsa, sâdece o Allah yolundadır" buyurdu. [Buhârî, Cihâd 15, İlm 45, Humus 10, Tevhîd 28; Müslim, İmâre 149-151; Ebû Dâvûd, Cihâd 24; Tirmizî, Fezâilü'l-cihâd 16; Nesâî, Cihâd 21; İbn-i Mâce, Cihâd 13]
Amellerin niyetlere göre kıymet kazanacağı, dînimizin en temel prensibidir. Birçok ibâdetimizde olduğu gibi, Allah yolunda cihâdda da hâlis niyet, amelin Allah için yapılıp yapılmadığının esâsını teşkil eder.
İslâm dîninin emrettiği bazı ibâdet ve tâatleri yerine getirirken bir insanın niyeti, yani kalbindeki yönelişi, çeşitli gâyelere dönük olabilir. Yaptığı amel, işlediği iş de, Allah katında, kalbindeki bu niyetine göre bir değer ifâde eder. İşte bu sebeple dînimiz, öncelikle niyetlerimizi tashîh etmeyi, düzeltmeyi emreder.
Cihâd yapan bir kimse: 1- Adını ve şöhretini insanlara duyurma, 2- Cesâret ve kahramânlığını gösterme, 3- Irkının veya aşîretinin üstünlüğünü isbât etme, 4- Savaştığı insanlara karşı kızgınlık ve öfkesini tatmîn etme, 5- Ganîmet elde etme gibi arzû ve istekler içinde olabilir.
Peygamber Efendimiz, bu sayılanların hiçbirinin cihâdın gâyesi ve hedefi olamayacağını, cihâdın yegâne hedefinin “i'lâ-yi kelimetullah” dediğimiz, Allah'ın adını, kelime-i tevhîdi, yegâne hak dîn olan İslâm'ı yüceltmek olduğunu açıklıkla ifâde buyurmuştur. Dolayısıyla dünyâlık bir gâye için savaşan kimse, gerçekte Allah yolunda ve dîn uğrunda savaşmış olmaz...
Cihâd' hakkında birkaç kelime...
13 Kasım 2023 01:56 | Güncelleme :13 Kasım 2023 01:57
“Cihâd” konusu, birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfte zikredilmiştir. Önce “cihâd”ın bir ta’rîfini verelim: “İnsanların, İslâmiyeti işitmeleri, Müslümân olmakla şereflenmeleri veya Müslümânların dînine, vatanına ve nâmûsuna saldıran düşmânı defetmek için yapılan muhârebe yâhut mâl, cân, söz, neşriyât ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfaa etmek” demektir. [“Gazâ” kelimesi de bu manâda kullanılmaktadır.]
Bilindiği üzere, cihâda ancak hicretten sonra 2. senede izin verilmiştir. Çünkü İslâmiyetin bidâyetinde, Mekke-i mükerreme döneminde, 13 sene boyunca Müslümânlar, zayıf, güçsüz durumda idiler, dünyâda yardım alabilecekleri kimse yoktu.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde buyuruyor ki (meâlen):
“Mâllarını ve cânlarını fedâ ederek dîn düşmânları ile Allah rızâsı için cihâd eden Müslümânlar, oturup, ibâdet edenlerden daha üstündürler. Hepsine de, Cennet'i söz veriyorum.” (Nisâ sûresi, 95)
Peygamber Efendimiz de buyurmuştur ki:
“Allah yolunda cihâd eden kimselerin hâli, gündüzleri oruçlu olup, gecelerini ibâdetle geçiren, Allahü teâlânın âyetlerine itâat eden, namaz ve oruçtan dolayı hiçbir gevşeklik hissetmeyen kimsenin hâli gibidir ki, yine Allah yolunda cihâd eden daha üstündür.”
En büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
“Cihâddan maksad, İslâm dînini yüceltmek ve dîn düşmânlarını zelîl etmektir. Cihâdda şehîd ve gâzîler için bildirilen sevâblar, niyet iyi ve hâlis oluncadır.”
Yüce dinimiz İslâmın, en çok ehemmiyet verdiği husûslardan biri niyettir. Kişinin yaptığı işler, niyete göre değer kazanır. Gerek Kur'ân-ı kerîmde, gerek hadîs-i şeriflerde niyetin ehemmiyetini bildiren beyânlar çokça gelmiştir. Bakara sûresinin 284. âyet-i kerîmesinde, insanların niyetlerine göre hesâba çekilecekleri belirtilerek şöyle buyurulmuştur (meâlen):
"Gökte ne var, yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Siz, içinizde olanı açıklasanız da, saklasanız da, Allah onu bilir ve onunla sizi hesâba çeker. (Sonra da niyetine ve ameline göre) dilediklerinin günâhlarını bağışlar, dilediklerine azap yapar. Allah'ın kudreti her şeye yeter."
Bazı âlimler, “ameller niyetlere göredir” hadîs-i şerîfinin, ehemmiyetine ve geniş muhtevâlı manâsına binâen, İslâm'ın üçte birini, bazıları da dörtte birini teşkîl ettiğini söylemişlerdir. Hattâ ulemâdan bazıları, "Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ihbârları arasında, ahkâmca bundan daha câmi, manâca daha zengin, hâsıl ettiği fâideleri daha çok olan başka bir hadîs mevcut değildir” demişlerdir.
İmâm-ı Beyhakî, “niyet hadîsi, ilmin üçte birini teşkîl eder” dedikten sonra şu açıklamayı yapmıştır:
"Çünkü amel, kulun ya kalbiyle, ya diliyle, ya da uzuvları (organları) iledir. İşte niyet, bu üç kısımdan biri ve en üstünüdür. Çünkü niyet, bazen müstakilen bir ibâdet olduğu hâlde, diğerleri de Allahü teâlâ nezdinde ibâdet sayılabilmeleri için ona muhtaçtır. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Müminin niyeti amelinden hayırlıdır" buyurmuştur.
Mescid-i Aksâ'ya dâir...
7 Kasım 2023 01:35 | Güncelleme :7 Kasım 2023 01:35
Kudüs’te bulunan; yeryüzünün en fazîletli mescidleri arasında, “Mescid-i Harâm” ve “Mescid-i Nebevî”den sonra 3. sırada olan, “Beytül-makdis” adı da verilen “Mescid-i Aksâ”nın inşâsına Dâvûd aleyhisselâm başladı, fakat tamamlayamadan vefât etti.
Dâvûd aleyhisselâmdan sonra hem Peygamber, hem hükümdâr olan oğlu Süleymân aleyhisselâm, Mescid-i Aksâ’nın inşâsını yedi senede tamâmladı.
Mescid-i Aksâ’nın ismi, Kur’ân-ı kerîmde zikredilmekte ve Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mîrâc gecesinde oraya götürüldüğü, hadîs-i şerîflerle bildirilmektedir.
Mescid-i Aksâ, Mekke-i mükerreme döneminde 13 sene, Medîne-i münevvere devrinde ise, hicretten on altı ay sonrasına kadar Müslümânların ilk kıblesi olarak kaldı. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mi’râc gecesinde Kudüs’e gelerek Mescid-i Aksâ’da namaz kıldı.
638 (H. 16) senesinde Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Sûriye seferinde, Şâm’dan sonra Kudüs’e uğrayıp Mescid-i Aksâ’yı ziyâret etti. Ezân okutarak cemâatle namaz kıldırdı. Yahûdîlere mescide emniyetle girmek hakkını tanıdı. Kudüs’teki kiliselere dokunulmaması için emir verip, Hıristiyânlarla antlaşma yaptı.
Dört Halîfe devrinden sonraki Emevîler zamânında, Mescid-i Aksâ’nın temizlik ve bakımına özel ihtimâm gösterildi. Muâviye bin Ebî Süfyân (radıyallahü anh), Abdülmelik bin Mervân, Ömer bin Abdülazîz, Velîd bin Abdülmelik ve Süleymân bin Abdülmelik gibi halîfeler, Kudüs’e gelerek Mescid-i Aksâ’yı ziyâret ettiler.
Halîfe Abdülmelik bin Mervân, Mescid-i Aksâ’nın yakınındaki arsa üzerinde “Kubbetüs-sahra Mescidi”ni yaptırdı. Zelzele yüzünden harâb olan Mescid-i Aksâ’yı, altıncı Emevî Halîfesi el-Velîd, bugünkü hâline benzeyen şekliyle yeniden yaptırdı.
Abbâsîler zamânında da bakımına ve tâmirine ihtimâm gösterildi. Halîfe Ebû Câfer Mansûr ve Mehdî bin Mansûr, Kudüs’e gelerek Mescid-i Aksâ’yı ziyâret ettiler ve tâmir ettirdiler.
Haçlılar, 1099 (H. 492)’de Kudüs’ü istilâ edince, şehri yakıp yıktılar. Pekçok Müslümânı, kadın ve çocuk demeden kılıçtan geçirdiler. Bu arada Mescid-i Aksâ’yı da yağmalayıp, tepelerine haçlar dikip, içerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler.
Sultân Salâhaddîn-i Eyyûbî, Kudüs’ü 1187 (H. 583)’de Haçlılardan kurtarıp, Mescid-i Aksâ’dan Haçları ve putları kaldırttı.
Emevîler, Abbâsîler, Eyyûbîler ve Memlûkler dönemlerinde bir ilim merkezi hâline getirilen ve pekçok İslâm âliminin yetişmesine sebep olan Mescid-i Aksâ, defâlarca tâmir gördü. Mescid-i Aksâ’nın en son bakımı ve tâmîrâtı Osmanlılar tarafından yapıldı.
Yavuz Sultân Selîm Hân, 1517 (H. 923)’de Memlûk topraklarını ülkesine katınca, Kudüs de, Osmânlı idâresine girdi. Kânûnî Sultân Süleymân Hân, Mescid-i Aksâ ve yanındaki Kubbetüs-sahrâ mescidlerini tâmîr ve tezyîn ettirdi. Daha sonraki asırlarda da, bâzı tâmirâtlar geçirdi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra Kudüs, maalesef Müslümân Türklerin elinden çıktı.
Kudüs, Osmânlı toprağıdır...
6 Kasım 2023 01:11 | Güncelleme :6 Kasım 2023 01:12
Kudüs şehri, 1517 senesinde Yavuz Sultân Selîm Hân tarafından Osmânlı topraklarına katıldı. Kânûnî Sultân Süleymân Hân, Kudüs’ün sûrlarını yaptırdı ve Kubbetüs-Sahrâ Câmiinin mozayik kaplamalarını kaldırtarak, yeşil ve sarı ile karışık mavi çini ile kaplattı. Duvarın alt kısımlarına mozaik yerine mermer kaplattı. Şehre dört büyük çeşme inşâ ettirdi.
Kubbetüs-Sahrâ Câmiinin ve Kudüs sûrlarının bugünkü hâli, Kânûnî Sultân Süleymân zamanından kalmadır. Sultân İkinci Mahmûd Hân, Kubbetüs-Sahrâ Câmii'nin yaldızlarını yeniletti ve câmiyi dışarıdan tâmir ettirdi.
Fransa Kralı Napoleon Bonaparte, Akkâ Kalesini kuşattığı zaman, bir kısım Fransız kuvvetlerini de Kudüs üzerine sevk etti. Fakat Fransızlar, Türk kuvvetlerine yenilerek geri çekildiler.
Daha sonra Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın hâkimiyetinde kaldı. Sultân Abdülmecîd Hân'ın tahta geçmesini müteâkip, 1840 senesinde yapılan bir andlaşmayla, Kavalalı Mehmed Ali Paşa Kudüs’ten çekildi. Osmânlı hâkimiyeti, Birinci Dünyâ Harbine kadar devâm etti. Harbin son safhasına kadar, Osmânlı hâkimiyetinde kalan ve müstakil bir mutasarrıflığın merkezi olan Kudüs, Aralık 1917 târihinde İngilizler tarafından işgâl edildi. Harp sona erince, Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından idârî vekâleti İngiltere’ye verilerek Filistîn’e bağlı kaldı. Şehirde Araplar ile Yahûdîler arasında birkaç defa şiddetli çatışmalar oldu. Bu arada Yahûdî topluluğunun yerleşip, yayılma çabaları da hızlandı.
Kudüs, 29 Kasım 1947’de Birleşmiş Milletler Cemiyeti tarafından Milletlerarası bir statüye kavuşturuldu. Bu karârı, Yahûdîler benimsediler, fakat Araplar buna karşı çıktılar. Bu yüzden iki topluluk arasında şiddetli çarpışmalar meydâna geldi.
14 Mayıs 1948’de İngiltere, Kudüs üzerindeki koruma rejimine son verdi. Aynı gün İsrâîl Devleti kuruldu. İsrâîl Devleti, Kudüs’ü de içine alırken, Ürdün, Filistîn’in geri kalan bölümünü, eski Kudüs şehriyle birlikte ilhâk etti. Bir müddet sonra İsrâîl hükümetinin birkaç bakanlığı Kudüs’e taşındı. 1967 Arap-İsrail (altı gün savaşı) sırasında Kudüs’ün Ürdün kesimi, İsrâîl birlikleri tarafından işgâl edildi. Kudüs’te bulunan masûm ve korumasız Müslüman-Araplara her gün akla gelmedik işkence ve zulüm yapıldı. İsrâîl parlamentosunun 30 Temmuz 1980 târihli kararıyla, Birleşik Kudüs, İsrâîl’in başkenti îlân edildi. Günümüzde aynı durum devâm etmektedir.
Filistîn’in en eski şehirlerinden olan Kudüs’ün yüzölçümü 109 km2dir. Mûsevîlerin, Hıristiyânların ve Müslümânların mukaddes saydıkları yer ve makâmlar, eski Kudüs’ün doğu kenarında, şehirden duvarlar ile ayrılmış 300x480 metre genişliğinde bir sahanlık üzerinde yer alır. Buraya “Harem-i şerîf” veya “Harem” adı verilmektedir.
1948 senesinde Kudüs’ün nüfûsunun ekseriyetini Yahûdîler teşkil ediyordu. 100.000 Yahûdî'ye karşılık, 40.000 Müslümân, 25.000 Hıristiyân olmak üzere 65.000 Arap nüfûsu vardı.
1977 senesinde Kudüs’ün 376.000 olan nüfûsunun 70.000’ini Araplar teşkil ediyordu. Bu Arapların 10.000’ini Hıristiyânlar teşkîl ediyordu...
Kuds-i şerîfin önemi...
31-10-2023 01:23 | Güncelleme : 31-10-2023 01:23
Dünkü makâlemizde, bir nebze Kuds-i şerîfin faziletinden, Hazret-i Ömer Efendimiz zamanında fethedildiğinden bahsettik. İslâmiyetin ilk yıllarında [Mekke-i mükerreme döneminde 13 sene, Medîne-i münevvere devrinde de 16 ay], Müslümânların Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kıldıklarını, Peygamber Efendimizin de (sallallahü aleyhi ve sellem) Mîrâc’a giderken Kudüs’ten göğe yükseldiğini de ifâde ettik.
Emevî Halîfesi Süleymân bin Abdülmelik ve diğer Emevî halîfeleri de, Kudüs’ün îmârı için gayret gösterdiler. Altıncı Emevî Halîfesi El-Velid, Mescid-i Aksâ’yı bugünkü hâline benzeyen şekliyle yeniden yaptırdı.
Abbâsîler zamanında da, Kudüs’ün îmârına îtina gösterildi. Abbâsî halîfeleri El-Mansûr, El-Mehdî ve El-Me’mûn Kudüs’ü ve Mescid-i Aksâ’yı tâmir ettiler. Abbâsîlerin siyâsî otoritesi zayıflayınca, Kudüs önce Tûlûnoğulları, daha sonra Eshâb-ı kirâm düşmânı Fâtımîlerin hâkimiyeti altına girdi. Fâtımîler, Ehl-i sünnet Müslümânlara zulüm ve işkence yaptıkları gibi Hıristiyân ve Yahûdîlere de işkence yaptılar. Hıristiyânların kiliselerini ve Yahûdîlerin mâbedlerini yıktılar.
Selçûklular, Fâtımi hâkimiyetine son verdikten sonra, Selçûklu komutanı Atsız, Kudüs’ü 1070 senesinde Fâtımîlerden aldı. Kudüs halkı Atsız’a başkaldırınca, Atsız burayı tekrâr kuşatıp şehri ele geçirdi. Fakat Atsız Selçûklu hükümdârı Tutuş tarafından îdâm edilerek, Kudüs bir Türkmen zâbitinin oğlu olan Sukman’a teslîm edildi.
1096 senesinde Fâtimî Sultânı El-Müsta’lî, Kudüs’ü ele geçirdiyse de, 15 Temmuz 1099’da Haçlılar istîlâ ettiler. Kudüs’ü yakıp yıktılar. Pekçok Müslümânı kadın, çocuk ve ihtiyâr demeden kılıçtan geçirdiler. Bu arada Mescid-i Aksa’yı yağmalayıp, tepelerine haçlar diktiler. İçerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler.
Sultân Salâhaddîn-i Eyyûbî, 1187 (H. 583) senesinde, Kudüs’ü Haçlılardan kurtarıp Mescid-i Aksâ’dan haçları ve putları kaldırttı. Eski hâline getirip yeni bir mihrâb yaptırdı. Salâhaddîn-i Eyyûbî, Kudüs halkına çok iyi davrandı. Vergileri indirdiği gibi, Haçlıların kilise hâline çevirdikleri câmileri eski durumlarına getirdi. Salâhaddîn Eyyûbî’den sonra Eyyûbîler arasında siyâsî anlaşmazlıklar baş gösterdi. Hıristiyânlar, bu durumu fırsat bildiler. Şâm ve Mısır Eyyûbîleri arasındaki anlaşmazlıkta, Şâm tarafını tercîh ettiler. Bu sâyede, 1244 senesinde Kudüs, tekrâr Hıristiyânların eline geçti.
Mısır Eyyûbî Hükümdârı Es-Sâlih Necmeddîn, Hârezmlileri yardıma çağırdı. Harezmliler, Sûriye’yi baştan başa geçerek Kudüs’ü ele geçirdiler. Böylece Kudüs, Mısır Eyyûbîlerinin hâkimiyetine girdi. Bundan sonra Kudüs, Müslümânlar elinde kaldı.
Fakat daha sonra Moğolların istîlâsına uğrayan Kudüs, harâbe hâline geldi. Mısır’da Eyyûbî Devletinin yerine Memlûkler geçince, Moğolları geri püskürtüp Kudüs’ü de işgalden kurtardılar. Memlûkler döneminde, Sultânın nâibi tarafından idâre edilen Kudüs, bir ilim ve irfân merkezi hâline geldi. Memlûk Sultânları, Kudüs’ün îmârına önem verdiler. Sultân Baybars, Mescid-i Aksâ’yı tamîr ettirerek şehrin kuzey-batısında fakîrleri barındırmak üzere bir hân yaptırdı. Sultân Nasîrüddîn Muhammed, Mescid-i Aksâ’nın arka kısmını mermer ile kaplattı. [İnşâallah öbür hafta da, bu mevzûya devâm edelim.]
.Müslümânların kırmızı çizgisi: Kuds-i şerîf ve Mescid-i Aksâ
30-10-2023 01:34 | Güncelleme : 30-10-2023 01:35
Kudüs, Filistîn’de bulunan, hem Mûsevîler ve Hıristiyânlar, hem de Müslümânlarca mukaddes kabûl edilen ve içerisinde Mescid-i Aksâ’nın da bulunduğu bir şehirdir.
Müslümânlar, İslâmiyetin ilk yıllarında [Mekke-i mükerreme döneminde 13 sene, Medîne-i münevvere devrinde de 16 ay], Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kıldılar. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de Mîrâc’a giderken Kudüs’ten göğe yükseldi.
İbrâhîm aleyhisselâmın oğlu İshâk ve torunu Yâkub aleyhisselâm, içinde Kudüs şehrinin de bulunduğu Ken’ân diyârında yaşadılar. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını, bu bölgenin insanlarına anlattılar.
Bir ismi de “İsrâîl” olan “Yâkûb” aleyhisselâm, oğlu Yûsuf aleyhisselâm Mısır’a Mâliye nâzırı olunca, diğer oğullarıyla birlikte, Kudüs’ün bulunduğu bölge olan Ken’ân diyârından ayrılıp Mısır’a gittiler ve oraya yerleştiler.
Hem Peygamber, hem de hükümdâr olan Dâvûd aleyhisselâm, Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın inşâsını başlattı. Mescidin temelini attı, bir adam boyu kadar yükselince, inşâatın tamamlanmasını, oğlu Süleymân aleyhisselâma vasıyyet etti.
Dâvûd aleyhisselâmın vefâtı üzerine, 12 veya 13 yaşında sultân, daha sonra Peygamber olan Süleymân aleyhisselâm, babasının hâzırlattığı temeller üzerine, Mescid-i Aksa’yı (Beyt-i Makdis’i) yedi yılda yaptırdı.
638 (H. 16) senesinde Hazret-i Ömer Kudüs’ü muhâsara etti. Hıristiyânlar cizye vermeyi kabûl ederek, Müslümânların himâyesine girdiler. Hazret-i Ömer’e, Kudüs’ün anahtarlarını bizzât kendileri teslîm ettiler. Böylece kendi devletleri olan Bizans’ın ağır vergi ve işkencelerinden, eziyet ve cefâlarından ve zulümlerinden kurtuldular. Çok kısa zamanda düşmân zannettikleri Müslümânlardaki adâlet ve merhameti açıkça gördüler. İslâmiyetin iyilik ve güzelliği emreden, insanları dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşturan bir dîn olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama olmadan bölük bölük, mahalle mahalle İslâmiyeti kabûl ettiler.
Kudüs’ü fethedip İslâm topraklarına katan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), İlya (Kudüs) ahâlîsine bir emân mektûbu verdi. Kudüs’e ilk yerleşen Müslümânlar Medîneliler oldular. Eshâb-ı kirâmdan Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh), Kudüs’ün ilk vâlî ve kâdısı oldu.
Hazret-i Osmân’ın halîfeliği sırasında, Kudüs’ün zengin sebze tarımından elde edilen geliri, fakîr halk için tahsîs edildi.
Emevîler devrinde, Hazret-i Muâviye, ilk olarak burada halîfe olarak tanındı. Emevî halîfelerinden Abdülmelik bin Mervân, Peygamber Efendimizin Mîrâc’a yükselirken, üzerine bastığı ve üzerinde mübârek ayak izi bulunan Hacer-i muallakın üzerine Kubbetüs-sahra Câmii'ni yaptırdı. [Konumuza inşâallah yarın da devâm edelim.]
.“Mazlûm kardeşine yardım et”
24-10-2023 01:50 | Güncelleme : 24-10-2023 01:51
Cenâb-ı Hak, zulmün yerine adâleti ikâme etmiştir. Bir âyet-i kerimede buyurmuştur ki: “Biz sana, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği gibi hüküm vermen için hakîkatin ifâdesi olan bu vahyi indirdik. Sakın hâinlere taraftâr olma.” (Nisâ, 105)
Diğer bir âyet-i kerîme meâli de şöyledir: “Düşmânlık ancak zâlimlere karşıdır.” (Bakara, 193)
Allahü teâlâ, 2 şeyin cezâsını, bu dünyâda veriyor; âhırete tehîr etmiyor: Ana-babaya ısyân ve zulüm.
Sevgili Peygamberimiz, “Allah’a yemîn ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mâni olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allahü teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir. Sonra da İsrâîloğullarına la’net ettiği gibi, size de la’net eder” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Sünen, Kitâbu’l-Melâhim 17)
Yine Peygamber Efendimiz, “Bir kimse, bir kişinin zâlim olduğunu bildiği hâlde, zâlime yardım maksadıyla onunla birlikte adım atarsa, İslâmdan çıkmış olur” îkâzını yapmıştır. Ya’nî bu davranış, gayr-i İslâmî bir hareket tarzıdır. Zâlimlere destek olmak, zulümlerine ortaklık etmek, hakîkî Müslümânların, vicdân ve insâf sâhibi insanların yapacakları bir iş değildir.
Dünyânın en âdil devlet başkanlarından biri olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): “el-Adlü esâsül-mülk=Adâlet, mülkün temelidir” buyurmuştur. Zâten bu temeli dinamitleyen, mülkün zevâline sebep olan ise zülümdür. Atalarımız: “Zülümle âbâd olanın, akibeti berbâd olur” demişlerdir.
Peygamber Efendimiz, “Benden sonra ümmetim için üç şeyden korkarım. İmâmların (devlet adamlarının) zulmetmelerinden, ümmetin nücûma (yıldız falına) inanmalarından ve kaderi yalanlamalarından” buyurmuştur.
“Huccetül-İslâm İlmihâli” isimli kıymetli kitâbın müellifi Süleymân bin Cezâ (rahmetullahi aleyh): “Ey oğul! Şakîlerin (kötü kimselerin) alâmeti sende bulunmasın. Bu alâmetlerin evveli zulmetmektir. Zulüm üç kısımdır. Birincisi: Allahü teâlâya âsî olmak; İkincisi: zulmeden kimselere yardım etmek; Üçüncüsü de: kendi emri altında bulunanlara ezâ-cefâ etmek, onların ibâdet yapmalarına mâni olmak. Bu üç çeşit zulmü işleyenlerin varacakları yer Cehennem'dir” şeklinde çok önemli bir tenbîh ve îkâzda bulunmaktadır.
Buyük âlimlerimizden Ebû Saîd Muhammed Hâdimî (rahimehullah): “Her Müslümân hem îmânını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir. Fakat sevmediklerine de kötülük ve zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bid'at sâhiplerine de tatlı dil ve güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketten kurtulmalarına, seâdete kavuşmalarına çalışmalıdır” buyuruyor.
Harput’lu Hacı Ömer Efendi ise, “Sana zulmedeni affet. Amelinle mağrûr olmaktan sakındığın gibi, ilimle gurûrlanmaktan da sakın. Yakınının, fakîrin ve komşunun hakkını gözet. Konuşmadan hoşlanmayanın yanında konuşma. Mazlûm kardeşine yardım et. Zamânını iyi değerlendir” buyurmuştur.
.Zulmün her çeşidi haramdır!
23-10-2023 01:08 | Güncelleme : 23-10-2023 01:09
Malûm olduğu üzere “Zulüm”: “Adâlet”in zıddıdır; “Adâletsizlik, adâletin sınırını aşmak, haksızlık, başkasının hakkına tecâvüz etmek; bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak” gibi ma’nâlara gelmektedir. Mukaddes dînimiz İslâmiyette “zulüm”, kimden gelirse gelsin ve kime karşı yapılırsa yapılsın, kesin sûrette harâm kılınmıştır. Yüce Rabbimiz, bir hadîs-i kudsîde buyurmuştur ki: “Ey kullarım! Ben, kendi nefsime zulmü harâm kıldım; onu sizin aranızda da yasakladım; birbirinize zulüm yapmayınız...” (Müslim, Sahîh, Kitâbu’l-Birr 55)
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, her mahlûka karşı yapılacak olan her çeşit zulmü yasaklamış, zâlimleri korkunç azap ve âkıbetlerle tehdîd etmiş, onların aslâ yâr ve yardımcıları olmayacağını da belirtmiştir. Haksıza ve haksızlığa karşı, hakkın ve haklının yanında yer almak; zâlime hasım, mazlûma da yardımcı olmak, Müslümânın olmazsa olmaz vasıflarındandır. Cenâb-ı Hak, “Zâlimlere en ufak meyil göstermeyin, yoksa size de ateş dokunur” (Hûd, 113) buyurmuştur. Zâlimden yana olmak, bir nevi Allah’a karşı olmak demektir.
Bütün Peygamberler, dâimâ zâlimlerin ve zorbaların karşılarında olmuşlardır. Muhtelif dönemlerde, Allah’ın Peygamberleri; mazlûmlara kan kusturan, başkalarının alın teri, kan ve gözyaşları üzerine saltanat kurmaya çalışan Nemrûd, Fir’avun, Hâmân, Kârûn, Ebû Leheb ve Ebû Cehil gibi zulüm cephesinin elebaşlarının, küfür önderlerinin karşılarına dikilmişlerdir.
Bilindiği üzere, İslâm’da cihâdın gâyesi, zulmü ortadan kaldırmaktır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte, “Cihâdın en fazîletlisi zâlim sultânın karşısında hakkı söylemektir” buyurulmuştur. (İbn-i Mâce, Sünen, Fiten 20)
Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfinde de şöyle buyurmuştur:
“Zâlim de olsa, mazlûm da olsa kardeşinize yardım ediniz.” Sahâbe-i kirâm, “Yâ Resûlallah! Mazlûma yardım edelim, ama zâlime nasıl yardım edeceğiz?” diye suâl ettiler. O da, “Zâlimin zulmüne mâni olursunuz; bu da ona yardımdır” buyurdu. [Buhârî]
Yüce Allah, mühlet ve fırsat verir, fakat aslâ ihmâl etmez. Nitekim bir âyet-i kerimede: “Zâlimler aslâ felâh bulmazlar” (En’âm, 21) buyurulmuştur.
Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Hiç şüphesiz Allah, zâlime mühlet verir, yakalayınca da kaçmasına fırsat vermez.” (Müslim, Sahîh, Kitâbu’l-Birr 61)
Başka bir âyet-i kerîmede (meâlen) şöyle buyurulmuştur: “Allahü teâlâ kullarına zulmetmez (haksızlık etmez). Onlar kendilerini azâba, acılara sürükleyen (bozuk düşünceleri,) çirkin işleri ile kendi kendilerine zulm ve işkence ediyorlar.” (Nahil, 33)
Atalarımız “Hâşâ zulmetmez kuluna Hudâsı,/Herkesin çektiği kendi cezâsı” diye boşuna söylememişlerdir.
.İstanbul'daki tarihî eserler...
17-10-2023 01:25 | Güncelleme : 17-10-2023 01:25
İstanbul; krallara taç giydiren, sultânları kucaklayan bir şehirdir. Dünyâ çapında bir târih ve kültür başkenti idi, kezâ zamanının en büyük İslâm devletinin de başkenti idi.
Târihçi Yılmaz Öztuna diyor ki [Türkiye Gazetesi - 04 Temmuz 2009 Cumartesi, Başyazı]:
İstanbul, Büyük Konstantin tarafından 11 Mayıs 330’da, Roma Cihân İmparatorluğunun taht şehri (başşehir=başkent) ilân edildi. 29 Mayıs 1453’e kadar 1123 yıl, 19 gün, Roma ve Bizans İmparatorluklarının taht şehri olarak kaldı.
Osmânlı Türk Cihân İmparatorluğunun taht şehri olması, 18 Kasım 1922’ye kadar 469 yıl, 5 ay, 20 gündür. Bu sûretle toplam 1592 yıl, 6 ay, 9 gün İmparatorluk pâyitahtı/taht şehri oldu.
Cihân İmparatorlukları buradan yönetildi. Hılâfet’in (halîfeliğin) taht şehri olması ise, 29 Ağustos 1516’dan 3 Mart 1924’e kadar 407 yıl, 6 ay ve 5 gündür. İşte İstanbullu, böylesine bir beldenin hemşehrîsi, sâkini olmakla müftehirdir, iftihâr etmektedir.
İstanbul deyince evvelâ hâtıra, İstanbul’un ma’nevî sultânı Hâlid bin Zeyd gelir. Onun künyesi “Ebû Eyyûb”dur. Medîneli Müslümânlardan olduğu için “Ensârî” nisbesiyle meşhûr olmuştur. 670 (H. 50) senesinde İstanbul’da şehîd oldumuştur. Peygamber Efendimizin “mihmândârı” olmuştur; yâni Mescid yapılıncaya kadar, onu yedi ay evinde misâfir eden sahâbîdir.
Peygamber Efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret etmeden önce bi’setin, yâni Peygamberliğinin bildirilmesinin 11. (onbirinci) senesinde Müslümân oldu. İkinci Akabe bîatinde bulunarak Resûlullah Efendimizin sohbetiyle şereflendi. Böylece Eshâb-ı kirâm ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb da Müslümân olup, Peygamber Efendimize hizmetle şereflendi.
Ebû Eyyûb-i Ensârî; Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde), Resûlullah Efendimizin yanında bulundu ve hayır duâlarına kavuştu. Birçok muhârebede “alemdarlık=sancakdârlık=bayraktârlık” hizmeti ile şereflendi.
Hâlid bin Zeyd Hazretleri, Cemel ve Sıffîn vak’alarında, Hazret-i Ali’nin yanında bulundu. Onun kumandânları arasında yer aldı. Sûriye ve Filistîn muhârebelerinde, Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde bulundu.
Bilindiği üzere, Kur’ân-ı kerîmde “Fetih sûresi”nin 1. âyet-i kerîmesinde “fethan mübînâ” lafızlarıyla Mekke-i mükerremenin fethi mevzû-i bahis edilmiştir. “Feth-i mübîn” terimi, edebiyâtımızda bir de “İstanbul’un fethi” için kullanılmıştır. Buna dâir pekçok makâle ve şiir de yazılmıştır.
Ebû Eyyûb (radıyallahü anh), ihtiyâr olduğu hâlde, Hazret-i Muâviye’nin, 670 (H. 50) senesinde İstanbul’un fethi için teşkîl ettiği orduya da katıldı. Süfyân bin Avf-ı Ezdî kumandasındaki bu ordu ile İstanbul’u almaya geldi.
Peygamber Efendimizin; “Kostantîniyye’de kalenin yanında sâlih bir insan defnolunacaktır” hadîs-i şerîfini rivâyet etti ve “Şâyet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin” diyerek vasiyet etti. Sonra mübârek rûhunu teslim ederek şehîd oldu. [Cenâb-ı Hak, hepimizi onun şefâatlerine nâil eylesin inşâallah.]
.
Kısa bir İstanbul seyâhati...
16-10-2023 01:37 | Güncelleme : 16-10-2023 01:38
8 Ekim 2023 Pazar günü, “İhlâs Vakfı Emîr Sultân Yurdu”nun organize ettiği, sâdece erkeklere mahsûs, günübirlik, “Baba-Oğul, Dede-Torunİstanbul Seyâhati”ne âcizâne ben de katıldım. Emeği geçen kardeşlerimize, ben de, ayrı ayrı teşekkür ediyorum. [Daha önce de sâdece hanımlara mahsûs seyâhat yapıldığı bilgisini de aldım.]
Türkiye’nin her tarafından gelen misafirlerle (125 kişi), 5 minibüsle, deryâdan damla misâli birkaç yer gezildi. Ayasofya-i Kebîr Câmii, Sultân Ahmed Câmii, Yeraltı Câmii, Arab Câmii, Mehmed Emîn Tokâdî Türbesi, Kaşğârî Câmii, Eyyûb Sultân Câmi ve Türbesi ziyâret edilen yerler arasındaydı. Buralar hakkında, misafirlere, âcizâne bendeniz kısa kısa bilgiler vermeye çalıştım...
Bilindiği üzere, İstanbul’da câmiler, medreseler, kütüphâneler, türbeler, aşevleri, hamâmlar, saraylar, çeşmeler, konaklar, surlar, kemerler, kervânsarâylar vesâire yüzlerce-hattâ binlerce gezilecek-görülecek mekân var.
Türkiye gazetesi ile promosyon olarak verilen “İstanbul Evliyâları” isimli 2 cildlik eserde [478+478 sayfa] (77+107=184 biyografi) var.İstanbul’da yatan pekçok Sahâbe, Ulemâ ve Evliyâ türbesi var. 29 Osmânlı Sultânı, pekçok sadrazam, vezîrler, daha birçok meşhûr zât İstanbul’da yatıyor. İstanbul anılınca, hemen hâtıra Eyüp Sultân, Peygamber Efendimizin süt kardeşi Şeybetü’l-Hudrî gibi Sahâbe-i kirâm gelir ve yine Murâd-ı Münzevî, Mehmed Emîn Tokâdî, Abdülfettâh-ı Akrî, Azîz Mahmûd Hüdâyî, Sünbül Efendi, Merkez Efendi, Beşiktâşlı Yahyâ Efendi gibi nice büyük zâtlar da hâtıra gelmektedir.
Peygamber Efendimiz, İstanbul’u fethedecek kumandânı ve orduyu, asırlar öncesinden müjdelemiştir. Bu müjdeye lâyık olabilmek için, milyonlarca Müslümân İstanbul yollarına düşmüştür. [İstanbul’un fethini müjdeleyen hadîs-i şerîf hakkında, Fakültemizden emekli bir hadîs profesörü arkadaşımız, Ahmed İbn-i Hanbel hazretlerinin “Müsned”i, Ebû Abdillah el-Hâkim en-Neysâbûrî’nin “el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn”i, İmâm Buhârî’nin “et-Târîh”i başta olmak üzere, 19 kaynak zikretmiştir. İstanbul İlâhiyât’taki diğer bir hadîsçi meslektaşımız ise kaynakları 24’e ulaştırmıştır.]
İstanbul hakkında, onlarca-yüzlerce ilâhî, kasîde, gazel, şiir, şarkı, türkü söylenmiş; kitap ve makâle yazılmış; pekçok araştırma yapılmıştır. [Şiir Antolojilerine bakılacak olursa, İstanbul hakkında yüzlerce şiir yazıldığını görürüz.]
Şâir Nedîm, şu şiiri boşuna söylememiştir: “Bu şehr-i Stanbûl ki/Bî-misl ü behâdır/Bir sengine yekpâre/Acem mülkü fedâdır.”
Türkmenlerin bir atasözü var: “İstabul’u görmegen, âleme gelmegen” diyorlar.
Dârulfünûn müderrislerinden Seyyid Abdülhakîm Efendi “İstanbul’un kulübesi, Anadolu'nun köşkünden evlâdır” demektedir.
Onun talebesi Sultânüş-şuarâ Necip Fâzıl Kısakürek de “Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyâr” demiştir.
.İnsan, İslâmiyetle azîz olur
10-10-2023 02:00 | Güncelleme : 10-10-2023 01:38
Allahü teâlâ, dünkü makâlemizde de belirttiğimiz gibi, Âdem aleyhisselâmdan beri insanları ebedî saâdete kavuşturmak için Peygamberler göndermiştir. Peygamberler de, insanları kurtuluşa dâvet etmiş, doğru olan yolu, çektikleri bütün sıkıntı ve eziyetlere rağmen bıkmadan, yılmadan anlatmışlardır.
Sevgili Peygamberimizin, 23 senede, 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı bir ümmet" meydâna getirmesi, onların da 30-40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdûd imkânlarla Endülüs'ten Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, medeniyet-adâlet, nûr ve hidâyet götürmeleri ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
Hazreti Ömer Efendimiz (radıyallahü anh) "Biz, en zelîl bir kavim idik; Allahü teâlâ, bizi İslâmiyetle azîz eyledi" buyurmuştur.
Peygamberimizin âhirete irtihâlinden sonra, onlara tâm tâbi olan, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu, ma’nevî sırlar sâhibi âlim ve velî zâtlar, her memlekette ve her devirde bulunmuş ve insanların dîn ve dünyâ saâdetine ulaşmaları için çalışmışlardır.
Onbeş asırdır Müslümânlara rehberlik etmiş, onlara doğruları öğretmiş, kendileri de eksiksiz İslâmî birer hayât yaşamış bulunan Ulemâ ve Evliyâ-yı kirâmın hâl tercümeleri yanî biyoğrafileri muhtelif kitaplarda genişçe anlatılmaktadır.
Bu büyük âlim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, hayâtları örnek alınan kimseler olmuşlardır. Şüphesiz ki, iyi insanların hayâtları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır.
İslâm ve Türk târihi boyunca sultânlar, pâdişâhlar doğruyu onlarla bulmaya çalışmışlar, hakîkî (yanî ma’nevî) sultânların onlar olduklarını görmüşler, onların nasîhatleri ile devlete, millete ve insanlığa faydalı olmaya çalışmışlardır. Târih boyunca insanlığa huzûrlu devirler yaşatmış olan Emevîler, Abbâsîler, Karahânlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Bâbürlüler, Selçûklular, Osmânlılar ve daha birçok İslâm devletinin sultânları, hep bu büyüklerin rehberliğinde hizmete devâm etmişler, yeri gelince atlarının arkalarından gitmişler, bazan onlarla berâber savaşlara katılmışlardır. Onlar, duâ ordularının kumandânları ve dertlerin ma’nevî tabîbleridirler. Allahü teâlâ buyurmuştur ki (meâlen):
“Biz, Kur’ân’ı sâdece, onunla Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinle (indirip okutarak) kolaylaştırdık.” (Meryem, 97)
“Biz, Kur’ân’ı yabancı bir dil ile göndermiş olsaydık, mahakkak derlerdi ki, onun âyetleri niçin açık beyân olunmadı? Bu ne? Dil yabancı, muhâtab Arab.” (Fussılet, 44)
“Andolsun biz, Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık…” (Kamer, 17, 22, 32, 40) âyetlerinin yanında, Kur’ân-ı kerîmde “ve-zekkir…” (Zâriyât, 55) “Hâtırlat, öğüt ver, çünkü öğüt, hâtırlatma, mü’minlere fayda verir” buyuruluyor.
.İnsan, İslâmiyetle azîz olur
10-10-2023 02:00 | Güncelleme : 10-10-2023 01:38
Allahü teâlâ, dünkü makâlemizde de belirttiğimiz gibi, Âdem aleyhisselâmdan beri insanları ebedî saâdete kavuşturmak için Peygamberler göndermiştir. Peygamberler de, insanları kurtuluşa dâvet etmiş, doğru olan yolu, çektikleri bütün sıkıntı ve eziyetlere rağmen bıkmadan, yılmadan anlatmışlardır.
Sevgili Peygamberimizin, 23 senede, 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı bir ümmet" meydâna getirmesi, onların da 30-40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdûd imkânlarla Endülüs'ten Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, medeniyet-adâlet, nûr ve hidâyet götürmeleri ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
Hazreti Ömer Efendimiz (radıyallahü anh) "Biz, en zelîl bir kavim idik; Allahü teâlâ, bizi İslâmiyetle azîz eyledi" buyurmuştur.
Peygamberimizin âhirete irtihâlinden sonra, onlara tâm tâbi olan, Allahü teâlânın sevgisi ile dolu, ma’nevî sırlar sâhibi âlim ve velî zâtlar, her memlekette ve her devirde bulunmuş ve insanların dîn ve dünyâ saâdetine ulaşmaları için çalışmışlardır.
Onbeş asırdır Müslümânlara rehberlik etmiş, onlara doğruları öğretmiş, kendileri de eksiksiz İslâmî birer hayât yaşamış bulunan Ulemâ ve Evliyâ-yı kirâmın hâl tercümeleri yanî biyoğrafileri muhtelif kitaplarda genişçe anlatılmaktadır.
Bu büyük âlim ve velîler, kendi asırlarında olduğu gibi, zamanlarından sonra da dâimâ sevilen ve sayılan, hayâtları örnek alınan kimseler olmuşlardır. Şüphesiz ki, iyi insanların hayâtları öğrenildikçe, iyilerin adedi artacaktır.
İslâm ve Türk târihi boyunca sultânlar, pâdişâhlar doğruyu onlarla bulmaya çalışmışlar, hakîkî (yanî ma’nevî) sultânların onlar olduklarını görmüşler, onların nasîhatleri ile devlete, millete ve insanlığa faydalı olmaya çalışmışlardır. Târih boyunca insanlığa huzûrlu devirler yaşatmış olan Emevîler, Abbâsîler, Karahânlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Bâbürlüler, Selçûklular, Osmânlılar ve daha birçok İslâm devletinin sultânları, hep bu büyüklerin rehberliğinde hizmete devâm etmişler, yeri gelince atlarının arkalarından gitmişler, bazan onlarla berâber savaşlara katılmışlardır. Onlar, duâ ordularının kumandânları ve dertlerin ma’nevî tabîbleridirler. Allahü teâlâ buyurmuştur ki (meâlen):
“Biz, Kur’ân’ı sâdece, onunla Allah’tan sakınanları müjdeleyesin ve şiddetle karşı çıkan bir topluluğu uyarasın diye senin dilinle (indirip okutarak) kolaylaştırdık.” (Meryem, 97)
“Biz, Kur’ân’ı yabancı bir dil ile göndermiş olsaydık, mahakkak derlerdi ki, onun âyetleri niçin açık beyân olunmadı? Bu ne? Dil yabancı, muhâtab Arab.” (Fussılet, 44)
“Andolsun biz, Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık…” (Kamer, 17, 22, 32, 40) âyetlerinin yanında, Kur’ân-ı kerîmde “ve-zekkir…” (Zâriyât, 55) “Hâtırlat, öğüt ver, çünkü öğüt, hâtırlatma, mü’minlere fayda verir” buyuruluyor.
.Hak ile bâtılın mücâdelesi...
09-10-2023 02:00 | Güncelleme : 09-10-2023 01:40
Allahü teâlâ, pekçok hikmetlere mebnî, babamız Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) ile vâlidemiz Hazret-i Havvâ (radıyallahü anhâ)’yı, Cennetten çıkarıp dünyâya göndermiştir.
Bilindiği üzere, Allahü teâlâ, beşeriyeti, daha ilk insandan i’tibâren muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, kılavuzsuz, öndersiz, muktedâ bihsiz, rol modelsiz bırakmamıştır. İlk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem'den sonra, yeryüzüne nice Nebîler, Resûller ve Ülü'l-Azm Peygamberler gönderilmiştir.
Cenâb-ı Hak, bütün zaman dilimlerinde, muhtelif coğrafyalarda, pekçok kavme Peygamberler göndermiş; onlar da insanlara, O’nun emir ve yasaklarını teblîğ etmişler, îmân-küfür, hidâyet-dalâlet, hak-bâtıl, hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin, nûr-zulmet her şeyi bildirmişlerdir.
Allahü teâlânın, kullarına, râzı olduğu yolu göstermek için, çeşitli kavimlere, zaman zaman Peygamberler gönderdiği, akl-ı selîm sâhibi herkes tarafından kabûl edilecek olan çok açık bir husûstur.
Muhammed aleyhisselâmı, son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinnîlere göndermiştir. O, her zamanda, her memlekette yanî dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan, onun üstünde değildir.
Şurası muhakkak ki, ilk Peygamber Hazret-i Âdem'den (aleyhisselâm) son Nebî ve Resûl Hazret-i Muhammed Mustafâ'ya (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar, dâimâ hak ile bâtıl mücadelesi devâm edegelmiştir. İnsanları, dünyâda ve âhırette seâdete, selâmete, felâha ve necâta ulaştırmak için gönderilen Peygamberlere (aleyhimü's-selâm) -küçük gruplar hâlinde olsun, büyük topluluklar hâlinde olsun- dâimâ karşı çıkanlar olmuş, bu mücâdele son ve en üstün Peygamber Muhammed aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm’a kadar devâm etmiştir; hak-bâtıl mücâdelesi hâlen de devâm etmektedir.
Şüphe yok ki, Allahü teâlânın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına riâyet ederek yaşayan ferdler, âileler ve cemiyetler, çok huzûrlu, gâyet müreffeh birer hayât içerisinde olmuşlar, herkes adâlet, emniyet ve huzûr içerisinde, son derece medenî bir şekilde yaşamıştır.
Bizim mukaddes dînimizde, Peygamber Efendimizin teblîğâtında, yine çok zengin olan kültürümüzde ve yüksek medeniyetimizde, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, İslâmiyete ve Müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmek olmuştur.
Sevgili Peygamberimiz “Ben, ancak bir muallim olarak gönderildim” buyurmuştur. Peygamberimiz, İslâm esâslarını öğretmek üzere çeşitli kabîlelere muhtelif öğretmenler göndermiştir.
Burada, zaman zaman sayıları 70'e kadar varan “Eshâb-ı suffe”yi hâtırlamalıyız. Onlar, bazen kabîlelere öğretmen olarak gitmişler, gerektiğinde de harplere mücâhid olarak katılmışlardır.
Şüphe yok ki, Sahâbe-i kirâm ve Tâbiîn devrinden başlayarak geniş İslâm dünyâsı içinde birçok âlim ve velî gelip geçmistir...
.Peygamberimiz bizler için bir baba gibidir...
03-10-2023 02:00 | Güncelleme : 03-10-2023 01:56
Peygamber Efendimizin, doğru sözlü, yüksek ahlâklı olduğunu bildikleri hâlde, kibir ve inâtları sebebiyle, yüz çevirdiler ve düşmân kesildiler. Hattâ orada, “Şu arkamdaki dağın arkasında, üzerinize baskın yapmak üzere bekleyen bir süvârî birliği var desem, bunu tasdîk eder misiniz?” diye sorduğunda, “Evet, senden bugüne kadar yalan bir söz duymadık” dediler.
Sevgili Peygamberimiz, bu da’vetlerden sonra nerede bir kimse veya bir topluluk görse, onlara İslâm'ı anlatırdı. Böylece hakîkî kurtuluşun, nefse uymaktan vazgeçmekle, zulümden, haksızlıktan ve her türlü kötü işlerden uzaklaşmakla ve Allahü teâlâya îmân etmekle mümkün olacağını bildirirdi.
Tabîî ki, nefislerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve azgınlıkta aşırı gidenler buna şiddetle karşı çıktılar. Bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler. O'na ve inananlara düşmân oldular.
Bilindiği üzere va’z, bir da’vettir. [Peygamberimize, yakınlarını İslâma da’vetle ilgili âyet-i kerîme gelince, amcazâdesi Hazret-i Ali’yle, amcası Ebû Tâlib’in evine, yakınlarını çağırtmasını dün zikrettik.]
Yine va’z bir emr-i ma’rûftur. [Âl-i Imrân sûresindeki “En hayırlı ümmet”le ilgili âyet-i kerimede, Eshâb-ı kirâmın emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaptıkları zikredilmiştir.]
Va’z aynı zamanda bir tezkîrdir. [Bu konuda âyet-i kerîmeler var: Kâf , 45; Zâriyât, 55; A’lâ, 9-10; Ğâşiye, 21-22 gibi.] [Da’veti alenî olarak yapmasıyla ilgili âyet-i kerîmenin gelmesiyle aldığı tavrı da dün zikretmiştik. Safâ Tepesi'ne muhtelif kavimleri çağırmıştır.]
Burada, Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) birkaç hadîs-i şerîfini nakledebiliriz:
"Allah'ın, benimle gönderdiği hidâyet ve ilim, bol yağmura benzer ki, o yağmurun isâbet ettiği yerin bir kısmı, suyu içen kuvvetli bir toprak olup bol ot bitirir. Bir kısmı da su içmeyen katı yer olup suyu biriktirir ve muhâfaza eder de, Allahü teâlâ, o su ile insanları faydalandırır; insanlar ondan içerler, hayvânlarını sularlar ve onunla ekerler biçerler. Yine o yağmur öyle bir yere isâbet eder ki, orası düz ve kaypaktır; ne su tutar, ne de ot bitirir.
İşte bu, Allah'ın dînini anlayan ve Allahü teâlânın benimle gönderdiği hidâyet ve ilimden faydalanan ve onları bilip (öğrenip) başkalarına da öğreten kimse ile buna kulak asmayan, benim getirdiğim hidâyeti kabûl etmeyen kimsenin benzeridir." (Buhârî, Müslim)
"Benim ve sizin benzeriniz, ateş yakan ve ateşine pervâne ve çekirgeler düşmeya başlayınca, onları menetmeye çalışan kimse gibidir. Ben, sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum; hâlbuki siz benim elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz." (Müslim)
"Ben, sizin için bir baba gibiyim; bilmediklerinizi öğretiyor, sizi terbiye ediyorum." (Ebû Dâvûd, Nesâî
.Peygamberimizin İslâmiyeti teblîği
02-10-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 01:58
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Müddessir sûresi”nin nâzil olmasıyla, insanları İslâm dînine da’vete başlamıştı. Bu da’veti gizli yapıyordu. Bir müddet sonra da: "Yakın akrabânı Allahü teâlânın azâbı ile korkutarak, onları hak dine çağır" (Şuarâ sûresi, 214) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz, akrabâsını dîne da’vet etmek için Hazret-i Ali'yi gönderdi ve hepsini amcası Ebû Tâlib'in evine çağırdı.
Orada söze başlayıp: "Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallahi, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (ya’nî bu dînden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi, dile kolay gelen, mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye da’vet ediyorum. O da: "Allah'dan başka ilâh olmadığına ve benim O'nun kulu ve Resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir. Allahü teâlâ, bana, sizi buna da’vet etmemi emretti. O hâlde, hanginiz benim bu da’vetimi kabûl eder ve bu yolda yardımcım olur?" buyurdu.
Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber Efendimiz, bu sözlerini üç defa tekrârladı. Her söyleyişinde, Hazret-i Ali ayağa kalkıyordu. Üçüncü defasında: "Ya Resûlallah! Her ne kadar ben, bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum" dedi. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Ali'nin elinden tutup çıktı. Diğerleri hayret içinde dağıldılar.
Bi'setin dördüncü yılında Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Meâlen: "(Ey Habibim!) Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla, hak ile bâtılın arasını ayır. Müşriklerden yüz çevir! (Onların sözlerine iltifât etme)" İlâhî emri gelince, Sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm'a da’vet etmeye başladı.
Bir gün Safâ tepesine çıkıp "Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!" buyurdu. Hattâ İbn-i İshâk ve İbn-i Hişâm’ın “es-Sîretü’n-Nebeviyye” isimli eserlerinde zikrettiklerine göre, “Ey Benî Hâşim”, “Ey Benî Fihr”, “Ey Benî Adiyy”… gibi kabîleleri teker teker ismen çağırdı.
Kabîleler toplandıktan sonra da "Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?" buyurunca, hepsi birden "Hayır işitmedik" dediler.
Onun üzerine buyurdu ki: "Allahü teâlâ, bana Peygamberlik ihsân etti ve beni size Peygamber olarak gönderdi. Beni tasdîk eder misiniz?”
Sonra da "(Ey Habîbim!) Onlara de ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın Resûlüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sâhibi ve idârecisidir. O'ndan başka ibâdete müstehak kimse yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O'dur…" meâlindeki A'râf sûresinin 158. âyet-i kerîmesini okudu.
Dinleyenlerden, amcası Ebû Lehep kızarak "Kardeşimin oğlu dîvâne olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dînimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz" diye küfürde direterek bağırdı.
Bilindiği üzere, bu hâdise üzerine, Mesed (Ebû Leheb) sûresi indi. Sûrenin başında “Ebû Leheb’in 2 eli kurusun; nitekim kurudu da…” lafızları yer aldı.
Orada bulunanlar dağıldılar ve maalesef hiç kimse îmân etmedi, bu yüksek şerefle nasiplenemediler...
.Resûlullah'ı övmek ve mevlid kasideleri
26-09-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:36
Peygamber Efendimizi (sallallahü aleyhi ve sellem) öven çeşitli “Mevlid kasideleri” vardır. Meşhûr olan ve Türkiye’de sık sık okunan “Mevlid kasîdesi”ni merhûm Süleymân Çelebi, 15. asırda yazmıştır. Mevlid-i şerîf okumak, Resûlullahın dünyâya gelişini, hayâtını, mirâcını anlatmak, Onu hâtırlamak, Onu övmek demektir.
Dünkü makâlemizde, Peygamber Efendimiz hakkında, Şemseddîn Sâmî beyin “Kâmûsü’l-A’lâm”ından birkaç cümle nakletmiştik. Bugün birkaç kelime daha nakledelim:
“…Muhammed aleyhisselâm 40 yaşında iken, Cebrâîl ismindeki melek gelerek, bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olduğunu bildirdi. En evvel Hazret-i Hadîce, sonra Hazret-i Ebû Bekr ve henüz çocuk olan Hazret-i Alî ve Hazret-i Zeyd bin Hârise (radıyallahü anhüm) îmân ettiler. 43 yaşında iken herkesi, açıktan dîne da'vet etmesi emrolundu. Müşrikler, [ona ve diğer Müslümânlara çok] ezâ, cefâ ettiler.
52 yaşında iken “İsrâ” ve “Mi'râc” mu’cizesi vukû buldu. 53 yaşında iken, Allahü teâlânın izni ile Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret etti. Mîlâdın 622. senesi Eylül ayının 20. ve Rebîul-evvelin 8. (Pazartesi) günü, Medîne'nin Kubâ köyüne geldi. Hazret-i Ömer, Halîfe iken, bu senenin Muharrem ayının 1. günü, "Hicrî-kamerî" sene başı kabûl edildi.
Kâfirlere karşı gazâ ve cihâd yapılması emredilince, [ilk olarak] hicretin 2. senesinde "Bedir gazâsı" yapıldı. 950 kâfirden 50 kişi katl ve 44'ü esîr edildi. [70 kişinin öldürüldükleri, 70 kişinin de esîr edildikleri rivâyeti de vardır.]
3. senede "Uhud gazâsı" oldu. Kâfirler 3.000, Müslümânlar 700 kişi idiler. 75 sahâbî şehîd oldu. Bu senede, kadınların örtünmelerini emreden âyet-i kerîmeler nâzil oldu. 4. senede "Hendek gazâsı", 5. senede "Benî Mustalak gazâsı" yapıldı. 6. senede "Hayber gazâsı" ve Hudeybiye’de "Bîatü’r-rıdvân" anlaşması oldu. 7. senede Bizans hükümdârı Kayser'e ve İrân şâhı Kisrâ'ya İslâma da'vet mektupları gönderildi...
8. senede Herakliyüs’ün Rum ordusu ile "Mu'te gazvesi" vukû buldu ve Mekke fethedildi ve "Huneyn gazâsı" oldu. 9. senede, "Tebük gazâsı"na gidildi.
Bizzât kendisi iştirâk ederek ve Başkumandân olarak 27 kerre muhârebe [gazve, gazâ] yaptı. [Birkaç gazvenin birleştirilerek rakamın daha az zikredildiği de vâkidir. Meselâ 19 rakamı zikredilmektedir.] Ayrıca birçok yere pekçok “seriyye” gönderdi.
10. senede "Vedâ' haccı" yapıldı. 632 (H. 11) senesinde, 13 gün hummâ hastalığı çekip, Rebîul-evvelin 12. (Pazartesi) günü öğleden evvel, Medîne'deki mescidine bitişik, zevcelerinden Hazret-i Âişe'nin (radıyallahü anhâ) odasında, 63 yaşında vefât etti. Vefât ettiği yere de defnedildi…”
Mevlid geceniz mübarek olsun efendim...
.Yarın gece Mevlid Kandilidir
25-09-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:36
Dünyâdaki bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olarak gönderilen, bütün Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü olan sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, 20 Nisan 571 târihinde [12 Rebîul-evvel Pazartesi gecesi], sabâha karşı Mekke-i Mükerreme’de dünyâya gelmiştir.
O’nun hakkında, “Kâmûsu'l-A’lâm” sâhibi Şemseddîn Sâmî Bey, bizlere şu özet bilgileri vermektedir:
"İslâm dîninin Peygamberi, Muhammed aleyhisselâm’dır. Babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abd-i Menâf b. Kusay b. Kilâb'dır. Târihçilere göre mîlâdın 571. senesinde, Nisan ayının 20’sine rastlıyan, Rebî'ul-evvel ayının 12. (Pazartesi) gecesi, sabâha karşı, Mekke-i mükerreme şehrinde dünyâya gelmiştir.
Annesi, Vehb'in kızı Âmine, Âmine'nin babası da, Abd-i Menâf b. Zühre b. Kilâb'dır. Kilâb, Peygamberimizin babası Abdullah'ın büyük dedesidir.
Babası Abdullah, ticâret için Şâm'a gidip, avdetinde, dönüşünde Medîne civârında"Dâru'n-nâbiğa" denilen yerde vefât etti; kendisi henüz 25 yaşında idi; oğlunu göremedi. Çünkü o daha anne karnında idi.
Muhammed aleyhisselâm beş sene, süt annesi Halîme es-Sa’diyye’nin kabîlesinde kaldı. Bu Benî Sa'd kabîlesi, Arabistân'ın en fasîh, en güzel konuşan kabîlesi idi. Bunun için, Muhammed aleyhis-selâm çok fasîh konuşurdu.
Altı yaşında iken, annesi Âmine, oğlunu Medîne'deki dayılarına götürüp, oradan dönerken yolda [Ebvâ’da] vefât etti. Dadısı, hizmetkârı Ümm-i Eymen, kendisini Mekke'ye getirip, dedesi Abdül-muttalib'e teslîm etti. 8 yaşında iken de dedesi Abdül-muttalib vefât edince, amcası Ebû Tâlib'in evinde kaldı.
12 yaşında iken, Ebû Tâlib ile, ticâret için Şâm'a gitti. 17 yaşında iken, amcası Zübeyr, Yemen’e götürdü. 25 yaşında iken,Hadîcetü'l-Kübrâ (radıyallahü anhâ) vâlidemizle evlendi…”
***
Mevlid Gecesi, Kadir Gecesi’nden sonra en kıymetli gecedir.O gece, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz doğduğu için sevinenler affolurlar.
Bilindiği gibi, her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününde bayram yapmıştır. Mevlid kandili de, Müslümânların bayramı olup neşe ve sevinç günlerinden biridir. Bütün dünyâdaki Müslümânlar tarafından, her sene, yarınki gece [26.09.2023-11 Rebîul-evvel 1445 Salı gecesi]“Mevlid Kandili” olarak kutlanmakta, her yerde “Mevlid kasîdeleri” okunarak Resûlullah Efendimiz yâd edilmekte, hâtırlanmaktadır. “Mevlid”, doğum zamanı demektir.
O gece, çalgı ve başka harâm şeyler karıştırmadan, Allah rızâsı için mevlid cemiyeti yapmak, mevlid kasîdesi okumak, salevât-ı şerîfe getirmek, tatlı şeyler yedirip içirmek, hayrât ve hasenât (iyilikler) yapmak, böylece, o gecenin şükrünü yerine getirmek müstehaptır.
Diğer mübârek gecelerde olduğu gibi, Mevlid gecesinde de Kur’ân-ı kerîm ve ilmihâl kitapları okumalı, kazâ namazları kılmalı, sadakalar vermeli, duâlar etmeli, Cenâb-ı Haktan af ve mağfiret dilemelidir...
.Sevgi ve kardeşlik dîni...
19-09-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:36
İslâmiyet, sevgi, kardeşlik, af, mağfiret ve güzel ahlak dinidir. Sevgi hakkındaki sayısız âyet-i kerîmelerden birkaçı meâlen şöyledir:
Allahü (teâlâ) şu kimseleri sever:
“Allahü (teâlâ) iyilik edenleri sever.” [Bakara, 195]
“[Ey Habîbim, Yahûdî ve Hıristiyânlara] de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günâhlarınızı affetsin…” [Âl-i İmrân, 31]
“Allahü (teâlâ) ihsân edenleri sever.” [Âl-i İmrân, 134]
“Allahü (teâlâ) sabredenleri sever.” [Âl-i İmrân, 146]
“Allahü (teâlâ) adâlet edenleri sever.” [Mâide, 42]
Ama Allahü teâlâ şu kimseleri sevmez:
“Allahü (teâlâ) zâlimleri sevmez.” [Âl-i İmrân, 57]
“Allahü (teâlâ) çirkin sözün açıklanmasını sevmez.” [Nisâ, 148]
“Allahü (teâlâ) fesâtçıları sevmez.” [Mâide, 64]
“Allahü (teâlâ) isrâf edenleri sevmez.” [En’âm, 141]
“Allahü (teâlâ) kibirlenenleri sevmez.” [Nahl, 23]
Bazı hadis-i şeriflerde sevgi hakkında buyuruldu ki:
“Allahü teâlâ cemîldir [güzeldir], cemâl sâhiplerini sever.” [Müslim]
“Allahü teâlâyı seven hayâ sâhibi olur.” [Râmûzu’l-Ehâdîs]
“Seven kişi, sevdiği ile berâberdir.” [Buhârî]
“Âşık olup, sevgisini gizleyen ve iffetini muhâfaza eden, şehîd olarak ölür.” [Hatîb Bağdâdî]
“Kendisi için sevdiğini arkadaşı için sevmeyen, (kâmil) mü’min olamaz.” [Buhârî]
“Allahü teâlâ, komşusuna ve zimmîlere zulmedeni sevmez.” [Deylemî]
“Mü’min olmadıkça Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de (kâmil) mü’min olamazsınız…” [Müslim]
“Allah indinde en sevgili kimseler, ahlâkça en güzel olanlardır. Bunlar, başkaları ile ülfet ederler, kendileri ile de kolayca ülfet olunur. Allahü teâlânın sevmediği kimseler ise, laf taşıyanlar, kusûr araştıranlar, iki kişinin arasını açanlardır.” [Hatîb Bağdâdî]
***
Dînimizde, yemek yedirerek veya başka şekillerde iyilik ederek insanları sevindirmek, darda kalanlara kolaylık göstermek, Müslümânların ayıplarını örtmek, sıkıntılarını gidermek büyük sevâptır. Sevgili Peygamberimiz, bazı hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki:
“Darda kalana kolaylık gösterene, Allahü teâlâ da dünyâ ve âhirette kolaylık gösterir. Kim de bir Müslümânın aybını örterse, Allahü teâlâ da dünyâ ve âhirette onun aybını örter. Kul, kardeşine yardım ettiği müddetçe, Allahü teâlâ da kendisine yardım eder.” [Müslim]
“Sizin en iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emîn olunandır.” [Tirmizî]
“Arkadaşın iyisi, arkadaşına; komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendir.” [Tirmizî]
“Allahü teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyâçlarını gidermek için yaratmıştır. İnsanlar, ihtiyâçları için onlara başvururlar. İşte bunlar, kabir azâbından emîndirler.” [Taberânî]
.Müslümânlığın gayesi nedir?
18-09-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:36
Geçen haftaki makâlelerimizde müminlerin vasıflarıyla ilgili bir kısım âyet-i kerîmelere ve bazı hadîs-i şerîflere temâs etmiştik. Bugün de bazı İslâm büyüklerinin sözlerini nakletmek istiyoruz. [Burada, özellikle doğruluk ve yalan konusunda olan bazı sözler seçilmiştir.]
Bazı İslâm büyükleri buyuruyorlar ki:
“Oğlum, yalandan sakın, o serçe eti gibi tatlıdır. Ondan az kimse kurtulur.” (Lokmân Hakîm)
“Doğruluk emânettir. Yalancılık hıyânettir.” (Hazret-i Ebû Bekir)
“Allah indinde en büyük hatâ, yalan konuşmaktır.” (Hazret-i Alî)
“Eshâb-ı kirâm indinde yalandan daha kötü bir şey yoktur. Çünkü onlar, yalanla îmânın bir arada bulunamayacağını bilirlerdi.” (Hazret-i Âişe)
“İçi dışına, sözü işine uymamak, nifâktandır. Nifâkın temeli ise yalandır.” (Hasan-ı Basrî)
“Yalancı ile cimri Cehenneme girerler. Fakat, hangisi daha derine atılır, onu bilemem.” (Şa’bî)
“İstikâmet [her işte dâimî doğruluk], kerâmetten üstündür.” (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
Seyyid Abdülkadir Geylânî hazretleri, "Bu işe başladığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esâs aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye soranlara buyurdu ki: “Temeli doğruluk üzerine attım. Hiç yalan söylemedim. İçim ile dışım bir oldu. Bunun için işlerim hep rast gitti.”
“Müslümânlığın gayesi nedir?” diye bir suâl sorulacak olursa, “insanları İslâm-ı hakîkî üzere yaşatıp îmân-ı kâmil ile bu dünyâdan göçmelerini sağlamak ve Cennet’te ebedî saâdete erişmelerini te’mîn etmektir” şeklinde özet bir cevap verilebilir.
Bilerek veya bilmeyerek, inanarak veya inanmayarak İslâmiyet’e uygun yaşayan bir kimse, bu dünyâda, yaptıklarının faydasını görür. Ama âhırette de faydasını görebilmesi için, behemehâl îmânla şereflenmesi lâzımdır.
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, râhatlık ve saâdet menbaı olan dînlerini gönderdi. Dînlerin sonuncusu, İslâm dînidir. Aslında Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan Peygamber Efendimize gelinceye kadar dîn tektir, o da tevhîd dîni olan İslâmiyettir.
Diğer dînler, kötü insanlar tarafından değiştirilmiştir. Müslümân olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bilerek veya bilmeyerek İslâmiyet’e uygun yaşarsa, dünyâda hiç sıkıntı çekmez; râhat ve neş’e içinde yaşar. Avrupa’da, Amerika’da ve diğer kâfir memleketlerinde İslâmiyet’e uygun çalışan kâfirler, böyle râhat ediyorlar. Fakat kâfirlere âhirette hiç sevâp ve mükâfât verilmez. Böyle çalışan, eğer Müslümân olur ise, âhirette de sonsuz saâdete kavuşacaktır.
İslâm’a tâm uyan tâm huzûrlu olur. İslâmiyet, insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için ihsân edilmiştir. Ama insanın i’tikâdda ve amelde noksânı olursa huzûrsuz olur. “İslâm, huzûrlu olmaya yeterli mi?” diye bir suâl sorulacak olursa, “elbette yeter” deriz. “Yetmez” diyen, hâşâ, “Allahü teâlâ, dînini eksik göndermiştir” demiş olur, O’na kusûr isnâd etmiş olur.
.İyi bir insan nasıl olur?
12-09-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:36
“Mümin, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır.”
Dünkü makâlemizde, mü’minlerin vasıflarıyla ilgili olarak, “Furkân”, “Enfâl” ve “Mü’minûn” sûrelerinden bazı âyet-i kerîme meâlleri zikrettik. Bugün “Ra’d”, “Şûrâ”, “Ankebût”, “Zümer”, “Fetih” ve “Hucurât” sûrelerinden birkaç âyet-i kerîme meâli daha zikredip onlardan sonra da bazı hadîs-i şerîflere ve bazı İslâm büyüklerinin bir kısım sözlerine temâs etmek istiyoruz.
“Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirir, verdikleri sözü bozmaz, Rablerinin rızâsını isteyip sabreder ve kötülüğü iyilikle savarlar.” [Ra’d, 20-22]
“[Mü’minler] Büyük günâhlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelendikleri zaman da kusûrları bağışlar ve işlerini aralarında istişâre ederler.” [Şûrâ, 37-38]
“İnanıp hayırlı iş işleyen [mü’min]lerin kötülüklerini, and olsun örteriz, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfâtlandırırız.” [Ankebût, 7]
“Allah onların [mü’minlerin] kötülüklerini örter, onlara işledikleri şeylerin en güzellerinin karşılığını verir.” [Zümer, 35]
“Allah, inanıp emirlerini yapan mü’minlere mağfiret ve büyük ecir va’d etmiştir.” [Fetih, 29]
Mü’minlerle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir:
“Müslümân, elinden ve dilinden diğer Müslümânların [başka bir rivâyette insanların] sâlim [emîn] oldukları kimsedir.” [Buhârî]
“Komşusu kötülüğünden emîn olmayan kimse, [kâmil] mü’min olamaz.” [Buhârî]
“Mü’min la’net etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz.” [Hâkim]
“Mü’min geçim ehlidir, arkadaşına râhatlık verir. Münâfık ise geçimsizdir, arkadaşına sıkıntı verir.” [Dârekutnî]
“Halkın elindekine göz dikmemek, mü’minin alâmetlerindendir.” [Dârekutnî]
“Mü’min, başkalarıyla ülfet eder [iyi geçinir, uzlaşır, anlaşır, uyuşur]; kendisiyle de ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyende hayır yoktur.” [Beyhekî]
“Mü’min arıya benzer; konduğu dalı kırmaz, oraya zarar vermez. Toplayıp bıraktığı eseri de güzeldir.” [Beyhekî]
“Mü’min, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır.” [Taberânî]
“Mü’min akıllı, basîretli, uyanıktır. Her işte Allah’ın rızâsını gözetir. Acele etmez, ilim sâhibidir, harâmlardan kaçar.” [Deylemî]
“Mü’minin yanına giren, güzel bir bahçeye girmiş gibi ferahlık duyar.” [Deylemî]
“Çevrendekilerle güzel komşuluk et ve kendin için sevdiğini, istediğini başkaları için de sev, iste ki [tâm, kâmil] Müslümân olasın.” [Harâitî]
Kime, dîn-i İslâmın emirlerini yapmak kolay gelirse, onun sâlih bir kimse olduğu anlaşılır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Âhirete âit istediğine kolayca kavuşur, dünyâya ait olana kavuşman zorlaşırsa, bil ki sen iyi bir hâl üzerindesin. Bunun tersi olursa kötü hâldesin.” [Beyhekî]
İnşâallah önümüzdeki hafta yazacağımız makâlelerimizde de bazı İslâm büyüklerinin bir kısım sözlerine temâs etmek istiyoruz.
.İyi bir insan nasıl olur?
11-09-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:36
Müslümânların, mü’minlerin vasıfları; Kur’ân-ı kerîmde de, Peygamber Efendimiz tarafından da bütün detaylarıyla anlatılmıştır.
Kitaplarda, “İyi bir insan” olmak için evvelâ “kâmil [yani olgun] bir Müslümân” olmak gerekir diye yazılıdır. Zâten Müslümân kimse, iyi insan demektir. “Müslümân”a “mü’min” de denir. Kur'ân-ı kerîmde “el-Mü’min” ve “el-Mü’minûn” isimlerini taşıyan iki sûre-i celîle de vardır. Müslümânların, mü’minlerin bütün vasıfları, Kur’ân-ı kerîmde de, Peygamber Efendimiz tarafından da mufassalan zikredilmiştir, bütün detaylarıyla anlatılmıştır. Biz bugün ve yarınki makâlelerimizde inşâallah, bazı âyet-i kerîmelere temâs etmek, bazı hadîs-i şerîfleri ve bazı İslâm büyüklerinin bir kısım sözlerini zikretmek istiyoruz.
Hemen şunu başta ifâde edelim ki, bir Müslümân, herkes için hayır ister. Peygamber Efendimiz, bu konuda buyurmuştur ki: “Kendin için sevdiğini, istediğini, başkaları için de sev, iste ki [kâmil] Müslümân olasın.” [Harâitî]
İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (yani dîni, aklı, nesli, bedeni ve malı) korumak olduğu bildirilmiştir. Bütün Peygamberler, ümmetlerine bildirdikleri emir ve yasaklarda, dâimâ bu beş şeyi gözetmişlerdir. Tabîî ki bu Peygamberler, bu emir ve yasakları, kendiliklerinden değil, Allahü teâlâ nâmına, O’nun emriyle bildirmişlerdir. Bu beş esâsın gâyesi de, îmânı muhâfaza ederek Müslümân olarak ölmektir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Ancak Müslümân olarak can veriniz!” [Âl-i İmrân, 102]
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, mü’minleri, inananları şöyle ta’rîf buyurmaktadır:
“Rahmân olan Allahü teâlânın kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ile vakâr ve tevâzu ile yürürler. Câhiller, onlara sataşacak olursa, bunlara [sağlık ve selâmet sizin üzerinize olsun gibi] güzel söz söyler, [büyük bir yumuşaklık gösterirler.] Onlar geceleri secde yapar ve kıyâmda dururlar [namaz kılarlar]… Bir şey verdikleri zaman, isrâf etmez, cimrilik de yapmazlar, ikisi ortası bir yol tutarlar. Kimsenin hakkını yemez, Allah’a şerîk koşmaz, O’ndan başkasına yalvarmazlar. Allah’ın dokunulmasını harâm ettiği câna kıymaz, haksız olarak kimseyi öldürmez, zinâ etmezler… Onlar yalan yere şâhitlik yapmaz, faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Kendilerine âyetler okunduğu zaman, kör ve sağır davranmazlar, [dikkat ile dinleyip bu âyetlerle kendilerine yapılması emredilen şeyleri yaparlar.]” [Furkân, 63-73]
Mü’minler, Allah indinde çok kıymetlidirler. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Mü’minler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, Allah’ın âyetleri okununca, îmânları kuvvetlenir ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler, namazı doğru kılar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden [Allah’ın râzı olduğu yerlere] harcarlar.) [Enfâl, 2-3]
“Mü’minler, muhakkak kurtuluşa ermişlerdir. Onlar namazlarını huşû içinde kılar, boş ve lüzûmsuz şeylerden yüz çevirir, zekâtlarını verir, iffetlerini korur, emânet ve ahidlerine riâyet ederler…” [Mü’minûn 1-8]
.Millî bir eğitimin önemi
05-09-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:36
Bütün insanlığa rehber olarak gönderilmiş olan Peygamberlerin ve onların yolunda olan vârislerinin târihlerini incelediğimizde, hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi ferdler, âileler ve cemiyetler, yani iyi insanlar meydâna getirmek olduğunu görüyoruz. Zâten bizim dînimiz, târihimiz, kültür ve medeniyetimizde de, eğitimden maksat "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir.
Aslında Hazret-i Âdem'den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 “Ülü'l-azim” Peygamber, 313 “Resûl”, 124 binden ziyâde “Nebî”nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100'ü suhuf 4'ü büyük kitap olmak üzere, bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Şurası bilinmesi gereken bir gerçektir ki, İslâmiyet;“medenî insan”ve“medeniyyet sâhibi toplum” meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.
Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Hazret-i Peygamber Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin açıkladıklarıdır. İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi, aslında bunların içinde vardır. O hâlde, insanlığın kurtuluşu için bunlardan istifâde etmeye çalışmak lâzımdır.
Dünya büyük bir gemi, bütün insanlar da onun yolcuları gibidirler. Bu gemiyi hepimizin korumaya çalışması lâzımdır.
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mâddî ve ma’nevî değerlerimizi, mukaddes dînimiz İslâmiyet’i, şanlı târihimizi, târihî ve ilmî sahsiyetlerimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, târihini sevmesi, ecdâdına saygı duyması çok zordur.
İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için, ilân ettiği yüksek esâslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmânlı devrinde ulaşmıştır.
Devlet-i Âl-i Osmân zamanında, kıymetli âlimler yetiştirilip, muhteşem ilim ve san’at eserleri inşâ edilmiştir. Osmânlı sultânları, ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip olmaktan üstün tutmuşlar; kemâl sâhibi ilim erbâbını dâima takdîr edip onlara rağbet göstermişlerdir.
Osmânlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhebler arasında sağlam bir âhenk kurmuştu. Osmânlı sultânları, fethettikleri yerleri câmi, mescid, medrese, dârül-kurrâ, zâviye, imâret=aşevi, şifâhâne [dâru’ş-şifâ=hastahâne] ve türbelerle âdetâ kudsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle bütün dünyâya İslâmiyeti, insanlığı, insan haklarını, ahlâkı, adâleti yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emeklerini bu uğurda harcamışlardır.
.Okullar yeniden açılıyor
04-09-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:36
2022-2023 eğitim-öğretim yılının yaz tatili 16 Haziran 2023'te başlamıştı. Takrîben 3 ay süren tatilden sonra, 2023-2024 eğitim ve öğretim yılı, 11 Eylül 2023 Pazartesi günü tekrâren başlayacaktır. Bu vesîle ile, bugün ve yarınki makâlelerimizde, birer nebze de olsa, eğitim-öğretimden bahsetmeye çalışacağız.
Evvelâ şunu belirtelim ki, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca kâinâtı yaratan Allahü teâlâ, sâdece bizim üzerinde yaşadığımız gezegenimizin yani dünyânın insanlarla meskûn olmasını irâde buyurmuş, nice hikmetlere mebni, Hazret-i Âdem babamızla Hazret-i Havvâ annemizi, Cennet’ten dünyâya göndermiştir.
Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [yani Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu, beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, muhtelif kavimlere, zaman zaman “Peygamber”ler göndermiştir.
Şurası bir hakîkattir ki, insanlar, Allah’ın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, rahatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
Ma’lûmdur ki, Allahü teâlâ, bütün kullarının, verdiği ni’metlere şükretmelerini, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir. İnanan insanların da kardeş olduklarını i’lân etmiştir. [Hucurât sûresi]
Bildiğimiz gibi, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, memleketine, vatanına ve devletine, bütün Müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir. İşte bu güzel ülkenin bütün vatandaşlarının ve müesseselerinin ana hedefi de bu olmalıdır. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir.
Bilindiği üzere, “Alexis Carrel” gibi Batılı bazı bilim adamları, “İnsan Denen Meçhûl” adıyla kitap yazmak suretiyle, insanı bir muammâ olarak gösteriyorlarsa da, insanı, -temel kaynaklarımızda zikredilen sıfatlarıyla- şöyle ta’rîf etmek mümkündür:
İnsan, “madde” ve “ma’nâ” (yani “beden” ve “rûh”) olmak üzere iki unsurdan meydâna gelen, "Allah'ın yeryüzündeki halîfesi" kılınan (Bakara, 30), “a'lâ-yı illiyyîn”e (yükseklerin yükseğine) çıkmaya namzed, aday yapılan (Âl-i İmrân, 139; Mutaffifîn, 18-19), “eşref-i mahlûkât” (yaratılmışların en şereflisi) olarak (İsrâ, 70), “ahsen-i takvîm” üzere (en güzel kıvâmda) yaratılan (Tîn, 4), “mükerrem” (kıymetli, şerefli) (İsrâ, 70) bir varlıktır.
Fakat nefsinin esîri olduğu zaman, “esfel-i sâfilîn”e (aşağıların aşağısına) (Tîn, 5) yuvarlanmaya, hayvânlardan aşağı bir derekeye, dereceye, mertebeye düşmeye mahkûm (A’râf, 179; Furkân, 44) bir yaratıktır.
Demek ki insanoğlu, ne melekler gibi sırf “nûrânî” bir varlık, ne de hayvânlar gibi sâdece bir “maddî” varlıktır. İnsan, meleklerden üstün seviyeye çıkabilen; kendisine, muhtaç olduğu bütün ni’metler ihsân edilen (Lokman, 20; Nahil, 18), âhirette bunlardan hesâba çekilecek olan (Tekâsür, , belli bir yaratılış gâyesiyle bu dünyâya gönderilen, yani “Allahü teâlâyı tanımak ve ibâdet etmekle mükellef (Zâriyât, 56) bir kuldur.”
.İlme ve ilim adamlarına verilen yüksek değer...
29-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
En son ve en mükemmel dîn olan İslâmiyette, ilme ve ilim adamlarına çok büyük değer verilmiştir. Mukaddes dînimizde okumanın önemi de çok büyük ve kitap sevgisi ise had safhadadır. Bunu, İslâmiyetin ilk emrinin “Oku” diye başlamasından anlamak mümkündür.
Herkesçe bilindiği gibi, mahlûkâtın, yaratıkların en üstünü olan “insan”ların diğer varlıklardan mümtâz (seçkin), imtiyâzlı ve üstün olmaları, kuvvetle, vücut iriliğiyle, çok yemekle, yiğitlikle değil, îmân, takvâ, ilim, ahlâk ve edebe sâhip olmaları iledir.
"Şerefü'l-insâni bil-ilmi vel-edeb, lâ bil-mâli ve'n-neseb: İnsanın şerefi ilim ve edebledir. Mâl ve neseble değildir" kelâm-ı kibârı (büyüklerin sözü), ne kadar mânidârdır ve konuyu ne güzel özetlemektedir? Bu sözün, Hazret-i Ali Efendimizin sözü olduğu da ifâde edilmektedir.
Bundan dolayı, en son ve en mükemmel dîn olan mukaddes dînimiz İslâmiyette, ilme, ilim adamlarına, kitâba, okumaya çok büyük önem verilmiştir.
Yine "İlim rütbesi, rütbelerin en yükseğidir" hadîs-i şerîfi, ilim rütbesinin durumunu yeteri kadar ifâdeye kâfî olsa gerektir.
Şimdi de bugünkü konumuzla ilgili birkaç âyet-i kerîme mealini sunmak istiyoruz:
"De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak temiz akıl sâhipleri (bunları) düşünürler." (Zümer, 9)
"... Allah, sizden îmân etmiş olanlarla, kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini yükseltir..." (Mücâdele, 11)
"Allah'tan kulları arasında (hakkıyla) ancak âlimler korkar..." (Fâtır, 28)
Âl-i İmrân sûresinde, Allahü teâlâ, varlığına ve birliğine zâtını ve melekleri şâhid gösterirken, ilim sâhiplerini de şâhid olarak zikretmiştir. Bu ne kadar yüksek bir izzet ve şereftir. Ayrıca "Eğer şükreder ve îmân ederseniz, Allah size azâb etmez", "(Habîbim) de ki: Eğer duânız (yanî îmânınız) olmasa, Rabbim size değer vermez" ve "Eğer müminler iseniz, en yüce kimselersiniz" gibi daha birçok âyet-i kerîme vardır.
Sevgili Peygamberimizin, bu konudaki hadîs-i şerîflerinden de birkaç tanesini zikredelim:
"Ya âlim veya öğrenci yahud dinleyici olarak veyahud da (bunlara) muhabbet besleyerek hâl ve istikbâlini te'mîn et. (Bu dört grubun dışında) beşinci olma, yoksa helâk olursun."
"İlim taleb etmek (erkek ve kadın) her Müslümâna farzdır."
"Sadakanın en fazîletlisi, Müslümân kimsenin ilim öğrenmesi, sonra onu Müslümân kardeşine öğretmesidir."
"Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini de öğretir."
Bir rivâyette: "Bilmediği ilme onu vâris kılar" buyurulmuştur.
.Peygamberimizin eğitim metodlarının isâbetliliği
28-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Kur'ân-ı Kerîm tefsîrleri, Hadîs-i şerîf şerhleri, Siyer, İslâm Târihi ve Genel Tarihle ilgili eserler, Resûlullah'ın da’vet ve teblîği ile ilgili kaynaklar tetkik edilip oradaki esâslar tesbît edilerek; Genel Eğitim ve Öğretim metoduyla ilgili kitaplar, Psikoloji ve Sosyoloji ile ilgili çalışmalar, Dîn Eğitimi, Dîn Psikolojisi, Dîn Sosyolojisi ve Dînler Târihi ile ilgili araştırmalarla mukâyese edildiği takdîrde, Peygamberimizin eğitim metodlarının isâbetliliği, daha açık ve seçik bir tarzda ortaya çıkacaktır.
Resûlullah’ın eğitimi, temelde, Allahü teâlânın yüce kelâmı Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan esâslara dayanmaktadır. O, “Sahâbe-i Kirâm'ı yani ilk Müslümânları nasıl eğitmiştir?” diye bir soru sorulacak olursa, tabîî ki evvelâ “Kur’ân-ı Kerîm ile eğitmiştir” cevâbı verilmelidir. Zâten Hazret-i Âişe vâlidemiz de, Peygamberimizin ahlâkının, Kur’ân-ı Kerîm ahlâkından ibâret olduğunu ifâde etmiyor mu?
Bu esâsları, 23 sene zarfında, barışta ve savaşta, sıkıntı ve mutluluk anlarında, dînî, ictimâî, ahlâkî ve siyâsî yönden tedrîce riâyet ederek hayâta, içinde bulunduğu topluma ve çevresindekilere uygulamıştır.
Şüphesiz ki, eğitimciler için de nümûne-i imtisâl yanî örnek insan, ideal eğitimci, bundan 14 asır evvel, tek başına teblîğâta başlayarak 23 sene gibi çok kısa zaman zarfında, târihin bir benzerini görmediği ve kıyâmete kadar da göremeyeceği 150.000 kâmil insânın meydana gelmesine vesîle olan, “Asr-ı Saâdet”in başmimârı sevgili Peygamberimizdir.
Takdîr edileceği üzere, insanları, bağlı bulundukları dînlerinden, eski örf, âdet ve geleneklerinden bir anda çevirmek kolay bir iş değildir.
İşte sevgili Peygamberimiz, bozuk inançları ve alışkanlıkları söküp atmada tedrîce riâyet etmiş, bu tedrîci inanç, ibâdet ve hükümlerin hepsinde uygulamıştır. Şüphesiz ki, bu esâsların başında, Kelime-i tevhîd geliyordu. Bunun da ma’nâsı: “Allah'tan başka, ibâdete hakkıyla lâyık bir ilâhın olmadığı ve [Hazret-i] Muhammed'in O'nun kulu ve resulü olduğu”na dâir iki temel konuyu ihtivâ ediyordu.
Tevhîd inancı, insanlığın dünyâya gelişinden itibâren gelmiş-geçmiş bütün Peygamberlerin istisnâsız olarak teblîğ ettikleri temel inançtır.
İşte bu noktada, Resûlullah'ın eğitiminin önemi ortaya çıkmaktadır. Zâten ehemmiyeti bugün tesbît edilmiş olan pedagojik esâsların hepsi, O'nun eğitiminde yer almaktadır. Şüphesiz ki, Peygamberimizi, belirli kişilere veya özel bir sınıfa ders veren klasik bir eğitimci olarak düşünmemeliyiz; o, örgün eğitim değil, hayâtın her safhasında yaygın eğitim uygulamıştır...
.Ölüm gelmeden görünmez!..
22-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Gâziantep velîlerinden Dervîş Hâcı (rahmetullahi aleyh), ölüm hakkında, öyle çarpıcı cümleler kullanmıştır ki; bunları duyup da titremeyen insan olmaz:
"Ölüm bilinmeyen bir şeydir. Gelmeden görünmez, gelince de amân vermez. Ölüm seferine çıkanın bir daha geri dönmesine imkân yoktur. Bu yalan dünyâ nice defâlar dolup boşalmıştır. Ölüm nice anaların yavrusunu almış, nice babaların boynunu bükmüş, nice yavruları anasız, babasız koymuştur. Herkes birbirinin öldüğünü, gül benzinin kara toprakta solduğunu görür. Bununla berâber dünyâya bağlanmaktan vazgeçmez, dünyâ derdini çeker, dünyâ işine dalar. Fakat nihâyet yaptığını bırakıp gider. Böyle olduğu hâlde, kimse aklını başına toplayıp yalancı dünyânın hâlini anlayamamakta ve bu yolculuğa hâzırlanmamaktadır."
Hadîs âlimlerinden ve evliyâullahtan Abdurrahmân bin Mehdî’ye (rahmetullahi aleyh), ölümü isteyen bir kimse hakkında bir suâl sorulunca, cevâben buyurdu ki: "Dînine zarar geleceği korkusundan, ölümü istemekte bir mahzûr yoktur. Fakat yoksulluk, ihtiyâç, eziyet ve buna benzer şeylerden dolayı ölüm temennî edilmez."
Horasân bölgesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi aleyh) bir gün bir cenâzede bulundu. Ölenin yakınları çok ağlıyorlardı. Ebû Bekr-i Ebherî hazretleri şu meâle gelen bir şiir okudu:
"Kendini unutmuş bir hâlde, ağlıyor ölünün hâline. Ölünün yakınlarının, mevtâya az ta’ziyede bulunduklarını iddiâ ediyor. O kimse akıl ve fikir sâhibi olsaydı, kendi bulunduğu hâle ağlardı."
Esâs ağlanması gereken kimsenin, îmânla giden meyyit değil, geride kalan kimseler olduğunu, çünkü ölenin dünyânın günâh ve sıkıntılarından kurtulduğunu bildirdi.
“Bir mü’min vefât edince, her ameli kesilir. Yalnız üç amelinin sevâbı, amel defterine yazılmaya devâm eder. Bunlar, sadaka-i câriyelerinin [yani câmi, çeşme, yol gibi, insanlara faydası dokunan, faydalı işlerinin], faydalı ilimlerinin, kitaplarının ve sâlih çocuklarının kendisi için ettikleri duâ ve istiğfârların sevâplarıdır.” [Ebu’ş-şeyh]
Bazı hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Dinimizde iyi bir çığır açana, bunun sevâbı ile bununla amel edenlerin sevâbı verilir; o çığırda [o yolda] gidenlerin sevâbından da hiçbir şey eksilmez.
Dinimizde kötü bir çığır açana da, bunun günâhı ile, bununla amel edenlerin günâhı verilir, o kötü yolda gidenlerin günâhından da hiçbir şey eksilmez.” [Müslim]
“İyi işe vesîle olan, hayâtında ve öldükten sonra da o işi yapanlar kadar sevâp kazanır. Kötü işe önayak olana da, bu iş terk edilinceye kadar, bunun günâhı yazılır.” [Taberânî]
Şu hâlde, insanlığın dünyâ ve âhiret saâdeti için çalışanlara yardımcı olmak, onların sevaplarına ortak olmak demektir. Günâh olan işlere yardımcı olmak ise, o günâha ortak olmak demektir. İnsanları saptıranlar, sapıklıkta önder olanlar, kendi günâhlarını yüklendikleri gibi, o kimselerin günâhlarını da yüklenirler. (Nahl, 25; Tefsîr-i Kâdî Beydâvî)
.Ölümü çok hâtırlayan kimse...
21-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
İslâm âlimlerinin ve Evliyâ-ı kirâmın, her konuda olduğu gibi, ölüm konusunda da çok güzel, pek tesîrli nasîhatleri vardır:
Tebe-i tâbiînden, meşhûr fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi aleyh), Ömer bin Abdilazîz'in kendisine yazdığı bir mektuptan şöyle bir nakil yapar: "Ölümü çok hâtırlayan kimse dünyâya rağbet etmez. Ağzından çıkan her sözden hesâba çekileceğini bilen az konuşur ve ancak lüzûmlu sözleri söyler."
Büyük fıkıh âlimi ve velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Ölüm her ân gelebilir. Yarına kadar yaşayabileceğini zanneden bir kimse, ölüm için hâzırlıklı değildir. Allahü teâlâya yapılan ibâdetler, ölümü hâtırlamaya işârettir. Günâh ve kusûr olan işler de, ölümü unutmuş olmanın alâmetidir."
Yine bu zât, bir talebesi sefere çıkacak olsa, ona; "Eğer gittiğiniz yerlerde, satılık bir ölüm görürseniz, onu benim için satın alınız" buyururdu.
Büyük müçtehitlerden Süfyân-ı Sevrî, vefâtı yaklaştığında çok ağlıyordu. "Ölmeyi çok arzû ediyordum, lâkin şimdi ölümümün nasıl olacağını bilemediğim için çok korkuyorum. Bu sefere çıkmak gâyet güçtür. Başka seferlere çıkmak gibi, bir asâ ve bir su kabı yetmiyor" deyince, dostları kendisine, "Cennet'i beğeniyor musunuz?" diye sordular. Bunlara cevâben, "Siz ne söylüyorsunuz? Benim gibi birine, hiç Cennet'i verirler mi?" buyurdu.
Hadîs âlimlerinden ve büyük velîlerden Abdül-A'lâ el-Kureşî (rahmetullahi aleyh) ölümü çok hâtırlar ve titrerdi. Buyururdu ki: "İki şey var ki, beni dünyâ zevklerine dalmaktan alıkoyuyor. Bunlar ölümü hâtırlamak ve Allahü teâlânın dâimâ huzûrunda bulunmaktır."
Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Ölüm haktır, öldükten sonra dirilmek de haktır. Münker ve Nekîr'in suâl sormaları da haktır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Allah, îmân edenleri hem dünyâda, hem de âhirette (kabirde) sâbit söz olan şehâdet kelimesi ile tesbît eder; tevhîde bağlı kılar. Allah zâlimleri (kâfirleri) şaşırtır ve O, dilediğini yapar" buyuruluyor. (İbrâhîm sûresi, 27)
Hindistân'da yetişen en büyük âlim, velî, müceddid ve müctehidlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Ölmek, felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.”
Yine Hindistân'da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi aleyh), ölüm hakkında buyurdu ki: Mısra': "O ölüm ki, ona yaşama derim."
“Gerçekten sonsuz hayât, ölüme bağlıdır. Ölüm, ebedî hayâtın süsleyicisi, donatıcısıdır. Hayır, belki bir âb-ı hayâttır, ya’nî hayât bahşeden, hiç öldürmeyen bir sudur. Ölüm, dostluğun kuvvetlendiricisidir. Ölüm, mâsivâ binâsını ateşe vericidir. Ölüm, üzüntü perdelerinin yakıcısıdır. Ölüm, hakîkatin aynasıdır. Ölüm, görünmeyen güzelin yüzünden perdeyi kaldırıcıdır. Gönlümün, gelmesinden hoşlandığı, beklediği şey ölümdür. Dağınıklıkları toplayan ölümdür. Ölüm seveni sevdiğine kavuşturucudur. Resûlullah Efendimiz, "Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprüdür" buyurmuştur.”
.Kendini kabir ehlinden say”
15-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Allahü teâlâ, mükellef olan her insana düşünüp taşınacağı, öğüt alacağı ve hakkı kabûl edebileceği kadar bir ömür vermiştir. Uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, “Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: “İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır.”
O sahâbî, “Hangi insanlar şerlidir [daha kötüdür]?” diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, “Ömrü uzun olup da, ameli kötü olan” [Tirmizî] buyurmuştur.
“Yaradılmışı hoş gör, Yaradan’dan ötürü” diyen Yûnus Emre, Allahü teâlânın yaratığı olan bütün insanlara, hattâ bütün canlı ve cansızlara şefkat ve merhamet etmek gerektiğini belirtmektedir. Hattâ bu konuda, onlar arasında soy-sop, millet, ırk, renk, mevki-makam ve refah farkı gözetmemek gerektiğini de ifâde etmektedir.
Yûnus Emre için “dervişlik”, herkese faydalı olmak ülküsüdür. Tembelliği, tufeylî ve faydasız olmayı kınamıştır.
Onun, İslâm âlimlerine uyulmasını tavsiye eden başka bir şiiri de şöyledir:
“Bu yol gâyet uzaktır,/Dünyâ ona tuzaktır,/Bu tuzağa uğrayan,/Komaya kılavuzun.”
Yûnus Emre [rahmetullahi aleyh], ilimden, okumaktan maksadın hakkı bilmek olduğunu da şöyle anlatır:
“Okumaktan maksat ne?/Kişi hakkı bilmektir./Çün okudun bilmezsin,/Bu nasıl okumaktır?
İlim, ilim bilmektir,/İlim kendin bilmektir,/Sen kendini bilmezsen,/Bu nice okumaktır?”
Hattâ “Nefsini bilen, Rabbini de bilir” şeklinde çok meşhûr bir söz vardır.
Müftiyüs-sekaleyn Şeyhulislâm Ahmed İbn-i Kemâl Paşa;
“Kısmetindir gezdiren yer yer seni,/Gâfil olma âkıbet yer yer seni” demiştir.
Bu dünyâda yolcuyuz. Günün birinde ebediyet âlemine göçeceğiz. Bu sebeple yolculuk için hazırlık yapmalıyız.
***
Tâbiînden, meşhûr hadîs âlimi ve velîlerden İbn-i Muhayrız (rahmetullahi aleyh) insanların ahde vefâ göstermelerini isterdi ve kendisi de buna son derece dikkat ederdi. Mûsâ bin Ukbe diyor ki: İbn-i Muhayrız ile Remle'de bir cenâzede bulundum. Şöyle diyordu: "Anladım ki içlerinden birisi vefât ettiği zaman Müslümânlar "Bizleri, İslâm dîni üzere öldüren Allahü teâlâya hamd olsun" derler. Sonra bunu unuturlar. Ne ölümü, ne de bu söyledikleri sözlerini hâtırlarına getirirler."
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, kırâat, hadîs ve fıkıh âlimi, velîlerden Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi aleyh) hazretlerine: “Hemen ölmeyi arzû eder misin?” diye sordular. Cevâbında: “Hayır, daha yaşamak isterim. Belki bir gün günâhlarıma çok pişmân olmak ve sâlih ameller işleyip iyiler arasına katılmak nasîb olur” buyurdu.
Yine Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs ve fıkıh âlimi, velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi aleyh) hazretleri, birine yazdığı mektupta; "Kardeşim, Allahü teâlâyı hâtırlamaktan ve ölüme hâzırlanmaktan gâfil kimselerden uzak dur. Biz öyle insanlara yetiştik ki, onların ölüm korkusundan akılları dağılmış gibiydi."
.Yûnus Emre’den birkaç nasîhat
14-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Meşhur tasavvuf şâiri Yûnus Emre’nin güzel bir sözü var: “Ana rahminden geldik pazara,/Bir kefen aldık döndük mezâra.”
Yine Yûnus Emre’nin dediği gibi: “Bu dünyâya gelen kişi,/Âhir yine gitse gerek./Müsâfirdir, vatanına,/Bir gün sefer etse gerek.”
Yine Yûnus Emre demiştir ki: “İnsanoğlu bir fener, âkıbet bir gün söner./Harâp olmuş bir kalbi ta’mîr etmektir hüner.”
Bunun tâm şekli ise şöyledir: “Kimseye bâkî değildir mülk-i dünyâ, sîm ü zer [gümüş ve altın],/Bir harâb olmuş kalbi ta’mîr etmektir hüner.
Buna fânî dünyâ derler, durmayıp dâim döner./Âdemoğlu bir fenerdir, âkıbet bir gün söner!”
Bunun şu şekli de vardır: “Mâl ü mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi?/Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi!/Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünyâ sîm ü zer [gümüş ve altın],/Bir harap olmuş kalbi ta’mîr etmektir hüner.”
Ölüm herkese mukadder olduğu için, Yûnus Emre, nazargâh-ı İlâhî olan gönül yıkmaktan şiddetle sakındırır:
“Bir kez gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil,/Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil.”
Diğer bir rivâyeti ise şöyledir: “Eğer bir gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil,/Yetmişiki millet dahî elin-yüzün yumaz değil.”
Yûnus Emre [rahimehüllah], birçok şiirinde, gönül kırmamaya dikkat edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. Meselâ onun tavsiyelerinden biri de şöyledir:
“Durma kazan, ye, yedir;/Bir gönül ele getir./Yüz Kâbe’den yeğrektir,/Bir gönül ziyâreti.”
Merhûm Yûnus Emre şunları da söylüyor: “Elif okuduk ötürü,/Pazar eyledik götürü,/Yaratılmışı severiz,/Yaratandan ötürü.”
O, işin püf noktasını kendisi kavramış ve bizlere de şöyle tavsiyede bulunmuştur:
“Giderdim gönlümden kini,/Kin tutanın yoktur dîni/Ey yârenler! Ben bu sözü,/Uludan işittim ahî.”
Onun şu dörtlüğü de, târihte olduğu kadar, günümüz için de çok mühimdir: “Ben gelmedim da’vî [kavga] için,/Benim işim sevi [sevgi] için,/Dostun evi gönüllerdir,/Gönüller yapmaya geldim.”
Kalp nazargâh-ı İlâhîdir. Onun için Peygamber Efendimiz, îmândan sonra en kıymetli işin, kalplere sürûr vermek olduğunu (Taberânî) beyân buyurmuşlardır.
Evliyânın, Allah dostlarının büyüklerinden olan Bâyezîd-i Bistâmî [kuddise sirruh] de, ulaştığı yüksek mertebeye ne ile ulaştığını soranlara, bu cevâbı vermiştir. Ya’nî “insanların kalplerine sürûr vermekle” buyurmuştur. Hattâ kabr-i şerîfinde [türbesinde] bu ibârenin yazılı olduğu ifâde edilmektedir.
Günümüzde, hayâtın çeşitli zorlukları ve sıkıntılarıyla karşı karşıya olan insanlara ümîd vermek, kederlerini gidermek, onlara müsbet enerji aşılamak son derece önemlidir.
Yûnus Emre, şu iki dörtlüğünde de, son derece önemli husûsları vurgulamaktadır:
“Gelin tanış olalım,/İşi kolay kılalım,/Sevelim sevilelim,/Dünyâ kimseye kalmaz.”
“Mâl sâhibi, mülk sâhibi,/Hani bunun ilk sâhibi?/Mâl da yalan, mülk de yalan,/Var biraz da sen oyalan.”
.Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir!
08-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Ölüm, her canlı varlık için kaçınılmaz bir gerçektir. “Yalnız azamet ve ikrâm sâhibi Rabbi’nin zâtı bâkî kalacak” [Rahmân, 27] meâlindeki âyet-i kerîmede de ifâde buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ’nın zâtı dışında bütün varlıklar fânîdir.
Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı, ihsânı ve güzel ahlâkı ile meşhûr Halîfe Ömer bin Abdilazîz (rahmetullahi aleyh) hazretleri, akrabâsından birisine gönderdiği bir mektupta şunları yazmıştır: “Eğer gece ve gündüzünde ölümü hâtırlamayı şiâr edinmek istersen, fânî ve geçici olana rağbet etmeyip bâkî ve devâmlı olana yönel. Ve’s-selâm.”
Tâbiînin zâhid, âbid ve müttekîlerinden ve velîlerden Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi aleyh) de buyurdu ki:
"Bir sâat [bir ân, bir miktâr] ölümü hâtırlayan kimseye ne mutlu."
Kezâ Tâbiîn devrinde Medîne-i Münevvere'de yetişen büyük âlimlerden Atâ bin Yesâr (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Şa’bân ayının on beşinci gecesinde, ya’nî Berât gecesinde, o yıl içinde ölecek olanların listesi, Azrâîl aleyhisselâma verilir. Bu arada ev yapan, çeşme yaptıran, ağaç diken ve yeni evlenen nice kimseler vardır ki isimleri bu listededir. Fakat onlar bunu bilmezler."
Tâbiînin meşhûr hadîs hâfızlarından ve velîlerden Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi aleyh) bir cenâze görünce; “Siz sabâhleyin gidiyorsanız, biz de akşamleyin geleceğiz. Şu cenâze açık bir öğüt ve ibret alınacak bir şeydir. Fakat gaflet çok. Öncekiler geçip gidiyorlar, fakat arkadakiler hiç aldırış etmiyorlar” buyurmuştur.
Yine Tâbiînin büyüklerinden ve Evliyânın meşhûrlarından Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi aleyh) harâbe yerleri görünce, başında durup; "Ey harâbe! Senin sâhiblerin, senin üzerinde yaşayanlar nerede? Onlar ölüp gittiler; sâdece amelleri, yaptıkları işler kaldı. Her türlü istekler, arzû ve hevesler bitti; hatâlar, günâhlar kaldı. Ey insanoğlu! Hatâyı, günâhı terk etmek, tövbe etmekten ve af dilemekten daha kolaydır" derdi.
Kezâ derdi ki: "Benim en güzel şekilde yetişip büyüyen çok tatlı bir evlâdım olsa ve en tatlı zamânında vefât etse, benden alınsa, bu, Allahü teâlânın takdîri ile olduğu için, buna râzı olmak, bana dünyâdan ve dünyâdaki şeylerden daha hayırlıdır."
Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka'bü’l-Ahbâr (rahmetullahi aleyh) de buyurdu ki: "Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünyâ belâ ve musîbetleri, dert ve sıkıntıları çok hafîf gelir."
Tâbiîn devrinin büyük kırâat, hadîs, fıkıh imâmlarından ve velîlerden A'meş (rahmetullahi aleyh) ise buyurdu ki: "Bir cenâze olduğunda, bizim hepimizi öyle bir hüzün kaplardı ki, kime ta’ziyede bulunacağımızı tanıyamaz hâle gelirdik.”
.Pedagoji, İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir
07-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Bizim kültürümüzde, terbiyenin, eğitimin gâyesi, iyi bir insan yetiştirmek ve bu insanı cemiyete faydalı hâle getirmektir.
Ferdin fıtratında olan, doğuştan getirdiklerine “Tabîat”, sonradan kazandıklarına “Kültür” diyecek olursak, “Terbiye”yi vecîz bir ifâdeyle; “yeni nesillere, doğuştan getirdikleri kapasitelerini inkişâf ettirme, geliştirme ve onlara terakkî eden, ilerleyen insanlık kültürünü de aktarma faâliyetidir” diyebiliriz.
Aslında “Pedagoji”, yâni çocuk ve gençlerin terbiye edilmeleri, eğitilmeleri İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir. “Terbiye=eğitim”, çocuğun iyi yetenek (kâbiliyet, istidât) ve eğilimlerini geliştirme ve kötülerini silme işine denmektedir. Eğitim, sistemli olarak çocuğu etkileme ve iyi alışkanlıklar vermekle mümkündür. Etkileme ve iyi alışkanlıkların verilmesine ne kadar erken başlanırsa, sonuç o kadar mükemmel olur.
Allahü teâlâ, insanı fıtraten tertemiz yarattığı hâlde, onun fıtratına uygun edebi verme işini babaya havâle etmiştir. Babanın evlâda en güzel ve kalıcı hediyesi, onu iyi terbiye etmesidir. Hadîs-i şerîfte de ifâde buyurulduğu üzere, babanın, evlâdına bırakacağı en iyi mîrâs, güzel bir terbiyedir. Terbiye edilmiş sâlih bir evlâd, baba için, ölümünden sonra da hayırlı amellerin yazılmasına sebep olur. [Bu konuda bazı hadîs-i şerîfler de vardır.]
Burada şunu ifâde edelim ki, geleceğimizin te’mînâtı olan çocuklarımızı ve gençlerimizi, millî, ma’nevî ve kültürel değerlere uygun olarak yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî, askerî ve sivil kuruluşlar, medya ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir. Bizim kültürümüzde, terbiyenin, eğitimin gâyesi, iyi bir insan yetiştirmek ve bu insanı cemiyete faydalı hâle getirmektir.
İslâm dîninde, çocuk ve genç terbiyesinden, eğitimden maksat da, çocukların ve gençlerin, Allahü teâlânın râzı olduğu, kulların beğendiği, âilesine, cemiyetine, milletine, vatanına, devletine ve insanlığa faydalı birer insan olarak yetiştirilmeleridir. Bunların tahakkuku için, çocuklar ve gençler, çeşitli güzel vasıflarla donatılmalıdırlar...
İnsanın bütün hayâtı 4 safhadan ibârettir:
1- “Anne karnındaki hayâtı”, 2- “Dünyâ hayâtı”, 3- “Kabir hayâtı”, 4- “Âhıret hayâtı”... Dünyâ hayâtı da, 4 basamak hâlinde ele alınıyor. Bir insana, 30 yaşına kadar “genç”, 50 yaşına kadar “yetişkin”, 70 yaşına kadar “ihtiyâr”, 70’ten sonra ise “pîr-i fânî” denilmektedir.
Bütün canlılar doğar, büyür ve ölürler. Kur’ân-ı Kerîm’de ölümle ilgili birçok âyet-i kerîmeden ikisi şunlardır:
“Her cân ölümü tadıcıdır.” (Âl-i İmrân, 185);
“Biz senden önce de, hiçbir beşere dünyâda ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar bâkî mi kalacaklardır?” (el-Enbiyâ, 34)
.Eğitimin gâyesi nedir?...
01-08-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Bizim mukaddes dînimiz, şanlı târihimiz, yüksek kültür ve medeniyetimizde; kıymetli örf, âdet ve an’anelerimizde eğitimden maksat "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir.
Evet, eğitimde işin esâsı, hem kendisine, hem âilesine faydalı, hem de milletine, vatanına ve devletine yararlı unsurlar meydâna getirmektir. İşte târih boyunca millî eğitimimizdeki ana hedef bu olmuştur.
Ferdin fıtratında olan, doğuştan getirdiklerine “Tabîat”, sonradan kazandıklarına “Kültür” diyecek olursak, “Terbiye”yi vecîz bir ifâdeyle; “yeni nesillere, doğuştan getirdikleri kapasitelerini inkişâf ettirme, geliştirme ve onlara terakkî eden, ilerleyen insanlık kültürünü de aktarma faâliyetidir” diyebiliriz.
İslâm dîninde, çocuk ve genç terbiyesinden, eğitiminden maksat, çocukların ve gençlerin, Allahü teâlânın râzı olduğu, kulların beğendiği, âilesine, cemiyetine, milletine, vatanına, devletine ve insanlığa faydalı birer insan olarak yetiştirilmesidir. Bunların tahakkuku için, çocuklar ve gençler, çeşitli güzel vasıflarla donatılmalıdırlar.
Aslında “Pedagoji”, yâni çocuk ve gençlerin terbiye edilmeleri, eğitilmeleri İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir. “Terbiye=eğitim verme”, çocuğun iyi yetenek (kâbiliyet, istidât) ve eğilimlerini geliştirme ve kötülerini silme işine denmektedir. Eğitim, sistemli olarak çocuğu etkileme ve iyi alışkanlıklar vermekle mümkündür. Etkileme ve iyi alışkanlıkların verilmesine ne kadar erken başlanırsa, sonuç o kadar mükemmel olur.
Peygamberler ve onların vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Demek ki, terbiyenin, eğitimin gâyesi, iyi bir insan yetiştirmek ve bu insanı cemiyete faydalı hâle getirmektir.
Çocuklara ve gençlere ne kadar hizmet versek azdır. Zira azîz vatanımız, asîl milletimiz ve ebed-müddet devletimiz, sağlam bir şekilde onların omuzlarında yükselecektir.
Burada, hemen İmâm-ı Gazâlî'nin (rahmetullahi aleyh) kıymetli bir sözünü hâtırlıyoruz; buyuruyor ki:
"İnsanlar üç gruptur: Birinci grup, gıdâ gibidirler; herkese her zaman lâzımdırlar [Meselâ ekmek ve su herkese her zaman lâzım olurlar]. İkinci grup, devâ (ilâç) gibidirler; bazı insanlara bazen lâzım olurlar [Bugün insanlarımız, çeşit çeşit ilaçlar kullanmaktadırlar]. Üçüncü grup ise, illet (maraz, derd, hastalık) gibidirler; herkes onlardan kaçar, ama onlar, insanlara bulaşırlar."
İnsanların, birinci gruptan olmaları, ya’nî herkese lâzım olan gıdâ gibi olmaları esâstır. İşte, bizim târih ve medeniyetimiz boyunca, eğitimimizin ana hedefi, böyle gıdâ gibi insanlar yetiştirme gayreti olmuştur.
Burada şunu ifâde edelim ki, geleceğimizin te’mînâtı olan çocuklarımızı ve gençlerimizi, millî, ma’nevî ve kültürel değerlere uygun olarak yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî, askerî ve sivil kuruluşlar, medya ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir.
.İnsanlar, İslâmiyetle azîz olur...
31-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Hazret-i Ömer Efendimiz (radıyallahü teâlâ anh) "Biz, en zelîl bir kavim idik; Allahü teâlâ, bizi İslâmiyyetle azîz eyledi" buyurmuştur; bu söz, ne kadar mânidârdır.
Marcel A. Boisard isimli bir Fransız'ın da, “L’Humanisma de l’Islam” adlı eserinde dediği gibi: “...Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydâna getiren İslâmdır...”
Târihte, Arabistân Yarımadası’nda "Câhiliye Devri" denilen bir dönem vardır. Bu dönemde, Arabistân Yarımadası’nda, insanlar putlara tapıyor, fıçılarla içki içiyor, sabâhlara kadar kumar oynuyorlardı. Yine o devirde kuvvetli olan haklı sayılıyor, kadınlar bir ticâret eşyâsı gibi alınıp-satılıyor, kız çocukları diri-diri toprağa gömülüyorlardı.
Tabîî ki Avrupa, Afrika ve Asya’da da durum Arabistân’dakinden farklı değildi.
Elbette bunlardan rahatsız olan, memnûn olmayan akl-ı selîm sâhibi insanlar -az da olsa- mevcuttu ve bunlar Cenâb-ı Hakk’a tazarru’ ve niyâzda bulunuyor, bu karanlık gecenin bitmesi için âdetâ cânhırâş bir şekilde yalvarıyorlardı.
Şunu önemle ifâde edelim ki, son Peygamber olan sevgili Peygamberimiz, kendisini bir muallim (eğitimci) olarak tanıtmış, eğitimcilik vasfını, gönderiliş sebepleri arasında zikretmiş, hayâtı boyunca bunu tatbîk etmiş ve muvaffakiyeti târihen sâbit, başarısı dost-düşmân herkes tarafından kabûl edilmiş bir eğitimcidir. Onun bu başarılarından istifâde etmek lâzımdır. O, insanları “Câhiliye devri”nden “Asr-ı seâdet”e yükseltmiştir.
O, 23 senede, 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı bir ümmet" meydâna getirmiştir. Onlar da, 40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında, gâyet mahdût imkânlarla, Endülüs'ten Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, medeniyet, adâlet-hakkâniyet, insanlık-insan hakları, nûr ve hidâyeti, tek kelimeyle söylemek gerekirse, Allahü teâlânın mukaddes dîni İslâmiyyet’i götürmüşlerdir. İşte bu konu, ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
İslâm dîninde çocuk ve genç terbiyesinden, eğitiminden maksat, çocukların ve gençlerin, Allahü teâlânın râzı olduğu, kulların beğendiği, devletine, vatanına, milletine, âilesine, cemiyete ve insanlığa faydalı birer insan olarak yetişmeleridir. Bunların tahakkuku için, çocuk ve gençler, çeşitli güzel vasıflarla donatılmalıdırlar.
İslâm âlimleri ve atalarımız, asırlarca gecelerini gündüzlerine katarak çok kıymetli kitaplar yazmışlar ve bunları kütüphânelerde gözleri gibi koruyup bizlere kadar ulaştırmışlardır. Bizlere düşen, bunları okuyup istifâde etmek ve gereğini yapmaktır.
Dost-düşman herkesçe bilindiği gibi, Peygamberimizin ve O’nun izinden giden âlim ve velîlerin, nasıl kâmil cemiyetler meydâna getirdikleri açıkca ortadadır. Burada Karahânlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Bâbürlüler, Selçûklular ve Osmânlıları misâl olarak zikredebiliriz.
.Peygamberlerin insanlığa hizmetleri...
25-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Peygamberlerin insanlığa yaptıkları çok önemli hizmetler vardır. Bütün Ülü’l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır.
Muhakkak ki insanlar, Allah’ın Peygamberlerine tâbi’ olup, emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat bir hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
Peygamber Efendimiz "Bütün çocuklar, Müslümanlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelirler. Bunları, sonra anaları-babaları, Yahûdî veya Hıristiyân yâhûd Mecûsî (ateşperest) yaparlar" buyurarak, dînin [Müslümanlığın] veya dînsizliğin yerleştirilmesinde en mühim işin, çocuklukta ve gençlikte olduğunu, bu bakımdan çocukların ve gençlerin iyi terbiye edilmelerinin lüzûmunu bildiriyor.
Bundan anlaşılıyor ki, her Müslümanın evlâdına dînini, îmânını, Peygamberini ve kitâbını (ya’nî Kur'ân-ı Kerîm'i) henüz çocuklukta öğretmesi lâzım. İslâm âlimlerinin buyurduklarına göre bu, Müslümanın birinci vazîfesidir.
Bu iş, çocuk doğar doğmaz hemen âilede başlar; gerekli yaşa gelince, kreşlerde, anaokullarında; diğer ilk, orta dereceli ve yüksekokullarda, hattâ lisansüstü müesseselerde ve çevrede devâm eder.
Bu bakımdan çocuklarımıza ilkönce, Kur’ân-ı kerîmi, Peygamber Efendimizi, İslâm Büyüklerini ve dîn-i İslâmı, Müslümân-Türk’ün yüksek seciye ve ahlâkını, bütün millî ve ma’nevî değerlerimizi, târihimizi, târihî şahsiyetlerimizi, kültürümüzü ve medeniyetimizi öğretmeliyiz.
Çocuklar, Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, büyüklere hürmeti, vatan-millet aşkını, “Ezân” ve “Bayrak”a saygıyı, gelenek ve göreneklerini hep âilede öğrenirler.
İslâm dîninde çocuk ve genç terbiyesinden, eğitiminden maksat, çocukların ve gençlerin, Allahü teâlânın râzı olduğu, kulların beğendiği, devletine, vatanına, milletine, âilesine, cemiyete ve insanlığa faydalı birer insan olarak yetişmeleridir. Bunların tahakkuku için, çocuk ve gençler, çeşitli güzel vasıflarla donatılmalıdır.
Millî ve ma’nevî duygularımızı güçlendirmek için millî, ma’nevî, dînî, ilmî, ahlâkî, târihî, kültürel bir eğitime ihtiyaç vardır.
Demek ki, terbiyenin, eğitimin gâyesi, iyi bir insan yetiştirmek ve bu insanı cemiyete faydalı hâle getirmektir.
Çocuklara ve gençlere ne kadar hizmet versek azdır. Zira azîz vatanımız, asîl milletimiz ve ebed-müddet devletimiz sağlam bir şekilde onların omuzlarında yükselecektir.
Dünyâmız büyük bir gemi, bütün insanlar da onun yolcuları gibidirler. Bu gemiyi hepimizin korumaya çalışması lâzımdır; yoksa hep birlikte batarız.
.Peygamberlerin daveti...
24-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca “Kâinât”ta, sâdece “Dünyâ”nın insanlarla meskûn olmasını irâde buyurmuş, “İlk İnsan” olarak “Hazret-i Âdem” babamızı, bu dünyaya göndermiş ve onu aynı zamanda “İlk Peygamber” kılmıştır. [Binâenaleyh: 1- İnsanlık hayâtı, sâdece bu dünyâda var; diğer gezegenlerde beşerî hayât yok. 2- Bütün insanların atası maymun değil, insandır; beşeriyet Hazret-i Âdem’le eşi Hazret-i Havvâ’dan türemiştir. 3- Yine, insanlık vahşet üzere değil, medeniyet üzere başlamıştır. Çünkü ilk insan, Allah’ın seçilmiş bir Peygamberidir. Yontma Taş Devri, Cilâlı Taş Devri… gibi şeyler birer tahmînden ibârettir, hayâl mahsûlüdür.]
Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan i’tibâren, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar bütün “Peygamber”leri vâsıtasıyla, kullarına, dünyâ ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emir ve yasaklarını, ya’nî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu, beğendiği ve beğenmediği bütün işleri bildirmiştir.
Hepimiz biliyoruz ki, Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, verdiği ni’metlere şükretmelerini, emirlerini yapmalarını, yasaklarından kaçınmalarını, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemekte ve bunları da emretmektedir.
Peygamberlerin hepsi, insanları fevz u necâta ya’nî dünyâda ve âhirette kurtuluşa da’vet etmiş, sırât-ı müstakîmi, doğru olan yolu, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan anlatmışlardır.
Bakın burada şunu düşünelim: Yüce Allah, koca âlem içerisinde başka mahlûkları değil, sâdece insanları hâkim kılmış ve onları kendisine muhâtap kabûl etmiş ve mükellef yapmıştır. [Bu arada, cinnîlerin de mükellef olduklarını hâtırlıyalım.]
EĞİTİMİN ÖNEMİ...
Güzel ülkemizde, her sene yaz aylarında, Orta dereceli okullarda, genellikle haziran aylarında tatil başlar ve eylül ayına kadar 3 ay devâm eder. Üniversitelerde bu takvim farklı olabilmektedir.
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes dînimiz İslâmiyet’i, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmi, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı, büyük âlim ve velîlerimizi, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdına saygı duyması, târihine sâhip çıkması çok zordur.
.Yeni bir hicrî-kamerî ay ve yıl başlıyor...
18-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Muharrem ayı, Kur’ân-ı kerîmde, kıymet verilen dört aydan biridir. Muharrem ayının onuncu günü Aşûre günüdür. Bu ayın en kıymetli gecesi de, Aşûre gecesidir.
Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl etmiştir. Hazreti Âdem’in tevbesinin kabûl olması, Hazreti Nûh’un tûfândan kurtulması, Hazreti Yûnus’un balığın karnından çıkması, Hazreti İbrâhîm’in ateşte yanmaması, Hazreti İdrîs’in canlı olarak göğe çıkarılması, Hazreti Yakûb’un, oğlu Hazreti Yûsuf’a kavuşması, Hazreti Yûsuf’un kuyudan çıkması, Hazreti Eyyûb’ün hastalıktan kurtulması, Hazreti Mûsâ’nın Kızıl denizi geçmesi, Hazreti Îsâ’nın doğumu ve ölümden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması hep Aşûre günü olmuştur.
AŞÛRE GÜNÜNDE YAPILACAK BAZI İŞLER
1- Aşûre günü oruç tutmak sünnettir. Öteden beri Kureyş de, Resûlullah da Aşûre günü oruç tutarlardı. Peygamberimiz, Medîne’ye gelince de, yine o gün oruç tuttu ve Sahâbe-i kirâma da oruç tutmalarını emretti. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Aşûre günü oruç tutanın, bir yıllık günâhları affolur.” [Müslim, Tirmizî, İmâm Ahmed, Taberânî]
“Aşûre gününden bir gün önce, bir gün sonra da oruç tutarak Yahûdîlere muhâlefet ediniz.” [İmâm Ahmed]
“Aşûrenin fazîletinden faydalanınız! Bu mübârek günde oruç tutan, melekler, Peygamberler, şehîdler ve sâlihlerin ibâdetleri kadar sevâba kavuşur.” [Şir’atül-islâm]
2- Sıla-i rahim yapmalı. Yani akrabâyı ziyaret edip, hediyelerle veya çeşitli yardımlarla gönüllerini almalı.
3- İlim öğrenmeli! Bu gece, Kur’ân-ı kerîm okumalı, kazâsı olan kazâ namazı kılmalı; ilim olarak, Ehl-i sünnete uygun ilmihâl kitaplarını okumalıdır.
4- Sadaka vermek sünnettir, ibâdettir.
5- Çok selâm vermeli.
6- Çoluk çocuğunu sevindirmeli! Hadîs-i şerîfte, “Aşûre günü, âile efrâdının nafakasını geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur” buyuruldu. (Beyhekî)
7- Gusletmeli.
[Bu sevaplar, namaz kılan ve harâmlardan kaçan müminler içindir. Bunlara riâyet etmeyen kimse, Aşûre günü, bir değil, defalarca gusletse, günâhları affolmaz.]
Hazreti Hüseyin Efendimiz, 10 Muharremde şehîd edildi. O yüce imâmın şehîd edilmesi, elbette bütün Müslümânlar için büyük bir musîbet ve üzüntüdür. Hazreti Ömer, Hazreti Osmân, Hazreti Alî ve Hazreti Hamza’nın şehid edilmeleri de, böyle büyük musîbet ve üzüntüdür. Fakat, Peygamber Efendimiz, Hazreti Hamza’nın şehîd edildiği günün yıl dönümlerinde mâtem [yas] tutmadı. Mâtem tutmayı da emretmedi. Mâtem yasak olmasaydı, herkesten önce Peygamber Efendimizin ölümü için mâtem tutulurdu...
.Yeni bir hicrî-kamerî ay ve yıl başlıyor...
18-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Muharrem ayı, Kur’ân-ı kerîmde, kıymet verilen dört aydan biridir. Muharrem ayının onuncu günü Aşûre günüdür. Bu ayın en kıymetli gecesi de, Aşûre gecesidir.
Allahü teâlâ, birçok duâları Aşûre günü kabûl etmiştir. Hazreti Âdem’in tevbesinin kabûl olması, Hazreti Nûh’un tûfândan kurtulması, Hazreti Yûnus’un balığın karnından çıkması, Hazreti İbrâhîm’in ateşte yanmaması, Hazreti İdrîs’in canlı olarak göğe çıkarılması, Hazreti Yakûb’un, oğlu Hazreti Yûsuf’a kavuşması, Hazreti Yûsuf’un kuyudan çıkması, Hazreti Eyyûb’ün hastalıktan kurtulması, Hazreti Mûsâ’nın Kızıl denizi geçmesi, Hazreti Îsâ’nın doğumu ve ölümden kurtulup, diri olarak göğe çıkarılması hep Aşûre günü olmuştur.
AŞÛRE GÜNÜNDE YAPILACAK BAZI İŞLER
1- Aşûre günü oruç tutmak sünnettir. Öteden beri Kureyş de, Resûlullah da Aşûre günü oruç tutarlardı. Peygamberimiz, Medîne’ye gelince de, yine o gün oruç tuttu ve Sahâbe-i kirâma da oruç tutmalarını emretti. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî)
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Aşûre günü oruç tutanın, bir yıllık günâhları affolur.” [Müslim, Tirmizî, İmâm Ahmed, Taberânî]
“Aşûre gününden bir gün önce, bir gün sonra da oruç tutarak Yahûdîlere muhâlefet ediniz.” [İmâm Ahmed]
“Aşûrenin fazîletinden faydalanınız! Bu mübârek günde oruç tutan, melekler, Peygamberler, şehîdler ve sâlihlerin ibâdetleri kadar sevâba kavuşur.” [Şir’atül-islâm]
2- Sıla-i rahim yapmalı. Yani akrabâyı ziyaret edip, hediyelerle veya çeşitli yardımlarla gönüllerini almalı.
3- İlim öğrenmeli! Bu gece, Kur’ân-ı kerîm okumalı, kazâsı olan kazâ namazı kılmalı; ilim olarak, Ehl-i sünnete uygun ilmihâl kitaplarını okumalıdır.
4- Sadaka vermek sünnettir, ibâdettir.
5- Çok selâm vermeli.
6- Çoluk çocuğunu sevindirmeli! Hadîs-i şerîfte, “Aşûre günü, âile efrâdının nafakasını geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur” buyuruldu. (Beyhekî)
7- Gusletmeli.
[Bu sevaplar, namaz kılan ve harâmlardan kaçan müminler içindir. Bunlara riâyet etmeyen kimse, Aşûre günü, bir değil, defalarca gusletse, günâhları affolmaz.]
Hazreti Hüseyin Efendimiz, 10 Muharremde şehîd edildi. O yüce imâmın şehîd edilmesi, elbette bütün Müslümânlar için büyük bir musîbet ve üzüntüdür. Hazreti Ömer, Hazreti Osmân, Hazreti Alî ve Hazreti Hamza’nın şehid edilmeleri de, böyle büyük musîbet ve üzüntüdür. Fakat, Peygamber Efendimiz, Hazreti Hamza’nın şehîd edildiği günün yıl dönümlerinde mâtem [yas] tutmadı. Mâtem tutmayı da emretmedi. Mâtem yasak olmasaydı, herkesten önce Peygamber Efendimizin ölümü için mâtem tutulurdu..
.Bir hicrî-kamerî sene daha bitmek üzere...
17-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâm, 622 yılında Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye hicret etti. Hicrî-kamerî takvîmde; Muhammed aleyhisselâmın, Mekke'den Medine'ye hicret ettiği sene, başlangıç kabûl edilir. Muharrem ayının biri olan ilk kamerî senebaşı, milâdî 622 yılının Temmuz ayının, 16’sına rastlayan cuma günü idi.
Sevgili Peygamberimiz, 20 Eylül Pazartesi günü, Medîne’nin Kubâ köyüne geldi. Bu târih, Müslümânların “Hicrî-şemsî” yılbaşı oldu. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, “Hicrî-kamerî” yılbaşı oldu. Muharrem ayının birinci gecesi, Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı gecesidir.
[Kamerî takvîmde bir yıl, 354,367 gündür. Bu süre, Ay’ın dünyâ etrâfında 12 kerre döndüğü zamandır. Güneş yılından 10,875 gün daha kısadır. Bundan dolayı, 32,5 yılda, bir yıl daha fazladır.]
Takvîmlere göre bugün, 29 Zil-hicce 1444 Pazartesi’dir. Bilindiği gibi Zil-hicce ayı, hicrî-kamerî senenin son ayı (12. ay), harâm ayların sonuncusu (4.sü), hac aylarının da sonuncusu (3.sü)dür. Yarın (30 Zil-hicce 1444 Salı), Zilhicce ayı bitecek ve yarından sonra (01 Muharrem 1445 Çarşamba), yeni bir hicrî-kamerî ay ve sene başlayacaktır.
Muharrem ayı, İslâmî senenin 1. ayı; Muharrem ayının 1. gecesi, Müslümânların yılbaşı gecesi; Muharrem ayının 1. günü de Müslümânların yeni yılının, yâni hicrî yılın 1. günüdür.
Zilhicce ayı, kurbân ve hac ibâdetlerinin yapıldığı, Terviye, Arefe ve Kurbân Bayramı gün ve gecelerinin bulunduğu, ilk 10 gecesi ve günü çok mübârek gece ve günlerden olan bir aydır.
Kur'ân-ı kerîmde Fecr sûresinde "Ve on geceye yemîn olsun" ifâdesinde kasdedilen on gece, bazı kaynaklara göre, Ramazân ayının son on günü veya Muharrem'in ilk on günü olarak belirtilse de genel görüş, bu mübârek on gecenin, Zilhicce ayının ilk on gecesi olduğudur.
Muharrem ayı, Kur’ân-ı kerîmde kıymet verilen 4 harâm aydan biridir. Muharrem ayının birinci gecesi, Müslümânların hicrî-kamerî yılbaşı gecesidir.
Hıristiyanlar, kendi yılbaşıları olan ocak ayının birinci gecesinde, “Noel” kutlaması yapıyorlar. Müslümânlar da kendi yılbaşı gecelerinde ve günlerinde müsâfeha ederek, telefonla veya mektup yazarak tebrîkleşirler. Birbirlerini ziyâret eder ve hediyeler verirler. Yılbaşını dergi ve gazete ilânlarıyla kutlarlar. Yeni yılın, birbirlerine ve bütün Müslümânlara hayırlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evlerinde ziyâret edip duâlarını alırlar. O gün de, bayram gibi temiz giyinip, fakîrlere sadaka verirler. Muharremin ilk 10 gün ve geceleri de, mübârek gün ve gecelerdendir..
.Çocuklara iyi bir terbiye vermek lazımdır...
11-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Her Müslümânın evlâdına dînini, îmânını, Peygamberini ve kitâbını (ya’nî Kur'ân-ı Kerîm'i) henüz çocuklukta öğretmesi lâzımdır.
Peygamber Efendimiz: "Bütün çocuklar, Müslümânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelirler. Bunları, sonra anaları-babaları, Yahûdî veya Hıristiyân yâhûd Mecûsî (ateşperest) yaparlar" buyurarak, dînin [Müslümanlığın] veya dînsizliğin yerleştirilmesinde en mühim işin, çocuklukta ve gençlikte olduğunu, bu bakımdan çocukların ve gençlerin iyi terbiye edilmelerinin lüzûmunu bildirmiştir.
Asr-ı Saâdet’ten sonra, târih boyunca insanlığa huzûrlu devirler yaşatmış olan Emevîler, Abbâsîler, Karahânlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Bâbürlüler, Selçûklular, Osmânlılar ve daha birçok İslâm devletinin sultânları, insanlık âlemine çok büyük hizmetler yapmışlardır.
İslâm âlimleri ve atalarımız, asırlarca gecelerini gündüzlerine katarak çok kıymetli kitaplar yazmışlar ve bunları kütüphânelerde gözleri gibi koruyup bizlere kadar ulaştırmışlardır. Bizlere düşen, bunları okuyup istifâde etmek ve gereğini yapmaktır.
Millî ve ma’nevî duygularımızı güçlendirmek için millî, ma’nevî, dînî, ilmî, ahlâkî, târihî, kültürel bir eğitime ihtiyaç vardır.
Bundan anlaşılıyor ki, her Müslümânın evlâdına dînini, îmânını, Peygamberini ve kitâbını (ya’nî Kur'ân-ı Kerîm'i) henüz çocuklukta öğretmesi lâzımdır. İslâm âlimlerinin buyurduklarına göre bu, Müslümânın birinci vazîfesidir.
Bu iş, çocuk doğar doğmaz hemen âilede başlar; gerekli yaşa gelince, kreşlerde, anaokullarında; diğer ilk, orta dereceli ve yüksekokullarda, hattâ lisansüstü müesseselerde ve çevrede devâm eder.
Bu bakımdan çocuklarımıza ilk önce, Kur’ân-ı kerîmi, Peygamber Efendimizi, İslâm Büyüklerini ve dîn-i İslâmı, Müslümân-Türk'ün yüksek seciye ve ahlâkını, bütün millî ve ma’nevî değerlerimizi, târihimizi, târihî şahsiyetlerimizi, kültürümüzü ve medeniyetimizi öğretmeliyiz.
Çocuklar, Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, büyüklere hürmeti, vatan-millet aşkını, “Ezân” ve “Bayrak”a saygıyı, gelenek ve göreneklerini hep âilede öğrenirler.
İslâm dîninde çocuk ve genç terbiyesinden, eğitiminden maksat, çocukların ve gençlerin, Allahü teâlânın râzı olduğu, kulların beğendiği, devletine, vatanına, milletine, âilesine, cemiyete ve insanlığa faydalı birer insan olarak yetişmeleridir...
Büyük âlimlerden İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah) “Çocuğun terbiyesine çok dikkat etmelidir. Onun kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasına mâni olmalıdır. Kötü arkadaş, çocuğun edeb ve terbiyesini bozar” buyurmaktadır.
Büyük velîlerden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de “Evlât büyük bir nimettir. Ni’metin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için pedagoji yani çocuk terbiyesi, İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir” buyurmuştur.
.Yaz tatili, en faydalı şekilde değerlendirilmelidir...
10-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Mâzîlerini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar.
Uçsuz-bucaksız olarak yarattığı koca kâinâtta, sâdece bizim üzerinde yaşadığımız dünyâyı insanlarla meskûn kılmayı irâde buyuran Allahü teâlâ, biz insanları eşref-i mahlûkât kılmış, mükellef yapmış ve kendisine muhâtap kabûl etmiş; canlı-cansız her şeyi bizim emrimize musahhar kılmış, hizmetimize vermiştir.
“İlk insan” olarak “Hazret-i Âdem” babamızı, bu dünyâya göndermiş ve onu aynı zamanda “İlk Peygamber” kılmıştır. Böylece daha birinci şahıstan itibâren beşeriyeti Peygambersiz, muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, kılavuzsuz, öndersiz, muktedâ-bihsiz, rolmodelsiz bırakmamış, onlara lâzım olan her şeyi, bu Peygamberleri vâsıtasıyla doğru bir şekilde öğretmiştir.
Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun ki, muhtelif zaman dilimlerinde, muhtelif coğrâfî bölgelerdeki muhtelif kavimlere, kimisi “Ülül-azm” (6 adet), kimisi “Resûl” (313 adet), kimisi de “Nebî” (124.000’den ziyâde) olmak üzere Peygamberler göndermiştir... Cenâb-ı Hak, “Hâtemül-Enbiyâ ver-Rusül=Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu” olan Sevgili Peygamberimizden sonra da, onun vârisleri olarak yüz binlerce İslâm âlimi ve Evliyâ-yı kirâm yaratmıştır.
Bilindiği üzere, insanın bütün hayâtı 4 safhadan ibârettir: 1- “Anne karnındaki hayâtı”, 2- “Dünyâ hayâtı”, 3- “Kabir hayâtı”, 4- “Âhıret hayâtı”... Anne karnındaki hayât, çok kısa olduğu için, o, dünyâ hayâtına dâhil edilebilir. Dünyâ hayâtı da, 4 basamak hâlinde ele alınıyor: Bir insana, 30 yaşına kadar “çocuk ve genç”, 50 yaşına kadar “yetişkin, olgun”, 70 yaşına kadar “ihtiyâr, yaşlı”, 70’ten sonra ise “pîr-i fânî” denilmektedir.
Allahü teâlâ, insanı fıtraten tertemiz yaratmış, onun fıtratına uygun edebi verme işini babaya havâle etmiştir. Babanın evlâda en güzel, en faydalı ve kalıcı hediyesi, onu iyi bir şekilde terbiye etmesidir. Hadîs-i şerîfte de ifâde buyurulduğu üzere, “onun bırakacağı en iyi mîrâs, güzel bir terbiyedir.”
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes dînimiz İslâmiyet’i, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmi, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı, büyük âlim ve velîlerimizi, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, doğru yolda bulunması, ecdâdına ve târihine saygı duyması çok zordur.
Mâzîlerini, büyüklerini tanıyamayan çocuklar, gençler ve yaşları ilerlemiş insanlar, büyüklüklere tâlip olamazlar. İnsanların çeşitli buhrânlara, bunalımlara, rûhî sıkıntılara marûz kaldıkları asrımızda, büyük insanların yaşayış tarzları, tavsiye ve nasîhatleri, hâl ve hareketleri, kerâmetleri, hem zevk ve ibret almaya, hem de intibâha, uyanmaya sebep olur...
.Ölüme hazırlanmanın önemi!..
04-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Bilindiği gibi, yüce Allah, bütün yaratıkları içinde, insanı eşref-i mahlûkât, zübde-i kâinât yapmış, en güzel bir kıvâmda kılmış ve diğer yaratıkları da onun istifâdesine vermiştir. Herhangi birimizi bir taş, ot, hayvân olarak yaratsaydı, ne lâzım gelirdi? Binâenaleyh bizlerin insan olarak yaratılması çok büyük bir ni’mettir.
Burada ifâde edelim ki, İslâmî ilimlerden önemli bir branş olan “Akâid” veya “Kelâm” ilmine dâir kitaplarda, varlıklar 3 gruba ayrılır: 1- “Vâcibü’l-vücûd”, 2- “Mümkinü’l-vücûd”, 3- “Mümteniu’l-vücûd”.
Ma’lûm olduğu üzere “Vâcibü’l-vücûd”, varlığı muhakkak lâzım olan, behemehâl bulunması lâzım gelen, “olmazsa olmaz” diye ifâde edilen varlık ki, bu, sâdece yüce Allah’tır.
“Mümkinü’l-vücûd”, bulunmasıyla bulunmaması müsâvî, eşit olan varlıklar olup bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler, cansızlar, diğer bütün yaratıklar bu gruba girerler; bunlardan herhangi birinin eksik olmasından dolayı hiçbir şey lâzım gelmez, bunlardan birinin bulunmaması çok mühim bir eksiklik teşkîl etmez.
“Mümteniu’l-vücûd” ise, mevcûdiyeti muhâl, imkânsız olan varlık ki, bu da Cenâb-ı Hakk’ın eşinin, benzerinin, zıddının, hanımının, çoluk-çocuğunun vs. bulunması gibidir. Böyle bir şeyin olması imkân dâhilinde değildir, muhâldir, mümkün değildir.
Burada şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, herhangi bir insanın, bu dünyâya gönderilmesi, yaratılması, bir ihsândır, bir ni’mettir.
Cenab-ı Hak, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti lutfetmiştir. O'nun, kullarına verdiği ni’metleri o kadar çoktur ki, hem de sayılamayacak kadar [nâ-mütenâhî], ya’nî sonsuzdur. Nitekim “İbrâhîm sûresi”nin 34. âyetinde [meâlen] bu husûs şöyle ifâde edilmektedir:
"Allah, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah'ın bunca ni’met[ler]ini teker teker sayacak olsanız, onu kısım kısım bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlim, çok nankördür."
“Nahl sûresi”nin 18. âyeti de bu husûsu te’yîd etmektedir. Şöyle ki: "Hâlbuki Allah'ın nimet[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, icmâlen [özet olarak] bile sayamazsınız. Muhakkak ki, Allah gafûrdur [çok bağışlayıcıdır], rahîmdir [çok merhametlidir]" buyurulmuştur.
Bizlere verilen ni’metlere, kuşbakışı bir göz atacak olursak:
Cenâb-ı Hakk’ın, bizleri, mahlûkâtın en şereflisi insan olarak yaratması, ahsen-i takvîm üzere halketmesi, akıl vermesi, her biri dünyâlar değerinde olan vücut uzuvlarımızı lutfetmesi, sıhhat ve âfiyet üzere yaşatması, muhtaç olduğumuz her ni’meti ihsân etmesi; dünyânın en güzel ülkelerinden biri olan bir memlekette göndermesi, eşler-çocuklar-torunlar vermesi, ilim lutfetmesi, para-pul, mal-mülk, servet ü sâmân, mevkı-makâm vermesi… vesâire daha pek çok ni’met sayılabilir; bunların her biri çok değerli ihsânlardır.
Bu ni’metlerden herhangi biri noksân, eksik olursa, hemen feverân etmemek gerekir. Zîrâ hayât ve ölümün yaratılmasında imtihân maksadı vardır. Bilindiği gibi bu dünyâ bir imtihân yeridir.
.Ölümü çok hâtırlayınız" hadîs-i şerîfi hakkında...
03-07-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: "Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız."
Büyük âlim ve velîlerimizden Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî “Mükellef olanların, ölümü çok hâtırlamaları sünnettir. Çünkü, ölümü çok hâtırlamak, emirlere sarılmaya ve günâhlardan sakınmağa sebeb olur. Harâm işlemeğe cesâreti azaltır” buyuruyor...
Ölüm hakkında birçok âyet-i kerîme nâzil olmuş, pekçok da hadîs-i şerîf vârid olmuştur. Sahâbe-i kirâm ve Tâbiîn başta olmak üzere, İslâm âlimlerinin ve Evliyâ-yı kirâmın da bu konuda çok tesirli, gâyet güzel sözleri vardır.
Bir âyet-i kerîmede, “Her cân ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihân olarak hayır ve şer ile deniyoruz” [Enbiyâ, 35] buyurulmuştur.
Allahü teâlâ, “çok merhametli” olduğunu [Fâtiha, 2] ve “insanlara zerre kadar zulmetmediğini” [Nisâ, 40] bizzât kendisi ifâde buyuruyor. Mâla ve câna zarar veren bazı musîbetlerin meydâna gelmesinde, İlâhî irâde ve takdîr tecellîsi vardır ve imtihân maksadına ma’tûftur. Nitekim Yüce Allah, Kur'ân-ı kerîm’inde, Mülk sûresinin 2. âyetinde [meâlen]: “Amelce hanginiz daha güzeldir diye [ya’nî hanginizin daha güzel amelde bulunacağını] imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur. O, azîzdir (herşeye gâliptir), gafûrdur (çok bağışlayandır)" buyurmuştur.
Bakara sûresinin 155. âyet-i kerîmesinde de bu imtihân gâyesi şöyle açıklanır: "(Ey mü'minler, itâatkârı âsî olandan ayırt etmek için) and olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden yana eksiltme ile imtihân edeceğiz. (Ey habîbim), sabredenlere (lutûf ve ihsânlarımı) müjdele."
Fahr-i kâinât Efendimiz, bir hadîs-i şerîfte “Dünyâda bir garîp veya bir yolcu gibi ol; kendini kabir ehlinden say (ya’nî kesinlikle öleceğine göre, kendini şimdiden ölmüş bil)”; başka bir hadîs-i şerîfinde ise: “Ölülerinizi hayırla yâd edin (iyilikle anın)” buyurmuşlardır.
Sevgili Peygamberimiz yine buyurmuşlardır ki: “Âdemoğlu vefât edince amel defteri kapanır [artık sevâb yazılmaz olur]; ancak şu üç şeyi yapanlar müstesnâ: 1- Sadaka-i câriye [(câmi, mescid, medrese, çeşme, yol, hastahâne, aşevi, yurt…ve sâire gibi) umûma hayrı dokunan eserler meydâna getirenler)], 2- Arkasından istifâde olunan ilim bırakanlar (faydalı eserler veya talebe bırakanlar), 3- Arkasından hayır duâ edecek evlâd bırakanlar.”
Allâme sıfatıyla anılan seyyid Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn: "Mükellef olan her Müslümânın, her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir" buyuruyor. Bir kimse, ölüme yakînen inansa, îmândan sonra en mühim farîza olan namazı aslâ ve kat’â terk etmez.
.Kurbân kesmeyenlerin mes'ûleyetleri
27-06-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Peygamber Efendimiz, 2 hadîs-i şerîfinde: “Hasîslerin [cimrilerin] en kötüsü, (kesmesi vâcib olduğu hâlde) kurbân kesmeyendir”, “Hâli vakti yerinde olup da kurbân kesmeyen, namaz kıldığımız yere gelmesin” [Hâkim] buyurmuştur.
Hâli-vakti yerinde olan ve Allahü teâlânın emrine uyarak kurbân kesen, kendisini Cehennemden âzâd etmiş olur. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sevâp umarak kurbân kesen, Cehennemden korunur.” [Taberânî]
Kurbân nisâbına mâlik olan ve gerekli diğer şartları taşıyan [ya’nî âkıl, bâliğ, mukîm, hür olan zengin] bir Müslümânın kurbân kesmesi vâciptir; zarûretsiz kurbân kesmemek günâhtır.
İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, zekât nisâbı kadar mâlı, parası bulunan her hür Müslümânın kurbân bayramında kurbân kesmesi vâcip olur. Kurbân nisâbı hesâbına katılacak mâlın, zekâtta olduğu gibi ticâret için olması ve elinde bir yıl kalmış olması şartı yoktur.
İhtiyaç eşyâsı demek, kıymetleri ne kadar çok olursa olsun, bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl üç kat elbise, çamaşır, evde kullanılan eşyâ ve âletler, binecek vâsıtası, meslek kitapları ve ödeyeceği borçlarıdır. Bu eşyânın mevcut olması şart değildir. Eğer mevcut iseler, nisap hesâbına katılmazlar.
Ticâret için olmayan, ihtiyâcından artan eşyâ, kirâdaki evler, evindeki süs eşyâsı, yere serili olmayan halılar, kullanılmayan fazla ev eşyâsı, sanat ve ticâret âletleri, burada ihtiyaç eşyâsı sayılmaz. Bunlar kurbân için, nisap hesâbına katılır. Oturduğu ev büyük olsa, ihtiyâcından fazla, kullanılmayan odaları bile olsa nisâba dâhil edilmez.
Bilindiği üzere, “Kurbân”, “davar [koyun, koç, keçi ve anası gibi gösterişli olan 6 aylık kuzu], sığır [inek, dana, öküz, düve, boğa, tosun, manda] veya deveyi, Kurbân Bayramının ilk üç gününde [Şâfiî mezhebinde 4. günde de kesmek câizdir], kurbân niyeti ile kesmek” demektir.
Kurbânını, bir hayır kurumuna hediye etmek isteyen kimse, kurbân parasını, bu işle vazîfeli kimseye teslîm ederken, “Allah rızâsı için, bayram kurbânımı almaya ve aldırmaya, kesmeye ve dilediğine kestirmeye, etini ve derisini dilediğine vermeye seni umûmî vekîl ettim” der ve kalben de niyet eder. Vazîfeli de, “ben de vekâletini kabûl ettim” der. Vekâlet, mektupla, faksla veya telefonla da verilebilir. Kurbân kesmeye vekîl olan, zekât hâriç, sâhibinden ayrıca izin almadıkça veya “İstediğini yap” diyerek umûmî vekîl edilmedikçe, başkasını kendisine vekîl yapamaz. Umûmî vekîlse başkasını, o da bir başkasını vekîl yapabilir.
Birden çok kişiye vekâlet vermek sahîhtir. Bir işe vekîl olan iki kişiden biri, tek başına yetkili olamaz. Ancak emâneti vermede, borcu ödemede, kurbân kesme gibi işlerde, birisi tek başına yetkili olabilir. Çünkü bu işlerde vekîllerden birisinin, diğerinin görüşünü sormaya ihtiyâcı yoktur.
.Kurbân Bayramı hakkında birkaç kelime...
26-06-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Takvîmlere göre, hicrî-kamerî senenin sonuncu [12.] ayı, harâm ayların 4.sü, hac aylarının da 3.sü olan Zil-hicce ayı [01 Zil-hicce 1444], 19 Haziran 2023 Pazartesi günü girmişti.
Bugün [26 Haziran 2023 Pazartesi (08 Zilhicce 1444) “Terviye günü”; yarın [27 Haziran 2023 Salı (09 Zilhicce 1444)] ise, “Arefe günü”dür.
“Arefe günü”, İslâm dîninin kıymet verdiği günlerdendir. Müslümânlar her yıl, “Ramazân ayı”nda ve “Arefe günü”nde günâhları afv edildiği için sevinirler, sürûrları avdet eder, tekrâr gelir. Bundan dolayı, Ramazân ayını takip eden Şevvâl ayının ilk üç gününe ve Arefe gününü takip eden Zilhiccenin 10-13. günlerine "îd" denilmiştir ki, Arapça olan bu kelime Türkçede “bayram” demektir.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neş’elenmelerinin sebebini sorduğunda onlar, "Bugün bayramımızdır" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ali de; "Günâh işlemediğimiz günler de, bizim bayramımızdır" buyurdu.
28 Haziran 2023 Çarşamba günü, bu ayın 10’u. Yanî Kurbân Bayramının 1. Günü. Bilindiği gibi Ramazân Bayramı 3 gün, Kurbân Bayramı ise 4 gündür.
Sevgili Peygamberimiz;
“Allahü teâlâ, size, Câhiliye döneminden kalma bayramlardan hayırlı/daha iyi iki bayramı (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti” buyurmuştur.
Yine Sevgili Peygamberimiz;
"Ramazân Bayramı, Kurbân Bayramı ve teşrîk günleri, biz ehl-i İslâmın bayramıdır; bugünler yeme ve içme günleridir" ve;
"Ramazân bayramında namaz ve sadaka-i fıtır, Kurbân Bayramında ise, namaz ve kurbân vardır" buyurmuşlardır.
Ma’lûm olduğu üzere, bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günlerdir.
[Bu vesîle ile asîl milletimizin, bütün Müslümânların Kurbân Bayramlarını cândan tevrîk ediyoruz. Allahü teâlâ, bayramları, güzel ülkemizin ve bütün İslâm âleminin huzûr ve sükûnuna ve bütün insanlığın da hidâyetine vesîle kılsın.]
Allahü teâlâ, kullarına çok merhamet ettiği için, bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş; bu gece, gün ve aylardaki, duâ, tevbe, namaz, oruç, kurbân ve hac gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir.
Hicretin ikinci yılında, Müslümânlara bedenî ve mâlî ibâdetlerden bazıları emredildi. Hicretin 2. yılında Zilhicce ayında, Kurbân kesmek ve bayram namazı kılmak vâcip oldu.
Bilindiği gibi Kurbân, mâlî bir ibâdettir. [Peygamberimize farz, Hanefî mezhebine göre ümmetinden şartları taşıyanlara vâcib, diğer 3 mezhebe göre ise sünnet-i müekkededir.]
.Faydalı insan yetiştirmenin önemi
20-06-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, İslâm âlemine, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir.
İster “Ülü'l-azim” Peygamberlerden, ister “Resûl”lerden ve isterse “Nebî”lerden olsun, bütün Peygamberlerin eğitimdeki hedefleri aynıdır.Bütün Peygamberler, hep aynı îmân ve i’tikâd esâslarını bildirmişler, hepsi de insanları ebedî kurtuluşa dâvet etmişlerdir. Peygamberlerin hepsinin hedefi, “insân-ı kâmil” ya’nî “iyi ferd”, “iyi âile”, “iyi cemiyet” ya’nî güzel ahlâklı insanlar meydâna getirmek olmuştur.
Bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Allahü teâlânın, bütün mahlûkâtına, özellikle insanlara olan merhameti, ihsânı, ni’metleri o kadar çoktur ki, bu ancak “sonsuz” kelimesiyle ifâde edilebilir. Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti de lutfetmiştir. Bu ni’metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır: [İbrâhîm, 34; Nahil, 18]
Bilindiği üzere Allahü teâlâ, “Rahmân” sıfatının gereği olarak, dünyâdaki bütün insanlara, kullarına çok acıdığı için, iyi, güzel ve faydalı şeyleri yaratıp, dostunu-düşmânını ayırmadan, herkese göndermektedir.
Kullarının dünyâda râhat, huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları,âhirette de sonsuz saâdete, bitmez-tükenmez ni’metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine bildirmiş, bunları bildiren birçok “Kitap” (yüz suhuf ve dört büyük kitap, toplam 104 kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur'ân-ı Kerîm bozulmamış, diğerleri maalesef kötü kimseler tarafından değiştirilmiştir.
Muhakkak kiCenâb-ı Hakk’ın kullarına olan ni’metlerinin en büyüğü, “Peygamber”ler ve “Kitap”lar göndererek, onların arkalarından da birçok âlim ve velîyi halkederek, onlara sırât-ı müstekîmi, doğru yolu, rızâ-i İlâhî’ye ve Cennet’e götüren yolu, ebedî saâdet yolunu göstermesidir.
Muhammed aleyhisselâm, [günümüz de dâhil] bütün zamanlara, bütün mekânlara ve bütün kavimlere, milletlere, hattâ hem insanlara, hem de cinnîlere gönderilmiş bir Peygamberdir. Bunun için Peygamberimize “Bütün Nebîlerin veResûllerin sonuncusu” denilmiştir; ayrıca “bütün insanların ve cinnîlerin Peygamberi” sıfatı da vardır. Bu husûs ittifâklıdır, ya’nî bütün âlimlerimizin söz birliği ile sâbit olan bir husûstur.
Bilindiği gibi, dînde inanılacak altı şeyden [Âmentü esâslarından] dördüncüsü, Allahü teâlânın “Peygamber”lerine inanmaktır. Peygamberlere îmân etmek, hepsinin sâdık, doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Peygamberler, insanları, Cenâb-ı Hakk’ın beğendiği yola kavuşturmak, onlara doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir.
.Doğru rehberlere olan ihtiyaç...
19-06-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:38
Bütün kâinâtı, canlı-cansız her varlığı, en mükemmel bir nizâm ve intizâm üzere yaratan ve onları her ân varlıkta durduran Allahü teâlâ, şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca “kâinât”ta, sâdece “dünyâ”nın insanlarla meskûn olmasını irâde buyurmuş, “ilk insan” olarak “Hazret-i Âdem”i (aleyhisselâm) bu dünyaya göndermiş ve onu aynı zamanda “ilk Peygamber” kılmıştır. [Binâenaleyh insanların atası maymun değildir; başka gezeğenlerde insanlık hayâtı yoktur ve insanlık vahşet üzere değil, medeniyet üzere başlamıştır.]
Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği 1. şahıstan itibâren beşeriyeti, muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, kılavuzsuz, öndersiz, “muktedâ-bih”siz, “rol-model”siz bırakmamıştır.
“İlk Peygamber” Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)dan başlayarak, “son Peygamber”olan Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar her asırda, dünyânın her tarafındaki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak seçtiği bir zâta (bir Peygambere), bir“melek”le [“Cebrâîl” aleyhisselâm’la] haber göndererek, kendi varlığını, isimlerini ve sıfatlarını bildirmiştir.
Yarattığı şu mükemmel âlemle, kendi varlığını belli ettiği gibi, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği, acıdığı için, var olduğunu ayrıca “Peygamber”leri vâsıtasıyla da bildirmiştir.
Bilindiği gibi,Allahü teâlânın, Hazret-i Âdem’den i’tibâren, insanları ebedî saâdete kavuşturmak için, muhtelif asırlarda, çeşitli coğrafî bölgelere, pek çok “Peygamber” göndermesi, bunlardan bazılarına da,“Kitap”larve “Sahîfe”ler indirmesi, kullarına gönderdiği ni’metlerinin en büyüğüdür.
***
Umûmî olarak her insan, iyi bir insan olarak anılmak ister... Her âile, bütün âile ferdlerinin iyi insan olmalarını ister... Her devlet de, kendi vatandaşlarının iyi insanlar olmalarını arzû eder.
Peki, iyi insan nasıl olunur?İyi bir insan olmak için evvelâ, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına göre yaşamak lâzım. Yanî kâmil [ya’nî olgun] bir Müslümân olmak gerekir. Zâten Müslümân kimse, iyi insan demektir.
Zâten “Müslümânlığın gâyesi” de, “insanları, İslâm-ı hakîkî üzere yaşatıp onların îmân-ı kâmil ile bu dünyâdan göçmelerini sağlamak ve Cennet’te ebedî saâdete erişmelerini te’mîn etmektir.”
Bunlar da, ancak hakîkî rehberlerin yol göstermeleriyle elde edilebilir. Peygamber Efendimizin rehberliğiyle, câhiliye ehlinin nasıl saâdet ehli olduğu ortadadır. Hakîkî ulemâ ve evliyânın rehberlikleriyle de, nice sarhoşların, kumar ehli kişilerin, bozuk ahlâklı kimselerin yüksek ahlâklı insanlar oldukları meydândadır.
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes dînimiz İslâmiyet’i, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmi, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı, büyük âlim ve velîlerimizi, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdına saygı duyması çok zordur.
.Kurbânın meşrûiyeti...
13-06-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
Allahü teâlâ, son İlâhî kitâbı olan Kur’ân-ı kerîminde [Hac sûresinin 34. âyet-i kerîmesinde] meâlen şöyle buyurmaktadır:
“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbânlık hayvânların üzerlerine O’nun adını anarak kurbân kesmeyi meşrû’ kıldık...”
Kurbân ibâdeti, Kur’ân-ı kerîmde [Bakara Sûresi, 67-71, 196; Mâide Sûresi, 2, 27, 95, 97, 103; Hac Sûresi, 34, 36-37; Sâffât Sûresi, 102-107; Fetih Sûresi, 25; Kevser Sûresi, 2] muhtelif yönleriyle beyân buyurulmaktadır. Bunlardan Bakara 196; Mâide 2, 95, 97 ve Fetih 25’te hacda kesilecek kurbânlar; Mâide sûresinin 27. âyetinde, Âdem aleyhisselâmın 2 oğlunun kestikleri kurbân, 103. âyetinde adak kurbânı; Hac sûresinin 36-37. âyetlerinde umûmî olarak kurbân ibâdeti; Sâffât sûresinin 102-107. âyetlerinde de Hazret-i İbrâhîm aleyhisselâm’ın kestiği kurbân zikrolunmuştur.
Kevser sûresinde ise, Peygamber Efendimize farz olan, fakat (Hanefî mezhebine göre) ümmetinden zengin olanlara vâcip kılınan, (Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise sünnet-i müekkede olan) kurbân beyân buyurulmaktadır.
Peygamber Efendimiz de buyurmuştur ki:
“Kurbân bayramında yapılan amellerden, Allahü teâlâ katında, kurbân kesmekten daha kıymetlisi yoktur. Daha kanı yere düşmeden, Allahü teâlâ, onu muhâfaza eder. Onunla nefsinizi tezkiye edin, onu seve seve kesin.” [Tirmizî]
“Kurbânın derisindeki her tüy sayısınca size sevâp vardır. Kanının her damlası kadar mükâfât vardır. O sizin mîzânınıza konacaktır. Müjdeler olsun.” [İbn-i Mâce]
“Kurbânların en hayırlısı boynuzlu koçtur.” [İbn-i Mâce]
“Kurbânın postunun her kılına ve her parçasına bir sevâp vardır.” [Hâkim]
“Yâ Fâtıma, kurbânının yanına git! Kesilirken orada bulun! Yere akacak ilk kan damlası ile, geçmiş günâhların affedilir.” [İbn-i Hibbân]
“Sevâp umarak kurbân kesen, Cehennemden korunur.” [Taberânî]
Kurbân hayvânını fakîrlere veya hayır ve yardım cemiyetlerine diri olarak sadaka vermek kurbân olmaz. Kurbânlık hayvânı kesmek, kanını akıtmak şarttır...
Kurbân nisâbına mâlik olan ve gerekli diğer şartları taşıyan bir Müslümânın kurbân kesmesi vâciptir; zarûretsiz kurbân kesmemek günâhtır. “Kurbân”, “davar [koyun, anası gibi gösterişli 6 aylık kuzu ve keçi], sığır [inek, dana, öküz, düve, boğa, manda] veya deveyi, Kurbân Bayramının ilk üç gününde [Şâfiî mezhebinde 4. günde de kesmek câizdir], kurbân niyeti ile kesmek” demektir.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Kurbânlarınızı gönül hoşluğu ile kesin! Çünkü hiçbir Müslümân yoktur ki, kurbânını kıbleye döndürüp kessin de, bunun kanı, boynuzu, yünü, her şeyi kıyâmette kendi mîzânına konan sevâbı olmasın.” [Deylemî]
“Kesilen kurbân, Kıyâmette, etiyle, kanıyla 70 kat büyüyerek mîzâna konur.” [İsfehânî]
“Kurbânlarınız, semiz olsun. Onlar, Sırâtta bineklerinizdir.” [Zâdü’l-mukvîn]
.Kurbân ibâdeti hakkında...
12-06-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
Bilindiği üzere kurbân ibâdeti, dünyâya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem’den (aleyhisselâm) beri bilinen ve yapılagelen bir ibâdettir.
Kurbân ibâdeti, Kur’ân-ı kerîmde [Bakara Sûresi, 67-71, 196; Mâide Sûresi, 2, 27, 95, 97, 103; Hac Sûresi, 34, 36-37; Sâffât Sûresi, 102-107; Fetih Sûresi, 25; Kevser Sûresi, 2] muhtelif yönleriyle beyân buyurulmaktadır. Bu konuda, Peygamber Efendimizin de birçok hadîs-i şerîfleri vardır.
İslâm âlimleri de, gerek konuyla alâkalı âyet-i kerîme tefsîrlerinde ve hadîs-i şerîf şerhlerinde, gerekse fıkıh kitaplarında kurbân hakkında çok değerli bilgiler vermişlerdir. 14 asırdan beri de, kurbânla mükellef olan bütün Müslümânlar bu ibâdeti yapagelmişlerdir.
İnsanlar, en büyük ve en son Peygamber olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) tarafından teblîğ edilmiş olan îmân, ibâdet ve ahlâk esâsları ile, ma’nen ve mâddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya da’vet edilmişlerdir.
Böylece insanlar, âlemlerin ve bütün mahlûkların yaratıcısı olan ve bütün ni’metleri, iyilikleri gönderen Allahü teâlâya ibâdet etmeye, ancak O’na boyun bükmeye, O’na duâ etmeye, O’ndan yardım istemeye, O’na sığınmaya çağırılmışlardır. Nitekim Allah’a kulluk hakkında, Kur’ân-ı kerîm’de meâlen, “Yalnız Sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız Sen’den yardım isteriz” (Fâtiha sûresi, 4) buyurulmaktadır.
Ma’lûm olduğu üzere, “Cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım” (Zâriyât, 56) âyet-i kerîmesinde belirtildiği vechile, Allahü teâlâya ibâdet için yaratılan insanlar, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yaparlarsa, “İbâdet” etmiş olurlar. Allahü teâlânın rızâsı da, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır.
Bilindiği gibi ibâdetler üç kısımdır: 1- Beden ile yapılanlar (Namaz ve Oruç gibi), 2- Mal ile yapılanlar (Zekât, Sadaka-i Fıtır ve Kurbân gibi), 3- Hem beden, hem de mal ile yapılan (Hac ve Umre gibi) ibâdetlerdir.
Müslümânlara bedenî ve mâlî ibâdetlerden bazıları, Hicretin ikinci yılında emredildi. Hicretin 2. yılı olaylarından biri, müdâfaa için cihâda izin verilmesidir.
Kıblenin Kâ’be-i muazzama, Mescid-i harâm olduğunu bildiren Bakara sûresinin 144. âyeti nazil olunca, Müslümânların kıblesi, Kâ’be-i şerîfe oldu.
Kıblenin Kâ’be-i muazzama olmasından bir ay ve hicretten de 18 ay sonra, Şa’bân ayının 10. günü, Bedir gazâsından da bir ay önce, oruç farz kılındı.
Yine o senede (Hicretin 2. senesinde), Ramazân ayında, “Terâvîh namazı” kılınmaya başlandı ve “Sadaka-i fıtır” vermek vâcip oldu.
Kezâ hicretin 2. senesinde Ramazân ayında “Zekât vermek” de farz oldu.
Yine hicretin 2. yılında Zilhicce ayında, “Kurbân kesmek” ve “Bayram namazı” kılmak vâcip oldu.
.Sultân Fâtih'in seferleri...
06-06-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne'de doğan, Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbûl’un fâtihi, II. Murâd Hân ile Candaroğulları âilesinden Hadîce Âlime Hümâ Hâtûn’un oğlu ve II. Bâyezid Hân’ın babası olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, daha 21 yaşında iken, İstanbûl'u alarak, Bizans İmparatorluğu'na son vermiş, târihin en büyük hükümdârlarından biri olmuştur.
İstanbûl’u, biz torunlarına mîrâs bırakan Sultân Fâtih’in hayâtı, Şark’ta ve Garp’ta, asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitâplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamayacak kadar çok üstün vasfı vardır.
İstanbul fethini takip eden ve ardı arkası kesilmeyen seferlerde Fâtih, kendisine çok büyük hedefler tesbît etmiş, bir taraftan büyük devlet fikrini gerçekleştirecek tedbîrler almış, diğer taraftan da cihân-şümûl hâkimiyet fikrini benimsemişti.
Bunun için Tuna’nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmânlı Devletine katılmayan hiçbir yer bırakmamak, Karadeniz’i ve Ege Denizi'ni birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de, kara ordusu gibi dünyânın birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra, İtalya’yı fethetmek istiyordu.
Bu plân, artık dünyâca da bilinmeye başlamıştı. Bu projeye karşı, yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye’nin doğusundaki komşuları da karşı çıktılar. Bu şekilde Osmânlı Devletine karşı, bir ittifâk meydâna getirildi ve uzun yıllar sürecek olan savaşlar başladı.
Bu büyük savaşlarda, Osmânlıların karşısında yer alan büyük devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristân, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifâka karşı koymasını bildi. Düşmânlarını bâzen teker-teker, bâzen ikişer-üçer, bâzen beşer-onar yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı.
Böylece Türk Cihân İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmânlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı. Venedik’in deniz üstünlüğü târihe karıştı. Böylece dünyâ Hıristiyânlığının iki mühim dayanağından Bizans’ı yıkıp Venedik’i sindirmiş oldu.
Fâtih’in akıncı kuvvetleri, Venedik varoşlarına ve Almanya içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa’yı altüst ettiler. 23. seferini Boğdan, 24.sünü 1476’da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478’de Üçüncü Arnavutluk Seferine çıktı. Kırım Hanlığı Osmânlı birliğine katıldı. 1480’de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi. İyonya Adalarını aldıktan sonra, donanmayı İtalya’ya gönderdi. Temmuz 1480’de Otranto’yu fethettirdi.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok zafer ve onları gerçekleştiren kahramân ve cihângîrle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelmektedir. Osmânlı Devleti’nin ilk 10 pâdişâhına “dâhi pâdişâhlar” denilmektedir; Sultân Fâtih, onların yedincisidir.
.İstanbul fâtihinin bazı vasıfları
05-06-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
30 Mart 1431’de doğan, 03 Mayıs 1481’de de vefât eden 7. Osmânlı pâdişâhı Fâtih’in, birinci defa tahta cülûsu, 1444 senesinde; II. cülûsu ise, 18 Şubat 1451’de olup Osmânlı tahtında 31 sene kaldığı kaynaklarda yazılıdır.
Toplam 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, 17 devlet fetheden, büyük bir askerî dehâya sâhip olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1481’de 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, 3 Mayıs 1481 günü Gebze’de vefât etmiştir. Cenâzesi İstanbûl’a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir.
Bazı rivâyetlere göre, Venediklilerin ısrârıyla, Fâtih’in özel doktoru, Yâkub Paşa isminde bir Yahûdî tarafından zehirlendi. Fâtih’in naaşı İstanbul’a nakledilerek, Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra, İstanbul’da yaptırdığı Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi. [Onun vefâtı ile Hıristiyânlık dünyâsı bayram yapıp kiliselerinde 3 gün çan çalmışlardır.]
Bilindiği gibi, sâdece Türk ve İslâm târihinde değil, bütün dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılışına başlangıç kabûl edilen “İstanbûl’un Fethi” hâdisesi, 29 Mayıs’ta tahakkuk etmiştir.
Mayıs ayına, “Fetih ve Fâtih Ayı” dense lâyıktır. Zîrâ Fâtih Sultân Mehmed Hân’ın vefâtı 3 Mayıs’ta, naaşının İstanbûl’a getirilmesi 22 Mayıs’ta, “İstanbûl’un Fethi” de 29 Mayıs’ta vukû bulmuştur. Bu sene, 29 Mayıs 2023 Pazartesi günü, fethin 570. sene-i devriyesi (yıl dönümü) idi. Bir müddetten beri, 29 Mayıs günlerinde, büyük bir sevinç ve çoşku ile İstanbul’un fethinin sene-i devriyeleri kutlanmaktadır.
Herkesce malûm olduğu üzere, Sevgili Peygamberimizin; “Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr (kumandân) ne güzel hükümdâr ve ordu da ne güzel (ne mükemmel) ordudur” meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye, Fâtih Sultân Mehmed Hân ve muazzam ordusu lâyık olmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsânı olarak, Osmânlı pâdişâhlarının yedincisi ve İstanbul’un fâtihi olan Fâtih Sultân Mehmed’in, yukarıda mezkûr hadîs-i şerîfteki müjdeye lâyık kumandân olduğu âşikârdır.
Dünyânın en güzel şehirlerinin başlarında gelen İstanbul’umuzu, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih hakkında, Şark’ta ve Garp’ta çok şeyler söylenmiş, asırlar boyu onun her cephesi hakkında pekçok şey yazılmış ve çizilmiştir.
Sultân Fâtih’in ve ordusunun gerçekleştirdiği İstanbul’un fethi hâdisesi, Türk ve İslâm târihinin en müstesnâ olayı sayılarak, ona “Feth-i Mübîn” denilmiştir. Gerçekten İstanbul’un fethi, sadece Türkler ve Müslümânlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir. Bu hâdise, dünyâ tarihinde en önemli dönüm noktalarından biri kabûl edilmiş; bundan dolayı “Orta Çağ”ın kapanıp “Yeni Çağ”ın başlamasına bir vesîle sayılmıştır.
.Fâtih ve İstanbul'un fethi...
30-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
Azîz İstanbûl’u, biz torunlarına mîrâs bırakan Sultân Fâtih’in hayâtı, Şark’ta ve Garp’ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitâplar yazılmıştır.
Küçük yaşta, tahsîline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzâde Mehmed, devrin en mümtâz âlimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegân’dı. Diğer bir hocası, meşhûr dîn ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn Hazretleri, şehzâdenin her şeyi ile bizzât ilgilendi. Başka hocaları da vardır.
Fâtih, 12 yaşına gelince, devlet idâresini öğrenmesi için, Edirne’den Manisa’ya vâlî olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra, babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak isteyen yeni bir Haçlı ordusu, 1444 Eylülünde, Türk topraklarına girdi. Vaziyetin ciddiyetini anlayan ve durumun vahâmetini takdîr eden babası İkinci Murâd Hân, İstanbul Boğazı’ndan Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi. Derhâl idâreyi ele alarak Varna’ya hareket etti. 1444’te elde ettiği büyük Varna Zaferi ile Osmânlı Devletinin temelleri tâm olarak sağlamlaştırılmış oldu.
1451 târihinde, babası İkinci Murâd’ın vefâtı üzerine, İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmânlı tahtına oturduğunda, 19 yaşındaydı. Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandân olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi. Rumeli Hisârı'nı yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd’in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisârı ile berâber Boğaz'ı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne’de harp hâzırlıkları ile geçirdi.
Yeni devletin kurulması plânının icrâsında eğitim ve öğretimin tesîr ve önemini her şeyden üstün tuttu. Maârif sistemini kânûnla tanzîm ederek “Ulemâ” sınıfına büyük değer verdi ve idârenin temelini meydâna getiren diyânet ve hukûk kurumlarını teşkîlâtlandırdı. Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esâs aldı.
Fâtih Sultân Mehmed, ilme, san’ata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabîatı îtibârıyla ileri hamlelerden hoşlanan, terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu.
Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve onların talebe yetiştirmeleri için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsîrde Molla Gürânî, Molla Yegân, Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi. Hattâ meşhûr âlim Molla Câmî bile İstanbul’a gelmekteyken, Pâdişâh’ın ölüm haberi üzerine yoldan geri döndü.
.Feth-i Mübîn'in 570. yıl dönümü
29-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
Bilindiği gibi, bu sene, 29 Mayıs 2023 Pazartesi günü, İstanbul fethinin 570. yıldönümü olmaktadır. Sâdece Türk ve İslâm târihinde değil, bütün dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan, bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılışına başlangıçkabûl edilen “İstanbûl’un Fethi”hâdisesi, 29 Mayıs’ta olmuştur. Bu itibârla, Mayıs ayına, “Fetih ve Fâtih Ayı” dense lâyıktır. Zîrâ Fâtih Sultân Mehmed Hân’ın vefâtı 3 Mayıs’ta,naaşının İstanbûl’a getirilmesi22 Mayıs’ta, “İstanbûl’un Fethi”de 29 Mayıs’ta vukû bulmuştur.
Herkesce malûm olduğu üzere, Sevgili Peygamberimizin; “Kostantîniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak olan hükümdâr (kumandân) ne güzel hükümdâr ve ordu da ne güzel (ne mükemmel) ordudur” meâlindeki hadîs-i şerîfinde geçen müjdeye, Fâtih Sultân Mehmed Hân ve muazzam ordusu lâyık olmuştur.
Fâtih’in ve ordusunun gerçekleştirdiği İstanbul’un fethi hâdisesi, Türk ve İslâm târihinin en müstesnâ olayı sayılarak ona “Feth-i Mübîn” denilmiştir. Gerçekten İstanbul’un fethi, sadece Türkler ve Müslümânlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir. Dünyâ tarihinde önemli dönüm noktalarından biri kabûl edilmiştir; bundan dolayı “Orta Çağ”ın kapanıp “Yeni Çağ”ın başlamasına bir vesîle sayılmıştır.
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok zafer, onları gerçekleştiren kahramân ve cihângîrle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelmektedir. Osmânlı Devletinin ilk 10 pâdişâhına “dâhî pâdişâhlar” denilmektedir ve Fâtih Sultân onların yedincisidir.
Bu vesîleyle, Osmânlı Devletinin kuruluş dönemlerine bir göz atacak olursak, Ertuğrul Gâzî’nin, oğlu Osmân Gâzî’ye bıraktığı 4.800 kilometrekarelik beylik, 43 yıl içinde, 3 mislinden daha fazla büyüyerek 16.000 kilometrekareye ulaşmıştır.
Orhân Gâzî ise, babasından devraldığı devletini, 6 kat daha büyüterek 95 bin kilometrekareye çıkarmıştır.
Nihâyet Murâd-ı Hüdâvendigâr, [1361-1389 yılları arasında], devletini beş misli daha büyüterek 500 bin kilometrekareye yükseltmiştir.
Bir aşîretten, beylikten cihângîr bir İmparatorluğa giden yolda Osmânlı hânedân mensûplarının kudret kaynakları incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim, Fransız târihçisi Grengur da, “Bu yeni İmparatorluğun teessüsü (kuruluşu), beşer (insanlık) târihinin en büyük ve en hayrete değer vak’alarından biridir” demektedir.
Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi Türk milletinin pek çok zaferleri vardır; bunların her biri, onların istikbâline çeşitli yönler vermiştir. Her zaferin ayrı bir netîcesi olmuştur: Meselâ [751 Temmuz’unda Çinlilere karşı kazanılan] “Talas Zaferi”, Türklerin Müslümânlarla tanışması; [26 Ağustos 1071’de Bizanslılara karşı kazanılan] “Malazgirt Zaferi”, Türklere Anadolu kapılarını açması ve [1922’de Yunanlılara karşı kazanılan] “30 Ağustos Zaferi” de, Türkiye’nin kurtarılması gibi husûsiyetleri taşır.
.Vekâletle ilgili bazı hükümler
23-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
Genel olarak “Vekâlet: Bir kimsenin, bir veya birçok işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması yâni başkasına iş havâlesidir.”
Vekîl edene “sâhib” veya “müvekkil”, vekâlet verilip yerine geçirilene “vekîl” denir. Bir kimsenin sözünü başkasına götürene de “Resûl” veya “Haberci” denilir.
“Vekâlet, îcâb ve kabûl ile olur. Yâni müvekkilin seni vekîl yaptım ve vekîlin de kabûl ettim sözleri ve yazıları ile olur.”(Ali Haydar Efendi, Düreru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, İstanbul, 1330, III, 790)
Vekîl, cevap vermeden, işi yapmaya başlasa, kabûl etmiş olur. İş habersiz yapıldıktan sonra, sâhibinin, “izin verdim” demesi ile de, vekîl edilmiş olur. Kirâcı; kirâ ile, kirâdaki mâlı tamîr etmeye vekîl yapılabilir.
“Vekîlin vekîl olmayı kabûl etmesi şart değildir. Reddetmezse, kabûl ettiği anlaşılır.”(Fetâvâ-yı Âlemgîriyye veya Fetâvâ-yı Hindiyye)
“Vekîl edenin, işi yapabilecek kimse olması, vekîlin de âkıl (akıllı) olması şarttır. Bâliğ (ergenlik çağına ulaşmış) olması şart değildir.” (Ali Haydar Efendi, Düreru'l-Hukkâm)
“Alışverişe, borç vermeye veya ödemeye vekîl olan kimsenin teslîm aldığı mâllar kendinde emânet olur.” (Ali Haydar Efendi, Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm)
Kurbânını, bir Vakfa, bir Derneğe, bir Hayır Cemiyetine hediye etmek isteyen bir kimse, kurbânını veya parasını götürüp bu işle vazîfeli me'mûra teslîm ederken; "Allah rızâsı için, bayram veya nezir (adak) kurbânımı [satın almaya ve aldırmaya], kesmeye ve dilediğine kestirmeye, etini ve derisini dilediğine vermeye seni vekîl ettim" demelidir. Vekîl de kurbân kesilirken sâhiblerinin ismini söyleyerek kasapları vekîl eder. (Fetâvây-ı Hindiyye)
Burada “Umûmî Vekîl” tabîrini de mevzu-i bahis etmeliyiz: “Umûmî Vekâlet: Yerine geçirilen kimseye, mutlak hâlde istediğini yap diyerek verilen vekâlettir. Böyle vekîl edilen kişi de, umûmî vekildir.”
“Her şeye vekîlimsin denilen umûmî vekîl, talâk, hediye, sadaka ve vakıftan başka her şeyi, sâhibi adına yapabilir.” (Ali Haydar Efendi, Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm)
“Vekil, sâhibinden ayrıca izin almadıkça veya umûmî vekil olmadıkça, yani “istediğini yap” diyerek “umûmî vekîl” edilmedikçe, başkasını kendisine vekîl yapamaz. Yalnız, zekât vermek için olan vekîl, izinsiz olarak başkasını, o da başkasını vekîl yapabilirler. İkinci vekîl, doğrudan doğruya sâhibin vekîli olur.” (İbn-i Âbidîn, Hâşiyetü Reddi’l-Muhtâr)
Sözlüklerde, ansiklopedilerde, vekâlet ve vekîl kelimeleriyle yakın alâkası olan, niyâbet, nâib; kefâlet, kefîl; velâyet, velî; vesâyet, vasî; ehliyet gibi kelimeler hakkında da geniş bilgi verilmektedir.
.Dînimizde vekâlet konusu
22-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
18.05.2023 Perşembe günü, Ankara’da, Diyânet İşleri Başkanlığı-Dîn Hizmetleri Genel Müdürlüğü-Zekât Hizmetleri Dâire Başkanlığı’nın organize ettiği 1 günlük “Vekâletle Kurbân Hizmetleri Çalıştayı” programı yapıldı.
Bu toplantıya, Diyânet İşleri Başkanlığının merkez ve taşradaki üst yöneticileri yanında, Türkiye’deki çeşitli Vakıflar, Dernekler ve Sivil Toplum Kuruluşlarının temsîlcileri de katıldılar. Biz de, İhlâs Vakfı adına 3 kişilik bir hey’etle katıldık.
Öğleden önceki 1. Oturumda, “Kur’ân-ı Kerîm Tilâveti”ni müteâkıben Dîn Hizmetleri Genel Müdürü Dr. Şabân Kondi’nin “Selâmlama Konuşması”yla başlayan programda, Diyânet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş “Açılış Konuşması” yaparak hülâsaten “Kurbân” ibâdetini anlattı.
Ondan sonra, Başkanlık Başmüfettişi M. Fâtih Demir’in “Yurtdışı Vekâletle Kurbân Organizasyonu Kapsamında Tespitler, Teklîfler ve Çözüm Önerileri” başlıklı bir sunumu oldu. Öğleden sonraki oturumda da, Dîn İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Dr. Bilâl Esen’in “Vekâlet Yoluyla Kurbân Kesiminin Fıkhî Boyutu” başlığı altında bir sunumu oldu.
Her 2 sunumu müteâkıben Diyânet İşleri Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Burhân İşliyen’in başkanlığında müzâkereler başladı; biz de, hem öğleden önceki, hem de öğleden sonraki 2 oturumda âcizâne konuşmalar yaptık ve bazı teklîflerde bulunduk. “Değerlendirme ve kapanış”la program son buldu; hâtıra fotoğrafları çekildi. Gâyet güzel bir organizasyon olduğunu ifâde edip emeği geçenleri tebrîk ediyor ve teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Bu münâsebetle, bugün ve yarınki makâlelerimizde, biraz “Vekâlet” konusundan bahsetmek istiyoruz.
Sosyal ihtiyaçlardan doğan, eskiden beri bütün toplumlarda ve hukûk sistemlerinde bulunan “vekâlet” işlemine, Kur’ân-ı kerîmde dolaylı olarak (Nisâ, 35; Tevbe, 60; Kehf, 19); sünnette ise doğrudan atıf yapılmıştır. (Buhârî, “Vekâlet”, 13; Ebû Dâvûd, “Buyûʿ”, 28, “Aḳdıye”, 30; el-Muvaṭṭaʾ, “Ḥac”, 69; Müsned, IV, 376).
Diğer hadîs-i şerîf kitaplarında, vekâlet konusu, pekçok yerde zikredilmiştir [Buhârî, “Ṣulḥ”, 5, “Şurût”, 9, “Aḥkâm”, 39, “Âḥâd”, 1; Müslim, “Îmân”, 164, “Hudûd”, 18, 19, 22, 23, 25, 28; Ebû Dâvûd, “Buyûʿ”, 50, “Hudûd”, 25; Tirmizî, “Buyûʿ”, 34, 72, “Hudûd”, 4, 5, 8; Nesâî, “Cenâiz”, 63, “Nikâḥ”, 66, “Kudât”, 22; İbn Mâce, “Şadakât”, 7, “Ticârât”, 36, “Hudûd”, 7, 10; Müsned, I, 204, 238, 245, 270, 314, 328; II, 50, 242, 286, 417, 450; III, 2, 466; IV, 45, 376; V, 89, 102, 103; VI, 427]
Fıkıh kitaplarında da, vekâlet konusuna genişçe yer verilmiştir.
Arabî lügatlerde, mu’cemlerde; Türkçe ve diğer dillerdeki Ansiklopedilerde ve kâmûslarda “vekâlet” uzunca anlatılmıştır. Bunlardan başka, “Vekâlet” konusunda makâleler yazılmış, Yüksek Lisans ve Doktora çalışmaları yapılmıştır. Ayrıca konuyla ilgili Arapça kitaplar da yazılmış ve Riyâd, Kâhire, Kuveyt ve Dimaşk’ta basılmıştır.
.Mübârek Mâverâünnehir illeri
16-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
Mâverâünnehir "Amu Derya (Ceyhûn), Siri Derya (Seyhûn) nehirleri arasında kalan ünlü Türk ülkesi”nin adıdır.Bu târihî belde bugün, Özbekistân, Kalpakistân’ın bir bölümü ile; Tacikistân, Kırgızistân’ın güney kısmını; Kızılkum Çölü ile Kazakistân’ın bir kısmını içine almaktadır. 660.000 km2 yüzölçümü vardır. Bölgede, çoğunluğunu Türklerin teşkil ettiği 25-30 milyon insan yaşamaktadır.
Bu bölgelerde, ilk çağlardan beri Türkler ve İrânlılar yaşamışlardır. Buralarda Asya Hun, Göktürk veUygur İmparatorlukları; Sâmânîler; Karahânlı, Gazneli, Büyük Selçûklu ve Hârezmşâhlar Devletleri;Tîmûr İmparatorluğu,Çağatay Hânlığı ve Şeybânîler hâkim olmuşlardır.
Müslümânlar, Mâverâünnehir’e ilk defâ; m. 667’de el-Hakem bin Ömer el-Gıfârî komutasında gelerek üç yıl kalmışlardır.
[Şimdi bir düşünecek olursak, Hicret-i Nebeviyye m. 622, Peygamberimizin âhırete irtihâli m. 632, Hulefâ-i Râşidîn devri m. 632-662 arası, buraya geliş ise, hemen Emevîler döneminde, Hazret-i Muâviye zamanında, 667 yılındadır.]
Daha sonra Kuteybe bin Müslim’in düzenlediği seferler netîcesinde, küçük bir kısım hâriç, bütün bölge Müslümânların hâkimiyetine girmiş ve bölgede İslâmiyyet hızla yayılmıştır.
Özbekistân’da çok büyük âlim ve velîler vardır. Abdülhâlık Goncdüvânî “Silsile-i aliyye”nin9.sudur.
Buhârâ'ya 30 km uzaklıkta bulunan Rîveger köyünde dünyâya gelen Ârif-i Rîvegerî hazretleri, “Silsile-i aliyye”nin 10.sudur.
Buhârâ'nın Fağne köyünde doğan, Mâverâünnehir’in Tûr-i Sînâ gibi mukaddes bir yer olmasına vesîle olan, orayı nûrlandıran büyük âlim ve velîlerden Mahmûd-i Encirfağnevî [İncirfağnevî] hazretleri, "Silsile-i aliyye"nin 11.sidir.
Buhârâ yakınlarındaki Râmiten kasabasında doğan, “Azîzân” ve “Pîr-i Nessâc” sıfatlarıyla anılan Alî Râmitenî hazretleri,“Silsile-i aliyye”nin12.sidir.
Hâce Alî Râmitenî’nin talebesi olan ve Buhârâ'ya bağlı Semmâs köyünde doğan Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri,“Silsile-i aliyye”nin13.südür.
Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin talebesi, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hocası ve Hazret-i Hüseyin efendimizin soyundan olan Seyyid Emîr Külâl (Gilâl) hazretleri, "Silsile-i aliyye"nin 14.südür.
İslam âlimlerinin en meşhûrlarından olan, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşan, zamanında ve kendinden sonraki asırlarda pek çok insanın, hidâyetine, doğru yola kavuşmasına vesîle olan Seyyid Muhammed Behâeddîn Buhârî hazretleri, "Silsile-i aliyye"nin 15.sidir. Allahü teâlânın sevgisini kalplere nakşettiği için, kendisine “Nakşibend” denir. 1318’de Buhârâ'ya yakın “Kasr-ı Ârifân”da doğdu. 1389'da yine orada vefât etti; kabr-i şerîfi de oradadır.
Asıl ismi Muhammed bin Muhammed Buhârî olan Alâüddîn-i Attâr hazretleri de,Buhârâ'da yetişen en büyük evliyâdandır."Silsile-i aliyye"nin16.sıdır.
Derin âlim ve kâmil bir velî, hem de evliyânın büyüklerinden olan Ya’kûb-i Çerhî hazretleri, “Silsile-i aliyye”nin17.sidir [Tâcikistân’dadır].
.Özbekistân'ı her Müslümân Türk, ziyâret etmelidir...
15-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
Her vatandâşımıza, her Türk’e, her Müslümâna, hattâ hekese, hem ma’nevî açıdan, hem de tabîî güzellikler bakımından çok zengin olan, vaktiyle atalarımızın yaşadıkları kadîm “Türkistân diyârı”nı, eski “İpek Yolu” güzergâhını, “Mâverâün-nehir İlleri”ni, ziyâret etmelerini, dünyânın en nâdîde ahşâb işlemelerini ve çini örneklerini, târihî ve turistik beldeleri incelemelerini harâretle tavsiye ederiz.
Bilindiği üzere, Özbekistân çok mühim bir “kültür diyârı”; çok büyük ulemâ ve evliyâ yatağı olan mübârek bir memlekettir.
Bu vesîleyle ifâde edeyim ki, bendeniz, ilk defa, 1996 yılının Zilhicce ayında, İhlâs Turizmle, sıra ile Taşkent, Buhârâ ve Semerkant’ı ziyâretle şereflenmiştim.
O ziyâretten ancak 11 sene sonra, İrfân Turizm’le, 8 Mayıs 2007 târihinde, tekrâren Özbekistân’ın başşehri Taşkent’e gitmiş ve hemen o sabâh, Buhârâ şehrine intikâl etmiş, ayrıca diğer bazı yerleri ziyâret etmiştik.
3-10 Eylül 2007 tarihlerinde, yine İrfân Turizm’in Özbekistân’a tertiplediği bir seyâhate de katılmıştık. Ondan 9 sene sonra 2016’da, yine İrfân Turizm’le, tekrâr oraları ziyâretle şereflenmiştik. Elhamdülillah 2019 ve 2022’de de, bu kıymetli mekânları tekrâr ziyâret etmek nasip oldu.
Yine bu vesileyle belirteyim ki, İrfân Turizm’in 14-20 Nisan 2008 târihleri arasında, Hindistân’a tertiplediği seyâhate de katıldık. 2016’da 2. Hindistân seyâhatimiz de olmuştur. 25 Kasım 2019 târihinde, bir Hindistân seyâhatimiz daha oldu. Bunlardan başka, İrfân Turizm’le Nisan 2010’da Mısır’a gitmiştik. Ayrıca Sûriye ve Suûdî Arabistân [Mart 2012] seyâhatlerimiz de var. Ecmel Turizmle, birkaç defa umre ziyâreti yaptığımızı da burada zikredebiliriz.
[Bu son seyâhatimiz (30 Nisan-07 Mayıs 2023), bizim, Özbekistân’a 7. gidişimiz olmuştur. Bendeniz, 4-5 dönemdir “Özbekistân Dostluk ve Kültür Derneği” Başkanıyım. İki dönem de Başkan Yardımcılığım var.]
Özbekistân’da, “Silsile-i Aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin üçte biri [12 zât] bulunmaktadır. Buhârâ ve civârında, Abdülhâlık Goncdüvânî, Ârif-i Rîvegerî, Mahmûd-i İncirfağnevî, Alî Râmitenî, Muhammed Bâbâ Semmâsî, Seyyid Emîr Külâl, Seyyid Muhammed Behâeddîn Buhârî (Şâh-ı Nakşibend), [yine bu coğrafyaya yakın olarak Denöv’de Alâüddîn-i Attâr ve Kâdî Muhammed Zâhid, ayrıca Ya’kûb-i Çerhî (Tâcikistân’da)] gibi zevâtın türbe ve külliyeleri vardır.
Buhârâ’da, isimlerini saydığımız bu türbe ve külliyelerden başka, Leb-i Havz Câmii, Mîr Arab Medresesi, Kalan Minâresi, Ark Kalesi gibi başka târihî ziyâret mahalleri de mevcuttur. [İnşâallah konumuza yarın da devâm edelim.]
.Hâce Ubeydullah-i Ahrâr
09-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
İnsanların îmân, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslâm âlimlerinin 16, 17 ve 18. halkaları sırasıyla Alâüddîn-i Attâr, Yakûb-i Çerhî ve Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazerâtıdır. Bundan önceki 2 makâlemizde, ilk ikisi hakkında, denizden damla misâli, birkaç kelime yazdık.
Bugün de, yine birkaç kelime hâlinde, Türkistân'ın en büyük velîlerinden olan Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden bahsetmek istiyoruz...
Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri, Yakûb-i Çerhî hazretlerinin talebesidir. 1403 yılında Taşkent'te doğdu; 1490’da Semerkant'ta vefât etti; kabr-i şerîfi oradadır. Biz, kendisini bugüne kadar 6 defa ziyâretle şereflendik.
Doğumundan itibâren üstün hâlleri görüldü. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmezdi. Dedesi de, âlim ve velî bir zât idi. Vefât edeceği sırada, torunları ile tek tek vedâlaştı. Ubeydullah-ı Ahrâr, o zaman çok küçüktü. Onu görünce, kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve şöyle dedi: "Ben, bunun büyük bir zât olduğu zaman, hayâtta olmam. Bu, İslâmiyet’e hizmet edecektir. Cihân pâdişâhları bunun sözünü dinleyecekler" dedi.
Tasavvufta yüksek derecelere kavuştuktan sonra, helâl kazanmak için tarımla meşgûl oldu. Kısa zamanda zengin oldu. 1300'den fazla çiftliği olduğu, her birinde üç bin amele çalıştığı kaynaklarda yazılıdır. Allahü teâlâ, onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her yıl 800 bin batman [yani 700 ton] zahîre uşur verirdi."Bizim mâlımız, fakîrler içindir…" buyururdu.
Bir talebesi anlatır:
“Bir seferde idik. Bir gece yarısı bana, "Hemen kalk, eşyânı topla ve derhâl dışarı çık; bu çevrede olanları da uyandır ve beni takip edin" buyurdu ve kendisi çıktı. Bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu takip ettik. Tepeye çıkınca, durdu. Biz de yanında durduk. Bir kısmı da, gelmemişti. Biz tepede iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, taş, kaya, duvar, ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî olduğunu bir kerre daha anlamış oldular.”
Kendisi buyururdu ki:
"Bütün kerâmetleri bize verseler, fakat itikâdımız Ehl-i sünnet itikâdı değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler, ama itikâdımız Ehl-i sünnet itikâdı ise, hiç üzülmemeliyiz."
"İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk yapmasıdır. Kulluktan maksat ise, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır."
"Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan, her an, Allahü teâlâyı hâtırlamaktır."
“Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir."
"Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir."
“Kalbin kararmış olmasının alâmeti, günâhlardan üzüntü duymaması, günâhta ısrâr etmesidir. İşlediği günâhlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık nasîhat tesîr etmez, gafletten uyanmaz."
.Alâüddîn-i Attâr (Kuddise sirruh)
08-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
2 ülkeyi içine alan 8 günlük çok güzel bir seyâhatten sonra, dün (07 Mayıs 2023 Pazar) itibârıyla Özbekistân’dan güzel yurdumuza sâlimen dönmüş bulunuyoruz. Daha önce 6 defa Özbekistân’a gelmemize rağmen, maalesef, Alâüddîn-i Attâr hazretlerini ziyâretle şereflenememiştik. Bu seyâhatimizde, elhamdülillah, onu da ziyâret etme şerefine nâil olduk.Alâüddin-i Attâr (Kuddise sirruh), Buhârâ'da yetişen en büyük evliyâdandır. Silsile-i aliyyenin on altıncısıdır. Asıl ismi Muhammed bin Muhammed Buhârî’dir. Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin damadı ve halîfesi; geçen hafta kendisinden çok kısa bahsettiğimiz Yakûb-i Çerhî’nin hocasıdır.
Zengin babası vefât edince, oğullarına mîrâs olarak çok fazla mâl kaldı. Fakat o, hiçbir mîrâs kabûl etmeyip, Seyyid Muhammed Behâeddin-i Buhârî Şâh-ı Nakşibend’e (Kuddise sirruh) talebe olmayı tercîh etti. Gidip hâlini ona arz etti ve talebeliğe kabûl buyurulmasını istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri ona nazar edip, “Evlâdım, bizim yolumuzda mihnet ve sıkıntı çoktur. Dünyâyı ve nefsini terk edebilecek misin?” buyurunca, hiç düşünmeden, “Yapmaya hâzırım efendim” dedi.
Alâüddin-i Attâr (rahmetullahi aleyh), soylu ve tanınmış bir âileye mensup olmasına rağmen, hocasının emri üzerine, kibirlenmeden, önce kardeşlerinin mahallesinde, sonra da, ağabeylerinin dükkânı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı. Ağabeyleri, “Bizi el âleme rezîl etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından da fazlasını al, fakat bu işi bırak” dediler. Ağabeylerinin çeşitli îkâzlarını dinlemedi. Onlar kendisine hakâretler ederek dövdüler. Fakat o, hiçbir şeye aldırış etmedi. Hocasının emrine uymaya devâm etti.
Ertesi gün, hocası, “Artık bu iş tamâm” diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabûl buyurdu.
Talebeliğe kabûl edilince, cânla-başla hizmet etti. Talebelerin arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Hocasının kızı bülûğa erince, hocası, talebesi Alâüddînin odasına gitti. Eski bir hasır üzerinde kitap okurken gördü. Başının altına koyduğu bir tuğlasından başka bir şeyi yoktu. Hocası, “Eğer kabûl edersen, bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim” buyurdu. Alâüddin, “Büyük lutuf buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz, hiçbir şeyim yok” dedi. Hocası, “Kızım sana takdîr edilmiştir. Rızkınızı da, Allahü teâlânın göndereceği bildirilmektedir” buyurdu. Bir müddet sonra evlendiler. Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin hem damadı, hem de halîfesi oldu.
Alâüddin-i Attâr hazretleri anlatır:
Hocamı çok sevdim. Bir gün bana, “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?" buyurdu. “Bu âciz hizmetçiye iltifât ederseniz, o da sizi sever” dedim. “Az bekle” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde ona karşı sevgiden eser kalmadı. O zaman, “Sevginin kimden olduğunu anladın mı?” buyurdu...
Vefât edince, rüyâda gördüler. “Allahü teâlânın bize verdiği nimetler çoktur. En küçüğü şu ki: Kabrimin 40 fersah (240 km) uzaklığına defnedilmiş olan Müslümânların, şefâatim ile affolunacağı bildirildi” buyurdu.
.Tacikistân hakkında birkaç kelime...
02-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:40
Dünkü makâlemizde bir nebze üzerinde durduğumuz Tacikistân hakkında, bugün birkaç kelime daha yazalım. Fizikî yapısı, iklîmi, nüfûsu ve sosyal hayâtı, eğitim ve ekonomisine yer ayıramıyacağız; ama birazcık daha târihinden bahsetmeye çalışağız. Bir-iki kelime ile de olsa, madenleri ve bitki örtüsünden bahsedeceğiz.
Tacikistân Cumhûriyeti’nin başşehri Duşanbe, yüzölçümü 143.100 km2, resmî dili Tacikçe, dîni İslâmiyet, para birimi Somoni’dir. Ülkede toplam 18 şehir bulunuyor. Ek olarak ülkede köyden büyük, şehirden küçük olan ve “nâhiye” adı verilen çok sayıda yerleşim bölgesi yer almaktadır. Açıklanan tahmînî rakamlara göre Tacikistân'ın nüfûsu 9.537.645'tir.Ülke nüfûsunun %95'lik kısmını Tacikler oluşturur. Etnik dağılımda Çinliler, Özbekler, Kırgızlar ve Türkmenler de yer alıyor.
“Buhârâ Sovyet Halk Cumhûriyeti” ile 1924’te “Türkistân Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti”ne bağlı Tacik toprakları birleştirilerek “Tacikistân Özerk Cumhûriyeti” kuruldu. İdârî olarak Özbekistân, “Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti”ne bağlıydı.
1929’da Sovyetler Birliğini meydâna getiren 15 cumhûriyetten biri hâline getirilmiştir.
Sovyetler Birliğinde 1989’da başlayan reformlar, Tacikistân’da da köklü değişikliklere sebep oldu. İlk olarak çok partili seçimler yapıldı. Ülke yeni bir siyâsî ve ekonomik döneme girdi. Tacikistân 1991’de bağımsızlığını îlân etti ve aynı sene “Bağımsız Devletler Topluluğu”na katıldı.
Muhâlifgruplarcayapılan protesto gösterileri neticesinde muhâlefetin birçok istekleri kabûl edildi. Komünist Partisi yasaklandı ve “İslâmî Yenilik Partisi” kânûnî statüye kavuştu. 24 Kasım 1991’de yapılan cumhûrbaşkanlığı seçimlerini Nabiyev kazandı.
Yer altı zenginlikleri bakımından zengin olan Tacikistân’da demir cevheri, kurşun, çinko, antimon, cıva, altın, kalay, tungsten, petrol, doğalgaz ve kömür yatakları vardır.
Yeryüzü şekilleri ve iklim şartları sebebiyle son derece zengin bir bitki örtüsüne ve hayvân varlığına sâhiptir. Ülke topraklarında, beş binin üzerinde çiçek türü vardır.
YAKÛB-İ ÇERHÎ (kuddise sirruh)
Duşanbe’de medfûn bulunan, insanların îmân, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslâm âlimlerinin on yedincisi ve evliyânın büyüklerinden olan Yakûb-i Çerhî hazretleri, Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin halîfesi; Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin de hocasıdır. Derin âlim ve kâmil bir velî idi.
Kendisi anlatır:
“Bu fakirde, Allahü teâlânın inayetiyle, erenler yoluna girme arzûsu doğunca, Behâeddin-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasip oldu. Onun kerem ve iltifâtları, beni saâdete gark etti. Gördüm ki, mürşidim kâmildir. Çeşitli vak’alar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur’ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; “O Peygamberler, Allah’ın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...” meâlindeki âyet-i kerime çıktı, bağlılığım kat kat arttı.
.Tâcikistân'a ilk seyâhatimiz...
01-05-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:39
Dün (30 Nisan 2023 Pazar günü), 30 Nisan-07 Mayıs tarihlerini içine alan Tâcikistân ve Özbekistân seferimizin ilk durağı olan Tâcikistân’ın başşehri Duşanbe’ye geldik, bir gece orada kaldık; en büyük âlim ve velîlerden Yakûb-i Çerhî hazretlerini ziyâretle şereflendik; bugün de (01 Mayıs 2023 Pazartesi) Özbekistân’a geçtik. Biz, daha önce, 6 defa Özbekistân’a, 5 defa Kazakistân’a, 3 defa da Hindistân’a gittik; ama Tâcikistân’a ilk defa gelme fırsatı bulabildik.
Bilindiği gibi, Tâcikistân, Orta Asya’da yer alan bir devlettir. Doğuda Çin, güneyde Afganistân, batı ve kuzeyde Özbekistân ve Kırgızistân’la çevrili Tacikistân toprakları, Asya’nın dağlık iç kesimlerinde yer alır.
Nasıl ki, Özbekistân: Özbekler, Kazakistân: Kazaklar, Kırgızistân: Kırgızlar, Türkmenistân: Türkmenler diyârı, yurdu, memleketi demek ise, Tâcikistân da Tâcikler yurdu demektir.
“Tacik”ler, Asya’da yaşayan kavimlerdendir. Önceleri Araplar için “Tacik” denilirken, sonraları Acemler “Tacik” olarak isimlendirilmişlerdir. Dîvânü Lüğati’t-Türk ve Kutadgu Bilig’de “Tacik=İranlı” mânâsında kullanılmıştır.
Günümüzde Tacikistân Cumhûriyetinin çoğunluğunu teşkîl eden Tacikler, buranın dışında, Surhanderya, Kaşkaderya, Fergana, Endicân (Andicân), Namangan (Nemengân), Semerkant, Buhârâ, Kazakistân ve Afganistân’da yaşamaktadırlar.Çoğunluğu Ehl-i sünnet Müslümânlardır.
Fars dillerine mensup olan Tacikçe, ana çizgileriyle günümüz Farsçasına yakın ise de, onda eski Farsçanın özellikleri daha çok vardır. Tacikçede ayrıca Özbeklerin konuştuğu Türkçenin de büyük tesîri görülür.
Komünist devrimine kadar Arap (İslâm) harflerini kullanan Tacikler, sonradan baskıyla, Kiril alfabesini kullanmaya başlamışlardır.
İran kökenli bir halk olan Tacikler, mîlâttan önce sırasıyla Perslerin, Büyük İskender’in ve onun ardından kurulan devletlerin hâkimiyetleri altında kaldılar.
Yedi-sekizinci asırlar arasında Müslümân Araplar, Taciklerin yaşadıkları bölgeleri fethettiler ve buralara “Mâverâünnehir” ismini verdiler.Kısa zamanda Müslümânlığı kabûl eden Tacikler, bölgeye hâkim olan Türklerin kültür ve dillerinden büyük ölçüde etkilendiler.
Tacikler, 15. asırdan 18. asrın ortalarına kadar, Buhârâ Hânlığının hâkimiyeti altında yaşadılar.
Daha sonra Ceyhûn Irmağının güneyinde ve güneybatısındaki toprakları ele geçiren Afgânlar, Taciklere hâkimiyetlerini kabûl ettirdiler.
Tacik topraklarının büyük bölümü 1860’lı yıllarda Rusların eline geçti. Buhârâ Hânlığı ise, 1868’de Rusya’nın hâkimiyetini kabûl etti.
Rusya’daki 1917 Ekim Devriminden sonra, Taciklerin yaşadığı toprakların bir bölümü 1918 Nisan’ında kurulan “Türkistân Sovyet Sosyalist Cumhûriyeti”ne bağlandı. Bugünkü Tacikistân topraklarının büyük bir bölümünü içine alan “Buhârâ Hânlığı”nda 23 Ağustos 1920’de yönetime el koyan devrimciler, Ekim ayında “Buhârâ Sovyet Halk Cumhûriyeti”ni kurdular. Devrimciler, 1921 başlarında Duşanbe ve Kulyab’ı ele geçirdiler. [Konumuza inşâallah yarın devâm edelim.]
.Ramazânı da bayramı da uğurladık
24-04-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:39
“Ramazân” kelimesi “yanmak” demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tevbe eden Müslümânların günâhları yanar, yok olur. Bundan dolayı da Müslümânlar bayram yaparlar. Müslümânlar, her yıl Ramazân ayında günâhları affedildiği için sevinirler.
Dînimize göre, bayram ikidir. Birincisi, Arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü başlayan “Ramazân Bayramı”; ikincisi, Zilhicce ayının onuncu günü başlayan “Kurbân Bayramı”dır. Ramazân bayramı üç gün, Kurbân bayramı ise dört gündür.
Peygamber Efendimiz Medîne-i münevvereye hicret edince, Medînelilerin Câhiliye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını gördü ve onları şöyle îkâz etti: “Allahü teâlâ, size onlardan daha hayırlı iki bayramı (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti” buyurdu.
Bizler, onbir ayın sultânı olan mübârek Ramazân ayını bir ganîmet bilip, bu fırsatı, kendimize göre, iyi değerlendirmeye çalıştık.
Müslümânlar bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zîrâ bu günler, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olmaları bakımından sevinç ve neş’e kaynağıdırlar.
Bayram günleri, günâhların affedildiği ve rahmet kapılarının açıldığı günlerdir. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, tevbe reddolmaz. Fıtr (yanî Ramazân) ve Kurbân Bayramlarının birinci geceleri, Şâban ayının on beşinci (Berât) gecesi ve Arefe gecesi.” [Kadir gecesi, birçok hadîs-i şerîfte bildirildiği için, burada da bildirilmeğe lüzûm görülmemiştir.]
Bayramların cemiyet hayâtımızda çok özel yerleri vardır. Şöyle ki:
Çocuklar, gençler, olgunlar ve yaşlılar, bayram namazı için grup grup câmilere doluşurlar, büyük bir huşû içerisinde namazlarını edâ ederler.
Bayram namazından sonra bütün Müslümanlar birbirlerinin bayramlarını tebrik ederler, daha sonra âile büyükleri, eş-dost, akrabâ ve komşuları ziyâret ederek, büyüklerin ellerini öpüp duâlarını alırlar. Böylece bayramlar sevgi ve saygının artmasına vesîle olur.
Bayramlarımızdaki güzel âdetlerimizden biri de, yetîmler, fakîrler, garîpler ve çocukların sevindirilmesi, yardıma muhtâç kimselere yardım ellerinin uzatılması, ictimâî yardımlaşma ve dayanışmanın tezâhür etmesidir.
Dînî bayramlar, milletimizin birlik-berâberliğine ve dargınların-küskünlerin barışmalarına vesîle olduğu gibi, ölülerimizin bile sevinmelerine sebep olmaktadır. Çünkü kabirler ziyâret edilmekte, rûhlarına Fâtiha, İhlâs, diğer sûre ve duâlar gönderilmektedir.
Bütün dünyâda dîn ve diyânetlerini, ırz ve nâmûslarını, vatan ve memleketlerini, cân ve mâllarını müdâfaa ederken şehîd düşen, bayrama yetişemeyen Müslümânlar da unutulmamakta, onlar için de Kur’ân-ı kerîm okunup rûhlarına gönderilmektedir.
.Sadaka-i fıtrın önemi
18-04-2023 02:00 | Güncelleme : 02-10-2023 19:39
“Sadaka”: “Allahü teâlânın rızâsını kazanmak niyetiyle ve karşılık beklemeden, muhtâc olanlara hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte bulunma” ma’nâsına geldiği gibi, “Zekât” ve “Ganîmet” ma’nâlarında da kullanılmaktadır. Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı işlere de, “Sadaka-i Câriye” denilir.
Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî: “Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır” buyurmuştur.
Evliyânın göz bebeklerinden İmâm-ı Rabbânî de: “Ölüler için duâ ve istiğfâr ederek ve onlar için sadaka vererek, imdâdlarına yetişmek lâzımdır” buyurmuştur.
Hicretin 2. yılında, Müslümanlara bedenî ve mâlî ibâdetlerden bazıları emredildi. Bu yılın olaylarından biri, müdâfaa için cihâda, düşmânla harbe izin verilmesidir. [Hicr sûresi, 39-41; Hac sûresi, 39; Bakara sûresi, 190, 192 ve 193]
Bu yılın diğer bir hâdisesi, Müslümânların kıblesinin Kâ’be olmasıdır. [Bakara sûresi, 144]
2. senede, oruç farz oldu;terâvîh namazı kılınmaya başlandı ve sadaka-i fıtır vermek vâcip oldu.
Kezâ hicretin 2. senesinde Ramazân ayında zekât vermek farz, Zilhicce ayında da, Kurbân kesmek ve Bayram namazı kılmak vâcip oldu.
“Sadaka-i fıtr”a “fitre” veya “fıtra” da denilir. Sevgili Peygamberimiz, hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki:
“Sadaka-i fıtr, zenginlerinize bir tezkiye [temize çıkarma, temizleme]dir. Fakîrleriniz de verirse, Allahü teâlâ onlara daha çoğunu verir.” [Ebû Dâvûd]
“Sadaka-i fıtrı, küçük-büyük, zengin-fakîr herkesin vermesi gerekir.” [Ebû Dâvûd]
“Sadaka-i fıtr, oruçlunun, uygunsuz sözlerinden meydâna gelen günâhları temizler.” [Beyhekî]
“Ramazân orucu, gökle yer arasında durur. Sadaka-i fıtr verilince yükselir.” [Ebû Hafs]
***
Hanefî mezhebinde, ihtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, zekât nisâbı kadar malı, parası bulunan her hür Müslümânın, Ramazân Bayramının birinci günü sabâhı, tan yeri aydınlanırken, fitre vermesi vâcip olur. (Merâkıl-felâh, Fethul-kadîr, Dâmâd, İbn-i Âbidîn) [Nisâb, 96 gr altın veya bu değerde para, ticâret malı demektir. Hayvânlarda nisâb değişiktir; meselâ koyunda 40, sığırda 30’dur.]
Bayramın birinci günü sabâh namâzı girdiği ânda, nisâb mikdârı kadar mala mâlik olanın fıtra vermesi vâcib olur. O ândan sonra nisâba kavuşanın fıtra vermesi vâcib olmaz. (Fethul-kadîr, Merâkıl-felâh, İbn-i Âbidîn)
Fıtrayı Ramazân-ı şerîfte de, Ramazândan önce ve bayramdan sonra da vermek câizdir. Fakat bayram namâzından önce verilince, sevâbı daha çok olur. Şâfiîde Ramazândan önce verilemez. Mâlikî ve Hanbelî'de ise bayramdan sonra vermek lâzımdır; bayramdan önce verilmez. (Bedâyi', Meârifüs-sünen)
Nisâba mâlik değilse fitre vermesi vâcip olmaz; fakat fakîrin de sadaka-i fıtr vermesi iyidir. Diğer üç mezhepte [Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerinde], bir günlük yiyeceği olanın da fıtra vermesi farzdır. (Meârifüs-sünen)
.
XXXXXXXXXXX
Kadir Gecesinin fazîleti...
2023-04-17 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-17 01:59:06
Bugün, mübârek Ramazân ayının 26. günüdür; takvimlerde, bu gecenin “Kadir Gecesi” olduğu yazılıdır. [Bu vesîleyle, kıymetli okuyucularımızın, asîl milletimizin ve bütün İslâm âleminin Kadir gecelerini cândan tebrîk ediyoruz.]
“Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli” demek olan “mübârek” sıfatıyla sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği on geceden [hicrî-kamerî sene içerisindeki sırasına göre, 1 Muharrem, 10 Muharrem (Aşûre gecesi), Mevlid, Regâib, Mi'râc, Berât, Kadir, Ramazân Bayramı, Arefe ve Kurbân Bayramı geceleri] biri deKadir gecesidir.
Kur'ân-ı Kerîmin, Resûlullah Efendimize gelmeye başladığı ve Ramazân ayı içinde olan“Kadir Gecesi”nin fazîleti (üstünlüğü), bin aydan daha fazîletli [hayırlı, kıymetli] olduğu Kur'ân-ı Kerîm’de “Kadir sûresi”nde açıkça bildirilmiştir. Bu gece, Kur'ân-ı Kerîm’de medhedilen en kıymetli gecedir. Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Allahü teâlâ indinde en kıymetli gece, Kadir Gecesidir.”
Bilindiği üzere, bazı zamanlar benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârek kılınmıştır.Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tevbe, namaz ve oruç gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Aslında Cenâb-ı Hak, kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır. O hâlde böyle gece, gün ve ayları birer ganîmet bilmeliyiz.
Kadir Gecesinin hangi gece olduğu kesin olarak bildirilmemiştir. Bir hadîs-i şerîfte: “Allahü teâlâ, 5 şeyi 5 şey içinde: Rızâsını tâatte, gazabını günâhlarda, orta namazı 5 vakit namazda, evliyâsını halk arasında, Kadir Gecesini ise Ramazân ayı içinde gizlemiştir” buyurulmuştur.
O hâlde, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, hiçbir iyiliği küçük görmemeli. Gazabı günâhlar içinde saklı olduğu için, hiçbir günâhı küçük görüp işlememeli. Orta namazı kaçırmamak için, 5 vakit namazı vaktinde kılmalı. Evliyâsı, insanlar arasında gizli olduğu için, herkese iyi muâmele etmelidir. Atalarımız, “Her geleni Hızır, her geceyi Kadir bil” demişlerdir.
Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurdu ki: “Resûlullah, Ramazân ayının son on gününde her zamankinden daha fazla ibâdet ederdi.” (Tirmizî)
Bu husûstaki hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir: “Kadir gecesini Ramazânın son on gününde arayın.” (Müslim)
“Kadir Gecesini, Ramazânın son on gününün [21, 23, 25, 27 ve 29 gibi] tek gecelerinde veya Ramazânın son gecesinde arayınız. Sevâbını umarak Kadir Gecesini ibâdetle geçirenin geçmiş ve gelecek günâhları affolur.” (İmâm Ahmed)
“Kadir Gecesi Ramazânın 27. gecesidir.” (Ebû Dâvûd)
“(Daha önce) Kadir Gecesine rastlamış olan bir geceyi ihyâ eden, Kadir Gecesini ihyâ etmiş gibi sevâb kazanır” hadîs-i şerîfini düşünerek, sık sık vâki olan 27. gece ihyâ edilirse, o gece Kadir Gecesi olmasa bile, büyük sevâba kavuşulur.
.İftâr vermenin fazîleti
2023-04-11 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-11 02:03:36
Yemek yedirmek çok sevaptır. Hele oruçluya yedirmek daha çok sevaptır. Oruç tutanın sevâbı kadar sevap alır, oruçlunun sevâbında da herhangi bir eksilme olmaz.
Peygamber Efendimiz, “Bir kimse, bu ayda bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur. O oruçlunun sevâbı kadar ona sevap verilir” buyurunca, Eshâb-ı kirâmdan bazıları, bir oruçluyu iftâr ettirecek kadar zengin olmadıklarını söylediler.
Onlara cevâben buyurdu ki: “Bir hurma ile iftâr verene de, yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikrâm edene de bu sevap verilir.” [Beyhekî]
Hadîs-i şerîfte, “Ramazânda bir misâfire oruç açtırana, Sırât köprüsünü geçmek kolaylaşır” buyuruldu. (Vesîletü’n-Necat)
Peygamber Efendimiz, “Ramazân ayında bir oruçluyu su ile iftâr ettiren, anasından doğduğu günkü gibi günâhsız olur” buyurunca da, Eshâb-ı kirâm, “Su az ve kıymetli iken mi?” diye suâl ettiler. Onlara cevâben “İsterse nehir kenârında versin, aynıdır” buyurdu. (Vesîletü’n-Necât)
Yolda giderken bir oruçluya bir hurma veya bir zeytin verilse de, iftâr verme sevâbına kavuşulur. Yemek yedirmeyi nimet bilmelidir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Cennette öyle güzel köşkler vardır ki, bunlar, tatlı konuşan, yemek yediren ve herkes uyurken namaz kılanlar içindir.” [Tirmizî]
“Arkadaşına, sevdiği yemeği verenin günâhları affolur.” [Bezzâr]
“Allah, yemek yediren cömertle meleklerine övünür.” [İ. Gazâlî]
“Amellerin en faziletlisi, bir müminin aybını örtmek, karnını doyurmak ve bir ihtiyâcını karşılamak sûretiyle onu sevindirmektir.” [İsfehânî]
Dost ve arkadaşlara yemek yedirmek, sadaka vermekten efdaldir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Dostlara yedirdiğim bir ekmek, fakîrlere verdiğim beş ekmekten daha kıymetlidir. Dostlarla yenilen yemek, köle âzâd etmekten daha makbûldür.”
Yemeğe çağırırken de, yemeğe giderken de yalnız Allah rızâsını düşünmelidir. “O beni yemeğe çağırmıyor. Onu niye çağırayım” dememelidir.
Yemekte günâh işlenen davetlere gidilmez. Fakîrlerin davetine gitmeyip de, zenginlerinkine gitmek kibirdendir. Kendinden aşağı olanları ziyâret etmek de tevâzu alâmetidir.
Düğün yemeğine davet olunanın gitmesi sünnet, başka ziyâfetlere gitmek müstehaptır. Bazı âlimler ise, “Düğün yemeğine gitmek vâcip, diğer davetlere gitmek sünnettir” demişlerdir.
Müslümânın Müslümân üzerindeki beş haktan biri, davetine icâbettir. Yani davetini kabûl edip gitmektir. Hadîs-i şerîfte, “Davete icâbet ediniz” buyuruldu. (Müslim)
Peygamber Efendimiz, “Cömerdin yemeği şifâ, cimrinin yemeği hastalıktır” buyurmaktadır. (Dârekutnî) Samîmî olarak davet edilen yere gitmelidir!
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Davete icâbet etmeyen, Allaha ve Resûlüne âsî olmuş olur.” [Buhârî] [Yanî mukaddes dinimizin bu konudaki emrine uymamış olur.]
“İki kişi birden davet ederse, kapısı yakın olana icâbet et! Çünkü kapısı yakın olanın hakkı daha önce gelir.” [Buhârî]
.Oruç, büyük nimettir...
2023-04-10 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-10 01:53:44
Ramazân-ı şerîfte tutulan oruç, şâyet hâlis bir niyetle tamâmlanırsa, ona verilecek ma’nevî ecir ve sevâba, insanlarca bir ölçü ve sınır konulmasına imkân yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, hadîs-i kudsîde: “Oruç, sırf benim için edâ edilen bir ibâdettir, onun mükâfâtını da ancak ben takdîr ederim” buyurmuştur.
ORUCUN BAZI HİKMETLERİ
Allahü teâlâ, oruç tutulması emrini sebepsiz vermemiştir. Oruç, insanlara hem maddî, hem de manevî faydalar sağlar. Oruç, senede bir ay, yalnız gündüzleri, orucu bozan şeylerden uzaklaşmak demektir. Orucun, dünyâdaki faydalarından biri, insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu öğretmesidir. Tok, hiçbir zaman açın hâlinden anlamaz ve ona merhamet etmez.
Oruç tutmak ve genel olarak az yemek vücûdun sıhhati için önemlidir. Orucun faydaları çoktur. Orucun ayrıca, sabır, şükür, nefis terbiyesi gibi diğer ibâdetlerle de irtibâtı vardır. Oruç tutarak aç kalanın arzûları kırıldığı için sabretmesi kolay olur. Orucun vücûda zarar verdiğini söyleyenlere i’tibâr etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ, insanlara zararlı olan bir şeyi emretmez.
Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruç tutan bir Müslüman, Allahü teâlânın emirlerini yapmak itiyâdını da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emirlerini yapmaya da alışkanlık peydâ eder.
Oruç, bundan başka, nefse hâkim olmayı sağlar. Oruç tutma zamanı, Arabî (hicrî-kamerî) aya göre ta’yîn edildiğinden, her sene, bir önceki seneye göre on gün evvel başlar. Bu sebepten Ramazân ayı bazan yaza, bazan kışa isâbet eder. Böylece hem en kısa, hem de en uzun günlerde oruç tutulmuş olur.
Bütün bir sene, çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan midesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. Bu, maddî faydasıdır. Manevî faydası de şudur: Oruç tutan bir insan, açlığı bizzât hissederek fakîr insanlara yardım etme ihtiyâcını duyar. Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebep olur. Birbirlerine yardım eden insan toplulukları arasında ise çekişmeler olmaz.
Mukaddes dinimiz İslâmiyet, bütün Müslümânları tek bir vücut gibi kabûl etmiş, Müslümânların birbirlerinin dertleri ile ilgilenmelerini istemiştir.
Peygamberimizin, “Yanıbaşında komşusu aç olduğu hâlde, kendisi tok yaşayan, kâmil mü'min değildir” anlamındaki hadîs-i şerîfi, konunun önemini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
ORUÇ VÜCÛDA DA FAYDALIDIR
İki hadîs-i şerîfte, “Aç duranın idrâki artar, zekâsı açılır” ve “Tefekkür, ibâdetin yarısı, az yemek ise tamâmıdır” (İmâm-ı Gazâlî) buyurulmuştur.
Diğer hadîs-i şerîflerde ise, “Oruç tutan sağlıklı olur” (Taberânî) ve “Her şeyin bir zekâtı vardır. Vücûdun zekâtı ise oruçtur” (İbn-i Mâce) buyuruldu.
Çok yiyen çok su içer. Çok su içen çok uyur, çok uyuyanın da ömrü boşa geçmiş olur.60 sene yaşıyan bir kimsenin 20 senesi uykuda geçmektedir.Uyku ile geçtiği için dünyâ ve âhiret kazancına mâni’ olur.
.Orucun maddî ve manevî faydaları
2023-04-04 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-04 01:52:17
Orucun, fert bakımından pek çok faydaları bulunduğu gibi, topluma sağladığı çok önemli faydaları da vardır. Oruç, insanların şefkat ve merhamet duygularını geliştirerek, bunun topluma sevgi ve yardım şeklinde yansımasını sağlar.
Oruç tutan kimse, açlığın ne demek olduğunu bizzât tatmış olduğundan, yokluk içinde kıvranan fakîrlerin, kimsesizlerin çektikleri sıkıntıları hisseder, içinde şefkat ve acıma duyguları gelişir. Bunun sonucu olarak da, fakîrlere yardım elini uzatıp sıkıntılarını giderir, toplumun huzûr ve mutluluğuna katkıda bulunur.
Peygamberimizin mübârek hanımı Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki: "Allahü teâlânın Resûlü, üç gün peş peşe karnını doyurmamıştır; isteseydi doyururdu. Lâkin o, yoksulları doyurup kendisi aç kalmayı tercîh ederdi."
Bizim için en güzel örnek olan sevgili Peygamberimiz insanların en cömerdi idi. Ramazân ayında cömertliği doruk noktasına ulaşır, elinde ne varsa yoksullara dağıtırdı.
Eshâb-ı kirâm da, bunu uygularlardı. Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) halîfeliği zamanında, dokuz ay süren bir kıtlık olmuştu. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), "ihtiyaç sâhipleri bize gelsin" diye halka duyuru yapmış; kendisi de, Müslümânlar bolluğa kavuşuncaya kadar ekmekle beraber zeytinyağından başka katık yemeyeceğine yemîn etmişti.
Orucun, sabır, şükür, nefis terbiyesi gibi diğer ibâdetlerle irtibâtı vardır. Onun için hadîs-i şerîfte, “Her şeyin bir kapısı vardır. İbâdetlerin kapısı ise oruçtur” buyurulmuştur.
“Oruç sabrın, sabır da îmânın yarısıdır” (Ebû Nuaym) hadîs-i şerîfi, oruç tutanın sabırlı olduğunu bildirmektedir.
Sinir sistemimizin vücuttaki yeri çok mühimdir. Dil sinirleri felç olan konuşamaz. Bacaktaki sinirler felç olursa, insan yürüyemez. Sinirimizin bozulması nisbetinde hayâtımız, az veya çok tehlike içindedir. Siniri bozuk kimse huzûrsuz olur, sabredemez. Cemiyetteki kavgaların, cinâyetlerin çoğu sinirli olmaktan, sabredememekten ileri gelmektedir.
Böylece orucun îmândan neş’et ettiği görülmektedir. Îmânlı olan da, îmânının kuvvetine göre suç ve günâh işlemez; sinirine hâkim olur. Oruç tutarak aç kalanın arzûları kırıldığı için, sabretmesi kolay olur. Hadîs-i şerîfte, “Aç duranın idrâki artar, zekâsı açılır” ve “Tefekkür, ibâdetin yarısı, az yemek ise tamâmıdır” buyurulmuştur. (İmâm-ı Gazâlî)
İbâdetlerin faydaları sadece fertlerle sınırlı değildir. Bazı ibâdetler, toplum düzen ve âhengini önemli ölçüde etkiler. Meselâ oruçta bu özellik çok bâriz ve belirgin bir şekilde gözlemlenir. Cemâatle kılınan namazların, sosyal ilişkiler açısından ne kadar önemli etkisi olduğu da ortadadır.
Ramazân ayının manevî atmosferi içinde, farz olan zekâtın yanında, her türlü sadaka ve maddî yardımlaşmanın da zenginleştirdiği bir ihsân ortamında, nice bunalmış insanların sıkıntı ve problemlerine çözüm ve râhatlık sağlandığı herkesin bildiği bir gerçektir.
.Orucun sevâbı kat kat verilir
2023-04-03 02:00:00 | Son Güncelleme : 2023-04-03 02:20:38
Allahü teâlâ, mekândan münezzeh olduğu hâlde, Ka’be-i muazzama için “beytî=evim” buyurmuştur. Yeryüzünün tamâmı Allahü teâlânın mülkü olduğu hâlde, Kâbe-i şerîfeye “Beytullah” yani “Allah’ın evi” denmesi, ona şeref vermek içindir.
Bir hadîs-i kudsîde, “Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir; oruç müstesnâ, o benim içindir ve onun karşılığını ben verceğim. Çünkü o, yemesini, içmesini ve şehevî arzûlarını benim için terk etmektedir” buyurularak oruç, Cenâb-ı Hakk’a tahsîs kılınmıştır; bu da oruç ibâdetinin yüksek derece ve fazîletini bildirmektedir. Allahü teâlâ, “Oruç bana mahsûstur” buyurmakla, ona özel bir şeref vermiştir. Oruç tutana verilecek sevâbın muayyen bir ölçüsü de yoktur. Oruçlunun durumuna göre, çok sevâp verilecektir. Ramazân ayında günâh işlemekten de çok sakınmak gerekir.Cuma günü yapılan ibâdetlere kat kat sevâp verildiği gibi, işlenen günâhlar da iki kat yazılır.
Orucun sevâbı, diğer ibâdetlere göre daha fazladır. Diğer bir hadîs-i kudsîde de, “Her iyiliğe, on mislinden 700 misline kadar sevâp verilir. Fakat oruç bana mahsûstur, onun mükâfâtını ben veririm. Çünkü kulum, benim için yeme-içmesini ve şehvetini bırakmıştır” (Buhârî) buyurulmuştur. Her iyiliğin sevâbını, Allahü teâlâ verdiği hâlde, orucun sevâbı için, “Onun karşılığını ancak ben veririm” buyurması çok manidârdır.
Burada, şu husûsu önemle vurgulamalıyız ki, bizim ibâdetlerimizin Allahü teâlâya hiçbir faydası olmadığı gibi, O'nun da bizim ibaâdetlerimize hiçbir ihtiyâcı yoktur. Her insanın yaptığı ibâdetin faydası, yalnız kendisinedir. Zâten böyle olduğu Fâtır sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde açıkça haber verilmektedir. İnsanların ibâdet ve isyânları, Cenâb-ı Hakk'ın celâli, azameti, büyüklüğü karşısında aynıdır. Bütün insanlar, cinnîler ve diğer mahlûkât, Allahü teâlâya, en müttakî bir kul gibi ibâdet etseler, O'na herhangi bir faydası olmaz. Bunun tersine bütün mahlûkât, O'na küfretseler, bunun da herhangi bir zararı olmaz...
Ramazân ayında oruç tutma hakkında hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki:
“Ramazân orucunu farz bilip, sevâp bekleyerek oruç tutanın geçmiş günâhları affolur.” [Buhârî]
“Ramazân orucu farz, terâvîh namazı ise sünnettir. Bu ayda oruç tutup, gecelerini de ibâdetle geçirenin günâhları affolur.” [Nesâî]
“Farz [5 vakit] namaz, sonraki namaza kadar; Cuma, sonraki Cumaya kadar; Ramazân ayı, sonraki Ramazâna kadar olan günâhlara keffâret olur.” [Taberânî]
“Ramazân ayı bereket ayıdır. Allah, bu ayda, günâhları bağışlar, duâları kabûl eder. Bu ayın hakkını gözetin. Ancak Cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrûm kalır.” [Taberânî]
“Ramazân ayında âilenizin nafakasını geniş tutun. Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda [fî sebîlillah, cihâd için] yapılan harcama gibi sevaptır.” [İbn-i Ebid-dünyâ]
“Oruçlunun susması tesbîh, uykusu ibâdet, duâsı makbûl, ameli de çok sevaptır.” [Deylemî]
.
Kur'ân-ı kerîm hakkında...
“Kur'ân” kelimesi, sözlük manâsı itibârıyla “okumak ve toplamak” ma'nâlarına gelen “karae” kelimesinden türeyen bir isimdir. Ama dînî bir ıstılâh, ilmî bir terim olarak “Kur'ân-ı kerîm”in, muhtelif kitaplarda, çeşitli açılardan birçok târifi yapılmıştır. Bunlar birleştirilerek şöyle bir tarîf yapılabilir: "Allahü teâlânın, son Peygamberi Muhammed aleyhisselâma, Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtasıyla, 23 senede, Arapça olarak indirdiği, bize kadar ilk nâzil olduğu şekilde tevâtürle (yanî her asırda, yalan söylemeleri mümkün olmayan büyük insan gruplarının bildirmeleriyle) gelen ve mushaflarda yazılı olup, okunması ibâdet olan, hiçbir kimsenin bir benzerini getiremediği ve getiremeyeceği son İlâhî kitaptır."
Kur'ân-ı kerîmin kitap hâlinde yazılmış şekline "Mushaf-ı şerîf" denir.
***
Allahü teâlâ, dünyâda bütün insanlara acıyor, onlara, ebedî saâdet yolunu, sonsuz ni'metlere kavuşturucu yolu gösteriyor. Nitekim ilk insan ve ilk Peygamber olan Hazret-iÂdem aleyhisselâmdan itibâren, her bin senede bir "Resûl" vâsıtasıyla insanlara yeni bir dîn göndermiştir. Her asırda, en temiz bir insanı "Nebî" yaparak, bunlarla dînleri kuvvetlendirmiştir. Allahü teâlâ, Peygamberlerine “semâvî kitaplar” göndermiş ve bu kitaplarda dînin emir ve yasaklarını bildirmiştir.
Allahü teâlânın gönderdiği kitaplar çoktur. Ama dîn kitaplarımızda bize bildirilen, 104 kitaptır. Bunlardan 100’ü “Suhuf (sahîfeler, risâleler, formalar, küçük kitaplar)”dır. Dördü ise büyük “Kitap”tır.
“Suhuf”dan, 10 adedi, Âdem aleyhisselâma; 50 suhuf, Şît aleyhisselâma; 30 suhuf, İdrîs aleyhisselâma ve 10 suhuf da, İbrahim aleyhisselâma gönderilmiştir.
Bilindiği gibi, dört büyük kitaptan Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr, Dâvûd aleyhisselâma; İncîl, Îsâ aleyhisselâma; Kur'ân-ı kerîm ise, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâma verilmiştir.
Diğer suhuf ve kitaplar, birer defada topluca indirilmişlerdir. Kur’ân-ı kerîm ise, kısım kısım, bölüm bölüm, sûre sûre, âyet âyet olarak 23 senede indirilmiştir. Ama Kur’ân-ı kerîm de “Levh-ı mahfûz”a Berât gecesinde topluca bir defada indirilmiştir. Bu semâvî kitaplardan -Kur'ân-ı kerîm hâriç- diğerleri maalesef tahrîf edilmiştir. Kur'ân-ı kerîm ise, ilk indirildiği gibi, hiç değiştirilmeden, bozulmadan, zamanımıza kadar gelmiştir. Kıyâmete kadar da böyle olacağı Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Muhammed aleyhisselâma gönderilen Kur'ân-ı kerîm, İlâhî kitapların sonuncusudur.
Bilindiği gibi, Kur'ân-ı kerîm “sûre”lerden; sûreler de “âyet”lerden meydâna gelmektedir. “Âyet”, sözlükte, “alâmet, işâret, nişân, ibret, tanınmaya sebep olan emâre” ma'nâlarına gelmektedir. Bu bakımdan, Allahü teâlânın varlığını ve birliğini anlamak husûsunda, kâinât da bir âyettir. Nitekim Bakara Suresinin 164. âyet-i kerimesinde geçen “âyet” bu ma'nâda kullanılmıştır.
Bir terim olarak ise "Âyet", “Kur'ân-ı kerîmdeki sûreleri meydâna getiren, başı ve sonu belli olan cümle veya cümleciklerden her biri”ne denir.
.27/02/2023
Şabân ayını da idrâk ettik...
Halkımız arasında “Üç Aylar” diye anılan ve İslâm dîninde özel yerleri bulunan “Recebü’l-ferd”, “Şa’bânü’l-muazzam” ve “Ramazânü’l-mübârek” aylarından 2.si olan Şa’bân ayını, 21 Şubat 2023 Salı günü [01 Şa’bân 1444] idrâkle şereflenmiştik. Şa’bân ayı, Receb ile Ramazân ayları arasında bir köprü mesâbesindedir.
Resûlullah Efendimizin, Şa’bân ayına çok değer verdiği ve bu ayda çok oruç tuttuğu kaynaklarda geçmektedir. Nitekim Âişe vâlidemiz (radıyallahü anhâ) şöyle buyurmuştur: “Resûlullah’ın, [Ramazân ayı müstesnâ olmak üzere] hiçbir ayda, Şa’bân ayından daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şa’bân ayının tamâmını oruçlu geçirirdi.” [Buhârî]
Resûlullah Efendimize de, Şa’bân ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman buyurdu ki: “Şa’bân, öyle fazîletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfildirler. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini isterim.” [Nesâî] Bu konudaki diğer bir hadîs-i şerîf de şöyledir: “Ramazândan sonra en fazîletli oruç, Şa’bân ayında tutulan oruçtur.” [Tirmizî]
Önümüzdeki hafta Pazartesi günü de [06 Mart 2023 - 14 Şa’bân 1444] mübârek “Berât” gecesini idrâk edeceğiz inşâallah.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen en müstesnâ şahsiyet olan Hazret-i Muhammed’e (aleyhisselâm) takrîben 23 senede peyderpey (sûre sûre, âyet âyet) gönderilen mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm, o gecede topluca “Levh-i mahfûz”a indirildi.
Çeşitli vesîlelerle, defalarca ifâde ettiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, kullarına çok merhametli ve şefkatli olduğu, çok acıdığı için, bazı gece, gün ve aylara husûsî kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tevbe, namaz ve oruç… gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Aslında kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır.
Hülâsa olarak söylemek gerekirse, Cuma, Bayram ve Kandil gece ve günleri, Müslümânların mübârek gece ve günleridir.Şüphesiz ki, bu mübârek gece ve günlere kıymet veren Allahü teâlâdır.
Nasıl ki, altın madeni bakır, demir, kömür gibi madenlerden çok daha üstün ise, yine yâkût taşı diğer normal taşlardan çok daha kıymetli ise, bazı gece ve günler de diğer normal gece ve günlerden çok üstündürler.
Yine bunun gibi, Peygamberler de birer insandırlar; ancak Allahü teâlâ, onları kıymetlendirmiş, kendilerine güzîde mevkiler ihsân etmiştir.
Bilindiği gibi, Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdan önceki bütün Peygamberler, belli zaman dilimlerine gönderilmişler, onların dînlerinin (ahkâm-ı şer’iyyelerinin) geçerlilik müddetleri belli zamanlarda dolmuş, bitmiş; getirdiği hükümler, kıyâmete kadar geçerli olan bir tek Hazret-i Muhammed aleyhisselâm kalmıştır.
“Peygamberlerin sonuncusu” olan Muhammed aleyhisselâmın dîni, bütün dînleri neshetmiş, yanî yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitâbı, geçmiş kitapların en iyisidir. O’nun getirdiği dîn olan “İslâm” da kıyâmete kadar bâkî kalacaktır; kimse tarafından değiştirilemeyecektir.
.21/02/2023
Bazı Peygamberlere verilen mucizeler...
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî buyurmuştur ki:
“Allahü teâlâ, her Peygambere, zamanlarında önemli kabûl edilen husûslarla ilgili mu’cizeler ihsân etmiştir:
Meselâ, Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma asâ mu’cizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın asâsı büyük yılan olup sihirbâzların yılan olan sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler...
Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıp ilmi ileri gitmişti. Tabipler başarılarıyla öğünürlerdi. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların gözlerinin açılması mu’cizesini ihsân etti. Tabipler onun karşısında âciz kaldılar...
Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistân yarımadasında şâirlik, edebiyât, fesâhat ve belâğat san'atı en yüksek derecelere ulaşmıştı. Yazdıkları ve okudukları şiirlerle birbirlerine karşı öğünürlerdi. Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize en büyük mu’cize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin i’câzı, eşsizliği karşısında bütün şâirler âciz kaldılar...”
Yine büyük ilim adamlarımızdan Abdülğanî Nablüsî buyurmuştur ki:
“Allahü teâlânın, âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mu’cizelerin meydâna gelmesi için, Peygamberlerin (aleyhimüs-selâm) diri olmaları şart değildir. Onlar öldükten sonra da, Allahü teâlâ kendilerine mu’cize ihsân eder.”
***
Muhammed aleyhisselâmın mu’cizelerinin en büyüğü, şüphesiz ki “Kur'ân-ı kerîm”dir. Bugüne kadar gelen bütün şâirler, edebiyâtçılar, Kur'ân-ı kerîmin nazmı ve manâsı konusunda âciz ve hayrân kalmışlardır. Bir âyetin dahî benzerini söyleyememişlerdir. Îcâzı ve belâğati insan sözüne benzemiyor. Yâni, bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve manâsındaki güzellik bozuluyor. Bir kelimesinin yerine koymak için, başka kelime arayanlar bulamamışlardır...
Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve selem) mu’cizeleri binden fazla olup bâzıları şunlardır:
İsrâ ve Mi’râc mu’cizesi, Şakk-ı kamer (Ay'ın ikiye bölünmesi) mu’cizesi, ölülerin diriltilmesi mu’cizesi, yaralılara ve hastalara şifâ verme mu’cizesi, mübârek parmaklarından su fışkırma mu’cizesi gibi. (Harputlu İshâk Efendi)
Molla Abdurrahmân Câmî isimli büyük âlimin, aslı Farsça olan, Türkçe tercümesi de bulunan, “Şevâhidü’n-Nübüvve” ve Yûsuf Nebhânî’nin, Arapça “Huccetu’llahi ale’l-âlemîn fî Mu’cizâti Seyyidi’l-Mürselîn” kitablarında, Resûlullahın birçok mu’cizesi yazılıdır.
Nişâncızâde Muhammed bin Ramazân Efendi’nin Osmanlıca “Mir'ât-ı Kâinât” kitabında, onun mu’cizelerinin çoğunun kaynakları da bildirilmiştir.
İmâm Muhammed Bûsırî’nin (695/1295) “Kasîde-i Bürde”sinde de bunlar çok güzel dile getirilmektedir.
[21.02.2023 – 01 Şabân 1444 Salı]
.20/02/2023
“Mucize” nedir?
“Mu’cize” kelimesi, cemiyet içerisinde, bilhassa son deprem haberlerinde, yerli-yersiz kullanıldığından, bugün size, onun hakkında biraz bilgi vermek istiyoruz:
“Mu'cize”: “Allahü teâlânın izniyle, Peygamberlerden (aleyhimüs-selâm), Peygamberliklerine delîl olarak meydâna gelen hârikulâde (olağanüstü) hâller”e denir.
Dâru’l-Fünûn müderrislerinden (yanî eski İstanbul Üniversitesi profesörlerinden) Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek te’sîr, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabî’at kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji kanûnları diyoruz.
Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lâzımdır. Meselâ, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, tohum ekmek, ekini biçmek lâzımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, yüce Allah’ın bu âdeti içinde meydâna gelmektedir.
Cenâb-ı Hak, her şeyi bir sebep altında yaratmakla birlikte, istediği zaman, sevdiği insanlara, ikrâm için, ya’nî iyilik olsun diye ve azılı düşmanlarına da mekr-i İlâhî olmak üzere, bazı “Hâriku’l-âde (yani fevka’l-âde, âdet dışı, olağanüstü)” şeyler verebilir. Ya’nî bunlar için âdetini bozarak, sebepsiz şeyler de yaratabilir. Meselâ:
1- Peygamberlerden, âdet-i İlâhiyye dışında, fakat kudret-i İlâhiyye içinde bazı şeyler meydâna gelir. Bunlara “Mu’cize” denir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) mu’cize göstermeleri lâzımdır.
2- Peygamberlerin ümmetlerinin Evliyâsında, âdet dışı meydâna gelen şeylere, “Kerâmet” denir. Evliyânın kerâmet göstermeleri lâzım değildir. Zâten bunlar da, kerâmet göstermek istemezler, Allahü teâlâdan utanırlar.
[Büyük âlim ve velîlerden Mevlânâ Abdurrahmân Câmî’nin de ifâde ettiği gibi, Peygamberimizin ümmetinin Evliyâsında hâsıl olan “kerâmet”ler, aslında hep onun “mu’cize”leri sayılmaktadır. Çünkü, kerâmetler, ona tâbi olanlarda, onun izinde gidenlerde hâsıl olmaktadır.]
3- Ümmet arasında, Velî olmayanlardan meydâna gelen âdet dışı şeylere de, “Firâset” denir.
4- Âdet dışı şeyler, fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse, bunlara “İstidrâc” denir ki, derece derece, kıymetlerini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhûr edenlere ise “Sihir”, ya’nî “Büyü” denmektedir.”
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın mu’cizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır:
Birincisi, mübârek rûhunun yaratılmasından başlayarak, Peygamberliğinin bildirildiği “Bi'set” zamanına kadar olanlardır. Bunlara, “İrhâsât” yâni, “başlangıçlar” denir.
İkincisi, bi'setten (Peygamberliğinin bildirilmesinden) vefâtına kadar olan zaman içerisindekilerdir. Bu ikinci kısımdaki “Mu’cize”lerinin, 3.000 (üç bin) kadar olduğu bildirilmiştir.
Üçüncüsü de, vefâtından kıyâmete kadar olmuş ve olacak şeylerdir.
Bütün bu mu’cizeler, o kadar çoktur ki, saymak mümkün olmamıştır.
.6/02/2023
"Ameller niyetlere göredir" hadîsinin vürûd sebebi-1
Bazı sûre-i celîlelerin ve âyet-i kerîmelerin iniş sebebi olduğu gibi bazı hadîs-i şerîflerin de söyleniş sebebi vardır...
Makâlemizin başında, önce bütün hadîs kitaplarında yer alan çok meşhûr bir hadîs-i şerîfin meâlini zikredelim, sonra onun sebeb-i vürûduna ya’nî söyleniş sebebine yer verelim.
[Bilindiği gibi, bazı sûre-i celîlelerin ve âyet-i kerîmelerin sebeb-i nüzûlü (iniş sebebi) olduğu gibi bazı hadîs-i şerîflerin de sebeb-i vürûdu (söyleniş sebebi) vardır.]
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'den, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"Ameller niyetlere göredir. Her bir kimse için, ancak niyet ettiği şey vardır. Binâenaleyh her kimin hicreti, Allah'a ve Resûl'üne yönelmişse, onun hicreti Allah'a ve Resûl'ünedir. Artık nâil olacağı bir dünyâ(lık) veya evleneceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa, onun hicreti de, hicretine sebep olan şeyedir."
Bu hadîs-i şerîfin vürûd sebebiyle ilgili olarak, bazı kaynaklarda şu bilgilere yer verilmiştir:
"Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem), Medîne-i münevvereye hicrete müsâade etmesi ve kendisinin de hicret etmesi üzerine, Müslümânlar da Mekke-i mükerremeyi terk edip onlar da oraya gitmişlerdir. Resûlullah'ın emrine uyarak hicret edenlerden biri de “Ümm-i Kays” adındaki bir kadındır (sahâbiyyedir). Bununla evlenmek düşüncesinde olan Mekke’deki bir erkek (sahâbî), Ümm-i Kays'ın, "Medîne’ye hicret etmezsen, seninle evlenmem" demesi üzerine, onunla evlenmek için oraya hicret etmiş ve Medîne'de evlenmişlerdir. Herkes, sırf Allah ve Resûlü'nün rızâsı için hicret ederken, Ümm-i Kays ile evlenmek için hicret eden bu şahsın niyeti bilindiği için, o zâta: "Ümm-i Kays'ın muhâciri" manâsında "muhâcir-i Ümm-i Kays" lakabı takılmıştır. Bu hâdise üzerine, yukarıdaki hadîs-i şerîfin îrâd buyurulduğu (söylendiği) rivâyet edilmiştir.”
Hadîs âlimlerinden Ebû Bekr İbn-i Dâse demiştir ki:
İmâm Ebû Dâvûd'u şöyle söylerken işittim: “Hazret-i Peygamber'den (sallallahü aleyhi ve sellem) rivâyet edilen 500.000 (beş yüz bin) hadîs yazdım; bunlardan ahkâm husûsunda, 4.800 (dört bin sekiz yüz) hadîsi seçip, zühd ve fazîletlere dâir hadîsleri rivâyet etmedim. İnsana (Müslümâna), dîni için, bunlardan 4 (dört) hadîs kâfî gelir”:
1- "Ameller niyetlere göredir..." 2- "Helâl bellidir, harâm da bellidir..." 3- "Mü'min, kendisi için râzı olduğu (istediği) şeyi, kardeşi için de (istemedikçe, ona da) râzı olmadıkça mü'min olmaz (îmânı kemâle ermez)." 4- "Kişinin Müslümânlığının güzelliğine delîl olan şeylerden biri, mâlâyanî'yi (kendisini ilgilendirmeyen şeyi) terk etmesidir." [Bazı âlimler, 4. hadîs yerinde “İddiâ edene delîl gerekir…” hadîsini zikretmişlerdir.]
.07/02/2023
"Ameller niyetlere göredir" hadîsinin vürûd sebebi-2
Dünkü makâlemizde tâm meâlini verdiğimiz hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz "Amellerin niyetlere göre değerlendirileceğini" haber vermiştir.
“Niyet”; “kasdetme, kalbin bir şeye yönelmesi, ibâdetleri, emre itâat ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yaptığını kalbinden geçirmek” demektir...
Bilindiği üzere niyet, her şeyin başıdır. Hayırlı işler, iyi niyetlerle, güzel maksatlarla yapılırsa, sevâbı çok olur. Böyle kimseye, Allahü teâlâ, doğruluk, sıhhat ve başka birçok nimetler ihsân eder. Kimin niyetinde zayıflık bulunursa, bildirilen faydalara kavuşamaz.
Yüce dinimiz İslâmın, en çok ehemmiyet verdiği husûslardan biri niyettir. Kişinin yaptığı işler, niyete göre değer kazanır. Aynı fiili yapan iki ayrı kişi, niyetlerindeki farklılık sebebiyle, birbirlerine zıt karşılıklar görebilirler. Bu sebeple, gerek Kur'ân-ı kerîmde, gerek hadîs-i şeriflerde niyetin ehemmiyetini bildiren beyânlar çokça gelmiştir. Bakara sûresinin 284. âyet-i kerîmesinde, insanların niyetlerine göre hesâba çekilecekleri belirtilerek şöyle buyurulmuştur:
"Gökte ne var, yerde ne varsa, hepsi Allah'ındır. Siz, içinizde olanı açıklasanız da, saklasanız da, Allah onu bilir ve onunla sizi hesâba çeker. (Sonra da niyetine ve ameline göre) dilediklerinin günâhlarını bağışlar, dilediklerine azap yapar. Allah'ın kudreti her şeye yeter."
Bazı âlimler, “ameller niyetlere göredir” hadîs-i şerîfinin, ehemmiyetine ve geniş muhtevâlı manâsına binâen, İslâm'ın üçte birini, bazıları da dörtte birini teşkîl ettiğini söylemişlerdir. Hattâ ulemâdan bazıları, bu hadîs-i şerîf için şu değerlendirmeyi de yapmışlardır:
"Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) ihbârları arasında, ahkâmca bundan daha câmi, manâca daha zengin, hâsıl ettiği fâideleri daha çok olan başka bir hadîs mevcut değildir.”
İmâm Beyhakî, “niyet hadîsinin, ilmin üçte birini teşkîl ettiğini” söyledikten sonra şu açıklamayı yapmıştır:
"Çünkü amel, kulun ya kalbiyle, ya diliyle, ya da uzuvları iledir. İşte niyet, bu üç kısımdan biri ve en üstünüdür. Çünkü niyet, bazen müstakilen bir ibâdet olduğu hâlde, diğerleri de Allahü teâlâ nezdinde ibâdet sayılabilmeleri için ona muhtaçtır. Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Müminin niyeti amelinden hayırlıdır" buyurmuştur.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), bazı hadîs-i şerîflerinde, cephede ölenlerin şehîdlik sevâblarının, niyetlerine göre olacağını ifâde buyurmuştur.
O, "Kim Allah yolunda cihâd etmektedir?" mefhûmundaki bir suâle karşılık: “Kim, Allah'ın kelâmı, en yüce olsun diye savaşırsa, işte o kimse, Allah yolunda cihâddadır" tarzında cevap vermiştir.
.24/01/2023
Mukaddes mekânlar ve kudsî zamanlar...
Bilindiği üzere, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran daha kudsî, daha mukaddes, daha mübârek kılınmıştır.
Mukaddes mekânların başında, “Mescid-i Harâm”,“Mescid-i Nebevî”, “Mescid-i Aksâ”,“Mescid-i Kubâ” olmak üzere, Allahü teâlâya ibâdet edilen bütün câmi ve mescidler, O'nun emir ve yasaklarının öğretildiği yerler gelir.
Muhterem insanların başında, “Ülü'l-azm”Peygamberler, “Resûl”ler ve “Nebî”ler gelmektedir. Bunlardan sonra, üstünlük sırasında Sahâbe-i kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn başta olmak üzere diğer âlim ve velîler bulunmaktadır.
Kıymetli zamanlardan olan "üç aylar"ın birincisi olan Recebü’-ferd, Allahü teâlânın ayı; ikincisi olan Şa'banü’l-muazzam, Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) ayı; Ramazânü’l-mübârek de ümmet-i Muhammed'in ayı olarak bilinmektedir.
Kezâ Receb ayının afv ve mağfirete, bu ayı ta’kîb eden Şa’bân ayının şefâate, Ramazân ayının da sevâpların kat kat verilmesine mahsûs aylar olduğu bildirilmiştir.
Yine Recep ayının tevbe, hürmet ve ibâdet ayı; Şa’bân ayının muhabbet ve hizmet ayı; üç ayların üçüncüsü ve bütün ayların da sultânı olan Ramazân ayının ise yakınlık ve ni’met ayı olduğu ifâde edilmiştir.
Bu dünyâ bir imtihân yeridir. Bu imtihânda muvaffak olmak için, İslâmiyetin emrettiği gibi inanmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak, yasaklanan şeylerden kaçınmak lâzım ve şarttır.
Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı kerîmde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur…" buyurmuştur.
Allahü teâlâ buyuruyor ki:
“(Ey Resûlüm!) De ki: Duânız [îmânınız, ibâdetiniz, kulluk ve yalvarmanız] olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?.." [Furkân, 77]
Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli demek olan “mübârek” sıfatıyla sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği on gece vardır ki, bunlar kronolojik sıraya yani hicrî-kamerî sene içerisindeki yerlerine göre şunlardır:
1-Muharremin 1. Gecesi (Hicrî Yılbaşı Gecesi), 2- Aşûre (10 Muharrem) Gecesi, 3-Mevlid Gecesi [12 Rebîul-evvel gecesi], 4-Regâib Gecesi [Receb-i şerîfin ilk Cuma gecesi],5-Mi'râc Gecesi [Receb-i şerîfin 27. gecesi],6-Berât Gecesi [Şa’bân-ı muazzamın 15. gecesi], 7-Kadir Gecesi, 8-Ramazân Bayramının 1. Gecesi, 9-Arefe Gecesi [Zilhiccenin 9. gecesi], 10-Kurbân Bayramının 1. Gecesi [Zilhiccenin 10. gecesi].
Ayrıca, Fıtır (Ramazân) ve Adhâ (Kurbân) bayramının diğer geceleri, Zil-hicce ayının ilk on gecesi, Muharremin ilk on gecesi ve her Cum’a ve Pazartesi geceleri de mübârektir.
.17/01/2023
Hayvanlara da eziyet harâmdır!
Mukaddes dînimiz İslâmiyette, insan olsun-hayvân olsun, kadın olsun-erkek olsun, çocuk-genç olsun-ihtiyâr olsun hiçbir canlıya zulüm, ezâ ve cefâ yapmak câiz değildir; harâmdır.
Maksatsız olarak bir hayvânı öldürmek câiz değildir. Âhirette, “Onu niçin öldürdün?” diye sorguya çekilecektir. Hayvânları birbiriyle dövüştürmek de câiz değildir. Hayvânların hakkına riâyet etmeli, onlara acımalıdır. Hadîs-i şerîfte, “Merhamet et ki, merhamet olunasın” buyuruldu. (Muhammed bin Ebî Bekr: Şir’atül-İslâm)
Zararsız hayvanları öldürmek câiz değildir. Zararlıları da eziyetsiz öldürmek câizdir. (Ebû Saîd Muhammed Hâdimî: Berîka)
Zararlı hayvânları öldürmek câiz olduğu gibi, sansar, porsuk gibi hayvânları derisi ve kürkü için, geyik, ceylân gibi hayvânları etleri için öldürmek de câiz görülmüştür… (Bâkânî: Şerhun-nikâye muhtasaril-vikâye)
Hayvânlara da acımak ve iyilik etmek gerekir. Peygamber Efendimiz, “Merhametli olmadan îmânlı olamazsınız” buyurunca, oradakiler, “Yâ Resûlallah, hepimiz merhametliyiz” dediklerinde, “Yalnız insanlara değil, bütün mahlûkâta da merhametli olmak gerekir” buyurdu. (Taberânî)
Meselâ bir hayvânı kesecek olan kimse, bıçağı hayvânın gözü önünde bilememelidir. Bir gün bir kimse, bir koyunu kesmek için yere yatırdı, bıçağını bilemeye başladı. Peygamber Efendimiz, bunu görüp buyurdu ki:
“Sen, bu hayvânı kesmeden, ona ölüm mü tattıracaksın? Niçin, bıçağını, hayvânı yatırmadan önce bilemedin?” [Hâkim]
Bütün hayvanlara iyilik etmeli, eziyet etmekten sakınmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Merhameti olmayana merhamet edilmez.” [Buhârî]
“Bir kadın, bir kediyi kapalı bir yere hapsetti. Kediye yiyecek, içecek vermedi. Dışarıda bir şey bulup yemesi için serbest de bırakmadı. Kedi öldü ve kadın da bu yüzden Cehenneme müstahak oldu.” [Buhârî]
“Susuz bir mümin, bir kuyuya meşekkatle inip su içti ve çıktı. Bir köpek de kuyunun ağzında susuzluktan bitkin vaziyette bekliyordu. O kimse, bu hayvâna acıyıp, ayakkabılarından birini çıkardı, kuyuya tekrâr inip onu su ile doldurdu, onunla köpeğe su verdi. Bu hareketten Allahü teâlâ râzı oldu. O kimseyi Cennete koydu.” [Müslim]
Eshâb-ı kirâm dediler ki: Yâ Resûlallah, hayvânlara iyilikte de, sevap var mıdır? Peygamber Efendimiz, “Her canlı hayvâna yapılan iyilikte sevap vardır” buyurdu. [Buhârî]
Sahâbeden bir zât anlatmıştır:
“Resûlullah’ın, kedi bir kaptan su içtikten sonra, onun kalanıyla abdest aldığı da olmuştur.” [Ebû Nuaym]
Sahâbeden bir hanım [Ebû Katâde’nin yeğeni] anlatmıştır:
Eshâb-ı kirâmdan Ebû Katâde’nin abdest alması için bir kaba su koymuştum. Birden kedi gelip bu kaptan su içiverince, Ebû Katâde, biraz daha su içmesi için, kabı kedinin önüne uzattı. Benim kendisine hayretle baktığımı görünce, niye hayret ettiney kardeşimin kızı, Resûlullah Efendimiz, “Kedi pis değildir, etrâfınızda dolaşır” buyurdu. (Tirmizî)
.16/01/2023
Cennete hayvanlar da girecek mi?
Bilindiği gibi, Cennet mü’minlerin mükâfât yeri, Cehennem de kâfirlerin cezâ, azâb yeridir. Mantık ve felsefe kitaplarında, “insan”:“el-insânü hayvânun nâtık” şeklinde tarîf edilir. Bu, insanın akıl, nutk, idrâk sâhibi olması, konuşması gibi manâlarda kullanılmaktadır. Hayvânlarda, insanlardaki gibi akıl yoktur; öyle olunca da onlar mükellef ve mes’ûl değildirler. Hadîs-i şerîfte “Aklı olmayanın dîni yoktur; yanî aklı olmayanlar, dînî emir ve yasaklara muhâtap değildirler” buyurulmuştur.
Görülüyor ki, hayvânlar dînen mükellef değildirler ve mükâfât yeri olan Cennete de, cezâ, azâb yeri olan Cehenneme de gitmeyeceklerdir. Peki ne olacaklar ve istisnâ yok mu? Hayvânlar, âhirette toprak olacaklardır. İstisnâ olarak on kadar hayvân da Cennete gireceklerdir. Bugüne kadar 243.622.726 (243 milyondan fazla) insanın ziyâret ettiği dinimizislam.com sitesinde, 2 mu’teber kaynaktan (İmâm-ı Gazâlî’nin Mişkâtül-Envâr’ı ve Muhammed bin Ebî Bekr’in Şir'atül-İslâm’ı üzerine Ya’kûb bin Seyyid Alî’nin yazdığı şerh olan Şir'atül-İslâm Şerhi’nden) nakledilerek şu 10 hayvân zikredilmiştir:
1- Sâlih aleyhisselâmın Devesi. 2- İbrâhîm aleyhisselâmın Danası. 3- İsmâîl aleyhisselâmın Koçu. 4- Mûsâ aleyhisselâmın Sığırı. 5- Yûnus aleyhisselâmın “Yûnus” ismi verilen Balığı. 6- Uzeyr aleyhisselâmın Merkebi. 7- Süleymân aleyhisselâmın Karıncası. 8- Süleymân aleyhisselâma Sebe’ melîkesi Belkıs’ten haber getiren “Hüdhüd” kuşu. 9- Eshâb-ı Kehf ile berâber olan “Kıtmîr” isimli köpek. 10- Muhammed aleyhis-selâmın “Kusvâ” isimli devesi.
Mezkûr kaynaklarda, bu hayvânların, Cennete koç şeklinde girecekleri de bildirilmiştir. [İnşâallah, ileride bu hayvânlardan bazıları hakkında, kısa kısa bilgiler de vermeye çalışacağız.]
Genel olarak “kimler Cennetlik, kimler Cehennemliktir?” şeklinde bir suâl sorulacak olursa, “Allahü teâlâya inanan, Onun emir ve yasaklarına riâyet eden, hepsini beğenen kimseler yani Müslümân olarak ölenler Cennete giderler; bunun tersi olanlar yanî kâfirler de Cehenneme giderler” şeklinde cevap verilebilir.
Genelde iyi huylular Cennete, kötü huylular Cehenneme gideceklerdir. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: “Cennete gidecek olanları haber veriyorum, dikkatli dinleyin: Zayıftırlar, mazlûmdurlar, güçleri yetmez. Bir şey için yemîn ederlerse, Allahü teâlâ, bu Müslümânların yemînlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları da bildiriyorum: Sertlik gösterirler ve kendilerini üstün görürler.” [Ebû Dâvûd, Tirmizî]
Hayvâna işkence etmek, gayr-i müslim vatandaşa işkence etmekten daha büyük günâhtır. Gayr-i müslim vatandaşa eziyet etmek de, Müslümâna eziyet etmekten daha büyük günâhtır. Hiçbir hayvâna eziyet, işkence etmek, suda boğarak veya ateşte yakarak öldürmek câiz değildir. (Alâeddîn Haskefî: ed-Dürrül-muhtâr)
.10/01/2023
İbâdetlerde hicrî-kamerî aylar esâs alınır...
Aralık ayında, önemli bazı şahsiyetlerin vefâtları vardır. Yine bu ayda, önemli bazı gün ve haftalar da mevcuttur. Ma’lûm olduğu üzere, İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde sayılı herhangi bir mübârek gün yoktur. Ama burada şunu ifâde etmeden geçmeyelim: Aslında doğum günü ve mübârek geceler, hep hicrî yıl ile kutlanır. Bütün ibâdetlerde ve dînî faâliyetlerde hicrî-kamerî aylar esâs alınır. Oruç, hac, kurbân ve bayram günleri, hep hicrî-kamerî aylara göre tesbît edilir. Haccı, Allahü teâlânın bildirdiği Zilhicce ayında yapmayıp da, mîlâdî bir ayda, meselâ ocakta yapmak; orucu, Ramazân ayında değil de, şubâtta veya martta tutmak; Cuma namazını cuma günü değil de pazar günü kılmak dîni değiştirmek olur. O şekilde yapılan ibâdetlerin hiçbirisi sahîh olmaz.
İslâmiyet, Müslümânların, îmânlarında ve ibâdetlerinde, Müslümân olmayanları taklit etmelerini, onlara benzemelerini, onların dînlerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmalarını ve kullanmalarını yasak etmiştir.
“Hicret”, hem İslâm târihinin, hem de cihân târihinin en mühim hâdiselerinin başlarında gelir. Hicret, lügatte göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek mânâsınadır. Peygamberlerden Hazret-i İbrâhim, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Lût ve Hazret-i Îsâ'nın (aleyhimüs-selâm) dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için olan hicretleri meşhûrdur. Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in de Allah yolunda yaptıkları hicret, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Târihte, özellikle İslâm târihinde; sebep, mâhiyet ve netîceleri îtibâriyle en mühim hicret/göç, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın, İslâm dînine inanan Eshâb-ı kirâmıyla beraber, Mekke-i Mükerreme'den Medîne-i Münevvere'ye yaptıkları hicret/göçtür. Bu büyük hâdiseye “Hicret veya Hicret-i Nebeviyye” denir ve hicrî takvîmin başlangıcıdır. Eshâb-ı kirâm da Medîne-i münevvere'ye hicretten önce, iki defâ Habeşistân'a hicret etmişlerdir.
Aralık ayındaki vefâtların çok cüz’î bir kısmını, kronolojik olarak zikredecek olursak:
16 Aralık (Hicrî 10 Muharrem 61 Aşûre Günü): Sevgili Peygamberimizin mübârek torunu, Hazret-i Ali Efendimizle Hazret-i Fâtıma annemizin kıymetli mahdûmu, Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anh), Kerbelâ'da şehîd edilmiştir.
17 Aralık 1273’te: Büyük âlim ve velîlerimizden Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) vefât etmiştir.
18 Aralık 1111’de: Büyük İslâm Âlimi ve velî İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh), âhırete intikâl etmiştir.
31 Aralık 1988'de de Seyyid Ahmed Arvâsî bey vefât etmiştir. [Cenâb-ı Hak, hepsine ganî ganî rahmet eylesin ve onları bizlere şefâatçi kılsın inşâallah.]
.9/01/2023
Akıllı kimse kimdir?
İnsan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Cenâb-ı Hakk’ın yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, “Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz ona şöyle cevap verdi: “İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır.”
O sahâbî, “Peki, insanların şerlisi [en kötüsü] kimdir?” diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, “Ömrü uzun olup da, ameli kötü olan” [Tirmizî] buyurmuştur.
Yüce Allah, Kur’ân-ı kerîm’inde, Mülk sûresinin 2. âyetinde: “Amelce hanginiz daha güzeldir diye [yanî hanginizin daha güzel amelde bulunacağını] imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O’dur. O, azîzdir (her şeye gâliptir), gafûrdur (çok bağışlayandır)” buyurmuştur. Demek ki hayât ve ölümün yaratılmasında, imtihân maksadı vardır.
Bir hadîs-i şerîfte “Akıllı kimse [akıllı Müslümân], kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hâzırlık yapan kişidir” buyurulmuştur. Yine Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “İki [büyük] ni’met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanırlar. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.” [Tirmizî] “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır.”“Yarın yaparım diyenler helâk oldular.”
Bizler yeni yılda, geçen bir yılımızın muhâsebe ve murâkabesini yapmalıyız. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh), “Bir Müslümân, her akşam yatağına girince, o günün muhâsebesini yapmalıdır” buyuruyor. Esnâf, dükkânlarında her akşam kasayı kapatırken bunu yapmaktadırlar. Bizler de, acabâ, bir sene boyunca, kendimiz ve âilemiz için; milletimiz, memleketimiz ve devletimiz için; Müslümânlık ve insanlık için ne gibi hizmetler, hayırlar, iyilikler, güzellikler, faydalı işler, fedakârlıklar yaptığımıza bir bakmalıyız.
Günümüzde bütün dünyâda cereyân eden hâdiseler muvâcehesinde belirtmek durumundayız ki, Yunus Emre’miz:
“Yaratılmışı severim Yaratandan ötürü” ve
“Bir kez gönül yıktınsa, bu kıldığın namaz değil.
Yetmiş iki millet dahî, elin-yüzün yumaz değil” demektedir.
İslâm ve Türk Târihi boyunca, bütün büyüklerin nasîhatleri arasında, bu kabîl güzel tavsiyelerin bulunduğunu görmekteyiz.
Bunları bilen ve bunlara inanan kimselerin; insanlara sövmek, onları dövmek ve öldürmek; cân, mâl ve ırzlarına zarar vermek şöyle dursun, onları üzmeyi ve kalplerini kırmayı bile akıllarından geçirmeyecekleri ortadadır.
Onun için, anarşi ve terörün, İslâmiyetle hiçbir alâkası yoktur; olamaz da. Çünkü mukaddes dînimiz olan “İslâm” kelimesinin kendisinde bile “barış” manâsı vardır.
İslâm dîni, ahlâkı ve medeniyeti, orijinaline uygun olarak, doğru bir sûrette öğrenilir ve öğretilirse, ona uygun yaşanırsa, bütün fertlerin, âilelerin, cemiyetlerin, hattâ tüm insanlığın, târihte olduğu gibi, günümüzde de râhat edecekleri, huzûr ve sükûn içerisinde, emniyet ve âsâyiş üzere yaşayacakları; terör ve anarşinin biteceği râhatlıkla söylenebilir.03/01/2023
Zaman en büyük sermâyedir
1 Ocak Pazar günü, yeni bir mîlâdî yıl (yani 2023 yılı) başlamış oldu. Bilindiği üzere bir sene, 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün, 8.760 saat ve 525.600 dakikadır. Bu da 31.536.000 sâniye tutmaktadır. [Bilindiği gibi bir “Gün”: 24 sâat, 1.440 dakîka, 86.400 sâniye’dir.]
Türkiye şartlarında takrîbî 60-70-80 senelik bir insan ömrü, çok mühim bir zamân dilimidir. Bir senenin değil; yerine, zamanına ve şartlarına göre ayın, haftanın ve günün bile ehemmiyeti çok fazladır; hattâ sâatin, dakîkanın ve sâniyenin bile önemi çok büyüktür.
Kur’ân-ı kerîmde, muhtelif âyet-i kerîmelerde, zamânın önemine şöyle dikkat çekilmiştir: “Fecir vaktine, on geceye andolsun” [Fecr, 1-2], “(Karanlığı ile etrâfı) bürüyüp örttüğü zamân geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze andolsun” [Leyl, 1-2], “Asra yemîn ederim ki insan zarardadır.” [Asr, 1-2] [Bu konuda başka âyet-i kerîmeler de vardır.]
“Zaman=Vakit” ni’meti, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere olan en önemli lutuflarından birisidir. Akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Aslında bizler, Allahü teâlânın lutfettiği çok büyük ni’metlere sâhibiz. Bizler, bütün mahlûkâttan, meselâ hayvânlardan; yüz milyonlarca, hattâ milyarlarca insandan daha şanslıyız. Ama bizlere ihsân buyurulan ni’metleri yerli yerinde kullanabiliyor muyuz?
En büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh): “Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir” buyurmuştur. Onun oğlu, yine büyük âlim ve velî Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi aleyh) de: “Vakit, keskin bir kılıç gibidir. Onu, kıymetli ve şerefli şeylere sarfetmek gerekir” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, mükellef olan her insana düşünüp taşınacağı, öğüt alacağı ve hakkı kabûl edebileceği kadar bir ömür vermiştir. Bu husûsta, Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Onlar Cehennem’de şöyle feryâd ederler: ‘Ey yüce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar! Dünyâya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan farklı, güzel ve makbûl işler yapalım!’
Allah onlara şöyle buyurur: ‘Biz, size, düşünüp ibret alacak, gerçeği görecek kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size Peygamber de gelip uyardı. Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlere hiçbir yardımcı yoktur!’" [Fâtır, 37]
Burada şunu ifâde edelim ki: Allahü teâlânın bizlere ihsân buyurduğu sonsuz ni’metlerine şükretmeli, bunları yerli-yerinde kullanmalı, O’nun dînine ve kullarına hizmet etmeliyiz. Makâmı olan makâmından, malı olan malından, ilmi olan da ilminden, diğer insanları faydalandırmalıdır. Her gün, en iyi işleri yapmaya çalışmalıdır.
Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir. “Yalnız azamet ve ikrâm sâhibi Rabbi’nin zâtı bâkî kalacak” [Rahmân, 27] meâlindeki âyet-i kerîmede de ifâde edildiği gibi, Allahü teâlânın zâtı dışında bütün varlıklar fânîdir.
Yunus Emre’nin (rahmetullahi aleyh) dediği gibi: “Bu dünyâya gelen kişi,/Âhir yine gitse gerek./Müsâfirdir, vatanına,/Bir gün sefer etse gerek.”
Evet, bu dünyâda yolcuyuz. Günün birinde, hepimiz ebediyet âlemine göçeceğiz.2/01/2023
Bir mîlâdî sene daha bitti...
31 Aralık 2022 Cumartesi günü, ömrümüzden bir sene daha geçti gitti. Bilindiği gibi zaman durdurulamayan, artırılamayan, başka bir vakte taşınamayan, depolanamayan, ödünç alınamayan ve kendi mecrâsında akıp giden bir unsurdur.
“Seyyidü’t-tâife” ve “Seyyidü’t-tâifeteyn” gibi sıfatlarla anılan büyük velî Cüneyd-i Bağdadî (kuddise sirruh), "İnsanların sâhip oldukları, ama geçtikten sonra bir daha, ebediyyen bulamayacakları en kıymetli sermâye zamandır" buyurmaktadır.
Büyük âlim Ebû Saîd Muhammed Hâdimî, “geçen zamanı geri getirmek için bütün sultânlar, pâdişâhlar, krallar ya’nî devlet başkanlarının tamâmı bir araya gelseler ve bütün hazînelerini de harcasalar, yine de geri getiremezler” demiştir.
Tâbiîn-i kirâmın en önde gelenlerinden, müfessir, muhaddis, mütekellim, mutasavvıf Hasan-ı Basrî (rahmetullah aleyh), "Sizin, bugün, parayı sarf ederken gösterdiğiniz hassâsiyeti, Eshâb-ı Kirâm (aleyhimür-rıdvân), zamanlarını kullanırken gösterirlerdi" buyurarak ne kadar önemli bir noktaya dikkat çekmiştir.
Silsile-i aliyye büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da, "Tasavvuf, ehemmi (en önemli olanı) mühimme (önemli olana) tercîh etmektir. Vakti en değerli olan şeye sarf etmektir" buyurmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullah aleyh) ise, "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır" buyurmuştur.
Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Zamânın önemini belirtmek için Atalarımız: “Vakit nakittir (paradır)” demişlerdir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” buyurmuştur. Yine Sevgili Peygamberimiz “Ameller, sonlarına göre değerlendirilir” buyurmuştur. Büyük devlet ve ilim adamı, târihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığındaki bir hey’etin hâzırladığı, bir hukûk âbidesi olan “Mecelle”de de “Hüküm sona göre verilir” kâidesi yazılıdır...
Allahü teâlâ, insanlara muhtaç oldukları her türlü ni’meti lutfetmiştir. Akıl, vücut uzuvları, eşler, çocuklar, hava, su, kâinâttaki her şey, insanların hizmetine verilmiştir. Bu ni’metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır:
“O, size, istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın ni’met[ler]ini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” [İbrâhîm, 34]
“Hâlbuki Allah'ın ni’met[ler]ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [Nahil, 18]
Allahü teâlâ, bütün kullarının, kendisini tanımalarını, bilmelerini, kendisine, gönderdiği Peygamberlerine ve kitaplarına, diğer îmân esâslarına îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, emirlerine uyup yasaklarından kaçınmalarını, verdiği ni’metlere şükretmelerini, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir.27/12/2022
Mühim haramlardan biri de zinâdır!
“Zinânın dünyâda üç fenâlığı vardır: Biri, güzelliği ve parlaklığı giderir. İkincisi fakîrliğe sebeb olur. Üçüncüsü, ömrün kısalmasına sebeb olur.”
“Âile, dünümüz, bugünümüz ve yarınımızdır; toplumumuzun yapısını korumanın ancak millî ve manevî değerlerimizi bizden sonraki nesillere aktarmak ile mümkün olacağı; insana huzûr, mutluluk, güç ve güven veren sağlıklı bir âile yapısının toplumumuz için elzem olduğu; âile bütünlüğümüzü tehdit eden her türlü hastalıklı davranıştan neslimizi korumanın en öncelikli görevimiz olduğu”nu bütün yetkililer söylüyorlar ve bu husûs çok âşikârdır.
Yine “Güçlü âile ile, güçlü toplum ve güçlü Türkiye” meydâna geleceği, aklı başında olan herkes tarafından ifâde edilmektedir.
“Zinâ” terimi: “Âkıl ve bâliğ olan (akıllı, ergenlik çağına ulaşmış) kadın ve erkeğin aralarında nikâh olmadan gayr-i meşrû münâsebette bulunmaları” manâsında kullanılmaktadır.
Hadîs-i şerîfte, “Gözler de zinâ yapar” buyurulmak sûretiyle, bir de “göz zinâsı” zikredilmiştir. (Ebû Dâvûd)
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde (meâlen) buyurdu ki:
“De ki: Geliniz, size Rabbiniz neleri harâm etmiştir, okuyayım: (O'na hiçbir şeyi ortak koşmayınız, anaya-babaya iyilik ediniz, fakîrlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyiniz. Sizin de onların da rızkını biz veririz. Zinâ gibi kötülüklerin açığına da, gizlisine de yanaşmayınız. Allah'ın muhterem kıldığı canı haksız yere öldürmeyiniz.) İşte bu yasaklara riâyet etmeyi (uymayı), Allahü teâlâ, size tavsiye (nasihat, emir) etti. Olur ki, düşünür ve akıl erdirirsiniz.” (En'âm, 151)
“Mü'minlere söyle, yabancı kadınlara bakmasınlar ve zinâ etmesinler. Mü'min kadınlara da söyle, onlar da yabancı erkeklere bakmasınlar ve zinâ etmesinler.” (Nûr, 30-31)
Yukarıdaki tarîfte geçen “Nikâh” tabîri: “Evlilik için yapılan akit, sözleşmedir. Evlenecek Müslümân bir erkek ile kadının, şâhidler huzûrunda, ben seni zevceliğe (hanımlığa) aldım, diğerinin de kabûl ettim demesidir.”
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hakîminde buyurdu ki (meâlen): “(Size) helâl olan kadınlardan nikâh ediniz.” (Nisâ, 3)
Peygamber Efendimiz de, bir hadîs-i şerîfinde, “Nikâh yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir” buyurmuştur. (Menâhicül-İbâd)
Diğer bir hadîs-i şerîfte “Zinânın dünyâda üç fenâlığı vardır: Biri, güzelliği ve parlaklığı giderir. İkincisi fakîrliğe sebeb olur. Üçüncüsü, ömrün kısalmasına sebeb olur. Zinânın âhiretteki üç zararına gelince: Allahü teâlânın gadabına sebeb olur. İkincisi suâlin, hesâbın fenâ geçmesine sebeb olur. Üçüncüsü, Cehennem ateşinde azâb çekmeye sebeb olur” buyurulmuştur. (Mektûbât-ı Rabbâniyye)
“Kadınlardan istenen üçüncü şart zinâ etmemektir. Bu şartı, yalnız kadınlardan istemek, bu günâhın hâsıl olması, çok defâ onların râzı olmalarına bağlı olduğu için ve kendilerini gösterdikleri içindir. O hâlde bu günâhın ilk sebebi onlardır. Bu işte, onların rızâları mûteberdir… Bu günâh insana, dünyâda ve âhirette zarar verir ve bütün dinlerde yasak ve çirkin olmuştur.” (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî)26/12/2022
“Her gün muhakkak tevbe etmelidir”
“Kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namâzlara tevbe ederken, farzları kazâ etmek de lâzımdır”
Evvelki hafta pazartesi günü yazdığımız “Çok Mühim Tenbîh” başlıklı makâlemizin sonunda, “Tâm İlmihâl Seâdet-i Ebediyye” kitâbından “…Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden dahâ mühim bir vazîfe yoktur. Kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namâzlara tevbe ederken, farzları kazâ etmek de lâzımdır” şeklindeki kıymetli cümleleri nakletmiştik.
Günâh hakkında, hadîs-i şerîfte “Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecân veren iş ise günâhtır” şeklinde bir tarîf yapılmıştır. (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyurdu ki:
“Biri günâh işler veya kendine zulmeder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya tevbe-istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı afv ve mağfiret edici, çok merhametli bulur.” (Nisâ, 110)
“De ki, Rabbim; bütün fuhşiyâtı (küfür ve nifâkı), açığını ve gizlisini, her türlü günâhı, haksız isyânı ve Allahü teâlâya, hiçbir zaman, bir burhân indirmediği herhangi bir şeyi ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyleri, Allahü teâlâya isnâd etmenizi harâm etti.” (A'râf, 33)
“Harâm”: “Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde yapmayınız diye açıkça yasak ettiği şeylerdir.” “Dinde yasak olan şeyler”e “günâh” da denilmektedir.
“Günâh-ı Sağîre”: “Küçük günâh”; “Günâh-ı Kebîre”: “Büyük günâh” demektir. Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin buyurduğu gibi bir de “Ekber-i kebâir” vardır ki, onlar, hadîs-i şerîfte, “Size kebâirin en büyüklerini haber vereyim mi?...” ve “Helâk edici 7 günâhtan sakının…” şeklinde önemli îkâzlarla birlikte zikredilmişlerdir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Günâh-ı sağîreye devâm, büyük günâha yol açar”; “Günâh-ı kebîreye devâm da, küfre yol açar” buyurmuştur.
Kimyâ-yı Seâdet’te mezkûr bir hadîs-i şerîfte: “Gizli yapılan günâhın tevbesini gizli yapınız! Açıkça işlenen günâhın tevbesini de açıkça yapınız! Günâhınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz” buyurulmuştur.
İslâm âlimlerinin tevbe konusunda çok güzel sözleri vardır:
“Günâhlar, eğer zinâ etmek, içki içmek, şarkı ve çalgı âletleri dinlemek, harâmlara bakmak, abdestsiz mushafa dokunmak ve bid'at îtikâdı (bozuk, yanlış inanışlar) gibi, Allahü teâlânın hakkı olup, kul hakları ile ilgili değilse, onların tevbesi, pişmânlık, istiğfâr ve yalvararak Allahü teâlâdan özür dilemekle olur. Ama farzları terk etmişse, meselâ namazlarını kılmamış, oruçlarını tutmamışsa, tevbe ve istiğfâr ancak bunları kazâ ettikten sonra olur. Kul hakkı ile ilgili olanlarda ise, hakları sâhiblerine veya vârislerine verip helâllik dilemelidir. Vârisi bilinmezse, sâhibine niyetle fakîrlere sadaka olarak vermelidir.” (İmâm-ı Gazâlî, Yûsuf Sinânüddîn)
“Günâh işlemekten çekinmeyen âlim, elinde meş'ale tutan bir a’mâya (köre, görme engelliye) benzer. Herkese yol gösterir, fakat kendisi göremez.” (Şeyh Sâdi-i Şîrâzî)20/12/2022
Cennete gidebilmek için...
“Dünyâ lezzetlerine kavuşmak için, İslâmiyet'in dışına çıkan kimse, âhiret lezzetlerine kavuşamaz.”
Malûmdur ki, herkese ilk lâzım olan şey, “Kelime-i tevhîd”i söylemek ve bunun ma’nâsına inanmaktır. Kelime-i tevhîd: “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” demektir. Bunun ma’nâsı: “Allah vardır ve birdir; O’ndan başka ibâdete lâyık hak ilâh yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Onun Peygamberidir” demektir. Buna inanmağa “Îmân etmek” ve “Müslümân olmak” denir. Allahü teâlânın gösterdiği ve emrettiği kulluk vazîfelerine “İslâmiyyet” denir. Muhammed aleyhisselâma uyan kimseye “Müslümân” denir. Allahü teâlâya şükretmeğe, yanî Muhammed aleyhisselâma uymağa “İbâdet etmek” denir.
İnsanların Allahü teâlâya karşı, kalb, dil ve beden ile yapmaları ve inanmaları lâzım olan şükür borcu, kulluk vazîfeleri, Allahü teâlâ tarafından bildirilmiş ve Onun sevgili Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konmuştur. Allahü teâlâya şükür, O’nun Peygamberinin getirdiği yola uymakla olur. Bu yola uymıyan, bunun dışında kalan hiçbir şükrü, hiçbir ibâdeti, Allahü teâlâ kabûl etmez, beğenmez.
Demek ki, aklı olan kimselerin, Allahü teâlâya şükretmek için, Muhammed aleyhisselâma uymaları lâzımdır. Onun yoluna “İslâmiyyet” denir.
Îmânın devâmlı olması lâzımdır. Bunun için, küfre sebeb olan sözleri söylemekten, işleri yapmaktan ve küfür alâmeti olan şeyleri kullanmaktan çok sakınmak lâzımdır.
Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki:
“Bir zaman gelir ki, İslâmiyet'e yapışmak, elinde ateş tutmak gibi güç olur.” (Sünen-i Beyhekî)
“Dünyâ lezzetlerine kavuşmak için, İslâmiyet'in dışına çıkan kimse, âhiret lezzetlerine kavuşamaz.” (İzâletül-Hafâ)
Günümüzde bazı insanlar, okudukları bozuk eserlerin, yazıların; duydukları yanlış sözlerin tesîriyle, Allahü teâlânın en büyük ihsânlarından, lutuflarından biri olan İslâmiyeti terk edip mürted oluyorlar.
“Dinden çıkma; Müslümân iken, İslâm dînini terk etme”ye “İrtidâd” denir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki (meâlen):
“İçinizden kim irtidâd eder de kâfir olarak ölürse, yaptığı (bütün iyi) işler, dünyâda da, âhirette de boşa gitmiştir. Onlar, o ateşin (Cehennem'in) arkadaşlarıdırlar. Onlar, orada (bir daha çıkmamak üzere) ebedî (sonsuz) kalıcıdırlar.” (Bakara, 217)
“Doğru yol gösterildikten sonra, Peygambere (aleyhisselâm) uymayan ve (îmânda ve amelde) mü'minlerin yolundan ayrılan kimseyi, küfür ve irtidâdda bırakır ve Cehennem'e atarız. O Cehennem, çok kötü bir yerdir.” (Nisâ, 104)
Hulefâ-i râşidînin 2.si olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:
“İzzet (şeref, itibâr, üstünlük) İslâm'dadır. İslâmiyet'in ahkâmına (hükümlerine) uyan azîz olur. Bu ahkâmı beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti, başka şeylerde arayan zelîl olur.”
Dârul-fünûn müderrislerinden (eski İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyelerinden) Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de:
“Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dînlerin görünür görünmez bütün iyilikleri, İslâmiyette toplanmıştır. Bütün seâdetler, muvaffakiyetler ondadır” buyurmuştur.
.19/12/2022
İki cihanda da rahat etmek için...
Seâdete kavuşmak için yegâne hak dîn olan İslâmiyyeti öğrenmekten ve yaşamaktan başka çâre yoktur.
“İslâm”, sözlük manâsı itibâriyle, “boyun bükerek teslîm olmak” anlamına geliyorsa da, bir ıstılâh (terim) olarak, “Allahü teâlânın, Peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirler ve yasaklarıdır.”
“İslâmiyet”, “Allahü teâlânın, “Cebrâîl” ismindeki melek vâsıtası ile, “sevgili Peygamberi Muhammed” (aleyhisselâm)a gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklardır” şeklinde de tarîf edilmektedir.
Allahü teâlâ, (meâlen) buyurdu ki:
“Allahü teâlâ, Peygamberini, (İslâm dînini,) diğer dînler üzerine üstün kılmak için, hidâyet ve hak dîn (İslâmiyet) ile gönderdi. (Muhammed aleyhisselâmın hak) Peygamber olduğuna şâhid olarak Allah(ü teâlâ) yeter.” (Feth sûresi, 28)
Beşeriyet, başladığı andan itibâren muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, öndersiz, kılavuzsuz, muktedâ bihsiz, rol modelsiz bırakılmamıştır. [Buna dâir âyet-i kerîmeler vardır.]
İlk Peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan i’tibâren, kimisi “Ülül-azim”, kimisi “Resûl”, kimisi de “Nebî” olan onbinlerle Peygamber gelmiş-geçmiştir. Bütün Peygamberlerin sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. Diğer Peygamberlerin bildirdikleri dînler, zamânla bozulmuştur. Şimdi seâdete kavuşmak için yegâne hak dîn olan İslâmiyyeti öğrenmekten ve yaşamaktan başka çâre yoktur. Bu girişten sonra, sizlere madde madde birkaç husûsu arz edelim:
1- Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı, aynı zamanda ilk Peygamber kılarak, onun vâsıtasıyla, bütün insanlara, neleri yapacaklarını ve neleri yapmayacaklarını bildirmiştir.
2- Hazret-i Âdem’den itibaren, 6 Ülül-azm Peygamber, 313 Resûl, 124.000 civârında Nebî göndermiş, bunlardan bazılarına 100 Suhuf (risâleler, formalar, kitapçıklar) ve 4 büyük kitap vermiş, beşeriyetin uymakla mükellef oldukları İlâhî kânûnlarını bildirmiştir. [“Helâl apaçık bellidir, harâm da apaçık bellidir…” hadîs-i şerifinde, her melikin bir yasak bölgesi bulunduğu, Allahın yasak bölgesinin de harâm kıldığı şeyler olduğu ifâde buyurulmuştur.]
3- Cenâb-ı Hak, hayvânları ve bitkileri çift kıldığı gibi, insanları da çift kılmıştır. İnsanlara akıl gibi çok büyük bir nimet lutfederek, onları mükellef kılmış, kendisine muhâtap yapmıştır. [Hayvânlar mükellef değildirler; deliler de mükellefiyet altında değildirler.]
4- Allahü teâlâ, kullarının îmân etmelerini, kendisine ibâdet etmelerini, güzel ahlâk sâhibi olmalarını, aralarında kardeşçe geçinmelerini, birbirleriyle yardımlaşmalarını istemiştir.
5- O, bazı şeyleri de, kesinkes yasaklamıştır: Çocuklara tecâvüzü, âile içi ensest ilişkileri, hemcinslerin birbirleriyle gayr-i meşrû münâsebetlerini, erkeklerin erkeklerle, kadınların kadınlarla gayr-i meşrû sûrette ilişkilerini, yine gayr-i cinslerin nikâhsız birleşmelerini çok net bir şekilde yasaklamıştır.
6- Âkıl ve bâliğ olan (akıllı, ergenlik çağına ulaşmış) kadın ve erkeğin aralarında nikâh olmadan gayr-i meşrû münâsebette bulunmalarına “zinâ” denilir. Zinâ, bütün dinlerde yasaklanmıştır.
.04/10/2022
Sevgili peygamberimizin dünyayı teşrîfleri...
Sevgili Peygamberimizin doğumundan önce ve gençlik yıllarında Araplar, alabildiğine bir câhiliyetin içine düşmüşlerdi.
11 Rebîu’l-evvel 1444 (07 Ekim 2022) Cuma’yı 12 Rebîu’l-evvel (08 Ekim 2022) Cumartesi’ye bağlayan gece, bilindiği gibi, Sevgili Peygamberimizin dünyâyı teşrîflerinin bir sene-i devriyesidir. Ya’nî o gün, bir “Mevlid Kandili”ni daha idrâk etmekle şerefleneceğiz inşâallah.
Fahr-i kâinât Efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, mânevî yönden müthiş bir zulmet, karanlık içinde idi. “Câhiliye Dönemi” denilen o dönemde, insanlar hudûtsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği dînler unutulmuş, İlâhî hükümlerin yerini, insanların bozuk kafalarından çıkan fikirler, düşünceler almıştı. Sadece insanlar değil, bütün mahlûklar, zâlim insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı.
Yeryüzünde bulunan bütün milletler, Allahü teâlâyı unutmuş, huzûrun, saâdet ve sevincin kaynağı olan “Tevhîd inancı” ortadan kalkmıştı. Küfür fırtınası, kalplerden îmânı söküp atmış, insanlar putlara tapmaya başlamışlardı.
İsrâîloğulları birbirlerine düşmüşler, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dîn unutulmuş, Tevrât bozulmuştu. Hazret-i İsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî dîn de bozularak, dîn ile hiçbir alâkası kalmamıştı... Îrân'da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin ateşleri bin senedir söndürülmüyordu... Çin'de Konfüçyüsizm, Hindistan'da Budizm gibi uydurma dînler hüküm sürüyordu.
Arabistân'ın insanları da karanlık içinde idiler. Yeryüzünün merkezi olan mübârek Mekke'de, küfür sel gibi akıyordu. Mescid-i harâmın ve Beytullah'ın içine, “Lât”, “Menât” ve “Uzzâ” gibi yüzlerce put doldurulmuştu. Zulüm son haddine varmış bulunuyor, ahlâksızlık, iftihâr vesîlesi sayılıyordu. Netîce itibâriyle o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Bununla birlikte, o zamanda, Allahü teâlâya inanan ve putlardan uzak duran “Hanîfler” de [Hazret-i İbrâhîm'in dînine bağlı insanlar da] vardı. Peygamber Efendimizin babası Abdullah, dedesi Abdülmuttalib, annesi Âmine ve bazı kimseler, bu dîn üzere idiler. Hanîflerden başka bütün gruplar bâtıl yolda olup, büyük bir zulmet, karanlık içinde idiler.
İşte, Sevgili Peygamberimizin doğumundan önce ve gençlik yıllarında Araplar, böyle alabildiğine bir câhiliyetin içine düşmüşlerdi. Puta tapmak, içki, kumar, zinâ, fâiz ve daha birçok çirkin iş, aralarında yaygınlaşmıştı. Muhammed aleyhisselâm, onların bu bozuk hâllerinden son derece nefret eder ve kötülüklerinden dâimâ uzak dururdu. Bütün Mekke halkı, O'nun bu hâlini görür ve hayret ederlerdi.
İşte yedi kat yer, yedi kat gök, kısacası bütün âlem, büyük bir hürmet ve sevinç içinde “Seyyidü'l-Mürselîn”, “Hâtemü'l-Enbiyâ”, “Habîb-i Hudâ” olan Efendisini beklemekte idi. O'nun teşrîfiyle âlem, yeniden hayât buldu; karanlıklar dağıldı; bütün âlemler aydınlandı...
Muhammed aleyhisselâm bütün insanlığa gönderildi
Resûlullah Efendimiz, dünyadaki bütün insanlara Peygamber olarak gönderildi ve Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünüdür.
Muhammed aleyhisselâm, 20 Nisan 571 târihinde, (Rebiul-evvel ayının 12. Gecesi), Mekke-i Mükerreme’de Ebû Tâlib Mahallesinde, sabâha karşı dünyâya gelmiştir. Bu doğum, pazartesi gecesine rastlamıştır. Mevlid, doğum zamanı demektir. Bu sene, Mevlid gecesi, takvîmlere göre 7 Ekim Cumayı 8 Ekim Cumartesiye bağlayan gecedir.
Peygamber Efendimiz, hem bir “Nebî”, hem bir “Resûl”, hem de bir “Ülül-azm Peygamber”dir. Aynı zamanda “Hâtemül-Enbiyâ ver-Rusül=Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu”dur.
Onun “Seyyidül-kevneyn=İki cihânın Efendisi”, “Resûlüs-sekaleyn=İnsanların ve Cinnîlerin Peygamberi”, “Habîbullah” ve “Mahbûb-i Rabbil-âlemîn=Âlemlerin Rabbi’nin Habîbi, en çok sevdiği zât” gibi çok güzel sıfatları da vardır.
Bunların yanında O, bir Devlet Başkanı, bir Başkumandân, bir Başmuallim ve bir Başkâdıdır. Bütün bunların yanı sıra, mükemmel bir eş, mütekâmil bir baba, ideal bir dede, en mükemmel bir mürebbî, en üstün bir üsve-i hasene=nümûne-i imtisâl=muktedâ bih=rol model=en iyi ve en güzel örnek”tir...
Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram olarak kabul etmiştir. O gün (Mevlid gece ve günü) de, Müslümânların bayramıdır. Neş’e ve sevinç günüdür. Dünyâdaki bütün Müslümânlar tarafından, her sene, o gece Mevlid Kandili olarak kutlanmakta, her yerde Mevlid kasîdeleri okunarak Resûlullah Efendimiz hâtırlanmaktadır.
Bilindiği üzere, Resûlullah Efendimiz, Mevlid gecelerinde, Eshâb-ı kirâma ziyâfet verir, dünyâyı teşrifi sırasındaki ve çocukluk zamanlarındaki şeyleri anlatırdı. Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) de, Halîfe iken, Eshâb-ı kirâmı toplar, Resûlullah Efendimizin dünyâyı teşrîfindeki fevkal-âde, hârikul-âde, olağanüstü hâlleri aralarında konuşurlardı.
O gece, Resûlullah’ın doğumu zamanında görülen hâlleri, mûcizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır. Peygamber Efendimizi öven çeşitli Mevlid Kasîdeleri vardır. Süleymân Çelebi’ninki, en meşhûr olanıdır. Şunu belirtelim ki, Mevlid-i şerîf kasîdesini okumak, Resûlullah Efendimizin dünyâya gelişini, isrâ ve mi’râc mûcizesini ve hayâtını anlatmak, O’nu hâtırlamak, O’nu övmek demektir.
Bilindiği üzere, Mevlid Gecesi, Kadir Gecesi’nden sonra en kıymetli gecedir. Bu gece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, doğduğu için sevinenler, affolur.
Bu gece, çalgı ve başka harâm şeyler karıştırmadan, Allah rızâsı için Mevlid cemiyeti yapmak, Mevlid kasidesi okumak, salevât-ı şerîfe getirmek, tatlı şeyler yedirip içirmek, hayrât ve hasenât yapmak, böylece, bu gecenin şükrünü yerine getirmek müstehaptır.
Diğer kandillerde olduğu gibi, bu gece ve günde de, Kur’ân-ı kerîm ve İlmihâl okumalı, kazâ namazları kılmalı, bolca sadaka vermeli, yalvararak duâ etmeli, Cenâb-ı Haktan afv ve mağfiret dilemelidir.
.27/09/2022
Osmanlı İmparatorluğu, 322 yıl hükümrân oldu
Söğüt ve Domaniç yaylalarına 400 çadır hâlinde yerleşen bir aşîretten, beylik, hânlık (hâkânlık), devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir...
Türklerin ve Müslümânların târihteki bu en büyük ve en uzun ömürlü devleti Osmânlı'ya, bir asra yaklaşan bir zamândan beri, maalesef, haksız yere ağır ithâm ve iftirâlar yapılmaktadır. Hâlbuki târih, arşive dayanır. Bu sâhadaki vesîkalar yeni yeni elden geçirilirken, yapılan asılsız ithâmların elbette kıymetlerinin olmadığı ortaya çıkmaktadır. Yerli ve yabancı araştırmacılar, hâlâ bu cihân devletinin dehâsını anlamak ve istifâde etmek için gayret sarf etmektedirler. Arşivlerimiz, bunun için, yerlilerden çok, yabancı ilim adamları ile dolup taşmaktadır.
Dost-düşmân herkesin kabûl ettiği bir husûstur ki, Osmânlı Devleti, İslâmiyet’in emrettiği şekilde, farklı dîn ve milletlere mensup çeşitli unsurlar arasında sağlam bir âhenk te’sîs etmiştir. Böylece geniş insan toplulukları nezdinde sosyal adâleti kurmakla dünyâ târihinde, kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık göstermiştir.
Osmânlı Devleti ve sultânlarının da’vâları, kendi ta’bîrleri ile “Nizâm-ı âlem” üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da; millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu.
Bazı televizyon ve gazetelerde, birtakım kendini bilmez ve ecdâdını tanımazlar tarafından haksız yere bazı tenkîdler yapılsa da, aklı başında olan yerli-yabancı herkes, Osmânlı Devletini övüyor.
Dünyânın en uzun ömürlü hânedânının ve en büyük devletlerinden olan Osmânlı Devletinin kurucusu, Osmânlı sultânlarının ilki olan Sultân Birinci Osmân Gâzî Hân’dır; Osmânlı Devleti’nin temelini o atmıştır.
Bir aşîretten cihângîr bir imparatorluğa giden yolda, Osmânlı hânedân mensuplarının kudret kaynakları incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim, Fransız târihçisi Grengur, “Bu yeni İmparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve hayrete değer vak’alarından biridir” demektedir.
Ma’lûm olduğu üzere, dünyâ târihinde, Peygamber Efendimizin “Asr-ı Saâdet”i ve “Hulefâ-i Râşidîn” devirlerinden sonra, hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslümân-Türk Devleti olan “Osmânlı Devleti”, XIV. [ondördüncü] asrın başından XX. [yirminci] asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren, şerefli ve en uzun ömürlü bir hânedânın kurduğu devlettir.
Bu devleti sâdece Türkler, Müslümânlar değil, pekçok gayr-i müslim dahî medhetmektedir. Osmânlı idâresinin, İslâm dîni hükümleri çerçevesinde, gayr-i müslimlere cân ve mâl güvenliğiyle dînlerinde serbestlik tanıması, onların gitgide İslâmiyetle şereflenmelerine yol açıyordu..
.26/09/2022
Tarihteki İslam devletleri
İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur.
“Peygamberler târihi” içerisinde son Peygamber olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhis-selâm), bir çeyrek asırdan kısa bir zamanda (23 senede), 150 bin güzîde sahâbî, mübârek insan, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 30-40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs'ten [İspanya’dan] Çin'e kadar olan binlerce kilometrelik geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, adâlet-hakkâniyet, medeniyet-insan hakları, nûr ve hidâyet götürmeleri, dünyâda bir eşi-benzeri görülmemiş bir hâdisedir; bu dönemde yapılan fetihler ve elde edilen zaferler ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur.
Bilindiği üzere Anadolu’da, yakın komşularımızın bulunduğu yerlerde ve dünyânın diğer ülkelerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur: Anadolu’da kurulan [25 devlet]; Irâk, Sûriye ve Mısır’da kurulan [11 devlet]; Arabistân Yarımadasında kurulan [6 devlet]; İspanya ve Kuzey Afrika’da kurulan [13 devlet]; Batı ve Orta Afrika’da kurulan [16 devlet]; Îrân, Kırım, Orta Asya, Afganistân ve Hint Yarımadası’nda kurulan [50 devlet], Târih kitaplarında ve Ansiklopedilerde uzunca anlatılmaktadır.
Hulefâ-i Râşidîn devrinden sonra Emevîler; Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika’dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüzyıl hüküm sürdüler.
Emevîler, İslâm dînini İspanya’dan Avrupa’ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batıya ilim ve fen ışıklarını yaydılar.
Emevîler’den sonra İslâm devleti başkanlığını (hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs’ın soyundan olan Ebü’l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750 / H. 132’de Abbâsîler devri başladı. Devletin başşehri Şâm’dan Bağdâd’a nakledildi.
Abbâsîler devrinde; İslâm dîni, doğuda Büyük Okyânûs’tan, batıda Atlas Okyânûsu kıyılarına, kuzeyde Rusyâ içlerinden, güneyde Hind Okyânûsu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldular.
Bilindiği gibi, “Türk Târihi” çok eskidir; tâ Hazret-i Nûh aleyhisselâmın Yâfes isimli oğluna kadar ulaştırılmaktadır. “Müslümân Türk’ün Târihi” ise, “Karahanlılar” dönemine ve “Abdülkerîm Satuk Buğra Hân”a kadar varmaktadır.
Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadir Hân tarafından kurulan ve Türkistân ve Mâverâünnehir’de hâkimiyet kuran Karahânlılar Devleti [840-1212]; ilk Müslümân-Türk devletidir.
Türk hükümdârları arasında çok husûsî bir yeri bulunan “Abdülkerîm Satuk Buğra Hân”, meşhûr olan rivâyetlere göre, ilk Müslümân-Türk hükümdârıdır.
Sekizinci asırda, Türklerin Müslümânlarla tanışıp, içlerinden kısmen bu dîni kabûl edenlerin bulunması, 10. asırda da topluca İslâmiyeti kabul etmeleri, netîce îtibâriyle târihteki birçok hâdiseye yön vermesi bakımından çok önemlidir.
.20/09/2022
Medenî insan ve medenî toplum...
Amerikalı yazar Stüdart: “İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir..."
20-23 (Yirmi-yirmiüç) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zamanda da Mezopotamya, Îrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuştur. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.
Onun için Amerikalı yazar Stüdart, bu konuda, “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:
“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi-otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dinleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek, o kadar hayrânlığımız artıyor...” [Amerikalı yazarın açıklamaları bu minvâl üzere devâm ediyor.]
Bu vesîle ile belirtelim ki, târihçiler, insanlık tarihinde vukû bulan en garîp hâdisenin, bu olduğunda söz birliği etmişlerdir.
Daha sonraki asırlarda Afrika’nın ortalarına, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçmıştır.
Medenî insan ve medeniyet sâhibi toplum olabilmek için; Allahü teâlânın bildirdikleri, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin de açıkladıkları husûsların yerine getirilmesi lâzım.
İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi bunların içinde vardır. Bugün çok perişan hâlde olan insanlığın kurtuluşu için, bunlardan istifâde etmelidir.
Marcel A. Boisard isimli bir Fransız, “L’Humanisma de l’Islam” adlı eserinde:
“...Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydana getiren İslâmdır...” demektedir.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur.
Peygamber Efendimiz dönemi ile O’nun vazîfelerini tam olarak yaptıklarından dolayı, kendilerine “Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler” denilen “DÖRT HALÎFE DEVRİ” (632-661 / H.11-40), bütün târih boyunca İslâmî fazîletlerin yaşandığı “Altın Çağ” olarak kabûl edilir. Bunlardan sonra, kronolojik olarak “Emevîler” ve “Abbâsîler” dönemi gelmektedir.
.19/09/2022
Osmânlıya niçin sövüyorlar?
Menfaatleri haleldâr olan bazı kimseler, şerefli Osmânlı Hânedânına ve bütün Osmânlılara karşı çıkmakta, dil uzatmakta, sövüp saymaktadırlar.
Makâlemizin hemen başında söyleyelim ki, şerefli ecdâdımız Osmânlılar, dînsizliğe, îmânsızlığa, zulme, ahlâksızlığa, sömürgeciliğe, hayvân gibi yaşamaya, mâddî menfaat şebekelerinin menfaatlerine mâni olmaya çalıştıkları için, menfaatleri haleldâr olan o insanlar, Osmânlı Devletine, şerefli Osmânlı Hânedânına ve bütün Osmânlılara karşı çıkmakta, dil uzatmakta, sövüp saymaktadırlar.
Açıkça söyleyelim ki, bunların bir kısmı gaflet ve dalâlette, hattâ bazıları da hıyânettedirler. Burada, ecdâdımıza hakâret edenlere bir çift lafımız olacaktır.
Kültür Bakanlığı eski müsteşâr yardımcılarından, Türkiye gazetesi yazarlarından, şâir ve yazar Yavuz Bülent Bakiler’in de [31 Ekim 2009 Cumartesi târihli Türkiye gazetesindeki] bir makâlesinde yazdığı gibi, Türkiye Cumhûriyeti, “Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye”den ya’nî “Büyük Osmânlı Devleti”nden doğmuş, Osmânlı Devleti de, “Anadolu Selçuklu Devleti”nden dünyâya gelmiştir. Târih boyunca kurduğumuz 117 Türk Devleti içerisinde şüphesiz ki en uzun ömürlüsü, en büyüğü, en muhteşemi Osmânlı İmparatorluğu’dur. Osmânlı İmparatorluğu, dünyânın en büyük üç imparatorluğundan biridir ve 624 yıl hükümrân olmuştur. [Diğer ikisi ise, Roma ve İngiltere İmparatorluklarıdır.] Osmânlı İmparatorluğu, 1595 yılında, 3. Murâd devrinde, 22 milyon 344 bin 700 km2 üzerinde hüküm süren muhteşem bir devletti.
Meşhûr Târihçi ve Türkiye Gazetesi Başyazarı Yılmaz Öztuna’nın da “Büyük Türkiye Târihi”nde belirttiği gibi, Osmânlı İmparatorluğu, 624 yıllık ömrünün, 322 yılını, dünyâda lider devlet olarak geçirdi. Ya’nî bugünün ABD’si ne ise, dünün Osmânlı Devleti de o idi. Ama bir farkla ki, dünyâ devletleri arasında 322 yıl, birinci sırada bulunan Devlet-i Aliyye (Osmânlı Devleti), hiçbir kimseye zulüm yapmadı. Bu, müntesibi olduğu yüce İslâm dîninin emri idi.
Zâten, Marcel A. Boisard isimli bir Fransızın, “L’Humanisma de l’Islam” adlı eserinde ifâde ettiği gibi, insanlık, insana kıymet vermeyi İslâmiyet’ten öğrenmiştir.
Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, ona en âdil muâmele tarzını İslâmiyet getirmiştir. İslâmiyet, başkasına zarar vermek şöyle dursun, insanların kalbini kırmaktan bile çok şiddetle menetmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz; “Bir mü’minin kalbini kırmak, yetmiş defâ Kâbe’yi yıkmaktan daha şiddetlidir” buyurmaktadır. Peki bu sadece mü’minlerle, Müslümanlarla mı sınırlıdır? Elbette ki hayır.
İslâmiyet, İslâm devletinin vatandaşı olan gayr-i müslimlere de adâletle muâmeleyi emreder; zulüm ve haksızlığı yasaklar. Sevgili Peygamberimiz; “Kim bir zimmîye (gayr-i müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı bir yükü yüklerse, ben o kimsenin hasmıyım” buyurur.
Mukaddes dînimiz İslâmiyet; “medenî insan” ve “medeniyyet sâhibi toplum” meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.
.13/09/2022
Mezhebin tarifi...
Mezhep; bir müctehidin, İslâmiyet'i temel kaynaklardan anlamak ve anlatmak husûsunda tâkip ettiği usûle bağlı olarak çıkardığı hükümlerdir...
Evvelâ belirtmemiz gerekir ki, "mezheb"in mâhiyeti anlaşılmadıkça, önemi ve lüzûmu kavranamaz. Bu bakımdan, önce "mezhep" kelimesinin sözlükteki mânâsını, sonra da terim olarak anlamını ortaya koyalım.
"Mezhep" lügatte, "gitmek, tâkip etmek, gidilen yol" gibi mânâlara gelir. Genel olarak "görüş, doktrin, akım" mânâlarında da kullanılmaktadır. Fakat ıstılâhta, yani ilmî bir terim olarak "mezhep", "bir müctehidin, İslâmiyet'i temel kaynaklardan anlamak ve anlatmak husûsunda tâkip ettiği usûl ve bu usûle bağlı olarak çıkardığı hükümler" demektir.
Asırlardan beri bütün İslâm âlimleri, 4 mezhepten birine uymuşlar ve Müslümânların da uymalarının gerektiğini bildirmişlerdir. Bunlara uymakta icmâ hâsıl olmuştur. İcmâdan [cemâatten, birlikten, topluluktan] ayrılan helâk olur. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İki kişi, bir kişiden, üç kişi, iki kişiden iyidir. O hâlde cemâatle birlikte olun. Allah’ın rızâsı, rahmeti, yardımı cemâattedir. Cemâatten ayrılan Cehennem'e düşer.” [İbn-i Asâkir]
“Ümmetimin âlimleri, hiçbir zaman dalâlette birleşmezler. İhtilâf olunca sevâd-ı a'zama [âlimlerin ekseriyetinin bildirdikleri yola] uyun.” [İbn-i Mâce]
“O gün her fırkayı imâmlarıyla çağırırız” meâlindeki İsrâ Sûresinin 71. Âyet-i kerîmesini Kâdı Beydâvî Hazretleri, “Her ümmeti, Peygamberleri ve dînde uydukları imâmlarıyla çağırırız” şeklinde açıklamıştır. Rûhul-beyân ve Tefsîr-i Hüseynî’de ise “Herkes, mezhebinin imâmıyla çağırılır. Meselâ yâ Hanefî veya yâ Şâfiî denir” şeklinde açıklanmaktadır. Bu açıklamalar da her Müslümânın 4 hak mezhepten birine uyması gerektiğini açıkça bildirmektedir.
Medârik tefsîrinde de “Müminlerin [itikâd ve ameldeki] yolundan ayrılan Cehennem'e gider” meâlindeki Nisâ Sûresi'nin 115. Âyet-i Kerîmesi bildirildikten sonra “Kitâb ve sünnet gibi, icmâdan da ayrılmak câiz değildir” buyuruluyor.
Beydâvî tefsîrinde ise aynı âyet-i kerîmenin açıklamasında; “Bu âyet, icmâdan ayrılmanın harâm olduğunu göstermektedir. Müminlerin yolundan ayrılmak harâm olunca, bu yola uymak da şart olur” buyuruluyor.
Seyyid Ahmed Tahtâvî Hazretleri buyuruyor ki: “Kur'ân-ı kerimdeki “Allah’ın ipi”nden maksat, cemâattır. Cemâat da fıkıh ve ilim sâhipleridir. Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan sapıtır. Sevâd-ı a'zam, fıkıh âlimlerinin yoludur. Fıkıh âlimlerinin yolu da Resûlullah'ın ve Hulefâ-i Râşidî'nin yoludur. Bu yoldan ayrılanlar, Cehennem'e gider. Fırka-i nâciye, bugün 4 mezhepte toplanmıştır. Bu 4 mezhep; Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleridir. Bu zamanda, bu 4 hak mezhepten birine uymayan, bid'at sâhibi olup Cehennem'e gider.” [Tahtâvî]
Bugün 4 mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i Sünnet'ten ayrılır. Ehl-i Sünnetten ayrılan da, sapık veya kâfir olur. (ed-Dürr-ül-muhtâr hâşiyesi Zebâyih kısmı) Bugün 4 mezhepten başkasına uymak câiz değildir. (Hadîka)
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri “Mezhepten ayrılmak, ilhaddır” buyuruyor. (Mebde ve Meâd) [İlhâd, doğru yoldan ayrılmak demektir.]
.12/09/2022
İslâmiyette mezhep...
Mezhep; müctehid olan bir âlim tarafından, îmânda ve amelde, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için Müslümânlara gösterilen yoldur...
"Mezhep", "bir müctehidin dînî kaynaklardan çıkardığı hükümlerin hepsidir."
Başka bir ifade ile "mezhep, müctehid olan bir âlim tarafından, îmânda ve amel (ibâdetler ve işler)de, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için Müslümânlara gösterilen yol" olmaktadır.
"Resûlüme itaat edin", "Resûlüme tâbi olun" meâlindeki âyet-i kerîmelerle ve "Eshâbımın yoluna sarılın”, “Âlimlere tâbi olun" meâlindeki hadîs-i şerîflerle bildirilen emirlere uymak, mezhep İmâmlarına tâbi olmak; hâşâ Allah’ı bırakıp, bazı kimselerin anladıkları mânâda kula kul olmak değildir. Öyle olsaydı, Allahü teâlâ, bir kul olan Resûlullah'a uymamızı emretmezdi. Yine Resûlullah da Eshâb-ı kirâma ve âlimlere tâbi olmamızı emretmezdi.
Eshâb-ı kirâmın hepsi, mutlak müctehid oldukları hâlde, Resûlullah'a tâbi oldukları için, Peygamberlerden sonra en yüksek makama kavuşmuşlardır. Tâbiîn, Eshâb-ı kirâma tâbi oldukları, onları taklit ettikleri için yüksek şerefe ermişlerdir. Onlardan sonra gelenler de onlara tâbi oldukları için Tebe-i Tâbiîn olma şerefine yükselmişlerdir. Bir âyet-i kerîme meâli:
"Muhâcirîn ile Ensâr’dan ve iyilikte onların izinden gidenlerden, [onlara tâbi olanlardan] Allah râzıdır, onlar da Allah’tan râzıdırlar…" [Tevbe, 100]
Bu âyette, Eshâb-ı kirâma ve onların izinden giden Tâbiîne uymak gerektiği bildiriliyor. Bir hadîs-i şerîf meâli de şöyledir:
"İnsanların en hayırlısı, asrımdaki Müslümânlar, yani Eshâb-ı kirâmdır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler, yani Tâbiîn’dir. Onlardan sonra en iyileri de, onlardan sonra gelenler, yani Tebe-i Tâbiîn’dir. Artık bunlardan sonra yalanlar yayılır." [Buhârî]
İmâm-ı A’zam Tâbiîndendir; diğer 2 mezhep İmâmı (İmâm Mâlik ve İmâm-ı Şâfiî) Tebe-i Tâbiînden; Ahmed İbn-i Hanbel ise Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîndendir. Yani âyet ve hadîste kendilerine tâbi olunması bildirilen ve övülen zâtlardır. Bu zâtlara ve onların mezheplerine uymamak, Allahü teâlânın ve Resûlünün emrine karşı gelmek olur. Büyüklere tâbi olmayı aşağılık bir şey gibi göstermek çok yanlıştır.
Mezhepler, i’tikâdî ve amelî olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.
Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: "Ey îmân edenler! Allah’ın dînine toptan sarılın. Birbirinizden ayrılmayın….." [Âl-i İmrân, 103]
Şeyhulislâm Ebûssuûd Efendi hazretleri burayı açıklarken, "Ehl-i kitâbın parçalandıkları gibi parçalanıp da doğru îmândan ayrılmayın! Câhiliye zamanında birbirleriniz ile dövüştüğünüz gibi bölünmeyin" demektir buyurdu.
Doğru yolun, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îmân olduğunu, Peygamber Efendimiz haber verdi. O hâlde, yegâne doğru yol olan Ehl-i sünnette birleşerek, kardeş olmak, birbirimizi sevmek gerekir. Müslümânların bu birliğinden ayrılan, bu âyet-i kerîmeye uymamış olur. Bu yolda birleşir, birer kardeş olduğumuzu bilip birbirimizi seversek, dünyânın en büyük, en kuvvetli milleti olur, dünyâda râhata, huzûra, âhirette de sonsuz saâdete kavuşuruz….. (Hadîka s. 696)
.6/09/2022
İslâmî ilimlerin dalları
Dîni doğru bir şekilde yaşayabilmek için ilim lâzımdır. "İslâmî ilimler", önce "aklî" ve "naklî" ilimler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır...
Şu uçsuz-bucaksız olarak gördüğümüz koca kâinâtı yaratan Allahü teâlâ, sâdece bizim üzerinde yaşadığımız gezegenimizin ya’nî dünyânın insanlarla meskûn olmasını irâde buyurmuş, nice hikmetlere mebnî Hazret-i Âdem babamızla Hazret-i Havvâ annemizi, Cennet’ten bu dünyâya göndermiştir.
İnsanlara merhamet buyuran Allahü teâlâ, dünyâya gönderdiği ilk insanı [ya’nî Hazret-i Âdem’i], aynı zamanda ilk Peygamber kılmış, ondan sonra, kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için, çeşitli mekânlardaki, çeşitli kavimlere, zaman zaman “Peygamber”ler göndermiştir.
Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd ü senâlar olsun ki, daha ilk insandan itibâren beşeriyet Peygambersiz, mürşidsiz, muallimsiz, rehbersiz, kılavuzsuz bırakılmamıştır. [Her kavmin rehberi bulunduğuna dâir âyet-i kerîmeler vardır.]
Bütün insanlığa rehber olarak gönderilmiş olan Peygamberlerin, en son Peygamber olan Resûlullah Efendimizin ve onların yolunda olan vârislerinin târihlerini incelediğimizde, hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi ferdler, âileler ve cemiyetler, ya’nî iyi insanlar meydâna getirmek olduğunu görüyoruz.
Zâten bizim dînimiz, târihimiz, kültür ve medeniyetimizde de, eğitimden maksat "iyi insan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "insân-ı kâmil" meydâna getirmektir.
Aslında Hazret-i Âdem'den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 “Ülü'l-azim” Peygamber, 313 “Resûl”, 124 bin civârındaki “Nebî”nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100'ü suhuf 4'ü büyük kitap olmak üzere, bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete (mutluluğa) kavuşmalarıdır.
Dîni doğru bir şekilde yaşayabilmek için ilim lâzımdır. Bilindiği gibi, "İslâmî ilimler", önce "aklî" ve "naklî" ilimler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan "aklî ilimler"in öğrenilmesi "farz-ı kifâye"dir. Çünkü bunlar naklî ilimlerin anlaşılmasında yardımcıdırlar. Naklî ilimler de "âlet ilimleri" ve "yüksek dîn ilimleri" olmak üzere ikiye ayrılırlar.
12 adet olan âlet ilimleri ile 8 kısım olan yüksek dîn ilimlerinden 5'inin öğrenilmesi yine farz-ı kifâye, ama 3 yüksek dîn ilminin öğrenilmesi ise farz-ı ayın olmaktadır. Öğrenilmesi farz-ı ayın olan ilimler: "Akâid", "Fıkıh" ve "Tasavvuf ya'nî Ahlâk" bilgileridir.
Âkıl, bâliğ, erkek ve kadın her Müslümânın, "zarûrât-ı dîniyye" denilen "zarûrî=temel dînî bilgileri" öğrenmeleri farz-ı ayındır; ya'nî tek tek herkese farzdır.
Dînî ilimlerden fıkıh ilmi; akâid ve tasavvuf (ahlâk) ilimlerinin yanında, öğrenilmesi farz-ı ayın olan, ya'nî erkek-kadın her Müslümânın bizzât öğrenmesi lâzım gelen 3 ilimden biridir.
Diğer dînî ilimlerden 5 tanesi (Tefsîr, Usûl-i Tefsîr, Hadîs, Usûl-i Hadîs, Usûl-i Fıkıh), âlet ilimlerinden 12 tanesi ve bu dînî ilimlerin öğrenilmesine yardımcı olan aklî ilimlerin öğrenilmesi ise farz-ı kifâyedir.
.5/09/2022
Bir mezhebe tâbi olmanın lüzûmu
Her Müslümânın dînini doğru bir şekilde yaşayabilmesi için, mezhebini doğru bir şekilde bilmesi lâzımdır...
Cenâb-ı Hak, kullarına, bir annenin veya babanın evlâdına olan şefkat ve merhametinden daha çok merhamet etmektedir. Bu merhameti sebebiyle, insanları küfürden, dalâletten, sapıklıklardan, ahlâksızlıklardan, zulmetten, karanlıklardan, kötülüklerden, çirkinliklerden, bozukluklardan kurtarmak için, onlara “dîn” göndermiştir.
Umûmî bir tarîf yapmak gerekirse “İslâm dîni”, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtasıyla, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâidelerdir.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki:
"Şüphesiz ki, ben size iki (önemli) şey bırakıyorum. Benden sonra onlara tâbi olduğunuz müddetçe, aslâ yoldan sapmazsınız. Onlardan biri, diğerinden daha büyüktür. Bunlardan biri Allah'ın kitâbıdır ki, gökten yere sarkıtılmış olan Allah'ın ipidir. Diğeri ise, Itretim, yanî Ehl-i Beytimdir. Bu ikisi Havz-ı Kevser'e gelinceye kadar birbirinden ayrılmayacaklardır. O hâlde iyi düşününüz, o ikisi husûsunda, bana nasıl iyi bir halef olacaksınız?"
Güzel ülkemiz Türkiye’de yaşayan Müslümânlar, ekseriyetle Hanefî mezhebindedirler. Ama az sayılamayacak mikdârda, Şâfiî mezhebinde bulunan kardeşlerimiz de mevcuttur.
Hanefî mezhebi, dört hak mezhebin en eskisi, onun kurucusu sayılan İmâm-ı A’zam hazretleri de, diğer mezheb imâmlarının en kıdemlisidir. O, Tâbiîn-i kirâmdandır; fakat İmâm Mâlik ve İmâm-ı Şâfiî, Tebe-i Tâbiînden, İmâm Ahmed İbn-i Hanbel ise Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîndendirler.
Her Müslümânın dînini doğru bir şekilde yaşayabilmesi için, mezhebini doğru bir şekilde bilmesi lâzımdır. Bu da ancak mu’teber kitaplardan öğrenilebilir; çünkü her zaman, her yerde hoca bulmak ve suâl sormak zordur.
İtikâdda, inanılacak şeylerde mezheplere ayrılmaya izin verilmemiştir. İslâmiyetin bildirdiği tek itikâd vardır. O da, Ehl-i sünnet vel-cemâat itikâdıdır. Amelde, yapılacak işlerde ise ayrılığa izin verilmiştir. Onun için mezhep imâmı müctehid âlimler, dînde hükmü açıkça bildirilmeyen şeyleri, açıkça bildirilenlere benzeterek hükümlerini ortaya çıkarmışlardır. Bu hükümler, onların ictihâdlarıdır.
İmâm Abdülvehhâb-ı Şa'rânî buyurmuştur ki:
"Mezheb imâmlarının hepsi, bir mes'ele ile karşılaştıklarında cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada da bulamazlarsa, icmâ-ı ümmette ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes'eleye benzeyen başka mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), Sünnet (hadîs-i şerîfler) ve İcmâ'da bulunan cevâblarını esâs alıp mukâyese ederek, ictihâd edip benzeri cevâbı bulurlardı."
.30/08/2022
Gençleri bekleyen bazı tehlikeler!..
2003 ve 2004 rakamlarının değerlendirildiği BM raporunda, dünyâda 200 milyon kişinin, yılda en az bir kere uyuşturucu kullandığı belirtilmiştir.
Herkesçe bilinen bir husustur ki, milletleri ayakta tutan esâs, temel, millî ve manevî kıymetler/değerlerdir. Bir cemiyeti/toplumu içten yıkmak isteyenler, onların inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Gençleri deist, ateist, materyalist, komünist, Hıristiyân, eyyâmcı, ahlâksız, sarhoş, uyuşturucu mübtelâsı, hiçbir değere sâhip olmayan, ot gibi, hattâ hayvân gibi yaşayan varlıklar hâline getirmek istediklerini gözlerimizle görüyoruz.
Yine bütün insanları, birbirlerini ezen, sömüren, şiddet uygulayan, gözünü kırpmadan öldüren mahlûklar hâline getirmek istiyorlar.
Birtakım bid’at ehli mihrâklar da kendi da’vâlarını yaymak için ciddî paralar harcamaktadırlar. Güzel ülkemizde, sağ tandanslı bir gazete bile, promosyon olarak, bid’at ehlinin bir kitâbını on binlerce adet dağıtabilmektedir!..
Bugünkü makâlemizde, tehlikelerin sâdece bir tanesine (uyuşturucu konusuna) işâret etmek istiyoruz:
Yakın denilebilecek bir zamanda [bundan 17 sene evvel], 30.06.2005 tarihinde, bir İnternet sitesinde, “Uyuşturucu kâbusu dünyâyı sardı” başlığıyla bir haber çıkmıştı. Merkezi Stockholm’de bulunan “Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Bürosu”nun yayınladığı yıllık “uyuşturucu raporu”, “küresel yasa dışı uyuşturucu ticâret hacmi”ni gözler önüne seriyordu.
“Büro”, ilk kez dünyadaki yasa dışı uyuşturucu pazarının hacmine ilişkin bir tahmîn açıklamıştır. Bu raporda, gerçekten korkunç rakamlar var.
Şöyle ki, adı geçen “Büro”nun hazırladığı raporda; 2003’te [bundan 19 sene önce] küresel uyuşturucu ticâretinde, 321 milyar dolar hâsılât yapıldığı belirtildi. Söz konusu rakamın, dünyâ gayr-i sâfî hâsılasının yüzde 0,9’una eşit ya da ülkelerin yüzde 88’inin gayr-i sâfî yurt içi hâsılalarından fazla olduğuna dikkat çekilmişti. Şimdi bu rakamlar, kim bilir kaçlara çıkmıştır?
Stockholm kaynaklı bu “Rapor”da, uyuşturucu ticâretinin, dünyânın 18’inci büyük ekonomisi olduğuna işâret edilmiştir.
Küresel uyuşturucu pazarından elde edilen hâsılâtın, sâdece sokak satışlarından 214 milyar dolarlık bölümünün geldiği bildirilmiştir.
Raporda, kuzey Amerika’nın yüzde 44 ile en büyük uyuşturucu alıcısı olduğu, bunu yüzde 33 ile Avrupa’nın takip ettiği ifâde edilmiştir. Afrika’nın ise yüzde 4 ile en son sırada yer aldığı kaydedilmiştir.
2003 ve 2004 rakamlarının değerlendirildiği BM raporunda, dünyâda 200 milyon kişinin, yılda en az bir kere uyuşturucu kullandığı belirtilmiştir.
Rapor, ayrıca uyuşturucu kullananların sayısının 2004’te, bir yıl önceye göre 15 milyon arttığını da ortaya koymuştur. Şimdi acabâ ne kadar artmıştır?
Dârul-Fünûn müderrislerinden (eski İst. Üniv. Öğretim Üyelerinden) Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh): “Her Müslümânın birinci vazîfesi, evlâdına kitâbını (Kur'ân-ı Kerîm'i), Peygamberini, dînini ve îmânını öğretmektir” buyurmuştur.
.29/08/2022
Gayrimüslimlere hürmet câiz mi?
“İhtiyaç olunca zimmîye selâm vermek ve müsâfaha etmek câiz olur; ama hürmet için ise, câiz olmaz. Kâfire hürmet küfürdür.”
Kâfire hürmet etmek, saygıyla selâm vermek, “üstâdım” demek küfür olur. (Berîka, İslâm Ahlâkı)
İbn-i Âbidin hazretleri, Hâşiye’sinin 5. cildinde, “İstibrâ” bâbında, “İhtiyaç olunca zimmîye selâm vermek ve müsâfaha etmek câiz olur; ama hürmet için ise, câiz olmaz. Kâfire hürmet küfürdür” buyuruyor. (Seâdet-i Ebediyye)
İbâdetlerde kâfire benzemek yasaktır. Mubâh âdetlerde ise günâh değildir. (Hadîka)
Bir hadîs-i şerîfte, “Evlenmek sünnettir; sünnetime uymayan benden değildir” buyuruluyor. Hâlbuki birçok ulemâ ve evliyâ evlenmediler. Bu hadîs-i şerîf, “Evlenmeyen, [evlilikle ilgili] sünnetime uymamış olur” demektir. Evlenmeye imkânı olmayan günâh işlemiş olmaz. (İhyâ)
Kâfir elbisesi giymek câizdir. Resûlullah Efendimiz, Rum cübbesi ve papaz ayakkabısı giymiştir. (Mevâhib-i ledünniyye)
Mecûsîlerin bayramları olan Nevrûz ve Mihricân günleri şerefine bir şey vermek câiz değildir. Bu günlerin isimlerini söyleyerek veya niyet ederek bir şey hediye etmek harâmdır. Eğer bu günlere kıymet vererek yaparsa kâfir olur, çünkü bu günlere müşrikler kıymet vermektedir. Ebül-Hafs-ı Kebîr diyor ki: Bir kimse Allahü teâlâya elli yıl ibâdet etse, sonra bir müşrike, Nevrûz günü şerefine yumurta hediye etse kâfir olur. Eğer bir Müslümâna hediye eder ve bugüne değer vermezse, âdete uyarak verirse kâfir olmaz. Başka bir gün almadığı bir şeyi, o gün satın alırsa, o güne değer vermişse kâfir olur. Değer vermeyip, yalnız yiyip içmek için almışsa kâfir olmaz. (ed-Dürrül-muhtâr, V / 481)
Fetâvâ-yı Bezzâziyye’de, “Nevrûz günü, Mecûsîlerin bayramıdır. O gün, Mecûsîlerin yanına gidip, onların yaptıklarını yapmak küfürdür” deniliyor. Noel’de ve kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapan da kâfir olur. (Seâdet-i Ebediyye)
Zünnâr denilen papaz kuşağını bağlamak ve putlara, heykellere, meselâ haç denilen, İsa aleyhisselâmın asılmış hâli dedikleri, birbirine dik kesişen iki çubuğa tapınmak, boynuna asarak tazîm etmek, tazîm etmemiz emrolunan bir şeyi tahkîr ve tahkîr etmemiz emrolunan bir şeyi tazîm etmek küfürdür. Bunları yapanın îmânı gider, kâfir olur. (Birgivi vasiyetnâmesi şerhi s.115, 202)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Hindûların bayram günlerine, [ateşe tapınanların Nevrûz günlerine ve Hıristiyânların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına] hürmet etmek ve o zamanlarda, onların âdetlerini, onlar gibi yapmak şirk olur. Küfre sebep olur. Kâfirlerin bayramlarında, Müslümânların câhilleri, kâfirlerin yaptıklarını yapıyorlar ve bu günleri, Müslümân bayramı zannediyorlar. Kâfirler gibi, birbirlerine hediye gönderiyorlar. Eşyâlarını, sofralarını kâfirlerin yaptığı gibi süslüyorlar. O geceleri, başka gecelerden ayırt ediyorlar. Bunlar hep şirktir, kâfirliktir. (Mektubat III / 41, Seâdet-i Ebediyye)
.23/08/2022
Kâfirlere benzemenin hükmü
Kâfirlerin bayramlarında, Müslümânların câhilleri, kâfirlerin yaptıklarını yapıyor ve kâfirler gibi, birbirlerine hediye gönderiyorlar. Bunlar hep şirktir, kâfirliktir.
Dînimizde, sâdece, kâfirlerin haç takmak, zünnâr kuşanmak gibi ibâdet olarak kullandıkları şeyler yasaktır. Mubâh olan âdetlere izin verilmiştir. Resûlullah Efendimiz, papaz ayakkabısı ve Hıristiyân elbisesi giymiştir. (Reddül-muhtâr)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Kâfirlerin âdetlerini, kâfirlik alâmetlerini yapıyorlar. Bilhassa, çiçek hastalığı zamanında, bu belâ, iyilerinde de, fenâlarında da görülüyor. Bu şirkten kurtulabilen ve kâfirlik alâmetlerinden birini yapmayan kadın, çok azdır. Hinduların bayram günlerine, ateşe tapınanların Nevrûz günlerine, Hıristiyânların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek, onların âdetlerini, onlar gibi yapmak, şirk olur, küfre sebep olur. Kâfirlerin bayramlarında, Müslümânların câhilleri, kâfirlerin yaptıklarını yapıyor ve kâfirler gibi, birbirlerine hediye gönderiyorlar. Bunlar hep şirktir, kâfirliktir. Sûre-i Yûsuf’taki âyet-i kerîmede meâlen;
(Biz, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, her şeyi yaratanın O olduğuna inandık, Müslümân olduk diyenlerin çoğu, başkalarına ibâdet, itâat ederek ve daha birçok hareketleri ve sözleri ile, müşrik oluyorlar) buyuruldu.”
Gayr-i müslimlerin kullandıkları eşyâyı, âletleri kullanma ve âdetlerini yapma konusunda, seyyid, allâme İbn-i Âbidîn buyuruyor ki:
“Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır:
Birisi, âdet olarak, yani her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, harâm olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeyi düşünmeyerek kullanmak günâh değildir. Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubâhtırlar. Bunları kullanmak, bid’at, günâh olmaz. Resûlullah Efendimiz, papazların kullandıkları ayakkabıyı kullanmıştır. Bunlardan, faydalı olmayanları, çirkin ve kötülenmiş olanları kullanmak, yapmak harâm olur.
Birgivî Vasıyyetnâmesi’nde deniyor ki:
Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve İslâmiyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcip olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veya bir uzvun kesilmesi ile veya bunlara sebep olan, şiddetli dayak, hapis, bütün malını almak ile tehdit edilmedikçe kullanılamaz. Bunlardan meşhûr olanlarını bilmeyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da kâfir olur. Meselâ, papazların ibâdetlerine mahsûs şeyi kullanmak küfür olur. Buna Küfr-i hükmî denir…”
Küfür konusu, son derece mühimdir. İslâm âlimlerinin kitaplarında “elfâz-ı küfür=küfür sözler” ve “ahvâl-i küfür=küfür hâlleri” genişçe anlatılır. Onları dikkatli bir şekilde öğrenip kaçınmalıdır.
.22/08/2022
Gayr-i müslimlere benzemek!..
İbâdetlerde kâfirlere benzemek, bazı yerlerde küfür, bazı yerlerde harâm, bazı yerlerde de mekrûh olur. Mesela Noel’i kutlamak küfür olur.
Kâfirlere dîn, îmân ve ibâdetlerde benzemek yasaktır, câiz değildir; bu durum harâm veya küfür olur. İslâm âlimleri, Resûlullah Efendimizin “Bir kavme benzeyen onlardandır” hadîs-i şerîfindeki benzemenin, dînde, îmânda ve ibâdetlerde benzemek olduğunu bildirmişlerdir.
İbâdetlerde kâfirlere benzemek, bazı yerlerde küfür, bazı yerlerde harâm, bazı yerlerde de mekrûh olur. Mesela Noel’i kutlamak küfür olur. Çirkin olmayan âdetlerde, kılık-kıyâfette kâfirlere benzemek günâh olmaz. Meselâ kâfir gömleği giymek, pantolon giymek câizdir. Peygamber Efendimiz, papaz ayakkabısı, Rum cübbesi giymiştir. Bazen Rum, bazen Arap elbisesi giyerdi. Kolları dar Rum cübbesi de giydiği Tirmizî’deki hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. (Mevâhib-i ledünniyye)
Demek ki âdetlerde benzemek câizdir. Kâfirin dînine benzemek câiz olmaz, haç takmak, zünnâr takmak gibi. Yine Noeli kutlamak câiz değildir. Ama yılbaşı farklıdır. Noeli kutlayan kâfir olur; ama yılbaşında birine “yeni yılın kutlu olsun”, “yeni yıl Müslümânlara hayır ve bereket getirsin” demek câizdir.
Gömlek giymek ibâdet değil, âdettir. Bu âdet Hıristiyânlardan gelmiş olsa bile, ibâdet olmadığı için giymenin mahzûru yoktur. Peygamber Efendimiz, uzun entari giymiş, ama şalvar ve pantolon giymemiştir. Şalvar giymek âdette bid’attir. Âdette bid’at olan şeyi yapmak günâh değildir. Uçağa, trene, otobüse, minibüse ve taksiye binmek de âdette bid’attir, günâh değildir.
Yine, masada yiyip-içmek, çatal-kaşık kullanmak, dikiş makinesi, bilgisayar, elbise gibi şeylerse âdettir, bunları kullanmak günâh olmaz. Hattâ lüzûmlu olanları kullanmak gerekir.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Resûlullah'ın âdet olarak yaptığı şeyleri yapmamak bid'at değildir. Bunları yapıp yapmamak, ülkelerin ve insanların âdetlerine bağlı olup, dînî hükümler değildir. Her ülkenin âdeti başka başkadır. Hattâ bir ülkenin âdeti de zamanla değişir. Bununla beraber, âdete bağlı şeylerde de, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, dünyâ ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saâdetlere yol açar. (I / 231. mektûb)
“Ed-Dürrül-muhtâr”da deniyor ki:
“Nevrûz ve mihricân günleri şerefine bir şey vermek câiz değildir. Bu günlerin isimlerini söyleyerek veya niyet ederek bir şey hediye etmek harâmdır. Eğer bu günlere kıymet vererek yaparsa, kâfir olur. Çünkü bu günlere müşrikler kıymet vermektedirler.
Ebû Hafs-ı kebîr diyor ki: Bir kimse Allahü teâlâya elli sene ibâdet etse, sonra bir müşrike, Nevrûz günü şerefine bir yumurta hediye etse, kâfir olur. Yapmış olduğu bütün ibâdetlerin sevapları yok olur… Başka günlerde almadığını, o gün satın alırsa, o güne değer vermiş ise kâfir olur. Değer vermeyip, yalnız yemek-içmeğe niyet etmiş ise, kâfir olmaz.”
.23/08/2022
Kâfirlere benzemenin hükmü
Kâfirlerin bayramlarında, Müslümânların câhilleri, kâfirlerin yaptıklarını yapıyor ve kâfirler gibi, birbirlerine hediye gönderiyorlar. Bunlar hep şirktir, kâfirliktir.
Dînimizde, sâdece, kâfirlerin haç takmak, zünnâr kuşanmak gibi ibâdet olarak kullandıkları şeyler yasaktır. Mubâh olan âdetlere izin verilmiştir. Resûlullah Efendimiz, papaz ayakkabısı ve Hıristiyân elbisesi giymiştir. (Reddül-muhtâr)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Kâfirlerin âdetlerini, kâfirlik alâmetlerini yapıyorlar. Bilhassa, çiçek hastalığı zamanında, bu belâ, iyilerinde de, fenâlarında da görülüyor. Bu şirkten kurtulabilen ve kâfirlik alâmetlerinden birini yapmayan kadın, çok azdır. Hinduların bayram günlerine, ateşe tapınanların Nevrûz günlerine, Hıristiyânların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek, onların âdetlerini, onlar gibi yapmak, şirk olur, küfre sebep olur. Kâfirlerin bayramlarında, Müslümânların câhilleri, kâfirlerin yaptıklarını yapıyor ve kâfirler gibi, birbirlerine hediye gönderiyorlar. Bunlar hep şirktir, kâfirliktir. Sûre-i Yûsuf’taki âyet-i kerîmede meâlen;
(Biz, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, her şeyi yaratanın O olduğuna inandık, Müslümân olduk diyenlerin çoğu, başkalarına ibâdet, itâat ederek ve daha birçok hareketleri ve sözleri ile, müşrik oluyorlar) buyuruldu.”
Gayr-i müslimlerin kullandıkları eşyâyı, âletleri kullanma ve âdetlerini yapma konusunda, seyyid, allâme İbn-i Âbidîn buyuruyor ki:
“Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır:
Birisi, âdet olarak, yani her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, harâm olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeyi düşünmeyerek kullanmak günâh değildir. Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşitli eşyâ ve âletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubâhtırlar. Bunları kullanmak, bid’at, günâh olmaz. Resûlullah Efendimiz, papazların kullandıkları ayakkabıyı kullanmıştır. Bunlardan, faydalı olmayanları, çirkin ve kötülenmiş olanları kullanmak, yapmak harâm olur.
Birgivî Vasıyyetnâmesi’nde deniyor ki:
Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan ve İslâmiyeti inkâr etmek ve inanmamak alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcip olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veya bir uzvun kesilmesi ile veya bunlara sebep olan, şiddetli dayak, hapis, bütün malını almak ile tehdit edilmedikçe kullanılamaz. Bunlardan meşhûr olanlarını bilmeyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da kâfir olur. Meselâ, papazların ibâdetlerine mahsûs şeyi kullanmak küfür olur. Buna Küfr-i hükmî denir…”
Küfür konusu, son derece mühimdir. İslâm âlimlerinin kitaplarında “elfâz-ı küfür=küfür sözler” ve “ahvâl-i küfür=küfür hâlleri” genişçe anlatılır. Onları dikkatli bir şekilde öğrenip kaçınmalıdır.
.22/08/2022
Gayr-i müslimlere benzemek!..
İbâdetlerde kâfirlere benzemek, bazı yerlerde küfür, bazı yerlerde harâm, bazı yerlerde de mekrûh olur. Mesela Noel’i kutlamak küfür olur.
Kâfirlere dîn, îmân ve ibâdetlerde benzemek yasaktır, câiz değildir; bu durum harâm veya küfür olur. İslâm âlimleri, Resûlullah Efendimizin “Bir kavme benzeyen onlardandır” hadîs-i şerîfindeki benzemenin, dînde, îmânda ve ibâdetlerde benzemek olduğunu bildirmişlerdir.
İbâdetlerde kâfirlere benzemek, bazı yerlerde küfür, bazı yerlerde harâm, bazı yerlerde de mekrûh olur. Mesela Noel’i kutlamak küfür olur. Çirkin olmayan âdetlerde, kılık-kıyâfette kâfirlere benzemek günâh olmaz. Meselâ kâfir gömleği giymek, pantolon giymek câizdir. Peygamber Efendimiz, papaz ayakkabısı, Rum cübbesi giymiştir. Bazen Rum, bazen Arap elbisesi giyerdi. Kolları dar Rum cübbesi de giydiği Tirmizî’deki hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. (Mevâhib-i ledünniyye)
Demek ki âdetlerde benzemek câizdir. Kâfirin dînine benzemek câiz olmaz, haç takmak, zünnâr takmak gibi. Yine Noeli kutlamak câiz değildir. Ama yılbaşı farklıdır. Noeli kutlayan kâfir olur; ama yılbaşında birine “yeni yılın kutlu olsun”, “yeni yıl Müslümânlara hayır ve bereket getirsin” demek câizdir.
Gömlek giymek ibâdet değil, âdettir. Bu âdet Hıristiyânlardan gelmiş olsa bile, ibâdet olmadığı için giymenin mahzûru yoktur. Peygamber Efendimiz, uzun entari giymiş, ama şalvar ve pantolon giymemiştir. Şalvar giymek âdette bid’attir. Âdette bid’at olan şeyi yapmak günâh değildir. Uçağa, trene, otobüse, minibüse ve taksiye binmek de âdette bid’attir, günâh değildir.
Yine, masada yiyip-içmek, çatal-kaşık kullanmak, dikiş makinesi, bilgisayar, elbise gibi şeylerse âdettir, bunları kullanmak günâh olmaz. Hattâ lüzûmlu olanları kullanmak gerekir.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Resûlullah'ın âdet olarak yaptığı şeyleri yapmamak bid'at değildir. Bunları yapıp yapmamak, ülkelerin ve insanların âdetlerine bağlı olup, dînî hükümler değildir. Her ülkenin âdeti başka başkadır. Hattâ bir ülkenin âdeti de zamanla değişir. Bununla beraber, âdete bağlı şeylerde de, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, dünyâ ve âhirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saâdetlere yol açar. (I / 231. mektûb)
“Ed-Dürrül-muhtâr”da deniyor ki:
“Nevrûz ve mihricân günleri şerefine bir şey vermek câiz değildir. Bu günlerin isimlerini söyleyerek veya niyet ederek bir şey hediye etmek harâmdır. Eğer bu günlere kıymet vererek yaparsa, kâfir olur. Çünkü bu günlere müşrikler kıymet vermektedirler.
Ebû Hafs-ı kebîr diyor ki: Bir kimse Allahü teâlâya elli sene ibâdet etse, sonra bir müşrike, Nevrûz günü şerefine bir yumurta hediye etse, kâfir olur. Yapmış olduğu bütün ibâdetlerin sevapları yok olur… Başka günlerde almadığını, o gün satın alırsa, o güne değer vermiş ise kâfir olur. Değer vermeyip, yalnız yemek-içmeğe niyet etmiş ise, kâfir olmaz.”
.16/08/2022
Gençlikte yapılacak görevler...
"Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. İnsanın sıhhatli, kuvvetli olduğu zamandır. Bu zaman, her gün geçiyor, azalıyor, ihtiyârlık yaklaşıyor..."
En büyük İslâm âlim ve velîlerinden olan İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) “gençliğin kıymetini bilmelidir” buyuruyor. İfâdeleri şöyledir:
Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytânlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir ibâdete, pek çok sevap verilir. İhtiyârlıkta dünyâ zevkleri azalıp güç-kuvvet gidip, arzûlara kavuşmak imkânı ve ümîtleri kalmadığı zamanda, pişmânlıktan, âh etmekten başka bir şey olmaz. Çok kimselere bu pişmânlık zamânı da nasîp olmaz. Bu pişmânlık da tövbe demektir ve yine büyük ni’mettir.
Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Mert olan bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık, herkese nasîp olmaz. Nasîp olsa da râhat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamanında, yararlı iş yapılamaz…
Sevgili Peygamberimiz, “Yarın yaparım diyenler helâk oldular, ziyân ettiler” buyurdu. Gençlik zamanında insanı, üç dîn düşmânı olan “nefis”, “şeytân” ve “kötü insanlar” aldatmaya uğraşırlar. Bunlar karşısında, az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkta yapılan, bundan kat kat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz.
Gençlikte, nefsin arzûları, insanı kapladığı gibi; ilim öğrenilecek, ibâdet yapılacak en kârlı zaman da gençliktir. Gençlikte, şehvetin, asabiyetin kapladığı anlarda dînin bir emrini yerine getirmek, ihtiyârlıkta yapılan aynı ibâdetten çok üstün ve kıymetli olur…
Çünkü, mâniler karşısında ibâdet yapma güçlüğü, sıkıntısı, o ibâdetlerin, şânını, şerefini göklere çıkarır. Mâni (engel) olmayarak, kolay yapılan ibâdetler, aşağıda kalır. Bunun içindir ki, insanların yüksekleri, meleklerin yükseklerinden daha üstün olmuşlardır. Çünkü insanlar, mâniler arasında ibâdet ediyorlar. Melekler ise, mâni olmadan emre itâat ediyorlar…
Gençlik arzuları, Allahü teâlânın düşmânı olan nefsin ve şeytânın sevdiği şeylerdir. Dîne uygun şeyler ise, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir. Allahü teâlânın düşmânlarını sevindirip, bütün ni’metleri veren, hakîkî sâhibi gazaba getirmek, akıllı insanların yapacağı şey değildir.
Yine büyük âlim ve velîlerden ve İmâm-ı Rabbânî’nin oğullarından Muhammed Ma’sûm Fârûkî (rahmetullahi aleyh) de gençliğin, ömrün en kıymetli zamanı olduğunu belirtiyor ve şöyle buyuruyor:
Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. İnsanın sıhhatli, kuvvetli olduğu zamandır. Bu zaman, her gün geçiyor, azalıyor, ihtiyârlık yaklaşıyor. Yazıklar olsun ki, en şerefli, en lüzûmlu iş olan, “ma’rifetullah”ı kazanmayı, hayâl olan ömrün sonuna bırakıyoruz. [“Ma’rifetullah”, Allahın zâtını ve sıfatlarını tanımak demektir. Ya’nî Allah’ın Zâtını tanımak, anlaşılamıyacağını anlamaktır. O’nun Sıfatlarını tanımak ise, mahlûkların sıfatlarına benzemediklerini anlamaktır.] En şerefli olan zamanlarını, en zararlı, en kötü şey olan nefsin arzûlarına kavuşmak için sarf ediyoruz. Peygamber Efendimiz, “Yarın yaparım diyenler, helâk oldular, aldandılar” buyurdu…
.15/08/2022
İlim öğrenmenin ve öğretmenin önemi
"İlim rütbesi, rütbelerin en yükseğidir" hadîs-i şerîfi, ilim rütbesinin durumunu yeteri kadar ifâdeye kâfî olsa gerektir.
Herkesçe bilindiği gibi, mahlûkâtın, yaratıkların en üstünü olan “insan”ların diğer varlıklardan imtiyâzlı ve üstün olmaları, kuvvetle, vücut iriliğiyle, çok yemekle, yiğitlikle değil, îmân, ilim, ahlâk ve takvâya sâhip olmaları iledir.
"Şerefü'l-insâni bil-ilmi vel-edeb, lâ bil-mâli ve'n-neseb: İnsanın şerefi ilim ve edebledir. Mâl ve neseble değildir" kelâm-ı kibârı, konuyu ne güzel özetlemektedir?
Yine "İlim rütbesi, rütbelerin en yükseğidir" hadîs-i şerîfi, ilim rütbesinin durumunu yeteri kadar ifâdeye kâfî olsa gerektir.
Bilindiği üzere, ilk emri, "Oku" diye başlayan İslâm dîninde ilme büyük ehemmiyet verilmiştir. İlim mevzûunda, ilmin temîn edeceği yüksek dereceler husûsunda, Kur'ân-ı kerîmde müteaddid âyet-i celîleler ve Peygamber Efendimizin birçok hadîs-i şerîfleri vardır.
Çünkü, şüphesiz ki kâmil bir îmân, tâm bir tâat ve ibâdet, Allahü teâlâya ve Resûl-i Ekremine bi-hakkın itâat ve ittibâ, iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme, cihâd, i'lâ-yı kelimetullah için yapılacak çalışmalar, İslâmı en iyi şekilde teblîğ, Allah yoluna da'vet ve sâir hizmetler, lâyıkı vechile, ancak ilim, irfân ve hikmetle yapılabilir.
Kur'ân-ı kerîmde en çok geçen kelime, “Allah” lafz-ı celâlidir. Bu kelime, değişik şekillerde 2.697 defa geçmektedir. Kökü "alime" olan “ilim” kelimesinden müştak (türemiş) olan kelimeler de, Kur'ân-ı kerîmde pekçok defa zikredilmiştir. Mu'cemlerden, fihristlerden yaptığımız bir araştırmaya göre, bu kelimelerin sayısı toplam olarak 676 (altıyüz yetmişaltı)dır ki, “Allah” kelimesinden sonra, Kur'ân-ı kerîmde en sık geçen kelimelerden biri olduğunda şüphe yoktur.
Peygamberimiz, ilmin önemi ve âlimin fazîleti üzerinde o kadar durmuştur ki, iki sınıf dışındaki insanlarda âdetâ hayır olmadığını söylemiştir. Bu iki hayırlı sınıf ise, âlim (ilim adamı) ve öğrencidir.
İmâm-ı Gazâlî âlimlerin, velîlerin, mürşidlerin, rehberlerin, eğitimcilerin derece ve mertebesini ne kadar vecîz bir şekilde ifâde etmektedir. Buyuruyor ki: "İlim adamları olmasaydı, insanlar hayvânlar gibi olurlardı. Çünkü âlimler insanları, öğretim vâsıtasıyla barbarlıktan çıkarıp insanlık seviyesine yükseltirler."
Hazret-i Ömer Efendimizin: "Biz, en zelîl bir kavim idik; Allahü teâlâ, bizi İslâmiyyetle azîz eyledi" sözü ne kadar mânidârdır...
Bilinmeyen konuların mutlakâ ilim ehline sorulması, Kur'ân-ı kerîmde geçen bir emirdir. Büyük İslâm âlimi İmâm Gazâlî (rahmetullahi aleyh), her şehirde, akâid konusunda ortaya çıkacak tereddütleri gidermek için bir İslâm âliminin bulunmasının farz-ı kifâye olduğunu belirtmektedir.
.09/08/2022
Her hususta en güzel örnek...
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, “Habîb”inde toplamıştır.
Herkesçe bilindiği gibi, Peygamberler târihini incelediğimizde, hepsinin gâyelerinin, yüksek ahlâklı iyi insanlar, âileler ve cemiyetler meydâna getirmek olduğunu görüyoruz...
Aslında Hazret-i Âdem'den itibâren gelmiş-geçmiş bulunan 6 “Ülü'l-azim” Peygamber, 313 “Resûl”, 124 binden ziyâde “Nebî”nin eğitimdeki hedefleri aynıdır. 100'ü küçük, 4'ü büyük kitap olmak üzere, bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, altını çizerek ifâde edelim ki, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedi saâdete kavuşmalarıdır.
Şunu önemle ifâde edelim ki, bütün Ülü’l-azim Peygamberler, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm), insanlığı kendileri gibi birer mahlûk olan varlıklara tapınma karanlığından kurtararak, bütün varlıkların yaratanı ve hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya ibâdet etmenin şeref ve üstünlüğüne çağırmışlardır.
İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve mekânda, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dînler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan Ma’bûd’a (Allah’a) yönelmeleri emredilmiştir.
Son Peygamber olan Hazret-i Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem), 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 40-50 sene gibi çok kısa bir zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs'ten Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, adâlet, medeniyet, nûr ve hidâyet götürmeleri konusu ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri, “Habîb”inde toplamıştır.
En son hak dîn olan İslâmiyette emredilen îmân, ibâdet ve ahlâk esâslarıyla insanlar, mânen ve maddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya dâvet edilmişlerdir.
Başta Peygamber Efendimiz, Hulefâ-i Râşidîn ve diğer Sahâbe-i Kirâm olmak üzere, kurulan bütün İslâm devletleri, husûsen Selçûklular ve Osmânlılar, bunun için çok büyük gayretler sarf etmişlerdir.
Son Peygamber olan sevgili Peygamberimiz, kendisini bir muallim (eğitimci) olarak tanıtmış, eğitimcilik vasfını, gönderiliş sebepleri arasında zikretmiş, hayâtı boyunca bunu tatbîk etmiş ve muvaffakiyeti târihen sâbit, başarısı dost-düşmân herkes tarafından kabûl edilmiş bir eğitimcidir. Onun eğitimdeki başarılarından istifâde etmek lâzımdır.
Zulmetler, zulümler ve vahşetler altında inim-inim inleyen insanlara, kurtarıcı olarak Sevgili Peygamberimizin lutfedilmesi, dünyânın en önemli hâdisesidir.
.08/08/2022
Eğitimden maksat...
Eğitimde işin esâsı, hem kendisine, hem âilesine faydalı, hem de milletine, vatanına ve devletine yararlı unsurlar meydâna getirmektir...
Zaman zaman konferanslarımızda ifâde ediyoruz; makalelerimizde yazıyoruz, derslerimizde anlatıyoruz, vaazlarımızda da söylüyoruz, hattâ radyo ve televizyon konuşmalarımızda da üzerinde duruyoruz; ama burada, altını çizerek tekrâren ifade edelim ki:
Bizim mukaddes dînimiz, şanlı târihimiz, yüksek kültür ve medeniyetimizde; kıymetli örf, âdet ve an’anelerimizde eğitimden maksat "İyi İnsan", orijinal ismiyle söylemek gerekirse "İnsân-ı Kâmil" meydâna getirmektir.
Eğitimde işin esâsı, hem kendisine, hem âilesine faydalı, hem de milletine, vatanına ve devletine yararlı unsurlar meydâna getirmektir. İşte târih boyunca millî eğitimimizdeki ana hedef bu olmuştur.
Köklü, sağlam, millî ve manevî değerlerle teçhiz edilen (donatılan) âilelere dayanan milletler, her türlü felâketlere karşı göğüs gererler. Sağlam temellere dayanmayan âile ve topluluklar, en küçük bir zorlama karşısında dağılırlar.
Benliğinden, millî ve ahlâkî fazîletlerinden, örf ve an’anelerinden uzaklaşarak, rûhsuz, köksüz ve inançsız yetişen nesiller, aşağılık kompleksi içinde sapık fikir ve yabancı ideolojilerin esîri olmaya mahkûmdurlar.
Türk milletinin tarihi boyunca her sâhada kazandığı zafer ve başarılarda, Türk âilesinin çok büyük payı vardır. Türk âile yapısı, her türlü kötülük ve tuzaklardan korunmalı, millî ve manevî yapısı kuvvetlendirilerek sağlıklı bir şekilde devâmı sağlanmalıdır.
Şurası bir gerçektir ki, bir millet, başka bir milletin toprağını istilâ ettiğinde, bunun belli bir zaman sonra, er veya geç geri alınabildiği, ama fikirleri millî ve mânevî değerleri bozulan ferd ve cemiyetlerin, kişi ve milletlerin düzelmelerinin kendilerini toparlamalarının çok zor bir iş olduğu görülmüştür.
Bunun gerek tarihte, gerek yakın zamanlarda pek çok misâllerini görmek mümkündür. Fransa, işgâl ettiği Afrika ülkelerinden, İngiltere de sömürge yaptığı Hindistân’dan askerî güç olarak çıkmışlardır. Ama, maalesef kültürel yönden tesîrleri hâlâ devâm etmektedir.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) “Evlât büyük bir nimettir. Ni’metin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için pedagoji yani çocuk terbiyesi, İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir” buyurmuştur.
İmâm-ı Gazâlî de (rahimehullah): “Çocuğun terbiyesine çok dikkat etmelidir. Onun kötü arkadaşlarla düşüp kalkmasına mâni olmalıdır. Kötü arkadaş, çocuğun edeb ve terbiyesini bozar” buyurmaktadır.
Bildiğimiz gibi, arkadaşla ilgili çok güzel atasözlerimiz vardır.
“Misçinin yanında duran mis kokar; isçinin yanında duran is kokar.”
“Üzüm üzüme baka baka kararır.”
“Kıratın yanında duran, ya huyundan ya suyundan alır.”
Eğer bir insan, edebli bir insan hâline getirilebilirse, eğitimde istenilen maksada, arzû edilen hedefe kavuşulmuş demektir. Onun için Yunus Emre’miz:
“İlim meclislerinde aradım kıldım talep,/İlim geride kaldı ille edep, ille edep” diyerek bunu ne güzel ifâde etmektedir.
2/08/2022
Milletleri ayakta tutan...
Bir toplumu içten yıkmak isteyenler, inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Hiç şüphe yok ki, milletleri ayakta tutan, millî ve manevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve ictimâî / toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, gelecek nesillere aktardıkları nisbette/oranda varlıklarını sürdürürler.
Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
“Çocukken öğrenilen şey, taş üzerine kazınmış olan nakış gibi kalıcıdır. Yaşlandıktan sonra öğrenmeye kalkışılması ise, su üzerine yazı yazmaya benzer.” [Hatîb Bağdâdî]
Bu bakımdan çocuklarımıza ilkönce, Kur’ân-ı kerîmi, Peygamber Efendimizi ve dîn-i İslâmı öğretmeliyiz. Daha sonraya bırakmamalıyız. “Heleke’l-müsevvifûn” hadîs-i şerîfi, “Sonra yaparım diyenler helâk oldular: (Hayırlı işlerinizi hemen yapın. Yarına bırakmayın)” demektir.
Çocuklar altı yaşlarına kadar kişilik özelliklerini âilelerinden alırlar. Bu sebeple âilelerin düzenli olması çok önemlidir. Âile hayâtının düzenli olması, çocukların şahsiyetli ve güzel karakterli olarak yetişmesini sağlar.
Târih, bize millî ve manevî değerlerine sâhip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklit edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler, inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Terbiye (Eğitim): “Kişiyi, yavaş yavaş, rûhen ve bedenen yetiştirmek, olgunlaştırmak” demektir. Bu iş, çocuk doğar-doğmaz hemen âilede başlamalı; gerekli yaşa gelince, kreşlerde, ana okullarında; diğer ilk, orta dereceli ve yüksek okullarda, hattâ lisans üstü müesseselerde ve çevrede devâm etmelidir.
“Pedagoji”, yâni çocuk ve gençlerin terbiye edilmeleri, İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir. Ferdin fıtratında olan, doğuştan getirdiklerine “tabîat”, sonradan kazandıklarına “kültür” diyecek olursak, “terbiye”yi daha vecîz bir ifâdeyle; “yeni nesillere, doğuştan getirdikleri kapasitelerini inkişâf ettirme, geliştirme ve onlara terakkî eden, ilerleyen insanlık kültürünü de aktarma faâliyetidir” diyebiliriz.
“Ağaç yaşken eğilir” ve “Demir tavında dövülür” gibi ata sözlerimiz meşhûrdur. Her şey zamanında yapılmalıdır. Bazı hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz: Ölmeden önce hayâtın, ihtiyârlıktan önce gençliğin, hastalıktan önce sıhhatin, dünyâda iken âhireti kazanmanın, fakîrlikten önce zenginliğin kıymetini biliniz.” [Hâkim]
“Allah katında en sevgili olan, tövbe eden gençlerdir.” [Riyâdu’n-Nâsıhîn]
“Tövbe eden bir gencin cenâzesi bir kabristâna getirilince, Allahü teâlâ: (Ey Melekler, bu kabristândan azâbı kaldırın. Buraya tövbe eden bir genç getirildi. Onun olduğu yerdekilere azâp etmeye hayâ ederim) buyurur ve bütün kabristândakilerden kırk gün, azâp kalkar.” [Riyâdu’n-Nâsıhîn]
.01/08/2022
Eğitimde ana-baba ve öğretmenin önemi...
Geleceğimizin temînâtı olan gençlerimizi, millî, manevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, toplum olarak hepimizin görevidir...
“Eğitim” kelimesinin, eski literatürümüzdeki adı “Terbiye”dir. “Terbiye” ise: “Kişiyi, yavaş yavaş, rûhen ve bedenen yetiştirmek, olgunlaştırmak” şeklinde tarif edilmektedir.
“Terbiye”nin “edeblendirme, cezâlarını verme” şeklinde ikinci bir manâsı daha varsa da bu anlam, bugünkü konumuz değildir.
“Edeb”, “te'dîb” kelimelerinin “terbiye (eğitim)” ve “talîm (öğretim)” kelimeleriyle çok yakın alâkası vardır. Eğer bir insan, “edebli bir insan” hâline getirilebilirse, eğitimde istenilen maksada, arzû edilen hedefe kavuşulmuş demektir. Bu bakımdan, önemine binâen burada birazcık edepten bahsetmek gerekir.
Şunu önemle ifâde edelim ki, son Peygamber olan sevgili Peygamberimiz, kendisini bir muallim (eğitimci) olarak tanıtmış, eğitimcilik vasfını, gönderiliş sebepleri arasında zikretmiş, hayatı boyunca bunu tatbik etmiş ve muvaffakiyeti târihen sâbit, başarısı dost-düşman herkes tarafından kabûl edilmiş bir eğitimcidir. Eğitimde, onun bu başarılarından istifâde etmek lâzımdır.
O, 23 senede, 150 bin mübârek insan, güzîde sahâbe meydâna getirmiştir. Onlar da, kırk-elli sene gibi çok kısa zaman zarfında, gâyet mahdût imkânlarla, Endülüs'ten Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim, irfân, ahlâk, fazîlet, medeniyet, adâlet, hakkâniyet, insanlık, insan hakları, nûr ve hidâyeti, tek kelimeyle söylemek gerekirse, Allahü teâlânın mukaddes dîni İslâmiyyet’i götürmüşlerdir.
Dost-düşman herkesçe bilindiği gibi, Peygamberimizin ve O’nun izinden giden âlim ve velîlerin, nasıl kâmil cemiyetler meydâna getirdikleri açıkça ortadadır.
İşte bütün bunlardan anlaşılıyor ki, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine faydalı unsurlar meydâna getirmektir. İşte millî eğitimimizdeki ana hedef de bu olmalıdır...
Geleceğimizin temînâtı olan gençlerimizi, millî, manevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî ve sivil kuruluşlar ve topyekûn cemiyet/toplum olarak hepimizin görevidir...
Esefle görüyoruz ki, gençlerin dînî ve ahlâkî değerlerden uzaklaşmaları, örf ve âdetlerimize uymayan davranışları benimsemelerine, zararlı akım ve alışkanlıkların tuzaklarına düşmelerine yol açmaktadır... Bizim millî kültürümüz, yüce dînimizle âdetâ bütünleşmiş ve yine güzel dînimizin prensipleriyle yoğrulmuştur. Sevgi, saygı ve fedâkârlığın geliştirilmesinde, cemiyet/toplum hayâtımızın âhenkli ve sağlam bir şekilde devâm ettirilmesinde, gençlerimizin ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde, manevî değerlerimizin ve millî kültürümüzün katkısı çok büyüktür.
.26/07/2022
İslâm dîninde çocuk ve genç terbiyesi...
Eğitimden maksat; çocukların ve gençlerin, âilesine, milletine, devletine ve bütün insanlığa faydalı birer insan olarak yetişmeleridir.
Önce “Genc”i bir ta’rîf etmekte fayda var:
Bir insana, 30 yaşına kadar “Genç”, 50 yaşına kadar “Yetişkin”, 70 yaşına kadar “İhtiyâr”, 70’den sonra ise “Pîr-i fânî” denilmektedir. Demek ki dünyâ hayâtı, böyle 4 basamak hâlinde ele alınıyor.
İnsanın bütün hayâtı da aslında 4 safhadan ibârettir:
1- Anne karnındaki hayâtı (bu hayât, 9 ay 10 gün gibi çok kısa bir merhale olduğu için, bunu dünyâ hayâtına dâhil edebiliriz), 2- Dünyâ hayâtı. 3- Kabir hayâtı. 4- Âhıret hayâtı.
Hepimizin bildiği gibi, insanlar cemiyet hâlinde yaşamak mecbûriyetindedirler. Bu cemiyetin en küçük birimi âiledir. Bu bakımdan âile, toplumun temel taşıdır.
Bilindiği üzere âile, insanların doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü topluluktur. Bu yuva, topluluğun küçük-büyük fertlerinin olgunlaştığı, bir hayât okuludur. Âile içerisinde her ferd, birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu devâm eder.
Çocuklar, Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, büyüklere hürmeti, vatan-millet aşkını, “Ezân” ve “Bayrak”a saygıyı, gelenek ve göreneklerini hep âilede öğrenirler. Demek ki, terbiyenin, eğitimin gâyesi, iyi bir insan yetiştirmek ve bu insanı cemiyete faydalı hâle getirmektir.
İslâm dîninde çocuk ve genç terbiyesinden, eğitiminden maksat, çocukların ve gençlerin, Allahü teâlânın râzı olduğu, kulların beğendiği; âilesine, milletine, cemiyetine, vatanına, devletine ve bütün insanlığa faydalı birer insan olarak yetişmeleridir.
Mukaddes dînimiz İslâmiyete göre her insan, elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hak ve hukûkundan, eğitim ve öğretiminden, terbiyesinden sorumludur. Ebeveynin evlâd üzerindeki eğitiminin önemi hakkında Allah'ın Resûlü Sevgili Peygamberimiz:
"Bütün çocuklar, Müslümânlığa uygun ve elverişli olarak dünyaya gelirler. Bunları, sonra anaları-babaları, Yahûdî veya Hıristiyân yâhûd Mecûsî (ateşperest) yaparlar….." buyurarak, dînin, Müslümânlığın veya dînsizliğin yerleştirilmesinde en mühim işin, çocuklukta ve gençlikte olduğunu, bu bakımdan çocukların ve gençlerin iyi terbiye edilmelerinin lüzûmunu bildiriyor...
Her Müslümânın evlâdına dînini, îmânını, Peygamberini ve kitâbını (yanî Kur'ân-ı kerîmi) henüz çocuklukta öğretmesi lâzım. İslâm âlimlerinin buyurduklarına göre bu, Müslümânın birinci vazîfesidir.
Allah, insanı fıtraten temiz yarattığı hâlde, onun fıtratına uygun edebi verme işini babaya havâle etmiştir. Babanın evlâda en güzel ve kalıcı hediyesi, onu iyi terbiye etmesidir. Bırakacağı en iyi mîrâs da, güzel bir terbiyedir...
.25/07/2022
Allahü teâlânın birinci emri...
Geçen hafta Salı günkü makâlemizde, Allahü teâlânın birinci emrinin, îmân etmek olduğunu; îmân etmenin, bütün insanlara lâzım olduğunu, herkes için îmânın zarûrî olduğunu belirtmiştik.
Îmânın da kısaca, “Kelime-i şehâdet”i kalp ile tasdîk ve dil ile söylemek yanî Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, Muhammed aleyhisselâmın, Allah tarafından seçilmiş, “Nebî=Peygamber” olduğunu inanarak söylemek manâsına geldiğini ifâde etmiştik...
Net bir şekilde belirtelim ki, îmân, Muhammed (aleyhisselâm)’ın söylediklerinin hepsini beğenip, kalbin tasdîk etmesi, ya’nî inanmasıdır. Böylece inanan insanlara “Mü’min” ve “Müslümân” denir.
Duygu organlarının ve aklın kavradıkları bilgiler, îmâna kavuşmaya yardımcıdır. Fen ilimleri, âlemdeki nizâmın, düzgünlüğün tesâdüfen olmadığını ve bir yaratıcının bulunduğunu anlamağa, bilmeye ve îmâna kavuşmaya sebeb olur.
Îmân demek, son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâdan getirdiği bilgileri öğrenip, inanmak demektir. İnanılması lâzım gelen bilgilere, akla uyarsa inanırım demek, Peygamberlere inanmamak demek olur.
Her Müslümânın, Muhammed aleyhisselâma inanması ve tâbi’ olması, Onun gösterdiği yolda yürümesi lâzımdır. Onun yolu Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola “İslâmiyyet” denir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın haber verdiği husûsları, “Ehl-i Sünnet âlimleri”nin kitâblarından öğrenip öylece inanmalıdır.
Şu hâlde dînimizin temeli îmândır. Îmânı olmayanların hiçbir ibâdetini ve iyiliğini, Allahü teâlâ beğenmez ve kabûl etmez. Müslümân olmak isteyen kimse, önce îmân etmeli, sonra guslü, abdesti, namâzı ve lâzım oldukça diğer farzları ve harâmları öğrenmelidir.
Her Müslümân, evlâdına dînini, îmânını, Peygamberini ve kitâbını (ya’nî Kur'ân-ı kerîmi) henüz çocuklukta öğretmelidir. İslâm âlimlerinin buyurduklarına göre bu, Müslümânın birinci vazîfesidir.
Daha önce de naklettiğimiz gibi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mahdûmu Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri, “Mektûbât-ı Ma’sûmiyye”sinde [3. cild 16. Mektûb] buyurmuştur ki: “Îmân, kelime-i tevhîdin 'Lâ ilâhe illallah ve Muhammedün Resûlullah' iki kısmına birlikte inanmaktır.”
Demek ki, îmân ve İslâm demek, “Kur’ân-ı kerîm” ve “Hadîs-i şerîf”lere inanmak demektir. Peygamberimizin bildirdiklerine inanmayan, Allah kelâmına da inanmamış olur.
Dünyânın her yerindeki, milyonlarca İslâm kitâbı, “Kur’ân-ı kerîm” ile “Hadîs-i şerîf”lerin açıklamalarıdır. Muhammed aleyhisselâmdan gelmeyen bir söz, bir kitap; İslâm sözü, İslâm kitâbı olamaz. Ona (Muhammed aleyhisselâma) uymak için, önce îmân etmek, sonra “Ahkâm-ı islâmiyye”yi, ya’nî Müslümânlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip, harâmlardan kaçınmak, dahâ sonra sünnetleri yapıp, mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da, Ona uymaya çalışmalıdır.
.19/07/2022
Mesut olmanın yolu...
İnsanlar, yalnız başlarına, seâdet yolunu, kendi akıllarıyla bulamazlardı. Onun için Cenâb-ı Hak, beşeriyeti rehbersiz bırakmamıştır...
Dünkü makâlemizin sonunda, Allahü teâlânın, kullarına çok acıdığı için, onlara, mes’ûd olmak yolunu, Peygamberleri ve kitapları vâsıtasıyla bildirmiş olduğunu ifâde etmiştik.
Eğer insanlar, yalnız başlarına kalsalardı, bu seâdet yolunu, kendi akıllarıyla bulamazlardı. Onun için Cenâb-ı Hak, beşeriyeti daha ilk insandan i’tibâren muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, kılavuzsuz, öndersiz, muktedâ bih’siz, rol modelsiz bırakmamıştır.
6 “Ülül-azm” Peygamber, 313 “Resûl”, 124.000’den ziyâde “Nebî” göndermiştir. Peygamberlerin bildirdikleri seâdet yoluna “Dîn” denilir. Muhammed (aleyhis-selâm)ın bildirdiği dîne ise “İslâmiyet” denir.
İslâmiyet, kalb ile inanılacak “Îmân” bilgileri ve beden ile yapılacak “Ahkâm-ı İslâmiyye” bilgileridir. Îmân ve ahkâm bilgileri, doğru bir şekilde, “Ehl-i Sünnet” âlimlerinin kitaplarından öğrenilir. Günümüze kadar hiç eksiksiz olarak gelmiş olan Müslümânların dört mezhebinden herhangi birisinin âlimleri “Ehl-i sünnet âlimleri”dir. Bu Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi de, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit’tir.
ÎMÂN NEDİR?
Allahü teâlânın birinci emri, îmân etmektir. Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îmân zarûrîdir.
Îmân, Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, Muhammed aleyhisselâmın, Allah’ın Peygamberi olduğunu ve O’nun tarafından seçilmiş, “Nebî=Peygamber” olduğunu doğru bilmek ve inanarak söylemek ve Onun, Allahü teâlâ tarafından kısaca bildirdiklerine kısaca inanmak ve geniş bildirdiklerine etrâflıca inanmak ve gücü yettikçe “Kelime-i şehâdet”i dil ile de söylemektir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mahdûmu Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretleri, “Mektûbât-ı Ma’sûmiyye”sinde buyuruyor ki:
“Îmân, kelime-i tevhîdin Lâ ilâhe illallah ve Muhammedün Resûlullah iki kısmına birlikte inanmaktır.” [3. cild 16. Mektûb] Ya’nî, Müslümân olmak için, Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna da inanmak lâzımdır. Ya’nî Muhammed aleyhisselâm, Allahın Peygamberidir; Allahü teâlâ, Cebrâîl ismindeki melek ile, kendisine “Kur’ân-ı kerîm”i göndermiştir. Bu Kur’ân-ı kerîm, Allah kelâmıdır. Muhammed aleyhisselâm, Kurân-ı Kerîmi tefsîr etmiştir ya’nî açıklamıştır. Bu açıklamalara, “Hadîs-i şerîf” denir. İslâmiyet, “Kur’ân-ı kerîm” ile “Hadîs-i şerîf”lerdir.
Demek ki, îmân ve İslâm demek, “Kur’ân-ı kerîm” ve “Hadîs-i şerîf”lere inanmak demektir. Peygamberimizin bildirdiklerine inanmayan, Allah kelâmına da inanmamış olur. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın bildirdiklerini “Eshâb”ına nakletti. Onlar da, talebelerine (ya’nî “Tâbiîn”e) bildirdiler. Bunlar da, “Tebe-i Tâbiîn”e naklettiler. Onlar da, “Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîn”e naklettiler. Bu üç nesil de, kitâblarına yazdılar. Bu kitâbları yazan âlimlere “Ehl-i Sünnet âlimleri” denilir. Ehl-i Sünnet kitâblarına inanan, Allah kelâmına da inanmış olur; yanî Müslümân olur.
.18/07/2022
Dünya ve âhirette mesut olmak...
Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Allahü teâlâ, bizleri yoktan var etmiş, eşref-i mahlûkât (yaratılmışların en şereflisi) kılmış, yeryüzünde bulunan her şeyi bizim hizmetimize vermiştir.
O, bunların karşılığında, insanların kendisini tanımalarını, îmân etmelerini, verdiği nimetlere şükretmelerini, ibâdet etmelerini, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiştir.
Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, yanî neleri yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır.
Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Dünyâdaki bütün insanlar mes’ût olmak isterler. Fakat mes’ût olan pek azdır, çünkü saâdetin ne olduğunu bilen azdır. Saâdet denilince yalnız dünyâdaki râhatlık hâtıra gelmemelidir. Asıl saâdet, ebedî olan âhiret saâdetidir. Âhiret saâdetine kavuşabilmek için de, Allahü teâlânın ve son Peygamberinin emirlerine uymak yegâne çâredir; bundan başka çâre yoktur.
İNSAN İÇİN 3 TÜRLÜ HAYÂT VARDIR
İnsan için 3 türlü hayât vardır: Dünyâ hayâtı, kabir hayâtı ve âhıret hayâtı. Dünyâ hayâtının bazı safhaları vardır: Anne karnındaki hayât (9 ay 10 gün), çocukluk ve gençlik devresi (0-30 yaş arası), yetişkinlik ve olgunluk dönemi (30-50 yaş arası), ihtiyârlık / yaşlılık dönemi (50-70 arası) ve nihâyet 70’ten sonrası da pîr-i fânîlik dönemi.
Sevgili Peygamberimiz, “Ümmetimin ömürleri, 60 ilâ 70 arasındadır; bunu geçenler azdır” buyurmuştur. Önceki ümmetlerin ömürleri bir haylî uzunmuş. Meselâ Hazret-i Âdem (aleyhis-selâm) 2000 sene, Hazret-i Şît (aleyhis-selâm) 1000 sene, Hazret-i Nûh (aleyhis-selâm) 1000 sene yaşamışlardır. Âhır zamanda, insanların hem boyları, hem de yaşları kısaltılmış bulunmaktadır.
Dünyâda, beden rûh ile birliktedir. İnsana hayât / canlılık veren rûhtur. Rûh bedenden ayrılınca insan ölür; kabir hayâtı başlar. Kabir hayâtında his vardır, ama hareket yoktur. Kıyâmette bir beden yaratılıp, rûh ile bu beden birlikte Cennette veya Cehennemde sonsuz yaşacaklardır.
İnsanın dünyâda ve âhırette mes’ûd olması için, Müslümân olması lâzımdır. Dünyâda mes’ûd olmak, râhat yaşamak demektir. Âhırette mes’ûd olmak, Cennete gitmek demektir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, onlara, mes’ûd olmak yolunu, Peygamberleri ve kitapları vâsıtasıyla bildirmiştir. [Yarın inşâallah, bu önemli konuya devâm edelim.]
.12/07/2022
Bayram günlerinin önemi
Ramazân bayramında fakîrlere sadaka-ı fıtır verilmesi; kurbân bayramında ise, akrabâya ve komşulara kurbân etinden dağıtılması ne kadar hikmetli işlerdir...
Müslümânlar, her yıl, “Ramazân ayı”nda ve Zilhicce ayının “Arefe günü”nde günâhları afv edildiği için sevinirler, sürûrları avdet eder.
Kurbân bayramı, dînî bayramlarımızdan ikincisi olup takvîmlere göre bugün [12 Temmuz 2022 (13 Zilhicce 1443)] Salı günü sona ermektedir.
Resûlullah Efendimiz, iki kurbân keserdi. Biri kendisi için, biri de ümmeti için idi. Resûlullah için de yani sevâbı ona bağışlanmak üzere kurbân kesmek müstehabdır ve çok sevâbdır.
Müslümânlar bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zîrâ bu günler, rahmet kapılarının açıldığı, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği ve yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından sevinç ve neşe kaynağıdırlar.
1- Sevgili Peygamberimiz: "Ramazân bayramı, Kurbân Bayramı ve teşrîk günleri, biz ehl-i İslâmın bayramlarıdır; bugünler yeme ve içme günleridir" ve "Ramazân Bayramında namâz ve sadaka-i fıtır, Kurbân Bayramında ise, namâz ve kurbân vardır" buyurmuşlardır.
2- Yine belirtelim ki Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara kıymet vermiş, bu zamanlarda yapılan duâ, tevbe, namaz, oruç, sadaka-i fıtır, kurbân gibi muhtelif bedenî ve mâlî ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir... Aslında kulların çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve aylar birer sebep kılınmıştır.
3- Bayram sabâhında, çocuklar, gençler, olgunlar ve yaşlılar grup grup câmilere doluşurlar, büyük bir huşû içerisinde sabâh ve bayram namazlarını edâ ederler.
4- Bayram namazından sonra bütün Müslümânlar birbirlerinin bayramlarını tebrîk ederler. Bu sâyede aralarında muazzam bir muhabbet meydâna gelir.
5- Daha sonra âile büyükleri, eş-dost, akrabâ ve komşular ziyâret edilerek, büyüklerin elleri öpülüp duâları alınır. Böylece bayramlar sevgi ve saygının artmasına vesîle olur.
6- Yine dînî bayramlarımızdaki güzel âdetlerimizden biri de, yetîmler, fakîrler, garîpler ve çocukların sevindirilmesi, yardıma muhtâç kimselere yardım ellerinin uzatılması, ictimâî yardımlaşma ve dayanışmanın tezâhür etmesidir.
7- Dînî bayramlar, milletimizin birlik-berâberliğine ve dargınların-küskünlerin barışmalarına vesîle olduğu gibi, ölülerimizin bile sevinmelerine sebep olmaktadır. Çünkü bayramlarda kabirler ziyâret edilmekte, mevtânın [ölülerimizin] rûhlarına Fâtiha-i şerîfe, İhlâs-ı şerîf, diğer sûre ve duâlar gönderilmektedir.
8- Bütün dünyâda dîn ve diyânetlerini, ırz ve nâmûslarını, vatan ve memleketlerini, cân ve mâllarını müdâfaa ederken şehîd düşen, bayrama yetişemeyen Müslümânlar da unutulmamakta, onlar için de Kur'ân-ı kerîm okunup rûhlarına gönderilmektedir. Ayrıca gâzî, mecrûh olan, dul ve yetîm kalan çocuk, genç ve ihtiyâr bütün Müslümânlara da duâ edilmektedir...
.11/07/2022
İki dînî bayramımız var...
Hem Ramazân Bayramı, hem de Kurbân Bayramı, Allahü teâlânın, ümmet-i Muhammed'e ihsân buyurduğu iki dînî bayramımızdır.
Dînî bayramlarımızdan birincisi Ramazân bayramı, ikincisi ise Kurbân bayramıdır.
Hem Ramazân Bayramı, hem de Kurbân Bayramı, Allahü teâlânın, ümmet-i Muhammed'e ihsân buyurduğu iki dînî bayramımızdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz, Medîne-i münevvere'yi teşrîf edince: “Allahü teâlâ, size Câhiliye döneminden kalma bayramlardan daha hayırlı iki bayramı (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti” buyurmuştur.
Yine Sevgili Peygamberimiz: "Ramazân bayramı, Kurbân bayramı ve teşrîk günleri, biz ehl-i İslâmın bayramıdır; bugünler yeme ve içme günleridir" ve "Ramazân bayramında namaz ve sadaka-i fıtır, Kurbân bayramında ise, namaz ve kurbân vardır" buyurmuşlardır...
İslâm büyükleri, bir Müslümânın Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, harâm lokma yemeden geçirdiği günleri bayram kabûl etmişlerdir.
Ayrıca Müslümân, rûhunu teslîm edeceği, vefât edeceği zaman, rahmet meleklerini, Cennetteki ni'metleri görür ve çok sevinir. Onları görmenin zevkiyle cân verme vakti de Müslümânın bayramı sayılmıştır.
Peygamberimizin amcazâdesi ve damadı, Ehl-i Beyt’in ve 12 İmâmın 1.si, Hulefâ-i râşidîn ve Aşere-i mübeşşerenin 4.sü olan Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neş’elenmelerinin sebebini sorduğunda onlar, "Bugün bayramımızdır" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de; "Günah işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır" buyurdu.
Tâbiînin en büyüklerinden, tefsir, hadîs, kelâm, fıkıh ve tasavvuf âlimi Hasan-ı Basrî (rahmetullahi aleyh) de, birtakım insanların bayram günü gülüp eğlendiklerini görünce: “Allahü teâlâ, Ramazân ayını müsâbaka, yarış meydânı gibi yaratmıştır. İnsanlar ibâdetle müsâbaka ederler, yarışırlar. Müsâbakayı, yarışı kazananlar kurtulur; kaybedenler helâk olurlar. Eğer hakîkati bilselerdi, yaptıkları ibâdetleri, amelleri makbûl olanlar sevinçten; yaptıkları ibâdetleri, amelleri kabûl olmayanlar ise, üzüntü ve hasretten gülüp oynayamazlardı” buyurdu.
Büyük İslâm âlimi ve Evliyâ-yı kirâmdan İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) ise, “bayram” denilmesinin sebeplerini şöyle açıklıyor:
1- Mü'minler, Ramazân ayında, Allahü teâlânın farz kıldığı orucu tutabildikleri için çok sevinirler, Ramazân Bayramında bundan dolayı “bayram” yaparlar.
2- Her iki bayramda da, Allahü teâlânın ihsânı bol oluyor. Bol bol ihsâna kavuşulduğu için “bayram” denilmiştir.
3- Bayram günü gelince, sevinç ve neşe de geliyor; üzüntüler unutuluyor. Bunun için “bayram” denilmiştir.
4- Bayramlar her sene tekrâr geliyor. Bu sevinçli gün tekrârlandığı için “îd=bayram” denilmiştir.
Ma’lûm olduğu üzere, bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günlerdir.
[Cenâb-ı Hak, necip milletimizin ve bütün Müslümânların sıhhat ve âfiyet içerisinde nice nice bayramlara kavuşmalarını nasip buyursun.]
.5/07/2022
“Terviye” ve “Arefe” günleri
“Arefe” Kurbân Bayramı’ndan bir önceki gündür. Ramazân bayramından önceki güne Arefe denilmez.
Bugün, önce birazcık “Terviye” gününün, sonra da “Arefe” gün ve gecesinin öneminden bahsetmek istiyoruz:
Zilhicce ayının 8. gününe (Arefe gününden bir önceki güne) “Terviye Günü” denir. “Terviye” denmesinin sebebi, hacıların o gün Zemzem suyundan doya doya/kana kana içip kanmalarındandır. O gün, hacılar Mekke’den Minâ’ya çıkarlar ve bu, Hanefî mezhebinde kuvvetli bir sünnettir.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir Müslümân, Terviye gününde, oruç tutarsa ve günâh söz söylemezse, Allahü teâlâ, onu elbette Cennet’e sokar.”
“Terviye”, tefekkür manâsında da kullanılmaktadır. Nitekim İbrâhîm aleyhisselâm, Sâffât sûre-i celîlesinde de geçtiği üzere, Zilhicce ayının 8. gecesi rüyâda; “Kendi oğlunu keser hâlde” gördü. Sabâh olunca, “Rüyâ şeytânî midir, yoksa Rahmânî midir (Allah tarafından mıdır)?” diye terviyeye (tefekküre) dalıp, o günü tefekkürle geçirdi. “Arefe Gecesi” olduğunda, kendisine; “Emrolunduğun şeyi yerine getir” buyurulunca, Allahü teâlâ tarafından olduğunu bildi. Bildiği için o güne, “Bildi [bilmek]” anlamına gelen “Arefe” dendi.
[Tabîî ki Kur’ân-ı kerîmde de belirtildiği gibi, Cenâb-ı Hak, İsmâîl aleyhisselâm yerine fidye olarak büyük bir koç göndermiş, İbrâhîm aleyhisselâm, oğlu İsmâîl aleyhisselâm’ı kesmemiştir. Baba, oğul ve annenin her üçü de tâbi oldukları çok büyük imtihânı kazanmışlardır.]
“Arefe Günü”: Müslümânlar için çok önemli günlerden biridir. Zilhicce ayının dokuzuncu gününe, yani Kurbân Bayramı’ndan bir önceki güne denilir. Lüğatte “tanıma=bilme” manâsına gelir. Başka herhangi bir güne, meselâ Ramazân bayramından önceki güne “Arefe” denilmez.
“Arefe Gecesi” ise; Arefe Günü ile Kurbân Bayramı’nın birinci günü arasındaki gecedir. Her mübârek geceye hürmet olunduğu gibi, bu geceye de saygı gösterilmelidir; çünkü bu gece, İslâm dîninde çok kıymet verilen on mübârek geceden birisidir.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Rahmet kapıları 4 gecede açılır. O gecelerde yapılan duâ, tevbe reddolmaz. O geceler, Ramazân ve Kurbân bayramlarının 1. geceleri, Berât ve Arefe geceleridir.”
Bilindiği gibi, İslâmî literatürde, gece önce gelir, gündüz ondan sonra gelir; ama 4 gece bundan müstesnâdır. Bunlar da Arefe gecesi ile Kurbân Bayramının ilk üç gününün geceleridir.
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki:
“Arefe gününe hürmet ediniz! Çünkü Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği bir gündür.”
“Arefe gününde bin İhlâs okuyanların bütün günâhları affolur ve her duâları kabûl olur.” [Hepsini besmele ile okumalıdır.]
“Arefe gecesinde ibâdet edenler Cehennem’den âzâd olurlar.”
“Arefe günü ibâdet edenlerin, oruç tutanların iki senelik günâhları affolur. Biri geçmiş senenin, diğeri de gelecek senenin günâhlarıdır.”
İslâmın beş şartından birisi de, hâli vakti yerinde olan, gerekli şartları taşıyan zenginlerin hacca gitmeleridir. Haccın farzlarından biri ise; Arefe günü, Arafât’ta öğle ve ikindi namazlarından sonra vakfeye durmaktır.
.04/07/2022
Zilhicce ayının fazîleti...
Zilhicce ayı, hicrî-kamerî senenin, harâm ayların ve hac aylarının sonuncusu olan bir aydır.
Şimdi bir nebze; harâm ayların 4.sü, hac aylarının 3.sü ve hicrî-kamerî senenin de son (12.) ayı olan mübârek Zilhicce Ayı’nın fazîletinden bahsedelim.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hakîminde, Fecr sûre-i celîlesinin başında, bazı şeyler üzerine kasem (yemîn) etmektedir. Bunlardan birisi de “ve leyâlin aşr=10 gece” lafızlarıdır. Kıymetli tefsîrlerde, bu lafızların açıklaması yapılırken, 3 rivâyet üzerinde durulmaktadır: Bu 10 gece, “Muharrem-i harâm ayının ilk 10 gecesi”dir veya “Ramâzân-ı şerifin son 10 gecesi”dir yahut ta “Zilhicce ayının ilk 10 gecesi”dir.
[Muharrem ayı, senenin ilk ayıdır; Ramazân 9. Zilhicce ise 12. aydır... Peygamber Efendimiz, Ramazân ayının son 10 gece ve gününde i’tikâf yapardı.]
Sevgili Peygamberimiz, muhtelif kaynaklarda zikredilen hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki:
“Allah indinde, Zilhiccenin ilk 10 gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bu günlerde tesbîhi (Sübhânallah demeyi), tahmîdi (El-hamdü lillah demeyi), tekbîri (Allahü ekber demeyi) ve tehlîli (Lâ ilâhe illallah demeyi) çok yapınız (bunları çok söyleyiniz).”
“Allahü teâlâ, ibâdetler içinde, Zilhiccenin ilk 10 gününde yapılanları daha çok sever. Bu günlerde tutulan bir gün oruca, bir senelik [nâfile] oruç sevâbı verilir. Gecelerinde kılınan namaz, Kadir gecesinde kılınan namaz gibidir. Bu günlerde çok tesbîh, tehlîl ve tekbîr okuyunuz!”
“Zilhiccenin ilk günlerinde tutulan oruç, bir yıl oruç tutmaya, bir gecesini ihyâ etmek de Kadir gecesini ihyâ etmeye bedeldir.”
“Bu günlerin her biri, fazîlette 1.000 güne, Arefe ise 10.000 güne eşittir.”
“Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutana, Allahü teâlâ, her günü için bir yıllık oruç sevâbı verir.”
“Bu 10 günün hayrından mahrûm olanlara yazıklar olsun! Bilhassa 9. günü oruçla geçirmelidir! Onda o kadar çok hayır vardır ki, saymakla bitmez.”
“Zilhicce ayının ilk 10 gecesi içinde yapılan her amele, 700 misli sevâp verilir.”
Ebü’d-derdâ (radıyallahü anh) buyurdu ki:
“Zilhicce ayının ilk 9 günü oruç tutmalı, çok sadaka vermeli, çok duâ ve istiğfar etmelidir! Çünkü (Sevgili Peygamberimiz) Muhammed aleyhisselâm, “Bu 10 günün hayır ve bereketinden mahrûm kalana yazıklar olsun” buyurdu.
Bir hadîs-i şerifte de, “Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutanın, ömrü bereketli olur, mâlı çoğalır, çoluk-çocuğu belâlardan muhâfaza olur, günâhları affolur, iyiliklerine kat kat sevâp verilir, ölürken kolay cân verir, kabri aydınlanır, mîzânda sevâbı ağır gelir ve Cennette yüksek derecelere kavuşur” buyurulmuştur. [Bunlar gerçekten çok büyük müjdelerdir. Bunları yapabilenlere ne mutlu! Mübârek olsun.]
.28/06/2022
Kurbân ibâdeti...
İslâmiyette kurbân; davar, sığır ve deveden birini “Kurbân Bayramı”nın ilk üç gününde, kurbân niyetiyle kesmek demektir.
"Kurbân", lüğatte “yakın olmak, yaklaşmak” mânâsınadır. Umûmî mânâsıyla "Allahü teâlâya ibâdet maksadı ile belli üç günde kesilen hayvan"; "Allah’a yakın olmak, O’nun rızâsını elde etmek için kan akıtmak" demektir.
İslâmiyette kurbân; davar (koyun, keçi, anası gibi gösterişli olan 6 aylık kuzu), sığır (inek, dana, öküz, boğa, manda) ve deveden birini “Kurbân Bayramı”nın ilk üç gününde, kurbân niyetiyle kesmek demektir. Kurbân hayvânını fakîrlere veya hayır ve yardım cemiyetlerine diri olarak sadaka vermek kurbân olmaz. İbâdet olması için, kurbânlık hayvânı kesmek, kanını akıtmak şarttır.
Mecâzî olarak, bir inanç, ideal uğrunda fedâ edilen veya kendini fedâ eden kimseye de "kurbân" denilir.
İnsanların uydurdukları çeşitli inançlarda da, tapındıkları putlar için kesdikleri hayvânlara "kurbân" demişlerdir. Böyle inançlara sâhib insanlar, eski çağlarda, putları için, hayvânların yanı sıra çeşitli yiyecekleri, hattâ insanları, çocukları da kurbân etmişlerdir.
Dün de bir nebze bahsettiğimiz Kurbân ibâdeti, Kur’ân-ı kerîmde [Bakara Sûresi, 67-71, 196; Mâide Sûresi, 2, 27, 95, 97, 103; Hac Sûresi, 34, 36-37; Sâffât Sûresi, 102-107; Fetih Sûresi, 25; Kevser Sûresi, 2] muhtelif yönleriyle beyân buyurulmaktadır. Bu konuda, Peygamber Efendimizin de birçok hadîs-i şerîfi vardır.
İslâm âlimleri de, gerek konuyla alâkalı âyet-i kerîme tefsîrlerinde ve hadîs-i şerîf şerhlerinde, gerekse fıkıh kitaplarında kurbân hakkında çok değerli bilgiler vermişlerdir.
14 asırdan beri de, kurbânla mükellef olan bütün Müslümânlar bu ibâdeti yapagelmişlerdir.
Kurbân nevileri [Akîka, Adak, Vâcip ve Nâfile Kurbânlar, Hac Kurbânı] olmak üzere birkaç çeşittir. Bakara 196; Mâide 2, 95, 97 ve Fetih 25’te hacda kesilecek kurbânlar; Mâide sûresinin 27. âyetinde, Âdem aleyhisselâmın 2 oğlunun kestikleri kurbân; 103. âyetinde adak kurbânı; Hac sûresinin 36-37. âyetlerinde umûmî olarak kurbân ibâdeti; Sâffât sûresinin 102-107. âyetlerinde de Hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın kestiği kurbân zikrolunmuştur.
Kevser sûresinde ise, Peygamber Efendimize farz olan, fakat (Hanefî mezhebine göre) ümmetinden zengin olanlara vâcip kılınan, (Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise sünnet-i müekkede olan) kurbân beyân buyurulmaktadır.
Târihte ibâdet niyetiyle kesilen ilk kurbân, Hazret-i Âdem’in oğulları Hâbil ile Kâbil’in kurbânlarıdır. Aralarında çıkan ihtilâfta, hangisinin haklı olduğunu anlamak için, Cenâb-ı Hakk’a kurbânlarını arz ettiler. Hâbil’in kurbânı kabûl olmuştu. Bunu çekemeyen ve isteğine kavuşmak için çalışan Kâbil, kardeşi Hâbil’i öldürmüştü. Âdem aleyhisselâmın bu iki oğlu arasında geçen hâdise, Kur’ân-ı kerîmde Mâide sûresinin 27-31. âyetlerinde bildirilmektedir.
Hazret-i İbrâhîm’in, oğlu Hazret-i İsmâîl’i (aleyhimes-selâm) kurbân etmek istemesi, ama Cenâb-ı Hak’ın buna müsâade etmeyip büyük bir koç gönderme kıssası meşhûrdur. Bu hâdise, tefsîrlerde ve İslâm târihlerinde uzunca anlatılmaktadır.
.27/06/2022
Hac ve kurban ibâdetleri
“Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin, o Beyt'i hac etmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır.”
Geçen hafta Salı günkü makâlemizde, dînî literatürümüzde, aylarla ilgili 3 önemli ıstılâh/ta’bîr/terim bulunduğunu, bunların “Eşhür-i hurum” (Harâm aylar: Muharrem el-Harâm, Recebü’l-ferd, Zil-ka’de ve Zil-hicce ayları), “Eşhürü’l-hac” (Hac ayları: Şevvâl eş-şerîf, Zil-ka’de ve Zil-hicce ayları) olduğunu belirtmiştik.
Orada zikredemediğimiz üçüncü terime gelince, o da, “Eşhür-i selâse” yani “Üç Aylar" terimidir. Halkımız arasında “Üç Aylar” diye anılan “Recebü’l-ferd”, “Şa’bânü’l-muazzam” ve “Ramazânü’l-mübârek” aylarının da, İslâm dîninde özel yerleri vardır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyurdu ki: “Hac (ayları), bilinen aylardır [Şevvâl, Zilka'de ayları ile Zilhicce'nin ilk on günüdür.] İşte kim, o aylarda haccı, ihrâma girerek kendine farz yaparsa, artık hacda kadına yaklaşmak, günâh işlemek ve kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız, Allah onu bilir. Bir de (hac yâhut âhiret için) azık edinin, muhakkak ki azığın hayırlısı takvâdır ve ey aklı tâm olanlar, benden korkun.” (Bakara sûresi, 197)
[“İhrâm”: “Mîkât denilen yerde hacca veya umreye niyet ederek, peştamal gibi dikişsiz iki parça örtüyü giymek ve telbiye getirmek sûretiyle, daha önce mubâh (serbest) olan bâzı şeyleri kendine harâm kılmak yâni bunları yapmaktan sakınmak” demektir.
Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede (meâlen) buyurdu ki: “Azık ve binek bakımından yoluna gücü yeten her kimsenin, o Beyt'i (Kâbe'yi) hac etmesi, insanlar üzerine Allahü teâlânın hakkıdır (farzdır).” (Âl-i İmrân sûresi, 97)
Esâs hac vakti, Arefe ve bayram günleri olmak üzere beş gündür. Nitekim, “Umre (ömre)” tarif edilirken, “Hac zamânı olan beş gün yani Arefe ve Kurbân Bayramının dört günü dışında, istenildiği zaman ihrâma girip Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek ve Safâ ile Merve arasında sa'y etmek (yürümek, koşmak), saçı kazımak veya kesmekten ibâret olan ibâdet” şeklinde bir tarif yapılır.
[“Umre”ye “Hacc-ı asgar (küçük hac)” da denir. Umre, Hanefî ve Mâlikîlere göre sünnet-i müekkede(kuvvetli sünnet)dir. Şâfiîlere ve Hanbelîlere göre ise ömürde bir defa farzdır. (Alâüddîn Haskefî, İbrâhîm Halebî)
“Hacc-ı ekber” ise, farz olan hacdır. (Kuhistânî).]
***
Bilindiği üzere kurbân ibâdeti, dünyâya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem’den beri bilinen ve yapılagelen bir ibâdettir. Kurbân, Hicrî-kamerî senenin son ayı (12. ay), Harâm ayların sonuncusu ve Hac aylarının da sonuncusu olan Zilhicce ayında kesilir.
Son İlâhî kitâbımız olan Kur’ân-ı kerimde, Hac sûresinin 34. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır:
“Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbânlık hayvânların üzerlerine O’nun adını anarak kurbân kesmeyi meşrû’ kıldık...” [İnşâallah yarın, bu konu üzerinde biraz genişçe duralım.]
.21/06/2022
Allahü teâlânın kullarına olan merhameti...
Allahü teâlâ, kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için bazı gece, gün ve ayları sebep kılmıştır...
Allahü teâlâ, kullarına çok merhamet ettiği, acıdığı için, bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş; bu gece, gün ve aylardaki, duâ, tevbe, namaz, oruç, kurbân ve hac gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır...
Dînimizde husûsî kıymet verilen mübârek geceler [hicrî-kamerî sene içerisindeki kronolojik sırasına göre] şunlardır:
1 Muharrem [Müslümânların hicrî yılbaşı] Gecesi, Aşûre [10 Muharrem] Gecesi, Mevlid [12 Rebîu’l-evvel] Gecesi, Regâib [Receb-i şerîfin ilk Cuma] gecesi, Mi’râc [Receb-i şerîfin 27.] Gecesi, Berât [Şa’bân-ı muazzamın 15.] Gecesi, Kadir Gecesi, Fıtır [Ramazân] Bayramı gecesi, Arefe [9 Zilhicce] Gecesi, Kurbân Bayramı [10 Zilhicce] Gecesi.
Bildirilen bu on geceden başka, Fıtır (Ramazân) ve Kurbân Bayramlarının diğer geceleri, Zil-hicce ayının ilk on gecesi [yukarıda zikredilenler dışındaki 8 gece], Muharremin ilk on gecesi [yine yukarıda mezkûr olanlar dışındaki 8 gece] ve her Cuma ve Pazartesi gecesi de mübârektir...
Kurbân bayramının bulunduğu aya “Zi’l-hicce ayı” denir. Bu ay (Zi’l-hicce), hem “el-Eşhüru’l-hurum=Eşhür-i hurum” denilen “harâm aylar”dan, hem de “eşhüru’l-hac” denilen “hac ayları”ndandır.
Dînî literatürümüzde, aylarla ilgili 3 önemli ıstılâh/ta’bîr/terim vardır:
Bunlardan birincisi: “Eşhür-i hurum” denilen “Harâm aylar” ki bunlar “Muharrem el-Harâm”, “Recebü’l-ferd”, “Zil-ka’de” ve “Zil-hicce” aylarıdır.
Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
“Allah’ın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü, harâm [hürmetli] olan aylardır…” [Tevbe, 36]
Ali Cürcânî ve Halebî’nin (rahmetullahi aleyhimâ) ifâde ettiklerine göre, İslâmiyet'ten evvel ve İslâmiyet'in ilk zamanlarında, kamerî sene aylarından Muharrem, Recep, Zilkâ'de ve Zilhicce aylarında harp etmek harâm idi. İslâmiyet'ten evvel, Arablar, Muharrem veya Receb aylarında harp edebilmek için, ayların yerlerini değiştirir, ileri veya geri alırlardı.
Peygamber Efendimiz, Vedâ Hutbesi'nde “nesî”nin kalmadığı husûsunda; "Ey Eshâbım! Haccı tam zamânında yapıyoruz. Ayların sırası, Allahü teâlânın yarattığı zamandaki gibidir" buyurdu.
[“Nesî”: “Yer değiştirmek, geri bırakmak; “el-Eşhuru’l-hurum (harâm aylar)” denilen ayları değiştirmek, geri almak” demektir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki: “Nesî, küfürde ziyâde olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helâl sayarlar. Başka sene ise, bu ayı harâm sayarlar.....” (Tevbe sûresi, 38)]
Aylarla ilgili dînî terimlerden ikincisi: “Eşhürü’l-hac” denilen “Hac ayları”dır; bunlar da “Şevvâl eş-şerîf”, “Zil-ka’de” ve “Zil-hicce” aylarıdır.
.20/06/2022
Yaşamaktan maksat iyi işler yapmaktır...
Allahü teâlâya ibâdet için yaratılan insanlar, O'nun râzı olduğu işleri yaparlarsa, “İbâdet” etmiş olurlar...
Her şeyi yoktan var eden, varlıkta durduran, bizlere ve bütün canlılara rızıklarını ve muhtâç oldukları her şeyi lutfeden Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm’inde meâlen: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur…" (Mülk, 2) buyurmuştur.
Ma’lûm olduğu üzere, yaşamaktan maksat iyi işler yapmaktır. Aslında bütün insanların yaratılmalarındaki maksad da, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir...
Allahü teâlâya ibâdet için yaratılan insanlar, O'nun râzı olduğu işleri yaparlarsa, “İbâdet” etmiş olurlar. Allahü teâlânın rızâsı da, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır.
Bilindiği gibi ibâdetler üç kısımdır: 1- Beden ile yapılanlar (Namaz ve Oruç gibi), 2- Mal ile yapılanlar (Zekât, Sadaka-i Fıtır ve Kurbân gibi), 3- Hem beden, hem de mal ile yapılan (Hac ve Umre gibi) ibâdetlerdir.
İnsanlar, en büyük ve en son Peygamber olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) tarafından teblîğ edilmiş olan îmân, ibâdet ve ahlâk esâsları ile ma’nen ve mâddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya da’vet edilmişlerdir.
Böylece insanlar, âlemlerin ve bütün mahlûkların yaratıcısı olan ve bütün ni’metleri, iyilikleri gönderen Allahü teâlâya ibâdet etmeye, ancak O’na boyun bükmeye, O’na duâ etmeye, O’ndan yardım istemeye, O’na sığınmaya çağırılmışlardır. Nitekim Allah’a kulluk hakkında, Kur’ân-ı kerîmde meâlen, “Yalnız Sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız Sen’den yardım isteriz” (Fâtiha sûresi, 4) buyurulmaktadır.
Müslümânlara bedenî ve mâlî ibâdetlerden bazıları, Hicretin ikinci yılında emredildi. Hicretin 2. yılı olaylarından biri, müdâfaa için cihâda izin verilmesidir.
Bunun yanında, Hicrî ikinci senede, daha önce Kudüs’e, Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılınırken, Allahü teâlânın emriyle, Kâ’be-i şerîfe’ye doğru namaz kılınmaya başlanmıştır. Kıblenin Mescid-i harâm (Kâ’be-i muazzama) olduğunu bildiren Bakara sûresinin 144. âyeti nâzil olunca, Müslümânların kıblesi, Kâ’be-i şerîfe oldu.
Kıblenin Kâ’be-i muazzama olmasından bir ay ve hicretten de 18 ay sonra, Şa’bân ayının 10. günü, Bedir Gazâsından da bir ay önce, oruç farz kılındı.
Yine o senede (Hicretin 2. senesinde), Ramazân ayında, “Terâvîh namazı” kılınmaya başlandı ve “Sadaka-i fıtır” vermek vâcip oldu.
Kezâ hicretin 2. senesinde Ramazân ayında “Zekât vermek” de farz oldu.
Yine hicretin 2. yılında Zilhicce ayında, “Kurbân kesmek” ve “Bayram namazı” kılmak vâcip oldu...
.16/06/2022
Eshab-ı kirâm dünyaya hiç kıymet vermedi!..
Eshab-ı kirâm, İslâmiyet ile şereflenmelerinden çeyrek asır bile geçmemişti ki; daha dün sıkıntı içinde yaşarken, bugün hesapsız servete sahip olmuşlardı...
Eshab-ı kirâm efendilerimizin yanında maddenin hiçbir değeri yoktu. Onlar hep manevî olanlara önem verirlerdi. Bunun için de fazilette onlara yetişilemez...
İslâm devleti kuruldu. İran ve Bizans fethedildi. Kisra ve Kayser'in hazineleri Başkent Medine-i Münevvere'ye taşındı. Bu muazzam iki devletin geliri, en kıymetli eşyaları bu mübarek beldeye aktı, âdeta Müslümanların üzerine yağdı. Fakat müminleri ebedîlik yolundan çeviremedi!..
İslâmiyet ile şereflenmelerinden çeyrek asır bile geçmemişti ki, daha dün sıkıntı, açlık, yaşayacak kadar yiyecek, soğuktan sıcaktan korunacak kadar giyecekten başka bir şey bulamazken, bugün hesapsız servete sahip olmuşlardı.
Onlar isteselerdi, Kisra'nın ve İran'ın enkâzı üzerinde, muazzam bir Arap saltanatı kurabilirlerdi. Çünkü bu devletlerin vârisi olmuşlardı. Kisra, yalnız İran'ın geliriyle saltanat sürmüş, Herakliyus da sırf Bizans'ın mal ve mülkü ile debdebe içinde yüzmüş ise Hazreti Ömer "radıyallahü anh" için bu iki imparatorluğun geliri ile saltanat sürmesi mümkündü ve elindeydi. Fakat o, bu âyet-i kerimeyi duymuştu: (El Kasas sûresi 83.) "İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde üstünlük sağlama arzusuna düşmeyenlere veririz. Sonuç takva sahibi olanlarındır."
Sanki onlar, Peygamberimizin (aleyhisselâm) vefatından önce buyurduğu şu hadis-i şerifi şimdi dinler gibiydiler: "Yemin ederim ki, bundan böyle sizin için fakirlikten korkmuyorum. Belki, sizden önceki ümmetlerin önüne dünyalık kapıları açılıp yek diğerine hased edilerek helâk oldukları gibi, sizin önünüze de dünya kapıları açılarak birbirinize hased edip helâk olmanızdan korkuyorum."
İslâm davasının ruhunu böyle korudular. Peygamberlerinin örnek hareketlerine böyle sarıldılar. Çok şaşılacak şey; bu büyük fetihlerle İran ve Bizans medeniyeti denizine dalıp, ahlâklarından, prensip ve âdetlerinden hiçbir şey kaybetmeden, üzerleri ıslanmadan, sahil-i selâmete çıkmaları ve Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvan) bu bol fütûhata rağmen, hâlâ ruh ve şahsiyetlerini, zühd ve mütevâzı yaşayışlarını koruyabilmeleridir...
Hatta onlardan sonra gelen ve Tabîin'in büyüklerinden olan Ömer bin Abdülaziz'in zamanındaki adalete şahit olan birçok gayrimüslim de iman etmiştir. O, hem emir'ul-müminin, yani yeryüzünün en büyük ve en güçlü devletinin reisi, hem de ilk yüz yılının müceddidi idi. Hiç ama hiç dünyaya ve içindekilere kıymet vermedi. Ankebut Suresi 64. âyet-i kerimede meâlen "Bu dünya hayatı, ancak bir eğlenceden ve bir oyundan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi..." Bu da ona dünyanın ne mal olduğunu çok güzel anlatmıştı...
.13/06/2022
İstanbul fethinin sonuçları -1-
Hıristiyân halk, hattâ Papazlar bile İstanbul’da lâtin şapkası yerine, Türk sarığı görmeyi tercîh ettiklerini söylemişlerdir.
Allahü teâlâ tarafından, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerimde (Fetih, 27’de) Hayber’in fethi, (Fetih,1; Nasr sûresi, 1-3’te ise) Mekke-i mükerreme’nin fethi müjdelenmiştir. Peygamber Efendimiz tarafından da, hadîs-i şerîfte Kostantîniyye’nin (İstanbul’un fethi) müjdesi verilmiştir.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, bahar mevsiminde, 23 Mart’ta muhteşem ordusuyla, büyük ve ağır silahlarla (toplarla) Edirne’den hareket edip 6 Nisan’da İstanbul kuşatmasını başlatmıştır. Muhteşem taarruz için gerekli keşifler yapılmıştır. Zincirlerin gerilerek Haliç'in kapatıldığını yerinde gören Fâtih Sultân Mehmed Hân, gemilerini, karadan kızaklar üzerinde kaydırarak Haliç'e indirmişti...
18 Nisan’da İstanbul adalarının alınması ve 22 Nisan gecesi Türk donanmasının karadan Haliç’e indirilmesini müteâkıp 23 Nisan’da sulh teklifine gelen Bizans elçisine, genç Pâdişâh İkinci Mehmed; “Ya ben bu şehri alırım, ya da bu şehir beni alır!” cevâbını vermiştir.
Fâtih’in hocası Akşemseddîn hazretleri, İstanbul'un fethine dâir müjdeler veriyordu. Fâtih Sultân Mehmed Hân da, ordusunun başında gece-gündüz devâmlı bulunarak, önceden hâzırladığı harp planlarını birer birer tatbîk ediyordu. Mücâhidler ordusunun arasında bulunan büyük âlimler ve evliyâ zâtlar, nusret-i İlâhiyyenin (Allahü teâlânın yardımının) gelmesi için devâmlı duâ ve niyâz ediyorlardı.
İstanbul fethinin çok önemli bazı sonuçları olmuştur. Bunlardan bazılarını şöyle özetliyebiliriz:
1- Bizans'ın çöküşü ile “Orta Çağ” kapanıp “Yeni Çağ” açılmıştır. Bu; îmânın, ilmin ve tekniğin eseridir.
2- Fetihten sonra Tuna'nın güneyi ile Fırat-Toros hattının batısındaki sâha Osmanlılara katılmıştır.
3- Boğdan, Sırbistan, Mora, Amasra, Çandarlı Beyliği, Trabzon Rum İmparatorluğu, Akkoyunlu Beyliği, Kırım Hânlığı Osmânlılara ilhâk edilmiştir.
4- Venedik’in deniz üstünlüğü bitmiştir.
5- Dünyânın her tarafından ilim adamları akın akın İstanbul’a gelmiştir. İstanbul bir ilim ve san’at merkezi olmuştur.
6- Dünyânın en büyük kilisesi olan Ayasofya, câmi hâline getirilmiştir. [Fâtih bu ma’bedin kıyâmete kadar “Câmi” kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeylemiştir.]
7- Fâtih, bütün Ortodoks Hıristiyânların başı olan Patrikliği ortadan kaldırabilecek güçte olmasına rağmen kaldırmamıştır.
8- Cenevizliler fetihten önce, Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Ama İstanbul’un düşmesinden sonra, sûrlarda Ceneviz kumandân ve askerlerinin ölülerine rastlanmıştır. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korkan ve kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini bekleyen Cenevizlilere bir şey yapmamıştır. Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlîsi ve papazını çağırtarak sâdece üzüntülerini bildirmiştir.
9- Hıristiyân halk, hattâ Papazlar bile İstanbul’da lâtin şapkası yerine, Türk sarığı görmeyi tercîh ettiklerini söylemişlerdir.
.14/06/2022
İstanbul fethinin sonuçları -2-
Harp meclisinden, cihâda devâm etme karârı çıktı. Bunun üzerine Fâtih Sultân Mehmed Hân, ordusunda son hücûm hâzırlığını başlattı...
Fâtih Sultân Mehmed Hân, 26 Mayıs'ı 27 Mayıs'a bağlayan günün gecesi, büyük bir harp meclisi kurdu. Bütün komutanları ve orduya ma’neviyât verme bakımından fevkalâde tesîrli olan âlimleri ve evliyâ zâtları da'vet edip bu mecliste topladı.
Bu mecliste iki fikir ortaya çıktı: Molla Akşemseddîn, Molla Gürânî, Zağnos Paşa ve Şehâbeddîn Paşa, kuşatmaya devâm edip fethi gerçekleştirmeyi istiyorlardı. Çandarlı Halîl Paşa ve onun gibi düşünen bazı zevât ise, Bizans’ın sulh teklifini kabûl etmeyi tercîh ediyorlardı. Akşemseddîn hazretleri, hocası Hacı Bayram-ı Velî'nin kendisine İstanbul'u fethedecek olan ve hadis-i şerifte "Ne güzel emîrdir..." buyurularak vasfedilen sultân ile beraber bulunacağına dâir verdiği müjdeyi biliyor ve buna göre hareket ediyordu...
Harp meclisinden, cihâda devâm etme karârı çıktı. Bunun üzerine Fâtih Sultân Mehmed Hân, ordusunda son hücûm hâzırlığını başlattı. 29 Mayıs sabâhı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. 300.000 asker ve 20 parça donanmadan müteşekkil ordunun, yeri-göğü sarsan “tekbîr” ve “tehlîl” sesleri arasında, öğleden sonra Fâtih Sultân Mehmed Hân, Topkapı tarafından şehre girdi.
Fâtih’in pekçok yüksek vasfı vardır; onlardan bâzıları şunlardır:
Kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınları, plânlı bir fütûhât hâline getirdi. Bütün bu seferleri, bir plâna göre yapar, seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için, aylarca bu seferlerin bütün ön hazırlıklarını yapardı.
Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin iş birliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı.
Kumandânlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkîk eder ve sefere, hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerin gizli kalmasına çok dikkat ederdi.
Fâtih Sultân Mehmed, soğukkanlı ve cesûrdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman, hemen onların önlerine geçip düşmân hatlarına girerek göstermiştir. İstanbûl Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi, bu cesâretinin büyük örneğidir.
Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Râhatlıkla söylenebilir ki, Osmânlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih’tir.
Topçuluğa da gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih’ten önce top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmânı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydân muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesâplarını bizzât kendisi yaptı..
.07/06/2022
Fetih ve Sultân Fâtih...
Fâtih Sultân Mehmed Hân; 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, toplam 17 devleti haritadan silmiştir...
Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahramân ve cihângîrlerle doludur. Fâtih Sultân Mehmed de bunların başlarında gelir. İstanbul’u, biz torunlarına mîrâs bırakan Fâtih’in hayâtı, Garp’ta ve Şark’ta asırlar boyu, her cephesiyle incelenmiş, hakkında nice kitaplar yazılmıştır. Tetkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângîrin sayılamayacak kadar çok üstün vasıfları vardır.
O, çok mükemmel yetişmiş bir hükümdârdır. Arapça, Farsça, Lâtince, Sırpça ve Yunanca’yı çok iyi bilen, Avrupa ilim ve tekniğini de en üst seviyede takip eden Fâtih Sultan Mehmed Hân, çeşitli ilimleri öğrenmek için devrin en mütehassıs âlimlerini kendisine hoca ta’yîn ederdi. Bunlar her gün muayyen sâatte gelip kendisine ders okuturlardı. Molla Yegân, Molla Akşemseddîn, Molla Akbıyık, Molla Gürânî, Molla İlyâs, Molla Abdülkâdir, Molla Hayreddîn, Hocazâde, Sirâceddîn Halebî, Hasan Samsûnî… gibi büyük âlimler ona hocalık yapmışlardır.
Fâtih, medreseleri bizzat teftîş eder, dersleri dinler ve mükâfâtlar verirdi. Sarayda, seferlerde, yolda, sünnet düğünü gibi cemiyetlerde büyük ilmî münâzaralar yaptırırdı.
Askerlik, târih, coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine karşı husûsî bir merâkı olan sultân, bilhâssa kelâm ve matematikte devrinin otoritelerindendi. Edebiyâta da merâkı çoktu; hattâ “Avnî” mahlasıyla şiirler de yazmıştır.
Fâtih Sultân Mehmed Hân, kendi devrine kadar olan atalarının kısmen yapmış oldukları akınları, plânlı bir fütûhât hâline getirmiş ve devletini, istikrârlı, yerleşmiş bir devlet yapmıştır. Otuz senelik saltanatı devrinde düzenlediği küçük-büyük seferler, memleketin coğrafî iş birliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de, yaz-kış demeden, at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek durup dinlenmeden seferlere çıkmıştır.
Bilindiği gibi, 2 İmparatorluk, 4 Krallık, 6 Prenslik ve 5 de Dükalık olmak üzere, toplam 17 devleti haritadan silen Fâtih Sultân Mehmed Hân, büyük bir askerî dehâya sâhip ve târihin en büyük hükümdârlarındandır.
Kumandânlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber yürütürdü. Askerî ve siyâsî sâhada eşsiz bir dehâ idi. Ne istediğini ve ne yapabileceğini bilen, o işleri başarabilmek için gerekli tedbîrleri, yorulmak bilmeyen bir azim ve sabırla hâzırlayan bir insandı.
Daha 21 yaşında iken, İstanbul'u alarak, Bizans İmparatorluğu'na son veren, Bizans’ın da hükümdârı olan bu büyük Fâtih, bu fetihten sonra Arnavutluk'u, Bosna ve Hersek'i de almış, Yunanistan'ın fethini tamamlamış ve Balkanları idâresi altında birleştirmiş, Trabzon-Rum Pontus Devleti'ne de son vermiştir.
1481 senesinde 300.000 kişilik çok kudretli ve büyük ordusuyla yeni bir zafer yolunda iken, yukarıda belirttiğimiz gibi 3 Mayıs 1481 günü Gebze’de vefât etmiştir. Onun vefâtı ile Hıristiyânlık dünyâsı bayram yapıp kiliselerinde 3 gün çan çalmışlardır. Cenâzesi İstanbul’a getirilip 22 Mayıs 1481 günü, Fâtih Câmii bahçesindeki kabrine tevdî edilmiştir.
.06/06/2022
“Feth-i Mübîn”in yıl dönümü...
İstanbul’un fethi hâdisesi, sadece Türkler ve Müslümânlar nezdinde değil, bütün insanlık nazarında, cihân târihi bakımından da çok önemlidir.
Peygamber Efendimizin, “Kostantîniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandân ne güzel kumandân ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur” hadîs-i şerîfinden dolayı İstanbul, Müslümânlar tarafından defâlarca kuşatılmıştır. Ama muhkem kalelerle korunan şehrin fethi, ancak yedinci Osmanlı pâdişâhı Fâtih Sultân Mehmed’e ve onun şânlı ordusuna nasîb olmuştur.
İstanbul’un fethi söz konusu olunca, Fâtih Sultân Mehmed’in yanında, hemen, büyük sahâbî Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallahü anh), büyük velî Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) ve büyük âlim Akşemseddîn hazretleri de otomatikman hâtıra gelmektedirler.
İstanbul'un fethi, 6 Nisan-29 Mayıs 1453 tarihleri arasında 53 gün süren muhâsaradan sonra gerçekleşmiştir. Binâenaleyh bu sene, “Orta Çağ”ın kapanışı, “Yeni Çağ”ın açılışına başlangıç kabul edilen ve dünyâ târihinde çok önemli bir hâdise olan “İstanbul’un Fethi”nin 569. sene-i devriyesini idrâk etmiş olduk...
İstanbul’un fethi, dünyâ târihinin en önemli dönüm noktalarından biri, Türk târihinin de en müstesnâ olayı sayılarak ona “Feth-i Mübîn” denilmiştir.
Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu ma’bedin kıyâmete kadar “Câmi” kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi.
Şerefli atalarımız, kısa zamanda beylik, hânlık [hâkânlık], devlet ve cihân imparatorluğu meydâna getirmişler, hattâ dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurmuşlar, ayrıca bütün Müslümânların başı hâline gelmişler, yanî hilâfet merkezi olmuşlardır. 624 sene üç kıtada at koşturmuşlar, İslâm bayrağını dalgalandırmışlar, asırlarca dünyâya nizâmı onlar vermişlerdir.
II. Murâd Hân’ın oğlu, II. Bâyezid Hân’ın da babası ve Osmanlı padişahlarının yedincisi olan Fâtih Sultân Mehmed Hân, 1431'de Edirne'de doğup bu ayın başında [3 Mayıs 1481’de] Gebze’de vefât etmiştir. Fâtih’in naaşının İstanbul’a getirilmesi 22 Mayıs’ta, İstanbul’u fethi ise 29 Mayıs’ta olmuştur. Bu bakımdan mayıs ayına, “Fetih ve Fâtih Ayı” dense lâyıktır.
Târih kitaplarında da belirtildiği gibi, Fâtih Sultan Mehmed Hân otağını, Topkapı-Maltepe’de kurmuştur. Harpte, Topkapı-Edirnekapı arasındaki merkez cephesini bizzât kendisi idare etmiştir.
Donanmayı, Beşiktaş’tan Haliç’e indiren teknik zekâ, Fâtih’e mahsûstur. Haliç’te, Kasımpaşa’dan başlayarak boş fıçılar üzerinde kalaslar bağlatıp, Kasımpaşa-Ayvansaray arasında 5,5 m eninde köprü teşkil ettirmesi, onun askerî ve teknik zekâsının mahsûlüdür.
Ulubatlı Hasan’ın burçlara bayrak dikmesi ile coşan askerler, delik deşik olan sûrlardan içeri girmişlerdir. 300.000 asker ve 20 parça donanmadan müteşekkil ordunun, yeri-göğü inleten tekbîr ve tehlîl sesleri arasında, öğleden sonra da Fâtih Sultân Mehmed Hân, Topkapı’dan şehre girmiştir.
.31/05/2022
Özbekistân’daki din büyüklerimiz
Özbekistân’da, “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin hemen hemen üçte biri [12 zât] bulunmaktadır.
Buhârâ ve civârında bulunan zevâttan bazıları şunlardır:
1- Abdülhâlık Goncdüvânî [Gucdüvânî] hazretleri, “Silsile-i aliyye”nin dokuzuncusudur.
Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. Hızır aleyhisselâm, "Ey Abdülcemîl! Senin bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın" buyurdu. Abdülcemîl, daha sonra Buhârâ'nın Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden bir erkek evlâdı oldu ve ismini Abdülhâlık koydu.
2- Buhârâ'ya takrîben 30 km uzaklıkta bulunan Rîveger köyünde dünyâya gelen Ârif-i Rîvegerî hazretleri, “Silsile-i aliyye”nin onuncusudur.
3- Buhârâ'nın Fağne köyünde doğan, Mâverâünnehr’in Tûr-i Sînâ gibi mukaddes bir yer olmasına vesîle olan, orayı nûrlandıran büyük âlim ve velîlerden Mahmûd-i Encirfağnevî [İncirfağnevî] hazretleri, "Silsile-i aliyye"nin onbirincisidir.
4- Buhârâ yakınlarındaki Râmiten kasabasında doğan, “Azîzân” ve “Pîr-i Nessâc” sıfatlarıyla anılan Alî Râmitenî hazretleri, “Silsile-i aliyye”nin onikincisidir.
5- Hâce Alî Râmitenî’nin talebesi olan ve Buhârâ'ya bağlı Semmâs köyünde doğan Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretleri, “Silsile-i aliyye”nin onüçüncüsüdür.
6- Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin talebesi, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hocası ve Hazret-i Hüseyin'in soyundan olan Seyyid Emîr Gilâl (Gülâl, Külâl) hazretleri, "Silsile-i aliyye"nin ondördüncüsüdür.
7- İslam âlimlerinin en meşhûrlarından olan, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşan, zamanında ve kendinden sonraki asırlarda pek çok insanın, hidâyetine, doğru yola kavuşmasına vesîle olan Seyyid Muhammed Behâeddîn Buhârî hazretleri, "Silsile-i aliyye"nin onbeşincisidir. Allahü teâlânın sevgisini kalplere nakşettiği için, kendisine “Nakşibend” denir. 1318’de Buhârâ'ya yakın “Kasr-ı Ârifân”da doğdu. 1389'da yine orada vefât etti; kabr-i şerîfi oradadır.
Henüz o doğmadan, zamanın büyük velîlerinden Muhammed Bâbâ Semmâsî, Kasr-ı Ârifân'a gelmişti. Bu gelişinde, “Burada büyük bir zâtın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir velî yetişecek” diyerek işâret etmiş, “Emsâlsiz bir zâtın buradan zuhûr edeceğini, ortaya çıkacağını” talebelerine müjdelemişti.
8- Asıl ismi Muhammed bin Muhammed Buhârî olan Alâüddîn-i Attâr hazretleri de, Buhârâ'da yetişen en büyük evliyâdandır. "Silsile-i aliyye"nin onaltıncısıdır.
Zengin olan babası vefât edince, oğullarına mîrâs olarak çok fazla mal kaldı. Fakat Alâeddîn, hiçbir mîrâs kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî’ye talebe olmayı tercîh etti. Denöv’de medfûndur.
9- Derin âlim ve kâmil bir velî, hem de evliyânın büyüklerinden olan; insanların îmân, ibâdet ve ahlâk husûslarında doğruyu öğrenip, yapmalarını sağlayan ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden Ya’kûb-i Çerhî hazretleri, yine kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen İslam âlimlerinin onyedincisi olup Tâcikistân’dadır.
.30/05/2022
Mâverâünnehr illeri
Türkistân; Hûnlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahânlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Hârezmşâhlar’ın hâkimiyetinde kalmıştır.
Bilindiği gibi, “Mâverâünnehr: Amu Derya (Ceyhûn), Siri Derya (Seyhûn) nehirleri arasında kalan ünlü Türk ülkesi”nin adıdır.
“Mâverâünnehr”in bir parçası, eski “Türkistân diyârı”nın bir bölümü ve “İpek Yolu” güzergâhıdır.
Türkistân, bilindiği gibi Türklerin yurdu mânâsınadır; bu beldeler, binlerce yıldan beri Türklerin yurdudur. Türkistân, orada uzun yıllar muhtelif Türk devletleri kuran Hûnlar, Tabgaçlar, Göktürkler, Uygurlar, Karahânlılar, Gazneliler, Selçuklular ve Hârezmşâhlar’ın hâkimiyetinde kalmıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, ilk çağlardan beri, bu bölgelerde, önceleri Türkler ve Îrânlılar yaşamış; buralarda Asyâ Hûn, Göktürk ve Uygur İmparatorlukları; Sâmânîler; Karahânlı, Gazneli, Büyük Selçuklu ve Hârezmşâhlar Devletleri; Tîmûr İmparatorluğu, Çağatay Hânlığı ve Şeybânîler hâkim olmuşlardır.
Müslümânların, “Mâverâünnehr”e ilk defâ; 667’de “el-Hakem bin Ömer el-Gıfârî” komutasında gelerek üç yıl kaldıkları, daha sonra “Kuteybe bin Müslim”in düzenlediği seferler netîcesinde, küçük bir kısım hâriç, bütün bölgenin Müslümânların hâkimiyetine girdiği ve bölgede İslâmiyyet’in hızla yayıldığı bilinmektedir.
ÖZBEKİSTÂN SEYÂHATİ
Çok güzel ve tadına doyamadığımız “Özbekistan Seyâhati Programı”nda, Kazakistân’a yaptığımız kısa ziyaretten sonra, Özbekistân’ın başşehri Taşkent’e gittik, oradan sonra da, önce İslâm âlemindeki en büyük âlim ve velîlerin bulunduğu Buhârâ şehrine, sonra da Semerkand’a intikâl ettik.
Oralarda, dünyânın her tarafından gelmiş, bol miktarda turist kâfileleri gördük. Komünist Rusya’nın idâresinde iken, uzun yıllar bütün dünyâya kapalı olan Özbekistân’da, istiklâline kavuştuğu 1991’den bu yana, turizm yönünden büyük bir canlanmanın başladığı, Devletin de, turizme çok büyük yatırımlar yaptığı görülmektedir.
Bu vesileyle ifâde edelim ki, daha önceki seyâhatlerimizden birinde, Kaşkaderyâ vilâyetindeki televizyon yetkililerinin, Hâcegî Muhammed Emkenegî (İmkenegî) hazretlerini ziyâretimiz sırasında benimle yaptıkları takrîben yarım saatlik bir röportajda, Ecdâd yâdigârı eserlere sâhip çıktıkları ve tamîr ettikleri için, başta o zamanki Özbekistân Cumhurbaşkanı İslâm Kerîmov’u ve emeği geçen diğer bütün devlet yetkililerini tebrîk ve takdîr etmiş, kendilerine en kalbî şükrânlarımızı ifâde etmiştik. Şimdi, hâlihâzırdaki Cumhurbaşkanı saygıdeğer Şevket Mirziyoyev ve ekibinin, çok daha büyük restorasyon faaliyetlerine giriştiklerini müşâhede ediyoruz. [Sayın Şevket Miramanoviç Mirziyoyev, 1996 ve Eylül 2001 yılları arasında Cizzak Valisi, 12 Aralık 2003 tarihinden beri Özbekistan Başbakanı olarak görev yapmış, 7 Eylül 2016 tarihinden beri de Özbekistan cumhurbaşkanıdır.] Onlara da hassaten teşekkür ve duâ borçlu olduğumuzu belirtmeliyiz.
.24/05/2022
Özbekistân'daki târihî eserler
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu târihî eserler de hürriyetlerine kavuşmuş ve büyük bir restorasyon faâliyeti başlamıştır...
İlk çağlardan beri, bu bölgelerde, önceleri Türkler ve Îrânlılar yaşamış; buralarda Asyâ Hûn, Göktürk ve Uygur İmparatorlukları; Sâmânîler; Karahânlı, Gazneli, Büyük Selçuklu ve Hârezmşâhlar Devletleri; Tîmûr İmparatorluğu, Çağatay Hânlığı ve Şeybânîler hâkim olmuşlardır.
Müslümânların, “Mâverâünnehr”e ilk defâ; 667’de “el-Hakem bin Ömer el-Gıfârî” komutasında gelerek üç yıl kaldıkları, daha sonra “Kuteybe bin Müslim”in düzenlediği seferler netîcesinde, küçük bir kısım hâriç, bütün bölgenin Müslümânların hâkimiyetine girdiği ve bölgede İslâmiyyet’in hızla yayıldığı bilinmektedir.
Buhârâ’da, dün zikrettiğimiz büyük âlim ve velîlerin türbe ve külliyyelerinden başka, Leb-i Havz Câmii, Mîr Arab Medresesi, Kalan Minâresi, Ark Kalesi gibi târihî ziyâret mekânları da mevcuttur.
Semerkant’ta, Şâh-ı Zinde (Kusem bin Abbâs) külliyyesi, Ebu’l-Leys-i Semerkandî Türbesi, Tîmûr Hân Türbesi, Uluğbey Türbesi, Uluğbey Rasadhânesi, Uluğbey Medresesi, Tilla Kârî Câmii ve Medresesi, Şirdâr Medresesi, Bîbî Hanım Mescidi, Registân Meydânı gibi târihî ziyâret mahalleri vardır.
Taşkent’te de Zengi Atâ hazretleri Türbe ve Külliyyesi, Barak Han Medresesi, Kökel Taş Medresesi, Emîr Tîmûr Müzesi, Cuma Mescidi, Alî Şîr Nevâî Müzesi gibi ziyâret yerleri mevcut. Orada Nûreddîn-i Taşkendî hazretleri de var. Hazret-i Osmân Efendimizin okurken üzerinde şehîd edildiği Mushaf-ı Şerîf de buradadır.
Bu beldelerde (yanî Özbekistân, hattâ bütün Türkistân’da) yetişen büyük âlimler, ciltler dolusu eserler yazdılar; pekçok talebe yetiştirdiler; bütün dünyâya ilim-irfânı, İslâmiyetin örnek ahlâkını yaydılar. Fakat gerek vahşi Moğollar, gerekse dînsiz komünistler bu bölgeyi ele geçirince, Türk milletinin, dînî âbidelerle süsleyip, İslâm mîmârîsi ile şarkın birer pırlantası hâline getirdiği Buhârâ, Semerkand, Taşkent ve Kaşgar gibi Mâverâünnehir şehirlerinin kütüphânelerinde mevcut olan milyonlarca kitâbı [Kur’ân-ı kerîm ve hadîs kitapları başta olmak üzere, bütün dînî eserleri], sokaklarda ayaklar altında çiğnediler, yırtıp yaktılar. Kitaplarını teslim etmeyen binlerce Müslümanı ve din âlimlerinin büyük kısmını Sibirya’ya sürdüler ve şehit ettiler.
Komünistler, İslâmî kitâbları yok etmekle iktifâ etmediler, yalnız Buhârâ’da 360 câmi ve mescidi yıktılar. Bir medrese, ateizm (dînsizlik, dîn aleyhtarlığı) müzesi olarak kullanılmak için bırakıldı. Semerkand’daki Uluğ Bey Medresesi de dîn aleyhtârlığı müzesi olarak kullanılmıştır.
Ruslar yalnız İslâm mâbedlerine el atmakla kalmamış, bölgede bulunan kiliseleri de kapatarak basketbol ve voleybol salonu yapmışlardır.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu târihî eserler ve mâbetler de hürriyetlerine kavuşmuş ve büyük bir tâmîr ve restorasyon faâliyeti başlamıştır. Akıl almaz derecede paralara mal olacak şâhâne tâmîrâtlar yapılmaktadır. Emeği geçenlerin hepsini tebrîk ve takdir ediyor, kendilerine en kalbî şükrânlarımızı sunuyoruz.
.23/05/2022
Özbekistân'daki büyük âlim ve velîler...
İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmış ve kendilerine “Silsile-i Aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden 12'si o mübârek topraklardadır...
İlk defa, 1996 yılının Zilhicce ayında ziyâretle şereflendiğimiz, bilâhare 2007’de 2 defa, 2016 ve 2019’da da birer defa ziyâret ettiğimiz Özbekistân’ı, o güzel “Özbekler Yurdu”nu çok şükür, 6. defa, tekrâr ziyâret nasip oldu. 12-17 Mayıs 2022 Perşembe-Salı günleri arasında Özbekistân’a yaptığımız, sanki bir rüyâ gibi olan o güzel seyâhatten, elhamdülillâh selâmetle döndük.
Herkesin, ma’nevî açıdan ve tabîî güzellikler bakımından çok zengin olan o kültür diyârını görmelerini, çok büyük ulemâ ve evliyâ yatağı olan o mübârek memleketleri ziyâret etmelerini, dünyânın en nâdîde ahşâb işlemelerini ve çini örneklerini incelemelerini harâretle tavsiye ederim.
Sevgili Peygamberimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm): “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmemiş olur” buyuruyor. Yapılan iyi işleri takdîr, tebrîk ve teşekkürle karşılamalıdır; kavuşulan nimetlerden dolayı da Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir.
Bu vesîleyle, İhlâs Vakfı’na, İrfân Turizm’e ve saygıdeğer Müdürü Gâlip Bilecen beyefendiye, Özbekistân eski Kültür Bakan Yardımcısı ve Uzin Tur Müdürü Furkat Kasımov bey ve yardımcılarına, ayrıca bizlere rehberlik eden kardeşlerimize, otobüs kaptanlarına ve bu seyâhatte, gerek ziyâret mahallerinde, gerek otellerde, az veya çok bizlere emeği geçen herkese, kâfiledeki her kardeşimize şükrân borçluyuz.
Peygamberimize en çok benzeyen, onu yıkayan ve kabre koyan kişilerden, amcazâdesi Kusem bin Abbâs (radıyallahü anh), Ehl-i Sünnet’in en büyük iki akâid imâmından biri olan İmâm-ı Mâtürîdî hazretleri, Hadîs âlimlerinin en büyüğü olan İmâm-ı Buhârî, dünyânın en büyük cihângîrlerinden Tîmûr Hân, dünyânın en büyük astronomi âlimlerinden Uluğ Bey Semerkant’ta medfûn bulunmaktadırlar.
O mübârek topraklarda (Özbekistân’da), insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onları Hakk’a dâvet eden, dünyâ ve âhirette saâdete kavuşmalarına vesîle olan, İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmış ve kendilerine “Silsile-i Aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden 12 tanesi var.
Bunlardan 9. Abdülhâlık Goncdüvânî, 10. Ârif-i Rîvegerî, 11. Mahmûd-i İncîrfağnevî, 12. Alî Râmitenî, 13. Muhammed Bâbâ Semmâsî, 14. Seyyid Emîr Gilâl, 15. Seyyid Muhammed Behâeddîn Buhârî Şâh-ı Nakşibend [bu 7 zât, Buhârâ ve civârındalar], 16. Alâüddîn-i Attâr [Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin dâmâdı; Tâcikistân sınırına yakın Denöv kasabasında], 17. Ya’kûb-i Çerhî [Tâcikistân’da], 18. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr [Semerkant’ta], 19. Kâdî Muhammed Zâhid [Ya’kûb-i Çerhî hazretlerinin kızdan torunu; Derviş Muhammed hazretlerinin dayısı; Tâcikistân sınırına yakın Denöv kasabasında], 20. Derviş Muhammed [Kâdî Muhammed Zâhid hazretlerinin yeğeni; Kaşkaderyâ Vilâyeti’nin Asfaror köyü’nde] ve 21. Hâcegî Muhammed Emkenegî [Derviş Muhammed hazretlerinin oğlu ve Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin hocası; yine Kaşkaderyâ Vilâyeti’nin Emkene köyünde] hazerâtı (kaddesellahü esrârehümül-aliyye), o diyârdadır.
.17/05/2022
Âlim bir sultan: Uluğ Bey
Uluğ Bey; on beşinci yüzyılda yetişmiş Müslüman-Türk astronomi âlimi ve Semerkant Sultânıdır...
Kıymetli Okuyucularım!
Siz, bugün ve yarınki makâlelerimizi okurken, biz inşâallah Özbekistân’a gitmiş gelmiş olacağız. Zira İrfân Turizm'in 11-16 Mayıs târihleri arasında tertiplediği bir seyâhate, tûr rehberi olarak iştirâk ediyoruz. Seyâhate çıkmadan ifâde edeyim ki, bir günlüğüne Kazakistân’ın Yesi (Türkistân) şehrine uğrayıp Hoca Ahmed Yesevî hazretlerini ve bilâhare hocası Arslan Baba'yı ziyâretle şereflendikten sonra Özbekistân’ın başşehri Taşkent’e geçeceğiz. Ondan sonra da Buhârâ ve Semerkant ziyâretlerimiz olacak inşâallah.
Bendeniz, daha önce 3 defa Kazakistân’a, 5 defa da Özbekistân’a gittim. Hâlen, 4 dönemdir Özbekistân Dostluk ve Kültür Derneği Başkanlığı yapıyorum; 2 dönem de Başkan Yardımcılığı görevinde bulundum. O kıymetli topraklarda, çok büyük âlimler, velîler ve târihî eserler var. Her Müslümân-Türk’ün oraları görmesi lâzım. Ehl-i sünnetin iki büyük akâid imâmından biri olan İmâm-ı Mâtürîdî orada, hadîs âlimlerinin en büyüğü İmâm-ı Buhârî, kütüb-i sitte diye meşhur olan 6 meşhûr ve muteber hadîs kitâbından dördüncüsünün müellifi İmâm-ı Tirmizî, yine büyük hadîs âlimlerinden Hakîm-i Tirmizî orada. Silsile-i aliyye denilen büyük evliyânın onikisi oralarda. O mümbit topraklarda, başka değerli ilim ve fikir adamları da yetişmiştir. İnşâallah seyâhat sonrasında onlardan da bahsederiz...
Bugün ve yarın inşâallah, on beşinci yüzyılda yetişmiş Müslüman-Türk astronomi âlimi ve Semerkant Sultânı olan Uluğ Beyden bir nebze bahsetmek istiyorum. O, dünyâ ilim târihinin, zamânına kadar yetiştirdiği en büyük astronomi âlimi kabûl edilmiştir. Uluğ Beye, Batı dünyâsı ilim adamları, “15. asır astronomu” unvânını vermişlerdir. Ayrıca Milletlerarası Astronomi Derneği tarafından Ay’ın görünen yüzeyinde bir bölgeye Uluğ Bey Krateri adı verilmiştir.
Onun ismi, Muhammed Taragay bin Muînüddîn Şâhrûh Bahâdır Mirzâ olup büyük cihângîr Tîmûr Han'ın torunudur. 22 Mart 1394 târihinde, Güney Âzerbaycân’daki Sultâniyye şehrinde doğmuş, 25 Ekim 1449 Cumartesi günü, eski düşmânlarından Abbâs tarafından öldürülmüş, Semerkant’ta dedesi Tîmûr Hânın yanına defnedilmiştir.
Sarayda iyi bir öğrenim görmüş, 11 (on bir) yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş, Arapçayı mükemmel bir şekilde öğrenmiştir.
Bursalı Kâdızâde-i Rûmî’den ders almış; genç yaşında önemli ve ağır sorumluluklar yüklenmiştir. 1413’te on dokuz yaşında Horasan ve Mâverâünnehr eyâletine Hâkân Nâibi olarak gönderilmiştir. Kendisine başşehir seçtiği Semerkant’ta, idârî serbestliğe sâhip, müstakil bir hükümdâr gibi hareket etmiştir.
Bu görevindeyken devâmlı Herât’a giderek babasını ziyâret etmiş, ona, yaptığı ve yapmayı düşündüğü devlet işleriyle ilgili bilgi vermiş, müşâverede bulunmuştur.
Bu arada eline geçirdiği imkânlardan istifâdeyle astronomi ve matematik gibi fen bilimleri üzerinde çalışmıştır. Dünyâ ilim târihinin, zamânına kadar yetiştirdiği en büyük astronomi âlimi olarak şöhret yapmıştır...
Büyük astronom Uluğ Bey
Semerkant’ta kurdurulan rasathânedeki astronomi çalışmaları, astronominin bugünkü ileri seviyesine gelmesinde şeref payına sâhiptir.
Dün kendisinden bir nebze bahsettiğimiz Uluğ Bey'i dünyâya tanıtan, astronomi alanında yaptırdığı eserler olmuştur. Onun en meşhûr eseri, Semerkant’ta yaptırdığı büyük rasathânedir.
Günümüzden yaklaşık altı asır önce yapılan bu rasathânedeki çalışmalar, çağımızın astronomi çalışmalarına hâlâ ışık tutmaktadır. O gün yapılan hesaplar, günümüzün astronomik hesaplarına tıpatıp uymaktadır. 1420 senesinde tamamlanan rasathânenin ilk müdürü Gıyâseddîn Cemşid’dir. Daha sonra Kâdızâde Rûmî, sonra da Ali Kuşçu bu vazîfeye getirilmiştir. Rasathâne’nin yer üstündeki kısmı üç katlı idi. Yıldızların yüksekliklerini bulmak için kullanılan rub’-ı dâire Ayasofya Câmii'nin kubbesi kadardı.
İlme merâkı kadar devlet ve hükûmet işlerine de ilgi duyan Uluğ Bey, Semerkant’ta 38 sene hükümdârlık yapmıştır.
Devrinin meşhûr ilim adamlarını sarayında toplamış ve ortaya attığı meseleleri tartışmalara açmış, âlimleri korumuştur. Sarayı; matematik ve astronomi âlimlerinin olduğu kadar, sanatkâr, şâir ve ediplerin de toplantı yeri olmuştur. Fen alanında araştırmalar yapmak üzere Çin’e heyetler göndermiştir. Zamânında, başta Semerkant ve Buhârâ olmak üzere, bütün ülke, Türk mîmârisinin en seçkin eserleriyle donatılmıştır.
Hayâtını Türk-İslâm dünyâsı kültür ve medeniyetinin gelişmesi ve yükselmesine vakfeden Uluğ Bey, yalnız Türk-İslâm ilim târihinde değil, dünyâ târihinde de önemli yeri olan bir fen âlimiydi. Hocası Bursalı Kâdızâde Rûmî ve devrinin ünlü astronomi âlimi Gıyâseddîn Cemşid’in matematik ve bunun uygulama alanı olan astronomi ilminin tedkiki, geliştirilmesi ve bu ilme hizmet vermesi husûsunda kendisine çok tesirleri oldu. Daha sonraları Ali Kuşçu da bu ilmî çalışmalara katıldı.
Uluğ Bey tarafından Semerkant’ta kurdurulan rasathânedeki astronomi çalışmaları, astronominin bugünkü ileri seviyesine gelmesinde şeref payına sâhiptir. Astronomiyle ilgili çalışmalarının temelini, matematikteki trigonometrik esaslar teşkil etmektedir.
Uluğ Bey, İlhanlılar zamânında yapılan rasadları yeniden inceledi. Kontrolden geçirdi ve yeni rasadlar yaptı. On iki sene süren bu çalışmasının netîcesini ancak 1437 senesinde alabildi ve kendi adıyla anılan büyük eseri Uluğ Bey Zîci’ni ortaya koydu. Önceki zîclerin eksiklerini tamamlayan bu eser, devrin ilmî esâslara dayanan tek cedveli olup, eski zîclerin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketlerini daha mükemmel gösteriyordu. Eser, bilim târihinde, Batlamyus ve Nasîrüddîn Tûsî’nin hazırladığı zîclerden sonra üçüncü büyük zîc olarak tanınmaktadır. Eserde genellikle gökyüzünün güneyinde kalan kırk sekiz takımyıldızı konu edilmiş ve bu takımyıldızlar içerisinde bulunan 1018 yıldızın koordinatlarını en doğru biçimde tespit etmiştir.
Kitap dört bölümden meydana gelmiştir. Eser 1665 senesinde İngilizceye tercüme edilerek Oxford’da basılmıştır. Fransızca tercümesi de 1853’te Farsça metniyle birlikte basılmıştır. Esere Ali Kuşçu ve torunu Mîrim Çelebi tarafından şerhler yapılmıştır.
. 09/05/2022
Şevvâl ayında tutulan oruçlar...
Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: “Ramazân orucunu tutup, sonra Şevvâl ayında da altı gün oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi olur.”
Aslında, bedenî ibâdetlerden olan orucu, [oruç tutulması harâm, yasak veya mekrûh olan zamanlar hâricinde] her zaman tutmak çok sevaptır; fakat Şevvâl ayında tutulan orucun sevâbı daha çoktur. Ramazân-ı şerîften sonra, Şevvâl ayında tutulan oruçlar sâyesinde, insan günâh kirlerinden temizlenir. Bu oruçlar, Ramazân orucunun eksikliklerini de tamâmlar. Bir hadîs-i şerîfte, “Oruç, cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır” [Buhârî] buyuruldu. Oruç kazası olmayan nâfile oruç tutmalıdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Bir gün nâfile oruç tutana, yeryüzü dolusu altın verilse, o orucun sevâbını karşılamaz.” [İbnü’n-Neccâr]
“Gizleyerek, bir gün nâfile oruç tutana, Allahü teâlâ, Cennetini ihsân eder.” [Hatîb Bağdâdî]
Sevgili Peygamberimiz buyurmuşlardır ki:
“Her [hicrî-kamerî] ayda, üç gün oruç tutmak, bütün yılı oruçlu geçirmek gibi sevaptır.” [Buhârî]
“Her ay 3 gün oruç tutan, yılın tamâmında oruç tutmuş gibi olur.” [Müslim]
Ramazân ayında oruç tuttuktan sonra, Şevvâl ayında da 6 gün oruç tutanlar, senenin tamâmını oruç tutmuş gibi olurlar. Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
“Ramazân orucunu tutup, sonra Şevvâl ayında da altı gün oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi olur.” [İbn-i Mâce]
“Ramazândan sonra, Şevvâl ayında da 6 gün oruç tutan, anasından doğduğu günkü gibi günâhsız olur.” [Taberânî]
“Ramazân ayı orucu on aya, Ramazândan sonra tutulan 6 gün oruç da iki aya mukâbil olur ki, böylece bir yıl oruç tutma sevâbına kavuşulur.” [İbn-i Huzeyme]
Kur'ân-ı kerîmde, “Bir hasene (iyilik) işleyene, (en az) 10 sevap verilir” buyurulmaktadır. Bunun için, Ramazân-ı şerîfte tutulan 30 gün oruca karşılık 300, Şevvâl ayında tutulan 6 gün oruca karşılık da, 60 gün sevap yazılacağından, toplam 360 gün oruç tutulmuş gibi olur.
Şevvâl ayında olsun, diğer mübârek gün ve aylarda olsun, tutulan oruçlar hep nâfiledir. Yani farz oruç gibi değildir. Sevâbı ne kadar çok olursa olsun, nâfile oruçların hiçbiri, farz ile kıyâslanamaz.
Bazı âlimler, Şevvâldeki 6 gün orucun, bayramdan sonra, vakit geçirmeden, hemen tutulmasının iyi olacağını bildirmişlerdir. Ama bu oruçları aralıklı olarak tutmak da câizdir. Şevvâl ayında tutulacak olan nâfile veya kazâ oruçlarını, Pazartesi ve Perşembe günlerinde tutmak çok iyi olur. Çünkü bu günlerde oruç tutmak sünnettir.
Oruç kazâsı olmayanların, nâfile oruç tutmaları çok sevaptır. Ama kazâları varsa, tabîî ki önce onları bitirmelidirler. Şunu unutmamalıdır ki, farz olan bir ibâdet, bir özürden dolayı vaktinde yapılamamış ise, bunu daha sonra, hemen ilk fırsatta kazâ etmelidir; edâsı farz olan ibâdetlerin kazâsı da farzdır. [Namaz, oruç ve zekât gibi farzlar, zamanlarında edâ edilememiş iseler, ilk fırsatta kazâ edilmelidirler.]
Ali el-Havvâs hazretleri buyurmuştur ki:
"Şevvâl ayında tutulan bu altı günlük oruca da, Ramazân-ı şerîfteki saygıyı göstermelidir. Çünkü Şevvâl ayında tutulan oruçlar, Ramazân ayındaki oruçların eksikliklerini ta’mîr durumundadır."
.03/05/2022
Rabbimizin büyük ihsânı...
Bayram sabâhı melekler derler ki: “Ey ümmet-i Muhammed, kalkınız! Rabbiniz büyük ihsânlarda bulunuyor, çok günâhlar affediyor.”
Sevgili Peygamberimiz "Ramazân bayramı, Kurbân bayramı ve teşrîk günleri, biz Ehl-i İslâmın bayramlarıdır; bugünler yeme ve içme günleridir" ve "Ramazân Bayramında namâz ve sadaka-i fıtır, Kurbân Bayramında ise, namâz ve kurbân vardır" buyurmuşlardır. Ramazân Bayramında fakîrlere sadaka-ı fıtır verilmesi; Kurbân Bayramında ise, akrabâya ve komşulara kurbân etinden dağıtılması ne kadar hikmetli işlerdir.
Peygamber Efendimiz; “Ramazân ayının son günü Allahü teâlâ, oruç tutanları affeder” buyurunca, Eshâb-ı kirâm, “Yâ Resûlallah, o gün Kadir Gecesi mi?” diye suâl ettiler. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Bilmez misiniz ki, iş yapana, işi bitirince ücreti verilir.”
Bayram günü sabâh namazı vakti olduğu zaman, Allahü teâlâ meleklere emreder. Onlar yeryüzüne inerler. Sokak başlarını tutarlar. İnsanlar ve cinnîlerden başka bütün mahlûkâtın duyacağı bir sesle nidâ ederler. Derler ki:
“Ey ümmet-i Muhammed, kalkınız! Rabbiniz büyük ihsânlarda bulunuyor, çok günâhlar affediyor.”
Mü'minler, bayram namazını kılmak üzere câmi ve mescidlere toplandıkları zaman, Allahü teâlâ meleklere hitâp eder:
“İşçi çalışınca karşılığı nedir?”
Melekler derler ki:
“Ücretinin ödenmesidir.”
Şânı yüce olan Allah buyurur ki:
“-Sizi şâhit tutuyorum ki, Ben, onlara sevâb olarak rızâmı ve mağfiretimi verdim.”
Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki:
“Bayram sabâhı Müslümanlar, namaz için câmilerde toplanınca, Allahü teâlâ, meleklere; “İşini yapıp ikmâl edenin karşılığı nedir?” diye sorar.
Melekler de; “Ücretini vermektir” derler.
Allahü teâlâ da; “Siz şâhit olun ki, Ramazân’daki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızâmı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet ve celâlim hakkı için istediklerinizi veririm” buyurur.”
Sevgili Peygamberimiz yine buyuruyor ki:
“Ramazan Bayramı günü melekler yolların kenarında durarak bayram namazına gidenlere şu müjdeyi verirler:
Ey mü'minler topluluğu! Size mükâfâtlar, hayırlar ve bol bol ni'metler verecek olan kerem ve ihsân sahibi Rabbinizden isteyiniz. Zîrâ O, size geceleri ihyâ etmenizi emretti, siz yaptınız. O, size gündüz oruç tutmanızı emretti, siz de tuttunuz. O, size Rabbinize itâat etmenizi emretti, siz de itâat ettiniz. Öyle ise bahşîşinizi, mükâfâtınızı alınız. Namazdan sonra bir melek de şöyle nidâ eder: Ey mü'minler! Biliniz ki, bugün şüphesiz mükâfât günüdür, günâhlardan kurtuluş günüdür ve ayıplardan temizlenme günüdür.”
Bu mükâfâtları bilen bir Müslümân nasıl sevinmez ve bayram etmez ki? Ramazân ayında tuttuğumuz oruçlar sebebiyle günâhlarımız affolduğu için, büyük sevâp ve ni’mete kavuştuğumuz için bayram yaparız. Bayram günleri sevinmek, neş’elenmek gerekir. Böylece, Müslümânların bir arada sevinme ve kaynaşma günleri olan bayramlarla, İslâm toplumunun kültür mîrâsı olan güzel örf, âdet ve geleneklerimiz nesilden nesile aktarılmış olur.
.2/05/2022
İhsan edilen iki bayram...
Bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günlerdir.
Mübârek Ramazân ayı çabucak gelip-geçiverdi. Bu ayı ta’kîb eden Şevvâl ayının birinci günü [yanî takvimlere göre bugün] “Ramazân Bayramı”nın birinci günüdür.
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvere’ye hicret edince, Medînelilerin câhiliye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını gördü; onlara, “Allahü teâlâ, size onlardan (daha) hayırlı iki bayram (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti” buyurdu.
Bilindiği gibi, Arabî ayların onuncusu olan “Şevvâl-i şerîf ayı”nın birinci günü “Ramazân Bayramı” başlar ve üç gün devâm eder. Yine Arabî ayların onikincisi ve sonuncusu olan “Zil-hicce ayı”nın onuncu günü de “Kurbân Bayramı” başlar, bu da dört gün devâm eder.
Bazı zamanlar benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârektir. İşte dînî bayramlarımız, bu mübârek günlerimizdendir. İslâmiyette bayram günleri, Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanından beri, husûsî bir şekilde kutlanagelmiştir. Bütün İslâm devletlerinde de bugüne kadar kutlanarak gelmiştir.
İslâmiyetten sonra, bayram ma'nâsına gelen "îd" ta’bîri kullanılmıştır. Her yıl Müslümanların sevinçli, neş’eli günleri tekrâr geldiği için böyle günlere “ıyd=îd”, ya'nî "Bayram" denilmiştir.
Bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günlerdir.
Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neş’elenmelerinin sebebini sorduğunda onlar, "Bugün bayramımızdır" dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ali de; "Günâh işlemediğimiz günler de, bizim bayramımızdır" buyurdu.
Yine Müslümân, rûhunu teslîm edeceği zaman rahmet meleklerini, Cennetteki ni'metleri görüp onları görmenin zevkiyle gülerek can verince, bu vaktin de Müslümânın bayramı olduğu bildirilmiştir.
Ayrıca İslâm büyükleri, bir Müslümânın, Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, harâm lokma yemeden geçirdiği günleri de bayram kabûl etmişlerdir...
***
Ma’lûm olduğu üzere, bayramların cemiyet hayâtımızda çok özel yerleri vardır. Müslümânlar bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Bayram öncesi, yiyecek, giyecek ve temizlik gibi hâzırlıklar yapılır. Bayram günlerinde herkes, temiz giyinir. Çocuklara yeni elbiseler alınır. Fakîr, öksüz ve yetîmler sevindirilir.
Çocuklar, gençler, olgunlar ve yaşlılar grup grup câmilere doluşurlar, büyük bir huşû içerisinde namazlarını edâ ederler.
Bayram namazından sonra, kabirler ziyâret edilir; geçmişlerin, akrabâ ve dîn büyüklerinin rûhları için Kur’ân-ı kerîm okunur, duâ edilir, sadakalar verilir.
Bayram namazından sonra bütün Müslümânlar birbirlerinin bayramlarını tebrîk ederler, daha sonra âile büyükleri, eş-dost, akrabâ ve komşuları ziyâret ederek, büyüklerin ellerini öpüp duâlarını alırlar. Bayramlar sevgi ve saygının artmasına vesîle olur.
.26/04/2022
Kadir gecesinin fazîleti
Cuma, bayram ve kandil geceleri ve günleri, Müslümânların mübârek gece ve günleridir. Bu mübârek gece ve günlere kıymet veren Allahü teâlâdır.
Kadir gecesi, çok kıymetli, şerefli, mübârek bir gecedir... Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki:
“Kim, inanarak ve sevâb umarak Kadir gecesini ibâdetle geçirirse, geçmiş ve gelecek günâhları affolur.” (Buhârî, Müslim)
Eshâb-ı kirâm, Kadir gecesinin bin aydan daha hayırlı, kıymetli, fazîletli olduğu Kur'ân-ı kerîmde bildirilince, o kadar sevinmişlerdir ki, başka bir şeye bu kadar sevinmemişlerdir.
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş; bu gece, gün ve aylardaki duâ, tevbe, namaz ve oruç gibi ibâdetleri kabûl edeceğini yanî bol sevâb vereceğini bildirmiştir.
Dünkü makâlemizde de bahsettiğimiz gibi, İslâm dîninin husûsî kıymet verdiği “on gece” vardır ki, bunlar, hicrî-kamerî sene içerisindeki sıralarına göre, “1 Muharrem (Hicrî yılbaşı gecesi), 10 Muharrem (Aşûre gecesi), Mevlid, Regâib, Mi'râc, Berât, Kadir, Ramazân Bayramı, Arefe ve Kurban Bayramı geceleri”dir.
Kur'ân-ı kerîmin, Resûlullah Efendimize gelmeye başladığı ve Ramazân ayı içinde olan “Kadir gecesi”nin fazîleti (üstünlüğü), bin aydan daha fazîletli [hayırlı, kıymetli] olduğu, bizzât Allahü teâlâ tarafından Kur'ân-ı kerîmde “Kadir sûresi”nde açıkça bildirilmiştir.
Bu gece, Kur'ân-ı Kerîm’de medhedilen en kıymetli gecedir. Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Allahü teâlâ indinde en kıymetli gece, Kadir gecesidir.”
Nasıl ki, altın madeni bakır, demir, kömür gibi madenlerden çok üstün ise, yine yâkût taşı diğer normal taşlardan çok kıymetli ise, bu gece de diğer normal gecelerden çok üstündür. Kadir gecesi, bu ay (Ramazân ayı) içindedir [Bakara, 185; Kadir, 1].
Bilindiği üzere, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârektir.
Aslında Cenâb-ı Hak, kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır. O hâlde böyle gece, gün ve ayları birer ganîmet bilelim.
Bazı hadîs-i şerîflerde, bu gecenin, Ramazân ayının son on gecesinde yani 20.-30. geceleri arasında aranması bildirilmiştir. Nitekim Eshâb-ı kirâm, Peygamber Efendimize, Kadir gecesinin ne zaman olduğunu sorunca "Kadir gecesini, Ramazân ayının son on gününde arayınız" buyurmuşlardır.
Bir başka zaman sorulduğunda ise, Kadir gecesini Ramazân ayının 27’sinde aramalarını emir ve tavsiye buyurmuşlardır.
Hülâsa olarak söylemek gerekirse, Cuma, bayram ve kandil geceleri ve günleri, Müslümânların mübârek gece ve günleridir. Bu mübârek gece ve günlere kıymet veren Allahü teâlâdır.
.25/04/2022
Kadir Gecesi hakkında...
“Kadir” kelimesi sözlüklerde “miktâr, kıymet, değer, derece, takdîr-i İlâhî, i’tibâr, prestij…” gibi manâlarda kullanılmaktadır; kadr u kıymet şeklinde de zikrolunur.
Takvimlerde 27 Nisan 2022 Çarşamba günü, mübârek Ramazân ayının 26. Günüdür [26 Ramazân 1443]; o gecenin de “Kadir Gecesi” olduğu yazılıdır.
“Kadir” kelimesi sözlüklerde “miktâr, kıymet, değer, derece, takdîr-i İlâhî, i’tibâr, prestij…” gibi manâlarda kullanılmaktadır; kadr u kıymet şeklinde de zikrolunur. Yine “Kadir”, “şeref” demektir.
Hemen makâlemizin başında ifâde edelim ki, “Kadir gecesi”, Muhammed aleyhisselâma ve ümmetine mahsûs bir gecedir. Başka Peygamberlere ve ümmetlerine böyle bir gece verilmemiştir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allah, Kadir gecesini ümmetime hediye etmiş, ondan önce kimselere vermemiştir.” [Deylemî]
Kadir gecesinin kıymetli olmasının sebebi şudur: Allahü teâlânın mukaddes kelâmı Kur'ân-ı kerîm, Resûlullah Efendimize Kadir gecesinde gelmeye başlamıştır.
Kur'ân-ı kerîmin, Resûlullah Efendimize, Mekke-i mükerreme’de, Nûr Dağı’nda, Hırâ Mağarası’nda vahyedilmeye başladığı Kadir gecesinin, “bin aydan daha hayırlı, fazîletli, kıymetli olduğu”, bizzât Allahü teâlâ tarafından Kur'ân-ı kerîmde Kadir sûre-i celîlesinde beyân buyurulmuştur.
Kadir gecesi, Kur'ân-ı Kerîm’de medhedilen en kıymetli gecedir.
Bilindiği üzere, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârektir.
İçerisinde, İslâm dîninde kıymet verilen on geceden olan "Regâib" ve "Mi'râc" kandillerinin bulunduğu Recep ayı ve "Berât" kandilinin bulunduğu Şa'bân ayı çabucak gelmiş-geçmiş bulunuyor; şimdi ise “ayların sultânı” diye anılan Ramazân ayı da bitmek üzeredir.
Mübârek on geceden biri olan “Kadir” gecesi, mübârek Ramazân ayındadır. Her Müslüman, onbir ayın sultânı olan Ramazân ayını ve bin aydan daha hayırlı, kıymetli olan Kadir gecesini bir ganîmet bilmeli, bu fırsatları iyi değerlendirmelidir.
Üç ayların 3.sü, kamerî ayların ise 9.su olan Ramazân ayı, bütünü i’tibâriyle çok kıymetli ve şereflidir. Ramazân ayında yapılan bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâp, başka aylarda yapılan farz ibâdetlere verilen sevâp gibidir. Bu ayda yapılan bir farza ise, başka aylarda yapılan 70 farza verilen sevâb kadar sevâb verilir. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene boyunca da bu işleri yapmak nasîp olur.
“Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli” demek olan “mübârek” sıfatıyle sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği on geceden biri Kadir gecesidir.
Mübârek geceler, Hicrî-kamerî sene içerisindeki sırasına göre, 1 Muharrem, 10 Muharrem (Aşûre gecesi), Mevlid, Regâib, Mi'râc, Berât, Kadir, Ramazân Bayramı, Arefe ve Kurbân Bayramı geceleridir.
Yukarıda bildirilen on geceden başka, Ramazân Bayramının ve Kurbân Bayramının diğer geceleri, Zil-hicce ayının ilk on gecesinden kalan 8 gece, Muharrem’in ilk on gecesinden kalan 8 gece ve her Cum’a ve Pazartesi gecesi de mübârektir.
.18/04/2022
İsrâf hakkında dînimizin hükmü -1-
İsrâf, bir aşırılıktır; yani isrâf, gereksiz ve ölçüsüz harcamaktır. Hayât isrâfı, sağlık isrâfı, ilim isrâfı, zaman isrâfı gibi nice isrâflar vardır...
Türkiye gazetesinde, Ramazân-ı şerîf ayının başlarında [03.04.2022], “İsrâf” konusunda, biri Kaan Zenginli’ye, diğeri de Osman Sağırlı’ya âit 2 haber yayınlandı. 1.'nin başlığı: “Kıtlık ve Pahalılıkta Bu Nasıl İsrâf”, 2.'nin başlığı ise, “Gıda İsrâfında 20 Gerçek” idi. Her 2 haberde de, çok dikkat çekici husûslar vardı. Tabîî ki, biz onların hepsini burada nakledebilecek durumda değiliz; sâdece kısa birkaç cümle nakledeceğiz:
Kaan Zenginli’nin haberinde deniliyor ki: “Türkiye İsrafı Önleme Vakfı”, “Gıda ve Tarım Örgütü” (FAO) ve “Birleşmiş Milletler” Raporlarına göre;
“…Ülkemizde yılda 27 milyon ton gıda ve 7 milyon ekmek çöpe gidiyor. Bunun rakamsal değeri 225 milyar TL olarak hesaplanıyor.”
“…Dünyada her yıl 1,3 milyar ton gıda isrâf ediliyor. Kısacası yiyeceklerin yüzde 40’ı yenmeden çöpe gidiyor. Türkiye ise, kişi başı yıllık gıda isrâfında maalesef ilk sıralarda yer alıyor. Ülkemizde gıda isrâfı her yıl artışını sürdürüyor.”
“…Gıda kayıp ve isrâflarının yüzde 56’sı gelişmiş ülkelerde, yüzde 44’ü gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkıyor. Bu gıdanın dörtte biri kurtarılabilse, dünyadaki 821 milyon aç insan doyurulabilir. Gerçekleştirilen bir araştırmaya göre; isrâf bugünkü gibi artmaya devâm ederse, 2030 yılında 2,1 milyar tona ve 1,5 trilyon dolar seviyesine ulaşacak.”
Osman Sağırlı’nın haberinden de bir-iki nakil yapalım:
“Dünyada üretilen gıdanın üçte biri (yaklaşık 1,3 milyar ton), her yıl kaybolmakta veya isrâf edilmektedir. Yalnızca üretici fiyatlarına dayalı olarak küresel gıda isrâfının ekonomik mâliyeti, yaklaşık 750 milyar dolar. İsrâf edilen gıdanın yıllık değeri 1 trilyon dolar.”
“Bütün dünyadaki yaklaşık bir milyar aç insan; ABD ve Avrupa’da isrâf edilen gıdanın dörtte biri ile beslenebilir.”
Bu münâsebetle, biz de bugün ve yarın, “İsrâf Hakkında Dînimizin Hükmü” konusunu kısaca ele almak istiyoruz.
Kelimelerin bir lüğavî [sözlük] ma’nâları var, bir de ıstılâhî [yani terim, deyim, dînî bir ta’bîr olarak] anlamları vardır.
Türkçemizde, “savurganlık, tutumlu olmamak, tutumsuzluk” kelimeleriyle ifâde edebileceğimiz "isrâf", Arapça’da "serf" kökünden türeyen bir kelimedir. Para, emek, zaman… gibi kaynakları lüzûmsuz/gereksiz yere harcamaktır. İsrâf, bir aşırılıktır; yani isrâf, gereksiz ve ölçüsüz harcamaktır. Hayât isrâfı, sağlık isrâfı, îmân nimetinin isrâfı [kıymetinin bilinememesi], ilim isrâfı, zaman isrâfı gibi nice isrâflar vardır.
Dînen, aklen ve âdeten yeterli sayılacak bir miktarın ötesindeki harcama isrâf sayılmıştır. Bunun yanında, bir ihtiyâcı gidermeye yönelik olmayan, lüks ve gösteriş uğruna harcanan her kuruş dînimize göre isrâftır. Ama iyi kazanan, maddî durumu elveren, buna uygun bir harcamada bulunabilir. Daha iyi yiyebilir, daha iyi giyebilir, daha iyi bir muhitte [çevrede] ve evde oturabilir. Çünkü Allahü teâlâ, verdiği nimetlerin eserlerinin/izlerinin kulları üzerinde görülmesini ister ve bundan da râzı ve memnûn olur.
.19/04/2022
İsrâf hakkında dînimizin hükmü -2-
Mâlı, Allahü teâlânın râzı olmadığı yerlere vermek, harcamak, isrâftır, kötü bir huydur ve harâmdır. İsrâfta hayır, iyilik olmaz...
Dînimizde, maddî ve ma’nevî ni’metlerden faydalanırken orta yol emredilmiştir.
Kur'ân-ı kerîmde: “Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyiniz! Eğer sâdece Allâh'a kulluk ediyorsanız, O'na şükrediniz!” (Bakara, 172)
"Yiyiniz, içiniz, fakat isrâf etmeyiniz. Çünkü O [Allah] isrâf edenleri [saçıp savuranları] sevmez" (A’râf, 31) “Onlar harcadıkları zaman ne savurganlığa saparlar, ne de cimrilik ederler. Harcamaları, bu ikisinin arasında dengeli olur” (Furkân, 67) buyurulmuştur. Ayrıca, En'âm, 141; İsrâ, 26-27; 29-30 âyetlerine de bakılabilir.
Özet olarak malı, İslâmiyyetin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlerde harcamaya, dağıtmaya “isrâf” denir. Mürüvvet, faydalı olmak, iyilik yapmak arzûsudur. İslâmiyyete uymayan isrâf, harâmdır. Mürüvvete uymayan isrâf ise, tenzîhen mekrûhtur.
Mâl, büyük bir ni’mettir. Mâlı isrâf, Allahü teâlânın ni’metini hakîr görmek, ni’mete kıymet vermemek, ni’meti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı ni’met etmek, ya’nî şükretmemek olur. Zîrâ mâlı, Allahü teâlânın râzı olmadığı yerlere vermek, harcamak, isrâftır, kötü bir huydur ve harâmdır. İsrâfta hayır, iyilik olmaz. İslâmiyyetin emrettiği yerlere vermek ise, hayırlıdır ve isrâf olmaz.
Ülke genelinde maalesef ekmek, su, gıda, ilaç, kâğıt ve enerji gibi birçok tüketim maddesi, dikkatli kullanılmadığı için isrâf ediliyor.
Başta yeme ve içme, giyim ve kuşam, süslenme, ev ve eşyâ, araba gibi maddî ihtiyaçlar olmak üzere, her türlü rızıktan istifâdede isrâf olabilir. Demek ki isrâf, herhangi bir ihtiyâcımızı gidermek için yapılan masraf ve harcamada ölçüyü kaçırmak, aşırı gitmektir. İsrâfta bulunan kimseye "müsrif" denir.
İslâmiyyetin izin verdiği, emrettiği yerlere vermek ve mubâh olan şeyleri almak için verilen mal, para, isrâf olmaz. İmâm Mücâhid (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki:
"Bir kimse, Allahü teâlânın emrettiği yerlere dağ kadar altın harcasa, isrâf olmaz. Ama bir dirhem [yaklaşık beş gram] gümüşü veyâ bir avuç buğdayı, harâm olan yere vermek isrâf olur."
Doyduktan sonra fazla yemek de isrâftır. Yalnız, misâfir utanmasın diye, ev sâhibinin fazla yemesi ve orucu râhat tutmak için sahûrda fazla yemek isrâf değildir.
Peygamber Efendimizden önce yaşamış olan ve “esha’l-Arab=Arapların en cömerdi” sıfatıyla anılan Hâtim-i Tâî, cömertliği ile meşhûr olmuştu. Çok mal ve para verdiği için buna: “Malı isrâf etmekte hayır yoktur” dediklerinde; “Hayra verilen mal isrâf olmaz” cevâbını vermiştir.
Malı, Allahü teâlânın râzı olmadığı yerlere harcamak, o malı, boşa atmak demektir. Hâlbuki Peygamber efendimiz; “Malı boş yere saçmayınız!” buyurmuştur.
Resûlullah Efendimiz, bir gün Sa'd bin Ebî Vakkâs hazretlerini abdest alırken gördü ve “Yâ Sa'd! Suyu niçin isrâf ediyorsun?” buyurdu. O, “Abdest alırken de isrâf olur mu?” deyince;
“Büyük nehirde de olsa, abdestte fazla su kullanmak isrâf olur”/“Evet, hattâ akmakta olan bir nehirde abdest alsan bile” şeklinde cevap verdi. [Ebû Dâvûd, Cihâd, 21, (III, 27)]
Dört önemli tavsiye!
Bu ayı, âhıreti kazanmak için bir fırsat bilip, bu ayda elden geldiği kadar ibâdet etmeli, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır.
Peygamber Efendimiz, Şâban ayının son günü îrâd buyurduğu bir hutbesinde: “Bu ayda, bir oruçluya iftâr vermenin büyük sevâbı”nı anlatınca, Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! Her birimiz, bir oruçluyu doyuracak kadar zengin değiliz. Biz, bu büyük sevâptan mahrûm mu kalacağız?” diye suâl etmişlerdir.
O, Eshâbına şöyle cevap vermiştir:
“Bir hurma ile iftâr verene de, yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikrâm edene de bu sevap verilecektir. Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası afv ve mağfiret ve sonu Cehennemden âzâd olmaktır. Bu ayda, emri altında olanların [yâni işçilerin, me'mûrların, askerlerin ve talebenin] vazîfesini hafîfletenleri [meselâ patronları, âmirleri, kumandanları ve müdürleri] Allahü teâlâ affedip, Cehennem ateşinden kurtarır.”
Peygamber Efendimiz, hutbesine devâmla şöyle buyurmuştur:
“Bu ayda, şu dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini, Allahü teâlâ çok sever. Bunlar, Kelîme-i şehâdet söylemek ve istiğfâr etmektir. Diğer ikisini de, zâten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da, Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden O'na sığınmaktır. Bu ayda, bir oruçluya su veren bir kimse, kıyâmet günü susuz kalmayacaktır.”
Oruç tutmak, biz ümmet-i Muhammed’e, Peygamber Efendimizin hicretinden 18 ay sonra, Şabân ayının 10. günü, Bedir gazâsından da bir ay önce farz oldu.
Bakara sûresinin 183. âyet-i kerimesinde: “Ey îmân edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı; umulur ki takvâ ehli olursunuz” buyurulmuştur.
İslâmın 5 şartından dördüncüsü, mübârek Ramazân ayında; akıllı, bülûğa ermiş, erkek ve kadın her Müslümânın her gün oruç tutmasıdır.
Bu ayı, âhıreti kazanmak için bir fırsat bilip, bu ayda elden geldiği kadar ibâdet etmeli, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır.
Tabîî ki, her şeyden önce, i'tikâdı düzeltmelidir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri i'tikâdı öğrenmek ve buna göre inanmak lâzımdır. İ'tikâd düzgün olmazsa, tutulan oruçların, yapılan diğer ibâdetlerin bir fâidesi olmaz. Çünkü, i'tikâdı bozuk olanların, muhakkak Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Bunun için, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları “İlmihâl” kitaplarını alıp okumalı, doğru îmânı, harâm ve helâl olan şeyleri öğrenmeli, bütün ibâdetleri bunlara göre yapmaya çalışmalı, harâmlardan da sakınmalıdır. Kıymetli zamanlarda bu bilgileri okumak, öğrenmek, nâfile namazdan ve diğer bütün nâfile ibâdetlerden çok daha kıymetlidir.
Husûsen bu ayda, Allahü teâlânın gazabına sebep olabilecek bütün kötülüklerden, harâmlardan sakınmak, îmân, ibâdet bilgilerini, harâmları öğrenmek, kul haklarından sakınmak, varsa helâlleşmek, günâhlardan tevbe etmek lâzımdır.
Allahü teâlâ, şartlarına uygun yapılan tevbeleri kabûl edeceğini va'detmiştir. Böyle mübârek ayları, gün ve geceleri fırsat bilip, çok çok tevbe-istiğfâr etmeli, affedilmek için, Cenâb-ı Hakk’a yalvarmalıdır.
.11/04/2022
Ramazân-ı şerifin fazileti...
Bu ay, fakîr-fukarâ, garip-gurebânın karınlarının doyduğu, muhtaçların yüzlerinin güldüğü bir aydır.
Dört gözle beklediğimiz, ayların sultânı olarak bilinen “Ramazân ayı” geldi ve ilk üçte biri de geçti. Bugün Ramazân ayının 10’u; ayın bitmesine 20 gün kaldı.
Bu ayda oruç tutan ve tevbe edenlerin günâhları yanar, yok olur. Nitekim, Sahîh-i Buhârî’deki bir hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki: “Bir kimse, Ramazân ayında oruç tutmayı farz (yanî vazîfe) bilir ve orucun sevâbını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları affolur.” Demek ki orucun müjdelenen faydalarına kavuşabilmek için, bu ibâdetin Allah’ın emri olduğuna inanmak ve sevâp beklemek lâzımdır.
Bilindiği üzere, Ramazân ayı, Kur’ân-ı kerîmin inmeye başladığı aydır. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde: “O Ramazân ayı ki, onda Kur’ân indirilmiştir…” (Bakara, 184) buyurulmuştur.
Yine bu ay, İslâmın beş şartından biri olan oruç ibâdetinin yapıldığı aydır.
Ramazân ayı, günâhların affolunduğu, tevbelerin kabûl olunduğu, sevâbların ve günâhların katlandığı bir aydır.
Bu ay, bereket ayıdır. Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmak gibidir... Bu ayda, bir farz yapmak ise, başka aylarda yetmiş farz yapmak gibidir.
İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî’nin de buyurduğu gibi: "Ramazan-ı şerîf ayında nâfile olarak kılınan namaz, yapılan zikir, verilen sadaka ve diğer bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan farzlara verilen sevâp gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir...” Bu husûs, hadîs-i şerifte bildiriliyor; ne büyük bir ihsân-ı İlâhîdir.
Bu ay, fakîr-fukarâ, garip-gurebânın karınlarının doyduğu, muhtaçların yüzlerinin güldüğü bir aydır. Çünkü bu ayda iftârlar verilmekte, yardım kolileri dağıtılmakta, zekâtlar ve sadaka-i fıtırlar verilmekte, ihtiyâcı olanların ihtiyaçları karşılanmaktadır.
Burada hemen, büyük sahâbî Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh)’in naklettiği, Peygamber Efendimizin, Şâban ayının son günü îrâd buyurduğu bir hutbesini hâtırlayalım:
“Ey müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece, ki bu Kadir gecesidir, bin aydan daha hayırlıdır, faydalıdır. Allahü teâlâ, bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda, geceleri terâvîh namazı kılmak da sünnettir.
Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmak gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka aylarda yetmiş farz yapmak gibidir.
Bu ay, sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer Cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır.
Bu ayda mü'minlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftâr verirse, günâhları affolur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden âzâd eder. O oruçlunun sevâbı kadar, ona da sevâp verilir.”
Resûlullahın bu hutbesini dinleyen Eshâb-ı kirâm dediler ki:
“Yâ Resûlallah! Her birimiz, bir oruçluyu doyuracak kadar zengin değiliz. Biz bu büyük sevâptan mahrûm mu kalacağız?” [Bu suâlin cevâbını, sizlere yarın arz edelim inşâallah.]
Ramazân, oruç ayıdır...
“...Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası afv ve mağfiret ve sonu Cehennemden âzâd olmaktır...”
1- Bugün 4. gününü idrâkle şereflendiğimiz Ramazân ayı, Kur’ân-ı kerîm ayıdır; bu ay, Kur’ân-ı kerîmin inmeye başladığı aydır. (Bakara, 185)
2- Hatm-i şerîflerin yapıldığı [başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, Eshâb-ı kirâm hatim okurlardı], mukâbelelerin okunduğu bir aydır [her Ramazân ayında Cebrâîl aleyhisselâm gelerek o güne kadar inen sûre ve âyetleri Peygamber Efdendimizle mukâbele ederdi], ölülerin de sevindirildiği bir aydır.
3- Ramazân ayı, oruç ayıdır [Bakara, 183-184]. Oruç, diğer bazı ibâdetler gibi Hicret-i Nebeviyyenin 2. senesinde (hicretten 18 ay sonra) farz kılınmıştır. Zekât da o sene farz kılındı. Sadaka-i Fıtır, Kurbân ve Bayram namazları o sene vâcib oldu. Kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâma tahvili (çevrilmesi) ile cihâda izin verilmesi de, yine 2. senede olmuştur.
4- Bu ay, Terâvîh namazının kılındığı bir aydır; bazı câmilerde de hatimle kılınmaktadır.
5- Ramazân ayı, bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesinin bulunduğu bir aydır [Kadr sûresi, 1-5].
6- Ramazân ayı, günâhların yandığı, yok olduğu bir aydır. Zâten “Ramazân” yanmak demektir. Yapılan tevbe ve istiğfârlarla, tutulan oruçlarla günâhlar affolur:
“Kim, Ramazân orucunun farziyyetine inanarak ve sevâbını da Allahü teâlâdan bekleyerek oruç tutarsa, geçmiş günâhları affolur.” (Buhârî)
Oruçla ilgili bir hadîs-i kudsî var: “Küllü ameli’bn-i Âdeme lehû illes-sıyâm…..” şeklinde başlar. Burada: “Âdemoğlunun her ameli kendisi içindir, ancak oruç müstesnâ; o benim içindir ve onun karşılığını ben vereceğim. Çünkü oruçlu, yemesini, içmesini ve şehevî arzûlarını benim için terk ediyor” buyurulmaktadır.
7- Ramazân ayı, merhamet, sabır, ikrâm, ihsân (iyilik yapma) duygularının coştuğu bir aydır. Bu ay, fakîr-fukarâ, garip-gurabânın karınlarının doyduğu, muhtaçların yüzlerinin güldüğü bir aydır. Bolca iftârların verildiği, kumanyaların dağıtıldığı, sâir iyiliklerin yapıldığı bir aydır.
8- Bu ay, sadaka-i fıtırların verildiği bir aydır. Birçok kimse de, zekâtlarını bu ayda veriyor. [Aslında zenginlik nisâbına ulaştıktan sonra 1 hicrî-kamerî sene geçince farz olur.]
9- Bu ayda yapılan nâfilelere, başka aylarda yapılan farzların sevâbı kadar sevâb verilir; bir farza da başka aylardaki 70 farz sevâbı verilir. [Bunlar, Selmân-ı Fârisî hazretlerinin rivâyet ettiği uzun hadîs-i şerifte zikrediliyor.]
10- Bu ay, bolca istiğfâr ve kelime-i şehâdetin okunduğu, Cennetin istenip Cehennemden sığınıldığı bir aydır. [Selmân-ı Fârisî hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte bunlar da tavsiye buyuruluyor.]
11- Bu ayda; dargınlar, küskünler, kırgınlar barışmaktadırlar.
12- Bu ay, şeytânların zincirlere vurulduğu bir aydır. [İzâ câe Ramedânu füttihat ebvâbul-Cenne…... hadîsi malûmdur.]
13- Bu ay, hakkında, Peygamber Efendimizin: “...Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası afv ve mağfiret ve sonu Cehennemden âzâd olmaktır...” buyurduğu bir aydır.
Ayların sultânına kavuştuk...
Cuma, günlerin efendisi, Kadir gecesi, gecelerin en fazîletlisi olduğu gibi, "üç aylar"ın sonuncusu olan ramazân ayı da ayların sultânıdır...
Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun ki, takvîmlere göre, 02 Nisan 2022 (01 Ramazânü'l-mübârek 1443) Cumartesi günü, ayların sultânı mübârek ramazân ayını idrâkle şereflendik.
Cuma günü “Seyyidü’l-eyyâm” (günlerin efendisi), Kadir gecesi “efdalü’l-leyâlî” (gecelerin en fazîletlisi) olduğu gibi, üç ayların sonuncusu olan ramazân ayı da “sultânü’ş-şühûr” (ayların sultânı)dır.
Bilindiği gibi, “Ramazân”, sözlük ma’nâsı i’tibâriyle “yanmak” demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tevbe eden Müslümânların günâhları yanar, yok olur. Mübârek “Ramazân ayı”nda oruç tutulur, “Terâvîh namazı” kılınır ve “Sahûr”a kalkılır; daha başka bedenî ve mâlî bazı ibâdetler yapılır.
Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki:
“Ramazân ayı mübârek bir aydır. Allahü teâlâ, size ramazân orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları [bir rivâyette Cennet kapıları] açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytânlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin [ya’nî Kadir gecesinin] hayrından mahrûm kalan, her hayırdan mahrûm kalmış sayılır.” [Nesâî]
“Ramazân ayı bereket ayıdır. Allahü teâlâ bu ayda, günâhları bağışlar, duâları kabûl eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak Cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrûm kalır.” [Taberânî]
Kıblenin Kâ’be-i muazzama olmasından bir ay ve hicret-i nebeviyyeden de 18 ay sonra, Şabân ayının 10. günü, Bedir gazâsından da bir ay önce, oruç farz kılınmıştır.
Yine hicretin 2. senesinde, ramazân ayında, terâvîh namazı kılınmaya başlanmış ve sadaka-i fıtır vermek vâcip olmuştur.
Bilindiği üzere Sevgili Peygamberimiz, Receb-i şerîf ayının başında, “Ey Allah’ım! Receb ve Şa’bân aylarında bize bereketler ihsân eyle, [bu ayları bizlere bereketli kıl] ve bizi ramazân ayına da ulaştır” meâlinde duâ buyururlardı.
Peygamber Efendimiz yine buyurmuşlardır ki:
“Bir kimse, ramazân ayında oruç tutmayı farz [ya’nî vazîfe] bilir ve orucun sevâbını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları affolur.” [Sahîh-i Buhârî]
“Ramazân orucu farz, terâvîh namazı da sünnettir. Bu ayda oruç tutup, gecelerini de ibâdetle geçirenin günâhları affolur.” [Nesâî]
“Ramazân ayı gelince, “Ey hayır ehli, hayra koş! Şer ehli, sen de kötülüklerden el çek” denir.” [Nesâî]
“Ramazân-ı şerîf ayı geldiği zaman, Allahü teâlâ meleklere, mü’minlere istiğfâr etmelerini emreder.” [Deylemî]
“Ramazân ayının başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise Cehennemden kurtuluştur.” [İbn-i Ebi’d-dünyâ]
[Allahü teâlâ, hepimize, bu mübârek ramazân ayının feyiz ve bereketinden lâyıkı vechile istifâde etmeyi nasip buyursun.
Âilece, milletçe ve bütün İslâm âlemi olarak, sıhhat ve âfiyet içerisinde, huzûr, sükûn, emniyet ve âsâyiş üzere, daha nice mübârek ramazân aylarına kavuşmayı da lutfetsin.]
Neslin sağlıklı bir şekilde devamı için nikâh şarttır!
Nikâh; evlenecek Müslümân bir erkeğin, şâhidler huzûrunda, ben seni zevceliğe aldım, kadının da kabûl ettim demesidir.
Allahü teâlâ, dünyâda insan neslinin devâmı için, erkek ve kadını birbirine karşı câzip kılmıştır. Aynı zamanda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları, çetin bir imtihâna, hayâ ve iffet imtihânına tâbi tutmuştur. Bu en zor imtihânda kazanan bir insan, dünyâ ve âhiretin kahramânıdır.
Bilindiği üzere “Nikâh”: “Evlilik için yapılan akit, sözleşmedir. Evlenecek Müslümân bir erkek ile kadının, şâhidler huzûrunda, ben seni zevceliğe (hanımlığa) aldım, diğerinin de kabûl ettim demesidir.”
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede buyurdu ki (meâlen): “(Size) helâl olan kadınlardan nikâh ediniz.” (Nisâ sûresi, 3)
Peygamber Efendimiz de “Nikâhlanın, çoğalın! Kıyâmet günü, (diğer) ümmetlere karşı sizinle (sizin çokluğunuzla) övüneceğim” (İhyâ) buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerifte ise şöyle buyurulmuştur: “Nikâh yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimden yüz çeviren benden değildir” (Menâhicül-İbâd)
Hayâ sâhibi olmanın dînimizdeki önemi çok büyüktür. Bu husûstaki birkaç hadîs-i şerîf şöyledir:
“Hayâ îmândandır.” [Buhârî]
“Hayâ, iffet, dile sâhip olmak ve akıl îmândan; cimrilik, müstehcenlik, çirkin söz ve hayâsızlık nifâktandır.” [Beyhekî]
“Hayâsı olmayanın îmânı da olmaz. Îmânsız da Cennete giremez.” [Deylemî]
“Hayâ”: “Utanma, âr, nâmus; çirkin şeylerden sıkılma veya edebe uymayan bir şeyin meydâna gelmesinden dolayı kalbde meydâna gelen râhatsızlık” demektir. İffetli kimse, hayâ, edep sâhibidir, yanî günâh işlemeye utanır.
Yûnus Emre Hazretleri, edeb hakkında buyuruyor ki:
“Ehl-i diller arasında aradım, kıldım talep;/Her hüner makbûl imiş; illâ edep illâ edep./Gezdim Halep’i Şâm’ı, eyledim ilmi talep;/İlim gerideymiş; illâ edep illâ edep.”
Yine Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî “Edep, insanın bedenindeki rûhtur; Enbiyâ ve Evliyânın göz ve gönül nûrudur; şeytânın kâtilidir, insanla hayvânı birbirinden ayıran en önemli vasıftır” buyurmuştur.
Erzurumlu İbrâhîm Hakkî hazretleri de buyurmuştur ki:
“Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâdan/Giy ol tâcı, emîn ol her belâdan.” (Şiir Antolojilerinde farklı şahıslara da isnâd ediliyor. Meselâ Yûnus Emre’ye.)
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Hayâ îmândandır. Îmânı olan Cennet'tedir. Fuhuş kötülüktür. Kötüler Cehennem'dedir.” (Buhârî, Et-Terğîb vet-Terhîb)
“Allahü teâlâdan hayâ ediniz! Hakîkî mânâda Allahü teâlâdan hayâ etmek, kötü düşüncelerden uzak durmak, helâl lokma yemek ve ölümü hâtırlamaktır…..” (Tirmizî, Taberânî)
“Cennet'e gitmek isteyen uzun emel sâhibi olmasın. Dünyâ işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Harâm işlemekte, Allah'tan hayâ etsin.” (Berîka)
.28/03/2022
Eğitimde ana hedef ne olmalıdır?
Bizim yüksek medeniyetimizde, eğitimde işin esâsı, bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir...
Bugün, yeryüzünde, değiştirilmemiş, bozulmamış, Allahü teâlânın râzı olduğu tek hak dîn vardır; o da, İslâmiyyettir. [Âl-i İmrân, 19 ve 85; Mâide, 3] Dünyâda ve âhırette râhata kavuşmak için, İslâmiyyete uymak, yanî müslümân olmak lâzımdır.
Bizlere her nimeti gönderen ve en büyük nimet olarak, müslümân yapmakla ve Muhammed aleyhisselâma ümmet kılmakla şereflendiren Allahü teâlâya ne kadar hamd ve şükretsek azdır.
Yüce Rabbimiz, iyi, güzel ve faydalı şeyleri yaratıp, dostunu-düşmânını ayırmadan, herkese gönderiyor. Bu cümleden olarak, Peygamberleri vâsıtasıyla, beşeriyete saâdet yollarını göstermiş, iyi-kötü, güzel-çirkin her şeyi onlara öğretmiştir. Dolayısıyla Allah'ın bize öğrettiği edep ve ahlâk, değişmeyen en güzel ve en doğru ahlâktır.
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullahi aleyh)in buyurduğu gibi, “...Allahü teâlânın ihsânı o kadar boldur ki, günâh işleyenlerin rızıklarını kesmiyor. Günâhları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl ve rüsvâ etmiyor ve nâmûs perdelerini yırtmıyor. Afvı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Ni’metlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmânlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor...” [Mektûbât-ı Rabbâniyye, c. III, 17. mektûb]
Tabîî ki, bu dünyâda cezâları tehîr edilen kişiler, âhırette hesâba çekilmekten kurtulamayacaklardır.
Burada önemine binâen, mühim bir noktanın altını çizerek belirtelim ki, bizim mukaddes dînimizde, Peygamber Efendimizin teblîğâtında, yine çok zengin olan kültürümüzde ve yüksek medeniyetimizde, eğitimde işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, İslâmiyete ve Müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmek olmuştur.
Türk-İslâm tarihi boyunca, millî eğitimimizdeki ana hedef bu olmuştur. İşte şimdi de bu güzel ülkenin bütün vatandaşlarının ana hedefi bu olmalıdır. Bu da, iyi bir eğitim ile mümkün olabilir.
Ahlâka dâir kitaplar da yazmış bulunan Ali bin Emrullah diyor ki:
“Ahlâk ilmi, çok şerefli, pek kıymetli, en lüzûmlu bir ilimdir. Çünkü rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. Rûhun iyi huyları, sıhhati, kuvveti bununla kolayca elde edilir. Kuvvetli rûhlar, ahlâk ilmi sâyesinde güzel ahlâk sâhibi olurlar. Kirlenmiş, hasta rûhlar da, bu ilim yardımı ile temizlenir, iyi ahlâka kavuşurlar.”
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “İslâm, güzel ahlâktır”, “Dîn, güzel ahlâktır.” [Deylemî] “Ahlâkınızı güzelleştiriniz.” [İbn-i Lâl] “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” [Beyhekî]
“Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan kimse gibidir.” (Hazret-i Ebû Bekr radıyallahü anh)
“Allahü teâlâdan hayâ etmeyen kimse, insanlardan da hayâ etmez.” (Zeyd bin Sâbit radıyallahü anh)
.22/03/2022
İslâmiyetin cemiyetteki hedefi nedir?
İslâmiyet; “medeniyyet sâhibi toplum” meydâna gelmesi için, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.
İster “Ülü'l-azim”, ister “Resûl” ve isterse “Nebî” olsun, bütün Peygamberlerin eğitimdeki hedefleri aynıdır. Bu Peygamberlerden bazılarına gönderilen 104 kitaptaki hedef de, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, iyi-güzel ahlâklı insanlar olmaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
İslâmiyet; “medenî insan” ve “medeniyyet sâhibi toplum” meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.
Bugün insanlığın bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi, bunların içinde vardır. Bugün çok perîşân hâlde olan insanlığın kurtuluşu için, bunlardan istifâde etmelidir. İnsanların doğru yolu bulmaları, ahlâken yükselmeleri, dünyâda ve âhirette huzûra kavuşmaları için, son Peygamber olarak Muhammed aleyhisselâm gönderilmiştir.
Bütün insanlığın buhrân, bunalım, huzûrsuzluk ve kaos içerisinde bulunduğu günümüzde, biz Müslümanlar için, kâinâtın Efendisi Muhammed aleyhisselâmı, lâyıkı vechile beşeriyete tanıtmak bir insanlık, Müslümânlık ve vefâ borcudur.
Bilindiği üzere “Medeniyet”: “Ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ıbâd=Beldeleri îmâr edip, kulları (insanları) refâha (râhat ve huzûra) kavuşturmak” şeklinde ta’rîf edilmektedir.
Şu hâlde medeniyet; memleketleri îmâr etmek; binâlar, yollar, fabrikalar, çeşitli âlât u edevât vs. yaparak memleketleri kalkındırmak; fenni ve her çeşit gelirleri, bütün insanların, yanî ferd, âile, cemiyet ve milletlerin hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmaktır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Hepimizin bildiği gibi sözlükte Ahlâk: “Hulk=Huluk” kelimesinin çokluk şekli olup “insanda yerleşmiş huylar” demektir. Fransızcada: “éthique” ve “morale” kelimeleriyle ifâde edilmektedir.
Bir terim olarak ise Ahlâk: “İnsanda istemeden, kendini zorlamadan meydâna gelen meleke, yani yerleşmiş huy, seciye, tabîat” şeklinde tarîf edilmektedir. İnsanın sözleri, hareketleri ve davranışları, ahlâkına bağlı olarak meydâna gelir.
İnsanlar, iyiliğe, güzelliğe ve yükselmeye elverişli olarak doğarlar. Hiç kimsenin huyu yaratılışındaki gibi kalmaz; iyi veya kötü yönde değişir. Zâten böyle olmasaydı, Peygamberlerin gönderilmesine lüzûm kalmazdı; hâlbuki onlar insanları hep iyiye, doğruya çağırmışlardır. Peygamber Efendimiz, “Ahlâkınızı iyileştiriniz / güzelleştiriniz” buyurmuştur. İlim adamları da çocuklarını terbiye için uğraşmışlardır.
Kötü huylardan kurtulup uzaklaşma, güzel huylar edinme, iyi huylu olma yollarını öğreten ilim dalına “Ahlâk ilmi” denilmektedir. Bu ilim, öğrenilmesi lüzûmlu olan sekiz yüksek dînî [İslâmî] ilimden biridir.
Nimetlerinin en büyüğü...
Allahü teâlânın ni’metlerinin en büyüğü, en üstünü, en kıymetlisi Peygamberler ve kitaplar göndererek, doğru yolu göstermesidir.
Dünyâdaki bütün insanlara çok acıyan Cenâb-ı Hak, dünyâya gönderdiği ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan i’tibâren, Sevgili Peygamberimize gelinceye kadar bütün zaman dilimlerinde, muhtelif coğrafyalarda, pekçok kavme Peygamberler göndermiş; onlar da insanlara, O’nun emir ve yasaklarını teblîğ etmişler, îmân-küfür, hidâyet-dalâlet, hak-bâtıl, hayır-şer, iyi-kötü, güzel-çirkin, nûr-zulmet her şeyi bildirmişlerdir.
Allahü teâlâ, bütün “Peygamber”leri vâsıtasıyla, kullarına, dünyâ ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emir ve yasaklarını, yani ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu, beğendiği ve beğenmediği bütün işleri bildirmiştir.
Şüphe yok ki, Allahü teâlânın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına riâyet ederek yaşayan ferdler, âileler ve cemiyetler, çok huzûrlu, gâyet müreffeh birer hayât içerisinde olmuşlar, herkes adâlet, emniyet ve huzûr içerisinde, son derece medenî bir şekilde yaşamışlardır.
Şüphesiz ki, Allahü teâlânın ni’metlerinin en büyüğü, en üstünü, en kıymetlisi Peygamberler ve kitaplar göndererek, sırât-ı müstekîmi, doğru yolu, seâdet ve kurtuluş yolunu, Cennet’e götüren yolu, rızây-ı İlâhî’sine götüren yolu göstermesidir.
Diğer Peygamberler, belli zaman dilimlerine gönderilmişler, onların dînlerinin geçerlilik müddetleri belli zamanlarda bitmiş; ama getirdiği hükümler, kıyâmete kadar geçerli olan, bir tek, âhır zaman Nebîsi Hazret-i Muhammed aleyhisselâm kalmıştır.
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı, son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinnîlere göndermiştir. O, her zamanda, her memlekette yani dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse, hiçbir bakımdan, onun üstünde değildir.
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîminde, "Muhakkak ki, Allah'ın Resûlünde sizin için üsve-i hasene=nümûne-i imtisâl=en güzel örnek vardır..." (Ahzâb, 21) buyurmuştur.
Yine Kur'ân-ı hakîmde Sevgili Peygamberimiz hakkında "Muhakkak ki Sen, büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 4) buyurulmuştur.
Peygamber Efendimiz de, "Ben ancak, mekârim-i ahlâkı / mehâsin-i ahlâkı / iyi ahlâkı / güzel huyları tamamlamak için gönderildim" buyurmuştur.
Hulefâ-i Râşidînin (4 Büyük Halîfenin), Ehl-i Beyt'in, Aşere-i mübeşşerenin (Cennetle müjdelenen 10 bahtiyâr insanın) ve bütün Sahâbe-i kirâmın yüksek ahlâkları, Peygamber Efendimizin ahlâkından neş'et etmiştir.
Dört Mezhep İmâmımızın, Ehl-i Sünnetin iki büyük Akâid İmâmının, Fukahâ-i seb'a denilen 7 büyük fıkıh âliminin, 12 İmâm hazerâtının güzel ahlâkları onlardan alınmıştır.
Diğer büyük İslâm Âlimlerinin, Evliyâ-yı kirâmın, Silsile-i Aliyye ve Turuk-ı Aliyye büyüklerinin güzel ahlâkları da bunlardan alınmıştır.
Resûlullah Efendimizin ahlâkı ise, Hazret-i Ayşe annemizin de ifâde buyurduğu gibi, "…Kur'ân-ı kerîm ahlâkından ibâretti."
.15/03/2022
Saadete ve rahata kavuşmak için...
İnsanın dünyâda ve âhırette mes’ûd olması için, Müslümân olması lâzımdır. Dünyâda mes’ûd olmak, râhat yaşamak demektir. Âhırette mes’ûd olmak ise, Cennete gitmek demektir.
Bilindiği üzere, dünyâda iyi ve faydalı şeyler; kötü ve zararlı şeylerle karışık şekilde bulunmaktadır. Saâdete, rahat ve huzûra kavuşmak için, hep iyi, faydalı şeyleri yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarına çok merhametli olduğu için, onlarda iyi şeyleri kötülerden ayıran bir kuvvet yaratmıştır. Bu kuvvete “Akıl” denmektedir. Akl-ı selîm (temiz ve sağlam olan akıl), bu işini çok iyi yapar, hiç yanılmaz. Günâh işlemek, nefse uymak, aklı ve kalbi hasta yapar; bu durumda akıl, iyiyi kötüden ayıramaz hâle düşer.
“Akıl”: İdrâk kuvveti, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırmaya yarayan bir kuvvettir.
Peygamber Efendimiz, 2 hadîs-i şerifinde buyurmuştur ki: “...Akıl, sâhibini iyiliğe götürür, kötülükten alıkoyar. Kişinin aklı olgunlaşmadıkça, dîni doğru ve îmânı kâmil (olgun) olmaz.” (İhyâu Ulûmid-dîn)
“Sizin akılca en üstününüz, Allah'tan en çok korkanınızdır. En iyiniz, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edeninizdir.” (İhyâ)
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî: “Akıl göz gibidir, dîn bilgileri ışık gibidir. Akıl, yalnız başına dîn bilgilerini, faydalı ve zararlı şeyleri anlayamaz. Bunun için Allahü teâlâ, Peygamberleri ile râzı olduğu, beğendiği yol olan İslâmiyet'i bildirdi. Aklın eksikliği, Peygamberlerin gönderilmesiyle tamamlandı” buyurmuştur.
Allahü teâlâ merhamet ederek, bu işi kendisi yapmış; iyi işleri, Peygamberleri vâsıtasıyla bildirmiş ve bunları yapmayı emretmiştir. Zararlı şeyleri de bildirip, bunları yapmayı yasak etmiştir. Bu emir ve yasaklara “Dîn” denilir. Son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği dîne, “İslâmiyyet” denir. “İslâm”, sözlük manâsı itibarıyla, “boyun bükerek teslîm olmak” anlamına geliyorsa da, bir ıstılâh (terim, tabîr) olarak, “Allahü teâlânın, Peygamberi Muhammed aleyhisselâm vâsıtasıyla bildirdiği emirleri ve yasakları” demektir.
Demek ki mukaddes dînimiz “İslâmiyet”, Allahü teâlânın, “Cebrâîl” ismindeki melek vâsıtasıyla, “sevgili Peygamberi Muhammed” (aleyhisselâm)a gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâideler, emirler ve yasaklardır.
Hulefâ-i râşidînin 2.si olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) buyurmuştur ki:
“İzzet (şeref, itibâr, üstünlük) İslâm'dadır. İslâmiyet'in ahkâmına (hükümlerine) uyan azîz olur. Bu hükümleri beğenmeyip, izzeti, huzûru, saâdeti, başka şeylerde arayan zelîl olur.”
İnsanın dünyâda ve âhırette mes’ûd olması için, Müslümân olması lâzımdır. Dünyâda mes’ûd olmak, râhat yaşamak demektir. Âhırette mes’ûd olmak ise, Cennete gitmek demektir.
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, mes’ûd olma yollarını, Peygamberleri vâsıtası ile kullarına bildirmiştir. Çünkü insanlar, bu saâdet yolunu, sırf kendi akılları ile bulamazlar.
Dârul-fünûn müderrislerinden (eski İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyelerinden) Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) de buyurmuştur ki:
“Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslâmiyet'in içindedir. Eski dînlerin görünür görünmez bütün iyilikleri, İslâmiyette toplanmıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır.”
.14/03/2022
Cemiyetlerin huzurlu olması için...
İnsanlar, yasaklara uymadıklarında, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş, ahlâksızlık ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır...
Allahü teâlâ, pekçok hikmetlere mebnî, Hazret-i Âdem babamız (aleyhisselâm) ile Hazret-i Havvâ vâlidemizi (radıyallahü anhâ), Cennetten çıkarıp dünyâya göndermiş; böylece bu dünyâda beşerî hayât başlamıştır.
Bilindiği üzere, Allahü teâlâ, beşeriyeti, daha ilk insandan i’tibâren muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, kılavuzsuz, öndersiz, muktedâbihsiz, rol modelsiz bırakmamıştır.
Allahü teâlânın, kullarına, râzı olduğu yolu göstermek için, çeşitli kavimlere, zaman zaman Peygamberler gönderdiği, akl-ı selîm sâhibi herkes tarafından kabul edilecek olan çok açık bir husûstur.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan itibâren, Peygamberleri vâsıtasıyla kullarına emirlerini ve yasaklarını, beğendiği ve beğenmediği işleri bildirmiştir. İnsanlar, Peygamberlere tâbi olup, emir ve yasaklara uydukları müddetçe, huzûrlu ve râhat birer hayât yaşamışlar, birbirlerini sevip saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzûrsuz olmuşlar, râhatları bozulmuş, ahlâksızlık ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
İyi insan, iyi ahlâklı insan demektir. Dînimiz iyi huylar edinmemizi, kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. İyi bir Müslümân olmak için, güzel ahlâka sahip olmak, kötü ahlâktan uzak durmak gerekir. Ancak bununla dünyâ ve âhiret saâdeti elde edilebilir.
Güzel ahlâka sâhip kimselere gıpta etmek, onlar gibi olmaya gayret etmek gerekir.
Güzel ahlâk, ilim ve edep öğrenmekle, iyi insanlarla arkadaşlık etmekle elde edilir. Kötü ahlâk da bunun tersidir. Yanî câhil kalmak, edepsiz olmak, kötü insanlarla arkadaşlık etmekten hâsıl olur.
Allahü teâlâ, Kalem sûre-i celîlesinde, Peygamber Efendimizi överken: “Muhakkak ki sen, büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 4) buyurmuştur.
Hazret-i Ayşe annemize (radıyallahü anhâ), Peygamberimizin ahlâkı sorulduğunda: “Onun ahlâkı, Kur’ân ahlâkından ibâretti” buyurmuştur.
Kur’ân-ı kerîmde bir âyet-i kerimede de, onun üsve-i hasene (en güzel örnek) olduğu ifâde buyurulmuştur: “Muhakkak ki, Allahın Resûlünde, sizin için üsve-i hasene/nümûne-i imtisâl/en güzel örnek vardır.” (Ahzâb, 21)
Son Peygamber Muhammed (aleyhisselâm), “Ben, iyi huyları tamâmlamak (yerleştirmek) için gönderildim” buyurmuştur.
Böylece İslâmiyet, insanlığa, temelinde Allah sevgisi, Allah korkusu ve her yaptığını, kimseden dünyevî bir menfaat beklemeden ihlâs ile, yalnız Allah için yapma, nefsi kontrol etme ve ona hâkim olma esâsları bulunan en yüksek ahlâk kâidelerini sunmuştur.
“Et-ta’zîmü li-emrillah veş-şefekatü li-halkıllâh (veya alâ halkıllâh)”, yani Allahü teâlânın emirlerine ta’zîm, hürmet [saygı] ve yarattıklarına şefkat [merhamet] bu kâidelerin en önemlilerinden ikisidir.
Dost-düşmân herkesin yakînen bidiği gibi, Peygamber Efendimizden itibâren, bütün Müslüman devlet adamları, milletleri “Vedîatullah” (Allahü teâlânın kendilerine birer emâneti) olarak görmüşler ve onlara buna göre muâmele etmişlerdir.
.08/03/2022
322 yıl hükümran olan imparatorluk...
Yılmaz Öztuna: Osmânlı İmparatorluğu, 624 yıllık ömrünün, 322 yılını, dünyâda lider devlet olarak geçirdi.
İslâm târihi içerisinde, Karahânlılar, Gazneliler, Timuroğulları, Bâbürlüler, Selçûklular ve nihâyet Osmânlıların özel yerleri vardır; bu devletler dillere destân devletlerdir.
Bilindiği gibi, “Türk Târihi” çok eskidir; tâ Hazret-i Nûh aleyhisselâmın Yâfes isimli oğluna kadar ulaştırılmaktadır. “Müslümân Türk’ün Târihi” ise, “Karahanlılar” dönemine ve “Abdülkerîm Satuk Buğra Hân”a kadar varmaktadır.
840 senesinde, Uygur Devleti’nin Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında Bilge Kül Kadir Hân tarafından kurulan ve Türkistân ve Mâverâünnehir’de hâkimiyet kuran Karahânlılar Devleti [840-1212]; ilk Müslümân-Türk devletidir. [Bunlardan önce de, Müslümân olan bazı Türk topluluk ve devletlerinin olduğunu söyleyen bazı târihçiler de vardır.]
Türk hükümdârları arasında çok husûsî bir yeri bulunan “Abdülkerîm Satuk Buğra Hân”, meşhûr olan rivâyetlere göre, ilk Müslümân-Türk hükümdârıdır.
Doğum târihi kesin olarak bilinmeyen, 25 yaşında hükümdâr olan ve 31 yıl hüküm süren Satuk Buğra Hân [v. 955 (h. 344)], güzel ve âdil idâresi ile binlerce kimsenin Müslümân olmasına vesîle olmuştur.
Karahânlı hükümdârlarının ilme hayrânlığı, âlimlere hürmetkârlığı ve onları korumaları netîcesinde Türkistân, Mâverâünnehir şehirleri birer kültür medeniyet beşiği hâline geldi.
Karahânlılar zamânında, büyük İslâm hukûkçu ve âlimleri yetişti.
Sekizinci asırda, Türklerin Müslümânlarla tanışıp, içlerinden kısmen bu dîni kabûl edenlerin bulunması, 10. asırda da topluca İslâmiyeti kabûlü, netîce îtibârıyla târihteki birçok hâdiseye yön vermesi bakımından çok önemlidir.
Kültür Bakanlığı eski müsteşâr yardımcılarından, Türkiye gazetesi yazarlarından, şâir ve yazar Yavuz Bülent Bakiler’in de [31 Ekim 2009 Cumartesi târihli] bir makâlesinde yazdığı gibi, Türkiye Cumhûriyeti, “Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye”den yanî “Büyük Osmânlı Devleti”nden doğmuş, Osmânlı Devleti de, “Anadolu Selçuklu Devleti”nden dünyâya gelmiştir. Târih boyunca kurduğumuz 117 (131 rivâyeti de var) Türk devleti içerisinde şüphesiz ki en uzun ömürlüsü, en büyüğü, en muhteşemi Osmânlı İmparatorluğu’dur. Osmânlı İmparatorluğu, dünyânın en büyük üç imparatorluğundan biridir ve 624 yıl hükümrân olmuştur. [Diğer ikisi ise, Roma ve İngiltere İmparatorluklarıdır.] Osmânlı İmparatorluğu, 1595 yılında, 3. Murâd devrinde, 22 milyon 344 bin 700 km2 üzerinde hüküm süren muhteşem bir devletti.
Meşhûr Târihçi ve Türkiye gazetesi eski Başyazarı Yılmaz Öztuna’nın da “Büyük Türkiye Târihi”nde belirttiği gibi, Osmânlı İmparatorluğu, 624 yıllık ömrünün, 322 yılını, dünyâda lider devlet olarak geçirdi. Yanî bugünün ABD’si ne ise, dünün Osmânlı Devleti de o idi. Ama bir farkla ki, Osmânlı Devleti hiçbir kimseye zulüm yapmadı. Dünyâ Devletleri arasında 322 yıl, birinci sırada bulunan Devlet-i Aliyye, acabâ neden durakladı, geriledi ve çöktü? Bunun tabîî çeşitli sebepleri var; bu konu çok uzun olduğundan, şimdi ona temâs etmemiz mümkün değildir...
.07/03/2022
Târihteki Müslümanların hedefleri...
Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, insanlık, insana kıymet vermeyi İslâmiyet’ten öğrenmiştir...
Mukaddes dînimiz İslâmiyet; “medenî insan” ve “medeniyyet sâhibi toplum” meydâna gelmesi için, insanlara lâzım olan îmân ve ibâdetleri; iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir.
Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve İslâm âlimlerinin de açıkladıkları husûslardır.
İnsanlığın bugün bunaldığı, çözmekte sıkıntıya düştüğü her şeyin çözüm ve çâresi bunların içinde vardır. Bugün çok perişan hâlde olan insanlığın kurtuluşu için, bunlardan istifâde etmelidir.
Peygamber Efendimizin dönemi ile O’nun vazîfelerini tam olarak yaptıklarından dolayı, kendilerine “Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler” denilen “Dört Halîfe Devri” (632-661/H. 11-40), bütün târih boyunca, İslâmî fazîletlerin yaşandığı “Altın Çağ” olarak kabûl edilir. Bunlardan sonra, kronolojik olarak “Emevîler” ve “Abbâsîler” dönemi gelmektedir.
Emevîler; Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika’dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüzyıl hüküm sürdüler.
Emevîler, İslâm dînini İspanya’dan Avrupa’ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batı'ya ilim ve fen ışıklarını yaydılar.
Emevîler’den sonra İslâm devleti başkanlığını (hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs’ın soyundan olan Ebü’l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750/H. 132’de Abbâsîler devri başladı. Devletin başşehri Şâm’dan Bağdâd’a nakledildi.
Abbâsîler devrinde; İslâm dîni, doğuda Büyük Okyânûs’tan, batıda Atlas Okyânûsu kıyılarına, kuzeyde Rusyâ içlerinden, güneyde Hind Okyânûsu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldu.
Marcel A. Boisard isimli Fransız, “L’Humanisma de l’Islam” adlı eserinde:
“...Târihte ilk defâ insana sosyal, rûhî, siyâsî, ahlâkî, hukûkî değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydana getiren İslâmdır...” demektedir.
Gerçekten de insanlık, insana kıymet vermeyi İslâmiyet’ten öğrenmiştir. Başka kültürlerde insana acımasızca davranılırken, ona en âdil muâmele tarzını İslâmiyet getirmiştir. İslâmiyet, başkasına zarar vermek şöyle dursun, insanların kalbini kırmaktan bile çok şiddetle menetmiştir.
İslâmiyet, İslâm devletinin vatandaşı olan gayr-i müslimlere de adâletle muâmeleyi emreder; zulüm ve haksızlığı yasaklar. Sevgili Peygamberimiz; “Kim bir zimmîye (gayr-i müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı bir yükü yüklerse, ben o kimsenin hasmıyım” buyurur.
İslâmî ilimlerden tasavvufun konusu da, insanları bu rûh olgunluğuna kavuşturmaktır. Peygamberimizin vârisi durumunda olan, “Ulemâ ve Evliyâ” denilen, Allahü tealânın sevdiği kullar, hayâtları boyunca, insanları pek çok rûhî olgunluklara eriştirmek için çalışmışlardır...
.01/03/2022
Târihin en büyük hâdisesi!..
Amerikalı yazar Studart diyor ki: “İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir..."
“Peygamberler târihi” içerisinde son Peygamber olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhis-selâm), bir çeyrek asırdan kısa bir zamanda, 150 bin güzîde sahâbî, mübârek insan, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 30-40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla Endülüs'ten [İspanya’dan] Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, adâlet-hakkâniyet, medeniyet-insan hakları, nûr ve hidâyet götürmeleri, dünyâda bir eşi-benzeri görülmemiş bir hâdisedir; bu dönemde yapılan fetihler ve elde edilen zaferler ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
20-23 (Yirmi-yirmiüç) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zamanda da Mezopotamya, Îrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuştur. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.
Amerikalı yazar Studart, bu konuda, “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adlı kitabında diyor ki:
“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi-otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dinleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek, o kadar hayrânlığımız artıyor...” [Amerikalı yazarın açıklamaları bu minvâl üzere devâm ediyor.]
Şunu belirtelim ki, târihçiler, insanlık tarihinde vukû bulan en garîp hâdisenin, bu olduğunda söz birliği etmişlerdir.
Daha sonraki asırlarda Afrika’nın ortalarına, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçmıştır.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Asr-ı saâdetten beri kurulan büyük İslâm devletlerinden başka, İslâm târihi boyunca, muhtelif zamanlarda, dünyânın çeşitli yerlerinde de birçok İslâm devleti kurulmuştur.
Bilindiği üzere Anadolu’da, yakın komşularımızın bulunduğu yerlerde ve dünyânın diğer ülkelerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur. Anadolu’da kurulan [25 devlet]; Irâk, Sûriye ve Mısır’da kurulan [11 devlet]; Arabistân Yarımadasında kurulan [6 devlet]; İspanya ve Kuzey Afrika’da kurulan [13 devlet]; Batı ve Orta Afrika’da kurulan [16 devlet]; Îrân, Kırım, Orta Asya, Afganistân ve Hint Yarımadası’nda kurulan [50 devlet], târih kitaplarında ve ansiklopedilerde uzunca anlatılmaktadır. Şimdi biz bunları ele alacak durumda değiliz...
.28/02/2022
Bugünleri fırsat bilmelidir...
Recep ayını ta’kîb eden Şa’bân ayı içerisinde “Berât” kandili vardır. Ondan sonra da Ramazân ayı başlayacaktır...
Halkımız arasında “üç aylar” diye anılan “Recebü’l-ferd”, “Şa’bânü’l-muazzam” ve “Ramazânü’l-mübârek” aylarının, İslam dîninde özel yerleri vardır. Bunlardan birincisi olan Receb, “Allahü teâlânın ayı”; ikncisi olan Şa’bân, “Peygamber Efendimizin (sallallâhü aleyhi ve sellem) ayı”; Ramazân-ı şerif de “ümmet-i Muhammed'in ayı” olarak bilinmektedir.
Receb ayının afv ve mağfirete, bu ayı ta’kîb eden Şa’bân ayının şefâate, Ramazân ayının da sevâpların kat kat verilmesine mahsûs aylar olduğu da bildirilmiştir.
Meşhûr velîlerden Zünnûn-i Mısrî hazretleri: “Recep ayı tohum ekme, Şa’bân ayı sulama, Ramazân ayı ise hasâd ayıdır. Yani ekip suladığını biçip toplayacak bir aydır. Herkes ektiğini biçer; amelinin, ibâdetinin karşılığını alır. Tohum ekmeyen, hasâd mevsimi gelince pişmân olur” buyurmuştur.
Mübârek aylara hürmet etmelidir. Hürmet etmek ise, günâhlardan uzaklaşmakla ve ibâdetleri yapmakla olur. Hürmet edip, saygı gösteren, kat kat karşılığını görecektir. Fakat, bu mübârek zamanlarda, va’dedilen sevâplara kavuşabilmek için, her şeyden önce i’tikâdı düzeltmek lâzımdır. İlmihâl bilgilerini öğrenmek ve yaşayışını bunlara uygun hâle getirmek gerekir. Ayrıca çok tevbe ve istiğfâr etmeli, kazâya kalmış namazlarını, oruçlarını, zekâtlarını, sadaka-i fıtırlarını, kurbânlarını hemen kazâ etmeye başlamalıdır. Bir an önce bu borçlardan kurtulmak için çalışmalıdır.
Receb ayının her gecesi kıymetlidir. Her Cum’a gecesi de kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, dahâ da kıymetli olmaktadır. Receb ayının ilk Cuma gecesine “Regâib Gecesi” denir. Allahü teâlâ, bu gecede, mü'min kullarına, rağîbetler, ya'nî ihsânlar, ikrâmlar yapar. Bu geceye hürmet edenleri afv eyler. Bu gece yapılan duâlar reddolmaz ve kılınan namâz, verilen sadaka gibi ibâdetlere, katkat sevâb verilir.
Regâib gecesinin kıymeti, çeşitli hadîs-i şerîfler ile bildirilmiştir:
“Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regâib gecesi, Berât gecesi, Cuma gecesi, Ramazân bayramı gecesi ve Kurbân bayramı gecesi.” [İbn-i Asâkir]
Âişe vâlidemiz (radıyallahü anhâ) Şa’bân ayı hakkında buyurmuştur ki:
“Resûlullahın, [Ramazân ayı müstesnâ olmak üzere] hiçbir ayda, Şa’bân ayından daha çok oruç tuttuğunu görmedim. Bazen Şa’bânın tamâmını oruçlu geçirirdi.” [Buhârî]
Peygamber Efendimiz yine buyurdu ki:
“Ramazândan sonra en faziletli oruç, Şa’bân ayında tutulan oruçtur.” [Tirmizî]
Resûlullah Efendimize, Şa’bân ayında niçin çok oruç tuttuğu sorulduğu zaman buyurdu ki:
“Şa’bân, öyle fazîletli bir aydır ki, insanlar bundan gâfildirler. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini isterim.” [Nesâî]
Recep ayını ta’kîb eden Şa’bân ayı içerisinde “Berât” kandili vardır. Ondan sonra da Ramazân ayı başlayacaktır ki o ayı, Yüce Rabbimiz ayların sultânı kılmıştır.
.22/02/2022
Bazı gece ve günlerin husûsiyeti
Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli demek olan, “mübârek” sıfatıyla sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği on husûsî gece vardır.
Allahü teâlâ, kullarına çok şefkat, merhamet ettiği, acıdığı için, bazı gece ve günlere husûsî kıymet vermiş; bu gece ve günlerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için bu gece ve günleri birer sebep kılmıştır. Bu gece ve günleri ihyâ etmeli ve saygı göstermelidir. Saygı göstermek, harâm işlememekle olur.
Bütün gece ve günleri, bir de insanları, bazılarının iddiâ ettikleri gibi, bir tarağın dişleri gibi eşit saymak mümkün müdür? Maalesef bazı kimseler, “Kadir Gecesi” hariç, başta “Mevlid Gecesi” olmak üzere bütün mübârek gecelere “bid'at” deme gafletinde bulunuyorlar.
Hâlbuki bütün Cuma, Bayram ve Kandil geceleri ve günleri, Müslümânların mübârek gece ve günleridir. Bu mübârek gece ve günlere kıymet veren ise Allahü teâlâdır. Efdalü’l-leyâlî (gecelerin en fazîletlisi) Kadir gecesi, seyyidü’l-eyyâm (günlerin efendisi) Cuma günü, sultânü’ş-şühûr (ayların sultânı) ise Ramazân ayıdır.
Başka bir misâl verecek olursak, bilindiği üzere, Peygamberler birer insandırlar; ancak Allahü teâlâ onları kıymetlendirmiş, kendilerine güzîde mevkiler ihsân etmiştir. Onlar için, “diğer insanlardan niye ayırt ediliyor?” denemediği gibi; bazı gece ve günleri kıymetli yaratan Allahü teâlâya da, “bu gece ve günleri diğer gece ve günlerden niye farklı yaptı?” denemez.
Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyurmuştur ki:
“Âhiret yolcusunun, ibâdetle ihyâ edilmesi kuvvetle müstehab olan mübârek geceleri boş geçirmesi uygun değildir. Çünkü bunlar hayır mevsimleri ve kârı bol olan gecelerdir. Kazançlı mevsimleri ihmâl eden bir tâcir, bir kâr sağlayamadığı gibi, mübârek geceleri gafletle geçiren âhiret yolcusu da maksada ulaşamaz.”
Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli demek olan, “mübârek” sıfatıyla sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği on husûsî gece vardır ki, bu mübârek geceler [kronolojik olarak yani Hicrî-kamerî sene içerisindeki yerlerine göre] şunlardır:
Muharremin 1. gecesi (Hicrî Yılbaşı Gecesi), 10 Muharrem gecesi (Aşûre gecesi), Rebîul-evvel’in 12. Gecesi (Mevlid gecesi), Recebin ilk Cuma gecesi (Regâib gecesi) ve 27. gecesi (Mi’râc Gecesi), Şabânın 15. gecesi (Berât gecesi), Kadir gecesi, Ramazân Bayramının 1. gecesi, Arefe gecesi, Kurbân Bayramının 1. gecesidir. [İhyâu Ulûmi’d-Dîn]
Görüldüğü gibi burada mezkûr mübârek gecelerin ikisi, Receb ayında, biri Şabân ayında, biri de Ramazân ayındadır. Bu vesîle ile şunu da ifâde edelim ki, Ramazân ve Kurbân bayramlarının diğer geceleri, Cuma ve Pazartesi geceleri, Muharrem ayındaki diğer 2 geceden başka 8 gece de yanî ayın başından ilk 10 gece, Zilhiccenin başından ilk 8 gece de kıymetli gecelerdir. Hepsini toplayınca takrîben 133-134 gece ediyor ki, 354 gün olan hicrî-kamerî senenin üçte birini geçmektedir. [Bu gecelerin hepsinin fazîletleri, çeşitli hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.]
.21/02/2022
Bazı zamanlar kudsî kılınmıştır...
Receb ayı, Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetli idi. Bu ayda muhârebe etmek günâh idi. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi...
Bilindiği üzere, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârek kılınmıştır.
Mukaddes mekânların başında, Mekke-i mükerremedeki Ka’be-i muazzama ve etrâfındaki Mescid sahası, ya’nî meşhûr ismiyle “Mescid-i Harâm”, Medîne-i münevveredeki “Mescid-i Nebevî”, Kuds-i şerîfteki “Mescid-i Aksâ”, yine Medîne’deki “Mescid-i Kubâ” olmak üzere, Allahü teâlâya ibâdet edilen bütün câmi ve mescidler, O'nun emir ve yasaklarının öğretildiği yerler gelir.
Muhterem insanların başında, üstünlük sırasına göre Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm), Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Îsâ, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Nûh (aleyhimüs-selâm) bulunmaktadır ki bunlara “Ülü'l-azm” Peygamberler denilir. Bunlardan sonra, 313 (üçyüzonüç) “Resûl” gelmektedir. Bunlardan sonra da, “Nebî” adı verilen 124 binden ziyâde olduğu bildirilen Peygamberler gelir. Peygamberlerden sonra ise, üstünlük sırasında Sahâbe-i kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn başta olmak üzere, sıddîklar, şehîdler, diğer âlim ve velîler bulunmaktadır.
2 Şubat 2022 Çarşamba günü, içerisinde mübârek gece ve günlerin çok kesîf olarak bulunduğu “Üç Aylar”ı ve onların ilki olan Receb-i şerîf ayını idrâk etmekle şereflenmiştik.
Resûlullah Efendimiz, Recep ayının başında "Ya Rabbî, Receb ve Şa’bân aylarını bizler için mübârek kıl ve bizi Ramazân ayına da eriştir" diye duâ ederdi; kezâ Şa’bân ayına çok değer verir ve bu ayda çok oruç tutardı.
İçerisinde "Regâib" ve "Mi'râc" kandillerinin bulunduğu Receb ayı, Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetli olan ve hürmet edilen bir aydır.
Bilindiği gibi, aylarla ilgili olarak literatürümüzde "harâm aylar", "hac ayları" ve "üç aylar" terimleri var; ilk ikisi âyet-i kerîmelerde zikrolunmuştur. Üç aylar ise hadîs-i şerîflerde zikredilmiştir.
Allahü teâlâ, Tevbe sûresinin 36. âyetinde meâlen; “Ayların sayısı, Allah’ın yanında, gökleri ve yeri yarattığı günkü kitâbında olduğu gibi on ikidir. Bunlardan dördü harâmdır (yâni, muhteremdir)” buyuruyor. Muharrem, Receb, Zilkade ve Zilhicce ayları, Kur'ân-ı kerîmde kıymet verilen dört aydır.
Diğer bir âyet-i kerimede, "Hac ayları bilinen aylardır...." buyurulmuştur. [Şevvâl, Zilkade ve Zilhicce ayları]
Halkımız arasında “Üç Aylar” diye anılan “Recebü’l-ferd”, “Şa’bânü’l-muazzam” ve “Ramazânü’l-mübârek” aylarının da, İslam dininde özel yerleri vardır.
Peygamberimizden evvel, câhiliye zamânında da, İslâmın ilk yıllarında da, Receb ayına çok fazla tazîm edilir, saygı gösterilirdi.
Receb ayı, Âdem aleyhisselâmdan beri kıymetli idi. Bu ayda muhârebe etmek günâh idi. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi. Zâten “Receb” demek, “mürecceb, mu’azzam, muhterem, kıymetli” demektir. Görüldüğü gibi, Receb ayı, hem harâm ayların 2.si, hem de üç ayların 1.sidir.
.15/02/2022
İnsanlardan istenen nedir?
Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Allahü teâlâ, insanların îmân etmelerini, kardeşçe yaşamalarını, sevişmelerini, birbirlerine yardımcı olmalarını istemekte ve bunları emretmektedir. İnanan insanların da kardeş olduklarını i’lân etmiştir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, “Mü’minler ancak kardeştirler…” [Hucurât,10] buyurmuştur.
Allahü teâlânın, biz kullarına ihsân buyurduğu sonsuz ni’metlerine şükretmeli, bunları yerli-yerinde kullanmalı, O’na tâât u ibâdâtta bulunmalı, O’nun dînine hizmet etmeli, kullarına yardım ve hizmet etmeliyiz. İlmi olan ilminden, makâmı olan makâmından, malı olan da malından diğer insanları faydalandırmalıdır. Her gün, en iyi işleri yapmaya çalışmalıdır.
Cenâb-ı Hak, kullarına çok merhametli ve şefkatli olduğu, çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tevbe, namaz ve oruç… gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Aslında kulların çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve aylar birer sebep kılınmıştır.
Bizler biliyoruz ki, Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, kullarına saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, yanî ne yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır.
Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
Mukaddes dînimiz İslâmiyet, bütün Müslümânları tek bir vücut gibi kabûl etmiş, Müslümânların birbirlerinin dertleri ile ilgilenmelerini istemiştir. Sevgili Peygamberimiz, bu konuda: “Mü’minlerin birbirlerini sevme ve birbirlerine acıyıp meyletmedeki misâli vücut misâlidir. Vücuttan bir uzuv şikâyetlenince, vücûdun diğer organları uykusuzluğa ve sıtmaya ma’rûz kalmak sûretiyle ona iştirâk ederler” buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, yine Kur’ân-ı kerîminde buyuruyor ki:
“Siz, insanlar için, [ya’nî insanların iyiliği için] ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; [ya’nî ümmetlerin en hayırlısı olmak üzere yaratıldınız.] İyiliği, doğruluğu emreder; kötülükten, fenalıktan meneder ve Allah'a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110 )
Kâinâtın Efendisi Sevgili Peygamberimiz de hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki:
“İnsanların hayırlısı [en iyisi], insanlara faydalı olandır.”
“Kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.”
"İnsanların arasına karışan, onların ezâ ve cefâsına katlanan mü'min, insanların arasına girmeyen ve onların baskılarına katlanmayan mü'minden daha fazîletlidir." (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, II, 282)
.14/02/2022
Yaratılış gâyemiz olan ''ibâdet'' nedir?
Allahü teâlânın rızâsı; yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır...
Hakîkatte, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’inde, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i celîlesinde meâlen: “Cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım” buyurmuştur.
“İbâdet”, özet olarak söylemek gerekirse, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı da, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır.
Bir Müslümân, Allahü teâlânın emrettiği şeyleri, O emrettiği için yapınca; harâm, yasak ettiği şeylerden de, O yasakladığı için kaçınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfesini yerine getirmiş olur. İbâdet görevini yerine getirebilmek de şüphesiz ki, Allahü teâlânın nelerden râzı olduğunu bilmeye bağlıdır. Bunları, Peygamberleri ve kitapları vâsıtasıyla kullarına bildirmiştir.
Bilindiği gibi, bu dünyâ bir imtihân yeridir. Bu imtihânda muvaffak olmak için, İslâmiyetin emrettiği gibi inanmak ve farz kılınan ibâdetleri yapmak, yasaklanan şeylerden de kaçınmak lâzım ve şarttır.
Yüce Rabbimiz Kur'ân-ı kerîmde, Mülk sûre-i celîlesinin 2. âyet-i kerîmesinde:
"Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur…" buyurmuştur.
Allahü teâlâ yine buyuruyor ki:
“(Ey Resûlüm!) De ki: Duânız [îmânınız, ibâdetiniz, kulluk ve yalvarmanız] olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?.." [Furkân, 77]
İbâdetleri yapmayanlara, âhirette çok acı azâplar yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmin pekçok yerinde tekrâr tekrâr bildirilmektedir. Bunun böylece bildirilmesi, aslında Cenâb-ı Hakk’ın bir ihsânı, O’nun şefkat ve merhametini ifâde eden bir durumdur.
Bildiğimiz gibi, İslâmiyetin farz kıldığı ibâdetlerin faydası, aslında insanlara yâni o ibâdetleri yapan fertlere, âilelere ve cemiyetleredir. Yoksa Allahü teâlâ, insanların ibâdetlerine muhtaç değildir.
Müslümân namaz kılmakla, oruç tutmakla, diğer ibâdetlerini yapmakla, hem Allah’a karşı kulluk vazîfesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç, insanları rûhen yükseltir ve kötülüklerden alıkoyar.
Aynı şekilde, Allah’ın emrettiği gibi malının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle de hem Allah’a karşı kulluk, hem de insanlara karşı insanî vazîfe yapılmış olur.
Bütün mübârek geceleri, günleri ve ayları birer ganîmet bilmeli, bu fırsatları iyi değerlendirmelidir... Kazâ namazı borcu olanlar, kazâ namazları kılmalıdır. Kur'ân-ı kerîm okumalı, sevâbını da ölülerimizin rûhlarına göndermelidir. Peygamber Efendimize de salât ü selâm okumalıdır.
.8/02/2022
Müctehidin bilmesi gereken ilimler
Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Bunlardan dört mezhep meşhûrdur.
Âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden, mânâları açıkça anlaşılamayanları, açıkça bildirilen diğer dînî hükümlere kıyâs ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkaran derin âlimlere “Müctehid” denir.
Müctehid dîn imâmlarına (âlimlerine) uymak, onların ictihâdları ile amel etmek Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymanın aynısı sayılır. Nitekim büyük tefsîr âlimi Kâdî Beydâvî buyuruyor ki: “Dînî hükümlerde, Peygamberlere ve müctehidlerin doğru, sağlam delîlleriyle bilinenlere uymak, hakîkatte onları taklîd değil, Allahü teâlânın indirdiğine, yâni Kur’ân-ı kerîme uymaktır. Çünkü (Bilmiyorsanız, ilim ehline [müctehid âlimlere] sorunuz) meâlindeki âyet-i kerîme buna işâret etmektedir.”
Bir Müslümânın müctehid olabilmesi için lüzûmlu olan onlarca şartı birleştirerek, 5 ana kategori hâlinde arz edelim:
1- Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olması, kırâat şekillerini bilmesi, Kur’ân-ı kerîmin bütün âyetlerinin tefsîrlerini bilmesi, âyet-i kerîmelerin hüküm bildirenlerini, geçmişten haber verenlerini, nüzûl sebeplerini yâni hangi hâdise üzerine ve ne için indiğini, mensûh olup olmadığını yanî hükmünün kaldırılıp, kaldırılmadığını bilmesi lâzımdır.
2- Hadîs-i şerîflerin çeşitlerini, sahîhlerini, uydurmalarını, râvîlerini, yâni kimler nakletmişlerse onları bilmesi ve tanıması, hadîs-i şerîfin niçin, nerede ve ne zaman söylendiğini bilmesi, Kütüb-i Sitte ve diğer hadîs kitaplarında geçen yüz binlerce hadîs-i şerîfi, rivâyet edenlerle birlikte ezberlemesi lâzımdır.
3- Arab dilini iyi bilmesi ve kelime mânâlarını ezberlemiş olması, lehçe farklarını, kelimelerin hakîkî ve mecâz mânâlarını bilmesi, fıkıh âlimi olması, hükümlerin delîllerini bilmesi gerekli.
4- Ayrıca verâ sâhibi, nefsi tezkiye bulmuş, sâdık, emîn olması lâzımdır.
5- Bunun yanında, zamânın fen bilgilerini de yeteri kadar bilmesi şarttır.
Bunlar kendisinde bulunan bir zât taklit olunabilir; fetvâ verebilir. Bütün bu üstünlüklerden biri bulunmazsa, müctehid olamaz; dînde söz sâhibi olamaz; onu taklit etmek câiz olmaz. Bunun bir müctehidi taklit etmesi lâzım olur.
Bir müctehidin ictihâd ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Bunlardan dört mezhep meşhûrdur. Mezhep imâmlarının, abdestte, namazda, nikâhta, mîrâsta, vasiyetlerde, talâkta (boşama), cürüm ve cinâyetlerde, alışverişte ve bunlar gibi birçok şeylerde, birbirlerine uymayan sözleri, hep ictihâdlarından olup, hiçbiri diğerinin sözüne yanlış, bozuk dememiştir.
Dört büyük İmâm, Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı mânâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplamışlar, kitaplara geçirmişlerdir. Müctehid olmayan Müslümânlar da bunların mezheblerine uyarak doğru yolu bulmuşlar ve böylece İslâmiyete tâbi olmuşlardır.
Eshâb-ı kirâmdan sonra, meşhûr dört imâm ve bunların mezheplerine göre ictihâd eden yüksek âlimler yetişmiştir.
.7/02/2022
İctihâdlar farklı olabilir...
Peygamberimiz, Allahü teâlânın açıkça bildirmediği emirleri, açık bildirilmiş emirlere kıyâs ederek ictihâd ederdi. Fakat ictihâdında hatâ ederse, Allahü teâlâ derhâl Cebrâîl aleyhisselâmı göndererek, hatâları vahy ile düzeltirdi. Yâni Peygamberlerin ictihâdları hatâlı kalmazdı.
Meselâ Bedir Savaşında alınan esîrlere yapılacak muâmelede, Peygamber Efendimiz bâzı Sahâbe-i kirâm ile birlikte bir türlü, Hazret-i Ömer ise başka türlü ictihâd etmişlerdi. Sonra âyet-i kerîme gelerek, Allahü teâlâ, Hazret-i Ömer’in ictihâdının doğru olduğunu bildirdi.
Peygamber Efendimiz, uzak memleketlere gönderdiği Eshâb-ı kirâma, karşılaşacakları meselelerde, Kur’ân-ı kerîm’in hükmü ile hareket etmelerini, orada bulamazlar ise, hadîs-i şerîflerde aramalarını, burada da bulamazlar ise, kendi ictihâdları ile hareket etmelerini emir buyururdu.
Eshâb-ı kirâmın hepsi, tâm birer müctehid idiler. Eshâb-ı kirâm, birçok işlerde birbirine uymamışlarsa da, hiçbiri diğerinin ictihâdına yanlış dememiş, sapıklık ve günâh demeyi hâtırlarına bile getirmemişlerdir.
Dînde ictihâd, bir ibâdet olduğundan, yâni Allahü teâlânın emri olduğundan, hiçbir müctehid, diğer bir müctehidin ictihâdına yanlış diyemez. Çünkü her müctehide, kendi îctihâdı haktır ve doğrudur. Mecelle’nin 26. maddesinde, “İctihâd misliyle, yanî diğer bir ictihâd ile nakz olunmaz” denilmektedir.
Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîm’inde ve Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde her şeyi açıkça bildirirlerdi. Böylece ictihâdlara lüzûm kalmazdı. Hâlbuki kıyâmete kadar gelecek Müslümânların, dünyânın her yerinde farklı coğrafik ve iklim şartlarında tek bir emir, hüküm altında yaşamaları, belki de imkânsız olurdu.
Hayât dîni olan İslâmiyette, ictihâdlar, her şart altında bulunan Müslümânlara çâreler göstermektedirler. Müctehidlerin ictihâdları arasındaki ayrılıklar, Müslümânlar için bir rahmettir. Bunlar, Müslümânların işlerini kolaylaştırmaktadırlar. Nitekim bir hadîs-i şerîfte: “Ümmetimin (âlimleri arasındaki) ihtilâfları yanî mezhepler arasındaki ayrılıklar rahmettir” buyurulmuştur.
Bu sebeple her Müslümân, dört hak mezhepten birine uyarak ibâdetlerini ve işlerini yapar. Yalnız, bu mezheplerin kolaylıklarını bir araya toplayamaz; böyle yapmak harâmdır.
İctihâd makâmına varmış bulunan yüksek kimseler, kendi ictihâdlarına göre hareket etmek mecbûriyetindedirler. Başka müctehide tâbi olamazlar. İmâm Ebû Yûsuf, İmâm Muhammed ve diğerlerinin, hocaları olan İmâm-ı A’zam’a uymayan sözleri, onu beğenmemek, kabûl etmemek değildir. Kendi ictihâdlarını bildirmektir. Bunu bildirmeye memûr ve mecbûrdurlar.
Müctehidlerin, kendilerinden daha büyük, daha yüksek âlimler bulunsa bile, başkalarının ictihâdlarına tâbi olmaları yasaktı. Dört mezhep arasındaki farklar da bundan ileri gelmektedir. Bir müctehidin ictihâd ederek, elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. [Bu konu, çok mühim olduğundan, yarın da devâm edelim inşâallah.]
.01/02/2022
Kıyâs-ı Fukahâ...
"İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz."
Dînimizin 4. delîline geçmeden önce, bugün, 3. delîlle ilgili birkaç cümle daha yazalım. "Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her Müslümânın mutlak bilmesi lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların icmâı da muteberdir. Ancak bu, onların icmâı olmazsa, bu hükümler sâbit olmaz demek değildir.
Bu kısım icmâ, üzerinde icmâ yapılan husûsun, her Müslümân tarafından bilindiğini, bu sebeple her Müslümânın bunları bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmeyerek de olsa bunları yerine getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir." (Şemsül-eimme Serahsî, Molla Hüsrev, Ebû Saîd Muhammed Hâdimî)
d) Kıyâs-ı Fukahâ (İctihâd):
İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışmaktır. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini, açıkça bildirilenlere benzeterek meydâna çıkarma manâsındadır.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Muâz bin Cebel'i (radıyallahü anh), Yemen'e vâlî, kâdî (hâkim) ve muallim olarak gönderirken:
"Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca; "Allahü teâlânın kitâbı ile" dedi. "Allah'ın kitâbında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünneti ile" dedi. "Resûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca; "İctihâd ederek, anladığımla" dedi.
Resûlullah Efendimiz, mübârek elini Hazret-i Muâz'ın göğsüne koyup; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü (elçisini), Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârimî)
"Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah Efendimizin sohbetinde yetişmiş arkadaşlarının) hepsi müctehîd olup, kendi ictihâdlarına uymaları farz idi." (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
"Mezheb imâmlarının hepsi bir mes'ele ile karşılaştıklarında cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada da bulamazlarsa, icmâ-ı ümmette ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes'eleye benzeyen başka mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i şerîfler) ve icmâda bulunan cevâblarını esâs alıp mukâyese ederek, ictihâd edip benzeri cevâbı bulurlardı." (İmâm-ı Şa'rânî)
"Her müctehidin (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimin), kendi ictihâdıyla bulduğu bilgiye uygun iş yapması farzdır." (Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)
"Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerde, ictihâd edilemez. Nass (Kur'ân-ı kerîm ve sahîh hadîs-i şerîf) bulunan yerde ictihâda izin yoktur." (İbn-i Nüceym, Hâdimî)
"İslâm âlimlerinin söz birliği ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan, inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir." (Abdülganî Nablüsî)
"İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz." (İmâm-ı Rabbânî)
"İsâbet etmeyen, yâni doğruyu bulamamış olan müctehide (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlime) bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır." (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
.31/01/2022
Kıyâs-ı Fukahâ...
"İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz."
Dînimizin 4. delîline geçmeden önce, bugün, 3. delîlle ilgili birkaç cümle daha yazalım. "Zarûriyyât-ı dîniyyeden yâni dînin temel bilgilerinden olup, her Müslümânın mutlak bilmesi lâzım olan bilgilerde müctehid olmayanların icmâı da muteberdir. Ancak bu, onların icmâı olmazsa, bu hükümler sâbit olmaz demek değildir.
Bu kısım icmâ, üzerinde icmâ yapılan husûsun, her Müslümân tarafından bilindiğini, bu sebeple her Müslümânın bunları bilip öğrenmesinin lâzım olduğunu, bilmeyerek de olsa bunları yerine getirmemenin câiz olmadığını ifâde içindir." (Şemsül-eimme Serahsî, Molla Hüsrev, Ebû Saîd Muhammed Hâdimî)
d) Kıyâs-ı Fukahâ (İctihâd):
İnsan gücünün yettiği kadar zahmet çekerek, çalışmaktır. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan işlerin hükümlerini, açıkça bildirilenlere benzeterek meydâna çıkarma manâsındadır.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Muâz bin Cebel'i (radıyallahü anh), Yemen'e vâlî, kâdî (hâkim) ve muallim olarak gönderirken:
"Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca; "Allahü teâlânın kitâbı ile" dedi. "Allah'ın kitâbında bulamazsan?" buyurdu. "Allah'ın Resûlünün sünneti ile" dedi. "Resûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan?" buyurunca; "İctihâd ederek, anladığımla" dedi.
Resûlullah Efendimiz, mübârek elini Hazret-i Muâz'ın göğsüne koyup; "Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü (elçisini), Resûlullah'ın rızâsına uygun eyledi" buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârimî)
"Sahâbe-i kirâmın (Resûlullah Efendimizin sohbetinde yetişmiş arkadaşlarının) hepsi müctehîd olup, kendi ictihâdlarına uymaları farz idi." (Abdülvehhâb-ı Şa'rânî)
"Mezheb imâmlarının hepsi bir mes'ele ile karşılaştıklarında cevâbını, önce Kur'ân-ı kerîmde ararlardı. Kur'ân-ı kerîmde açıkça bulamazlarsa, hadîs-i şerîflerde ararlardı. Burada da bulamazlarsa, icmâ-ı ümmette ararlardı. İcmâda da bulamayınca, bu mes'eleye benzeyen başka mes'elelerin, Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet (hadîs-i şerîfler) ve icmâda bulunan cevâblarını esâs alıp mukâyese ederek, ictihâd edip benzeri cevâbı bulurlardı." (İmâm-ı Şa'rânî)
"Her müctehidin (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlimin), kendi ictihâdıyla bulduğu bilgiye uygun iş yapması farzdır." (Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî)
"Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilen şeylerde, ictihâd edilemez. Nass (Kur'ân-ı kerîm ve sahîh hadîs-i şerîf) bulunan yerde ictihâda izin yoktur." (İbn-i Nüceym, Hâdimî)
"İslâm âlimlerinin söz birliği ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan, inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir." (Abdülganî Nablüsî)
"İctihâd ve kıyâs bid'at değildir. Çünkü kıyâs ve ictihâd, nassların mânâsını ortaya çıkarır. Başka bir şeyi ortaya koymaz." (İmâm-ı Rabbânî)
"İsâbet etmeyen, yâni doğruyu bulamamış olan müctehide (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran âlime) bir sevâb, doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır. İki sevâbdan birincisi, ictihâd etmek sevâbıdır. İkincisi, doğruyu bulmak sevâbıdır." (Hadîs-i şerîf-Hadîka)
.25/01/2022
4 temel dînî delîl hakkında...
"Hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmin tefsîri, İslâm âlimlerinin sözleri de hadîs-i şerîflerin açıklamalarıdır."
Dünkü makâlemizde, edille-i şer’iyyeden bahsetmeye başlamıştık. Önce 1. delil olan “Kitâb”dan kısaca bahsettik. Orada, Kur’ân-ı kerîmi doğru bir şekilde anlamanın yollarından ilk 3 maddeyi zikrettik.
Konunun açıklaması, diğer âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde yoksa, Sahâbe-i kirâmın sözlerinde de bulunamazsa, o zaman Mücâhid İbn Cebr, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Atâ İbn Ebî Rebâh, el-Hasanü'l-Basrî, Mesrûk İbnü'l-Ecda, Saîd İbnü'l-Müseyyeb gibi bu sâhanın mütehassısları/uzmanları olan Tâbiînin büyüklerinin söylediklerine mürâcaat edilir.
Bu ümmetin en büyük âlimlerinden olan İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) ne güzel söylemiştir: "Hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmin tefsîri, İslâm âlimlerinin sözleri de hadîs-i şerîflerin açıklamalarıdır."
Biz, mukaddes kitâbımızı ve şerefli Peygamberimizi doğru bir şekilde anlamak için, sık sık muteber tefsîrlere ve muteber hadîs-i şerîf şerhlerine mürâcaat ediyoruz. [El-hamdü lillah ki, benim şahsî Kütüphânemde 60 çeşit tefsîr var.]
b) Dînimizin 2. temel delîli Sünnettir:
Sevgili Peygamberimizin sözleri (hadîs-i şerîfleri), fiilleri (işleri) ve takrîrleri (görüp de bir şey demedikleri husûslar) mânâsına olan bir terimdir.
"Sünnet" kelimesinin dînimizde üç mânâsı vardır:
"Kitâb ve sünnet" birlikte söylenince; Kitâb, Kur'ân-ı kerîm, sünnet de, hadîs-i şerîfler demektir.
"Farz ve Sünnet" denilince; farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) sünneti yâni emirleri demektir.
"Sünnet" kelimesi yalnız olarak söylenince, "Şerî'at yâni bütün ahkâm-ı İslâmiyye (İslâmiyet'teki emirler ve yasaklar)" demektir.
c) İcmâ-ı Ümmet:
1. Edille-i şer'iyyenin (dîn bilgilerinin elde edildiği delîllerin, kaynakların) üçüncüsüdür. Bir asırda yaşayan "Müctehid" denilen derin âlimlerin bir mes'elenin hükmünde birleşmeleri, ictihâdlarının birbirine uygun olmasıdır.
Seyyid Allâme İbn-i Âbidîn (rahimehullah) buyurmuştur ki:
"Hicrî dördüncü asırdan sonra, mutlak müctehid yetişmediği için, icmâ' da kalmamıştır. Bu sebeble, icmâ' denilince, Eshâb-ı kirâm'ın (Peygamber Efendimizin Arkadaşlarının), Tâbiîn'in (Eshâb-ı kirâmı gören büyüklerin) ve Tebe-i Tâbiîn'in (Tâbiîn'i görenlerin) icmâ'ı anlaşılır."
"Bir şeyi, Eshâb-ı kirâm icmâ' ile bildirmediler ise, Tâbiîn'in söz birliği bu şey için icmâ' olur. Tâbiîn de bu şeyi icmâ' ile bildirmedilerse, Tebe-i Tâbiînin söz birliği bu şey için icmâ' olur. Çünkü bu üç asrın âlimleri yâni müctehidleri hadîs-i şerîf ile övülmüşlerdir. Bunlara "Selef-i sâlihîn" denilir." (İbn-i Âbidîn)
"Dînde zarûrî olan yâni âlim ve câhil herkesin bildiği icmâ' bilgilerine inanmayan kimsenin îmânı gider." (İbn-i Âbidîn)
2. Beş vakit namazın farz oluşu, zinânın harâm oluşu gibi ictihâd lâzım olmayan ve dînde açıkça bildirilen şeyleri âlim olan, olmayan her Müslümânın bilmesi, böyle olduklarında söz birliği yapmaları da icmâ anlamında kullanılmaktadır.
.24/01/2022
Dînî hükümlerin 4 temel delîli
İslâmiyetin dört ana delîli, dört temel kaynağı vardır. Bunlar: a) Kitâb, b) Sünnet, c) İcmâ-ı Ümmet, d) Kıyâs-ı Fukahâ'dır.
Bozulmamış yegâne İlâhî dîn olan, mukaddes dînimiz İslâmiyetin [Tefsîr, Hadîs ve Fıkıh Usûlünden bahseden metodoloji kitaplarında da geçtiği üzere] dört ana delîli, dört temel kaynağı vardır. Bunlar: a) Kitâb, b) Sünnet, c) İcmâ-ı Ümmet, d) Kıyâs-ı Fukahâ'dır ki bunlara, “Edille-i şer'iyye” denilmektedir.
a) Kitâb: Edille-i şer'iyyenin (İslâm dînindeki şer'î delîllerin, hükümlerin, dîn bilgilerinin) birinci kaynağı olan Kur'ân-ı kerîmdir.
Dârul-Fünûn Müderrislerinden (Eski İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyelerinden) Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
"Kitâb; Allahü teâlânın, Resûlü Muhammed aleyhisselâma indirdiği, mushaflarda yazılı, bize kadar tevâtür yoluyla (yanî yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk tarafından) Arabca olarak nakledilen kelâm-ı kadîmdir (Allahü teâlânın sözüdür).
Bütün insanların dünyâ ve âhiret hayâtının her yönüne âit hükümleri, bilgileri içerisinde bulundurur. İçine aldığı hükümler, bilgiler üç kısımdır: Îmân esâslarına dâir hükümler, mükelleflerin söz ve işlerine dâir bilgiler, rûh ve mâneviyâtın düzeltilip, nefsin ve ahlâkın terbiyesine âit hükümlerdir."
Allahü teâlânın, hiç bozulmamış, yegâne hak kelâmı olan Kur'ân-ı kerim, Cebrâîl (aleyhisselâm) vâsıtasıyla, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhis-selâm)'a takrîben 23 senede indirilmiştir. Bunun 13 senesi Mekke-i mükerreme'de, 10 senesi ise Medîne-i münevverede nâzil olmuştur.
Bilindiği üzere, Hukûk Sistemlerinde, "Anayasa"ları açıklayan Kânûnlar, Tüzükler, Yönetmelikler, Ta'mîmler, Teblîğler ve Ta'lîmât vardır.
Anayasa dışındakileri bir tarafa atıp "ben, sâdece Anayasaya bakarım" denilemeyeceği gibi, "ben, sâdece Kur'ân-ı kerîme bakarım, diğer dînî delîllere sırt çeviririm" de denilemez.
Tefsîr usûlünden bahseden bütün kitaplarda belirtildiği üzere [aslında hadîs ve fıkha dâir bütün usûl (metodoloji) kitaplarında da böyledir], bir âyet-i kerîmenin doğru olarak anlaşılabilmesi için, önce onu açıklayan başka bir âyet var mı, yok mu? diye bakılması lâzım.
İkinci merhalede, âyet-i celîlenin tefsîri için sünnete başvurmak lâzımdır. Sünnet Allah'ın kitâbının beyânıdır. Sünnet, Kur’ân-ı kerîmi şerh ve îzâh eder. Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlüne “beyân” vazîfesi vermiştir:
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân'ı indirdik.” [Nahil, 44]
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de, Resûlullâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in vereceği hükümlerin, Allah tarafından kendisine bildirildiği de ifâde ediliyor.
“Allah'ın sana gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmedesin diye, sana Kitab'ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma.” [Nisa, 105]
Âyetin açıklaması, diğer âyetlerde ve hadîslerde bulunamazsa, o takdîrde, Kur’ân-ı kerîmin nüzûlüne şâhid olan Sahâbe-i güzînin îzâh ve tefsîrine başvurulur. Ma’lûm olduğu üzere, onlar ilim, amel ve anlayış bakımından bu ümmetin en önde gelenleridirler. [Yarın inşâallah konumuza devâm edelim.]
.24/01/2022
Dînî hükümlerin 4 temel delîli
İslâmiyetin dört ana delîli, dört temel kaynağı vardır. Bunlar: a) Kitâb, b) Sünnet, c) İcmâ-ı Ümmet, d) Kıyâs-ı Fukahâ'dır.
Bozulmamış yegâne İlâhî dîn olan, mukaddes dînimiz İslâmiyetin [Tefsîr, Hadîs ve Fıkıh Usûlünden bahseden metodoloji kitaplarında da geçtiği üzere] dört ana delîli, dört temel kaynağı vardır. Bunlar: a) Kitâb, b) Sünnet, c) İcmâ-ı Ümmet, d) Kıyâs-ı Fukahâ'dır ki bunlara, “Edille-i şer'iyye” denilmektedir.
a) Kitâb: Edille-i şer'iyyenin (İslâm dînindeki şer'î delîllerin, hükümlerin, dîn bilgilerinin) birinci kaynağı olan Kur'ân-ı kerîmdir.
Dârul-Fünûn Müderrislerinden (Eski İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyelerinden) Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
"Kitâb; Allahü teâlânın, Resûlü Muhammed aleyhisselâma indirdiği, mushaflarda yazılı, bize kadar tevâtür yoluyla (yanî yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk tarafından) Arabca olarak nakledilen kelâm-ı kadîmdir (Allahü teâlânın sözüdür).
Bütün insanların dünyâ ve âhiret hayâtının her yönüne âit hükümleri, bilgileri içerisinde bulundurur. İçine aldığı hükümler, bilgiler üç kısımdır: Îmân esâslarına dâir hükümler, mükelleflerin söz ve işlerine dâir bilgiler, rûh ve mâneviyâtın düzeltilip, nefsin ve ahlâkın terbiyesine âit hükümlerdir."
Allahü teâlânın, hiç bozulmamış, yegâne hak kelâmı olan Kur'ân-ı kerim, Cebrâîl (aleyhisselâm) vâsıtasıyla, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhis-selâm)'a takrîben 23 senede indirilmiştir. Bunun 13 senesi Mekke-i mükerreme'de, 10 senesi ise Medîne-i münevverede nâzil olmuştur.
Bilindiği üzere, Hukûk Sistemlerinde, "Anayasa"ları açıklayan Kânûnlar, Tüzükler, Yönetmelikler, Ta'mîmler, Teblîğler ve Ta'lîmât vardır.
Anayasa dışındakileri bir tarafa atıp "ben, sâdece Anayasaya bakarım" denilemeyeceği gibi, "ben, sâdece Kur'ân-ı kerîme bakarım, diğer dînî delîllere sırt çeviririm" de denilemez.
Tefsîr usûlünden bahseden bütün kitaplarda belirtildiği üzere [aslında hadîs ve fıkha dâir bütün usûl (metodoloji) kitaplarında da böyledir], bir âyet-i kerîmenin doğru olarak anlaşılabilmesi için, önce onu açıklayan başka bir âyet var mı, yok mu? diye bakılması lâzım.
İkinci merhalede, âyet-i celîlenin tefsîri için sünnete başvurmak lâzımdır. Sünnet Allah'ın kitâbının beyânıdır. Sünnet, Kur’ân-ı kerîmi şerh ve îzâh eder. Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlüne “beyân” vazîfesi vermiştir:
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân'ı indirdik.” [Nahil, 44]
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de, Resûlullâh (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in vereceği hükümlerin, Allah tarafından kendisine bildirildiği de ifâde ediliyor.
“Allah'ın sana gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmedesin diye, sana Kitab'ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma.” [Nisa, 105]
Âyetin açıklaması, diğer âyetlerde ve hadîslerde bulunamazsa, o takdîrde, Kur’ân-ı kerîmin nüzûlüne şâhid olan Sahâbe-i güzînin îzâh ve tefsîrine başvurulur. Ma’lûm olduğu üzere, onlar ilim, amel ve anlayış bakımından bu ümmetin en önde gelenleridirler. [Yarın inşâallah konumuza devâm edelim.]
.18/01/2022
“Ehl-i Hak” kimlerdir?
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “Her Müslümân, Ehl-i sünnet itikâdını öğrenmeli, îmânını buna göre düzeltmelidir..."
“Ehl-i Hak” terimi, Akâid, Mezhepler Târihi ve İslâm Târihi kitaplarında, “Doğru yolda olanlar” manâsında kullanılan bir ıstılâhtır. Bu tabîr, Ehl-i Sünnet Müslümânlar için kullanılmıştır.
Allahü teâlânın her günâhı affedebileceği, ama en büyük günâh olan şirki affetmeyeceği Kur'ân-ı kerîmde yazılıdır. Onun için, muhakkak itikâdımızı düzeltmeliyiz. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “İtikâd edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyâmette Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikâd doğru olup da işlerde [ibâdetleri yapmakta, harâmlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbe ile ve belki tevbesiz de af olabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikâdı düzeltmektir.” [Mektûbât-ı Rabbâniyye, I / 193]
Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Her Müslümân, Ehl-i sünnet itikâdını öğrenmeli, îmânını buna göre düzeltmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikâda uymayan fenâ, bozuk itikâdlar, îmânlar, ya’nî bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehirdir. İnsanı sonsuz azâba götürür. Amelde, ibâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa, affolunabilir. Ama itikâdda gevşek davranmak affolunmaz. Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Allah [âhirette] şirki [küfrü, bozuk îmânı] aslâ affetmez. Diğer bütün günâhları ise, istediği kimselerden affeder.” [Nisâ, 48] O hâlde, ölmeden önce itikâdı düzeltmelidir.” [Mektûbât-ı Rabbâniyye, II / 67]
Görüldüğü gibi, şirk yani küfür üzere ölen kimse, ebedî olarak Cehennemde kalır. Dünyâda iken, ya’nî ölmeden önce şirke [küfre] düşen kimse, tevbe ederse affolur.
Bir kâfir, kâfirliğine tevbe ederse, tertemiz, günâhsız Müslümân olur. Bir Müslümân da şirke [küfre] düşerek kâfir olur, sonra pişmân olup tevbe ederse, yine Müslümân olur. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i şehâdet söylemek kâfî değildir. Küfre sebep olan şeyden de tevbe etmek lâzımdır. “Allah şirki affetmez” sözü yanlış anlaşılmaktadır. Şirk üzere ölmüş olan affolmaz; fakat hayâttayken, def’alarca şirke düşüp sonra tevbe eden affolur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, 289. mektûbunda, (Cebriyye’nin, “İşi insanın yapması mecâzdır, görünüştür, insanda kudret yoktur. Kullar, rüzgârla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi, ağacın hareketi gibi mecbûrîdir” sözü küfür olduğu gibi, “Kulların iyi kötü, bütün işleri, hakîkatte onların değildir. İhtiyârî [isteğe bağlı] hareketleri de yapan, yalnız Allah’tır” sözleri de küfürdür) buyuruyor.
Aynı mektupta ve başka mektuplarda da, her şeyi yaratanın Allah olduğu bildiriliyor. Her şeyin yaratıcısı elbette Allahü teâlâdır. Aksini söylemek küfür olur. Ancak bize irâde-i cüz’iyye vermiştir. “Şunu yaparsan günâh olur, şunu yaparsan sevâb olur” diyor. İrâde-i cüz’iyyemiz olmasa, yanî her şeyi bize zorla işletse, günâhımıza cezâ, ibâdetimize sevâb vermez. Bize irâde-i cüz’iyye kuvvetini veren de Allahü teâlâdır. Her şeyin yaratıcısı Odur. Böyle inanırsak doğru inanmış oluruz.
.17/01/2022
İtikâdımız doğru olmalı...
Ehl-i Sünnet âlimlerinin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı itikâd esâslarına uygun îmân edenler, “Ehl-i Sünnet Müslümân”dır...
İki haftadan beri üzerinde durduğumuz konu üzerinde, bugün ve yarın inşâallah, bir nebze daha durmak istiyoruz. Yanî Ehl-i Sünnetin diğer bazı umdelerinden bahsedeceğiz.
Mü’minlere mükâfât ve ni’met için hâzırlanmış olan “Cennet”, kâfirlere azap için hâzırlanmış “Cehennem” şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem sonsuz kalınacak yerlerdir. Zerre kadar îmânı olan ve bu îmân ile âhirete göçen Cehennem’de ebedî (sonsuz) kalmayacaktır.
İbâdetler îmâna dâhil değildirler. Farzların farz olduğuna inanıp tembellikle yapmayanlar kâfir olmazlar. Mü’min ne kadar büyük günâh işlerse işlesin, bu günâhları günâh bildiği müddetçe îmânı gitmez. Ancak farzlara ve harâmlara olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak, hafîfe almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak îmânı giderir ve sonsuz olarak Cehennem’de yanmaya sebeb olur.
Halîfelikten konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Dört Halîfenin üstünlükleri halîfelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kirâmın hepsini hiç ayırım yapmadan sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve dîn ilimlerinde müctehid idiler.
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka Peygamberlerin ümmetlerinden daha üstündür.
Mâtem tutmak, dînde yoktur; üzülmek başka, mâtem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz: “İki şey vardır ki, insanı küfre (îmânın gitmesine) sürükler. Birisi bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için mâtem tutmaktır” [Müslim] buyurdu.
Resûlullaha, Eshâb-ı kirâma, Tâbiîne ve Evliyâya tevessül ederek, ya’nî onları vesîle ederek onların hâtır ve hürmetleri için duâ etmek câizdir, duânın kabûlüne sebeb olur.
Dînî delîller müctehidler için dörttür: “Kitap”, “Sünnet”, “İcmâ-i ümmet”, “Kıyâs-ı fukahâ”. Avâmın (müctehid olmayanların) delîli, müctehidin fetvâsıdır. Onun vazîfesi, müctehid imâma uymaktır.
Tenâsühe, ya’nî ölen insanın rûhunun başka bir insana veya hayvâna yahut çocuğa geçerek, tekrâr dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider.
Kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefâat edecek, araya gireceklerdir. Peygamber Efendimiz; “Şefâatim, ümmetimden günâhı büyük olanlaradır” buyurdu.
Peygamberin mu’cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devâm eder.
Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Bid’at, dînde sonradan yapılan şey demektir. Peygamber Efendimiz ve dört Halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dînde meydâna çıkarılan, itikâd ve ibâdet olarak yapılmaya başlanan değişiklikler bid’at olup büyük felâkettir.
Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.
Özetle; binlerce Ehl-i Sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı itikâd esâslarına uygun îmân edenler, “Ehl-i Sünnet Müslümân”; bu esâslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.
.11/01/2022
Ehl-i sünnet i’tikâdının umdeleri -2-
Eshâb-ı kirâmın hepsi cennetliktir. [Bazı bozuk fırkalar, “Beşi hâriç sahâbenin tamâmı kâfirdir” derler. Hâlbuki Kur’ânda, tamâmı cennetlik deniyor.]
Dünkü konumuza bugün de devâm edelim inşâallah. Ehl-i sünnet i’tikâdının, bazı önemli umdeleri de şunlardır:
7- Kabir suâli ve kabir azâbı haktır.
8- Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse Enbiyâ ve Evliyâsına da bildirir.
9- Evliyânın kerâmeti haktır.
10- Eshâb-ı kirâmın hepsi cennetliktir. [Bazı bozuk fırkalar, “Beşi hâriç sahâbenin tamâmı kâfirdir” derler. Hâlbuki Kur’ânda, tamâmı cennetlik deniyor.] (Hadîd,10)
11- Ebû Bekr-i Sıddîk, Eshâb-ı kirâmın en üstünüdür.
12- Mi’râc, rûh ve bedenle birlikte olmuştur.
13- Öldürülen, intihâr eden eceli ile ölmüştür.
14- Peygamberler günâh işlemezler.
15- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.
16- Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. [Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Şît’in, Hazret-i İdrîs’in Peygamber olduğunu inkâr edenler var. İlk Peygamber Hazret-i Nûh derler. Liderlerine resûl [Peygamber] diyen bazı gruplar da, “Nebî gelmez, ama resûl gelir” derler. Bundan dolayı, Resûlüm diyen zındîklar türemiştir.]
17- Şefâate, sırâta, hesâba ve mîzâna inanmak.
18- Rûh ölmez. Kâfir ve Müslümân ölülerin rûhları işitir.
19- Kabir ziyâreti câizdir. İstiğâse, ya’nî Enbiyâ ve Evliyânın kabirlerine gidip, onların hürmetine duâ etmek ve onların yüzüsuyu hürmetine Allah’tan yardım istemek câizdir. [Buna şirk diyenler var. Bu yüzden Sünnîlere ve Şîîlere müşrik, ya’nî kâfir derler.]
20- Kıyâmet alâmetlerinden olan Hazret-i Îsâ’nın gökten ineceğine, Hazret-i Mehdî’nin geleceğine, Deccâl, Dâbbetü’l-arz ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün çıkacaklarına, Güneş'in batıdan doğacağına ve bildirilen diğer bütün kıyâmet alâmetlerine inanmak.
Bir hadîs-i şerîf meâli: “Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyâmet kopmaz. O zaman herkes îmân eder, ama îmân artık fayda vermez.” [Buhârî, Müslim]
İmâm-ı A’zam hazretleri “Kıyâmet alâmetlerine te’vîlsiz inanmalı” buyuruyor. (Fıkh-ı ekber)
Güneşin batıdan doğmasını, “Avrupa Müslümân olacak” diye te’vîl etmek, İmâm-ı A’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir muteber İslâm âlimi böyle te’vîl etmemiştir. Nitekim “Salât, duâdır, namaz diye bir şey yok” diyenler de çıkmıştır. O zaman ortada dîn diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa Müslümân olunca, îmân niye fayda vermesin? Güneş'in batıdan doğması, ilmen de mümkündür. Dînsizler i’tirâz eder diye zoraki te’vîle gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyâyı şimdiki yörüngesinden çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, Güneş batıdan doğmuş olur.
21- Âhirette Allahü teâlâ görülecektir.
22- Kâfirler Cehennemde sonsuz kalırlar ve azapları hafiflemez, hattâ gittikçe artar.
23- Mest üzerine mesh etmek câizdir.
24- Sultâna isyân câiz değildir.
(Bu bilgiler, Fıkh-ı Ekber (İmâm-ı A’zam), Mektûbât-ı Rabbâniyye (İmâm-ı Rabbânî), Nuhbetü’l-Leâlî (Muhammed bin Süleymân), Ferâidül-Fevâid (Kâdîzâde İslâmbolî) ve Riyâdun-Nâsihîn (Mevlânâ Muhammed Rebhâmî)’den alınmıştır.)
.10/01/2022
Ehl-i sünnet i’tikâdının umdeleri -1-
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, yâni şekli olmayarak göreceklerdir.
Geçen hafta pazartesi ve salı günkü makâlelerimizde, Ehl-i Sünnet itikâdının öneminden bahsetmiş ve bazı umdelerini yazmış, bu hafta konumuza devâm edeceğimizi de bildirmiştik.
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, yâni şekli olmayarak göreceklerdir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı, O’nu görmeye elverişli değildir. Mûsâ aleyhisselâm Peygamber olduğu hâlde, bu dünyâda göremedi. Peygamberimiz Mi’râc gecesinde gördüyse de, bu dünyâda değildi. Dünyâdan çıktı, âhirete karıştı; Cennet’e girdi ve orada gördü.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi insanların işlerini de yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, kötü işlerden râzı değildir. İnsanın yaptığı işe, kendi kuvveti de te’sîr eder. Bu te’sîre “kesb” denir.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdırlar. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmeleri câiz değildir. Emrolunduklarını yaparlar. Erkekleri, dişileri ve evlenmeleri yoktur.
Peygamberler (aleyhimüs-selâm), Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
Peygamber Efendimizin mi’râcı; uyanık iken, kalp, rûh ve beden ile birlikte olmuştur, haktır.
Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde “Münker” ve “Nekîr” denilen meleklerin soru sormaları, kıyâmette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yâni rûhların cesetlere girmeleri, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günâhların âhirete mahsûs bir terâziyle tartılması, Cehennem üzerinde “Sırât Köprüsü”nün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır. Peygamber Efendimiz, kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, yanlışlık olamaz.
Yine Ehl-i sünnet i’tikâdından, önemli olanlardan bazıları da şunlardır:
1- Âmentü’deki altı esâsa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak. İnsanda irâde-i cüz’iyye vardır. İşlediği günâhlardan mes’ûldür.]
2- Amel, îmândan parça değildir. Ya’nî ibâdet etmeyen veya günâh işleyen mü’mine kâfir denmez. [Bazı fırkalar, “amel îmânın parçasıdır, namaz kılmayan ve harâm işleyen kâfirdir” derler.]
3- Îmân ya vardır ya yoktur, artıp eksilmez. [Parlaklığı artıp eksilir.]
4- Kur’ân-ı kerîm mahlûk [yaratık] değildir.
5- Allah mekândan münezzehtir. [“Allah gökte veya Arşta” demek dînen tehlikelidir. Ehl-i sünnet âlimleri, böyle bir i’tikâdın küfür olacağını yazmaktadırlar.]
6- Ehl-i kıble tekfîr edilmez. [Bazı bozuk fırkalar, kendilerinden başka herkese kâfir derler.]
[İnşâallah yarın da, yine bu konudan bahsedelim.]
.04/01/2022
Ehl-i Sünnet itikâdına dâir...
Allahü teâlâ kadîm olan (başlangıcı olmayan) zâtı ile vardır. O’ndan başka her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbâdete hakkı olan da yalnız O’dur.
Mezhepler târihi ile ilgili kitaplarda bildirildiğine göre, hadîs-i şerîflerde bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan Hâricî, Râfızî ve Bâtınî gibi bâzıları meşhûr olmuş, bunlar da kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı tesîrlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdikleri i’tikâd ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan zamanımıza kadar gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhâfaza etmiştir.
“Ehl-i Bid'at=Bid'at Ehli=Bid'at sâhibi”: “Bid'at sâhipleri; Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmının bildirdikleri doğru i’tikâddan/inanıştan (Ehl-i Sünnet i’tikâdından) ayrılanlar; i’tikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dînde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformculardır. Hadîs-i şerîflerde Cehennem'e gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkadan her biridir.”
İbrâhîm Hakkı Erzurumî (rahmetullahi aleyh), bir şiirinde buyurmuştur ki:
“Hudâ Rabbim, nebim hakkâ Muhammeddir Resûlüllah,
Hem İslâm dînidir dînim, kitâbımdır Kelâmullah,
Akâidde, Ehl-i Sünnet oldu mezhebim, hamdolsun,
Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.”
“Hanefî mezhebindekiler, i’tikâdda Ebû Mansûr Mâturîdî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Çünkü Ebû Mansûr Mâturîdî, i’tikâdî ve amelî hususlarda, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebindedirler. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde bulunanlar ise, i’tikâdda Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Ebü'l-Hasen Eş'arî, Şâfiî mezhebinde idi.” [Taşköprüzâde, Miftâhu’s-Seâde/Mevzûâtü’l-Ulûm]
Lüzûmundan ve öneminden bahsettiğimiz Ehl-i Sünnetin bâzı i’tikâd esâslarını şöyle özetleyebiliriz:
Allahü teâlâ kadîm olan (başlangıcı olmayan) zâtı ile vardır. O’ndan başka her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbâdete hakkı olan da yalnız O’dur. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir.
Zâtî sıfatları vardır. Bunlar; 6 adettir: Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefetün lil- havâdis, Kıyâm bi-nefsihî’dir.
Kemâl sıfatları vardır; bunlara sübûtî sıfatlar da denilir. Bu sıfatlar da; 8 adettir: Hayât, İlim, Sem’, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm ve Tekvîn’dir.
Bu sıfatları ezelîdir. Yâni hep vardır. Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, onun sözüdür. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harf ve kelimelerin mânâsı, Kelâm-ı İlâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere “Kur’ân-ı kerîm” denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı ilâhî olan Kur’ân-ı kerîm mahlûk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelîdir, ebedîdir. [Öbür hafta devâm edelim inşâallah.]
.03/01/2022
Ehl-i sünnet Müslümânlar
Eshâb-ı kirâmın, Peygamber Efendimizden naklen bildirdiklerini kabul edip onlar gibi inananlara “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat fırkası” denir.
Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâbının (aleyhimür-rıdvân) yolunda bulunanlara, onların bildirdikleri i’tikâd üzere inananlara “Ehl-i Sünnet” Müslümânlar denilir.
Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize, nasıl inanacağını bildirmiş, Müslümânlardan da, Peygamberimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemiştir. Peygamber Efendimiz, bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâmın hepsi, Resûlullah’ın bildirdiği gibi inanmışlar, i’tikâdda (inançta) hiçbir ayrılıkları olmamıştır.
İnsanlar, İslâmiyeti, Peygamberimizden, onun vefâtından sonra da, başta Hulefâ-i râşidîn olmak üzere, Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrenmişlerdir. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet i’tikâdını) bildirmişlerdir. Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerini, kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resûlullah Efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir.
Eshâb-ı kirâm, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan ve “Tâbiîn” denilen Müslümânlara öğretmişlerdir. Tâbiîn de, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirmişlerdir. Sonra gelen “Tebe-i Tâbiîn” ve daha sonra gelenler (“Etbâ-ı Tebe-i Tâbiîn”), bunlardan ve bunların kitaplarından bu bilgileri öğrenmişler, kendilerinden sonra gelenlere nakletmişlerdir. Böylece Ehl-i Sünnet bilgileri, bugüne kadar nakil ve tevâtür yoluyla doğru olarak bizlere kadar gelmiştir.
Eshâb-ı kirâmın, Peygamber Efendimizden naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiçbir şey eklemeden ve çıkarmadan kabul edip onlar gibi inananlara “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat fırkası” veya “Fırka-i nâciye”; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, “bid’at fırkaları” veya “Fırak-ı dâlle (dalâlet fırkaları)” denilmiştir. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca “Sünnî”, bid’at fırkalarında olanlara “Mübtedi’”, “bid’at sâhibi” de denilmektedir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Müslümânların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan kendisinin ve Eshâbının yolundan gidenlerin (Ehl-i Sünnet ve cemâat i’tikâdında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir. Bir hadîs-i şerîfte; “İsrâiloğulları, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulacaktır. Nasârâ (yâni Hıristiyânlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gidecektir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur” buyurulmuştur.
Eshâb-ı kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sorduklarında; Peygamber Efendimiz, “Cehennem’den kurtulan fırka, Benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.
“Cehennem'e girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bid'at fırkası, ehl-i kıble oldukları için bunların hiçbirine kâfir dememelidir. Fakat bunların, dînde inanılması zarûrî, lâzım olan şeylere inanmayanları ve “Ahkâm-ı Şer'iyye”den her Müslümânın işittiği, bildiği şeyleri, te'vilini bilmeden reddedenleri kâfir olurlar.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
.28/12/2021
Hak üzere olacak tâife hangisidir?
İslâm âlimleri; bir toplum ne kadar bozulursa bozulsun, içinde hak üzere olan bir tâife dâimâ bulunacaktır, buyurmaktadırlar.
Dünkü makâlemizde, kıyâmete kadar, hak üzere olan bir tâifenin bulunacağına dâir bazı hadîs-i şerîfler nakletmiştik.
Mezkûr hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, dîn düşmânları ve bid'at ehli kimseler, dînimizi bozmaya çalışsalar da, kıyâmete kadar aslâ bozamayacaklardır. Kütüphâne ve kitapçılarda, birçok bozuk kitap var ise de, elhamdülillah İslâm âlimlerinin doğru ve kıymetli kitapları da vardır. Bu doğru kitaplar, hiçbir zaman yok olmaz ve hiçbir kimse onları yok edemez. Çünkü onların koruyucusu Allahü teâlâdır. Bu kitapları arayıp-bulup, okuyanlara ve saâdete kavuşanlara müjdeler olsun.
"Dîn düşmânları ve bid'at ehlinin yazdıkları bozuk kitaplar gittikçe çoğalıyor; onların mukaddes dînimizi bozmaları mümkün müdür?" diye bir suâl sorulursa, İslâm âlimleri buna, bir toplum ne kadar bozulursa bozulsun, içinde hak üzere olan bir tâife dâimâ bulunacaktır şeklinde cevap vermektedirler.
Bu fırkanın Türkiye’de olması da şart değildir, dünyânın herhangi bir ülkesinde olabilir. Önemli olan Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdına sâhip olmaktır.
Bugün çok kimse, kendilerinin Ehl-i sünnet olduğunu söylüyor. Bu bakımdan Ehl-i sünnet i’tikâdının ne olduğunu bilmek şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz...
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurmuştur ki: “Ey Peygamberim! Dînde fırka fırka ayrılanlarla senin hiçbir ilgin yoktur. Onların cezâlarını, Allahü teâlâ verecektir. Kıyâmet günü Allahü teâlâ, dünyâda işlediklerini onlara hâtırlatacaktır.” [En'âm, 159]
Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Benî İsrâîl, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Hıristiyânlar) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem'e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de, yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem'e gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennem'den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” [Tirmizî]
“İ’tikâdda mezhebimiz olan Ehl-i Sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur, onlar Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü i’tikâd mezheblerinin yetmiş üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk olacağını Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermiştir.
Ehl-i Sünnet âlimleri buyuruyorlar ki: Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki fırkaya “bid'at (dalâlet) fırkaları” denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine “ehl-i kıble”, “Müslümân” denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde bulunduğunu söyleyen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve Müslümânlar arasında yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur.” [Ahmed Tahtâvî, Hâşiyetü’t-Tahtâvî; İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî]
.27/12/2021
Hak üzere olan tâife...
“Ümmetimden hak üzere bir tâife, düşmânlara gâlip olarak cihâd ederler. Sonuncu tâife, Deccâl ile savaşır.”
Peygamber Efendimiz buyurdular ki: “Bir zaman gelir, ümmetimin bir kısmı müşrik olur, puta tapar; Peygamberim diyen çıkar; ben son Peygamberim, benden sonra Peygamber gelmez. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar, her zaman bulunur. Onlara karşı çıkanlar, Allahü teâlânın emri gelene kadar, doğru yolda olan bu kimselere zarar veremezler.” (Mişkâtü’l-mesâbîh)
Sevgili Peygamberimizin, bu mânâda başka hadîs-i şerîfleri de vardır. Kütüb-i Sitte’deki sıralarına göre onlardan bazılarına temâs edelim:
“Ümmetimden bir tâife, Hakk’ın yardımı ile cihâda devâm eder.” [Buhârî]
“Ümmetimden hak üzere bir tâife, düşmânlara gâlip olarak cihâd ederler. Sonuncu tâife, Deccâl ile savaşır.” [Ebû Dâvûd]
“Ümmetimden bir tâife, kıyâmete kadar mansûr ve muzaffer olmakta devâm eder. Onları yardımsız bırakanların, onlara bir zararı olmaz.” [Tirmizî]
“Ümmetimden bir tâifeye, kıyâmete kadar Hakk’ın yardımı devâm eder. Bunları bırakıp ayrılanların, bu tâifeye bir zararı olmaz.” [İbn-i Mâce]
“Ümmetimden hak üzere bir tâife, kıyâmete kadar gâlip olarak cihâd eder.” [İbn-i Asâkir]
Yukarıdaki hadîs-i şerîflerde geçen “Hak yolda olan bir tâife” münâsebetiyle, bir nebze, "Hak" kelimesinin manâları üzerinde duralım: Bu kelime, kullanıldığı yerlere göre, çeşitli mânâlara gelen çok şümûllü bir kelimedir. "Hak" terimi, dînî literatürde birçok mânâya gelmektedir:
1. Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden) biri, 2. İslâmiyet, 3. Gerçek, doğru, 4. Alacak, 5. Pay, hisse, 6. Hâtır, hürmet, 7. İnsanın yapması lâzım gelen şey gibi.
"Hakîkat" ve "hukûk" kelimeleri de "hak" kelimesinden türemiştir.
Peki, kıyâmete kadar hak üzere olan ve cihâd edeceği bildirilen o tâife, fırka, cemâat, hangi cemâattir? Hiç şüphe yok ki, bunlar, “fırka-i nâciye” denilen “Ehl-i sünnet vel-cemâat fırkası”dır. Şimdi çok kimse, kendilerinin bu fırkadan olduklarını iddiâ etseler de, o sözleri önemli değildir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir.” [Mü’minûn, 53 ve Rûm, 32]
Hadîs-i şerîfte, Müslümânların 73 fırkaya ayrılacakları bildirilmiştir. Bu 73 fırkadan her biri, İslâmiyet’e uyduğunu, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Bu çeşitli fırkalar arasında, kurtuluş fırkasının alâmetini Peygamber Efendimiz bildirmiştir: “Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır.” [Tirmizî]
Peygamber Efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kirâmı da söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, onları da söylemesi, “Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur” demektir. Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel-cemâat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. (Mektûbât-ı Rabbâniyye, C. 1, m. 80)
.20/12/2021
Îmânın şubeleri nelerdir -1-
"Îmân altmış küsûr veya yetmiş küsûr bâbdır. Ednâsı yoldan ezâ veren şeyi izâle etmek, en yükseği 'Lâ ilâhe illallah' demektir..."
İki haftadan beri “Îmânın şu'beleri” hadîsinin şerhleri üzerinde duruyoruz. Artık bugün ve yarın konumuzu tamâmlayalım inşâallah...
Sünenü'n-Nesâî'nin son cildinde: "Îmân 70 küsûr şu'bedir. Hayâ da îmândan bir şu'bedir." Yine "Îmân altmış küsûr veya yetmiş küsûr bâbdır. Ednâsı yoldan ezâ veren şeyleri yoldan kaldırmaktır. Hayâ, îmândan bir şu'bedir” lafızları yer almıştır.
2. hadîste, yolda eziyet veren şeylerin diken, taş, necâset vb. olduğu belirtildikten sonra hayânın îzâhına geçilmiştir.
Sünenü İbn-i Mâce'deki lafızlarda da bazı farklar vardır:
"Îmân altmış küsûr veya yetmiş küsûr bâbdır. Ednâsı yoldan ezâ veren şeyi izâle etmek, en yükseği “Lâ ilâhe illallah” demektir. Hayâ îmândan bir şu'bedir."
Îmânın şu'beleriyle ilgili hadîs hakkında İmâm, Hâfız Ebû Hâtim İbn-i Hibbân demiştir ki: "Bu hadîsin ma'nâsını bir müddet araştırdım… Allahü teâlânın Kitâbındakilere, sünnettekileri ilâve edip mükerrerleri çıkardım. Gördüm ki Allahü teâlânın ve Nebîsinin (aleyhisselâm), îmândan saydıkları 79 şu'be olmaktadır… Bunun üzerine anladım ki Hazret-i Peygamberin (aleyhisselâm) murâdı, bu sayının Kitâb ve Sünnette bulunduğudur."
Bu hadîste beyân olunan “şu'be” kelimesinin ma'nâlarına dâir kaynaklarda geçenleri özetleyecek olursak: Îmânın tâifeleri (grupları), kıt'aları, fırkaları, parçaları, dalları, bâbları, nev'leri, cüzleri, hasletleri karşılıklarını görürüz.
Îmânın hasletlerinin neler olduğunu, İmâm, Muhaddis Ebû Bekr Ahmed İbnü'l-Hüseyn el-Beyhakî'nin (384-458) “Şu'abu'l-Îmân” isimli eserini ihtisâr eden Ebû Ca'fer Ömer el-Kazvînî'nin (v. 699) muhtasarından aynen tesbît edelim:
1- Allah'a (azze ve celle) îmân, 2- Allah'ın Resûllerine îmân, 3- Meleklere îmân, 4- Kur'ân'a ve ondan önce indirilmiş olan kitapların hepsine îmân, 5- Kaderin hayrının ve şerrinin Allah'dan olduğuna îmân, 6- Âhiret gününe îmân, 7- Öldükten sonra dirilmeye îmân, 8- İnsanların kabirlerinden diriltildikten sonra (hesap için) meydânda haşrolunacaklarına îmân, 9- Mü'minlerin yurd ve karârgâhlarının Cennet; kâfirlerin varacakları yer ve karârgâhlarının Cehennem olacağına îmân, 10- Allah'ı (azze ve celle) sevmenin vücûbuna îmân, 11- Allah'dan korkmanın vücûbuna îmân, 12- Allah'dan recâda bulunmanın vâcib olduğuna îmân, 13- Allah'a tevekkül etmenin vâcib olduğuna îmân, 14- Hazret-i Peygamber'e (aleyhisselâm) muhabbetin vâcib olduğuna îmân, 15- Hazret-i Peygamber'i ta'zîm, tebcîl ve tevkîrin vâcib olduğuna îmân, 16- Kişinin, dîni üzerinde büyük bir hırs göstermesi, öyle ki ateşe atılmak, ona küfürden daha sevimli gelmeli, 17- İlim taleb (ve tahsîl) etmek, 18- İlmi neşretmek, 19- Kur'ân-ı mecîd'e ta'zîmde bulunmak. Bu da onu öğrenmek, öğretmek, hudûd ve ahkâmını hıfzetmek, helâl ve harâmını bilmek, Kur'ân ehlini ve hâfızlarını tebcîl etmek, âyetlerin ma'nâsını düşünüp Allah'ın vaîdinden ağlamak sûretiyle olur. 20- Tahâretler, 21- Beş vakit namaz, 22- Zekât 23- Oruç, 24- İ'tikâf, 25- Hac, 26- Cihâd.
..
.21/12/2021
Îmânın şubeleri nelerdir -2-
Kişi kendisi için istediğini, Müslümân kardeşi için de istemeli, kendisi için istemediği şeyi, dîn kardeşi için de istememeli...
Bugün artık “îmânın şubeleri” konusunu bitirelim:
27- Allah yolunda nöbet, 28- Düşmâna karşı sebât, 29- Mücâhidlerin ganîmetten beşte birini, devlet başkanına veya vazîfelendirdiği kişiye (beytül-mâle) vermeleri, 30- Allah'a kurbet kasdıyla köle âzâd etmek. 31- Cinâyetler sebebiyle vâcip olan keffâretler, 32- Akidleri yerine getirmek, 33- Allah'ın nimetlerinin müteaddid ve onlara şükrün vâcip olması, 34- Dili, ihtiyâcı olmayan şeylerden korumak ki buna yalan, gıybet, nemîme, fuhuş=kötü söz dâhildir. 35- Emânetlere riâyet ve onları sâhiplerine edânın vâcib olması, 36- İnsanları öldürmenin ve onlara karşı cinâyetin harâmlığı, 37- Tenâsül uzuvlarını (yasak yerde) kullanmanın harâmlığı ve onlarda iffet sâhibi olmanın vücûbu, 38- Eli, harâm mâllardan çekmek ki bunlara hırsızlık, yol kesicilik, rüşvet yeme ve şer'an hakkı olmayan şeyi yemenin harâmlığı dâhil olur. 39- Yeme ve içmede harâmlardan korunmanın ve helâl olmayan yiyecek ve içeceklerden kaçınmanın vücûbu,
40- Giyilmesi ve takılması harâm ve mekrûh olan elbise ve zînetlerden korunmanın lüzûmu, 41- İslâmiyete muhâlif oyun ve eğlencelerin harâmlığı, 42- Nafaka husûsunda iktisâd etme ve bâtıl olarak mâl yemenin harâmlığı, 43- Hasedin harâmlığı, 44- İnsanların ırzlarının (medh ve zemm olunacak tarafları, kendileri, hasebleri ve neseblerinin) harâmlığı, 45- Ameli sırf Allah için yapma (ihlâs) ve riyâyı terk, 46- İyilik yapınca sevinmek, kötülük işleyince üzülmek, 47- Her günâhtan tevbe etmek, 48- Kurbânlar -ki bunlar hedy, udhiyye ve akîka kurbânlarıdır, 49- Ülü'l-Emre itâat, 50- Cemâatın üzerinde olduğu yola temessük (yapışmak), 51- İnsanlar arasında adâletle hükmetmek, 52- Ma'rûfu emir, münkerden nehiy, 53- Birr (iyilik) ve takvâda yardımlaşma, 54- Hayâ, 55- Ebeveyne birr (iyilik ve ihsân), 56- Sıla-i rahm, 57- Güzel ahlâk sâhibi olmak; buna, öfkeyi yenmek, yumuşak olmak ve tevâzu girer, 58- Kölelere ihsân, 59- Efendilerin köleler üzerindeki hakları,
60- Evlâd ve âilenin hakları: Adamın çocuğu ve hanımına bakması ve muhtaç oldukları dîn bilgilerini onlara öğretmesi, 61- Mütedeyyin kişilere yaklaşma, onları sevme, aralarında selâmı yayma, onlarla müsâfeha ve bunun gibi sevgiyi artıran şeyleri yapmak, 62- Selâma cevap vermek, 63- Hastayı ziyâret, 64- Ehl-i kıbleden ölenlerin cenâze namazlarını kılmak, 65- Aksırana rahmet ve bereket duâsında bulunmak, 66- Kâfirler ve müfsidlerden uzaklaşmak ve onlara sert davranmak, 67- Komşuya ikrâm, 68- Misâfire ikrâm, 69- Günâhkârların günâhlarını örtmek,
70- Musîbetler ile nefsin lezzet ve şehvetlerine (yani yasaklara) karşı sabır, 71- Zühd sâhibi olma ve tûl-i emelden sakınmak, 72- Ehline karşı gayûr olmak ve erkekleri âilesinin yanına sokmamak, 73- Lağv (güzel olmayan her türlü söz ve fiil, bütün bâtıl, oyun, şaka ve masiyet)den yüz çevirmek, 74- Cûd ve sehâ (cömertlik ve kerem), 75- Küçüğe merhamet, büyüğe hürmet etmek, 76- İnsanların aralarını düzeltmek, 77- Kişinin kendisi için istediğini, Müslümân kardeşi için de istemesi, kendisi için istemediği şeyi, dîn kardeşi için de istememesi...
.13/12/2021
Îmânın şubelerine dâir hadîs -1-
"Şurûhu'l-Buhârî"deki hadîste, îmânın şu'beleri sayısı üzerinde durulmuş, 60 küsûr ve 70 küsûr sayıları ele alınmıştır.
Bildiğiniz gibi, makâlelerimizde, umûmiyetle, herkesi alâkadâr eden konular üzerinde durmaya çalışıyoruz. Ama bazı İlâhiyatçı meslektaşlarımız, ısrârla, branşımız olan hadîs konularına da temâs etmemizi ricâ ediyorlar. Bu bakımdan arada-sırada bazı özel konulara da temâs ediyoruz.
İmâm Ebû Zekeriyyâ Nevevî, Sahîhu'l-Buhârî'nin "Bed'ü'l-Vahy" ve "el-Îmân" isimli iki kitâbına (bölümüne) yazdığı üç şerhi ihtivâ eden "Şurûhu'l-Buhârî" kitâbında, sekizinci hadîs olarak ele aldığı "îmânın şu'beleri" hadîsinin îzâhını yaparken, önce kısa kısa râvîlerin terceme-i hâllerinden bahsetmiş, sonra lafızlara geçmiştir.
Burada, îmânın şu'beleriyle ilgili hadîsteki şu'belerin sayısı üzerinde durmuş, 60 küsûr ve 70 küsûr sayılarını ele almıştır.
“Bid'” veya “bid'a” ve “şu'be” kelimelerinin ma'nalarını kaydederken, “bid'” hakkında muhtelif kaviller varsa da, bu kelimenin meşhûr sahîh olan kavle göre üçten ona kadar olan sayılar için kullanıldığını zikredip, “şu'be” kelimesinin de "kıt'a" ve "fırka" demek olduğunu belirtmiştir.
Kâdî Iyâz, “bid' (küsûr)” kelimesinin ifâde ettiği sayıları ta'dâd ederken, üçten ona kadardır; üçten dokuza kadar da denilmiştir dedikten sonra, başka nakiller de yapmıştır.
İmâm Nevevî, "60 küsûr" sayısını tercîh edenler de bulunmakla beraber, Kâdî Iyâz ve İmâm Ebû Abdillah Halîmî'nin "70 küsûr" sayısını tercîh ettiklerini zikredip îmânın şu'belerinin a'lâ (en yüksek) ve ednâ (en aşağı) derecelerine, bu hadîse dâir yazılan eserlere ve İbn-i Hıbbân Büstî'nin, şu'belerin sayısıyla ilgili sözüne temâs etmiştir. Bunlardan sonra, hadîsle ilgili başka îzâhlara da yer vermiştir.
Şimdi bu girişten sonra, burada, "İrşâdü's-Sârî li-Şerhi Sahîhi'l-Buhârî" isimli büyük bir şerh yazıp, sonra onu "el-İs'âd fi muhtasari'l-İrşâd" adıyle ihtisâr eden, fakat tamâmlayamayan Ebu'l-Abbâs Şihâbuddîn Ahmed bin Muhammed Kastalânî'nin (851-923) îzâhları üzerinde bir nebze durmakta fayda görüyoruz:
Râvîler kısaca tanıtıldıktan sonra, hadîsin metnine geçilmiş, burada önce bid' kelimesinin uzunca îzâhı yapılmış [Ferrâ’dan, Kâmûs'tan, Ebû Zerr, Ebu'l-Vakt, Usaylî ve İbn-i Asâkir'den, Kirmânî, İbn-i Hacer ve Aynî'den genişçe îzâhlar var], bundan sonra Müslim'in Sahîhi ve üç Sünen'de geçen lafızlar kaydedilmiştir.
İmâm-ı Kastalânî, daha sonra, hadîsteki sayıdan murâdın, hakîkî sayı mı, yoksa mübâlağa mı olduğu üzerinde durup Tîbî’nin bir sözünü nakletmiştir.
Tîbî demiştir ki: "En zâhir olan, teksîr ma'nasıdır. "Bid'" kelimesinin zikri, terakkî için olur yani îmânın şu'beleri, mübhem sayılardır, bunların çokluğuna nihâyet yoktur; Peygamber Efendimiz eğer tahdîdi kasdetmiş olsaydı sayıyı mübhem bırakmazdı."
[Geçen hafta ve bugünkü makâlelerimizde, îmânın şubelerine dâir hadîsle ilgili olarak, Sahîhu’l-Buhârî ve Sahîh-i Müslim şerhlerine temâs etmeye çalıştık; yarın inşâallah Ebû Dâvûd ve Tirmizî şerhlerinden de bazı nakiller yapalım.]
Îmânın şubelerine dâir hadîs -2-
"Îmân yetmiş küsûrdur. Efdali (Lâ ilâhe illallah) demek, ednâsı yoldan kemiği uzaklaştırmaktır. Hayâ, îmândan bir şu'bedir."
Bazı âlimler, dün bir nebze üzerinde durduğumuz îmânın şubelerinden murâdın, adedin hakîkati olduğunu, nassın evvelâ altmış küsûra dâir vâki' olup sonradan bu artınca on daha ilâve edildiğini belirtmişlerdir. Yine bazı âlimler, bunu ictihâd yoluyla saymaya çalışmışlar, hattâ Beyhakî ile Abdü'l-Celîl ise birer "Şuabu'l-Îmân" kitâbı yazmışlardır.
Hadîste îmân, dalları bulunan bir ağaca benzetilmiştir. Binâenaleyh amellere îmân itlâkı mecâzdır. İmâm-ı Kastalânî, konunun sonunda, hadîsin senedinden bahsedip metni Ebû Dâvûd'un es-Sünne, et-Tirmizî ve en-Nesâî'nin el-Îmân bölümlerinde zikrettiklerini, ayrıca İbn-i Mâce'nin de hadîsi eserinde ihrâç ettiğini belirtmiştir. [Tirmizî, “hadîs hasen sahihtir” demiştir.]
Sıddîk bin Hasen Kınnevci'nin, îmânın şu'beleriyle ilgili olan hadîs hakkındaki îzâhları, Kastalânî'nin îzâhlarının hemen hemen hepsini ihtivâ etmektedir. Onlara güzel bazı ilâveler de yapılmıştır.
Bundan önceki makâlelerimizde, Sahîhu’l-Buhârî ve Sahîh-i Müslim şerhlerine temâs etmeye çalıştık; bugün de Ebû Dâvûd ve Tirmizî şerhlerinden bazı nakiller yapalım... Sünenü Ebî Dâvûd'da "Kitâbu's-Sünen"de hadîs şu lafızlarla vârid olmuştur:
"Îmân yetmiş küsûrdur. Efdali (Lâ ilâhe illallah) demek, ednâsı yoldan kemiği uzaklaştırmaktır. Hayâ, îmândan bir şu'bedir."
Allâme Ebu't-Tîb Muhammed Şemsi'l-Hak el-Azîmâbâdî'nin "Avnu'l-Ma'bûd Şerhu Süneni Ebî Dâvûd" isimli şerhinin metin kısmında "bid'" kelimesinden sonra, köşeli parantez içinde "bid'a", "el-azm=kemik" kelimesinden sonra ise yine köşeli parantez içinde "el-ezâ=eziyet veren şey" kelimeleri konulmuştur. Şerhte 70 küsûr lafzından sonra, "yani şu'be" lafızları kaydedilmiş, bid' kelimesinin ma'nâsı uzunca verilmiş; sonunda meşhûr lügat âlimi el-Halîl'den 7 sayısı rivâyet edilmiştir.
"Ednâhâ" lafzı, mikdâr bakımından en aşağısı şeklinde îzâh edildikten sonra, imâtanın izâle olduğu, el-azm yerine bazı nüshalarda el-ezâ lafzının geçtiği ve bunun da diken ve taş gibi ezâ veren şey olduğu belirtilmiş, sonra da hayânın îzâhına geçilmiştir.
el-Hattâbî'nin (319-388) "Meâlimu's-Sünen" isimli Sünenü Ebî Dâvûd şerhinde, bu hadîsin îzâhı sadedinde, önce "bid' " ve "neyyif" kelimeleri arasındaki fark belirtilmiş, birincisinin 3'ten 10'a kadar olan sayıları, ikincisinin ise 1'den üçe kadar olan sayıları ifâde ettiği kaydedilmiş, şer'i ma'nâda îmânın ne demek olduğu, hayânın îmân şu'belerinden biri bulunduğu ve hayânın ma'nâsı, mü'minler arasında îmân ve dereceleri husûsunda tefâdul ve tebâyün bulunduğu, yanî fazîlet bakımından farklılık olduğu belirtilmiştir.
Sünenü't-Tirmizî'de ise, hadîsin iki değişik rivâyeti vardır.
Birincisi: "Îmân, yetmiş küsûr bâbdır; en aşağısı, eziyyet veren şeyi yoldan izâle etmek ve en yükseği de lâ ilâhe illallah demektir."
İkincisi ise: "Îmân 64 bâbdır" lafızlarıdır.
.6/12/2021
Îmânın şubeleri -1-
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Îmân altmış bu kadar [60 küsûr] şubedir. Hayâ da îmânın bir şubesidir"
Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki:
"Îmân, yetmiş küsûr şu'bedir. Bu şu'belerin efdali (en fazîletlisi), Lâ ilâhe illallah demek, ednâsı (en aşağısı) da yoldan zahmet verecek şeyi uzaklaştırmaktır. Hayâ da, îmândan bir şu'bedir. " [Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce: Küçük de olsa bazı lafız farklılıkları vardır.]
Sahîhu'l-Buhârî'nin başlarında (Kitâbu'l-Îmân'da), İslâm'ın binâsını bildiren 1. hadîsten hemen sonra, 2. hadîs (baştan itibâren 9. hadîs) olarak Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) rivâyet edilen lafız:
"Îmân altmış bu kadar [60 küsûr] şu'bedir. Hayâ da îmânın bir şu'besidir" şeklindedir.
Dâru'l-Fünûn müderrislerinden Ahmed Naîm Beyin, "et-Tecrîdü's-Sarîh li-Ehâdîsi'l-Câmii's-Sahîh" tercümesinde, "Bâbu Bed'i'l-Ezân" başlıklı kısımda, uzun olan 24. hadîsin baş tarafının meâli şöyledir:
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)den; şöyle demiştir:
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "(Vaktiyle) biri yolda giderken, güzergâhının üstünde bir diken dalı buldu. Onu alıp (yoldan dışarıya) attı. Allahü teâlâ, bu (ameli)ni hüsn-i kabûl buyurup günâhlarını mağfiret etti..."
Bu hadîsin dipnotunda, "Bu hadîsten, yoldan imâta-i ezâ yani yolculara zahmet verecek şeyi ortadan kaldırıp atmaktaki fazîlet anlaşılıyor. Memleket halkının râhat râhat seyâhat edebilmeleri için turuk-ı umûmiyye inşâsı (umûmî yollar yapılması) ile hüsn-i muhâfazası (güzelce muhâfaza edilmesi) de elbette imâta-i ezâ nev'inin a'lâlarından (eziyeti giderme nev'inin en yüksek kısımlarından) sayılmalıdır” cümlelerine yer verilmiştir.
Bu kitapta dokuzuncu hadîs olarak sevk edilen Ebû Hüreyre'nin "Îmân, yetmiş küsûr şu'bedir. Hayâ da, îmândan bir şu'bedir" hadîsinde, diğer bazı tarîklerden gelen rivâyette "... Bu şu'belerin efdali (en faziletlisi), Lâ ilâhe illallah demek, ednâsı (en aşağısı) da yoldan zahmet verecek şeyi uzaklaştırmaktır" ziyâdesi vardır.
Ayrıca, “Bir diken parçasını yoldan alıp atmak kadar kolay bir amel, Hak teâlâ hazretlerinin şükür ve gufrânına bâis (Cenâb-ı Hakk'ın rızâsına ve mağfiretine sebep) olursa, daha ehemmiyetli a'mâlin inda'llah mükâfâtı (daha önemli amellerin, Allah indinde karşılığının) ne olabileceği artık tasavvur edilsin" kaydı da düşülmüştür.
Sahîh-i Müslim'in "Kitâbu'l-îmân" başlıklı bölümünde 12. bâb olan "Bâbu Şu'abi'l-Îmân=Îmânın şubeleri kısmı"nda, yine Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)’den mervî olan birinci hadîs "Îmân, yetmiş küsûr şu'bedir. Hayâ da îmândan bir şu'bedir" şeklindedir.
Yine aynı râvîden rivâyet edilen 2. hadîs ise:
"Îmân, yetmiş küsûr veya altmış küsûr şu'bedir. O şu'belerin en fazîletlisi, Lâ ilâhe illallah demek, en aşağısı da, yoldan eziyet veren şeyi gidermektir. Hayâ, îmândan bir şu'bedir" meâlindeki lafızlarla zikredilmiştir. [İnşâallah yarın konumuza devâm edelim.]
.07/12/2021
Îmânın şubeleri -2-
"Îmânın şu'belerinden bahseden hadîs-i şerîf 6 kitaptan beşinde yer almakta, fakat adı geçen kitaplarda, bazı lafız farkları bulunmaktadır."
Dünkü makâlemizde, bir nebze, îmânın şu'belerinden bahseden hadîs-i şerîf üzerinde durmaya çalıştık. İmâm Mâlik'in Muvatta'ı, İmâm-ı Buhârî ile İmâm Müslim'in Sahîhleri, İmâm Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Nesâî'nin Sünen'lerini, "Câmiu'l-Usûl min Ehâdîsi'r-Resûl" adıyla ihtisâr eden İbnü'l-Esîr el-Cezerî'nin on cildlik eseri ile, bunun İbnü'd-Deyba' eş-Şeybânî tarafından yapılan dört cildlik muhtasarının başlarında, bu hadîs zikrolunmaktadır. Bu hadîs, yukarıda zikrettiğimiz 6 kitaptan beşinde yer almakta, fakat adı geçen kitaplarda, dün de işâret ettiğimiz gibi, bazı lafız farkları bulunmaktadır.
İmâm Muhyiddîn en-Nevevî, Sahîh-i Müslim Şerhi’nde, bu hadîsi açıklarken, başlığa şunu yazmıştır: "Bâbu Beyâni Adedi Şu'abi'l-Îmân ve Efdalihâ ve Ednâhâ ve Fazîleti'l-Hayâ ve Kevnihî mine'l-îmân=Îmânın şu'belerinin adedini, en üstününü ve en aşağısını ve hayânın fazîletini ve îmândan oluşunu beyân bâbı".
İmâm-ı Nevevî, Ebû Hüreyre'den (radıyallahü anh) mervî lafızları zikrederken, önce "İmân, altmış küsûr şu'bedir" lafzını, sonra da şek ifâde eden "Yetmiş küsûr veya altmış küsûr" lafzını kaydetmiştir.
Bundan sonra Nevevî (rahimehüllah) şöyle demiştir:
"Bunu Buhârî, kitâbının başında, (Ebû Âmir) el-Akadî'nin rivâyeti olarak şeksiz bir şekilde "altmış küsûr", Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başkaları, Süheyl rivâyeti olarak yine şek bulunmayan bir tarzda "yetmiş küsûr", Tirmizî başka bir tarîkten "altmışdört bâb" lafızlarıyla zikretmişlerdir.
Ulemâ, iki rivâyetten hangisinin tercîh edileceği hakkında ihtilâf etmişlerdir. Kâdî Iyâz demiştir ki: Doğru olan, diğer hadîslerde geçen ve diğer râvîlerden gelen "60 küsûr" rivâyetidir.
Şeyh Ebû Amr İbnü's-Salâh (rahmetullahi aleyh) demektedir ki:
“Süheyl rivâyetinde vâki' bu şek, Süheyl'dendir. Hâfız Ebû Bekr Beyhakî (rahmetullahi aleyh) de böyle söylemiştir. Süheyl'den şeksiz olarak "70 küsûr" lafzı da rivâyet edilmiştir. Süleymân b. Bilâl, Amr b. Dînâr'dan şeksiz, kat'î olarak nakletmiştir ki: Bu, Sahîhayn'de ihrâc edilen sahîh rivâyettir. Şu kadar var ki, Müslim'in kitâbında bizim gördüğümüz "yetmiş küsûr", Buhârî'nin kitâbında gördüğümüz ise "altmış küsûr" lafızlarıdır. Her iki rivâyet de, iki kitâbın herbirinden nakledilmiştir. Bu hadîsin rivâyet tarîklerinde, o ikisinden her birinde, bilinen bir rivâyetin bulunmasında işkâl (problem) olmayıp, tercîhte ihtilâf etmişlerdir. İhtiyâtlı olan, ekal olan rivâyeti (daha az olan rakamı yani 60 küsûru) almaktır. Ekser olan rivâyeti (daha çok olanı yani 70 küsûru) tercîh edenler de vardır. Ebû Abdillah el-Halîmî bunu ihtiyâr etmiştir.”
Şeyh (İbnü's-Salâh) demiştir ki: “Bu şu'belerin tayîni husûsunda söz uzar. Bu konuda bazı musannefât tasnîf edilmiştir. Faydası en bol olanlarından biri, Buhârâ'daki Şâfiîlerin imâmı, Müslümânların imâmlarının yükseklerinden Ebû Abdillah Halîmî'nin "Kitâbu'l-Minhâc" adlı eseridir. Hâfız Ebû Bekr Beyhekî de "Kitâbu Şu'abi'l-Îmân" isimli büyük kitâbında onun yolunu ta'kîb etmiştir.”
Müslümanların birbirleri üzerindeki hakları...
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemeyen kâmil mümin olamaz.”
Sevgili Peygamberimiz “Müslümânın Müslümân üzerinde 5 hakkı vardır” buyuruyor. Bunlar: “Selâmına cevap vermek, aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükallah demek, hastasını ziyâret etmek, davetine icâbet etmek, cenâzesinde bulunmak”tır. Bunlardan bazılarıyla alâkalı kısa kısa açıklamalar yapmaya çalışalım:
1- Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, mümin olmadıkça Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (kâmil) mümin olamazsınız. Size bir amel bildireyim mi ki, yaptığınız takdîrde birbirinizi seversiniz: Aranızda selâmı yayınız.” [Müslim]
“Ya Enes, abdeste devâm et ve güzel abdest al ki, ömrün uzasın. Karşılaştığın herkese selâm ver ki, hasenâtın çoğalsın! Evine girince, ev halkına selâm ver ki, evin iyiliği ve bereketi artsın.” [Harâitî]
Selâm vermek sünnet, almak farzdır. Yine bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Selâm verip müsâfeha eden iki Müslümânın arasına yüz rahmet iner. Bunun doksanı, önce selâm verip elini uzatana, onu ise ötekine verilir.” [Bezzâr]
2- Aksırınca “Elhamdülillah” demeli, bunu duyan Müslümân da, “Yerhamükellah” yani (Allah sana rahmet etsin) demelidir! Üçüncü biri varsa “Yehdînâ ve yehdîkümullah” demelidir! Üçüncü bir kimse yoksa, aksıran kişi, cevap olarak aynı şeyi söylemelidir!
Müslümân, baştan sona faydalı kimse demektir. O hâlde, diğer Müslümânlara elinden gelen yardımı yapmalıdır! Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Şu iki hasletten daha üstünü yoktur: Allaha îmân etmek ve Onun kullarına faydalı olmak. Şu iki şeyden daha kötüsü yoktur: Allaha şirk koşmak ve Onun kullarına zararlı olmak.” [Deylemî]
“Kim bir mümini, bir münâfığın zulmünden, eziyetinden korursa, Allahü teâlâ da, Kıyâmette bir melek gönderip onu Cehennem ateşinden korur.” [Ebû Dâvûd]
Peygamber efendimiz, “Zâlim de, mazlûm da olsa, dîn kardeşinize yardım ediniz” buyurunca, “Ya Resûlallah zâlime nasıl yardım ederiz?” dediler. Cevâbında buyurdu ki: “Onun zulmüne mâni olmak sûretiyle yardım etmiş olursunuz.” [Buhârî]
Müslümân, diğer Müslümân kardeşini en az kendisi kadar düşünür. Kendisine yapılmasını uygun görmediği şeylerin başkalarına da yapılmamasını ister. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemeyen kâmil mümin olamaz.” [Buhârî]
Müslümân, herkesin gönlünü hoş etmeye, üzüntüsünü gidermeye çalışır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Allah indinde en makbûl amel, bir mümini sevindirmek, kederini gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır.” [Beyhekî]
.27/09/2021
Kul hakları kaç çeşittir?
Sirkat (hırsızlık), gasb, aldatmak ve yalan söylemekle mâl satmak, kalp akça vermek mâlî olan kul haklarındandır.
Kul hakları beş türlüdür:
1- Mâlî [Para ile alâkalı olanlar], 2- Nefsî [hayâtî yönden hak], 3- Irzî [Haysiyetle ilgili], 4- Mahremî [Nâmûsla ilgili] ve 5- Dînî olan kul hakları.
1- Sirkat (hırsızlık), gasb, aldatmak ile ve yalan söylemekle mâl satmak, kalp akça vermek, başkasının mâlına ziyân vermek, yalancı şâhidlikle veyâ zâlime haber vermekle veyâ rüşvet vermekle, mâlına zarar vermek, mâlî olan kul haklarıdır.
Bir kuruş, bir habbe mâl için tevbe etmek ve sâhibi ile helâlleşmek lâzımdır. Mâlî haklar için, çocukların da helâlleşmeleri, ödemeleri lâzımdır. Dünyâda helâlleşmezse, âhırette sevâbları ona verilerek helâlleşilecektir. Mâl sâhibi ölmüş ise, vârisine ödenir. Vârisi yoksa veyâ mâl sâhibi bilinmiyorsa, fakîre hediyye olarak verilip, sevâbı sâhibine gönderilir. Sâlih olan Müslümân fakîr yoksa, İslâmiyyete ve Müslümânlara hizmet eden hayır cem’ıyyetlerine, vakıflara verilir. Kendi sâlih akrabâsına, fakîr olan analarına, babalarına, çocuklarına hediyye olarak vermesi de, câiz olur. Fakîre, hediyye diyerek verilen şey, sadaka olur; sadaka sevâbı hâsıl olur.
Bunları yapma imkânını bulamazsa, mâl sâhibinin ve kendisinin afv olunmaları için duâ eder. Kâfirin hakkı için de, onunla helâlleşmek lâzımdır. Gönlü alınmazsa, âhırette afv olunması, çok güç olacaktır.
2- Nefsî, yani hayâtî günâh, adam öldürmek, bir uzvunu telef etmek, sakat bırakmak gibi şeylerdir. Önce tevbe etmek, sonra kendini onun Velîsine teslîm etmek lâzımdır. Velîsi isterse afv eder. İsterse mâl karşılığı sulh yapar. İsterse, mahkemeye verip, hâkimden cezâlandırılmasını ister. Kendisinin karşılık yapması, câiz değildir. [İslâmiyyette kan davâsı yoktur.]
3- Irza dokunan kul hakkı, gıybet, dedikodu, iftirâ, alay, sövmek gibi şeylerdir. Tevbe etmek ve helâlleşmek lâzımdır. Bunlarda vârisle helâlleşmek olmaz.
4- Mahremî olan hak, başkasının zevcesine, çoluk-çocuğuna, hıyânet etmektir. Tevbe ve istiğfâr eder. Fitne çıkma ihtimâli varsa, helâlleşmek yerine, ona duâ eder ve onun için sadaka verir. Yaptığı ibâdetlerin sevaplarını ona bağışlar.
5- Dînî hak, akrabâsına ve emri altında olanlara din bilgisi vermeyi terk etmektir; bunların ve bütün insanların din bilgisi öğrenmelerine ve ibâdet yapmalarına mâni’ olmaktır ve başkasına kâfir, fâsık demektir. Bid’at çıkarıp veya mevcut bid’atleri savunup Müslümânların yanlış inanmalarına ve yanlış ibâdet etmelerine sebep olmak.
Helâlleşirken günâhı bildirmeyip, bendeki haklarını afv et demek, câizdir.
Kitaplarda, “Üzerinde Allahü teâlânın hakkı veya kul hakkı bulunanın, iki şahit yanında vasiyet etmesi veya yazması vacibdir” deniyor. Vasiyet yazmak vâcibdir.
Üzerinde Allah hakkı olan kimsenin, “hakları sayarak devir ve iskâtımı yapın” demesi veya vasiyetine yazması gerekir. Devir ve iskât yapmakla, bu borçlar ödenmiş olmazsa da, Allahü teâlânın affına sebep olacağı umulur.
.21/09/2021
Üzerinde kul hakkı olanlar...
Kul hakkını, Allahın hakkından önce ödemek gerekir. Kul hakkı olan günâhların affı güç ve azapları daha şiddetlidir.
İnsanların ve diğer mahlûkların hakları da bulunan günâhlardan kaçınmak, Allahü teâlânın hakkı olan günâhlardan kaçınmaktan daha önemlidir.
Bir kimseden haksız olarak alınan bir kuruşu, sâhibine geri vermek, yüzlerle lira sadakadan kat kat daha sevâbdır. Bir kimse, Peygamberlerin yaptıkları ibâdetleri yapsa, fakat, üzerinde başkasının bir kuruş hakkı bulunsa, bu bir kuruşu ödemedikçe, Cennete giremez. (Mektûbât-ı Rabbâniyye c. 2, m. 66, 87]
Allahü teâlâ, tevbe edilince, bütün günâhları affediyor da, kul haklarını affetmiyor. Kul haklarını, Allahü teâlânın haklarından önce ödemek gerekir. Kul hakkı olan günâhların affı güç ve azâbları daha şiddetlidir. Başkalarının haklarını yiyenler, hak sâhibleri ile helâlleşmedikçe affa uğramazlar. Yanî üzerlerinde kul veya hayvân hakkı bulunanları, Allahü teâlâ affetmez ve bunlar Cehennem’e girip, cezâlarını çekeceklerdir. Onun için herkese karşı iyi davranmalıyız. [Abdülğanî Nablusî, el-Hadîkatü’n-Nediyye]
Kul hakkı olmayan günâhlarda, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet edilmemiş olur. Şartlarına uygun tevbe edilince, muhakkak affedilir. Kul hakkı olan günâhlarda ise, hem Allahü teâlânın emrine isyân vardır. Hem de, o kimsenin hakkı geçmiş olur. Tevbe edilirse, Allahü teâlâ yine günâhı, yani kendi hakkını affeder. Fakat kul hakkı için, maddî bir hak ise, sâhibine geri vermek, diğer haklar için ise, hak sâhibi ile helâlleşmek gerekir. Kul hakkının önemi böyle büyüktür.
Üzerinde kul hakkı olanın, buna tevbe için, kul hakkını hemen ödemesi, onunla helâlleşmesi, ona iyilik ve duâ etmesi de gerekir. Mâl sâhibi, hakkı olan ölmüş ise, ona duâ, istiğfar edip vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, o miktar parayı fakîrlere sadaka verip, sevâbını hak sâhibine bağışlamalıdır. (Sefer-i Âhıret)
Kul hakkını, Allahın hakkından önce ödemek gerekir. Kul hakkı olan günâhların affı güç ve azapları daha şiddetlidir. Başkasının hakkını yiyen, onunla helâlleşmedikçe affa uğramaz. Yani üzerinde kul hakkı bulunanı, Allahü teâlâ affetmez ve bunlar Cehennemde cezâlarını çekerler. (Hadîka)
Kıyâmet günü, hak sâhibi, hakkından vazgeçmezse, bir dank [yarım gram gümüş] hak için, cemâat ile kılınmış, kabûl olmuş yediyüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecektir. (ed-Dürrül-muhtâr)
Ama Allahü teâlâ isterse, kul haklarını da, affedebilir. Nitekim şehîd olan kimselerin kul borçlarını Allahü teâlâ öder. Bir hadîs-i şerîf meali şöyledir:
“Denizde şehîd olanların, bütün günâhları, hattâ kul hakları da affolur.” [İbn-i Mâce]
Peki karada ölen şehîdlerin veya sâlihlerin kul haklarını affetmez mi? Elbette affedebilir. Allahü teâlâ, hak sâhibine, “Bu şehîdde, bu gâzîde, bu sâlih kimsede, ne kadar alacağın var” diye sorar. Alacak sâhibinin, o alacak kadar günâhını affeder, günâhı yoksa, o kadar sevâb verebilir. Ama bu dereceye yükselmek de zordur. Onun için kul hakkı ile ölmemeye gayret etmelidir!
.20/09/2021
Kul haklarının önemi...
Kul hakkı veya kul borcu demek, insanların bizdeki maddî ve mânevî alacaklarıdır. Maddî olanları ödemek veya helâlleşmek şarttır.
Mukaddes dînimizde, kul haklarının önemi çok büyüktür. Üzerinde kul hakkı bulunduğu hâlde ölen kimse, Cennet’e giremez. Tabîî ki bir kimse, üzerine kul hakkı geçirmişse, bundan dolayı kâfir olmaz; ama muhakkak kul haklarını ödemesi lâzımdır. Bu dünyâda ödemezse, “Âdil-i mutlak” olan Allahü teâlâ, âhırette ondan, hak sâhiplerinin haklarını alıverir. Sevâplarından bir kısmı alınıp onlara verilir. Böylece (sevâplarından bir kısmını vererek) kul hakkını öderse, Cehennem’e girmez. Hiç sevâpları yoksa, yahut hak sâhiplerine verildiği için bitmişse, kul hakkı olanın günâhlarının bir kısmı ona yüklenir. Şehîd olan kimselerin kul borçlarını, Allahü teâlâ öder.
Resûlullah Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) buyurdu ki:
“Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helâlleşsin! Çünkü âhırette altının, mâlın [paranın, pulun] değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevâplarından alınır, sevâpları olmazsa, hak sâhibinin günâhları buna yüklenir.” [Buhârî]
Yine Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki:
“Müflis, şu kimsedir ki, kıyâmette, amel defterinde pek çok namaz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bazılarına çeşitli yönlerden zararı dokunmuştur. [Meselâ kimini dövmüştür, kimine sövmüştür; kimini gıybet etmiştir, kimine iftirâ atmıştır.] Sevâpları, bu hak sâhiplerine verilir. Hak sâhiplerinin hakları ödenmeden önce, bu kişinin sevâpları biterse, onların günâhları, bunun üzerine yükletilip Cehennem’e atılır.” [Müslim]
“Kibri, hıyâneti ve kul borcu olmayan mümin, Cennete girer.” [Nesâî]
“Kul hakkı, müminin aybı, kusûrudur.” [Ebû Nuaym]
Hadîs-i şerîflerde zikredildiği gibi, üzerine hak geçen kimselerin, verecek sevâpları kalmazsa, borçlarını ödemek için Cehennem’e girerler; ancak cezâlarını çektikten sonra Cennet’e gidebilirler.
Bilindiği üzere, dünyâda da, borçlu kimseler, haczedilecek bir şeyleri kalmamışsa hapsediliyorlar. Müslümân, ne kadar çok günâhkâr olursa olsun, günâhlarının cezâsını çektikten sonra, muhakkak Cennet’e girer. Fakat Cehennem’de cezâ çekmek de öyle kolay değildir. Yalnız kâfirler, Cennet’e giremezler.
Üzerinde kul hakkı bulunanların rûhları Cennete girmez. Salihlerin rûhları kabirlerine gelerek, cesetlerini ziyâret ederler. Vefât eden müminlerin rûhları gelip, dünyâda tanıdıklarını sorarlar. (Ferâidül-fevâid)
Netîce olarak, kul hakkı veya kul borcu demek, insanların bizdeki maddî ve mânevî alacaklarıdır. Maddî olanları ödemek veya helâlleşmek şarttır. Haklarını kendilerine vermek mümkün olmazsa, o kadar para, mâl, Müslümân fakîrlere verilir ve hak sâhibine duâ edilir. Mânevî hakkı olanlarla, meselâ kalbini kırdığımız kimselerle de helâlleşmeli, mümkün olmazsa duâ etmeli ve yaptığımız ibâdetlerin sevâblarını onlara da göndermelidir.
[Aslında, Kur'ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve İslâm âlimlerinin kıymetli kitaplarında, kul haklarıyla ilgili pekçok ma'lûmât vardır.]
.13/09/2021
Cuma namazına dâir... -1-
Resûlullah Efendimiz, ilk Cuma namazını, hicret esnâsında “Rânûnâ” vadisinde bulunan “Mescid-i Cuma”da kılmıştır...
Geçen haftaki 2 makâlemizde, Cuma namazının farzları, Cuma namazı kaç rek’attir ve nasıl kılınır konularını ele almıştık. Bugün ve yarın inşâallah, Cuma namazına dâir diğer bazı meseleler üzerinde durmak istiyoruz.
1- Resûlullah Efendimiz, ilk Cuma namazını, Medîne-i münevvereye giderken, hicret esnâsında Kubâ’da birkaç gün konakladıktan sonra, Medîne ile Kubâ arasında “Rânûnâ” vadisinde bulunan “Mescid-i Cuma” isimli câmide kılmıştır.
2- Cuma günü ezândan önce, salâ okumak, câiz midir?
Melik Nâsır bin Mensûr, hicrî 700 yılında, Cuma Ezânından önce, minârelerde salât ü selâm okuttu. (Mir’âtül- haremeyn)
Bu târihten sonra gelen âlimler, buna bir şey demedikleri için, Cuma günü salât okunmasına bid’at denilmez. Cenâze olduğunu bildirmek için, salât okumak ise, bid’attir. (Seâdet-i Ebediyye)
3- “Cuma geceleri evde helva yapıp kokutmalı, rûhlar kokusuna gelir” sözü uydurmadır.
4- Câmide, Cuma akşamları, cemâate istiğfar ettirmek uygun olur mu?
Cemâate öğretmek niyetiyle yapılması uygundur.
5- Cuma günü, dışarıda minârede okunan Ezândan başka, Câmi içinde ikinci bir Ezân daha okunmaktadır. Câmi içinde Ezân okunmasını Peygamber Efendimiz emretmiştir. Birinci ezânı ise Hazret-i Osmân emretmiştir. Hulefâ-i râşidînin sünneti, Peygamber Efendimizin sünneti demektir.
Resûlullah ile Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer’in devirlerinde Cuma günü, ilk ezân, imâm minbere çıkıp oturduğu zamanda idi. Hazret-i Osmân Halîfe olup, insanlar çoğalınca, dışarıda birinci ezânın okunmasını emretti. (Tâc)
Hazret-i Osmân, Hulefâ-i râşidîndendir. Onun sünneti de, dînde senettir.
Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir: “Benden sonra ihtilâflar çıkacaktır. İşte o zaman sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine uyun! Onlara, azı dişinizle ısırır gibi sımsıkı sarılınız.” [Tirmizî]
6- Cuma namazında iç Ezânı, cemâatin tekrârlaması lâzım değildir, sâdece dinlemeleri lâzımdır; bu Ezânı tekrârlamazlar.
7- İmâmın, Cuma namazının ilk sünnetini, Minberin sağ yanında kılması sünnettir. (Seâdet-i Ebediyye)
8- Eshâb-ı kirâm ve Tâbiîn-i ızâm, bid’at işlememek için, Asya ve Afrika’da, hutbeleri hep Arabî okudular. Hâlbuki, dinleyenler Arabî bilmiyorlardı.
Bunun için, Osmânlı âlimleri, 600 yıldır, hutbelerin, kabûl olmayacağını bildikleri için, Türkçe okunmasına izin vermediler. Cuma vaazları koydular. Vâizler, bu vaazlarda, namazdan önce veya sonra, hutbenin manâsını anlatırlardı. Hutbe böylece öğrenilirdi.
Seyyid, allâme, Muhammed Emîn İbn-i Âbidin hazretleri, “Hutbeyi, Arabîden başka dil ile okumak, başka dil ile iftitâh tekbîri almak gibi tahrîmen mekruhtur” buyurmuştur.
Hindistan âlimlerinden Muhammed Viltori (rahimehullah) da, “Hutbelerin bir kısmını bile, Arabîden başka dil ile okumak bid'attir” buyurdu. (El-edille)
9- Bazı imâmlar hutbeyi kılıçla okuyorlar. Böyle bir şey var mıdır?
Evet, Mekke ve Bursa gibi, savaşla alınan şehirlerde, imâm, minbere çıkarken sol eline kılıç alır. Kılıca dayanarak okur. (Seâdet-i Ebediyye)
.14/09/2021
Cuma namazına dâir... -2-
Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerini okumak, hutbenin şartı değilse de, Ehl-i sünnetin şiârıdır, nişânıdır.
1- Birkaç câmide hutbelerde Dört Halîfenin ismi okunurken, çoğu câmide okunmuyor. Okunmaması Ehl-i sünnete aykırı değil midir? Elbette, aykırıdır. Hattâ bid’attir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, zamanın ileri gelenlerine yazdığı bir mektubunda buyuruyor ki:
Samane şehrinin hatîbi, Kurbân Bayramı hutbesinde, Hulefâ-i Râşidîn’in yani Resûlullah'ın dört halîfesinin isimlerini söylememiş ve namazdan sonra bir kısım cemâat kendisine bunu söyledikleri zaman, “Unuttum veya şaşırdım” gibi bir özürde bulunmayarak, “İsimleri söylenmezse ne olurmuş?” diye inâd etmiş. Halktan ileri gelenler, bu hâle seyirci kalıp o insâfsız hatîbe haddini bildirmemişler.
Hulefâ-i Râşidîn’in isimlerini okumak, hutbenin şartı değilse de, Ehl-i sünnetin şiârıdır, nişânıdır. Onu, bile bile inâd ederek ancak kalbi bozuk olan okumaz. Ehl-i sünnet olan bir sultân zamanında, böyle bid’at çıkarmak, ne büyük cesârettir. Belki de, devlete, ülül-emre karşı gelmek demektir. Asıl şaşılacak şey de, o şehrin muhterem eşrâfının, ileri gelen Müslümânlarının, bu vak’a karşısında kımıldamamaları, gevşek davranmalarıdır.
Kur'ân-ı kerîmde “Gücü yeterken, günâh işleyenlere mâni olmayıp susmanın, kötü” olduğuna dâir hüküm var. Bu tüyler ürpertici haberi duyar duymaz, aklım başımdan gitti. Fârûkî damarım harekete geçti, bunları yazdım. (C. 2/Mektûb: 15)
Hutbede dört halifenin isimlerini yüksek sesle okumak, Ehl-i sünnet olmanın alâmetidir. (İslâm Ahlakı)
2- Hutbe dinlerken, konuşulmaz ve bir şey okunmaz, duâlara âmîn denmez, ama bugünkü hutbelerde, ağaç dikmek, kalkınmak gibi şeylerden de bahsediliyor, üstelik Arapça da okunmuyor. Kalbi temizlemek niyetiyle içimizden kelime-i tevhîd okumamızda sakınca olur mu? Hutbe Arapça da okunsa, namazdan, oruçtan da bahsedilse, kelime-i tevhîd kalbden okununca zararı olmaz.
Hutbe dinlerken, “Takkeni unutmuşsun”, “şurada boşluk var”, “safları doldur” gibi şeyler söylemenin, konuşmanın ve imâmın âmin dedirtmesinin mahzûru olur mu?
Hutbe dinlemek namaz gibidir. Namazda yapılmaması gereken şeyler, hutbe dinlerken de yapılmamalı. Yer değiştirmek, konuşmak, konuşana sus demek, hattâ duâ okumak, açıktan âmin demek bile câiz değildir. Câmiye girince, hutbe okunuyorsa, hemen ilk bulduğu boş yere oturmalıdır. Safları yararak ileri geçmemelidir. Müminlere eziyet günâhtır.
3- Mescid küçük olsa, etrâfta da câmi yoksa, Cuma namazında, birinci cemâat çıktıktan sonra, ikinci cemâat olmak câiz değildir.
4- Seferî olana Cuma namazı kılmak farz olmadığı hâlde, seferî olan kimse, Cuma namazını kıldırabilir mi? Seferî imâm, mukîm cemâate Cuma namazı kıldırabilir.
5- Almanya, Fransa gibi gayrimüslim bir ülkede cuma namazı kılmak farz olmadığına göre, orada kırk kişi varsa, Şâfiî mezhebi taklit edilip kılınsa farz sevâbı alınır mı?
Evet, taklîd edilirse, Cuma namazı sahîh olur.
Müslümân olmayan bir ülkede, Müslümânlar, bir imâm seçerek Cuma namazı kılsalar, Hanefî mezhebine göre de namazları sahîh olur. (İbn-i Âbidin)
.7/09/2021
Cuma namazı nasıl kılınır?
Çeşitli sebeplerden dolayı, Cum’a namazlarını kılamayanların, Cum’a namazlarını kazâ etmeleri gerekmez, o günkü öğle namazı kılınır.
Cum’a günü, öğle vaktinde 16 rek’at namaz kılınır. [Bunun iki rek’atını kılmak farzdır. Öğle namazından daha kuvvetli farzdır.] Bunlar sırası ile şöyledir:
1- Önce, Cum’a namazının dört rek’atlık ilk sünneti kılınır. Bu sünnet, öğle namazının ilk sünneti gibi kılınır. Sonra, câmi içinde ikinci ezân ve hutbe okunur. Hutbe okunduktan sonra, ikâmet okunup, cemâat ile Cum’a namazının iki rek’atlık farzı kılınır.
2- Cum’a namazının farzı kılındıktan sonra, dört rek’atlık son sünneti kılınır. Bunun kılınışı, öğle namazının ilk sünneti gibidir.
3- Bundan sonra, “Vaktine yetişip kılmadığım son öğle namazının farzını kılmaya” diye niyet ederek, öğle namazının farzı gibi zuhr-i âhir namazı denilen bir namaz kılınır.
4- Sonra da, sabâh namazının sünneti gibi iki rek’at vaktin sünneti kılınır. Bundan sonra, Âyetel-kürsî ve tesbîhler okunup, duâ edilir.
Cum’anın ilk sünnetini kılarken, “Cum’anın ilk sünnetini ve ilk kazâya kalmış öğle [ikindi veya yatsı] namazının farzını kılmaya” diye niyet edilebilir. Cum’anın farzından sonra 10 rek’at namaz kılınır. Bunun ilk dört rek’atını kılarken, “Cum’anın son sünnetini ve ilk kazâya kalmış öğle [ikindi veya yatsı] namazının farzını kılmaya” diye niyet edilebilir.
İkinci dört rek’atı kılarken, “Vaktine yetişip kılamadığım son öğle namazının farzını kılmaya” diye niyet edilir ve farz gibi kılınır. Buna “zuhr-i âhir namazı” denir, mutlaka kılmalıdır. Cum’a namazı kabûl olmazsa, bu namaz o günün öğle namazı yerine geçer.
Sonra iki rek’at daha kılınır, buna da “Vaktin son sünnetini ve ilk kazâya kalmış sabâh namazının farzını kılmaya” diye niyet edilebilir.
Cum’anın sahîh olduğu yerlerde, öğleyi cemâatle kılmak ve ikâmet okumak mekrûh olur. (Reddül-muhtâr)
Seferî olana, Cum’a kılmak farz değildir. Fakat kılarsa farz sevâbını alır. (Fetâvâ-yı Hindiyye)
Kadınların, Cum’a günü, öğle namazını evlerinde kılabilmeleri için, cemâatin câmiden çıkmalarını beklemeleri şart değildir. Diğer günlerde de böyledir. (Hidâye)
Mahkûmların Cum’a günü öğle namazını cemâatle kılmaları mekrûh olmaz. Çünkü mahkûmlara Cum’a kılmaları farz değildir.
Hutbeye dünyâ sözü karıştırmak harâmdır. Hutbe nutuk, konferans şekline sokulmaz. Hutbeyi nutuk çeker gibi, şiir söyler gibi okumak câiz değildir.
Cum’a günü, imâm minbere çıkmadan, sünneti yetiştireceğini zanneden kimse, sünneti kılar, yetiştiremeyecekse sünneti kılmaz. Sünnet ile farz, farz ile sünnet arasında konuşulmaz. İmâm hutbede iken de konuşulmaz. Hadis-i şerifte “hutbe okunurken, arkadaşına sus diyenin namazı yok” buyurulmuştur, bunun manâsı, sevâbı olmaz demektir.
Çeşitli sebeplerden dolayı, Cum’a namazlarını kılamayanların, Cum’a namazlarını kazâ etmeleri gerekmez, o günkü öğle namazı kılınır.
Cum’a namazı hutbesinde, imâm hutbeyi bitirdikten sonra duâ ediyor, açıktan âmin demek câiz değildir. Namaz kılar gibi sessiz durmak gerekir.
Cum’anın edâ şartlarından biri noksânsa, fitneye sebep olmamak için, Cum’aya gitmek lâzımdır.
.06/09/2021
Cuma namazının farzları
Cuma namazının vücûb şartları yoksa, namaz sahîh olur; ama edâ şartlarından biri yoksa, Cuma namazı sahîh olmaz.
Hanefî mezhebinde Cuma namazının farz olabilmesi için iki çeşit şart vardır:
1- Vücûb şartları, 2- Edâ şartları.
Cuma namazının vücûb şartları yoksa, namaz sahîh olur; ama edâ şartlarından biri yoksa, Cuma namazı sahîh olmaz.
VÜCÛB ŞARTLARI
Cuma namazının vücûb şartları 9’dur:
1- Mukîm olmak, seferî olmamak. 2- Sağlam olmak, hasta olmamak. 3- Hür olmak. 4- Mahpus olmamak. Düşmânın yakalama korkusu olmamak.
“Memûr ve işçi köle sınıfındandır, hür değildir” demek yahut onları mahkûm (hapis) durumuna sokmak yanlış olur. Memûr, işçi, “Başka zaman o kadar fazla mesâî yapayım” veya “Maâşımdan kes” diyebilir. Yani bir uzlaşma olabilir. Böyle bir uzlaşmaya yanaşmayan âmir, vakit namazlarını da kıldırmayabilir. Patron kıldırmıyor diye namazın farz olması kalkmış olmaz. Zarûret olursa, gerekirse iki namazı cem eder, yine namazını kazâya bırakmaz. Cumaya kesin gönderilmezse, cumanın farz olması kalkmış olmaz, o zaman o günkü öğle namazı kılınır. Hiçbir patronun namaza mâni olmaya hakkı olmaz. Namaz vakti kadar ücretinden kesebilir veya fazla mesâî yaptırır.
5- Âkıl ve bâliğ olmak. 6- Kör olmamak. Gözleri görmeyene, yardımcısı olsa da cuma namazı kılmak farz değildir, fakat yardımcı olmadan kendisi câmiye gidebiliyorsa, o zaman farz olur. (Seâdet-i Ebediyye)
7- Yürüyebilmek. Arabası olsa bile felçliye, ayaksıza farz değildir. 8- Erkek olmak. Cuma namazı kadınlara farz değildir. 9- Çok yağmur, kar, fırtına, çamur, çok soğuk olmamak.
EDÂ ŞARTLARI
Cuma namazının edâ şartları 7’dir:
1- Namazı şehirde kılmak. Bugün, muhtârı veya jandarması bulunan köyler şehir hükmündedir. 2- İzinli olarak kılmak. [Gayr-i müslim ülkelerde, cemâatin seçeceği imâm, Cuma namazını kıldırır. Cumanın kabûl olması şüpheli olan yerlerde, Cuma namazının son sünneti ile vaktin sünneti arasında dört rekat zuhr-i âhir [son öğle] namazı kılmalıdır.] 3- Cuma namazını, öğle namazının vaktinde kılmak. 4- Vakit içinde hutbe okumak. 5- Hutbeyi namazdan önce okumak. 6- Cuma namazını cemâat ile kılmaktır. İmâmdan başka, Hanefî mezhebinde 3, Mâlikî mezhebinde 12, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinde 40 erkek gerekir. 7- Câmi herkese açık olmak. Kapıyı kilitleyip içeride kılmak câiz olmaz.
Ezân okunurken ve Cuma vaktinde alışveriş yapmak mekrûhtur. Alışverişin kendisi helâldir. Yani alınan mâl mekrûh değil, helâldir; fakat Cuma vakti ve ezân okunurken alışveriş yapan, mekrûh işlemiş olur. (Dürer)
Cuma günü öğle ezânından imâm selâm verinceye kadar olan zaman arasında alışveriş yapmak mekrûhtur; ama iş gereği, dükkân kapatılmayıp Cuma namazı farz olmayan çocuklar alışveriş yapsalar, câiz olur.
Cuma namazı kılınmayan, mezrâ denilen köylerde ve İslâmiyet ile idâre edilmeyen yerlerde, öğle namazı kılarken ikâmet okunur. (Reddül-muhtâr)
Cuma kılınmayan, mezrâ denilen küçük köylerde cemâatle öğle namazını kılmak câizdir. (Fetâvâ-i Abdurrahîm)
[Yarın da inşâallah, Cuma namazının kaç rekat olduğu ve nasıl kılındığı üzerinde duralım.]
.31/08/2021
Kul kime denir?
"Ben, cinnîleri ve insanları, ancak beni bilsinler, tanısınlar ve bana ibâdet (kulluk) etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56)
Arapça "Abd" kelimesi, hem “kul”, hem de “köle” demektir.
Kul: Birinci manâsı i’tibâriyle, ibâdet eden, itâat eden, hizmet eden, canlı mahlûk (insan, melek ve cin) manâsında kullanılır.
Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ben, cinnîleri ve insanları, ancak beni bilsinler, tanısınlar ve bana ibâdet (kulluk) etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 56)
"Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi olursun. Yasak ettiğim harâmlardan sakın, verâ' sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi olursun, kimseye muhtâç kalmazsın. (Hadîs-i kudsî-Riyâzus-Sâlihîn)
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
"Cenâb-ı Hakk'ın kulları üzerindeki hakkı; onların kendisine ibâdet etmeleri ve başka hiçbir varlığı O'na şirk (ortak) koşmamalarıdır." (Müslim)
"Ben kulum; kullar gibi yere oturur yerim." (Şir'atül-İslâm)
"Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır." (İmâm-ı Rabbânî)
"Kulun hakîkî îmâna kavuşması için, dört şey lâzımdır; bütün farzları edeble yapmak, helâl yemek, görünen ve görünmeyen bütün harâmlardan, yasaklardan sakınmak ve bu üçüne ölünceye kadar devâm etmeye sabretmek." (Sehl bin Abdullah-ı Tüsterî)
Mürted: Müslümân iken dinden çıkan, kâfir olan kimsedir.
"Helâli, harâmı ayırt etmeyen, farzı yapmağa, harâmdan kaçınmağa ehemmiyet vermeyen mürted olur. Kelime-i şehâdet getirse, namaz kılsa, ben Müslümânım dese de Müslümân olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine inanılmaz. Dînden çıkmasına sebep olan şeye pişmân olması, tövbe etmesi lâzımdır." (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
"Mürtedin Müslümân iken yapmış olduğu ibâdetlerin, iyiliklerin hepsi yok olur. Âhirette ona fâidesi olmaz. Ölmeden önce Müslümân olursa, affolur. Tertemiz mü'min olur. Yeniden hac etmesi lâzım olur. Namazlarını ve oruçlarını kazâ etmez. Önceden kazâya bırakmış olduklarını kazâ etmesi lâzımdır. Çünkü mürted olunca, önceki günâhlar yok olmaz." (Muhammed Hâdimî)
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
"Allahü teâlâya, Cebrâil aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, mü'minleri, Allah için sevmedikçe, kâfirlere ve mürtedlere, Allah için düşmânlık etmedikçe, hiçbiri kabûl olmaz." (Berîka)
Kitâblı kâfirler: Yahûdîler ve Hıristiyânlardan bir Peygamberi kabûl eden, bir kitâba inananlardır. Yahûdî veya Hıristiyânım diyen kimseler, Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Îsâ (aleyhimes-selâm)ı kabûl etmezlerse, Tevrât ve İncîl'e inanmazlarsa, kitapsız kâfir olurlar.
Kitâbsız kâfirler: Ehl-i kitâbın dışındaki kâfirler, dinsizlerdir.
"Müslümânlar, âhirete inanıyor. Kitapsız kâfirler inkâr ediyorlar. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümânlar da zarar etmezdi. Fakat kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir." (Hazret-i Ali)
"Kitapsız kâfirlerin kestikleri yenmez, kızları alınmaz ve onlara kız verilmez." (Muhammed Hâdimî)
Mükellef kime denir?
Dînimizde, mükellef olan kimseye, önce îmân etmek ve sonra da ibâdet yapmak emrolunmuştur.
"Mükellef": "Îmânı olan, âkıl (akıllı) ve bâliğ (evlenme yaşına, ergenlik çağına ulaşmış) olan kimseye; Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes'ûl (sorumlu) olan kişiye; bir şeyi yapmaya ve yerine getirmeye mecbûr olan kimseye" denilir.
Şu hâlde, akıllı olan ve bülûğ çağına giren erkek ve kadınlara “Mükellef” denilmektedir. Mükellef olan kimseler, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından mes’ûldürler. Dînimizde, mükellef olan kimseye, önce îmân etmek ve sonra da ibâdet yapmak emrolunmuştur. Ayrıca, yapılması yasak edilen harâmlardan ve mekrûh işlerden de kaçınmaları lâzımdır.
"Akıl", anlayıcı bir kuvvettir. Fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmıştır. Akıl, bir ölçü âleti gibidir. Akıllı kimse, sâdece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir. Akıl, göz gibidir. İslâmiyyet de ışık gibidir. Işık olmazsa göz göremez.
"Bülûğ çağı", erginlik yaşı/ergenlik çağı demektir. Erkek çocukların bülûğ çağına girmeleri, oniki yaşını bitirince başlar. Erkek çocuğun bülûğ çağına girdiğini gösteren alâmetler vardır. Bu alâmetler görünmezse, onbeş yaşını doldurunca, dînde bülûğ çağına girdiğine hükmedilir.
Kız çocuklarının bülûğa ermesi ise, dokuz yaşını doldurunca başlar. Dokuz yaşındaki kız çocuğunun bülûğa erdiğinin alâmetlerinin hiçbiri görülmezse, onbeş yaş tamâm olunca, bülûğ çağına girdiğine hükmolunur.
Âkıl-Bâliğ: "Faydalı ve zararlı olanı birbirinden ayırabilen ve evlenme çağına gelip gusül abdesti almaya başlayan akıllı kimse" demektir.
"Âkıl ve bâliğ olduktan sonra kişi yetîm sayılmaz." (Hadîs-Râmûzül-Ehâdîs)
"Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları inanılacak şeyleri öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette yâni öldükten sonra, Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır." (İmâm-ı Rabbânî)
"Her Müslümânın, çocuğuna "Âmentü"yü (îmânın altı şartını) ezberletmesi, mânâsını, farzları (emirleri) ve harâmları (yasakları) öğretmesi lâzımdır. Âkıl ve bâliğ olunca; îmânı, İslâm'ı bilmeyen kimse Müslümân olmaz." (İbn-i Âbidîn)
"Âkıl ve bâliğ her Müslümânın, her gün beş vakit namaz kılması farzdır. Oğlan ve kız çocuk yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emretmek velîsi üzerine vâcib (lâzım) olur. Oruç tutmaları için de emreder..." (İbn-i Âbidîn, Ebû Bekr Râzî el-Cessâs)
"Mükellef olan erkek ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid (îmân ve îtikâd) bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır." (İmâm-ı Rabbânî)
"Mükellef olan kadın ve erkek her Müslümânın Allahü teâlânın sıfât-ı zâtiyyesini (zâtına âit sıfatlarını ki, bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefetün lil-havâdîs ve Kıyâm bi-nefsihî'dir) ve sıfât-ı sübûtiyyesini (Hayât, İlim, Semî', Basar, İrâde, Kudret, Kelâm, Tekvîn) doğru bilmesi ve inanması lâzımdır. Herkese ilk farz olan şey budur. Bilmemek özür olmaz; bilmemek günâhtır." (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
.23/08/2021
Ef'âl-i mükellefîn -1-
"Ef'âl-i mükellefîn" 8'dir. Bunlar: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsiddir.
"Mükelleflerin fiilleri" manâsına gelen "Ef'âl-i mükellefîn" 8'dir. Bunlar: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsiddir.
1- FARZ: "Allahü teâlânın, Kur'ân-ı kerîmde, yapılmasını açıkca bildirdiği emirlerdir."
Allahü teâlânın, yapılmasını âyet-i kerîme ile açıkça ve kesin olarak emrettiği şeylere "farz" denir. Farzları terk etmek harâmdır. İnanmayan ve yapılmasına ehemmiyyet vermeyen kâfir olur.
"Allahü teâlânın râzı olduğu işler, farzlar ve nâfilelerdir. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymetleri yoktur. Bir farzı vaktinde kılmak, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir. Hattâ bir farzı yaparken, bunun sünnetlerinden bir sünneti ve edeplerinden bir edebi yapmak da, başka nâfileleri yapmaktan kat kat daha kıymetlidir." (İmâm-ı Rabbânî)
"Kulum, farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka bir şeyle yaklaşamaz. Kulum, nâfile ibâdetleri yapınca da, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınırsa, onu korurum." (Hadîs-i kudsî- Buhârî)
"Ey kulum! Emrettiğim farzları yap, insanların en âbidi (ibâdet edeni) olursun. Yasak ettiğim harâmlardan sakın, verâ sâhibi olursun. Verdiğim rızka kanâat eyle, insanların en ganîsi (zengini) olursun, kimseye muhtâç kalmazsın." (Hadîs-i kudsî-Mişkâtü'l-Mesâbîh, el-Câmius-Sağîr)
Farz iki çeşiddir:
Farz-ı Ayn: Her Müslümânın yerine getirmesi, her mükellef olan Müslümânın bizzât kendisinin yapması lâzım olan farzdır. Îmân etmek, abdest almak, gusl etmek (yani boy abdesti almak), beş vakit namâz kılmak, Ramazân ayında oruç tutmak, zengin olunca zekât vermek ve hacca gitmek, farz-ı ayndır. [Otuz iki farz ve elli dört farz meşhûrdur.]
"Îmânı yâni Ehl-i Sünnet îtikâdını, iyi ve kötü huyları öğrenmek farz-ı ayndır. Abdesti, guslü, namazı, orucu ve harâmları da, her Müslümânın öğrenmesi farz-ı ayndır." (İmâm-ı Rabbânî)
Farz-ı Kifâye: Müslümânların bir kısmının yerine getirmesi ile diğerlerinden düşen farzdır. Müslümânlardan birkaçının veyâ sâdece birinin yapması ile diğerlerinin sorumluluktan kurtulduğu farzlardır. Topluluğa verilen selâmın cevâbını söylemek, cenâzeyi gasl etmek [yani yıkamak], cenâze namâzı kılmak, Kur’ân-ı kerîmin tamâmını ezberleyip hâfız olmak, cihâd etmek, san’atına, ticâretine lâzım olandan fazla dîn ve fen bilgilerini öğrenmek gibi farzlar böyledir.
"Kur'ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir ve okunmasından ve nâfile ibâdetlerden daha sevâbdır." (Halebî-yi Kebîr)
"Cenâze namazını kılmak, ölüye hizmet, san'at ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir." (Yûsuf Sinâneddîn)
"Bir âyet ezberlemek herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir." (Alâüddîn-i Haskefî)
.24/08/2021
Ef'âl-i mükellefîn -2-
Yapılması farz gibi kesin olan emirlere vâcib denir. Bu emrin Kur’ân-ı kerîmdeki delîli farz kadar açık değildir.
Dünkü makâlemizde, "mükelleflerin fiilleri" manâsına gelen "Ef'âl-i mükellefîn" 8'dir. Bunlar: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsiddir demiş ve sâdece 1. madde üzerinde durabilmiştik. Bugün de, makâlemizin hacmi nisbetinde kalan maddelerden dördünü daha ele alalım:
2- VÂCİB: Yapılması farz gibi kesin olan emirlere denir. Bu emrin Kur’ân-ı kerîmdeki delîli farz kadar açık değildir. Zannî (şübheli) olan bir delîl ile sâbittir. Vitr namâzını ve Bayram namâzlarını kılmak, zengin olunca kurbân kesmek, fıtra veya fitre (yanî sadaka-i fıtr) vermek vâcibdir. Vâcibin hükmü farz gibidir. Vâcibi terk etmek, tahrîmen mekrûhtur. Vâcib olduğuna inanmayan kâfir olmaz. Fakat, yapmayan Cehennem azâbına müstehak olur.
3- SÜNNET: Allahü teâlânın açıkça bildirmeyip, yalnız Peygamber Efendimizin yapılmasını övdüğü yâhud devam üzere kendisinin yaptığı veyâhud yapılırken görüp de mâni’ olmadığı şeylere “Sünnet” denir. Sünneti beğenmemek küfürdür. Beğenip de yapmayana azâb olmaz. Fakat özürsüz ve devamlı terk eden itâba, azarlanmaya ve sevâbından mahrûm olmaya müstahak olur. Meselâ, Ezân okumak, ikâmet getirmek, cemâat ile namâz kılmak, abdest alırken misvâk kullanmak, evlendiği gece yemek yedirmek ve çocuğunu sünnet ettirmek gibi.
Sünnet iki çeşittir:
Sünnet-i Müekkede: Peygamber Efendimizin devamlı yaptıkları, pek az terk ettikleri kuvvetli sünnetlerdir. Sabâh namâzının sünneti, öğlenin ilk ve son sünnetleri, akşam namâzının sünneti, yatsı namâzının son iki rek’at sünneti böyledir. Bu sünnetler, aslâ özürsüz terk olunmaz. Beğenmeyen kâfir olur.
Sünnet-i Gayr-i Müekkede: Peygamber Efendimizin, ibâdet maksâdı ile ara sıra yaptıklarıdır. İkindi ve yatsı namâzlarının dört rek’atlık ilk sünnetleri böyledir. Bunlar çok kerre terk olunursa, bir şey lâzım gelmez. Özürsüz olarak büsbütün terk olunursa itâba ve şefâatten mahrûm olmaya sebeb olur.
Beş-on kimseden birisi işlese, diğer Müslümânlardan sâkıt olan sünnetlere de “Sünnet-i alel-kifâye” denir. Selâm vermek, i’tikâfa girmek gibi.
Abdest almağa, yemeğe, içmeğe ve her mübârek işe başlarken besmele çekmek sünnettir.
4- MÜSTEHAB: Buna, "mendûb", "âdâb" da denir. "Sünnet-i gayr-i müekkede" hükmündedir. Peygamber Efendimizin ömründe bir-iki kerre dahî olsa yaptıkları ve sevdikleri, beğendikleri husûslardır. Yeni doğan çocuğa yedinci gün isim koymak, erkek ve kız çocuğu için akîka hayvânı kesmek, güzel giyinmek, güzel koku sürünmek müstehabdır. Bunları yapana çok sevâb verilir. İşlemeyene azâb olmaz. Şefâatten mahrûm kalmak da olmaz.
5- MUBÂH: Yapılması emrolunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere mubâh denir. Yani günâh veyâ tâat olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. İyi niyyetle işlenmesinde sevâb, kötü niyetle işlenmesinde azâb vardır. Uyumak, helâlinden çeşidli yemekler yemek, helâl olmak şartıyle türlü elbise giymek gibi işler, mubâhdırlar. Bunlar, İslâmiyyete uymak, emirlere sarılmak niyyetiyle yapılırsa sevâb olurlar. Sıhhatli olup, ibâdet yapmaya niyyet ederek, yemek-içmek böyledir
.30/08/2021
Ef'âl-i mükellefîn -3-
Harâma, helâl diyenin ve helâle, harâm diyenin îmânı gider, kâfir olur. Harâm olan şeyleri terk etmek, onlardan sakınmak farzdır...
Geçen haftaki 2 makâlemizde, Ef’âl-i mükellefînden 5 maddeyi açıklamıştık. Bugün de kalan 3 madde üzerinde duralım:
6- HARÂM: Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde, “yapmayınız” diye açıkça yasak ettiği şeylerdir. Harâmların yapılması ve kullanılması kesinlikle yasaklanmıştır. Harâma, helâl diyenin ve helâle, harâm diyenin îmânı gider, kâfir olur. Harâm olan şeyleri terk etmek, onlardan sakınmak farzdır ve çok sevâbdır.
Harâm iki çeşiddir:
Harâm li-aynihî: Adam öldürmek, zinâ, livâta etmek, kumar oynamak, şarâb ve her türlü alkollü içkileri içmek, yalan söylemek, hırsızlık yapmak, domuz eti, kan ve leş yemek, kadınların, kızların başları, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olup, büyük günâhtırlar. Bir kimse, bu günâhları işlerken, Besmele okusa veyâ helâl olduğuna i’tikâd etse, yâhud Allahü teâlânın harâm etmesine ehemmiyet vermese, kâfir olur. Bunların harâm olduğuna inanıp, korkarak yapsa kâfir olmaz. Fakat Cehennem azâbına müstahak olur. Eğer ısrâr edip, tevbesiz ölürse, îmânsız gitmeye sebeb olur.
Harâm li-gayrihî: Bunlar asılları i’tibârıyla helâl olup, başkasının haklarından dolayı harâm olan şeylerdir. Meselâ bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni yok iken meyvesini koparıp yemek, ev eşyâsını ve parasını çalıp kullanmak, emânete hıyânet etmek, rüşvet, fâiz ve kumâr ile mâl ve para kazanmak gibi. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese ve yâhud helâldir dese kâfir olmaz. Çünkü, o kişinin hakkıdır, geri alır. Beş buçuk arpa (bir dank) ağırlığında gümüş kıymeti kadar hak için, yarın kıyâmet gününde cemâat ile kılınmış yediyüz rek’at kabûl olunmuş namâzın sevâbı, Allahü teâlâ tarafından alınıp, hak sâhibine verilir. Harâmlardan kaçınmak, ibâdet yapmaktan dahâ çok sevâbdır. Onun için harâmları öğrenip, kaçınmak lâzımdır.
7- MEKRÛH: "Allahü teâlânın ve Muhammed aleyhisselâmın, beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeylere mekrûh denir."
Mekrûh iki çeşittir:
Tahrîmen mekrûh: Vâcibin terkidir. Harâma yakın olan mekrûhlardır. Bunları yapmak azâbı gerektirir. Güneş doğarken, tam tepede iken ve batarken namâz kılmak gibi. Bunları kasıtla işleyen âsî ve günâhkâr olur. Cehennem azâbına müstahak olur. Namâzda vâcibleri terk edenin, tahrîmi mekrûhları işleyenin, o namâzı iâde etmesi vâcibdir. Eğer sehv ile, unutarak işlerse, namâz içinde secde-i sehv yapar.
Tenzîhen mekrûh: Mubâh, yani helâl olan işlere yakın olan, yâhud, yapılmaması yapılmasından dahâ iyi olan işlerdir. Gayr-i müekked sünnetleri veyâ müstehabları yapmamak gibi.
8- MÜFSİD: Dînimizde, meşrû olan bir işi veyâ başlanmış olan bir ibâdeti bozan şeylerdir. Îmânı ve namâzı, nikâhı ve haccı, zekâtı, alış ve satışı bozmak gibi. Meselâ, Allaha ve kitâba söğmek küfür olup, îmânı bozar. Namâzda gülmek, abdesti ve namâzı bozar. Oruçlu iken bilerek yemek, içmek orucu bozar.
Farzları, vâcibleri ve sünnetleri yapana ve harâmdan, mekrûhdan sakınana ecr, yani sevâb verilir. Harâmları, mekrûhları yapan ve farzları, vâcibleri yapmayana günâh yazılır.
Mubâhlar içinde, Allahü teâlânın sevdiklerine “Hayrât" ve "Hasenât” denir. Bunları yapana da sevâb verilir ise de, bu sevâb, sünnet sevâbından azdır.
.16/08/2021
İbâdetlerin en fazîletlisi...
Resûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.”
Âkıl (akıllı) ve bâliğ (bülûğa, ergenlik çağına erişmiş) erkek ve kadın her Müslümâna; îmân edilecek şeyleri, farzlardan, harâmlardan meşhûr olanları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Bunları öğrenmemek harâmdır. İşitip de, öğrenmeye ehemmiyyet vermemek küfür olur, îmânı giderir. Bir hadîs-i şerîfte; “İlim öğreniniz. İlim öğrenmek, ibâdettir. İlim öğrenene ve öğretene cihâd sevâbı vardır” buyuruldu.
Her mü’mine, birinci farz olan şey, îmânı, farzları, harâmları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, Müslümânlık olamaz, îmân elde tutulamaz; Hak borçları ve kul borçları ödenemez; niyyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyyet edilmedikçe de, hiçbir farz kabûl olmaz.
Hadîs-i şerîfte; “Bir sâat ilim öğrenmek veyâ öğretmek, sabâha kadar ibâdet etmekten dahâ sevaptır” buyurulmuştur.
Ölmemek için, yemek, içmek lâzım olduğu gibi, dîn düşmânlarına aldanmamak için de, dînini, îmânını öğrenmek lâzımdır. Ecdâdımız, her zamân bir araya toplanıp, ilmihâl kitâplarını okurlar, dînlerini öğrenirlerdi. Ancak, böyle Müslümân kalmışlardır.
Abdullah bin Mubârek hazretleri; “İlim öğrenen, günâh işlemekten korkar. Günâhtan korkan ondan kaçar. Ondan kaçan ise kıyâmet günü hesaptan kurtulur” buyurmuştur.
Bir hadîs-i şerîfte; “İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir” buyuruldu.
Hadarâtül-kuds kitâbının müellifi buyurmuştur ki: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden Buhârî, Mişkât, Hidâye, Şerh-i Mevâkıf kitâplarını okudum. Dâimâ, gençleri ilim öğrenmeye teşvîk ederdi. Önce ilim, sonra tarîkat buyururdu. Benim, ilimden kaçındığımı, tarîkatten zevk aldığımı görünce, hâlime merhamet ederek; kitâp oku, ilim öğren, câhil sofu, şeytânın maskarası olur; 'ilim rütbesi rütbelerin en üstünüdür' buyurdu.”
Hadîkada buyuruluyor ki: “Fıkıh ilmi ile uğraşmak, yani farzları ve harâmları öğrenmek, her Müslümâna farz-ı ayındır. Fazlasını öğrenmek de, farz-ı kifâye olup, çok sevaptır, hiçbir zararı yoktur.”
Anadan, babadan izin almadan cihâda ve tehlikeli olan yoldan bir yere, hattâ farz olan hacca gitmek câiz değildir. İzinleri olmadan ilim tahsîline gitmek ise câizdir. İslâmiyyeti doğru olarak öğrenebilmek için de, fıkıh ve ilm-i hâl kitâplarını okumaktan başka çâre yoktur. Fıkıh kitâbı okumak, geceleri nâfile namâz kılmaktan dahâ sevâptır. Çünkü farzları, harâmları, âlimlerden veyâ yazmış oldukları kitâplardan öğrenmek farzdır. Kendisi yapmak ve başkalarına öğretmek için fıkıh kitâpları okumak, tesbîh namâzı kılmaktan dahâ sevâptır.
Netice olarak Allahü teâlâ, Resûlullah Efendimizi, Kur’ân-ı kerîmi teblîğ etmek, öğretmek için gönderdi. Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîmdeki bilgileri, Resûlullah Efendimizden öğrendiler. Din âlimleri de, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Bütün Müslümânlar da, dîn âlimlerinden ve bunların kitâplarından öğrendiler. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi: “Allahü teâlâ, melekler ve her canlı, insanlara iyilik öğreten Müslümânlara duâ ederler.”
.10/08/2021
Zekâtın cemiyetteki fonksiyonu
Zekâtı muhtaçlara vermelidir. Zekât, çalışamayacak kadar hasta, sakat olanlara ve çalışıp da güç geçinenlere verilir...
“Zekât” çok önemli bir ibâdettir. Sevgili Peygamberimiz “Zenginlerin zekâtı, fakîrlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ, fakîrlerin rızkını başka yollardan verirdi. Aç kalan fakîr varsa, zenginlerin zulmü yüzündendir” [El-Askerî] buyurmuştur.
Zekâtı muhtaçlara vermelidir. Zekât, çalışamayacak kadar hasta, sakat olanlara ve çalışıp da güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ, böyle fakîrleri milletin içinde kırkta bir yaratmıştır. Eli ayağı tutup da çalışabilenlerin zekât istemeleri harâmdır. İstemediği hâlde, kendisine zekât verilirse, alması günâh olmaz.
Zekât, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde “Namaz” ile beraber zikrediliyor. Meselâ Bakara sûresinin 43. âyetinde: “Namazı kılınız, zekâtı veriniz” buyuruluyor.
Resûlullah, “Zekâtı verilmeyen mâllar, ejderha olup sâhibinin boynuna sarılır” buyurduktan sonra şu meâldeki âyet-i kerîmeyi okudu:
“Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği ni’metlere karşı cimrilik edenler [Hak teâlânın ihsân ettiği mâlın zekâtını vermeyenler], bunun, kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar [iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını zannediyorlar]. Hayır o, kendileri için şerdir [Hâlbuki kendilerine kötülük etmiş oluyorlar]. Cimrilik ettikleri şey, kıyâmet gününde boyunlarına dolanacaktır [o mâllar Cehennemde azâp âleti olacak]. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah'a âittir. Allah yaptıklarınızdan haberdârdır.” [Âl-i İmrân, 180]
Kur’ân-ı kerîmde, “…Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda sarf etmeyenler (harcamayanlar) var ya, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! (Bu paralar) Cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları (böğürleri) ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): "İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!” buyuruldu. [Tevbe, 34-35]
Sevgili Peygamberimiz, bazı hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular:
“Zekât vermeyene Allah la’net eder.” [Nesâî]
“Mâlın temizlenmesi için zekât farz kılındı.” [Hâkim]
“Allah’a ve Resûlüne inanan zekât versin.” [Taberânî]
“En fazîletli ibâdet namâz, sonra zekâttır.” [Taberânî]
“Zekât vermeyen, kıtlıklara marûz kalır.” [Taberânî]
“Zekât vermeyen, temiz mâlını kirletir.” [Taberânî]
“Zekâtı verilmeyen mâl, kara veya denizde telef olur.” [Taberânî]
“Zekât vermeyen toplum, rahmetten mahrûm kalır.” [Taberânî]
“Zekât vermeyenin namâzı kabul olmaz.” [Taberânî]
[Zekât vermemek harâm olduğu için, böyle günâhkârın kıldığı namâz sahîh olup, borcu ödenirse de, namâzdan hâsıl olacak sevâba kavuşamaz. Her günâh böyledir.]
“Zekâtını veren, o mâlın şerrinden korunur.” [Beyhekî]
“Hastayı sadaka ile, mâlı zekât ile koruyunuz.” [Deylemî]
“Zekât, karıştığı mâlı ifsâd eder.” [Tergîb]
İmâm Ahmed bin Hanbel hazretleri, bu son hadîs-i şerîfi, “İhtiyâcı olmadığı hâlde, zekât olarak alınan mâl, diğer mâlları helâk eder” diye açıklamıştır.
.09/08/2021
İbâdetlerin, aile ve cemiyetlere faydaları
İbâdetlerin faydaları sâdece fertlerle sınırlı değildir. Bazı ibâdetler toplum âhengini, düzenini önemli ölçüde etkiler...
İslâmiyetin başlangıcında, daha ziyâde îmânı kuvvetlendiren sûre-i celîleler ve âyet-i kerîmeler geliyordu, ama “Hicret-i Nebeviyye”den sonra artık ibâdetlere ve ahkâma dâir vahiyler ağırlık kazandı.
İbâdetlerin faydaları sâdece fertlerle sınırlı değildir. Bazı ibâdetler toplum âhengini, düzenini önemli ölçüde etkiler. Meselâ cemâatle kılınan namâzların, sosyal ilişkiler açısından ne kadar önemli etkisi olduğunu kim inkâr edebilir?
Ramazân ayında tutulan oruçta bu özellik, çok daha belirgin bir şekilde gözlemlenir. Ramazân ayının manevî atmosferi içinde yapılan her türlü sadaka ve maddî yardımlaşmanın, nice bunalmış insanların sıkıntı ve problemlerine çözüm ve râhatlık sağladığı herkesin bildiği bir gerçektir.
Zekât ve sadaka-ı fıtırda, bunlara ilâveten sosyo-ekonomik dengeleri olumlu yönde etkileyen çok hikmetli özellikler vardır.
Bedenî ve mâlî ibâdetlerin, sâdece rûhlara ve bedenlere değil, aynı zamanda âilelere ve cemiyetlere de birçok faydaları vardır.
Mukaddes dînimiz İslâmiyet, cemiyet düzeninin sağlanması, insanların birbirlerini sevmeleri ve yardımlaşmaları için zekât ve sadaka vermeyi, hediyeleşmeyi, selâmlaşmayı, iyi münâsebetleri emretmiştir. Bir kişi, bütün insanların yaptığı kadar ibâdet etse, bir kimseye fayda temîn etmek gibi olamaz. Demek ki insanlara yardım etmek büyük sevâptır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, “Mü’minler ancak kardeştirler…” [Hucurât,10] buyurarak inanan insanların kardeş olduklarını i’lân etmiştir. Bundan dolayı İslâmiyet, bütün Müslümânları tek bir vücut gibi kabûl etmiş, Müslümânların birbirlerinin dertleri ile ilgilenmelerini istemiştir.
Sevgili Peygamberimiz, bu konuda: “Mü’minlerin birbirlerini sevme ve birbirlerine acıyıp meyletmedeki misâli vücut misâlidir. Vücuttan bir uzuv şikâyetlenince, vücûdun diğer organları uykusuzluğa ve sıtmaya ma’rûz kalmak sûretiyle ona iştirâk ederler” buyurmuştur.
Sözlüklerde “Sadaka”: “Allahü teâlânın rızâsını kazanmak niyetiyle ve karşılık beklemeden, muhtaç olanlara, fakîrlere hibe edilen mâl, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma” ma’nâsına geldiği gibi, “Zekât” ve “Ganîmet” ma’nâlarında da kullanılmaktadır.
Büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh) “Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır” buyurmuştur.
Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işlere, devâmlı hayra sebep olan sadakaya “sadaka-i câriye” denilir.
Bir Müslümân, farz olan zekâtı verdikten sonra, âhırette büyük sevâplara nâil olabilmek, bedeninin sıhhat ve âfiyete, mâl ve evlâdının da berekete kavuşabilmesi için sadaka da vermelidir. Mübârek gün ve gecelerde, bilhâssa Ramazân ayında verilmesi daha iyi olur.
.03/08/2021
İbâdetlerde dikkat edilecek hususlar
İbâdete harâm karıştırmak ve bundan daha da kötüsü, bizzât ibâdet olarak sunmak, küfre kadar götürür.
Ramazân ayı, eğlence ayı değil, ibâdet ve fırsat zamanıdır. Ramazân ayında, çeşitli çalgılı programlar, konserler düzenlenmesi dîne aykırıdır. En tehlikelisi de, bunların bir kısmının, "tasavvuf müziği", "semâ gösterisi" vs. adı altında yapılarak, ibâdet olarak sunulmasıdır. Hâlbuki dînimizde, her çeşit çalgı harâmdır. İbâdete harâm karıştırmak ve bundan daha da kötüsü, bizzât ibâdet olarak sunmak, küfre kadar götürür. Sevgili Peygamberimiz bu konuda şöyle buyuruyor:
“Bir zaman gelecek, ümmetimden bazıları, mizmarı [çalgıyı] helâl sayacaktır.” [Buharî]
“Şarkıcı kadın ve çalgı aletleriyle eğlenenleri, Allahü teâlâ, yerin dibine batırır.” [İbn-i Mâce]
“Ben, mizmârları [çalgıları] ve putları yasaklamak için de gönderildim.” [İmâm Ahmed, Ebû Nuaym]
“Ni’mete kavuşunca çalgıyla eğlenmek la’netlenmiştir.” [Bezzâr]
Seyyid, allâme İbn-i Âbidin (rahmetullahi aleyh) de buyuruyor ki:
“Tarîkatçıların yaptıkları gibi, ölçülü hareketlerle sallanıp oynamaya “raks” denir. Fıkıh âlimleri, “Raksı helâl sayıp, bilhâssa tefle oynayarak tegannî eden kimse kâfir olur” demişlerdir. Bezzâziyye kitâbının müellifi, İmâm-ı Kurtubî’den, “Çalgının ve raksın harâm olduğu husûsunda müctehid imâmların icmâı vardır” diye nakledip, “Şeyhülislâm Kirmânî’nin, “Raksı helâl gören kâfir olur” fetvâsını gördüm” demiştir. Raksı helâl sayanların, fâsık olacağını bildiren âlimler de olmuştur. Bütün bunlar, kâfirlerin âdetidir. Her çalgı harâmdır. Eğer ansızın kulağına gelirse, mazûr sayılır. Dinlememek için, bütün gücünü sarf etmek farzdır.” (Hâşiyetü Reddil-muhtâr)
Çalgı çalmak ve dinlemek harâm olduğu gibi, mevlidi ve ilâhîleri çalgı eşliğinde okumak da harâmdır. Defle veya ney gibi başka çalgı âletiyle zikir çekilmez, İlâhî söylenmez. Defin zilli olup olmaması fark etmez. Çünkü ilâhî ve mevlid okumak ibâdettir. Adına "tasavvuf müziği" de dense, çalgının her çeşidi harâmdır. İbâdet etmeye, Kur’ân okumaya, namaz kılmaya, zikir çekmeye, mevlid okutmaya harâm karıştırmak küfür olur. Çünkü İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: Resûlullah’ın geldiği bir evde, küçük zenci kızlar [câriyeler] def çalıp şarkı söylüyorlardı. Şarkıyı bırakıp, Resûlullah’ı övmeye başladılar. Resûlullah, “Onu bırakın, oyun arasında beni övmeyin! Beni övmek [mevlid, ilâhî okumak] ibâdettir. Eğlence, oyun arasında ibâdet câiz değildir” buyurdu. Bazıları, bu hadîs-i şerîfe istinâden kadınların şarkı söylemesinin ve çalgının câiz olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki şarkı söyleyen kızlar câriyeydi. Câriyenin statüsü farklıdır. Sesi de avret değildir. (İhyâu Ulûmid-dîn), (Kimyâ-yı Saâdet)
.02/08/2021
İbâdet nedir?
İbâdetin bedenle ve malla yapılanları olduğu gibi, ikisiyle birlikte müşterek olarak yapılanları da vardır...
Bundan önceki 6 makâlemizde, YouTube’ta, “Bizim dînimiz özgürlük, ezânımız müzik, ibâdetimiz de eğlencedir” diye konuşma yapan birisinin bu sözü üzerine, birer nebze dîn, ezân ve müzik üzerinde durmuştuk; bugün ve yarın da inşâallah, ibâdet konusunda birkaç kelime yazmak istiyoruz. Evvelâ “ibâdet” nedir? Onun bir tarîfini yapalım:
“İbâdet: Kulluk, kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek; Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak” demektir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyurmuştur ki: “Cinnîleri ve insanları, beni tanımaları, bana ibâdet etmeleri için yarattım.” (Zâriyât, 56)
Bir hadîs-i şerifte “Allahü teâlâyı, görür gibi ibâdet et! Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor” buyurulmuştur. (Buhârî ve Müslim)
Bu konuda, âlimlerin de güzel bazı sözleri vardır:
“İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin özü de; kalbin her zaman, Allahü teâlâdan gâfil olmamasıdır, O’nu unutmamasıdır.” (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)
“İbâdet etmek bakımından dünyânın bir sâati, kıyâmetin bin senesinden daha iyidir. Zîrâ bu bir sâatte; sâlih, faydalı amel işlenebilir. Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde, bir şey yapılamaz. O hâlde, ey mü'min kardeşim! Vaktini boş şeylerle geçirme! Zamânının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan! Namazlarını vaktinde kıl ki, kıyâmet günü pişmân olmayasın! Çok büyük sevâba kavuşasın!” (Cüneyd-i Bağdâdî)
“Eğer ibâdet bir kuş olsaydı, şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz olurdu.” (Yahyâ bin Muâz)
İbâdetin bedenle ve malla yapılanları olduğu gibi, ikisiyle birlikte müşterek olarak yapılanları da vardır. “İbâdet-i Bedeniyye: Beden ile yapılan ibâdetler” demektir.
Sûriyeli, seyyid, allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn (rahmetullahi aleyh) isimli fıkıh âlimi “Namaz, ibâdet-i bedeniyye olduğundan başkası yerine kılınamaz. Herkesin kendisi kılması lâzımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyâr kimse, namaz yerine fakîre fidye (bedel, belli miktarda mal veya para) veremez. Hâlbuki, oruç yerine fidye vermesi lâzımdır” buyurmuştur.
“İbâdet-i Mâliyye” ise “Zekât, sadaka-i fıtr, kurbân gibi mâl ile yapılan ibâdetler” demektir.
“Bir kimse birkaç yemîni bozarsa, hepsi için ayrı ayrı keffâret yapması lâzımdır. Keffâretler, zekât gibi ibâdet-i mâliyyedir. Mâlını fakîrlere bir vekîl vâsıtası ile vermesi câiz olur. Fakat kendisinin mâlı ayırırken veya fakîre verilinceye kadar niyet etmesi lâzımdır.” (İbn-i Âbidîn)
Hac ve umre ibâdetleri de, hem beden, hem de mâl ile yapılan ibâdetlerdir.
“Ramazân eğlenceleri, Ramazân konserleri düzenleniyor. Bir de, 'tasavvuf müziği' eşliğinde iftârlar veriliyor. Bunlar dîne uygun mu?” diye bir suâl sorulacak olursa, hiçbirinin dînde yerinin olmadığını çok net bir şekilde ifâde edebiliriz. İslâm âlimleri (meselâ İmâm-ı Gazâlî) buyuruyorlar ki: “Çağıranın yemeği şüpheliyse veya İslâmiyetin yasak ettiği şey varsa, meselâ çalgı çalınıyorsa, oyun, kumar gibi şeyler varsa, o çağrılan yere gidilmez.” (İhyâu Ulûmid-dîn)
.27/07/2021
Müziğe dâir birkaç kelime...
Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: “Rahmet melekleri, köpek ve çan bulunan kâfileye yaklaşmaz.”
Müzik hakkında dün bazı açıklamalar yapmıştık; bugün birkaç kelime daha ilâve etmek istiyoruz. Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki:
“Rahmet melekleri, köpek ve çan bulunan kâfileye yaklaşmaz.” [Müslim, Ebû Dâvûd, Tirmizî]
“Ceres [çan, zil, çıngırak], şeytânın mizmârıdır [çalgısıdır].” [Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî]
“Şarkıcı ve çalgıcı kadınlar çoğaldığı ve içkiler mubâh gibi içildiği zaman, bazı belâlara marûz kalınır.” [Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn-i Mâce, İmâm Ahmed]
“Şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri çoğaldığı, bu ümmetin sonra gelenleri [türediler], önceki âlimleri kötüledikleri zaman bazı belâları bekleyiniz.” [Tirmizî]
“Rahmet melekleri, ceres [çan, zil, çıngırak] bulunan yere girmezler.” [Nesâî]
“Cenâb-ı Hak, zurna, gırnata, ûd, def gibi bütün çalgı âletlerini, câhiliyet döneminde tapınılan putları kaldırmamı emretti.” [İmâm Ahmed]
“Kur’ân, mizmârlardan okunduğu zaman ölebilirsen öl.” [Taberânî]
“İlk teğannî eden şeytândır.” [Taberânî]
“Şarkıcı kadının aldığı para harâm olduğu gibi, onu dinlemek ve yüzüne bakmak da harâmdır. Harâmla beslenen vücûda Cehennem ateşi lâyıktır.” [Taberânî]
“Mûsikî, kalbde nifâk hâsıl eder.” [Beyhekî]
“Sesini ğınâ ile yükseltene şeytân musallat olur.” [Deylemî]
“Çalgıları yok etmek için gönderildim.” [Ebû Nuaym]
“Kur’ânı, mizmârlardan okuyanlara Allah lanet eder.” [Müsâmere]
Şeyhul-islâm Ahmed İbn-i Kemâl Paşa “Kırk Hadîs” kitâbında buyuruyor ki:
“Mizmârları kırmak ve hınzîrları öldürmek için gönderildim” hadîs-i şerîfindeki mizmâr, bütün çalgı âletleridir. Bu hadîs-i şerîf, her çeşit çalgıyı ve domuz eti yemeyi yasak etmektedir.
İbn-i Hibbân’ın bildirdiği bir hadîs-i şerîfte, Resûlullah, develerin boyunlarındaki ceresleri [çanları] çıkarmıştır. Halbuki çan şehveti tahrîk etmez. Çan bulunan yere rahmet melekleri girmiyor. Artık çalgıyı, çalgı âletlerini siz düşünün.
Yukarıda mûsikînin, çalgıların harâm olduğunu âyet ve hadîslerle bildirdik. Şimdi de âlimlerin kitaplarından ve sözlerinden bazı örnekler verelim:
“Çalgı çalmanın harâm olduğu, icmâ ile bildirildi.” (Makâmât-ı Mazheriyye)
"Müzik bütün dînlerde büyük günâhtır." (ed-Dürrü’l-müntekâ)
“İncîl’in yasakladığı müziği, sonradan papazlar Hıristiyânlığa soktular.” (Mevâhib-i Ledünniye şerhi Zerkânî)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: İmâm Zıyâeddîn-i Şâmî, ed-Dürerü'l-Mültekıta kitâbında, “Hiçbir âlim, teğannîye mubâh dememiştir” buyurdu. (I / 266)
"Her çeşit çalgı dinlemek harâmdır." (Fetâvâ-i Bezzâziyye, Hadîka, Ahlâk-ı Alâiyye)
"Kur’ân-ı kerîmi mûsikî perdelerine uydurarak okumak harâmdır." (Bezzâziyye)
"Teğannî harâmdır." (et-Tıbbü’n-nebevî)
"Teğannî ile okuyan bir imâmın arkasında kılınan namazın iâdesi gerekir." (Halebî)
"Çalgı çalarak veya oyun arasında Kur’ân okuyan kâfir olur." (Terğîbü’s-salât)
"Tasavvuf müziği diye bir şey yoktur. Müzik, nefsin gıdâsı, rûhun zehiridir, kalbi karartır." (Dürrü’l-meârif)
.26/07/2021
Mûsikî (müzik) hakkında...
Âletsiz, çalgısız nağmeli sese “simâ'”, çalgı âleti ile birlikte olan insan sesine de “gınâ [müzik]” denir...
Geçmiş iki haftadaki makâlelerimizde, birisinin “Bizim dînimiz özgürlük, ezânımız müzik, ibâdetimiz de eğlencedir” sözü üzerinde durduk; bugün ve inşallah yarın da, bu konuda birkaç kelime daha yazacağız.
Ansiklopedilere göre, "Müzik" kelimesi, Yunanlıların büyük putları olan Zeüs’ün kızları sayılan Mousa (Müz) denilen 9 heykelin adından hâsıl olmaktadır. Bozuk dînler, kalpleri ve rûhları besleyemediği için, müziğin, her çeşit çalgı sesinin nefislere hoş gelmesi, nefisleri beslemesi rûhânî tesîr sanılmıştır. Bugünkü batı müziği, kilise müziğinden doğmuştur.
Şimdi yeryüzünü kaplayan bozuk dînlerin hemen hepsinde, müzik, ibâdet hâlini almıştır. Müzik ile, her çeşit çalgı ile nefisler keyiflenmekte, şehvânî arzûlar kuvvetlenmektedir. Rûhun gıdâsı olan, kalpleri temizleyen ve nefisleri ezip, harâmlara olan arzûlarını yok eden, İlâhî ibâdetler unutulmaktadır.
Âletsiz, çalgısız nağmeli sese “simâ'”, çalgı âleti ile birlikte olan insan sesine de “gınâ [müzik]” denir. Gınâ, İslâmiyette harâmdır. (Dürrü'l-meârif)
Lokmân sûresinin 6. âyetindeki “lehve’l-hadîs” ifâdesini âlimler mûsikî, çalgı âleti olarak bildirmişlerdir. Büyük sahâbî İbn-i Mes’ûd hazretleri, yemîn ederek “lehve’l-hadîs”ten kasdın, çalgı âleti ve mûsikî olduğunu söylemiştir. (Tefsîr-i Medârik, Tefsîr-i İbn-i Kesîr)
“Mevâhib-i Aliyye” ismindeki Fârisî Tefsîrde ve Osmânlıca tercümesi Mevâkib Tefsîrinde, “lehve'l-hadîs” âyeti şöyle tefsîr ediliyor: Bazıları, yalan hikâyeler yazarak veya şarkıcı kadınlar tutup herkese ses nağmeleri dinleterek, Kur’ân-ı kerîm dinlemelerine engel olmaya çalışıyorlar. Onlara Cehennem ateşini müjdele.
Bir hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: “Üçü hâriç, her lehv bâtıldır.” [Deylemî]
Demek ki lehv, bir oyun, bir eğlence, bir çalgı olduğu için böyle buyurulmuştur.
Müfessirler, İsrâ sûresinin 64. âyetinde şeytâna, “Vestefziz.....bi savtike [Sesinle oynat]” demenin “çalgı ile oynat” demek olduğunu, bu âyetin, her çeşit çalgıyı harâm ettiğini bildirmişlerdir. (Kâdî Beydâvî Tefsîri Hâşiyesi Şeyhzâde)
Müfessirler, En’âm sûresinin 70. âyetini de, “Dînlerini [şarkı ile, mûsikî ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak dur” şeklinde tefsîr etmişlerdir.
Şimdi Resûlullah Efendimizin, yukarıdaki âyetleri nasıl açıkladığına bakalım, ama önce, Peygamberimizle ilgili 4 âyet-i kerîme meâli zikredelim.
Kur’ân-ı kerîmde buyuruluyor ki:
“Resûle itâat eden, Allah’a itâat etmiş olur…..” [Nisâ, 80]
“O Peygamber, güzel şeyleri helâl, çirkin, pis şeyleri de harâm kılar…..” [A’râf, 157]
“Kur’ânı, sana, insanlara açıklayasın diye indirdik…..” [Nahl, 44]
“Peygamberin emrine uyun, yasak ettiğinden sakının…..” [Haşr, 7]
“Bir zaman gelecek, ümmetimden bazısı, zinâyı, ipek giymeyi, içki içmeyi, mizmârı (çalgıyı) helâl addedecektir.” [Buhârî]
[Diğer hadîs-i şerîfleri, inşâallah yarın nakledelim.]
.20/07/2021
Ezâna dâir...
Ezân okuyana, “Müezzin” denilir. Müezzin, ezânı yüksek bir yerde herkese duyurmak için yüksek sesle okur.
Dünkü makâlemizde, namaz vaktinin Müslümânlara bildirilmesi konusunda, Peygamber Efendimizin, Eshâbıyla istişâre buyurduğunu, orada yapılan teklîflerin hiçbirisini kabûl etmediğini yazmıştık.
O gece, Eshâb-ı kirâmdan Hazret-i Ömer ve Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe (radıyallahü anhümâ), rüyâda ezânın nasıl okunacağını görüp, Peygamberimiz Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) bildirdiler.
Peygamber Efendimiz de; “Bu rüyâ, inşâallah hak, gerçek bir rüyâdır. O kelimeleri, Bilâl’e öğretin, o da okusun” buyurdu. (Serahsî, İbn-i Âbidîn)
Ezânın kelimeleri yedidir:
Allahü Ekber (4 kerre): Allahü teâlâ en büyüktür. [O’na bir şey lâzım değildir. Kulların ibâdetlerine de muhtâc olmaktan uzaktır. İbâdetlerin, O’na hiçbir faydası yoktur.]
Eşhedü En Lâ İlâhe İllallah (2 kerre): [Kibriyâsı, büyüklüğü ile ve kimsenin ibâdetine muhtâc olmadığı hâlde,] ibâdet olunmaya O’ndan başka kimsenin hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. [Hiçbir şey O’na benzemez.]
Eşhedü Enne Muhammeden Resûlullah (2 kerre): Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) O’nun gönderdiği Peygamber olduğuna, O’nun istediği ibâdetlerin yolunu bildiricisi olduğuna ve Allahü teâlâya, ancak O’nun bildirdiği, gösterdiği ibâdetlerin yaraşır olduğuna şehâdet eder, inanırım.
Hayye Ales-salâh (2 kerre)-Hayye Alel-felâh (2 kerre): Müminleri felâha, saâdete, kurtuluşa sebep olan namaza çağıran iki kelimedir. Sabah ezânı okunurken, “Hayye Alel-felâh”tan sonra, “Es-salâtü hayrun minen-nevm” (Namaz uykudan hayırlıdır) diye iki defâ söylenir.
Allahü Ekber (2 kerre): O’na lâyık bir ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibâdetinin O’na lâyık, yakışır olmasından, çok büyüktür, çok uzaktır.
Lâ İlâhe İllallah (1 kerre): İbâdete, karşısında alçalmaya müstahak olan, hakkı olan ancak O’dur. O’na lâyık bir ibâdeti kimse yapamamakla berâber, O’ndan başka kimsenin ibâdet olunmaya hakkı yoktur.
Ezân okuyana, “Müezzin” denilir. Müezzin, ezânı yüksek bir yerde herkese duyurmak için yüksek sesle okur. Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
“Ezân sesini duyduğunuzda, müezzinin dediği gibi siz de söyleyiniz.” (Buhârî)
İkâmet (kâmet) de, farz namaza başlamadan önce okunması sünnet olan, ezâna benzeyen sözlerdir. Ezândan farkı, fazla olarak “Hayye alel-felâh”tan sonra 2 defa söylenen “Kad kâmetis-salâtü” (Namaz başladı) cümlesidir.
Cumâ namazındaki birinci ezân, Hazret-i Osman (radıyallahü anh) zamânında başlamıştır.
Câmilerin sembolü olan, üzerine çıkılıp ezân okunan minârelerin ilkini, Eshâb-ı kirâmdan Mesleme bin Mahled (radıyallahü anh), Mısır’da vâliyken, hicrî elli sekiz (58) senesinde, Hazret-i Muâviye’nin emriyle yaptırdı.
Ezândan sonra salât ve selâm okumak ilk olarak, hicrî 781 (M. 1351) senesinde Sultân Nâsır Salâhaddîn’in emriyle Mısır’da başladı. Cenâze olduğunu bildirmek için minârelerde salât okunması mûteber (kıymetli) kitaplarda yazılı değildir. Çirkin bir bid’attır; dinde sonradan ortaya çıkarılan bir iştir.
.19/07/2021
Ezân hakkında birkaç kelime...
Ezân, İslâmın şiârlarından biridir. Ezân okumak, ilk defa, hicretin birinci senesinde, Medîne-i münevverede başladı...
Geçen hafta, internetteki bir adamın bir sözünü nakletmiştim, diyordu ki: “Bizim dînimiz özgürlük, ezânımız müzik, ibâdetimiz de eğlencedir.” Ona cevap vermeye başlamış; 2 makâlemizde, ilk terim olan dîn üzerinde bir nebze durmuştuk.
Bugün ve yarın da inşâallah, 2. terim olan “Ezân” üzerinde bir nebze durmak istiyoruz: Ezân, lügatte “Bildirmek, da’vet, çağrı” demektir. Ama dînî bir terim olarak “Ezân”: “Namaz vakitlerini bildirmek, Müslümânları namaza dâvet etmek (çağırmak) için, yüksek bir yerde belli olan Arapça kelimeleri sırası ile okumak” demektir.
Büyük Osmânlı âlimi Ebû Saîd Muhammed Hâdimî buyuruyor ki:
“Ezân, câmi, fıkıh kitapları gibi İslâmiyet'in kıymet verdiği şeyleri aşağılamak küfürdür (ya’nî dinden, îmândan çıkıp kâfir olmaktır).”
Ezân, İslâmın şiârlarından biridir. Ezân okumak, ilk defa, hicretin birinci senesinde, Medîne-i münevverede başladı. Medîne’de ilk ezân okuyan Bilâl-i Habeşî’dir (radıyallahü anh). Mekke’de ise Habîb bin Abdurrahmân (radıyallahü anh) oldu. Bundan önce, namaz vakitlerinde yalnız “Es-salâtü câmiatün=Namaz toplayıcıdır” denilirdi.
İslâm, âlemşümûl (evrensel) bir dîndir, onun için, daveti de (ezân da) beynelmilel (uluslararası)dir.
Ezânda, İslâm inancı ve dînin esâsları çok vecîz olarak anlatılmıştır. Burada Allahü teâlânın birliği ve büyüklüğü, Muhammed aleyhisselâmın Allah’ın kulu ve Resûlü olduğu, günde beş defâ, dünyânın her tarafında, bütün insanlığa duyurulur.
Ezân, farz namazların vaktinde kılınması veya kazâsı sırasında okunur. Bayram, cenâze, vitr, terâvîh namazları için, ezân ve ikâmet okunmaz. Ezân ve ikâmet kıbleye karşı okunur. Okunurken konuşulmaz ve selâma cevap verilmez. Ezân ve kâmet sırasında konuşulursa, her ikisi de tekrâr okunur.
Ezân, Müslümân ve akıllı biri tarafından yükseğe çıkarak okunur. Deli, fâsık, çocuk, Müslümân olmayan, kadın, cünüb olan, sarhoş ezân okuyamaz. [Son zamanlarda, Amerika’da, şaklaban ve başı açık bir kadına, bir katedralda (kilisede), Cuma namazı için ezân okuttular, ne idüğü belirsiz bir kadına da Cuma namazı kıldırttılar.]
Kadınlar, ezân ve ikâmet okumazlar. Vakti girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakti girince tekrâr okunur. Kâmet okumak ezân okumaktan efdaldir (üstün ve kıymetlidir).
Ezân, bildirilen kelimelerle ayakta okunur. Hangi lisânda olursa olsun, tercümeleri okunmaz. Ezânın tercümesini okumak, ezân olmaz. Manâsı anlaşılsa da, ezân başka dillerle okunamaz. Okunduğu zaman ibâdet değiştirilmiş olur. (Seyyid allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn)
Müslümânların her namaz vaktinde, kendiliklerinden câmide toplanmaları güçleşince, Peygamber Efendimiz, Eshâbına namaz vakitlerinin nasıl bildirilmesi gerektiğini sordu. O istişâre esnâsında, kimisi Hıristiyânlar gibi nâkûs, yâni çan çalınsın, bâzıları da Yahûdîler gibi boru öttürülsün dediler.
Kimisi de, namaz vakti gelince, ateş yakılıp yukarı kaldırılsın teklîfinde bulundu. Fakat Resûlullah Efendimiz, bunların hiçbirisini kabûl etmedi.
.13/07/2021
Müslümânlığın gayesi...
İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (ya’nî dîni, aklı, nesli, cânı/bedeni ve mâlı) korumak olduğu bildirilmiştir.
“Müslümânlığın gayesi nedir?” diye bir suâl sorulacak olursa, “insanları İslâm-ı hakîkî üzere yaşatıp îmân-ı kâmil ile bu dünyâdan göçmelerini sağlamak ve Cennet’te ebedî seâdete erişmelerini te’mîn etmektir” şeklinde özet bir cevap verilebilir.
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “İslâm’ın zirvesi cihâddır” [Tirmizî, Îmân 8/2616; İbn-i Mâce, Fiten 12; Ahmed, V, 245-246]
Yine, “Cihâd, amellerin zirvesidir, kubbesidir” buyurmuştur. [Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 22/1658]
Muhammed Tâhir Sünbül Mekkî isimli âlim buyurmuştur ki:
“İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek), Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, önce ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır.”
Cihâdın fazileti, üstünlüğü, yüksekliği böyle anlatılmasına rağmen, hadîs-i şerifte, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker yapmanın bundan da daha fazîletli olduğu ifâde buyurulmuştur.
Bir Müslümân, herkes için hayır ister. Peygamber Efendimiz, bu konuda buyurmuştur ki: “Kendin için sevdiğini, istediğini, başkaları için de sev, iste ki (kâmil) Müslümân olasın.” [Harâitî]
İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (ya’nî dîni, aklı, nesli, cânı/bedeni ve mâlı) korumak olduğu bildirilmiştir. Bütün Peygamberler, Allahü teâlânın emriyle, ümmetlerine bildirdikleri emir ve yasaklarda, dâimâ bu beş şeyi gözetmişlerdir. Bu beş esâsın gâyesi de, îmânı muhâfaza ederek Müslümân olarak ölmektir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Ancak Müslümân olarak can veriniz!” [Âl-i İmrân, 102]
Müslümân olsun, kâfir olsun, bilerek veya bilmeyerek, inanarak veya inanmayarak İslâmiyet’e uygun yaşayan bir kimse, bu dünyâda, yaptıklarının faydasını görür, dünyâda hiç sıkıntı çekmez; râhat ve neş’e içinde yaşar. Avrupa’da ve Amerika’da İslâmiyet’e uygun çalışan kâfirler, böyle râhat ediyorlar. Fakat kâfirlere âhirette hiç sevâp ve mükâfât verilmez. Âhirette de faydasını görebilmeleri için, behemehâl îmânla şereflenmeleri lâzımdır.
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, râhatlık ve saâdet menbaı olan dînleri gönderdi. Dînlerin sonuncusu, İslâm dînidir. Aslında Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan Peygamber Efendimize gelinceye kadar dîn tektir, o da tevhîd dîni olan İslâmiyettir.
İYİ BİR İNSAN OLMAK İÇİN...
İyi bir insan, kâmil bir Müslümân olmak için, ilk olarak, doğru bir itikâda sâhip olmak, yanî Ehl-i Sünnet itikâdında olmak lâzım. İkinci olarak, fıkhî bilgilere vâkıf olup onlarla amel etmek gerekir.
Bundan dolayı, en büyük âlim ve velîlerden olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh) da, dört hak mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, beş tarîkatte mürşid-i kâmil ve mükemmil olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruh) da, bu iki husûsun ehemmiyetini vurguluyorlar.
Ehl-i Sünnet; İslâm’ın ana yolu, ana caddesi olup târih boyunca “sırât-ı müstakîm”, "mü’minlerin yolu", "sevâd-ı a'zam" ve "cumhûr-ı müslimîn" olarak anılagelmiştir.
.12/07/2021
Dîn-i İslâm’ın temeli nedir?
Allahü teâlâ, Müslümânlara; emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz; yasak ettiğim harâmların yapılmasına râzı olmayınız, buyuruyor.
İnternette, bir adamın bir videosunu dinledim; aynen şu cümleyi söyledi: “Bizim dînimiz özgürlük, ezânımız müzik, ibâdetimiz de eğlencedir.” Bundan daha câhilâne bir söz olamaz; düzeltilecek hiçbiri yeri yok. Hani birisi, bir hocaya bir şiir getirmiş; o da “hat ğalat, manâ ğalat, inşâ ğalat” demiş ya. Yanî “yazı bozuk, manâ bozuk, kompozisyon da bozuk.”
Önce böyle bir sözün dînî hükmünü belirtelim, sonra da buradaki üç mühim dînî terim (dîn, ezân, ibâdet) üzerinde sırasıyla duralım. Eğer Müslümân bir kimse böyle bir söz söylese, dînden çıkar, îmânını kaybeder ve kâfir olur. Çünkü böyle bir sözü söylemek çok sarîh, açık bir küfürdür. Burada hem dîn, hem ezân, hem de ibâdet inkâr ediliyor.
Bir babanın veya annenin evlâdına olan şefkat ve merhametinden daha çok, kullarına şefkat ve merhamet eden, acıyan Cenâb-ı Hak, insanları küfürden, dalâletten, sapıklıklardan, ahlâksızlıklardan, zulmetten, karanlıklardan, kötülüklerden, çirkinliklerden, bozukluklardan kurtarmak için, onlara “Dîn-i İslâm”ı göndermiştir.
Umûmî bir tarîf yapmak gerekirse, “İslâm dîni”, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vasıtasıyla, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâidelerdir.
Dîn-i İslâm’ın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslâmiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, Müslümânlara “Emr-i ma’rûf” yapmayı emrediyor. Yani, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz buyuruyor ve “Nehy-i anil-münker”i emrediyor. Yani, yasak ettiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde buyurmuştur ki (meâlen):
“İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
“Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emrederler.” (Âl-i İmrân, 114)
Âyetlerde geçen “Ma'rûf: Dînin ve aklın beğendiği şeyler” demektir.
Bir hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: “Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı seviniz. Nefsim yed-i kudretinde (kudret elinde) olan Allah'a yemîn ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir.” (Râmûzül-Ehâdîs)
Mü’min, Allah indinde çok kıymetlidir. Bir âyet-i kerîmede, “Eğer inanıyorsanız, en âlî/en yüce kimselersiniz”, Beyyine sûresindeki diğer bir âyet-i celîlede ise, “Îmân edip sâlih amel işleyenler/yararlı işler yapanlar, mahlûkâtın en hayırlılarıdırlar” buyurulmuştur.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Birbirinize Müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.” [Bezzâr]
“Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.” [Deylemî]
.06/07/2021
Peygamberimizin Mekkelileri açıkça İslâm'a davet etmesi...
Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm), nerede bir kimse veya bir topluluk görse, onlara İslâm'ı anlatırdı...
Kureyşliler, Peygamber Efendimizi (aleyhisselâm), davâsından vâzgeçirmek için, ona kadın, para ve reîslik teklîf etmişler; yeter ki bu davândan vâzgeç demişlerdir.
Ayrıca Kureyşliler, Peygamberimizi himâye eden amcası Ebû Tâlib’i de tehdîd etmişler; ya yeğenini himâyeden vazgeç yahut da sana da harp açarız demişlerdir. Bunun üzerine, o, yeğenini çağırmış ve durumu kendisine bildirmiştir. Peygamber Efendimiz, önce bazı âyet-i kerîmeler okumuş, sonra da “(Ey Amca!) Vallahi, bu davâyı terk etmem için, Güneş'i sağ elime, Ay'ı da sol elime koysalar, yine de terk etmem…” şeklinde sözlerine devâm etmiş ve ağlayarak çıkıp gitmiştir. Bunun üzerine, amcası da, onu himâye etmeye devâm edeceğini bildirmiştir.
Bi'setin (Peygamberliğin bildirilmesinin) dördüncü yılında, Hicr sûresinin 94. âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Meâlen: "(Ey Habîbim!) Sana emrolunan şeyi (emir ve yasakları) açıkla (hak ile bâtılın arasını ayır.) Müşriklerden yüz çevir! (Onların sözlerine iltifât etme)" İlâhî emri gelince, Sevgili Peygamberimiz, Mekkelileri açıktan açığa İslâm'a davet etmeye başladı.
Bir gün Safâ Tepesi'ne çıkıp "Ey Kureyş halkı! Buraya toplanıp sözlerimi dinleyiniz!" buyurdu.
Kabîleler toplandıktan sonra da "Ey kavmim! Hiç benden yalan söz işittiniz mi?" buyurunca, hepsi birden "Hayır işitmedik" dediler.
Buyurdu ki: "Allahü teâlâ, bana Peygamberlik ihsân etti ve beni size Peygamber olarak gönderdi."
Sonra da "(Ey Habîbim!) Onlara de ki: Ey insanlar! Ben, sizin hepinize gelmiş, Allahü teâlânın Resûlüyüm. O Allahü teâlâ ki, yerlerin ve göklerin sâhibi ve idârecisidir. O'ndan başka ibâdete müstehak yoktur. Her canlıyı öldüren ve dirilten O'dur…" meâlindeki A'râf sûresinin 158. âyet-i kerîmesini okudu.
Dinleyenlerden, amcası Ebû Lehep kızarak "Kardeşimin oğlu dîvâne olmuş! Bizim putlarımıza tapmayanın, dînimizden ayrılanın sözünü dinlemeyiniz" diye küfürde direterek bağırdı. Orada bulunanlar dağıldılar ve hiç kimse îmân etmedi. [Ma’lûm olduğu üzere, bunun üzerine Tebbet [Mesed] Sûresi nâzil oldu.]
Sevgili Peygamberimiz (aleyhisselâm), bundan sonra, nerede bir kimse veya bir topluluk görse, onlara İslâm'ı anlatırdı. Böylece hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekle mümkün olacağını bildirirdi...
Peygamberimizin, 23 senede, 150 bin güzîde sahâbî, mübârek insan, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 30 sene gibi çok kısa zaman zarfında, gâyet mahdût imkânlarla, Endülüs'ten [İspanya’dan] Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, adâlet-hakkâniyet, medeniyet-insan hakları götürmeleri, dünyâda bir eşi-benzeri görülmemiş bir hâdisedir.
.5/07/2021
Peygamber efendimiz tebliğ vazifesine nasıl başladı?
Resûlullah Efendimiz (aleyhisselâm), “Müddessir sûresi”nin nâzil olmasıyla, insanları İslâm dînine davete başlamıştı...
Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm “Ümmî” olup, herhangi bir kitap okumamış, yazı yazmamış ve hiçbir kimseden ders görmemişti. Mekke'de doğup büyümüş, belli kimseler arasında yetişmişti; müşrikler kendisini öz oğulları gibi yakînen tanırlardı.
İlk vahyin gelmesiyle, Peygamberlik vazîfesini îfâya başlayan Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz, İslâm'ı teblîğe yirmi üç sene devâm etti...
Peygamber Efendimize (aleyhisselâm), ilk vahyin gelmesinden sonra, ilk îmân eden Hazret-i Hadîce vâlidemizdir... Hazret-i Hadîce (radıyallahü anhâ) annemizden sonra, yetişkinlerden ilk Müslümân olan, Resûlullah Efendimizin yakın arkadaşlarından Hazret-i Ebû Bekir Efendimizdir (radıyallahü anh).
Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), bir gün Hazret-i Hadîce vâlidemizle namaz kılarlarken, Hazret-i Alî (radıyallahü anh), onları gördü. O zaman on yaşında idi. Namazdan sonra Resûlullah'ın huzûruna gelerek "Ya Resûlallah! Bana İslâm'ı öğret" dedi ve o da Müslümân oldu...
Kur'ân-ı kerîm, 22 sene 2 ay 22 gün gibi bir zamanda vahyedilip tamamlanmıştır.
Resûlullah Efendimiz (aleyhisselâm), “Müddessir sûresi”nin nâzil olmasıyla, insanları İslâm dînine da’vete başlamıştı. Bu da’veti gizli yapıyordu. Bir müddet sonra da "Yakın akrabânı Allahü teâlânın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır" (Şuarâ sûresi, 214) meâlindeki âyet-i kerîme nâzil oldu.
Bunun üzerine Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselâm), akrabâsını dîne davet etmek için amcaoğlu Hazret-i Ali'yi (radıyallahü anh) gönderdi ve hepsini amcası Ebû Tâlib'in evine çağırdı.
Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), sözlerine şöyle başladı:
"Ey Abdülmuttalib oğulları! Vallahi, Arablar içinde benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (yani bu dînden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur... Ben sizi, dile kolay gelen, mîzânda ağır basan iki kelimeyi söylemeye davet ediyorum. O da "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim O'nun kulu ve Resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir... Allahü teâlâ, bana, sizi buna davet etmemi emretti. O hâlde, hanginiz benim bu davetimi kabûl eder ve bu yolda yardımcım olur?"
Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm), bu sözlerini üç defa tekrârladı. Her söyleyişinde, Hazret-i Alî (radıyallahü anh) ayağa kalkıyordu. Üçüncü defasında "Ya Resûlallah! Her ne kadar ben, bunların yaşça en küçüğü isem de, sana ben yardımcı olurum" dedi. Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz, Hazret-i Ali'nin elinden tuttu. Diğerleri hayret içinde dağıldılar...
.29/06/2021
Cihâdla ilgili hadîs-i şerîfler
“Sabâh veya akşam, fî sebîlillah (Allah yolunda cihâd için) birazcık yürümek, dünyâ ve içindekilerden daha hayırlıdır…”
Bu konuda pekçok hadîs-i şerîf var; onlardan ancak birkaç tanesini misâl olarak zikredebiliriz:
1- “Cennete giren hiçbir kimse, yeryüzündeki her şey kendisine verilse bile, dünyâya geri dönmeyi arzû etmez. Sâdece şehîd, (cennette) gördüğü muhteşem îtibâr ve ikrâm sebebiyle (ve şehîdliğin fazîletini anladığı için) tekrâr dünyâya dönmeyi ve on defa şehîd olmayı ister.” [Buhârî, Cihâd, 21; Müslim, İmâre, 109; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 13, 25)
2- Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bir kişi, Resûlullah Efendimiz’e gelerek: “-Bana, cihâda denk olan bir amel gösterebilir misiniz?” dedi.
Resûlullah Efendimiz: “-Böyle bir amel bilmiyorum” buyurdu ve; “-Allah yolunda cihâd eden kişi yola çıktığında, sen de mescidine girip (o dönünceye kadar) hiç bırakmadan namaz kılmaya ve hiç ara vermeden oruç tutmaya güç yetirebilir misin?” diye sordu. Suâl soran kişi “-Buna kim güç yetirebilir ki?” dedi. [Buhârî, Cihâd, 1; Müslim, İmâre, 110; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 1; Nesâî, Cihâd, 17; Ahmed, II, 344, 423]
3- Peygamber Efendimiz’e “Yâ Resûlallah! Bir adam ganîmet için savaşıyor, bir başkası kendisinden bahsedilsin diye savaşıyor, bir diğeri kahramânlığını göstermek ve ırkının üstünlüğünü ispat etmek için savaşıyor, bir diğeri de öfkesinden dolayı savaşıyor. Bunların hangisi Allah yolundadır?” şeklinde bir soru soruldu. Resûlullah (aleyhisselâm) “Kim, Allah’ın dîni daha yüce olsun diye (i’lâ-yı kelimetullâh için) savaşırsa, sadece o Allah yolundadır” buyurdu. [Buhârî, Cihâd, 15; Müslim, İmâre, 149-151]
4- Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) nakletmiştir ki, Resûlullah şöyle buyurdu:
“Cennette yüz derece vardır ki, Allahü teâlâ onları, Allah yolunda cihâd edenler için hâzırlamıştır. Her derecenin arası yerle gök arası kadardır. Allah’tan istediğinizde, Firdevs’i isteyiniz! Zira o, cennetin ortası ve en yüksek yeridir.” [Buhârî, Cihâd, 4; Tevhîd, 22; Nesâî, Cihâd, 18; Ahmed, II, 335, 339]
5- Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre, Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Sabâh veya akşam, fî sebîlillah (Allah yolunda cihâd için) birazcık yürümek, dünyâ ve içindekilerden daha hayırlıdır…” [Buhârî, Cihâd, 6]
6- Hazreti Enes’ten (radıyallahü anh) rivâyet edildiğine göre Nebiyy-i Ekrem şöyle buyurmuştur:
“Müşriklere karşı mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihâd ediniz!” [Ebû Dâvud, Cihâd, 17/2504; Nesâî, Cihâd, 1, 48]
7- “Amellerin en hayırlısı; Allahü teâlâya îmân etmek, cihâd etmek ve hacc-ı mebrûrdur.” [Hilyetül-Evliyâ]
8- İbn-i Abbâs (radıyallahü anhümâ) şöyle anlatır: Resûlullah, Abdullah bin Revâha’yı bir seriyye için göndermişti. “Resûlullah ile birlikte cuma namazını kılayım, sonra onlara yetişirim” diye düşündü. Nebiyy-i Ekrem ile namaz kılınca, Efendimiz onu gördü ve “-Yeryüzünde bulunan şeylerin tamâmını infâk etsen, onların [cihâd için] erken çıkışlarındaki fazîleti elde edemezsin” buyurdu. [Tirmizî, Cum‘a, 28/527; Ahmed, I, 224, 256; III, 438; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, III, 187]
.28/06/2021
Cihâdla ilgili âyet-i kerîmeler...
"Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezâlandırsın, onları rezîl etsin, sizi onlara gâlip kılsın..."
Kur'ân-ı kerîmde cihâdla alâkalı birçok âyet-i kerîme vardır. [Cihâdla ilgili bütün âyetleri burada zikretmemiz mümkün değil, ama (sûrelerin Kur’ân-ı kerimdeki sıralarına göre) bazı örnekler verebiliriz]:
1- “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın! Fakat haddi aşmayın! Muhakkak ki Allah, haksız yere saldıranları sevmez.” (Bakara, 190)
2- “Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde size farz kılındı. Hoşlanmadığınız bir şey, çoğu kerre sizin için hayırlı olabilir. Yine sevdiğiniz bir şey de, çoğu kerre hakkınızda şer olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 216)
3- “Îmân edenler, Allah yolunda cihâd ederler, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar.” (Nisâ sûresi, 76)
4- “İnananlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile cânlarıyla ve mâllarıyla Allah yolunda (dîn düşmânları ile Allah rızâsı için cihâd edenler) bir olmaz. Allah, cânlarıyla ve mâllarıyla cihâd edenleri, derece bakımından oturup ibâdet edenlerden daha üstün kılmıştır. Gerçi Allah, hepsine de hüsnâyı (güzelliği, cenneti) vadetmiştir; ancak mücâhidleri, oturanlardan çok daha büyük ecirle üstün kılmıştır. Kendi katından onlara yüce mertebeler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir.” (Nisâ, 95-96)
5- “Ey îmân edenler! Dînden çıkarsanız, Allahü teâlâ, sizin yerinize başkalarını getirir. Onları sever, onlar da Allahü teâlâyı severler. Onlar, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler; Allah yolunda cihâd ederler ve hiçbir levm edenin levminden korkmazlar...” (Mâide sûresi, 54)
6- “Ey Peygamber! Sana ve Sana tâbî olan mü’minlere Allah yeter! (Düşmandan aslâ çekinme! Hattâ) ey Peygamber! Mü’minleri (onlara karşı) savaşa teşvîk et!..” (Enfâl, 64-65)
7- “(Ey mü’minler!) Verdikleri sözü bozan, Peygamber’i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve üstelik ilk önce kendileri sizinle savaşmaya başlamış olan kavme karşı savaşmaz mısınız? Onlardan korkar mısınız? Eğer inanıyorsanız bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezâlandırsın, onları rezîl etsin, sizi onlara gâlip kılsın, mü’minlerin gönüllerini ferahlatsın ve mü’minlerin kalplerinden (zâlimlere karşı birikmiş olan) öfkeyi (onların hakkından gelmek sûretiyle) alsın!” (Tevbe, 13-15)
8- “(Ey Resûlüm!) De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabânız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından (zarar etmekten) korktuğunuz ticâret, hoşlandığınız meskenler (evler), size Allah’tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihâd etmekten daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez!” (Tevbe, 24)
9- “Kendileriyle savaşılanlara (mü’minlere), zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş husûsunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardıma mutlak sûrette kâdirdir. Onlar, başka değil, sırf (Rabbimiz Allâh’tır) dedikleri için, haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir…” (Hac, 39-40)
.22/06/2021
İslam'da cihâd ruhu...
Eshâb-ı kiramdan sonra, İslâmiyete en büyük hizmeti yapan Osmânlılar, 3 asra (Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ) damgalarını vurmuştur...
Aslında, “Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler muvâcehesinde, cihâdın ma’nâ ve ehemmiyeti, hükmü, cihâda ne zaman izin verilmiştir, cihâd niçin yapılır, cihâdı kim yapar, maksadı ve gâyesi nedir, çeşitleri (yapılma şekilleri) nelerdir” konularının enine-boyuna ele alınması lâzım. Ama makâlemizin hacmi nisbetinde, bu konuda, sâdece birkaç kelime yazmaya çalışalım inşâallah...
İnsanlığın başlangıcından beri, hak-bâtıl mücâdelesi devam etmektedir. Kâbil ile Hâbil arasında başlayan kavga, Peygamberler târihi boyunca devâm etmiştir.
Hazret-i Nûh, Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Îsâ ve nihâyet Sevgili Peygamberimiz (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüs-selâm) zamanında, inananlarla onlara düşmân olanlar arasında çetin mücâdeleler olmuştur.
Peygamber Efendimize 46 defa sûikasd tertiplenmiş, 19 gazve yapılmış, 35-40 kadar seriyye harbi olmuştur.
Selçûklular zamanında, bütün kâfirler, İslâmiyete ve Müslümânlara saldırmışlar; 8 Haçlı seferi yapılmış; İslâmın en büyük hâmîsi durumunda olan Osmânlı Devletini parçalamak için de 100 proje yapılmıştır.
1299’da kurulan, 1453’ten sonra cihân devleti olan ve 1517’den itibâren de bütün İslâm âleminde Hilâfeti üstlenen Osmânlı Devleti, bütün kâfirlerin aleyhimizde birleşmesiyle, paramparça edilmiştir.
Halîfelik Osmânlı Devleti'ne geçtiğinde, Mısır, Şâm (Sûriye), Irâk, Filistîn, Hicâz ve Yemen Osmânlı hudûduna dâhil olmuş, 4 asırdan fazla, buralardaki bütün Müslümânlar Ehl-i sünnet olarak, râhat ve huzûr içerisinde yaşamışlar, hattâ gayr-i müslimler bile, cân, mâl ve ırzlarından emîn olarak çok râhat bir hayât sürmüşlerdir.
Eshâb-ı kiramdan sonra, İslâmiyete en büyük hizmeti yapan Osmânlılar, 3 asra (Orta Çağ, Yeni Çağ ve Yakın Çağ) damgalarını vurmuşlar, 3 kıtada (Asya, Afrika ve Avrupa’da) at koşturmuşlar; 624 senenin 322 senesinde dünyânın tek hâkimi olmuşlardır. 1595’te 22 milyon 344 bin 700 km2 toprağa sâhip olmuşlardır.
Bugün, dünyâda 57 Müslümân ülke var; bunlar, 24 milyon km2 toprak üzerinde, 1,5 milyar nüfûsa sâhip, hem de genç bir nüfûs, yer altı kaynakları çok güçlü; ama maalesef zulüm, acı, ıstırap, gözyaşları ve istikrârsızlıklarla dolu bir âlem durumundadır.
Eski günlere dönmek için, bütün dünyâda zulmün bitmesi, adâletin hâkim olması, müslim-gayr-i müslim ayırımı yapmaksızın herkesin güvenlik içerisinde, cân, mâl ve ırzından emîn olarak yaşayabilmesi için, bizim neler yapmamız, nasıl çalışmamız lâzım?
Büyük Osmânlı âlimleri Ebû Saîd Muhammed Hâdimî ile İmâm Muhammed Birgivî (rahmetullahi aleyhimâ) buyurmuşlardır ki:
“Cihâd üç türlü yapılır: Birincisi beden ile yâni her türlü harp vâsıtası ile yapmaktır [bunu, İslâm devleti yapar]. İkincisi, her türlü neşriyât (basın ve yayın) vâsıtaları ile İslâmiyet'i insanlara yaymak ve duyurmaktır. Bu cihâdı İslâm âlimleri yaparlar. Üçüncüsü ise, duâ ile yapılan cihâddır. Bütün Müslümanların bu cihâdı yapmaları farz-ı ayndır.”
.21/06/2021
İslâmiyette “cihâd” ne demektir?
Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: “Kim i'lâ-yı kelimetullah için harb ederse, o, Allah yolunda savaşmış olur.”
Mukaddes dînimiz İslâmiyete göre “Cihâd” ne demektir, şimdi onu kısaca tarîf ederek konumuza giriş yapalım:
“Cihâd: İnsanların, İslâmiyeti işitmelerine ve Müslümân olmakla şereflenmelerine mâni olan veya Müslümânların dînine, vatanına ve nâmûsuna saldıran düşmânı defetmek için yapılan muhârebe yâhut cân, mâl, söz, neşriyât ve diğer vâsıtalarla İslâmiyeti anlatmak ve müdâfaa etmek” şeklinde tarîf edilmektedir.
Cihâdın diğer bir ta’rîfi de şöyledir: “Dînî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı teblîğ, nefse ve dış düşmânlara karşı mücâdele etmek.”
Allahü teâlâ, 2 âyet-i kerîmede buyurmuştur ki (meâlen):
“İçinizden, insanları hayra çağıracak, ma'rûfu emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
“Mü'minler, ma'rûf olan şeyleri emrederler.” (Âl-i İmrân, 114)
Âyetlerde geçen “Ma'rûf: Dînin ve aklın beğendiği şeyler” demektir.
Bir hadîs-i şerîfte de buyurulmuştur ki: “Ma'rûfu ve (o ma'rûfu) yapanı sevin. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, bereket ve âfiyet onlarla berâberdir.” (Râmûzül-Ehâdîs)
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki: “İslâm’ın zirvesi cihâddır” [Tirmizî, Îmân 8 / 2616; İbn-i Mâce, Fiten 12; Ahmed, V, 245-246]
Yine, “Cihâd, amellerin zirvesidir, kubbesidir” buyurmuştur. [Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 22 / 1658]
Muhammed Tâhir Sünbül Mekkî isimli âlim demiştir ki:
“İbâdetlerin en kıymetlisi, farz-ı ayn olanlardır. Farzlardan sonra en kıymetlisi, Şâfiî mezhebinde sünnet namazlar, Hanbelî mezhebinde cihâd (Allah yolunda harb etmek), Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde ise, önce ilim öğrenmek ve öğretmek ve sonra cihâddır.”
Sahîh-i Müslim’de zikredilen bir hadîs-i şerifte: “Kim i'lâ-yı kelimetullah için harb ederse, o, Allah yolunda savaşmış olur” buyurulmuştur. Peki, “i'lâ-yı kelimetullah” ne demektir?
“İ'lâ-yı Kelimetullah: Allahü teâlânın ismini yüceltmek, İslâm dînini yaymak” demektir.
Dârul-fünûn müderrislerinden Seyyid Abdülhakîm (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki: “Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vefâtında, Eshâb-ı kirâmın hepsi, sonra da evlâdları, cihâd için, i'lâ-yı kelimetullah için Arabistan'dan çıktılar. İslâm ordusu, Asya'nın ötelerine, Afrika'ya, Kıbrıs'a, İstanbul'a, hâsılı her yere dağıldılar. Allah'ın dînini, O'nun kullarına tanıtmak için savaştılar ve cânlarını fedâ ettiler. Ecdâdımız keyif için, tama' için cihâd yapmadılar. İ'lâ-yı kelimetullah için yaptılar.”
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) de çok mühim bir îkâz ve tenbîhte bulunmaktadır: “…Muhârebeye (savaşa) gitmekten maksad, i'lâ-yı kelimetullah (Allahü teâlânın ismini, dînini yaymak ve yükseltmek) ve dîn düşmânlarını zayıflatmak ve bozguna uğratmak olmalıdır…”
.15/06/2021
Türklerin İslâm dînine hizmeti...
400 çadırlık bir aşîretten, beylik, hânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir.
“Peygamberler târihi” içerisinde son Peygamber olan Hazret-i Muhammed'in (aleyhis-selâm), bir çeyrek asırdan kısa bir zamanda, 150 bin güzîde sahâbî, mübârek insan, "hayırlı ümmet" meydâna getirmesi, onların da 30-40-50 sene gibi çok kısa zaman zarfında gâyet mahdût imkânlarla, Endülüs'ten [İspanya’dan] Çin'e kadar olan geniş coğrafî bölgeleri fethedip oralara ilim-irfân, ahlâk-fazîlet, adâlet-hakkâniyet, medeniyet-insan hakları, nûr ve hidâyet götürmeleri, dünyâda bir eşi-benzeri görülmemiş bir hâdisedir; bu dönemde yapılan fetihler ve elde edilen zaferler, ciddiyetle incelenmesi gereken bir konudur.
Peygamber Efendimiz dönemi ile, O’nun vazîfelerini tam olarak yaptıklarından dolayı, kendilerine “Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler” denilen “Dört Halîfe Devri” (632-661 / H. 11-40), bütün târih boyunca, İslâmî fazîletlerin yaşandığı “Altın Çağ” olarak kabûl edilir. Eshâb-ı kirâmın 100’den fazla muhârebeye girmeleri ve hep gâlip gelmeleri, târihte eşi-benzeri görülmemiş bir hâdisedir.
Onlardan sonra, kronolojik olarak “Emevîler” ve “Abbâsîler” dönemi gelmektedir.
Emevîler; Çin, Orta Asya, Hazar ülkesi, Hindistân, bütün Orta Doğu ülkeleri, Kuzey Afrika’dan -İspanya dâhil- Avrupa içlerine kadar geniş bir coğrafyada, aralıklarla sekiz yüzyıl hüküm sürdüler.
Emevîler, İslâm dînini İspanya’dan Avrupa’ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata Üniversitelerini kurup Batı'ya ilim ve fen ışıklarını yaydılar.
Emevîler’den sonra İslâm Devleti Başkanlığını (Hilâfeti), Peygamberimizin amcası Hazret-i Abbâs’ın soyundan olan Ebü’l-Abbâs Abdullah es-Seffâh ele geçirdi. 750 / H. 132’de Abbâsîler Devri başladı. Devletin başşehri Şâm’dan Bağdâd’a nakledildi.
Abbâsîler devrinde; İslâm dîni, doğuda Büyük Okyânûs’tan, batıda Atlas Okyânûsu kıyılarına, kuzeyde Rusyâ içlerinden, güneyde Hind Okyânûsu kıyılarına kadar yayılıp, üç kıtada İslâm devletleri hâkim oldular.
Türklerin Müslümân olmalarından sonra da, Karahânlılar, Gazneliler, Tîmûroğulları, Bâbürlüler, Selçûklular ve Osmânlılar gibi dillere destân devletler meydâna gelmiştir.
Burada Batılı bir ilim adamının, Fransız tarihçi Grengur’un sözünü nakletmemizde fayda görüyorum: O, “Bu yeni İmparatorluğun (Osmânlı Devleti'nin) teessüsü, beşer târihinin en büyük ve en hayrete değer vak’alarından biridir” demiştir.
Ma'lûm olduğu üzere, Söğüt ve Domaniç yaylalarına 400 çadır hâlinde yerleşen bir aşîretten, beylik, hânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir.
Osmânlı devleti; büyüdü, büyüdü takrîben yirmi üç milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurdu ve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp takrîben bir asır evvel târih sahnesinden çekildi. Burada şunu belirtelim ki, devletler de insanlar gibi doğar, büyür, en olgun seviyelerine ulaşır ve nihâyet târih sahnesinden çekilirler...
.14/06/2021
Türk ve İslâm düşmanlığı
Türklere karşı, Selçûklular zamanında 8 Haçlı Seferi yapılmış; Osmânlı Devleti'ni parçalamak için de 100 proje yapılmıştır.
Son zamanlarda, ortalığa, “İslâm dînine veya Müslümânlara karşı duyulan düşmânlık, kin ve nefret” manâsına gelen bir “İslamofobi=İslâm korkusu” terimi çıktı. Bugün ve yarınki makâlelerimizde, inşâallah, birer nebze de olsa, bu konuyu ele almak istiyoruz.
Târihçilere göre, Ülülazm Peygamberlerin ikincisi olan Hazret-i Nûh (aleyhis-selâm)’ın oğlu Yafes’in soyundan gelen Türkler, ortaya çıktıkları günden itibaren [gerek İslâmiyete girmeden önce, gerekse Müslümân olduktan sonra], bulundukları yerlerde hep hâkim durumda olmuşlar, 131 devlet kurmuşlardır.
Dünyâ çapında bir çağ kapatıp yeni bir çağ açan iki cihângîr var, ikisi de Türk’tür. Biri Atila (Atilla, Attila), Eski Çağ'ı kapatıp, Orta Çağ'ı açmış; diğeri ise Fâtih Sultân Mehmed Hân, Orta Çağ'ı kapatıp Yeni Çağ'ı açmıştır.
Türklere karşı, Selçûklular zamanında 8 Haçlı Seferi yapılmış; Osmânlı Devleti'ni parçalamak için de 100 proje yapılmıştır. Avrupa’da bir kimse için, “Türk oldu” dediklerinde, onun Müslümân olduğunu kasdediyorlar.
Maalesef dünyâdaki bütün kâfirler birleşerek, 1299’da kurulan, 1453’ten itibâren Cihân İmparatorluğu olan ve 1517’den itibâren de bütün İslâm âleminde Hilâfeti üstlenen, 624 senelik iktidârlarının 322 senesinde dünyânın yegâne hâkimi olan Osmânlı Devleti'ni paramparça etmişlerdir.
Bilindiği üzere, Halîfelik Osmânlı Devletine geçtiğinde, Mısır, Şâm (Sûriye), Irâk, Filistîn, Hicâz ve Yemen Osmânlı hudûduna dâhil olmuş, 4 asırdan fazla, buralar Ehl-i Sünnet Müslümânlar olarak yaşamışlardır.
Fâtih’ten 200 sene sonra gelen Fransız târihçi Gıyah’ın, Osmânlı Devleti ve Fâtih hakkındaki şu sözü çok ibret vericidir:
“Bütün dünyâ Hıristiyânlarının, 'Yeryüzüne bir daha Fâtih Sultân Mehmed Hân gibi bir hükümdâr gelmesin ve başka fâtihler doğmasın' diye temennî ve duâ etmeleri gerekir...”
“Muhammed el-Fâtih” isimli Arabî kitâbın yazarı Dr. Sâlim er-Reşîdî ise “Buna karşılık her Müslümânın, Müslümânlara yeniden Fâtih Sultân Mehmed Hân gibi dâhi ve güçlü şahsiyetler nasip etmesini Allahü teâlâdan istemeleri gerekir” demiştir.
İslâmiyet, hiç şüphesiz yeryüzünde en çok devlet kurulmasına vesîle olmuş bir dîndir. Bilindiği üzere, Asr-ı saâdetten beri, İslâm târihi boyunca, Anadolu’da, yakın komşularımızın bulunduğu yerlerde ve dünyânın diğer ülkelerinde birçok İslâm devleti kurulmuştur. Anadolu’da kurulan [25 devlet]; Irâk, Sûriye ve Mısır’da kurulan [11 devlet]; Arabistân Yarımadasında kurulan [6 devlet]; İspanya ve Kuzey Afrika’da kurulan [13 devlet]; Batı ve Orta Afrika’da kurulan [16 devlet]; Îrân, Kırım, Orta Asya, Afganistân ve Hint Yarımadası’nda kurulan [50 devlet] var.
Dünyâda şu anda 57 Müslümân ülke var; bunlar, 24 milyon km2 toprak üzerinde, 1,5 milyar nüfûsa sâhip, hem de genç bir nüfûs, yer altı kaynakları da çok güçlü; ama maalesef zulüm, acı, ıstırap, gözyaşları ve istikrârsızlıklarla dolu bir âlem durumundadır.
.08/06/2021
Müslümânların kırmızı çizgisi: "Mescid-i Aksâ" ve "Kudüs"
"Mescid-i Aksâ" ve "Kudüs"e sâhip çıkmak lâzım. Oralardaki Müslümânları yalnız bırakmamalıyız. Bütün Müslümânlar bunda rol almalı.
Târîh boyunca Yahûdîler, İslâm inancının barış ve hoşgörüsünden yararlanmışlardır. Peygamber Efendimiz, Medîne-i Münevvere'deki Yahûdîler ve Hıristiyânlar için bir 'emânnâme' neşretmiştir. Onların cânlarını, mâllarını, ırzlarını koruma altına almıştır, hattâ kendi ibâdetlerini râhatça yapmalarına imkân tanınmıştır.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, Halîfe iken, İlya (Kudüs) ahâlîsine bir emân mektûbu vermiştir.
Târih boyunca bütün İslâm devletleri ve bütün Müslümânlar da, Sevgili Peygamberimiz ve Hulefâ-i Râşidîn hazerâtının davrandıkları gibi davranmışlardır.
Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh), Kudüs'ü fethedince, halka îrâd buyurduğu hutbesinin günümüzde de ehemmiyeti ne kadar büyüktür:
"Hamdolsun O Allah'a ki, bizi İslâm dîni ile azîz etti; îmân ile şereflendirdi. Resûl-i Ekrem Muhammed (aleyhisselâm) hürmetine rahmetine nâil kıldı, dalâletten kurtardı. Biz dağınık iken, onun sâyesinde bizleri bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmânlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsân etti. Bizi sevişen kardeşler hâline getirdi. Ey Allah'ın kulları, bu nimetlerden dolayı Allah'a hamd ü senâ ediniz…" (Mahmûd Es’ad, Târih-i Dîn-i İslâm, İstanbul 1995, s. 322)
Mü’minler, kendi dînlerine-akîdelerine saldıran veya îmâna karşı küfrü tercîh eden kimselere -kendilerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar- aslâ sevgi beslemezler; bu anlamda sadece dîn-îmân-akîde kardeşliğini esâs tutarlar; Rab’lerinin şu uyarılarını aslâ unutmazlar:
"Ey îmân edenler, eğer babalarınız ve kardeşleriniz, îmâna karşı küfrü sevip tercîh ediyorlarsa, onları velîler edinmeyin. Sizden kim onları velî edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır" (et-Tevbe, 23);
"Hepiniz, Allah'ın ipine toptan sımsıkı sarılın/yapışın; dağılıp ayrılmayın ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hâtırlayın: Hani siz (birbirinizin) düşmânları idiniz de, O (Allah) kalplerinizi ısındırıp birleştirmişti (kalplerinizin arasını te’lîf etti, uzlaştırıp-ısındırdı) ve siz O'nun nimetiyle (bu nimeti sâyesinde) kardeşler oldunuz, (dîn kardeşleri olmuştunuz). Yine siz bir ateş çukurunun kıyısında idiniz de, O, sizi oradan kurtardı. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar, umulur ki hidâyete erersiniz." (Âl-i İmrân, 103)…..”
Bu konuda son cümle olarak şunu belirtelim ki, "Mescid-i Aksâ" ve "Kudüs", Müslümânların kırmızı çizgisidir. Buralara sâhip çıkmak lâzım; oralardaki Müslümânları yalnız bırakmamak lâzım. Bütün Müslümânların bunda rol almaları lâzım.
.07/06/2021
Kudüs’e İngilizler girince...
1917’de İngilizler Kudüs’e girdiler. Bu İslâm beldesindeki dört asırlık Osmânlı dönemindeki huzûr da maalesef sona ermiştir.
Yavuz Sultân Selîm Hân’ın Mısır’ı fethetmesiyle, Memlûklülerden 1516 yılı sonunda Kudüs de alınmış ve tâm 401 sene Osmânlı Devletinin hâkimiyetinde kalmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde, 17.100 kilometrekare yüzölçümüne sâhip müstakil bir sancak idi. Doğrudan Dâhiliye Nezâretine bağlı olarak merkezden tayîn edilen bir “Kuds-i Şerîf Mutasarrıfı” tarafından idâre edilirdi.
Bu dört asır zarfında, Müslümânlar oraya çok saygı göstermişler, orada sâdece Müslümânlar değil, Hıristiyânlar da, Yahûdîler de, huzûr ve refâh içerisinde yaşamışlardır. Osmânlılar, Kudüs’e gerekli bütçeyi fazla fazla ayırıp oraları çok güzel bir şekilde devâmlı surette imâr etmişlerdir.
Osmânlı Devleti, 11 Aralık 1917’de Kudüs’ten çıkıp İngilizler oraya girince, 1.200 senelik bu mübârek İslâm beldesindeki dört asırlık Osmânlı dönemindeki huzûr da maalesef sona ermiştir.
"1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonist lider Baron Edmond de Rothschild’e yazdığı mektupta, Filistîn’de bir Yahûdî devletinin kurulmasını İngiltere’nin destekleyeceğini bildirdi. Bu deklarasyona güvenen Yahudiler, Filistîn topraklarına sür’atle yerleşmeye başladılar. 1922 yılında, Filistîn’deki Yahûdî nüfusu, 83 binden 467 bine çıktı.
1947 yılına gelindiğinde, bölgeyi elinde tutan İngiltere, Filistîn toprakları üzerindeki çatışmaları sonlandırmak için, BM’ye mürâcaatta bulundu. Kurulan Filistîn Özel Komisyonu, Filistîn’in en verimli kısımlarını oluşturan %55’lik kısmını Yahûdîlere, geri kalan verimsiz toprakları ve çölleri ise Araplara bırakan bir plan teklîf etti.
Bu arada İngiltere, BM’deki oylamayı beklemeden, 15 Mayıs 1948’de Filistîn manda idâresinin sona ereceğini deklare etti. Bunun hemen akabinde, 14 Mayıs 1948’de Yahûdîler de İsrâîl devletinin kurulduğunu ilân ettiler...”
Bilâhare, Kudüs 29 Kasım 1947’de "Birleşmiş Milletler Cemiyeti" tarafından Milletlerarası bir statüye kavuşturuldu. Bu karârı, Yahûdîler benimsedi, fakat Araplar ona karşı çıktı.
Mûsevîlerin, Hıristiyânların ve Müslümânların mukaddes saydığı yer ve makâmlar, eski Kudüs’ün doğu kenarında olup, buraya "Harem-i şerîf" adı verilmektedir.
1967 Arap-İsrail (Altı gün) savaşı sırasında, Kudüs’ün Ürdün kesimi İsrâîl birlikleri tarafından işgâl edildi. Kudüs’te bulunan masum ve korumasız Müslümân-Araplara her gün akla gelmedik işkence ve zulüm yapıldı. "İsrâîl Parlamentosu"nun, 30 Temmuz 1980 târihli karârıyla, Birleşik Kudüs, İsrâîl’in başkenti îlân edildi.
Son duruma gelecek olursak:
14 Mayıs 1948’de, İngiltere, Kudüs üzerindeki koruma rejimine son verdi. Aynı gün İsrâîl Devleti kuruldu. İsrâîl Devleti, Kudüs’ü de içine alırken, Ürdün, Filistîn’in geri kalan bölümünü, eski Kudüs şehriyle birlikte ilhâk etti. Bir müddet sonra, İsrâîl hükûmetinin birkaç bakanlığı Kudüs’e taşındı. Kutsal yerlerin idâresi, korunması ve bakımı, her dînin yetkililerince yerine getirilmektedir.
.01/06/2021
Osmanlıların Kudüs’e hizmeti...
Kudüs, 1517 senesinde, Yavuz Sultân Selîm Hân tarafından Osmânlı topraklarına katıldı. Kânûnî, Kudüs’ün sûrlarını yaptırdı...
Sultân Salâhaddîn Eyyûbî’den sonra, Eyyubîler arasında siyâsî anlaşmazlıklar baş gösterdi. Hıristiyânlar bu durumu fırsat bildiler. Şâm ve Mısır Eyyûbîleri arasındaki anlaşmazlıkta, Şâm tarafını tercîh ettiler. Bu sebeple, 1244 senesinde Kudüs, tekrâr Hıristiyânların eline geçti.
Mısır Eyyûbî Hükümdârı Es-Sâlih Necmeddîn de, Hârezmlileri yardıma çağırdı. Hârezmliler Sûriye’yi baştan başa geçerek Kudüs’ü ele geçirdiler. Böylece Kudüs, Mısır Eyyûbîlerinin hâkimiyetine girdi. Bundan sonra Kudüs, Müslümânların elinde kaldı.
Fakat daha sonra Moğolların istîlâsına uğrayan Kudüs, harâbe hâline geldi. Mısır’da Eyyûbî Devletinin yerine Memlûkler geçince, Moğolları geri püskürtüp Kudüs’ü de işgâlden kurtardılar.
Memlûkler döneminde, Sultânın nâibi tarafından idâre edilen Kudüs, bir ilim ve irfân merkezi hâline geldi. Memlûk Sultânları, Kudüs’ün îmârına önem verdiler. Sultân Baybars, Mescid-i Aksâ’yı tamir ettirerek şehrin kuzey-batısında, fakîrleri barındırmak üzere bir hân yaptırdı. Sultân Nasîrüddîn Muhammed, Mescid-i Aksâ’nın arka kısmını mermer ile kaplattı. Mihrâbın yanlarına iki pencere açtırdı. Harem’in yükseltilmiş kısmının kuzey tarafındaki sütunları ve Pamukçular kapısını tâmir ettirdi. Harem’deki iki mâbedin kubbelerini yaldızlattı.
Bir yıldırım düşmesi neticesinde yanarak yıkılan Kubbetü's-Sahrâ Câmii'nin kubbesini Sultân Çakmak tâmir ettirdi.
Sultân Eşref Kayıtbay, Harem’in yüksek kısmı ile bunun batı duvarı arkasında bir çeşme yaptırdı. Mescid-i Aksâ’nın Zincirler kapısı yanında bir medreseyi genişletti ve şehrin su yollarını tâmir ettirdi.
Kudüs şehri, 1517 senesinde, Yavuz Sultân Selîm Hân tarafından Osmânlı topraklarına katıldı.
Kânûnî Sultân Süleymân Hân, Kudüs’ün sûrlarını yaptırdı ve "Kubbetüs-Sahrâ Câmii"nin mozayik kaplamalarını kaldırtarak, yeşil ve sarı ile karışık mavi çini ile kaplattı; her ikisinin de bugünkü hâli, Kânûnî zamanından kalmadır. O, şehre dört büyük çeşme inşâ ettirdi.
Sultân İkinci Mahmûd Hân, "Kubbetüs-Sahrâ Câmii"nin yaldızlarını yeniletti ve câmiyi dışarıdan tâmir ettirdi.
Osmânlı hâkimiyeti, Birinci Dünyâ Harbine kadar devâm etti. Harbin son safhasına kadar Osmânlı hâkimiyetinde kalan ve müstakil bir mutasarrıflığın merkezi olan Kudüs, Aralık 1917 târihinde İngilizler tarafından işgâl edildi. Harp sona erince, "Birleşmiş Milletler Cemiyeti" tarafından İdârî vekâleti İngiltere’ye verilerek Filistîn’e bağlı kaldı.
Emevîler, Abbâsîler, Tolunoğulları, İhşîdîler, Fâtımîler, Selçûklular, Zengîler, Eyyûbîler, Memlûklüler ve nihâyet Osmânlıların hâkimiyetinde (Müslümânlarda) toplam 1.200 sene kalan Kudüs, 88 sene haçlıların işgâline uğramış, Büyük Sultân Salâhaddîn-i Eyyûbî’nin 1187’de orayı tekrâren fethetmesiyle, yeniden Müslümânların eline geçmiştir. İslâm Devletleri, oraya çok güzel hizmetler yapmışlardır.
.31/05/2021
Müslümânların Kudüs’e hizmeti...
Hazret-i Ömer'in Kudüs'ü fethinden sonra, Emevîler devrinde de, Abbâsîler zamanında da, Kudüs’ün îmârına büyük îtinâ gösterildi.
Kuds-i şerîf, Müslümânlar tarafından, Hulefâ-i râşidînin ikincisi olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)in hilâfeti zamanında fethedildi. Aşere-i mübeşşereden Ebû Ubeyde İbnül-Cerrâh'ın (radıyallahü anh) başkumandânlığındaki İslâm ordusu, Bizans İmparatoru Heraklius’un ordularıyla yaptığı muhârebelerde, onları mağlûb edip Şâm, Gazze, Nablus ve Yafa şehirlerini fethettiler.
Amr bin Âs'ın (radıyallahü anh) ordusu ise, Rûm ordusunu perişân edince, Kudüs’ün teslîm edilmesi için haber gönderdi. Ama Kudüs’ün ileri gelenleri, Halîfe’nin bizzât kendisinin gelip temînât vermesi şartıyla, Kudüs’ü teslîm edebileceklerini bildirdiler. İşte bundan dolayı, Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), 638 yılında Medine-i münevvereden Kuds-i şerîfe gelerek şehri teslîm aldı.
Kudüs’e ilk yerleşen Müslümânlar Medîneliler oldular. Eshâb-ı kirâmdan Ubâde bin Sâmit (radıyallahü anh) de, Kudüs’ün ilk vâlî ve kâdısı oldu.
İslâmiyetin iyilik ve güzelliği emreden, insanları dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşturan bir dîn olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama olmadan grup grup İslâmiyeti kabûl ettiler.
Emevî halîfelerinden Abdülmelik bin Mervân, Peygamber Efendimizin Mîrâc’a yükselirken üzerine bastığı ve üzerinde mübârek ayak izi bulunan "Hacer-i muallak=Asılı taş"ın üzerine "Kubbetü's-sahra Câmii"ni yaptırdı. "Mescid-i Aksâ" ve "Dârul-imâre" gibi yapıları ve Kudüs’e giriş kapılarını da tâmîr ettirdi.
İslâmiyet döneminde, 638 (H. 16) senesinde, Hazret-i Ömer'in (radıyallahü anh) Kudüs'ü fethinden sonra, Emevîler devrinde de, Abbâsîler zamanında da, Kudüs’ün îmârına büyük îtinâ gösterildi. Abbâsîlerin siyâsî otoriteleri zayıflayınca, Kudüs önce Tûlûnoğulları, daha sonra Fâtımîlerin hâkimiyeti altına girdi. Fâtımîler, Ehl-i Sünnet Müslümânlara zulüm ve işkence yaptıkları gibi Hıristiyân ve Yahûdîlere de işkence yaptılar. Hıristiyânların kiliselerini ve Yahûdîlerin mâbedlerini de yıktılar.
Selçûklular, Fâtımî hâkimiyetine son verdikten sonra, Selçûklu komutanı Atsız, Kudüs’ü 1070 senesinde Fâtımîlerden aldı. Kudüs halkı, Atsız’a başkaldırınca, Atsız burayı tekrâr kuşatıp şehri ele geçirdi. Fakat Atsız, Selçûklu hükümdârı Tutuş tarafından idâm edilerek, Kudüs, bir Türkmen zâbitinin oğlu olan Sukmân’a teslîm edildi.
1096 senesinde, Fâtimî Sultânı El-Müsta’lî, Kudüs’ü ele geçirdiyse de, 15 Temmuz 1099’da Haçlılar istîlâ ettiler. Kudüs’ü yakıp yıktılar. Pekçok Müslümânı kadın, çocuk ve ihtiyâr demeden kılıçtan geçirdiler. Bu arada, "Mescid-i Aksâ"yı yağmalayıp, tepelerine haçlar diktiler. İçerisine heykeller koyarak kiliseye çevirdiler.
Sultân Salâhaddîn-i Eyyûbî, 1187 (H. 583) senesinde, Kudüs’ü Haçlılardan kurtarıp Mescid-i Aksâ’dan haçları ve putları kaldırttı. Eski hâline getirip yeni bir mihrâb yaptırdı. Salâhaddîn-i Eyyûbî, Kudüs halkına çok iyi davrandı. Vergileri indirdiği gibi, haçlıların kilise hâline çevirdikleri câmileri de eski durumlarına getirdi.
.25/05/2021
Müslümânların ilk kıblesi...
İslâmiyetin ilk yıllarında Müslümânlar, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılmışlardır.
Kudüs şehri hakkında, târîhin biraz derinliklerine gidecek olursak:
İbrâhîm (aleyhisselâm)ın oğlu İshâk (aleyhis-selâm) ve torunu Yâkûb (aleyhis-selâm), içinde Kudüs şehrinin de bulunduğu Ken’ân diyârı'nda yaşadılar. Bu bölgenin insanlarına, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattılar.
Bir ismi de "İsrâîl" olan Yâkûb (aleyhisselâm), oğlu Yûsuf (aleyhisselâm) Mısır’a Mâliye Nâzırı olunca, diğer oğullarıyla birlikte, Kudüs’ün bulunduğu bölge olan "Ken’ân diyârı"ndan ayrılıp Mısır’a gitti ve oraya yerleşti. [Yâkub aleyhisselâmın on iki oğlunun neslinden gelen ve "İsrâîloğulları" adıyla anılan insanlar, Mısır’da kaldılar.]
Hem Peygamber, hem de hükümdâr olan Dâvûd (aleyhisselâm), Kudüs’de Mescid-i Aksâ’nın inşâsını başlattı. Mescidin temelini attı, bir adam boyu kadar yükselince, inşââtın tamâmlanmasını, oğlu Süleymân (aleyhisselâm)a vasıyyet etti.
Dâvûd (aleyhisselâm)ın vefâtı üzerine, 12 veya 13 yaşında sultân, daha sonra Peygamber olan Süleymân (aleyhisselâm), babasının hâzırlattığı temeller üzerine, "Mescid-i Aksâ"yı (Beytü'l-Makdis’i) yaptırdı. Bu ma’bedi, yedi yılda, pek sanatkârâne inşâ ettirdi. Sonra usta ve mühendislere, on iki mahallesi olan "Kudüs şehri"ni yaptırdı.
Süleymân (aleyhisselâm), Mûsâ (aleyhisselâm)dan beri, nesilden nesile geçerek gelen, içinde Tevrât’ın on emri yazılı olan levhaların ve kutsal emânetlerin bulunduğu "Tâbût-ı Sekîne"yi yâni "Mukaddes sandığı", Mescid-i Aksâ’da (Beytü'l-Makdis’te), bir odaya yerleştirdi.
Sonraki zamanlarda, Hıristiyânlığın yayılması ve Bizans imparatorlarının Hıristiyânlığı kabûl etmeleri üzerine, Bizans imparatorları Mescid-i Aksâ’yı tâmir ettirip Kudüs’ü îmâr ettiler. İmparatorluğun hâkimi durumunda olan Hıristiyânlar için, mukaddes bir şehir hüviyetine giren Kudüs’te, Hazret-i Meryem’in, Hazret-i Îsâ’nın ve havârîlerin hâtıralarına birçok kiliseler yaptırdılar. Kudüs, Hıristiyânların dînî merkezi hâline geldi.
Hıristiyânlar, "hac" için Kudüs’e gelip kutsal yerleri ziyâret ettiler.
İslâmiyetin ilk yıllarında Müslümânlar, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksâ’ya yönelerek namaz kılmışlardır. Yanî Mescid-i Aksâ, Müslümânların ilk kıblesidir. Bu durum, "Hicret"ten sonraya kadar devâm etmiştir; "kıblenin tahvîli"ne dâir âyet-i kerîme (Bakara, 144) H. 2. senede nâzil olmuştur.
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Mi'râc’a giderken Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’dan göğe yükselmiştir.
Hulefâ-i Râşidînin ikincisi olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), 638 (H. 16) senesinde, Kudüs’ü muhâsara etti. Hıristiyânlar cizye vermeyi kabûl ederek, Müslümânların himâyesine girdiler. Hazret-i Ömer’e, Kudüs’ün anahtarlarını bizzat kendileri teslîm ettiler.
Böylece kendi devletleri olan Bizans’ın ağır vergi ve işkencelerinden, eziyet ve cefâlarından, zulümlerinden kurtuldular. Çok kısa zamanda düşmân zan ettikleri Müslümânlardaki adâlet ve merhameti açıkça gördüler.
.24/05/2021
Kudüs, niçin çok mühim?
Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesiyle “etrâfı mübârek kılınan” Kudüs’ün, biz Müslümânların kalplerinde çok husûsî bir yeri vardır.
Bazı şehirlerin, târihimiz, kültürümüz, edebiyâtımız ve örfümüzde husûsî yerleri vardır ve onları özel sıfatlarla anarız: Mekke-i Mükerreme, Medîne-i Münevvere, Kuds-i Şerîf, Şâm-ı Şerîf, Haleb eş-Şehbâ, Derseâdet (İstanbul), Mahrûse-i Burûse (Bursa) gibi. Mekke, Medîne ve Kudüs, yeryüzünde, Müslümânlarca en mukaddes sayılan mekânlardandır.
Kur’ân-ı kerîmde İsrâ sûre-i celîlesinin 1. âyet-i kerimesinde “el-Mescidü’l-Aksâ” ve birçok hadîs-i şerifte de “Beytü’l-Makdis” şeklinde zikredilen “Mescid-i Aksâ”, İslâmiyetin bidâyetinden itibâren hicrî 2. seneye kadar, Müslümânların 14 sene müddetle ilk kıblesi ve Sevgili Peygamberimizin “Mirâc” mucizesinin de başlangıç noktası olan, çok kıymetli bir mekândır. Yeryüzünde, fazîlette, üstünlükte Mescid-i Harâm ve Mescid-i Nebevî’den sonra, 3. sıradadır.
Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu şehir olan Kudüs, dünyânın en eski şehirlerindendir. “Mescid-i Aksâ=Beytül-Makdis”, şek ve şüphe yoktur ki, Kuds-i şerîftedir. İşte bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’in ifâdesiyle “etrâfı mübârek kılınan” Kudüs’ün, biz Müslümânların kalplerinde çok husûsî bir yeri vardır.
Peygamber Efendimiz, “Mescid-i Nebevî”de kılınan bir namazın, diğer mescidlerde kılınan 1.000 namazdan daha hayırlı olduğunu ifâde buyurmuştur. “Mescid-i Harâm”da kılınan namaz da, başka yerlerde kılınan 100.000 namazdan efdaldir. Hadîs-i şerifte “Mescid-i Aksâ”da kılınan bir namazın da, başka yerlerdeki 500 namazdan daha fazîletli olduğu ifâde buyurulmuştur.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hâkîminde buyurmuştur ki: “Her türlü noksânlıktan münezzeh olan O Allah’tır ki, kulunu (Peygamberi Hazret-i Muhammed aleyhisselâmı), bir gece, Mescid-i Harâmdan (Mekke-i mükerreme’den alıp), o etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya kadar götürdü; bunu, ona âyetlerimizden (kudretimize delâlet eden acîbliklerden bazılarını) gösterelim diye yaptık. Muhakkak ki O, Semî (her şeyi işiten) ve Basîr (her şeyi gören)dir.” (İsrâ, 1)
Bazı câhiller, Mescid-i Aksâ’nın Mekke-i mükerreme’de veya Ci’râne’de, yahut oralara yakın bazı yerlerde olduğunu iddiâ ediyorlar. Bütün İslâm âlimleri, Mescid-i Aksâ’nın Kuds-i şerifte olduğunu yüzlerce, binlerce kitâbında yazmışlardır. Bunun aksini söyleyen, sözü muteber hiçbir İslâm âlimi yoktur. Böyle bir iddiâ, müsteşriklerin tesîrinde kalan insanların bâtıl, bozuk iddiâlarıdır. Bırakın ilim ehli insanları, aklı başında herhangi bir Müslümânın dahî buna inanması mümkün değildir.
Peki, eğer Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm), Mekke-i mükerreme’den Kuds-i şerîfe gidip geldiğini anlatmamış olsaydı, bütün kitaplarda yazıldığı gibi, müşrikler niçin Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimize (radıyallahü anh) gelip de, Mekke ile Kudüs arasında ne kadar mesâfe olduğunu sorsunlar?
[İsrâ ve mi’râc bir mu’cizedir. Bu mu’cize, kıymetli tefsîrlerde ve pekçok hadîs-i şerîf kitâbında tafsîlâtıyla anlatılmaktadır.]
.18/05/2021
Zulmün her çeşidi harâmdır!
Allahü teâlâ, zulmün her çeşidini harâm kılmıştır, mukaddes dînimiz İslâmda zulüm kesinlikle yasaklanmıştır;
Bundan önceki 5 makâlemizde, zulüm ve şiddet konusunu işlemeye çalıştık. Artık bu yazımızla şimdilik bu konuyu bitirelim. İcâb ettiğinde yine bu önemli konuyu ele alırız inşâallah...
Bilindiği üzere, dünyâda, insanlık hayâtının başlangıcından i’tibâren, iyi insanların yanı sıra, dâimâ, kötü insanlar da bulunagelmiştir. Dünyâya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), iyilikleri, güzellikleri, ahlâkı, insanlığı, medeniyeti, ilim ve irfânı, velhâsıl daha ne kadar güzel ve müsbet şey varsa, bunların hepsini temsîl etmiştir. Diğer bütün Peygamberler de böyle yapmışlardır.
Süleymân bin Cezâ (rahmetullahi aleyh) “Ey oğul! Şakîlerin (kötü kimselerin) alâmeti sende bulunmasın. Bu alâmetlerin evveli zulmetmektir. Zulüm üç kısımdır. Birincisi Allahü teâlâya âsî olmak, ikincisi zulmeden kimselere yardım etmek; üçüncüsü kendi emri altında bulunanlara ezâ-cefâ etmek, onların ibâdet yapmalarına mâni olmak. Bu üç çeşit zulmü işleyenlerin varacakları yer Cehennem'dir” şeklinde çok önemli bir tavsiyede bulunmaktadır.
Târih boyunca inanan insanlar olduğu gibi, maalesef inanmayan, küfre sapan kimseler de dâimâ bulunmuştur. Küfür karanlıklarında kalmakta ısrâr eden, çirkin işlere tâlip olan bu kimseler, bundan sonra da bulunacak ve maalesef yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmaya devâm edeceklerdir.
İslâmiyette, başkalarının cân, mâl ve ırzlarına hücûm etmenin kesinlikle yasaklığı; kâfirlere karşı da iyi huylu olmanın lüzûmu; komşu hakkının dîndeki yeri kitaplarımızda genişçe yazılmaktadır.
Büyük âlimlerimizden Ebû Saîd Muhammed Hâdimî (rahimehullah) “Her Müslümân hem îmânını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine inanmayan kâfirleri sevmemelidir. Fakat sevmediklerine de kötülük ve zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bid'at sâhiplerine de tatlı dil ve güler yüz ile nasîhat etmelidir. Onların felâketten kurtulmalarına, saadete kavuşmalarına çalışmalıdır” buyuruyor.
Allahü teâlâ, zulmün her çeşidini harâm kılmıştır, mukaddes dînimiz İslâmda zulüm kesinlikle yasaklanmıştır; yasaklığı âyet-i kerîmeler, hadîs-i kudsîler ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir.
Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: “Muhakkak ki Allahü teâlâ adâleti, ihsânı (iyilik yapmayı) ve akrabâya muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder...” (Nahl, 90)
Müslümânların, ehl-i kitaba/Yahûdîlere ve Hıristiyânlara yapmakla mükellef oldukları muâmele şekli, bizzât Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve selem), bütün Müslümânlara hitâben yazdırdığı bir mektupta açıkça bildirilmiştir. [Bu mektûbun aslı, Ahmed Ferîdûn beğin (v. 991/1583) “Mecmûa-i Münşeâtü’s-selâtîn” kitâbında (C.1, S.30) yazılıdır.]
Bundan 14-15 asır evvel, İslâma inanmayan kimselerin bile insan haklarını açıkça ortaya koyan bu târihî mektûbu herkes okumalıdır. Bugün insanlığa, adâlete, merhamete muhtaç olan bütün âdemoğullarına ithâf olunur.
İslamiyette, şiddetin her çeşidi yasaklanmıştır...
İster insan olsun, ister hayvân olsun, mahlûkların hepsine zulüm yapmak, şiddet uygulamak, İslâmiyette kesinlikle harâmdır.
Konunun teşhîsini doğru bir şekilde yapıp tedâvî çarelerini, önleme yollarını bulmaya, bu konuda yapılan çalışmalara, nâçizâne bir katkıda bulunmaya çalışmak istiyoruz. Bu konuda, şüphesiz ki beynelmilel ve millî çapta, resmî ve gayr-i resmî birtakım çalışmalar mevcut. Anket çalışmaları yapılıyor, çeşitli raporlar hazırlanıyor.
Yerli ve yabancı birçok çalışmanın ortak sonucu olarak, erkeğin kadına şiddet uygulamasındaki en temel sebeplerden biri, özellikle erkeğin kendi ailesinde de şiddet içeren bir ortama marûz kalmış olması (özellikle babası annesine şiddet uygulamışsa) ve alkol kullanımının yüksek olmasıdır.
Makâlemizin hemen başında, önce genel bir tesbît yapalım: Şiddetin dîni, milliyeti, kültürü, ideolojisi, ırkı, ulusu, cinsiyeti olmaz. Kimden gelirse gelsin, reddedilmelidir, tel’în edilmeli, kötülenmelidir.
Şiddet: Genellikle korkutmak, ürkütmek, sindirmek, vazgeçirmek, itâat ettirmek, boyun eğdirmek gibi maksatlarla olmaktadır. Şiddetin sözlü olanı var, fizikî [fiziksel] olanı var. İnsanlara yapılanları var, hayvanlara yapılanları var.
Başta kadınlarımız, çocuklarımız ve yine çocuk yaşlarındaki genç kızlarımız olmak üzere, pekçok insanımız [erkek olsun, kadın olsun], istismârın, tecâvüzün, şiddetin her türlüsüne marûz kalabilmektedirler.
Gelişme, teknoloji ve bilim çağı olarak yaşadığımız 21. yüzyıl dünyâsında; çocuk yaştaki genç kızların cinsel olarak sömürüldükleri, tecâvüz edildikleri, genç insanların hayâtlarının bahârında öldürüldükleri, çeşitli şekillerde yavrularımızın şiddete marûz kaldıkları maalesef bir vâkıadır.
Bu konu, pekçok insanın hayâtını, sağlığını, huzûrunu, saâdetini, mutluluğunu, her yönden, hem rûhî [psikolojik, duygusal] yönden, hem de fizikî yönden etkileyen çok mühim bir konudur.
Vaktiyle, “Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü”nce yapılan bir araştırmaya göre; Aile içi suçların yüzde 87’si, kadınlara karşı işleniyor. Yine âilelerin yüzde 34’ünde fiziksel, yüzde 53’ünde ise sözlü şiddet görülüyor.
Burada mukaddes dînimiz İslâmiyetteki umûmî bir hükmü bildirelim:
İster insan olsun, ister hayvân olsun, mahlûkların hepsine zulüm yapmak, şiddet uygulamak kesinlikle harâmdır. Bu hükmü detaylandıracak olursak:
İslâm dîninde, anne-babanın evlâdına, evlâdın ana-babasına; kocanın hanımına, hanımın kocasına; hocanın talebesine, talebenin hocasına; idârecinin memûruna, memûrun âmirine; patronun işçisine, işçinin işverenine; doktorun hastasına, hastanın doktoruna; kumandânın askerine, askerin komutanına… şiddet uygulaması kesinlikle yasaktır.
Fetvâ kitaplarında, horozların dövüştürülmesi, boğaların ve develerin güreştirilmesi, köpeklerin boğuşturulmasının bile harâm olduğu yazılıdır.
Yeryüzünün en büyük medeniyetlerinden birini kurmuş olan Osmânlı Devletinde, yük taşıyan merkep, katır, at ve develerin istirâhatleri bile tanzîm edilmiş, aksine hareket edenler cezâlandırılmıştır.
.11/05/2021
Müslümânlar herkese karşı adaletlidir
Zulüm, Allahü teâlânın aslâ râzî olmadığı, İslâmiyete göre en büyük günâhlardan olup düşmâna bile yapılması yasaklanmıştır.
Dünkü makâlemizde, dünyâda işlenen zulümlerden bazı örnekler vermiştik. Bugün de birtakım misâller zikredelim:
9- Yahûdîlere, İspanya’da ve Nazi Almanya’sında yapılan zulümler dehşet vericidir.
10- İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz gibi Avrupa ülkelerindeki hapishanelerden kaçanların, Amerika’ya giderek orada Kızılderilileri öldürüp çiftliklerine yerleşmeleri tavsîfe gelmez zulümlerdir.
11- İngilizlerin Hindistân, Avustralya ve Kanada’da yaptıkları büyük zulümler var.
12- Fransızların Fâs, Tûnus ve Cezâir’de yaptıkları zulümler çok büyük.
13- İtalyanların Libya’da yaptıkları zulümleri de atlamayalım.
14- Bazı Avrupa Devletlerinin (İngiltere, Hollanda, Fransa, İspanya, Portekiz, İtalya gibi), Afrika ülkelerinde yaptıkları zulümler, insanları köle yapıp satmaları, insanlıkla bağdaşan işler değildir.
15- İspanya ve Portekiz, Güney Amerika Devletlerini sömürge yapmışlardır.
16- SSCB’de 1917’den 1947’ye kadar 63 milyon 301 bin kişi öldürülmüştür.
17- Bulgaristan Komünist idâresinin, oradaki Türklere ve Müslümânlara yaptıkları zulümler, haddi çok aşmıştır.
18- 1995-1996 yıllarında Sırpların Saraybosna’daki zulümleri, daha yakın târihte vukû bulmuştur.
19- 30 sene evvel Ermenistân’ın Azerbaycân’da yaptığı işgâl ve zulüm hâlen hâtırlardadır.
20- 40-45 sene önce ermeni çetelerinin, Türk diplomatlarına yaptıkları suikastları unutmuş değiliz.
21- Komünist Çin’de ve Doğu Türkistân’da yapılan zulümler ayyûka çıkmıştır.
22- Yahûdîlerin Filistîn’de yaptıkları zulümler, tarîfi mümkün olmayan vahşetlerdir.
23- Myanmar(Arakan)’da Budistlerin Müslümânlara yaptıkları zulümler de çok vahşîcedir.
24- ABD’nin [Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki’de 350.000, Kamboçya ve Laos’ta 1 milyon, Irak’ta 1 milyon, Afgânistân’da 1,5 milyon, Kore’de 3 milyon, Vietnam’da 4 milyon, Kızılderililerden 15 milyondan 70 milyona kadar rakamlar telaffuz ediliyor] yaptığı zulümler, daha yakın zamanda pekçok insanın gözleri önünde cereyân etmiştir.
25- Sûriye’de önce baba Hâfız Esad’ın, sonra oğlu Beşâr Esad’ın, kendi milletine yaptıkları zulümler kan dondurucudur.
26- PKK, PYD, DEAŞ, FETÖ… gibi örgütlerin yaptıkları zulümler, herkesin gözü önünde cereyân etmiştir; bunları anlatmaya lüzum yok.
Dünyâda işlenen zulümler, elbette bunlardan ibâret değildir. Biz, târihin çeşitli dönemlerinden ve yeryüzünün çeşitli coğrâfî bölgelerinden, sâdece misâl olmak üzere bunları zikretmiş bulunuyoruz.
Zulüm, Allahü teâlânın aslâ râzî olmadığı, mukaddes dînimiz İslâmiyete göre en büyük günâhlardan olup düşmâna bile yapılması yasaklanmış bir iştir. Târih boyunca, adâlete riâyetin sâdece İslâmiyette ve Müslümânlarda olduğunu görüyoruz. Îmân ehli olan/inanan kimseler, bütün insanların hem bu dünyâda, hem de âhirette râhat ve huzûr içerisinde yaşamalarını istemişler, ellerinden gelen gayretle bunu sağlamak için çalışmışlardır. Târîh bunun çok güzel misâlleriyle doludur.
.10/05/2021
Yeryüzünde işlenen bazı zulümler!
Dünyâ yaratıldığından bu yana, neredeyse insanoğlunun olduğu her yerde, zulüm mevcut olagelmiştir.
Geçen haftaki 2 makâlemizde, zulümle ilgili bazı âyet-i kerîmeler, hadîs-i kudsîler ve hadîs-i şerîflerden bahsettik. Bugün ve yarınki makâlelerimizde ise, dünyâda işlenen bazı zulüm örneklerinden bahsedeceğiz...
Önce şunu ifâde edelim ki, bilindiği üzere, İslâm’da cihâdın gâyesi, zulmü ortadan kaldırmaktır. Zulüm, adâletin zıddıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte, “Cihâdın en faziletlisi, zâlim sultânın karşısında hakkı söylemektir” buyurulmuştur. (İbn-i Mâce, Sünen, Fiten 20)
Peygamber Efendimiz, “Benden sonra ümmetim için üç şeyden korkarım…” buyurmuş; 1. maddede “İmâmların (devlet adamlarının) zulmetmeleri”ni zikretmiştir.
Dünyâ yaratıldığından bu yana, neredeyse insanoğlunun olduğu her yerde, zulüm mevcut olagelmiştir. Zâten Cenâb-ı Hak, “(Ey Habîbim!) O vakti hâtırla ki, Rabbin, meleklere: Ben, yeryüzünde (hükümlerimi yerine getirecek) bir halîfe (bir insan) yaratacağım demişti.”
O, böyle buyurduğu zaman, “Melekler de, biz seni hamdinle tesbîh ve noksânlıklardan tenzîh etmekte olduğumuz hâlde, orada fesâd çıkaracak ve kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın demişlerdi.” “Allah: Ben, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim buyurdu.” (Bakara, 30)
Bu girişten sonra, şimdi bazı örneklere geçelim:
1- Hazret-i Âdem aleyhisselâmın oğlu Kâbil, kardeşi Hâbil’e hased edip onu öldürmüş; yeryüzünde kan dökenlerin ilki olmuştur.
2- İnsanlığın 2. babası diye meşhur olan Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)’a ve inananlara, o devrin insanları o kadar zulümler yapmışlardır ki, Allah’ın Peygamberi, onlara bedduâ etmek mecbûriyetinde kalmış ve kâfirlerin hepsi tûfânda helâk olmuşlardır.
3- Tanrılık iddiâsında bulunan mel’ûn Nemrûd, Peygamber Efendimizin büyük dedesi Hazret-i İbrâhîm’i (aleyhisselâm), ateşe attırmış ve müminleri öldürtmüştür. Kendisi ve adamları da sivrisineklerle helâk edilmişlerdir.
4- Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm zamanında tanrılık iddiâsında bulunan diğer bir mel’ûn kişi Fir’avun, doğan bütün erkek çocukları öldürtmüş, Hazret-i Mûsâ’ya, ağabeyi Hazret-i Hârûn’a ve müminlere nice zulümler yapmış; kendisi ve bütün adamları, denizde boğularak helâk edilmişlerdir.
5- Hazret-i Îsâ aleyhisselâm Peygamberliğini açıklayınca, Yahûdîler, onu çarmıha bile germek istemişler, ama muvaffak olamamışlardır.
6- Câhiliye dönemindeki Kureyş müşrikleri, Peygamber Efendimize ve müminlere, ne zulümler yapmışlardır. O zamanın Yahûdîleri ve Hıristiyanları da, Müslümânların aleyhine ne hâin planlar yapmışlardır.
7- Haçlı sürüleri, İslâmın kılıcı olan Selçuklu Devletine karşı, 8 sefer yaptılar; milyonları mazlûm ve mağdûr ettiler; yüz binleri şehîd ettiler.
8- Moğolların, yüz binlerce insanı katletmeleri, kitapları dahî nehirlere atmaları, onların ne kadar vahşî olduklarının delîlidir. Bağdâd’a kadar gelip 800.000 Müslümânı kesmeleri çok büyük bir vahşettir.
[İnşâallah yarın aynı konuya devâm edelim.]
.04/05/2021
İslam'da her çeşit zulüm yasaktır!..
Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Hiç şüphesiz Allah, zâlime mühlet verir, yakalayınca da kaçmasına fırsat vermez.”
Zulüm konusunda bir âyet-i kerîmede de şöyle buyurulmuştur:
“Sakın zâlimlerin yaptığından Allah’ı gâfil sanma! O, sâdece onları, gözlerin dehşetten donup kalacağı, bir noktaya dikilip bakacağı bir güne erteliyor.” (İbrâhîm, 42)
Yüce Allah, imhâl eder, yani mühlet ve fırsat verir, fakat aslâ ihmâl etmez; yani şu imtihân dünyâsında zâlimler kendi karakterlerine uygun davranışlar sergilerler; sonunda dünyâda da âhirette de amellerinin karşılıklarını görürler.
Peygamber Efendimiz de, hadîs-i şerîfinde buyurdu ki: “Hiç şüphesiz Allah, zâlime mühlet verir, yakalayınca da kaçmasına fırsat vermez.” (Müslim, Sahîh, Kitâbu’l-Birr 61)
Yine zulüm mevzûunda, birçok âyet-i kerîmeden başka, hadîs-i kudsîler de mevcuttur. Yüce Rabbimiz, bir hadîs-i kudsîde buyurmuştur ki: “Ey kullarım! Ben, kendi nefsime zulmü harâm kıldım; onu sizin aranızda da yasakladım; birbirinize zulüm yapmayınız...” (Müslim, Sahîh, Kitâbu’l-Birr 55)
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, her mahlûka karşı yapılacak olan her çeşit zulmü yasaklamış, zâlimleri korkunç azap ve âkıbetlerle tehdîd etmiş, onların aslâ yâr ve yardımcıları olmayacağını da belirtmiştir.
Zâlimden yana olmak, bir nevi Allah’a karşı olmak demektir. Zâlimi desteklemek şöyle dursun, ona ve fiiline kalben destek olmak bile azâb sebebidir. Haksıza ve haksızlığa karşı, hakkın ve haklının yanında yer almak; zâlime hasım, mazlûma da yardımcı olmak, Müslümânın olmazsa olmaz vasıflarındandır.
Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: “Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez (haksızlık etmez). Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen (bozuk düşünceleri) çirkin işleri ile kendilerine zulm ve işkence ediyorlar.” (Nahil, 33)
“Hâşâ zulmetmez kuluna Hudâsı,/Herkesin çektiği kendi cezâsı” diye boşuna söylenmemiştir.
Hadîs-i şerîflerde de, zulüm konusu, çok net bir şekilde ortaya konulmuştur. Bu mevzûda, icmâ bulunduğu da herkesçe müsellemdir.
Sevgili Peygamberimiz bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyurmuştur:
“Zâlim de olsa, mazlûm da olsa kardeşinize yardım ediniz.” Sahâbe-i kirâm, “Yâ Resûlallah! Mazlûma yardım edelim, ama zâlime nasıl yardım edeceğiz?” diye suâl ettiler. O da, “Zâlimin zulmüne mâni olursunuz; bu da ona yardımdır” buyurdu. [Buhârî]
Sevgili Peygamberimiz, “Allah’a yemîn ederim ki; ya iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, zâlimin elini tutup zulmüne mâni olur, onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allahü teâlâ kalblerinizi birbirine benzetir. Sonra da İsrâîloğullarına la’net ettiği gibi, size de la’net eder” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Sünen, Kitâbu’l-Melâhim 17)
.3/05/2021
İslam'da her çeşit zulüm yasaktır -1-
Zulüm, kimden gelirse gelsin, kime karşı yapılırsa yapılsın mukaddes dînimiz İslâmiyette kesin sûrette harâm kılınmıştır.
Aslında zulüm konusu çok geniş bir konu. Bugün ve yarınki makâlelerimizde, zulmün tarîfi, bu mevzûdaki âyet-i kerîmeler, hadîs-i kudsîler ve hadîs-i şerîflerden birer nebze bahsedip öbür hafta da dünyâda geçmişte işlenmiş ve hâlen işlenmekte olan bazı zulüm örneklerinden bahsetmek istiyoruz inşâallah...
Allahü teâlâ, insanların îmân etmelerini, adâlete riâyet ederek ve kardeşçe yaşamalarını emretmiştir. Yüce Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olan Hazret-i Âdem, bütün çocuklarına ve torunlarına kardeşliğin esâslarını anlatmış, insanlara nasıl uygulanacağını göstermiş, bu ilk Peygamber’den son Peygamber Muhammed aleyhisselâma kadar Allah’ın bütün Peygamberleri de bu yolda yürümüşlerdir.
En yüksek ahlâkın temsîlcisi olan Peygamberler, husûsen onların sonuncusu olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm), onları örnek alan İslâm ülkelerinin Devlet Başkanları ve orduları, bütün insanlara, hattâ inanmayanlara da âdil davranmışlar, merhamet etmişler, acımışlar, onların da âhirette kurtuluşları için ellerinden gelen gayreti sarf etmişlerdir.
Târih boyunca bütün Müslümânlar, düşmânlarına bile âdilâne davranmışlardır. Şimdi Müslümânlara kuyu kazmaya çalışan İslâm düşmanlarının, gazab-ı İlâhîye uğrayarak bu kuyuya bizzât kendilerinin düşebileceklerini hâtırlatmak isteriz...
Şimdi bu girişten sonra, önce “zulm”ün bir tarîfini yapalım: “Adâletsizlik, adâletin sınırını aşmak, başkasının hakkına tecâvüz etmek; bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak, haksızlık” gibi manâlara gelen “zulüm”, kimden gelirse gelsin, kime karşı (müslim olsun gayr-i müslim olsun) yapılırsa yapılsın, hattâ isterse hayvânlara yapılsın, mukaddes dînimiz İslâmiyette kesin sûrette harâm kılınmıştır.
Arabîde, “Cevr” kelimesi de aynı manâda kullanılmaktadır; sözlüklerde, bu kelimeyle ilgili olarak da “zulüm, haksızlık; adâletin zıddı” diye bir tarîf yapılmaktadır. Edebiyâtımızda “cevr u cefâ yapmak” şeklinde bir terim de kullanılır.
Cenâb-ı Hak, zulmün yerine adâleti emir ve ikâme etmiştir. Dünyânın en âdil devlet başkanlarından biri olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) “Adâlet, mülkün temelidir” buyurmuştur. Zâten bu temeli dinamitleyen, mülkün zevâline sebep olan ise zülümdür. Atalarımız, “Zülümle âbâd olanın, âkıbeti berbâd olur” demişlerdir.
Yine atalarımız “Alma mazlûm âhını, çıkar âheste âheste” demişlerdir.
İslâm dîninin temel delîlleri olan “Edille-i şer’iyye-i erbaa=4 dînî delîl”de de, zulmün yasaklığı net olarak bildirilmiştir. Bu konuda birçok âyet-i kerîme vardır (sâdece iki örnek yazalım):
“Düşmânlık ancak zâlimlere karşıdır.” (Bakara, 193)
“Zâlimler aslâ felâh bulmazlar.” (En’âm, 21)
.27/04/2021
Unutulan veya ihmâl edilen bazı sünnetler
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Unutulmuş bir sünnetimi meydâna çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır.”
Peygamber Efendimizin yaptığı işlere “Sünnet” denir. Hattâ birini bir şey yaparken görüp de bir şey demediği işlere de “Sünnet” denilir. Peygamber Efendimiz, bu yaptıklarını ya ibâdet olarak veya âdet olarak yapardı.
Resûlullah Efendimize uymanın önemi büyüktür. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Resûle itâat eden, Allah’a itâat etmiş olur.” [Nisâ, 80]
Dînimizin herhangi bir hükmünü beğenmeyenin, meselâ, “tesettür lüzûmsuzdur” diyenin îmânı gider.
Peygamberimizin, âdet olarak yaptıklarına “Sünnet-i Zevâid” denir. Uzun entari giymesi, saçlarını uzatması veya kısaltması, sakal bırakması gibi işleri. Bir kimse, “Peygamberimiz, kadınlar gibi entari, uzun gömlek giyermiş” diyerek alay etse, îmânı gider. Yahut sakalı beğenmeyen veya sünnete uygun sakalı olana “çember sakallı”, “top sakallı” diye hakâret eden kâfir olur. Çünkü Peygamber Efendimizin yaptığı işleri yani sünnetini, beğenmemiş olur. Allahü teâlânın Peygamberini beğenmemek, Allah’ı beğenmemek olur. Allah’ı beğenmeyenin de kâfir olacağı pek açıktır...
Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki: “Unutulmuş bir sünnetimi meydâna çıkarana yüz şehîd sevâbı vardır.” [Hâkim]
Bir sünnet-i seniyyeyi ihyâ edene, yüz şehîd sevâbı verileceğine göre, bir vâcibi veya farzı ihyâ edene, hele doğru itikâdı öğretene ne kadar çok sevâb verileceğini artık düşünmeli, bilhâssa farzlar ve vâcipler hiç ihmâl edilmemelidir.
Burada, önce “Sünnet”in iki türlü olduğunu ifâde edelim:
1- Sünnet-i hüdâ [Müekked sünnetler]. 2- Zevâid sünnetler [Âdete bağlı sünnetler].
Unutulan müekked sünnetlerden bazıları şunlardır:
1- Faydalı işe başlarken Besmele çekmek. 2- İstişâre ve istihâre yapmak. 3- Ödünç verirken iki şâhit bulundurmak veya senet yazmak. Buna vâcib diyen âlimler de olmuştur. 4- Cuma günü gusletmek. 5- Abdestte, eli, kolları ve ayakları üç defa yıkamak. 6- Abdest alırken başı kaplama mesh yapmak [Mâlikî ve Hanbelî’de farzdır]. 7- Abdest esnâsında misvâk kullanmak. 8- İki kişi de olsa, farz namazı cemâatle kılmak. 9- Namazları sarık veya takkeyle kılmak. 10- İşrâk (güneş doğduktan 55-60 dakika sonra kılınan 2 rek’at), Duhâ (Kuşluk=2 rek’at), Evvâbîn (akşamdan sonra kılınan 4 veya 6 rek’at namaz), Teheccüd (gece kalkılarak kılınan 2’den 12 rek’ate kadar kılınan namaz), Tehıyyetül-mescid (Mescide girince kılınan 2 rek’at namaz), Sübhâ namazı (abdest veya gusül aldıktan sonra kılınan 2 rek’at namaz) kılmak. 11- Duâda elleri sünnete uygun açmak. 12- Aksırınca Elhamdülillah demek. 13- Sünnete uygun selâm vermek. 14- Yatağa abdestli girmek. 15- Ölüm veya kötü bir haber duyunca, “İnna lillah ve innâ ileyhi râciûn” demek.
. 26/04/2021
Unutulan veya ihmâl edilen bazı farz ve sünnetler
“Farz ve sünnet” ifâdesindeki sünnet, Resûlullah Efendimizin farz olmayarak yaptığı işler demektir.
Bilindiği gibi “Farz”, “Allahü teâlânın Kur'ân-ı kerîmde yapılmasını açıkça bildirdiği emirler” demektir. Bir hadîs-i kudsîde “Kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki, benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınırsa, onu korurum” buyurulmuştur. (Buhârî)
Dînî literatürümüzde çok kullanılan “Sünnet” kelimesi ise, yerine göre, farklı manâlara gelmektedir:
1- “Farz ve sünnet” ifâdesindeki sünnet, Resûlullah Efendimizin farz olmayarak yaptığı işler demektir.
2- “Kitâb ve sünnet” ifâdesindeki sünnet, hadîs-i şerîfler demektir.
3- “Sünnet”, yalnız olarak kullanılınca, İslâmiyet manâsına gelir.
4- “Sünnet”, yol, çığır gibi manâlara da gelir. Meselâ “sünnet-i hasene” iyi çığır, “sünnet-i seyyie” kötü çığır demektir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Bir kimse, sünnet-i hasene çıkarırsa [iyi bir çığır açarsa], onun sevâbı ve kıyâmete kadar onunla amel edenlerin sevâbları kadar sevap alır. Bir kimse de sünnet-i seyyie çıkarırsa [kötü bir çığır açarsa], onun günâhı ve kıyâmete kadar onu işleyenlerin günâhları kadar günâh kazanır.” [Müslim]
5- Bir de, “sünnet” âdet, iş anlamındadır. Mesela “Sünnetullah” tabiri, Allah’ın âdeti, Allah’ın işi demektir.
6- “Ehl-i Sünnet”, kurtuluş fırkasının adıdır. Bu fırkaya “Ehl-i sünnet vel-cemaat” denir.
7- Çocukların sünnet olmasına da “sünnet” denir.
Halkımızın bir kısmının maalesef ihmâl ettiği bazı farzlar var; bugün sizlere, onlardan bazılarını arz edeceğiz:
1- Doğru itikâda sâhip olmak. [Ehl-i Sünnet itikâdını öğrenmek] 2- Farzları ve harâmları öğrenmek. [Bunları bilmeyen hep günâh işler.] 3- Helâl kazanıp helâlden yiyip-içmek. 4- Namaz kılmak ve uşur (öşür=arâzî mahsûlâtının zekâtını) vermek. 5- Ana-babaya iyilik etmek. 6- Allah'ın rızka kefîl olduğuna inanmak. 7- Tevekkül ve kanâat etmek. 8- Cenâb-ı Haktan gelen kazâya-belâya sabretmek, yani isyân etmemek. 9- Allahü teâlâya, nimetleri için şükretmek, yani onları dîne uygun şekilde kullanmak. 10- Günâhlardan kaçıp, ibâdetle meşgûl olmak. 11- Günâhlara tevbe etmek. 12- Tesettüre riâyet etmek. 13- Harâma bakmamak. 14- Kulağı çalgılardan korumak. 15- Dilini müstehcen sözlerden korumak. 16- Allah dostlarını dost, düşmânlarını düşmân bilmek. 17- Selâm verenin selâmını almak. 18- Emr-i maruf yapmak. [Farz-ı kifâyedir] 19- Âleme ibret nazarıyla bakmak. 20- Hiç kimseyi, alaya almamak (istihzâ etmemek)...
Günümüzde unutulan veya ihmâl edilen bazı sünnetler de vardır. Onları da inşâallah yarın ele alalım.
.20/04/2021
Oruç tutarken dikkat edilecek bazı hususlar
Bu ayda, Allahü teâlânın râzı olduğu bütün işleri daha çok yapmalıdır; ibâdetleri, daha fazla yapmaya gayret etmelidir.
Bu senenin mübârek ramazân ayının ilk günlerindeyiz... Ramazan ayı, ayların sultanıdır. Bu ayda oruç tutan ve tevbe eden Müslümânların günâhları yanar, yok olur. [İnşallah bizimkiler de yanıp yok olmuştur.]
Bu ayda, Allahü teâlânın râzı olduğu bütün işleri daha çok yapmalıdır; bütün bedenî ve mâlî ibâdetleri, daha fazla yapmaya gayret etmelidir.
Allahü teâlânın gazabına sebep olabilecek bütün harâmlardan, kötülüklerden daha çok sakınmak, îmân ve ibâdet bilgilerini, harâmları öğrenmek, kul haklarından sakınmak, üzerinde kul hakları varsa helâlleşmek, günâhlardan tevbe etmek de lâzımdır.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuşlardır ki:
"Ramazân ayı gelince, 'Ey hayır ehli! Hayra koş. Şer ehli! Sen de kötülüklerden el çek' denir." [Nesâî]
"Ramazân ayı mübârek bir aydır. Allahü teâlâ, size ramazân orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytânlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin [yani Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır." [Nesâî]
"Ramazân ayı bereket ayıdır. Allahü teâlâ bu ayda, günâhları bağışlar, duâları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak Cehenneme gidecek olan, bu aydaki rahmetten mahrûm kalır." [Taberânî]
Her şeyden önce, itikâdı düzeltmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri itikâdı öğrenmek ve buna göre inanmak lâzımdır. İtikâd düzgün olmazsa, tutulan oruçların, yapılan diğer ibâdetlerin bir faydası olmaz. Çünkü itikâdı bozuk olanların, muhakkak Cehenneme gidecekleri hadîs-i şerîfte bildirilmiştir. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları "İlmihâl" kitaplarını alıp okumalı, doğru îmânı öğrenmeli, ibâdetleri yapmalı, harâmlardan sakınmalıdır.
Allahü teâlâ, şartlarına uygun yapılan tevbeleri kabul edeceğini vadetmiştir. Böyle mübârek günleri, ayları fırsat bilip, çok çok tevbe-istiğfar etmeli, affedilmek için, Cenâb-ı Hakk'a yalvarmalıdır.
Sonra ibâdetleri, harâm ve helâl olanları öğrenmeli ve bunlara göre ibâdet yapmaya çalışmalıdır. Kıymetli zamanlarda bu bilgileri okumak, öğrenmek, nâfile namazlardan ve diğer bütün nâfile ibâdetlerden çok daha kıymetlidir.
Herhangi bir özür ile ramazânda oruç tutamayanlar, ramazândan hemen sonra, kazâsını yapmalıdırlar. Kazâ namazı borcu olanların, kazâ orucu olanların nâfile ibâdetlerle meşgul olmaları, uygun değildir. Önce farz borçları yerine getirmeli, ödemelidir...
.19/04/2021
Orucun ferdî, ailevî ve içtimai bazı faydaları...
Salgın hastalıkların yaşandığı bir zamanda maddî durumu iyi olanların mağdur durumdakilere yardımda bulunmaları daha bir değer kazanmaktadır...
Allahü teâlâ, diğer ibâdetlerde olduğu gibi, oruç tutulması emrini de sebepsiz yere vermemiştir. Oruç, insanlara hem maddî, hem de manevî pekçok faydalar sağlar.
Bilindiği üzere, ibâdetlerin faydaları sadece fertlerle ve âilelerle sınırlı değildir. Bazı ibâdetler, cemiyetin nizâm ve intizâmını önemli ölçüde etkiler. Mesela cemâatle kılınan namazların ictimâî münâsebetler/sosyal ilişkiler açısından ne kadar önemli olduğunu inkâr mümkün değildir.
Oruçta da bu özellik çok bâriz/belirgin bir şekilde müşâhede edilir. Orucun fert bakımından pek çok faydaları yanında, toplumun huzûruna sağladığı çok önemli faydaları da vardır. Oruç, insanın şefkat ve merhamet duygularını geliştirerek, bunun topluma sevgi ve yardım şeklinde yansımasını sağlar.
Oruç tutan kimse, açlığın ne demek olduğunu bizzat tatmış olduğundan, yokluk içinde kıvranan fakîrlerin, kimsesizlerin çektikleri sıkıntıları, içinde duyarak kendisinde şefkat ve acıma duyguları gelişir. Bunun sonucu olarak da fakîrlere yardım elini uzatarak, onların sıkıntılarını giderir, toplumun huzur ve mutluluğuna katkıda bulunur.
Bütün bir sene, çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan midesi ve bağırsakları, hatta karaciğeri ve kalbi senede bir ay dinlenerek sağlıklarını korumuş olur. Bu, orucun maddî faydalarından biridir.
Orucun manevî faydalarından bazılarını da burada kısaca zikredebiliriz:
İbâdetlerin, bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok hikmetleri vardır. Tespit edilen hikmetlerini bilmekte fayda vardır. Çünkü hayranlık duyup o ibâdeti seve seve yapmaya, yakîne sebep olur. İslâmiyeti bilmeyenlere, hikmetini, faydasını anlatmak ise, dîni sevdirmeye vesîle olur.
Oruç tutan bir insan, bizzat hissederek fakîr insanlara yardım etme ihtiyâcını duyar. Birbirlerine yardım eden insan toplulukları arasında ise çekişmeler olmaz...
Orucun, dünyadaki faydalarından biri de, insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu öğretmektir. Tok, hiçbir zaman açın hâlinden anlamaz ve ona merhamet etmez. Oruç, bundan başka, nefse hâkim olmayı da sağlar.
Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruç tutan bir Müslümân, Allahü teâlânın emirlerini yapmak itiyâdını, alışkanlığını da kazanır.
Mukaddes dînimiz İslâmiyette, bütün Müslümânlar, tek bir vücut gibi kabul edilmiş, Müslümânların birbirlerinin dertleri ile ilgilenmeleri istenmiştir. Hele böyle salgın hastalıkların yaşandığı bir zamanda maddî durumu iyi olanların mağdur duruma düşen kardeşlerimize yardımda bulunmaları, onların dertlerine, sıkıntılarına ortak olmaları daha bir değer kazanmaktadır...
.13/04/2021
Çok şükür, ayların sultanına kavuştuk...
"Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer..."
Bugün ramazan-ı şerifin birinci günü... Rabbimize hamdolsun, bu sene de bizi "ayların sultanı"na kavuşturdu...
Efendim; nasıl ki altın madeni demir, bakır, kömür gibi madenlerden çok daha üstün ise, yine yâkut taşı diğer normal taşlardan çok daha kıymetli ise, bazı gece, gün ve aylar da diğer normal gece, gün ve aylardan çok üstündürler. Gül çiçeği de, çiçeklerin şâhıdır.
Bilindiği üzere, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran çok daha kudsî, mukaddes ve mübârek kılınmıştır.
Allahü teâlâ, kullarına çok merhamet ve şefkat ettiği/acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tevbe, namaz ve oruç gibi ibâdetleri kabul edeceğini bildirmiştir. Aslında kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), bir hadîs-i şerîfinde buyurmuştur ki: "Bir kimse, Ramazân ayında oruç tutmayı farz bilir [yani vazîfe bilir] ve orucun sevâbını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları affolur." [Sahîh-i Buhârî]
Bu hadîs-i şerîften anlaşılıyor ki, orucun Allahü teâlânın emri olduğuna inanmak ve sevap beklemek lâzımdır.
İslâm âlimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, ramazân ayının ayların en kıymetlisi olduğu husûsuna dâir buyurmuştur ki:
"Ramazân-ı şerîf ayında yapılan nâfile namaz, zikir, sadaka ve diğer bütün ibâdetlere verilen sevaplar, başka aylarda yapılan farzlara verilen sevaplar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftâr verenin günâhları affolur; Cehennemden âzâd olur. O oruçlunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı da hiç azalmaz... Bu ayda, emri altında bulunanların [yani işçinin, memurun, askerin ve talebenin] işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık gösteren âmirler [meselâ patronlar, müdürler, kumandanlar ve öğretmenler] de affolurlar; Cehennemden âzâd olurlar... Resûlullah Efendimiz, bu ayda, esîrleri âzâd eder, kendisinden istenilen her şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir; elden geldiği kadar ibâdet etmelidir; Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, âhıreti kazanmak için bir fırsat olarak görmelidir. Kur'ân-ı kerîm ramazân ayında indi. Kadir gecesi, bu aydadır..."
.12/04/2021
Ramazân ayı ve oruç hakkında...
Bugün aslından uzaklaştırılmış, bozulmuş hâlde bulunan Yahûdîlik ve Hıristiyânlıkta da oruç vardı. Hattâ bâtıl, bozuk inançlarda da oruca benzer ibâdetler görülmektedir.
Takvimlere göre, yarın ayların sultânı olan Ramazân-ı şerîfin birinci günü... Bu gece ilk teravihi kılıp ilk sahura kalkacağız inşallah...
Dünyaya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan beri oruç tutulurdu; yani daha önceki ümmetler de oruç tutarlardı.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm'inde Bakara sûresinin 183-185. âyet-i kerîmelerinde, "Ramazân ayı" ve bu ayda yapılacak bir ibâdet olan "Oruç"tan bahis buyuruyor:
"Ey îmân edenler! Oruç sizden öncekilere (sizden önce gelip geçmiş ümmetlere) yazıldığı (farz kılındığı) gibi size de, Allah'a karşı gelmekten korunasınız, sakınasınız diye farz kılındı." [Bakara, 183]
"(Size farz kılınan oruç) sayılı günlerdedir. Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa, (tutamadığı günler sayısınca) diğer günlerde kaza eder. (İhtiyârlık veya şifâ umudu kalmamış hastalık gibi devamlı mazereti olup da) oruç tutmaya güçleri yetmeyenlere bir fakîri doyuracak kadar fidye gerekir..." [Bakara, 184]
"...Sizden ramazân ayını idrâk edenler (o aya yetişenler, ayı görenler) onda oruç tutsunlar. Kim o anda hasta veya yolcu olursa, (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kazâ etsin (oruç tutsun)....." [Bakara, 185]
Bugün aslından uzaklaştırılmış, bozulmuş hâlde bulunan Yahûdîlik ve Hıristiyânlıkta da oruç vardı. Hattâ aslı hak bir dîne dayanmayan, diğer bâtıl, bozuk inançlarda da oruca benzer ibâdetler görülmektedir. Bu ibâdetler, daha önce o bölgelerde yaşamış Hak Peygamberlerden kalmış olabilir. Bozula bozula bugünkü hâle gelmiş olma ihtimâli çoktur.
[Alfabetik olarak zikredecek olursak] Asurlular ve Babilonya'da oruca büyük önem verirlerdi.
Amerika'da Azteklerin oruç tuttukları bilinmektedir.
Brahmanizm'de mahallî ayların onbirinci ve onikinci günlerinde oruç tutmak gelenek hâline gelmiştir. Brahmanlar, hasta ve yaşlıları dahî oruçtan muâf tutmazlar.
Budizm'de oruç daha önemlidir.
Güney Asya'daki Hint dînlerinde oruç sıkı bir terbiye vâsıtası olarak hâlâ görülmektedir. Hinduizm'de oruç genellikle nefsi tezkiye için senenin muayyen günlerinde ve bayramlarda tutulur. Oruç daha çok, bazı besinleri yememe yani bir nevi perhîz şeklindedir. Bazı günlerde ise sâdece kadınlar oruç tutarlar.
Maniheizm'de de oruç, perhîz ve riyâzetin bulunduğu bilinmektedir.
(Eski) Mısırlılarda orucun genellikle dînî bayramların yanında yer aldığı görülmektedir.
Romalılar ve (Eski) Yunanlıların da diğer milletler gibi, oruca önem verdikleri ve ictimâî felâketlerden kurtulabilmek için oruç tuttukları bilinmektedir.
İlkellerin inancı olarak kabul edilen Totemizm'de ise perhîz ve riyâzet gibi fiiller ile tövbe törenleri dînin esâsını teşkîl eder...
.5/04/2021
S. Mehmed Saîd Arvas Hoca -1-
Seyyid Mehmed Saîd Arvâs abimiz, hem baba, hem de anne tarafından Seyyid Fehîm hazretlerinin torunlarından idi...
Aslında biz, bugün ve yarın, “Unutulmuş veya ihmâl edilen bazı farzlar ve sünnetler” konusunda 2 makâle yazmayı planlamıştık. Ama dostlarımızı, sevdiklerimizi, yakînen tanıdıklarımızı birer birer kaybetmeye başladık. Bu sebeple, bugün ve yarın, âciliyetine binâen, bu konuda 2 makâle yazmayı arzu ettik.
Herkesçe bilinmektedir ki, insan için 3 türlü hayât vardır: “Dünyâ hayâtı”, “kabir hayâtı” ve “âhiret hayâtı”... 1. ve 2. hayâtlar geçici, ama 3. hayât ebedîdir. Peygamber Efendimiz “Ümmetimin ömürleri 60 ilâ 70 sene arasındadır; onların az bir kısmı bunu geçerler” buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, ezelde hiçbir şeyi yaratmadan önce her şeyi takdîr etmiş, dilemiştir. Bunlardan bir yıl içinde olacak (doğumlar, vefâtlar, terfîler, tenzîller gibi) her şeyi, şabân ayının onbeşinci (Berât) gecesinde meleklere bildirir.
Hicrî-kamerî 1441 senesinin Berât gecesinde, meleklere verilen listede, kıymetli dostlarımızdan, sevdiklerimizden Ömer Kasapoğlu, Mehmet Mert, Nuri Özelmacıklı, Nuh Düğmeci (ve hanımı), Bülend Gencer, Nedim Köker (ve hanımı), Seyyid Ubeydullah Arvas Abi (ve hanımefendisi), Merhûm Seyyid Ahmed Mekkî Efendi'nin kerîmeleri, Mustafa Kum, Prof. Dr. Burhan Kuzu, Yavuz Özgün, Em. Alb. Dr. Veysel Gani… gibi hemen hâtırımıza gelen birkaç kıymetli insanı sayabiliriz.
1442 senesinin Berât gecesinde, meleklere verilen listeye ise, Seyyid Mehmed Saîd Arvas ve Enver Kılıç abilerin yazılmış olduklarını görüyoruz.
Hepsine, Cenâb-ı Hak’tan ganî ganî rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyor, Cennette Sevgili Peygamberimizin huzûr-ı âlîlerinde onlarla ve bütün büyüklerimizle beraber olmayı Allahü teâlâ hazretlerinden temennî ediyoruz.
Seyyid Mehmed Saîd Arvâs abimiz, hem baba, hem de anne tarafından Seyyid Fehîm hazretlerinin torunlarından idi; hakîkî ilim, sâlih amel ve ahlâk-ı hamîde sâhibi bir insandı, gayet mütevâzı idi ve hizmet ehli bir kimse idi, herkesin hizmetine koşardı. Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerinin torunlarından, emekli Van Müftîsi merhûm Seyyid Muhammed Kâsım Arvas Hocaefendi'den, Siirt-Pervari’deki merhûm Molla Münevver Efendi'den, senelerce, klasik usûlde Arabî ve dînî ilimleri tahsîl etmiştir. Zengin bir kütüphâneye sâhipti. Fıkıh ilmine, bilhâssa Şâfiî fıkhına çok vâkıftı.
Ehl-i Sünnet büyüklerini çok seven bir kimse idi. Dîn gayretine sâhipti; dâimâ insanlara bir şeyler verebilmenin gayreti içerisinde idi. Hem Diyânet İşleri Başkanlığı teşkîlâtında görevde iken (Van’da dîn görevlisi olarak), 30 sene boyunca emr-i ma’rûf yapmış; hem de emekli olduktan sonra, İstanbul’da, Kuzuluk’ta muhtelif câmi ve mescidlerde, radyoda (TGRT-FM Radyosunda) konuşmalar yapmış, Türkiye gazetesinde senelerce makâle yazmıştır. Yurt içinde ve dışında konferanslar vermiştir. [İnşallah yarın da konumuza devam edelim.]
.06/04/2021
S. Mehmed Saîd Arvas Hoca -2-
Her fâni gibi, Mehmed Saîd Arvas Hoca da aramızdan ayrılıp, biz sevenlerini öksüz bırakıp irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiştir...
Suûdî Arabistân, Hindistân, Özbekistân, Mısır, Sûriye gibi ülkelere olan seyâhatlerimizden bazılarında onunla beraber olduk. Hele Almanya’ya kendisiyle 36 defa beraber gittik.
Hulefâ-i râşidînin ve Aşere-i mübeşşerenin 2.si olan Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), bir zâta, “kendini tanıyan birisini getir, ona seninle alâkalı bir şeyler soracağım” buyurmuş, o da, mescidde namaz kılan birisini alıp Halîfenin huzûruna götürmüş.
Halîfe hazretleri, gelen kişiye, “sen bununla kapı komşuluğu mu yaptın, ticârette ortaklık mı yaptın, beraber seyâhatte mi bulundun?” diye sormuş. O kişi, hayır bunların hiçbirini yapmadım deyince, muhâtabına “kendini tanıyan birisini getir” demiştir.
Seyâhatler, kişileri yakînen tanımaya vesîle olmaktadır. İşte biz de, Seyyid Mehmed Saîd Arvâs Hoca'mızla yurt içi ve yurt dışında yaptığımız pek çok seyâhatte, onun ne kadar yüksek bir ahlâk sâhibi olduğuna bizzât şâhit olduk.
Her fâni gibi, o da aramızdan ayrılıp, biz sevenlerini öksüz bırakıp irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiştir. Türkiye Hastanesinde doktorlar seferber olmuşlar, her türlü ilâcı kullanmışlar ve bütün ihtimâmlara rağmen, vâdesi yetmiş, eceli gelmiş olduğu için, o da vefât etmiştir.
İhlâs Marmara Evleri 1. Kısım Gasilhânesinde, amcazâdesi Seyyid Abdülcelîl Arvas Hocaefendi, Seyyid Abdürrezzâk Arvas Hocaefendi, Seyyid Mehmed Şefîk Arvas Bey ve Em. Öğr. Ali Kara Bey, gasil, teçhîz ve tekfîn işinde bulunmuşlar; tezkiye ve helâllik alma işini, emekli müftülerden ve Seyyid Fehîm hazretlerinin torunlarından Seyyid Saîd Emîn Arvas Hocaefendi yapmış; cenâze namazını emekli dîn görevlilerinden, merhûmun amcazâdesi, yakın dostu, mesâi arkadaşı Seyyid Abdülcelîl Arvas Hocaefendi kıldırmış; Eyüp Sultân’daki âile kabristânında hatm-i şerîf ve hatm-i tehlîl duâlarını yine Saîd Emîn Hocaefendi yapmış, telkînini de yine seyyid Abdülcelîl Hocaefendi vermiştir.
Âyet-i kerîmede, “Her nefis (canlı) ölümü tadacaktır…” buyurulmuştur.
Hadîs-i şerîflerde de, “Dünyâda sanki bir garip veya yolcu gibi ol, kendini kabir ehlinden say”, “Akıllı kimse, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için hâzırlık yapandır”, “Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini bil: Ölümünden evvel hayâtının, ihtiyârlığından evvel gençliğinin, hastalığından evvel sıhhatinin, fakîrliğinden evvel zenginliğinin, ağır meşgûliyetinden evvel de boş vaktinin kıymetini bil, onları bir ganîmet olarak değerlendir” buyurulmuştur...
Allahü teâlâ, ona, ganî ganî rahmet eylesin, mekânını Cennet kılsın, makâmını âlî, derecesini yüksek eylesin. Mübârek dedeleri ve çok sevdiği büyüklerin şefâatlerine nâil olup bize de şefâat etmesini temennî ediyoruz. Başta, muhtereme hanımefendisine, fazîletli oğlu Necîb Bey'e, değerli kerîmelerine ve damadına, bütün âile efrâdına, sevenlerine ve sevdiklerine, bütün câmiamıza, ilim âlemine, Diyânet câmiasına başsağlığı diliyor, sabr-ı cemîl temennî ediyoruz.
.30/03/2021
Allahü teâlânın nimetlerine karşı şükür lazım...
Her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur.
Dünkü makâlemizde, Allahü teâlânın kullarına olan nimetlerinin sonsuz olduğuna dâir 2 âyet-i kerîme meâli verdik; nimetlere şükür gerektiğinden de kısaca bahsettik. Bugün, bu konuda, sizlere, biraz daha bilgi arz etmek istiyoruz...
Bütün mahluklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Sayılamayan nîmetleri hep O vermektedir. İnsanları sıkıntıdan kurtaran O’dur. Duâları kabul eden, belâlardan kurtaran hep O’dur. Öyle bir rezzâk (rızk verici)dir ki, kullarının rızklarını, günâhlarından dolayı kesmiyor. Affı ve merhameti o kadar boldur ki, günâh işleyenlerin yüz karalarını meydâna çıkarmıyor. Hilmi, yumuşaklığı o kadar çoktur ki, kullarının cezâlarını vermekte acele etmiyor.
Öyle bir ihsân sâhibidir ki, kerem ve ihsânlarını dost ve düşmân, herkese saçıyor. Bütün nîmetlerinin en şereflisi, en kıymetlisi, en üstünü olarak da, kullarına Müslümânlığı açıkça bildiriyor ve beğendiği yolu gösteriyor. Mahlûkların en iyisi olan Muhammed aleyhisselâma uyarak, saâdet-i ebediyyeye kavuşmayı emir buyuruyor. İşte, O’nun nîmetleri, ihsânları güneşten daha açık ve aydan daha âşikârdır.
İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. O hâlde, her nîmetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzum gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur. Fakat kullar, O’nu nasıl büyük bileceklerini, nasıl şükredeceklerini anlayamazlar. O’na hürmet ve şükür şekilleri, yine O’ndan bildirilmedikçe, O’na lâyık olacağına güvenilemez ve O’nun kabul edeceği bir ibâdet olamaz. İşte, O’nun tarafından bildirilen, tâzim, hürmet ve şükür şekli, Peygamberlerin (aleyhimüs-salevâtü vet-teslîmât) bildirdikleri dînlerde açıkça beyân edilmiştir.
Bu söylenilenlerden anlaşılıyor ki, dîne uymak, insanlık îcâbıdır ve aklın istediği ve beğendiği bir şeydir.
Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O’nun emrettiği gibi kullanmaktır. Beden nîmetinin şükrü, bedendeki her uzvun, organın, Allahü teâlânın beğendiği işleri yapmasıyladır. Malın şükrü, parayı harâm, günâh olan yerlere harcamamak, isrâf etmemek ve zekâtının verilmesi, hayır, hasenâtın yapılmasıyla olur. Rütbe, mevki sâhibi olanların bu nîmete şükretmeleri, İslâmiyete ve insanlara hizmet etmeleri, kimseye, zulüm, kötülük ve haksızlık yapmamalarıyladır.
Şükür, nîmetlerin artmasına, devâmına sebep olur. Allahü teâlâ, İbrâhim sûresinin 7. âyetinde meâlen; “Nîmetlerime şükrederseniz, arttırırım. Nankörlük ederseniz, muhakkak azâbım çok şiddetli olur” buyuruyor.
İnsanlardan gelen iyiliklere teşekkür etmek de, Allahü teâlâya şükretmek olur. Hadîs-i şerîfte; “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz” buyuruldu.
.29/03/2021
İyi iş yaptığını zanneden ama aldanmış olanlar!..
“(Ey Resûlüm!) De ki: Size, yaptıkları iş bakımından (âhırette) en çok ziyâna uğrayanları haber vereyim mi?.."
Allahü teâlâ, sözlerin en güzeli olan Kur’ân-ı hakîminin Kehf sûresinde (103-108), kullarını uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır:
“(Ey Resûlüm!) De ki: Size, yaptıkları iş bakımından (âhırette) en çok ziyâna uğrayanları haber vereyim mi? (103)
Onlar o kimselerdir ki, dünyâ hayâtında yaptıkları çalışmalar boşa gitmiştir; hâlbuki onlar güzel bir iş yaptıklarını sanıyorlardı. (104)
Bunlar işte o kimselerdir ki, Rablerinin âyetlerini ve O’na (hesap için) kavuşmayı inkâr etmişlerdi de (hayır diye) yaptıkları bütün ameller boşa çıkmış oldu. Artık onlar için, kıyâmet günü, hiçbir terâzi tutmayız (çünkü amelleri boşa gitmiştir, tartılacak makbul şeyleri kalmamıştır.) (105)
İşte onların durumları böyle, cezâları da Cehennemdir. Çünkü küfretmişler ve benim âyetlerimle, Peygamberlerimi eğlenceye almışlardı (onlarla istihzâ ediyorlardı.) (106)
Îmân edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için inecekleri, mekân tutacakları yer Firdevs cennetleri olmuştur. (107)
İçlerinde ebedî olarak kalırlar, oradan da ayrılmazlar.” (108)
Dünyâda iyi iş yaptıklarını zanneden kâfirler, mürtedler, zındıklar ve mülhidlere, kıyâmet gününde, “yaptığınız bütün ameller boşa gitmiştir, onlar şimdi burada hiçbir işe yaramayacak” denilince, bu durum ne büyük hüsrân, zarar, ziyân olur. O adamlar orada ne yapacaklar?
Cenâb-ı Hak, İnfitâr sûre-i celîlesinde âdemoğluna bir suâl sorulmaktadır:
“Ey insan! İhsânı, lütfu bol (engin kerem sâhibi) olan Rabbine karşı seni aldatan nedir (seni ne aldattı ve isyâna sürükledi)?”
Allahü teâlânın kullarına olan nimetleri sayılamayacak kadar çoktur.
“O, size, istediğiniz her şeyden verdi. Allahın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız…” (İbrâhîm, 34)
“Ve düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun, gerçekten azâbım çok şiddetlidir.” (İbrâhîm, 7)
“Andolsun ki, nihâyet o gün, (dünyâda istifâde ettiğiniz) nimetlerden (her nimetten) elbette hesâba çekileceksiniz, sorgulanacaksınız.” (Tekâsür,
İyilik edene, teşekkür etmenin lâzım geldiğini her akıl sâhibi kabul eder.
Zâten şükür de; teşekkür etmek, iyilik yapana karşı kalp, dil ve davranışlarla hürmet ve saygı göstermek demektir. Güzel huylardan biri olan şükür, insanların Allahü teâlâ tarafından kendilerine ihsân edilen, verilen sayısız nîmetlerine, iyiliklerine karşılık olarak sevinç ve teşekkürlerini bildiren söz ve davranışlarda bulunmasıdır.
Bütün mahlûklara her nîmeti, iyilikleri veren yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâya şükretmek de, O’nun dînini kabul etmek ve dînin hükümlerine, yâni emir ve yasaklarına uymak demektir. Şükür, hem kulluk ve hem de insanlık vazîfesidir.
.23/03/2021
Resûlullah, geleceğe dâir bazı haberler vermiştir...
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allah’ın kitâbının dışında uyacağımız bir şey yok diyenler çıkacaktır.”
“Allahü teâlâ, Resûlüne bildirdiği için, Onun bildirdiklerini bilirdi” anlamında, “Peygamber Efendimiz gaybı bilirdi” demek câiz olur. Çünkü Kur’ân-ı kerîmde, “Allahü teâlâ, dilediği Resûle gaybı bildirir” buyuruluyor. Allahü teâlâ bildirirse, Resûlullah da, değer Resûller de gaybı, gelecekte olan şeyleri bilirler.
Peygamber Efendimizin, bildirilen gaybları bildiğini belirten üç âyet meâli şöyledir:
“Allah gaybı herkese bildirmez; ancak dilediği Resûl müstesnâ, [Mucize olarak ona bildirir.] Çünkü her Peygamberin önünden ve ardından gözcüler [melekler] salar.” [Cin 26-27] (Beydâvî tefsîri)
“Allah, müminleri bulunduğu şu durumda bırakmaz, temizi pisten ayırır. Allah size gaybı da bildirmez. Ama Allah Resûllerden dilediğini seçip, ona gaybı bildirir. Artık Allah’a ve Resûllerine inanın, eğer îmân eder, müttakî olursanız, sizin için de çok büyük bir ecir vardır.” [Âl-i İmrân, 179]
“O, gaybın bilgilerini [vahiy ile bildirilen gizli şeyleri sizden] esirgemez.” [Tekvîr, 24]
Resûlullah Efendimizin mucize olarak gelecekten haber verdiği “Bir zaman gelecek” diye başlayan hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Bir zaman gelecek, insanlar, yalnız parayı düşünüp, helâl-harâm düşünmeyecekler.” [Buhârî]
“Din âlimi kalmayacak, dîn adamı yerine geçirilen câhiller, bilmeden fetvâ verecek, herkesi, doğru yoldan çıkarmaya çalışacaklar.” [Buhârî]
“İmamlar, âmirler namazı öldürecek, vaktinden sonraya bırakacaklar.” [Müslim]
“Allah’ın kitâbının dışında uyacağımız bir şey yok diyenler çıkacaktır.” [Ebû Dâvûd]
“Kişi, dînini ve dünyâsını ancak para ile ayakta tutabilecek, altını-gümüşü [parası-pulu] olmayan rahat edemeyecek.” [Taberânî]
“Peygamberim diyen yalancılar çıkacak, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.” [Mişkât] (Peygamberim diyen birçok yalancı çıkmıştır.)
“Sonra gelenler, önceki âlimleri cahillikle suçlayacak.” [İbn-i Asâkir]
“Hacca, hükümdârlar [devlet başkanları] gezi için, zenginler ticâret, fakîrler dilenmek, dîn görevlileri de gösteriş için gidecekler.” [Hatîb Bağdâdî]
“Sünnet, bid’at gibi çirkin, bid’at da sünnet gibi rağbet görecek. Sünnete uyan garip olacak, yalnız kalacak. Bid’ate uyan, çok yardımcı bulacaktır.” [Şir’a]
“Kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümânları kötülemek için delîl olarak kullanacaklar.” [İbn-i Ömer] (Bazı bid’at ehli fırkalar, müşrikler hakkında inen âyetleri, Müslümânlar için; diğer bazı bid’at ehli kimseler de münâfıklar hakkında inen âyetleri, Eshâb-ı kirâm için delîl gösterdiler. Resûlullahın mucizesi meydâna çıktı.]
.22/03/2021
"Beş gayb"ın mahiyeti...
Bugün ultrasonla veya başka yolla çocuğun cinsiyetinin tespiti gayb değildir. Bilinen bir şeyin gösterilmesidir.
Kur’ân-ı kerîmde buyurulmuştur ki:
“Kıyâmetin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. [Nereye, ne zaman ve ne miktarda] yağmur yağdıracağını ve rahimlerde olanı da O bilir. Hiç kimse, yarın [hayır ve şerden] ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdârdır.” [Lokmân, 34]
Cebrâîl aleyhisselâm, Peygamberimizin huzûruna, insan sûretinde gelip kıyâmetin ne zaman kopacağını sorunca, Resûlullah Efendimiz, ona: “Bu husûsta, kendisine suâl sorulan, sorandan daha bilgili değildir. Bunlar Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği beş husûstur. Kıyâmetin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. Yağmuru o indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını ve nerede öleceğini bilemez” buyurmuş, Cebrâîl aleyhisselâm da “Doğru söyledin” diye cevap vermiştir. (Ebû Dâvûd-Kurtubî) [Cibrîl hadisi diye meşhur olan hadîs-i şerîf, Buhârî ve Müslim’in sahîhlerinde de vardır.]
Halîfe Mansûr, bir gece rüyâsında, ölüm meleğini görüp, ne kadar yaşayacağını sorar. O da, beş parmağını gösterir. Tabîrcilerden kimi “beş yıl”, kimi “beş ay”, kimi de “beş gün” yaşayacaksın derler. İmâm-ı A’zam hazretleri, “Ölüm meleği, 'Ben bunu bilmem. Bu, Lokmân sûresindeki bilinmeyen beş gaybdan biridir' demek istemiştir” buyurur. (Medârik tefsîri)
Bazıları, “bu âyette beş gaybın bildirildiği söyleniyorsa da, günümüzde yağmurun ne zaman yağacağı ve rahimdeki çocuğun cinsiyeti önceden biliniyor” diyorlar.
Gayb nedir? Gaybın mâhiyeti doğru bir şekilde bilinirse, bu mesele gâyet kolay anlaşılır. His organlarıyla, teknik bilgiyle, yani tecrübe ve hesapla anlaşılamayan şeylere gayb denir. Meselâ Cennetin, Cehennemin ve meleklerin varlığı böyledir. Bir çocuğun büyüyünce, iyi mi, kötü mü, âlim mi, zâlim mi olacağı gibi şeyler akılla, teknikle bilinemez.
Bugün ultrasonla veya başka yolla çocuğun cinsiyetinin tespiti gayb değildir. Bilinen bir şeyin gösterilmesidir. Âyet-i kerîmedeki “Ana rahmindekini ancak Allah bilir” ifâdesi, sâdece cinsiyetle ilgili değildir, “Çocuğun sağ-sâlim doğup doğmayacağı, saîd mi şakî mi, yani Cennetlik mi Cehennemlik mi olacağı, ne işler yapacağı, nerede yaşayıp nerede öleceği gibi daha pekçok husûsu ancak Allah bilir” demektir.
Çocuğun uzuvlarının bir cihâzla görülmesi, gayb değildir. Yahut anne karnı ameliyâtla açılıp bakıldığında, çocuk erkek mi, kız mı diye görülünce gayb bilinmiş olmaz. Karnını yarmayıp da, bir cihâzla veya ultrasonla bilinirse, bu da gaybı bilmek olmaz. Âletlerle yağmurun gelişini görüp, yarın yağmur yağacak diye tahmînde bulunmak da gaybı bilmek değildir. Eve doğru gelen adamı pencereden görüp “Biri geliyor” demek, gaybı bilmek olmaz. Yağmur bulutlarının geldiğini görmek de bunun gibidir. Görmeden bilmek, gaybı bilmek olur. Bir duvarın arkasındaki şeyler, bize göre gaybsa de, bir âletle görebiliyorsak, o gayb olmaktan çıkar.
.16/03/2021
Gaybı, Allah'ın bildirdiği kimseler de bilebilirler...
Allahü teâlâ, gaybı, bir peygamberine, bir meleğine, bir insana veya bir cinnîye bildirirse, onlar da o bilebilirler...
Gaybı, Allah’tan başka kimse bilemez; nitekim bu konudaki âyet-i kerîmelerin meâllerini dünkü makâlemizde yazmıştık; kitaplarda, “bilir demek küfürdür” diye yazılıdır. Ama Allahü teâlâ, herhangi bir gaybı, bir Peygamberine, bir meleğine, bir insana veya bir cinnîye bildirirse, onlar da o gaybı bilebilirler; bu husus, gaybı sâdece Allahü teâlânın bildiği gerçeğine aykırı değildir.
Bir gün, Resûlullah Efendimizin devesi kayboldu. Münâfıklar bunu fırsat bilip, “Hani göklerden, Cennet’ten, Cehennem’den bahsediyordu. Kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor” dediler. Münâfıkların bu sözü, Resûlullah Efendimize ulaşınca, “Vallahi, ben, ancak Rabbimin bana bildirdiklerini bilirim. Şu anda Rabbim, bana devemin nerede olduğunu bildirdi. Devem, şu anda falânca yerdedir” buyurdu. Tarîf edilen yere gidip deveyi bir ağaca bağlı olarak buldular. (Mevâhib-i Ledünniyye)
Demek ki, Allahü teâlâ bildirirse, gaybı, Resûlü de, evliyâsı da bilebilirler. Hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki:
“Kalbleriniz temiz olsa idi, siz de benim duyduklarımı duyardınız.” [İmâm Ahmed, Taberânî] (Bu hadîs-i şerîfteki gibi kalbi temiz olan Hazret-i Ömer, Medîne’den İrân’daki ordusunu görüp, komutânı Sâriye’ye, “Dağa yanaş” demiştir. (Şevâhidün-Nübüvve)
Yine bir hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki:
“Geçmiş ümmetler içinde vukûundan önce bazı gaybları haber veren kerâmet ehli zâtlar var idi. Ümmetimden de Ömer onlardandır.” [Buhârî, Müslim]
Hazret-i Ömer’inki gibi başka evliyâdan da birçok kerâmet görülmüştür. Kur’ân-ı kerîm bunu bildirmektedir. (Neml 38-40, Meryem 24, Âl-i Imrân 37, Kehf 17-18)
Netice: Allahü teâlâ bildirmedikçe, ister Peygamber, ister melek, ister insan, isterse cinnî olsun, hiçbir kimse gaybı bilemez; ama Cenâb-ı Hak, dilediği kimseye gaybı bildirir ve o da gaybdan haber verir. (Avârifül-meârif)
***
Kalblerden geçenleri ancak Allahü teâlâ bilir; bu konuda birçok âyet-i kerîme vardır.
“Elbette Allah, kalblerin içindekini hakkıyla bilir.” [Âl-i İmrân, 119]
“Allahü teâlâ, kalblerinizde ne varsa hepsini bilir.” [Âl-i İmrân, 154]
“Onlar, ağızlarıyla, kalblerinde olmayanı söylüyorlardı. Hâlbuki Allah, onların kalblerinde gizlediklerini elbette bilir.” [Âl-i İmrân, 167]
“İnsanı, ben yarattım ve nefsinin kendisine fısıldadığını [ne düşündüğünü] bilirim ve ben ona şâh damarından daha yakınım.” [Kâf, 16]
“Sözlerinizi gizleseniz de, açığa vursanız da birdir; O, kalblerde olanı bilir. Yaratan hiç bilmez mi?” [Mülk 13-14]
Kalblerden geçeni yalnız Allahü teâlâ bilir. Bir de O’nun bildirdiği Enbiyâ ve Evliyâ, Onun bildirdiği kadarıyla bilirler.
.15/03/2021
Gaybı, Allahtan başka bilen kimse var mıdır?
Gaybı, ancak Allahü teâlâ bilir. O bildirmedikçe, gaybı, hiçbir Peygamber, hiçbir melek, hiçbir insan, hiçbir cinnî bilemez.
Önce “gayb”ın ne olduğunu ortaya koyalım, sonra da kimlerin onu bilebileceği konusu üzerinde duralım. “Gayb”, “duyu organları ile veya hesap ile, tecrübe ile anlaşılmayan şey” demektir. Bu manâda gaybı, ancak Allahü teâlâ bilir. O bildirmedikçe, gaybı, hiçbir Peygamber, hiçbir melek, hiçbir insan, hiçbir cinnî bilemez. Nitekim Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde şunları beyân buyurmuştur:
“De ki: Gaybı bilmek Allah’a mahsûstur.” [Yûnus, 20]
“De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.” [Neml 65; Hucurât 18]
O, Kur’ân-ı kerîmde, “Âlimül-gayb” [gaybı bilen] (Haşr, 22) ve “Allâmül-guyûb” [gaybları en iyi bilen] olarak tavsîf edilmiştir. (Sebe, 48)
“Allah’ın, gaybları en iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?” [Tevbe, 78]
Gaybı, Allahü teâlâ bildirmedikçe, Peygamber Efendimiz dâhil, hiçbir Peygamber bilemez. Bu konuda bir âyet-i kerîme meâli şöyledir:
“De ki: Eğer ben gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapmak isterdim.” [A’râf, 188]
Gaybı insanlar bilmediği gibi, cinnîler de bilmezler. Bir âyet meâli:
“Cinnîler gaybı bilselerdi, zelîl edici azap içinde kalmazlardı.” [Sebe, 14]
Bir hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki:
“Falcının, büyücünün veya başka birinin gaybdan verdiği haberlere inanan, Kur’ân-ı kerîme inanmamış olur.” [Taberânî] Binâenaleyh “falânca hoca, filânca fâlcı gaybı biliyor” demenin küfür olacağı kitaplarda yazılıdır.
Fakat Allahü teâlâ dilerse, dilediği Peygamberlerine bazı gayblarını bildirebilir. Bu konudaki bir âyet-i kerîme meâli şöyledir:
“Allah, gaybına kimseyi muttali kılmaz; ancak dilediği Peygamber müstesnâ. Çünkü her Peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar.” [Cin, 26-27]
Hazret-i Mûsâ’nın, ledün ilmine sâhip, yani Allah’ın kendisine gaybları bildirdiği bir zâta, “Rabbimizin sana öğrettiği doğruyu bulmama yardım edecek, hayra götürecek bir ilmi bana da öğretmen için, sana tâbi olmak istiyorum” dediği, Kur’ân-ı kerîmde bildirilmiştir. (Kehf, 66)
Gaybları bilen, ledünnî ilme sâhip olan bu zâtın Hazret-i Hızır olduğu bildirilmiştir. Resûlullah Efendimize ise, birçok gayblar bildirilmişti. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Rükû ve secdeleri düzgün yapın, Allah’a yemîn ederim ki, sizin rükû ve secde yaptığınızı arkamdan görüyorum.” [Buhârî, Müslim]
Gözde görmeyi yaratan Allahü teâlâ, diğer uzuvlarda da görmeyi yaratmaya kâdirdir. Resûlullah’ın bu mucizesini inkâr eden, Allah’ın kudretini inkâr etmiş olur. Resûlullah’ın gündüz aydınlıkta nasıl görürse, gece karanlıkta da aynen öylece gördüğü, Buhârî’deki hadîs-i şerîfte bildirilmiştir.
.09/03/2021
Hazret-i Zülkifl (aleyhisselâm)
İsrâîloğullarına gönderilen Peygamberlerden olan Hazret-i Zülkifl aleyhisselâmdan, Kur’ân-ı kerîmde bahsedilmiştir...
Zülkifl (aleyhisselâm), İsrâîloğullarına gönderilen Peygamberlerdendir. Hazret-i Elyesa’ (aleyhisselâm)’ın amcasının oğludur. O’ndan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın şerîatı ile amel etmiş, İsrâîloğullarına Mûsâ (aleyhisselâm)ın dînini teblîğ etmiştir.
[Kitaplarda, Peygamberliği ihtilâflıdır diye yazılıdır yanî Enbiyâdan mı, yoksa Evliyâdan mı olduğunda ihtilâf olunmuştur, fakat âlimlerin ekserîsi, O’nun Peygamber olduğunu söylemişlerdir. Evlâ olan (kuvvetli olan) kavil, söz, rivâyet budur.]
İsmi hususunda da ihtilâf olunmuştur. Asıl isminin “Bişr” olduğu bildirilmiştir. “Zülkifl” kelimesinin onun ismi değil, lakabı olduğu hususu tercîh edilmiş ve tefsîrlerde bu lakabla anılmasına dâir değişik 5 rivâyet zikredilmiştir. Hazret-i Elyesa’ aleyhisselâmdan sonra; İsrâîloğullarına kızmadan, sabır göstererek, dînin emirlerini bildirmeyi üzerine aldığı, kefîl olduğu için “Zülkifl” denilmiştir.
[Arapça’da; “zû” sâhip, “kifl” de kefâlet (kefîllik) mânâsındadır. Bu iki kelime birleştirilerek kefîl olan, kefâlet sâhibi mânâsında, “Zülkifl” denilmiştir.]
Hazret-i Zülkifl aleyhisselâmdan, Kur’ân-ı kerîmde Enbiyâ ve Sâd sûrelerinde bahsedilmiştir:
“(Yâ Muhammed!) İsmâîl, İdrîs ve Zülkifl’i de yâd et. (Onların yüksek ve pek mükemmel hâllerini hâtırla!) Hepsi de sabredenlerden idiler. (Mükellef oldukları vazîfelerinde, Allahü teâlânın emirlerine uymakta ve mübtelâ oldukları birtakım sıkıntı ve meşakkatlere karşı tam bir metânetle sabır ve sebât göstermişlerdi ve bunun mükâfâtlarına da kavuşmuşlardı.) Ve onları da (Peygamberlik vermek yâhut âhıret nîmetlerine kavuşturmak sûretiyle) rahmetimiz içine aldık. Şüphe yok ki, onlar sâlihlerden idiler. (Çünkü onlar, nübüvvet ve kerâmet sâhibi oldukları için, fıtraten tam bir iyiliğe sâhib idiler. Rızâ-yı İlâhîye uygun amelleri yapıyorlardı.)” (Enbiyâ sûresi, 85-86)
Âyet-i kerîmede geçen “Biz onları rahmetimiz içine aldık” lafızları, rahmet; Nübüvvet yani Peygamberlik veya bütün iyi ve hayırlı işleri yapmak mânâsında tefsîr edilmiştir.
Sâd sûresinin 48. âyet-i kerîmesinde de meâlen şöyle buyurulmuştur:
“(Yâ Muhammed!) İsmâîl, Elyesa’ ve Zülkifl’i yâd et! (Onların da pek mükemmel olan hâllerini kavmine anlat. Dîn-i İlâhî yolunda ne kadar çalıştıkları, bu uğurdaki fedâkârlıkları, gösterdikleri sabır ve sebât düşünülsün.) Ve (onların) hepsi de hayırlılardandı. (Onların hepsi hayır ve kemâl dereceleri ile tâm muttasıf idiler. Allah indinde seçilmiş mübârek kullardan idiler.)”
Fahruddîn Râzî’nin “Tefsîr-i Kebîr”inde şöyle buyurulmuştur: “Âlimler, bu âyet-i kerîmeden, Peygamberlerin masun ve mâsum olduklarına delîl getirmişlerdir. Çünkü Allahü teâlâ, Peygamberlerin mutlak olarak ahyârdan (çok hayırlı) olduklarına hükmeylemiştir. Bu hayırlılık, onların fiillerine ve sıfatlarına da şâmildir.”
Şam beldelerinden bir beldede vefât ettiği rivâyet edilmiştir.
.08/03/2021
Hazret-i İlyâs ve Elyesa’ (aleyhimes-selâm)
Elyesa’ (aleyhisselâm), vefâtına yakın Zülkifl (aleyhisselâm)ı yanına çağırıp, kendinden sonra, onu yerine Halîfe tâyin etti...
Hazret-i Elyesa’ (aleyhisselâm), İsrâîloğullarına gönderilen Peygamberlerdendir. Hazret-i İlyâs (aleyhisselâm)dan sonra Peygamber olarak görevlendirilmiştir. Her ikisi de, Mûsâ aleyhisselâmın dînini yaymakla vazîfelendirilmiş “Nebî”ler idiler.
İlyâs (aleyhisselâm), İsrâîloğullarını, Allahü teâlâya îmâna ve ibâdete çağırdı; O’nu dinlemediler, hattâ memleketlerinden kovdular. Ba’l adındaki bir puta tapmaya ısrârla devam ettiler. Bu isyanları ve azgınlıkları sebebiyle, Allahü teâla, onlar üzerine belâ ve musîbet gönderdi. Çeşitli sıkıntılar ile cezâlandırıldılar. Memleketlerinden bereket kaldırıldı; yağmur yağmaz oldu, kıtlık baş gösterdi ve mahsûl alamadılar. Yiyecek bulamaz oldular; açlıktan leş bile yemeye başladılar. Sonunda İlyâs (aleyhisselâm)ı bulup Allahü teâlâya duâ etmesi için yalvardılar ve nasîhatini dinlediler. Îmân ettikleri için üzerlerinden belâlar ve musîbetler kaldırıldı.
Bir müddet sonra, tekrâr dînden dönüp puta tapmaya ve çeşitli günâhlar işlemeye başladılar. Küfürde ısrâr edip bir türlü îmân etmeye yanaşmadılar. İlyâs (aleyhisselâm), Allahü teâlânın izni ile, Ba’lbek’te yaşayan bu kabîle arasından ayrılıp gitti.
Başka beldelerde yaşayanları, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Bu dâvetleri sırasında uğradığı bir belde halkı tarafından çok sevilip, orada kalması istendi. Bunun üzerine bir müddet orada kaldı. Bu sırada ihtiyâr bir kadının evinde misâfir olmuştu. Bu kadın, Elyesa’ (aleyhisselâm)ın annesi idi. Elyesa’ (aleyhisselâm), o sırada genç olup hasta idi. Annesi, İlyâs (aleyhisselâm)dan, oğlunun sıhhate kavuşması için duâ istedi. İlyâs (aleyhisselâm) da duâ etti. Elyesa’ (aleyhisselâm), bi-iznillah, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Bundan sonra İlyâs (aleyhisselâm)ın yanından hiç ayrılmadı. O’ndan Tevrât-ı şerîfi öğrendi.
Elyesa’ (aleyhisselâm)dan Kur’ân-ı kerîmde bahsedilmiştir: “(Yâ Muhammed!) İsmâîl, Elyesa’, Zülkifl’i de hâtırla. Bunlar hayırlılardan idiler.” (Enbiyâ sûresi, 85)
İsrâîloğulları, Elyesa’ (aleyhisselâm)a bazen uyup, bildirdiği hususları yerine getirdiler; bâzen de muhâlefet ettiler.
Elyesa’ (aleyhisselâm), İsrâiloğullarının ıslâhı için çok uğraştı, teblîğ vazîfesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne arttıran bu kavim, Allahü tealânın kendilerine gönderdiği kitâbın gösterdiği yoldan ayrıldılar. Kabîleler, devletin başına geçmek yarışına girdiler. Aralarındaki ayrılık ve başka memleket mes’eleleri yüzünden birbirlerine düştüler. İsrâîloğulları arasındaki fitnenin, kavga ve çekişmelerin sonu gelmez oldu. Nihayet Allahü teâlâ, üzerlerine Asûr devletini musallat kıldı. Esîr olup zelîl ve perîşân bir hayât sürmeye başladılar.
Elyesa’ (aleyhisselâm), vefâtına yakın Zülkifl (aleyhisselâm)ı yanına çağırıp, kendinden sonra, onu yerine Halîfe tâyin etti...
.02/03/2021
İbrâhim aleyhisselâmın babası Târûh mümindi...
İbrâhim aleyhisselâma annesi hâmileyken, babası Târûh vefât etmiştir. Annesi, amcası olan Âzer ile evlenmiştir.
Kur’ân-ı kerîm’de ismi bildirilen, “Halîlullah” veya “Halîlürrahmân” olarak bilinen, “Ülülazm” adı verilen altı Peygamberden biri, Peygamber Efendimiz Muhammed (aleyhisselâm)ın dedelerinden, ondan sonra Peygamberlerin ve insanların en üstünü olan Hazret-i İbrâhim (aleyhisselâm), Keldânî kavmine Peygamber olarak gönderilmiştir.
İbrâhim'e (aleyhisselâm) annesi Emîle veya Ûşâ hâmileyken, babası Târûh vefât etmiştir. Annesi, amcası olan Âzer ile evlenmiştir. Âzer üvey babası ve amcası olup, putperestti. Geçimini put yapıp satarak temîn ederdi.
Ehl-i sünnet tefsîr âlimleri, En’âm sûresinde Âzer’in ismi geçen 14. âyet-i kerîmeyi tefsîr ederlerken, Âzer’in Hazret-i İbrâhim’in amcası ve üvey babası olduğunu, Peygamberimizin bütün ana ve babalarının, mümin olduklarını açıkça belirtmişlerdir. Kur’ân-ı kerîm’de meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır” (Şuarâ sûresi, 219) buyurulmuştur.
Abdullah ibn-i Abbâs’ın (radıyallahü anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte de “Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ, beni temiz babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum” buyuruldu.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve binlerce İslâm kitâbında yazıldığı üzere, Peygamber Efendimizin anaları ve babaları arasında bulunmakla şereflenen bahtiyârların hepsi, zamanlarının ve memleketlerinin en asîl, en şerefli, en güzel ve en temiz kimseleriydi. Hepsi de azîz ve muhteremdiler.
İbrâhim'in (aleyhisselâm) babası Târûh da böylece mümin, yâni inanmıştı. Kötü ahlâktan, âdî ve çirkin sıfatlardan uzaktı.
İbrâhim (aleyhisselâm), genç yaştayken, Keldânîlerin putlarını kırmıştır. İbrâhîm'le (aleyhisselâm), Keldânî kavmi arasında, ibretâmîz konuşmalar geçmiştir. Putlarını İbrâhim aleyhisselâmın kırdığını anlayan Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâmın ateşte yakılmasını emretmiştir. O, ateşe atılırken; “Hasbiyallahü ve ni’mel-vekîl” yâni “Bana Allah’ım yetişir. O ne iyi vekîldir, yardımcıdır” demiştir. Onun bu hâli, Kur’ân-ı kerîmde övülüyor ve; “Sözünün eri olan İbrâhîm” buyuruluyor. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen ateşe; “Ey ateş! İbrâhîm’e karşı serin ve selâmette ol!” (Enbiyâ sûresi, 69) diye emretti. Ateş onu yakmadı.
İbrâhim (aleyhisselâm) ateşten kurtulduktan sonra, Keldânî kavmini bir müddet daha îmâna dâvet etmiştir. Fakat zâlim Nemrûd ve putperest ahâlî küfürlerinden vazgeçmemişlerdir. Allahü teâlâ, Nemrûd ve kavmine sivrisinekleri musallat etmiştir. Allahü teâlâ, tanrılık iddiâ eden Nemrûd’u, ibret-i âlem olsun diye, en âciz mahlûklarından birisi olan sivrisinekle cezâlandırmıştır.
.1/03/2021
İbrâhim aleyhisselâm ile Nemrûd'un mücadelesi...
Cenâb-ı Hak, Keldânî kavmine Hazret-i İbrâhîm'i (aleyhisselâm), Peygamber olarak gönderdi; O’na on suhuf indirdi...
Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm), Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)ın dedelerindendir. O’ndan sonra, Peygamberlerin en üstünüdür; Halîlullah’tır. İbrâhîm (aleyhisselâm)ın babası, Târûh adında bir mümin idi. Kâfir olan Âzer, üvey babası ve amcası idi. Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i İshâk ile Hazret-i İsmâîl’in (aleyhimüsselâm) babasıdır. İshâk (aleyhisselâm)ın annesi Sâre idi. İsmâîl (aleyhisselâm)ın annesi ise Hâcer idi.
Irâk’ta, eskiden hükûmet süren Geldânîler (Keldânîler) yıldızlara taparlardı. Başları Nemrûd idi. Bir hadîs-i şerîfte “Yeryüzüne, ismini duyduğunuz kimselerden dört kişi mâlik oldular. İkisi mümin, ikisi de kâfir idiler. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân (aleyhimes-selâm) idiler. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ve Buhtunnasar idiler. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, yani Mehdî de mâlik olacaktır” buyuruldu. Burada zikredilen Buhtunnasar, Yeni Bâbil Devletinin en meşhur kralı Nabukadnazar’dır. Kendisi ateşe tapardı. Onun zamanında Bâbil, büyük bir ticâret merkezi hâline gelmişti.
Hazret-i Nûh (aleyhisselâm)dan çok sonra Bâbil’de hüküm süren, yıldızlara ve putlara tapan Keldânî kavminin o devirdeki kralı olan Nemrûd, insanları kendine ve putlara taptırıyordu. Bir gece gördüğü rüyâyı, müneccimler; “Doğacak bir erkek çocuğun, yeni bir dîn getireceği ve onun saltanatını yıkacağı” şeklinde tâbîr edince, Nemrûd yeni doğan erkek çocukların öldürülmelerini ve hâmile kadınların hapsedilmelerini emretti.
O sırada Hazret-i İbrâhim’e hâmile olan annesi, amcası Âzer’le evliydi. Görünüşte hâmileliği belli olmadığı için fark edemediler, kocasına da; “Çocuk doğunca oğlan olursa, kendi elinle Nemrûd’a teslîm eder, mükâfât alırsın” dediler.
Annesi doğum zamânı gelince, şehir dışında bir mağarada doğum yaptı ve Âzer’e çocuğun doğup öldüğünü söyledi. Oğlunu mağarada gizledi ve orada büyüttü.
Cenâb-ı Hak, Keldânî kavmine Hazret-i İbrâhîm'i (aleyhisselâm), Peygamber olarak gönderdi; O’na on suhuf [sayfalar, forma, risâle, küçük kitap] indirdi. Bunlar Süryânîce konuşurlardı. Süryânî yazısı, İslâm yazısına benzemektedir. Başşehirleri Bâbil idi.
Keldânî kavmi, îmân etmediler, inanmadılar. Nemrûd, Hazret-i İbrâhîm’i ateşe attırdı. Ama Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede de geçtiği gibi, ateşe “İbrâhîm’e karşı soğuk ve selâmette ol” emrini verince, ateş, onu yakmadı.
Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm), kardeşinin oğlu Hazret-i Lût (aleyhisselâm) ile amcasının kızı ve zevcesi Sâre’yi ve kendisine inananları alıp önce Şâm’a, sonra Mısır’a ve oradan da Ken’ân iline gitti.
Hazret-i İbrâhîm ile Hazret-i İsmâîl (aleyhimes-selâm) birlikte, Kâbe-i muazzamayı yeniden yaptılar.
Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm), 175 (yüzyetmişbeş) yaşında vefât edip, Kudüs’de Halîlür-rahmân civârına defnedildi.
.23/02/2021
Hazret-i Şit aleyhisselâmın azgın kavimle mücadelesi
Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra, Hazret-i Şit aleyhisselâma Peygamberlik verdi.
Hazret-i Şît aleyhisselâm, dün naklettiğimiz babasının vasiyeti üzerine sâlihâ bir kızla evlendi. Sonra evlâtlarına da böyle vasiyet etti. Onlar da bu vasiyete uyup öylece devâm ettiler.
Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra, Hazret-i Şit aleyhisselâma Peygamberlik verdi. Kendisine, elli suhuf (sayfalar, forma, risâle, kitapçık) indirdi. Bu kitaplarda hikmet ilmi, matematik, sanâyi bilgileri, kimyâ ilmi ve daha birçok şeyler bildirilmişti.
Hazret-i Şît aleyhisselâm zamânında insanlar çoğalıp, her tarafa yayıldılar. Onlara Allahü teâlânın emirlerini bildirip kendilerini îmân etmeye çağırdı.
Hazret-i Şît aleyhisselâmın dîninin esâsları, Âdem aleyhisselâmın bildirdiği dînin esâslarına uygundu. Şît aleyhisselâm, ekseriyâ Şâm’da ikâmet edip, insanlara, Allahü teâlâya îmân etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek teblîğ vazîfesini yaptı.
Rivyetlere göre bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti. Hazret-i Şît aleyhisselâmın çocukları ve torunları îmâr ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgûl oldular. Gâyet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğuz ve haset yoktu. Harâmlardan, isyândan, kötülüklerden uzak dururlardı.
Hazret-i Şît aleyhisselâm, Şâm’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir hâlde yaşayan Kâbil’in oğullarını Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Fakat bu kavim, Şît aleyhisselâmın dâvetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrâr ettiler. Şît aleyhisselâm, onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur. Yemen’deki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esîr aldı.
Son Peygamber olan Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın nûru, Hazret-i Şît aleyhisselâmdan oğlu Enûş’a geçti. Hazret-i Şît aleyhisselâm, oğlu Enûş’a, babası Hazret-i Âdem aleyhisselâmın, Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın nûruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enûş’u yeryüzüne halîfe tâyin ederek vefât etti...
Hazret-i Şît’in Peygamberliğinin, 282 (iki yüz seksen iki) [başka rivâyetler de var] sene olduğu rivâyet edilmiştir.
Hazret-i Şît aleyhisselâmdan sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılan insanlar, zamanla doğru yoldan uzaklaşıp, çok azgınlık gösterdiler. Allahü teâlâ, onlara Hazret-i İdrîs aleyhisselâmı Peygamber olarak gönderdi...
Allahü teâlâ, târih boyunca, çeşitli zaman dilimlerinde, muhtelif mekânlardaki çeşitli kavimlere Peygamberler gönderdi; onlar vâsıtasıyla kendilerini hakka, hidâyete, îmâna, ibâdete davet etti. O Peygamberlerden kimi Ülül-Azm Peygamber, kimi Resûl, kimi de Nebî idiler. Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâmla, nübüvvet ve risâlet müessesesini hitâma erdirmiş, sonlandırmıştır.
.22/02/2021
Tarih boyunca var olan hak-bâtıl mücadelesi...
Târihte ibâdet niyetiyle kesilen ilk kurban, Hazret-i Âdem’in oğulları Hâbil ile Kâbil’in kurbânlarıdır...
Dünyâda insanlığın başlangıcından beri, hak-bâtıl mücâdelesi devam edegelmiştir. Hazret-i Âdem’in oğulları olan Kâbil ile Hâbil arasında başlayan bu kavga, Peygamberler târihi boyunca da devam etmiştir.
Hazret-i Nûh, Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Îsâ ve nihâyet Sevgili Peygamberimiz (alâ nebiyyinâ ve aleyhimüs-selâm) zamanında çok çetin mücâdeleler olmuştur.
Peygamberimize 46 suikast tertiplenmiş, 19 gazve yapılmış, 35-40 kadar seriyye harbi olmuştur.
Peygamberimizin amcası Hazret-i Hamza (radıyallahü anh), 3 Halîfesi (Hazret-i Ömer, Hazret-i Osmân ve Hazret-i Alî) (radıyallahü anhüm), 2 torunu Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin (radıyallahü anhümâ) şehîd edilmişlerdir.
Selçuklular zamanında, İslâmiyeti yok etmek için, 8 Haçlı seferi; Osmânlı Devletini parçalamak için de 100 proje yapılmıştır.
1299’da kurulan ve 1517’den itibâren de bütün İslâm âleminde Hilâfeti üstlenen Osmânlı Devleti, bütün kâfirlerin aleyhimizde birleşmeleriyle, paramparça edilmiştir.
Bu girişten sonra, biz bugün bir nebze Kâbil ile Hâbil arasındaki mücâdeleden bahsetmek istiyoruz. Daha sonra inşallah Hazret-i İbrâhîm ile Nemrud ve Hazret-i Mûsâ ile Fir’avun mücâdelelerinden de bahsederiz.
Târihte ibâdet niyetiyle kesilen ilk kurban, Hazret-i Âdem’in oğulları Hâbil ile Kâbil’in kurbânlarıdır. Aralarında çıkan ihtilâfta hangisinin haklı olduğunu anlamak için, Cenâb-ı Hakk’a kurbânlarını arz ettiler. Hâbil’in kurbânı kabul olundu. Bunu çekemeyen ve isteğine kavuşmak için çalışan Kâbil, kardeşi Hâbil’i öldürdü.
Hazret-i Âdem aleyhisselâmın oğullarından Kâbil, Hâbil’i öldürünce, Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem’e, Hâbil’e karşılık ihsân olarak, yeni bir oğul verdi. Hazret-i Âdem aleyhisselâmın bütün çocukları ikiz olarak doğduğu hâlde, bu yeni oğlu Hazret-i Şît aleyhisselâm (İbrânîce bir kelime olup Arapça karşılığı Allah’ın hibesi demek) tek doğdu. Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan sonra, bu oğlu Hazret-i Şît aleyhisselâm, Peygamber kılınmıştır.
Kâbil, Hâbil’i şehit ettikten sonra doğmuş olan Hazret-i Şît aleyhisselâm, alnında, son Peygamber Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın nûrunu taşıyordu. Bu sebeple Hazret-i Âdem aleyhisselâm onu pek fazla seviyordu. Bütün evlâdı üzerine onu reîs yaptığı gibi, vefât edeceği sırada da onu bütün yeryüzünün halîfeliğine tâyin etti. Bu husûsta bir vasiyette de bulundu. Ayrıca İlâhî sırları bildirip, bütün ilimleri öğretti. Hazret-i Âdem, Peygamber Efendimizin nûruyla ilgili olarak oğlu Hazret-i Şît aleyhisselâma şöyle vasiyyet etti:
“Oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son Peygamber olan Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nuru mümin, temiz ve afîf hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et.”
.16/02/2021
İyi insanın temel vasıfları
İyi bir insan olmak için, iyi bir Müslümân olmak lâzım. İyi bir Müslümânın ana vasıfları da Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şerîflerde sayılmıştır.
Umûmî olarak her insan, iyi bir insan olarak anılmak ister... Her âile, bütün âile ferdlerinin iyi insan olmalarını ister... Her devlet de, kendi vatandaşlarının iyi insanlar olmalarını arzu eder...
Ayrıca herkes mutlu olmak ister. Peki, iyi insan nasıl olunur ve nasıl mesut ve bahtiyâr yani mutlu olunur?
İyi bir insan olmak için evvelâ, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına göre yaşamak lâzım. Yani kâmil [olgun] bir Müslümân olmak gerekir. Zâten (hakîkî manada) Müslümân kimse, iyi insan demektir.
Mukaddes dînimiz İslâmiyete göre her insan, elinin altında bulundurduğu kimselerin her türlü hak ve hukûkundan, talîm ve terbiyesinden yani eğitim ve öğretiminden sorumludur.
Demek ki, iyi bir insan olmak için, iyi bir Müslümân olmak lâzım. İyi bir Müslümânın ana vasıfları da Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şerîflerde sayılmıştır.
***
Allahü teâlâ, bazı âyet-i kerîmelerde müminleri (inananları, Müslümânları) şöyle tarîf etmektedir:
“Mü’minler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, Allah’ın âyetleri okununca, îmânları kuvvetlenir ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler, namazı doğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, [Allah’ın râzı olduğu yerlere] harcarlar.” [Enfâl, 2-3]
“Mü’minler, muhakkak kurtuluşa ermişlerdir. Onlar namazlarını huşû içinde kılar, boş ve lüzûmsuz şeylerden yüz çevirir, zekâtlarını verir, iffetlerini korur, … emânet ve ahidlerine riâyet ederler…” [Mü’minûn 1-8]
“Onlar, Allah’ın ahdini yerine getirir, verdikleri sözü bozmaz, Rablerinin rızâsını isteyip sabreder ve kötülüğü iyilikle savarlar.” [Ra’d, 20-22]
[Furkân sûre-i celîlesinin 63-73. âyet-i kerîmelerinde de müminlerin vasıfları uzunca beyân buyurulmaktadır.]
“[Mü’minler] büyük günâhlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelendikleri zaman da kusûrları bağışlar ve işlerini aralarında istişâre ederler.” [Şûrâ, 37-38]
“İnanıp hayırlı iş işleyen[mü’min]lerin kötülüklerini, and olsun örteriz, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfâtlandırırız.” [Ankebût, 7]
“Allah, onların [mü’minlerin] kötülüklerini örter, onlara işledikleri şeylerin en güzellerinin karşılığını verir.” [Zümer, 35]
“Allah, inanıp emirlerini yapan mü’minlere mağfiret ve büyük ecir vadetmiştir.” [Fetih, 29]
Müminlerle, Müslümânlarla ilgili olarak pekçok hadîs-i şerîften bazıları da şöyledir:
“Komşusu, kötülüğünden emîn olmayan, (kâmil) mü’min olamaz.” [Buhârî]
“Halkın elindekine göz dikmemek, mü’minin alâmetlerindendir.” [Dârekutnî]
“Çevrendekilerle güzel komşuluk et ve kendin için sevdiğini, istediğini başkaları için de sev, iste ki [tâm, kâmil] Müslümân olasın.” [Harâitî]
“Mü’min akıllı, basîretli, uyanıktır. Her işte Allah’ın rızâsını gözetir. Acele etmez, ilim sâhibidir, harâmlardan kaçar.” [Deylemî]
“Mü’min lanet etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz.” [Hâkim]
.15/02/2021
İyi bir insan olmak için...
"Bütün vaazların özü ve nasîhatlerin en kıymetlisi, Allah adamları ile buluşmak, onlarla birlikte bulunmaktır."
Mukaddes dînimiz İslâmiyette ana hedef: İyi fert, iyi âile, iyi cemiyet meydâna getirmektir. 6 Ülül-azm Peygamber, 313 Resûl ve 124.000 civârındaki Nebînin hedefi de insân-ı kâmil meydâna getirmektir. 100’ü “Suhuf=Sahîfeler, formalar, risâleler, küçük kitapçıklar” 4’ü büyük olmak üzere 104 kitâbın ana gâyesi de budur.
Hepimizin bildiği gibi, insanlar cemiyet hâlinde yaşamak mecbûriyetindedirler. Bu cemiyetin en küçük birimi de âiledir. Bu bakımdan âile, toplumun temel taşıdır.
Bilindiği üzere âile, insanların doğup büyüdükleri, yetişip geliştikleri ve terbiye gördükleri topluluktur. Bu yuva, cemiyetin küçük-büyük fertlerinin olgunlaştıkları, bir hayât okuludur. Âile içerisinde her ferd, birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu devam eder.
Malûmdur ki, çocuklar, Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, büyüklere hürmeti, küçüklere şefkati, vatan-memleket aşkını, devlete-millete hizmeti, “Ezân” ve “Bayrak”a saygıyı, gelenek ve göreneklerini hep âilede öğrenirler.
İnsanlar, Allah’ın ve Peygamberlerinin emir ve yasaklarına uydukları müddetçe, huzurlu ve rahat bir hayat yaşamışlar, birbirlerini sevip-saymışlardır. Emirlere ve yasaklara uymadıklarında ise, huzursuz olmuşlar, rahatları bozulmuş; ahlâksızlık, zulüm ve haksızlık bütün cemiyeti sarmıştır.
Peygamber Efendimizin vârisleri durumunda olan tasavvuf büyükleri de fertlere, âilelere ve bütün cemiyete; Allahü teâlânın ve Resûlullah Efendimizin sevgisini, güzel ahlâkı, yardımlaşma duygularını vermişler, bütün topluma hareket ve canlılık kazandırmışlardır. Her türlü sınıf ve imtiyâz farkını reddederek, sultânla çobanı, İslâm kardeşliği şuuru içinde eritmişlerdir. Tabîî biz, burada hakîkî tasavvuf büyüklerini kastediyoruz.
Cemiyetler, hakîkî tasavvuf büyüklerinin sohbet ve nasîhatlerinden nasiplerini aldıklarında, en huzurlu zamanlarını yaşamışlardır. İnsanlar, kötülüklerden ve bunalımlardan uzak durup, insanlığı ve medenîliği öğrenmişlerdir.
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât-ı şerîfesinin 213. mektûbunda buyuruyor ki:
"Bütün vaazların özü ve nasîhatlerin en kıymetlisi, Allah adamları ile buluşmak, onlarla birlikte bulunmaktır."
Demek ki bir Allah adamını tanımak çok kıymetlidir. Nasıl ki Eshâb-ı kirâm, Peygamber Efendimize kavuşmakla Eshâb-ı kirâm oldular ve çok kıymetlendiler. Bir Allah adamını tanıyan, seven ve sayan, Allahü teâlânın sevgili bir kulunun yolunu, izini takip eden kimse de, Eshâb-ı kirâmın kavuştuğu gibi, büyük nimete ve devlete kavuşur.
Bir kişi, Allahü teâlânın sevdiği ve seçtiği büyükleri inkâr etmediği, onlar hakkında şüphe etmediği ve yollarından gittiği müddetçe, çok büyük nimetlere kavuşur.
Netîce olarak: İyi bir insan, kâmil bir Müslümân olmak için, evvelâ, doğru bir itikâda sâhip olmak, yanî Ehl-i Sünnet itikâdında olmak lâzım. İkinci olarak da, fıkhî bilgilere vâkıf olup onlarla amel etmek gerekir.
.9/02/2021
Müslümanın temel vasıfları...
“Herhangi biriniz, kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, kâmil mümin olamaz.”
Bir müslümânın ana vasfı nedir? şeklinde bir suâl ile makâlemize başlayalım.
Cevap olarak hemen belirtelim ki, Müslümân, herkes için hayır ister. Peygamber Efendimiz, Buhârî ve Müslim’de zikredilen bir hadîs-i şerîfinde, bu konuda buyurmuştur ki:
“Herhangi biriniz, kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemedikçe, kâmil mümin olamaz.”
Diğer bir hadîs-i şerîfinde ise, “Kendin için sevdiğini (istediğini, arzû ettiğini); başkaları için de sev (iste, arzû et) ki (kâmil) Müslümân olasın” [Harâitî] buyurmuştur.
Ayrıca Müslümân, diliyle ve eliyle hiçbir kimseye zarar vermez. Bunu, Sevgili Peygamberimiz çok net bir şekilde şöyle ifâde buyurmuştur:
“Müslümân, dilinden ve elinden Müslümânların [diğer bir rivâyette: insanların] emîn oldukları kimsedir.” [Buhârî]
İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (yani dîni, aklı, nesli, bedeni ve malı) korumak olduğu bildirilmiştir. Bütün Peygamberler, ümmetlerine bildirdikleri emir ve yasaklarda, dâimâ bu beş şeyi gözetmişlerdir. Tabîî ki o Peygamberler, bu emir ve yasakları, kendiliklerinden değil, Allahü teâlâ nâmına, O’nun emriyle bildirmişlerdir. Bu beş esâsın gâyesi de, insanların îmânlarını muhâfaza ederek Müslümân olarak ölmeleridir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Ancak Müslümân olarak cân veriniz!” [Âl-i İmrân, 102]
Müminlerle, Müslümânlarla ilgili diğer hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir:
“Mümin, başkalarıyla ülfet eder [uzlaşır, anlaşır, uyuşur], kendisiyle de ülfet olunur. Ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur.” [Beyhekî]
“Mümin geçim ehlidir. Arkadaşına rahatlık verir. Münâfık ise geçimsizdir, arkadaşına sıkıntı verir.” [Dârekutnî]
“Mümin, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır.” [Taberânî]
“Mümin arıya benzer; konduğu dalı kırmaz, oraya zarar vermez. Toplayıp bıraktığı eseri de güzeldir.” [Beyhekî]
“Müminin yanına giren, güzel bir bahçeye girmiş gibi ferahlık duyar.” [Deylemî]
Tasavvufta da esas maksat, şu iki gâyenin gerçekleştirilmesidir:
Birincisi; İslâmın doğru itikâdının, yanî Ehl-i Sünnet vel-cemâat itikâdının yakînî ve vicdânî olmasını, yani sağlamlaşmasını, kalbe yerleşip sinmesini, şüphe getiren tesirlerle sarsılmamasını temîn.
Tasavvufun ikinci gâyesi ise; emir ve yasakları yerine getirip ibâdetleri yapmakta kolaylık bulmanın, ibâdetlerden lezzet almanın, işleri sırf Allah rızâsı için yapmanın, ihlâsın, Allahü teâlâyı görür gibi O’na ibâdet etmenin hâsıl olması, nefs-i emmâreden (kötülükleri emreden nefisten) doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir.
“Tasavvuf ilmi”, kalbin kötü huylardan sıyrılarak, iyi huylar kazanmasını sağlar; fertleri rûhen olgunlaştırır. Rûhen olgunlaşan fertlerden meydâna gelen cemiyetler de huzurlu ve problemsiz olurlar...
.8/02/2021
Müslümanlığın gayesi nedir?
İslâm dini; insanların, dünyâda ve âhirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan usul ve kâidelerdir.
Bir babanın veya annenin evlâdına olan şefkat ve merhametinden daha çok, kullarına şefkat ve merhamet eden Cenâb-ı Hak, insanları küfürden, dalâletten, sapıklıklardan, ahlâksızlıklardan, zulmetten, karanlıklardan, kötülüklerden, çirkinliklerden, bozukluklardan kurtarmak için, onlara “dîn” göndermiştir.
Umûmi bir tarif yapmak gerekirse “İslâm dîni”, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vasıtasıyla, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan usul ve kâidelerdir.
Zâten “Müslümânlığın gâyesi” de, “insanları, İslâm-ı hakîkî üzere yaşatıp onların îmân-ı kâmil ile bu dünyâdan göçmelerini sağlamak ve Cennet’te ebedî saadete erişmelerini temîn etmektir.”
Bunlar da, ancak hakîkî rehberlerin yol göstermeleriyle elde edilebilir. Peygamber Efendimizin rehberliğiyle, câhiliye ehlinin nasıl saadet ehli olduğu (asr-ı sâdete kavuştuğu) meydândadır. Peygamberimizin vârisleri olan hakîkî ulemâ ve evliyânın rehberlikleriyle de, nice sarhoşların, kumar ehli kişilerin, bozuk ahlâklı kimselerin yüksek ahlâklı insanlar oldukları ortadadır.
MÜSLÜMÂN NASIL TARÎF EDİLİYOR?
“Müslümân”a “mümin” de denilir. Mümin, Allah indinde çok kıymetlidir. Bir âyet-i kerîmede, “Eğer inanıyorsanız, en âlî/en yüce kimselersiniz”, diğer bir âyet-i celîlede ise, “Îmân edip sâlih amel işleyenler/yararlı işler yapanlar, mahlûkâtın en hayırlılarıdırlar” buyurulmuştur.
Müslümânların, müminlerin bütün vasıfları, Kur’ân-ı kerîmde de, Peygamber Efendimiz tarafından da bütün detaylarıyla anlatılmıştır. Ayrıca İslâm büyüklerinin de birçok sözleri bulunmaktadır.
Kur'ân-ı kerîmde “el-Mü’min” ve “el-Mü’minûn” isimlerini taşıyan iki sûre-i celîle vardır. “Enfâl”, “Mü’minûn”, “Ra’d”, “Furkân”, “Şûrâ”, “Ankebût”, “Zümer”, “Fetih” ve “Hucurât” sûrelerinde müminlerin birçok vasfı belirtilmiştir.
Gerek örgün eğitimde, okullarda, gerekse yaygın eğitimde de işin esâsı, hem kendisine faydalı, hem de âilesine, milletine, vatanına ve devletine, İslâmiyete ve Müslümânlara, hattâ bütün insanlığa faydalı birer unsur meydâna getirmektir.
Demek ki, terbiyenin, eğitimin gâyesi, iyi bir insan yetiştirmek ve bu insanı cemiyete faydalı bir hâle getirmektir. Zâten İslâm dîninde çocuk ve genç terbiyesinden, eğitiminden maksat da, çocukların ve gençlerin, Allahü teâlânın râzı olduğu, kulların beğendiği; âilesine, milletine, cemiyetine, vatanına, devletine ve bütün insanlığa faydalı birer insan olarak yetişmeleridir.
Şüphesiz ki, eğitimciler için nümûne-i imtisâl yani örnek insan, ideal eğitimci, bundan 14 asır evvel, tek başına teblîgâta başlayarak 23 sene gibi çok kısa bir zaman zarfında, târihin bir benzerini görmediği ve kıyâmete kadar da göremeyeceği 150.000 kâmil insanın meydâna gelmesine vesîle olan, asr-ı saâdetin baş mimârı sevgili Peygamberimizdir.
.02/02/2021
Cömertlik, iyi huyların en yükseklerindendir
Cömertliğin üstün derecesi olan îsâr çok büyük bir haslettir; bunu ancak büyük insanlar yapabilirler.
Osmânlı âlimlerinden Ebû Saîd Muhammed Hâdimî, “sehâvetin (cömertliğin), iyi huyların en yükseklerinden” olduğunu belirtmiştir.
“Cömerdlik, isrâf ile cimrilik arasında orta bir durumdur. Âzâ ile (uzuvlar, organlarla) vermek kâfî değildir. Ayrıca kalbin de verme işinden râzı olması, buna karşı çıkmaması lâzımdır.” (Yûsuf Sinânüddîn)
Cömertlik, kendine ihtiyâcı olmayan şeyleri başkalarına vermektir. Bunun bir üst mertebesi olan îsâr ise, kendine gereken şeyleri vermektir. Yani başkalarını kendine tercîh etmektir. Îsârı ancak büyük insanlar yapabilirler. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmı överken buyuruyor ki:
“Onlar, fakr u zarûret içinde olsalar bile, diğerlerini kendilerine tercîh edip öz cânlarından daha üstün tutarlar.” [Haşr, 9]
Medîne’nin yerlisi olanlar [Ensâr-ı kirâm], Medine’ye hicret eden Müslümânlara [Muhâcirlere] büyük fedâkârlıklarda bulunmuşlardır. Onları, bütün mâllarına ortak etmişlerdir. Resul-i Ekrem Efendimiz, ganîmetlerin taksîminde, Eshâbına iki teklîfte bulunmuştur:
Ya Ensârın evlerinden çıkıp başka bir yerde kalmaları şartı ile ganîmetlerin hepsi Muhâcirlere verilecek veya Muhâcirler, Ensârın evinde bir müddet daha kalmak şartı ile, ganîmetler Ensâr ile Muhâcirler arasında taksîm edilecekti.
Bu teklifler için Ensâr-ı kirâm, “Biz ganîmet istemeyiz. Hepsi Muhâcirlere verilsin! Onların evlerimizden çıkmalarına da aslâ râzı olamayız” dediler. Buna Peygamber Efendimiz çok memnun oldu.
Önce cân, sonra cânân demek uygundur. Yani önce kendimizi kurtaracağız, sonra başkalarını. Kendi itikâdımız, kendi ahlâkımız düzgün değilse, başkalarını nasıl kurtarabiliriz?
Mâl yönüyle de böyledir. Kendimiz yokluk içinde iken, elimizdekini başkalarına vermek doğru olmaz. Dînimizde, “Sadaka verirken isrâf etmeyin” buyuruluyor.
Muâz bin Cebel hazretlerinin bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine bir şey kalmadı. Ondan sonra “İsrâf etmeyin” âyeti geldi. Bir âyet-i kerîme meâli de şöyledir:
“Elini boynuna bağlayıp asma [cimrilik etme], büsbütün de açıp saçma. [İtidâlli ol, iktisâda riâyet et. Mâlını, kendine kalmayacak şekilde dağıtma.) Sonra kınanmış olur ve eli boş açıkta kalırsın.” [İsrâ, 29]
Abdullah İbn-i Mes’ûd hazretleri anlatır: “Bir çocuk, Resûlullah Efendimize gelip, bazı lüzûmlu şeyleri sayıp 'Annem beni sana gönderip şunları şunları istedi' dedi. 'Bugün bende bunların hiçbiri yok' buyurdu. 'Gömleğini bana ver' dedi. Hemen, mübârek gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve kendisi gömleksiz kaldı. Bu sebeple, namaz vakti geldiğinde, câmiye gidemedi. O zaman, işte bu âyet-i kerîme geldi..."
..1/02/2021
Dört türlü cömertlik vardır
“Peygamber Efendimiz insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de, yok dediği görülmemiştir..."
Geçen haftaki 2 makâlemizde, bir nebze cömertlikten bahsetmeye çalıştık; bazı âyet-i kerîmeleri ve bazı hadîs-i şerîfleri zikrettik. Tabîî ki cömertlik konusu, çok geniş bir konu; iki makâleye sığması mümkün değil. Onun için biz bugün ve yarınki makâlelerimizde de, yine bu konuya temâs etmek istiyoruz, hattâ ileride başka makâlelerimizde de, tekrâren bu konu üzerinde dursak, münâsip olur.
Büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî’ye, cömertliği sorduklarında, buyurdu ki:
“Dört türlü sehâvet (cömertlik) vardır: 1) Mal cömertliği: Zâhidlere mahsûstur. Onlar mâl verir, mârifeti yâni Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği: Müctehid olan âlimlere mahsûstur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği: Şehîdlere mahsûstur. Onlar da cânlarını vererek Cennet’i alırlar. 4) Kalp cömertliği: Âriflere mahsûstur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.”
Bir hadîs-i şerîfte “İnsanların en iyisi, insanlara faydalı olandır” buyurulmuştur. Mümin, herkesten duâ alan, elinden ve dilinden emîn olunan insandır. Aslâ ondan kimseye zarar gelmez. Hep etrâfına faydalı olur.
“Farzlardan sonra en çok sevap, dîn kardeşine iyilik edene verilir” hadîs-i şerîfi, iyiliğin önemini bildirmektedir. Dünyâ hayâtı çok kısadır, sanki bir hayâl gibidir. Esâs hayât, öldükten sonra başlar. Elde imkân ve fırsat varsa, birine iyilik yapmalıdır.
Fakat iyiliğin en üstünü, insanları ateşte yanmaktan kurtarmaktır. Yemek, mâl, mülk, ev, araba vermek de iyiliktir; ama bir kimseye yapılacak en büyük iyilik, ona doğru îmânı, farzı, vâcibi, sünneti, harâmı, mekrûhu, müfsidi öğretmek veya öğretilmesine sebep olmaktır. Meselâ Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından bir kitap vermektir. Bu iyilik, farzlardan sonra, Allahü teâlânın en çok sevap verdiği bir ibâdettir.
Peygamber Efendimiz, bazı hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur:
“Sırf Allah rızâsı için sadaka verene, kıyâmette Allahü teâlâ, 'Ey kulum, sen benim rızâmı gözettin, ben de seni hakîr etmem ve vücûdunu Cehenneme harâm kılarım. Haydi, Cennete istediğin kapıdan gir' buyurur.” [Deylemî]
“Sadaka, 70 çeşit belâyı önler. Bunların en hafîfi cüzzâm ve baras hastalıklarıdır.” [Hatîb]
“Sadaka vermeye engel olana, lanet olsun.” [Isfahânî]
Hindistân âlimlerinden Mevlânâ Muhammed Rebhâmî, “Riyâdun-nâsıhîn” isimli kıymetli eserinde yazıyor ki: “Peygamber Efendimiz insanların en cömerdi idi. Bir şey istenip de, yok dediği görülmemiştir. İstenilen şey varsa verir, yoksa cevap vermezdi. O kadar iyilikleri, o kadar ihsânları vardı ki, Rûm imparatorları, İrân şâhları, o kadar ihsân yapamazlardı. Fakat kendisi sıkıntı içinde yaşamayı tercîh ederdi ve severdi...”
Büyük velîlerden Bâyezîd-i Bistâmî (kuddise sirruh) “Bir kimsenin, Allahü teâlâya muhabbetinin (sevgisinin) gerçek olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömerdlik, güneş misâli şefkat, toprak gibi tevâzu (alçak gönüllülük) olmasıdır” buyurmuştur.
.26/01/2021
Sadaka malı çoğaltır...
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sadaka olarak verilen bir parça ekmek, Allah katında Uhud Dağı kadar büyür.”
Dünkü makâlemizde, cömertliğin tarîfini yaptık, Kur’ân-ı kerîmden bazı âyet-i kerîmeleri sizlere arzettik. Bugün de, bir kısım hadîs-i şerîfler ile bazı âlimlerin kıymetli sözlerine yer vermek istiyoruz.
Peygamber Efendimiz; “Cömertlik, Cennet ağaçlarından bir ağaçtır; dalları dünyâya uzanmıştır. Kim ondan bir dal tutarsa, o dal onu Cennet'e çeker” buyurarak, cömertliğin Cennet ehlinin vasfı olduğunu beyân buyurmuştur. İmâm-ı Buhârî bunu, “El-Edebül-Müfred”inde şu şekilde zikretmiştir: “Sehâvet, Cennet'te bir ağaçtır. Cömert olan onun bir dalını yakalamıştır. O dal onu, Cennet'e götürmeden bırakmaz...”
Peygamber Efendimize, “İslâmın hangi ameli en hayırlıdır?” diye sorulduğunda, ”Taâm (yemek) yedirmen ve tanıyıp tanımadğın kişilere selâm vermendir” cevâbını vermiştir.
Yine Sevgili Peygamberimiz “Cömertlik bütün ayıpları örter” (İhyâ) ve “Cömerdin yemeği şifâ, cimrininki dert, hastalıktır” (Dârekutnî) buyurmak sûretiyle cömertliğin önemini belirtmiştir.
Diğer hadîs-i şerîflerde de buyurulmuştur ki:
“Az da olsa sadaka verin. Parayı saklayıp vermeyene, Allah da ihsânını keser.” [Müslim]
“Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da günâhları yok eder.” [Tirmizî]
“Sadaka kibri yok eder.” [Tirmizî]
“Sadaka verenin rızkı artar ve duâsı kabul olur.” [İbn-i Mâce]
“Vallahi, sadaka vermekle mal eksilmez. O halde sadaka verin.” [İmâm Ahmed]
“Kendisine gerektiği şeyi, kendi arzû ve ihtiyâcını tehîr edip başkasına verirse, Allahü teâlâ onun günâhlarını affeder.” [İbn-i Hibbân]
“Sadaka vermede acele edin; çünkü belâ, sadakayı geçemez.” [Taberânî, Beyhakî]
“Sadaka verin. Çünkü sadaka, Cehennemden kurtuluşunuza sebep olur.” [Taberânî]
“İyilik ömrü artırır, sadaka günâhları giderir ve kötü ölümden korur.” [Taberânî]
“Sadaka olarak verilen bir parça ekmek, Allah katında Uhud Dağı kadar büyür.” [Taberânî]
“Sevâbı, Müslümân ana-babasına niyet edilerek verilen sadakanın sevâbı, onlara da gider, kendi sevâbından da bir şey eksilmez.” [Taberânî]
“Sadaka vererek rızkınızı bollaştırın.” [Beyhakî]
“Sadaka, kabir azâbından korur. Kıyâmette de himâye altına alır.” [Beyhakî]
“Hastalarınızı sadakayla tedâvî edin. Sadaka, her hastalığı ve belâyı defeder.” [Beyhakî]
“Sadaka, nâfile oruç tutmaktan daha fazîletlidir.” [Beyhakî]
“Gizli verilen sadaka, Allah'ın gazabını söndürür.” [Beyhakî]
“Rızkının bol olmasını isteyen sadaka versin.” [Deylemî]
“Sıkıntılarınızı sadakayla önleyin.” [Deylemî]
“Güne başlarken sadaka vermek, felâketleri önler.” [Deylemî]
“Sadaka, şeytânın belini kırar.” [Deylemî]
“Sadaka malı çoğaltır.” [İbn-i Adiy]
“İlmi olan ilminden, malı olan malından sadaka versin.” [İbn-i Sünnî]
“Sadaka malı artırır. Öyleyse sadaka verin.” [İbn-i Ebid-dünyâ]
“Bir hurma tanesi de olsa, sadaka olarak verin; çünkü o, az da olsa açlığı dindirir ve suyun ateşi söndürdüğü gibi günâhları yok eder.” [İbn-i Mübârek]
.25/01/2021
İslâmda cömertliğin önemi...
“Şeytân, sizi fakîrleşirsiniz diye korkutup, cimriliği, çirkin şeyleri emreder, sadaka verdirmek istemez..."
Güzel huylardan biri olan “Cömertlik”, Arapçada “cûd”, “sehâ” ve “sehâvet” kelimeleriyle ifâde edilir; cimriliğin zıddıdır.
Bunu belirttikten sonra, şimdi, asıl konumuza girmeden önce “Cömertlik”in bir tarifini yapalım:
“Cömertlik: Hiçbir karşılık beklemeden ihsânda, bağışta bulunmak, eli açık olmak; parayı, mâlı hayırlı, iyi yerlere dağıtmaktan lezzet almak; İslâmiyetin emrettiği yerlere seve seve vermek; dînin, vicdânın ve mürüvvetin (yanî insanlığın) vermeyi emrettiği yerde vermek kendisine zor gelmemek” şeklinde tarif edilmiştir.
Cömertlik, iyi huyların en yükseklerinden olup âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde övülmüştür. Kur’ân-ı kerîmde, birçok âyet-i kerîmede hakîkî müminlerin, müttekîlerin, takvâ ehli insanların vasıfları sayılırken, onların birr, infâk, ihsân, ikrâm yaptıkları, sadaka verdikleri, hayrât ve hasenât sâhibi oldukları zikredilmiştir:
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı hakîminin hemen başında, Bakara sûresinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler.” (Bakara, 3)
“Sana, neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: Hayır olarak infâk edeceğiniz şey, anne-babaya, yakınlara, yetîmlere, yoksullara ve yolda kalmış kimseleredir. Hayır olarak her ne yaparsanız, Allah onu şüphesiz bilir.” (Bakara, 215)
“Ey îmân edenler, hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefâatin olmadığı gün gelmezden evvel, size rızık olarak verdiklerimizden infâk edin. Kâfirler, onlar zulmedenlerdir.” (Bakara, 254)
“Mallarını Allah yolunda infâk edenler, sonra infâk ettikleri şeyin peşinden başa kakmayan ve eziyet vermeyenlerin ecirleri, Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” (Bakara, 262)
“Şeytân, sizi fakîrleşirsiniz diye korkutup, cimriliği, çirkin şeyleri emreder, sadaka verdirmek istemez. Allah ise, kendi lutfundan size mağfiret ve bol nimet vadediyor. Allah'ın ihsânı geniştir, her şeyi hakkıyla bilendir.” [Bakara, 268]
“Onlar ki, mallarını gece-gündüz; gizli-açık infâk ederler. Artık bunların ecirleri Rableri katındadır, onlara korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” (Bakara, 274)
(Ayrıca Bakara sûresinin 263, 264, 267, 271, 273, 276. âyet-i kerîmelerinde de bu konuya temâs buyurulmuştur.)
Âl-i İmrân sûresinde ise şöyle buyurulmaktadır:
“Sevdiğiniz şeylerden infâk edinceye kadar aslâ iyiliğe eremezsiniz. Her ne infâk ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
“Onlar, bollukta da, darlıkta da infâk edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar(daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)
“Onlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infâk ederler.” (Enfâl, 3)
(Nisâ 38, 39 ve 114’te de bu konu mevzû-i bahis edilmektedir.)
Bu konuda daha birçok âyet-i kerîme vardır; biz, sâdece birkaç örnek vermiş olduk, onlardan bir kısmına da diğer makâlelerimizde temâs edelim inşallah...
.19/01/2021
Ezân nasıl okunur?
Ezân okuyana "müezzin” denir. Müezzin, ezânı yüksek bir yerde herkese duyurmak için yüksek sesle okur.
Ezânın kelimeleri yedidir: Allahü Ekber (4 kerre): Allahü teâlâ büyüktür. O’na bir şey lâzım değildir. Kulların ibâdetlerine de muhtaç olmaktan uzaktır. İbâdetlerin, O’na hiçbir faydası yoktur.
Eşhedü En Lâ İlâhe İllallah (2 kerre): Kibriyâsı, büyüklüğü ile ve kimsenin ibâdetine muhtaç olmadığı hâlde, ibâdet olunmaya O’ndan başka kimsenin hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. Hiçbir şey O’na benzemez.
Eşhedü Enne Muhammeden Resûlullah (2 kerre): Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem) O’nun gönderdiği Peygamber olduğuna, O’nun istediği ibâdetlerin yolunu bildiricisi olduğuna ve Allahü teâlâya, ancak O’nun bildirdiği, gösterdiği ibâdetlerin yaraşır olduğuna şehâdet eder, inanırım.
Hayye Ales-salâh (2 kerre)-Hayye Alel-felâh (2 kerre): Müminleri felâha, saâdete, kurtuluşa sebep olan namaza çağıran iki kelimedir. Sabah ezânı okunurken “Es-salâtü hayrun minen-nevm” (Namaz uykudan hayırlıdır) diye iki defâ söylenir.
Allahü Ekber (2 kerre): O’na lâyık bir ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibâdetinin O’na lâyık, yakışır olmasından, çok büyüktür, çok uzaktır.
Lâ İlâhe İllallah (1 kerre): İbâdete, karşısında alçalmaya müstahak olan, hakkı olan ancak O’dur. O’na lâyık bir ibâdeti kimse yapamamakla berâber, O’ndan başka kimsenin ibâdet olunmaya hakkı yoktur.
Câmilerin sembolü olan, üzerine çıkılıp ezân okunan minârelerin ilkini, Eshâb-ı kirâmdan Mesleme bin Mahled (radıyallahü anh), Mısır’da vâliyken, hicrî elli sekiz (58) senesinde, Hazret-i Muâviye’nin emriyle yaptırdı.
Ezân okuyana "müezzin” denir. Müezzin, ezânı yüksek bir yerde herkese duyurmak için yüksek sesle okur.
Cumâ namazındaki birinci ezân, Hazret-i Osman zamânında başlamıştır. Minârede ve cumâ hutbesi okunacağı zaman, birkaç müezzinin bir ezânı birlikte okumalarına “ezân-ı cavk” denir. Bir arada çıkan yanık, hazîn insan sesleri uzaktan işitilince, kalplere ve rûhlara tesir eder, insana mânevî bir coşkunluk verir. Asırlardan beri yapıldığı için İslâm âdeti olmuştur. [İbn-i Âbidîn]
Peygamber Efendimizin ezân ile ilgili hadîs-i şerîflerinden bâzıları şunlardır:
“Ezân sesini duyduğunuzda, müezzinin dediği gibi siz de söyleyin.” (Buhârî)
“Seslendi ol müezzin, durdu ikâmet eyledi,
Kâbe’ye döndü yüzün, hem de niyyet eyledi.
Duyunca ehl-i îmân, hürmet ile dinledi,
Sonra, namaza durup, Rabbe kulluk eyledi.”
“Her kim yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezân, sol kulağına da ikâmet (kâmet) okursa, Ümmü Sıbyân denilen havâle hastalığından korunmuş olur.” (İhyâ)
Ezândan sonra salât ve selâm okumak ilk olarak, hicrî 781 (M. 1351) senesinde Sultan Nâsır Selâhaddîn’in emriyle Mısır’da başladı. Cenâze olduğunu bildirmek için minârelerde salât okunması mûteber (kıymetli) kitaplarda yazılı değildir. Çirkin bir bid’attır. Dinde sonradan ortaya çıkarılan bir iştir.
.18/01/2021
Ezân, namaza davettir...
Ezân, bildirilen kelimelerle ayakta okunur. Tercümeleri hangi lisânda olursa olsun okunmaz...
“Ezân” lügatte “Bildirmek, herkese bildirmek, davet, çağrı” demektir. “Namaz vakitlerini bildirmek, Müslümânları namaza dâvet etmek (çağırmak) için, yüksek bir yerde belli olan Arabca kelimeleri sırası ile okumak”a “Ezân” denilir.
Hemen makâlemizin başında ifâde edelim ki, İslâm âlemşümul (evrensel) bir dîndir, onun için, daveti de (ezân da) beynel-milel (uluslararası)dır.
Ezân, bildirilen kelimelerle ayakta okunur. Tercümeleri hangi lisânda olursa olsun okunmaz. Okunduğu zaman ibâdet değiştirilmiş olur. Ezânın tercümesini okumak, ezân olmaz. Manâsı anlaşılsa da, ezân başka dillerle okunamaz. (Seyyid allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn)
Ezân, câmi, fıkıh kitapları gibi İslâmiyet'in kıymet verdiği şeyleri aşağılamak küfürdür. (Ebû Saîd Muhammed Hâdimî)
Ezânda, İslâm inancı ve dînin esâsları çok vecîz olarak anlatılmıştır. Burada Allahü teâlânın birliği ve büyüklüğü, Muhammed aleyhisselâmın Allah’ın kulu ve resûlü olduğu, günde beş defâ, dünyânın her tarafında, bütün insanlığa duyurulur.
Ezân okumak, ilk defa, hicretin birinci senesinde, Medîne-i münevverede başladı. Bundan önce, namaz vakitlerinde yalnız “Es-salâtü câmiatün=Namaz toplayıcıdır” denirdi.
Müslümanların her namaz vaktinde, kendiliklerinden câmide toplanmaları güçleşince, Peygamber Efendimiz, Eshâbına namaz vakitlerinin nasıl bildirilmesi gerektiğini sordu. O istişâre esnâsında, kimisi Hıristiyânlar gibi nâkûs, yâni çan çalalım, bâzıları da Yahûdîler gibi boru öttürülsün dediler.
Kimisi de, namaz vakti ateş yakıp yukarı kaldıralım teklîfinde bulundu. Fakat Resûlullah Efendimiz, bunların hiçbirini kabul etmedi.
O gece, Eshâb-ı kirâmdan Hazret-i Ömer ve Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe (radıyallahü anhümâ), rüyâda ezânın nasıl okunduğunu görüp, Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve selem) bildirdiler.
Peygamber Efendimiz de; “Bu rüyâ, inşâallah hak, gerçek bir rüyâdır. O kelimeleri, Bilâl’e öğretin, o da okusun” buyurdu. (Serahsî, İbn-i Âbidîn)
Medîne’de ilk ezân okuyan Bilâl-i Habeşî’dir (radıyallahü anh). Mekke’de ise Habîb bin Abdurrahmân (radıyallahü anh) oldu.
Ezân, Müslümân ve akıllı biri tarafından yükseğe çıkarak okunur. Deli, fâsık, çocuk, Müslümân olmayan, kadın, cünüb olan, sarhoş ezân okuyamaz. [Son zamanlarda, Amerika'da, şaklaban ve başı açık bir kadına, bir katedralde (kilisede), cuma namazı için ezân okuttular, ne idüğü belirsiz bir kadına da cuma namazı kıldırttılar.]
İkâmet (kâmet) de, farz namaza başlamadan önce okunması sünnet olan, ezâna benzeyen sözlerdir. Ezândan farkı, fazla olarak “Hayye alel-felâh”tan sonra “Kad kâmetis-salâtü” (Namaz başladı) cümlesidir.
Kadınlar, ezân ve ikâmet okumazlar. Vakti girmeden önce okunan ezân ve ikâmet, vakti girince tekrâr okunur. Kâmet okumak ezân okumaktan efdaldir (üstün ve kıymetlidir).
Ezân, farz namazların vaktinde kılınması veya kazâsı sırasında okunur. Bayram, cenâze, vitir, terâvîh namazları için, ezân ve ikâmet okunmaz. Ezân ve ikâmet kıbleye karşı okunur. Okunurken konuşulmaz ve selâma cevap verilmez. Ezân ve kâmet sırasında konuşulursa, her ikisi tekrar okunur.
.12/01/2021
İhlâsın önemi hakkında...
“Amellerin kabul olması ihlâsa, yâni bütün işleri yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmağa bağlıdır.”
Dünkü makâlemizde, bir nebze, “İhlâs”tan bahsetmeye çalıştık; bugün de, bu konuda, birkaç kelime daha arz edelim...
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi aleyh) hazretlerine "İhlâsı kimden öğrendiniz?" diye sorduklarında; "Mekke-i mükerremede bulunuyordum. Bir berber gördüm. Ona, "Allah rızâsı için benim saçlarımı düzeltebilir misin?" dedim.
Berber "Elbette" dedi. O sırada, mevki sâhibi birini tıraş etmekte idi. Hemen onun tıraşını bırakıp; "Efendi, kalk. Bir kimse Allah için bir şey istediği zaman, bütün işler durur, derhâl ona bakılır" dedi.
Sonra berber koltuğuna beni oturtup tıraş etti. Sonra da bana bir mikdâr altın verip; "İhtiyaçların için lâzım olur, onlara harcarsın" dedi.
Ben bu hâle çok hayret edip elime geçecek ilk parayı kendisine hediye etmeye niyet ettim... Az bir zaman sonra, bana Basra'dan bir kese altın gönderdiler. Hemen götürüp o keseyi ona verince, sebebini sordu. Ben de niyyetimi açıkladım.
Bunun üzerine bana, "Sen, 'Allah rızâsı için beni tıraş et' dedin. Ben de o niyyetle seni tıraş ettim. Şimdi bunları alırsam, niyyetimde bir değişme olmasından korkarım" dedi...
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi aleyh) ise buyurdu ki:
"İhlâs, insanların teveccüh, alâka göstermelerinden sakınıp ameli yalnız Allah için yapmaktır. Sıdk ise; nefsi, yaptığı ameli beğenmekten temizlemektir. Bunun için ihlâs sâhibi muhlislerde riyâ, gösteriş; sıdk sâhibi olan sâdıklarda da ucub (amelini güzel görmek) hâli bulunmaz." Bu vesîleyle, onun bir sözünü daha nakledelim:
"Sıdk; insanlara karşı, olduğun gibi görünmen veya onlara karşı, göründüğün gibi olmandır."
Tanınmış büyük evliyâdan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi aleyh), bütün işleri ihlâs ile, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, bir misâl ile şöyle izâh etmiştir:
"Nîşâbûr’lu bir ilim talebesi ile bir tâcir yol arkadaşı oldular. Talebe çok fakîr olduğundan, ayakkabısı yoktu. Yalın ayak yürürken, o tâcir ona bir çift ayakkabı verdi. Sonra tâcir, talebeye ikide bir;
-Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü... Sivri taşlara basma... Ayaklarını sürüme... Dikenli yerlerden gitme… Ayakkabıyı eskitme... diye tenbîh ediyordu.
Bu tenbîhler talebeyi usandırdı. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı, tâcirin önüne bıraktı ve;
-Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için herhangi bir şart koşmuyordu. Şimdi senin verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam, dedi.
İşte burada olduğu gibi, yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı, Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur...”
“Amellerin kabul olması ihlâsa, yâni bütün işleri yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmağa bağlıdır.” (İmâm-ı Rabbânî)
“Gazâ ordusu, duâ ordusunun yardımına muhtaçtır. İhlâs ile yapılan duâ muhakkak kabul olur.” (Ebû Saîd Muhammed Hadîmî)
.11/01/2021
"İhlâssız amel, sahte para gibidir..."
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: "İhlâs; ameli, Allahü teâlâ için olmayan karışık düşünce ve niyetlerden arındırmaktır."
Biz, bugün ve yarınki makâlelerimizde, bir nebze “İhlâs”tan bahsetmeye çalışacağız.
Zîrâ Seyyid Muhammed Behâeddîn-i Buhârî Şâh-ı Nakşibend hazetlerinin hocası Seyyid Emîr Külâl (kuddise sirruhumâ) "İhlâssız amel, sahte para gibidir, kabûl edilmez" buyurmuştur.
Sehl-i Tüsterî'ye (rahimehüllah), "İnsanın nefsine en çok ağır gelen şey nedir?" diye sorduklarında, "İhlâstır" cevâbını vermiş; "Zîra ihlâsta nefsin nasîbi yani payı yoktur" diye bir açıklamada da bulunmuştur.
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) ise, ihlâs ile, uzun yılların amelinin, işinin, kısa zamanda ele geçeceğini açıklamıştır.
Sevgili Peygamberimizin mübârek dâmâdı, amcazâdesi, Hulefâ-i râşidînin ve Aşere-i mübeşşerenin 4.sü Hazret-i Alî (radıyallahü anh) “Az amel yaptım diye üzülmeyin. 'Kabul oldu mu?' diye endişe edin! Buna ihtimâm gösterin” buyurmuştur.
Evliyânın büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh), kendisine sorulan “İhlâs nedir?” sorusuna; "Amellerin âfetlerinden kurtulmaktır" cevâbını vermiştir.
Hindistan'da yetişen en büyük âlim, velî, müceddid ve müctehidlerden sayılan İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ise buyurdu ki: “İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevap) hâsıl eder.”
Az bir amele bile çok değer kazandıran ihlâsla ilgili, muhtelif asırlarda, muhtelif memleketlerde yaşamış birkaç ulemâ ve evliyânın bazı sözlerini naklederek onlarla bereketlenmek istiyoruz.
Velîlerin büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: "İhlâs; ameli, Allahü teâlâ için olmayan karışık düşünce ve niyetlerden arındırmaktır."
Irâk evliyâsından Ali Sincârî (rahmetullahi aleyh), talebesine sık sık buyururdu ki: "İhlâs; bütün işleri, insanların rızâsı için değil, Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır."
Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi aleyh) de, İhlâs hakkında buyurdu ki: "İhlâs, âhiretteki nimet ve azâplara yakînen inanmanın alâmetidir. İbâdetlerdeki riyâ, gösteriş de, âhiretteki nimet ve azâplara inanmakta tereddüd olduğunun alâmetidir."
Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: "Kırk gün ihlâslı olan, dünyâda zâhid olur, onun kerâmeti görülür."
İstanbul'da yetişen meşhûr velîlerden Cemâleddîn Mahmûd Hulvî (rahmetullahi aleyh) de buyurdu ki: "İhlâs, her şeyin Allahü teâlânın rızâsı için yapılması, amelin kabûlüne vesîle olan güzel düşünce(niyyet)dir."
.05/01/2021
Kur’ân-ı kerîmin tefsîri
Kur'ân-ı kerîmi, tâm olarak yalnız Resûlullah efendimiz anlamış, kapalı âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâmına açıklamıştır.
Dünkü makâlemizde, hukûkî bir konuda iyi bir hukûkçuya, tıbbî bir konuda iyi bir tıp uzmanına ihtiyaç olduğu gibi dîn konusunda da, hele kelâm-ı İlâhî olan Kur’ân-ı kerîmin tefsîri konusunda da, bazı dîn ilimlerini bilmeye ihtiyaç olduğundan bahsettik. Bu gâyet bedîhîdir, son derece açıktır; aklî melekeleri yerinde olan herkesin kabul edeceği kesin bir husustur. Mâlî konularda da, bir hesap uzmanı, bir mâlî müşâvir, bir vergi müfettişi gibi iktisâdî ve mâlî konularda yetişmiş elemanlara ihtiyaç olduğunda şüphe yoktur.
Bir âyet-i kerimeyi doğru anlayabilmek için de, Tefsîr usûlünden bahseden bütün kitaplarda belirtildiği üzere [aslında hadîs ve fıkha dâir bütün metodoloji kitaplarında da böyledir], bir âyet-i kerîmenin doğru olarak anlaşılabilmesi için, bazı merhaleler vardır:
1- Evvelâ, o âyeti açıklayan başka bir âyet var mı, yok mu? Önce buna bakılması lâzım.
2- İkinci merhalede, âyetin tefsîri için sünnete başvurmak lâzımdır. Sünnet Allah'ın kitâbının beyânıdır. Sünnet, Kur’ân’ı şerh ve îzâh eder. Zîrâ Allahü teâlâ, Resûlüne “beyân” vazîfesi vermiştir:
“İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’ân'ı indirdik.” [Nahil, 44]
Ayrıca Kur’ân-ı kerîmde, Resûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in vereceği hükümlerin, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirildiği de ifâde ediliyor.
“Allah'ın sana gösterdiği şekilde, insanlar arasında hükmedesin diye, sana Kitâb'ı hak ile indirdik; hâinlerden taraf olma.” [Nisa, 105]
3- Bir âyetin açıklaması, diğer âyetlerde ve hadîslerde bulunamazsa, o takdîrde, 3. merhale olarak, Kur’ân-ı kerîmin nüzûlüne şâhit olan Sahâbe-i güzînin îzâh ve tefsîrine başvurulur. Malûm olduğu üzere, onlar ilim, amel ve anlayış bakımından bu ümmetin en önde gelenleridirler. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde de medholunmuşlardır.
4- Konunun açıklaması, Sahâbe-i kirâmın sözlerinde de bulunamazsa, o zaman Mücâhid İbn Cebr, Saîd İbn Cübeyr, İkrime, Atâ İbn Ebî Rebâh, el-Hasanü'l-Basrî, Mesrûk İbnü'l-Ecda, Saîd İbnü'l-Müseyyeb gibi Tâbiînin büyüklerinin söylediklerine mürâcaat edilir.
Biz burada, bu ümmetin en büyük âlimlerinden olan İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh)'in "Hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmin tefsîri, İslâm âlimlerinin sözleri de hadîs-i şerîflerin açıklamalarıdır" sözünü nakletmeyi çok lüzûmlu görüyoruz.
Biz, mukaddes kitâbımızı ve şerefli Peygamberimizi doğru bir şekilde anlamak için, sık sık muteber tefsîrlere ve muteber hadîs-i şerîf şerhlerine mürâcaat ediyoruz.
[Bu vesileyle ifâde edeyim ki, benim şahsî Kütüphânemde 50-60 adet tefsîr vardır.]
“Tefsîr”: “Örtülü, kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek, beşerî kudret dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki murâd-ı İlâhîyi (Allahü teâlânın murâdını) anlamak” demektir.
Kur'ân-ı kerîmi, tâm olarak yalnız Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) anlamış, kapalı ve anlaşılması zor olan âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâmına açıklamıştır. Bu sebeple, Kur'ân-ı kerîmin hakîkî tefsîri, Peygamber Efendimizin bu açıklamalarıdır.
.4/01/2021
Tefsîr için hangi ilimler lazım?
Tefsîr işi, herkesin yapabileceği, dîn ilimlerinde ihtisâsı olmayan kişilerin cesâret ve cür’et edebilecekleri bir iş değildir.
Önce bir husûsun altını kalın çizgilerle çizmek lâzım:
Gâyet bedîhî, son derece açık bir husûstur ki, herhangi bir hukûkî mevzûda, bir avukat, hukûk müşâviri, savcı, hâkim gibi hukûk tahsîli yapmış bir hukûkçuya ihtiyâcımız oluyor mu, olmuyor mu? Lüzûm ettiğinde Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesine mürâcaat gerekiyor mu, gerekmiyor mu? Bakın suâlim çok net.
Yine herhangi bir tıbbî konuda, bir hemşire, sağlık memûru, eczâcı, doktor, tıp tahsîli yapmış bir tıp adamına ihtiyâcımız var mı, yok mu? Herhangi bir hastalığımız konusunda, yoldan geçen herhangi bir kişiden bilgi alıyor muyuz? Yoksa mütehassıs bir tabîb, hattâ bir tıp doçenti, bir tıp profesörü bulalım demiyor muyuz?
Farz-ı muhâl ben (kendimden misâl vereyim de başkaları alınmasın), tıp tahsîlim olmadığı hâlde, akademisyenliğime güvenerek, hem de profesörüm diyerek, bir hastayı ameliyât etmeye kalksam, o hastanın hâli ne olur? Şüphe yok ki, öbür âlemi boylar!.. Atalarımız ne demişler? “Yarım doktor cândan, yarım dülger mâldan, yarım hoca da dînden eder” demişlerdir.
Şimdi işin ehli olan veya olmayan herkes, Kur’ân-ı kerîm meâli yazma ve tefsîr yapma yarışına girdiler. Hâlbuki bu kişiler, Bedrüddîn Zerkeşî’nin “el-Burhân fî Ulûmil-Kur’ân” (4 cild) ve yüzlerce eser yazmış, büyük âlim, İmâm Suyûtî’nin “el-İtkân fî ulûmil-Kur’ân” (2 cild) isimli eserleri başta olmak üzere, “Ulûmul-Kur’ân” ve “Usûl-i Tefsir” konusunda yazılmış, Arapça ve Türkçe eserlere baksalar, tefsîr işinin ne kadar ciddî bir iş olduğunu anlarlar. Elektrik işinden anlamayan bir kimse, kablolar arasında gelişigüzel dolaşırken bir kısa devre yapıp kömür olabilir. Bu iş de öyle tehlikelidir. Yüzme bilmeyenin okyanusa dalmasına benzer.
Tefsîr işi gelişigüzel, herkesin yapabileceği, dîn ilimlerinde ihtisâsı olmayan kişilerin cesâret ve cür’et edebilecekleri bir iş değildir. Kur’ân-ı kerîmi tefsîr için, sâdece Arabî bilmek de kâfi değildir; pekçok ilmi bilmek lâzımdır. Meselâ Beyrût’ta, ana dili Arapça olan papazlar vardır; bunlar Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilirler mi?
Burada mevzû-i bahis olan, Allahü teâlânın mucize kelâmı olan Kur’ân-ı kerîmdir; murâd-ı İlâhîdir. Tefsîr ve meâlde, herhangi bir sûre-i celîlede, bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın ne kasdettiği ortaya konulmaya çalışılıyor. Bu, alelâde insanların yapacakları bir iş olabilir mi?
Herkesçe bilindiği gibi Hukûk Sistemlerinde, "Anayasa"ları açıklayan kânûnlar, tüzükler, yönetmelikler, tamîmler, teblîğler ve talîmât vardır.
Anayasadan sonra yazılanları bir tarafa atıp "ben, sâdece Anayasaya bakarım" denilemeyeceği gibi, "ben, sâdece Kur'ân-ı kerîme bakarım, diğer dînî delîllere sırt çeviririm" de denilemez.
[Bu konudaki merhaleleri, inşâallah yarınki makâlemizde zikredelim.]
.
..
...xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Edâsı farz olan ibâdetin kazâsı da farzdır
13 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :13 Şubat 2024 05:58
Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde, namaz kılmayan kâfir olmuyor, ancak önem vermezse kâfir oluyor.
Dünkü makâlemizde mühim bir usûl-i fıkıh kâidesinden bahsettik; o da şudur: “Edâsı farz olan ibâdetlerin kazâsı da farzdır; edâsı vâcib olan ibâdetlerin kazâsı da vaciptir.”
Âkıl (akıllı), bâliğ (ergenlik çağına gelmiş) erkek ve kadın her Müslümâna, her gün ve gecede, beş vakit namaz kılmak farz-ı ayındır. Namaz kılmayanlarla alâkalı çok şiddetli hadîs-i şerîfler mevcuttur. Bugün birkaç tanesini ele almak istiyoruz:
“Bizimle kâfirlik arasındaki fark namazdır. Namazı terk eden kâfir olur.” [Nesâî]
“Namazı kasten terk eden kâfirdir.” [Taberânî]
“Namaz kılmayanın Müslümânlığı yoktur.” [Bezzâr]
“Namaz kılmayanın dîni yoktur.” [İbn-i Nasr]
“İmân, namaz demektir. Namazı itinâyla, vaktine ve diğer şartlarına riâyet ederek kılan, mü’mindir.” [İbn-i Neccâr]
“Namaz kılmayanın İslâm’dan nasîbi yoktur” hadîs-i şerîfiyle yukarıdaki hadîs-i şerîflerin açıklamalarına dikkatli bir şekilde bakmak lâzımdır:
Ehl-i sünnet âlimleri söz birliğiyle, “İbadetler îmândan parça değildir” buyurmuşlardır. Yalnız, namazda söz birliği olmamıştır. Hadîs ve Fıkıh imâmlarından İmâm Ahmed ibn-i Hanbel, İshâk ibn-i Râheveyh, Abdullah ibn-i Mübârek, İbrâhîm-i Nehaî, Hakem bin Uteybe, Eyyûb-i Sahtiyânî, Dâvûd-i Tâî, Ebû Bekir ibn-i Ebî Şeybe, Zübeyr bin Harb ve daha pekçok büyük âlim, “Bir namazı bile bile, kasten kılmayan kimse kâfir olur” demişlerdir.
Ezher ulemâsının reîslerinden Abdurrahmân el-Cezîrî, “Kitâbül-fıkh alel-mezâhibil-erbea” isimli kitâbında diyor ki: Hanbelîler ile Abdullah bin Mübârek, İshâk bin Râheveyh ve bazı Şâfiî âlimleri dediler ki: Namazı mazeretsiz olarak, kasten terk eden kimse kâfir olur. Bu söz, Hazret-i Ali’den de nakledilmiştir. Bunlar, delîl olarak Tevbe sûresinin “Eğer müşrikler tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse, serbest bırakın” meâlindeki 5. âyet-i kerîmesini bildirmişlerdir. Resûlullah Efendimiz, bu âyet-i kerîmeyi açıklayarak buyurdu ki: “Müşrikler Lâ ilâhe illallah deyinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum.” [Buhârî]
Diğer üç mezhep mensupları ise, “Bir kimse namaz kılmayı, zekât vermeyi vazîfe bilmez, farz olduğuna inanmaz, bunları yerine getirmediği için üzülmez, günâha girdiğini bilmezse, o zaman kâfir olur” demişlerdir. Yani Hanefî, Mâlikî ve Şâfiî mezheplerinde, namaz kılmayan kâfir olmuyor, ancak önem vermezse, yine o mezheplerde de kâfir oluyor.
Diğer bazı hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“İmân ile küfür arasındaki fark, namazı kılıp kılmamaktır.” [Tirmizî]
“Beş vakit namazı terk eden, Allahü teâlânın hıfz ve emânından mahrûm olur.” [İbn-i Mâce]
“Namaz kılmayanın Müslümânlığı, abdest almayanın namazı yoktur.” [Bezzâr]
“Kasten [mazeretsiz] namaz kılmayanın diğer amellerini, Allahü teâlâ kabûl etmez. Tevbe edinceye kadar da, Allah’ın himâyesinden uzak olur.” [İsfehânî]
“Namaz, îmânın başı ve Cehennemden kurtarıcıdır.” [Miftâhul-Cennet]
Namaz her işten önemlidir. Peygamber Efendimiz, “Namaz, dînin direğidir” buyurmuştur. (Taberanî, Beyhekî)
.
Îmânın Şubeleri-1
26 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :26 Şubat 2024 01:27
Bu hafta; îmânın cüzlerinin ve bunun gereği olan hasletlerin neler olduğunu, “Muhtasaru Şuabil-îmân”ından aynen tesbît edelim...
8-9 Ocak 2024 târihlerinde yazdığımız 2 makâlemizde, “Îmânın Şubeleri”ne dâir hadîs-i şerîften bahsetmeye başlamıştık; ancak araya "üç aylar" girince, Ocak ayındaki 6 makâlemiz ile Şubât ayındaki 6 makâlemizde Üç aylar, Recep ayı, Regâib ve Mi’râc kandilleri, Şa’bân ayı ve Berât kandilinden bahsetmek durumunda kaldık. Bazı makâleler günlüdür; onlardan zamanında bahsetmezseniz, tekrâren bahsetmek bir sene sonraya kalır. Şimdi biz bugün ve yarınki makâlelerimizde, yarım kalan mevzûmuza devâm edelim inşâallah.
Îmânın cüzlerinin ve bunun gereği olan hasletlerin neler olduğunu, İmâm, Muhaddis Ebû Bekr Ahmed İbnü'l-Hüseyn el-Beyhakî'nin (384-458) “Şu'abu'l-Îmân” isimli eserini ihtisâr eden Ebû Ca'fer Ömer el-Kazvînî'nin (v. 699) “Muhtasaru Şuabil-îmân”ından aynen tesbît edelim:
1-Allah'a (azze ve celle) îmân. 2- Allah'ın (azze ve celle) resûllerine (sallallahü aleyhim ve sellem) îmân. 3- Meleklere îmân. 4- Kur'ân'a ve ondan önce indirilmiş olan kitapların hepsine îmân. 5- Kaderin hayrının ve şerrinin Allah'dan (azze ve celle) olduğuna îmân. 6- Âhiret gününe îmân. 7- Öldükten sonra dirilmeye îmân. 8- İnsanların kabirlerinden diriltildikten sonra (hesap için) meydânda haşrolunacaklarına (toplanacaklarına) îmân. 9- Mü'minlerin yurt ve karârgâhlarının Cennet, kâfirlerin varacakları yer ve karârgâhlarının Cehennem olacağına îmân.
10- Allah'ı (azze ve celle) sevmenin vücûbuna îmân. 11- Allah'dan (azze ve celle) korkmanın vücûbuna îmân. 12- Allah'dan (azze ve celle) recâ'da (ümîdde) bulunmanın vâcib olduğuna îmân. 13- Allah'a (azze ve celle) tevekkül etmenin vâcib olduğuna îmân. 14- Hazret-i Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) muhabbetin vâcib olduğuna îmân. 15- Hazret-i Peygamber'i (sallallahü aleyhi ve sellem) ta'zîm, tebcîl ve tevkîrin (hürmet etmenin) vâcib olduğuna îmân. 16- Kişinin, dîni üzerinde büyük bir hırs göstermesi, öyle ki ateşe atılmak, ona küfürden daha sevimli gelmeli. 17- İlim taleb (ve tahsîl) etmek. 18- İlmi neşretmek. 19- Kur'ân-ı mecîd'e ta'zîmde bulunmak. Bu da onu öğrenmek, öğretmek, hudûd ve ahkâmını hıfzetmek, helâl ve harâmını bilmek, Kur'ân ehlini ve Hâfızlarını tebcîl etmek, âyetlerin ma'nâlarını düşünüp Allah'ın vaîdinden korkup ağlamak sûretiyle olur.
20- Tahâretler. 21- Beş vakit namaz. 22- Zekât. 23- Oruç. 24- İ'tikâf. 25- Hacc. 26- Cihâd. 27- Allah (azze ve celle) yolunda nöbet. 28- Düşmâna karşı sebât. 29- Mücâhidlerin ganîmetten beşte birini, devlet başkanına veya vazîfelendirdiği kişiye (beytül-mâle) vermeleri.
30- Allah'a (azze ve celle) kurbet kasdiyle köle âzâd etmek. 31- Cinâyetler sebebiyle vâcip olan keffâretler. 32- Akidleri yerine getirmek. 33- Allah'ın (azze ve celle) ni’metlerinin müteaddid ve onlara şükrün vâcip olması. 34- Dili, ihtiyâcı olmayan şeylerden korumak ki, buna yalan, gıybet, nemîme, fuhuş=kötü söz dâhildir. 35- Emânetlere riâyet ve onları sâhiplerine edânın vâcib olması. [Kalanları, inşâallah yarınki makâlemizde zikredelim.]
.
Îmânın Şubeleri-2
27 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :27 Şubat 2024 01:04
Dünkü makâlemizde, “Îmânın Şu’beleri”nden 35 adedini zikretmiştik; bugün de toplam 77 maddeden kalan 42 maddeyi sayalım inşâallah...
Bilindiği üzere, bu konuda, İmâm, Hâfız Ebû Hâtim İbn-i Hibbân’ın “Kitâbu Vasfi'l-Îmân ve Şu'abihî”, İmâm, Muhaddis Ebû Bekr Ahmed İbnü'l-Hüseyn el-Beyhakî'nin (384-458) “Şu'abu'l-Îmân” ve Ebû Ca'fer Ömer el-Kazvînî'nin (v. 699) “Muhtasaru Şuabil-îmân” isimli eserleri var.
Dünkü makâlemizde, “Îmânın Şu’beleri”nden 35 adedini zikretmiştik; bugün de toplam 77 maddeden kalan 42 maddeyi sayalım inşâallah:
36-İnsanları öldürmenin ve onlara karşı cinâyetin harâmlığı. 37-Tenâsül uzuvlarını (yasak yerde) kullanmanın harâmlığı ve onlarda iffet sâhibi olmanın vücûbu. 38-Eli, harâm mâllardan çekmek ki, bunlara hırsızlık, yol kesicilik, rüşvet yeme ve şer'an hakkı olmayan şeyi yemenin harâmlığı dâhil olur. 39-Yeme ve içmede harâmlardan korunmanın ve helâl olmayan yiyecek ve içeceklerden kaçınmanın vücûbu.
40-Giyilmesi ve takılması harâm ve mekrûh olan elbise ve zînetlerden korunmanın lüzûmu. 41-İslâmiyete muhâlif oyun ve eğlencelerin harâmlığı. 42-Nafaka husûsunda iktisâd etme ve bâtıl olarak mâl yemeni harâmlığı. 43-Hasedin harâmlığı. 44-İnsanların ırzlarının (medh ve zemm olunacak tarafları, kendileri, hasebleri ve neseblerinin) harâmlığı.
45-Ameli, sırf Allah (azze ve celle) için yapma (ihlâs) ve riyâyı terk. 46-İyilik yapınca sevinmek, kötülük işleyince üzülmek. 47-Her günâhtan tevbe etmek. 48-Kurbânlar -ki bunlar hedy, udhiyye ve akîka kurbânlarıdır. 49-Ülü'l-Emre itâat.
50-Cemâatın üzerinde olduğu yola temessük (yapışmak). 51-İnsanlar arasında adâletle hükmetmek. 52-Ma'rûfla emir, münkerden nehiy. 53-Birr (iyilik) ve takvâ'da yardımlaşma. 54-Hayâ.
55-Ebeveyne birr (iyilik ve ihsân). 56-Sıla-i rahm. 57-Güzel ahlâk sâhibi olmak; buna, öfkeyi yenmek, yumuşak olmak ve tevâzu girer. 58-Kölelere ihsân. 59-Efendilerin köleler üzerindeki hakları. 60-Evlâd ve âilenin hakları: Adamın çocuğu ve hanımına bakması ve muhtâc oldukları dîn bilgilerini onlara öğretmesi. 61-Mütedeyyin kişilere yaklaşma, onları sevme, aralarında selâmı yayma, onlarla müsâfeha ve bunun gibi sevgiyi artıran şeyleri yapmak. 62-Selâma cevap vermek. 63-Hastayı ziyâret. 64-Ehl-i kıbleden ölenlerin cenâze namazını kılmak. 65-Aksırana rahmet ve bereket duâsında bulunmak. 66-Kâfirler ve müfsidlerden uzaklaşmak ve onlara sert davranmak. 67-Komşuya ikrâm. 68-Misâfire ikrâm. 69-Günâhkârların günâhlarını örtmek. 70-Musîbetler ile nefsin lezzet ve şehvetlerine (yani yasaklara) karşı sabır. 71-Zühd sâhibi olma ve tûl-i emelden sakınmak. 72-Ehline karşı gayûr olmak ve erkekleri âilesinin yanına sokmamak. 73-Lağv (güzel olmayan her türlü söz ve fiil, bütün bâtıl, oyun, şaka ve masiyetler)den yüz çevirmek. 74-Cûd ve sehâ (cömertlik ve kerem).
75-Küçüğe merhamet, büyüğe hürmet etmek. 76-İnsanların aralarını düzeltmek. 77-Kişinin kendisi için istediğini, Müslümân kardeşi için de istemesi, kendisi için istemediği şeyi, dîn kardeşi için de istememesi.
Böylece, îmânın şu'belerini, sadece başlık olarak zikretmiş bulunuyoruz.
[Cenâb-ı Hak, hepimize, hayâtımız boyunca, kâmil bir îmâna sâhip olmayı ve âhirete de kâmil îmânla göçmeyi nasîb buyursun.]
.
Dîn-i İslâm’ın temeli nedir?
4 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :4 Mart 2024 01:05
Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan Peygamber Efendimize gelinceye kadar dîn tektir, o da tevhîd dîni olan İslâmiyettir.
Bir babanın veya annenin evlâdına olan şefkat ve merhametinden daha çok, kullarına şefkat ve merhamet eden Cenâb-ı Hak, insanları küfürden, dalâletten, sapıklıklardan, ahlâksızlıklardan, zulmetten, karanlıklardan, kötülüklerden, çirkinliklerden, bozukluklardan kurtarmak için, onlara “dîn” göndermiştir.
Umûmî bir tarîf yapmak gerekirse, “İslâm dîni”, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vasıtasıyle, Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyâda ve âhirette râhat ve mes'ûd olmalarını sağlayan usûl ve kâidelerdir.
Dîn-i İslâm’ın temeli, îmânı, farzları ve harâmları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, râhatlık ve saâdet menbaı olan dînleri gönderdi. Dînlerin sonuncusu, İslâm dînidir. Aslında Hazret-i Âdem aleyhisselâmdan Peygamber Efendimize gelinceye kadar dîn tektir, o da tevhîd dîni olan İslâmiyettir.
Gençlere İslâmiyet öğretilmediği zaman, yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, Müslümânlara “Emr-i ma’rûf” yapmayı emrediyor. Yani, benim emirlerimi, bildiriniz, öğretiniz buyuruyor ve “Nehy-i anil-münker” emrediyor. Ya’nî, yasak ettiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzî olmayınız, diyor.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Birbirinize Müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötülerinizi başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.” [Bezzâr]
“Bütün ibâdetlere verilen sevap, Allah yolunda gazâya verilen sevâba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Gazânın sevâbı da, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker sevâbı yanında, denize nazaran bir damla su gibidir.” [Deylemî]
Mü’min, Allah indinde çok kıymetlidir. Beyyine sûresinde, “Îmân edip sâlih amel işleyenler / yararlı işler yapanlar, mahlûkâtın en hayırlılarıdırlar” buyurulmuştur.
Müslümân olsun, kâfir olsun, bilerek veya bilmeyerek, inanarak veya inanmayarak İslâmiyet’e uygun yaşayan bir kimse, bu dünyâda, yaptıklarının faydasını görür, dünyâda hiç sıkıntı çekmez; râhat ve neş’e içinde yaşar. Avrupa’da ve Amerika’da İslâmiyet’e uygun çalışan kâfirler, böyle râhat ediyorlar. Fakat kâfirlere âhirette hiçbir sevâp ve mükâfât verilmez. Âhırette de faydasını görebilmeleri için, behemehâl îmânla şereflenmeleri lâzımdır...
“Müslümânlığın gayesi nedir?” diye bir suâl sorulacak olursa, “insanları İslâm-ı hakîkî üzere yaşatıp îmân-ı kâmil ile bu dünyâdan göçmelerini sağlamak ve Cennet’te ebedî seâdete erişmelerini te’mîn etmektir” şeklinde özet bir cevap verilebilir.
Bir Müslümân, herkes için hayır ister. Peygamber Efendimiz, bu konuda buyurmuştur ki: “Kendin için istediğini, başkaları için de iste ki (kâmil) Müslümân olasın.” [Harâitî]
İslâm dîninin gâyesinin, beş şeyi (ya’nî dîni, aklı, nesli/ırz ve nâmûsu, cânı/bedeni ve mâlı) korumak olduğu bildirilmiştir. Bütün Peygamberler, Allahü teâlânın emriyle, ümmetlerine bildirdikleri emir ve yasaklarda, dâimâ bu beş şeyi gözetmişlerdir. Bu beş esâsın gâyesi de, îmânı muhâfaza ederek Müslümân olarak ölmektir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Ancak Müslümân olarak can veriniz!” [Âl-i İmrân, 102]
.
İyi bir insan olmak için...
5 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :5 Mart 2024 01:38
İyi bir insan, kâmil bir Müslümân olmak için, ilk olarak, doğru bir itikâda sâhip olmak, yanî Ehl-i Sünnet itikâdında olmak lâzım.
Umûmî olarak her insan, iyi bir insan olarak anılmak ister... Her âile, bütün âile ferdlerinin iyi insan olmalarını ister... Her devlet de, kendi vatandaşlarının iyi insanlar olmalarını arzû eder. Ayrıca herkes mutlu yanî mes’ûd ve bahtiyâr olmak ister. Peki, iyi bir insan nasıl olunur ve nasıl mutlu olunur?
Mukaddes dînimiz İslâmiyette ana hedef: İyi ferd, iyi âile, iyi cemiyet meydâna getirmektir. 6 Ülül-azm Peygamber, 313 Resûl ve 124.000 civârındaki Nebînin hedefi de insân-ı kâmil meydâna getirmekti. 100’ü “Suhuf=Sahîfeler, formalar, risâleler, küçük kitapçıklar”, 4’ü de büyük olmak üzere 104 kitâbın ana gâyesi de bu idi.
İyi bir insan olmak için evvelâ, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına göre yaşamak lâzım. Yanî kâmil [olgun] bir Müslümân olmak gerekir. Zâten Müslümân kimse, iyi insan demektir. İyi bir Müslümânın ana vasıfları da, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde genişçe zikredilmiştir.
İyi bir insan, kâmil bir Müslümân olmak için, ilk olarak, doğru bir itikâda sâhip olmak, yanî Ehl-i Sünnet itikâdında olmak lâzım. İkinci olarak, fıkhî bilgilere vâkıf olup onlarla amel etmek gerekir.
Bundan dolayı, en büyük âlim ve velîlerden olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh) da, dört hak mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, beş tarîkatte mürşid-i kâmil ve mükemmil olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruh) de, bu iki husûsun ehemmiyetini vurguluyorlar.
“Âkıl ve bâliğ olan her erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Müslümânların birinci vazîfeleri, itikâdı düzeltip, Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgilere göre yapmaktır.” [Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, İ’tikâdnâme/el-Îmân ve’l-İslâm]
Ehl-i Sünnet; İslâm’ın ana yolu, ana caddesi olup hem Kur’ân-ı kerîmde, hem de hadîs-i şerîflerde ve târih boyunca “sırât-ı müstakîm”, "mü’minlerin yolu", "sevâd-ı a'zam" ve "cumhûr-ı müslimîn" olarak anılagelmiştir.
"Ehl-i Sünnet", alelâde herhangi bir mezhebin, meşrebin, tarîkatin, ekolün, kliğin, grubun, hizbin, cemâatin adı ve karşılığı değil, İslâm’ın kendisi ve medeniyetimizin ana omurgasıdır.
Zâten "Ehl-i Sünnet vel-cemâat" demek Sünnete ve Eshâb-ı kirâma sarılan insanlar demektir. Peygamber Efendimiz, "Benim sünnetime ve benden sonra da, hidâyete erdirilmiş olan Hulefâ-i Râşidînin sünnetine sarılınız" buyurmuştur. Ayrıca Eshâb-ı kirâmın yolunda olmakla ilgili birçok hadîs-i şerîf vardır.
İmâm-ı Rabbanî hazretleri, bu konunun açıklaması olarak buyuruyor ki:
“Peygamber Efendimizin, kendisini söyledikten sonra, aslında Eshâb-ı kirâmı da söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, onları da söylemesi, (Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur) demektir. Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, elbette Ehl-i Sünnet vel-cemâat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır.” (Mektûbât-ı Rabbâniyye, I, 80)
.
Yaratılış gâyemiz ibâdettir...
23 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :23 Nisan 2024 00:49
İslâmiyetin farz kıldığı ibâdetlerin faydası, aslında insanlara yâni o ibâdetleri yapan fertlere, âilelere ve cemiyetleredir...
En büyük ve en son Peygamber olan Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) tarafından teblîğ edilmiş olan îmân, ibâdet ve ahlâk esâsları ile insanlar, mânen ve mâddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya dâvet edilmişlerdir.
Böylece insanlar, âlemlerin ve bütün mahlûkların yaratıcısı olan ve bütün nîmetleri, iyilikleri gönderen Allahü teâlâya ibâdet etmeye, ancak O’na boyun bükmeye, O’na duâ etmeye, O’ndan yardım istemeye, O’na sığınmaya çağırılmışlardır. (Fâtiha sûresi, 4)
İbâdet, Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır.
Bilindiği gibi ibâdetler üç kısımdır: 1- Beden ile yapılanlar (namaz ve oruç gibi), 2- Mâl ile yapılanlar (zekât, sadaka-i fıtır ve kurbân gibi), 3- Hem beden, hem de mâl ile yapılanlar (hac ve umre gibi).
Namaz, oruç, zekât, kurbân gibi ibâdetler, insanlığın başlangıcından beri emredilmiş ibâdetlerdir.
Bir Müslümân, Allahü teâlânın harâm, yasak ettiği şeylerden, O yasakladığı için kaçınca ve emrettiği şeyleri, O emrettiği için yapınca ibâdet yapmış, kulluk vazîfesini yerine getirmiş olur. İbâdet görevini yerine getirebilmek de şüphesiz ki, Allahü teâlânın nelerden râzı olduğunu bilmeye bağlıdır.
Bildiğimiz gibi, İslâmiyetin farz kıldığı ibâdetlerin faydası, aslında insanlara yâni o ibâdetleri yapan fertlere, âilelere ve cemiyetleredir. Yoksa Allahü teâlâ, insanların ibâdetlerine muhtaç değildir. Müslümân namaz kılmakla, oruç tutmakla, diğer ibâdetlerini yapmakla, hem Allah’a karşı kulluk vazîfesini yapmış, hem de kalbini her türlü kötülüklerden temizlemiş olur. Çünkü namaz ve oruç, insanları rûhen yükseltir ve kötülüklerden alıkoyar.
Aynı şekilde, Allah’ın emrettiği gibi mâlının zekâtını vermek ve muhtaçlara yardım etmekle de, hem Allah’a karşı kulluk, hem de insanlara karşı insânî vazîfe yapılmış olur.
Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Zamânın önemini belirtmek için Atalarımız: “Vakit nakittir” demişlerdir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” buyurmuştur.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu, büyük âlim ve velî Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi aleyh) “Vakit keskin bir kılıç gibidir. Kıymetli ve şerefli şeylere sarf etmek gerekir” buyurmuştur.
Silsile-i aliyye büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da, "Tasavvuf, ehemmi mühimme tercîh etmektir. Vakti en değerli olan şeye sarf etmektir" buyurmaktadır.
Büyük âlim Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî ise, “geçen zamanı geri getirmek için bütün sultânlar, pâdişâhlar, krallar ya’nî devlet başkanlarının tamâmı bir araya gelseler ve bütün hazînelerini de harcasalar, yine de geri getiremezler” demiştir.
.
Akıllı kime denir?
29 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :29 Nisan 2024 00:20
“Akıllı kimse [akıllı Müslümân], nefsini, kendisini hesâba çeken ve ölümden sonrası için amel işleyen, hâzırlık yapan kişidir.”
Allahü teâlânın dostlarından Yunus Emre (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
“Bu dünyâya gelen kişi/Âhir yine gitse gerek./Müsâfirdir, vatanına/Bir gün sefer etse gerek.”
Bizler, bu dünyâda birer yolcuyuz. Günün birinde, hepimiz ebediyet âlemine göçeceğiz. Zâten Peygamber Efendimiz de “Dünyâda bir garîb veya yolcu gibi ol; kendini kabir ehlinden (ölülerden) say” buyurmuştur. Niçin? Çünkü doğmak, ölümün habercisidir. Her insân, bu dünyâda kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir.
İnsan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Cenâb-ı Hakk’ın yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, “Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz ona şöyle cevap verdi: “İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır. ”
O sahâbî, “Peki, insanların şerlisi [en kötüsü] kimdir?” diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, “ Ömrü uzun olup da, ameli kötü olan” [Tirmizî] buyurmuştur.
Yüce Allah, Kur'ân-ı kerîm’inde, Mülk sûresinin 2. âyetinde: “Amelce hanginiz daha güzeldir diye [yanî hanginizin daha güzel amelde bulunacağını] imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur. O, azîzdir (her şeye gâliptir), gafûrdur (çok bağışlayandır) " buyurmuştur. Demek ki hayât ve ölümün yaratılmasında, imtihân maksadı vardır.
Bir hadîs-i şerîfte “Akıllı kimse [akıllı Müslümân], nefsini, kendisini hesâba çeken ve ölümden sonrası için amel işleyen, hâzırlık yapan kişidir” buyurulmuştur.
Peygamberlerin hepsi, insanları fevz u necâta yani dünyâda ve âhirette kurtuluşa da’vet etmiş, sırât-ı müstakîmi, doğru olan yolu, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan anlatmışlardır.
Bu Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesi, bunlarla sırât-ı müstakîmin, doğru yolun, rızâ-i İlâhî’ye ve Cennet’e götüren yolun gösterilmiş olması, şüphesiz ki, yüce Allah’ın, kullarına olan ni’metlerinin en büyüğüdür.
İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her zaman ve mekânda, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dînler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan Ma’bûd’a (Allah’a) yönelmeleri emredilmiştir.
Bilindiği gibi İslâmiyet, insanların hem rûhî, hem de maddî refâhını en mükemmel şekilde te'min edecek prensipler getirmiş, insan hak ve vazîfelerini en geniş şekilde düzenlemiş, insanların yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, birbirlerine hizmet etmelerini emretmiştir.
İslâm dîni, ahlâkı ve medeniyeti, orijinaline uygun olarak, doğru bir sûrette öğrenilir ve öğretilirse, ona uygun yaşanırsa, bütün fertlerin, âilelerin, cemiyetlerin, hattâ tüm insanlığın, târihte olduğu gibi, günümüzde de râhat edecekleri, huzûr ve sükûn içerisinde, emniyet ve âsâyiş üzere yaşayacakları; bütün dünyâdaki terör ve anarşinin biteceği râhatlıkla söylenebilir
.
Resûlullah Efendimize tabi olmak...
30 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :30 Nisan 2024 00:30
İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmağa bağlıdır.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen en müstesnâ şahsiyet Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) ve O’na gönderilen mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm hakkında söz söylemek ve yazı yazmak, aslında bizim gibi âcizlerin haddi değildir.
Bilindiği gibi, Resûlullah’ın (aleyhisselâm) şâirleri vardı; onu överler, düşmânlarının iftirâlarına cevâplar verirlerdi. Resûlullah Efendimiz, şâirlerinden Hassân bin Sâbit için, Mescid-i Nebevî’de bir kürsü bile koydurmuştu. O buraya çıkıp, Resûlullah’ı över, O’nun düşmânlarını kötülerdi. Hattâ Peygamberimiz, Hassân’ın şiirlerini çok beğenir, “Hassân’ın sözleri, düşmanlara oktan dahâ te'sîrlidir” buyururdu.
Ma’lûm olduğu üzere, İslâmın birinci şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine (aleyhisselâm) îmândır. Ya'nî onları sevmek ve sözlerini beğenip kabûl etmektir.
İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmağa bağlıdır. Ona tâbi' olmak demek, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak demektir.
Şüphe yok ki, O’nun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyenin başında mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîm gelmektedir. Kur’ân-ı kerîm, O’na verilen mu’cizelerin en büyüğüdür.
Muhammed aleyhisselâm’a tâm ve kusûrsuz tâbi' olabilmek için, O’nu tâm ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, O’nun dostlarını dost, düşmânlarını düşmân bilmek, O’nu beğenmeyenleri sevmemektir. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmânı ve Peygamberinin düşmânı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmânlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve O’nun Peygamberine düşmân olmaya sürükler. Tabîî ki sevgi ve nefret kalpte olur. Dînimizin gereği, onlara da acıyarak, zâhiren iyi davranmak, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lâzımdır.
Resûlullahı övmek ibâdettir; çünkü Allahü teâlâ, O’nu övmektedir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Biz seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [Enbiyâ, 107]; “Biz seni, bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” [Sebe’, 28]; “Senin için bitmeyen, sonsuz ecir vardır. Elbette sen büyük bir ahlâk üzeresin.” [Kalem, 3-4]; “Rabbin sana [çok nimet] verecek, sen de râzî olacaksın.” [Duhâ, 5]; “Allah ve melekleri, Peygambere (Resûlullah’a) salât ediyor; ey îmân edenler, siz de ona salât u selâm getirin.” [Ahzâb, 56] [Allah’ın salât kılması, rahmet etmesi; meleklerin salât kılmaları istiğfâr etmeleri; müminlerin salâtları ise duâ etmeleridir.]
Yüce Rabbimiz meâlen “Peygamber, mü’minlere cânlarından evlâdır [ileridir, daha yakındır] . O'nun hanımları da onların anneleridir…” [Ahzâb, 6] buyuruyor. Yine Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurmaktadır:
“(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden, kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], mü’minlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir." (Tevbe, 128)
.
Ömür, Hak yolunda tüketilmeli
13 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :13 Mayıs 2024 00:31
İnsan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır.
Sevgili Peygamberimiz: “Akıllı kimse [akıllı Müslümân] , kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hâzırlık yapan kişidir” buyurmuştur. Bugün ve yarınki makâlelerimizde, inşâallah, bu hadîs-i şerif münâsebetiyle birkaç kelime yazmak istiyoruz...
Bilindiği üzere, akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Her gün, ömrümüz biraz daha azalıyor; ölüme, kabre, âhırete biraz daha yaklaşıyoruz. Bir senenin değil; yerine, zamanına ve şartlarına göre ayın, haftanın ve günün bile ehemmiyeti çok fazladır; hattâ sâatin, dakîkanın ve sâniyenin bile önemi ne kadar büyüktür. Yukarıdaki hadîs, bizler için önemli bir rehber olmalıdır. Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir.
Bilindiği gibi, insan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, “Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?” diye bir suâl sorduğunda, Peygamber Efendimiz şöyle cevap vermiştir: “İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır. ” [O hâlde, her gün, en iyi işleri yapmaya çalışmalıdır.]
O sahâbî, “İnsanların hangisi şerlidir [daha kötüdür]?” diye bir suâl daha sordu; o zaman da Resûlullah Efendimiz, “ Ömrü uzun olup da, ameli kötü olandır” [Tirmizî] buyurmuştur.
Aslında bizler, Allahü teâlânın lutfettiği çok büyük ni’metlere sâhibiz. Bizler, yüz milyonlarca, hattâ milyarlarca kişiden daha şanslıyız. Hadd-i zâtında Allahü teâlâ, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti lutfetmiştir. Akıl, vücûd uzuvları, eşler, çocuklar, hava, su ve kâinâttaki her şeyi, insanların hizmetine vermiştir. Bu ni’metler sayılamayacak kadar çoktur. Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır: “O, size, istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın ni’met[ler] ini sayacak olsanız, sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” [İbrâhîm, 34]
“Hâlbuki Allah'ın ni’met[ler] ini teker teker saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” [Nahil, 18]
Burada mühim olan, Allahü teâlânın bizlere lutfettiği nimetleri, yerli yerinde kullanabilmemizdir. İşte bunun sorgulanması lâzım. Allahü teâlânın bizlere ihsân buyurduğu sonsuz nimetlerine lâyıkı veçhile şükretmeye çalışmalı; O’nun dînine hizmet ve kullarına yardımda kullanmalıyız. İlmi olan ilminden, makâmı olan makâmından, mâlı olan da mâlından diğer insanları faydalandırmalıdır. Peygamber Efendimiz “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşr olunursunuz” buyurmuştur.
Sevgili Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yine buyurmuştur ki: “ İki [büyük] ni’met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanırlar. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.” [Tirmizî]
Bizler, kendi adımıza, âilemiz, milletimiz, Müslümânlık ve insanlık uğruna ne gibi güzellikler, hayırlar, faydalı işler, fedakârlıklar yaptığımıza bakmalıyız.
.
Her gün tekâmül etmelidir
14 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :14 Mayıs 2024 00:33
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır."
Sevgili Peygamberimiz, bir hadîs-i şerîfinde: “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır” buyurmuştur. Kezâ Resûlullah (aleyhis-salâtü ves-selâm): "Yarın yaparım diyenler helâk oldular" buyurmaktadır.
Zamân nimeti, Allahü teâlânın bizlere en önemli lutuflarından birisidir. Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır. Onun içindir ki, büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh): “Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir” buyurmuştur.
Onun oğlu, yine büyük bir âlim ve velî olan Muhammed Ma'sûm Fârûkî de (rahimehullah): “Vakit keskin bir kılıç gibidir. Kıymetli ve şerefli şeylere sarf etmek gerekir” buyurmuştur.
Bizler, geçmiş günlerimize yönelik bir muhâsebe ve murâkabe içerisinde olmalıyız. Nitekim İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh), “bir Müslümân, her akşam yatağına girince, o günün muhâsebesini yapmalıdır” buyuruyor. Esnâf, dükkânlarında her akşam kasayı kapatırlarken bunu yapmaktadırlar.
Tâbiîn-i kirâmın en önde gelenlerinden, müfessir, muhaddis, mütekellim, fakîh ve mutasavvıf Hasan-ı Basrî (rahmetullah aleyh), "Sizin, bugün, parayı sarf ederken gösterdiğiniz hassâsiyeti, Eshâb-ı Kirâm (aleyhimür-rıdvân), zamanlarını kullanırken gösterirlerdi" buyurarak ne kadar önemli bir noktaya dikkat çekmiştir.
“Seyyidü’t-tâife” ve “Seyyidü’t-tâifeteyn” diye anılan büyük velî Cüneyd-i Bağdadî (kuddise sirruh) da, "İnsanların sâhip oldukları, ama geçtikten sonra bir daha, ebediyyen bulamayacakları en kıymetli sermâye zamandır" buyurmaktadır.
Büyük âlim Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî de, “geçen zamanı geri getirmek için bütün sultânlar, pâdişâhlar, krallar ya’nî devlet başkanlarının tamâmı bir araya gelseler ve bütün hazînelerini de harcasalar, yine de geri getiremezler” buyurmuştur.
Silsile-i aliyye büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrâr (kuddise sirruh) da, "Tasavvuf, ehemmi mühimme tercîh etmektir. Vakti en değerli olan şeye sarf etmektir" buyurmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (rahmetullah aleyh) ise, "Vakit keskin bir kılıç gibidir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır" buyurmuştur.
Allahü teâlâ, bütün kullarının, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, verdiği ni’metlere şükretmelerini, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve bunları emretmiştir.
Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, yanî neleri yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır. Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, iyi âileler ve iyi cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
.
İstikâmet üzere olmanın önemi
20 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :20 Mayıs 2024 00:34
“İstikâmet” çok mühim; çünkü insanlar için en zor işlerden birisi, “istikâmet” üzere olmak, “sırât-ı müstekîm”de bulunmaktır.
Ma’lûmdur ki, “İstikâmet” çok mühim; çünkü insanlar için en zor işlerden birisi, “istikâmet” üzere olmak, “sırât-ı müstekîm”de bulunmaktır. Yüce Rabbimiz, bizlere hergün 5 vakit namazda, “sırât-ı müstekîm” üzere bulunmamız için duâ etmemizi emir buyurmaktadır. [Hanefî mezhebinde mutlak kırâat farz, ama husûsen Fâtiha’nın okunması vâcibtir; fakat Şafîî mezhebinde ise Fâtiha'nın okunması, cenâze namazı da dâhil olmak üzere bütün namazlarda, hattâ cemâatle namaz kılarken cemâatin okuması da farzdır.] Onun için biz bugün ve yarınki makâlelerimizde, “İ’tikâd, söz, iş ve ahlâkımızda istikâmette (yanî, sırât-ı müstekîmde, doğru yolda) olmanın lüzûm ve ehemmiyeti” konusunu bir nebze mevzû-i bahis edeceğiz inşâallah...
“İstikâmet” kelimesi, hem âyet-i kerîmelerde, hem hadîs-i şerîflerde, hem de İslâm âlimlerinin sözlerinde çokça geçmektedir.
Lügatlerde, sözlüklerde, “Düzgün bir yolda olmak”, yanî “Hakk yolda olmak, Hakk yola girmek” gibi ma’nâlara gelen “İstikâmet”, bir terim (ta’bîr, ıstılâh) olarak, “Her işte i'tidâl üzere bulunma, her çeşit işte denge anlayışı üzerinde olma; doğruluk, dürüstlük, dürüst olma; adâlet ve doğruluktan ayrılmayıp dîn ve akıl dâiresinde yürüme; işlerde dîn ve aklın sınırları içerisinde hareket etme” demektir.
Yine bu kelimeye, “Verilen söze bağlılık, dînî ve dünyevî işlerde orta yolu takip etme” ma’nâları da verilmiştir. “Müstekîm” kelimesi de “İstikâmet”ten türemiştir.
“İstikâmet” masdarının ism-i fâili olan “müstekîm”, “doğru olan, düzgün olan, eğrisi-büğrüsü olmayan, hakk olan” anlamında kullanılmaktadır. “Sırât-ı müstekîm” de, “Allah’ın dosdoğru yolu” anlamına gelir. Zâten İslâmın bir adı da, “Sırât-ı müstekîm”dir. Çünkü bu yol eğrisi-büğrüsü olmayan, sağlam olan, dosdoğru yoldur...
Bilindiği üzere, biz Müslümânlar, makâlemizin başında da işâret etiğimiz gibi, her gün 5 vakit namazımızın her rek’atında birer kerre, toplam 40 defa Fâtiha Sûresini okuyarak, “Allah’ım! Bizi, sırât-ı müstekîme, doğru yola ilet” diye duâ etmekteyiz.
Evet, her gün 17 defa “Farz”larda, 3 defa “Vitir”de, 20 defa da “Sünnet”lerde olmak üzere, toplam 40 defa okuduğumuz “Fâtiha-i şerîfe”de, Cenâb-ı Hakk’a, “Bizi, (itikâd, söz, iş ve ahlâkımızda) sırât-ı müstekîme hidâyetle/doğru yola ilet; (bizi, râzı olduğun ve en mükemmel kıldığın mukaddes İslâm dîni ve en sevgili Peygamberinin yolu olan hak yolda sâbit eyle); kendilerine (fazlından ve ihsânından) ni’met verdiğin/ihsân, lütuf ve ikrâmda bulunduğun (mes’ûd ve bahtiyâr) kimselerin (yanî Peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve velîlerin) yoluna eriştir; (hakkı kabûl etmeyip küfre vardıklarından) gazaba uğrayanların (Yahûdîlerin) ve sapmışların, sapıkların (Hıristiyânların) yoluna değil.” (Âmîn=Kabûl buyur Allah’ım!) [Fâtiha, 6-7] diye duâ etmekteyiz, yalvarıp yakarmaktayız.
.
"Kendilerine nimet verilenler"
21 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :21 Mayıs 2024 00:18
Fâtiha Sûresinde buyuruluyor ki: “Allah’ım! Bizi, kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan sırât-ı müstekîme, doğru yola ilet.”
Bilindiği gibi, biz müslümânlar, her gün 5 vakit namazımızın her rek’atında, Fâtiha Sûresini okuyarak, “Allah’ım! Bizi, kendilerine ni’met verdiklerinin yolu olan sırât-ı müstekîme, doğru yola ilet” diye duâ etmekteyiz.
Peki, âyet-i kerimede zikredilen “ kendilerine ni’met verilenler” kimlerdir? Bunları Cenâb-ı Hak, bir âyet-i kerîmesinde şöyle ifâde buyuruyor:
“Kim, Allah'a ve Peygambere itâat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine ni’met verdiği Peygamberler, Sıddîklar, Şehîdler ve Sâlihlerle (iyilerle, evliyâ ile) birliktedirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisâ, 69)
Yüce Allah, Peygamberlerini doğruluk örneği olarak takdîm etmiştir. Meselâ Hazret-i İbrâhîm, Hazret-i İsmâîl, Hazret-i İdrîs, doğruluk ve sözlerindeki sâdakatlarıyla tavsîf edilen, nitelendirilen Peygamberlerdir (Meryem, 41, 54, 56).
Örnek olarak bir tanesini zikredelim:
“(Ey Resûlüm!) Kitâbda (Kur'ân-ı kerîmde) İbrâhîm'in kıssasını anlat. Çünkü o sıddîk (doğruluğu tam) bir Peygamber idi...” (Meryem sûresi: 41)
Fâtiha sûresindeki âyet-i kerimede geçen “gazaba uğramışlar”ın “Yahûdîler”, “sapmışlar”ın da “Hıristiyânlar” olduklarını ise Sevgili Peygamberimiz hadîs-i şerîflerinde beyân buyurmuşlardır. [Hadîs-i şerîfte, “el-mağdûbü aleyhim hümül-yehûdü ved-dullâlü hümün-nesârâ” buyurulmuştur.]
İ’tikâd, söz, iş ve ahlâkımızda istikâmette, sırât-ı müstekîmde (ya’nî doğru yolda) olmanın lüzûm ve ehemmiyeti çok açıktır; çünkü insanlar için en zor işlerden birisi, “istikâmet” üzere olmak, “sırât-ı müstekîm”de bulunmaktır.
Hak yola ulaşmak için, “İstikâmet”ten başka bir yol yoktur. Dînde ihlâslı olmak, “istikamet”le (doğrulukla) olabilir. Müslümân insan, istikâmet sâhibidir. Bu bakımdan “istikâmet”, yüksek bir makâm; aynı zamanda zor bir görevdir. İnanan ve inancının gereğini yerine getiren kişi, doğru insandır.
Takvâ üzere yaşayanlara “istikâmeti doğru insan” derler. O, fikrinde, sözünde, işinde ve bütün davranışlarında doğrudur. Müslümân, Hazret-i Peygamberi (aleyhisselâm) kendisine örnek alır. Sevgili Peygamberimiz ise doğruluğun örneği idi. Dîn ve dünyâ ile ilgili vazîfelerini, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir Müslümân, dosdoğru bir insandır. Bu sıfatlara sâhip olan bir kimse, toplumun en değerli bir ferdidir.
Dârul-fünûn müderrislerinden Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri, "İstikâmet yâni Allahü teâlânın beğendiği doğru yol üzere olmak kerâmetin üstündedir" sözünü sık sık tekrâr ederlermiş; kendisinin de her hâli istikâmet üzere idi.
Doğruluk (istikâmet), insanın, Allah'a karşı yerine getirmek için önceden verdiği bir mîsâk, bir ahid, bir sözdür. İnsan, bu yaratılış ahdine vefâ gösterdiği ölçüde sâdıktır; sadâkatın mükâfâtı da verilecektir (Ahzâb, 23-24).
Allahü teâlâ, yüce kitâbı “Kur’ân-ı Kerîm”de: “Ey îmân edenler, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun” (Tevbe, 119) ve “Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin” (Ahzâb, 70) buyurmaktadır.
.
Resûlullah'ın çizdiği hat...
28 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :28 Mayıs 2024 00:33
"İşte bu, benim sırât-ı müstekîmim (dosdoğru yolumdur), ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın..."
Peygamber Efendimiz, Medîne-i münevvere’de bir gün, Mescid-i Nebevî’nin avlusunda, kalın bir hat çizip kenarlarına da ince çizgiler çizdikten sonra, bir âyet-i kerîme (En'âm, 153) okumuştur: Bu âyet-i kerîmede, "İşte bu, benim sırât-ı müstekîmim (dosdoğru yolumdur), ona uyun. Başka yollara uymayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın. (Allah, azâbından) korkarsınız diye, size böyle tavsiye etmektedir" (En'âm, 153) buyurulmuştur.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hakîminde buyuruyor ki: “Her kim de, kendisine doğru yol (hüdâ, hidâyet) apaçık belli olduktan sonra, Peygambere aykırı harekette bulunur ve mü’minlerin yolundan başkasına ittibâ ederse (uyar giderse), onu, döndüğü sapıklıkta bırakırız. Âhirette de kendisini Cehenneme koyarız ki, o, ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nisâ, 115)
Bu âyet-i kerîmede, müminlerin yolundan sapanların Cehenneme gidecekleri açıkça bildiriliyor.
“O gün, yüzleri ateş içinde kaynayıp çevrilirken: “Vâh bize! Keşki (keşke) Allah’a itâat etseydik, Peygambere de itâat etseydik” diyeceklerdir.”
“Yine şöyle diyecekler: “Ey Rabbimiz! Doğrusu bizler, beylerimize ve büyüklerimize itâat ettik de, onlar bizi yanlış yola götürdüler.”
“Ey Rabbimiz! Onlara azâbın iki katını ver ve onları büyük bir lanet ile lanetle (rahmetinden uzaklaştır).” (Ahzâb, 66-67-68)
Yine Peygamber Efendimiz, “bana İslâm’a dâir bir şey söyle, artık o konuda, sizden başkasına (hiçbir kimseye), hiçbir şey sormayayım” şeklinde nasîhat isteyen bir sahâbîye, “Kul âmentü billah, sümme’stekım”: “Allah’a inandım de, sonra da istikâmette ol” buyurmuştur...
Sevgili Peygamberimiz, İmâm Şehristânî’nin “El-Milel ve’n-Nihal” isimli kitâbının başında geçen bir hadîs-i şerîfinde: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helâk olacaktır” buyurdu. Bunun üzerine, Eshâb-ı kirâm: “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sordular. O da, “Ehl-i sünnet vel-cemâattir” cevâbını verdi.
Eshâb-ı kirâm bu defâ: “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat nedir?” diye sordular. “Benim ve Eshâbımın bulunduğu yolda olanlardır” buyurdu.
En büyük âlim ve velîlerden olan İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
“Ehl-i Sünnet i’tikâdı sana önce lâzım olan,
Yetmiş üç fırka var amma, Cehennemlik geri kalan,
Müslümânlar hep sünnîdir, cümlenin reîsi Nu'mân,
Cennet ile müjdelendi, îmânda bunlara uyan.”
İbrâhîm Hakkî Erzurumî (rahmetullahi aleyh) de, bir şiirinde şöyle buyurmuştur:
“Hudâ Rabbim, nebim hakkâ Muhammeddir Resûlullah,
Hem İslâm dînidir dînim, kitâbımdır Kelâmullah,
Akâidde, Ehl-i Sünnet oldu mezhebim, hamdolsun,
Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.”
Peygamber Efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kirâmı da söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, onları da söylemesi, “Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur” demektir. Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel-cemâat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır.” (Mektûbât-ı Rabbâniyye, C. 1, m.
.
“Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır" hadîsi...
3 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :3 Haziran 2024 00:32
“Ben, sâdece Kur’âna ve sünnete yapışırım” demek yetmiyor. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve onların yolunda olmak da şarttır.
Peygamber Efendimizin bir hadîs-i şerîfinin meâl-i âlîsi şöyledir: “Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si, Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve Eshâbımın yolunda gidenlerdir.” [Tirmizî, İbn-i Mâce]
“Ehl-i Sünnet vel-cemâat”, “sünnet ve cemâat ehli” demektir. Sünnet, Peygamber Efendimizin yolu demektir; Eshâb-ı kirâm da, Peygamber Efendimizin cemâatidir.
Demek ki, “Ben, sâdece Kur’âna ve sünnete yapışırım” demek yetmiyor. Eshâb-ı kirâmı sevmek ve onların yolunda olmak da şarttır. Peygamber Efendimiz, “Sadece benim yolumdan gidenler cennetliktir” demedi. “Benim ve Eshâbımın yolunda gidenler” buyurdu. Bu çok önemli bir inceliktir. Eshâb-ı kirâmın tamâmını sevmek, sâdece Ehl-i sünnet fırkasına nasip olmuştur. Şu hâlde, doğru yolda olmanın ölçüsü, Resûlullahın ve Eshâbının yolunda olmaktır.
Her fırka, her grup, benim yolum doğru diyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “Hadîs-i şerîfte, Müslümânların 73 fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu 73 fırkadan her biri, İslâmiyet’e uyduğunu, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: “Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedirler.” [Mü’minûn, 53 ve Rûm, 32]
Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm), bu çeşitli fırkalar arasında kurtuluş fırkasının alâmetini bildirmiştir: “Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır.” [Tirmizî]
Bugün çok kimse de, kendilerinin Ehl-i sünnet olduklarını söylüyorlar. Bu bakımdan Ehl-i sünnet i’tikâdının ne olduğunu bilmek şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz.
Peygamber Efendimiz (aleyhis-selâm), Müslümânlar arasında îmânda ve i’tikâdda ayrılıkların felâket olduğunu bildirerek, İmâm-ı Tirmizî’nin rivâyet ettiği meşhûr bir hadîs-i şerîfinde: “Benî İsrâîl (Yahûdîler), yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (Hıristiyânlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırka kurtulur” buyurmuştur.
Eshâb-ı kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduklarında: “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) buyurmuştur ki:
“Âkıl (akıllı) ve bâliğ olan (ergenlik yaşına/çağına ulaşan) her erkek ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i Sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini/îmân bilgilerini/inanılacak şeyleri öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette yani öldükten sonra Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır.” [Mektûbât-ı Rabbâniyye]
.
Ehl-i sünnet itikâdı
4 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :4 Haziran 2024 00:16
Ehl-i sünnet itikâdı; Peygamber Efendimizin ve Eshâb-ı kirâmının ve onların yolunda bulunan İslâm âlimlerinin bildirdikleri doğru itikâd, inanıştır.
Şek ve şüphe yoktur ki, Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullah Efendimizdir (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem). Eshâb-ı kirâm (radıyallahü anhüm), îmân bilgilerini bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i ızâm (rahmetullahi aleyhim) de, bu bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Daha sonra gelenler ise, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri, bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi.
Şu hâlde, özetle “Ehl-i Sünnet İ’tikâdı”: “Peygamber Efendimizin ve Eshâb-ı kirâmının (arkadaşlarının) ve onların yolunda bulunan İslâm âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâd, inanıştır.”
Amelde dört mezhebin İmâmları (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn), bu mezhepte [Ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezhebinde] idiler. Hadîs âlimlerinin hepsi de, Ehl-i sünnet i’tikâdında idiler. İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş’arî (rahmetullahi aleyhimâ) da Ehl-i sünnet mezhebinde idiler. Her iki İmâm da, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı, bu tek mezhebi savundular.
Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuştur. Durum böyle ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez.
İmâm-ı Mâtürîdî’nin akâid ve fıkıhta talebesi olan İbnül-Hakîm Semerkandî, “es-Sevâdül-A’zam” isimli kitâbında, Ehl-i Sünnet olanların 62 vasfını zikretmiştir.
En büyük âlim ve velîlerden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruh), “Müslümânların birinci vazîfeleri, i’tikâdlarını düzeltip, Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. İkinci olarak, fıkıh (İslâmiyet'in emir ve yasaklarla ilgili) bilgilerini öğrenip, her şeyi bu bilgiye göre yapmaktır” buyurmuştur. [İ’tikâdnâme/el-Îmân ve’l-İslâm]
“Allahü teâlânın bildirdiği her dîn iki kısımdır. Biri, kalb ile inanılması lâzım olan bilgiler, diğeri beden ile veya kalb ile yapılacak ibâdet bilgileridir. Bunlardan i’tikâd esâsları her dînde aynıdır, dînin aslı ve temelidir; dîn ağacının gövdesidir. Amel ise, ağacın dalları ve yaprakları gibidir. Her Müslümânın, önce i’tikâdını düzeltmesi, Ehl-i Sünnet vel-cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi inanması lâzımdır. Cehennem'in ebedî azâbından kurtulanlar, ancak bu i’tikâd üzere olanlardır.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Kalbe gelen bütün mânevî ahvâli/hâlleri, keşifleri (buluşları) bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i Sünnet i’tikâdı ile süslemeseler, kendimi mahvolmuş ve hâlimi harâb bilirim. Ama bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.” [Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr]
“Ehl-i Sünnet i’tikâdında olmayan hiçbir kimse evliyâ olamamıştır.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
.
Mezheplere ayrılmak parçalanmak değildir...
24 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :24 Haziran 2024 00:26
Eshâb-ı kirâm da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı. Fakat, i’tikâd bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu...
Kur’ân-ı kerîmde meâlen, “…Fırkalara ayrılmayın=Parçalanmayın…” buyurulmuştur. Bu âyet-i kerîme, muteber tefsirlerde belirtildiğine göre, “i’tikâdda, inanılacak bilgilerde parçalanmayın” manâsındadır. Ya’nî “nefislerinize ve bozuk düşüncelerinize uyarak, doğru îmândan ayrılmayın” demektir. İ’tikâdda ayrılmak, parçalanmak elbette, kat’iyyen câiz değildir. Hadîs-i şerîfte de “Cemâatte rahmet, ayrılıkta azap vardır” buyurulmuştur.
Şu hâlde, “…Parçalanmayın…” âyet-i kerîmesi, “fıkıh bilgilerinde ayrılmayın” demek değildir. Ahkâmda, amellerde olan ictihâd bilgilerindeki ayrılık, hakları, farzları, amellerdeki ince bilgileri ortaya koymuştur. Eshâb-ı kirâm da, günlük işleri açıklayan bilgilerde, birbirlerinden ayrılmışlardı. Fakat, i’tikâd bilgilerinde hiç ayrılıkları yoktu. Hadîs-i şerîfte, “Ümmetimin ihtilâfı, ayrılığı [mezheplere ayrılması] rahmettir (rahmet-i İlâhiyyedir)” buyuruldu. Dört mezhebin, amel bilgilerinde ayrılmaları böyledir. (Abdülğanî Nablüsî, el-Hadîkatü’n-Nediyye)
Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Benî İsrâîl, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem'e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ (hıristiyânlar) da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem'e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç kısma ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem'e gidip, yalnız bir fırkası kurtulur. Cehennem'den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir.” [Tirmizî]
“Ehl-i Sünnet” terimi, daha ziyâde izâfet (tâmlama) hâlinde, ya’nî “Ehl-i Sünnet İ’tikâdı veya Akîdesi”, “Ehl-i Sünnet Mezhebi”, “Ehl-i Sünnet Yolu”, “Ehl-i Sünnet Fırkası”, “Ehl-i Sünnet ve Cemâat fırkası”, “Ehlü’s-Sünneti ve’l-Cemâa”, “Ehl-i Sünnet Âlimleri...” şeklinde kullanılır. Kitaplarda “Ehl-i Sünnet” için “Ehl-i Hak (Doğru yolda olanlar)” ta’bîri de kullanılmaktadır.
“Ehl-i sünnet vel-cemâat” ulemâsı demek, “Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmının gittikleri doğru yolda bulunan âlimler” demektir. “Hak olan cemâat” ve 73 fırka içinde Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan “Fırka-ı nâciye” bunlardır.
Yukarıdaki terimde geçen “Sünnet=yol” demektir. “ Sünnetullah=Allah’ın yolu” demektir. Yine “ Sünnet=âdet, kânûn” ma’nâlarına da gelir. Meselâ, “Allah’ın sünneti=Allah’ın kânûnu” demektir. Bu, Kur’ân-ı kerîmde “sünnetullah” olarak geçmektedir. “Allah’ın sünnetinde [kânûnunda] aslâ bir değişiklik bulamazsın” buyuruluyor. [Ahzâb 62, Fetih 23, Fâtır 43]
“ Sünnet-i Resûlillah=Resûlullahın yolu” demektir. Sahâbîlerin de sünneti olur. “ Hazret-i Ebûbekir’in sünneti”, “ Hazret-i Ömer’in sünneti”, “ Hazret-i Osmân’ın sünneti”, “Hazret-i Ali’nin sünneti” gibi. Nitekim hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Benim Sünnetime ve benden sonra da hidâyete erdirilmiş olan Hulefâ-i râşidînin sünnetine sımsıkı sarılın.” [Buhârî]
.
Bidat ehli hakkında...
25 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :25 Haziran 2024 00:35
“Cehennem'e girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bid'at fırkası, ehl-i kıble oldukları için bunların hiçbirine kâfir dememelidir."
Îmân, dînin aslı, işin temelidir; inanış doğru olmazsa, ibâdetlerin hiçbir kıymeti olmaz. Ama îmânın “hakîkî îmân=sahîh akîde=doğru inanış” olması lâzım.
“Ehl-i Bid'at=Bid'at Ehli=Bid'at sâhibi”: “Bid'at sâhipleri; Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmının bildirdikleri doğru i’tikâddan/inanıştan (Ehl-i Sünnet i’tikâdından) ayrılanlar; i’tikâdda (îmânda) ve amelde (ibâdette) dînde olmayan yenilikler ortaya çıkaran kimseler, dinde reformculardır. Hadîs-i şerîfte Cehennem'e gidecekleri bildirilen yetmiş iki fırkadan her biridir.”
“İ’tikâdda mezhebimiz olan Ehl-i Sünnet vel-cemâat mezhebinden başka, yetmiş iki fırkanın inançları yanlıştır, bozuktur, onlar Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü i’tikâd mezheblerinin yetmiş üçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, diğerlerinin bozuk olacağını Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) haber vermiştir. Yanlış oldukları bildirilen yetmiş iki fırkaya “bid'at (dalâlet) fırkaları” denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine “ehl-i kıble”, “Müslümân” denir. Fakat yetmiş iki mezhebden herhangi birinde bulunduğunu söyleyen bir kimse, Kur'ân-ı kerîmde veya hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve Müslümânlar arasında yayılmış bilgilerden herhangi birine inanmazsa, kâfir olur.” [Ahmed Tahtâvî, Hâşiyetü’t-Tahtâvî; İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye; Seyyid Abdülhakîm Arvâsî]
“Cehennem'e girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bid'at fırkası, ehl-i kıble oldukları için bunların hiçbirine kâfir dememelidir. Fakat bunların, dînde inanılması zarûrî, lâzım olan şeylere inanmayanları ve “Ahkâm-ı Şer'iyye”den her Müslümânın işittiği, bildiği şeyleri te'vilini bilmeden reddedenleri kâfir olurlar.” [İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye]
“Hanefî mezhebindekiler, i’tikâdda Ebû Mansûr Mâturîdî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Çünkü Ebû Mansûr Mâturîdî, i’tikâdî ve amelî husûslarda, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebindedir. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheblerinde bulunanlar ise, i’tikâdda Ebü'l-Hasen Eş'arî hazretlerine tâbi olmuşlardır. Ebü'l-Hasen Eş'arî, Şâfiî mezhebinde idi.” [Taşköprüzâde, Miftâhu’s-Seâde/Mevzûâtü’l-Ulûm]
İmâm-ı Şa’rânî (kuddise sirruh) de buyurmuştur ki:
“Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, [bi-iznillah] kendilerine uyanlara şefâat ederler. Rûhlarını teslîm ederlerken, kabirde Münker ve Nekîr isimli iki melek suâl ederlerken ve Haşırda, Neşirde, Hesapta, Sırâtta yanlarında bulunurlar; onları unutmazlar. Tasavvuf büyükleri, kendilerine uyanları, [Allahü teâlânın izniyle] bütün korkulu yerlerde kolladıkları gibi, müctehid İmâmlar da [bi-iznillah] onları korurlar. Bunlar, mezhep İmâmlarıdır; bu ümmetin bekçileridirler… Dört mezhep İmâmından dilediğini taklîd et de, saâdete kavuş” [el-Mîzânü’l-kübrâ]
.
“İmâmları ile çağrılmak” ne demektir?
1 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :1 Temmuz 2024 00:35
Âyet-i kerimeden anlaşılan, “Her ümmet, âhırette, Peygamberlerinin ve dînde uydukları İmâmlarının isimleriyle çağrılacaklardır.
Mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde, “İsrâ” Sûre-i celîlesinin 71. âyet-i kerîmesinde meâlen: “ O gün (Kıyâmette), her fırkayı İmâmları ile çağırırız” buyurulmuştur. Bugünkü makâlemizde, bu mühim âyet-i celîlenin açıklaması hakkında mu’teber bazı tefsîrlerden [2’si Arabî ve 1’i Fârisî 3 tefsîrden] bazı nakıller yapmak istiyoruz:
Tefsîr ilminin büyük üstâdı ve “Reîsül-müfessirîn=Müfessirlerin şâhı, reîsi” diye anılan, Kâdî Abdullah bin Ömer Beydâvî’nin tefsîri olan “Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl” isimli 2 cildlik kıymetli tefsîrde, bu âyet-i kerîmenin açıklaması olarak şöyle buyurulmuştur: “Her ümmeti, Peygamberleri ve dînde uydukları İmâmları ile çağırırız.”
[Şîrâz civârında “Beydâ” şehrinde tevellüd, 685 [m. 1286] senesinde Tebrîz’de vefât eden Kâdî Beydâvî, müfessirliğinin yanında, aynı zamanda, Şâfi’î mezhebinde fıkıh âlimi olup Şîrâz’da kâdîlık yapmış bir zâttır; Kâdî Beydâvî’nin “Kelâm”, “Fıkıh” ve “Tasavvuf=Ahlâk” ilminde de kitâbları vardır.]
İsmâîl Hakkî Bursevî’nin (rahmetullahi aleyh) “Rûhu’l-beyân” ve Hüseyin bin Alî Vâız-ı Kâşifî’nin (rahmetullahi aleyh) “ Tefsîr-i Hüseynî=Mevâhib-i Aliyye” isimli tefsîrlerinde ise, yukarıdaki âyet-i kerîmenin açıklamasında: “Herkes, kendi mezhebinin İmâmı ile çağırılır. Meselâ "Yâ Hanefî" veya "Yâ Şâfiî" denilir” ifâdesine yer verilmiştir. İslâm âlimleri, bu açıklamaların, dört hak mezhepten birine uymanın vâcib olduğunu gösterdiğini söylemişlerdir.
[10 cildlik “Rûhu’l-beyân” tefsîri, Aydos’da tevellüd edip Bursa’da vefât eden, Sôfiyye-i aliyyeden, Celvetî meşâyihından, Üsküdar-Atpazarı’nda Osmân Efendi’den hilâfet alan ve çok kitâb yazan İsmâîl Hakkî Bursevî’nin (rahmetullahi aleyh) [1063-1137/1652-1725] eseri olup Beyrût ve İstanbul’da 1389 yılında bastırılmıştır. “ Kenz-i mahfî” isimli meşhûr bir eseri de vardır.]
[Fârisî “Mevâhib-i Aliyye” tefsîrine gelince: Bu kitap meşhûr olup Hirât(Herât)’ta vâızlik yapan ve 910 [m. 1505] yılında yine orada vefât eden, çok kitâb yazan Hüseyin bin Alî Vâız-ı Kâşifî’nin (rahmetullahi aleyh) eseridir. “Ahlâk-ı Muhsinî” isimli kitâbı, İngilizceye tercüme edilmiştir.
“Mevâhib-i Aliyye” isimli tefsîr, [1246]’da İsmâîl Ferrûh Kırîmî tarafından Türkçe’ye çevrilmiş, bu Osmânlıca tercümeye “Mevâkib Tefsîri” ismi verilmiştir. Muhammed Bitlisî de [vefâtı 982], bu Farsça tefsîrin başka bir tercümesini yapmıştır.]
Demek ki, âyet-i kerimeden anlaşılan, “Her ümmet, âhırette, Peygamberlerinin ve dînde uydukları İmâmlarının isimleriyle çağrılacaklardır. Meselâ, yâ ümmet-i Mûsâ, yâ ümmet-i Îsâ, yâ ümmet-i Muhammed; yâ Hanefî yâhût yâ Şâfiî denilecektir.” [Kâdî Beydâvî (Envârut-Tenzîl), İsmâîl Hakkî Bursevî (Rûhu’l-Beyân), Hüseyin Vâız-ı Kâşifî (Tefsîr-i Hüseynî=Mevâhib-i Aliyye]
Kötü milletler de, zâlim krallarıyla çağrılacaklardır. Meselâ Fir’avun ve taraftarları, Nemrut’un adamları diye çağırılacaklar. Kötüler kötü, iyiler de iyi liderleriyle çağrılacaklardır. [Meâlimü’t-tenzîl]
.
Mezhep imâmına uymak...
2 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :2 Temmuz 2024 00:27
Kur’ân-ı kerîmde: “Mü’minlerin [i’tikâd ve ameldeki] yolundan ayrılanların Cehenneme gidecekleri…” [Nisâ, 115] beyân buyurulmuştur.
“Medârik” tefsîrinde bu âyetin açıklamasında, “Kitâb ve Sünnetten ayrılmak gibi, icmâdan da ayrılmak câiz değildir” buyuruluyor.
Kâdî Beydâvî (rahimehüllah) tefsîrinde, aynı âyet-i kerîmenin açıklamasında: “Bu âyet, icmâdan ayrılmanın harâm olduğunu göstermektedir. Mü’minlerin yolundan ayrılmak harâm olunca, bu yola uymak da vâcib olur, şart olur” buyurmuştur.
Kıyâmette, herkes kendi mezhep İmâmının ismi ile çağrılacaktır. İmâm, kendisini taklîd edene, şefâat edecektir. Dört mezhep İmâmının her biri yüksek zâtlar idi. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir: “ Bana inâbet edenin yoluna uy.” [Lokmân, 15]
Dört büyük İmâmın, bu inâbet yolunda oldukları icmâ ile bildirilmiştir.
“Eshâb-ı kirâm”ın veyâ “Tâbiîn”in yâhût da “Tebe-i Tâbiîn”in dînî bir konuda ittifâklarına, söz birliği etmelerine “icmâ” denir. Çünkü bu üç asrın âlimleri ya’nî müctehidleri, hadîs-i şerîfle övülmüşlerdir. Bunlara “Selef-i sâlihîn” denilir. İcmâa uymak farzdır; icmâı inkâr ise küfürdür. (Seyyid, allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn, Hâşiyetü Reddi’l-muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr fi Şerhi Tenvîri’l-Ebsâr)
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) zamanından beri [14 asırdır], bütün Müslümânlar, bilinen, meşhûr dört İmâmı taklîd etmişler; bunlara itâat etmekte, mezheplerine uymakta “ icmâ” hâsıl olmuştur. İcmâ’ya uymak vâcibtir. [Buradaki vâcib farz demektir.]
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hazretleri, “Bir hüküm üzerinde, dört hak mezhebin İmâmları arasında icmâ hâsıl olursa, bu icmâya inanmak lâzımdır, inanmayan küfre girer” buyuruyor. (Mektûbât, II. cild, 36. mektûb)
Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh kitaplarında, “Dört hak mezhepten birine uymak vâciptir ya’nî farzdır” deniliyor. [Hadîs-i şerîflerde bildirilen “vâcib” kelimesi de, genelde “farz” anlamında kullanılmaktadır. Diğer üç mezhepte de, “vâcib” denilince “farz” anlaşılır. Hanefî’deki “vâcib” hükmü, diğer üç mezhepte yok gibidir.]
Sevgili Peygamberimiz, hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki:
“Ümmetim[in âlimleri], hiçbir zaman dalâlette icmâ yapmazlar. İhtilâf olunca sivâd-ı [sevâd-ı] a'zama [Ehl-i sünnet âlimlerinin ekseriyetinin bildirdiği yola] tâbi olun.” [İbn-i Mâce]
“Ümmetim[in âlimleri] dalâlet olan bir şeyde icmâ yapmazlar.” [İmâm Ahmed]
“Allahü teâlânın rızâsı, icmâdadır. Cemâatten ayrılan, Cehenneme gider.” [İbn-i Asâkir]
Şimdi dört mezhepten başkasıyla amel etmek câiz değildir, bunda icmâ hâsıl olmuştur. (El-Mesâilü’l-müntehabetü fi’r-risâleti ve’l-vesîle)
İhtilâfları çözmek için, Sünnete de ihtiyaç vardır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurulmuştur ki: "Anlaşamadığınız bir işin hükmünü, Allah’tan [Kur’ândan] ve Resûlünden [hadîsten, sünnetten] anlayınız." [Nisâ, 59]
Buradaki " anlayınız" emri, âlimler içindir. Çünkü Kur’ân-ı kerîmde, "Bilmiyorsanız, âlimlere sorunuz" buyuruluyor. (Nahl, 43)
.
Cennet ve Cehennem hakkında...
8 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :8 Temmuz 2024 00:16
Kıyâmette bir beden yaratılıp, rûh ile bu beden birlikte Cennette veya Cehennemde sonsuz yaşacaklardır.
Son zamanlarda, bazı kimseler, televizyonlarda ve sosyal medyada, Cennet hayâtı hakkında ileri-geri konuşmaya başlamışlardır. Bazı kardeşlerimiz de bize, bu konuda bazı suâller sormaktadırlar. Hâlbuki hiçbir kimse, kabir hayâtı hakkında da, âhıret hayâtı hakkında da kesin bir bilgiye sâhip değildirler ve olamazlar. Çünkü o konular, aklın bilebileceği husûslardan değildir. Bizler, o konularda, ancak Allahü teâlânın ve Resûl-i ekreminin bildirdiklerinden doğru malûmât sâhibi olabiliriz. İnşâallah bu konuda birkaç makâle yazmak istiyoruz.
Bilindiği üzere, insanlar için, 3 türlü hayât vardır: Dünyâ hayâtı, kabir hayâtı ve âhıret hayâtı. Dünyâ hayâtının bazı safhaları bulunmaktadır: Anne karnındaki hayât (9 ay 10 gün), çocukluk ve gençlik devresi (0-30 yaş arası), yetişkinlik ve olgunluk dönemi (30-50 yaş arası), ihtiyarlık / yaşlılık dönemi (50-70 arası) ve nihâyet 70’den sonrası da pîr-i fânîlik dönemi.
Sevgili Peygamberimiz, “Ümmetimin ömürleri, 60 ilâ 70 arasındadır; bunu geçenler azdır” buyurmuştur. Önceki ümmetlerin ömürleri bir haylî uzun idi. Meselâ Hazret-i Âdem (aleyhis-selâm) 2.000 sene, Hazret-i Şît (aleyhis-selâm) 1.000 sene, Hazret-i Nûh (aleyhis-selâm) 1.000 sene yaşamışlardır. Âhır zamanda, insanların hem boyları, hem de yaşları kısaltılmış bulunmaktadır.
Dünyâda, beden rûh ile birliktedir. İnsana hayât / canlılık veren rûhudur. Rûh, bedenden ayrılınca insan ölür; kabir hayâtı başlar. Kabir hayâtında his vardır, ama hareket yoktur. Kıyâmette bir beden yaratılıp, rûh ile bu beden birlikte Cennette veya Cehennemde sonsuz yaşacaklardır.
İnsanın dünyâda ve âhırette mes’ûd olması için, Müslümân olması lâzımdır. Dünyâda mes’ûd olmak, râhat yaşamak demektir. Âhırette mes’ûd olmak ise, Cennete gitmek demektir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, onlara, mes’ûd olmak yolunu, Peygamberleri ve kitapları vâsıtasıyla bildirmiştir.
Eğer insanlar, yalnız başlarına kalsalardı, bu seâdet yolunu, kendi akıllarıyla bulamazlardı. Onun için Cenâb-ı Hak, beşeriyeti daha ilk insandan i’tibâren muallimsiz, mürşidsiz, rehbersiz, kılavuzsuz, öndersiz, muktedâ bih’siz, rol modelsiz bırakmamıştır.
Allahü teâlâ, insanlara ve cinnîlere, 6 “Ülül-azm” Peygamber, 313 “Resûl”, 124.000’den ziyâde “Nebî” göndermiştir. Peygamberlerin bildirdikleri seâdet yoluna “Dîn” denir. Muhammed (aleyhis-selâm)ın bildirdiği dîne de “İslâmiyet = İslâm dîni” denilir.
Her şeyi yoktan var eden, varlıkta durduran, bizlere ve bütün canlılara rızıklarını ve muhtâç oldukları her şeyi lutfeden Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîm’inde meâlen: "Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur…" (Mülk, 2) buyurmuştur.
Ma’lûm olduğu üzere, yaşamaktan maksat iyi işler yapmaktır. Aslında bütün insanların yaratılmalarındaki maksad da, Allahü teâlâya ibâdet etmeleridir. Yine Allahü teâlâ, “Cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilmeleri, tanımaları) bana ibâdet etmeleri için yarattım” (Zâriyât, 56) buyurmuştur.
.
Dünya ve âhirette mesut olmak...
9 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :9 Temmuz 2024 00:30
Dünyâdaki bütün insanlar mesut olmak isterler. Fakat mesut olan pek azdır, çünkü saâdetin ne olduğunu bilen azdır.
Allahü teâlâya ibâdet için yaratılan insanlar, O'nun râzı olduğu işleri yaparlarsa, “İbâdet” etmiş olurlar. Bilindiği gibi ibâdetler üç kısımdır: 1- Beden ile yapılanlar (Namaz ve Oruç gibi), 2- Mal ile yapılanlar (Zekât, Sadaka-i Fıtır ve Kurbân gibi), 3- Hem beden, hem de mal ile yapılan (Hac ve Umre gibi) ibâdetlerdir. Allahü teâlânın rızâsı da, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği harâmlardan kaçınmaktadır.
İnsanlar, en büyük ve en son Peygamber olan Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) tarafından teblîğ edilmiş olan îmân, ibâdet ve ahlâk esâsları ile, ma’nen ve mâddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya da’vet edilmişlerdir.
Böylece insanlar, âlemlerin ve bütün mahlûkların yaratıcısı olan ve bütün ni’metleri, iyilikleri gönderen Allahü teâlâya ibâdet etmeye, ancak O’na boyun bükmeye, O’na duâ etmeye, O’ndan yardım istemeye, O’na sığınmaya çağırılmışlardır. Nitekim Allah’a kulluk hakkında, Kur’ân-ı kerîmde meâlen, “Yalnız Sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız Sen’den yardım isteriz” (Fâtiha sûresi, 4) buyurulmaktadır.
İslâmiyet, kalb ile inanılacak “Îmân” bilgileri ve beden ile yapılacak “Ahkâm-ı İslâmiyye” bilgileridir. Doğru î mân ve ahkâm bilgileri, “Ehl-i Sünnet” âlimlerinin kitaplarından öğrenilir. Günümüze kadar hiç eksiksiz olarak gelmiş olan Müslümânların dört mezhebinden herhangi birisinin âlimleri “Ehl-i sünnet âlimleri”dir. Bu Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit’tir (rahmetullahi aleyh).
***
Dünyâdaki bütün insanlar mes’ût olmak isterler. Fakat mes’ût olan pek azdır, çünkü saâdetin ne olduğunu bilen azdır. Saâdet denilince yalnız dünyâdaki râhatlık hâtıra gelmemelidir. Asıl saâdet, ebedî olan âhiret saâdetidir. Âhiret saâdetine kavuşabilmek için de, Allahü teâlânın ve son Peygamberinin emirlerine uymak yegâne çâredir; bundan başka çâre yoktur.
Allahü teâlâ, bizleri yoktan var etmiş, eşref-i mahlûkât (yaratılmışların en şereflisi) kılmış, yeryüzünde bulunan her şeyi bizim hizmetimize vermiştir.
O, bunların karşılığında, insanların kendisini tanımalarını, îmân etmelerini, verdiği nimetlere şükretmelerini, ibâdet etmelerini, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, birbirlerine yardımcı olmalarını istemiştir.
Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberleri vâsıtasıyla, onlara saâdet yollarını göstermiş, iyi ve güzel, kötü ve çirkin her şeyi öğretmiştir. Bu “Peygamber”leriyle, insanların dünyâda ve âhirette râhat etmeleri, huzûr içerisinde, iyi bir şekilde yaşamaları için, emirlerini ve yasaklarını, yanî neleri yapmaları ve nelerden sakınmaları lâzım olduğunu açıklamıştır.
Bu Peygamberlerin hepsinin hedefi, insanların dünyâda huzûr ve sükûn içerisinde yaşamaları, âhirette de ebedî saâdete kavuşmalarıdır.
Peygamberlerin vârisleri olan İslâm âlimleri ve Evliyâ-yı kirâm da, hep gıdâ gibi, bütün insanlara lâzım olan iyi fertler, âileler ve cemiyetler teşkîl etmek için uğraşmışlardır.
..
Cennet ve Cehennem...
15 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :15 Temmuz 2024 00:35
“Cennet” ve “Cehennem” kelimeleri ne demektir? Bunların başka isimleri var mıdır? Tabakaları, kısımları, nevileri, çeşitleri nelerdir?
“Cennet” ve “Cehennem” konuları mevzû-i bahis edilince, insanın aklına birçok suâl geliyor. Evvelâ “Cennet” ve “Cehennem” kelimeleri ne demektir? Bunların başka isimleri var mıdır? Tabakaları, kısımları, nevileri, çeşitleri nelerdir?
Önce “Cennet” kelimesiyle konumuza başlayalım: “Cennet” kelimesi, dünyâda “bostân”, âhirette ise, “Cennet denilen, sonsuz nimetlerin bulunduğu yer” demektir. “ Cehennem” de, burada “derin ateş kuyusu”, âhırette ise “Cehennem denilen azap dolu yer”e denir.
Demek ki sözlükte “Bahçe” demek olan “Cennet”: “Âhirette Müslümânların nîmet ve mutluluk içerisinde sonsuz olarak yaşayacakları yer” demektir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyurdu ki: “Rabbinizden (afv ve) mağfiret istemeye ve Cennet'e girmeye koşunuz; bunun için çalışınız! Cennet'in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hâzırlandı. Bunlar, az bulunsa da mallarını Allah yolunda verirler, öfkelerini yenerler (belli etmezler), insanları (herkesi) affederler. Allahü teâlâ, ihsân edenleri sever. (Âl-i İmrân sûresi: 133)
Sevgili Peygamberimiz, hadîs-i şerîfte buyurmuştur ki: “Dikkat edin, Cennet için hazırlanan yok mudur? Kâbe'nin Rabbi'ne (Allahü teâlâya) yemîn olsun ki, Cennet'te tehlike diye bir şey yoktur. Cennet, parlayan bir nûr, etrâfa yayılan bir kokudur. Binâları kuvvetlidir. Irmakları devâmlı akar, bol ve kemâle ermiş meyve yeridir.” (İhyâu Ulûmiddîn)
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: “Kalbinde zerre kadar îmânı olan kimse, Cehennem'de sonsuz kalmayacak, Allahü teâlânın rahmetine kavuşarak Cennet'e girecektir.”
Altıparmak Muhammed Efendi’nin “Peygamberler Târihi”’nde [Meâricün-nübüvve fî medâricil-fütüvve, (Molla Miskîn Muhammed Muîn) (v. 954 h.)] Cennetin tabakaları şöyle anlatılmaktadır:
“Allahü teâlâ, Arş ve Kürsî altında, yedi kat göklerin üstünde, Arşın nûru ile birbirinden yüksek sekiz Cennet yaratmıştır:
1- Dârul-Cinân (Dârul-celâl): Kapısının üzerinde Kelime-i tevhîd, yâni Lâ ilâhe illallah yazılıdır.” (Erzurumlu İbrâhîm Hakkı)
2- Dârus-Selâm: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “Allahü teâlâ, Dârus-selâma çağırır ve kimi dilerse, onu doğru yola iletir.” (Yûnus sûresi: 25)
3- Cennetül-Me'vâ: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “Îmân edip de sâlih amel işleyenler için, yapmış oldukları iyi amellere karşılık konak olmak üzere Me'vâ Cennetleri vardır.” (Secde sûresi: 18)
4- Cennetül-Huld: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “(Ey Resûlüm!) de ki: Acabâ bu Cehennem mi hayırlı, yoksa takvâ sâhiplerine (Allahü teâlâdan korkup harâmlardan kaçan kimselere) vadolunan Huld Cenneti mi? Ki bu, onlar için bir mükâfât, bir merci'dir (dönüş yeridir). Orada devâmlı kaldıkları hâlde, o takvâ sâhiblerinin her diledikleri vardır." (Furkân sûresi: 15-16)
“Yâ Rabbî! Sen’den, îmân, tükenmeyen nîmetler, Huld Cenneti'nde Muhammed aleyhisselâmla beraber olmayı isterim.” (İmâm-ı Gazâlî)
.
Cennet ve Cehennemin tabakaları
16 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :16 Temmuz 2024 00:31
“Cennet'te yukarıya doğru birbirlerinin üstünde bulunmak sûretiyle yüz derece ve mertebe vardır. Genişlikleri de çok fazladır..."
Dünkü makâlemizde, Cennetin 8 tabaka olduğunu belirtmiş ve 4 tabakasını zikretmiştik. Bugün de, kalanlarına temâs edelim:
5- Cennetün-Naîm: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “Îmân edip de sâlih ameller işleyen kimselere, onların Rabbi, îmânları sebebiyle, kendilerine ağaçları altından ırmaklar akan Naîm Cennetlerine kavuşturan yolu gösterir.” (Yûnus sûresi: 9)
6- Cennetül-Firdevs: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: “Hakîkaten îmân edip de iyi amel ve harekette bulunanlar (var ya), onların konakları da Firdevs Cenneti'dir.” (Kehf sûresi: 107)
“Cennet'te yukarıya doğru birbirlerinin üstünde bulunmak sûretiyle yüz derece ve mertebe vardır. Genişlikleri de çok fazladır. Firdevs, makâm bakımından âlâsıdır, en yükseğidir. Cennet'in dört nehri olan bal, süt, su, şarap (Cennet şarâbı) Firdevs'ten akar ve o Firdevs'in üstünde Arş-ı âlâ vardır. Öyle ise, Allahü teâlâdan Cennet'i istediğiniz zaman, Firdevs'i isteyiniz.” (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
“Dünyâda alçak gönüllü olanlara müjdeler olsun; kıyâmet günü onlar kürsî sâhibleridirler. Dünyâda ara bulup barıştıranlara müjdeler olsun; kıyâmette Firdevs Cenneti'ne onlar vâris olacaklardır.” (Hazret-i Îsâ)
7- Cennetül-Adn: Yedi kat göklerin üzerinde yaratılan sekiz Cennetten derece bakımından en yüksek olanı. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
“Îmân ehli, altın bilezikler ve inci ile süslenecekleri Adn ismindeki Cennetlere girerler.” (Fâtır sûresi: 33)
“Allahü teâlâ Adn ismindeki Cenneti, günâh işleyecekleri zaman, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünüp, O'ndan hayâ ederek günahtan kaçınan kimseler için hazırlamıştır.” (Hadîs-i şerîf-ed-Dürretül-Fâhire)
“Adn Cenneti'ne Peygamberler, sıddîklar ve şehîdler gireceklerdir. Peygamber Efendimizin derecesi olan Vesîle, Adn Cenneti'ndedir.” (İmâm-ı Birgivî)
8- Dârul-Karâr.
***
Şimdi de, “Cehennem” bahsine geçelim:
“Cehennem”: “Kâfirlerin devâmlı, günâhkâr Müslümânların ise, günâhları kadar âhirette azâb görecekleri yerin adıdır.”
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
“Kim, Allahü teâlâ ve Resûlüne ısrârla isyân eder, inkâr etmek sûretiyle Allahü teâlânın koyduğu sınırları çiğneyip geçerse, onu, içinde sonsuz kalıcı olarak Cehennem'e koyar. (Allahü teâlânın ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emirlerine aldırış etmeyenler, beğenmeyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyâçlara kâfî değildir diyenler, kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamayacaklardır.) Bunlara Cehennem'de, çok acı azâb vardır.” (Nisâ sûresi: 14)
“Ey Müslümânlar topluluğu! Allahü teâlânın, sizi teşvîk ettiği şeye rağbet ediniz ve O'nun yasak ettiklerinden kaçınınız. Allahü teâlânın korkuttuğu şeylerden korkunuz. O'nun cezâsından, azâbından, Cehennem'inden korkunuz. Şu bulunduğunuz dünyâda, O'nun ateşinden bir damla kıvılcım bulunmuş olsa, bu dünyâyı sizler için yaşanmaz hâle getirir.” (Hadîs-i şerîf-İhyâu Ulûmiddîn, Tezkîre-i Kurtubî)
.
Cehennemin tabakaları -1-
22 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :22 Temmuz 2024 00:29
“Cehennem'e girmek ve sonsuz olarak orada kalmak, îmânı duyduktan sonra şirk (Allah'a ortak) koşanlar, kâfirler içindir.”
Daha önceki 4 makâlemizde, birer nebze Cennet’ten bahsettik; şimdi gelelim Cehennem’e. Cehennem yedi tabakadır, kâfirler durumlarına göre, tabakaların birinde azap göreceklerdir. Kâdızâde Ahmed Efendi, “ Ferâidü’l-fevâid” kitâbında buyuruyor ki: “Cehennem yedi tabakadır; birbirinin altındadırlar. Her tabakanın ateşi, üstündekinden daha şiddetlidir. Günâhı affedilmemiş olan müminler; birinci tabakada, günâhları miktârı yanıp, sonra Cehennem’den çıkarılarak Cennet’e götürüleceklerdir. Diğer altı tabakada, çeşitli kâfirler sonsuz yanacaklardır.”
“Cehennem yedi tabakadır: Birinci tabaka en hafîfidir. Fakat dünyâ ateşinden yetmiş kat daha şiddetlidir. Adı Cehennem’dir. Burada Müslümânlardan bir kısmı yanıp, günâhlarından temizleneceklerdir. Kâfirlerin devâmlı azâb görecekleri Cehennem’in diğer tabakaları ise; Saîr, Sakar, Cahîm, Hutame, Lazâ ve Hâviye'dir.” (Seâdet-i Ebediyye)
Cennet ve Cehennem, şimdi mevcutturlar. Bazı âlimlere göre, Cehennem’in nerede olduğu kesin bilinmemektedir. Bazılarına göre, yedi kat yerin altındadır. Arz küresi, güneş ve bütün yıldızlar birinci semâ [gök] içinde olduklarına göre, yeryüzünün neresinde olursak olalım, yedi kat yerin altında semâ vardır. Bundan, Cehennem’in yedi kat semâdan birinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
“Cehennem'e girmek ve sonsuz olarak orada kalmak, îmânı duyduktan sonra şirk (Allah'a ortak) koşanlar, kâfirler içindir.” (Kâdîzâde)
“Cennet ve Cehennem hâlihâzırda vardırlar ve ebediyyen bâkîdirler (kalıcıdırlar). (Ömer Nesefî)
“Cehennem'den en son çıkacak mü'min, yedi bin âhiret senesi yanacaktır. Âhiretin bir günü, dünyânın bin senesi kadar uzundur.” (Kâdızâde Ahmed Emîn Efendi)
“Günâhlar gaflete, yanî Allahü teâlâyı unutmaya, gaflet ise, kalbin katılaşmasına sebeb olur. Kalbin katılaşması, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Allahü teâlâdan uzaklaşmak ise, Cehennem'e götürür.” (Hâris el-Muhâsibî)
“Bir şeyi arayan onun peşinden koştuğu ve bir şeyden korkan ondan kaçtığı hâlde, Cennet'i arayıp, Cehennem'den kaçan kimselerin, bunlara hiç aldırış etmeden gaflet uykusunda uyuyup kalmaları, ne kadar şaşılacak şeydir.” (Âmir bin Abdullah)
“Cehennem” kelimesi yerine kullanılan bir kelime daha vardır; o da “Nâr” kelimesidir ve “Ateş”; “Cehennem” anlamındadır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
“Kim, ameli ve iyiliği ile dünyâ hayâtını ve zînetini isterse, onlara dünyâda güzel amellerinin karşılığını bol bol veririz. Ecirlerinden hiçbir şey eksik bırakılmaz. (Fakat) onlar için âhirette, karşılık olarak, sâdece nâr vardır.” (Hûd sûresi: 15)
“Kalbinde hardal tânesi kadar îmân olan hiçbir kimse nâra girmez; kalbinde hardal tânesi kadar kibir (yâni küfür) bulunan hiçbir kimse de Cennet'e girmez.” (Hadîs-i şerîf - Müslim)
Cehennem’de ayrıca “Zemherîr” tabakası da vardır; orası Cehennem'deki soğuk yer, soğuk Cehennem’dir.
“Zemherîr’in soğukluğu pek şiddetlidir. Bir an dayanılmaz. Kâfirlere, bir soğuk, bir sıcak, sonra soğuk, sonra sıcak Cehennem'e atılarak azâb yapılacaktır. Cinnîler ateşten etkilenmezler; onların Cehennemlik olanları zemherîrde azâb göreceklerdir.” (Kâdızâde Ahmed Efendi)
.
Cehennemin tabakaları -2-
23 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :23 Temmuz 2024 00:39
Hutame, Cehennem'in beşinci tabakasıdır. burada; ateşe, öküze tapanlar, Budistler, Brahmanlar yanacaklardır...
Dünkü makâlemizde, 1. tabaka olan Cehennem’den bahsettik. Şimdi de, Cehennem’in diğer tabakaları hakkında üçer-beşer kelime söyleyelim:
“Saîr”: Cehennem'i meydâna getiren tabakaların ikincisi. Burada Tevrât'ı değiştirenler yanacaklardır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
“...Yahûdîlerden kimi, Muhammed aleyhisselâma îmân etti, kimi de ondan yüz çevirdi. O îmân etmeyenlere saîr alevi kâfîdir.” (Nisâ sûresi: 55)
“Sakar”: “Cehennem'i meydâna getiren tabakalardan üçüncüsü. Burada İncîl'i değiştirenler azâb göreceklerdir.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
“Ben, onu (Velîd bin Muğîre'yi) Sakar'a atacağım. Sakar'ın ne olduğunu bilir misin? Hem o Cehennem, bedeninden hiçbir eser bırakmaz (hepsini helâk eder), hem yine eski hâline getirip (aynı azâbı yapmaya) devâm eder.” (Müddessir sûresi: 26-27)
“Cahîm”: Cehennem'in dördüncü tabakasına verilen ad. Güneşe ve yıldıza tapanların azâb görecekleri Cehennem.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
“Cahîm ise, azgınlara apaçık gösterilmiştir. Ve onlara, Allahü teâlâyı bırakıp ibâdet ettikleriniz hani nerede? Size yardım edebiliyorlar mı? Yâhut kendilerini (azâbdan) kurtarabiliyorlar mı? denir.” (Şuarâ sûresi: 91-93
“Hutame”: Cehennem'in beşinci tabakası. “Cehennem'in beşinci tabakası olan Hutame'de; ateşe, öküze tapanlar, Budistler, Brahmanlar yanacaklardır.” (Senâullah Dehlevî)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi ve başkalarını ayıplamayı ve servet biriktirip onu saymayı âdet edinenlere veyl (yazıklar) olsun! O, mâlın kendisini ebedî kılacağını mı zanneder? Hayır! Yemîn ederim ki o, Hutame'ye atılır. Hutame’nin ne olduğu sana söylendi mi? O, Allahü teâlânın tutuşturulmuş, yandıkça tırmanıp kalblerin tâ üstüne çıkan ateşidir.” (Hümeze sûresi: 1-7)
“Lazâ”: Hiçbir dîne inanmayanlar ile müşriklerin (Allahü teâlâya ortak koşanların) azâb görecekleri, Cehennem'in altıncı tabakasıdır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
“Şüphe yok ki hem âhiret, hem dünyâ bizimdir. İşte sizi, alevlendikçe alevlenen Lazâ ateşi ile korkuttum. Oraya ancak kâfir olan (Peygamberini) inkâr eden ve (îmândan) yüz çevirenler girerler.” (Leyl sûresi: 13-15)
Cehennem'de bir vâdînin adı da, “Veyl”dir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
“Hayır, biz, hakkı bâtılın tepesine atarız da, onu parçalar. Bir de bakarsın o anda (bâtıl) mahv olmuştur. (Allah çocuk edinmiştir, melekler Allah'ın kızlarıdır gibi) Allah'a isnâd ettiğiniz (noksân) vasıflardan dolayı sizin için Veyl vardır.” (Enbiyâ sûresi: 18)
“Çok Müslümân evlâdı, babaları yüzünden Veyl ismindeki Cehennem'e gideceklerdir. Çünkü bunların babaları, yalnız para kazanmak ve keyif sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünyâ işleri arkasında koşup, evlâdlarına Müslümânlığı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmediler. Ben, böyle babalardan uzağım. Onlar da, benden uzaktırlar. Çocuklarına dînlerini öğretmeyenler, Cehennem'e gideceklerdir.” (Hadîs-i şerîf-İhyâ)
.
Cennet ve Cehennem şu anda mevcuttur...
29 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :29 Temmuz 2024 09:45
Kur'ân-ı kerîmde, müminler için Cennetin, kâfirler için de Cehennemin hâzır vaziyette bekletildiği bildiriliyor...
8 Temmuz 2024 Pazartesiden bu yana (bu hafta da dâhil 4 haftada 8 makâle yazıp) Cennet ve Cehennemden bahsettik. Bilindiği üzere kabir hayâtını, Cennet-Cehennemi ve âhıret hayâtını sırf akılla (salt akılla, tek başına akılla) anlamak mümkün değildir. Zira akıl yalnız maddî şeyler, laboratuvara sokulabilen şeyler hakkında kesin bilgi sâhibi olabilir. Kabir ve âhıret ahvâli gibi husûslarda âyet-i kerîmelere, hadîs-i şerîflere ve bunlardan mülhemen fikir beyân eden muteber İslâm âlimlerinin sözlerine ihtiyaç vardır.
Herkesin hâtırına, “Cennet” ve “Cehennem” şu anda mevcut mudurlar? Nerededirler? Varlıklarının delîlleri nelerdir? Buralar nasıl yerlerdir? Salt akılla onları anlamamız mümkün müdür? gibi suâller gelmektedir.
İslâm âlimlerinin en büyüklerinden olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh), Ehl-i Sünnet i’tikâdını hülâsaten yazdığı “el-Fıkhu’l-Ekber” isimli hacmi küçük, ama değeri çok büyük, akâidle ilgili kıymetli eserinde, “Cennet ve Cehennem, şu ânda mevcutturlar; ebediyyen yok olmazlar” buyuruyor.
Cennet ve Cehennemin varlıkları, “Edille-i şer’iyye” denilen 4 dînî delîlin dördüyle de sâbittir. Bu konuda pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf olduğu gibi, İslâm âlimlerinin kitapları da konuyla ilgili bilgilerle doludur.
İlim sâhibi her Müslümânın bildiği gibi, ilk insan ve bütün insanların babası olan Hazret-i Âdem (aleyhisselâm), yıllarca Cennet’te yaşadı. Yasak ağaçtan yiyince, dünyâya indirildi. Bu husûsta, Kur'ân-ı kerîmde birçok âyet-i kerîme vardır. Meselâ Bakara sûresinin 35 ve 36, A’râf sûresinin 17. âyet-i kerîmesinden 27. âyet-i kerîmesine kadar, Tâhâ sûresinin 117-119. âyet-i kerîmeleri, bu husûslardan bahsetmektedirler. Kur'ân-ı kerîmde, ayrıca müminler için Cennetin, kâfirler için de Cehennemin hâzır vaziyette bekletildiği bildiriliyor:
“Takvâ sâhipleri için hâzırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan Cennet’e koşun.” (Âl-i İmrân, 133)
“Kâfirler için hâzırlanmış olan Cehennem ateşinden sakının.” (Âl-i İmrân, 131)
Peygamber Efendimiz de, Mirâca gidince, Cennet ve Cehennem’i de gezdi. Gördüğü şeyleri anlattı. Bunlardan biri şöyledir:
“Mirâcda Cehenneme baktım. Kokmuş leşler yiyenler gördüm. Bunların kim olduklarını sordum. Cebrâîl aleyhisselâm, 'Bunlar, gıybet etmek sûretiyle, insanların etlerini yiyenlerdir' dedi.” (Müsned-i İmâm Ahmed)
Bugün, astronomi ilmine göre, bildiğimiz bütün yıldızlar ve gezegenler, birinci kat semâdadırlar. Semâlar ise, yedi kattırlar. Diğer katların ise, bilinen birinci semâdan çok büyük oldukları beyân edilmiştir. Cennet’in genişliğinin yer ile göğün genişliği kadar olduğu, Kur'ân-ı kerîmle (Hadîd, 21’de ) sâbittir.
Bu durumda, Cennet’in diğer gezegenlerde olması mümkün değildir. Cennet daha yukarı semâlardadır. (Deylemî)
.
Cennet, nimetlerle doludur cehennem ise azaplarla!..
30 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :30 Temmuz 2024 00:28
Genel olarak söyleyecek olursak, Cennet, müminler için mükâfât yeri, Cehennem ise kâfirler için cezâ ve azâb yeridir...
Cennet; gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve beşerin hâtırına getiremediği nimetlerle; Cehennem de aynı minvâl üzere azaplarla doludur.
Salt aklın bunları anlaması, kavraması mümkün değildir; çünkü akıl mâddî şeyleri kavrayacak şekilde yaratılmıştır. Kabir hâllerini, âhıret âlemini aklın yalnız başına bilmesi, anlaması mümkün değildir. Akıl ancak laboratuvara sokulabilen şeyleri doğru bir şekilde kavrayabilir.
Seyyid Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın talebesi Senâüllah Pânî-pütî hazretleri buyuruyor ki: “Allahü teâlânın varlığı, sıfatları, râzî olduğu ve beğendiği şeyler, ancak Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır; akıl ile anlaşılamaz. Bunları, bize, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm bildirmiştir. Hulefâ-i râşidînin, Eshâb-ı kirâmın çalışmaları ile de, her tarafa yayılmıştır.”
“CENNET EHLİ” VE “CEHENNEM EHLİ” OLANLAR KİMLERDİR? CENNETTE NE GİBİ Nİ’METLER VARDIR? şeklinde bir suâl de hâtıra gelebilir.
Genel olarak söyleyecek olursak, Cennet, müminler için mükâfât yeri, Cehennem ise kâfirler için cezâ ve azâb yeridir. Ayrıca günâhkâr müminler için de terbiye yeridir.
Yanî Allahü teâlâya inanan, Onun emir ve yasaklarına riâyet eden, hepsini beğenen kimse yanî Müslümân olarak ölen kimse, Cennete gider. Bunun tersi olan da, Cehenneme gider. Genelde iyi huylular Cennete, kötü huylular Cehenneme giderler.
Müslümân olmayan herkesin ebedî Cehennemlik olacağı hükmü, bizim görüşümüz değil, yüce Allah’ın kesin emridir, âyet ve hadîslerle sâbittir. Bunu inkâr eden bir kişi, eğer Müslümâm ise, o Müslümân hemen kâfir olur. Bu konuda, yüzden fazla âyet-i kerîme ve birçok hadîs-i şerîf mevcuttur.
Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
“Allah şirki [her çeşit kâfirliği] affetmez.” [Nisâ, 48]
“Kâfirlerin [iyi olarak] yaptıkları bütün işler, kıyâmette boşa gider.” [Tevbe, 17]
“Îmânsızın ameli boşa gider.” [Mâide, 5]
“Kâfirlere, âhirette yalnız Cehennem vardır. Emekleri boşa gider.” [Hûd, 16]
Bazı hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki [Resûlullahın sözlerine ancak Müslümânlar inanırlar]:
“Cennete ancak Müslümân girer.” [Buhârî]
“İmânı olmayan Cennete girmez.” [Tirmizî]
“Bana inanmayan Yahûdî ve Hıristiyân, mutlakâ Cehenneme girecektir.” [Hâkim]
Netîce olarak, doğru bir şekilde inanan ve Müslümân olarak ölen kimseler Cennete, inanmayan, kâfir olarak ölen kimseler de Cehenneme gideceklerdir.
Melekler Cennette olacaklardır. Mümin-sâlih cinnîler de Cennete gideceklerdir.
Ğılmân, Vildân, Hûrî gibi, müminlere hizmet etmek üzere yaratılan bazı hizmetçiler de Cennette olacaklardır.
Ayrıca 10 hayvân da Cennete gideceklerdir.
.
Cehenneme dâir bazı âyet-i kerîmeler -1-
5 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :5 Ağustos 2024 00:26
“Kötülükleri [küfürleri, günâhları], kendilerini çepeçevre kuşatanlar Cehennemliktir; orada ebedî kalacaklardır.”
Bundan bir müddet önce, burada partisini, ilini ve adını yazmayacağım bir milletvekili, verdiği uzun bir konferansın sonunda, suâl ve cevap faslı da açılınca, kendisine, namaz, oruç ve Kur’ân-ı kerîm hakkında sorulan sorulara, açıkça küfür olan cevaplar vermiştir. Bu meyânda, ona, Cennet ve Cehennem hakkında da bir soru sorulmuş, o soruya verdiği cevapta, “biz, Cennet ve Cehennem’in bu dünyâda olduğuna inanıyoruz” şeklinde bir cevap vererek, onları da inkâr etmiştir. İşte biz, hem ona, hem de başkalarına bir cevap olsun diye, temmuz ayı boyunca (1. hafta hâriç) yazdığımız makâlelerde, Cennet ve Cehennem’den bahsetmeye çalıştık. Takdîr edersiniz ki, bir bahr-i ummân (büyük bir deryâ, deniz, okyanus) gibi olan bu geniş konu, 8 makâleye sığmaz. Onun için, ağustos ayı boyunca da, bu konudan bahsetmeye çalışacağız inşâallah.
Bir tanrıya inansa da, inanmasa da bütün gayr-i müslimlerin, Cehenneme gideceklerine dâir, mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı kerîmde birçok âyet-i kerîme ve Resûlullah Efendimizin de pek çok hadîs-i şerîfi vardır. Burada, âyet-i kerîmelerden bazılarının meâllerini [Kur’ân-ı kerîmdeki sûre sıralarına göre] zikredeceğiz:
“Kâfirler için hâzırlanan, yakıtı insanlar ve taş(lar) olan Cehennem ateşinden sakınınız.” [Bakara, 24]
“Âyetlerimizi yalanlayan kâfirler, Cehennemliktir, orada ebedî kalacaklardır.” [Bakara, 39]
“Kötülükleri [küfürleri, günâhları], kendilerini çepeçevre kuşatanlar Cehennemliktir; orada ebedî kalacaklardır.” [Bakara, 81]
“Allah’tan kork denilince, işlediği günâhlar sebebiyle, daha çok gurûra kapılan kimseye, Cehennem yetişir. Ne kötü yataktır orası.” [Bakara, 206]
“İnkârcıların [kâfirlerin] dostları tâğûttur, onları aydınlıktan karanlığa sokar. İşte bunlar Cehennemliktir, orada ebedî kalırlar.” [Bakara, 257]
“[Mubâh bilip] tekrâr fâizcilik yapanlar Cehennemliktir, orada temelli kalırlar.” [Bakara, 275]
“İnkârcıların [kâfirlerin] mâlları da, evlatları da Allah indinde bir fayda sağlamaz [onları cezâdan kurtaramaz.] Onlar Cehennem yakıtıdırlar.” [Âl-i İmrân, 10]
“İnkârcılara de ki: Mağlup olacak ve Cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir yerdir.” [Âl-i İmrân, 12]
“Allah’ın, hakkında hiçbir delîl indirmediği şeyleri, O’na ortak koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Gidecekleri yer de Cehennemdir. Zâlimlerin varacakları yer ne kötüdür.” [Âl-i İmrân, 151]
“İnkârcıların diyâr diyâr [refah içinde] gezip dolaşmaları, seni [ve ümmetini] aldatmasın! Bu [tez gelip geçen] az bir menfaattir, sonunda onların varacakları yer Cehennemdir. Orası ne kötü yerdir.” [Âl-i İmrân, 196-197]
“Bir mümini [mümin olduğu için] kasten öldürenin cezâsı, içinde, ebedî kalacağı Cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir azap hâzırlamıştır.” [Nisâ, 93]
[Yarın, inşâallah aynı konuya devâm edelim.]
.
Cehenneme dâir bazı âyet-i kerîmeler -2-
6 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :6 Ağustos 2024 01:03
“Şu gerçeği anlamıyorlar mı: Allah'a ve Resûlüne karşı gelene, muhakkak içinde ebedî kalınacak Cehennem ateşi vardır.”
Dünkü makâlemizde, gayr-i müslimlerin Cehenneme gideceklerine dâir, Kur’ân-ı kerîmin başından itibâren bazı âyet-i kerîmeleri zikretmeye başlamıştık; Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûre-i celîlelerindeki bazı âyet-i celîleleri zikrettik; bugün de aynı konuya [Kur’ân-ı kerîmdeki sûre sıralarına göre] devâm edeceğiz:
“İşte onların [Allah’ı bırakıp şeytânı dost edinenlerin] yeri Cehennemdir; ondan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamazlar.” [Nisâ, 121]
“İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar, Cehennemliktir.) [Mâide, 86]
“Âyetlerimizi yalanlayıp büyüklük taslayanlar, Cehennemliktir, orada temelli kalırlar.” [A’râf, 36]
“And olsun, Cehennem için birçok cinnî ve insan yarattık; onların kalbleri var ama anlamazlar; gözleri var, ama görmezler; kulakları var, ama işitmezler. İşte bunlar, hayvânlar gibidirler, hattâ daha da sapıktırlar (aşağıdırlar).” [A’râf, 179]
“Kâfirlikte ısrâr edenler, Cehennemde toplanacaklardır.” [Enfâl, 36]
“Şu gerçeği anlamıyorlar mı: Allah'a ve Resûlüne karşı gelene, muhakkak içinde ebedî kalınacak Cehennem ateşi vardır.” [Tevbe, 63]
“Allah, erkek-kadın münâfık ve kâfirlere Cehennem âteşini ebedî olarak vaad etmiştir. O âteş, onlara yeter. Allah, onlara lanet etti. Onlara, bitmez-tükenmez bir azap vardır.” [Tevbe, 68]
“Müşriklerin Cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, akrabâları bile olsa, artık onlar için, Peygamber de, müminler de istiğfâr edemezler.” [Tevbe, 113]
“Şaşacaksan, onların, "Biz toprak olduktan sonra mı yeniden yaratılacağız?" demelerine şaşmak gerekir. İşte onlar, Rablerini inkâr edenler, boyunlarına demir halka vurulanlardır. Onlar Cehennemliktirler, orada temelli kalırlar.” [Ra’d, 5]
“Sağlam söz verdikten sonra Allah’a verdiği sözde durmayanlara, Allah'ın emrettiği bağları koparanlara [akrabâlık bağlarını kesenlere] ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara lanet olsun, kötü yurt, [Cehennem] onlaradır.)” [Ra’d, 25]
“Allah’ın nimetine nankörlük eden ve kavimlerini helâk yurduna [Cehenneme] sürükleyenler [müşrikler] , oraya gireceklerdir. Orası ne kötü bir karârgâhtır.” [İbrâhîm, 28-29]
“Kıyâmette, onları [kâfirleri] kör, dilsiz ve sağır bir hâlde, yüzüstü haşrederiz. Onların varacakları ve kalacakları yer Cehennemdir.” [İsrâ, 97]
“Allah'tan başka taptıklarınız [putlar] ile birlikte, siz, Cehennem yakıtı olacaksınız.” [Enbiyâ, 98]
“Âyetlerimizi bozmak için tartışanlar, fesat çıkaranlar, Cehennemliktirler.” [Hac, 51]
.
Cennet ve Cehennem ebedîdir
12 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :12 Ağustos 2024 00:23
“Elbette, ehl-i kitaptan [Yahûdî ve Hıristiyân] olsun, müşriklerden olsun bütün kâfirler Cehennem âteşindedir, orada ebedî kalırlar..."
Cennet ile nimetlerinin ve Cehennem ile azaplarının ebedî, sonsuz olduklarına dâir birçok âyet-i kerîme vardır. Mesela Bakara 25, Âl-i İmrân 116, Mâide 85, En’âm 128, Tevbe 68, Hûd 107’de olduğu gibi. Âyet-i kerîmelerde, Cennetlikler için de, Cehennemlikler için de, “Onlar orada ebedî kalırlar” buyuruluyor. (Bakara, 81-82 )
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulmuştur: “Önce Müslümân olanlardan, muhâcirlerin ve ensârın önce gelenlerinden ve bunların yollarında gidenlerden Allahü teâlâ râzîdır. Ve onlar da, Allahü teâlâdan râzîdırlar. Allahü teâlâ, bunlar için, Cennetler hâzırladı. Bu Cennetlerin altlarından nehirler akmaktadır. Bunlar, Cennet'te ebedî olarak kalacaklardır.” (Tevbe sûresi, 100)
“Kâfirler, zümreler hâlinde, Cehenneme sürülürler. Orada, bekçiler, “Size, Rabbinizin âyetlerini bildiren ve bugüne kavuşacağınızı ihtâr eden Resûller gelmedi mi” derler. Onlar, “Evet geldi” derler. Ama, azap vaadi [elbette Cehennemi (kâfir olan) cin ve insanlarla dolduracağım vaadi] kâfirlerin üzerine gerçekleşmiştir.” [Zümer, 71]
“Fâcirler [kâfirler], Cehennemdedirler. Cezâ gününde oraya atılan kâfirler, artık bir daha çıkamazlar.” [İnfitâr, 14-16]
“Elbette, ehl-i kitaptan [Yahûdî ve Hıristiyân] olsun, müşriklerden olsun bütün kâfirler Cehennem âteşindedir, orada ebedî kalırlar. Onlar yaratıkların en kötüsüdürler.” [Beyyine, 6]
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) buyurmuştur ki:
“Cennet de, Cehennem de şu ânda vardırlar. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan vâr etmiştir. Kıyâmette, her şey yok edilip tekrâr yaratıldıktan sonra, ebedî olarak varlıkta kalacaklar, artık hiç yok olmayacaklardır. Kıyâmet günü, hesâbdan sonra, birçokları Cennet'e gönderilecek, birçoğu da Cehennem'e sokulacaklardır. Cennet'in sevâbı, nîmetleri ve Cehennem'in azâbı ebedîdirler. Bunlar, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmektedir.” (İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbâniyye)
Dünyâ ile âhiret arasındaki âleme, kabir âlemine “Berzah Âlemi” denilmektedir. “Berzah âleminde ölülerin hâli, dirilerin hâli gibi değildir. Dünyâ hayâtında, hem his (duygu), hem de irâde (istek) ile hareket vardır. Berzah hayâtında ise, hareket etmek lâzım değildir, elem (acı) ve azâb duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir.” (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî)
“Sûra üfürüldükten sonra, Allahü teâlâ, kıyâmetin kopmasını murâd buyurduğu vakit, dağlar uçar, bulutlar gibi yürümeye başlarlar. Denizlerin bâzısı bâzısına karışır. Güneşin nûru giderek simsiyâh olur. Dağlar toz hâline gelirler. Âlemler birbirine girerler. Yıldızlar, dizili incinin kopup dağıldığı gibi olurlar… Allahü teâlâ, göklerin parça parça olmasını emreder. Yedi kat yerde ve yedi kat gökte ve Kürsîde diri olarak kimse kalmaz. Her canlı vefât etmiş olur…” (İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Kurtubî, Kâbü’l-Ahbâr)
.
Rûh ve ceset beraber olacak...
13 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :12 Ağustos 2024 21:34
“Cennet” ve “Cehennem”e giden insanlar, sâdece rûhen mi gidecekler? Cehennem azâbı, sâdece rûha mı, yoksa bedene de olacak mı?
Cennet nimetlerini, lezzetlerini yalnız bedenin lezzeti zannetmek yanlıştır. Zâten İmâm-ı Gazâlî, felsefecilerin küfre düştükleri 3 mes’eleyi açıklarken, bir madde olarak, “haşrin cismânî değil, rûhânî olduğunu iddiâ etmeleridir” buyurmuştur. Yanî rûh meal-cesed (rûh ve cesed beraber) haşir olacaktır… Cennette beden, sonsuz kalabilecek evsâfta, dünyâdakinden bambaşka özellikte var olacaktır… Cennette, bedenin ve rûhun çok farklı nimetleri, lezzetleri olacaktır…Rûhun lezzeti, bedenin lezzetlerinden çok farklı ve çok fazla olacaktır. Rûhun lezzetlerinin en tatlısı, en yükseği de, Allahü teâlâyı, cemâl sıfatı ile görmek olacaktır.
Allahü teâlâyı, dünyâda baş gözü ile görmek câiz ise de, kimse görememiştir. Hattâ Hazret-i Mûsâ (aleyhisselâm) O’nu bu dünyâda görmek istemiş, fakat Cenâb-ı Hak, kendisini göremeyeceğini bildirmiş, dağa bakmasını emretmiş, dağa tecellî buyurunca, Hazret-i Mûsâ düşmüş, bayılmış ve görememiştir. Ama Peygamber Efendimiz Mirâcda, dünyâ şartlarından çıkarak, âhirete giderek görmüştür.
Allahü teâlâ, kıyâmette, mahşer yerinde, kâfirlere kahır ve celâl ile, yani azap edici olarak; sâlih müminlere ise, lütuf ve cemâl ile yani büyük bir nimet, büyük bir zevk verici olarak görünecektir. Cennette de, cemâl sıfatı ile görünecektir.
Her canlının ölüp, âlemin nizâmının, düzeninin bozulmasından bir müddet sonra, yine Allahü teâlânın emri ile İsrâfîl aleyhisselâmın ikinci defâ sûra üfürmesi ile bütün ölülerin yeniden dirilip, hayât bulmalarından, yeni bir hayâtın başlamasından sonra, herkesin bulundukları yerden, kabirlerinden kalkıp, mahşer (Arasât meydânı) denilen yerde toplanıp, dünyâda yaptıklarından hesâba çekilecekleri ve herkesin Cennet'e veya Cehennem'e gidinceye kadar devâm edecek olan zaman yine kıyâmettir. Bu zamâna “kıyâmet günü” de denir.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki:
“...O (Allahü teâlâ), elbette sizi kıyâmet günü, mahşerde (Arasât meydanında) kabirlerinizden toplayacaktır. Bunda aslâ şüphe yoktur...” (Nisâ sûresi, 87)
“Kıyâmet muhakkak gelecektir. Bunda hiç şüphe yoktur.” (Hac sûresi, 7)
“Ey insanlar! Rabbinizin azâbından korkun. Muhakkak kıyâmetin zelzelesi (sarsıntısı) pek büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, analar, emzirdikleri çocuklarını bırakıp unuturlar, hâmile kadınlar çocuklarını düşürürler. O günün dehşetinden, sen insanları sarhoş bir hâlde görürsün, hâlbuki onlar sarhoş değildirler. Fakat Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir.” (Hac sûresi, 1-2)
“Kıyâmet, kötü insanlar üzerine kopar (iyi insanlar bulundukça, Allahü teâlâ kıyâmeti koparmaz).” (Müslim)
“Yeryüzünde, Allah diyen bir kimse kalıncaya kadar kıyâmet kopmaz.” (Şir'atül-İslâm)
Kıyâmetin (sâatin) kopması, Allahü teâlânın emri ile İsrâfîl aleyhisselâmın sûr denilen ve nasıl olduğunu bilmediğimiz bir âlete üfürmesi, (nefha-i ûlâ: Birinci üfürme) ile bütün canlıların ölüp, her şeyin yok olması, kâinâttaki (varlık âlemindeki) nizâmın, düzenin bozulmasıdır.
.
Mahşer” ne demektir?
19 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :18 Ağustos 2024 23:23
“Mahşer” kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yerdir.
Âhıretle ilgili bazı önemli terimler vardır. Bunlardan “Mahşer”, “ Arasât Meydânı”, “Mevkıf”, “Sırât”, “Mîzân”, “Arş”, “Kürsî”, “Illiyyîn”, “Havz”, “ Haşr” ve “Neşr” gibi terimler ne demektir? Bunları, bugünden itibâren, birkaç makâle hâlinde ele almak istiyoruz inşâallah.
“MAHŞER”: Haşr olunacak, toplanılacak yerdir. Kıyâmet gününde bütün mahlûkâtın (bütün canlıların) yeniden dirildikten sonra hesap için toplanacakları yerdir. “ ARASÂT MEYDÂNI” ve “MEVKIF” da denilir.
“Allahü teâlâ, Hacer-i esvedi, kıyâmette, Mahşer meydânına getirecek, onun göreceği iki gözü, konuşacağı bir dili olacak ve kendisine istilâm yapanlara (el sürüp, öpenlere, selâm verenlere) hakkıyla şâhitlik yapacaktır.” (Hadîs-i şerîf-Fethul-Bârî)
“Kıyâmet günü, bütün canlılar, mahşer yerinde toplanacaklar, her insanın amel defterleri uçarak sâhiblerine gelecektir. Bunları, yerleri, gökleri, zerreleri, yıldızları yaratan, sonsuz kudret sâhibi Allahü teâlâ yapacaktır. Bunların olacağını, Allahü teâlânın Resûlü (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) haber vermiştir. O'nun söyledikleri muhakkak doğrudur. Elbette hepsi olacaktır.” (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki:
“(Yâ Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem!) Biz sana kevseri verdik. (Kevser sûresi: 1)
İslâm âlimleri, “kevser”den murâdın ne olduğu, ne kastedildiği hakkında şunları bildirmektedirler:
1. İçinde bütün lezzetlerin bulunduğu ve Cennet nehirlerinin en üstünü olan nehir. Peygamber Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurdular: "Kevser, Cennet'te bir nehirdir. İki kenârı altından, mecrâsı (aktığı yer) inci ve yâkûttan, toprağı miskten hoş, suyu baldan tatlı ve kardan beyâzdır.
2. Kıyâmet günü, Sırât köprüsünden geçtikten sonra, Peygamber Efendimizin ve ümmetinin yanına gelecekleri havz. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Benim havzım bir aylık mesâfedir. Suyu, sütten daha beyâz, kokusu miskten daha hoş, bardakları gökteki yıldızlar kadardır. Ondan içen, bir daha hiç susamaz.”
“SIRÂT KÖPRÜSÜ”: “Cennet'e geçilmek üzere, Cehennem üzerine kurulmuş, mâhiyeti kesin bilinmeyen köprü.” Buna, yalnız “SIRÂT” da denir.
Ehl-i sünnet âlimleri, Sırât köprüsünün hak olduğunu, naslarla ispat etmişlerdir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen, “Onları, Cehennem Sırâtına [Sırât köprüsüne] götürüp hapsedin! Çünkü onlar sorguya çekileceklerdir” buyuruluyor. (Sâffât, 23-24)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Herkesten önce ben ve benim ümmetim, Sırât köprüsünden geçeriz. Sırât üzerinden geçerken, Peygamberlerden başkası bir şey söyleyemezler. Onlar da; 'Yâ Rabbî! Ümmetlerimize (bize îmân edenlere) selâmet (kurtuluş) ihsân eyle (ver)' derler.” (Hadîs-i şerîf-Tezkire)
“İyi kötü herkes [Cehennem üzerine kurulmuş Sırât’tan] geçerler. İbrâhîm aleyhisselâma âteşin serin olduğu gibi, yalnız mümine, serin ve selâmet olur. Cehennem, 'Müminin nûru nârımı söndürüyor' diye bağırır. Bundan sonra Allahü teâlâ, takvâ ehlini kurtarır; zâlimleri ise, orada yüzüstü bırakır.” [İbn-i Mâce]
.
Sırât köprüsü hakkında...
20 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :19 Ağustos 2024 21:18
Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem'in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emr olunacaktır.
Dünkü makâlemizde, âhıretle ilgili bazı terimlerden (Mahşer, Arasât Meydânı, Mevkıf’tan) bahsettik; sırât hakkında da birkaç kelime söyledik. Bugünkü makâlemizde, birazcık daha “Sırât”tan, “Sırât köprüsü”nden bahsedelim inşâallah:
Evvelâ şunu ifâde edelim ki, Sırât Köprüsü denilince, bilinen köprüler gibi zannedilmemelidir. Meselâ bizler, “sınıf geçmek için imtihân köprüsünden geçilir” diyoruz. Hâlbuki imtihânın köprüye benzer tarafı yoktur. Sırât köprüsü de, bilinen köprülere veya imtihân köprüsüne hiç benzemez.
“Ehl-i sünnet âlimleri (Resûlullah Efendimizin ve O'nun sohbetinde yetişmiş Sahâbe'nin yolunda olan mübârek insanlar), İslâmî bilgilerden hiçbirine, akıl ermediği için, karşı gelmediler. Böylece, kabir azâbına, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl soracaklarına, sırât köprüsüne, kıyâmetteki terâzîye hemen inandılar. Akıl ermediği için olmaz demediler. Çünkü bu büyükler, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uydular. Aklı, bu iki temel kaynağa bağladılar. Anlayabildiklerini anlattılar. Anlayamadıklarına öylece inandılar. Anlayamadıklarına, aklımız ermediği için anlayamadık dediler.” (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî)
“Sırât köprüsü, Allahü teâlânın emri ile, Cehennem'in üstünde kurulacaktır. Herkese, bu köprüden geçmesi emr olunacaktır. O gün, bütün Peygamberler; "Yâ Rabbî! Selâmet (kurtuluş) ver!" diye yalvaracaklardır. Cennetlik olanlar, köprüden kolayca geçerek Cennet'e gideceklerdir. Bunlardan bâzısı şimşek gibi, bâzısı rüzgâr gibi, bâzısı koşan at gibi geçeceklerdir.”
Sırât köprüsü, kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünyâda iken İslâmiyet'e uyanlar, nefislerine hâkim olanlar, Sırât'ı kolay ve râhat geçeceklerdir. Nefislerine düşkün olanlar, Cehennemlik olanlar, Sırât'tan geçemeyip, Cehennem'e düşeceklerdir.” (Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî)
Ehl-i sünnet i’tikâdını hülâsaten anlatan “Bed’ül-Emâlî” kasâdesinin şerhi olan “Nuhbetül-Leâlî” kitâbında deniliyor ki: Sırât, Cehennem üzerinde bir köprüdür. Bir âyette meâlen, “İçinizden hiçbiri istisnâ edilmemek üzere mutlakâ Cehenneme varacaktır. Bu, Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür. Ancak Cennetlikler, yanmadan geçecekler, Cehennemlikler ise âteşe düşeceklerdir” buyuruluyor. (Meryem, 71)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Kıyâmet gününde Cehennemin üzerine Sırât köprüsü kurulur. Bu köprüde kaypak yerler (ayakların kayıp sâbit kalamayacağı kısımlar), kapanlar, demirden kelepçeler, dikene benzer kılçıklar vardır. Îmânlı kişiler, amellerine göre, göz açıp kapayıncaya kadar, ya şimşek gibi, ya hızla uçan bir kuş gibi, ya iyi koşan asîl bir at hızıyla geçer giderler. Böylece bir Müslümân, ya hiç zarar görmeden veya yara bere içinde geçip kurtulur. Yâhût fecî şekilde Cehennem âteşine düşer.” [Buhârî, Müslim]
“Cehennem üzerine Sırât köprüsü kurulur. Buradan ümmetiyle ilk geçecek Peygamber benim.” [Buhârî]
[Sırâtla alâkalı pekçok hadîs-i şerîf daha var, onları da, inşâallah bundan sonraki makâlemizde ele almaya çalışalım.]
.
Sırât köprüsüne dâir...
26 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :25 Ağustos 2024 23:55
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Sırât köprüsünden en kolay geçecek olanınız, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok seveninizdir.”
Geçen haftaki 2 makâlemizde, bir nebze “sırât” ve “sırât köprüsü”nden bahsettik. Bu hafta da, inşâallah, biraz daha aynı konudan bahsetmek istiyoruz.
Peygamber Efendimiz, muhtelif hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki:
“Kıyâmette, Sırât köprüsünün başında durur, ümmetimin geçmesini beklerim. Allahü teâlâ, (Dilediğini iste, istediklerine şefâat et, şefâatin kabûl olunacaktır) buyurur. Ümmetime şefâatten sonra, yalvarmaya devâm ederim. Rabbim bana, (Ümmetinden ihlâsla bir defa Lâ ilâhe illallah diyen ve îmânla ölen herkesi Cennete koy) buyuruncaya kadar yerimden kalkmam.” [Müsned-i İmâm Ahmed]
“Namaz, Sırât köprüsü üzerinde nûrdur.” [Dârekutnî]
“Sırât köprüsünü şimşek gibi ilk geçenler, beş vakit namazı cemâatle kılmaya devâm edenlerdir.” [Taberânî]
“Sırât köprüsünü geçmek, herkesin nûruna bağlıdır. Kimi göz açıp yumuncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi yıldız akması gibi, kimi koşan at gibi Sırâtı geçerler. Nûru çok az olan da yüzüstü sürünür. Elleri ve ayakları kayar, tekrâr yapışırlar. Nihâyet, sürüne sürüne kurtulurlar.” [Taberânî]
“Cehennem ateşi, Sırâttan geçen müminlere, 'Ey mümin! Tez geç, senin nûrun nârımı söndürüyor' der.” [Taberânî]
“Bir kimse, din kardeşinin râhata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için sultâna [devlet dâiresine] gidip uğraşırsa, kıyâmet günü Sırât köprüsünden, herkesin ayaklarının kaydığı zaman, Allahü teâlâ, onun sür’atle geçmesi için yardım eder.” [Taberânî]
“Ümmetimden biri, Sırât köprüsünde sürünerek ve emekleyerek yol alırken, bana getirdiği salevât, onu elinden tutarak ayağa kaldırır. Böylece Sırâtı geçer.” [Taberânî]
“Sırât köprüsünden geçerken âbid’e, 'Sen Cennete gir, ibâdetin sebebiyle oradaki nimetlerden faydalan' denilir. Âlime de, 'Sen burada dur ve sevdiklerine şefâat et! Senin şefâatin mutlakâ kabûl olacak' denir.” [Deylemî, Ebuş-şeyh]
“Sırât köprüsünden en kolay geçecek olanınız, Ehl-i beytimi ve Eshâbımı çok seveninizdir.” [Deylemî]
“Kurbânlarınız iyi ve semiz olsun. Onlar, Sırât köprüsünde binekleriniz olacaklardır.” [Deylemî]
“Kıyâmette mîzân ve Sırât köprüsü, şehîdi râhatsız etmez.” [Beyhekî]
“Bir idâreci, Müslümânların işini üzerine aldığı hâlde, aralarında adâleti gözetmezse, Cehennemin üzerine kurulan Sırât köprüsünde durdurulur. Sırât, onun bütün organları yerinden çıkıncaya kadar sallanır.” [İbn-i Asâkir]
“Hiçbir bid’at ehli, Sırâttan geçemeyecek, Cehenneme düşecektir.” [İbn-i Asâkir]
“Kıyâmette, dünyâdayken belâya marûz kalmış kimseler için dîvân ve mîzân kurulmaz, Sırât köprüsü engel olmaz, üzerlerine ecir, dökülür de dökülür.” [İbnün- Neccâr]
“Sırât köprüsü, Cehennemin üzerinde, Cennete giden yoldur.” [Hatîb]
“Cennete girene kadar, Sırât köprüsünde göz kırpması kadar bekletilmemeyi isteyen, Allah’ın dîni hakkında, kendi görüşüyle hiçbir söz söylemesin.” [Kurtubî]
.
Sırât köprüsüne dâir -2-
27 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :27 Ağustos 2024 00:32
“Cehennem üzerindeki Sırât köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennete gidecekler, Cehennemlikler, Cehenneme düşeceklerdir.”
Bundan önceki 2 makâlemizde, bir nebze “sırât”tan bahsettik; artık bugün konuyu bitirelim.
Peygamber Efendimizin ümmetinden olan bazı kişiler, mezârdan kalkınca, doğruca Cennete giderler. Melekler bunlara derler ki:
- Hesap gördünüz mü?
- Hayır, biz hesap falân görmedik.
- Sırât köprüsünü geçtiniz mi?
- Hayır, Sırât falân görmedik.
- Cehennemi gördünüz mü?
- Hayır, Cehennemi de görmedik.
- Siz ne amel işlediniz de, böyle hesap görmeden, Sırâta uğramadan doğruca Cennete geldiniz?
- Biz, iki hasletimiz sâyesinde, bu nimete kavuştuk. Allah’tan utanır, yalnızken de günâh işlemezdik. Bir de, Allah’ın verdiği az rızka râzı olurduk.
- O hâlde, bu nimetler sizin hakkınızdır denilir. (İbn-i Hibbân)
Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
“Nice kimseler, Sırâttan geçtiklerini bilmeyip, meleklere derler ki: 'Sırât ve Cehennem nerede kaldı, biz onlardan geçtik mi?'
Melekler de şöyle cevap verirler: Siz Cehennem üstündeki Sırâttan geçtiniz, fakat Cehennem âteşi sizin nûrunuzdan çekilip, örtülmüştü.” [el-Câmius-sağîr]
“Allahü teâlâ, kullarına, her gün beş kere namaz kılmayı farz etti. Bir kimse, güzel abdest alıp, namazını doğru kılarsa, kıyâmet günü, yüzü, bedir (dolunay, on dördüncü gündeki ay) gibi parlar ve Sırât köprüsünü şimşek gibi geçer.”
“Kıyâmette, Sırât köprüsü üzerinde, müminlerin alâmetleri, 'Rabbim, bize selâmet ver' demeleri olacaktır.” [Tirmizî]
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitâbında buyuruyor ki:
“Cehennem üzerindeki Sırât köprüsünden geçilecek, iyiler geçip Cennete gidecekler, Cehennemlikler, Cehenneme düşeceklerdir.” (C. III / 17. mektûb)
Hadîs-i şerîfte de bildirildiği gibi, bid’at ehli kimseler, zâten Sırât köprüsünden geçemezler.
Sırât köprüsü üzerinde yedi yerde, yedi şeyden suâl edilecektir: 1- Önce îmândan sorulacaktır. Müminin îmânı doğru ise, birinci duraktan geçecek, doğru değilse, Cehenneme düşecektir. 2. durakta namazdan sorulacaktır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Kıyâmette ilk önce namazdan sorulacaktır. Namazı düzgün olanın, diğer amelleri kabûl edilir. Namazı düzgün olmayanın, hiçbir ameli kabûl edilmez.” [Taberânî]
[Onun için, her Müslümân, mutlakâ 5 vakit namazı kılmalıdır. Namaz dinin direğidir. Direksiz binâ olmaz. Namaza önem vermeyenlerin kâfir olacağını bildiren birçok hadîs-i şerîf vardır.] 3. durakta zekâttan, 4. durakta oruçtan, 5. durakta hacdan, 6. durakta kul hakkından, ana-baba hakkından, akrabâyı gözetip gözetmediğinden, 7. durakta ise gusledip etmediğinden sorulacaktır.
"Ömür tamâm olup defter dürülür/Sırât Köprüsü ve mîzân kurulur/Hakk'ın dergâhında elbet durulur/Buyruğu tutulur, fermân eğlenmez." (Azîz Mahmûd Hüdâyî)
Bir de “mîzân” var. “Mîzân”: “1. Terâzî, ölçü âleti” demektir. 2. Kıyâmet günü, insanların günâh ve sevâblarını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzînin de adıdır... [İnşâallah, “mîzân”dan öbür hafta bahsedelim.]
.
Mîzân” nedir?
2 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :1 Eylül 2024 22:58
“İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle gelecek, mîzâna konacaktır.” (Abdullah İbn-i Abbâs)
“Mîzân”: “1. Terâzî, ölçü âleti” demektir. 2. Kıyâmet günü, insanların günâh ve sevâblarını tartan ve nasıl olduğu bilinmeyen terâzînin de adıdır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
“.....(Şuayb aleyhisselâm), Kavmine şöyle dedi: Rabbiniz tarafından size açık mu’cize geldi. Artık kileyi, mîzânı tâm tutun. İnsanların haklarını yerine getirmekte noksânlık yapmayın. (Peygamberler ve onlara tâbi olanların vâsıtasıyla) ıslâh olan yeryüzünü (küfür ve hîlelerinizle) fesâda vermeyin. Eğer benim sözümü tasdîk ederseniz, (bu söylediklerim) sizin için hayırlıdır." (A'râf sûresi, 85)
“Şuayb aleyhisselâm, Eyke halkını; ölçüyü ve mîzânı tâm yapmaya, insanların hukûkuna riâyet etmeye, yeryüzünde fesâd çıkarmamaya, Allahü teâlâdan korkmaya ve takvâ üzere olmaya dâvet etmiştir.” (Fahrüddîn-i Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb=Et-Tefsîrul-Kebîr)
Alahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde (meâlen) buyuruyor ki:
“Biz, kıyâmet gününe mahsûs adâlet mîzânları kurarız. Artık hiç kimse, hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (Yapılan amel) hardal tânesi kadar bile olsa, onu getiririz (mîzâna koyarız) . Hesâb gören olarak biz (herkese) yeteriz.” (Enbiyâ sûresi, 47)
“Mîzânda güzel ahlâktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur.” (Hadîs-i şerîf-el-Edebül-Müfred)
“Bir kimse, kıyâmette mîzâna getirilir. Sonra her birinin büyüklüğü, gözün görebileceği uzunlukta olan doksan dokuz amel defteri getirilir. Bu defterlerde, o kimsenin iyilik ve kötülükleri yazılıdır. Günâhı sevâbından çok gelip, Cehennem'e gönderilir. Cehennem'e giderken, Allahü teâlâ katından bir ses duyulur: 'Acele etmeyiniz. Onun tartılmayan bir şeyi vardır' der. Baş parmağı ucu kadar bir şey getirilir. Üzerinde Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazılı olur. Sevâb kefesine konulur. Böylece sevâbı, günâhından ağır gelir ve Cennet'e gitmesi emrolunur.” (Hadîs-i şerîf-Ahlâkul-Ulemâ)
“İyi ameller güzel sûretlerle, kötü ameller de çirkin kıyâfetlerle gelecek, mîzâna konacaktır.” (Abdullah İbn-i Abbâs)
Kıyâmet günü, amelleri, işleri ölçmek için, bilmediğimiz bir Mîzân, bir ölçü âleti, bir terâzî vardır. Yer ve gök, bir gözüne sığar. Sevap gözü, parlak olup, Arş'ın sağında Cennet tarafındadır. Günâh tarafı, karanlık olup, Arş'ın solunda, Cehennem tarafındadır. Dünyâda yapılan işler, sözler, düşünceler, bakışlar, orada şekil alarak, iyilikler parlak, kötülükler karanlık ve iğrenç görünüp, bu terâzîde tartılacaktır. Bu terâzî, dünyâ terâzîlerine benzemez. Ağır tarafı yukarı kalkar. Hafîf tarafı aşağı iner, denildi. Âlimlerin bir kısmına göre, çeşitli terâzîler olacaktır. Birçoğu da, terâzîlerin kaç tane ve nasıl oldukları, dînde açık bildirilmedi. Bunları düşünmemelidir, dediler.
Îmânı olmayanlar, yani bütün kâfirler, ölünce sonsuz Cehenneme gidecek ve orada sonsuz kalacaklardır. Îmânlı olanların sevapları, günâhları tartılacaktır. Sevâbı fazla gelenler Cennete gidecek ve orada sonsuz kalacaklardır.
.
Mîzân hakkında bazı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler
3 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :3 Eylül 2024 00:13
“Kıyâmet günü kurulacak mîzân haktır, gerçektir. Tartıda sevapları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [A’râf, 8]
Dünkü makâlemizde bir nebze bahsettiğimiz “Mîzân” konusunda, bazı âyet-i kerîmeler ve birtakım hadîs-i şerîfler vardır. O âyet-i kerîmelerden bazılarının meâlleri şöyledir:
“Kıyâmet günü için adâlet terâzîleri kurarız. O zaman, hiçbir kimse, hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan her işi, bir hardal tânesi kadar da olsa, adâlet terâzîsine getiririz. Herkesin hesâbını görmeye yeteriz.” [Enbiyâ, 47]
“Kıyâmet günü kurulacak mîzân haktır, gerçektir. Tartıda sevapları ağır gelenler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” [A’râf, 8]
“Sevapları tartıda hafif gelirse, işte onlar, âyetlerimize karşı haksızlık ettiklerinden dolayı kendilerini ziyâna sokanlardır.” [A’râf, 9]
Hadîs-i şerîflerde de buyuruluyor ki:
“Âdemoğlu, kıyâmette getirilir ve mîzânın kefeleri önünde durdurulur. Ona bir melek tayîn edilir. Eğer mîzânı ağır gelirse, vazîfeli melek, "Filân kimse, bundan sonra ebedî olarak kurtulmuştur” der. Mîzânı hafîf gelirse, melek "Falân kimse de kaybetmiştir" der.” [Ebû Nuaym]
“Kulun, Kıyâmette ilk hesâba çekileceği ameli namazdır. Eğer o düzgün çıkarsa, diğer amelleri de düzgün olur. Eğer o bozuk çıkarsa, diğer amelleri de bozuk olur.” [Taberânî]
“Kıyâmet günü, herkes dört suâle cevâb vermedikçe, hesâbdan kurtulamayacaktır: Ömrünü nasıl geçirdi? Cismini bedenini nerede yordu, hırpaladı? Mâlını nereden kazandı ve nerelere harcadı? İlmi ile nasıl amel etti?” (Tirmizî)
Kıyâmette, toplanma, bir araya gelmeye “haşr” denir. Haşr: Allahü teâlânın, bütün insanları, melekleri, cinnîleri, şeytânları ve diğer hayvân ve kuşları, gökte, yerde, denizde ne kadar büyük ve küçük canlı var ise, hepsini kıyâmet kopmasından (dünyânın son bulmasından) sonra diriltip, dünyâda yaptıklarının hesâbını vermek üzere “Arasât” denilen meydânda toplamasıdır.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: “Allah'tan korkun ve bilin ki muhakkak hepiniz haşr olunacaksınız.” (Bakara, 203)
“Doğru tâcir, kıyâmette sıddîklar ve şehîdler ile haşr olur.” (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
“Ey Eshâbım ve ümmetim! Siz, ölülerinizin kefenini bol tutunuz. Zîrâ benim ümmetim kefenleriyle haşr olunurlar. Hâlbuki başka ümmetler çıplaktırlar.” (Hadîs-i şerîf-Tezkire-i Kurtubî)
“Allah yolunda öldürülüp, şehîd olanlar, kıyâmet gününde, yaralarının kanı akarak gelirler. Rengi kana ve kokusu miske benzer. Allahü teâlânın huzûrunda haşr oluncaya kadar, bu hâl üzere bulunurlar.” (Hadîs-i şerîf ed-Dürretül-Fâhire)
Haşr Günü: Mahlûkların kabirlerinden kalkıp Arasât meydânında toplandıkları kıyâmet günüdür.
Âhirette, ölülerin diriltilip, hesâbları görüldükten sonra, cennetliklerin Cennet'e ve cehennemliklerin Cehennem'e dağılmalarına “neşr” denilir.
.
Muhammed aleyhisselâmın dünyâyı teşrifleri
9 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :8 Eylül 2024 22:57
Sevgili Peygamberimizin dünyâyı teşrifleri, Mevlidi [doğum zamanı], 12 Rebîul-evvel Pazartesi günü sabâha karşı meydâna gelmiştir.
Bu hafta, Peygamberimizin “Mevlid-i şerîf” haftası olduğu için, bir nebze O’ndan bahsetmek; ondan sonra da inşâallah Hazret-i Îsâ aleyhisselâm hakkında bilmemiz gereken zarûrî bazı bilgileri yazmak istiyoruz.
Sevgili Peygamberimizin dünyâyı teşrifleri, Mevlidi [doğum zamanı], 12 Rebîul-evvel Pazartesi günü sabâha karşı meydâna gelmiştir. Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki [bu sene 14 Eylül 2024 Cumartesi’yi 15 Eylül 2024 Pazar’a bağlıyan] gecedir.
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, onların dünyada râhat ve huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları, âhirette de sonsuz saâdete, bitmez-tükenmez ni’metlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberlerine bildirmiş, bunları bildiren birçok kitap (yüz Suhuf ve dört Kitap) da göndermiştir. Bu kitaplardan yalnız Kur'ân-ı kerîm bozulmamıştır.
Allahü teâlâ, çeşitli kavimlere, zaman zaman Peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise, son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinnîlere göndermiştir.
O, Allahü teâlânın beşeriyete, insanlığa en büyük nimetidir. O, bütün “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiştir. O bir “Nebî”, bir “Resûl”, bir “Ülül-azm Peygamber” ve “Hâtemül-Enbiyâ ver-Rusül = Nebîlerin ve Resûllerin sonuncusu”dur. O, “Seyyidül-kevneyn = İki cihânın Efendisi”, “Resûlüs-sekaleyn = İnsanların ve cinnîlerin Peygamberi” ve “Mahbûb-i Rabbil-âlemîn = Âlemlerin Rabbinin en çok sevdiği kimse”dir.
Cenâb-ı Hak, şüphesiz ki bütün insanlara sayılamıyacak kadar çok nimet, iyilik vermiştir. Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, nimetleri o kadar çoktur ki, bunu ancak “Sonsuz” kelimesiyle ifâde edebiliriz. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi ise, Resûller ve Nebîler (aleyhimüsselâm) göndererek İslâmiyeti, ebedî saâdet yolunu göstermesidir.
Fahr-i kâinât Efendimiz doğmadan önce, bütün âlem, ma’nevî yönden müdhiş bir zulmet (karanlık) içinde idi. İnsanlar hadsiz, hudûdsuz derecede azgınlaşmışlar, Allahü teâlânın gönderdiği dînler unutulmuş, İlâhî hükümlerin yerini, insanların kafalarından çıkan fikirler, düşünceler almıştı.
Sadece insanlar değil, bütün mahlûklar, zâlim insanların vahşet ve zulmünden iyice bunalmıştı. Yeryüzünde bulunan bütün milletler, Allahü teâlâyı unutmuş, huzûrun, saâdet ve sevincin kaynağı olan “Tevhîd” inancı ortadan kalkmıştı. Küfür fırtınası, kalplerden îmânı söküp atmış, insanlar putlara tapmaya başlamışlardı.
İsrâîloğulları birbirlerine düşmüş, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dîn unutulmuş, Tevrât bozulmuştu.
İsâ aleyhisselâmın getirdiği hakîkî dîn de bozularak, dîn ile hiçbir alâkası kalmamıştı. Papazlar, istedikleri gibi, dîni değiştirdiklerinden, İncîl'in aslı kaybolmuş, teslîs, yâni üçlü tanrı fikri kabûl edilmişti. Böylece her iki kitap da, Allah kelâmı olmaktan çıkmıştı. [İnşâallah yarın devâm edelim.
.
Kâinatın Efendisinin doğumu...
10 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :9 Eylül 2024 23:38
Yedi kat yer, yedi kat gök, kısacası bütün âlem “Hâtemü'l-enbiyâ”, “Habîb-i Hudâ” ve “Seyyidü'l-mürselîn” olan Efendisini beklemekte idi.
Sevgili Peygamberimizin Mevlidi [doğum zamanı], dünyâyı teşrifleri, Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki [bu sene 14 Eylül 2024 Cumartesi’yi 15 Eylül 2024 Pazar’a bağlayan] gecedir.
Dünkü makâlemizde, bir nebze, Fahr-i kâinât Efendimiz doğmadan önce, âlemin durumundan bahsetmiştik. Bugün kaldığımız yerden devâm edelim inşâallah:
Mısır'da, bozulmuş Tevrât'ın hükmü, Bizans'ta yine değiştirilmiş bir dîn olan Hıristiyanlık vardı.
Îrân'da ateşe tapılıyor, ateşperestlerin âteşi bin senedir söndürülmüyordu.
Çin'de Konfüçyüsizm, Hindistân'da Budizm gibi uydurma dînler hüküm sürüyordu.
Arabistân'ın insanları da koyu karanlık içinde idiler. Yeryüzünün merkezi olan mübârek Mekke'de, küfür sel gibi akıyor, Beytullah'ın içine, “Lât”, “Menât” ve “Uzzâ” gibi yüzlerce put dolduruluyordu.
Zulüm son haddine varmış, ahlâksızlık, iftihâr vesilesi sayılıyordu.
Netîce itibâriyle, o zamanın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Bunları belirttikten sonra, şimdi de bir nebze “Peygamberimizin Doğumu”nu ele almakta fayda görüyoruz.
Yedi kat yer, yedi kat gök, kısacası bütün âlem, büyük bir hürmet ve sevinç içinde “Hâtemü'l-enbiyâ”, “Habîb-i Hudâ” ve “Seyyidü'l-mürselîn” olan Efendisini beklemekte idi. Hicretten 53 sene evvel, Fil Vak'asından iki ay kadar sonra, Rebî'ul-evvel ayının onikisinde, Pazartesi gecesi sabaha karşı, Mekke'nin Hâşimoğulları Mahallesi’nde, Safâ Tepesi yakınında bir evde, Muhammed Mustafa (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) doğdu. O'nun teşrîfiyle âlem, yeniden hayât buldu; karanlıklar dağıldı; âlemler aydınlandı.
Dost-düşman herkesçe ma’lûm olduğu üzere, Resûl-i Ekrem Efendimizin doğduğu gece, pekçok olağanüstü hâl görülmüştür:
Meselâ o gece, Ka’be-i Muazzama ve Mescid-i Harâm’daki bütün putlar, yüzüstü devrilip yere kapandılar.
Îrân Kisrâsı’nın Medâyin’deki sarayı sallandı, hattâ 14 burcu yıkıldı. Mecûsîlerin, yani ateşe tapanların bin (1.000) seneden beri yanan kocaman ateş yığınları ânîden sönüverdi.
Mukaddes sayılan “Sâve Gölü”nün o gece suyu çekilerek kurudu.
Şâm tarafında, bin yıldan beri kuru bir vâdî olan ve suyu akmayan “Semâve nehri vâdîsi”, sularla dolup taşarak akmaya başladı.
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden itibâren, şeytân ve cinnîler artık Kureyş kâhinlerine, hâdiselerden haber veremez oldular ve kehânet sona erdi.
Denilebilir ki, târih boyunca, çok meşhûr insanlardan, hayâtı, en ince teferruâtıyla, sadece yıl ve ay olarak değil, hafta, hattâ gün bazında ortaya konulan yegâne zât, şüphesiz ki, Peygamber Efendimiz’dir.
“Delâilü'n-Nübüvve”, “Şevâhidü'n-Nübüvve”, “Şemâil-i Şerîfe”, “Sîret-i Nebeviyye”, “Meğâzî” ve “el-Hasâis” kitapları, ayrıca İslâm Târihi ve Ansiklopediler ise, onun hayâtının her safhasını en ince teferruâtıyla ortaya koymaktadırlar.
Resûlullah Efendimizi öven çeşitli şiirler, nesirler, “Mevlid Kasîdeleri” vardır. Çok meşhûr olan ve Türkiye’de her zaman okunan “Mevlid Kasîdesi”ni Süleymân Çelebi, tâ 15. asırda yazmıştır.
.
Her müminin Resûlullahı çok sevmesi gerekir
16 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :15 Eylül 2024 23:26
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz”
Sevgili Peygamberimizin Mevlidi [doğum zamanı], Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki [bu sene 14 Eylül 2024 Cumartesi’yi 15 Eylül 2024 Pazar’a bağlıyan] gecedir.
Resûlullah Efendimiz buyurmuştur ki:
“Peygamberleri anmak, hâtırlamak ibâdettir.” [Deylemî]
“Allahü teâlâ, bir kimseye söz ve yazı san’atı ihsân ederse, Resûlullahı övsün, düşmânlarını kötülesin” hadîs-i şerîfine uyularak, asırlardır Mevlid kitapları yazılmış ve okunmuştur.
Allahü tealâ’yı sevenin, O’nun Resûlü’nü de sevmesi farzdır. Ayrıca onun Ehl-i Beytini, Eshâbını ve yolunda olan bütün âlim, velî, sâlih kulları da sevmesi lâzımdır. Resûlullah’ı çok sevmek lâzım olduğu konusunda, pekçok İslâm âlimi birçok kitap yazmıştır.
Her mü’minin Resûlullahı çok sevmesi gerekir. Onu çok seven, onu çok zikreder, anar, çok över. [Bu da zâten îmânının gereğidir. Çok sevmek, kâmil mü’min olmanın da alâmetidir.] Çünkü, başta “Sahîh-i Buhârî” olmak üzere, birçok hadis kitabında yer alan bir hadîs-i şerîfte, “Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz” buyuruldu. Ya'nî o kişinin îmânı kâmil, olgun olmaz.
Hadîs-i şerîfin diğer rivayetleri de şöyledir: “ Bir kimse, beni kendi nefsinden, ehlinden ve bütün insanlardan dahâ çok sevmedikçe, îmân etmiş olmaz”, “Beni ana-babasından, evlâdından ve herkesten daha çok sevmeyen, [kâmil] mümin olamaz.”
[Cenâb-ı Hak, hepimize, onu çok sevmemizi ve onun yüksek şefâatine nâil olmamızı ve Cennet’te onunla beraber olmamızı nasip buyursun inşâallah.]
Kur’ân-ı kerîmde medhedilen, bütün insanlara ve cinnîlere Peygamber olarak seçilip gönderilen, Allahü teâlânın Habîbi, yaratılmış bütün insanların ve diğer mahlûkâtın her bakımdan en üstünü, en güzeli, en şereflisi, son ve en üstün Peygamber Muhammed aleyhisselâm hakkında birkaç âyet-i kerîme zikredelim inşâallah:
Allahü teâlâ, Peygamber Efendimiz hakkında buyurmuştur ki:
“Biz, seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik” [Enbiyâ, 107],
“ Biz, seni, bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik” [Sebe’, 28],
“Doğrusu Biz, seni, hem bir şâhit, hem bir müjdeci, hem de bir uyarıcı olarak gönderdik” [el-Feth, 8],
“ Senin için bitmeyen-tükenmeyen [sonsuz] mükâfât vardır. Elbette sen büyük bir [en büyük] ahlâk üzeresin” [Kalem, 3-4],
“Allah ve melekleri, Resûle salât ediyorlar; ey îmân edenler, siz de O’na salât u selâm getirin.” [Ahzâb, 56] [Tefsîrlerde beyân edildiği üzere, Allahü teâlânın ona salât kılması rahmet etmesi; meleklerin salât kılmaları istiğfâr etmeleri; müminlerin salât kılmaları ise duâ etmeleri anlamındadır.]
.
Bütün varlıkların, her bakımdan en üstünü...
17 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :16 Eylül 2024 23:51
Dünyâ târihinde çok önemli dönüm noktaları, kilometre taşları vardır. Bunlardan biri, “İki Cihân Güneşi Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)”ın dünyâyı teşrîfleridir.
Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinin her bakımdan en üstünüdür. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ise, dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, her zamanda, her memlekette, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların her bakımdan en üstünü, en fazîletlisidir. Hiçbir kimse hiçbir bakımdan O'ndan üstün değildir. Cenâb-ı Hak, O'nu öyle yaratmıştır.
Allahü teâlâ, bir insanda bulunabilecek görünür-görünmez bütün iyilikleri, bütün üstünlükleri, bütün güzellikleri “Habîb”inde toplamıştır. O'nun Hiçbir hareketinde, hiçbir işinde, hiçbir sözünde, hiçbir zaman, hiçbir çirkinlik, hiçbir kusur görülmemiştir.
İster “Ülü’l-azm Peygamber”ler, ister “Resûl”ler, isterse “Nebî”ler olsun; Peygamberlik vazifelerini görmekte, Peygamberlik üstünlüklerini taşımakta, hepsi müsâvîdir, eşittir. Fakat Peygamberlerin, birbirleri üzerinde, şerefleri, üstünlükleri vardır. “Ülü’l-azm olan Peygamber”ler, böyle olmayanlardan ve “Resûl”ler de, “Nebî”lerden daha üstündürler.
Ümmetlerinin çok olması, gönderildikleri memleketlerin büyük olması, ilim ve ma’rifetlerinin çok yerlere yayılması, mu’cizelerinin daha çok ve devâmlı olması ve kendileri için ayrı kıymetler ve ihsânlar bulunması gibi üstünlükler bakımından, âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, bütün Peygamberlerden daha üstündür.
Bir insanda bulunabilecek, görünür-görünmez bütün iyilikler, üstünlükler ve güzellikler, dünyâ ve âhiretin Efendisi, insanların ve cinnîlerin Peygamberi olan Resûl-i Ekrem Muhammed aleyhisselâm’da toplanmıştır. Âdemoğullarının en üstünü, en şereflisi, en kıymetlisi bulunan Muhammed aleyhisselâm, “Habîbullah”tır. Onun Habîbullah (Allahü teâlânın en çok sevdiği kimse) olduğunu, büyüklüğünü ve üstünlüğünü gösteren şeyler sayılamayacak kadar çoktur.
"O’nun şahsında, Allah'ı ve Âhiret gününü umanlar ve Allah'ı çokça hâtırlayanlar için güzel edeb ve ahlâk nümûneleri vardır" (Ahzâb, 21) âyet-i kerîmesi, Muhammed aleyhisselâmın “üsve-i hasene” [nümûne-i imtisâl=en güzel örnek] olduğunu ne güzel ifâde etmektedir?
Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“(Ey inananlar!) Andolsun ki, size içinizden [kendinizden] öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız, ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün [üstünüze çokça titreyen], mü’minlere karşı çok şefkatli ve gâyet merhametlidir." (Tevbe, 128)
İki cihân saâdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin Efendisi olan Muhammed aleyhisselâma tâbi' olmaya bağlıdır. Ona tâbi' olmak için, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı İslâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır.
.
Hazret-i Îsâ
23 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :22 Eylül 2024 22:31
Îsâ aleyhis-selâmın annesi Hazret-i Meryem’dir. Meryem Hâtûn, Süleymân aleyhisselâmın neslinden, sâlihâ ve temiz bir hanımdı.
Îsâ aleyhis-selâm hakkında bilinmesi zaruri bilgiler:
-
Hazret-i Îsâ (aleyhis-selâm), Kur’ân-ı kerîm’de ismi 25 defa zikredilen ve İsrâîloğullarına gönderilen Peygamberlerdendir.
-
Peygamberler arasında en yüksekleri olan ve kendilerine “Ülül-azm” denilen altı Peygamberin gönderiliş itibâriyle beşincisidir. [1- Hazret-i Âdem, 2- Hazret-i Nûh, 3- Hazret-i İbrâhîm, 4- Hazret-i Mûsâ, 5- Hazret-i Îsâ ve 6- Hazret-i Muhammed (aleyhimüs-selâm)].
-
Efdaliyet, üstülük bakımından ise, “Ülül-azm” Peygamberlerin 4.südür. [1- Hazret-i Muhammed, 2- Hazret-i İbrâhîm, 3- Hazret-i Mûsâ, 4- Hazret-i Îsâ, 5- Hazret-i Âdem ve 6- Hazret-i Nûh (aleyhimüs-selâm)].
-
Allahü teâlâ, onu babasız yarattı. Kudüs’te doğdu. Îsâ aleyhisselâm doğduğu zaman, doğudaki ve batıdaki bütün putlar yıkılıp, yere döküldü. Şeytânlar bu duruma şaştılar. Nihâyet büyükleri olan İblîs, onlara Îsâ aleyhisselâmın dünyâya geldiğini haber verdi. O doğunca, gökte büyük bir yıldız göründü. Hazret-i Îsâ’nın doğduğunu öğrenen İsrâiloğulları, Beyt-i Lahm’e geldiler.
-
Kendisine büyük Kitap [İncîl-i şerîf] verilen Resûllerdendir.
-
Otuz yaşında Peygamberliği bildirildi.
-
Otuz üç yaşında diri olarak göğe kaldırıldı.
-
Kıyâmete yakın, Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri olarak yeryüzüne tekrâr inecektir. Kur'ânı kerîmde Zuhruf sûresinin 61. âyeti kerimesinde meâlen şöyle buyûruldu: "Gerçekten o (Îsâ'nın nüzûlü) kıyâmet için (yaklaştığını bildiren) bir beyândır, alâmettir. Onun için, o kıyâmetin geleceğinde sakın şüphe etmeyin de, benim şerîatime tâbi olun. İşte bu biricik doğru yoldur."
-
Annesi Hazret-i Meryem’dir. Meryem Hâtûn, Süleymân aleyhisselâmın neslinden, sâlihâ ve temiz bir hanımdı. Hazret-i Meryem, on beş yaşına geldiği zaman, Yûsuf-i Neccâr isminde biriyle nişanlanmıştı. Fakat onunla evlenmeden Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem’e babasız olarak bir çocuk vereceğini müjdeledi.
Hazret-i Meryem, Allahü teâlânın emri ve kudretiyle Îsâ aleyhisselâma hâmile oldu. Bundan bir müddet sonra, normal olarak hâmilelik hâlleri görülmeye başladı.
Bu hâlleri gören İsrâiloğulları, dedikodu yapmaya başladılar. Çeşit çeşit iftirâlarda bulunup akla-hayâle gelmeyecek, ağıza alınmayacak şeyler söylediler. Bu dedikodulara tahammül edemeyen Hazret-i Meryem, Kudüs’ün 10 km kadar güneyindeki sâkin bir kasaba olan Beyt-i Lahm’e çekildi. Her şeyin, Allahü teâlânın takdîri ve dilemesiyle olduğunu düşünerek, insanların kendi hakkındaki sözlerine sabretti.
Îsâ aleyhisselâmın doğumu yaklaştığı sırada, Hazret-i Meryem, bulunduğu yerin bahçesinde yürürken, kurumuş bir hurma ağacının altına geldi. Doğum sancıları şiddetlendiğinden bu ağaca yaslandı. Yaslandığı kuru hurma ağacı yeşillendi. Mevsim kış olduğu hâlde meyve verdi. Ayağının altında küçük bir su kanalı akmaya başladı. Bu hâl, Hazret-i Meryem’i tesellî etti. Bu sırada Hazret-i Îsâ dünyâya geldi. [Yarın da bu konuyu işleyelim inşallah.]
.
Hazret-i İsâ hakkında bazı âyet-i kerîmeler
24 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :24 Eylül 2024 00:16
“Îsâ, 'Ben Allah’ın Resûlüyüm. Benden önce gelen Tevrât’ı doğrulayıcı, benden sonra gelecek Ahmed isimli Peygamberi müjdeleyici olarak geldim' dedi.”
Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
“Ey ehl-i kitap, Îsâ, Allah’ın Peygamberidir. Tanrı üçtür demeyin. Allah, ancak tek bir ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir.” [Nisâ, 171]
“Yahudiler, Üzeyir’e, Hıristiyânlar da Îsâ’ya (Allah’ın oğlu) dediler. Daha önce kâfir olmuş kişilerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah onları kahretsin.” [Tevbe, 30]
“Îsâ’ya, Allah diyen kâfir oldu. Hâlbuki Mesîh, (Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin) dedi. 'Allah, üçün üçüncüsü' diyenler de kâfirdirler.” [Mâide, 72-73]
“Îsâ, 'Ben Allah’ın Resûlüyüm. Benden önce gelen Tevrât’ı doğrulayıcı, benden sonra gelecek Ahmed isimli Peygamberi müjdeleyici olarak geldim' dedi.” [Saf, 6]
“Ey îmân edenler, Yahûdî ve Hıristiyânları dost edinmeyiniz! Onlar, [İslâm düşmânlığında] birbirlerinin dostlarıdırlar. Onları dost edinen de, onlardan [kâfir] olur. Allahü teâlâ, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidâyet etmez.” [Mâide, 51]
“Sen, onların dînine uymadıkça, Hıristiyânlar ve Yahûdîler senden hoşnut olmazlar. De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın [bildirdiği İslâmiyet] yoludur." [Bakara, 120]
“Allah’ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük dedikleri için Yahûdîleri lanetledik. Hâlbuki onlar Îsâ’yı öldürmediler, asmadılar da, öldürülen kimse kendilerine Îsâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler, tam bir karârsızlık içindeler; bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah Îsâ'yı kendi nezdine kaldırmıştır.” [Nisâ, 157-158]
Allahü teâlâ, bu âyetlerde, Hazret-i Îsâ’nın öldürülmediğini kesin olarak bildiriyor. Yukarıdaki kendi nezdinden maksat, göğe kaldırılmasıdır. Yoksa Allah, mekândan münezzehtir, gökte değildir. Gökleri de O yaratmıştır. Yaratılan şey, yaratana mekân olamaz.
Tibyân Tefsîrinde, Nisâ sûresinin 157 ve 158. âyetleri tefsir edilirken, Hazret-i Îsâ’nın öldürülmediği, asılmadığı, öldürülenin ona benzetildiği ve Hazret-i Îsâ’nın ref edildiği, yani göğe kaldırıldığı bildirilmektedir. (c. 1, s. 365)
Al-i İmrân sûresinin 55. âyetinin tefsîrinde ise şöyle buyuruluyor:
“Hazret-i Îsâ diri olarak göğe kaldırıldı. Buhârî ve Müslim’in rivâyet ettikleri hadîste, Hazret-i Îsâ, kıyâmete yakın yere inecek, Peygamber Efendimizin şerîati (İslâmiyet) ile hükmedecek, Deccâl'ı, domuzu öldürecek (yani yasaklayacak) ve haçı kıracaktır. Yeryüzünde 7 sene, başka bir rivâyette 40 sene kalacak ve vefât ederek cenâze namazı kılınacaktır. 40 sene dünyâda kaldığı ömrü olabilir. Göğe kaldırılmadan önce 33, gökten indikten sonra da 7 sene kalacaktır. Toplamı 40’tır.” ( Tibyân Tefsîri, c. 1, s. 233)
.
Hazret-i Îsâ ölmedi!..
30 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :30 Eylül 2024 00:49
“Allah’ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük dedikleri için Yahûdîleri lanetledik. Hâlbuki onlar Îsâ’yı öldürmediler, asmadılar da..."
Geçen haftaki 2 makâlemizde, bir nebze, Hazret-i Îsâ’dan bahsetmiştik. Bugün ve yarın da inşâallah konuya devâm edelim.
Yahûdîler, Hazret-i Meryem’in kucağında yeni doğmuş çocuğu görünce; “Ey Meryem! Bu nedir? Gerçekten çok çirkin bir iş yapmış olarak geldin. Sen pek genç, fakat kocası olmayan bir kız olduğun hâlde, bu çocuğu nereden aldın? Bu, ne acâib, ne şaşılacak bir hâldir?” dediler. Hazret-i Meryem, bütün söylenilenleri sabırla dinledi. Hiç cevap vermedi.
Ancak âyet-i kerîmede de geçtiği gibi; “İşin hakîkatini size o haber versin. Siz onunla konuşun. Ondan sorup anlayın!” mânâsına, kundakta bulunan Hazret-i Îsâ’yı işâret etti. Onlar, kundaktaki çocuğun konuşamayacağını söyleyince, kundakta bulunan Hazret-i Îsâ, elini kaldırarak cevap verdi ve dedi ki: “Ey câhiller! Benim yüksek şânıma taarruz etmeyiniz ve annemi ayıplamayınız. Muhakkak ki ben, Allahü teâlânın kuluyum. O, bana kitap verip, beni Peygamber kılacaktır. Her nerede olsam, beni mübârek kıldı ve hayâtta olduğum müddetçe namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti. Beni anneme hürmetkâr kıldı... Doğduğum gün de, öleceğim günde ve diri olarak kabrimden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir” dedi.
Hazret-i Îsâ’nın, kundakta konuşmasına hayret eden İsrâîloğulları, dillerini yutmuş gibi oldular. Hiçbir şey söyleyemediler. Buna rağmen dedikodu yapmaktan, çeşit çeşit iftirâlar atmaktan da geri durmadılar.
Roma İmparatorunun Şâm vâlîsi, Hazret-i Îsâ, babasız doğduğu için, ana-oğulun her ikisini de öldürmek istedi. Annesi onu alarak Mısır’a götürdü. Hazret-i Îsâ, on iki yaşına gelinceye kadar, annesiyle birlikte Mısır’da kaldılar. Sonra tekrâr Kudüs’e gelerek Nâsıra şehrine yerleştiler.
Otuz yaşına girince, Hak teâlâ tarafından Peygamber olduğu bildirildi. Peygamberlik emri bildirilince, hemen teblîğe başladı. İnsanların Allahü teâlâya inanmalarını ve O’nun emirlerini yapıp yasaklarından sakınmalarını ve isyânda bulunmamalarını istedi.
İsrâiloğulları, maalesef bu dâveti kabûl etmediler. Îsâ aleyhisselâm inanmayanlara mûcizeler gösterdi. Îsâ aleyhisselâm vargücüyle gayret göstermesine rağmen, pek az kişi inandı. İsrâiloğulları ona îmân etmedikleri gibi, dâvetine karşı çıktılar ve günden güne hırçınlaştılar. Îsâ aleyhisselâmın yumuşaklığını görerek inanmadılar. Hattâ daha da ileri giderek Hazret-i Îsâ’yı öldürmeye teşebbüs ettiler.
Bunun üzerine Hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği “havârî” adı verilen on iki kişiden, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine ve kendisine yardımcı olacaklarına dâir söz aldı.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı Hakîm’inde buyurmuştur ki:
“Allah’ın Resûlü Meryem oğlu Îsâ’yı öldürdük dedikleri için Yahûdîleri lanetledik. Hâlbuki onlar Îsâ’yı öldürmediler, asmadılar da, öldürülen kimse kendilerine Îsâ gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler, tam bir karârsızlık içindedirler; bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah, Îsâ'yı kendi nezdine kaldırmıştır…” [Nisâ, 157-158]
.
Allahü teala Hazret-i Îsâ'yı kendi nezdine kaldırmıştır!
1 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :1 Ekim 2024 05:08
Hazret-i Îsâ, düşmânları tarafından öldürülememiş, asılamamış, Allah onu rûhu ve cesedi ile birlikte, yükseltip göğe kaldırmıştır.
Dünkü makâlemizde Hazret-i Îsâ’nın öldürülmediğini, asılmadığını, göğe kaldırıldığını delilleriyle bildirmiştik.
Âl-i İmrân sûresinin 55. âyetinde ise şöyle buyurulmuştur:
“O zaman Allah, şöyle demişti: Seni öldürecek olan onlar değil, benim, seni kendime yükseltip kaldıracağım.” Hazret-i Îsâ, düşmânları tarafından öldürülememiş, asılamamış, Allah onu rûhu ve cesedi ile birlikte, yükseltip göğe kaldırmıştır.
Kur'ân-ı kerîmde Zuhruf sûresinin 61. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmuştur: "Gerçekten o (Îsâ'nın nüzûlü) kıyâmet için (yaklaştığını bildiren) bir beyândır, alâmettir. Onun için, o kıyâmetin geleceğinde sakın şüphe etmeyin de, benim şerîatime tâbi olun. İşte bu biricik doğru yoldur."
Abdullah İbn-i Abbâs hazretleri, “Hazret-i Îsâ’nın nüzûlü (yeryüzüne inmesi), kıyâmet alâmetlerindendir” buyurmuştur. Hazret-i Îsâ, kıyâmete yakın, kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri olarak yeryüzüne tekrâr inecektir. Îsâ aleyhisselâmın inmesi, kıyâmet alâmetidir. (Beydâvî, Celâleyn, Medârik; Tibyân, c. 4, s. 137)
Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm), Peygamberliği îcâbı bazı mûcizeler göstermiştir. Mûcizeleri, başlıca dokuz çeşitti:
1. Beşikteyken konuştu.
2. Ölüleri diriltirdi. Bilhâssa dört ölüyü dirilttiği meşhûrdur. Bunlar Sam bin Nûh, Şeddâd bin Âd, Mâsân bin Mâlân ve Benî İsrâil’den bir çocuktur.
3. Anadan doğma kör olanları tedâvî eder, sağlamlar gibi görmelerini sağlar, bir cilt hastalığı olan baras illetini de iyi ederdi.
4. Âl-i İmrân sûresinin 49. âyetinde bildirildiği gibi, kavminin yedikleri veya yemek üzere sakladıkları şeyleri haber verirdi.
5. Mâide sûresinin 110. âyetinde bildirildiği gibi, çamurdan kuş yapıp üzerine üfleyince, Allahü teâlânın izniyle canlanıp kuş olurdu.
6. Mâide sûresinin 114. âyetinde bildirildiği üzere, Havârîler, içinde yiyecek bulunan bir sofranın indirilmesini teklîf ettiler. Hazret-i Îsâ ellerini kaldırıp duâ edince, ekmeği ve eti bulunan bir sofra indi.
7. Îsâ aleyhisselâm uykudayken, yanında her konuşulanı ve yapılanı bilirdi.
8. Ne zaman istese, ellerini göğe kaldırıp duâ edince, o anda yemek ve meyveler önüne gelirdi.
9. Îsâ aleyhisselâm Yahûdîlerden (Benî İsrâil) uzak olduğu hâlde, onların sözlerini ve gizli sırlarını bilirdi.
Yahûdîler, Îsâ aleyhisselâmı yakalamak ve öldürmek için, onu ihbâr eden Yehûdâ ile berâber eve girince, Allahü teâlâ Yehûdâ’yı Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahûdîler de onu Îsâ aleyhisselâm, diye yakaladılar ve haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler. Allahü teâlâ, Îsâ aleyhisselâmı göğe kaldırdı. Îsâ aleyhisselâm bu sırada otuz üç yaşındaydı...
.
Îsâ aleyhisselâmın dîni...
7 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :6 Ekim 2024 23:30
Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne, ona nisbetle “Îsevîlik”, yerleştiği yer olan Nâsıra’ya nisbetle de “Nasrânîlik” adı verilmiştir.
Allahü teâlâ, muhtelif zaman dilimlerinde, muhtelif coğrafyalarda yaşayan insanlara, dünyâda ve âhirette kurtuluşa ermeleri için, yol gösterici Peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberlerden bir kısmı, yeni bir dîn getirmiş, bir kısmı ise, önceki dînin emir ve yasaklarını teblîğle vazîfelendirilmiştir. Yeni bir dîn getiren Peygamberlere “Resûl”ler denilir. Daha önceki Peygamberin dînini teblîğ eden zâtlara da “Nebî”ler denilir.
Yeni bir dîn getiren Peygamberlerden birisi de, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmdır. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma “Tevrât” adındaki İlâhî kitap indirildi; “Mûsevîlik” dîninin esâslarını insanlara teblîğ etmesi emredildi. Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen Peygamberler de, Mûsevîlik dîninin emir ve yasaklarını insanlara teblîğ ettiler. Peygamberlere karşı çıkan ve hattâ onları şehîd eden İsrâîloğulları, maalesef Tevrât’ı ve Mûsevîlik dînini değiştirdiler.
Allahü teâlâ, Kudüs yakınındaki Nâsıra şehrine yerleşmiş olan Îsâ aleyhisselâma, otuz yaşındayken Peygamberlik emrini bildirdi. Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hak dîne, ona nisbetle “Îsevîlik”, yerleştiği yer olan Nâsıra’ya nisbetle de “Nasrânîlik” adı verilmiştir.
Hazret-i Îsâ aleyhisselâm, insanların bir tek olan Allahü teâlâya inanmalarını ve O’nun emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmalarını istedi. İsrâîloğulları, maalesef onun dâvetini kabûl etmedikleri gibi, O’na karşı çıktılar. Hazret-i Îsâ aleyhisselâm, onlara [daha önceki bir makâlemizde bir kısmını zikrettiğimiz] birçok mûcizeler gösterdi. Fakat O’na pek az kimse îmân etti.
Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Hazret-i Îsâ aleyhisselâm zamânına kadar devâm etti. Fakat, Hazret-i Îsâ aleyhisselâm gelince, bunun dîni olan Îsevîlik, Mûsâ aleyhisselâmın dînini neshetti, yâni Tevrât’ın hükmü kalmadı, kaldırıldı. Bundan sonra, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fakat, İsrâîloğullarının çoğu, Hazret-i Îsâ aleyhisselâma ve ona gönderilen İncîle îmân etmeyip, Tevrât’a uymakta isrâr ve inâd ettiler. İşte Yahûdîlik ile Îsevîlik böylece ayrıldı.
Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük düşmânlarından olan “Paul”, Îsevîliği kabûl ettiğini, Îsâ aleyhisselâmın kendisini, Yahûdî olmayan milletleri Îsevîliğe dâvet için şâkirt (talebe) tâyin ettiği yalanını uydurdu. İsmini “Pavlos” olarak değiştirdi. Çok iyi bir Îsevî görünerek, Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın dînini bozdu. “Tevhîd”i (tek Allah inancını), “teslîs”e (üç tanrı inancına = Baba-oğul-rûhul-kuds (kutsal rûh); “Îsevîlik”i de “Hıristiyânlık”a çevirdi; İncîl’i değiştirdi; Hazret-i Îsâ, Allah’ın oğludur, dedi...
Hazret-i Îsâ, kendisine îmân edenler arasından seçtiği “Havârî” adı verilen on iki kişiden, Allahü teâlâya îmân ve ibâdet edeceklerine dâir söz aldı.
İsrâîloğulları, Hazret-i Îsâ aleyhisselâma çeşitli iftirâlarda bulunup onu öldürmeye karâr verdiler. Hazret-i Îsâ’yı aramaya başladılar. [Konumuza inşâallah yarın devâm edelim.]
.
Yahudilerin, Hazret-i Îsâ'yı öldürmek istemeleri!..
8 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :8 Ekim 2024 00:19
Yahûdîler, Hazret-i Îsâ aleyhisselâmı tutup asmak veyâ öldürmek istediklerinde yanında bulunan İncîl-i şerîfi de yok ettiler.
Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın, dünkü makâlemizde bahsettiğimiz havârîlerinden Yehûda (Judas), Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın yerini, maalesef birkaç kuruş karşılığında, onu öldürmeye karâr veren İsrâîloğullarına (Yahûdîlere) haber verdi. Yehûda, Hazret-i Îsâ aleyhisselâmı yakalamak üzere Yahûdîlerle birlikte eve girince, Allahü teâlâ, onu, Hazret-i Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahûdîler de, onu, Hazret-i Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar, haça (çarmıha) gerip asarak öldürdüler. Allahü teâlâ, Hazret-i Îsâ’yı göğe kaldırdı. Hazret-i Îsâ aleyhisselâm, bu sırada 33 (otuz üç) yaşındaydı.
Yahûdîler, Hazret-i Îsâ aleyhisselâmı tutup asmak veyâ öldürmek istediklerinde yanında bulunan İncîl-i şerîfi de yok ettiler. O zaman İncîl, henüz dünyâya yayılmamış, Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın dîni olan İsevîlik, henüz yerleşmemişti. Çünkü Îsâ aleyhisselâm, ancak iki buçuk, üç sene kadar dîni teblîğ edebilmişti. Bu sebeple, İncîl’in bir nüshasının daha yazılmış olması ihtimâli yoktu. Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın Eshâbı, hem çok az, hem de ekserîsi câhillerden olduğu için, onlarda yazılı bir nüsha olması imkânı da yoktu. Hazret-i Îsâ aleyhisselâmdan başkasının da ezberinde değildi.
Yahûdîlerin ileri gelenlerinden ve Îsevîlerin en büyük düşmânlarından olan, ama Îsevîliği kabûl ettiği yalanını uyduran “Paul=Pavlos”, Hazret-i Îsâ aleyhisselâmın dînini değiştirdi, bozdu. Tevhîdi (tek Allah inancını) teslîse (üç tanrı inancına), Îsevîliği de Hıristiyânlığa çevirdi. Böylece hakîkî Îsevîlik yok olup, yerini bozuk olan Hıristiyânlığa bıraktı.
Îsevîlikte tek Allah’a inanmak esâsı vardı. Ahkâm, yâni emirler ve yasaklar pek azdı. Hazret-i Îsâ aleyhisselâm, “Ben, Benî İsrâîl Peygamberlerinin getirdikleri ve şimdi bozulmaya başlayan, tek Allaha inanan hak dîni izhâr için geldim” diyordu.
Îsevîlik, tek Allaha inanma dîni olan Hazret-i İbrâhîm aleyhisselâm ve Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın dînlerinin aynısıdır. Îsâ aleyhisselâm kendi vaazlarını yazmadı. Allahü teâlânın gönderdiği İncîl de kayboldu. Bugün Hıristiyânların ellerinde bulunan “Kitâb-ı Mukaddes”, Tevrât’tan alınan kısımlar “Ahd-i Atîk=Eski Ahid” ile, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’nın sonradan yazdıkları İncîller ve “Resûller” tâbir edilen şâkirdlerin risâlelerinden, mektuplarından yâni “Yeni Ahid”den meydâna getirilmiştir. Bu dört yazarın kitapları, birbirini tutmaz. Aynı hâdise hakkında birbirinden farklı yazılar yazmışlardır. Diğer havârîlerin yazdıkları İncîller toplattırılıp yaktırılmıştır.
Yakılan bu İncîller arasında bulunan ve içinde Hazret-i Muhammed aleyhisselâmın geleceğini uzun uzadıya anlatan “Barnabas İncîli” de yok olmuştur.
Bugün insâflı Hıristiyân dîn adamları bile, şimdiki Hıristiyânların ellerindeki İncîl’in artık Allah kelâmı olarak kabûl edilemeyeceğini itirâf etmektedirler.
.
Güzel İstanbul'umuzda yaşamak...
15 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :15 Ekim 2024 13:37
Bir kısım şehirler vardır ki onlar anıldıkları zaman, hemen oralarda yaşıyan bazı büyük âlim ve velîler hâtıra gelir...
Ben, çocukluğumdan beri, kitaplarda okuduğumuz, iki kıtayı birleştiren İstanbul’u, Boğaz'ı, Haliç'i, İstanbul’un manevî sultânı Eyüp Sultân hazretlerini, Süleymâniye, Sultân Ahmed, Bâyezîd, Fâtih ve Ayasofya Câmilerini, Süleymâniye Kütüphânesini, Topkapı, Beylerbeyi ve Dolmabahçe saraylarını, pekçok târihî mekânı, surları, Yerebatan Sarnıcı'nı çok merak ederdim, buraları görmeyi ve gezmeyi çok isterdim.
İstanbul’da yatan pekçok ulemâ ve evliyânın türbelerini ziyâret etmeyi çok arzû etmişimdir. 29 Osmanlı Sultânı, pekçok sadrazam, vezîrler, daha birçok meşhûr zât İstanbul’da yatıyor; onları ziyâreti çok istemişimdir.
Bir kısım şehirler vardır ki onlar anıldıkları zaman, hemen oralarda yaşıyan bazı büyük âlim ve velîler hâtıra gelir; bu şehirler âdetâ onlarla özdeşleşmişlerdir. Güzel ülkemizde, bu böyle olduğu gibi, İslâm âleminin diğer ülkelerinde de durum böyledir.
Misâl olmak üzere zikredecek olursak, Medîne-i münevvere denilince, iki cihân güneşi, rahmeten lil-âlemîn olan Sevgili Peygamberimiz hâtırlanmaktadır. Özbekistân- Buhârâ denilince İmâm Buhârî ve Şâh-ı Nakşibend; Irâk -Bağdâd denilince İmâm-ı A’zam ve Abdülkâdir-i Geylânî; Hindistân -Serhend denilince de İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, oğlu Muhammed Ma’sûm Fârûkî ve torunu Seyfeddîn-i Fârûkî hâtırlanmaktadır. (Kaddesallahü teâlâ esrârehümü’l-aliyye). Kıbrıs zikredilince, Peygamberimizin süt teyzesi Ümmü Harâm (Hala Sultân) (radıyallahü anhâ) hâtıra gelmektedir.
Güzel ülkemize gelecek olursak:
Bursa’yı zikrettiğimizde, hemen hâtıra Molla Fenârî, İsmâîl Hakkı Bursevî, Emîr Sultân ve Muhammed Üftâde hazretleri gelir. İlk 6 Osmânlı Sultânı da ilk akla gelenlerdendir. (Rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn).
Konya denilince, hemen Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hocaları Şems-i Tebrîzî ve Sadreddîn-i Konevî ve Alâeddîn Tepesi'ndeki 8 Selçûklu Sultânı; Kastamonu denilince Şeyh Şa’bân-ı Velî hâtırlanmaktadır.
Ankara anıldığı zaman Hâcı Bayrâm-ı Velî ve Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, Nevşehir anıldığı zaman Hünkâr Hâcı Bektâş-ı Velî, Kırşehir anıldığında Ahî Evrân, Kayseri zikredildiğinde Seyyid Burhâneddîn Tirmizî hâtırlandığı gibi.
Sivas’ta Şemseddîn-i Sivâsî ve Abdülvehhâb-ı Gâzî, Erzurum'da da Abdurrahmân Gâzî hâtıra gelir. Çorum denilince de Suheyb-i Rûmî hazretleri hâtırlanır.
Yine Elâzığ zikredildiğinde, Seyyid Ali Septî, Seyyid Mahmûd-i Sâminî, Seyyid Osmân Bedreddin-i Erzurumî hazretleri ve Harput Evliyâları ve Erzincân denilince de, hemen hâtıra Terzi Baba Hazretleri gelmektedir.
Siirt’ten bahsedilince ise, İsmâîl Fakîrullah, İbrahîm Hakkî Erzurumî, Şeyh Memdûh gibi kıymetli zevât hâtırlanmaktadır. Van ve Hakkârî anıldığında Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî, Seyyid Fehîm-i Arvâsî ve Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hâtırlanmaktadır. Bitlis deyince, Seyyid Sıbğatullah Arvâsî (Hizânî) hâtıra gelmektedir. Şırnak anılınca da, Cizre’deki büyük âlim ve velî Ahmed-i Cüzeyrî hazretleri hâtıra gelir.
.
Taht şehri İstanbul
21 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :21 Ekim 2024 00:32
İstanbul'un, Osmânlı Türk Cihân İmparatorluğu’nun taht şehri olması, 18 Kasım 1922’ye kadar 469 yıl, 5 ay, 20 gündür.
Meşhûr târihçi Yılmaz Öztuna diyor ki:
İstanbul, Büyük Konstantin tarafından 11 Mayıs 330’da, Roma Cihân İmparatorluğu’nun taht şehri (başşehir = başkent) i’lân edildi. 29 Mayıs 1453’e kadar 1123 yıl, 19 gün, Roma ve Bizans İmparatorlukları’nın taht şehri olarak kaldı.
Osmânlı Türk Cihân İmparatorluğu’nun taht şehri olması, 18 Kasım 1922’ye kadar 469 yıl, 5 ay, 20 gündür. Bu suretle, 1592 yıl, 6 ay, 9 gün İmparatorluk pâyitahtı / taht şehri (başşehir) oldu.
Cihân İmparatorlukları buradan yönetildi. Hılâfet’in (Halîfeliğin) taht şehri olması ise, 29 Ağustos 1516’dan 3 Mart 1924’e kadar 407 yıl, 6 ay ve 5 gündür. İşte İstanbullu, böylesine bir beldenin hemşehrîsi, sâkini olmakla müftehirdir (iftihâr etmektedir). [Türkiye gazetesi - 4 Temmuz 2009 Cumartesi, Başyazı]
İstanbul anılınca, hemen Eyüp Sultân ve Peygamber Efendimizin süt kardeşi Şeybetü’l-Hudrî (radıyallahü anhümâ) hâtıra gelir. Yine Murâd-ı Münzevî, Mehmed Emîn Tokâdî, Abdülfettâh-ı Akrî, Azîz Mahmûd Hüdâyî, Sünbül Sinân Efendi, Merkez Efendi, Beşiktâşlı Yahyâ Efendi gibi nice büyük zâtlar hâtıra gelmektedir.
Bilindiği üzere, Kur’ân-ı kerîmde “Fetih sûresi”nin 1. âyet-i kerîmesinde “fethan mübînâ” lafızlarıyla Mekke-i mükerremenin fethi mevzû-i bahis edilmiştir. Ayrıca “Nasr” sûresinde de “Nasrullah ve’l-Feth” lafızlarıyla yine “Mekke’nin fethi” zikredilmiştir.
“Feth-i mübîn” terimi, edebiyâtımızda bir de “İstanbul’un fethi” için kullanılmıştır. Buna dâir pekçok makâle ve şiir de yazılmıştır. Sevgili Peygamberimiz, İstanbul’un fethini bundan 14 asır önce müjdelemiştir. İstanbul’un fethini müjdeleyen hadîs-i şerîf hakkında, Fakültemizden emekli bir profesör arkadaşımız, Ahmed İbn-i Hanbel hazretlerinin “Müsned”i, Ebû Abdillah el-Hâkim en-Neysâbûrî’nin “el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn”i, İmâm-ı Buhârî’nin “et-Târîh”i başta olmak üzere, 19 kaynak zikretmiştir. İstanbul Ün. İlâhiyât Fakültesindeki diğer bir meslektaşımız ise kaynakları 24’e ulaştırmıştır.
İstanbul’un ma’nevî sultânı Hâlid bin Zeyd’in, künyesi “Ebû Eyyûb”dur. Medîneli Müslümânlardan olduğu için “Ensârî” nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babasının adı Zeyd, annesinin ismi Hind binti Rebîa’dır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. 670 (H. 50) senesinde İstanbul’da şehîd oldu. Peygamber Efendimizin “mihmândârı”; yâni Resûlullah Efendimiz, Mekke-i mükerreme’den Medîne-i münevvere’ye hicret ettiği zaman, deve bunun kapısında [bunun evinin yakınında bulunan bir arsada] çöktüğü için, Mescid yapılıncaya kadar, yedi ay onu evinde misâfir eden “Sahâbî”dir.
Peygamber Efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret etmeden önce, bi’setin, ya’nî Peygamberliğinin bildirilmesinin onbirinci senesinde Müslümân oldu. İkinci Akabe bîatinde bulunarak Resûlullah Efendimizin sohbetiyle şereflendi. Böylece Eshâb-ı kirâm ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü Eyyûb da Müslümân olup, Peygamber Efendimize hizmetle şereflendi. Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde de bir kızı vardı.
.
İstanbul için ne dediler?
22 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :22 Ekim 2024 00:02
Târihçi Yılmaz Öztuna, yazdığı bir makâlesinde, “İstanbul için ne dediler?” başlığı altında, bazı meşhûr kimselerin, bu konudaki önemli sözlerini nakletmiştir...
Sanat târihçisi, bilim adamı Prof. Dr. Semâvî Eyice diyor ki:
“Eskiden İstanbul’un gürül gürül akan dereleri, pek çok canlıya ev sâhipliği yapan ormanları varmış. Hepsi şehirleşmenin kurbânı oldu. Sayısız târihî eser, İstanbul’u güzelleştiriyoruz diye tahrip edildi, yıkıldı... Düşünün ki İstanbul, zamanının en büyük İslâm devletinin başkenti idi...” [Betül Altınbaşak, Türkiye Gazetesi/Pazar Kahvesi, 6 Eylül 2009 Pazar]
Yine Prof. Dr. Semâvî Eyice diyor ki:
Eski İstanbul’la bugünü kıyâslarsak şu netîce ortaya çıkıyor:
“İstanbul, özünü kaybetti ve kaybetmeye de devâm ediyor. İstanbul’u üç açıdan incelemek lâzım; coğrafî, topografik ve târihî yönlerden.”
Târihçi Yılmaz Öztuna, yazdığı bir makâlesinde, “İstanbul için ne dediler?” başlığı altında, bazı meşhûr kimselerin, bu konudaki önemli sözlerini nakletmiştir:
1- İspanyol gezgini Pedro (16. Asır seyyâhlarından): “Yeryüzünde İstanbul kadar uygun bir yere kurulmuş bir şehir yoktur...”
2- P. Gyllius (16. asır): “Dünyânın her şehri ortadan kalkabilir. Fakat coğrafî konumu bakımından İstanbul ise, insanlar var oldukça devâm edecektir...”
3- Rus Çarı Büyük Petro (ö. 18. asır başı): “İstanbul’a hükmeden, bütün cihâna hükümrân olur. Onun için, mümkün olduğu kadar İstanbul’a yaklaşmak gerekir...”
4- Baron de Tott (ö. 1785): “Dünyânın başkenti olarak tercîh edilecek en müsâit şehir İstanbul’dur; âdetâ kâinâtın coğrâfî merkezidir...”
5- İspanyol generali Miranda (ö. 1786): “Manzarasının olağanüstü olması hakkında bir fikir vermem bile mümkün değil. Tabîatla iç içe girmiş, çok uyumlu bir mi’mârî, gözlerimi kamaştırdı...”
6- Napolyon (ö. 18. asır sonu): “İstanbul’a sâhip olan dünyâya hükmeder. Dünyâ tek bir devlet olsa idi, taht şehrinin İstanbul olması gerekirdi...”
7- Ermeni coğrafyacısı İnciciyân (ö. 1804): “Eski ve yeni bütün yazarlar, İstanbul’un, dünyânın en seçkin yerinde bulunduğunu bildirmişlerdir...”
8- Hammer tarihini Fransızca’ya çeviren Joseph Heller (ö. 19. asır): “İstanbul dünyânın gerçek başkentidir. Coğrafya konumu bakımından, yeryüzünde rakîbi yoktur. Herkes bu husûsta aynı fikirdedir...”
9- Fransız D. de Fontmagne (ö. 1856): “Dünyâda hiçbir şehir, İstanbul kadar güzel olamaz. Yalılar, köşkler, konaklar, bahçeler, minâreler, kubbeler, sarâylar şehri ki; Asyâ ile Avrupa’nın uyumlu estetiğini, güzelliği karşısında insanın dili tutulacak derecede âhenkle yansıtıyor...”
10- Alphonse de Lamartine: “İstanbul biricik ve kıyâs kabûl etmez bir şehirdir. Manzarasının güzelliğini hiçbir fırça ve kalem lâyıkıyla tasvîr edemez...”
11- İngiliz Mrs. Max Müller (ö. 1893): “Doğu ile Batı’yı çok iyi birleştirmiş, insana hayât ve yaşama sevinci, neş’e ve canlı bir güzellik duygusu veren emsâlsiz bir şehir...”
12- İngiliz Lady Dorina Neave (ö. 1933): “Daha muhteşem bir manzara yeryüzünde mevcut değildir. Haşmetli kubbeleri, birbirinden güzel sayfiyeleri ile İstanbul, dünyâ şehirlerinin kraliçesidir...”
[Türkiye Gazetesi, 27.06.2009 (bazı tasarruflarla). Bu makâle, ayrıca 5 Temmuz 2010 târihli “Türkiye Takvimi”nin arka sayfasında da çıkmıştır.]
.
Günâh ve tövbe münâsebeti...
28 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :28 Ekim 2024 00:52
"Dînde yasak olan şeyler" manâsına gelen "Günâh”lar, genel olarak ikiye ayrılmaktadırlar: 1- "Sağâir (Küçük Günâhlar)", 2- "Kebâir (Büyük Günâhlar)"
Makâlemize, bir âyet-i kerîme meâli ile başlayalım: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde (meâlen) buyurdu ki: " Biri bir günâh işler veya kendine zulmeder de, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya tövbe-istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı afv ve mağfiret edici, çok merhametli olarak bulur." (Nisâ sûresi, 110)
Bugün ve yarınki makâlelerimizde inşâallah birer nebze “günâh” ve “tövbe” terimlerinden bahsetmeye çalışacağız. Bilindiği üzere, "Dînde yasak olan şeyler" manâsına gelen "Günâh”lar, genel olarak ikiye ayrılmaktadırlar: 1- "Sağâir (Küçük Günâhlar)", 2- "Kebâir (Büyük Günâhlar)". "Sağâir"in müfredi (tekili) "Sağîre", "Kebâir"in tekili de "Kebîre"dir.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Bir zerrecik kadar (çok az) bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir."
"Günâh-ı sağîre'ye (küçük günâha) devâm, büyük günâha yol açar. Günâh-ı kebîre'ye (büyük günâha) devâm da, küfre yol açar." (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûk-ı Serhendî)
"Küçük günâhı işlemekte ısrâr etmek büyük günâhtır." (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki:
"Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısına göre küçük görünür. Günâhlardan kaçınmak ise herkese farzdır." (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)
"Harâmları, küçük günâh ve büyük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâhlardan kaçıldığı gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekir. Çünkü Allahü teâlâ intikâm alıcıdır; istediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmânlığını günâhlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir." (Mevlânâ Muhammed Rebhâmî)
"Tahrîmen (harâma yakın) mekrûh işlemek küçük günâhtır. Küçük günâha devâm etmek, büyük günâh olur." (İbn-i Nüceym-i Mısrî)
Dârul-Fünûn müderrislerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi aleyh), günâhların 3’e ayrıldığını ifâde ederek, 3. madde olarak “Ekberul-kebâir”i ilâve etmektedir. Nitekim Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şerîfinde, “Elâ ünebbiüküm bi-ekberil-kebâir…: Size büyük günâhların en büyüklerini haber vereyim mi?...” buyurup 7 büyük günâh saymıştır. Ayrıca, “İctenibüs-seb’al-mûbikât = İctenibüs-seb’al-mühlikât = Helâk edici 7 günâhtan sakınınız…” buyurmuştur.
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh):
"Kebîre sâhibi îmândan çıkmaz. Kebîre sâhibinin (âhıretteki) hâli, Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır; dilerse bağışlar, dilerse azâb eder" ve "Kebîre işlemek küfür değil; fısktır, emre itâattan çıkmaktır" buyurmuştur.
.
Günâhların en büyükleri!..
29 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :29 Ekim 2024 07:47
Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktürler. Fakat bâzısı, bâzısına göre küçük görünür.
Dînimizde mühim bir kâide vardır: Farzları yapmamanın günâhı, harâm işlemek günâhından daha çoktur. Harâmdan sakınmanın sevâbı da, farzı yapmanın sevâbından kat kat çoktur.
"Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktürler. Fakat bâzısı, bâzısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmaktan daha küçüktür... Bir küçük günâhı yapmamak, bütün cihânın nâfile (farz ve vâcib olmayan) ibâdetlerini yapmaktan daha sevâbdır. Çünkü nâfile ibâdet farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır." (Mevlânâ Muhammed Rebhâmî, Rıyâdun-nâsıhîn)
"Ekber-i Kebâir (Kebâirin en büyüğü)" şeklinde bir terim vardır ki, "büyük günâhların en büyüğü, en büyük günâh" demektir. Peygamber Efendimiz bir defasında:
"Size büyük günâhların en büyüklerini haber vereyim mi?" buyurmuş ve bunu üç kerre tekrâr etmişti. Biz: "Evet" deyince, "Allah'a şirk koşmak, anne ve baba haklarına riâyetsizlik ve câna kıymak" buyurmuştur. Bu sırada dayanmış durumda idi, yere oturup: "Haberiniz olsun! Yalan söz ve yalan şâhidlik" dedi ve bunu o kadar tekrâr etti ki; biz, "keşke, kesse artık " temennîsinde bulunduk. [Buhârî, Müslim, Tirmizî]
Yine Peygamber Efendimiz, "Helâk edici 7 günâhtan sakının..." buyurmuş ve bazı büyük günâhları saymıştır.
"Ekber-i kebâir (en büyük günâh) : Şirk (bir şeyi, Allahü teâlâya ortak etmek), katil (adam öldürmek), anaya-babaya karşı gelmek ve yalancı şâhidlik yapmaktır." (Sahîh-i Buhârî)
"Hanefî mezhebinde; namazı özürsüz kazâya bırakmak ekber-i kebâirdir. Bu çok büyük günâh, her namaz kılacak kadar boş zaman geçince, bir misli artmaktadır. Çünkü, namazı boş zamanlarda hemen kazâ etmek de farzdır." (Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî)
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
"Günâhın keffâreti pişmânlıktır." (İhyâu Ulûmid-dîn)
"Büyük günâhlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit namaz ve Cum’alar, aralarındaki küçük günâhlara keffârettirler." (İhyâu Ulûmid-dîn)
Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki: "Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecân veren iş de günâhtır." (Mektûbât-ı Ma'sûmiyye)
"Gizli yapılan günâhın tövbesini gizli yapınız! Açıkça işlenen günâhın tövbesini ise açıkça yapınız! Günâhınızı bilenlere, tövbenizi de duyurunuz." (Kimyâ-yı Seâdet)
Allahü teâlâ müntekîmdir; O'nun; zâlim, inadcı ve kibirli (büyüklenen) kimseleri şiddetli bir azâb ile cezâlandırmasına "İntikâm" denilir. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde (meâlen) buyurdu ki:
"(Yâ Muhammed!) Biz senden önce, kendi kavimlerine (nice) Peygamberler gönderdik de, (o Peygamberler) onlara (helâl ve harâmı bildiren, hak Peygamber olduklarını isbât eden apaçık) delîllerle geldiklerinde, kavimleri onları yalanladılar. Fakat (îmân etmedikleri için), biz, o günâh işleyenlerden intikâm aldık..." (Rûm sûresi, 47)
"Vaktâ ki (Fir'avn ve kavmi inâd ve isyân ederek) bizi gazablandırdılar (kızdırdılar). Biz de kendilerinden intikâm alıp, hepsini birden (denizde) boğarak helâk ettik." (Zuhruf sûresi, 55)
.
Büyük günâhlardan bazıları
4 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :4 Kasım 2024 06:43
Büyük günâhları işlemek ve bunlara devâm etmek, insanı küfre sürükleyip, îmânsız ölmesine sebep olabilir!
Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir zerrecik (çok az) bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir."
Dârul-fünûn müderrislerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (kuddise sirruh): “Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. Fakat bâzısı, bâzısına göre küçük görünür. Günâhlardan kaçınmak ise herkese farzdır” buyurmuştur.
En büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh), “Kebâir (Büyük günâhlar)”ı [müfredi (tekili): “Kebîre”] işlemenin küfür olmadığını, ama fısk, emre itâatten çıkmak olduğunu, kebîre sâhibinin îmândan çıkmadığını, fakat onun hâlinin Allahü teâlânın irâdesine kaldığını, dilerse bağışlayacağını, dilerse azâb edeceğini” ifâde buyuruyor.
Büyük akâid imâmlarımızdan Sadüddîn-i Taftazânî (rahmetullahi aleyh) ise, “Büyük günâh işleyenin îmânı gitmez. Fakat harâma helâl derse, o zaman îmânı gider. Günâhlar ikiye ayrılır: A) Kebâir, büyük günâhlardır: 1) Şirk, bir şeyi Allahü teâlâya ortak etmek. Şirk, küfrün en kötüsüdür. 2) Katil, bir insanı öldürmek veya intihâr, kişinin kendisini öldürmesi. 3) Sihir yâni büyü yapmak. 4) Yetîm mâlı yemek. 5) Fâiz alıp vermek. 6) Muhârebede düşmân karşısından kaçmak. 7) Temiz kadınlara kazfte bulunmak, iftirâ atmak, yâni nâmûzsuz demek gibi. Her günâhın büyük olmak ihtimâli vardır, hepsinden kaçınmak lâzımdır.”
Yine akâid âlimlerimizden Reyhâvî (rahmetullahi aleyh) de, aynı şeyleri ifâde etmiştir.
B) Sağâir (küçük günâhlar), (müfredi sağîre: küçük günâh): Fitne çıkarmak, adam öldürmek, zinâ etmek gibi büyük olan günâhlara göre, daha küçük sayılan günâhlar, yasaklar, mekrûhlardır:
Hanefî fıkıh âlimlerinden İbn-i Nüceym (rahmetullahi aleyh), “tahrîmen (harâma yakın) mekrûh işlemek küçük günâhtır. Küçük günâha devâm etmek, büyük günâh olur” buyurmuştur.”
“Küçük günâhı işlemekte ısrâr etmenin büyük günâh” olduğunu, Muhammed bin Kutbuddîn İznikî (rahimehullah) da ifâde etmiştir. Büyük günâhları işlemek ve bunlara devâm etmek, insanı küfre sürükleyip, îmânsız ölmesine sebep olabilir.
Büyük günâhlardan bazıları şunlardır:
1- Bid'at sâhibi olmak, 2- Günâh işlemeye devâm etmek, 3- Müslümân olduğuna şükretmemek, 4- Îmânsız ölmekten korkmamak, 5- Zulmetmek, 6- Anaya-babaya âsî olmak, 7- Doğru olsa da çok yemîn etmek, 8- Namazı öğrenmeye ve çoluk-çocuğa öğretmeye önem vermemek, 9- İçki içmek, 10- Yalan yere evliyâlık taslamak, 11- Günâhını küçük görmek, 12- Ucb (Kendini beğenmek), 13- İlim ve ibâdeti ile kendini üstün görmek (kibir), 14- Haset etmek (çekememezlik), 15- Tecrübe etmeden bir kimseye iyi demek, 16- Yalana, gıybete devâm etmek, 17- Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından uzak durmak, 18- Kâfir olsa da, komşusuna eziyet etmek, 19- Dünyâ işleri için, çok sinirlenmek, 20- Büyü yapmak, 21- Sâlih olan mahrem akrabayı ziyâreti terk etmek, 22- Allahü teâlânın sevdiklerini sevmemek; sevmediklerini sevmek, 23- Mümin kardeşine üç günden fazla kin tutmak. [İnşâallah yarın devâm edelim.]
.
Tövbenin lüzumu...
11 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :10 Kasım 2024 22:56
Tövbe, harâm işledikten sonra, pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karâr vermektir.
Allahü teâlâya âsî olunca, karşı gelince, günâh işleyince, hemen pişmân olmalı, [kalb ile] tevbe ve [dil ile] de istiğfâr etmelidir! Kalbe gelen her sıkıntı ve karartı; tevbe, istiğfâr ve pişmânlık ile ve Allahü teâlâya hâlisâne-muhlisâne sığınarak, yalvararak kolayca giderilebilir.
“Tövbe”, harâm işledikten sonra, pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karâr vermektir.
“İstiğfâr”, günâhının affını istemek, “Estağfirullah” demektir. “Estağfirullah” demek te, “Allahtan mağfiret diliyorum, günâhlarımı affet Allah’ım” demektir. İstiğfâr etmekle beraber, günâhların affına sebep olan iyilikleri de yapmalıdır. Meselâ Kur'ân-ı kerîm okumalı, sadaka vermeli ve diğer hayır hasenâtta bulunmalı.
Harâm işlemeyen Müslümânlara “sâlih” ve “müttekî”; harâm işleyenlere ise, “fâsık” ve “âsî” denir. İttikânın, yani harâmdan kaçmanın sevâbı, farzları yapmanın sevâbından daha fazladır. Allahü teâlâya isyân, âsî olmak iki türlüdür:
1- Allahü teâlânın emirlerini, yani farzları yapmamak. Farzları, vazîfe kabûl etmeyenler kâfir olurlar. Vazîfe bilip de, tembellikle yapmayanlar, ama kazâ etmek, ödemek fikrinde olanlar, Hanefî mezhebine, Mâtürîdî akâidine göre kâfir olmazlar; fakat farzları yapmamak, büyük günâh olur.
2- Hak teâlânın menettiği şeyleri, yani harâmları yapmak. Harâmdan kaçmayı vazîfe bildiği hâlde, nefsine uyarak yapan ve sonra üzülenler kâfir olmazlar.
Günâh işleyen kâfir olmaz; fakat her günâh, insanı küfre sürükleyebilir. Bir günâha müptelâ olan, bağımlılık kazanan kimsenin, o günâhı bırakması çok zor olur. Artık o kimse o günâhı, günâh olarak görmemeye başlar.
Günâh işleyen biri, pişmân olur, abdest alıp namaz kılar ve günâhı için istiğfâr ederse, Allahü teâlâ, o günâhı elbette affeder. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde (meâlen) buyurdu ki: " Biri bir günâh işler veya kendine zulmeder de, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya tövbe-istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı afv ve mağfiret edici, çok merhametli olarak bulur." (Nisâ sûresi, 110)
Furkan sûresinin 70. âyet-i kerîmesinde ise meâlen: “…Ancak tövbe edip de inanan ve sâlih amel işleyenlerden başka. Allah, işte onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allahü teâlâ, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” buyurulmuştur.
Herkese günâh işleten rûhu değil, nefsidir. Her insanın nefs-i emmaresi kâfirdir. Kâfir olan nefsimiz, hep günâh işlemek ister. Nefsine hâkim olan, günâhtan kendini alıkoyar. Cenab-ı Hak, tövbe edenlerin tövbelerini kabûl eder. Günâhlara müptelâ olma işinde, kötü alışkanlıklarda, daha çok çevrenin etkisi büyüktür. Tövbe için çevreyi değiştirmeli, iyi insanlarla berâber olmalı, her harâmdan kaçmaya çalışmalı ve bilhâssa namazı aslâ aksatmamalıdır.
Muhammed. Masûm-i Fârûkî hazretleri buyurmuştur ki:
“Dertlerin, belâların gitmesi için, istiğfâr okumak çok faydalıdır; çok tecrübe edilmiştir. İmâm-ı Beyhekî'nin bildirdiği bir hadis-i şerifte, “İstiğfâra devâm edeni (çok okuyanı), Allahü teâlâ, dertlerden, sıkıntılardan kurtarır. Onu, hiç ummadığı yerden rızıklandırır” buyurulmuştur.” (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye, c. 2, m. 80)
.
Tövbeyi geciktirmek günahtır!..
12 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :12 Kasım 2024 00:26
“İnsanları iki şey helâk eder: Biri tövbe ederim diyerek günâh işlemeleri, diğeri de sonra yaparım diyerek tövbeyi geciktirmeleridir.”
İki haftadan beri günâhlardan bahsediyoruz; hülâsası şudur:
"Dînde yasak olan şeyler" manâsına gelen "Günâh”lar, genel olarak ikiye ayrılmaktadırlar: 1- "Sağâir (Küçük Günâhlar)", 2- "Kebâir (Büyük Günâhlar)".
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
“Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tövbe ediniz ki felâh (kurtuluş) bulasınız.” (Nûr sûresi, 31)
“Allahü teâlâ tövbe edenleri sever.” (Bakara sûresi, 222)
“Tevbe (Tövbe)”: “Harâm, günâh işledikten sonra, pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya karâr vermek” demektir.
Şakîk-i Belhî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: “İnsanları iki şey helâk eder: Biri tövbe ederim diyerek günâh işlemeleri, diğeri de sonra yaparım diyerek tövbeyi geciktirmeleridir.”
Lokmân Hakîm hazretleri: “Ey oğlum! Bir hatâ işlediğin zaman hemen tövbe et ve sadaka ver. Tövbeyi yarına bırakma. Çünkü ölüm, ansızın gelir” buyurmuştur.
Ebû Saîd Muhammed Hâdimî (rahmetullahi aleyh) ise şöyle buyurmuştur:
“Günâhtan sonra hemen tövbe etmek, farzdır. Tövbeyi geciktirmek büyük günâhtır. Bunun için de, ayrıca tövbe etmek lâzımdır. Farzı yapmamanın günâhı, ancak kazâ etmekle affolur. Her günâhın affı için, kalb ile tövbe etmek ve dil ile istiğfâr etmek (bağışlanmasını istemek) ve beden ile kazâ etmek lâzımdır.”
Bir küçük günâhı yapmamak, bütün cihânın nâfile (farz ve vâcib olmayan) ibâdetlerini yapmaktan daha sevâbdır. Farzları yapmamanın günâhı, harâm işlemek günâhından daha çoktur. Harâmdan sakınmanın sevâbı da, farzı yapmanın sevâbından kat kat çoktur. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır.
Bütün günâhlardan hemen sonra tevbe etmek farzdır. Tövbeyi geciktirmek de büyük günâhtır. Bunun için de, ayrıca tövbe etmek lâzımdır.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde (meâlen) buyurdu ki: " Biri bir günâh işler veya kendine zulmeder de, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya tövbe-istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı afv ve mağfiret edici, çok merhametli olarak bulur." (Nisâ sûresi, 110)
"Küçük günâha devâm, büyük günâha yol açar. Büyük günâha devâm da, küfre götürebilir." (İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûk-ı Serhendî)
"Küçük günâhı işlemekte ısrâr etmek büyük günâhtır." (Muhammed bin Kutbüddîn İznikî)
Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir zerrecik (çok az) bir günâhtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından daha iyidir."
Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
"Günâhın keffâreti pişmânlıktır." (İhyâu Ulûmid-dîn)
"Büyük günâhlardan kaçınmak şartıyla, beş vakit namaz ve Cum’alar, aralarındaki küçük günâhlara keffârettirler." (İhyâu Ulûmid-dîn)
.
Tövbenin kabulünün şartları
18 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :18 Kasım 2024 00:53
Tövbe eden: 1- İşlediği günâha pişmân olup üzülmelidir. 2- O günâhtan hemen vazgeçmelidir. 3- Onu bir daha yapmamaya azmetmelidir.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı hakîminde buyurmuştur ki:
“Ey müminler, Allah’a tevbe (tövbe) edin ki kurtuluşa eresiniz.” [Nûr, 31]
“Ey günâhta haddi aşanlar (Ey günâhı çok olan kullarım), Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz. Zira Allah, bütün günâhları affeder. O, gafûr ve rahîmdir (O sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir; mağfireti, affı, merhameti çoktur).” [Zümer, 53]
Allahü teâlâ, bir hadîs-i kudsîde buyurdu ki: "Ey kulum, af dilediğin müddetçe, günâhlarının çokluğuna bakmadan affederim. Günâhların bulutlara kadar yükselse de, yine affederim. Yer dolusu günâhla gelsen, yer dolusu mağfiretle karşılarım. Yeter ki îmân ile gel.” [Tirmizi]
Yine “Hak teâlâ buyurdu ki: Ey Âdemoğlu, duâ edip, benden af dilersen, günâhların ne kadar çok, ne kadar büyük olursa olsun, hiçbirine bakmadan seni affederim. Göklere ulaşacak kadar günâh işlesen; ama rahmetimden ümîdini kesmeyip, benden mağfiret dilersen, seni affederim.” [Tirmizî]
Günâhkâr bir kul, tövbe edince, Cenâb-ı Hak, hem o kulunun günâhlarını affeder, hem de kulu tövbe ettiği için sevinir. Evet biz, günâhımıza pişmân olunca, Cenâb-ı Hak seviniyor.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâ, kulunun tövbe etmesine, çölde devesini kaybedip sonra bulan bir kimsenin sevinmesinden daha çok sevinir.” [Buhârî]
“Allahü teâlâ, tövbe edenin tövbesinden dolayı, susamış kimsenin, suya kavuşmasından, çocuğu olmayanın çocuk sâhibi olmasından ve bir şey kaybedenin o yitiğini bulmasından daha çok sevinir. Her kim içten ve bir daha günâha dönmemek üzere Allah’a tövbe ederse, Allah da onun günâhlarını yazan iki meleğe, kendi organlarına ve günâh işlediği yere, bütün bunlara günâhlarını unutturur.” [Ebul-Abbâs]
“Allahü teâlâ, herkese unutturunca, günâh işlediğine şâhid kalmaz.” Ne büyük lütuf ve ihsân.
“Günâh, kalbde bir iz bırakır, tövbe ve istiğfâr edilince, o leke kaybolur, kalb cilâlanır.” [Tirmizi]
Büyük âlim Ebû Saîd Muhammed Hâdimî, “el-Berîka”sında buyurmuştur ki:
Günâhtan sonra, hemen tövbe etmek farzdır. Hattâ tövbeyi geciktirmek, bu günâhı işlemekten daha büyük günâhtır. Tövbe edilmediği müddetçe bu günâh, her gün bir misli artar. Bunun için de, ayrıca tövbe etmek gerekir.
Her Müslümân tövbe ederken, şu üç şartı gözetmelidir:
1- İşlediği günâha pişmân olup üzülmelidir.
2- O günâhtan hemen vazgeçmelidir.
3- Onu bir daha yapmamaya azmetmeli, karâr vermelidir.
Bu üç şartı yapmadan, yalnız dil ile tövbe etmek, yalancılık olur.
Zâten “Tevbe (Tövbe)”: “Bir harâmı, günâhı işledikten sonra, pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya karâr vermek” demektir.
Hadîs-i şerîflerde buyurulmuştur ki:
“Günâhınız çok olup göklere ulaşsa, tövbe edince, Allahü teâlâ tövbenizi kabûl buyurur.” [İbn-i Mâce]
“Tövbe, günâhtan sonra, o günâhı bir daha yapmamaktır.” [İmâm-ı Ahmed]
Tövbe edenin günâhları affolur. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
“Günâhtan tövbe eden kimse, günâh işlemeyen kişi gibi olur.” [İbn-i Mâce]
Bu âyet-i kerime ve hadis-i şerifler gösteriyor ki, tövbe edince, her günâh affolur.
.
"Allah beni affetmez" demek doğru değildir
19 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :19 Kasım 2024 00:44
“Hak teâlâ buyurdu ki: Kulumun, günâhı göklere kadar yükselse, benden ümit kesmeyip, af dilerse affederim.”
Günâhım çok, ne yapsam, Allahü teâlâ beni affetmez demek doğru değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, tövbe edilen her günâhı affeder. Bir kâfir, küfrüne tövbe ederse, mümin olur, bütün günâhları affolur. Bir mümin de, Allah’a şirk koşsa, sonra pişmân olup tövbe etse, Allahü teâlâ affeder. Tövbe edince, çok büyük de olsa günâh affolur. Tekrâr günâh işleme ihtimâlinden dolayı, tövbe etmemek doğru değildir; tekrâr günâh işlerim korkusu ile tövbeden vazgeçmemelidir!
“Hak teâlâ buyurdu ki: Kulumun, günâhı göklere kadar yükselse, benden ümit kesmeyip, af dilerse affederim.” [Tirmizî]
Tövbenin kabûl olması için, namaz borcu ve kul hakkı olmaması da lâzımdır. Bir namaz borcu olan, bunu kazâ etmedikçe, onun tövbesi kabûl olmaz. Meselâ içkiye tövbe eden kimse, namaz borcu veya kul hakkını ödemedikçe, tövbesi kabûl olmaz. Tövbesi kabûl olmaz demek, meselâ namaz borcu olan bir kimse, “Yâ Rabbî, kılmadığım namazlar için tövbe ettim, bunları affet” derse, kazâ etmedikçe affedilmez, yani bu tövbesi kabûl olmaz. Bunun gibi, üzerinde kul hakkı olan bir kimse, “Yâ Rabbî, kul haklarımı affet” derse, hak sâhiplerinin hakkını ödemedikçe, helâlleşmedikçe, yine kul hakları affedilmez, yani bu tövbesi kabûl olmaz.
Burada “affedilmez” demek, “hiç affa uğramaz, doğruca cehenneme gider” demek değildir. Âhirette de, helâlleşme olacaktır. Hak sâhibi, âhirette hakkını helâl ederse, mesele kalmaz. Helâl etmezse, hakkı kadar sevaplar alınıp, hak sâhibine verilir. Böylece, kul borcu olanın, sevapları azalmış olur. Sevapları yoksa, hak sâhibinin günâhlarını, yüklenmek zorunda kalır. Namaz borcu olan da, affa veya şefâate kavuşarak Cennete gider. Affa veya şefâate kavuşmazsa, kabirde, mahşerde çektiği sıkıntılar günâhlarına keffâret olur.
Tövbe eden kimse, hiç günâh işlememiş gibi olur. Bir hadîs-i şerîf meâli şöyledir:
“Allahü teâlâ, tövbe edenin günâhlarını, yazıcı meleklerine unutturduğu gibi, kulun kendi organlarına ve dünyâda bunu bilenlere de unutturur. O kimse, Allahü teâlâya kavuşunca, artık günâhı sebebiyle aleyhine şahitlik edecek kimse kalmaz.” [İbn-i Asâkir]
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Kâfir, Allahü teâlânın rahmetinin çokluğunu bilse, Cennetten ümit kesmezdi.” [Müslim]
“Allahü teâlâ, günâhını, affından büyük görene şiddetli gazap eder.” [Deylemî]
“Ömründe bir defa Allah’ı anan veya Ondan korkan Cehennemden çıkar.” [Tirmizî]
“İyilik ve ibâdet edene büyük ecir verileceğini müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [Şir’a]
“İnsanlara Rablerinden bahsederken, korku ve sıkıntı veren şeylerden söz etmeyin.” [Beyhekî]
“İhlâsla "Lâ ilâhe illallah" diyen Cennete girer.” [Beyhekî]
.
Tövbe edilen günah affedilir
25 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :24 Kasım 2024 22:37
“Hak teâlâ (hadîs-i kudsîde) buyurdu ki: Kulumun günâhları göklere kadar ulaşsa, benden ümit kesmeyip, af dilerse affederim.”
Tevbe (tövbe) edince, çok büyük de olsa, günâhımız tamâmen affolur mu diye bir suâl hâtıra gelebilir. Elbette tövbe edenin günâhları affolur. İki âyet-i kerîme meâli şöyledir: “Ey günâhta haddi aşanlar (haddi aşan kullarım), Allah’ın rahmetinden ümîd kesmeyiniz. Zîrâ Allah, bütün günâhları affeder. O, gafûr ve rahîmdir (affı, merhameti çoktur.)” [Zümer, 53] “Ey müminler, Allah’a tövbe edin ki, kurtuluşa eresiniz.” [Nûr, 31]
Peygamber Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde buyurmuştur ki:
“Hak teâlâ (hadîs-i kudsîde) buyurdu ki: Kulumun günâhları göklere kadar ulaşsa, benden ümit kesmeyip, af dilerse affederim.” [Tirmizî]
Yine “Allahü teâlâ (hadîs-i kudsîde) buyurdu ki, "Ey kulum, af dilediğin müddetçe, günâhlarının çokluğuna bakmadan affederim. Günâhların bulutlara kadar yükselse de yine affederim. Yer dolusu günâhla gelsen, yer dolusu mağfiretle karşılarım. Yeter ki îmân ile gel" [Tirmizî]
“Allahü teâlâ, günâhını, Cenâb-ı Hakk’ın affından büyük gören kimseye şiddetli gazap eder.” [Deylemî]
“Allah’ın rahmetinden ümîd kestirip [dînden] nefret ettirenlere, Allah lanet etsin! Kolaylaştırın, güçleştirmeyin.” [Nesâî]
“Bir kimse, yakînen Allah’ın Rab, benim de Peygamber olduğuma inansa, Cehennem ona harâm olur.” [Hâkim]
“Tövbe eden kimse, günâh işlememiş kişi gibi olur.” [İbn-i Mâce]
“Ömründe bir defa Allah’ı anan veya O’ndan korkan Cehennemden çıkar.” [Tirmizî]
“İyilik ve ibâdet edene büyük ecir verileceğini müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” [Şir’a]
“İnsanlara Rablerinden bahsederken, korku ve sıkıntı veren şeylerden söz etmeyin.” [Beyhekî]
“Allah’ı kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.” [Taberânî]
“İhlâsla 'Lâ ilâhe illallah (Muhammedün Resûlullah)' diyen Cennete girer.” [Beyhekî]
“Allahü teâlâ, kulunun tövbe etmesine, çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevinmesinden daha çok sevinir.” [Buhârî]
“Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allahü teâlâ da ona umduğunu verir, korktuğundan da emin eder” (Tirmizî)
“Allahü teâlâ, tövbe edenin tövbesinden dolayı, susamış kimsenin, suya kavuşmasından, çocuğu olmayanın çocuk sâhibi olmasından ve bir şey kaybedenin o yitiğini bulmasından daha çok sevinir. Her kim içten ve bir daha günâha dönmemek üzere Allah’a tövbe ederse, Allah da onun günâhlarını yazan iki meleğe, kendi organlarına ve günâh işlediği yere, bütün bunlara günâhlarını unutturur.” [Ebul-Abbâs]
Allahü teâlâ, Dâvûd aleyhisselâma vahyetti ki:
“Ya Dâvûd beni sev, beni seveni sev! Beni de kullarıma sevdir.”
O da: “Yâ Rabbî, bunu nasıl yapayım?” dedi.
Allahü teâlâ da “Nimet ve ihsânlarımı onlara hâtırlat, onlar benden ancak iyilik beklesinler” buyurdu.
“Ölürken mutlakâ Allahü teâlâya hüsn-i zan etmelisiniz.” [Müslim]
“Allahü teâlâ (hadîs-i kudsîde), "Ben, kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl zannederse öyle bulur" buyurdu.” [İbn-i Hibbân] (Yani "Allah, beni affeder" diye ümîd ediyorsa, onu affeder. Allah’tan ümîdini keserek, "Ben, mutlakâ Cehennemliğim" diyorsa, Cehenneme gider.)
.
Affedilmeyen günâh var mı?
26 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :25 Kasım 2024 22:05
Allahü teâlâ, tövbe edilen her günâhı affeder. Affetmediği tek günâh yoktur. Müşrikleri, kâfirleri bile tövbe edince affediyor.
Bir Müslümân, bütün günâhlarına değil de, bunlardan yalnız birine, meselâ kumar oynamaya veya içki içmeye tevbe (tövbe) etse, diğer günâhlar geciktirilse, bu durumda, tövbe edilen günâh affedilir mi?
Bilindiği üzere, günâhlar birbirine bağlı değildirler. Tövbe edilen ve bir daha yapılmayan günâh, elbette affolur. Günâhların tövbesini geciktirmek doğru değildir. Günâhtan sonra, hemen tövbe etmek farzdır. Tövbeyi geciktirmek, bu günâhı işlemekten daha büyük günâhtır. Bu günâh, her gün bir misli artar. Bunun için de, ayrıca tövbe etmek gerekir. (Berîka)
***
Bir kimse, içki, kumar, fâiz, zinâ ve livâta gibi hemen her büyük günâhı işlemiş, fakat tövbe edip, bunların hepsini bırakmış; Allah onun günâhlarını affetmez mi?
Allahü teâlâ, tövbe edilen her günâhı affeder. Affetmediği tek günâh yoktur. Müşrikleri, kâfirleri bile tövbe edince affediyor. Bir âyet-i kerîme meâli şöyledir:
“Ey günâhı çok olan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz! Allah bütün günâhları affeder. O sonsuz mağfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir.” [Zümer, 53] Bir hadîs-i şerîf de şu meâldedir:
“Tövbe eden kimse, hiç günâh işlememiş gibi olur.” [İbn-i Mâce]
Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, tövbe edince, her günâh affolur.
Hadîs-i şerîflerde geçen “Günâhı affedilmez” demek, “Hiç affa uğramaz, doğruca Cehenneme gider” demek değildir. Âhirette de, helâlleşme olacaktır. Hak sâhibi, âhirette hakkını helâl ederse, mesele kalmaz. Helâl etmezse, hakkı kadar sevâbları alınıp, hak sâhibine verilir. Böylece, kul borcu olanın, sevâbları azalmış olur. Sevâbları yoksa, hak sâhibinin günâhlarını, yüklenmek zorunda kalır. Namaz borcu olan kimse de, affa veya şefâate kavuşarak Cennete gidebilir. Affa veya şefâate kavuşmazsa, kabirde, mahşerde çektiği sıkıntılar günâhlarına keffâret olur.
Hangi ibâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşturursa, o en büyük ibâdet olur. En büyük günâh ise, Allahü teâlânın gazabına sebep olan günâhtır. Bunu da biz bilemeyiz. Allahü teâlânın gazabı günâhlar içinde saklıdır. Onun için her günâhtan kaçınmalıdır. Belki bizim büyük sanmadığımız bir günâh, Onun gazabına sebep olabilir. Nefsine yenilip günâh işleyen de, korku içinde olmalıdır.
Hadîs-i şerîflerde, suâli soranların hâllerine uygun, çeşitli cevaplar verilmiştir. Günâhlar da öyledir. Bazısı için zinâ, onun felâketine sebep olur, bazısı için de içki sebep olabilir. Bir de, zamana göre, uygun cevaplar verilmiştir. Meselâ İslâmiyet’in ilk zamanları cihâd önemli idi. Günümüzde emr-i marûfun, Ehl-i Sünnet itikâdını yaymanın önemi büyüktür. Demek ki, kişilerin hâllerine ve zamana göre büyüklük değişiyor. Zâten emredilen ibâdetleri yapmak, yasak edilenlerden kaçınmak her Müslümânın her zaman vazîfesidir.
..
Kâfir olmaktan çok korkmalıdır!
2 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :1 Aralık 2024 22:54
Küfr-i inâdî ile mürted olanların, tövbe etmeleri için Kelime-i şehâdeti söylemeleri kâfi değildir. Küfre sebep olan şeyden de tövbe etmeleri lâzımdır.
Birkaç haftadır günâhlar, sağâir, kebâir ve tevbe (tövbe)… gibi konulardan bahsediyoruz. Bugünkü ve bundan sonraki birkaç makâlemizde ise, küfür (kâfir olmak), irtidâd etmek, yeniden îmâna gelmek… gibi konulardan bahsetmek istiyoruz inşâallah.
Lügatte (sözlükte), “örtmek, kapamak, hakkı örtmek” manâlarına gelen “Küfr (Küfür-Kâfir olmak)”; ıstılâhta (bir terim, deyim, tabîr olarak): “Hakk'ı inkâr etmek, dînde bilinmesi ve inanılması zarûrî olan şeyleri ve ahkâm-ı şer'iyyeden (dînî hükümlerden) tevâtüren (toplulukların bildirdikleri, kesin olarak) bildirilenleri inkâr etmek ve dînden olduğu herkesçe bilinen bir şeyi kabul etmemek” anlamlarında kullanılmaktadır. Küfürden, kâfir olmaktan, çok, hem de pekçok korkmak lâzımdır.
Küfrün çeşitleri vardır:
1- “Küfr-i İnâdî”: “Bilerek, inâd ederek kâfir olmak, küfr-i cühûdî.”
Küfr-i inâdî ile mürted olan(dinden çıkan)ların, tövbe etmeleri için yalnız Kelime-i şehâdeti söylemeleri kâfi değildir. Küfre sebeb olan şeyden de tövbe etmeleri lâzımdır.
Erkek veyâ kadın bir Müslümân, âlimlerin söz birliği ile bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, ciddî olarak veyâ hezl, yâni güldürmek için, şaka olarak söylerse veya yaparsa, mânâsını düşünmese dahi, küfr-i inâdî olduğu için îmânı gider. (Hâdimî-Berîka)
2- “Küfr-i Cühûdî (İnkârî)”: “Allahü teâlâya, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş, inanılması lâzım olan şeylere inanmamakta bilerek inâd etmek.”
Küfr-i cühûdî, kibir, mevkı sâhibi olmayı sevmek veya ayıplanmaktan korkmak gibi sebeplerden hâsıl olur. Fir'avn'ın ve ona tâbi olanların küfürleri böyle idi. (Muhammed Hâdimî-Berîka)
3- “Küfr-i Cehlî”: “İşitmediği, düşünmediği için, Allahü teâlâya ve inanılması lâzım olan şeylere inanmamaktır.”
4- “Küfr-i Hükmî”: “İslâmiyet'in îmânsızlık küfür alâmeti dediği sözleri söylemek ve işleri yapmak.”
“Akıllı, bilgili, edebiyâtçı olduğunu göstermek için veya yanındakileri güldürmek, hayrete düşürmek, sevindirmek veya alay etmek için söylenen sözlerde küfr-i hükmîden korkulur. Gazab, kızgınlık ve hırs ile söylenen sözler de böyledir. Bunun için insan, sözlerinin ve işlerinin nereye varacağını iyi düşünmelidir. Her şeyde dînini kayırmalıdır.” (Muhammed Hâdimî-Berîka)
5- “Küfr-i Nifâkî”: “Diliyle îmân ettiğini söyleyip, kalbiyle inkâr etmek; inanmamaktır. Küfr-i nifâkî üzere ölen kimse affedilmez, bağışlanmaz.” (Vâhidî)
Küfr-i nifâkî üzere olanın, inkârı gizli olduğundan, namazların sûretini yerine getirir. Böyle olanın sûretâ (görünüşte) olan îmânı, Allahü teâlâ indinde, nezdinde, katında mûteber değildir. (İmâm-ı Rabbânî)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde buyurmuştur ki (meâlen):
“İçinizden kim irtidâd eder de, kâfir olarak ölürse, yaptığı (iyi) işler dünyâda da, âhirette de boşa gidecektir. Onlar o ateşin (Cehennem'in) arkadaşlarıdırlar. Onlar, orada, (bir daha çıkmamak üzere) ebedî (sonsuz) kalıcıdırlar.” (Bakara sûresi, 217)
Kâfirler, cehennemde ebedî kalacaklardır!
3 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :2 Aralık 2024 22:19
“Sizden, dîninden dönüp kâfir olarak ölenlerin yaptıkları [iyi] işler, dünyâ ve âhirette boşa gider.”
Kâfirlerin, Cehennemde ebedî kalacaklarına dâir pekçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. Biz, bugün, o âyet-i kerîmelerden bazılarını, Kur’ân-ı kerîmdeki sıralarına göre zikredelim:
“Kötülükleri kendilerini çepeçevre kuşatanlar (yanî kâfirler) Cehennemliktirler.” [Bakara, 81]
“Sizden, dîninden dönüp kâfir olarak ölenlerin yaptıkları [iyi] işler, dünyâ ve âhirette boşa gider.” [Bakara, 217]
“İnkârcıların [kâfirlerin] mâlları da, evlâtları da, Allah indinde bir fayda sağlamazlar [onları cezâdan kurtaramazlar.] Onlar, Cehennemin yakıtıdırlar.” [Âl-i İmrân, 10]
“‘Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir’ diyenler kâfirdirler. Allah, kendine ortak koşana, Cenneti harâm kılar; artık onun yeri ateştir.” [Mâide, 72]
“[Allah, İblîse] dedi ki: Seni ve sana uyanları, Cehenneme atacağım.” [A’râf, 18]
“Âyetlerimizi yalanlayıp büyüklük taslayanlar, Cehennemliktirler.” [A’râf, 36]
“Kâfirlerin âkıbeti ateştir.” [Ra’d, 35]
“Âyetlerimizi bozmak için tartışanlar, fesat çıkaranlar, Cehennemliktirler.” [Hac, 51]
“Allah, kâfirleri lanetlemiş ve onlara çılgın bir ateş hâzırlamıştır.” [Ahzâb, 64]
“Biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hâzırladık.” [İnsân, 4]
“Cehennem, tâğûtları [kâfirleri] bekleyen yerdir.” [Nebe’, 21-22]
“Fâcirler [kâfirler], Cehennemdedirler.” [İnfitâr, 14]
“Elbette, Ehl-i kitaptan [Yahûdî ve Hıristiyân] olsun, müşriklerden olsun bütün kâfirler, Cehennem ateşindedirler, orada ebedî kalırlar.” [Beyyine, 6]
Allahü teâlâ, müminlerden dilediklerinin günâhlarını affedeceğini; fakat müşrikleri, yani kâfirleri asla affetmeyeceğini, Kur'ân-ı kerîminde açıkça bildirmektedir. (Nisâ, 116)
Zerre kadar îmânı olan, Cehennemde ebedî kalmayacak, sonunda Cennete girecektir. Peygamber Efendimiz buyurdu ki: “Cebrâîl aleyhisselâm, "Allah’a şirk (ortak) koşmadan ölenler, Cennete girerler" dedi.” [Buhârî]
Peygamber Efendimiz, Cebrâîl aleyhisselâma, birkaç günâh ismi sayıp, “Bu günâhları işleyenler de mi Cennete gireceklerdir?” diye sorunca, o, “Evet” cevâbını verdi. Bunun için günâh ne kadar çok olursa olsun, Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesilmemelidir. İmânlı ölen herkes, geç de olsa Cennete girecektir. (Hadîka)
Müslümân, Peygamber Efendimizi severse, Cennette sevdiği ile beraber olur. Birçok gayr-i müslim, Peygamber Efendimizi takdîr eder, insanlığa yaptığı hizmetlerden dolayı sever; ama Müslümân olmadıkları için, bu sevgilerinin kendilerine hiçbir faydası olmaz. Kadının da, Cennette kocası ile beraber olabilmesi için mümin olarak ölmesi gerekir. Kadın mümin, kocası kâfir olarak ölürlerse, âhırette ikisi beraber olamazlar. (Berîka)
Mürtedlerin cehennemdeki yeri!
9 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :8 Aralık 2024 23:27
Mürtedler, Cehennemin en alt tabakasında azap göreceklerdir. Cehennem, 7 tabakadır. Her birinin azâbı, üstündekinden daha şiddetlidir.
“Mürted”: “Müslümân iken irtidâd eden, dînden çıkan, kâfir olan kimse”ye denir. “İrtidâd” da: “Dînden çıkma, Müslümân iken, İslâm dînini terk etmek” demektir.
Bir de “Riddet” terimi vardır, o da: “İrtidâd etme, İslâm dîninden çıkma” demektir.
Riddet, niyyetle yâni kalbinden dînden çıkmaya karâr vermekle yâhut küfür olan bir söz veya bir fiil ile İslâm'dan ilgiyi, alâkayı kesmek ile olur. (İmâm-ı Şa'rânî)
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Allahü teâlâya, Cebrâîl aleyhisselâm gibi ibâdet etseniz, mü'minleri, Allah için sevmedikçe, kâfirlere ve mürtedlere, Allah için düşmânlık etmedikçe, hiçbiri kabûl olmaz.” (Berîka)
“Helâli, harâmı ayırd etmeyen, farzı yapmağa, harâmdan kaçınmağa ehemmiyet vermeyen Müslümân, mürted olur. Kelime-i şehâdet getirse, namaz kılsa, ben Müslümânım dese de Müslümân olmaz. Bu sözlerine ve ibâdetlerine inanılmaz. Dînden çıkmasına sebeb olan şeye pişmân olması, tövbe etmesi lâzımdır.” (Seyyid Abdülhakîm Efendi)
“Müslümân irtidâd ederek İslâmiyet'ten çıkarsa, yâni kâfir olursa, Müslümân iken yapmış olduğu ibâdetlerin, iyiliklerin hepsi ve sevâbları yok olur. Âhirette ona hiçbir fâidesi olmaz. Ölmeden önce tekrâren Müslümân olursa, affolur; yeniden tertemiz bir mü'min olur. Tekrâr îmâna gelirse, yeniden hac etmesi lâzım olur. Ama namazlarını, oruçlarını ve zekâtlarını kazâ etmesi lâzım olmaz. Fakat, irtidâd etmeden önce kazâya bırakmış olduğu ibâdetlerini kazâ etmesi lâzımdır. Çünkü mürted olunca, önceki günâhlar yok olmazlar. İrtidâd edenin nikâhı fesh olur, gider.” (Muhammed Hâdimî-Berîka)
“Erkek veya kadın bir Müslümân, âlimlerin söz birliği ile küfre sebeb olacağını bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebeb olduğunu bilerek, amden (kasden, istekle, tehdîd edilmeden) ciddî olarak veya hezl (şaka ve güldürmek) için söyler, yaparsa, mânâsını düşünmese dahi îmânı gider, mürted olur (dînden çıkar). Böyle mürted olanların nikâhları bozulur, iki şâhit yanında tecdîd-i îmân ve nikâh yapmaları (îmân ve nikâhlarını tazelemeleri) lâzım olur.” (Abdülganî Nablüsî-Hadîka)
“Tecdîd-i nikâh”: “Nikâhı tâzeleme, yenileme” demektir. “Tecdîd-i îmân ve nikâh duâsı ise şöyledir: "Allahümme innî ürîdü en üceddidel-îmâne ven-nikâha tecdîden bi-kavli lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah."
Câmide cemâatin çok olduğu bir namazın duâsından sonra, İmâm efendi, bunu cemâat ile birlikte okursa, cemâat birbirlerine şâhit olmuş, nikâhları da tâzelenmiş olur.” (İbn-i Âbidîn, Yûsuf Sinânüddîn)
Mürtedler, Cehennemin en alt tabakasında azap göreceklerdir. Cehennem, 7 tabakadır. Her birinin azâbı, üstündekinden daha şiddetlidir. (Ferâidül-fevâid) 1. Cehennem, 2. Saîr, 3. Sekar, 4. Cahîm, 5. Hutame, 6. Lazâ, 7. Hâviye: Tabakaların en şiddetlisidir; burada münâfıklar ve mürtedler azap göreceklerdir. Hâviye tabakası, Kâria sûresinin 8-11. âyetlerinde zikredilmektedir.
Mürtedin imana gelmesi...
10 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :10 Aralık 2024 00:58
Mürted olmaktan çok korkmalı; çünkü mürtedin yaptığı bütün iyilikler boşa gidiyor ve o, âhırette Cehennemin en şiddetli tabakasında yanıyor.
Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, ya’nî farzlara ve yasak ettiklerine [harâmlara] uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir harâmdan sakınmağa ehemmiyyet vermeyenin îmânı gider, kâfir olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabirde azâb çeker. Âhırette Cehenneme gider; Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yoktur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işte kâfir olmak ihtimâli çoktur.
Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe (tövbe) ve istiğfâr etmelidir. Bu tevbeden dahâ mühim bir vazîfe yoktur. Kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş nemâzlara tevbe ederken, farzları kazâ etmek te lâzımdır.
Mürted olmaktan çok korkmalı, hem de pekçok korkmalı; çünkü mürtedin yaptığı bütün iyilikler boşa gidiyor ve o, âhırette Cehennemin en şiddetli tabakasında yanıyor.
Allahü teâlâ buyurmuştur ki: “İçinizden kim irtidâd eder de, kâfir olarak ölürse, yaptığı (iyi) işler dünyâda da, âhirette de boşa gidecektir. Onlar o ateşin (Cehennem'in) arkadaşlarıdırlar. Onlar, orada, (bir daha çıkmamak üzere) ebedî (sonsuz) kalıcıdırlar.” (Bakara sûresi, 217)
Erkek ve kadından biri mürted olunca (dînden dönünce, İslâmiyetten çıkınca) nikâhları fesh olur, gider. (Abdülğanî Nablüsî, İmâm-ı Birgivî)
“Bir çocuk küçük iken, anasının-babasının dînine tâbi olarak Müslümândır. Bâliğ olunca, anasının-babasının dînine tâbi olması devâm etmez. İslâmiyet'i bilmeyerek bâliğ olunca, mürted olur, Müslümânlıktan çıkar. Bu sebeble, bâliğ olmadan (ergenlik çağına gelmeden) önce, çocuğa kelime-i tevhidi, Âmentü'yü ve bunların mânâlarını öğretmelidir. Çocuk bunlara ve İslâmiyet'e uymak lâzım olduğuna inanmalıdır.” (Seyyid Allâme İbn-i Âbidîn, Hâşiyetü Reddil-Muhtâr)
“Müslümân olmayan bir kimse, kelime-i tevhîdi söyleyip mânâsına kısaca inanınca, o anda Müslümân olur. Fakat her Müslümân gibi, bunun da imkân bulunca, Âmentü'nün esâslarını ezberlemesi ve mânâsını iyice öğrenmesi lâzımdır.” (Dâmâd, Mecmeul-Enhür)
“Âmentü'de bildirilen altı şeyin mânâlarını bilip, beğenip, kabûl eden kimseye mü'min denir.” (Kemahlı Feyzullah Efendi, el-Îmân vel-İslâm)
“Âmentü”: “İslâm dîninde inanılması lâzım olan altı temel esâs”a denilir.
Âmentü ve mânâsı: “Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî vel- yevmil-âhiri ve bil-kaderi hayrihî ve şerrihî minellahi teâlâ vel-ba'sü ba'del-mevti hakkun eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.”
(Allahü teâlâya, meleklerine, kitâblarına, Peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna îmân ettim, inandım. Öldükten sonra dirilmek haktır. Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allah'ın kulu ve resûlü olduğuna şehâdet ederim.)
İmân, en büyük ihsân...
16 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :16 Aralık 2024 00:53
Her Müslümân, çocuklarına “Amentü”yü iyice ezberletmeli, manâsını da güzelce öğretmelidir!
Birkaç haftadır günâhlar, sağâir, kebâir, tevbe, küfür, irtidâd gibi konulardan bahsediyoruz.
Her Müslümân, çocuklarına “Amentü”yü iyice ezberletmeli, manâsını da güzelce öğretmelidir! Çocuk bu altı şeyi öğrenmez ve inandığını söylemezse, bâliğ olduğu (ergenlik çağına geldiği) zaman Müslümân olmaz, mürted olur, kâfir olur.
“Âmentü” şöyledir:
Âmentü billahi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî vel-yevmil-âhiri ve bil-kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ; vel-ba'sü ba'del-mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh.
[Yani, Allah’a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, Peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inandım; öldükten sonra dirilmek haktır. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın da Allah’ın kulu ve resûlü (son Peygamberi) olduğuna şehâdet ediyorum.]
“Küfür, nefs-i emmârenin hevâ ve heveslerinden (arzû ve isteklerinden) doğar. Küfürden teberrî (uzak durmak) İslâm'ın şartıdır.” (İmâm-ı Rabbânî)
“Küfürden başka hiçbir günâh, hasenâtın sevâblarının hepsini yok etmez. Günâh olduğuna inanmayıp İslâmiyet'e ehemmiyet vermeyerek harâm işlemek ve küfre, yanî dînden çıkmağa sebeb olan işleri yapmak, sevâbların hepsini yok eder.” (Muhammed Hâdimî)
“Müslümân olmayanların, ibâdet diye yaptıkları şeyler ile küfür alâmeti olan ve İslâmiyet'i inkâr etme ve inanmama alâmeti olan ve tahkîr edilmesi vâcib (lâzım) şeyleri yapan kâfir olur.” (Ahî Çelebi; Dâmâd-Mecmaul-Enhür)
“Küfür Alâmetleri”: “Kâfirlerin ibâdet olarak yaptıkları ve kâfirlik alâmeti olan şeylerdir. “Küfür alâmetlerinden bâzıları; zünnâr, haç ve mecûsî serpuşudur. Küfür alâmetleri âdet olup, Müslümânlar arasında yayılırsa, İslâm âdeti olmaz. Küfür alâmeti olmaktan çıkmaz. Zünnâr takan, kâfir olur, dînden çıkar.” (Şehzâde Muhammed)
“Bir Müslümânın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksan dokuzu küfre sebeb olsa ve biri Müslümân olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfürden kurtarmak lâzımdır.” (İmâm-ı Birgivî)
Malûm olduğu üzere kâfirler, iki ana gruba ayrılırlar: 1- “Kitâblı Kâfirler”: “Ehl-i Kitab da denilen, Tevrât ve İncîl’den birine inanan kâfirler; Yahûdîler ve Hıristiyânlar.”
Müslümân bir erkeğin kitablı bir kâfir kadını nikâh etmesi câizdir. Başka kâfir kadınla ve mürted olmuş, dînden çıkmış kadınla evlenmesi câiz değildir. (İbn-i Âbidîn) Müslümân kadının ise, hiçbir kâfirle evlenmesi câiz değildir, harâmdır; evlenmeğe râzı olduğu anda, îmânı gider, mürtedde olur, kâfir olur, iki kâfir birbirleriyle evlenmiş olurlar.
2- “Kitâbsız Kâfirler”: “Ehl-i kitâbın dışındaki kâfirler, dînsîzlerdir.”
“Müslümânlar, âhirete inanıyorlar; kitâbsız kâfirler inkâr ediyorlar. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmazlar, Müslümânlar da zarar etmezlerdi. Fakat kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir.” (Hazret-i Ali)
“Kitâbsız kâfirlerin kestikleri yenmez, kızları alınmaz ve onlara kız verilmez.” (Muhammed Hâdimî)
Allahü teâlânın sevdikleri ve sevmedikleri!
17 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :16 Aralık 2024 22:07
Tevbe edip bir daha günâh işlemeyen, Allahü teâlânın sevdiği kul olur. Allahü teâlâ, kâfirleri de, günâh işleyen Müslümânları da sevmez.
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîminde (meâlen) “Allah, tevbe edenleri sever” (Bakara 222) buyuruyor. Tevbe edenlerin günâhları affolur. Tevbe edip bir daha günâh işlemeyen, Allahü teâlânın sevdiği kul olur.
Allahü teâlâ, tevbe edilen her günâhı affeder. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Bir kimse, işlediği günâha tevbe edince, Allahü teâlâ, meleklerine buyurur ki: Şu kimseye bakın, günâh işledi, günâhın cezâsını veren ve affeden bir Rabbi olduğunu hâtırlayıp tevbe etti. Şâhid olun ki ben onu affettim." [Buhârî]
Diğer bir hadîs-i şerîfte de, “Tevbe eden, Allah’ın habîbidir (sevgilisi, çok sevdiği kimsedir)” buyuruldu. (İbn-i Ebid-dünyâ)
Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki: “Allah müminlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan nûra çıkarır.” [Bakara 257]
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyuruldu:
“Bir kimse, istirâhat için ıssız bir çölde uyur. Uyanınca yiyip içeceği bulunan bineğinin, yanından kaybolduğunu görür. Her tarafta arar bulamaz. Yorgunluk içinde eski uyuduğu yere gelir, "Bu ıssız çölde aç susuz kalacağım için ölmem mümkündür" diyerek ümitsizlik içinde uyuyakalır. Uyandığı zaman devesini ve yiyip içeceğini yanı başında görünce çok sevinir. İşte Allahü teâlâ da, tevbe edene, bu kulun sevinmesinden daha çok sevinir.” [Yani Allahü teâlâ, bir kulunun, tevbe edip kendisine yönelmesine, üzerinde yiyeceği ve içeceği bulunan devesini kaybedip, ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalan ve ümîdini kestikten sonra yiyip içeceği ile birlikte devesini bulan kimsenin sevincinden daha çok sevinir.]
***
Allahü teâlâ, kâfirleri de, günâh işleyen Müslümânları da sevmez. Bu ikisi arasında elbette fark vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: “Allahü teâlânın kâfirlere düşmânlığı, zâtından yani kendisindendir, zâtı iledir. Müslümânların işledikleri günâhları ise, sıfatları sevmez. Bu düşmânlık sıfatlara âittir. Rahmet sıfatı, zâtın düşmânlığını ortadan kaldırmaz. (C. I, M. 266)
Cenâb-ı Hak, iki âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle buyurmaktadır:
“Allahü teâlâ, kâfirleri sevmez.” [Âl-i İmrân, 32]
“Allahü teâlâ, kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi sevmez.” [Lokmân, 18]
Birkaç hadîs-i şerîif meâli de şöyledir:
“Allahü teâlâ, hakkı kabûl etmekte inâd edeni sevmez.” [Buhârî]
“Allahü teâlâ, düşmânlıkta ileri gidenleri sevmez.” [Buhârî]
“Allahü teâlâ, eshâbımı ve akrabâmı incitenleri sevmez.” [Taberânî]
“Allahü teâlâ, kibirlileri sevmez.” [Deylemî]
“Allahü teâlâ, komşusuna sıkıntı vereni sevmez.” [Deylemî]
“Allahü teâlâ, çalışmayan gençleri sevmez.” [Münâvî]
.
Zamanın kıymetini bilmek...
23 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :23 Aralık 2024 00:41
İnsanlar, çok eski zamanlardan beri, zamanı ölçmek maksadıyla, güneşin ve ayın hareketlerinden faydalanmışlardır.
“Zaman”: “Değişmekte olan standart bir hâdiseyle kıyâslanarak ölçülen; başlangıç ve son kabûl edilebilecek iki hâdise veya vakit arasında geçen müddet (süre)” şeklinde ta’rîf edilmektedir. Sözlüklerde, “zaman” yerine, “vakit”; “vakit” yerine de “zaman” kullanılmaktadır. İnsanlar, çok eski zamanlardan beri, zamanı ölçmek maksadıyla, güneşin ve ayın hareketlerinden faydalanmışlardır.
“Takvîm” de, “zamânı; sene, ay, hafta, gün ve sâat gibi sâbit bölümlere ayıran; dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetveller” anlamında kullanılmaktadır ve takvîmin başlangıç târihi, insanlık târihi kadar eskidir.
Bilindiği üzere, 2024 senesi bitmek üzere, yeni yıl, yani 2025 yılı günbegün yaklaşıyor. Şüphesiz ki, akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir. Evet, ömür bize bir emânettir. Senenin bitmesiyle, herbirimizin hayât defterinden, pekçok sayfa eksilmiş olacak; ölüme, kabre ve âhirete doğru biraz daha yaklaşmış olacağız.
Tabîî ki, günümüz şartlarında takrîbî 60-70 senelik bir insan ömrü içerisinde, 1 sene çok mühim bir zamân dilimidir. Böyle uzun bir senenin değil; yerine, zamanına ve şartlarına göre ayın, haftanın ve günün bile ehemmiyeti çok fazladır; hattâ sâatin, dakîkanın ve sâniyenin bile önemi ne kadar büyüktür?
Onun için Sevgili Peygamberimiz (aleyhis-selâm): “Akıllı kimse [akıllı Müslümân], kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hâzırlık yapan kişidir” buyurmuştur
Bizler, geçmiş günlerimize yönelik birer muhâsebe ve murâkabe yaparak yeni yıla girmeliyiz. Hattâ İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) “Bir Müslümân, her akşam yatağına girince, o günün muhâsebesini yapmalıdır” buyuruyor. Esnâf, bunu, her akşam dükkânlarında kasalarını kapatırlarken yapmaktadırlar. Bizler de, kendimiz ve âilemiz adına, milletimiz, memleketimiz, Müslümânlık ve insanlık uğruna ne gibi güzellikler, hayırlar, fedakârlıklar yaptığımıza bir bakmalıyız.
Biz, bir mîlâdî yılı tamâmlamakla, ömrümüzden ne kadar zamân geçtiğine bir bakalım: Bir “Gün”: 24 sâat, 1.440 dakîka, 86.400 sâniye’dir. Bir “Yıl” ise: 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün, 8.760 sâat, 525.600 dakikadır.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde zamânın önemine şöyle dikkat çekmiştir:
“Asra yemîn ederim ki insan hüsrânda, zararda, ziyândadır…” [Asr, 1-2]
“(Karanlığı ile etrâfı) bürüyüp örttüğü zamân geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze andolsun…” [Leyl, 1-2],
“Fecir vaktine ve on geceye andolsun…” [Fecr, 1-2] [Bu sûrede daha başka şeylere de kasem (yemîn) edilmiştir],
Sevgili Peygamberimiz de (aleyhis-salâtü ves-selâm), hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır ki: “ İki [büyük] ni’met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanırlar: Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.” [Tirmizî] "Yarın yaparım diyenler helâk oldular."
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) “Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir” buyurmuştur.
Zaman niçin kıymetlidir?
24 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :23 Aralık 2024 22:45
Allahü teâlânın, bizlere ihsân buyurduğu en önemli lutuflarından birisi de zamân ni’metidir. Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir.
Dünkü makâlemizde, zamanın kıymetiyle alâkalı bazı âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerden örnekler zikrettik. Zamânın önemini belirtmek için atalarımız da; “Vakit nakittir” demişlerdir. Her şeyi zamân sâyesinde kazanabiliriz. Ama geçen zamânı geri getirmeye, hiçbir kimsenin gücü yetmez.
Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni’meti lutfetmiştir. Hava, su, akıl, vücut uzuvları, eşler, çocuklar, kâinâttaki her şey insanların hizmetine verilmiştir. Bu ni’metler, sayılamayacak kadar çoktur. Birkaç misâl zikredecek olursak, şunları söyleyebiliriz:
1- Evvelâ, Müslümân bir ana-babanın evlâdı olarak dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebeptir.
2- Müslümânlığı seven, elinden geldiği kadar Müslümânlık yolunda yürümeye gayret eden bir kimse olmak da ayrı bir tâlihdir.
3- Akıl ve iz’ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük ni'metlerindendir.
4- Sıhhatte olmak, başkalarına muhtâç olmamak… vesâire gibi onlarca, yüzlerce, hattâ binlerce ni'met, hep Allahü teâlânın lutuf ve ihsânıdır.
Çok cüz’î bir kısmını saydığımız bu ni'metlerden mahrûm olan on binlerce, yüz binlerce, hattâ milyonlarca ve milyarlarca insanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâya, bizlerin nasıl şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Allahü teâlânın, bizlere ihsân buyurduğu en önemli lutuflarından birisi de zamân ni’metidir. Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (aleyhis-salâtü ves-selâm) “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz” buyurmuştur.
Yine sevgili Peygamberimiz “Ameller, sonlarına göre değerlendirilir” buyurmuştur.
Bir hukûk âbidesi olan “Mecelle”de de “Hüküm sona göre verilir” denilmektedir.
Bana gelen bir mailde, bu husûs şöyle ifâde edilmektedir:
“Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor... Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek dünyâya getiren anneye sor... Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe sor... Bir sâatin değerini anlamak için, sevdiği kimseye kavuşmayı bekleyene sor... Bir dakîkanın değerini anlamak için, treni kaçıran yolcuya sor... Bir sâniyenin değerini anlamak için, bir kazâyı önleyemeyen sürücüye sor... Bir sâniyenin yüzde birinin değerini anlamak için de olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor...”
“ Yalnız azamet ve ikrâm sâhibi Rabbi’nin zâtı bâkî kalacaktır.” [Rahmân, 27] meâlindeki âyet-i kerîmede de ifâde edildiği gibi, Allahü teâlânın zâtı dışında bütün varlıklar fânîdir.
Yunus Emre’nin de (rahmetullahi aleyh) dediği gibi: “Bu dünyâya gelen kişi/Âhir yine gitse gerek./Müsâfirdir, vatanına/Bir gün sefer etse gerek.”
Evet, bu dünyâda birer yolcuyuz; günün birinde ebediyet âlemine göçeceğiz. Bu sebeple bir hadîs-i şerîfte “Dünyâda garip veya yolcu gibi ol; kendini kabir ehlinden say” buyurulmuştur.
2024 yılı biterken...
30 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :30 Aralık 2024 00:59
Her insan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever ve ömrünün uzun olmasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır.
Yarın 2024 yılının son günü. Ömrümüzden 1 sene daha gitmiş, ölüme, kabre ve âhırete biraz daha yaklaşmış olacağız. Geçen hafta da ifâde ettiğimiz gibi bir yıl: 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün ve 8.760 sâat [ya’nî 525.600 dakîka]dır.
Malûm olduğu üzere, her insan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever ve ömrünün uzun olmasını ister. Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır. Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, “Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?” diye bir suâl sorduğunda, Peygamber Efendimiz ona şöyle cevap vermiştir: “İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır. ” O sahâbî, “Hangi insanlar şerlidir [daha kötüdür]?” diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, “ Ömrü uzun olup da, ameli kötü olan” [Tirmizî] buyurmuştur.
Zâten Allahü teâlâ da, Kur'ân-ı kerîm’inde, Mülk sûresinin 2. âyetinde: “Amelce hanginiz daha güzeldir diye [yanî hanginizin daha güzel amelde bulunacağını] imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O'dur… " buyurmuştur. Demek ki hayât ve ölümün yaratılmasında, imtihân maksadı vardır.
Allahü teâlâ, bütün kullarının, îmân etmelerini, ibâdet yapmalarını, verdiği ni’metlere şükretmelerini, güzel ahlâka sâhip olmalarını, kendi aralarında kardeşçe yaşamalarını, birbirlerine yardımcı olmalarını emretmiştir.
Onun için, Allahü teâlânın bizlere ihsân buyurduğu sonsuz ni’metlerine şükretmeli, bunları yerli-yerinde kullanmalı, O’nun dînine hizmet ve kullarına yardım etmeliyiz. O hâlde ilmi olan ilminden, makâmı olan makâmından, malı olan da malından diğer insanları faydalandırmalıdır. Her gün, en iyi işleri yapmaya çalışmalıdır.
Unutmayalım ki, zamân ni’meti, Allahü teâlâ’nın bizlere önemli lutuflarından birisidir. Zaman en büyük sermâyedir. Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki: “ İki [büyük] ni’met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanır. Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.” [Tirmizî]
Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz” buyurmuşlardır.
Aralık ayında, önemli bazı şahsiyetlerin vefâtları vukû bulmuştur. Burada, ancak çok cüz’î bir kısmını zikredelim:
16 Aralık (Hicrî 10 Muharrem 61 Aşûre Günü): Sevgili Peygamberimizin mübârek torunu Hazret-i Hüseyin, Kerbelâ'da şehîd edilmiştir.
17 Aralık 1273’te: Büyük âlim ve velîlerimizden Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî,
18 Aralık 1111’de: Büyük İslâm Âlimi ve velî İmâm-ı Gazâlî,
20 Aralık 820’de: İslâm âlimlerinin en büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî,
23 Aralık 1624’te: Evliyânın en önde gelenlerinden İmâm-ı Rabbânî âhirete irtihâl etmişlerdir.
Aslında, doğum günü ve mübârek geceler, hep hicrî-kamerî yıla göre hesâb edilir. Bütün ibâdetlerde ve dînî faâliyetlerde de hicrî-kamerî aylar esâs alınır. Oruç, hac, kurbân ve bayram günleri, hep kamerî aylara göre tesbît edilir. Haccı, Allahü teâlânın bildirdiği Zilhicce ayında yapmayıp da, mîlâdî bir ayda, meselâ Ocak’ta yapmak; orucu, Ramazân ayında değil de, Şubât’ta veya Mart'ta tutmak; Cuma namazını Cuma günü değil de Pazar günü kılmak dîni değiştirmek olur. O şekilde yapılan ibâdetlerin hiçbirisi sahîh olmaz.
.
Seyyid Ahmed Arvâsî Hoca
13 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :12 Ocak 2025 22:13
Seyyid Ahmed Arvâsî; son devrin en büyük pedagog, muallim, sosyolog, mütefekkir, müellif, edip, şâir, hatip, gazeteci ve siyasetçilerindendir.
Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî hoca, 15 Şubat 1932 Pazartesi günü, Ağrı’nın Doğubâyezîd kazâsında doğmuş ve 31 Aralık 1988’de İstanbul’da vefât etmiştir. O, 56 senelik kısa ömrüne çok büyük hizmetler sığdıran, son devrin en büyük pedagog, muallim, sosyolog, mütefekkir, müellif, edip, şâir, hatip, gazeteci ve siyasetçilerindendir. Ben, kendilerini, ilk def’a 1970 yılında, Balıkesir Ordu Donatım Okulu’nda yedek subay kursunda bulunduğum sırada tanıdım. [O da, Balıkesir Necâtîbey Eğitim Enstitüsü’nde Öğretim Üyesi idi. Cumartesi günleri öğleden sonraları, Balıkesir’deki “Sâat Kulesi”nin yanındaki “Belediye Kahvehânesi”nde sohbetler yapardı.]
Onlarca kitap, yüzlerce makâle kaleme alan Seyyid Ahmed Arvâsî hoca; Osman Yüksel Serdengeçti, Erol Güngör, Nûrettin Topçu, Necip Fâzıl Kısakürek gibi ilim ve fikir adamlarıyla aynı dönemde, aynı hissiyâtı paylaşarak fikirlerini üretmiş ve yaymaya çalışmıştır.
Geçen yarım yüzyıla damgasını vuran merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî bey, cemiyetimizde, gerçek bir fikir adamı ve sağlam bir münevver olarak hâtırlanıyor. Fertlerden başlayarak toplumun bütün alanlarında yeni bir dirilişi öngören yazıları, kaleme aldığı gazete makaleleri, kitapları, yaptığı ateşli konuşmalarıyla, yeni bir teorik toplum modeli sunmuştur.
Merhûmun akrabâsı, yakın dostu, Dış Politika Yazarı, Avukat, Em. Alb., Yeşilay Genel Başkanlarından Mustafâ Necâtî Özfatura bey, onun hakkında: “…O sıradan bir kişi değildir. Son asırlarda ender rastlanan mütefekkir, pedagog, eğitimci ve sosyologdur. O'nun büyüklüğü ve değeri ufukta giderek yükselmektedir. Asrımızda, Ahmed Yesevî rolünü üstlenmiş mübârek bir mücâhiddir. Aramızdan çok genç yaşta (56 yaşında iken) ayrılmasına rağmen, hayâtına büyük hizmetler sığdırmış nâdir bir kişidir. Yazıları dün ve bugün olduğu gibi, yarınlara da ışık tutacaktır…” demiştir.
Yazar Hüdâvendigâr Onur’un onun hakkında yazdığı kitâp da, “Asrın Yesevîsi” başlığını taşımaktadır.
Sözleri ve davranışlarıyla, hattâ bakışları ile başkalarını etkileyen nâdir bazı insanlar vardır. Muhtelif Öğretmen Okulları’nda ve Eğitim Enstitüleri’nde pedagoji öğretmeni olarak çalışan merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî bey de, öğretmenlik ve öğretim üyeliği yaptığı okullarda ve enstitülerde, gerek öğrenci, gerek öğretmen seviyesinde pekçok insana ciddî ma’nâda tesîr etmiş bir kimsedir.
Bir taraftan, muhtelif okullardaki meslektâşları ve öğrencilerine, evine gelen misâfirlerine, zaman zaman kahvehânelerdeki insanlara ve konferanslarına gelen kişilere sohbet yoluyla hizmet etmeye çalışmıştır. Onlara dâimâ hakkı-hakîkati, ilmi-irfânı, ahlâkı-fazîleti, dîni-îmânı, hidâyeti, adâleti, nûru, güzeli-iyiyi-doğruyu, millî ve ma’nevî değerlerimizi, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere örnek alınacak büyük şahsiyetlerimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi tavsiye etmiştir.
Diğer taraftan da, bu şifâhî emr-i ma’rûf ve cihâd hizmetlerinin yanı sıra, kütüphânelerimizi tezyîn eden çok kıymetli eserler yazarak kalemiyle de unutulmaz hizmetler yapmıştır.
Asrın Yesevîsi: S. Ahmed Arvâsî
14 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :13 Ocak 2025 22:38
"Nasıl Ahmed Yesevî Hazretleri, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında âmil olmuş ise, Seyyid Ahmed Arvâsî de, Türk gençliğine kendi değerlerini tanıtmıştır…”
Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî hocamızın ayrılığı üzerinden 36 sene geçti ve gönüllerimizdeki hasreti çok büyüdü.
Şu bir vâkıadır ki, onu yakından tanıyan her kimle konuşsanız, ona karşı hayrânlığını ifâde ettiğini görürsünüz. Bunda, onun, Sevgili Peygamberimizin mübârek bir torunu olması sebebiyle, sâhib olduğu asâlet, haseb, neseb, akıl ve zekânın etkisi olduğu kadar, aynı zamanda çok okuyan, araştıran, düşünen, ilim, irfân ve edeb sâhibi ve ilmiyle amel eden bir insan olmasının da ciddî te’sîri vardır.
Zâten, Hazret-i Ali Efendimize izâfe edilen “ İnsanın şerefi ilim ve edepledir; mâl ve neseble değildir” kelâm-ı kibârında, sâdece zenginliğin ve haseb-nesebin kâfî gelmediği, bu hasletlere sâhib olan insanların da, aynı zamanda ilim ve edeb sâhibi olmaları gerektiği vurgulanmıyor mu?
Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî Beyin vefâtından sonra, onun hakkında paneller tertiplenmiş, konferanslar verilmiş, gazete ve dergilerde birçok makâle yazılmış, radyo ve televizyon programları yapılmış ve kitaplar neşredilmiştir. [Ben de âcizâne, onun hakkında, muhtelif şehirlerde, Belediyelerin, Üniversitelerin, Vakıf ve Derneklerin, Siyâsî Partilerin, muhtelif Sivil Toplum Kuruluşlarının davetleri üzerine, 25-30 defa konferanslar verdim, panellerde konuşmalar yaptım, radyo ve televizyonlarda konuşmalar yaptım, makâleler yazdım, röportajlar verdim.]
Dînimize, dilimize, vatanımıza, târîhimize, kültür ve medeniyetimize, güzel ahlâkımıza, bütün ilim adamlarımıza sâhip çıkmalıyız; bunlara ağırlık ve önem vermeliyiz; bunları yeni nesillerimize, çocuklarımıza ve torunlarımıza doğru bir şekilde aktarmalıyız.
Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî Hoca, Türk-İslâm Medeniyetimizin temel taşlarından olan ve bir mekteb (ekol, yol) meydâna getiren Hoca Ahmed Yesevî hazretlerine benzetilmiştir. Nitekim yazar Hüdâvendigâr Onur’un onun hakkında yazdığı kitâp, “Asrın Yesevîsi” başlığını taşımaktadır.
Gazeteci-Yazar Olcay Yazıcı da şöyle demektedir:
“…Bence Türkiye’nin en büyük problemi ne terör, ne enflasyon, ne de AB’ye girememektir. Türkiye’nin en büyük problemi, memleketin tek meselesi, ikinci bir Seyyid Ahmed Arvâsî olmamasıdır. Nasıl [Hoca Ahmed] Yesevî Hazretleri, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında âmil olmuş ise, Seyyid Ahmed Arvâsî Bey de, 12 Eylül öncesinin o kaos ve sis ortamında, Türk gençliğine kendi değerlerini tanıtmış ve onların yabancı tuzaklara düşmesine mâni olmuştu …”
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Emekli Öğretim Görevlilerinden; Edebiyatçı, Araştırmacı-Yazar M. Halistin Kukul, onun hakkında diyor ki: “…Şayet; Avrupa’ya, Amerika’ya, Çin’e, Rusya’ya, Hindistan’a... Hangi kıt’a veya hangi devlete olursa olsun, Seyyid Ahmed Arvâsî biraz tanıtılabilse; yahut onlar, O’nu biraz olsun tanıyabilseler; hattâ, Türkiye, basit kısır çekişmelerden ve rehâvetten kurtulsa da, hakîkî mânâda ilme yönelse, inanıyorum ki, önümüzdeki birkaç asır, Necip Fâzıl ile Seyyid Ahmed Arvâsî onların hepsine yetecektir…”
Milletimize has hasletler...
20 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :19 Ocak 2025 21:54
“Türk milleti, en az bin yıldan beri İslâm ile müşerref olmuş, İslâmiyeti en doğru tarzda anlayan, yaşayan ve bu sâhada söz sâhibi olan bir millettir..."
Şüphesiz ki, ilme, irfâna, eğitime, Türk fikir hayâtına ve kültürüne yaptığı önemli katkıları bilinen ve eserleriyle birçok temiz gencin yetişmesini sağlayan, onları millete, memlekete ve devlete hizmet yoluna yönlendiren merhûm pedagog, psikolog ve sosyolog Seyyid Ahmed Arvâsî hocamızı, doğru bir şekilde tanımak ve tanıtmak bir bahtiyârlıktır.
Seyyid Ahmed Arvâsî bey, her zaman, her yerde, herkese, özellikle milletimize, memleketimize, Türk âlemine ve bütün İslâm âlemine lâzım olan gıdâ gibi bir insan idi.
Sevgili Peygamberimizin mübârek torunlarından, mütefekkir, ilim ve gönül ehli, büyük eğitimci ve da’vâ adamı Seyyid Ahmed Arvâsî Hocanın akıl, zekâ, ilim ve fehmi derin; îmânı kuvvetli; millet ve memleket sevgisi engin; milletin birliği ve memleketin dirliği için olan gayretleri; iyi bir gençlik yetişmesi için olan çabaları ve Türk devletinin gelişmesi, bütünlüğü ve kıyâmete kadar devâm etmesi için taşıdığı aşk ve şevk de çok büyüktü.
Büyük pedagog ve sosyolog, Seyyid Ahmed Arvâsî bey, vefâtından takrîben 6 ay önce, 18-22 Haziran 1988 târihleri arasında yapılan 12. Millî Eğitim Şûrası’nda târihî bir konuşma yapmıştır; bir yerinde demiştir ki:
“…Bundan tam 1366 yıl önce, şanlı ve sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed -ona binlerce selâm olsun- Medine-i Münevvere’de ilk İslâm devletini kurdu. Müslümânların yanında, Ehl-i kitâbın da haklarını savundu. Zulüm, cinâyet, haksızlık sona erdi. Irk, cins, soy farkı gözetmeksizin bütün inananları kardeş ilân etti. Muhâkeme usûlünü getirdi, Ehl-i kitâba dîn hürriyeti verdi. Müslümânlar için tanınan garantileri, onlar için de kabûl etti. Birleşmiş Milletlerden tam 14 asır önce, insan hakları konusunda bu derece, bu biçimde ve yazılı olarak ortaya konmuş başka bir belge yoktur. Bütün beşeriyet, şânlı ve şerefli Peygamberimizin başarısını görmek ve ayakta alkışlamak zorundadır.” (Salon ayaklanıp coşmuş, ortalık alkışlarla inlemiştir.)
***
Merhûm Seyyid Ahmed Arvâsî beyin inancı, fikrî yapısı, düşüncesi, tesbîtleri, fikriyâtı, arzûları, temennîleri, ümîdleri ve hedefleri, günümüz gençliği için de çok mühimdir. O demektedir ki:
“…Türk milleti, en az bin yıldan beri İslâm ile müşerref olmuş, İslâmiyeti en doğru tarzda anlayan, yaşayan ve bu sâhada söz sâhibi olan bir millettir.
Bağrından İmâm-ı A’zam’lar, İmâm-ı Mâtürîdî’ler, İmâm-ı Gazâlî’ler, İmâm-ı Birgivî’ler, Ahmed İbn-i Kemâl Pâşâ’lar, Mollâ Fenârî’ler, Ebussuûd Efendi’ler…gibi [sayfalarca sayabileceğimiz] daha nice dîn âlimlerini çıkarmıştır.
Yine Türk milleti, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Hoca Ahmed Yesevî, Hâcı Bektâş-ı Velî, Hâcı Bayrâm-ı Velî, Yûnus Emre gibi nice tasavvuf büyüklerini yetiştirmiştir.
Milletimiz, büyük ve târîhî bir kitaplığa ve “bid’âtsız” bir dîn kültürüne sâhiptir. İslâm dünyâsının bütün kaynakları en sağlam belgeleriyle elimizdedir…”
Türk-İslâm kültürünün yeniden doğuşu...
21 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :20 Ocak 2025 22:40
Seyyid Ahmed Arvâsî: "İnanıyorum ki, hem Türk, hem Müslümân olmak, hem de muâsır dünyâya öncülük etmek mümkündür."
Bizler, millet olarak, hoşgörü, sevgi, şefkat, merhamet timsâli Hoca Ahmed Yesevî’lerin, Hazret-i Mevlânâ’ların, Hünkâr Hâcı Bektâş-ı Velî’lerin, Hâcı Bayrâm-ı Velîlerin, Yûnus Emre’lerin yolundayız diyen merhûm seyyid Ahmed Arvâsî hocamızın güzel ahlâkı, kendisini tanıyan herkesce müsellemdir. Tevâzuu, evine gelen talebelerine bizzât kendi eliyle çay ikrâm edecek kadar güzeldir. Cömertliğine gelince, bu vasfını, dünyânın en cömert insanı olan mübârek dedesi Peygamber Efendimizden tevârüs ettiği için, ayrıca anlatmak zâittir.
Önce, onun inancı, fikrî yapısı, düşüncesi, tesbîtleri, fikriyâtı, arzûları, temennîleri, ümîdleri ve hedefleri hakkında kendi kaleminden bir nakil yapalım:
Seyyid Ahmed Arvâsî Beyi, doğru bir şekilde anlayabilmek için, onun “Size Sesleniyorum-I-II” ve “Hasbihâl-1-2-3-4-5-6” başlıklı kitâblarının “Önsöz”lerindeki bizzât kendisine âit şu ifâdeleri okumak lâzım. Çünkü bir kimseyi, en iyi kendisi anlatır:
Ben, İslâm îmân ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saâdet bilen, Türk milletini iki cihânda azîz ve mesût görmek isteyen ve böylece İslâm’ı gâye edinen Türk milliyetçiliği şuûruna sâhibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyet şuûruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, isterse çoğunluktan gelsin her türlü ırkçılığa karşıyım.
Bunun yanında, Şanlı Peygamberimizin “Kişi, kavmini sevmekle suçlandırılamaz”, “Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir” ve “Vatan sevgisi îmândandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım.
İslâmdan zerre ta’vîz vermeden, yepyeni kadrolar ve müesseseler ile zamanımızın bütün mes’eleleri, vahyin, Peygamber teblîğlerinin ve Sünnet yoluna bağlı büyük müctehidlerin açıklamalarının ışığında, yeniden bir tahlîle ve tertîbe tâbi tutulabilir.
İnanıyorum ki, hem Türk, hem Müslümân olmak, hem de muâsır dünyâya öncülük etmek mümkündür. Ecdâdımız, bütün târihleri boyunca bunu denediler ve başarılı oldular. O hâlde, bizler niye bu târihî misyonumuzu yerine getirmeyelim? ...
Aslâ unutmamak gerekir ki, yabancı ideolojiler, yabancı ve istîlâcı devletlerin fikir paravanalarıdır. Milletleri içten vuran sinsi tuzaklardır. Bunu bildiğim, buna inandığım içindir ki, Türk milletini parçalama oyunlarına ve tertiplerine karşı durmayı, büyük bir nâmûs ve vicdân borcu bilmekteyim.
Yine Şanlı Peygamberimizin “İlim, mü’minin kaybolmuş malıdır. Nerede bulursa almalıdır” tarzında formülleştirdiği mukaddes ölçüye bağlı olarak, hızla muâsırlaşmak gereğine inanmaktayım. Bu, Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin yeniden doğuşu (rönesansı) olacaktır.
***
Günümüzde bütün dünyâda cereyân eden hâdiseler muvâcehesinde belirtmek durumundayız ki, Yunus Emre’miz: “Yaratılmışı severim Yaratandan ötürü” demektedir.
Şek ve şüphe yok ki, İslâm ve Türk Târihi boyunca, bütün büyüklerin nasîhatleri arasında, bu kabîl güzel tavsiyelerin bulunduğunu görmekteyiz.
.
|
|
|
|
|
|
Bugün 104 ziyaretçi (123 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|