ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin yazmış olduğu bir risaleden ba’zı bölümler:
“Önce şunu iyi bilmelidir Mü’minlere önce lâzım olan, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin bildirdikleri şekilde i’tikâd etmekdir. Çünkü doğru i’tikâd, herkes için temeldir. Temel olmayınca bina olmaz. Doğru i’tikâd herşeyden önce geldiği için, önce ondan bahsediyoruz. Ehl-i sünnet ve cemâat; Eshâb-ı Kirâm, Tabiîn ve Tebe-i tabiîn efendilerimiz, müctehid imamlar ve kıyâmete kadar onlara tam olarak tâbi olanlardır.
Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği i’tikâd şöyledir: Allahü teâlâ vardır, birdir, kadîmdir. A’raz, cisim ve cevher değildir. Hey’et ve keyfiyyet ile vasfolunamaz. Zamandan ve mekândan münezzehtir. Hiçbirşey ona benzemez. O’nun ilminin ve kudretinin hânemde hiçbirşey yoktur. O zâtı ile kâimdir. Ezelî sıfatları vardır. Bunlar; Hayat, ilim Semî’, Basar, irâde, Kudret, Kelâm, Tekvîn’dir. Âlem, bütün parçaları ve sıfatları ile yok iken sonradan yaratılmıştır. Onu Allahü teâlâ yaratmıştır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. Kulların küfür ve îmân, tâat ve isyan üzere bulunmalarının ve bütün fiilerinin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Bu fiillerin kullarda meydana gelmesi, Allahü teâlânın takdîri iledir. Kulların ihtiyârî fiilleri (kendi istekleri ile yaptıkları) işleri vardır. Kendi istekleri ile yaptıkları bu işler, eğer iyi olursa mükâfat görürler, eğer kötü işler yaparlarsa azâb görürler.
Allahü teâlânın beğendiği işler, dünyâda medhe, âhırette sevâba vesile olurlar. Kötü işler de, dünyâda zemme ve âhırette azâba sebeb olurlar. Kul, gücü ve takatinin üstünde olan şeylerle mükellef değildir. Sevâb, Allahü teâlânın fadlı ve lütfudur. Azâb ise, O’nun adâletindendir. Allahü teâlâ yaratıcıdır. Dalâleti de vardır. Dilediği kimse için ise hidâyeti yaratır.
Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ), uyanık iken, bedeni ile, Mescid-i haramdan Mescid-i aksâya, sonra semâya, oradan Allahü teâlânın dilediği yerlere götürülmesi (mi’râcı) haktır. Âlemde bulunanların rûhlarını ölüm meleği olan Azrail aleyhisselâmın alması haktır.
Amelleri yazan Kirâmen kâtibîn melekleri haktır, vardır. Kabirde kâfirlerin ve ba’zı günahkâr mü’minlerin azâb görmeleri, dünyâda iken ibâdet ve tâat üzere bulunmuş olan mü’minlerin ni’met içerisinde bulunmaları haktır. Kabirde Münker ve Nekir denen meleklerin suâl sorması haktır, öldükten sonra dirilme haktır. Amellerin tartılması, mîzan, amel defterlerinin verilmesi, amellerinden dolayı hesaba çekilmek, kevser havzı ve sırat köprüsü haktır. Peygamberlerin ve Allahü teâlânın seçtiği ve beğendiği kimselerin, büyük günah sahiplerine ve başkalarına şefaatleri haktır. Cennet ve Cehennem haktır. Şimdi mevcûtturlar, bakîdirler. Onlar ve içindekiler asla yok olmazlar.
Allahü teâlâ kendisine şirk koşanı asla affeylemez. Şirkin dışında, büyük ve küçük günahlardan dilediğini af ve mağfiret eder. Küçük günahlardan dolayı bir kuluna azâb edebilir. Eğer küçük günâhı işleyen tövbe etmemiş ise, dilerse o küçük günâhı affedebilir. Allahü teâlâ lütuf ve keremi ile duâları kabûl eder. Kullarının ihtiyâçlarını giderir.
Îmân ile İslâm birdir. Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) Allahü teâlâdan haber verdiği şeylerin hepsini, kalb ile tasdik, dil ile de söylemektir, îmânın hakîkatında artma ve eksilme olmaz. Artma, iyi amellerin çoğalmasıyla îmânın meyvelerinin ve nûrlarının artmasıdır.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Allahü teâlâdan bütün bildirdiklerini kalb ile tasdîk edip, dil ile de ikrâr eden kimsenin; “Ben elbette mü’minim” demesi sahihtir. Fakat; “Ben inşâallah mü’minim” derse te’vil olunur. Böyle söylemek te’vil olursa da söylemek münâsib değildir.
Annesinden ve babasından görerek îmân eden kimsenin îmânı, eğer şek ve şüphe bulunmuyorsa sahihtir. Allahü teâlâ insanlara, yine insan olan Peygamberler (aleyhimüsselâm) gönderdi. Onlar, îmân edip sâlih amel işleyenleri, sevâb ve Cennetle müjdelediler. Kâfirleri ve günah işleyenleri, azâb ve Cehennem ile korkuttular. İnsanlara, dünyâ ve dinlerine âit işlerden muhtaç oldukları şeyleri bildirdiler. Allahü teâlâ, peygamberlerini mu’cizelerle takviye eyledi. İlk peygamber Âdem aleyhisselâm, son peygamber Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin en üstünü, Muhammed aleyhisselâmdır.
Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Emredileni yaparlar. Günah işlemezler. Günah işlemekten korunmuşlardır. Erkeklik-dişilik, yeme-içme ve bunlarla alâkalı şeyler onlarda yoktur. İnsanların peygamberleri, meleklerin büyüklerinden, meleklerin büyükleri de, insanların sâlih olanlarından, insanların sâlih olanları, meleklerin avamından üstündürler.
Evliyânın kerâmetleri haktır. Velînin kerâmeti, ümmeti olduğu peygamberin mu’cizesidir. Velî, peygamberin derecesine ulaşamaz. Kuldan, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınmak ile, mükellefiyeti hiçbir şekilde düşmez.
Evliyânın en üstünü Ebu Bekr-i Sıddîk’tır. Sonra Ömer-ül-Fârûk, sonra Osman Zinnûreyn, sonra Ali el-Mürtezâ’dır. Halifelikleri bu tertip üzeredir. Eshâb-ı Kirâmdan birisini hayrdan ve iyilikten başka birşey ile anmak, bahsetmek caiz değildir.
Dirilerin, ölüler için yaptıkları duânın ve verdikleri sadakanın, ölülere fâidesi vardır. Faziletli günler ve faziletli yerler vardır. Sihir ve göz değmesi vardır.
Müctehid, ictihâdında hatâ edebilir. Müctehid ictihâdında isâbet ederse, iki, hatâ ederse birsevâb kazanır. Müctehidin ictihâdında yaptığı hatâ affolunur. Bir kimsenin Cennetlik olduğuna şehâdet edilmez. Fakat Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Cennetle müjdeledikleri bundan hâriçtir. Onlar için Cennetliktir diye şehâdette bulunulur. Meselâ, Aşere-i mübeşşere böyledir. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) onları Cennetle müjdelemiştir. Onların mübârek isimleri şöyledir: Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Talha, Hazreti Zübeyr, Hazreti Sa’d, Hazreti Sa’îd. Hazreti Abdürrahmân, Hazreti Ebû Ubeyde (rıdvânullahi aleyhim ecmaîn).
Kâhin ve müneccim gibi, bilici denen kimselere birşey sormak caiz değildir. Allahü teâlânın katında makbûl olan din, İslâmiyettir Allahım! Bizi lütfunla ve kereminle İslâm üzere dirilt, İslâm üzere öldür, Müslümanlar arasında haşr eyle.
Mehmed Emîn Tokadî hazretlerinin bir şiiri:
Ey iden da’vâyı suhandânî.
Dinle imdi eğer suhandânî.
Hak teâlâ seni mükerrem itdi,
Sana virdi emânet canı.
Cümle mahlûkâtdan mükerremsin,
Nutkuna verdi emr-i fermanı.
Nefsini bil, odur zulm-ü-cühûl,
Sen seni bilme, ânı bil ânı,
“Men arefe” sırrına olup ârif,
Eyle tahsîl hakk-u irfânı.
Cânu dilden ibâdete sa’y it.
Âlemin tâ ki olsun canı.
“Yebne Âdem” hadîsi natıkdır,
Halk-ı eşyaya ey kerem kani.
Ne içün halk olundu mevcûdat,
Anla bu râzî (sırrı) ey canımın canı.
Hilkatı cümlenin senin içündür.
Anla bu sırrı, ker tû insanî.
Herbiri hizmette sa’îddir,
Anlamasa bunu tû hayvanî.
6) Risâle-i sülûk (Mehmed Emîn Tokadî) Atıf Efendi Kütübhânesi No: 283 Varak 19-a, b, 20-a 35-a, b
7) Tezkire-i Sâlim sh. 97
8) Tezkire-i Şu’arây-ı Amid sh. 98
9) Risale (Mehmet Emîn Tokâdî) Süleymâniye Kütübhânesi Es’ad Efendi bölümü No: 3430
10) Risale, Mehmed Emîn Tokâdî’nin menâkıbı (Seyyid Yahyâ Efendi)
11) Rehber Ansiklopedisi cild-16, sh. 29
.
Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider.” hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı a’zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı a’zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm aleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebû Sa’d-i Hârezmî, İmâm-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.
Eserleri: İmâm-ı a’zamın eserleri çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün mes’eleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf’un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin toplayıp yazdığı (Zâhir-ur-rivâye) denilen kitaplarla nakledilmiştir.
1. Risâle-i Redd-i Havarîç ve Redd-i Kaderiye: İmâm-ı a’zamın usûl-i dinde ilk yazdığı eserdir.
2. El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dâirdir. Bu eserin bir çok şerhi yapılmış olup başlıcaları şunlardır: (El- Kavl-ul-fasl), Muhyiddîn bin Behâeddîn tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap Hakîkat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır.
(Şerh-i Fıkh-ul-ekber), (Şerh-i Fıkh-ul-ekber li-ebil münteha), (Ikd-ul-Cevher Nazm-ı Nesr-i fıkh-ul-ekber), (Nazm-ı fıkh-ul-ekber), (El-İrşâd), (Şerh-i Fıkh-ul-ekber), gibi çeşitli şerhleri vardır. Fıkh-ul-ekber’in en eski nüshaları; İmâm-ı Mâturidî’nin kendi şerhine esas olarak aldığı nüsha, İmâm-ı Eş’arî’nin (El-İbâne) adlı eserine asıl olarak aldığı ve İmâm-ı a’zamın talebesi Ebû Mûtî’nin ondan kendi el yazmasıyla rivâyet ettiği nüsha olmak üzere, üç tanedir.
3. El-Fıkh-ül-Ebsat: İmâm-ı a’zam bu eserinde isti tâ’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.
4. Er-Risâle Osman-ı Bustî’ye: Bu eserde îmân, küfr, irca ve va’îd mes’elelerini açıklamaktadır.
5. Kitâb-ül-âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif mes’eleler hakkında Ehl-i sünnet i’tikâdını bil dirmek için tertiplenmiş soru ve cevapları vardır.
6. Vasıyyet- Nûkirrû: Bu eserde Ehl-i sünnet vel-cemâatin husûsiyetleri anlatılmakta, akâid ve farzların hudutlarını açıklamaktadır. Bu vasıyyetden başka oğlu Hammâd’a ve talebesi Ebû Yûsuf’a yap tığı vasıyyet olmak üzere onbeş kadar vasıyyetnamesi vardır.
7. Kasîde-i Nu’mâniyye
8. Ma’rifet-ul-Mezâhib
9. El-Asl
10. El-Müsned-ül-İmâm-ı a’zam li Ebî Hanîfe
İmâm-ı a’zam ( radıyallahü anh ) vefâtına yakın eshâbına şöyle vasıyyet etti:
“Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. (Yani kurtuluş fırkası, hak mezheb olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâatte oniki husûsiyet vardır):
Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) şefaatine nail olasınız.
1- Îmân, kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Kalb ile bilmek, yahut sâdece dil ile ikrâr etmek, değil dir. Eğer dil ile ikrâr, yalnız başına îmân olsaydı, münâfıklarda mü’min olurdu. Sadece bilmek de îmân olmaz. Çünkü sadece bilmek îmân olsaydı, yahûdiler de, hıristiyanlar da mü’min olurdu. Îmânda çoğal ma ve azalma düşünülemez. Ancak îmânın çoğalması, küfrün azalması ile, küfrün çoğalması îmânın azalması ile olması gerekir. Bir kimseye bir anda hem mü’min ve hem kâfir nasıl denilebilir. İmânda şüp he caiz değildir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde: “İşte onlar hak mü’minlerdir; işte diğerleri de tam kâfirlerdir.” buyuruyor. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) tevhîd sahibi (ehl-i tevhîd, ehl-i kıble) üm meti, günah sebebi ile kâfir değillerdir, îmân, amelden başkadır. Amel de îmândan cüz değil, ayrıdır. Çünkü amel ba’zı vakitlerde emr olunmuş, ba’zı vakitlerde ise kuldan istenmemektedir. Hayz ve nifas hâlinde olan kadının namaz kılmaması, oruç tutmaması, fakîrin zekât vermemesi böyledir. Ama îmândan muaf tutulan ân yoktur. Fakîre îmân lâzım değildir denemez. Hayz ve nifas sahibi, oruçlarını kaza eder. İmânı kaza ederler denemez. Hayrın ve şerrin takdîri Allahü teâlâdandır. Eğer şerrin, kötülüğün takdîrini Allahü teâlâdan başkasından bilirse, müşrik olur.
Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile de değildir. Lâkin irâdesi, sevgisi, rızâsı, kazası, kaderi, ilmi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
2. Günahlara gelince; Allahü teâlânın emri ile değildir. Sevgisi, rızâsı, teşviki ile değildir. Lâkin irâdesi, kazası, kaderi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir. Bununla muâhaze olunur. Çünkü kulun fi’li iledir.
3. Arş üzerinde istiva, yerleşme ve oturma ma’nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehidir. Arş mahlûkdur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı.
4. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, vahyi, tenzili ve sıfatıdır. (Bütün sübût sıfatları gibi) kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Yalnız bir perde, bir vâsıta ile değil, mürekkep, kâğıt, yazma işi, harfler, kelimeler ve cümlelerin hepsi, kulların O’na ihtiyaçları sebebi ile, Kur’ân’ın âletleridir. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Ma’nâsı, bu sayılan şeylerde anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur.
5. Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra ( aleyhisselâm ) en üstünleri Hazreti Ebû Bekir, sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra Hazreti Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmâîn). Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Allahü teâlâ onlar hakkında Vâkı’a sûresi 10 ve 11. âyet-i kerîmelerinde; “İşte onlar Sâbikûndur, onlar mukarreblerdir” buyuruyor. O halde içlerinde en esbâkı, en önde ve önce geleni, en üstünüdür. Onları seven her mü’min muttaki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir.
6. Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. Fail, işi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur.
7. Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Rûm sûresi kırkıncı âyetinde; “Sizi yaratan, rızık veren, sonra sizi öldüren ve dirilten Allahü teâlâdır.” buyuruyor. İlimle kesb helâldir. Helâldan mal, para kazanmak helâl, haramdan kazanmak ise haramdır, insanlar üç kısımdır:
Biri, imânda hâlis mü’minler; biri küfründe inkâr üzere olan kâfirler, üçüncüsü de, nifakında sabit olan münâfıklardır. Allahü teâlâ, mü’mine amel ve ibâdeti, kâfire imânı, münâfıka ihlâsı farz etmiştir. Nitekim Bekâra sûresi yirmibirinci âyetinde: “Ey insanlar! Rabbinize ibâdet ediniz.” Başka bir âyette, “Ey mü’minler! Tâat ve ibadet ediniz” ve“Ey kâfirler! îmân ediniz, ey münâfıklar ihlâs üzere olunuz” buyuruyor.
8. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir.
9. Mest üzerine mesh caizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya’nî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. Çünkü bu hadîs-i şerîf mütevâtire yakındır. Yolculukta dört rek’atli farzları iki rek’at kılmak ve oruç tutmak, Kur’ân-ı kerîm ile sabittir. Nitekim Allahü teâlâ;: “Seferi olduğunuz zaman, namazı iki rek’at kılmakla, sizden zorluk kaldırıldı” ve bir başka âyet-i kerîmede de, “Sizden biriniz hasta olursanız, yahut seferde olursanız, bu haldeki oruçlarını sonra tutsun” buyurur.
10. Allahü teâlâ kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbi ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i ilâhisi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde; “Bununla beraber, işledikleri herşey defterlerindedir.” buyuruyor.
11. Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için “Mü’minlere hazırlanmıştır”, Cehennem için de; “Kâfirlere hazırlanmıştır” buyuruyor. Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfat ve ceza için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mîzân haktır. Allahü teâlâ: “Kıyâmet gününde amellerin tartılması için terazi kurulur” buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede: “Bugün senin hesabın için, sana kitabını, ya’nî amel defterini okuman kâfidir.” buyuruldu.
12. Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün (hesab günü) uzunluğu, dünyâ senesi ile ellibin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ; “Uzunluğu ellibin sene olan günde” buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede de: “Allahü teâlâ kabirler de olanları diriltir”buyurmaktadır.
Cennettekilerin Allahü teâlâyı nasıl olduğu bilinmiyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya’nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerîmede: “Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar” buyurul muştur.
Muhammed Mustafâ’nın ( aleyhisselâm ) şefaati haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü’minlere ve büyük günâhı olanlara şefaat edecektir. Hazreti Âişe, Hadîce-i Kübrâ’dan ( radıyallahü anha ) sonra bütün kadınların üstünü ve mü’minlerin anneleridir. Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ Bekâra sûresi 82. A’râf sûresi 42. Yûnus sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde mü’minler için “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır” buyurdu.
İmâm-ı a’zamın ( radıyallahü anh ) vasıyyeti budur. Bu i’tikâd üzere olan Ehl-i sünnet ve Cemâat mezhebindendir denir. Bu i’tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki:
“Allah bize, insanların mü’min olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamızı kalblerinde ne sakladıklarını bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emir etmiştir.”
“Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği mükâfatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
“Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibârettir.”
“İnsan, her şeye şifâ veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilâç kullanır. Çünkü ilâç bir sebeptir. Şifâsını verecek olan ise Allahü teâlâdır.
“Mü’min, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belâya uğrarsa, gizli veya aşikâr “Yâ Rabbi, bana bu belâyı neden verdin?” diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.
“Mü’min, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murâkabe edemezler.”
Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazîfeye ta’yin edilip, Basra’ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur
“Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme!..”
“Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitde senin etrâfını sarıp aranızda ba’zı mes’eleler görüşülürse, yahut onlar bu mes’elelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu mes’elede şu veya bu şekilde görüş ve delîllerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakîhlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler...”
“Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmî şeyleri öğret, ince mes’eleleri açma. Onlara güven ver, ba’zan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Ba’zan da onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsamaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”
“Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: “Benim dînimde sen nasıl fetvâ verdin, nasıl söz söyledin?” suâlini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dînine gevşeklik etmiş olur.”
“Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak kendisine ağır gelir.”
“Mâsiyeti, günahları zillet; günahı terk etmeği mürüvvet gördüm ve bildim.”
“Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından menetmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”
“Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”
“Dînin alış-veriş kısmını bilmiyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azâba yakalanır ve çok pişman olur.”
1) Hayrât-ül-hisân
2) Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam (Kerderî)
3) Tebyîd-üs-Sahife
4) Tenvîr-üs-Sahife
5) Ukud-ül-cenân fî menâkıb-in-Nu’mân
6) Menâkıb-ı İmâm-ı a’zam (Muvaffak bin Ahmed Mekkî)
36) Mektûbât (İmâm-ı Rabbânî) cild-1, sh. 29 ve 266. mektûb
37) Brockelmann G.I: 169, 171, S.I.: 284, 287
38) Riyâddünnâsıhîn sh. 60
39) Hidâyet-ül-muvaffakîn sh. 52
40) Mu’cem-ul-müellifîn cild-3, sh. 105
41) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 386, 998
42) Fâideli Bilgiler sh. 42, 156
43) Eshâb-ı Kirâm sh. 213
44) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 127-136
.
İslâm âlimlerinin gözbebeklerinden olup, seyyid ve oniki imâmın altıncısı. Hazret-i Ali’nin torununun torunu olup, Eshâb-ı kiramı görmekle şereflenen Tabiîn devrinin yükseklerinden ve evliyânın büyüklerinden olup, silsile-i âliyyenin dördüncüsüdür. Künyesi, “Ebû Abdullah”dır. Tâhir, Fadıl gibi birçok lakabı vardır. En meşhûru “Sâdık”tır. Babası Muhammed Bâkır, onun babası İmâm-ı Zeynel’âbidîn, onun babası Hazreti Hüseyin ve onun babası da Hazreti Ali’dir. Annesi Ümmü Ferve’dir. Annesinin babası Kâsım, onun babası Muhammed ve onun babası da Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Annesinin annesi, Abdurrahmân bin Ebû Bekr’in kızı Esmâ’dır. 83 (19 Nisan Çarşamba m. 702) senesinin Rebîul-evvel ayının onyedisinde Pazartesi günü Medîne-i münevverede doğdu. Altmışbeş senelik ömrünün otuzdört senesinde imamlık yaptı. 148 (6 Eylül Cuma m. 765) senesinin Recep ayının onbeşinde Pazartesi günü Mekke’de vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bâki’de olup, babası ve dedesi yanındadır.
Ca’fer-i Sâdık hazretleri, temiz ve yüksek bir nesebe (soya) sahip olduğu gibi, güzel yüzlü ve tatlı dilliydi. Bedeni sanki nûr saçıyordu. Yüzünün renginde beyaz ve kırmızı karışmış olup, tatlı bir çehresi vardı. Kuvvetli ve orta boylu idi. Kısa ve şişman değildi. Saçı kumrala yakındı. Hazreti Ali’ye çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshâk, Muhammed, İsmail, Abdullah, Abbâs ve Ali’dir. Evlâdlarının hepsi zamanının süsü, âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler. Mûsâ Kâzım, oniki imâmın yedincisidir.
İmâm-ı Ca’fer ilmi, oniki imâmdan beşincisi olan babası Muhammed Bâkır’dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamanının bir tanesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamanının bütün fen ilimlerinde de söz sahibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimya ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimya ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi, o kadar çoktu ki, bu husûslarda zamanında yaşayan herkese akıl-ilim hocalığı yapardı. Kimyanın babası sayılan Câbir de, Ca’fer-i Sâdık’ın talebesidir. İmâm-ı Ca’fer’in en meşhûr talebesi, Hanefî Mezhebi’nin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit’tir. İmâm-ı â’ zam, Ca’fer-i Sâdık’in derslerine ve sohbetlerine devam ederek, o gizli ve aşikâr ma’rifet kaynağından ilim ve evliyâlık yolunda çok istifâde etti. İmâm-ı a’zam, O’nun huzûrunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için, “O iki sene olmasaydı, Nu’man helak olmuştu” buyurmuştur, İmâm-ı a’zam ( radıyallahü anh ), bu sözü ile hocası Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin büyüklüğünü, kıymetini, kavuştuğu dereceleri anlatmak istemiştir.
Kalbi, bütün kötü huylardan temizleyip, Allahü teâlâya kavuşmak için lâzım gelen ma’rifetleri, ibâdet ve işleri öğreten tasavvuf yollarının çeşitli isimler alması, başka başka olduklarını göstermez. Aynı mürşidin talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları (mürşidleri) ile öğünmek için bulundukları yola, müşridlerinin isimlerini vermişlerdir. Hazreti Ebû Bekir vasıtası ile gelen yolda “zikr-i Hafî” ya’nî sessiz zikir yapılmış olup, Hazreti Ali vasıtası ile gelen yolda da “zikr-i cehri” ya’nî yüksek sesle zikir yapılmıştır. Bütün tasavvuf yolları, İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinde birleşmektedir, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, iki yoldan Resûlullaha bağlıdır. Birisi babalarının yolu olup, Hazreti Ali vasıtası ile Resûlullaha bağlıdır. Bu yola “vilâyet yolu” denir. İkincisi anasının, babalarının yolu olup Hazreti Ebû Bekir vasıtası ile Resûlullaha bağlanmaktadır. Bu yola da “Nübüvvet yolu” denir, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, hem ana tarafından Ebû Bekr-i Sıddîk soyundan, hem de, onun vasıtası ile Resûlullahtan feyiz almış olduğu için “Ebû Bekr-i Sıddîk, beni iki hayata kavuşturmuştur” buyurdu. Ca’fer-i Sâdık hazretleri, Resûlullahtan gelen Peygamberlik (Nübüvvet) üstünlüklerine Hazreti Ebû Bekir, Selmân-ı Fârisî ve Kâsım bin Muhammed bin Ebû Bekir silsilesi ile kavuşmuştur. Evliyâlık (velâyet) üstünlüklerine de, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hüseyin, Zeynel’âbidîn ve babası Muhammed Bâkır yolu ile kavuşmuştur, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ta bulunan bu iki feyiz ve ma’rifet yolu, birbirleri ile karışmış değildir. İmâm hazretlerinden, Ahrâriyye büyüklerine, Hazreti Ebû Bekir yolu ile, öteki silsilelere ise, Hazreti Ali yolu ile feyiz gelmektedir.
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın ilimde, ma’rifette, zühd, takvâ, kanâat ve bütün güzel ahlâktaki üstünlüğünü, büyüklüğünü duymayan kalmamıştır. Büyükler gibi çocuklar arasında da meşhûr olmuştur. Hikmetli sözleri ve menkıbeleri (ibret dolu hayat olayları) her yere yayılmış, kitaplara yazılmıştır. Onun büyüklüğü ba’zı eserlerde şöyle anlatılmaktadır.
Ca’fer-i Sâdık; Muhammed aleyhisselâmın milletinin (dininin) sultanı, peygamberlik kemâlâtının (üstünlüklerinin) burhanı (delîli, senedi), hakîkatların âlimi, evliyânın gönüllerinin meyvası, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vârisi, âriflerin, Hak âşıklarının serveri (önderi) idi. Zevk, aşk sahiplerinin rehberiydi. Tefsîr ilminde eşi yoktu. Namazda kendinden geçip düştüğü olurdu. Ca’fer-i Sâdık, Ehl-i beytten olup, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı a’zamın ma’rifette, tasavvuf ilimlerinde hocasıdır. Ehl-i sünnet vel-cemâat ve Ehl-i beyt sevgisi ile doludur. Ya’nî Ehl-i beyti sevenler ve onların yolunda gidenler, aslında Ehl-i sünnet olanlardır. Ehl-i beyte olan hakîki ve samîmi sevgisinden dolayı, İmâm-ı Şafiî’ye (ki, Ehl-i sünnetin imamıdır) “Rafızî” diyenler oldu. Halbuki O, kimseyi kötülemedi, hepsini sevdi. Nitekim bütün Ehl-i sünnet âlimleri, “Ehl-i beyti sevmek âhırete îmân ile gitmeye son nefeste selâmete, hidâyete kavuşmaya sebep olur” buyurdular. İmâm-ı Şafiî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: (Sizi sevmeyi, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde emrediyor. Namazlarında size duâ etmeyenlerin namazlarının kabûl olmaması, kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor. Şerefiniz ne kadar büyüktür ki, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde sizleri selâmlıyor).
Tasavvuf ilimlerinde yüksek ma’rifetlere kavuşmuş olan ve bu bilgileri arzu edenlere öğreterek onlara mürşidlik, rehberlik eden Ca’fer-i Sâdık, ( radıyallahü anh ) kelâm, tefsîr, hadîs ve diğer din ilimlerinde de yüksek derecelere ulaşmıştır. Bu ilimlerde kendisine izafe edilen eserler (risaleler) sonradan yazılmıştır. Din bilgisi üzerinde hiç kitap yazmadı. Kelâm ilminde, sapık i’tikâd (inanç) sahibi olan Ehl-i bid’ate ve felsefecilere karşı verdiği sağlam, vesîkalı cevaplar, bu husûsta yazılan Ehl-i sünnetin kelâm kitaplarında yer almıştır.
Ca’fer-i Sâdık hazretleri, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmanın şartlarından birisi olan Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) dört halifesinin üstünlük ve halifelik sırasını inkâr edenlere ve Eshâb-ı kirama dil uzatanlara, onları sevmeyenlere karşı vesîkaları ile cevap vermektedir. Birgün, bu konuda bozuk bir inanca sahip olan sapık birisi, gelip Ca’fer-i Sâdık’a dedi ki:
- Ey Ca’fer! Eshâb arasında, en üstün kimdir?
- Ebû Bekr-i Sıddîk, hepsinden üstündür.
- Böyle olduğunu nereden biliyorsun?
- Allahü teâlâ O’nun için, Resûlden sonra ikinci buyurdu. Bundan üstün şeref olmaz.
- Ali “radıyallahü anh”, Resûlün yatağında, kâfirlerden korkmadan yatmadı mı?
- Ebû Bekir ( radıyallahü anh ), bir şeyden korkmadan mağaraya önce girdi.
- Kâfirlerden korkmasaydı, girmezdi. Halbuki, Allahü teâlâ, Resûlüne haber verip, Ebû Bekir’e “Korkma” dedi. Demek ki, korktu.
- O, Resûlullaha bir zarar gelirse diye korktu. Ayağını bir deliğe koydu. Yılan onu kaç kere ısırdı. Acısına katlanıp, Resûlü rahatsız etmemek için, ayağını çekmedi. Resûlü uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehirlenerek, canını Resûle feda etmezdi.
- Mâide sûresi, ellisekizinci âyetinde, “Rükû’da iken sadaka verirler” diye medh olunan (öğülen) Ali’dir.
- “Allahü teâlâ mürtedlerle cihad eden bir kavim getirir. Allahü teâlâ bunları sever” âyet-i ke rîmesi, Ebû Bekir Sıddîk içindir ve daha çok yükseltmektedir.
- Bekâra sûresi ikiyüzyetmişdördüncü âyetinde, “Mallarını, gece, gündüz, gizli, göz önünde ve renler” medh olunan Ali değil midir?
- Ebû Bekr-i Sıddîk’ı medh eden (Velleyl) sûresi, şânını çok yükseltmektedir. Çünkü Ebû Bekir, kırkbin altın verdi. Kendisine hiç bırakmadı. Allahü teâlâ, Resûlüne, Cebrâil “aleyhisselâmı” gönderip “Ben Ebû Bekir’den râzıyım. O benden râzı mıdır?” buyurdu. Ebû Bekir, (Ben, Allahü teâlâdan râzı yım, râzıyım, râzıyım) diyerek cevap verdi.
- Tevbe sûresinin yirminci âyetinde “Hacılara su vermeği ve Mescid-i Haramı bina etmeği, imân etmekle ve Allah yolunda cihâd etmekle bir mi tutuyorsunuz? Hayır. Böyle değildir” Ali öğülmektedir.
- Hadîd sûresi, onuncu âyetinde, “Mekke’nin fethinden önce, sadaka verip, cihâd eden ile, fetihden sonra veren ve cihad eden bir değildir. Önce olanın derecesi daha yüksekdir.” Ebû Bekir medh olunuyor. Ebû Cehl (Amr bin Hişâm bin Mugîre) Resûlullaha vurmak istedi. Ebû Bekir yetişip, ön ledi.
-Ali, hiç kâfir olmadı.
- Evet öyledir. Fakat, Allahü teâlâ, Tevbe sûresi, yüzbirinci âyetinde “Muhacir ve Ensârın önce gelenlerinden Allahü teâlâ râzıdır. Onlara Cennette sonsuz ni’metler vardır”ve Zümer sûresi, otuzüçüncü âyetinde, “Doğru haberle gelen ve O’na inanan için, Cennette, istedikleri her şey var dır.” Ebû Bekir’in îmânını medh etmektedir. Başkasının îmânı, böyle öğülmedi. Mekke’de, Resûlullah her ne söylese, kâfirler, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekir hemen yetişip, doğru söylüyorsun yâ Resûlallah derdi.
- Âyet-i kerîmenin sonunu da oku. Bak ne buyuruyor. “Onların bu kusurlarını affettim.” buyuruyor.
- Ali’yi sevmek farzdır. Şûra sûresi yirmiüçüncü âyetinde “Size İslâmiyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz” buyuruldu ki, bunlar Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’dir.
- Ebû Bekir’e duâ etmek ve O’nu sevmek farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresi onuncu âyetinde, “Mu hacirlerden ve Ensârdan sonra, kıyâmete kadar gelen mü’minler, yâ Rabbi! Bizi affet ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi (Ya’nî Eshâb-ı kiramı) affet derler,” buyuruyor. Hüseynî tefsîrinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki; Eshâb-ı kiramdan birini sevmiyen kimse, bu âyette bildirilen mü’minlerden olmaz. Bu duâdan mahrûm olur).
- Resûl aleyhisselâm, “Hasan ve Hüseyin, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları ise, daha üstündür” buyurdu.
- Ebû Bekr-i Sıddîk için bundan daha iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bâkır’dan işittim. Ceddim İmâm-ı Ali buyurdu ki, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrunda idim. Başka kimse yoktu. Ebû Bekir’le Ömer geldi. Resûlullah buyurdu ki: “Yâ Ali! Bu ikisi, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.”
- Yâ Ca’fer, Âişe mi üstündür. Fâtıma mı?
- Âişe ( radıyallahü anha ), Resûlullahın zevcesi idi. Cennette onun yanında olur. Fâtıma ( radıyallahü anha ), Ali’nin zev cesi idi. Onun yanında olur.
- Âişe, Ali ile harb etti. Cennete girer mi?
- Ahzâb sûresi, elliüçüncü âyetinde “Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikâh ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günâhtır” buyuruldu. Beydâvî ve Hüseynî tefsîrlerinde diyor ki, “Bu âyet gösteriyor ki, Resûlullah vefât ettikten sonra da, O’na saygı göstermek için zevcelerine saygı lâzımdır.”
- Hem Kur’ân-ı kerîmde, hem Tevrat’ta ve hem de İncîl’de gösterebilirim. En’âm sûresi, yüzaltmışbeşinci âyetinde, “Allahü teâlâ, sizi yer yüzünün halifesi yaptı, birbirinizin yerini tutarsınız.” Nûr sûresi ellibeşinci âyetinde “Îmân eden ve emirlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hâkim kıla cağımı söz veriyorum. İsrâiloğullarını halife yaptığım gibi, sizi de, birbiriniz ardı sıra halife yapa cağım” buyurdu. Beydâvî ve Hüseynî diyor ki: “Bu âyet-i kerîme gaybten haber verip, Kur’ân-ı kerîmin, Allah kelâmı olduğunu ve dört halifesinin meşrû, haklı olduğunu göstermektedir.” Tevrat’ta ve İncîl’de, Feth sûresi son âyetinde “Resûlullah ve O’nunla birlikte olanlar, birbirlerini her zaman ve çok severler ve her zaman kâfirlere düşman olurlar.” Bütün Eshâb bildirilmekte ve Ebû Bekr’in şerefine işaret edilmektedir. Bu âyetin sonunda “Eshâbının misâlleri Tevrat’ta ve İncîl’de bildirildi.” buyuruyor. Ceddim Ali’nin haber verdiği hadîs-i şerîfte: “Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerâmetleri bana verir. Kıyâmette mezardan, önce kalkarım. Allahü teâlâ, dört halifeni çağır buyurur. Onlar kimdir yâ Rabbi? derim. Ebû Bekir’dir buyurur. Yer yarılıp Ebû Bekir, herkesden önce mezardan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali kalkar...” buyuruldu.
Sapık, hemen söz alıp:
- Yâ Ca’fer, bunlar, Kur’ân-ı kerîmde var mı?
- Zümer sûresi, altmışdokuzuncu âyetinde “Peygamber ve bunların şâhidleri, hesap için getiri lir” buyuruldu. (Yahut şehîdleri getirilir.) denildi.
Yâ Ca’fer, şimdiye kadar, üç halifeyi sevmiyordum. Şimdi buna pişman oldum. Tövbe edersem kabûl olur mu?
- Çabuk tövbe et. Bu tövbe, se’âdetine alâmettir. Bu hâl ile âhırete gitseydin, dînin boşa giderdi.
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık, hadîs ilmînde sika (güvenilir) bir râvî olup ve kendisinden pek çok hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfleri, babasından, o da kendi babasından ve annesinden, Atâ bin Ebî Rebâh’dan ve Zührî gibi birçok râvîden alıp öğrenmiş ve kendisinden de Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes, Ebû Eyyûb-i Sahtiyanî gibi zâtlar hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Buhârî’nin dışında kalan Kütüb-i sitte’nin hepsinde yer alır. Hadîs ilminde, İmâm-ı Şafiî ve Yahyâ bin Muîn, O’nun sika (güvenilir) olduğunu bildirmişlerdir, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, O’nun hakkında, “O’ndan daha fakîh (fıkıh ilmini bilen) kimse görmedim” buyurdu. Ebû Hâtem de, onun sika bir râvî olduğunu söylüyor. Sâlih bin Ebil-Esved, İmâm-ı Ca’fer’in “Beni kaybetmeden önce, her ilimden sorunuz. Benden sonra, size, benim gibi söyleyen birisini bulamazsınız” buyurduğunu haber verdi. Her ilimde üstâd, her ma’rifette mahirdi. Doğruluğu ve sadâkati o kadar çoktu ki, bundan dolayı kendisine “Sâdık” lakabı verildi.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nurlu yolunu, hiç değiştirmeden, apaçık ve tam doğru olarak bugüne kadar ulaştırmada, Ehl-i sünnet âlimlerinin hizmeti çok büyüktür. Bu büyük hizmet için, aralarında vazîfe taksimi yapan bu âlimlerden îmân, inanç bilgilerini anlatıp öğretenlere “Mütekellimin” denildi. İbâdetlerin ve işlerin nasıl olacağı, haram ve helâli, farzı, vacibi öğreten âlimlere de “Fukahâ” dendi. Kalb ile yapılacak ve sakınılacak şeyleri öğreten ilme “Tasavvuf ve bu ilmin âlimlerine de “Mutasavvifîn”, denildi. İşte İmâm-ı Ca’fer hazretleri, bu üçüncü ilmi anlattı, öğretti. Kelâm ve fıkıh âlimlerinin uğraştığı sahada ayrıca kitap yazmadı. Yoksa bu bilgilerde de, bütün âlimlerin ve evliyânın üstadı idi.
Bu büyük imâmın hayatı, hâli, ibret dolu menkıbeleri o kadar çoktur ki, anlatmak ve yazmakla bitirilemez. Okuyanların, işitenlerin gönüllerinde bu büyük velîye karşı, çok az da olsa sevgiye, muhabbete vesîle olması için menkıbelerinden ve hikmetli sözlerinden seçerek ba’zılarını yazıyoruz:
Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, Ca’fer-i Sâdık’ın ( radıyallahü anh ) yanına gelmişti. O’na dedi ki: -Ey Peygamberin “aleyhisselâm” torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki:
“Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zahidi, Allahtan en çok korkanısın. Benim nasihatime ne ihtiyâcın var?”
“Ey Resûlullahın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâcibtir, borçtur.”
“Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim olan Muhammed “aleyhisselâmın” elimden yakalayıp: “Niçin bana hakkıyle uymadın?” demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep (soy) işi değil, ibâdet ve amel İşidir. Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki: “Yâ Rabbi! Onun varlığı Peygamberlik; soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delîldir. Dedesi Resûl) aleyhisselâm, annesi Betûl (Hazreti Fâtıma evlâdından) olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir Kıymeti olsun!” Hazreti İmâm mütevâzi ya’nî çok alçak gönüllü idi. Kimseyi incitmezdi. Her mü’mini kendisinden daha kıymetli bilirdi. Bir gün kölelerini çağırdı. Onlara dedi ki: “Geliniz, sizinle sözleşelim. Kıyâmet günü içinizden hanginiz kurtulursa, onun diğerlerine şefaatçi olması için birbirimize söz verelim!” “Ey Allahü teâlânın Resûlünün evlâdı! Sizin bizim şefaatimize ihtiyâcınız yoktur. Dedeniz Muhammed aleyhisselâm, re bütün insanların ve cinlerin şefâatçisidir.” “Ben bu amellerimle, işlerimle yarın kıyâmet gününde ceddimin yüzüne bakmaya utanırım” buyurdu.
İmâm-ı Ca’fer hazretleri bir müddet halvet (yalnızlık) hâlinde kalmış, evinden re- İnsanlar arasına çıkmamıştı. Evliyânının büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî evine gelip: “Ey Resûlullahın torunu! İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı sohbetinizden mahrûm kaldı. Niçin uzlete çekildiniz?” deyince buyurdu ki: “Şimdi böyle gerekiyor. (Zaman bozuldu ve dostlar değişti). Sözümüzün hakîkati meydana çıktı.” ve şu iki beyti okudu:
Geçen gün gibi geçip gitti, vefa da,
İnsanların kimi hayâl, kimi ümitpeşinde.
Dostluk, vefa görünüşte kaldı aralarında,
Fakat kalbleri akreplerle dolu gerçekte.
Zamanın hükümdârı bir gece vezirine dedi ki: “Hemen git, İmâm-ı Ca’fer’i buraya getir. Onu hemen öldürmek istiyorum.”
Vezir: “Evinde oturmuş, gece-gündüz ibâdetle meşgûl olan, devlet işlerine karışmayan bu kimseyi öldürmekten vazgeç!” Vezir, hükümdârı bundan vazgeçirmek için epey dil döktü. Fakat ikna edemedi. Mecbûren gidip çağırdı. Vezir çağırmaya gidince hükümdâr cellâtlara emir verdi.
“İmâm-ı Ca’fer içeri girince, ben başımdan külahımı çıkardığım zaman hemen başını vuracaksınız!”
Bir müddet sonra, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri içeri girdi. Hükümdâr bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir tevâzu ile O’nu karşıladı. Koltuğuna oturttu. Kendisi edeble karşısına diz çöküp oturdu. Cellâtlar ve hizmetçiler şaşırıp kaldılar. Hazreti İmâma:
“Efendim, benden bir emriniz, isteğiniz olursa hemen emredin, yapayım” dedi.
Hazreti İmâm buyurdu ki: “Senden bir ricam yok. Beni bir daha yanına çağırma! Rabbime ibâdetten beni alıkoyma, başka bir şey istemem.”
Gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdâr, izzet ve ikramla onu uğurladı. Hazreti İmâm gittikten sonra vücûdunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: “Bu ne hâldir. Hani o zâtı öldürtecektiniz?”
Hükümdâr cevap verdi: “Hazreti İmâm içeri girince, yanında büyük bir arslan gördüm. Lisân-ı hâl ile bana, “Onu incitirsen seni parça parça ederim” diyordu. Bunu görünce ne yapacağımı şaşırdım.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri, bir gün Ca’fer-i Sâdık’ın evine gitmişti. Huzûruna girip görüşmek için izin istedi. Kendisine izin verdi. Yanına geldiği zaman O’na dedi ki: “Ey Süfyân! Sen, zaman zaman sultan ile görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise, mümkün mertebe sultandan uzak duruyorum. Zamanın hâli bunu icâb ettiriyor. Yanımdan hemen çık, git”
“Bana bir hadîs-i şerîf nakletmedikçe buradan ayrılmayacağım, ey İmâm! Senden nasîhat alacak bir hadîs-i şerîf işitip gideyim.”
“Çok sözün sana faydası yoktur. Ben babamdan, o da babasından, dedem de babasından rivâyet ederek Resûlullahdan ( aleyhisselâm ) bildirilen üç şeyi anlattı:
Allahü teâlânın ni’metine kavuşan ve bu ni’metin devamlı olmasını isteyen kimse, Allaha hamd ve şükrünü çoğaltsın! Zira Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde İbrâhîm sûresi onuncu âyetinde, “Ni’metlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları arttırırım. Kıymetini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim”buyurdu.
Bir kimse, rızkı azaldığı zaman çok tövbe ve istiğfar etsin! Zîrâ Allahü teâlâ Nûh sûresinde tövbe ve istiğfar edenlerin, günâhlarını bağışlayacağını ve rızıklarını arttıracağını va’dediyor.
Bir kimse sultandan veya herhangi şeyden bir sıkıntı görürse ve bir belâya düçâr olursa “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah-il-aliyyil-azîm” desin.
Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı Ca’fer’in elini tuttu ve O’na dedi ki: “hepsi bu üçü müdür?”
“Bunları iyi anla! Allahü teâlâya yemîn ederek söylüyorum ki, bunları yaparsan çok ihsânlara, iyiliklere kavuşursun.”
Bir gün Ca’fer-i Sâdık’a sordular “Allahü teâlâ, faizi niçin haram kılmıştır?” Buyurdu ki: “İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsânda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu haram etti. Faiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu.”
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Allahü teâlâdan birşey istediğinde daha sözü bitmeden isteği verilirdi. Bir gün yalnız başına yolda gidiyordu. Kendisini sevenlerden biri de arkasından yürüyordu. Bir ara Ca’fer-i Sâdık hazretleri “Yâ Rabbi! elbisem yoktur, bana elbise gönder” buyurdu. Aniden bir paket içinde elbise geldi. Arkadan takip eden zât evlerine kadar geldi. Hazreti İmâma (Yâ efendim siz duâ ederken ben de âmin dedim. Eski elbiselerinizi bana verin) dedi. Bu söz Hazreti İmâmın hoşuna gitti ve elbiselerini ona verdi.
Bir şahıs, İmâm-ı Ca’fer hazretlerinden, Allahü teâlânın kendisine çok mal verip, çok hac yapması için duâ buyurmasını istedi. “Yâ Rabbi’ Buna elli hac yapacak kadar mal ver! diye duâ etti. O şahıs elli hac yaptı. Ellibirinci hac için Cühfe denilen yerde gusül edecekti. Sel geldi ve orada vefât etti.
Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki; “Benim Zeyd isminde bir amcam var idi. O Ca’fer-i Sâdık hazretlerine çok itirazda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzûsu açıldı. O anda çok itirazda bulundu ve dedi ki; Ca’fer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?.
Ca’fer-i Sâdık’ın bu işden haberi oldu ve şöyle buyurdu: “Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helak etsin.”
Birgün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Ca’fer-i Sâdık’a itirazda bulunmadı.
İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleri, Ehl-i beyt’in en büyüklerindendir. Nûrlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyzin çokluğu akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce ma’rifetleri bildiren sözleri, nükte ve latifeleri çok meşhûrdur. Sayılamayacak kadar hikmetli sözleri vardır.
Buyurdular ki: “Beş kimsenin sohbetinden, ya’nî beş kimse ile beraber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan söyleyenden sakın. Çünkü ona dâima aldanırsın. Çünkü sana iyilik yapayım derken, kötülük yapar. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan ya’nî aklı az olandan sakın. Çünkü en çok işine yarıyacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü, kötü kalbli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca (düşünce) seni harcar. Beşincisi fâsıktan ya’nî günâh işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü, seni bir lokma ekmeğe satar.”
“Bir mü’min kardeşine âit hoş olmayan bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısını araştır. Bulamazsan belki benim anlamadığım bir özür kapısı vardır de ve kapa.”
“Müslüman kardeşinizden ma’nâsını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kabil olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayın.”
“Bir hatâ işlediğiniz zaman istiğfar edin, hatâda ısrar helak olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istiğfara devam etsin.”
Allahü teâlâ, dünyâya emretti ki: “Ey dünyâ, bana hizmet edene, sen de hizmetçi ol! Senin peşinden koşana da zahmet, sıkıntı ver!”
“Bu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz:
1. Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak,
2. Misâfire hizmet etmek.
3. Yüz tane hizmetçisi olsa, muhtaç olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek.
4. İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek.
“Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, “Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billahi (ya’nî, Allah’ın dilediği olur, kuvvet O’nundur) desin!”
“Malı ve evlâdı çok olmasını isteyen, nebatı (sebze) yemek çok yesin!”
“Din âlimleri (Fakîhler), sultanların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça Peygamberlerin vekîlleridir.”
“Namaz, her takvâ sahibi için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel (ibâdet, hayırlı iş) yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer.”
“Sadaka vererek rızkınızı çoğaltınız. Zekât vererek mallarınızı koruyunuz, iktisat eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaşamak, geçimin yarısıdır, insanlarla iyi geçinmek, aklın yarısıdır.”
“Ana-babasını üzen, onlara isyan etmiş olur. Musibet zamanında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü teâlâ sabrı, musîbet miktarınca indirir.”
“Takvâdan (Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmaktan) daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur.”
“İyilik üç şeyle tamam olur.
1. O iyiliği yapmakta acele etmek.
2. Yaptığı iyiliği gözünde büyütmemek, dâima küçük görmek.
3. İyiliği yaparken, gizlice yapmak.
Günâhlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü teâlâya karşı mağrur olmak, kibirli olmaktır.” “Uzun emel sahibi olmak ve her şeyi sonraya bırakmak perişanlık ve düşüncesizliktir.”
“Allahü teâlânın yarattığı işlere karışmak, felâketine sebep olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim... gibi sözler söylemek, kişinin helakidir.”
“Dört şey vardır ki, onların azı da çoktur 1- Ateş, 2- Düşmanlık, 3- Fakîrlik, 4-Hastalık.”
“Kız evlâtlar, ana-babası için hayır ve hasenattırlar. Oğlanlar ise, ni’mettirler. Hasenat sahibi olanlar sevâb kazanır. Ni’metlerden ise hesaba çekilir, suâl sorulur.”
“Bir kimse, kusur, günah işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı zaman pişmanlık duyup kötü işlerinden vazgeçmezse ve tehna bir yerde olduğu zaman Allahü teâlâdan korkmazsa, onda hayır yoktur.”
“Üç şey vardır ki, müslümanları çok azîz, şerefli eder:
1. Kendisine zulüm edeni affetmek.
2. Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak.
3. Kendisini aramayanları, arayıp hâllerini sormak.”
Ca’fer-i Sâdık hazretlerinin, oğlu Mûsâ Kâzım için olan nasîhati pek meşhûrdur. Oğluna buyurdu ki:
“Ey oğlum, kendi rızkına râzı ol! Kendi rızkına râzı olan, kimseye muhtaç olmaz. Gözü başkasının malında olan, fakîr olarak ölür. Allahü teâlânın taksim ettiği rızka râzı olmayan, O’nu kaza ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi kusurlarını küçük gören, başkasınınkilerini büyütmüş olur. Her zaman kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir. Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.
- Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, sonra aşağılanırsın.
- Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder (danışır, fikrini alır).
- Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyâretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sahibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermiyen ağaç, ot bitme yen topraktırlar.
-Ey oğlum, Allahü teâlânın kitabını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülüğü nehy edici, sana gelmeyene sen gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan sakın. Çünkü söz taşımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur.”
“Allahü teâlânın ni’metlerine kavuşan, bu ni’mete hamd ve şükür etsin! Rızkı azalan kimse, çok tövbe istiğfar yapsın. Sıkıntıya düşen, bir musîbete yakalanan kimse de, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” desin.”
“Allahü teâlânın hidâyete kavuşturduğunu kimse saptıramaz. Allahü teâlânın hidâyet vermediğini, kimse hidâyete erdiremez. Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitabıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi, dalâlettir, sapıklıktır.”
“İlim hazînedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahü teâlâ size merhamet etsin. İlim öğrenmekte dört kişiye sevâb vardır. Talebeye, hocaya, dinleyenlere ve onlara icabet edenlere.”
Rivâyet ettiği hadîs-i kudsî’de: “Lâ ilahe illallah kal’amdır. Bunu okuyan, kal’aya girmiş olur. Kal’ama giren de, azâbımdan kurtulur” buyuruldu.
İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri (Müsned’inde) buyuruyor ki: Cebrâil’in (aleyhisselâm) Allahü teâlâdan naklen, Peygamber efendimize “Lâ ilahe illallah hısnî, men kâlehâ, dehale hısnî ve men dehale hısnî, emîne min azâbî” şeklindeki duâyı her kim rivâyet edenlerin isimleriyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ bulur.
Ehl-i sünnetin iki i’tikâd imamından birincisi. İsmi, Muhammed bin Muhammed Mâtürîdî’dir. Künyesi, Ebû Mensûr’dur. Doğum târihi kesin olarak bilinmemekte olup, 238 (m. 862) yılında doğduğu tahmin edilmiştir. Doğum yeri Semerkand’ın Mâtürid nâhiyesidir, 333 (m. 944)’de Semerkand’da vefât etti. Ebû Eyyûb Hâlid bin Zeyd el-Ensârî’nin ( radıyallahü anh ) soyundan olduğu ba’zı tarihçiler tarafından kaydedilmiştir.
İmâm-ı Mâtürîdî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet i’tikâdını, kelâm bilgilerini, ondan nakledenler vasıtasıyla kitaplara geçirdi. İzah ve isbât etti. Kelâm ilminde, akâidde müctehid olan Mâtürîdî ( radıyallahü anh ), kelâm ve fıkıh ilmini Ebû Nasr Iyâd’dan öğrendi.
İlimde çok iyi yetişen Mâtürîdî, çeşitli kitaplar yazmak ve talebe yetiştirmek sûretiyle Ehl-i sünnet i’tikâdını yaymıştır. Yetiştirdiği talebelerden el-Hakîm es-Semerkandî adıyla meşhûr Ebü’l-Kâsım İshâk bin Muhammed, Ebû Muhammed Abdülkerîm bin Mûsâ el-Pezdevî, Ebü’l-Leys el-Buhârî ve Ebü’l-Hasen Ali bin Sa’îd gibi ilim ve takvâ yönünden yükselmiş olan büyük âlimler başta gelmektedir. Böylece, İmâm-ı a’zamdan ( radıyallahü anh ) gelen i’tikâd bilgilerini nakleden İmâm-ı Mâtürîdî’den sonra da, talebeleri ve talebelerinin talebeleri bu husûsta binlerce kitap yazarak, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) gösterdiği doğru yol olan Ehl-i sünnet i’tikâdını, kendilerinden sonraki nesillere bildirdiler.
İmâm-ı Mâtüridî’nin yaşadığı devir, Abbasî Devleti’nin zayıflamağa başladığı ve yeni İslâm devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasî güçler ve i’tikâdî fırkalar arasında mücâdelenin arttığı bir zamana rastlar. Mâtüridî de diğer İslâm âlimleri gibi, kendi zamanında Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa etmiş, açık bir şekilde izah ederek yaymış ve müslümanların bu doğru i’tikâda uymalarını sağlamıştır. Bu husûsta ta’kip ettiği usûl, İmâm-ı a’zamın el-fıkh-ül-ekber, er-Risâle, el-fıkh-ül-ebsât, el-Âlim vel-mütealîm ve el-Vasiyye gibi i’tikâdla ilgili kitaplarında bildirilen i’tikâd bilgilerini, aklî ve naklî delîllerle açıklıyarak tasnif etmek olmuştur. Böylece Mâtüridî Ehl-i sünnet i’tikâdında müctehid imâm oldu.
Eserleri: Hayatını ilme ve Ehl-i sünnet i’tikâdını yaymaya hasreden ve bu husûsta büyük hizmetler veren Mâtüridî, benzerine rastlanmayacak ölçüde değerli eserler yazmıştır. Başlıca eserleri şunlardır:
1. Kitâb-üt-tevhîd: Bu kitapta sapık fırkaların sözlerinin yanlış olduğunu isbât edip, doğru i’tikâd olan Ehl-i sünnet i’tikâdını çok mükemmel bir şekilde açıklamıştır.
2. Te’vîlât-ül-Kur’ân: Tefsîre dâir benzeri az bulunan bir eserdir. Semerkandî bu esere büyük bir şerh yazmıştır.
3. Reddü Evâili’l-Edille lil Ka’bi ve Beyanü vehmi’l-Mu’tezile: Mu’tezileyi reddeden ve çürüten bir eserdir.
4. Er-Reddü alâ usûl’il-Karamita: Karamita fırkasını reddeden bir eserdir.
5. Reddü kitâb-ül-imâme li Ba’zir-Revafıza: Eshâb-ı kirama düşman olanları reddeden bir eseridir.
6. Kitâb-ül-makâlât fil-kelâm: Kelâm ilmine dâir bir eseridir.
7. Me’haz-üş-şeriyye: Fıkıh ilmine dâirdir.
8. Kitâb-ül-cedel: Usûl-ü fıkıh ilmine dâir olan bu eserinden başka kitapları da vardır.
Taşköprüzâde şöyle yazmıştır: “Ehl-i sünnet vel-cemâatın kelâm ilmindeki reîsleri iki zâttır. Bunlardan birisi Hanefî, diğeri Şafiî’dir. Hanefî olanı, Ebû Mensûr Mâtüridî, Şafiî olanı ise Ebü’l-Hasen el-Eş’arî’dir.”
Zebidî de şöyle demiştir: “Ehl-i sünnet vel-cemâat ismi geçince, Eş’arîler ve Mâtürîdîler kastedilir.”
İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş’arî, Ehl-i sünnetin i’tikâdda iki imamıdır. Ehl-i sünnetin reîsi ise, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’dir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı kiramın (r.anhüm) bildirdiği i’tikâd, îmân bilgilerini de topladı. Yüzlerce talebesine bildirdi. (Bkz. İmâm-ı a’zam). Talebesinden, ilm-i kelâm, ya’nî îmân bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan İmâm-ı a’zamın talebesi olan İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiği talebelerinden, Ebû Bekr Cürcânî dünyâca meşhûr oldu. Bunun talebesinden olan, Ebû Nâsır-ı Iyâd da, kelâm ilminde Ebû Mensûr-i Mâtürîdî’yi yetiştirdi. İmâm-ı Mâtüridî, İmâm-ı a’zamdan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet i’tikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmâm-ı Eş’arî de, İmâm-ı Şafiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm, Eshâb-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin bildirdiği i’tikâd, imân, bilgilerini açıklamışlar, kısımlara ayırmışlar ve herkesin anlayabileceği bir şekilde anlatmışlardır.
Bu iki imâmın ve hocalarının, amelde dört hak mezheb imamlarının ve onlara tâbi olanların; imânda, i’ikâdda tek bir mezhebi vardır. Bu mezheb Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebidir. Çünkü İslâmiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imânı ve i’tikâdî emretmektedir. Bu îmânın esaslarını ve nasıl i’tikâd edileceğini, bizzat Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve herşeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), Allahü teâlâya, O’nun yarattıklarına ve O’nun emir ve yasaklarına imânın nasıl olacağını da bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâma ve O’nun bildirdiklerine, temiz, dürüst ve hakikî bir imân, ancak O’nun bildirdiğini tam ve hiç şüphesiz kabûl edip inanmakla mümkün olur. Bu husûsta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, O’ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin kendilerini haklı çıkarmak için öne sürecekleri dînî, siyâsî, beşerî, içtimâi, fennî. v.s. gibi sebeblerin hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü İslâmiyet her ne sûret ve sebeble olursa olsun, îmânda ve i’tikâdda ayrılığa asla izin vermemekte, yasaklamaktadır.
Eshâb-ı kiramın îmân ve i’tikâdda hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshâbdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla imânda, i’tikâdda ba’zı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid’at fırkalarının sayısı yetmişikiye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve her birine göre farklı olmakla beraber, esas sebepleri, “Münâfık ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur’ân-ı kerîmin müteşâbih. âyetlerini kendi anlayışlarına göre te’vîl etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile, Mecûsî inançlarının İslâmiyete sokulma çabaları, Eshâb-ı kiramın maslahata (huzûrun, dirliğin, iyiliğin teminine âit konulardaki ictihâd ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsânî arzularına, siyâsî maksat ve ihtirâslarına perde veya âlet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslâmiyetin henüz yeni müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan bir takım insanların eski din ve inançlarına âit ba’zı unsurları tamamen terk edememeleri ve bunları İslâmiyetten sayma yanlışına düşmeleri” şeklinde özetlenebilir. Ancak, İslâm târihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyâsi ve dünyevî menfaat ve sâiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur’ân-ı kerîmdeki muhkem ve bilhassa müteşâbih âyet-i kerîmeleri kendi akıllarına göre tefsîr yoluna gitmişler, böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikametinde te’vîl ederek kendilerine Kur’ân-ı kerîmden delîller bulduklarını ileri sürmüşlerdir. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde geçen, Allah’ın eli, yüzü vb. sıfatlarını gösteren ifâdeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki ma’nâlarıyla kabûl ederek, Allahü teâlâyı zâtı ve sıfatlarıyla tecsim eden, ya’nî cisim ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur’ân-ı kerîmin doğru ma’nâsı olan murâd-ı ilâhiyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabûl etmedikleri gibi ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.
İslâmiyette ilk i’tikâd ayrılıkları, Hazreti Osman’ın şehîd edilmesi hâdisesinden sonra, Abdullah İbni Sebe adındaki münâfık olan bir Yahudinin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak imânlarını bozmak gayesiyle i’tikâddaki birlik ve beraberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur. Abdullah İbni Sebe, Hazreti Ali’nin halifelik mes’elesini bahâne ederek, müslümanları bölmek gayretine düştü. Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabûl ettirmek için, “Hazreti Ali’nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulul ettiğine” varıncaya kadar pek çok şeyler uydurdu. Bir kısmı insanları aldattı. Abdullah İbni Sebe’ye aldananların içinde siyâsi hırs ve gayret ile hareket edenler çoktu. Böylece Hazreti Ali taraftarıyız diyerek, İslâm dînine bozuk inançlar karıştırdılar. Zamanla hilâfet, Hazreti Ali’nin hakkıdır diye ve bu inanca sahip olanlara “Şia” (Şiî) denildi. Şiîler, zamanla başka konularda da Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendi içlerinde çeşitli kollara bölündüler.
Hazreti Ali’nin hilâfeti, hakem ta’yini yoluyla Hazreti Muâviye’ye bırakmasını beğenmeyip, Hazreti Ali’ye ve Hazreti Muâviye’ye karşı çıkıp ayrılanlara ise “Haricî” ismi verildi. Hâricîler’den bir kısmı Kur’ân-ı kerîmin ba’zı bölümlerini kabûl etmezler. Bir kısmı da sapıklıklarında, yeni bir peygamber geleceğine inanacak kadar ileri gitmişlerdir.
Bozuk fırkalardan biri olan Mu’tezile ise, Hasen-i Basrî’nin ( radıyallahü anh ) derslerinde bulunan Vâsıl bin Atâ tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi ve velî bir zât olan Hasen-i Basrî, “Büyük günâh işleyen ne mü’mindir ne de kâfirdir” diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vâsıl bin Atâ için, “I’tezele annâ Vâsıl”, ya’nî “Vâsıl bizden ayrıldı” buyurmuştu. Buradaki “I’tezele ayrıldı” kelimesinden dolayı Vâsıl’a ve onun yolunu tutanlara “Mu’tezile” ismi verilmiştir. Sonraki yıllarda bilhassa felsefe eğitimi yapmış ve felsefeye meraklı kişiler, Vâsıl bin Atâ’nın yolundan yürüyerek, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları ile, kader, amellerle (ibâdetlerle, muamelâtla) îmân arasındaki münâsebet ve diğer konularda İslâm dîninin sınırlarını zorlayacak kadar ileri derecelere varan ayrılıklara düşmüşlerdir.
Ayrıca Mürcie, Kaderiyye, İbahiye, Mücessime, Cebriyye gibi birçok bozuk fırkalar, İslâm târihi boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış, kendi içlerinde de sayılamayacak kadar çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp, sonra unutulup gitmişlerdir. Ancak son asırlarda zuhur eden Vehhâbîlik, bilhassa Arabistan’da yayılmış ve bugün de, çeşitli İslâm ülkelerindeki müslümanların arasında yayılması için çalışılmaktadır.
Diğer bozuk fırkalar târih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemâatin mevcûdu her devirde çok olmuşdur. İslâmiyet; îmân, i’tikâd, amel ve ahlâk esasları olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdâfaa ve muhafaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyâdaki müslümanların yarıdan çoğu, Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdı üzeredirler.
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, imanda parçalanmanın, fırkalara ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor. Allahü teâlâ Nisa sûresi 114. âyetinde meâlen; “Hidâyeti (kurtuluş yolunu) öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp, mü’minlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme atarız” ve Âl-i İmrân sûresi 103. âyetinde de meâlen; “Hepiniz Allahın ipine (Kur’ân-ı kerîme) sımsıkı sarılınız. Fırkalara bölünmeyiniz” buyurmaktadır. Peygamberimiz de ( aleyhisselâm ) müslümanlar arasında imânda ve i’tikâdda ayrılıkların felâket olduğunu bildirerek, meşhûr olan bir hadîs-i şerifinde “Benî İsrail (yahudiler), yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasarâ (Hıristiyanlar) da, yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetimde yetmişüç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırka kurtulur” buyurmaktadır. Eshâb-ı kiram bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda;“Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurdu.
Bir başka hadîs-i şerîfte; “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helak olacaktır” buyurduğunda Eshâb-ı kiram; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel-cemâattir” buyurdu. Eshâb-ı kiram bu defa “Ehl-i sünnet vel-cemâat nedir?” diye sordular. “Bugün benim ve Eshâbımın bulunduğu yolda olanlardır” buyurdu.
Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır ( aleyhisselâm ). Eshâb-ı kiram îmân bilgilerini bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i i’zâm da bu bilgileri, Eshâb-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Ya’nî, bunları anlamak, doğruluklarını ve kıymetlerini kavramak için akıl lâzımdır. Hadîs âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet i’tikâdında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhebde idi. İ’tikâdda mezhebimizin iki imâmı olan Mâtürîdî ve Eş’arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Her iki imâm, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve tenkidleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, mezheblerinin ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen binlerce derin âlim ve veli, bu iki yüce imâmın kitaplarını inceliyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri, nassları, zâhirleri üzere almışlardır. Ya’nî, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık olan ma’nâlar vermişler, zarûret olmadıkça, nassları te’vîl etmemişler, bu ma’nâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklidcilerinden işittiklerine uyarak, îmân bilgilerinde ve ibâdetlerinde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
Son asırlarda Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılan ba’zı din adamları “Selefiyye” adını verdikleri sapık bir yol tutmuşlardır. Bunun i’tikâdda mezheb olduğunu söyleyip, kitaplarında yazmışlardır. Halbuki İslâmiyette “Selefiyye mezhebi” diye bir şey yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir şey bildirmemişler ve kitaplarında asla yazmamışlardır, İslâmiyette “Selef-i sâlihîn” mezhebi, ya’nî Ehl-i sünnet mezhebi vardır. Selef-i sâlihîn; hadîs-i şerîf ile medh edilen, övülen ilk iki asrın müslümanlarıdır. Ya’nî Selef-i sâlihîn, Eshâb-ı kiram ve Tabiîne verilen isimdir. Bu şerefli insanların i’tikâdına “Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi” denir. Bu mezheb, imân, inanç mezhebidir. Eshâb-ı kiramın ve Tâbiîn-i i’zâmın Îmânları hep aynı idi. İnançları arasında hiç bir fark yoktu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri İlcâm-ül-avâm kitabında “Bu kitapta i’tikâd fırkalarından, Selef mezhebinin hak olduğunu bildireceğim. Bu mezhebden ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshâbın ve Tabiînin i’tikâdları demektir...” buyurarak Selef mezhebi demenin, Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi demek olduğunu açıkça bildirmiştir.
Mısır’daki Ezher Üniversitesinden mezun üstâd İbn-i Halife Alîvî “Akıdet-üs-selef-i vel-halef adlı kitabında şöyle yazmıştır: “Ebû Zehrâ (Târih-ül-mezâhib-ül-İslâmiyye) kitabında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, Hanbelî mezhebinden ayrılan ba’zı kimseler, kendilerine (Selefiyyîn) ismini verdiler. Hanbelî mezhebi âlimlerinden Ebü’l-Ferec İbn-i Cevzî ve diğer âlimler bu selefîlerin, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli, mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Daha sonra yedinci asırda, İbn-i Teymiyye el-Harrânî bu fitneyi tekrar alevlendirdi. Kendilerine (Selefiyye) ismini takanlar, İbn-i Teymiyye selefîlerin büyük imâmı dediler. İbn-i Teymiyye, Hanbelî mezhebinde olarak yetişti. Ya’nî, Ehl-i sünnet idi. Fakat sonradan kendi aklına uyarak, sapık görüşler ortaya attı. Ehl-i sünnet i’tikâdından ve dolayısı ile Hanbelî mezhebinden ayrılıp uzaklaştı. Kendi başına ayrı bir yol tutup, tuttuğu bu sapık yolda sürüklenip gitti. Kendine tâbi olanları da saptırdı. Ona tâbi olanlar onun bu yoluna selefiyye dediler. Bu husûsu derinlemesine araştırıp, incelememiş ve kaynakları iyi anlayamamış olan ba’zıları Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarındaki “Selef ve “Selef-i sâlihîn” ifâdelerini değiştirerek, “Selefiyye” şeklinde nakletmişler ve yazmışlardır. İ’tikâdda Selefiyye diye bir mezheb yoktur. Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfte fırka-i nâciye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir i’tikâd mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebidir. İmâm-ı Mâtüridî ve İmâm-ı Eş’arî bu mezhebde iki i’tikâd imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.
İmâm-ı Mâtüridî ve İmâm-ı Eş’arî ayrı bir mezheb kurmamışlar, Eshâb-ı kiramın, Tabiînin, dört mezheb imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevâtür yolu ile bildirdikleri îmân ve i’tikâd bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Şafiî’nin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise İmâm-ı a’zamın talebe zincirindedir.
Ehl-i sünnet i’tikâdının açıklamasında bu iki imâm meşhûr olmuş, yaşadıkları zamanlarda i’tikâdda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdını izah etmekte, ba’zı bakımlardan farklı usûller tâkib etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imâmın koyduğu usûllere uyarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını nakletmişlerdir.
İmâm-ı Mâtürîdî’nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet i’tikâdının başlıca esasları şunlardır:
Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. Herşeyi, O yaratmıştır. Birdir, ibâdete hakkı olan da O’dur. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları; hayat, ilim, semi’, basar, kudret, irâde, kelâm ve tekvîn’dir. Bu sıfatları da ezelidir. Allahü teâlânın isimleri tevkifidir, ya’nî dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak edilmiştir.
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, O’nun sözüdür. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin ma’nâsı, Kelâm-ı ilâhiyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur’ân denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı ilâhi olan Kur’ân mahlûk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelîdir, ebedidir.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihatasız, ya’nî şekli olmıyarak görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeği akıl anlıyamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı, O’nu görmek ni’metine kavuşmağa elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır. Hazreti Mûsâ (aleyhisselâm) peygamber olduğu hâlde bu dünyâda göremedi. Peygamberimiz mi’râc gecesinde gördü ise de, bu dünyâda değildi. Dünyâdan çıktı, âhırete karıştı. Cennete girdi ve orada gördü.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, fenâlardan râzı değildir. İnsanın yaptığı işde, kendi kuvveti de te’sîr eder. Bu te’sîre “kesb” denir.
Peygamberler (aleyhisselâm) Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyâmette herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, ya’nî rûhların cesetlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günahların oraya mahsûs bir terazi ile tartılması, Cehennem üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır.
Mü’minlere mükâfat ve ni’met için hazırlanmış olan Cennet, kâfirlere azâb için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar imânı olan ve bu îmân ile âhırete göçen Cehennemde ebedî (sonsuz) kalmıyacaktır.
İbâdetler imâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tenbellikle yapmayan kâfir olmaz. Mü’min ne kadar büyük günah işlerse işlesin imânı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara, olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emîr ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeğe kalkışmak imânı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmağa sebep olur.
Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kiramın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.
Muhammed’e (aleyhisselâm) îmân edenler, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.
Matem tutmak, dinde yoktur. Üzülmek başka, matem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz: “İki şey vardır ki, insanı küfre (imânın gitmesine) sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için matem tutmaktır” buyurdu.
Resûlullaha, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyâya tevessül ederek, ya’nî onları vesîle ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebep olur.
Tenasühe, ya’nî ölen insanın rûhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın imânı gider.
Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ): “Şefaatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır” buyurdu.
Peygamberin mu’cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.
Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ve dört halifesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, i’tikâd ve ibâdet olarak yapılmağa başlanan değişikliklerdir ve büyük felâkettir.
Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.
Ebû Mensûr-i Mâtüridî, irâde-i cüz’iyye hakkında buyurdu ki: “İrâde-i cüz’iyye, bir varlık değildir. Var olmıyan şey, yaratılmış olmaz. İrâde-i cüz’iyye, kullarda bir hâldir. Kuvveti, bir şeyi yapmak ve yapmamakta kullanmaktır. Kullar, irâde-i cüz’iyyelerini kullanmakta serbesttir. Mecbûr değildir.” Bu mezhebe göre şeytana irâde, bende bir hâldir. İyiliğe kullanırsam Allahü teâlâ iyiliği yaratır. Kötülüğe sarf edersem, onu yaratır. Eğer sarf etmezsem, ikisini de yaratmaz, diye cevap verilir. Allahü teâlânın, kul irâde etmeden de, yaratması caiz ise de, ihtiyâri olan işleri yaratmağa, kulların irâdelerini sebep kılmıştır. İrâde-i cüz’iyyemizin sebep olması da, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kul, bir iş yapmak irâde edince, Allahü teâlâ da, o işi irâde ederse, o işi yaratır. Kul irâde etmezse, itiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde, kul irâde-i cüz’iyyesini ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ, ibâdeti yaratır. Eğer günahlara sarf ederse, günahları yaratır. O zaman kul, dünyâda fenâ olur, âhırette azâb görür. Böyle olduğunu bilen bir kimseye, şeytan birşey diyemez.
“Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzu edersiniz!” meâlindeki âyet-i kerîmenin ma’nâsını, Ebû Mensûr-i Mâtüridî şöyle açıklıyor: “İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin irâdenizle, olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irâde edip yaratır.”
Ehl-i sünnetin i’tikâddaki iki imamından biri. İsmi, Ali bin İsmail’dir. Künyesi, Ebü’l-Hasen’dir. 260 veya 266 (m. 879) senesinde Basra’da doğdu. 324 veya 330 (m. 941)’da Bağdâd’da vefât etti. Basra kapısı ile Kerh arasındaki kabristana defn edildi. Soyu, Eshâb-ı kiramdan bir Sahâbîye dayanmakta olup, şeceresi şöyledir: Ali bin İsmail bin İshâk bin Sâlim bin İsmail bin Abdullah bin Mûsâ bin Bilâl bin Ebî Bürde bin Ebû Musel-Eş’arî’dir.
İmâm-ı Eş’arî, üvey babası ile mu’tezile kelamcılarından olan Ebû Ali Cübbâî’nin talebesi olduğundan, bu bozuk yol üzerine yetiştirilmişti. 40 yaşına kadar mu’tezile fırkasında bulunmuştur. Bu fırkanın meşhûrları arasına katılmıştı. 40 yaşından sonra bu bozuk yoldan dönmüştür. İmâm-ı Eş’arî’nin ( radıyallahü anh ) bu bozuk yoldan dönmesi şöyle nakledilir: Bir Ramazan-ı şerîf ayının ilk günlerinde rü’yâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ona: “Yâ Ali, benden nakledilen yola yardım eyle” buyurdular. Bu rü’yâdan sonra Ramazan-ı şerîf ayının ortasında, ikinci defa Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda görmekle şereflendi. Rü’yâsında, “Sana emrettiğim şey, ne oldu, ne yaptın?” buyurdu. “Benden bildirilen yola, sünnetime yardım et, bu yola uy!” buyurdular. Bu rü’yâdan sonra kelâm ile uğraşmayı terk etti. Üçüncü defa Ramazan-ı şerîfin yirmiyedinci gecesi, Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda gördü. “Sana emrettiğim şey ne oldu?” buyurdu. “Kelâm ilmini terkedip, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs ilmine sarıldım” dedi. “Benden rivâyet edilen, bildirilen yola, sünnetime yardımcı olmam emrettim” buyurdu. Bunun üzerine İmâm-ı Eş’arî özür dileyip, “Mes’elelerini ve delîllerini öğrenmek için otuz yıl harcadığım yolu (mu’tezileyi), nasıl terk edeyim?” dedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Allahü teâlâ sana, ilahî yardımı ile yardım eyledi. Bunu yakînen bilmeseydim sana böyle emretmezdim” buyurdu. İmam-ı Eş’arî bu rü’yâyı da gördükten sonra uyanıp, “Hakdan öte, sapıklıktan başka bir şey yok” diyerek, mu’tezile yolundan dönüp, Ehl-i sünnet i’tikâdına girdi. Bu rü’yâsından sonra onbeş gün evinden çıkmadı. Mes’eleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Câmii’ne gidip, kürsî’ye çıktı. O sırada mu’tezile bozuk yolunun meşhûr ve kuvvetli âlimlerinden sayılan ve böyle bilinen İmâm-ı Eş’arî, kürsüden cemaate şöyle hitâb etti: “Ey insanlar! Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki delîlleri gözden geçirdim. Tercih husûsunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan beni hidâyete, doğru yola kavuşturmasını istedim, duâ ettim. Allahü teâlâ beni hidâyete, doğru yola kavuşturdu. Mu’tezile yoluna âit i’tikâdlarımın hepsinden vazgeçip, kurtuldum” diyerek, Ehl-i sünnet i’tikâdına girdiğini herkese ilan etti.
Önceden mu’tezile yolu üzere yazdıklarını ve bildirdiklerini iptal etti. Ehl-i sünnet i’tikâdı üzere kitaplar yazıp, dağıttı. Ömrünün sonuna kadar bu doğru i’tikâdın yayılması için uğraştı.
Ebü’l-Hasen-i Eş’arî hazretlerinin Ehl-i sünnet mezhebine gemesi ile, kelâm ilmi, mu’tezilenin elinden kurtulmuş oldu. Onların elinde tehlikeli ve zararlı iken, doğru yolda gidenlere rehber oldu. Onun Ehl-i sünnete geçmesi, Ehl-i sünnet i’tikâdının yayılmasında büyük bir zafer olmuştur. O zaman te’sîrli ve zararlı olan mu’tezile yolu mensûbları, İmâm-ı Eş’arî tarafından susturulmuştur. Onları öyle zorlayıp sıkıştırdı ki, hepsi küçük ve güçsüz karıncalar gibi kaldılar. Daha önce hocası olan mu’tezilenin ileri gelenlerinden Ebû Ali Cübbâî ile yaptığı münâzarada onu mağlub etti. Çok meşhûr olmasına rağmen, Eş’arî’nin ( radıyallahü anh ) karşısında cevap vermekten aciz kaldı.
Ebû Sehl Su’lukî şöyle anlatır: “Basra’da bir mecliste Ebü’l-Hasen Eş’arî ile mu’tezilîler arasında çetin bir münazara oldu. Mu’tezilîler çok kalabalıktı. Onunla münâzaraya giren herkes yeniliyor, susmak mecbûriyetinde kalıyordu. Öyle oldu ki, o gün artık kimse onun karşısına çıkamadı. İkinci defa böyle bir münâzara için gittiğimizde, mu’tezileden kimse gelmemiş, münâzaraya cesâret edememişlerdi. Bunun üzerine bir zat İmâm-ı Eş’arîye: “Firar ettiler, kaçtılar yaz, kapıya as!” dedi.
İmâm-ı Eş’arî; tefsîr, hadîs ve fıkıh ilmini zamanın meşhûr âlimlerinden olan Zekeriyya bin Yahyâ es-Sâci’den, Ebû Halife el-Cumhî, Sehl bin Serh, Muhammed bin Ya’kub el-Mukrî, Abdurrahmân bin Halef ed-Dabî’den öğrenmiştir. Bağdâd’da Câmi-i Mensûr’da Cum’a günleri Ebû İshâk Mervezî’nin hadîs derslerine devam etmiş, kendisi de Ebû İshâk Mervezî’ye kelâm ilmini öğretmiştir.
İmâm-ı Eş’arî tasavvuf ilminde de âlim ve evliyâ idi. Ebû İshâk İsferanî şöyle demiştir: “Benim ilmim, Şeyh Ebü’l-Hasen Bâhilî’nin ilmi yanında, deniz yanında bir damla gibidir. Ebü’l-Hasen Bâhilî’nin de, benim ilmim, Ebü’l-Hasen Eş’arî’nin ilmi yanında, deniz yanındaki bir damla gibidir, dediğini işittim.”
İmâm-ı Eş’arî, gayet tatlı, açık ve ikna edici konuşurdu. Bu sebeple hocası Cubbai, daha önce münâzaralara kendi yerine onu gönderirdi. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için mücadeleyi sever, yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdafaadan yılmazdı. İmâm-ı Eş’arî’nin zamanı, mu’tezile fırkasının Ehl-i sünnete çok saldırdığı, hatta zorbaya baş vurduğu bir döneme rastlamaktadır. Vâlilik, kadılık gibi makamlar, mu’tezile fırkasından olanların elinde bulunuyordu. Böylece bozuk i’tikâdlarını yayıyorlar, insanları saptırıp, imânları ile oynuyorlardı. Bu sırada İmâm-ı Eş’arî ve diğer Ehl-i sünnet âlimleri, kitablar yazarak onları reddediyor, bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. İmâm-ı Eş’arî ayrıca, mu’tezile fırkasının ileri gelenleri ile çetin münâzaralara girip, onları susturdu. Kendisine, neden onların yanlarına, hatta devlet erkanından olanlarının makamına gittiği sorulunca, şöyle cevap vermiştir: “Onlar vâlilik, kadılık gibi makamlarda bulunuyorlar. Kibirleri sebebi ile bize gelmezler. Biz de gitmezsek, hak nasıl ortaya çıkacak? Ehl-i sünneti anlatanların, onu yayıp, hizmet edenlerin bulunduğunu nasıl bilecekler ve nasıl anlayacaklar?”
Ebû Abdullah İbni Hafif şöyle anlatmıştır: “Gençliğimde, İmâm-ı Eş’arî hazretlerini görmek için Basra’ya gitmiştim. Basra’ya vardığımda, heybetli ve güzel yüzlü, yaşlıca bir zat gördüm. Ona, “Ebu’l-Hasen Eş’arî hazretlerinin evi nerededir?” dedim. “Onu niçin arıyorsun?” dedi. “Onu seviyorum ve görüşmek istiyorum” dedim. Bana, “Yarın erkenden buraya gel” dedi. Ertesi gün erkenden söylediği yere gittim. Beni yanına alıp, Basra’nın ileri gelenlerinden birinin evine götürdü. İçeri girince, o zâta yer gösterdiler. O da oturdu. Mu’tezilenin meşhûr âlimleri, münâzara için orada toplanmıştı. Biz girip oturduktan sonra, o mecliste bulunanlar, aralarında oturan bir mu’tezile âlimine çeşitli mes’eleler sormaya başladılar. O şahıs cevap vermeye başlayınca, beni oraya götüren zât karşısına çıkıp, söylediği yanlış şeyleri reddediyor, doğrusunu söyleyip, onu susturuyordu. Öyle konuşuyordu ki, dinleyenleri tam ikna edip, doyurucu bilgi veriyordu. Ben, bu zatın haline ve ilmine hayran oldum. Yanımda bulunan birine “Bu zat kimdir?” dedim. “Ebü’l-Hasen Eş’arî’dir” dedi. İmâm-ı Eş’arî evden çıktıktan sonra, yine peşinden gittim. Yanına yaklaşınca, “İmam-ı Eş’arî’yi ve hizmetini nasıl buldun?” buyurdu. “Fevkalade” dedim. Sonra, “Efendim, o mecliste neden siz baştan bir mes’ele sormadınız? Başkaları sorduktan sonra mevzûa girdiniz?” dedim. Biz, bunlarla konuşmak için söze girmiyoruz. Ancak Allahü teâlânın dininde yanlış ve sapık şeyler söylediklerinde reddediyoruz. Yanlış olduğunu isbat edip, kendilerine doğrusunu bildiriyoruz” buyurdu.
İmâm-ı Eş’arî, eser yazmak, münâzaralara girmek ve kıymetli talebeler yetiştirmek sûretiyle, Ehl-i sünet i’tikâdının yayılması ve böylece insanların se’âdete kavuşması husûsunda büyük hizmetler yapmıştır. Yetiştirdiği talebelerinden bir kısmı şu zâtlardır: Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah, Ebü’l-Hasen Bahilî, Ebû Abdullah bin Hafif Şîrâzî, Hâfız Ebû Bekr Cürcanî el-İsmâilî, Şeyh Ebû Muhammed Taberî el-Irakî, Zâhir bin Ahmed Serahsî, Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, Dimyânî. Bunlardan Ebû Abdullah Tâi, İmâm-ı Ebû Bekr Bakıllanî’nin hocasıdır. Ebü’l-Hasen Şazilî de Ebû İshâk İsferanî’nin ve hocası olan Ebû Bekr Fûrek’in hocasıdır. Bu zat, önceden İmâmiyye fırkasından iken, Ebü’l-Hasen Eş’arî hazretleri ile yaptığı bir münâzara ve ilmî mübahese sonunda hatasını anlayıp, imâmiyye fırkasını terk edip, Ehl-i sünnet i’tikâdına girdi. İmâm-ı Eş’arî’nin bildirdiği i’tikâdı Basra’da yaydı. İbn-i Hafîf ise, İmâm-ı Eş’arî’nin en meşhûr talebelerinden olup, (Şeyh-i Şîrâziyyîn) Şîrâzlıların şeyhi, üstadı ismiyle meşhûr olmuştur. Diğer meşhûr bir talebesi olan Dimyanî ile İbn-i Hafîf, İmâm-ı Eş’arî’nin münâzara meclislerinde yanında bulunurlardı. Talebelerinden Ebû Abdullah Hameveyh es-Sayrafî, uzun müddet İmâm-ı Eş’arî’nin yanında bulunmuştur. Sonra memleketi Şîrâz’a dönüp, orada ders verip, talebe yetiştirmiş; İmâm-ı Eş’arî’nin bildirdiği i’tikâd bilgilerini memleketinde yayılmıştır. Şeyh Ebû Ali Zâhir de, hocası İmâm-ı Eş’arî’den öğrendiği Ehl-i sünnet bilgilerini Horasan’da yaydı. Böylece İmâm-ı Eş’arî’nin bildirdiği i’tikâd bilgileri, Ehl-i sünnet mezhebi, doğuda ve batıda yayıldı. Hicrî 300 senesinden itibâren Irak havâlisinde, İran’da yayıldı. Selçuklu devleti hükümdârlarının resmi mezhebi oldu. Daha sonra Atâbekler tarafından müdafaa edilip, Şam ve Bağdâd çevresinde yayıldı. Selahüddîn Eyyûbî Mısır’ı fethedince, orada da yayıldı.
Eserleri: İmâm-ı Eş’arî’nin eserleri, beş grubta toplanır:
1.Kırk yaşından önce mu’tezile iken yazdığı eserler. Bunları sonradan iptal etmiştir.
2.Felsefecilere, yahudi, hıristiyan ve mecûsilere yazdığı reddiyeler.
3.Hariciye, mu’tezile, şia ve zâhiriyye fırkalarına yazdığı reddiyeler.
4.Makalatlar.
5.Kendisine sorulan suallere cevap olarak yazdığı risaleler ve diğerleri.
Eb’ül-Hasen El-Eş’arî hazretlerinin pekçok eseri vardır. Bunları İbn-i Asakir “Tebyîn isimli eserinde, İbn-i Fûrek’den nakledip, isimlerini yazmıştır. İbn-i Fûrek ise, “Ebul-Hasen; el-Eş’arî ( radıyallahü anh ), el-Umed (veya el-Gamed) adlı da, kendi eserlerini saydığını bildirmektedir. Bu eserler, onun yanında dersini dinliyenlere söyliyerek yazdırdıkları, çeşitli İslâm memleketlerinden sorulan suallere verdiği cevapları ihtivâ eden, üçyüzyirmi senesine kadar yazdığı kitaplardır. Bundan sonra üçyüzyirmidört senesine kadar da pek çok eser yazmıştır:” demektedir. İbn-i Fûrek ayrıca, Ebü’l-Hasen el-Eş’arî’nin el-Umed adlı eserinde isimlerini bildirdiği eserlerden başka kitaplarını da bildirmektedir.
“El-Umed” adlı eserde bildirilen kitaplardan ba’zıları:
1. Kitâb-ül-Fusûl: Mulhidler (dinsizler) tabiatcı felsefeciler, dehrîler, zamanın ve alemin kadîm olduğuna inananlara reddiyedir. Bu kitapda; brehmenler, yahudiler, hıristiyanlar ve mecûsilere de cevaplar vermiştir. Bu kitap büyük bir eserdir.
2. Mûcez: On iki kitaptan ibârettir.
3. Halk-ul-efâl
4. İstitâa hakkındaki kitap
5.Sıfatlar hakkındaki kitap
6.El-Luma fi’r-reddi alâ ehli’z-zeygi ve’l-bida’: Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın irâdesi, Allahü teâlânın görülmesi, kader, istitâa, va’d ve va’id ve imamet mes’elelerinden bahseden on bölüm ihtivâ eden kıymetli bir kitabtır. İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin bu mevzûlarda söyledikleri hakkında iyi bir kaynaktır. Yakın zamanda Mısır’da ve Beyrut’ta basılmıştır. Beyrut baskısında, ayrıca Richard J.Mc. Carthy tarafından bir mukaddime ve İngilizceye tercümesi vardır. Spitta, bu eseri hülasa ederek, Joselp Hell tarafından Almancaya tercüme edilmiştir.
7.Risâlet-ül-Îmân: Spitta bu kitabı Almancaya tercüme etmiştir.
8.Kitab-ül-Fünûn: Mulhidlere (dinsizlere) cevap olarak yazılmıştır.
9.Kitab-ün-Nevâdir: Kelâm ilminin inceliklerini anlatır.
10.Dehrîlerin (dinsizlerin) Ehl-i tevhîd’e karşı yaptıkları bütün i’tirâzlarının toplandığı bir kitap.
11. El-Cevher fi’r-Reddi ala ehli’z-Zeygi vel-Münker.
12.Nazar, istidlal ve şartları hakkında Lübbaî’nin suallerine verilen cevaplar.
13.Mekalat-ül-felasife: Felsefecilere cevap olarak yazılmış bir eserdir. Kitap üç makaleyi ihtivâ eder. Eserde İbn-i Kays ed-Dehrî’nin ba’zı şüpheleri, Aristo’nun semâ (gök ve alem) hakkındaki fikirleri çürütülmüş; hadîseleri, se’âdetve şekaveti yıldızlara bağlıyanlara lazım gelen şeyler açıklanmıştır.
14. Cevab-ül-Horasâniyyîn: Çeşitli mes’eleleri ihtivâ eder.
El-Umed’de bildirilenlerden başka, İbn-i Fûrek’in zikrettiği eserlerinden ba’zıları da şunlardır:
1.Tenasühe inananlar hakkındaki eser.
2.Mantıkçılara dair yazılan eser.
3.Hıristiyanlar hakkında yazılan kitap.
4.Delail-ün-nübüvve hakkındaki kitap.
İmâm-ı Eş’arî’nin ayrıca: Risale ketebbiha ila ehli’s-sagr bi bab-ül-ebvab adlı eseri vardır. Kitap, Kafkas dağlarının Hazar denizi ile bitiştiği yerde bab-ul-ebvab (Demirkapı yahud Derbend) denilen kasabanın âlimlerine yazılmıştır. Bu eser, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerini geniş olarak anlatmaktadır.
Bunlardan başka şu eserleri de meşhûrdur:
Makalat-ül-İslâmiyyin: Bu eserinde i’tikâdî fırkalardan ve kelâm ilminin ince mes’elelerinden bahsetmektedir. Matbûdur.
El-İbane an usul-üd-diyane; Ehl-i sünnet dışı fırkaların reddi için yazılmış olup, bu husûstaki delîlleri içinde topladığı eseridir.
Kavl-ül-cumlat, Eshâb-ül-hadîs ve Ehl-üs-Sünne fi’l-i’tikâd (basılmamıştır.) Risâlet-ul-istihsân el-Havdu fî ilm-il-kelam, basılmıştır. İngilizce tercümesi vardır.
İzah-ül-Burhan et-Tebyîn ala usûl-id-dîn, Kitab-ül-ulüm, Tefsîr-ül-Kur’ân- eş-Şerh vet-tafsil, İbn-i Asakir’in bildirdiğine göre, Ebü’l-Hasen Eş’arî’nin tefsîri 70 veya 300 cild idi.
İmâm-ı Eş’arî, Ehl-i sünnetin i’tikâdda iki imamından biridir. İ’tikâdda diğer imam da, İmâm-ı Mâtüridî’dir. Bu iki büyük âlim, Ehl-i sünnet i’tikâdını yaymış olup, i’tikâdda iki imamdırlar. Ehl-i sünnetin reîsi ise İmâm-ı a’zamdır.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı kiramın ( radıyallahü anh ) bildirdiği i’tikâd, imân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilm-i kelam, ya’nî imân bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan İmâm-ı a’zamın talebesi olan İmâm-ı Muhammed Şeybanî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcanî dünyâca meşhûr oldu. Bunun talebesinden de, Ebû Nâsır-ı Iyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Matüridî’yi yetiştirdi. Ebû Mensûr, İmâm-ı a’zamdan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet i’tikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmâm-ı Eş’arî de; İmâm-ı Şafiî’nin talebesi zincirinde, bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshâb-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin bildirdiği i’tikâd ve imân bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş’arî ve Mâtüridî, hocalarının müşterek mezhebi olan (Ehl-i sünnet vel-cemaat)den dışarı çıkmamışlardır.
Bu iki imâmın ve hocalarının ve bunlarında hocaları olan, amelde dört hak mezheb imamlarının ve onlara tabi olanların imânda, i’tikâdda tek bir mezhebi vardır. Bu mezheb Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslâmiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imânı ve i’tikâdı emretmektedir. Bu imânın esaslarını ve nasıl i’tikâd edileceğini, bizzat Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tebliğ etmiştir. İnsanlara, kendilerini ve herşeyi yaratan Allahü teâlâyı haber veren Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), Allahü teâlâya, O’nun yarattıklarına ve O’nun emir ve yasaklarına imânın nasıl olacağını da bildirmiştir. Muhammed aleyhisselâma ve O’nun bildirdiklerine temiz, dürüst ve hakikî bir imân, ancak O’nun bildirdiğini tam ve hiç şüphesiz kabûl edip inanmakla mümkün olur. Bu husûsta çok az, kıl kadar da olsa bir ayrılığın, O’ndan ayrılmak olacağı meydandadır. Böyle bir ayrılığa düşenlerin öne sürecekleri, dinî, siyâsî, beşerî, içtimaî, fennî, v.s. gibi sebeplerin, ayrılmalarını haklı gösterecek hiçbir tarafı yoktur. Çünkü İslâmiyet, her ne sûret ve sebeple olursa olsun, imânda ve i’tikâdda ayrılığa asla izin vermemekte, yasaklamaktadır.
Eshâb-ı kiramın îmân ve i’tikâdda hiçbir ayrılıkları olmadı. Eshâbdan olmayanlar ve daha sonraki asırlarda gelenler arasında ise zamanla îmânda, i’tikâdda ba’zı ayrılıklar ortaya çıkarıldı ve bid’at fırkalarının sayısı yetmişikiye ulaştı. Bu ayrılıkları çıkaranların ve bunların sözlerine inanarak bozuk düşüncelerini benimseyenlerin ileri sürdükleri sebepler çok çeşitli ve her birine göre farklı olmakla beraber, esas sebepler; “Münâfık” ve başka dinden olanların çıkardıkları fitneler, Kur’ân-ı kerîmin müteşâbih âyetlerini kendi anlayışlarına göre te’vîl etmeye kalkışmaları, eski Hind ve Yunan felsefesi ile, mecûsî inançlarının İslâmiyete sokulma çabaları, Eshâb-ı kiramın maslahata (huzûrun, dirliğin teminine) âit konulardaki ictihâd ayrılıklarını anlayamama ve bunları kendi nefsânî arzularına, siyâsî maksat ve ihtirâslarına perde veya âlet etme, kısa zamanda çok geniş ülkelere yayılan İslâmiyetin henüz yeni müslüman olmuş büyük kitlelerce tam anlaşılmadan bir takım insanların eski din ve inançlarına âit ba’zı unsurları tamamen terk edememeleri ve bunları İslâmiyetten sayma yanlışına düşmeleri” şeklinde özetlenebilir. Ancak, İslâm târihinde görülen 72 sapık fırkanın ortak vasfı; siyâsi ve dünyevi menfaat ve sâiklerle ortaya çıkmış olmalarına rağmen, hemen hepsi Kur’ân-ı kerîmdeki muhkem ve bilhassa müteşâbih âyet-i kerîmeleri kendi akıllarına göre tefsîr yoluna gitmişler. Böylece felsefe yaparak ve bu âyetleri, iddiaları istikametinde tev’il ederek kendilerine Kur’ân-ı kerîmden delîller bulduklarını ileri sürmüşlerdir. Meselâ, Kur’ân-ı kerîmde geçen, Allah’ın eli, yüzü, tahtı v.b. sıfatlarını gösteren ifâdeleri, kendi düşüncelerine ve konuşma dilindeki mâ’nâlarıyla kabûl ederek, Allahü teâlâyı zâtı ve sıfatlarıyla tecsim eden, ya’nî cisim ve insan şeklinde düşünen bu sapık fırkalar, Kur’ân-ı kerîmin doğru ma’nâsı olan murâd-ı ilâhiyi anlayamamışlar, doğrusunu anlatan Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını kabûl etmedikleri gibi, ayrıca onlara fikren ve fiilen saldırmışlardır.
İslâmiyette ilk i’tikâd ayrılıkları, Hazreti Osman’ın şehîd edilmesi hâdisesinden sonra, Abdullah İbni Sebe adındaki münâfık olan bir yahudinin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak îmânlarını bozmak gayesiyle i’tikâddaki birlik ve beraberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur. Abdullah İbni Sebe, Hazreti Ali’nin halifelik meselesini bahâne ederek, müslümanları bölmek gayretine düştü. Kendisine taraftar toplamak ve onlara görüşlerini kabûl ettirmek için, “Hazreti Ali’nin Peygamber olduğundan, Allahü teâlânın ona hulul ettiğine” varıncaya kadar pekçok şeyler uydurdu. Bir kısım insanları aldattı. Abdullah İbni Sebe’ye aldananların içinde siyâsî hırs ve gayret ile hareket edenler çoktu. Böylece Hazreti Ali taraftarıyız diyerek, İslâm dînine bozuk inançlar karıştırdılar. Zamanla hilâfet, Hazreti Ali’nin hakkıdır diyen ve bu inanca sahip olanlara “Şia” (Şii) denildi. Şiîler, zamanla başka konularda da Ehl-i sünnetten ayrılıp, kendi içlerinde çeşitli kollara bölündüler.
Hazreti Ali’nin hilâfeti, hakem ta’yini yoluyla Hazreti Muâviye’ye bırakmasını beğenmeyip, Hazreti Ali’ye ve Hazreti Muâviye’ye karşı çıkıp ayrılanlara ise “Haricî” ismi verildi. Hâricîler’den bir kısmı Kur’ân-ı kerîmin ba’zı bölümlerini kabûl etmezler. Bir kısmı da sapıklıklarında yeni bir peygamber geleceğine inanacak kadar ileri gitmişlerdir.
Bozuk fırkalardan biri olan mu’tezile ise, Hasen-i Basrî’nin ( radıyallahü anh ) derslerinde bulunan Vâsıl bin Atâ tarafından ortaya çıkarılmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimi ve veli bir zât olan Hasen-i Basrî, “Büyük günah işleyen ne mü’mindir nede kâfirdir” diyerek Ehl-i sünnetten ayrılan Vâsıl bin Atâ için, “I’tezele annâ vâsıl” Ya’nî, “Vâsıl bizden ayrıldı” buyurmuştu. Buradaki’ “I’tezele ayrıldı” kelimesinden dolayı Vâsıl’a ve onun yolunu tutanlara “Mu’tezile” ismi verilmiştir. Sonraki yıllarda bilhassa felsefe eğitimi yapmış ve felsefeye meraklı kişiler, Vâsıl bin Atâ’nın yolundan yürüyerek Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları ile, kader, amellerle (ibâdetlerle, muamelâtla.) îmân arasındaki münâsebet ve diğer konularda İslâm dîninin sınırlarını zorlayacak kadar ileri derecelere varan ayrılıklara düşmüşlerdir.
Ayrıca mürcie, kaderiyye, ibâhiye, mücessime, cebriyye gibi birçok bozuk fırkalar, İslâm târihi boyunca çeşitli yerlerde ortaya çıkmış kendi içlerinde de sayılamayacak kadar çok kollara ayrılarak bir müddet yaşayıp sonra unutulup gitmişlerdir. Ancak son asırlarda zuhur eden Vehhâbîlik, bilhassa Arabistan’da yayılmış ve bugün de, çeşitli İslâm ülkelerindeki müslümanlar arasına yayılması için çalışılmaktadır.
Diğer bozuk fırkalar târih içinde kaybolup gitmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemâat ise her devirde çok olmuş, İslâmiyet îmân, i’tikâd, amel ve ahlâk esasları olarak Ehl-i sünnet âlimleri tarafından her asırda, aslı üzere müdâfaa ve muhafaza edilerek, bugüne ulaştırılmıştır. Bugün dünyâdaki müslümanların yarıdan çoğu, Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdı üzeredirler.
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, îmânda parçalanmanın, fırkalara (mezheblere) ayrılmanın kötü olduğunu bildiriyor. Allahü teâlâ, Nisa sûresi 114. âyetinde meâlen“Hidâyeti (kurtuluş yolunu) öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp mü’minlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme atarız” ve Âl-i İmrân sûresi 103. âyetinde de meâlen “Hepiniz Allahın ipine (Kur’ân-ı kerîme) sımsıkı sarılınız.. Fırkalara bölünmeyiniz” buyurmaktadır. Hazret-i Peygamberimiz de ( aleyhisselâm ) müslümanlar arasında îmânda ve i’tikâdda ayrılıkların felâket olduğunu bildirerek meşhûr olan bir hadîs-i şerîfinde: “Benî İsrail (yahudiler), yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasarâ (hıristiyanlar) da, yetmişiki fırkaya ayrılmıştı. Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırka kurtulur” buyurmaktadır. Eshâb-ı kiram bu bir fırkanın kimler olduğunu sorduğunda “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurdu.
Bir başka hadîs-i şerîfte; “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helak olacaktır” buyurduğunda Eshâb-ı kiram; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel-cemâattir” buyurdu. Eshâb-ı kiram bu defa “Ehl-i sünnet vel-cemâat nedir? diye sordular. “Bugün benim ve Eshâbımın bulunduğu yolda olanlardır” buyurdu.
Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahtır ( aleyhisselâm ). Eshâb-ı kiram îmân bilgilerini bu kaynaktan aldılar. Tâbiîn-i i’zâm da, bu bilgilerini, Eshâb-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakl ve tevâtür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değişdiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Ya’nî, bunları anlamak, doğruluklarını kıymetlerini kavramak için akıl lâzımdır. Hadîs âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet i’tikâdında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhebde idi. İ’tikâdda mezhebimizin iki imâmı olan Mâtürîdî ve Eş’arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imâm, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve tenkidleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, mezheblerinin ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen binlerce derin âlim ve velîler, bu iki yüce imâmın kitablarını inceliyerek, ikisinin de Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri, (Nass)ları, zâhirleri üzere almışlardır. Ya’nî, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık ve meşhûr olan ma’nâları vermişler, zarûret olmadıkça nassları te’vîl etmemişler, bu ma’nâları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, îmân bilgilerinde ve ibâdetlerinde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
Son asırlarda Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılan ba’zı din adamları “selefiyye” adını verdikleri sapık bir yol tutmuşlardır. Bunun i’tikâdda mezheb olduğunu söyleyip, kitablarında yazmışlardır. Halbuki, İslâmiyette “Selefiyye mezhebi” diye bir şey yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bir şey bildirmemişler ve kitaplarında asla yazmamışlardır, İslâmiyette “Selef-i sâlihîn” mezhebi, ya’nî Ehl-i sünnet mezhebi vardır. Selef-i sâlihîn, hadîs-i şerîf ile medh edilen, övülen ilk iki asrın müslümanlarıdır. Ya’nî, Selef-i sâlihîn, Eshâb-ı kiram ve Tabiîne verilen isimdir. Bu şerefli insanların i’tikâdına “Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebi” denir. Bu mezheb îmân, inanç mezhebidir. Eshâb-ı kiramın ve Tâbiîn-i i’zâmın îmânları hep aynı idi. İnançları arasında hiç fark yoktu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri İlcam-ül-avâm kitabında “Bu kitabta i’tikâd fırkalarından, Selef mezhebinin hak olduğunu bildireceğim. Bu mezhebten ayrılanların bid’at sahibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshâbın ve Tabiînin i’tikâdları demektir...” buyurarak, Selef mezhebi demenin, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezhebi demek olduğunu açıkça bildirmiştir.
Mısır’daki Ezher Üniversitesinden mezun üstâd İbn-i Halife Alîvî “Akıdet-üs-selef-i vel-halef adlı kitabında şöyle yazmıştır. “Ebû Zehrâ (Târih-ül-mezâhib-ül-İslâmiyye) kitabında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, Hanbelî mezhebinden ayrılan ba’zı kimseler, kendilerine (Selefiyyîn) ismini verdiler. Hanbelî mezhebi âlimlerinden Ebül-Ferec, İbnü’l-Cevzî ve diğer âlimler, bu selefilerin, Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli, mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Daha sonra yedinci asırda İbn-i Teymiyye el-Harrânî bu fitneyi tekrar alevlendirdi. Kendilerine (Selefiyye) ismini takanlar, İbn-i Teymiyye selefilerin büyük imâmı dediler. İbn-i Teymiyye, Hanbelî mezhebinde olarak yetişti. Ya’nî Ehl-i sünnet idi. Fakat sonradan kendi aklına uyarak, sapık görüşler ortaya attı. Ehl-i sünnet i’tikâdından ve dolayısı ile Hanbelî mezhebinden ayrılıp uzaklaştı. Kendi başına ayrı bir yol tutup, tuttuğu bu sapık yolda sürüklenip gittiler. Kendine tâbi olanları da saptırdı. Ona tâbi olanlar onun bu yoluna sefefiyye dediler. Bu husûsu derinlemesine araştırıp, incelememiş ve kaynakları iyi anlayamamış olan ba’zı din adamları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarındaki “Selef ve Selef-i sâlihîn” ifâdelerini değiştirerek, “sefefiyye” şeklinde nakletmişler ve yazmışlardır. İ’tikâdda selefiyye diye bir mezheb yoktur. Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfte fırka-i nâciye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir i’tikâd mezhebi vardır. O da, Ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebidir, İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş’arî bu mezhebde iki i’tikâd imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.
İmâm-ı Mâtürîdî ve İmâm-ı Eş’arî ayrı bir mezheb kurmamışlar, Eshâb-ı kiramın, Tabiînin, dört mezheb imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevâtür yolu ile bildirdikleri îmân ve i’tikâd bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Şafiî’nin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmâm-ı Mâtürîdî ise, İmâm-ı a’zamın talebe zincirindedir.
Ehl-i sünnet i’tikâdının açıklanmasında bu iki imâm meşhûr olmuş, yaşadıkları zamanlarda i’tikâdda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı, Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdını izah etmekte, ba’zı bakımlardan farklı usûller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imâmın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını nakletmişlerdir.
Ebü’l-Hasen-i Eş’arî buyuruyor ki: “Şeyhaynın (ya’nî Hazreti Ebû Bekr ile Hazreti Ömer’in), diğer bütün ümmetten üstün olduğu mukakkaktır. Buna inanmıyan ya câhildir veya inadcıdır.”
İmâm-ı Eş’arî hazretlerinin. Kafkas sıradağlarının Hazar Denizine ulaşan ucunda Bâb-ül-ebvâb (Demirkapı veya Derbend) denilen kasaba âlimlerine, Ehl-i sünnet i’tikâdını bildirmek için yazdığı “Risâletün ilâ ehli’s-sagr” (Hudûd ahâlisine bir mektûb) adlı eserinde ba’zı bölümlerin tercümesi şöyledir:
Allahü teâlâya hamd olsun ki, bizi, doğru yola ulaştıran sünnet-i seniyyeye Uymayı sevdirdi. Helake götüren bid’atlerden uzaklaştırdı. Kalblerimizi, yakînin (kat’î ve kuvvetli îmânımızın) hasıl ettiği serinlik ve huzûr ile doldurdu. Müslümanlık ile bizi azîz kıldı. Bizi, Resûlüne ( aleyhisselâm ) uyanlardan, O’nun rehberliğine yapışanlardan eyledi. Bid’atlere dalıp, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Eshâb-ı kiramın (aleyhimürrıdvân) yolundan ayrılarak yalnız kalmaktan kurtarıp, cemâatle beraber olmayı ihsân etti.
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) salât-ü selâm olsun ki, bizi Allahü teâlânın emir ve yasaklarına da’vet etti. Allahü teâlâ bu husûsta ona âyetleriyle yardım etti. Kendisine mu’cizeler vererek, hakkındaki şüpheleri giderdi. Kendi rızâsına nasıl ulaşılacağını O’nun ile bildirdi. İçlerinde kendisine delâlet eden delîller bulunduğunu en açık bir şekilde haber verdi. Nihâyet bâtıl, sönüp gitti. Hak, galip ve muzaffer olarak parladı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Peygamberlik vazîfesini yerine getirdi. Kendisine bildirilenleri tebliğ edip, ümmetine nasîhatta bulundu.
İmdi! Ey Bâb-ül-ebvâb halkından olan âlimler ve büyükler! Allahü teâlâ sizleri yüce kudreti ile muhafaza buyursun. Sizlere yardım eylesin. Medînet-üs-Selâm’da (Bağdâd’da) mektûbunuzu aldım. Allahü teâlânın ni’metleri içerisinde olduğunuzu, hâlinizin düzgünlüğünü yakıyorsunuz. Bu sebeble, kederim ve üzüntülerim dağıldı. Allahü teâlâya çok şükrettim. Size olan ihsânını tamamlamasını, size ve bize olan ni’metlerini arttırması için Allahü teâlâya yalvardım. Duâları kabûl eden O’dur. Büyük lütuflarda bulunmak O’na lâyıktır. Allahü teâlâ yardımcınız olsun. Geçen sene 267 (m. 881) bir takım suâller sormuştunuz. Mektûbunuzda bundan da bahsediyorsunuz. Verdiğim cevapları beğendiğinizi, faydalı olduğunu, doğruluğunu kabûl ettiğinizi, şüphelerinizin gittiğini, sizi kendilerine inandırmak isteyen (o kimselerden) yüz çevirdiğinizi yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, dinde saptıranların, Resûlüne uymaktan alıkoyanların şüphelerinden bizi ve sizi muhafaza buyurduğu için Allahü teâlâya hamd ettim.
Yine siz mektûbunuzda, benden Selef-i sâlihînin asıl kabûl edip, dayandıkları ba’zı husûsları (yazmamı) istiyorsunuz. Sonra gelenler de bu asıllara (bilgilere) uymak sûretiyle, bid’at sahiplemin düştüğü, Kur’ân-ı kerîm ve Sünnet-i seniyyeye muhalefet durumuna düşmekten kurtulmuşlardır. Bu bilgilere şiddetle ihtiyâcınız olduğunu bildirdiğiniz için, size olan hürmetim ve üzerimdeki hakkınızdan dolayı, suâllerinize ve isteklerinize cevap vermekte acele ettim.
Size ba’zı temel bilgileri, delîlleri ile beraber bildirdim. Bu delîller, sizin Selef-i sâlihîne tâbi olmakta haklı olduğunuzu, Ehl-i bid’atın ise, Selef-i sâlihîne muhalefet edip, daha önce üzerinde bulundukları haktan sapmakla hatâ ettiklerini, bununla şer’î delîlerden, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bildirdiği şeylerden ayrıldıklarını gösterecektir. Yine bu delîlleri red eden, Peygamberlerin aleyhimesselâm getirdiklerini inkâr eden felsefecilerin yollarına uyduğunu da gösterecektir. Size ve söylediklerimi düşünen diğer kimselere söylenmesi gerekenleri söyledim. Allahü teâlâdan yardım diliyerek ve O’na güvenerek, sizin isteklerinizi yerine getirmekle, sevâba kavuşacağımı ümid ediyorum. Allahü teâlâ bana kâfidir ve O ne güzel vekîldir.
Allahü teâlâ sizi doğru yola hidâyet eylesin. Biliniz ki, Selef-i sâlihînin ve onların yolunda giden halefin (sonra gelen âlimlerin) yolu şudur:
Allahü teâlâ, Muhammed’i ( aleyhisselâm ) bütün dünyâya Peygamber olarak gönderdiği zaman, insanlar, birbirine zıt bir takım fırkalara ayrılmışlardı. Onlardan bir kısmı kitabî idi. Bunlar, Allahü teâlânın gönderdiği Tevrat ve İncîl’i değiştirmişler, kendi uydurdukları şeyler ile insanları Allahü teâlâya da’vet ediyorlardı. Bir kısmı felsefeci idi. Bunlar, akıl ile elde ettikleri bir takım bilgilerde, yanlış neticelere varmaları sebebiyle, bir çok bâtıl ve yanlış yollar ortaya çıkmıştı. Bir kısmı, brehmen idi. Bunlar, Allahü teâlânın Peygamberlerini inkâr ediyorlardı. Bir kısmı, dehrî idi. Bunlar da, kâinatın sonsuz olarak devam edeceğini, yok olmıyacağını iddia ediyorlardı. Bir kısmı, mecûsî idi. Bunlar ise, hiç tecrübe etmedikleri, bilmedikleri şeyleri iddia ediyorlardı. Bir kısmı putperest idi. Bunlar, putlara tapıyorlardı. Bunlar da şaşkınlık içerisinde kalmışlardı. Peygamberimiz Muhammed ( aleyhisselâm ) ise, insânların, kâinat ve içindekilerin sonradan yaratılmış birer mahlûk olduğuna, onların hepsinin yaratıcısı, sahibi ve mâliki olan Allahü teâlânın varlığı ve birliği inancına da’vet etti. Onlara, üzerinde bulundukları yolun yanlış olduğunu, böyle bâtıl yolları terk etmelerini istedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) onların yollarının bozukluğunu, kendisinin ise, Allahü teâlâdan bildirdiği husûslarda doğru olduğunu, apaçık âyetler ve mu’cizelerle isbât etti. Sonra Allahü teâlâya nasıl kulluk edileceğini açıkladı. Allahü teâlâ Peygamberimiz Muhammed’i ( aleyhisselâm ) bunları insanlara bildirmesi ve izah etmesi için gönderdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) insanlara, kendilerinde dil, sûret ve daha başka yönlerden farklılıklar bulunduğunu, böyle değişikliğin ise onların sonradan yaratılmış olduklarını gösterdiğini bildirdiği gibi, gerek kendilerinde ve gerekse, onların dışındaki varlıklarda, Allahü teâlânın varlığına, irâdesine ve tedbirine delâlet eden şeyler ile, Allahü teâlâyı tanıma yolunu da bildirdi. Şöyle ki; Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen, “Arzda da gerçekten tasdîk edenler için birçok ibretler vardır. Nefslerinizde de (hücrelerde vücûd yapınıza kadar) bir çok alâmetler vardır (ki, hep Allahü teâlânın kudretine, ilmine azamet ve ifâdesine delâlet ederler) Halâ görmiyecek misiniz” buyurdu. (Zâriyate 20-21)
Yine, insanın yaratılış safhaları, sûret ve şekillerindeki değişik durumlara da meâlen şu âyet-i kerîme ile işâret buyuruldu: “Biz insanı (Adem’i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem’in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı haline getirdik. Ondan sonra, kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir.” (Mü’minûn: 12-13-14)
Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O’nun irâde ve tedbîrine delalet eden en açık delîllerdendir.
İnsan çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kabiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir sûretle değil de, kendisine has özellikleriyle malûm olan ve en güzel sûrette meydana gelmesi mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir.
İnsana baktığımızda şunları görüyoruz: 1. İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan, kendisine mahsûs bir sûreti vardır. 2. İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyâçlarını te’mîn edebilmesi için hazırlanmış bir takım vâsıtalara (duyu organları) sahiptir. 3. İhtiyâç hâsıl oldukça, tertip üzere hazırlanmış gıda âletleri. Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdasını, önce annesini emmek sûretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdasını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdasını yemekle elde eder. 4. Ağızdan alınan gıdalar, mi’deye gelir. Mi’de, kendisine ulaşan gıdaları pişirir. Bu gıdalara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, tâ saçlara ve tırnaklara kadar ulaşır. 5. Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücûdun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hâle getirmek gibi ba’zı vazîfeler için hazırlanmıştır. 6. Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır. 8. Ayrıca alınan gıdalardaki fazlalıkların atılması için gerekli âletler (a’zâlar). Bunlardan başka, tesadüfi olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sahibi anlar. Aynı şekilde, bir plân dâiresinde düzenleyen, kasteden bir bina yapıcısı olmadan, bir binanın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca yukarıda saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.
Sonra Allahü teâlâ meâlen: “Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akıl sahipleri için, Allah’ın varlığını, kudret ve azametini gösterir, kesin delîller vardır.” (Âl-i İmrân-190) âyet-i kerîmesiyle bu husûsu (Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın yarattığını) ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyâde beyân eyledi. Feleklerin (Dünyâ, Ay, Güneş v.b.) hareketiyle, meydana gelen fâidelerin büyüklüğüne ve miktarına işâret buyuruldu. Gecenin meydana gelişi. Meselâ, gece, insanların istirahatı olduğu gibi ve mahsûllerine fazla gelen güneş hararetini (sıcaklığını) serinletmektedir. Gündüz ise, mahlûkâtın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini te’mîn etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların fâide te’mîn edecek şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mâni olacaktı. Aynı şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat bilinerek takatin (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktarda istirahat etmedikleri için insanlar helak olurlardı. Bundan dolayı, onlara, çalışmaları için tâkatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatleri için yeterli bir miktarı da gece kılındı. Böylece, onların hâlleri mutedil (normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri, ekinleri, malları ve hayvanları için lâzım olan kadarını alacaklardır. Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlûkâtına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsânda bulunmuştur.
Yine, mahlûkâtı kuşatan renk tabakası, onların gözlerine münâsip ve muvafık gelen renklerden yaratılmıştır. Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı.
Cisimlerin büyük ve ağır olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kanunların) Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, meâlen “Doğrusu, gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zeval bulurlarsa, onları O’ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, halimdir. Azâb için acele etmez, gafûrdur (çok bağışlayıcıdır).” (Fâtır sûre-si-41) âyet-i kerîmesiyle işâret buyuruldu. Bu âyet-i kerîme ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.
Sonra felsefecilerin tabiatcı inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su, ateş ve havanın te’sîri ile meydana geldiği hakkındaki iddialarının bozukluğunu bize; Allahü teâlâ meâlen “Arzda birbirine komşu kıt’alar (kara parçaları) üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile sulanıyor. Halbuki yemişlerin de ba’zısını ba’zısına üstün kılıyoruz. (Tad, renk ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlarda da düşünen bir topluluk için pek çok ibretler (alâmetler) vardır.” (Ra’d-4) buyurdu.
Daha sonra Allahü teâlâ, herşeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizâm ve tertip dâiresinde cereyan etmesi ile delîl getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiçbir ortağı bulunmadığını meâlen, “Eğer yer ile gökte, Allahtan başka ilahlar olsaydı, bunların ikisi de fesada uğrar, yok olurdu.” (Enbiyâ-22) âyet-i kerîmesi ile bildirdi.
Sonra, önce yaratıldıklarını kabûl ettikleri hâlde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr edenlere karşı tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman meâlen “(Ey Resûlüm)de ki: “Onları ilk defa yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamamiyle bilir” (Yâsîn-79) buyurdu. Sonra bunu onlara; Meâlen“O (Allah) ki, size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz” (Yâsîn-80) âyet-i kerîmesi ile beyân eyledi. Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgâr sebebi ile biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayatı iade etmenin caiz olduğuna delîl getirdi. (Uşar ile murah, eskiden Arapların ateş çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)
Sonra putlara tapanların yüzlerine vurarak, kendi yonttukları şeylere ibâdet etmenin bozukluğunu meâlen, “Siz kendi yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (Saffât-95) kavli ile beyân etti. Sonra meâlen “Sizi de, yaptıklarınızı da Allahü teâlâ yarattı” (Saffât-96) buyurdu. Böylece putlara değil, kendisine ibâdetin vâcib olduğunu beyân etti. Eğer sizin yontmanız olmadan, put, put olmuyorsa, Allahü teâlânın yaratması olmadan da, sizin sûret ve heyetlerinizin olmıyacağı, evvel emirde (kolayca) bilinen bir şeydir. Bundan dolayı, sizi ve sizin yonttuğunuzu yaratmak sûreti ile, yonttuğunuz şeyleri de ben yaratmış olduğumdan, ibâdete onlar değil ben lâyıkım; çünkü sizi, işlerinizi yapmanıza muktedir kılan benim, buyuruyor.
Allahü teâlâ, Peygamberlerini (aleyhisselâm) inkâr edenleri de Enam sûresi 91. âyet-i kerîmesinde red buyurdu. Meâlen; “Yahudiler, Allahü teâlânın kadrini gereği gibi tanıyamadılar. Çünkü: “Allah hiçbir insana bir şey indirmedi” dediler. (Vahy ve kitapları inkâr ettiler.) Onlara dedi ki: “Musa’nın insanlara bir nûr ve hidâyet olarak getirdiği ve sizin de parça parça kâğıtlar haline koyup hesabınıza geleni açıkladığınız fakat çoğunu gizlediğiniz o kitabı kim indirdi? Sizin bilmediğiniz ve atalarınızın da bilmediği şeyler, size (Peygamber diliyle Kur’ân-ı kerîmde) öğretilmiştir. Ey Resûlüm! Sen, Allah (indirdi) de! Sonra onları bırak. Bâtıl dedikodularında oynaya dursunlar.”
Nisa sûresi 165. âyet-i kerîmesinde ise meâlen: “(Îmân edenleri Cennetle) müjdeleyici, (küfredenleri Cehennemle) korkutucu olarak Peygamberler gönderdik ki, bu Peygamberlerin gelişinden sonra insanların (yarın) kıyâmette “Bizi imâna? çağıran olmadı” diye Allahü teâlâya bir huccet ve özürleri olmasın” buyuruldu.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Ehl-i kitaba karşı onların kitaplarında, kendi vasıflarının bildirilmesi, isim ve husûsiyetlerine işâretlerin bulunması ile delîl getirdi. Ehl-i kitap bunları gizledi.
Allahü teâlâ, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) hak Peygamber olduğu ve bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında, mu’cizelerle yardım eyledi. Resûlullaha en büyük mu’cize olarak Kur’ân-ı kerîm verildi. Müşrikler, Kur’ân-ı kerîmin Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, Hazreti Muhammed’in sözüdür, diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasîh ve edebiyatta zirveye ulaşmış olanlarından, Kur’ân-ı kerîmin on sûresi veya bir sûresi gibi bir söz söylemelerini istedi. İnsanlar ve cinler bir araya gelseler bunu yapamıyacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten âciz kaldılar. Böylece onların, Resûlullaha îmân etmeme husûsunda özürleri ortadan kalkmış oldu.
Hazreti Mûsâ da (aleyhisselâm) Firavn’ın sihirbazlarını, âsâsıyle rezil ve rüsva etmekle, hem sihirbazların ve hem de diğer insanların kendisine îmân etmeme mazeretlerini gidermişti. Musa’nın (aleyhisselâm) asasından meydana gelen harikulade hâllerin kendi güçleri dışında olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazları ve hem de başkaları kanâat getirdi. (Nihâyet, bu mu’cize karşısında sihirbazlar, Hazreti Musa’ya îmân ettiler.)
Hazreti Îsâ da (aleyhisselâm) ölüleri ilâçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca olanları iyileştirmek, o zamanda insanları âciz bırakan şeylerle (mu’cizelerle), o devre göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiblerin kendisine inanmama mazeretlerini ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir kimse yapabilirdi.)
Resûlullah da ( aleyhisselâm ), kendi kavminden olan, edebiyatta yüksek dereceye ulaşan edebiyatçıların, kendisine îmân etmeme husûsunda bu mazeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur’ân-ı kerîmin edebi yükseldiğini onlarda kabûl ediyorlardı.
İşte Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği delîller ve mu’cizelerle, yollarının bozuk olduğunu, dâ’vet ettiği yolun ise doğru olduğunu anlatıyordu. Resûlullah efendimiz, onlara dâima karşısında duramıyacakları delîller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalâde ihtirâslarından dolayı, îmân etme şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlânın Resûlullaha ( aleyhisselâm ) verdiği mu’cizelerden ba’zısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde, kalabalık cemâati, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübârek parmakları arasında fışkıran suyla, hayvanlarına ve sahiplerine kanana kadar su içirmesi, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun ben; zehirliyim diye haber vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın yerinden sökülerek huzûrlarına gelmesi, emri üzerine ağacın tekrar yerine gitmesi, insanlar kalblerinde saklayıp da haber vermesini istedikleri şeyleri haber vermesi.
Allahü teâlâ gizliyi, gizliden daha gizli olanları da bilir. Her şey O’nun yanında hazır gibidir. Yer ve gökte hiç bir şey ondan gizli kalamaz.
Kıyâmet günü mü’minler Allahü teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen: “Nice yüzler vardır ki, o gün (kıyâmette) güzelliği ile parıldar. (O yüzler)Rablerine bakar. (Kıyâme: 22-23) buyurmaktadır. Resûlullah da ( aleyhisselâm ): “Ayı gördüğünüz gibi, kıyâmet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. O’nu görmekte güçlük çekmiyeceksiniz.” buyurmaktadır.
Allahü teâlâ yarattıklarından hiçbirine muhtaç değildir. O istediğini sapdırır. İstediğini hidâyetiyle doğru yola iletir. İstediğini azîz, istediğini fakîr, istediğini zengin eder. O’nun işlerinde asla noksanlık yoktur. O, her şeyin mutlak sahibi ve mâlikidir. O istediğini yapar.
Allahü teâlâ mahlûkâtını iki kısma ayırdı. Birisini Cennet için yarattı. Onları isimleri ve babalarının isimleri ile beraber yazdı. Diğer kısmını Cehennem için yarattı. Onların isimlerini de yazdı. Resûlullah efendimizle ( aleyhisselâm ), Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ) arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ), Peygamber efendimize “Yâ Resûlallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş midir, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş midir?” diye sorunca, Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ): “Bunlar, hesabı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir” buyurdu. Bunun üzerine Hazreti Ömer ( radıyallahü anh ): “Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz) yâ Resûlallah?” diye sorunca Peygamber efendimiz:“İbâdet yapınız! Herkese ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur” buyurdu.
Allahü teâlâya ve Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) îmân etmeye dâ’vet ettiği şeylere îmân eden kimseleri, küfürden başka hiçbir günah îmândan çıkarmaz, îmânlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble, günâhları sebebiyle îmândan çıkmayıp, dînin bütün emirleriyle mükelleftirler.
Ehl-i kıbleden olup, günahkâr olanları da, Allahü teâlâ meâlen: “Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle beraber) yıkayın, başınızı mesh edin ve ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın.” (Mâide-6) âyet-i kerîmesi ile mü’min diye isimlendirmiştir. Eğer akîdesi bozuk olan Kaderiyye’nin dediği gibi günahkârlar, günahları sebebiyle îmândan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitabı da bütün mü’minlere değil, yalnız itaat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ, meâlen “Ey îmân edenler! Cum’a günü namaz için ezan okunduğu zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya), koşunuz. Alışverişi bırakın.” (Cum’a-9) buyurdu. Bu hitabı yalnız itaat edenlere tahsis buyurmadı. Bu hitâb aynı zamanda günahkârları da içerisine almaktadır.
Bid’attan başka herhangi bir günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiçbir kimse hakkında, Cehennemliktir diye hükmedilemez. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Cennetle müjdelediklerinden başka Ehl-i tâattan kimse hakkında Cennetliktir denilemez.
Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen: “Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu günahtan başkasını dilediği kimseden mağfiret buyurur(affeder).” (Nisâ-6) âyet-i kerîmesi ile delâlet ediyor. Çünkü, Allahü teâlâ kendisi haber vermedikçe, âsîler hakkındaki irâdesinin ne olduğunu bilmeye kimse için yol yoktur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ): “Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize Cennete, yahut Cehenneme koymayınız” buyurdu.
İnsanların amellerini yazan hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu husûsa meâlen, “Halbuki, üzerinde gözetleyici melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerîm olan kâtip melekler var.” (İnfitâr: 10-11) âyet-i kerîmesi ile delâlet buyurdu.
Kabir azâbı haktır. İnsanlar, kabirlerinde diriltildikten sonra imtihan edilecek. Kabirde suâl sorulacak, Allahü teâlâ dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyâmet günü ilk sûr üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp düşecek, (ölecekler), ikinci sûrun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar (dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak ve çıplak olarak diriltecek, (Dünyada iken) Allahü teâlâya itaat eden ve isyan eden bedenler, kıyâmet günü diriltilecektir. Yine dünyâda iken sevâb ve günah işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sahipleri hakkında şâhidlik edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için terazi koyacak. Kimin sevâbı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevâbı hafif gelirse, hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyâmet gününde insanlara, amel defterleri verilecek. Amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesabı kolay görülecektir. Amel defteri sol eline verilenler azâb göreceklerdir.
Sırat, Cehennem üzerine kurulmuş bir köprüdür. İnsanlar oradan amellerine göre sür’atli veya yavaş olarak geçecekler. (Yalnız kıyâmette köprü, terazi vardır denince, dünyâdaki köprü ve teraziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Ahırette amellerin tartılması için terazi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde olduğunu düşünmemelidir.)
Kalbinde zerre miktarı îmânı olan kimse. Cehennemde günahı kadar yandıktan sonra, Cehennemden çıkacaktır.
Resûllullahın ( aleyhisselâm ) şefaati, ümmetinden büyük günah sahipleri için olacaktır. Ümmetinden bir kavmin yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücûdları hiç azâb görmemiş gibi terü taze olacak. Kıyâmet gününde Resûlullahın ( aleyhisselâm ) havzı bulunup, içmek için ümmeti oraya gelecektir. Ondan içen kimse, bir daha susamıyacaktır.
Tuttukları doğru yolu; Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) mi’râc gecesi semâya çıkarıldığına dâir habere îmân etmek vâcibdir.
Deccâl’e, Îsâ’nın (aleyhisselâm) inerek Deccâl’i öldüreceğine, güneşin batıdan doğacağına, Dabbet-ül-ardın çıkacağına ve bunlardan başka, sika (güvenilir) zâtların Peygamberden ( aleyhisselâm ) bize nakledip, doğruluğunu bildirdikleri, diğerleri gibi kıyâmetten önce vukû’a geleceklerine dâir tevâtür ile bildirilen diğer alâmetler hakkında gelen haberlere îmân etmek lâzımdır.
Peygamber efendimizin, gerek Allahü teâlânın kitabında ve gerekse sahih olan hadîs-i şeriflerinde, bütün getirdiklerini tasdîk etmeye, bunların muhkemleriyle amel, müşkil, müteşâbih olanların nassını ikrâr etmenin (kabûl etmenin) tefsîrini, ilim ihata edemiyecek olanların hakîkatini, ilm-i ilâhiyeye havale etmek vâcibdir.
Mü’minlerin üzerine, emr-i ma’rûf ve nehy-i anil-münker (iyiliği emredip, kötülükten alıkoyma; vâcibtir. Muktedir olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mâni olurlar. Muktedir olmazlarsa kalbleri ile o işi kötü görürler.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfi gereğince, asırların hayırlısı, Eshâb-ı kiramın (r.anhüm) zamanıdır (asrıdır). Sonra Tabiîn ve Tebe-i tabiîn asırlarıdır. Eshâb-ı kiramın en üstünü, Bedir muharebesine katılanlardır. Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir (Cennetle müjdelenen on Sahâbî). Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halifedir. [Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali (r.anhüm)] Bunların halifelikleri, o zamandaki müslümanların rızâsı ile olmuştur. Müslümanlar bu tertip üzere ittifâk ettiler (birleştiler).
Muhacir ve Ensârdan ibâret olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdâliyet, hicret ve önce müslüman olmaya göredir. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) da’vet ettiği şeylere îmân ederek, bir saat olsun kendisi ile görüşen yahut onu bir defa gören Eshâb-ı kiram, Tabiînden üstündür.
Eshâb-ı kiram için, haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahih ve doğru te’vîl yolları aramalı, ta’kib ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zan etmelidir.
[Eshâb-ı kiram (aleyhimürrıdvân) arasında olan muharebeleri iyi sebeblerden dolayı bilmelidir. Bu ayrılıklar, nefsin arzuları, mevki, rütbe, sandalye kapmak, başa geçmek sevgisinden dolayı değildi. Çünkü, bütün bunlar, nefs-i emmârenin kötülükleridir. Eshâb-ı kiramın (aleyhimürrıdvân) nefsleri ise, insanların en iyisinin (aleyhisselâm) sohbetinde, karşısında tertemiz olmuştu. Şu kadar var ki, Emîr’in ya’nî Hazreti Ali’nin ( radıyallahü anh ) halifeliği zamanında olan muharebelerde, o haklı idi. Ondan ayrılan hatâ etti. Fakat ictihâd hatâsı olduğundan bir şey denemez. Nerede kaldı ki, fâsık denilsin, ictihâd hatâsı, fısk, günah değildir. Hattâ ayıplamağa bile izin yoktur. Çünkü, ictihâddâ hatâ edene de bir sevâb vardır. Eshâb-ı kiramın hepsi müctehid idi. Hepsi âdil idi. Her birinin verdiği haber makbûl idi. Hazreti Ali’ye uyanların ve ondan ayrılanların verdikleri haberler, doğrulukta ve güvenilmekte farksız idi. Aralarındaki muharebeler, i’timâdın gitmesine mâni olmamıştır. O hâlde hepsini sevmek lâzımdır. Çünkü, onları sevmek, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) sevgisinden dolayıdır. Bir hadîs-i şerîfte, “Onları seven, beni sevdiği için sever” buyurulmuştur. Onlara düşmanlık, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) düşmanlık olur. Hadîs-i şerîfte: “Onlara düşmanlık eden, bana düşman olduğu için eder” buyurulmuştur. O büyükleri ta’zîm etmek, hürmet etmektir. Onlara hürmetsizlik, tahkir etmek, O’nu tahkirdir. Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Şiblî ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: “Eshâb-ı kirama (r.anhüm) ta’zîm etmiyen, kıymet vermiyen bir kimse, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) îmân etmemiş olur.”] Bu husûsta Selef-i sâlihîn, Peygamber efendimizin “Eshâbımı zikrederlerse, siz kendinizi tutunuz” hadîs-i şerîfine uydular. Ehl-i ilim, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsı için “İyiliklerinden başkası ile onları zikretmeyiniz (anmayınız)” demektir, dediler. Yine Peygamber efendimiz: “Eshâbım hakkında bana eziyet etmeyiniz. Nefsim kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer sizin biriniz hayır yolunda Uhud dağı kadar altın infâk etse, onların küçük ölçek, hattâ yarım ölçeklerine bile varamazsınız” buyurdu. Yine Allahü teâlâ meâlen “Muhammed (aleyhisselâm)Allahü teâlânın Peygamberidir. O’nun beraberinde bulunanlar (Eshâb-ı kiram) kâfirlere karşı çok şiddetli, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları rükû’ ve secde eder hâlde (namaz kılarken) Allahü teâlâdan sevâb ve rızâ istediklerini görürsün. Secde eserinden(çok namaz kılmaları yüzünden meydana gelen) nişanları yüzlerindedir. İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur” (Feth-29) âyet-i kerîmesi ile medh ve sena eyledi.
Ya’kûb’un (aleyhisselâm) oğulları arasında meydana gelen işler, onların kıymetini düşürmiyeceği gibi, dünyâ işlerinde, Eshâb-ı kiram (r.anhüm) arasında olup-biten işler de onların kadr-u kıymetlerini düşürmez.
İster icmâ ettikleri, ister ihtilâf ettikleri şeylerde olsun, Selef-i sâlihînin sözlerinin dışına çıkmak hiçbir kimseye caiz değildir.
Peygamber efendimizin: “Ehl-i havâric Cehennemin kalbleridir.” ve “İki fırka var ki, onlara şefaat etmem; mürcie ve kaderiyye” diye rivâyet edilen, hadîs-i şerîflerine binâen Eshâb-ı kiramı sevmiyenler, haricîler, kaderiyye ve mürcieden ibâret olan Ehl-i bid’atı zem ve onlardan uzak olup, onlarla beraber olmamak gerektiğini İslâm âlimleri bildirmişlerdir. Yine Peygamber efendimiz: “Kaderiyye bu ümmetin mecûsîleridir” buyurdu. Bunlar, Allahü teâlânın yaratması gibi yaratabileceklerini iddia ettiler.
Müslümanların birbirlerine iyilik etmesi ve sevişmesi lâzımdır. Fakat Peygamberimizin Eshâbından birisini, yahud Ehl-i beytini ve ezvâcını (mübârek zevcelerini) kötüleyenlerden uzaklaşmak gerekir.
İşte Selef-i sâlihînin üzerinde bulunduğu temel bilgiler bunlardır. Selef-i sâlihîn, bilgilerde kitap ve sünnetin hükmüne tâbi oldular. Halef (sonra gelen âlimler) de bu husûsta onlara uydu. Allahü teâlâ bizi ve sizi fâidelendirsin.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tebyînü kizb-il-müfteri sh. 38, 39
2) Tabakât-üş-Şâfiiyye cild-3, sh. 347
3) El-Milel ven-nihâl cild-1, sh. 94
4) Temhîd (Bakillânî) sh. 3 vd.
5) Risâle-i Kuşeyrî sh. 1, 3
6) Şezerât-üz-zeheb cild-3, sh. 131
7) Târîh-i Bağdâd cild-11, sh. 346
8) İlcâm-ül-avâm sh. 4
9) Esâs-üt-takdîs sh. 98
10) Fetâvâ-yı hadsiyye (İbn-i Hacer Heytemî) sh. 111
11) Nazm-ül-ferâid sh. 17
12) Kav-ül-ül-fasl sh. 3
13) Tathir-ül-fuâd mindenis-il i’tikâd, sh. 5
14) Dürr-ül-muhtâr (Şâhidlik kısmı) cild-4
15) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 439, 1000
16) Rehber Ansiklopedisi cild-4, sh. 323
.
Hakîm-i Semerkandî’nin aynı eserinde; bir insanın “Ehl-i sünnet vel cemâat’den olabilmesi için, atmışbir temel esâsı kabûllenmesi gerekir. Bu temel esaslardan ba’zıları şunlardır:
1. Îmânında şübhesi olmayacak. Mü’min, imânında şüpheye yer vermemelidir. Çünkü Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allaha ve Peygamberine îmân etmişlerdir, sonra îmânlarında şüpheye düşmemişlerdir.” (Hucûrât-15)
2. Günahkâr olan mü’mine, günaha helâl demedikçe kâfir denmeyecek. Meselâ, bir müslüman yüzbin cana kıysa, yüzbin küp şarap içse ve bu günahlara helâl demedikçe yine mü’mindir. Bir müslümana kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.
3. Hayır ve şerrin Allahü teâlânın takdîriyle meydana geldiğine inanacak. Çünkü Cebrâil (aleyhisselâm), Peygamber efedimize ( aleyhisselâm ) îmânın ne olduğunu sorduğunda, imânın altı temel esâsını açıklamış ve sonunda şöyle buyurmuştur: “Îmânın altıncı şartı da, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan ol duğuna inanmaktır.”
Mü’min bilmelidir ki, hiçbir şey ilâhi kaza dışında meydana gelemez ve kul Allahü teâlânın kazasının önüne geçemez. Allahü teâlânın kazasını inkâr ve reddetmek de küfürdür.
4. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîm mahlûk değildir diyecek ve inanacak. Çünkü Kur’ân-ı kerîm, hakiki anlamında Allahü teâlânın sözüdür. Kurân-ı kerîm mahlûktur diyen küfre gider. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Ümmetim üzerine bir zaman gelecek ki, o zaman ba’zı kimseler Kur’ân mahlûktur(yaratılmıştır) diyecek. Aranızdan, yaşayıp da onlara yetişen olursa, kendileri ile ağız mücadelesi yapmasın, onlarla oturup kalkmasın, çünkü onlar yüce Allaha küfür etmişlerdir. Onlar Cennete gidemezler, kokusunu alamazlar.”
5. Kabir azâbını hak bilecek ve inanacak. Kabir hayatının varlığını Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle açıklıyor: “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya ateş çukurlarından bir çukurdur.”
“Her gece Mülk sûresini okuyandan, Allahü teâlâ kabir azâbını uzaklaştırır.”
6. Peygamber efendimizin şefaatine inanacak. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ): “Şefaatim, ümmetimden günahı büyük olanlaradır.” buyurdu. Şefaati inkâr eden sapık yoldadır. Yine bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Her kim bana salevât getirirse, onun bu salevâtı kıyamet günü bana arz edilir. Umarım ki, ben de kendisine şefaatte bulunurum.”
7. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mi’râcına, göklere yükselip Arş’a vardığına inanacak. Mi’râcı in kâra kalkışıp bu husûstaki âyetleri reddeden dinden çıkar. Kur’ân-ı kerîmde mi’râc hakkında Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: “Peygamber doğru yoldan sapmadı. Bâtıla da inanmadı. O kendi nef sinden söylemiyor. Kur’ân sâde bir vahiydir, ancak vahy olunur. Ona, kuvvetleri pek çok olan (Cebrâil) öğretti. Öyle ki, görünüşü güzel olup, hemen hakîki şekli üzere doğruldu ve Cebrâil en yüksek ufukta idi.(dünyâ semâsında idi.) Sonra Cebrâil, Hazreti Peygambere yaklaştı ve (aşağı) sarktı. Böylece Peygambere olan mesafesi, iki yay aralığı kadar veya daha az oldu. Cebrâil vahy etti. Allah’ın kuluna vahy ettiğini, Hazreti Peygamber, mi’râcta gözü ile gördüğünü, kalbi ile tekzîb etmedi. Şimdi siz Peygamberin o görüşüne karşı, O’nunla mücâdele mi ediyorsunuz? Yemîn olsun ki O, Cebrâil’i hakîkî sûretinde bir daha da (mi’râctan inerken) gördü. Sidret-ül-müntehânın yanında gördü. Me’vâ Cenneti, Sidre’nin yanındadır. Sidre, çepeçevre meleklerle kaplanmıştı. (Hazreti Peygamber gördüğü ahvâli tam gördü de) göz ne kaydı, ne de aştı. And olsun ki; Peygamber, Rabbinin en büyük alâmetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm: 2-18)
8. Bir mü’min kıyâmet günü hesaba çekileceğine inanmak zorundadır. Bunu inkâra kalkışan, İslâmiyyetten ayrılmış olur.
9. Bir mü’min, Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) sonra gerek Sahâbîler, gerek ümmet içinde sıra sıyla Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’den (r.anhüm) daha üstün kimsenin olmadığına ve bunların Allah’ın Resûlünün halîfeleri olduğuna inanacaktır.
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfte buyurdular ki: “Benden sonra bu ümmetin en üstünü (sırasıyla) Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali’dir. Onların aleyhinde konuşmayın, haklarında hayırdan başka söz söylemeyin ki, bedbaht olmayanınız.”
10. Bir müslüman Peygamberlerin derecelerinin, velilerin mertebelerinden üstün olduğuna inana cak. Aksini söyleyen doğru yoldan ayrılmıştır. Çünkü veliler yüksek derecelere, ancak Allahü teâlâya ve Resûlüne üstün bir itaat göstermekle yükselebilirler. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyu ruyor: “Allaha ve Peygambere itaat edenler. İşte bunlar, Allahın kendilerine ni’met verdiği Pey gamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdirler. Bunlar ne güzel bir arkadaştır.” (Nisa: 69).
11. Îmânın iki uzuv, ya’nî dil ve kalb ile gerçekleştiğine inanacak, imân, Allahü teâlânın vahdaniyyetine ve Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna kalb ile inanmak, dil ile söylemektir. Dili ile söyleyip, kalbi ile bu birliği ikrâra yanaşmayan münâfıktır. İki yüzlüdür. Îmân, dil ile ikrâr, kalb ile tasdiktir.
12. Allahü teâlânın hiçbir varlığa benzemediğini bilecek. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden çiftler yarat mıştır. O’nun misli gibi O’na benzer hiçbir şey yoktur. O, Semîdir. Bütün söylenenleri işitir. Basîrdir; bütün yapılanları görür.” (Şûrâ-11). İhlâs sûresinde ise Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: “De ki; O, Allahdır, tekdir, eşi ortağı yoktur. Allah Samed’dir; her yaratığın muhtaç bulun duğu eksiksiz bir varlıktır. Doğurmadı ve doğurulmadı da. Hiçbir şey de O’na denk olmamıştır.”
13. Müslüman, ölüm sonrası dirilmeyi kabûllenecek. Diriliş gününü inkâr eden İslâmiyetin îmân esâsını kabûl etmemiş olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Sizi (babanız Âdem’i), o arzdan (topraktan) yarattık. Yine ölümünüzden sonra, sizi ona döndüreceğiz. Hem de ondan sizi, başka bir defa daha, çürümüş ve dağılmış bedenlerinizi toplayıp rûhlarınızı iade ederek çıkaracağız.” (Tâhâ-55).
14. Vücûddan kan, irin, v.s. aktığında abdestin bozulduğuna, yeniden abdest almak lâzım geldiğine inanmak gerekir. İnsanın içinden dışarıya çıkan veya akan her madde ile abdest bozulur.
15. Müslüman, son nefesini nasıl vereceği endişesiyle Allahü teâlâdan korkmalıdır. Çünkü hiçbir kimse, imânla mı, yoksa imansız olarak mı gideceğini bilemez. Son nefes korkusunu hissetmek, bütün mü’minlere farzdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Ey îmân edenler! Allahtan korkun ve herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğuna baksın. Allahtan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.” (Haşr-18).
Bir hadîs-i kudsîde ise, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Allahü teâlânın şöyle buyurduğunu haber verir “Kuluma iki korku ve emânı birlikte vermem. Ya’nî, dünyâda benden korkanı, âhırette emîn kılarım, dünyâda benden emîn bulunanı da, âhırette korkuturum.” Son nefes endişesi duymayan ve sonunun ne olacağı husûsunda Allahü teâlâdan korkmayan dalâlet içindedir.
16. Müslüman pekçok günah işlese de, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Çünkü, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesen imansız olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Allah’ın lütfundan ümidinizi kesmeyiniz! Çünkü Allahın lütfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser.” (Yûsuf-87)
Müslüman bir kimse, mü’min bir kardeşini öldürse, zinâ yapsa, namaz kılmasa, oruç tutmasa ve birçok günah işlese, İslâmiyeti inkâr etmediği sürece kesinlikle mü’min sayılır. Bu işlediği günahlardan tövbe ederse, Allahü teâlâ tövbesine karşılık verir. Tövbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse adâletiyle azâb eder, dilerse rahmetiyle Cennete sokar. Kim bir mü’mine bu işlediği büyük günahlardan dolayı kâfir dese, kendisi kâfir olur. Ayrıca, Allahü teâlâya inandıktan sonra yaptığı günahlar, mü’mine zarar getirmez fikrini ileri süren de imansız olur.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Ey günah işlemekle nefslerine karşı haddîni aşmış kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyiniz. Çünkü Allah, şirk ve küfürden başka, dilediği kimselerden bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki, O, Gafûrdur; çok bağışlayıcıdır. Rahimdir, çok merhametlidir.” (Zümer-53)
17. Müslüman, imânla amelin ayrı ayrı şeyler olduğunu bilecek. Her Peygamberin kendine has bir şeriati, bir yolu vardır. Fakat hiçbirinin îmânı ötekinden farklı değildir. İmânda süreklilik şart iken, amelde bu mevzûbahis değildir. Zîrâ kişinin vakit girmeden kıldığı namaz, vakit namazı yerine geçmez. Rama zan gelmeden tuttuğu oruç, Ramazan orucu olarak sayılmaz. Bir inançsız bütün hayır ve tâatleri yapsa müslüman olamaz, çünkü îmân amelden önce gelir.
18. Müslüman, Münker ve Nekir adlarındaki iki meleğin, kabirde ölüyü sorguya çekeceklerini hak bilecek. Bunu inkâr eden Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmış olur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Hazreti Ali’nin de bulunduğu bir toplulukta Hazreti Ömer’e buyurdu ki: “Yâ Ömer! Ölünce seni dar bir mezara koyarlar. Münker ve Nekir gelir. Gözleri şimşek çakar, sesleri gök gürültüsü gibidir. O zaman ne yapaçaksın?” Hazreti Ömer suâl etti ki: “Yâ Resûlallah, o zaman, şimdiki gibi aklım başımda olur mu?” “Evet yâ Ömer” diye buyurduklarında Hazreti Ömer, “Öyleyse korkmam. Allah’ın izniyle onlara gereken cevâbı veririm” dedi.
19. Îmân eden kimse, dünyâdaki insanların beş kısma ayrıldığını bilecek. Bunlar; müşrik, münâfık, günah işlemeyen mü’min, günah işleyip hemen arkasından tövbe eden müslüman ve tövbede ısrar et meyen günahkâr müslümandır. Müşrik veya münâfık olarak ölen, Cehenneme girer ve orada ebediyyen kalır. Günahsız veya tövbe etmiş olarak vefât eden mü’min, Cennete girer ve orada ebedî kalır. Günah kâr mü’minlere ise, Allahü teâlâ dilerse adâletiyle azâb eder, dilerse lütfuyla Cennete sokar.
20. Bir müslüman şunu iyi bilmelidir: Üzerinde kul hakkı olan bir kimse, hakkı bulunan kimseleri hoşnut kılmadan ve helâlleşmeden vefât ederse, âhıret gününde, Allahü teâlâ onun iyiliklerinden hak sahiblerine alacakları kadar verir.
21. Bir müslümanın, Sırat köprüsünü hak bilmesi lâzımdır! Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyuruyorlar ki: “Cenâb-ı Hak, Cehennem üzerinde kıldan ince, kılıçtan keskin, geceden karanlık, yedi geçitli bir köprü yaratmıştır. Her geçit; bini çıkış, bini iniş, bini de düz olmak üzere, yaya yürüyüşüyle üçbin yıllık yoldur. Her geçitte kul hesaba çekilir. Birinci geçitte îmândan, ikinci geçitte namazdan, üçüncü geçitte zekâttan, dördüncüde oruçtan, beşincide hacdan, altıncıda abdest ve gusülden, yedincide ana-baba hakkından ve kul hakkından sorulur. Bunlara cevap verirse, şimşekden hızlı geçer ve Cennete girer. Cevap veremezse Cehenneme düşer.”
22. Mü’min kişinin, Allahü teâlânın dilediğini yaptığını ve yapacağını bilmesi gerekir. Hüküm O’nundur. Kimse O’na hükmedemez. İstediğine karar veren O’dur. Yapacağından mes’ûl olmaz.
23. Îmân eden kimse, Allahü teâlânın bizatihi alîm ve kadir olduğunu, ilim ve kudret sahibi bulun duğunu bilmelidir.
24. Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmıyan, bid’at sahibi sapık olur.
Es-Sevâd-ül-a’zam kitabının son kısmında, Hakim Semerkandî şöyle yazıyor: “İmâm-ı Ebû Hanîfe’ye göre, îmân iki temel üzeredir. Kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır. Tasdik en büyük temeldir. İkrâr bu tasdîkin varlığını isbâtlayan bir delîldir. Îmân kesinlikle, ziyâde ve noksanlığı kabûl etmez.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 237
2) Keşf-üz-zünûn sh. 1008
3) El-A’lâm cild-1, sh. 296
4) Fevâid-ül-behiyye sh. 44
5) Tabakât-ül-fukaha sh. 63
6) Nefehât-ül-üns sh. 175
7) Es-Sevâd-ül-a’zam
8) Kıyâmet ve Âhıret sh. 242
.
.İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Künyesi, Ebü’l-Kâsım olup, adı İshâk bin Muhammed bin İsmail bin İbrâhîm bin Zeyd el-Hakîm es-Semerkandî’dir. Hakim Semerkandî lakabıyla meşhûr olmuştur. Fıkıh ve kelâm ilmini, meşhûr âlim Ebû Mensûr Muhammed Mâtürîdî’den tahsil etti. Ebû Bekr Verrâk ve zamanındaki Belh evliyâsı ile sohbet etti ve onlardan tasavvuf ilmini öğrendi. Hakim Semerkandî 342 (m. 953) senesinde Muharrem ayının onuncu günü vefât etti.
Hakim Semerkandî, Abdullah bin Sehl ez-Zâhid ve Amr bin Âsım el-Mervezî’den hadîs-i şerîf dinliyerek rivâyet etmiştir. Kendisinden ise, Abdülkerîm bin Muhammed el-Fakîh es-Semerkandî hadîs-i şerîf dinleyip rivâyette bulunmuştur.
Sem’ânî, Hakim Semerkandî hakkında şöyle demiştir: “Hakim Semerkandî sâlih kullardan olup, hikmet, güzel söz, iyi ifâde husûsunda örnek idi. Uzun zaman Semerkand kadılığı yaptı. Güzel ahlâk sahibi idi. Doğu ve batı illerinde ismi yayıldı. Ebü’l-Kâsım Hakîm diye tanındı.”
Hakim Semerkandî, birçok eser yazmıştır. Eserlerinden “es-Sevâd-ül-a’zam” diye tanınan “er-Redde alâ eshâb-il-hevâ el-müsemmâ Kitâb es-sevâd el-a’zâm alâ mezheb el-İmâm el-a’zam Ebû Hanîfe” adlı eseri çok meşhûrdur. Bu kitapta Ehl-i sünnet i’tikâdına âit altmışbir temel esâsı açıklamakta ve bid’at ve dalâlet fırkalarını reddetmektedir. Ayrıca es-Sahâif-ül-ilâhiyye adlı yazma eseri Mısır’daki Ezher Üniversitesi’nin kütübhânesinde mevcûttur.
Hakim Semerkandî es-Sevâd-ül-a’zam kitabına, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) şu hadîs-i şerîfini rivâyet ederek başlar: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Benî İsrail, yetmişbir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasara da, yetmişiki fırkaya ayrılmıştı, Yetmişbiri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra, benim ümmetim de yetmişüç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur.” Eshâb-ı kiram, bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukta, “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurdu. O kurtulan fırka, Ehl-i sünnet vel cemâatdır ki, insanların en iyisi olan Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yoluna sarılmışlardır.
Hakîm-i Semerkandî’nin aynı eserinde; bir insanın “Ehl-i sünnet vel cemâat’den olabilmesi için, atmışbir temel esâsı kabûllenmesi gerekir. Bu temel esaslardan ba’zıları şunlardır:
1. Îmânında şübhesi olmayacak. Mü’min, imânında şüpheye yer vermemelidir. Çünkü Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allaha ve Peygamberine îmân etmişlerdir, sonra îmânlarında şüpheye düşmemişlerdir.” (Hucûrât-15)
2. Günahkâr olan mü’mine, günaha helâl demedikçe kâfir denmeyecek. Meselâ, bir müslüman yüzbin cana kıysa, yüzbin küp şarap içse ve bu günahlara helâl demedikçe yine mü’mindir. Bir müslümana kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.
3. Hayır ve şerrin Allahü teâlânın takdîriyle meydana geldiğine inanacak. Çünkü Cebrâil (aleyhisselâm), Peygamber efedimize ( aleyhisselâm ) îmânın ne olduğunu sorduğunda, imânın altı temel esâsını açıklamış ve sonunda şöyle buyurmuştur: “Îmânın altıncı şartı da, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan ol duğuna inanmaktır.”
Mü’min bilmelidir ki, hiçbir şey ilâhi kaza dışında meydana gelemez ve kul Allahü teâlânın kazasının önüne geçemez. Allahü teâlânın kazasını inkâr ve reddetmek de küfürdür.
4. Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîm mahlûk değildir diyecek ve inanacak. Çünkü Kur’ân-ı kerîm, hakiki anlamında Allahü teâlânın sözüdür. Kurân-ı kerîm mahlûktur diyen küfre gider. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Ümmetim üzerine bir zaman gelecek ki, o zaman ba’zı kimseler Kur’ân mahlûktur(yaratılmıştır) diyecek. Aranızdan, yaşayıp da onlara yetişen olursa, kendileri ile ağız mücadelesi yapmasın, onlarla oturup kalkmasın, çünkü onlar yüce Allaha küfür etmişlerdir. Onlar Cennete gidemezler, kokusunu alamazlar.”
5. Kabir azâbını hak bilecek ve inanacak. Kabir hayatının varlığını Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) şöyle açıklıyor: “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya ateş çukurlarından bir çukurdur.”
“Her gece Mülk sûresini okuyandan, Allahü teâlâ kabir azâbını uzaklaştırır.”
6. Peygamber efendimizin şefaatine inanacak. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ): “Şefaatim, ümmetimden günahı büyük olanlaradır.” buyurdu. Şefaati inkâr eden sapık yoldadır. Yine bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz buyurdular ki: “Her kim bana salevât getirirse, onun bu salevâtı kıyamet günü bana arz edilir. Umarım ki, ben de kendisine şefaatte bulunurum.”
7. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mi’râcına, göklere yükselip Arş’a vardığına inanacak. Mi’râcı in kâra kalkışıp bu husûstaki âyetleri reddeden dinden çıkar. Kur’ân-ı kerîmde mi’râc hakkında Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: “Peygamber doğru yoldan sapmadı. Bâtıla da inanmadı. O kendi nef sinden söylemiyor. Kur’ân sâde bir vahiydir, ancak vahy olunur. Ona, kuvvetleri pek çok olan (Cebrâil) öğretti. Öyle ki, görünüşü güzel olup, hemen hakîki şekli üzere doğruldu ve Cebrâil en yüksek ufukta idi.(dünyâ semâsında idi.) Sonra Cebrâil, Hazreti Peygambere yaklaştı ve (aşağı) sarktı. Böylece Peygambere olan mesafesi, iki yay aralığı kadar veya daha az oldu. Cebrâil vahy etti. Allah’ın kuluna vahy ettiğini, Hazreti Peygamber, mi’râcta gözü ile gördüğünü, kalbi ile tekzîb etmedi. Şimdi siz Peygamberin o görüşüne karşı, O’nunla mücâdele mi ediyorsunuz? Yemîn olsun ki O, Cebrâil’i hakîkî sûretinde bir daha da (mi’râctan inerken) gördü. Sidret-ül-müntehânın yanında gördü. Me’vâ Cenneti, Sidre’nin yanındadır. Sidre, çepeçevre meleklerle kaplanmıştı. (Hazreti Peygamber gördüğü ahvâli tam gördü de) göz ne kaydı, ne de aştı. And olsun ki; Peygamber, Rabbinin en büyük alâmetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm: 2-18)
8. Bir mü’min kıyâmet günü hesaba çekileceğine inanmak zorundadır. Bunu inkâra kalkışan, İslâmiyyetten ayrılmış olur.
9. Bir mü’min, Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) sonra gerek Sahâbîler, gerek ümmet içinde sıra sıyla Hazreti Ebû Bekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali’den (r.anhüm) daha üstün kimsenin olmadığına ve bunların Allah’ın Resûlünün halîfeleri olduğuna inanacaktır.
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfte buyurdular ki: “Benden sonra bu ümmetin en üstünü (sırasıyla) Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Ali’dir. Onların aleyhinde konuşmayın, haklarında hayırdan başka söz söylemeyin ki, bedbaht olmayanınız.”
10. Bir müslüman Peygamberlerin derecelerinin, velilerin mertebelerinden üstün olduğuna inana cak. Aksini söyleyen doğru yoldan ayrılmıştır. Çünkü veliler yüksek derecelere, ancak Allahü teâlâya ve Resûlüne üstün bir itaat göstermekle yükselebilirler. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyu ruyor: “Allaha ve Peygambere itaat edenler. İşte bunlar, Allahın kendilerine ni’met verdiği Pey gamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdirler. Bunlar ne güzel bir arkadaştır.” (Nisa: 69).
11. Îmânın iki uzuv, ya’nî dil ve kalb ile gerçekleştiğine inanacak, imân, Allahü teâlânın vahdaniyyetine ve Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna kalb ile inanmak, dil ile söylemektir. Dili ile söyleyip, kalbi ile bu birliği ikrâra yanaşmayan münâfıktır. İki yüzlüdür. Îmân, dil ile ikrâr, kalb ile tasdiktir.
12. Allahü teâlânın hiçbir varlığa benzemediğini bilecek. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden çiftler yarat mıştır. O’nun misli gibi O’na benzer hiçbir şey yoktur. O, Semîdir. Bütün söylenenleri işitir. Basîrdir; bütün yapılanları görür.” (Şûrâ-11). İhlâs sûresinde ise Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: “De ki; O, Allahdır, tekdir, eşi ortağı yoktur. Allah Samed’dir; her yaratığın muhtaç bulun duğu eksiksiz bir varlıktır. Doğurmadı ve doğurulmadı da. Hiçbir şey de O’na denk olmamıştır.”
13. Müslüman, ölüm sonrası dirilmeyi kabûllenecek. Diriliş gününü inkâr eden İslâmiyetin îmân esâsını kabûl etmemiş olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Sizi (babanız Âdem’i), o arzdan (topraktan) yarattık. Yine ölümünüzden sonra, sizi ona döndüreceğiz. Hem de ondan sizi, başka bir defa daha, çürümüş ve dağılmış bedenlerinizi toplayıp rûhlarınızı iade ederek çıkaracağız.” (Tâhâ-55).
14. Vücûddan kan, irin, v.s. aktığında abdestin bozulduğuna, yeniden abdest almak lâzım geldiğine inanmak gerekir. İnsanın içinden dışarıya çıkan veya akan her madde ile abdest bozulur.
15. Müslüman, son nefesini nasıl vereceği endişesiyle Allahü teâlâdan korkmalıdır. Çünkü hiçbir kimse, imânla mı, yoksa imansız olarak mı gideceğini bilemez. Son nefes korkusunu hissetmek, bütün mü’minlere farzdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Ey îmân edenler! Allahtan korkun ve herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğuna baksın. Allahtan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.” (Haşr-18).
Bir hadîs-i kudsîde ise, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Allahü teâlânın şöyle buyurduğunu haber verir “Kuluma iki korku ve emânı birlikte vermem. Ya’nî, dünyâda benden korkanı, âhırette emîn kılarım, dünyâda benden emîn bulunanı da, âhırette korkuturum.” Son nefes endişesi duymayan ve sonunun ne olacağı husûsunda Allahü teâlâdan korkmayan dalâlet içindedir.
16. Müslüman pekçok günah işlese de, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Çünkü, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesen imansız olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Allah’ın lütfundan ümidinizi kesmeyiniz! Çünkü Allahın lütfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser.” (Yûsuf-87)
Müslüman bir kimse, mü’min bir kardeşini öldürse, zinâ yapsa, namaz kılmasa, oruç tutmasa ve birçok günah işlese, İslâmiyeti inkâr etmediği sürece kesinlikle mü’min sayılır. Bu işlediği günahlardan tövbe ederse, Allahü teâlâ tövbesine karşılık verir. Tövbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse adâletiyle azâb eder, dilerse rahmetiyle Cennete sokar. Kim bir mü’mine bu işlediği büyük günahlardan dolayı kâfir dese, kendisi kâfir olur. Ayrıca, Allahü teâlâya inandıktan sonra yaptığı günahlar, mü’mine zarar getirmez fikrini ileri süren de imansız olur.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Ey günah işlemekle nefslerine karşı haddîni aşmış kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyiniz. Çünkü Allah, şirk ve küfürden başka, dilediği kimselerden bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki, O, Gafûrdur; çok bağışlayıcıdır. Rahimdir, çok merhametlidir.” (Zümer-53)
17. Müslüman, imânla amelin ayrı ayrı şeyler olduğunu bilecek. Her Peygamberin kendine has bir şeriati, bir yolu vardır. Fakat hiçbirinin îmânı ötekinden farklı değildir. İmânda süreklilik şart iken, amelde bu mevzûbahis değildir. Zîrâ kişinin vakit girmeden kıldığı namaz, vakit namazı yerine geçmez. Rama zan gelmeden tuttuğu oruç, Ramazan orucu olarak sayılmaz. Bir inançsız bütün hayır ve tâatleri yapsa müslüman olamaz, çünkü îmân amelden önce gelir.
18. Müslüman, Münker ve Nekir adlarındaki iki meleğin, kabirde ölüyü sorguya çekeceklerini hak bilecek. Bunu inkâr eden Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmış olur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Hazreti Ali’nin de bulunduğu bir toplulukta Hazreti Ömer’e buyurdu ki: “Yâ Ömer! Ölünce seni dar bir mezara koyarlar. Münker ve Nekir gelir. Gözleri şimşek çakar, sesleri gök gürültüsü gibidir. O zaman ne yapaçaksın?” Hazreti Ömer suâl etti ki: “Yâ Resûlallah, o zaman, şimdiki gibi aklım başımda olur mu?” “Evet yâ Ömer” diye buyurduklarında Hazreti Ömer, “Öyleyse korkmam. Allah’ın izniyle onlara gereken cevâbı veririm” dedi.
19. Îmân eden kimse, dünyâdaki insanların beş kısma ayrıldığını bilecek. Bunlar; müşrik, münâfık, günah işlemeyen mü’min, günah işleyip hemen arkasından tövbe eden müslüman ve tövbede ısrar et meyen günahkâr müslümandır. Müşrik veya münâfık olarak ölen, Cehenneme girer ve orada ebediyyen kalır. Günahsız veya tövbe etmiş olarak vefât eden mü’min, Cennete girer ve orada ebedî kalır. Günah kâr mü’minlere ise, Allahü teâlâ dilerse adâletiyle azâb eder, dilerse lütfuyla Cennete sokar.
20. Bir müslüman şunu iyi bilmelidir: Üzerinde kul hakkı olan bir kimse, hakkı bulunan kimseleri hoşnut kılmadan ve helâlleşmeden vefât ederse, âhıret gününde, Allahü teâlâ onun iyiliklerinden hak sahiblerine alacakları kadar verir.
21. Bir müslümanın, Sırat köprüsünü hak bilmesi lâzımdır! Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyuruyorlar ki: “Cenâb-ı Hak, Cehennem üzerinde kıldan ince, kılıçtan keskin, geceden karanlık, yedi geçitli bir köprü yaratmıştır. Her geçit; bini çıkış, bini iniş, bini de düz olmak üzere, yaya yürüyüşüyle üçbin yıllık yoldur. Her geçitte kul hesaba çekilir. Birinci geçitte îmândan, ikinci geçitte namazdan, üçüncü geçitte zekâttan, dördüncüde oruçtan, beşincide hacdan, altıncıda abdest ve gusülden, yedincide ana-baba hakkından ve kul hakkından sorulur. Bunlara cevap verirse, şimşekden hızlı geçer ve Cennete girer. Cevap veremezse Cehenneme düşer.”
22. Mü’min kişinin, Allahü teâlânın dilediğini yaptığını ve yapacağını bilmesi gerekir. Hüküm O’nundur. Kimse O’na hükmedemez. İstediğine karar veren O’dur. Yapacağından mes’ûl olmaz.
23. Îmân eden kimse, Allahü teâlânın bizatihi alîm ve kadir olduğunu, ilim ve kudret sahibi bulun duğunu bilmelidir.
24. Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmıyan, bid’at sahibi sapık olur.
Es-Sevâd-ül-a’zam kitabının son kısmında, Hakim Semerkandî şöyle yazıyor: “İmâm-ı Ebû Hanîfe’ye göre, îmân iki temel üzeredir. Kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır. Tasdik en büyük temeldir. İkrâr bu tasdîkin varlığını isbâtlayan bir delîldir. Îmân kesinlikle, ziyâde ve noksanlığı kabûl etmez.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 237
2) Keşf-üz-zünûn sh. 1008
3) El-A’lâm cild-1, sh. 296
4) Fevâid-ül-behiyye sh. 44
5) Tabakât-ül-fukaha sh. 63
6) Nefehât-ül-üns sh. 175
7) Es-Sevâd-ül-a’zam
8) Kıyâmet ve Âhıret sh. 242
.İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
Hanefî mezhebinin meşhûr fıkıh âlimlerinden. İsmi, Ahmed bin Muhammed bin Selâme bin Seleme bin Abdülmelik olup, künyesi Ebû Ca’fer’dir. Doğum târihi hakkında farklı rivâyetler vardır. Ancak, 238 (m. 853) târihi tercih edilmektedir. Çünkü, talebesi, İbn-i Yûnus bu târihi bizzat Tahâvî’den ( radıyallahü anh ) rivâyet etmektedir. Bu târih hakkında daha başka delîller de mevcûttur. Vefâtı hakkında ise; tarihçiler, genelde 321 (m. 933) senesinde ittifâk ediyorlar. Neseb âlimleri (Bir kimsenin soyunun, baba ve dedelerinin kimler olduğu ve onların hâlleri ile uğraşan âlimler) bir şahsı önce kabilesine, sonra o kabilenin hangi kolundan olduğuna, sonra memleketine, sonra da doğduğu köye nisbet ederler. Önce umûmî olandan başlanır, husûsî olana doğru gidilir. Bu bakımdan Tahâvî’ye ( radıyallahü anh ) Ezdî, Hacerî, Mısrî, Tahâvî denir. Ba’zan buna Cîzî de ilâve edilir. Tahâvî, Ezd kabilesinden olduğu için Ezdî denmiştir. Ezdî, Kahtânîlerden çok tanınmış bir Arab kabîlesidir. Ezd bin Gaus bin Nebt bin Mâlîk’e nisbet edilir. Tahâvî, Ezd kabilesinin Hacer kolundandır. Bu i’tibarla Hacerî denmiştir. Tahâvî’ye Mısır’da doğup, burada vefât ettiği için de Mısrî denmiştir. Cîzî denmesi ise, orada ikâmet ettiğinden dolayıdır. Tahâvî’ye Tahâvî denmesi, Tahâ denen yere nisbetledir. Fakat Mısır’da bu isimle söylenen beş yer vardır. Ancak burada bahsedilen Tahâ’nın Semâlut’un merkezine bağlı olan Tahâ el-A’mide olduğunu tercih edenler vardır.
Tahâvî, soy olarak baba tarafından Ezd kabilesine, anne tarafından Müzeyyine kabilesine bağlıdır. Buradan anlaşılan; Tahâvî’nin aslen Arab olan bir aileye mensûb olduğudur.
Âlimler yetiştiren köklü bir aileye mensûb olan Tahâvî’nin dayısı, İmâm-ı Şafiî hazretlerinin talebelerinden büyük âlim Müzenî’dir. İmâm-ı Süyûtî, annesinin İmâm-ı Şafiî hazretlerinin ilim meclisine, kadınlar için ayrılan özel yerlerde devam ettiğini bildirmektedir.
Babasını ve büyük âlim dayısı Müzenî’yi 264 (m. 877) yılında kaybeden Tahâvî’nin, kardeşleri olup olmadığı bilinmemektedir. Tahâvî, seyyide bir hanımefendiyle evlenmiş ve bu evlilikten Ali isminde bir oğulları olmuştur.
Bu konuda bilgi veren kitaplar, Tahâvî’nin oğlundan; (Ali bin Ahmed bin Muhammed Tahâvî, Mısır âlimlerindendir) diye bahsetmektedirler. Babasının mezhebi üzeredir, ya’nî Hanefî mezhebindedir. Kureşî tabakâtı da, onun hayatı hakkında bilgi vermektedir.
Tahâvî, soyca asil ve köklü, ilmî hüviyyeti bulunan bir aileye mensûbtur. Bütün bunların, Tahâvî’nin ilmi ve şahsî karakterini kazanmasında büyük te’sîri olmuştur.
Ekseri kanâate göre, Tahâvî ilk derslerini aile ocağında aldı. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Bu asırda bir çocuğun öğrenmesi gereken, Arapça, fıkıh ve diğer ilimlerle alâkalı kültürü aldı. Sonra o zaman mektep durumunda olan câmide verilen derslere devam etti. Câmide çeşitli derslerin yanında âlet ilimlerinden olan Arapça dilbilgisi, mantık, belagat ve zamanın fen bilgileri ve yüksek dînî ilimleri de okumaya devam etti. Bu arada, dayısı büyük âlim Müzenî’nin derslerinden çok istifâde etti. Ondan Şafiî fıkhını öğrendi. Tahâvî, Müzenî’nin vefâtından sonra, Hanefî âlimlerinden Ebû Ca’fer Ahmed bin Ebî İmrân’dan ilim aldı. Ondan Hanefî fıkhını öğrendi. Âlimlerin hayatlarını anlatan kitaplarda, Ebû Ca’fer Ahmed bin Ebî İmrân için, Tahâvî’nin hocası diye geçer. Tahâvî, ondan çok rivâyette bulunmuştur.
Ebû Ca’fer Ahmed bin Ebî İmrân, 260 senesi civarında Mısır’a gelmişti. O zaman Mısır’da en büyük Hanefî âlimi o idi. Bu büyük âlimin, henüz talebelik devrini yaşıyan Tahâvî üzerinde te’sîri büyük oldu. Tahâvî’ye Hanefî mezhebinin inceliklerine varıncaya kadar çok şeyler öğretti. Tahâvî, yirmi yaşından kırk yaşına kadar, İbn-i Ebî İmrân’dan ayrılmadı. 20 ile 30 yaşları arasında, Ahmed bin Tûlûn ile irtibâtları oldu. Bu arada İbn-i Tûlûn’un takdîrlerini kazandı.
İbn-i Tûlûn, bimâristan (hastane) yaptırmıştı. Bu hastane ve orada bulunan eski bir mescid için vakıf bir arazî vermek istedi. Vakıfname (vakıfla alâkalı belgeleri yazma) işini, Şam kadısı Ebû Hazım üzerine aldı. Ebû Hazım bu belgeleri yazınca, İbn-i Tûlûn’a gönderdi. İbn-i Tûlûn, Mısır’ın meşhûr âlimlerini çağırıp, Ebû Hâzım’ın hazırladığı belgelerde herhangi bir hatâ olup olmadığını incelemelerini istedi. Âlimler belgeleri inceledikten sonra, hiçbir eksik ve hatalı durum yok diye rapor verdiler. Ebû Ca’fer Tahâvî de belgeleri inceledi. Belgelerde hatâ bulunduğunu söyledi. Tahâvî bu sırada daha gençti. Âlimler ondan, hatalı olan husûsu açıklamasını istediler. Tahâvî, bunu kendisi açıklamak istemedi. Bu defa Ahmed bin Tûlûn, Tahâvî’yi çağırdı. “Madem ki bu hatâyı sen başkalarına açıklamadın, bari bana söyle” dedi. Tahâvî, “Söyleyemem” deyince, İbn-i Tûlûn “Niçin söylemiyorsun” dedi. Bunun üzerine Tahâvî, “Ebû Hazım büyük bir âlimdir. O, bu işin doğrusunu bilir. Bu iş bana kapalı, anlaşılması zor geldi” diye bahânede bulundu. Ahmed bin Tûlûn onun bu düşüncesini beğendi. Ona izin verdi. Git, Ebû Hazım’la mes’eleyi görüş dedi. Tahâvî Şam’a gitti. Onunla mes’eleyi görüştüler. Ebû Hazım da Tahâvî’nin söylediği gibi hazırlanan vakıf belgelerindeki hatâsını gördü. Tahâvî, Mısır’a dönünce İbn-i Tûlûn’un yanına gitti. İbn-i Tûlûn, Tahâvî’ye mes’elenin nasıl olduğunu sordu. Tahâvî de, kendi sözünün doğru çıktığını söylemekten kaçındı.
Bu hâdiseden sonra, Tahâvî’nin İbn-i Tûlûn’un yanındaki kıymeti daha da arttı. Onun terbiyesine ve tevâzusuna hayran kaldı. Çünkü, Ebû Hâzım’ın yazdığı vakıfla alâkalı belgelerdeki hatâ, Tahâvî’nin dediği gibi çıktı. Buna rağmen, edebinin ve hayasının yüksekliğinden dolayı, bununla asla övünmeye kalkışmadığı gibi, üstelik mes’elenin kendi dediği gibi çıktığını da gizlemeye çalıştı. Tahâvî, Şam’a yapmış olduğu bu yolculuğu iyi değerlendirdi. Yolculuğu bir sene sürdü. Yol güzergâhında bulunan Askalan, Gazze ve Şam’da bir çok âlim ile görüştü. Bu yolculuk, bir bakıma onun için ilmî bir yolculuk oldu.
Tahâvî henüz otuzuna varmadan, ilminin çokluğu her tarafa yayıldı. Mühim mes’elelerde onun görüşüne müracaat ediliyor, çeşitli mevzûlarda fetvâlar isteniyordu. Halbuki kendilerinden ilim aldığı hocaları ve asrın seçkin âlimleri de daha hayatta idi.
Tahâvî’nin fazîleti: Tahâvî ( radıyallahü anh ), hakkın yerini bulması husûsunda hiç müsamaha göstermezdi. Yumuşak huylu olup, herkese güzel muâmelede bulunurdu. İnsanlar hakkında insafla muâmele ederdi. Tahâvî ile İbn-i Harbuveyh arasında ilmî bir münâzara olmuştur. Bir mes’elede her birisi ayrı bir husûsu savunuyordu. Bu durum onların birbirlerine olan saygı ve sevgisini zedelememişti. İbn-i Harbuveyh kadılık makamında bulunuyordu. Kâdılıktan alınınca, Tahâvî’nin oğlu Ali bin Ahmed, babasına müjde vermek için geldi. Bunun üzerine Tahâvî oğluna: “Yazık sana! Bu müjde değil, vallahi ta’ziyedir. Ben ondan sonra mes’eleler üzerinde kiminle müzâkere ederim?” dedi. Bu, Tahâvî’nin yüksek ahlâkına, vekar ve şahsiyetine güzel bir örnektir. Aralarında ilmî bir mes’elede ihtilâf olmasına rağmen, bunu şahsî bir mes’ele yapmamış, bilakis ilmî bir hakîkat olarak kabûl etmiştir.
Tahâvî, zühd (dünyâya düşkün olmamak), takvâ (haramlardan sakınmak) sahibi, güzel huyları kendisinde toplıyan mübârek ve fazîletli bir zâttır.
Âlimlerin hakkında buyurdukları:
Sem’ânî ( radıyallahü anh ): “Tahâvî, büyük bir fıkıh âlimi, sika (güvenilir) ve yeri doldurulmıyacak bir zâttır.”
İbn-i Esîr “Hanefî fıkıh âlim ve imâmlarındandır.”
Süyûtî: “Tahâvî, hadîs hafızlarından olup eşsiz eserlerin sahibidir.”
İbn-i Nedîm: “Zamanının ilim ve zühd bakımından bir tanesi idi” demektedirler.
Tahâvî birçok ilimde söz sahibi idi. Lügat, nahiv (Arabca dil bilgisi) şiir ve mantıkın yanında; tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm, târih, neseb ilminde eserler vermiştir.
Tahâvî’nin, Ehl-i sünnet vel-cemâat kitabının baş kısmında, i’tikâd ile alâkalı söyledikleri:
“Bu kitap fıkıh âlimlerinden İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed hazretlerinin i’tikâd edip (inanıp bildirdikleri) Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdının açıklamasıdır.
Allahü teâlânın birliğine kısaca şöyle inanırız: Allahü teâlâ birdir. O’nun ortağı ve benzeri yoktur. O, her şeye kâdirdir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Başlangıcı ve nihâyeti (sonu) yoktur. Sâdece O’nun dilediği olur. Yarattığı şeylere ihtiyâç duymadan yaratan ve yarattıklarının rızkını güçlüğe düşmeden verendir. Allahü teâlânın, yaratıcı ve terbiye edici sıfatı vardır. O, mahlûkâtı ilm-i ezelîsine muvaffik olarak yaratmıştır. Mahlûkâtın kaderini ta’yin etmiş, onlar için belli ölçüler koymuştur ve ecellerini de ta’yin etmiştir. Her şey O’nun kudreti ve dilemesi ile meydana gelir. Olup bitenler hakkında, ancak Allahü teâlânın dilemesi geçerlidir. O’nun dilediğinden başka, kulların hiçbir irâdesi yoktur. Allahü teâlânın, insanlar için dilediği olur, dilemediği ise olmaz.
Kur’ân-ı kerîm hakkında ise: Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın kelâmıdır. Allahü teâlâ, onu vahiy sûretiyle Peygamberimize ( aleyhisselâm ) inzal etti (indirdi). Kur’ân-ı kerîm mahlûk değildir. Allah kelâmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmi dinler ve dinlediği Kur’ânın insan sözü olduğunu iddia ederse, küfre girmiş olur.
Muhammed aleyhisselâm hakkında: Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın seçkin kulu, üstün nebîsi ve kendisinin râzı olduğu resûlüdür. Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ), Peygamberlerin sonuncusu, müttekîlerin imâmı, peygamberlerin önderi ve âlemlerin Rabbi olan Allah’ın sevgilisidir. O’nun Peygamberliğinden sonra ortaya atılacak olan her çeşit peygamberlik da’vâsı, sapıklık ve nefsin arzusuna uymaktan ibârettir.
Îmân hakkında: Îmân; dil ile ikrâr, kalb ile tasdîkten ibârettir. Îmân tektir, îmân sahipleri eşittirler. Gerçekte mü’minlerin arasındaki üstünlük ise; takvâ, Allahü teâlâya karşı gelmekten korkmak, nefsânî arzulara uymamak ve daha lâyık olana sımsıkı bağlanmak sûretiyle elde edilir. Mü’minlerin hepsi, Allahü teâlânın dostudur. Allah katında en değerlileri ise; daha itaatkâr olanları ve Kur’ân-ı kerîme en çok uyanlarıdır.
Îmân konuları, Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhıret gününe îmân etmek, öldükten sonra dirilmeye, kader ya’nî hayır ve şer, acı ve tatlı herşeyin Allahtan geldiğine inanmaktan ibârettir.
Kader hakkında da: “Kaza ve kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan birisidir. Allahü teâlâ bu bilgiyi, en yakın meleklerine ve şeriat sahibi Peygamberlerine (aleyhimüsselâm) bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryadır. Kimsenin bu denize dalması, kaderden konuşması caiz değildir. Kaza ve kaderden konuşmaktan ve bu husûsta düşünmekten çok sakınınız. Allahü teâlâ, ondan konuşmayı yasakladı. Kur’ân-ı kerîmde meâlen: “Allah, yaptığından sorumlu olmaz; kullar ise sorumlu olurlar” (Enbiyâ-23) buyuruldu.
Kitabın son kısmında ise: Allahü teâlâ bizi doğru îmân üzere sabit kılsın, bu îmânla can vermeyi nasîb eylesin. Bizi, bid’at ve dalâlet ehli olanların inandığı bozuk i’tikâddan muhafaza buyursun” demektedir.
Bu risalenin, dört mezhebe mensûb Ehl-i sünnet vel-cemâat i’tikâdında olanlar arasında seçkin bir yeri vardır. Tâcüddîn Sübkî der ki: “Elhamdülillah, dört mezheb i’tikâd husûsunda birdir. Mücessimeye ve mu’tezileye kaymış olan ba’zılarının dışında, cumhur (ekseriyet) hak üzeredir. Önce ve sonra gelenler, Tahâvî’nin akîdeye dâir yazdığı bu eseri kabûl etmektedirler.”
Bu risale üzerine birçok şerhler (açıklamalar) yapılmıştır. Açıklama yapanlardan birisi; Hanefî âlimlerinden Ömer bin İshâk bin Ahmed’dir (v. 773).
Beyân-ı müşkil-il âsâr adlı kitabının mukaddimesinde İmâm-ı Tahâvî buyuruyor ki: “Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı Peygamberlerinin sonuncusu olarak gönderdi. O’na vahyetmiş olduğu kitapların sonuncusunu indirdi. Bu kitabında, Resûlüne inananları, O’nun sesinden daha yüksek sesle konuşmaktan, O’nun önünde yürümekten men etti. Yine Kur’ân-ı kerîmde meâlen “O kendi nefsinden söylemiyor. Kur’ân, sâde bir vahiydir, ancak vahiy olunur” (Necm: 3-4) buyurularak, Muhammed aleyhisselâmın kendinden konuşmadığı bildirildi.
Yine Kur’ân-ı kerîmde meâlen “Allahın Peygamberi size ne verdi ise alın. Size neyi yasak etti ise onu yapmayın. Allahtan korkun; çünkü Allah çok şiddetli azâb sahibidir”(Haşr-7) diye emretmektedir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde; Resûlullahın yanında, alelade kimselerin yanında durulur gibi durulmamasını emretmektedir. Bunu şu âyet-i kerîmelerde meâlen şöyle emretmektedir: “Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın ve birbirinize bağırır gibi O’na bağırmayın, haberiniz olmadan amelleriniz boşa çıkıverir” (Hucurât-2) ve “Peygamberimizin çağırışını, aranızda birbirinizi çağırış gibi tutmayın (da’vetine hemen koşun ve izinsiz ayrılmayın).İçinizden birbirini siper ederek (savaştan veya hutbeden) sıvışıp kaytaranları Allah muhakkak biliyor. Bunun için, Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ inmekten, yahud kendilerine acıklı bir azâb isâbet etmekten sakınsınlar” (Nûr-63)
İmâm-ı Tahâvî’nin bu kitabı 1333 hicri senesinde Hindistan’da dört cüz hâlinde basılmıştır. Ancak İmâm-ı Kevserî, Hâvi adlı eserinde bu matbû olan eserin, asıl kitabının yarısı bile olmadığını beyân, etmekte ve kitabın aslının İstanbul’daki Feyzullah Efendi Kütübhânesi’nde 273-279 numara ile kayıtlı bulunduğunu bildirmektedir. (Havî sh. 34)
Muhtasar-ı Tahâvî: İmâm-ı Tahâvî, bu kitabının mukaddimesinde buyuruyor ki: “Bu kitabımı, bilinmemesi özür olmayan ve yapılmamasında ihtilâf bulunmayan fıkıh mes’elelerine göre yazdım. Buradaki mes’eleleri İmâm-ı a’zam, İmâm-ı Ebû Yûsuf, İmâm-ı Muhammed hazretlerinin bildirdikleri bilgiler üzerine bina ettim. Bu eserimle Allahü teâlânın inâyetine ve fadlına kavuşmayı ümid ettim.” Bu kitab 1370 hicrî yılında Kâhire’de “Dâr-il-kütüb-il-Arabî” basılmıştır. Bu baskının önsözünde diyor ki; “Bu kitab! Hanefî mezhebinde, fıkıhta muhtasar olarak yazılan ana mes’eleleri ve kaynakları, muteber olan rivâyetleri (zâhir-ür-rivâyeyi) ihtivâ eden bir kitaptır”
Tahâvî’nin diğer eserleri:
1. Sünen-üş-Şâfiî
2. Sahîh-ül-Asâr.
3. Şerh-ül-Câmi’-il-Kebîr.
4. İhtilâf-ül-ulemâ
5. El-Vesâ’ya vel-ferâiz
6. En-nevâdir-ül-fıkhıyye
7. Kitâb-ül-eşribe Tahâvî’nin bunlardan başka, daha pek çok eseri vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 107
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 232, 272, 1075
Şafiî mezhebi fıkıh âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Abdülkâdir bin Tâhir bin Muhammed el-Bağdâdî et-Temimî olup, künyesi Ebû Mensûr’dur, Üstâd lakabı ile tanınır. Fıkıh ilminin usûl ve fürû kısımlarında çok derin âlim olan imamlardan biri idi. Ayrıca kelâm, ferâiz, edebiyat, nahiv, ilm-i hesâb ve diğer ilimlerde de söz sahibiydi. Onyedi ayrı ilimde talebelere ilim öğretirdi.
Bağdad’da doğup yetişti. Çocukluğunda babası ile beraber Horasan’a gidip, Nişâbûr âlimlerinden ilim ve hadîs-i şerîf öğrendi. Daha sonra İsferâin’e gidip, Ebû İshâk el-İsferâînî’nin derslerine devam etti. Onun vefâtı üzerine Mescid-i Ukayl’da talebelere ders okuttu. 420 (m. 1029) senesinde İsferâîn’de vefât edip, üstadı Ebû İshâk’ın yanına defnolundu.
Ebû Mensûr el-Bağdâdî ( radıyallahü anh ) vera’ ve takvâ sahibi idi. Haram ve şüpheli şeylerden çok sakınır, dünyâya kıymet vermezdi. Önceleri çok zengin idi. Bütün malını, ilim tahsil etme ve ilim tahsil edenlere yardımcı olma yolunda sarfetti. İlim taliblerinden pekçoğu onun ilminden, derslerinden istifâde etmişlerdir. Bir taraftan talebelere ders okuturken, bir taraftan da, kendisinden sonra gelecek olanların istifâde etmeleri için kıymetli kitaplar yazdı. Bunlardan ba’zıları şunlardır: El-Fark beyn-el-firâk, Te’vîl-ü müteşâbih-il-ahbâr, Fedâyih-ül-mu’tezile, Fedâyih-ül-Kerrâmiyye, El-Kelâm fil-vaîd-il-fâhir fil evâili vel-evâhir, Mi’yârun-nazar, Tafdîl-ül-fakîr-is-sâbir alel-ganiyy-iş-şakîr, el-Milel ven-nihâl, Et-Tahsîl fî usûl-il-fıkh, Nefy-ül-halk-ıl-Kur’ân. Bunlardan başka kıymetli kitapları ve şiirleri çoktur.
Ebû Mensûr el-Bağdâdî hazretleri “El-Fark beyn-el-firâk” isimli eserinde buyuruyor ki:
“Ehl-i sünnet i’tikâdına göre: Allahü teâlâ, âhırette bütün insanları ve canlıları diriltecektir. Ehl-i sünnetin dışında bulunan ba’zı fırkalar, “Âhırette sâdece insanlar diriltilecektir. Cennet ve Cehennem yaratılmamıştır” diye inkâr ettiler.
Ehl-i sünnete göre, Cennet ni’metleri Cennettekilere, Cehennem azâbı da müşriklere ve münâfıklara devamlıdır. Cehmiyye fırkası ile Kaderiyye fırkasından Ebü’l-Huzeyl taraftarları buna inanmadılar. “Cennette ni’metler, Cehennemde azâblar bir müddet sonra son bulur” dediler.
Ehl-i sünnet i’tikâdına göre, Cehennemde kafirlerden başkası temelli kalmıyacaktır. Kaderiyye ve Havâric’in görüşlerine göre ise, Cehenneme giren herkes orada devamlı kalırlar.
Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar, kabirde sorgu ve suâlin var olduğuna inanırlar. Günah işliyenlere ve kabir azâbına inanmıyanlara, kabirde şiddetli azap yapılacağına inanırlar.
Havz, Sırat ve Mîzân’ın olduğuna, bunları inkâr edenlerin Kevser Havzından içemiyeceği ve sırattan geçerken ayaklarının kayıp Cehennem ateşine düşeceğine Ehl-i sünnet inanmıştır.
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) ve O’nun ümmetinden sâlih kimselerin, günahkâr olan mü’minlere ve kalbinde zerre miktarı îmânı olanlara şefaat edeceklerine Ehl-i sünnet inanmıştır. Ayrıca şefaati inkâr edenlerin, şefâattan mahrûm kalacaklarını da bildirmişlerdir.”
“Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar, Allahü teâlânın Habîbi ve sevgili Peygamberi ( aleyhisselâm ) ile beraber, Bedr gazâsına katılanların Cennetlik olduklarına inanırlar. Ayrıca, Uhud gazâsında, hurma bahçelerinin düşman işgaline mâruz kalmaması için çarpışan “Kuzman” ve Peygamber, efendimizin bildirdiği birkaç kimse dışında kalan Uhud’daki bütün Eshâb-ı Kirâmın Cennetlik olduğuna inanırlar. Hudeybiye’de “Bî’at-ı Rıdvân”a iştirâk eden Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) Cennetlik olduğuna inanırlar. Peygamber efendimiz buyurdular ki; “Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül ve i’timâd etmiyenlerdir, buyuruldu.” Dinleyenler arasında Ukâşe ( radıyallahü anh ) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, onlardan olayım” deyince, “Yâ Rabbî! Bunu onlardaneyle!” buyurdu. Biri daha kalkıp, aynı duâyı isteyince,“Ukâşe senden çabuk davrandı” buyurdu. Aralarında, Hazreti Ukâşe’nin de bulunduğu yetmiş bin kişinin, sorgusuz sualsiz Cennete gireceği ve onların herbirinin yetmişbin kişiye şefaatçi olacaklarına, Ehl-i sünnet i’tikâdında olanlar inanırlar.
Ehl-i sünnet, sevgili Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) zevce-i mutahharalarının (r.anhünne) hepsinin, mutlak îmân ile öldüklerine inanırlar. Bunlardan biri veya birkaçını tekfir edenin (küfürle itham edenin) küfre girdiğini bildirdiler.
Ehl-i sünnet, Peygamber efendimizin torunları olan oniki İmâm “Hazreti Ali bin Ebî Tâlib, Hazreti Hasen, Hazreti Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bâkır, Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Ali Rızâ, Muhammed Cevâd Takî, Ali Nakî, Hasen Askerî Zekî ve Muhammed Mehdî (r.aleyhim) ve diğer meşhûr torunlarına (seyyidler ve şerîfler) sevgi ve hürmet göstermişler, onların îmân ile vefât ettiklerini bildirmişlerdir.”
Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı Kirâm efendilerimizin ve Tabiînin ileri gelenlerinin son nefeste imân ile vefât ettiklerini bildirdiler. Kur’ân-ı kerîmde bununla ilgili meâlen“Onlardan (Muhacirlerle Ensârdan) sonra gelenler şöyle derler:“EyRabbimiz! Bizi ve imân ile bizden evvel geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla: imân etmiş olanlar için kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, Ra’ûf’sun (çok şefkatlisin) Rahîm’sin (çok merhametlisin).” (Haşr-10) buyurulmuştur.
“Ehl-i sünhet i’tikâdında olanlar, birbirlerini kâfir olmakla suçlamazlar. Aralarında uzaklaşma ve küfürle suçlamayı gerektirecek bir ayrılık yoktur; Onlarda birlik ve beraberlik vardır. Bunun için cenab-ı Hak onları korur. Ehl-i sünnet olanlar, inkâr ve tenakuza düşmezler, onlar hakkı ayakta tutan cemâattir. Bozuk fırkalardan herbiri, birbirlerini küfürle suçlamışlar, birbirlerinden uzaklaşmışlardır. Öyle ki, Kaderiyye, Hâricî ve Râfizî gibi bozuk fırkalardan yedi kişi bir yerde toplanmışlar, neticede birbirlerini küfürle suçlayarak ayrılmışlardır. Yahudi ve hıristiyanlar da aynı duruma düşmüşlerdir. Yahudi ve hıristiyanların birbirlerini kâfirlikle suçladıklarını, Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. Âyet-i kerîmede meâlen: “Yahudiler: “Hıristiyanlar, din işinde birşey üzere değildirler” dediler. Hıristiyanlar da: “Yahudiler, din işinde güvenilir birşey üzere değildir” dediler…” (Bekâra-113). Kur’ân-ı kerîmde Nisa sûresi 82. âyetinde de meâlen: “Onlar, hala Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu ve ma’nâsını düsünmiyecekler mi? Eğer o, Allahtan başkası tarafından, olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmıyan birçok söz ve ifadeler bulurlardı” buyuruldu.
Allahü teâlâ, Ehl-i sünnet fırkasını, ilk üç asrın âlimleri hakkında uygun olmayacak sözler söylemekten ve onlara dil uzatmaktan korumuştur. Bunlar; Muhacirler, Ensâr, Bedr, Uhud ve Bî’at-ı Rıdvan’da bulunan Eshâb-ı kirâmdır. Ayrıca Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Cennetle müjdelediği mübârek kimselerdir. Ehl-i sünnet fırkasında olanlar, Peygamberimizin ehl-i beytine ve torunlarına, Hulefâ-i Râşidîn’e şanlarına lâyık olmayan bir söz söylemekten şiddetle kaçınırlar. Onları canlarından çok severler. Allahü teâlânın, kendilerini herhangi bir leke ve bid’atlerden koruduğu Tâbiîni ve Tebe-i tabiîni de çok severler, hürmetle isimlerini yâd ederler.
İlim ve ma’rifette pek üstün olan, mü’minlerin, varlıklarıyla iftihar ettiği Ehl-i sünnet fırkasının kıymetli imamları ve kelâm âlimlerinden ba’zılarının isimlerini zikredelim:
Eshâb-ı Kirâmın (r.anhüm) ilk kelâm âlimi, Hazreti Ali bin Ebî Tâlib’dir. Sonra Hazreti Abdullah bin Ömer’dir. Tâbiînden de Ömer bin Abdülazîz’dir ki, Kaderiyye fırkasını red için yazdığı eseri meşhûrdur. Sonra Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn gelir. Daha sonra Hasen-i Basrî, Şa’bi, Zührî’dir (r.aleyhim). Ca’fer bin Muhammed Sâdık hazretlerinin de Kaderîleri, Hâricileri ve Râfızîleri red eden kitabı vardır. Büyük İmâm Hanefî mezhebinin sahibi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin de “Kitâb-ül-Fıkh-ıl-ekber” isimli Kaderiyye fırkasını red eden eseri meşhûrdur. (Bu eser aynı zamanda, Ehl-i sünnet i’tikâdını özet olarak anlatan bir eserdir.) İmâm-ı Şafiî ( radıyallahü anh ) ve onun talebesi Ebü’l-Abbâs bin sûreyc kelâm ilminde pek üstün idi.
Bozuk fırkalarla şiddetle mücâdele eden kelâm ilminin iki büyük İmâmı; Ebû Mensûr-i Mâtürîdî ve Ebü’l-Hasen-i Eş’ârî hazretleridir. Ebü’l-Hasen-i Bâhili, Ebû Abdullah bin Mücâhid ve bunların talebeleri olan Ebû Bekr Muhammed bin et-Tayyib el-Bâkıllânî, Ebû İshâk İbrâhim bin Muhammed el-İsferâînî, İbn-i Fûrek (r.aleyhim) zamanının İmâmları olmuşlardır. Yine Ebû Ali es-Sekafi ve Ebü’l-Abbâs el-Kalânisî Ehl-i sünneti pek güzel müdâfaa eden, bu mevzûda yüzlerce eser yazan âlimlerdendir.
Tabiîn, Tebe-i tabiîn ve daha sonra gelen fıkh âlimleri ki, âlemi ilimle doldurmuşlardır. Bu âlimlerin arasında, Ehl-i sünnet vel cemâat fırkasına yardımcı olmayanı, bid’at fırkalarının bozukluğunu anlatmıyanı yoktur. Onlar, yol göstermek için tepelerde yakılan ateşlerden daha göz kamaştırıcıdırlar. Bu mübârek zâtların isimlerini bildirmek uzun sürer.
Hadîs ve isnâd İmâmları ise, bu sağlam yolun en kıymetli bekçileridir. Onların hiçbirisi, en ufak bir bid’at lekesine bulaşmamışlardır. Onların yazdığı eserler, kıyâmete kadar ilim sahibi olanların elinde kalacaktır. Bu eserlerin isimlerini yazmak bile kitabımıza sığmaz. Bunun yanısıra irşâd ve tasavvuf İmâmları da, asırlar boyu i’tikâd bakımından bu sağlam yol üzere idiler diyen Ebû Mensûr Bağdadî, devamlı Ehl-i sünnetin bayraktarlığını yapmıştır.
İmâm Ebû Mensûr Abdülkâhir bin Tâhir et-Temîmî el-Bağdadî, “Kitâbu Usûl-id-dîn” isimli eserinde, 1. aslın 10. mes’elesinde, şer’î (dînî) ilimlerin kaynağı konusu, üzerinde dururken şöyle demektedir:
Şer’î hükümler, 4 (dört) asıl temel kaynaktan alınmıştır. Bunlar; Kitap, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâs’tır. Kitap, kendisine önünden ve arkasından bâtıl yaklaşamayan, içerisinde âmm (umûmî) ve hâss, (husûsi) hükümler, mücmel (kısa), müfesser, mutlak, mukayyed, emir, nehiy, haber, istihbar, nâsih, mensûh, sarih, kinâye gibi hükümler bulunan Kur’ân-ı kerîmdir. Yine onda hitabın delîli, mefhûmu vardır. Bu vecihlerin hepsi, kendi mertebelerine göre delîl olup, istidlal (delîl olma) bakımından ba’zısı, diğer ba’zısından daha açıktır...
Kendisinden şeriat (din) ahkâmı alınan Sünnet; Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) nakledilen haberlerdir. Bunlar ya tevâtür yoluyla olur (ya’nî, yalan üzerine ittifâk etmeleri aklen caiz olmayan bir topluluğun kendisi gibi topluluğa, onların da kendileri gibi topluluklara nakletmeleri) ki bu, namaz rek’atlarının sayısı, namazın rükünleri vb. olup, zarurî ilmi gerektirir. Veya haber-i müstefid (tevâtür derecesine ulaşmıyan haber) olarak nakledilir. Bu da mükteseb ilim meydana getirir. Zekâtın nisâbları, haccın rükünleri gibi, yahut da haber-i âhâd olarak nakledilir. Râvilerin bu nevi rivâyetleri ilmi gerektirmese de, kendisiyle amel etmeyi gerektirir. Sünnetin delîllerinin vecihleri de, daha önce zikredilen Kur’ân-ı kerîmin delîllerinin vecihleri gibidir. Ya’nî onda da âmm, hâss, mücmel, müfesser, sarih, kinâye, nâsih, mensûh, hitabın delîli ve mefhûmu, emir, nehiy, haber vb. hükümler vardır.
Şer’i hüküm vermede mu’teber olan icmâ’a gelince: İcma; bu ümmetin, asırlarından herhangi bir asrın âlimlerinin şer’î bir hüküm üzerinde ittifâk etmelerine mahsûstur. Ümmet-i, Muhammed ( aleyhisselâm ) dalâlet üzerinde ittifâk etmez.
Şer’i mes’elelerdeki kıyâsa gelince: Bununla, hakkında nass (kitab ve sünnetten bir hüküm) ve icmâ’ bulunmayan şeyin hükmü bilinir. Bu kıyâsın da nevileri vardır...
Abdülkâdir el-Bağdâdî ( radıyallahü anh ) I. aslın II. mes’elesinde, ilim ve ameli gerektiren haberlerin şartlarını açıklarken şöyle demektedir:
Zarurî ilmi mûcib (gerekli kılan) tevâtürün şartlarından biri, o rivâyetin her asırdaki râvîlerinin yalan üzerinde ittifâk etmelerinin muhal (imkânsız) olmasıdır. Eğer bir haberin, bir asırdaki râvîlerinin yalan üzerinde ittifâkları caiz olursa, bu haber, zarurî ilmi gerektirmez. Bundan dolayı, yahudilerin ve hıristiyanların Îsâ’nın (aleyhisselâm) öldürüldüğü ve asıldığına dâir iddiaları ve mecûsîlerin, Zerdüşt’ten haber verdikleri şeyler ilmi mûcib değildir, ya’nî bu iddiâlarından kesin ilim meydana gelmez...
Yine 1. aslın 12. mes’elesinde, şöyle demektedir:
Âlimlerimiz demişlerdir ki, “Akıllar, âlemim hadîs (sonradan yaratılma) olduğuna, yaratıcısının birliğine, kadîm (ezelî) olduğuna, sıfatlarının da ezelî olduğuna, kullarına resûller göndermesinin ve dilediğini teklif etmesinin caiz olduğuna delâlet eder. Bunda hadîs olması sahih olan herşeyin, hudûsunun (sonradan olmasının) ve müstehîl (imkânsız) olan herşeyin de imkânsızlığının cevazının sahih olduğuna delîl vardır. Fiillerin kullar üzerine farz ve yasak kılınması, ancak din vasıtasiyle bilinir...”
Abdülkâhir el-Bağdâdî hazretleri, peygamberleri bilme konusuna tahsis ettiği 7. aslı, 15 mes’eleye ayırmıştır. Burada nübüvvetin ve risâletin ma’nâsı, teklîfin ve resûller gönderilmesinin cevazı, resûlün risâletiyle resûl olduğunu bilmesi, nebi ve resûllerin sayısı, resûllerin birincisi (ilki) ve sonuncusu, Hazreti Mûsâ’nın (aleyhisselâm) nübüvveti, Hazreti Îsâ’nın (aleyhisselâm) nübüvveti, Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) nübüvveti ve O’nun hâtemürrusûl olması, resûlün husûsi bir kavme gönderilmesinin cevazı, resûllerden ba’zısının diğer ba’zısına üstünlüğü, Peygamberimizin diğer Peygamberlere üstünlüğü, Peygamberlerin meleklere üstünlüğü, Peygamberlerin velîlere üstünlüğü, Peygamberlerin günahlardan ma’sûm olması konuları üzerinde durmaktadır.
Ta’rîfler kısmında, Abdülkâhir el-Bağdâdî: Nebinin lügattaki ma’nâlarından biri, Allahü teâlâ indinde (katında) yüksek derecesi, mevkii bulunan kişi demektir. Resûl de, kendisine vahiy gelmesi devam eden zât demektir. Her resûl, nebidir, her nebi, Allahü teâlâdan kendisine vahiy gelen ve üzerine meleğin vahiy indirdiği kimsedir. Resûl ise, yeni bir şeriat getiren veya kendisinden önceki bir şerîatin ba’zı hükümlerini nesh eden (yürürlükten kaldıran) zâttır, cümlelerini kaydetmiş, üçüncü mes’ele bölümünde şunları söylemiştir: Resûlün, kendisini Allahü teâlânın resûl olarak gönderdiğini bileceği bir huccet ve burhana (delîle) ihtiyâcı vardır. Bunu birkaç şekilde bilmesi sahih olur Birisi, Allahü teâlânın kendisine vasıtasız olarak hitâb etmesi ve kalbinde, hitab edenin Rabbi olduğunu kendisine bildirecek zarurî bir ilim yaratmasıdır. Âdem’e (aleyhisselâm) rûh üfürdüğü zaman, hitâb etmesi ve Rabbini zarurî olarak kendisine bildirmesi gibi ki, onu yaratan ona hitâb edenin kendisi olduğunu cenâb-ı Hak bildirmiştir. Derhal ona, mükteseb (kesbî, sonradan kazanılan) olmaksızın zarûrî bir ilim olarak bütün isimleri öğretti. Diğer bir şekil, cenâb-ı Hakkın vasıtasız olarak ona hitâb etmesi ve o hâlde, hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu harikulade bir şekilde izhâr etmesidir Mûsâ’yı Fir’avn’e gönderdiği zaman, ona vasıtasız olarak hitâb etmiş ve kendisine bir takım mü’cizeler izhâr etmiştir. O bu mu’cizeler vâsıtasiyle, kendisine hitâb edenin Allahü teâlâ olduğunu anlamıştır. Dilindeki peltekliği gidermesi, elinde beyazlığın meydana gelmesi, asanın (bastonun) yılana çevrilmesi v.s. gibi.
Başka bir şekil: Allahın, resûle bir melek göndermesi ve onu risâletle emretmesi ve melek göndermesi sırasında, onun şeytan değil, melek olduğunu bildirecek bir mu’cize göstermesidir. Bir diğer sekil de şudur Allahü teâlâ bu yollardan biriyle, bir nebisine nübüvvetini bildirir, O da ümmetinden birine peygamberlik verildiğini tebliğ eder. O ikinci peygamber, peygamberliğin, kendisinden önce gönderilmiş olan diğer bir peygamber vâsıtasıyle öğrenmiş olur. Lût’un (aleyhisselâm) kavmine peygamber oluşunun, İbrâhim’in (a.s) lisâniyle bildirilmesi gibi, Havarilerin Îsâ (aleyhisselâm) ile olan kıssaları da böyledir. Bunlardan birincisi zarurî, ikincisi istidlalidir.
Abdülkâhir el-Bağdâdî 4. mes’elede Peygamberlerin sayısı üzerinde durmakta ve şöyle demektedir: “Müslüman tarihçiler, sahih haberlerde vârid olduğu gibi, Peygamberlerin sayısının 124.000 (yüzyirmidörtbin) olduğunda ittifâk etmişlerdir. Onların birincisi, babamız Adem’dir (aleyhisselâm); sonuncusu ise Peygamberimiz Muhammed’dir ( aleyhisselâm ). Bunlardan 313’ünün (üçyüzonüç) resûl olduğunda icmâ’ etmişlerdir. Bu sayı Tâlût ile beraber nehri geçenlerin, ondan su içmiyenlerin ve Câlût ile harpte sebat edenlerin sayısı kadardır. Yine, Bedr gününde Peygamberimizle ( aleyhisselâm ) beraber bulunan Eshâb-ı Bedr’in sayısı bu kadardır.
Müellif, bundan sonra ba’zı bozuk fırka ve din mensûplarının görüşlerine temas edip 313 resûlden Kur’ân-ı kerîm’de zikredilen 5’i (beşi) ülûl-azm Peygamberlerdendir. (Diğer birçok âlimler, ülû’l-azm Peygamberlerin sayısının altı (6) olduğunu bildirmektedirler). Bunlar, Nûh, İbrâhim, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed aleyhimüsselâmdır. Resûllerden beşi Arabdandır. Bunlar da; Hûd, Sâlih, İsmâil, Şuayb ve Muhammed aleyhimüsselâmdır, demiştir.
5. mes’elede şunlar kaydedilmiştir Müslümanlar ve Ehl-i kitap, insanlardan gönderilen ilk resûlün Adem (aleyhisselâm) olduğunda ittifâk etmişlerdir. Son resûlün Muhammed (aleyhisselâm) olduğunda da müslümanların icmâ’ı vardır.
Ba’zı bozuk din mensûplarının bâtıl görüşleri de kaydedildikten sonra, müellif tarafından şöyle bir suâl ortaya konmuştur Bir kimse: Muhammed (aleyhisselâm) son resûldür, Îsâ’nın (aleyhisselâm) nüzûlü hakkında ne diyorsunuz? derse, cevaben deriz ki: O, İslâm dînine yardım etmek üzere inecek, Deccâl’î ve Hınzîri öldürecek, şerâbları dökecek, Kur’ân’ın diriltilmesini emir buyurduğunu ihyâ edecek, öldürülmesini emir buyurduğunu da öldürecektir.
6. ve 7. mes’elelerde Mûsâ ve Îsâ’nın (aleyhimesselâm) Peygamberlikleri üzerinde durulduktan sonra, 8. mes’elede Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in ( aleyhisselâm ) Peygamberliği hakkında şunlar kaydedilmiştir: Diğer Peygamberler hakkında olduğu gibi, bu husûsta da Berâhime ile aramızda ihtilâf vardır. Yahudilerle bu konuda olan ihtilâf, bunlarla Îsâ’nın (aleyhisselâm) peygamberliği hakkındaki ihtilâf gibidir. Hıristiyanlar da bu konuda muhalefet etmektedirler. O’nun Peygamberliğinin doğruluğuna delîl; harikulade mu’cizelerine dâir haberlerin tevâtür, etmesidir. Kur’ân-ı kerîm gibi bir mu’cize ki, Arablar onun bir benzerini getirmekten âciz kalmışlar ve O’nu yalanlama husûsunda hırs göstermelerine rağmen, O, Kur’ân ile onlara tehaddîde bulunmuş (meydan okumuş)tur. Ayın yarılması, mübârek elinde çakıl taşlarının tesbih etmesi, parmaklarının arasından su çıkması, az bir yemekle çok kimseyi doyurması, ağacın O’nun önüne gelmesi ve emriyle yerine geri dönmesi ve benzeri harikulade işlere dâir mu’cizeleri O’nun da’vâsının doğruluğuna delâlet eder...
Peygamberimizin hâtem-ül-enbiyâ ver-rusûl (aleyhimüsselâm) olduğu izah edilen 9. mes’elede denilmektedir ki Peygamberimiz Muhammed’in ( aleyhisselâm ) Peygamberliğini ikrâr eden her kimse, O’nun nebilerin ve resûllerin sonuncusu olduğunu ikrâr eder (söyler, kabûl ve tasdik eder). Yine O’nun şeriatinin (getirdiği hükümlerin) ebediliğini ve neshe uğramasının imkânsız olduğunu ikrâr eder ve Îsâ’nın (aleyhisselâm) semâdan indiği zaman, İslâm şeriatine (dinine) yardım için geleceğini, Kur’ân’ın ihyâ ettiğini dirilteceğini, onun yok edilmesini emrettiğini öldüreceğini kabûl eder... “Benden sonra Peygamber gelmiyecektir” hadîsi mütevâtirdir. Kur’ân ve sünnetin huccetini (delîlini) reddeden dinden çıkar.
10. mes’elede, risâletin umûmî veya husûsi olması konusunda şunlar belirtilmektedir: Bize göre, Allahü teâlânın bir peygamberi, sâdece bir kavme göndermesi veya bir ümmete iki resûl göndermesi câizdir. Yine iki peygamberden birini bir kavme, diğerini başka bir kavme (topluma) göndermesi caizdir. Bunun gibi, bir kimseyi bütün insanlara peygamber yapması da caizdir, iki peygamberi bir ümmete peygamber olarak gönderdiği zaman, o iki resûlün şeriat ahkâmında ittifâk etmeleri vâcibtir. Cenâb-ı Hak, onları iki ayrı ümmete gönderdiği zaman, birinin helâl ve harama dâir şeriatinin, diğerinin şeriatinden farklı olması caizdir. Akılların mûcibâtı (gerektirdiği şeyler) ve delîllerinde ihtilâf etmeleri caiz görülmemiştir. Âdem (aleyhisselâm) kendisine yetişen bütün çocuklarına (ve torunlarına) peygamber olarak gönderilmişti. İdrîs (aleyhisselâm), asrında bulunan bütün insanlara peygamber idi. Bunun gibi Nûh (aleyhisselâm), asrındaki bütün insanlara ve tufandan sonraki insanlara, tâ kendinden sonraki peygamberin zamanına kadar peygamber idi. Halîl İbrâhim’in (aleyhisselâm) risâleti de kâffeye (herkese) şâmil idi. Bizim Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ise gerek asrındaki, gerek kıyâmete kadar gelecek olan cinnilere ve insanlara peygamberdir...
O, Arab ve aceme (Arap olmıyan bütün toplumlara) peygamber olarak gönderildiği gibi yahudilere ve hıristiyanlara da peygamber olarak gönderilmiştir.
11. mes’elede, Peygamberlerin birbirlerine üstünlükleri konusunda şunlar belirtilmektedir: Allahü teâlâ, resûllerden ba’zısının ba’zısına, derece bakımından efdal (daha üstün) olduğunu haber vermiştir. Onlardan, bütün insanlara risâleti şâmil olanlar vardır ki, sâdece husûsi bir ümmete peygamber gönderilenden daha üstündür. Onlardan, Allahü teâlânın vasıtasız olarak konuştukları vardır ki, vâsıta ile konuştuklarından daha üstündür. Yine onlardan ilk peygamber yaptığı, son peygamber kıldığı vardır. Bunlar, dünyâda nübüvvet mertebelerinde üstünlük bakımından farklı oldukları gibi, Cennetteki sevâb dereceleri bakımından da farklı olurlar...
12. mes’elede, Peygamberimizin diğer peygamberlere üstünlüğü husûsunda denilmektedir ki: İslâm fırkalarından ba’zıları, Peygamberimizin, İbrâhim, Nûh ve Âdem aleyhimüsselâmdan üstün olmadığını iddia edip, gerekçe olarak da bunların, O’nun babaları olduklarını, oğulun babadan üstünlüğünün imkânsızlığını söyleyip, O’nun Mûsâ ve Îsâ’dan ve babası olmıyan her peygamberden üstün olduğunu belirtmişlerdir. Onların bu kıyasları, İdrîs ve İsmâil’den (aleyhimesselâm) de üstün olmamasını gerektirir. Çünkü onlar da O’nun babasıdır. Dırâriyye fırkası, peygamberlerin birbirlerinden üstün olmadıklarını iddia etmiştir. Peygamberlerin (aleyhisselâm) birbirlerinden üstün olduklarını söyliyen âlimler, “Ben Âdem evlâdının seyyidiyim, iftihara lüzüm yok. Âdem ve O’nun dışındakiler, benim sancağımın altında olacaklardır” hadîs-i şerîfini delîl olarak getirmişlerdir. Bu konuda yine “Mûsâ sağ olsaydı, ancak bana tâbi olurdu” hadîs-i şerîfini delîl getirmişlerdir. Demişlerdir ki; diğer peygamberlere verilen mu’cizelerin, o cinsten, daha büyüğü Peygamberimize ( aleyhisselâm ) verilmiştir. Süleymân’a (aleyhisselâm) rüzgâr musahhar kılınmışsa (O’nun emrine verilmişse), O’na da burak musahhar kılınmıştır ki, rüzgârdan daha üstündür. Mûsâ (aleyhisselâm) için taştan su çıkmışsa, bu, Peygamberimizin parmakları arasından, ordusunun abdest alması için su akmasından daha acâib şey değildir, Îsâ’nın (aleyhisselâm) su üzerinde yürümesi de, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) mi’râc esnasında havada yürümesinden daha enteresan değildir. Bir peygambere mahsûs olan bir mu’cizenin nevinden, ondan daha acîbi O’na verilmiştir. O’na ayın yarılması, şeytanların yıldızlarla taşlanması gibi semâvî mu’cizeler de verilmiş; şeriati, kitabından istinbât olunmuştur. O’nun bütün mu’cizelerini saymak, müstakil bir kitap yazmayı gerektirir. Bu zikrettiklerimiz, üstünlüğüne dâir belirtmek istediklerimize bir tenbîhtir.
13. meselede, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) meleklerden, 14. mes’elede ise, Peygamberlerin velilerden üstün olduğu anlatılmıştır. Bu bölümün son mes’elesi olan 15. mes’elede ise, Peygamberlerin (aleyhisselâm) ismet sıfatları ya’nî günah işlemekten ma’sûm oldukları konusu üzerinde durmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-5, sh. 159
2) Tabakât-üş-Şafiiyye cild-5, sh. 136
3) Bugyet-ül-vuât cild-2, sh. 105
4) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 203
5) Fevât-ül-vefeyât cild-2, sh. 370
6) Miftâh-üs-se’âde cild-2, sh. 325
7) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 606
8) Tabakât-ül-müfessirîn cild-1, sh. 327
9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 60
10) El-Bidâye ven-nihâye cild-11, sh. 44
.
İsfehan’da yetişen tefsîr, hadîs ve lügat âlimlerinin meşhûrlarından. İsmi, İsmâil bin Muhammed bin Fadl bin Ali bin Ahmed bin Tâhir’dir. Teymî, Talhî ve İsfehânî nisbetleriyle zikredildi. “Kıvâm-üs-sünne” lakabı ile meşhûr oldu. “Cevzî” lakabı ile de anılırdı. Künyesi Ebü’l-Kâsım’dır. 475 (m. 1082) senesinde İsfehan’da doğdu. Tefsîr ve hadîs ilimlerinde zamanının bir tanesiydi. Birçok memleketleri dolaşıp çok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip yazdı. Hadîs âlimlerinin şeyhi kabûl edildi. Tefsîr ilmine dâir otuz cildlik “El-Câmi” isimli bir eseri vardır. Daha başka eserler de yazdı. 535 (m. 1141) senesi Kurban Bayramı gecesinde, İsfehan’da vefât etti.
O, İsfehan’da Ebû Amr bin Mende’den ve onun tabakasındaki âlimlerden, Bağdad’da Ebû Nasr ez-Zeynebî’den, Nişâbûr’da Muhammed bin Sehl es-Sirâc’dan, çeşitli şehirlerde; İbrâhim bin Muhammed et-Tayyâr, Ebû Mensûr bin Şükreveyh, Ebû Îsâ Abdurrahmân bin Muhammed bin Zeyyâd, İbn-i Hurşid, Ebû Bekr bin Merdeveyh ve daha pekçok âlimden hadîs-i şerîf dinleyip yazdı. “Tergîb ve Terhîb” kitabının sahibidir. Hadîs ilmine dâir yazdığı başka eserleri de vardır. Hadîs-i şerîf öğrenmek için çok yer dolaştı. Gittiği her memlekette, büyük hadîs âlimleriyle karşılaştı. Medâin şehrinde çok sayıda hadîs-i şerif dinleyip, bir sene orada kaldı, öğrendiklerini bir eser hâline getirip yazdı. Birçok hadîs âliminin hâllerini araştırma imkânı buldu.
Kendisinden de; Ebû Sa’d es-Sem’ânî, es-Silefî, Ebü’l-Kâsım bin Asâkir, Ebû Mûsâ el-Medînî, Yahyâ bin Mahmûd es-Sakafi, Abdullah bin Muhammed bin Hamîd el-Habbâz, Ebü’l-Fedâil Mahmûd bin Ahmed el-Abdekevî, Ebû Necîh Fadlullah bin Osman, Ebü’l-Mecd Zâhir es-Sekafî, Müeyyed bin el-Uhuvve ve daha başka âlimler hadîs-i şerîf rivâyet ettiler.
Ebû Mûsâ el-Medînî diyor ki: “Hâfız Ebü’l-Kâsım İsmâil Teymî, zamanının büyük âlimlerinin en üstünü idi. Asrındaki âlimlerin üstadı oldu. Hayatında iken ondan birçok kimseler hadîs-i şerîf rivâyet etti. Babası Ebû Ca’fer sâlih bir kimse olup, vera’ sahibi bir zât idi. O, Sa’îd-ül-Iyâr’dan hadîs-i şerîf dinledi. Kur’ân-ı kerîmi Ebü’l-Muzaffer bin Şebîb’den okumuştu. Onun babası, Cennetle müjdelenen on Sahâbîden birisi olan Talhâ bin Ubeydullah’ın ( radıyallahü anh ) evlâtlarındandır.”
Yine Ebû Mûsâ anlatıyor “Ben küçük yaşta iken, Aişe binti Hasen’den, o da Ebü’l-Kâsım bin Aleyk’ten işitmiştim. O diyordu ki, “İsmâil Teymî’yi, sözü ve işi sebebi ile ayıplayan hiçbir kimseyi bilmiyorum. Hiçbir kimse ona karşı gelemedi. Bu, Allahü teâlânın ona yardımı oldu. “İsmâil Teymî, Sultanların da’vetlerine gitmez, yemeklerini yemezdi. Meliklerin yanından kendisine gelenleri hemen evinden çıkarır, mülkünü ilim öğrenmek için gelenlere tahsis ederdi. Bunlar, ellerinde çok az birşey getirip verseler bile böyle yapardı. Onun yanında dünyâ malının hiç kıymeti yoktu. Onun hadîs-i şerîf yazdırdığı üçbinbeşyüz ayrı ilim meclisi vardı. O, bedihi olarak, ya’nî hemen aklına gelenleri yazdırıyordu.” Yahyâ bin Mende diyor ki: “O, i’tikâdı doğru ve ahlâkı güzel bir zât idi. Az konuşurdu. Zamanında onun bir benzeri yoktu.” Abdülcelîl bin Kevtâh anlatıyor: Bağdad’daki büyük âlimlerin; “Bağdad’a İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’den sonra, İmâm-ı İsmâil bin Muhammed Teymî’den daha faziletli ve daha çok bilen bir âlim uğramadı” dediklerini işittim.
Kur’ân-ı kerîmin çeşitli kırâat rivâyetlerini birçok âlimden öğrendi. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri, Arab dili ve edebiyatı ile meâni ilimlerine dâir gerek Arabca ve gerekse Farsça olarak eserler yazdı. Fıkıh ilmine dâir olan fetvâları, kendi memleketinde ve diğer birçok memleketlerde gizli kalıp yayılmadı.
Ebü’l-Menâkıb Muhammed bin Hamza el-Ulvî anlatıyor: Onu anlatanların birinden işitmiştim. Diyordu ki; “Zamanının en kıymetlisi ve yaşadığı devrin en önde gelen âlimi olan İsmâil bin Muhammed, çok ibâdet yapar, geceleri teheccüd namazı kılardı.”
Ebû Mûsâ el-Medînî anlatır: Onu anlatan birisinden işittim. Diyordu ki; “O, oğlu vefât ettiğinde, ta’ziyesini (başsağlığı dileyenleri) kabûl etmek için oturmuştu. O gün otuza yakın abdest aldı ve her abdestten sonra iki rek’at namaz kıldı. Yine onun arkadaşlarından işittim. O da diyordu ki; “O, Sahih-i Müslim kitabının şerhini, oğlu Ebû Abdullah’ın kabri yanında yazıyordu. Onu tamamladığı günde, büyük bir sofra ve çok yemekler hazırlayarak ziyâfet verdi.
Onun oğlu Ebû Abdullah Muhammed, 500 (m. 1106) senesinde doğmuştu. Yetiştikten sonra, Arab dili ve edebiyatının fesahat ve beyânı hakkında ve daha başka ilimlerde çok kimsenin önünde bulunuyordu. Hattâ babası onu, Arabcanın dil ve edebiyatında kendisinden üstün tutuyordu. Sahîh-i Buhârî’nin ve Sahîh-i Müslim’in şerhlerinin birçoğunu yazmıştı. 526 (m. 1132) senesinde, babasından önce, Hemedân’da vefât etti. Genç yaşta olmasına rağmen birçok eserler yazmıştı. Sahîhayn’ın eksik kalan şerhlerini, vefâtından sonra babası, onun kabri yanında tamamlamıştır.
Ahmed bin Hasen diyor ki: “Biz, büyük âlim Ebü’l-Kâsım İsmâil Teymî ile beraberdik. O, Hâfız Ebû Mes’ûd’a iltifât ederek dedi ki: “Allah, ömrünü uzun eylesin! Muhakkak ki sen, uzun olarak yaşarsın. Ve senin bir benzerin görülmez.” Duâ ettiği gibi oldu. Bu, onun kerâmetlerinden biridir.
Ebû Mûsâ diyor ki: “Kıvâm-üs-sünne İsmâil Teymî, hicri 500 senesinin başlarında, Allahü teâlânın dinini ihyâ etmek, her yere doğru imân bilgilerini yaymak için çeşitli memleketlere gitti, İslâm diyarında, onun gibi ıslâh edici, insanları hakka, doğruya da’vet edici olan birisini tanımıyorum.”
Ebû Sa’d es-Sem’ânî diyor ki: “İsmâil Teymî, hadîs ilminde benim üstâdımdır. Ondan çok hadîs-i şerîf öğrendim. O, hadîs, tefsîr, lügat ve edebiyat ilimlerinde imamdır. Hadîs-i şerîflerin metinlerini ve senetlerini, iyi bilirdi. Karşılaştığım müşkül mes’elelerden kendisine birşey sorduğum zaman; hemen ânında cevap verirdi. Onun ömrünün sonuna doğru, usûlünün çoğunu terk etmişti. O, “Câmi” adındaki tefsîrini yaklaşık üçbin ilim meclisinde öğrendiklerinden yazdı. Babam, şöyle demişti: “Irak’ta hadîs-i şerîfleri bilen ve anlayışı kuvvetli olan iki kimseden başkasını görmedim. Birisi İsfehan’da İsmâil Cevzî, diğeri de Bağda’da el-Mü’temen’dir.”
Ebû Mûsâ el-Medîni’nin bildirdiğine göre, başlıca eserleri şunlardır: 1. El-Câmi: Otuz cildlik büyük bir tefsîr kitabıdır. 2. El-İzâh: Tefsîre dâir dört cildlik bir eserdir. 3. El-Mûdıh: Bu da üç cildlik tefsîr kitabıdır. 4. El-Mu’temed: On cildlik tefsîr kitâbıdır. 5. Kitâb-üt-tefsîr: Farsça olarak yazılmış bir tefsîr kitabı olup, iki cilddir. 6. Et-Tergîb vet-Terhîb, 7. Kitâb-üs-sünne: bir cilddir. 8. Siyer-üs-selef: Eshâb-ı Kirâm ile Tâbiîn-i izamın hâl tercümelerini bildiren kıymetli bir eserdir. 9. Delâil-ün-nübüvve: Peygamberlik ile ilgili naklî ve aklî delîlleri bildiren bir eserdir. 10. Şerh-ül-Buhârî ve Şerh-ül-Müslim: Oğlu Ebû Abdullah’ın Sahîh-i Buhârî ve Sahih-i Müslim kitaplarına yaptığı ve vefât sebebiyle tamamlayamadığı şerhlerini, babası kabri yanında tamamlamıştır. 11. İ’râb-ül-Kur’ân, 12. El-Hucce fî beyân-il-muhacce: İstanbul kütüphânelerinde mevcûttur. Kelâm ilmine âit mes’eleleri anlatan bir eserdir. 13. El-Meb’ as vel-megâzî.
Bunlardan başka eserleri de vardır, isimleri bilinmemektedir. Fetvâları da çoktur.
Kıvâm-üs-sünne İsmâil bin Muhammed’in “Kitab-ül-Hucce fî beyân-il-muhacce” adındaki eserinden ba’zı bölümler:
Ehl-i sünnet i’tikâdının özeti faslı: Sünnet-i seniyyenin garîb kaldığını ve unutulduğunu, bidat sahiplerinin de çoğaldığını ve kendi arzularına uyanları görünce, talebelerime ve diğer müslümanlara sünnet-i seniyyeye uygun i’tikâdı, hikmetli nasîhatları açıklamayı ve hadîs âlimleri ile önceki ve sonraki ma’rifet ve tasavvuf ehlinin üzerinde icmâ’ ettikleri bilgileri toplamayı arzu ettim. Şöyle ki:
“Allahü teâlânın kazasına rızâ göstermeli, Allahın emrine teslim olmalı, Allahın hükmüne sabretmeli, Allahın emrettiklerini almalı ve nehyettiklerinden sakınmalıdır. İmân, söze, amele, niyete ve sünnete muvafakattir. O, tâat ve ibâdetleri yapmakla kuvvetlenir, günah olan şeyleri işlemekle zayıflar (ya’nî parlaklığı azalır).
Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) sonra insanların en üstünü ve en hayırlısı, Hazreti Ebû Bekr’dir. Sonra Ömer-ül-Fârûk, sonra Osmân-ı Zinnûreyn ve sonra Aliy-yül-mürtezâ’dır (r.anhüm). Bu dört büyük zât, insanları hidâyete götüren Hulefâ-i râşidîn olup, zamanındaki mü’minler tarafından herbirine halife olarak bî’at edilmiştir. Bî’at edildiği günde halifeliğe onlardan daha lâyık bir kimse yoktu. Resûlullah ( aleyhisselâm ), on kişinin Cennetlik olduğunu haber verdi. Bunlar Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talhâ bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Sa’d bin Zeyd ve Ebû Ubeyde bin Cerrâh’dır.
Hazreti Ebû Bekr’in kızı Âişe-i Sıddîka, Resûlullahın mübârek hanımıdır. O, bütün kirlerden uzak ve her türlü şüpheden temizdir. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) bütün hanımları, mü’minlerin tertemiz olan anneleridir. Hazreti Mu’âviye bin Ebî Süfyân, Allahtan gelen vahyin kâtibi ve O’nun emîn saydığı bir kimsedir. Peygamberimizin kayınbirâderi olup, mü’minlerin dayısı sayılırdı.
Bu nizâmı yaratan Allahü teâlâ, (Hayy) diri, (Âlim) bilici, (Kadir) gücü yetici, (Mürid) dileyici, (Semî’) işitici, (Basîr) görücü, (Mütekellim) söyleyici ve (Hâlık) yaratıcıdır, ölmek, câhil olmak, gücü yetmemek, sağırlık ve körlük, söyleyememek birer kusurdur ve utanılacak şeylerdir. Bu kâinatı, bu düzen üzere yaratanda ve yok olmaktan koruyanda böyle kusurlu sıfatların bulunması olacak şey değildir. Allahü teâlâyı mü’minler âhırette, cihetsiz olarak ve karşında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, ya’nî bir şekilde olmayarak görecektir. Nitekim Peygamerimiz: “Kıyâmet günü Rabbinizi, ondördüncü ayı gördüğünüz gibi görürsünüz” buyurdu. Allahü teâlâ da, Kıyâmet sûresinin 22 ve 23. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “Kıyâmet gününde (Peygamberlerin, evliyânın ve mü’minlerin) yüzleri parıldayıp ışık saçarlar. (Onlar) Rablerini (perdesiz) görücüdürler. (Cennet ehli, dâima hûrîler ve gılmânlar ile ni’met, rahat ve huzûr içinde olup, sabah ve akşam Allahü teâlânın cemâlini görmekle zevklenip, neş’elenirler. O seçilmişlerin zikirleri; “Ey Allahım! Ben, senden, kerîm olan zâtını görmeyi istiyorum” diye yalvarmaktır).” buyurmaktadır.
Kabir azâbı haktır. Kabrin sıkması haktır. Münker ve Nekir isminde iki meleğin, insanların kabirlerine gelip, “Rablerinden, dinlerinden, Peygamberlerinden ve başka şeylerden sormaları haktır. Allahü teâlâ dünyâ ve âhıret hayatında kavl-i sabit (Kelime-i şehâdet) ile imân edenlerin ayaklarını kaymaktan korur. Zâlimleri, imân etmeyenleri de cezalandırmış olur. Allah dilediğini yapar.
Resûlullah efendimize mahsûs olan Kevser havuzu haktır. Onun bir ucu ile diğer ucunun arası, Aden ile Umman arası kadar uzundur. Onun etrâfındaki ibrikler (kâseler), gökyüzündeki yıldızlar sayısıncadır. Onun suyu, baldan daha tatlı ve sütten daha beyaz olup, kokusu miskten daha güzeldir. Ondan içen kimse, hiç bir daha susamaz.
Resûlullahın şefaati haktır. Bunun gibi diğer bütün Peygamberlerin, meleklerin, âlimlerin, şehidlerin şefaat etmeleri de haktır.
Sırat köprüsü haktır. O, Cehennemin üstünde kurulacak olan bir köprüdür. Herkes, mutlaka onun üzerinden geçecektir. Onun üzerinde dikenler, çengeller ve pıtraklar bulunup, ayak kayacak bir yerdir. Allahü teâlâ, Meryem sûresi 71 ve 72. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyurdu ki: “İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere, mutlaka Cehenneme uğrayacaktır. Bu, (Cehennemin ateşine uğramak), Rabbinin katında kesinleşmiş kat’î bir hükümdür. (Fakat bir sınıf mü’minler, ondan geçerken ateş sönüverir. Sonra ondan geçtiklerini melekler haber verir. Onlardan bir sınıfı da, oraya uğrayıp günâhı kadar kaldıktan sonra Cennete gider.) Bundan sonra, Allaha eş, ortak koşmaktan sakınanları, ateşten çıkararak kurtarırız. Kâfirleri de, o ateşte dizleri üzerine çökmüş olarak terk ederiz.”
Sûr haktır. O, isrâfil aleyhisselâmın üfleyeceği bir borudur. İki defa üflenir. Birincisinde, bütün canlılar ölürler, ikincisinde de, tekrar dirilirler. Allahü teâlâ Zümer sûresinin 68. âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki; “İlk Sûra üflendikte, gökte ve yerde bulunan mahlûkâtın hepsi ölürler. Ancak Allahü teâlânın diri kalmalarını murad ettikleri kalır. (Bunlar da; Cebrâil, Mikâil, Azrail, Hamele-i Arş gibi meleklerdir denildi.) Sonra Sûra ikinci defa üflendikte, (o anda bütün) ölüler dirilerek kabirlerinden kalkıp, hayretler içinde (acaba ne yapılacaktır? diye) bakınıp dururlar.”
Kalbinde zerre kadar imân bulunan kimse, Cehennemde sonsuz olarak kalmaz. Günahları sebebiyle Cehenneme atılan kimseler, Allahü teâlânın rahmetiyle oradan çıkarılırlar. Sonra Cennetin kapısı yanındaki bir nehrin içine sokulurlar. Suyun içindeki kuru tohumun bittiği gibi biterler. Sonra Cennete sokulurlar.
Cennet ve Cehennem, Allahü teâlâ tarafından sevâb ve azâb yeri olarak yaratılmıştır. Cennetin ni’metleri ve Cehennemin azâbı ebedi, sonsuzdur. Bu ikisini, diğer varlıkları yaratmadan önce yaratmıştır.
Kıyâmet kopmadan meydana çıkacak olan alâmetlerden; Deccâl, Dâbbet-ül-erd, Ye’cûc ve Me’cûc, güneşin batıdan doğması, hepsi haktır, doğrudur. Ya’nî mutlaka olacaktır.
Mi’râc haktır. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) bir gece, rûhu ve bedeniyle semâya yükseldi. Cenneti, Cehennemi, melekleri, Peygamberleri gördü. Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar gece yolculuğu yaptı. Sonra oradan mi’râc eyledi. Allahü teâlâ ile konuştu. Gözü bir an Allahü teâlâdan ayrılmadı.
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Eshâbı arasında meydana gelen hâdiseleri konuşmamalı, onların faziletlerini yaymalı ve onlara uymalıdır. Çünkü onlar, gökyüzünün parlak yıldızları gibidir. Sonra, onları görmekle şereflenen ve Tabiîn adı verilen din imamlarına, büyük âlimlere ve Selef-i sâlihîni sevmeli onların yolundan ayrılmamalıdır.
Dinde kendi aklına ve görüşüne uyarak kıyâs yapmayı terk etmek lâzımdır. Cedelleşmeyi ve husûmeti, Kaderiyye’nin kepazeliklerini, i’tikâdda sapık yolları gösteren Ehl-i bid’at kelâmcıların, kelâm ya’nî i’tikâd konusunda görüş beyan etmeyi ve yıldıznâme kitaplarını okumayı terk etmek lâzımdır.
Bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin kendisinde icmâ’ ettiği doğru i’tikâd böyledir. Bunların hepsi, Allahü teâlânın emr-i ilâhiyyesine uyularak Resûlullah’dan ( aleyhisselâm ) alınmıştır. Allahü teâlâya ve Resûlüne itaat husûsunda Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyuruldu ki:
“Allaha ve Resûle itaat ediniz.” (Âl-i İmrân-132).
“Resûle itaat eden kimse, Allaha da itaat etmiş olur.” (Nisa-80).
“Peygamberin size getirdiklerini alınız. Sizi nehy ettiklerinden de kaçınınız.” (Haşr-7)
Allahü teâlâ, tebliğ husûsunda Peygamberine Mâide sûresinin 67. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, açıkla!” buyurmuştu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz de Peygamberliğini ilân ederek, Allahü teâlânın emirlerini açıkladı. Herkesi kitap ve sünnet ile Allaha da’vet etti. İnsanları, Sahabeye, Allahın yolunu bilen âlimlere ve âlimlerin bildirdiklerinden ayrılmayan ülül-emre ittibâ etmeyi, uymayı emretmişti. Çünkü Allahü teâlâ Nisa sûresi 59. âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân edenler! Allaha itaat ediniz. Ve Resûlüne itaat ediniz ve ülü’l-emrinize itaat ediniz!” buyurmaktadır. (Burada ülü’l-emr, ictihâd derecesine yükselmiş âlimler demektir. Hadîs-i şerîfte, “Ülülemr, fıkıh âlimleridir” buyuruldu.) Resûlullahtan sonra, emirlerine uyulacak âlimlerin en üstünü Hazreti Ebû Bekr’dir. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali ve sonra da sırası ile Sahabenin büyükleridir. Bunların büyükleri; Aşere-i mübeşşere (Cennetle müjdelenen on Sahâbî) ve Resûlullahın faziletlerini beyan ettiği diğerleridir. Onların herbirisine uymamızı emretti. Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
“Benden sonra şu iki kişiye uyunuz: Ebû Bekr ve Ömer!”
“Eshâbım, gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz.”
Peygamberimiz, hak, doğru olan Ehl-i sünnet i’tikâdını Allahü teâlâdan öğrendi. Eshâb-ı Kirâm da, Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) öğrendiler. Tabiîn de, bu i’tikâdı Eshâb-ı Kirâmdan öğrenip aldılar. Sahabe, Resûlullahın kendilerine uyulmasını işâret buyurduğu kimselerdir. Sahabe de, kendilerinden sonra Tabiîne uyulmasını işâret buyurmuşlardır. Sa’îd bin Müseyyib, Alkame bin Vakkâs, Esved bin Yezîd Nehâî, Kâsım bin Muhammed, Atâ bin Ebî Rebâh, Mücâhid bin Cebr, Tâvûs bin Keysân, Katâde, Şa’bî, Ömer bin Abdülazîz, Hasen-i Basrî, Muhammed bin Sîrîn ve onlardan sonra Eyyûb-i Sahtiyânî, Yûnus bin Ubeyd, Süleym-i Teymî, Abdullah bin Avn, sonra Süfyân-ı Sevrî, Mâlik bin Enes, İbn-i Şihâb-ı Zührî, Evzâî, Ebû Hanîfe Nu’man bin Sabit, Ahmed bin Hanbel, Muhammed bin İdrîs eş-Şâfiî ve Şam, Hicaz, Mısır, Horasan, İsfehan, Medine gibi şehirlerde yetişen nice sayısız âlimler, kendilerine uyulmaları işâret edilenlerdendir. Sonra biz onlarla karşılaştık ve onlardan ilim öğrenip hadîs-i şerîfleri ve Sünnet-i seniyyeye uygun i’tikâdı yazdık. Hadîs ve tasavvuf âlimlerinin icmâ’ ettiklerini beyan eden birçok kitaplar yazıldı.
Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tabî olmanın delîli şudur ki; Allahü teâlânın O’na olan sevgisini bilmektir. Ona tâbi olanlar, Allahın sevgisine ve mağfiretine kavuşurlar. Çünkü cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresi otuzbirinci âyetinde meâlen buyurdu ki: “Ey sevgili Peygamberim,! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever. “Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, her hâlinde Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetine ittibâ etmek, uymaktır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Âl-i İmrân sûresi 103. âyet-i kerîmede meâlen; “Hepiniz Allahın ipine sımsıkı sarılınız!” buyurdu. Peygamber efendimiz de, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyurdu ki: “Ey insanlar! Allahtan korkunuz. Size tâat ve cemâat lâzımdır. Çünkü cemâat, Allahın size, (sarılmanızı) emrettiği ipidir.” Yine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ümmetimden, hak üzere olan âlimler, kıyâmete kadar bulunacaktır. Kıyâmete kadar, muhalefet edenlerin onlara hiçbir zararı dokunmaz.” Bu taife, eser sahibi olan ilim ehlidir. Yezîd bin Hârûn’a, Peygamber efendimizin bildirdiği (Fırka-i Nâciye)nin kim olduğu sorulduğunda, “Eğer onlar, hadîs eshâbından değillerse kim olduklarını bilmiyorum” dedi.
Dinde sünnet olan esas, tâbi olmaktır. Bu tâbi olmak da, Allaha tâat olan şeye ve Allaha itaat eden kimselere tâbi olmaktır. Allaha tâata tâbi olmak demek de, Allahın emir ve yasaklarına uymak demektir. Allahü teâlâ, kendisine tâat husûsunda, kendine itaat edenlere de itaat etmeyi farz kıldı. Onlar da, Âdem aleyhisselâm zamanından Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm zamanına kadar gelen Peygamberlerdir. Onlar, Allaha çağıran, da’vetçiler ve O’na tâat husûsunda rehberler, yol göstericiler oldular, ilk gelen peygamberler, sonra geleni müjdeledi. Sonraki de, öncekini tasdik etti. Her peygamber Allahın kendisine bildirdiği îmân ve amel bilgilerine da’vet etmektedir. Allahü teâlâ bütün kullarına, peygamberlerine itaat etmeyi farz kıldı. Peygamberleri, kulları üzerinde kendisinin delîli kıldı. Nihâyet onların sonuncusu Muhammed aleyhisselâm oldu ve bütün kullarına da, O’na itaat etmeyi farz eyledi. Allahü Teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Muhammed, ancak bir peygamberdir” ve “Kim, peygambere itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur.” ve yine “Peygamberin getirdiği şeyi alınız, nehyettiklerinden kaçınınız!” buyurmaktadır ve yine buyurdu ki; “Allahü teâlâ ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir erkek ve kadın için, kendi işlerinden dolayı, Allahın ve Peygamberin hükmüne aykırı olan seçme hakkı yoktur. Kim Allaha ve Resûlüne isyan ederse, muhakkak apaçık bir sapıklık yapmış olur” (Ahzâb-36). Daha birçok âyet-i kerîmeler Peygambere itaat etmenin Allaha itaat etmek olacağını bildirmektedir. Resûlullah ( aleyhisselâm ) kendisinin Allahü teâlânın peygamberi olduğunu tebliğ edip açıkladı. Vefât edinceye kadar nasîhatlarına devam etti. Allahü teâlâ da O’nun vefâtından sonra bizi Peygamberine ( aleyhisselâm ) ve âlimlere itaat etmeye çağırdı. Bütün kullarına da, bu Peygambere itaat edeceklerini emr-i ilâhiyyesi ile bildirdi. Ve yine kendisine itaat eden kullarının, âlimlere de itaat etmelerini emretti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) de daha dünyâdan ayrılmadan evvel, Eshâbına, âlimlere tâbi olmayı bildirdi ve ümmetine de emretti. Peygamberimiz buyurdu ki: “Benden sonra şu iki kimseye uyunuz: Ebû Bekr ve Ömer!” Bir kerresinde de, “Ben, gelip de seni göremezsem, kime gideyim?” diyen kimseye, “Ebû Bekr’e git!” buyurmuştu. Yine bir defasında Eshâbına: “Size, Ebû Bekr namaz kıldırsın!” buyurdu. Bir kerresinde de: “Hak, Ömer ile beraberdir” buyurdu. Hazreti Osman için de buyurdu ki: “Bu, o günde hak üzere olacaktır.” Ve yine, “Ali, hak ile beraberdir ve hak da onunla beraberdir” buyurdu. “Ebû Ubeyde, bu ümmetin emînidir”, “Talhâ ve Zübeyr, Cennette benim komşularımdır”, “Muâz bin Cebel, kıyâmet gününde âlimlerin imamıdır.”, “Zeyd, ferâizi en iyi bileninizdir” ve “İbn-i Ümm-i Abd’ın yol göstermesiyle hidâyete erişiniz!” hadîs-i şerîfleri gibi, Selmân-ı Fârisî, Ammâr bin Yâser, Huzeyfet-ül-Yemânî, Ebû Zer, Ebüdderdâ, İbn-i Abbâs ve İbn-i Ömer ve Peygamberimizin amcaları gibi nice Sahâbîlerin faziletlerini bildiren hadîs-i şerîfler vardır. Yine buyurdu ki: “Eshâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, Eshâbından Muâz bin Cebel’i Yemen’e kadı olarak ta’yin ederken ona: “Ne ile hüküm vereceksin?” diye sorunca, o da: “Allahın kitabı ile” diye cevap verdi. “Allahın kitabında olmayan birşey sana gelirse?” deyince, “Resûlullahın sünneti ile” dedi. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) ona: “Allahın kitabında ve Resûlullahın sünnetinde olmayan birşey sana getirilirse, ne ile hüküm vereceksin?” deyince, o da: “Sâlih, ya’nî iyi kulların kendisiyle hüküm verdiği şey ile!” diye cevap verdi ve “Ondan sonra ictihâd ve istişâre ederim” diye ilâve etti. Resûlullahın ümmeti olmak derecesine yükselen bu kimseler, O’nun kendileriyle istişâre ettiği ve ümmetine de onlara itaat etmelerini emrettiği Sahâbîleridir. Sahabenin herbiri, kendisinden sonra diğer Sahabelere tâbi olunmasını işâret ve tavsiye etmeden ölmemiştir. Onların ba’zısı diğer ba’zısına uyulmasını tavsiye ederlerdi. Eshâb-ı Kirâmdan sonra gelen Tabiîn ve onlardan sonra gelen Tebe-i tabiîn de böyle yapmışlardı. Sahabeden İbn-i Abbâs, İbn-i Ömer, İbn-i Zübeyr ve bunların benzerleri. Tabiînin büyüklerinden Sa’îd bin Müseyyib, Alkame, Esved, Mesrûk ve benzerleri ile Tâvûs, Mücâhid, Atâ, Şa’bî, Hasen-i Basrî, İbn-i Sîrîn ve benzerleri, hep böyle kendilerine uyulması işâret edilen seçilmiş kimselerden olmuşlardır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Eshâbına, Sahâbe-i Kirâm da Tabiînden olan büyüklere, onlar da kendilerinden sonra gelen Tebe-i tabiînin büyüklerine uyulmasını, onlara tâbi olunmasını işâret ve tavsiye ettiler. Böylece önce gelen, sonrakine işâret ve tavsiye ediyor, sonraki de, evvelkinin yoluna tâbi oluyordu. Kıyâmet kopuncaya kadar hep böyle olur. Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden, hak üzere olan âlimler, kıyâmete kadar bulunacaktır. Kıyâmete kadar, muhalefet edenlerin onlara hiçbir zararı dokunmaz” buyuruldu. Âdem aleyhisselâmdan, Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar hep böyle, önce gelen Peygamber kendisinden sonra gelecek Peygamberi işâret etmiş ve ona uyulmasını tavsiye etmiştir. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) Eshâbını, onlar da Tabiîni ve onlar da kendilerinden sonra gelenlere işâret edip uyulmasını tavsiye ettiler. Allahü teâlânın dîni, hiç değişikliğe uğramadan bu zamana kadar ulaşmış oldu. Hattâ böylece kıyâmete kadar, öncekiler sonra gelenleri işâret ve tavsiye ederek ve sonrakiler de, öncekilerin gösterdiği yola uyarak ve ba’zısı da, diğer ba’zısını tasdik ederek, sağlam ve apaçık bir din olarak devam edip gidecektir. Çünkü Allahü teâlâ Feth sûresinin 28. âyet-i kerîmesinde meâlen; “O Allah ki, Resûlünü (Muhammed’i aleyhisselâm) hidayet ve hak din (ya’nî İslâmiyet) ile gönderdi. Onunla diğer bütün dinlerin hükümlerini nesh edip (yürürlükten kaldırıp), bâtılın bozukluğunu gösterdi” buyuruldu.
Va’d ve va’îd haktır. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, ameli karşılığında sevâb vermeyi va’dettiği kimseyi elbette mükâfatlandırır. Ameli karşılığında azâb etmekle korkuttuğu kimseye, dilerse azâb eder, dilerse affeder.” Yahyâ bin Muâz diyor ki, “Va’d ve va’îd haktır.
Va’d; Allahü teâlânın üzerinde, kendilerine te’minat verdiği kulların hakkıdır. Şöyle yaparlarsa, şunu kendilerine vermeye söz veriyorum, dediği şeydir. Vefâ sahibi olmaya, Allahü teâlâdan daha lâyık kim vardır? Va’îd ise; kullarının üzerinde Allahın hakkıdır. Şunu yapmayınız, yoksa size azâb ederim, diye buyurduğudur. Şayet yaparlarsa, dilerse affeder, dilerse azâb eder. Çünkü o, O’nun hakkıdır, İkisinden en evlâsı, Allahü teâlânın bize af ve keremi ile iyilik etmesidir. Çünkü O, Gafûr ve Rahimdir. Ya’nî O’nun bağışlaması ve merhameti çoktur.
Îmân ile ilgili hadîs-i şerîfler: İbn-i Abbâs’dan bildirildi. Resûlullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: “Komşusu aç iken, karnını doyuran kâmil mü’min olmaz.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği bir hadîs-i şerîfte; “Îmân ve küfür, asla bir kalbde beraber bulunmazlar. Doğruluk ve yalan da, asla birleşemez. Hıyânet ve emânet de bir arada bulunamaz” buyuruldu.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kendisinde emânet (eminlik) bulunmayan kimsede îmân yoktur. Ahdine vefa göstermeyen kimsede din yoktur. Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde bulunan Allaha yemîn ederim ki, kulun dili, istikâmet buluncaya kadar imânı doğru olmaz. Onun, kalbi doğru oluncaya kadar, dili doğru olmaz. Komşusu, bevâyıkasından emîn olmayan kimse Cennete giremez.” Bevâyıka nedir, yâ Resûlallah? diye sorulduğunda, “Onun zulüm ve haksızlığıdır” diye cevap verdi.
Fudâle bin Ubeyd anlatır: Resûlullah ( aleyhisselâm ) veda hutbesinde, “Size mü’minleri bildireyim mi?” diye buyurunca, Eshâb-ı Kirâm: “Evet ey Allahın Resûlü!” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “(Mü’min) insanların malları ve canları hakkında kendisinden emîn olduğu kimsedir. Müslüman, elinden ve dilinden insanların selâmette olduğu kimsedir. Mücâhid; Allahü teâlâya itâat yolunda nefsiyle cihâd edendir. Muhacir (hicret eden) hatâ ve günahları terk edendir” buyurdu.
“Kitâb-ı Siyer-üs-selef’ adındaki eserinde, Kıvâm-üs-sünne buyuruyor ki:
“Âlimleri, zâhidleri, velîleri her zaman ve her yerde bulunduran ve bunları insanların hayâtını kurtarmağa, iki cihanda saadete kavuşmağa vesile kılan, onları vefâtlarından sonra hatırlamayı, rahmete ve mağfirete sebeb kılan, Allahü teâlâya hamd olsun! Hadîs-i şerîfte bildirildi ki: “Sâlihlerin anıldığı yere rahmet-i ilâhi iner.” Ahmed bin Mihrân diyor ki: Ebû Mes’ûd er-Râzî ile İsfehan çarşısında yürüyorduk. Aramızda, Süfyân-ı Sevrî’nin faziletlerinden bahsediyorduk. Ebû Mes’ûd dedi ki: “Umarım ki, Allahü teâlâ, Süfyân-ı Sevrî’nin faziletlerinden bahsetmemiz sebebiyle bizleri mağfiret eder.” Fakîr (Kıvâm-üs-sünne Ebü’l-Kâsım İsmâil bin Muhammed bin Fadl) der ki: “Allahü teâlâ, bu kitapta büyüklerden, seçilmişlerden, âbidlerden, ebrârdan zikredilenlerin hürmetine bizi bağışlar. Ba’zı ilim ehli, bana Selef-i sâlihînin hâllerini muhtasar bir kitapta toplamamı teklif etti. Bizden önce de bu konularda kitaplar yazılmıştı. Ba’zıları kitaplarına “Târih-ül-muhaddisîn”, ba’zıları “Târih-üs-sûfiyye”, ba’zıları da “Târih-üs-sûfiyye vel-ârifîn”, kimisi de “Târih-i tabakât-ı ehl-il-ilm” isimlerini vermişlerdir. Ben de bu kitabı tasnif ettim ve “Kitâbü Siyer-is-selef’ ismini verdim. Kitabıma Sahabenin meşhûrlarından başladım. Kitabımı harf sırasına göre yaptım. Ancak Aşere-i mübeşşereyi öne aldım. Sonra Tabiînden zühd ve verâ’ ile meşhûr olanları zikrettim. Sonra, onlardan sonra gelenleri anlattım.
Ebü’l-Aliyye anlatır: Bir kimse Ubeyy bin Ka’b’a gelip, “Bana nasihat et!” dedi. Ubeyy bin Ka’b da buyurdu ki: “Allahın kitabına îmân ederek hepsini kabûl et! Ondan hâdî ve hakîm olarak râzı ol. Peygamberimizin size bıraktığı Kur’ân-ı kerîm, kıyâmette şefaatçi ve itham olunmamış bir şâhiddir. Onda sizin hâliniz, sizden öncekilerin haberleri, sizin ve aranızda olan şeylerin haberi, sizden sonrakilerin haberleri, sizin ve aranızda olan şeylerin haberi, sizden sonrakilerin hâlleri vardır.” Yine buyurdu ki: “Kul, dört şey arasındadır: “Belâya düçâr olsa sabreder, bir ni’mete kavuşursa şükreder, eğer konuşursa doğru söyler, hüküm verirse adâlet gösterir.”
Ebû Zer-il-Gıfârî buyurdu ki: “Ben size nasihat ediciyim. Kabir vahşetinden kurtulmak istiyorsanız, gece namazı kılınız. Kıyâmet gününün şiddetinden korkuyorsanız, sıcak yaz günleri oruç tutunuz. Sonsuz bir felâketten kurtulmak için sadaka veriniz.”
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), Ebû Zer hazretleri hakkında buyurdu ki: “Îsâ aleyhisselâmın tevâzusuna bakmak kimi sevindiriyorsa, Ebû Zer’e baksın!” Diğer bir hadîs-i şerîfte: “İnsanların zühd ve ibâdette, Îsâ aleyhisselâma en çok benziyeni Ebû Zer’dir.”
Abdullah İbni Abbâs buyurdu ki: “Mü’min olan herkesin rızkını Allahü teâlâ ezelde helâlden takdîr etmiştir. Kul sabrederse, bu rızkına helâlden kavuşur. Şayet sabretmez, sabırsız davranırsa, bu defa harama dalar. Allahü teâlâ da onun haramdan yediği kadar helâl rızkından eksiltir.”
“Yine buyurdu ki: “Allahü teâlânın size vazîfe olarak emrettiği farzları yapınız. Bu husûsu kolaylaştırmasını Allahü teâlâdan dileyiniz. Allahü teâlâ kulunun niyetinin hakîkatini bilir. O, dilediğini yapar.”
Bilâl bin Sa’d buyurdu ki: “Zikir ikidir. Birisi dil ile zikirdir ve güzeldir, ikincisi, hâl ile zikirdir. Bu ise en güzeldir.”
Kıvâm-üs-sünne’nin Süleymâniye kütüphânesi Çorlulu Ali Paşa kısmı 84 numarada kayıtlı bulunan “Et-Tergîb vet-Terhîb” ismindeki eserinden ba’zı bölümler: Allah için sevmek, Allah için buğz etmek: Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ kıyâmet gününde Nerede benim için birbirini sevenler! Gölgemden başka gölge bulunmayan bu günde, onları (Arş’ımın gölgesinde) gölgelendireceğim.”
Ömer bin Hattâb ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki; “Allahü teâlânın ba’zı kulları vardır ki, bunlar, peygamber ve şehîd değildir, insanlar, Allahü teâlânın katındaki derecelerinden dolayı onlara gıbta ederler.” Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm): “Ey Allahın Resûlü! Onların kim olduklarını bize bildir!” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ). “Onlar öyle kimselerdir ki, aralarında herhangi bir akrabalık olmadığı ve birbirine verdikleri mal da olmadığı hâlde, Allah için birbirlerini severler. Vallahi onların yüzlerinde bir nûr vardır. İnsanlar korktukları zaman, onlar korkmazlar, insanlar mahzûn oldukları zaman, onlar mahzûn olmazlar.” Sonra, “Biliniz ki, Allahın veli kulları için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır.” (Yûnus-62) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudular.
Helâl yemek ve helâlinden giymek: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahım! Bana helâlinden vermek sûretiyle, haram olana muhtaç kılma. Fadlınla, senden başkasına beni muhtaç etme!”
Câbir bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Sizden biriniz, rızkını tamamlamadıkça ölmiyecektir. O hâlde, Allahü teâlâdan korkun. Ey insanlar! Talebi güzel yapın. Helâl olanı alınız. Allahü teâlânın haram kıldıklarını gözetiniz (onları almayınız).”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ tayyibdir. Ancak tayyib olanı (temiz olanı) kabûl eder. Allahü teâlâ resûllerine tayyibi (temiz ve helâl olanı) emrettiği gibi, mü’minlere de bunu emretti.” Allahü teâlâ meâlen şöyle buyurdu: “Ey Resûller! Helâl şeylerden yiyiniz ve sâlih amel işleyiniz. Çünkü ben, ne yaparsanız hep bilirim.” (Mü’minûn-51) ve “Ey mü’minler! Size verdiğim rızıkların temiz ve helâlinden yiyin ve Allaha şükredin, eğer hakîkaten ona kulluk ediyorsanız” (Bekâra-172) meâlindeki âyet-i kerîmeleri okudular. Sonra “Yüzü gözü toza bulanmış, saçı dağınık olduğu hâlde uzun bir sefere çıkıp, sonra elini semâya kaldırıp, yâ Rabbî, diye yalvaran, fakat yediği haram, giydiği haram, içtiği haram ve haram gıda ile beslenmiş böyle birisinin duâsı nasıl kabûl olunur?” buyurdular.
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) rivâyet etti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, onlardan birisi aldığı malın, helâl mi, yoksa haram mı olduğuna aldırış etmeyecektir.”
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bu dîn, öyle sabit bir ağaca benzer ki, îmân onun kökü, zekât dalı, oruç damarı, Allah için kardeş olmak onun nebatı, güzel ahlâk onun yaprağı, haramlardan sakınmak onun meyvesidir. Bu ağaç, ancak temiz ve güzel meyve ile kâmil olur. İmân, Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden sakınmakla kemâle erer.”
Utbe bin Yezîd ( radıyallahü anh ), Hazreti Îsâ’nın şöyle dediğini rivâyet etti: “Ey zaîf olan Âdemoğlu! Nerede olursan ol, Allahü teâlâdan kork. Helâlinden ye, evini mescid edin. Dünyâda misâfir gibi ol! Kendini ağlamaya, kalbini tefekküre, bedenini sabra alıştır.”
Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İnsanlar, doğruluk ve helâl rızıktan daha faziletli birşey ile süslenmemiştir.” Bunun üzerine oğlu: “Babacığım, helâl kıymetlidir” deyince, “Ey oğlum, helâlin azı da Allahü teâlânın katında çoktur” dedi.
Haram yemenin ve giymenin kötülüğü: İbn-i Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki:“Haramdan meydana gelen ete, Cehennem lâyıktır.”
Ebû Humeyd Sa’îd’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir kimsenin müslüman kardeşinin âsâsını, onun rızâsı olmadan alması helâl değildir.” Bu hadîs-i şerîf, izinsiz olarak bir müslümanın malını almanın ve kullanmanın uygun olmadığını bildirmektedir.
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (s.a.v) buyurdu ki: “Müflis kime denir, biliyor musunuz?” “Parası ve malı kalmıyan kimseye diyoruz” dediler. Buyurdu ki: “Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevâbları, bu hak sahiblerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevâbları biterse, hak sahiblerinin günâhları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır.”
Haya: İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ) anlattı. Resûlullah ( aleyhisselâm ), müslüman kardeşine haya hakkında nasihatte bulunan birisine uğrayıp, “Haya îmândandır” buyurdu.
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İmân, yetmiş (veya altmış),küsur şu’bedir. Bunların en üstünü, Lâ ilahe illallah kelimesini, ma’nâsına inanarak söylemek, en ednâsı, yoldan geçenlere eziyet veren şeyi gidermektir. Haya da imândan bir şu’bedir.”
İmrân bin Husayn ( radıyallahü anh ) anlattı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Hayâ, yalnız hayır getirir” buyurdu.
Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Hayâ imândandır, imân Cennettedir” buyurdular.
Saîd bin Yezîd anlattı. Resûlullaha ( aleyhisselâm ) biri gelerek: “Ey Allahın Resûlü! Bana bir şey tavsiyede bulun” deyince, “Kavminden bir kişiden haya ettiğin gibi, Allahü teladan da haya et!” buyurdu.
Hasedin kötülüğü, zararı: Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Hased, sevâbları ve hasenatı, ateşin odunu yediği gibi yer. Sadaka ise, günahları suyun ateşi söndürdüğü gibi söndürür. Namaz mü’minin nûrudur. Oruç da Cehenneme karşı siperdir.”
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Birbirinize hased etmeyin, birbirinizle alâkayı kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allahın kulları kardeş olunuz.”
Zübeyr bin Avvâm’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki: Birbirinizi sevmedikçe kâmil bir şekilde îmân etmiş olmazsınız.
Size bir şey haber vereyim mi? Onu yaptığınız zaman, birbirinizi seversiniz. Aranızda selâmı yayınız.”
Ebû Hazım Medînî ( radıyallahü anh ) şöyle buyurdu: “Sultanlar için dost, hasedci için rahat yoktur, işlerin sonu hakkında çok düşünmek, akla zarar verir.”
Zeyd bin Hâlid’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kul, müslüman kardeşinin ihtiyâcını gidermeye devam ettiği müddetçe, Allahü teâlâ da onun ihtiyâcını giderir.”
Abdullah bin Avf anlattı: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) çok zikreder, az konuşur, namazı uzatır, hutbeyi kısa yapardı.”
Câbir bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dul ve yoksulun hizmetine koşan kimse, Allah yolunda cihâd eden kimse gibidir.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Açlığını gidermek (doyurmak), bir sıkıntısını gidermek gibi bir yolla, müslüman kardeşini sevindirmek, mağfirete sebeb olan şeylerdendir.”
Câbir bin Süleym anlattı: Ben Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûrlarına ilk defa gitmiştim. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbı arasında bulunuyordu. “Hanginiz Allahın Resûlüdür?” dedim. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), mübârek elleriyle kendilerini işâret buyurdular. “Ba’zı şeylerden sıkıntı duyuyorum. Bana bir şeyler öğret” dedim. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâdan kork. Müslüman kardeşine güler yüzle konuşmak, kabındaki suyu, senden su istiyenin kabına boşaltmak şeklinde bile olsa, hiç bir iyiliği hor görme. Kibirden sakın. Çünkü Allahü teâlâ, kibiri sevmez.”
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kıyâmet günü olunca, Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennem ehlini saflar hâlinde bir araya toplar. Bu sırada Cehennemliklerin saflarından birisi, Cennetliklerin saflarında birini görür. “Ey falanca! Hatırlar mısın? Hani sana dünyâda iken bir iyilik yapmıştım” der. Cennetlik şahıs onu eliyle tutup, “Yâ Rabbi! Bu bana, dünyâda iken iyilik yapmıştı” der. Bunun üzerine kendisine: “Onu rahmetimle Cennete götür” denilir.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim müslüman kardeşinin bir sıkıntısını giderirse, Allahü teâlâ da onun kıyâmetteki sıkıntılarından birini giderir.”
Enes bin Mâlik’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim müslüman kardeşinin bir ihtiyâcını gidermek için yürürse, Allahü teâlâ onun her adımına karşılık yetmiş serap yazar, yetmiş tane günâhını siler. Bu, o dönünceye kadar devâm eder. Eğer müslüman kardeşinin ihtiyâcını giderirse, günahlarından sıyrılır, anasından doğduğu günki gibi olur. Bu sırada vefât ederse, hesabsız Cennete girer.”
Câbir bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim müslüman kardeşinin ihtiyâcını giderirse, Allahü teâlâ da onun ihtiyâcını giderir.”
Hilme (yumuşaklığa) teşvik: Ebüdderdâ’nın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Hilm, onu elde etmek için çalışmakla, ilim ise, öğrenmek için gayret göstermekle olur. Hayrı (iyiliği) araştıran kimseye hayır verilir. Şerden sakınan kimse de, şerden muhafaza olunur.”
Ebû İshâk anlattı: Mûsâ (aleyhisselâm), “Yâ Rabbî! Hangi kulunu daha fazla seviyorsun?” deyince, Allahü teâlâ: “Beni en fazla hatırlayanı” buyurdu. “Yâ Rabbî! Hangi kulun daha halimdir?” diye suâl edince, Allahü teâlâ: “Kızdığında nefsine daha çok sahip olan” buyurdu. “Yâ Rabbî! Hangi kulun daha sabırlıdır?” deyince, Allahü teâlâ: “Öfkelerini daha fazla yenenler” buyurdu.
Ebû Süleymân-ı Dârânî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kıyâmet gününde Allahü teâlâya yakın olan kimse, kendisinde şu hasletlerin bulunduğu kimsedir: Kerem, hilm, ilim, hikmet, merhamet, fazilet, affetmek, iyilik etmek” buyurdu.
Hakimlerden (hikmet sahiplerinden) birisi oğluna dedi ki: “Ey oğlum! Edeb en hayırlı mirastır. Güzel ahlâk en hayırlı arkadaştır. Çalışmak, en kazançlı maldır. Akıldan daha fâideli bir mal, meşveretten daha güvenilir bir yardımcı, ucubdan (kendini beğenmekden) daha fenâ bir yalnızlık, cehâletten daha şiddetli bir fakirlik, akıl azlığından şiddetli bir yokluk yoktur.”
Câbir bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Size en hayırlılarınızı haber vereyim mi?” Eshâb-ı Kirâm: “Evet haber ver, ey Allahın Resûlü!” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Ömrü en uzun olup, ahlâkı en güzel olanınızdır” buyurdu.
Hişâm bin Urve’nin babası, hikmet sahiplerinin şöyle dediklerini bildirdi: “Yüzün açık, sözün hoş olsun. Böyle yaparsan, insanlara, kendilerine birşey veren kimseden daha sevimli olursun.”
Denildi ki: Güleryüzlülük, sevginin tuzağıdır.
Selef-i sâlihînden birisi: Sözü yumuşak olan kimsenin sevilmesi haktır, dedi.
Kötü ahlâkın fenâlığı: Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Allahım! Şikâktan, nifaktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım!” diye duâ buyurmuşlardır.
İbn-i İshâk, Müzeyyine veya Cuheyne kabilesine mensûb birisinden şöyle nakleder. Birisi Resûlullaha: “Ey Allahın Resûlü! insanlara verilen en hayırlı şey nedir?” diye sordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Güzel ahlâktır” buyurdu. O şahıs tekrar, “İnsanlara verilen şeylerin en kötüsü nedir?” diye sorduğunda: “Kötü ahlâktır” buyurdu.
Ebû Saîd-i Hudrî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İki haslet mü’minde bulunmaz. Bunlar: Cimrilik ve kötü ahlâktır.”
Câbir bin Abdullah Ensârî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) “Uğursuzluk nedir?” diye sorulduğunda: “Kötü ahlâktır” buyurdular.
Meymûn bin Mihrân’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlânın indinde en büyük günah, kötü ahlâktır. Çünkü onun sahibi, bir günahtan çıkar, diğer bir günaha başlar.”
Âişe vâlidemizin ( radıyallahü anha ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Her günahın tövbesi vardır. Fakat, kötü ahlâk sahibi böyle değildir. O, bir günahtan tövbe eder, sonra ondan daha kötü bir işe başlar.”
Ebû Mûsâ Eş’arî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İblîs, ordusunu müslümanlara gönderir. Hanginiz bir kimseyi saptırırsa, ona taç giydireceğim, der. Onlar dönünce, birisine “Sen bugün ne yaptın?” der, o da “Kişi ile kardeşi arasına düşmanlık koydum” deyince, İblîs, “Onun tekrar sulh olmasına vesile olacak bir şeyi yaptırma,” der. Diğerine “Sen ne yaptın?” deyince o, “Ben de birisine hanımını boşatıncaya kadar yanında kaldım” der. Şeytan: “Ona tekrar evleneceği birşeyi yaptırmazsın” der. Diğerine, “Sen ne yaptın?” der. “İçki içirinceye kadar onunla beraber idim” der. İblîs, “Onu içkiden vazgeçirecek birşeyi yaptırma.” Diğerine, “Sen ne yaptın?” der, o da “Zinâ yaptırıncaya kadar onun yanında kaldım” der. Ona da önceki yaptığı tenbîhi yapar. Diğerine, “Sen ne yaptın?” der. “Bir kimse ile birisini öldürünceye kadar beraberdim” der. Yine ona öncekiler gibi söyler.”
Fadl bin Abbâs’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İçkiden sakın, çünkü o, her kötülüğün anahtarıdır.”
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim dünyâdan sarhoş olarak ayrılırsa, kabre sarhoş olarak girer, kabrinden sarhoş olarak diriltilir, sarhoş olarak Cehenneme atılır. Cehennemde bir dağa bırakılır ki, ona Sekrân denilir. O dağda bir çeşme vardır. Ondan, irin ve kan akar. Bunlar onların yiyeceği ve içeceğidir.”
Allahü teâlânın azâbından korkmak: Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm ) ölüm hâlinde bulunan bir gencin yanına teşrîf buyurdular. “Kendini nasıl buluyorsun?” buyurunca, genç: “Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlâdan ümidliyim, fakat günahlarımdan korkuyorum” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Bir mü’minin kalbinde bu ikisi bulununca, Allahü teâlâ ona umduğunu verir, korktuğundan kurtarır” buyurdu.
Ubeyd bin Verd’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Firdevs Cennetinin sevgisi ve Cehennem korkusu, günah işlememe husûsunda sabr meydana getirir, kulu, dünyâ rahatından uzaklaştırırlar.”
Mutarrif bin Abdullah buyurdu ki: “Sağlam ve çok dakik bir terazi getirilip, mü’minin korkusu ile ümidi tartılsaydı, ikisi birbirine eşit gelirdi. Mü’min, Allahü teâlânın rahmetini hatırlar, ümitli olur, Allahü teâlânın azâbını hatırlar, korkar.”
Lokman Hakim oğluna şöyle nasihatte bulundu: “Oğlum! Allahü teâlâdan öyle kork ki, bu korku seninle ümidin arasına girsin, senin ümidini tamamen kessin. Fakat Allahü teâlâdan öyle ümid et ki, senin ile korkun arasına girip, sendeki korkudan hiçbir şey bırakmasın.” Bunun üzerine oğlu. “Ey Babacağım! Benim bir kalbim var. Kalbimi korku ile doldurursam, bu, benim ümidime mâni olur. Kalbimi ümit ile doldurursam, bu ümidim, hiçbir korkuya kalbimde yer vermez” dedi.
Lokman Hakim: “Ey oğul! Mü’minin öyle bir kalbi vardır ki, sanki o iki kalb gibidir. Birisi Allahü teâlânın rahmetini umar, diğeri ile Allahü teâlânın azâbından korkar, (Ya’nî, mü’min ümit ile korku arasında olacaktır. Ne sâdece ümit edip, azâbdan emîn olacak, ne de korkuya düşüp, Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesecek.)
Duâ: Nu’man bin Beşir’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Duâ ibâdettir” buyurdu. Sonra, “Bana duâ edin icabet edeyim” (Mü’min-60) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Selmân-ı Fârisî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Muhakkak ki Allahü teâlâ, huzûrunda ellerini uzatıp kendisinden isteyen kulunun o iki elini boş çevirmekten haya eder” buyurdu.
Hazreti Ali anlattı: Ben Kâ’be-i muazzamada tavaf ederken birisi ile karşılaştım. Kâ’be’nin örtüsüne yapışmış, “Ey her şeyi işiten, her istiyenin istediğini bilen, ey ısrar edenlerin ısrarından rahatsız olmayan Allahım! Beni affın ile, rahmetinin tatlılığı ile rızıklandır” diye duâ ediyordu. Hazreti Ali: “Ey Allahın kulu! Sözünü bana bir defa daha tekrar eder misin?” dedi. O zât, “Sen benim söylediğimi işittin mi?” deyince, Hazreti Ali: “Hızır’ın nefsi yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, herhangi bir kul, bu sözleri her farz namazın peşinden söylerse, onun günahları af ve mağfiret olunur” dedi. Bu zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu keşfen anlamıştı.
Zikir: (Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak): Muâz bin Cebel’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cennet ehli dünyâda, Allahü teâlâyı anmadan geçirdikleri bir âna bile üzülürler.”
İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ) buyurdu ki; “Kişi ile kölesi Cennete girerler. Kölenin derecesi daha yüksek olur. Kölenin efendisi: “Yâ Rabbî! Bu dünyâda iken benim kölem idi” der. Ona: “O, beni senden daha fazla zikrederdi” denir.”
Dünyâda zühde teşvik: Sehl bin Sa’d anlattı: Resûlullaha birisi geldi. “Ey Allahın Resûlü! Bana öyle bir amel öğret ki, onu yapınca Allahü teâlâ ve insanlar beni sevsin” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâya rağbet etmezsen (Allahü teâlânın haram kıldıklarından sakınır, şüphelilerden uzak durursan), seni Allahü teâlâ sever. İnsanların elindekilere rağbet etmezsen, o zaman seni insanlar sever.”
Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Dünyâda zühd, kalbi fâidesiz, boş şeylerden temizler ve bedeni rahatlatır. Dikkat ediniz. Dünyâya rağbet etmek, kalbin meşgûliyeti ve bedenin yorgunluğudur.”
Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Kimin niyeti âhıreti elde etmek ise, Allahü teâlâ zenginliği onun kalbine koyar. Onun işini ve durumunu derli toplu kılar, dünyâ ona boyun eğerek gelir. Kimin de niyeti dünyâ ise, Allahü teâlâ fakirliği onun iki gözü arasına kor. Onun işini darmadağınık yapar. Ona dünyâdan ezelde ne yazılmışsa, sâdece o gelir.”
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma; “Ey Mûsâ, benim sevgim ile, dünyâ sevgisi bir arada bulunmaz” diye vahyetti.
Lokman Hakim oğluna; “İnsanlara muhtaç olduğunu gösterme. Çünkü senin böyle yapman zenginliktir. Tama’dan sakın. Çünkü tama’ hazır bir fakirliktir. Namazını dünyâya veda eden kimse gibi kıl. Özür dilemeyi gerektirecek şeylerden sakın” buyurdu.
Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Pişman olmadan önce, tefekkür edip amel işleyiniz. Dünyâya aldanmayınız. Çünkü, dünyâda sağlam ve sıhhatli olan, hastalanır. Yeni olan, eskir. Ni’metleri yok olur. Gençler ihtiyârlar.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Hiçbir kimsenin bir kimseye secde etmesi lâyık değildir. Eğer bir kimsenin diğer birisine secde etmesini isteseydim, kadının kocasına secde etmesini emrederdim” buyurdu.
Yezîd bin Enes’in bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kadın, beş vakit namazını kıldığı, Ramazân-ı şerîf orucunu tuttuğu, namusunu koruduğu ve kocasına itaat ettiği zaman, Cennetin istediği kapısından girer.”
Allah için dostları ziyâret: Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Müslüman, diğer müslüman kardeşini Allah için ziyâret ederse, Allahü teâlâ “Sen de, yolculuğun da iyidir. Cennetten bir menzile oturdun” buyurur.
Kabir ziyâreti: Abdullah bin Büreyde babasından nakletti: Onun babası bir mecliste idi. “O mecliste Resûlullah da ( aleyhisselâm ) bulunuyordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) burada: “Ben sizi kabirleri ziyâretten men etmiştim. Artık (bundan sonra) ziyâret edebilirsiniz” buyurdu.
Yine o, babasından nakleder: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim kabirleri ziyâret etmek isterse, onları ziyâret etsin. Çünkü kabirleri ziyâret, âhıreti hatırlatır.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kabirleri ziyâret ediniz. Çünkü kabirleri ziyâret ölümü hatırlatır.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cömert kimse, Allahü teâlâya, insanlara ve Cennete yakındır, Cehennemden uzaktır. Cimri kimse, Allahü teâlâdan, insanlardan ve Cennetten uzak, Cehenneme yakındır. Câhil fakat cömert olan kimse, âbid fakat cimri olan kimseden daha sevimlidir. En büyük hastalık, cimriliktir.”
Abdullah bin Ömer’in (r.anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu: “İki ahlâk vardır ki, Allahü teâlâ bu ikisini sever. Bunlar; cömertlik ve semâhattir (vermesi lâzım ve vâcib olmıyan şeyleri seve seve vermektir). Yine iki ahlâk daha vardır ki, Allahü teâlâ onlardan dolayı gazâb eder. Bunlar; kötü ahlâk ile cimriliktir. Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayır murâd edince, onu insanların ihtiyâçlarını gidermeye vâsıta yapar.”
Ebû Bekr’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu: “Allahü teâlâ buyurdu ki: Eğer benim rahmetimi istiyorsanız, mahlûkuma merhamet ediniz.”
Câbir bin Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ): “İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ da merhamet etmez.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Sizden öncekiler arasında bulunan birisi, yolda atılmış bir dikene rastladı. Kendi kendine; vallahi müslümanlara eziyet vermemesi için bu dikeni yoldan alacağım, dedi. Allahü teâlâ bu yüzden onu af ve mağfiret etti.”
Allahü teâlânın mahlûkâtına şefkati terk etmemek: İbn-i Ömer’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir kadın, bir kedi yüzünden azâba uğradı. O kadın kediyi bağladı, ölünceye kadar aç bıraktı. O kedinin yüzünden Cehenneme girdi.”
Ka’b-ül-Ahbâr anlattı. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma: “Ey Mûsâ! Küçüklere, oğluna olan şefkatin gibi şefkat göster. Kendinden büyük olanlara senden küçük olanlara yaptığın merhamet gibi merhamet göster. Sıhhat ve afiyette olana, mübtelâya gösterdiğin merhameti göster. Fakire gösterdiğin merhamet gibi zengine de göster.”
Ebû Bekr el-Verrâk’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Her ân seni görmekte olan Allahü teâlâdan gâfil olma. Şükrünü, itaat ve tevâzuunu, hiçbir zaman mülkünden çıkamadığın Allahü teâlâya yap” buyurdu.
Sabır: Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) bildirdi: Resûlullaha ( aleyhisselâm ), “Ey Allahın Resûlü! Acaba Cennete hesabsız girecek kimse varmıdır?” diye sorduklarında Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Evet, her merhametli ve sabırlı kimse” buyurdu.
Sehl bin Sa’d es-Sa’îdî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) Abdullah bin Abbâs’a; “Ey küçük! Sana ba’zı şeyler öğreteyim, onlardan faydalanırsın” buyurdu. Abdullah bin Abbâs ( radıyallahü anh ), “Buyur yâ Resûlallah” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın senin için yazmadığı bir şeyi ile insanlar sana fayda vermek için çalışsalar, buna onların gücü yetmez. Yine kullar, Allahü teâlânın ezelde senin için yazmadığı şeyler ile zarar vermeye çalışsalar, onlar buna güç yetiremezler. Eğer sıdk ile yakîn içerisinde Allahü teâlâ için amel yapmaya gücün yeterse, yap. Gücün yetmezse, şüphesiz istemediğin şeylere sabretmekte pekçok hayır vardır. Bil ki, nasr (yardım) sabır ile beraberdir. Ferahlık sıkıntı ile beraberdir.”
Doğruluk: Ebû Ubeyde ( radıyallahü anh ) bildirdi: Ebû Bekr-i Sıddîk, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) vefâtından bir sene sonra minbere çıkıp şöyle anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm ), vefâtlarından bir sene önce buyurdular ki:“Şüphesiz, Âdemoğluna afiyetten daha faziletli birşey verilmemiştir. O hâlde Allahü teâlâdan afiyet isteyiniz. Doğruluk ve iyiliğe yapışınız. Çünkü bunlar, Cennettedir. Yalan ve kötü işten sakınınız. Çünkü bunlar, Cehennemdedir.”
Ebû Yahyâ buyurdu ki: “Doğru sözlü tüccâr, Cennet ehlinden olmaya lâyıktır.” Resûlullaha salevât-ı şerîfe getirmek: Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim kabrimin yanında (bana) salât okursa, onu işitirim. Kim de uzakta olduğu hâlde bana salat okursa, bana ulaştırılır.”
Enes bin Malik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ey insanlar! Sizin kıyâmet-gününde, kıyâmetin korkularından ve korku yerlerinden kurtulacak olanınız, dünyâda, bana en çok salât okuyanınızdır.”
Yine onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bana salât okuyunuz. Çünkü bana salât okumak, sizin için keffârettir. Kim bana salât okursa, Allahü teâlâ da ona salât (rahmet) eder.”
Sa’îd bin Umeyr babasından nakletti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim bana cân-ı gönülden bir salât okursa, Allahü teâlâ ona on salât (merhamet) eder. Onu on derece yükseltir. Ona bir salât için on sevâb yazılır.”
Abdullah bin Ali bin Hasen, babası ve dedesi yoluyla, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) şöyle buyurduğunu bildirdi: “Cimri o kimsedir ki, yanında ben anıldığım hâlde, bana salât okumaz.”
Lüzumsuz sözü terketmek: Anbese bin Sa’îd Kelâî bildirdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Malının fazlasını infâk eden, sözünün fazlasını da tutan kimseye ne mutlu.”
Büyük zâtlardan birisi Mâlik bin Dinar’a “Ey Ebû Yahyâ! Dili muhafaza etmek, insanlara, dirhem ve dinarlarını muhafaza etmekten daha ağır gelir.”
Ebû Zer ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Hayır bir şey yazmak sükûttan, sükût şerri (kötü olan bir şeyi) yazmaktan, sâlih arkadaş, yalnız bulunmaktan, yalnız olmak kötü arkadaştan daha iyidir.”
Evzâî ( radıyallahü anh ), Süleymân bin Davud’un (aleyhisselâm) şöyle buyurduğunu bildirdi: “Konuşmak gümüş ise, sükût altındır.”
Oruç: Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Ateşin odunu yediği gibi, hased de iyilikleri yer. Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da hatâyı söndürür. Namaz mü’minin nûru, oruç Cehenneme karşı kalkanıdır.”
Sehl bin Sa’d’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cennette bir kapı vardır ki, ona Reyyân denir. Ondan oruç tutanlar girer. En sonuncu girince, bu kapı kapatılır. Artık oradan kimse giremez.”
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Âdemoğlunun yaptığı her iyiliğin karşılığı, o kimse için on ile yediyüz kat arasında sevâb verilir. Oruç, bu iyiliklerden müstesnadır. Çünkü oruç için olanı kimse bilmez. Allahü teâlâ buyurur ki: Kulum benim için; yeme, içme ve cima arzularını terketti. Benim için gözünü haramlara kapadı, dilini muhafaza etti. Oruç bana âittir. Onun karşılığını ben veririm.” Bundan sonra Resûlullah efendimiz “Oruçlu için iki sevinç vardır. Birisi, iftar vaktindeki sevinci, diğeri, Allahü teâlâya kavuştuğu zamanki sevincidir.” buyurdu.
Ramazân-ı şerîfin fazileti: Selmân-ı Fârisî ( radıyallahü anh ) anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm ) Şa’ban ayının son günü hutbede buyurdu ki:“Ey Müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece (Kadir gecesi), binaydan daha fâidelidir. Allahü teâlâ, bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda, geceleri teravih namazı kılmak da sünnettir. Bu ayda Allahü teâlâ için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda bir farz yapmak başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ay, sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer Cennettir. Bu ay iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda mü’minlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftar verirse, günahları affolur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden azâd eder. O oruçlunun sevâbı kadar ona sevâb verilir.” Eshâb-ı Kirâm dediler ki, “Yâ Resûlallah! Her birimiz, bir oruçluya iftar verecek, onu doyuracak kadar zengin değiliz.” Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Bir hurma ile iftar verene de, yalnız su ile oruç açana da, biraz süt ikram edene de bu sevâb verilecektir. Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret, sonu Cehennemden azâd olmaktır. Bu ayda, işçinin, me’mûrun, askerin, talebenin vazîfesini hafifleten patronları, âmirleri, kumandanları ve müdürleri, Allahü teâlâ affedip, Cehennem ateşinden kurtarır. Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bu ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar; Kelime-i şehâdet söylemek ve istiğfar etmektir, ikisini de zâten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da; Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden ona sığınmaktır. Bu ayda bir oruçluya su veren bir kimse, kıyâmet günü susuz kalmayacaktır.”
Enes bin Malik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîf ayına, günâhları yaktığı için Ramazan denmiştir.”
Zührî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîfte bir tesbih, Ramazân-ı şerîf dışında okunan bin tesbihten daha faziletlidir.”
Muallâ bin Fudayl buyurdu ki: “Büyüklerimiz (Ramazan’dan önceki) altı ay Allahü teâlâdan, kendilerini Ramazân-ı şerîf ayına ulaştırması için, (Ramazan’dan sonraki) aylarda, Ramazân-ı şerîfi kendilerinden kabûl etmesi için duâ eder, yalvarırlardı.”
Hâlid el-Cühenî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm )buyurdu ki: “Kim bir oruçluya iftar verirse veya bir gaziyi teçhiz ederse, (donatırsa) ona onların ecri (sevâbı) kadar ecr vardır.”
İbn-i Mes’ûd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Eğer insanlar Ramazân-ı şerîfte olan şeyi bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını temenni ederlerdi.”
Huzâa kabilesinden bir kimse, “Yâ Resûlallah, Ramazan ayının üstünlüğünü bize anlat!” dediğinde: “Cennet, Ramazan ayı için senenin başından sonuna kadar süslenir. Şehr-i Ramazan’ın ilk gecesi olduğunda, Arş”ın altından bir rüzgâr esip, Cennetin ağaç ve yapraklarını sallar. Hûr-i ayn bu hâli görüp, “Yâ Rabbî! Şu ayda sana ibâdetle meşgûl olan kullarından bize eş nasîb eyle, bizimle onların ve onlarla bizim gözlerimizi aydın eyle!” derler. Allahü teâlâ Ramazân-ı şerîfte oruçlu olan bir kuluna, Çadırlarda saklı hûrîler vardır” (Rahmân-72). Meâlindeki âyet-i kerîme ile övülen, anlatılan ve inciden çadırlar içinde saklı bulunan hûr-i ayndan bir zevceyi eş olarak verir. O hûr-i ayndan her biri, inci ile süslü, yakuttan bir sedir üzerindedir. O sedirde istebrak (sırma ile işlenmiş çok güzel ipek kumaş) ve atlastan yetmiş yatak ve her yatakta bir yastık vardır. Her birine hizmet edecek yetmiş bin, zevci için de ayrıca yetmiş bin hizmetçi vardır. Her hizmetçinin elinde, altın kâse (tabak) içinde bir çeşit yemek vardır. Cennettekiler her birinden ayrı lezzet alırlar, İşte kavuşulacak bu lütuf ve ihsânlar, o kimsenin Ramazanda işlediği sevâblardan ayrı olarak, her günün orucu içindir.” buyurdu.
Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, buyuruldu ki: “Ramazân-ı şerîfin ilk gecesi olunca, Allahü teâlâ kullarına rahmet nazarı ile nazar eder (bakar). Allahü teâlâ, rahmet nazarı ile baktığı kuluna asla azâb etmez. Bu ayın her bir gününde, Hak teâlâ bir milyon âsîyi Cehennem ateşinden azâd eder. Ramazân-ı şerîfin yirmidokuzuncu gecesi olunca, bütün bir ay boyunca, mağfiret ve azâd olunan kadar daha mağfiret ve azâd olunur. Fıtr bayramı gecesi olunca, melekler yerlerinde duramaz olurlar. Bayram sabahı müslümanlar namaz için câmilere toplanınca, Allahü teâlâ, “Ey meleklerim, şâhid olun, ben ki, Allahım, onları mağfiret ettim” buyurur.”Oruçlu iken çirkin söz söylemekten sakınma: Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ademoğlunun her ameli kendisine âittir. Ancak oruç bundan müstesnadır. Çünkü Allahü teâlâ, “Oruç bana âittir. Onun karşılığını da ben veririm” buyuruyor. Oruç Cehenneme karşı kalkandır. Sizden birisi oruçlu iken çirkin söz söylemesin, bağırmasın! Eğer, birisi ona söver veya onunla itişip kakışmak isterse, “Ben oruçluyum” desin. Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, oruçlunun ağzının kokusu, Allahü teâlânın katında misk kokusundan daha güzeldir.”
Sahurun fazileti: “İbn-i Ömer’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bizim orucumuzla, ehl-i kitabın oruçlarını birbirinden ayıran sahur yemeğidir.”
“Geceleyin ibâdet yapabilmek için, gündüz kaylûlesi yapınız. Oruç için de sahur yemeğinden istifâde ediniz.”
Yine o rivâyet etti: Resûlullah î( aleyhisselâm ), “Mü’minin iftar vakti yaptığı duâ kabûl olur” buyurdu.
Câbir bin Abdullah ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Oruç tuttuğun zaman, kulağın ve gözün de oruç tutsun, haramlardan sakınsın. Dilin de yalan sözden oruç tutsun. Hizmetçiye eziyet etme. Sende vekâr ve sekînet olsun. Oruçlu günün ile oruçlu olmadığın gün, birbirine müsavî olmasın.”
Muharrem ayının ve her aydan üç gün oruç tutmanın fazileti: Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle rivâyet etti: “Resûlullaha ( aleyhisselâm ) birisi geldi. “Ey Allahın Resûlü! Hangi namaz daha faziletlidir?” diye sordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Gece kılınan namaz” buyurdular. “Ramazan’dan sonra hangi oruç daha faziletlidir?” diye sordu. “Muharrem dediğiniz, Allahü teâlânın ayındaki oruç” buyurdular.”
Namazda huşû’ ve tevâzu: İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: Şüphesiz ben, sâdece, benim azametime tevâzu edenin, mahlûkâtıma karşı te’âzüm etmiyenin (onlara karşı kibirlenmiyenin, büyüklenmiyenin.) benim rızâmı kazanmak için nefsini şehvetlerinden alıkoyanın, gündüzünü benim zikrime ayıranın hep beni hatırlayanın, bana isyanda ısrar etmiyenin, açı doyuranın, çıplağı giydirenin, küçüğüne merhamet edenin, garîb olanı barındıranın namazını kabûl ederim. Bu sebeble, yüzünün nûru, güneşin nûrunun parlaması gibi olan kimse bana duâ ederse, duâsını kabûl ederim. Benden isterse veririm. Benim ismim ile yemîn ederse, yemînini yerine getiririm. Cahillikte ona yumuşaklık, karanlıklarında ona bir nûr veririm. Onu meleklerim ile korurum. Onun benim yanımdaki durumu, Cennetler içerisinde Firdevs’in durumu gibidir.
Onun (Firdevs’in) meyveleri yok olmaz. Onun elbiseleri değişmez.”
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Namazlar günahlara keffarettir.”
Yine Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: “Beş vakit namaz, bir Cum’a’dan diğer Cum’a’ya kadar, oruç, bir Ramazan’dan, diğer Ramazan’a kadar, büyük günahlardan sakınıldığı müddetçe aralarındaki küçük günahlara keffârettirler.”
Abdullah İbni Abbâs’ın ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kişinin namaza tembel olarak kalkması uygun değildir. Bilakis, namaza büyük bir rağbetle (arzu ve iştiyâkla) ve pek sevinçli olarak kalkması gerekir. Çünkü o, Allahü teâlâya münâcaat halindedir. Allahü teâlâ onu bağışlar. Duâ ettiği zaman duâsına rağbet eder.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) böyle buyurduktan sonra, namaz kılmakta tenbellik gösterenler hakkında; “Onlar namaza kalktıkları zaman, istemiye istemiye kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allahü teâlâyı pek az hatıra getirir, anarlar.” (Nisâ-142) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Namazda ta’dîl-i erkâna riâyet etmemenin cezası: Ubâde bin Sâmit’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim güzel bir abdest alır, sonra namaza kalkar, namazını güzel kılar, rükû’ ve secdelerini tamam yaparsa, namaz sevinir ve nurlu olur. Melekler, o namazı göke çıkarır. O namaz, namazı kılmış olana, iyi duâ eder ve “Sen beni kusurlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da seni muhafaza etsin” der. Namaz güzel kılınmazsa, siyah olur. Melekler o namazdan iğrenir. Göke götürmezler. O namaz kılmış olana, fenâ duâ eder. “Sen beni zayi eylediğin, kötü hâle soktuğun gibi, Allahü teâlâ da seni zayi eylesin” der. Semâ kapıları ona açılmaz. Sonra eski bir elbisenin dürüldüğü gibi dürülür, sahibinin yüzüne çarpılır.”
Âişe vâlidemizin ( radıyallahü anha ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Farz namazlar, Allahü teâlânın indinde öyle tartılır öyle ölçülür ki, kim onda noksanlık yaparsa, yaptığı noksanlığa göre hesaba çekilir.”
Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde bulunan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, eğer siz benim gördüğümü görseydiniz. Az güler çok ağlardınız.” Eshâb-ı Kirâm dediler ki: “Ey Allahın Resûlü! ( aleyhisselâm ) Siz ne gördünüz?” Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Cenneti ve Cehennemi gördüm” buyurup, onları namaza teşvik buyurdu. Kendilerine İmâm olduğu zaman, rükû’ ve secdeleri kendisinden önce yapmalarını, namazdan kendisinden önce ayrılmalarını men etti. “Ben sizi, ön tarafımda olduğunuz zaman gördüğüm gibi, arka tarafımda olduğunuz zaman da görürüm” buyurdu.
Gece ibâdetine teşvik: Hazreti Ali’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Cennette bir takım odalar vardır ki, dışları içlerinden, içleri dışlarından görülür.” Bu sırada birisi kalkıp, “Ey Allahın Resûlü! Bu odalar kime âittir?” diye sordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Bu odalar, tatlı ve hoş konuşan, yemek yediren, oruca devam eden, geceleyin insanlar uyurken kalkıp Allah için namaz kılan kimseler içindir” buyurdu.
Ebû Sa’îd-i Hudrî ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir kimse hanımını geceleyin uyarıp, iki rek’at namaz kılarlar ise, o gece Allahü teâlâyı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar.”
Duhâ namazı: Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle buyuruldu: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim, oniki rek’at duhâ namazı kılarsa, Allahü teâlâ onun için Cennette bir köşk bina eder.”
Duâsı kabûl olanlar: Ebû Hüreyre’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İki duâ vardır ki, onlarla Allahü teâlâ arasında perde yoktur. Birisi mazlûmun duâsı, diğeri, din kardeşine gıyabında yapılan duâ.”
Ana-babaya karşı gelmenin yasaklanması: Birisi, “Ey Allahın Resûlü! Eğer beş vakit namazı kılarsam, Ramazân-ı şerîf orucunu tutarsam, malımın zekâtını verirsem ve gücüm yettiğinde hacca gidersem benim için ne mükâfat vardır?” diye sorunca Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kim böyle yaparsa, nebilerle, sıddîklarla ve şehîdlerle beraber olur. Fakat ana ve babasına karşı gelen bundan müstesnadır” buyurdu.
Ebû Bekr’in ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, günahlardan dilediğini kıyâmet gününe bırakır. Fakat ana ve babaya âsî olmak böyle değil. Allahü teâlâ, âsî kimse ölmeden önce dünyada da onun cezasını verir.”
Abdullah bin Amr bin As’ın ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kişinin kendi ana-babasına sövmesi büyük günahlardandır.” Eshâb-ı Kirâm, “Ey Allahın Resûlü! Kişi hiç ana-babasına söver mi?” dediklerinde, “Evet, o başkasının babasına söver, o da onun babasına söver. O başkasının annesine söver, o da onun annesine söver” buyurdu.
Ana-babaya hürmet ve onlara iyilik: Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir kimsenin ana-babası veya ikisinden birisi vefât eder. Fakat o, onların sağlıklarında onlara âsî olmuştur. Bu kimse, onlara duâ etmekte devam eder ve onlar için mağfiret dilerse, nihâyet Allahü teâlâ onu bâr (itaat edici) olarak yazar.”
Gıybet: Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) anlattı: “Resûlullahın ( aleyhisselâm ) yanından birisi kalktı. Kalkmasında acziyet görüldü. Orada bulunanlar, “Falanca da ne kadar âcizmiş” dediler. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Kardeşinizin etini yediniz. Çünkü onu gıybet ettiniz” buyurdu.”
Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) bildirdi: Birisi, “Ey Allahın Resûlü! ( aleyhisselâm ) Gıybet nedir?” diye sorunca: “Senin müslüman kardeşini, onun hoşlanmadığı şeyle anmandır” buyurdu. “Eğer söylediğim şey, kardeşimde varsa” diye sorunca, “Eğer varsa, onu gıybet etmiş olursun. Eğer söylediğin şey onda yoksa, ona iftira etmiş olursun” buyurdu.
Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Gıybet, zinâdan daha şiddetlidir” buyurdu. Bunun üzerine “O nasıl olur?” diye sorulunca, “Çünkü, zinâ eden kimse tövbe eder ve Allahü teâlâ da onun tövbesini kabûl eder, fakat, gıybeti yapılan kimse af etmedikçe, Allahü teâlâ gıybet eden kimseyi affetmez” buyurdu.
Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Yollarda oturmaktan sakınınız” buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı Kirâm ( radıyallahü anh ), “Ey Allahın Resûlü! Oturmamız icâb ediyor. Biz oralarda (lüzumlu şeyleri) konuşuyoruz” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Madem ki oturuyorsunuz, (bari) yolun hakkını veriniz” buyurdu. Eshâb-ı Kirâm, “Ey Allahın Resûlü! Yolun hakkı nedir?” dediler. Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Haram şeylere bakmamak, geçene eziyet vermemek, verilen selâmı almak, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak” buyurdu.
Ebû Ümâme’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bana altı şey için kefil olunuz. Sizin için Cennete kefil olayım; 1. Sizden birisi konuştuğu zaman yalan konuşmasın. 2. Kendisine birşey emânet edildiği zaman, hainlik etmesin. 3. Bir şey va’d ettiği zaman, va’dine muhalefet etmesin, va’dini yerine getirsin. 4. Haram olan şeylere bakmayınız. 5. Ellerinizi (haramdan) alıkoyunuz, 6. Ferclerinizi (namuslarınızı) muhafaza ediniz!”
Cerîr ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: “Resûlullaha ( aleyhisselâm ), yabancı bir kadını ansızın görmenin hükmünü suâl ettik. “Hemen gözünü çevir!” buyurdu.”
Ebû Ümâme ( radıyallahü anh ) şöyle bildiriyor: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından korkarak başını çeviren kimseye, Allahü teâlâ ibâdetlerin tadını duyurur.”
Gadaba mâni olmak ve gadabı söndürmek: Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) anlattı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsı için gadabını giderirse, Allahü teâlâ da ondan azâbını giderir.”
Hazreti Osman ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Anladım ki, her kötülüğün başı kızmaktır.”
İbn-i Ömer ( radıyallahü anh ) şöyle anlattı: Resûlul’lah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlânın katında, onun rızâsını istiyerek söndürülen gayz (kin) yudumundan daha büyük ve zor bir yudum yoktur.”
Fakirlik: Eshâb-ı Kirâmdan ba’zısı Resûlullaha ( aleyhisselâm ) fakirlik, giyecek bulamama ve ba’zı şeylerinin az olmasından sitem ettikleri zaman, Resûlullah ( aleyhisselâm ); “Muhakkak ki, ben sizin hakkınızda, eşyanızın az olmasından değil, çok olmasından korkuyorum” buyurdu.
Kur’ân-ı kerîm okumanın fazileti: Enes bin Mâlik’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ey oğlum! Lâ ilahe illallah kelimesini çok söyle! Çünkü o, yedi kat gök, yerler ve onların içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Ey oğlum! Kur’ân-ı kerîm okumaktan gâfil olma! Çünkü Kur’ân-ı kerîm, ölü kalbi diriltir. Kötü sözden, işten ve taşkınlıktan alıkor. Kur’ân-ı kerîm, dağları yürütür. Ey oğlum! ölümü çok hatırla! Çünkü ölümü çok hatırlarsan, dünyâya düşkün olmazsın. Ahırete çok rağbet eder, istekli olursun. Âhıret hakîkî yerleşme yeridir. Dünyâ ise, ehli için aldatıcı bir yurttur.”
Yetime ihsânda bulunmaya teşvik: Ebû Hüreyre ( radıyallahü anh ) anlattı: Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dula ve miskine (yoksula) yardımcı olan, ihtiyâçlarını gideren kimse, Allah yolunda cihâd eden veya gecelerini ibâdetle, gündüzlerini oruçla geçiren kimse gibidir. Yetime kefil olan kimse, Allahü teâlâdan da ittikâ ederse, (haram ettiklerinden sakınırsa), (şehâdet ve orta parmaklarını işâret ederek) ben ve o, Cennette şu ikisi gibiyiz” buyurdu.
Adî bin Hâtem’in ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Kim, bir yetime kefil olursa, Allahü teâlâ da ona kefil olur”
Ebû Ümâme’nin ( radıyallahü anh ) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir kimse, yalan yemînle, bir müslüman kardeşinin malını alırsa, Allahü teâlâya kavuştuğunda, Allahü teâlâyı gadablı olarak bulur.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tezkiret-ül-huffâz cild-4, sh. 1277
2) Tabakât-ül-müfessirîn (Dâvûdî) cild-1, sh. 112
3) Tabakât-ül-müfessirîn (Süyûtî) sh. 8
4) El-Bidâye ven-nihâye cild-12, sh. 217
5) Şezerât-üz-zeheb cild-4, sh. 105, 106
6) Bugyet-ül-vuât cild-1, sh. 455
7) El-A’lâm cild-1, sh. 323
8) Keşf-üz-zünûn sh. 123, 211, 400, 442
9) Mu’cem-ül-müellifîn cild-2, sh. 293
10) Et-Tergîb vet-Terhîb: Çorlulu Ali Paşa Kütüphânesi No: 84
“İslâmiyetin emrettiği namazda huşû’ ve hudû’ şudur ki; kıyâmda gözleri secde yerine dikmeli, rükû’da ayakların üstüne bakmalı, secdede ise burnun yanlarına, otururken de kucağına bakmalıdır. Lâkin bunlardaki sır şöyledir: Belli bir yere bakmak, kalbin cem’iyette olmasına çok yardım eder. Değişik yerlere bakmayanın kalbi de dağınık olmaz.” Bu fakire vazîfe verdikleri gün buyurdular ki: “Zikir zamanında gözleri yummak şart değilse de, zikir kalbin melekesi olmayınca, gözleri kapayarak meşgûl olmalıdır. Gözün kapalı olmasının, cem’iyetin hâsıl olmasında büyük te’sîri vardır.”
Birgün hazret-i İmâm buyurdu ki: “Resûlullahın;“Kediyi sevmek îmândandır”hadîs-i şerîfi hakkında düşünüp; “Îmânın kediyi sevmekle ne alâkası vardır ki, Server-i âlem ( aleyhisselâm ) onu sevmeye, îmândandır buyurdu” diye hatırıma geldi. Bu husûsta tam bir teveccüh eyledim. Bildirildi ki: “İnsanlar kedinin miyavlamasını, bağırmasını uğursuzluk sayarlar ve bu yüzden kediyi sevmezler.” Resûlullah buyurdular ki:“Kediyi sevmek îmândandır.”Ya’nî onu severlerse, onun sesini uğursuzluk saymazlar. Zîrâ uğursuzluğa inanmak küfür, onu terk etmek ise îmândandır.”
Birgün hazret-i İmâm. İsmini söylemeden talebelerinden birine buyurdu ki: “Kalbin, sahibi (Allahü teâlâ) ile husûsî bir bağlılığı vardır ki, hiçbir şeyin Allahü teâlâ ile böyle bir bağlılığı yoktur, isterse kâfirin kalbi olsun. O hâlde bir kalbi incitmek, aslında Hak teâlâyı incitmek demektir. Komşuya eziyet komşusunu da rahatsız eder. Ya o kalb, bir mü’minin ve velînin kalbi olursa, onu kırmaktan ne kadar kaçınılacağı buradan anlaşılabilir.”
Hazret-i İmâm buyurdu ki, “Namazda, sünnetlere, müstehablara, edeblere riâyet etmek, kalbin huzûrunu te’min eder.”
Bedreddîn Serhendî şöyle anlatır. “Mektûbâtın üçüncü cildi tamamlanıp, dostlara birkaç tane daha mektûb yazınca, içimden bu dördüncü cildin toplayıcısı ben fakir olayım diye geçti. Nitekim birinci cildi Mevlânâ Yâr Muhammed Cedîd, ikinci cildi Mevlânâ Abdülhay, üçüncü cildi Hâce Hâşim-i Keşmî toplamışlar idi. Birgün yalnızken hazret-i İmâm’a bu niyetimi arzettim. Bir an sustular, sonra buyurdular ki: “Vakit nerde, fırsat kime? Yakînen bilinmelidir ki, ömrümüz senelerden çıktı, günlere kaldı. Sen niyetinin sevâbını alırsın.” Bu konuşmadan birkaç gün sonra o, dünyâyı aydınlatan güneş, toprak perdesi altına geçti. Ya’nî vefât etti.”
Yine Bedreddîn Serhendî anlatır: “Veba günlerinde, bir gece yarısı, hanımımın boğazında tâ’ûn hastalığının alâmeti zâhir oldu. Birden ateşi yükseldi. Şaştım, perişan oldum. Çünkü küçük çocuklarımız vardı. Hemen ağlayarak ve kalbden inleyerek hazret-i İmâm’a iltica eyledim. Göründüler ve buyurdular ki: “Filân yere koyduğunuz şu ekmekleri sadaka olarak verin, hanımınız sıhhat bulacaktır” Bunu dediler ve kayboldular. Hanıma; “Evde ekmek var mıdır?” dedim. “Evet, filân odada vardır” dedi. Hazret-i İmâm’ın gösterdikleri yeri işâret etti. Kalktım, ekmekleri oradan aldım, dışarı çıktım, bir fakiri uyandırıp ona verdim. Henüz sabah olmamıştı ki, harareti (ateşi) düştü ve tâ’ûn alâmeti kayboldu.”
Yine o anlatır: “Birgün, benim mahrem kadın akrabâlarımdan ba’zıları ve hazret-i İmâm’ın huzûruna gidemiyecek kadar yaşlı ve düşkün olan amcam Muhammed de bana; “Hazret-i İmâm’ın yolunun vazîfelerinden bana da ver” dedi. “Ben yetkili değilim, icâzetim yoktur. Hazret-i İmâm’a arz eder, size vazîfe vermeleri için elimden geleni yaparım” dedim. Huzûruna gidince, “Ba’zı sâliha kadınlar bu fakirden zikir için vazîfe istiyorlar, nasıl buyurursanız öyle yapayım” diye arz ettim, amcamın ismini söylemeyi unuttum. Buyurdular ki: “O kadınlara vazîfe ver, amcan Muhammed’e de istersen ver. Çünkü o da isteklidir.” Bu arada, bir çocuk geldi. Yaşlı babası için vazîfe istedi. Onun için de; “Onun da evine git, vazîfe ver” buyurdu. Fakirin hatırından geçti ki; “Bu icâzet, izin yalnız bahis konusu şahıslara mı mahsûstur, yoksa başkalarına da vazîfe verebilir miyim?” Bu düşünce daha yer etmemişti ki; “Sana icâzet mutlaktır. Sen bizim aileye dâhilsin” buyurdular. Sonra gidip, o şahıslara vazîfe verdim. Başkalarına da verdim. Hâllerini kendilerine arz ederdim. Birgün kendinden geçmelerini, feyz ve nûrlara gömülmelerini arz edince, memnun oldular ve; “İsterdik ki, oturup Allahın kullarını irşâd (doğru yolu izah) edesiniz, ama çoluk-çocuğunuzun kalabalık oluşu sizi bırakmıyor” buyurdular.
İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Bedreddîn Serhendî’ye yazdığı mektûblardan ba’zıları aşağıdadır:
“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği, sevdiği kimselere selâm olsun! Diyorsunuz ki, rûh bu bedene bağlanmadan önce, âlem-i misâlde idi. Bedenden ayrıldıktan sonra da, âlem-i misâle gidecektir. Bunun için, kabir azâbı âlem-i misâlde olacaktır. Âlem-i misâldeki, elemi, acıları, rü’yâda duymak gibi olacaktır. Sonra, bu bilginin çeşitli kolları vardır. Eğer izin verirseniz, bu konuda size çok şeyler yazarım.”
Cevâb: Böyle hayâl, asılsız sözler, doğru olmaktan çok uzaktır. Böyle düşüncelerin, sizi doğru yoldan saptırmasından korkuyorum. Hiç vaktim yok ise de, bu konuda birkaç kelime yazmak için kendimi zorlayacağım, insanları doğru yola kavuşturan, yalnız Allahü teâlâdır.
Kıymetli kardeşim! Mümkinler âlemini, ya’nî mahlûkları, üç kısma ayırmışlardır “Âlem-i ervah”, “Âlem-i misâl” ve “Âlem-i ecsâd”. Âlem-i misâle “Âlem-i berzah” da demişlerdir. Çünkü, bu âlem, “Âlem-i ervah” ile “Âlem-i ecsâd” arasındadır. Bu âlem, ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve ma’nâlar, bu âlemde latif şekillerde görünürler. Çünkü, iki âlemdeki her hakîkate ve her ma’nâya uygun birer şekil, heyet, bu âlemde bulunur. Bu âlemde, kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve ma’nâ yoktur. Buradaki şekiller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekil ve sûret yoktur. Aynada bir şekil görünürse, başka yerden gelen bir görünüştür. Âlem-i misâl de böyledir. Bu iyi anlaşılınca, deriz ki, rûh bu bedene te’alluk etmeden önce, kendi âleminde idi. Rûh âlemi, âlem-i misâlden daha üstündür. Rûh, bedene te’alluk edince, bedene âşık olarak, bu madde âlemine iner. Âlem-i misâl ile bir ilgisi yoktur. Rûh bu bedene te’alluk etmeden, ilgilenmeden önce, âlem-i misâl ile ilgili olmadığı gibi, bedene olan ilgisi bittikten sonra da, bu âlem ile ilgisi olmaz. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın dilediği zamanlarda, rûhun ba’zı hâlleri, bu âlemin aynasında görünür. Rûhun hâllerinin iyiliği, kötülüğü buradan anlaşılır. Keşf ve rü’yâlar, böyle hâsıl olmaktadır, insanın hisleri, duyguları kaybolmadan da, âlem-i misâldeki şekilleri gördüğü çok olmuştur. Rûh, bedenden ayrıldıktan sonra, ulvî ise, yükselir. Süfli ise, alçalır. Âlem-i misâl ile bir ilişiği olmaz.
Kabir azâbı, rü’yâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek değildir. Kabir azâbı rü’yâ gibi değildir. Kabir azâbı, azâbın görüntüsü değildir. Azâbın kendisidir. Bundan başka, rü’yâda görülen acı, azâb, azâbın kendisidir denilse bile, dünyâdaki acılar, azâblar gibidir. Kabir azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler. Çünkü, dünyâ azâbları âhıret azâbları yanında hiç kalır. Allahü teâlâ, o azâblardan bizi korusun! Eğer, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, herşeyi yakar, yok eder. Kabir azâbını, rü’yâda görülen azâb gibi sanmak, kabir azâbını bilmemekten, anlamamış olmaktan ileri gelmektedir. Azâbın kendisi ile, görünüşünü karıştırmaktan hâsıl olmaktadır. Böyle yanlış düşünmek, dünyâ azâbı ile âhıret azâbını aynı sanmaktan da olur. Böyle sanmak, pek yanlıştır. Yanlış ve bozuk olduğu meydandadır.
Suâl: Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, insan ölürken rûhunu bedeninden ayırır, ölmediği zaman, uykuda da rûhunu ayırır” buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, insan ölürken rûhu ayrıldığı gibi, uyurken de ayrılmaktadır. Böyle olunca, rü’yâdaki azâbı, dünyâ azâblarından saymak, kabir azâbını ise, âhıret azâblarındandır demek nasıl doğru olur?
Cevâb: Uykuda iken, rûhun bedenden ayrılması, bir kimsenin, gezmek, eğlenmek için, kendi vatanından, gülerek, sevinerek ayrılmasına benzer ki, gezdikten sonra, sevinç içinde yine vatanına döner. Rûhun gezinti yeri, âlem-i misâldir. Bu âlemde görecek meraklı ve tatlı şeyler vardır. Ölürken rûhun ayrılması böyle değildir. Bu ayrılık, vatanı yıkılan, evleri, binaları yok olan kimsenin vatanından ayrılması gibidir. Bunun içindir ki, uykudaki ayrılmasında, sıkıntı ve acı yoktur. Tersine, sevinç ve rahatlık vardır. Ölürken ayrılmasında ise, çok acılar ve güçlükler hâsıl olur. Uyuyan insanın vatanı dünyâdır. Ona, dünyâdaki işler gibi iş yaparlar, ölen kimsenin ise, vatanı yıkılır. Âhırete göç eder. Ona, âhıret işleri yaparlar. Bunun içindir ki, (Deylemî’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde); “İnsan ölünce, kıyâmeti kopmuş olur” buyuruldu.
Sakın, hayâlde hasıl olan keşflere ve âlem-i misâlde görünen şeylere aldanarak, “Ehl-i sünnet ve cemâat” âlimlerinin bildirdikleri i’tikâddan ayrılmayınız! Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol mükâfat versin! Rü’yâlara, hayâllere aldanmayınız! Çünkü, bu kurtuluş fırkasına uymadıkça, âhırette azâblardan kurtulmak düşünülemez. Kıyâmette kurtulmak istiyenler, kendi görüşlerini bırakarak, bu büyüklere uymağa canla başla çalışmalıdır. Habercinin vazîfesi, bildiğini söylemektir. Yazınızdaki gevşekliği görünce, hayâllerinize kapılarak, bu büyüklere uymak saadetinden ayrılmak felâketine düşeceğinizden ve kendi keşflerinizin akıntısına kapılacağınızdan çok korktum. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozukluğundan Allahü teâlâya sığınırız. Şeytan, büyük düşmanımızdır. Doğru yoldan kaydırıp saptırmaması için, çok uyanık olmalısınız! Ayrılık bir sene olmadan, Resûlullahın sünnetine (ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdikleri yola) uymak için yapdığınız titizlikler ve kurtuluşun, ancak o büyüklerin yoluna sarılmakta olduğunu gösteren çalışmalarınız ne olmuş? Bunlar ne çabuk unutulmuş. Hayâllerinizin arkasında sürükleniyorsunuz. Sizinle buluşmamızın çok gecikeceği anlaşılıyor. Yaşayışına öyle düzen vermelisin ki, kendini kurtarmak ümidi yok olmasın! Yâ Rabbî! Bizlere merhamet et. İşlerimizin iyi olmasını nasîb eyle! Doğru yolda bulunanlara bizden selâm olsun.” (3. cild 31. mektûp)
Mevlânâ Bedreddîn Serhendî’ye gönderilen başka bir mektûb:
“Allahü teâlânın ismine sığınarak, mektûbumu yazmağa başlıyorum. Kaza ve kaderin ince bilgilerini, kullarından seçilmiş olanlara bildiren ve doğru yoldan sapmamaları için, câhillerden saklayan, Allahü teâlâya hamd ederim! Kaza ve kaderin esrârını, din câhilleri anlayamayıp, doğru yoldan kayar, insanları işlerinde mecbûr, esîr veya hâkim, yaratıcı sanmak tehlikesine düşerler. Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en üstünü ile, kullarına doğru yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen câhillerin ve âsilerin özür, bahâne etmelerine meydan bırakmadı. O büyük Peygambere ve akrabasına ve Eshâbının hepsine bizden iyi duâlar ve selâmlar olsun! O’nun Eshâbının herbiri, Allahü teâlâya itaat edenlerin ve kadere inanıp, kazaya râzı olanların en iyisidir.
Kaza ve kader bilgisini, çok kimseler anlayamamış, doğru yoldan ayrılmıştır. Bu bilgi üzerinde akıl yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmıştır. Bunlardan bir kısmı, insanların isteyerek yaptığı işlerinin cebr, zor ile olduğunu sanmış, çokları da, insanların her işi yaratarak yaptığını, isteyerek yapılan işlere, Allahü teâlânın karışmadığını söylemiştir. Üçüncü anlayış şekli de, doğru yolda gidenlerin İslâmiyeti iyi anlıyanların sözüdür ki, bunlar, “Fırka-i nâciye” ismi ile müjdelenmiş olan, “Ehl-i sünnet ve cemâat”dir. Allahü teâlâ, o yüksek âlimlerden ve onların yolunda gidenlerden râzı olsun! Bunlar birinci ve ikinci kısımda olanlar gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir. Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ( radıyallahü anh ), İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’dan ( radıyallahü anh ) şöyle sordu: “Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini onların arzusuna bırakmış mıdır?” O da; “Allahü teâlâ, rübûbiyyetini (yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü) âciz kullarına bırakmaz” buyurdu. “Kullarına, işleri zor ile mi yaptırıyor?” diye sorunca da; “Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günah işletip, sonra Cehenneme sokmak, O’nun adâletine yakışmaz” buyurdu. “O hâlde, insanların, istekli hareketi, kimin arzusu ile oluyor, kim yapıyor?” diye sordu. O da; “İşleri insanların arzusuna bırakmamış ve kimseyi cebr etmemiştir, ikisi arası olagelmektedir. Yaratmağı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yaptırmaz” buyurdu.
İşte, Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki kulların ihtiyâri (istekli) hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd etmekte, yaratmaktadır. O’nun kudreti ile var oluyorlar. Fakat, insanın kudreti de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile “Yaratılır” ve bizim kudretimiz ile “Kesb edilmiş” olur.
Ehl-i sünnet âlimlerinden Ebül-Hasen-i Ali Eş’arî’ye göre, insanların istekli işlerine kendi ihtiyârları, (ya’nî seçim hakları ve kudretleri) hiç karışmaz. Yalnız, kul bir işi yapmak isteyince, Allahü teâlâ, o işi hemen yaratmaktadır. Âdet-i ilâhisi hep böyledir, işin yapılmasında kulun kudretinin te’sîri olmaz. Bu sözü, “Cebriyye” mezhebinin sözüne yakındır. Bunun için, Eş’arî mezhebine “Cebr-i mütevassıt” denilmektedir.
Büyük âlim, Ebû İshâk İsferâînî buyurdu ki: “İnsanların yaptığı istekli hareketlerinin meydana gelmesinde, kendi kudretleri de işe karışmaktadır. İş iki kudretin bir araya gelmesi ile yapılıyor. Biri, kulun kudreti, ikincisi Allahü teâlânın kudretidir. Ayrı iki kuvvetin te’sîri ile, bir iş meydana gelir.” Eş’arî’den Kâdı Ebû Bekr-i Bâkıllânî buyuruyor ki: “İnsanın kudreti, işin meydana gelmesine değil, işin iyi veya fenâ olmasına, ya’nî tâat veya günah olmasına te’sîr eder. Mâtürîdî mezhebi de böyledir” Bu zayıf kulun (ya’nî İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) anladığına göre, insanın kudreti, işin yapılmasına da, iyi veya fenâ olmasına da, birlikte te’sîr etmektedir. Çünkü, işin meydana gelmesine te’sîr etmeyip, yalnız iyi veya fenâ olmasına te’sîr eder demek ma’nâsızdır. Çünkü, işin iyi veya kötü olması, işin yapılması ile meydana çıkar. Fakat, bunun için de, aynı kuvvetin ayrıca te’sîr etmesi lâzımdır, işin yapılması başkadır, iyi veya fenâlığının yapılması başkadır. O hâlde, işin iyi veya fenâ olması için de, kuvvetin ayrıca te’sîri lâzımdır demek, yanlış olmaz. Ebü’l-Hasen-i Eş’arî, böyle demiyor. Hâlbuki, insanların kudretini Allahü teâlâ yarattığı gibi, bu kudretin te’sîr etmesini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bunun için, kulun kudretinin te’sîr ettiğini söylemek, hakîkate daha yakın olur. Eş’ari mezhebi, Allahü teâlânın, kullarını cebr ettiğini bildirmiş oluyor. Çünkü, kulda ihtiyârın ya’nî beğendiğini yapmak bulunmadığını ve kulun işinde, kendi kuvvetinin hiç te’sîri olmadığını bildiriyor. Bu mezhebi, Cebriyyeden ayıran şey, Cebriyye mezhebinde, bir insan, bir işi yaptı demek, mecazdır. Ya’nî o istekli işi, yalnız Allahü teâlâ yapmıştır. O insanın eli ile yapmıştır, insanda kudret yoktur derler. Eş’ari ise, işi yapan, hakîkatde insandır. Ancak, insanın isteği ile değil, Allahü teâlânın istemesi ile yapmıştır, insanda ihtiyâr yokdur diyor. Ehl-i sünnetten, Eş’arî’den başkaları kulun kudreti, yaptığı istekli işte te’sîr eder diyor. Eş’arî ise, kudreti ancak, işin yaratılmasına sebep olup, yaratılmasında te’sîri olmaz diyor ki, her ikisine göre de, işi insan yaptı demek doğru olur. Ehl-i sünnet, Cebriyyeden böylece ayrılmış olur. Cebriyye mezhebinin insanın, istekli işlerini hakîkaten yaptığını kabûl etmemesi, işi insan yaptı demek mecazdır demesi küfürdür. Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmektir. “Temhîd” kitabının sahibi diyor ki, Cebriyye mezhebinden, “İşi insanın yapması mecazdır, görünüşdür, insanda kudret yoktur. Kullar, rüzgârla sallanan yaprak gibidir. İnsanların her hareketi ağacın hareketi gibi mecbûridir” diyenler kâfir olur. Yine diyor ki, Cebriyyenin, “Kulların iyi-kötü, bütün işleri, hakîkatte onların değildir, ihtiyâri hareketleri de yapan, yalnız Allah’dır” sözleri de küfürdür.
Suâl: Eş’arî, insanın işinde, kudretinin te’sîri yoktur, hakîkatde insanın ihtiyârı da yoktur dediği hâlde, işi yapan hakîkatte kuldur demesi, doğru mudur?
Cevâb: insan kudretinin, işinde te’sîri yok ise de, Allahü teâlâ, işi yaratması için, onun kudretini sebep kılmıştır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, insan kudretini ve ihtiyârını bir iş için kullanınca, Allahü teâlâ, o işi yaratıyor, insanın kudreti, böylece, işin yapılmasına sebep oluyor, işlerin yapılmasına te’sîr etmiş oluyor. Çünkü, kulun kudreti olmadıkça, âdet-i ilâhî o işi yaratmamaktadır. Bu âdete göre, işi yapan, insandır demek, hakîkatte doğru oluyor. Eş’arî mezhebini doğru yola uydurmak, ancak böyle olur. Başka türlü anlatanları şüpheli dinlemelidir.
Ehl-i sünnet, kadere inanmış; kaderin hayırlısı, şerlisi, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır demiştir. Çünkü “Kader”, var etmek, yaratmak, demektir ve herşeyi yapan, yaratan, ancak Allahü teâlâdır. “Mu’tezile” ya’nî Kaderiyye fırkası kaza ve kadere inanmadı, işlerin, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olduğunu zannetti. Şerler, kötülükler, Allahü teâlânın kazası ile olsaydı, bunlar için azâb yapmazdı. Bunlara azâb yapması zulüm olur dedi. Böyle sözleri söylemek zulümdür. Câhilce sözdür. Çünkü, kaza ve kadere inanmakla, kulun ihtiyârı ve kudreti gitmez. “Kaza” demek, bir insanın, bir işi kendi ihtiyârı ile yapıp yapmayacağını, Allahü teâlânın, önceden bilmesi demektir ki, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Kazaya inanmak, irâdenin, ihtiyârın yok olmasına sebep olsaydı, Allahü teâlâ da, yaratmağa mecbûr veya memnu’ olurdu. Çünkü ezelde, bir şeyin var olacağını bildi ise, onu yaratmağa mecbûr olurdu. Yokluğunu bildi ise, yaratması memnu’ olurdu. Kazaya inanmak, kulda ihtiyârın bulunmasına inanmağa manî olsaydı, Allahü teâlâ da irâde ve ihtiyârın bulunmasına inanmağa da manî olurdu. Allahü teâlânın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi, irâde sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde bilmesi, kulların irâde ve ihtiyâr sahibi olmalarına manî değildir. Evet, insanların kudreti azdır, işi yalnız insan kudreti yapar demek, pek akılsızlık olur ve düşüncesizliğin son derecesidir. Mu’tezilenin, burada da, doğru yoldan ayrılmış olduğunu, Mâverâünnehr (Türkistan’da, Seyhûn ve Ceyhun nehirleri arasındaki geniş yer) âlimleri bildirmiş, bunların sözü, mecûsîlerin (ateşe tapanların) sözünden daha fenâdır demişlerdir. Çünkü, mecûsîler, Allahü teâlânın bir şeriki, ortağı var sanmıştır. Mu’tezile ise, sayısız ortak var demektedir. (Ya’nî insan, işini, kendi kudreti ile yapmakta, yaratmaktadır diyerek, insanları, Allahü teâlâya şerik ediyorlar.)
“Cebriyye mezhebi”, insan asla bir iş yapmaz, cansızlar gibi hareket eder, insanın kudreti, kasdı, ihtiyârı yoktur diyor, insanlar iyi iş yapınca sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günah işleyenler ma’zûrdur, mes’ûl olmazlar. Çünkü, insanın her işini, yalnız Allah yapıyor, insan istese de, istemese de, Allah günah yaratıyor, insan günah yapmağa mecbûrdur diyorlar. Bu sözleri küfürdür. Bunlara “Mürcie” de denir ki, mel’ûndurlar. Günah, insana zarar vermez. Âsî, fâsık, azâb görmiyecektir dediler. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Mürcie mezhebinde olanlara yetmiş peygamber, la’net etmiştir”. Mezhepleri tamamen yanlıştır, bozuktur. Çünkü, ihtiyâri, istekli hareketimiz ile, titreme, refleks hareketlerinin başka olduğu meydandadır. Elimizle birşey tutmamız, elbette ihtiyârımız iledir. Göz seğirmesi, kalbin çalışması ise, böyle değildir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, bu mezhebin bozuk olduğunu bildirmektedir. Nitekim Secde, Ahkâf ve Vâkı’a sûrelerinde; “Yaptıklarının cezasıdır” ve Kehf sûresinde; “İstiyen îmân etsin, istiyen inanmasın!” buyurulmaktadır.
İnsanların çoğu, tenbel olduğundan ve niyetleri kötü olduğundan özür, bahâne arıyor. Suâlden, azâbdan kurtulmak için, Eş’arî, hattâ Cebriyye mezhebine yanaşıyor. Bunlar, ba’zan; “İnsanın hakîkatde ihtiyârı yoktur, işi insanın yapması mecazdır, görünüştedir” diyor. Ba’zan da; “İnsanın ihtiyârı azdır. Herşeyi yapan, Allahü teâlâdır” diyor. Bu söz, Cebriyye mezhebine kayıyor. Bunlar, ba’zı tasavvuf büyüklerinin sözlerini öne sürüyor. Meselâ “İşleri yapan birdir. Hiçbir şey yoktur, yalnız o vardır. İnsanın işinde, kudretinin te’sîri yoktur, insanın hareketi, ağacın sallanması gibidir. İnsanın varlığı da, işleri de, çöldeki serâb gibidir. bir görünüşden başka birşey değildir” gibi sözler, bu gevşek, tenbellerin kötü söylemelerini ve işlemelerini destekliyor. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bildiğimiz kadar, bunlara şöyle cevâb veririz ki: Eş’arî’nin dediği gibi, eğer ihtiyâr, hakîkaten bulunmasaydı, Allahü teâlâ, kulların zulüm ettiğini bildirmezdi. İnsanın, yaptığı işde, kendi kudreti te’sîr etmeyip, kudreti yalnız işin yaratılmasına sebeb olsaydı, insanların kötü işlerine zulüm denmezdi. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, insanların zulüm işlediğini bildiriyor, insanın gücü, işin yaratılmasına te’sîr etmeyip, yalnız sebeb olsaydı zulüm buyurmazdı. Evet, Allahü teâlâdan gelen elemlerde, azâblarda, insanın ihtiyârı karışmıyor. Fakat, bu zulüm olmaz. Çünkü, Allahü teâlâ, kayıtsız, şartsız mâlikimiz, sâhibimizdir. Mülk yalnız O’nundur. Mülkünü, istediği gibi kullanır, hiç zulüm olmaz. Fakat insanların zulüm ettiklerini bildirmesi, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Burada zulmün mecaz olması düşünülemez. Hakîkatler, zarûret olmadıkça mecaz yapılmaz.
İnsanların irâdeleri, ihtiyârları zayıftır, azdır sözüne gelince; eğer Allahü teâlânın ihtiyârı yanında azdır denirse veya insanların ihtiyârı yalnız olarak işleri meydana getiremez demek istenirse, doğru olur. Fakat, eğer ihtiyârları, işlerin yapılmasına te’sîr etmez denirse, doğru olmadığını yukarıda bildirdik.
Allahü teâlâ, kullarına yapabilecekleri şeyleri emr etmiştir, insanları zayıf yarattığı için, her emrinde kolaylık göstermiştir. Nitekim, Nisa sûresi yirmiyedinci âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ, size hafîf, kolay emr etmek istedi. Çünkü, insan zayıf yaratılmıştır” buyurulmaktadır. Allahü teâlâ “Hakim”dir. (Herşeyi yerinde, uygun olarak yapar.) “Rauf’dur. (Acımağa lâyık olmıyanlara da acıyıcıdır.) “Rahîm”dir. (Âhırette sevdiklerine, ya’nî küfrân-ı ni’met etmeyenlere ya’nî mü’minlere Cenneti ihsân edicidir). Kullarına, yapamayacakları şeyi emr etmek, hikmetine, re’fetine yakışmaz. Kullarına, kaldırılamayacak büyük kayayı kaldırmağı emr etmeyip, herkesin çok kolay yapacağı; kıyâm, rükû’, secde ufak bir âyet okumak ile meydana gelen namazı emr etmiştir. Namaz kılmak, herkes için çok kolaydır. Ramazân-ı şerîf orucu da, pek kolaydır. Zekâtı da, çok hafif emr etmiş, malın hepsini değil, kırktabirini verin, demiştir. Hepsini veya yarısını vermeği emr etseydi, kullarına güç olurdu. Merhameti, pek fazla olduğundan, emri tam yapılamaz ise, daha da hafifletmiştir. Meselâ, abdest alamayanlara, teyemmüm etmeğe, namazda ayak üzere duramayanlara oturarak kılmağa, oturamayanlara da, yatarak kılmağa rükû’ ve secde yapamayanlara, îmâ ile (oturup, rükû’ ve secde için, az eğilerek) kılmağa, bunlar gibi, daha nice kolaylıklara izin vermiştir, İslâmiyetin emirlerine dikkatle ve insafla bakan, bu kolaylıkları görür. Allahü teâlânın kullarına ne kadar çok merhametli olduğunu, pek iyi anlar. Emîrlerin pek kolay olmasının bir şahidi de, çok kimselerin, emir olunan ibâdetlerin, daha artmasını istemesidir. Namazın, orucun artmasını isteyen çok görülmüştür. Evet, ibâdet yapmak güç gelen kimseler de, yok değildir. Böyle kimseler, normal insan değildir. Böyle bozuk kimselere, ibâdetlerin zor gelmesine sebeb, nefslerinin karanlığı ve şehvanî arzularının kötülüğüdür. Bu karanlık ve kötülükler, nefs-i emmâreden hâsıl olmaktadır. Nefs-i emmâre, Allahü teâlânın düşmanıdır. Şûra sûresinde meâlen; “Îmân ve ibâdet etmek, müşriklere güç gelir”, Bekâra sûresi kırkbeşinci âyetinde meâlen; “Namaz kılmak, yalnız mü’minlere, Allahü teâlâdan korkanlara kolay gelir” buyurulmuştur.
Bedenin hastalığı, ibâdetlerin yapılmasını güçleştirdiği gibi, “Bâtın”ın (kalbin ve rûhun) hasta olması da güçleştirir. Allahü teâlâ, İslâmiyeti, nefs-i emmâreyi (Ya’nî kötülük isteyici), arzûlarından, âdetlerinden vaz geçirmek için gönderdi. Nefsin istekleri ve İslâmiyetin istekleri birbirinin zıddıdır, aksidir. O hâlde, ibâdetleri yapmakta güçlük çekmek, nefsin kötülüğünü gösteren bir alâmettir. Nefsin arzularının kuvveti, bu güçlüğün çokluğu ile ölçülür. Nefsin hevâsı (istekleri) kalmayınca, güçlük de kalmaz.
Sofiyye-i âliyyeden ba’zısının, insanda ihtiyârın bulunmadığını veya kuvvetsiz olduğunu gösteren birkaç sözünü yukarıda yazmıştık. Tasavvuf büyüklerinin, İslâmiyete uymayan sözlerine, hiç kıymet verilmez. Nerde kaldı ki, huccet ve sened olarak kullanılsın. Ya’nî, bir iddiayı, düşünceyi isbât için, böyle sözleri şâhid getirmek hiç doğru olmaz. Şâhid, sened olacak, uyulabilecek, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleridir. Sofiyye-i âliyyenin sözlerinden, âlimlerin sözüne uygun olanlar, kabûl edilir. Uymayanları, kabûl edilmez. Burada da yine bildirelim ki, sofiyye-i âliyyeden, hâlleri, keşfleri doğru olanlar, İslâmiyete uymayan hiçbirşey söylememiş ve yapmamıştır. Keşflerinden, hâllerinden, İslâmiyete uymayanların, yanlış olduğunu anlarlar, İslâmiyete muhalif olan sözlere ve hareketlere doğru diye sarılmak, zındıklık, ilhâd ya’nî dinsizlik alâmetidir.
Şunu da ilâve edelim ki, sofiyye-i âliyyenin İslâmiyete uymayan ba’zı sözleri, hâlin kapladığı zamanda, keşf yolu ile anladıkları bilgilerdir ki, o zaman, akıl ve şuurları örtülü olduğundan, özürlü sayılırlar ve keşfleri yanlış olmuştur. Başkalarının, böyle keşflere, sözlere uyması caiz değildir. Böyle sözlere, İslâmiyete uyacak şekilde ma’nâ vermek, kelimelerden anlaşılan ma’nâyı bırakıp, meşhûr olmıyan ma’nâlarını vererek, İslâmiyete uydurmak lâzımdır. Çünkü, âşıkların muhabbet sarhoşlarının sözleri, çeşitli ma’nâlara gelir. Bu ma’nâlar arasında doğru ve onların büyüklüğüne yakışan ma’nâyı bulup, öyle kabûl etmek lâzımdır.”
Bedreddîn Serhendî’nin “Hadarât-ül-Kuds” isimli eserinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çeşitli hâlleri ile, dünyâya gelişinden Cennete gidişine kadar; keşfleri, kerâmetleri, tasavvufdaki dereceleri, eşsiz nasihat ve sözleri tatlı ve feyzli bir dille anlatılmakta, ondan sonra yüksek oğulları ve halîfeleri bildirilmektedir. Bundan sonraki eserlerini kendi kalemiyle şöyle bildirmektedir:
“O emeller kutbunun âhırete irtihâlinden sonra, son hârika ve kerâmeti isbât eden, “Kerâmât-ül-evliyâ” kitabını yazdım. Gavs-ı a’zam Abdülkâdir-i Geylânî’nin ( radıyallahü anh ) “Fütûh-ül-gayb” kitabını, Arabîden Fârisîye tercüme ettim. Bir de tasavvuf ıstılâhlarında, Kadirî ve Nakşibendî yollarındaki vazîfeleri topladım. İsmine, “Revâih” dedim. Bir te’lîfim de, Adem aleyhisselâmdan günümüze kadar gelmiş olan makbûlleri bildiren, “Senevât-ül-atkıya der beyân-ı tevârih-i visal ve ahvâl-i erbâb-ı kemâl” isimli kitap olup, büyüklerin târih sırasına göre vefâtlarını ve hâllerini anlatır.”
Hindistan’da yetişen âlimlerin ve velîlerin büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Emânullah, nisbeti, Lâhorî’dir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Onbirinci asrın ortalarında vefât etmiş olduğu bilinmektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûr ve sohbetlerinde kemâle gelen Emânullah Lâhorî, icâzet almakla ve o yüce İmâmın talebelerinin büyüklerinden olmakla şereflendi. Üstün hâller, kerâmetler ve yüksek dereceler sahibi idi. Hocası İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, rûhlara hayat veren teveccüh ve himmetleriyle yetişerek, evliyâlık yolunda çok ilerlemiş idi. Kendisi de bu yolda çok talebe yetiştirdi.
İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri bu yüksek talebesine yazdığı mektûblardan birinde buyurdu ki:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin! iyi bil ki, Allah yolunda bulunmak isteyene, önce lâzım olan şey, i’tikâdını düzeltmektir. Doğru i’tikâd; Ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı Kirâmdan öğrendikleri, anladıkları i’tikâddır. Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin ma’nâsını doğru anlıyan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleridir. Bunların anladığı, bildirdiği ma’nâlara uymayan herşeye; akla, fikre, hayâle iyi gelse de ve tasavvuf yolunda keşf ve ilham ile anlaşılsa da, hiç kıymet verilmemelidir. Bu büyüklerin anladığına uymıyan bilgilerden, buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Demek ki, tasavvuf yolcularının keşflerinin, buluşlarının doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru ma’nâlara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara ilham olunan bilgilerin doğruluğu, ancak, o doğru ma’nâlara uymaları ile belli olur. Çünkü onların bildirdiği ma’nâlara uymıyan her ma’nâ, her buluş kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık her bozuk kimse, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyduğunu sanır ve iddia eder. Yarım aklı ve kısa görüşü ile, bu kaynaklardan yanlış ma’nâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felâkete gider.
Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları ma’nâlar doğrudur, kıymetlidir. Bunlara uymıyanlar kıymetsizdir. Çünkü bu ma’nâları, Eshâb-ı Kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceliyerek elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun için, ebedî kurtuluş bunlara mahsûs oldu. Sonsuz saadete bunlar kavuşdu. Allah yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar içindir.
İ’tikâdı bunlara uygun olan din âlimlerinden biri, fer’ıyyâtta, ya’nî, İslâmiyete yapışmakta gevşek davranırsa, kusurlu olursa, buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur. İnâdcılık olur. Onların doğru bilgilerini inkâr etmek, kötülemek olur. Çünkü, doğru bilgileri bizlere ulaştıran onlardır. Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran onlardır. Onların hidâyet ışıkları olmasaydı bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler, taşkınlık ve azgınlık uçurumlarına düşerdik, İslâmıyeti bozulmaktan koruyan her yere yayan, onların çalışmasıdır, İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan kurtulur, saadete kavuşur. Onların yolundan ayrılan, sapıtır, herkesi de saptırır.
Tasavvuf yolcusunun, işin iç yüzüne varmadan önce, kendi keşf ve ilhamına uymasa da, Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olması lâzımdır. Âlimleri haklı ve doğru bilip, kendini yanlış bilmelidir. Çünkü, âlimler bilgilerini peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmat” almıştır. Bu bilgiler, vahy ile gelmiş olup sağlamdır. Yanlışlıktan, şaşırmaktan korunmuştur. Bu bilgilere uymayan kendi keşf ve ilhamı ise, yanlıştır ve bozuktur. Bunun için kendi keşfini, âlimlerin sözünün üstünde tutmak, vahy ile inmiş olan sağlam bilgilerin üstünde tutmak olur. Bu ise sapıklığın tâ kendisidir, zarar ve ziyandan başka birşey değildir.
Kitab ve sünnete, ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun i’tikâd lâzım olduğu gibi, müctehidlerin kitab ve sünn’etden çıkardıkları ahkâma, ya’nî İslâmiyete uygun işleri yapmak da lâzımdır. Bu ahkâm; helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, müstehâb, mekrûh ve şüpheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır.
İ’tikâdı ve ameli doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra. Allahü teâlâya yaklaştıran yolda, ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmağa başlanabilir. Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek: ancak, yolu bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) bir rehberin teveccühü ve tasarrufu ya’nî idâre etmesi ile olabilir. Bunun bakışları, kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü, yâ’ni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü ve çirkin huyları insandan siler, süpürür.
Tasavvuf yolcusunun, bu yolda gözetilmesi lâzım olan şartları da öğrenmesi ve bunlara riâyet etmesi lâzımdır. Bu şartların en başta geleni, nefse uymamaktır. Bu da, vera’ ve takvâ ile olur. Vera’ ve takvâ, haramlardan sakınmak demektir. Haramlardan sakınabilmek için, mübahların lüzumundan fazlasını terk etmelidir Çünkü mübahları (ya’nî yasak olmıyan şeyleri), alabildiğine yapan kimse, şüpheli olanları işlemeğe başlar. Bunlar ise, harama yakındır, ya’nî haram işlemek ihtimâli çok olur. Uçurum kenarında yürüyen, içine düşebilir. Demek ki haramdan sakınabilmek için, mübahların fazlasından kaçmak lâzımdır. Bu yolda ilerlemek için vera’ sahibi olmak şarttır dedik. Çünkü insanın işleri, iki şeyden biridir. Ya emr edilen şeydir, yâhud yasak edilmiş şeylerdendir. Melekler de, emr edilen şeyleri yapmaktadır. Bunu yapmak insanı ilerletseydi, melekler de terakki ederdi. Meleklerde, yasak edilen şeyden sakınmak yokdur. Çünkü onlar, yasakları yapmıyacak şekilde yaratılmıştır. Yasakları işliyemezler. Onun için meleklere birşey yasak edilmemiştir. Demek ki, terakki etmek, yasaklardan sakınmakla olabilmektedir.
Bu sakınmak ise, nefse uymamak demektir. Allahü teâlâ dinleri, nefsi isteklerden kurtarmak, karanlık ve kötü âdetleri yok etmek için gönderdi. Çünkü nefs, hep haram işlemek veya mübahları lüzumundan” fazla yaparak, böylece harama kavuşmak ister. Demek ki, haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak, nefse uymamak demektir.
Suâl: Nefs, ibâdet yapmak istemiyor ibâdet yapmak da, nefse uymamak oluyor. O hâlde emirleri yapmak da, terakkiye sebep olmaz mı? Meleklerin emirleri yapması, nefse uymamak olmadığı için, onlar terakki etmiyor.
Cevap: Emîrleri, ya’nî ibâdetleri yapmayı nefsin istememesi, emr altına girmek istemediği içindir. Nefs bir emr altına girmek, birşeye bağlanmak istemez. Nefsin bu hâli. (ya’nî başı boş kalmak, birşeye bağlanmamak arzusu da haramdır veya mübahların fazlası demektir. Demek ki, emirleri yapmakla, bu haramdan veya mübahın fazlasından sakınılmış oluyor. Bunun için de, nefse uyulmamış oluyor. Yoksa nefse uymamak, yalnız emirleri yapmak demek değildir.
İnsanı kemâle kavuşturan, olgunlaştıran yollar çoktur. Bunların en fâidelisi, çabuk ulaştıranı, nefsle mücâdelesi çok olanıdır. Ruhsattan sakınan, azîmetle amel edenlerin yoludur. Azîmet, haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak demektir. Ruhsat ise, yalnız haramlardan kaçınmaktır. Azîmetle hareket eden büyükler, Sünnet-i seniyyeden ya’nî İslâmiyetten kıl kadar ayrılmamıştır. Yollarına hiçbir yenilik, bid’at karıştırmamıştır. Bunların yolunda nefse uymamak, nefs mücâdelesi tamdır. O hâlde, yolları en iyi en fâideli yoldur. Çabuk ulaştırıcıdır. Fakat son zamanlarda, bu yolu da bozanlar oldu. O büyüklerin izinden ayrılanlar çoğaldı. Değişiklikler, bid’atler yapıldı. Simâ’ ve raksa ve yüksek sesle zikre başladılar. Bunları, o büyüklerin niyetlerini kavrayamadıkları için yaptılar. Bid’atler karıştırmakla, zamana uymakla, bu yolu daha kıymetlendirdiklerini, olgunlaştırdıklarını sandılar. Bunlar ile, bu yolu yıktıklarını, ellerinden kaçırdıklarını anlıyamadılar. Hakkı, doğruyu meydana çıkaran ve insanı hidâyet yoluna kavuşturan, ancak Allahü teâlâdır.” (1. cild, 286. mektûb)
Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci oğlu olup, ağabeyi Ubeydullah ile üvey kardeştirler. Bu iki kardeşin doğumları arasında dört aydan fazlaca bir zaman vardır. Yüksek babaları, bunun doğum zamanına şu şiiriyle işâret etmiştir:
Şeyh-i Mekkî bana aşikâr oldu,
Ol vakit ki diğer çocuğum doğdu.
Denize çarpışma, köpürme düştü,
Receb-i şerîfin altıncı günü.
Bu iki cevher ve iki güzel yâr,
Arasında dört ay ve birkaç gün var.
Sanki, karanlık gece sabah oldu,
Sanki nurla dolu, başka gün doğdu.
Sanki ay tamamen göğsünü açmış,
Sanki zulmette, kader saatiymiş.
Hâce Muhammed hazretleri bu açıklamayı yaptıktan sonra, saadet bahçesinin bu güzel nûru için birkaç da duâ yazdı:
Bu kadar güneşler gelip geçtiler,
Denizinde doya doya yüzdüler.
Bunu da yâ Rabbî eyle onlardan.
Kendi dalgasıyla etme perişan.
Eğer yarısını sen hatırlatsan,
Belki tamı çıkar benim ağzımdan.
Susamışım ve yanıyorum ey yâr,
Su diyorum, su istiyorum ey yâr.
Nerede senden bir ırmak görürüm,
Bu hararetle orada otururum.
Ey sevinç denizi gel dudağıma.
Hiç artmasın, tamam gir bardağıma.
Ben bir dilenciyim camı (kadehi) neylerim,
Hayranım, müştakım, seni beklerim.
Bu gün ağzım daha iyi açıldı,
Söz denizi daha iyi saçıldı.
Söylemek dinlemek değil maksadım;
Hayran, susmuş hâlde yaşamam lâzım.
Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın bu oğulları, sûrette (görünüşte) ve sîretde (kalb hâllerinde ve ahlâkta) tamamen yüksek babalarına benzerdi. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek dereceye kavuştu. En zor ve büyük kitabları, en iyi şekilde öğrenirdi. Büyükler yolundan büyük pay aldı. İlim ve hâl bakımından çok ince görüşleri vardı. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi, İmâm-ı Rabbânî’den “kuddîse sirruh” aldı. Birçok defalar, yaya ve süvari olarak onların kapılarına, huzûrlarına gelir, Serhend’de onların hizmetinde günlerce kalır, lütuf ve husûsî teveccühlerine kavuşurdu.
Şerh-i Mevâkıf gibi ba’zı kelâm kitablarını ve ba’zı tasavvuf risalelerini, onların sohbetinde ta’kib edip, onlara mahsûs olan ilim ve esrârdan da nihâyetsiz nasîb aldı.
Muhammed Hâşim-i Keşmî “kuddîse sirruh” şöyle anlatır: “Birçok defalar, yalnız kaldığımız zamanlar, İmâm-ı Rabbânî’nin “kuddîse sirruh” mübârek ağızlarından Hazret-i Hâce’mizin bu yüksek oğlunun medhini ve menkıbelerini duyardım.”
Hâce Muhammed Abdullah, Allahü teâlânın aşkı ile yanardı. Yakıcı şiirler okur, elemli ve aşkla dolu kalblerinden âh sesleri yükselirdi. Kendisi de güzel şiirler yazar, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine olan bağlılıklarını düşünür ve kendisine Ahmedî mahlası verirdi. Birgün yanında idim. Şu güzel beyti okudu:
Gül bahçesi güzellere bir bahânedir.
Kokun, bâd-ı sabâyı idâre etmektedir.
Bana işâret ederek; “Sen de buna birkaç beyt ilâve eyle” dedi ve bu fakir şu iki beyti arzettim:
Kalbimden dudağıma gizli bir sır geliyor,
Güvercin huyunu kim verdi bizim bülbüle!
Sakın ha, kalb pusulası kırmasın ibresini.
Herkes, kaş mihrabında bak yüzyüze geliyor.
Hazret-i İmâm-ı Rabbânî’nin “kuddîse sirruh” kıymetli Mektûbât kitaplarında, hocalarının bu saâdetli oğullarına birçok yüksek mektûbları vardır. Mektûbuna cevap olarak yazdıkları bir mektûpda şöyle buyururlar:
“Allahü teâlâya hamd ve Muhammed Mustafâ’ya “sallallahü aleyhi ve sellem” salât ve size duâ ederım. Kıymetli mektûbunuz geldi. Okuyunca, bizi çok sevindirdi. Her an hatırladığınızı bildiriyorsunuz. Ne güzel, ne mübârekdir. Üç ayda sizin elinize geçen ni’met, başka yollarda, eğer on senede nasîb olursa, büyük kâr bilirler. Bu ni’mete şükr ediniz! Yaradılışınızın yüksek olduğunu ve böyle hâllerin kıymetini işitince, ucb, kibir ile lekelenmiyeceğinizi bildiğim için, bu ni’metin büyüklüğünü yazdım. Cenâb-ı Hak İbrâhim sûresi 7. âyet-i kerîmesinde meâlen: “Şükrederseniz, ni’metimi arttırırım” buyurdu. (2. cild, 55. Mektûp)
Başka bir mektûp:
“Allahü teâlâya hamd ederim. O’nun seçtiği insanlara selâmet ve iyilikler ihsân etmesini duâ ederim. Kıymetli oğlum! Size ve diğer dostlara söyliyeceğim en birinci nasihat, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden kaçınmaktır. İslâm dîni, garîb olmağa ve zayıflamağa başladı. Müslümanlar kimsesiz kaldı. Bundan sonra da, daha garîb olur gider. O dereceye gelir ki, yer yüzünde Allah “celle celâlüh” diyen kimse kalmaz. Kıyâmet, dünyâda iyi insanlar kalmayıp, heryeri kötülük kapladığı zaman kopar buyuruldu.
En mes’ûd, en kazançlı kimse; dinsizliğin çoğaldığı bir zamanda, unutulmuş sünnetlerden birini meydana çıkaran ve yayılmış bid’adlerden birini yok eden kimsedir. Şimdi öyle bir zamandayız ki, insanların en iyisi olan Peygamber efendimizden bin sene geçmiş bulunuyor. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) zamân-ı saadetinden uzaklaştıkça, sünnetler örtülmekte, yalanlar çoğaldığı için, bid’at yayılmaktadır. Bir kahraman lâzımdır ki, sünnete yardım edip, bid’atı durdursun, kaçırsın. Bid’ati yaymak, dîn-i İslâmı yıkmaktır. Bid’at çıkarana ve işleyenlere hürmet etmek, onları büyük bilmek, İslâmiyetin yok olmasına sebeb olur. Hadîs-i şerîfte, “Bid’at işliyenlere büyük diyen, müslümanlığı yıkmağa yardım etmiş olur” buyurulmuştur. Bunun ne demek olduğunu iyi düşünmelidir. Bir sünneti meydana çıkarmak ve bir bid’ati ortadan kaldırmak için, son gayretle çalışmak lâzımdır. Her zaman, hele müslümanlığın çok zayıfladığı bir zamanda, İslâmiyeti kuvvetlendirmek için, sünnetleri yaymak ve bid’atleri yıkmak lâzımdır. Eskiden gelen müslüman âlimleri, bid’atte bir güzellik görmüş olacaklar ki, bunlardan ba’zılarına, hasene (ya’nî güzel) ismini vermişlerdir. Fakat bu fakir, (ya’nî İmâm-ı Rabbânî ( radıyallahü anh ) bu noktada onlara uymuyor ve bid’atlerden hiçbirini güzel görmüyorum. Hepsini karanlık ve bulanık görüyorum.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Bid’atlerin hepsi dalâlettir, yoldan çıkmaktır” buyurdu. Müslümanlığın zayıfladığı bu zamanda, selâmet bulmak, Cehennemden kurtulmak, sünnete yapışmakla; dîni yıkmak ise, nasıl olursa olsun herhangi bir bid’ate kapılmakla olduğunu görüyorum. Bid’atlerin herbirini, İslâm binasını yıkan bir kazma gibi: sünnetleri ise, karanlık gecede yol gösteren, parlak yıldızlar gibi anlıyorum. Zamanımız hocalarına Allahü teâlâ insaf versin de, hiçbir bid’ate güzel demesinler ve hiçbir bid’atin işlenmesine müsâade etmesinler. Bid’at, gün doğması gibi karanlıkları parlatıcı görünürse de, bunlara göz yummasınlar! Eski zamanlarda İslâmiyet kuvvetli olduğundan, bid’atlerin zulmeti belli olmuyordu ve belki de, o zulmetlerden ba’zıları, İslâmiyetin her tarafı kaplayan kuvvetli ziyası arasında, parlak sanılıyordu. Bunun için, güzel deniliyordu. Hâlbuki bu bid’atlerde de, hiçbir parlaklık ve güzellik yok idi. Şimdi ise, müslümanlık zayıflamış, kâfirlerin âdetleri, hattâ kâfirlik alâmetleri, müslümanlar arasında yerleşmiş (moda olmuş) olduğundan, her bir bid’at, zararını göstermekte, kimsenin haberi olmadan müslümanlık sıyrılıp gitmektedir. Hocalarımız, bu husûsda çok uyanık olup, eski fetvâlara dayanarak şu caizdir, bunun zararı yoktur diye, bid’atlerin yayılmasına ön ayak olmamalıdır. Bu zaman, bid’atler dünyâyı kapladığından, karanlık bir gece gibi görünmektedir.
Sünnetler çok azalmakta, nûrları da, bir karanlık gecede, tektük uçan ateş böcekleri gibi parlamaktadır. Bid’at işlemesi çoğaldıkça, gecenin karanlığı artmakda, sünnetin nûru azalmaktadır. Sünnetin işlenmesi ise, karanlığı azaltmakda, bu nûru çoğaltmaktadır. İstiyen, bid’at karanlığını çoğaltsın, şeytan fırkasını kuvvetlendirsin! İstiyen de sünnetin nûrunu arıtırsın. Allahü teâlânın askerini kuvvetlendirsin! Şunu iyi biliniz ki, şeytan fırkasının sonu felâkettir, ziyandır. Allahü teâlânın fırkasında olan se’âdet-i ebediyyeye erecektir.
Sünnete yapışmak, insanı elbette kurtarır ve iyiliklere, saadetlere kavuşturur. Sünnetten başka şeyleri taklid etmek, insanı tehlikelere, felâketlere götürür. Bizim vazîfemiz doğruyu bildirmektir. Herkes istediğini yapar, yaptıklarının karşılığını da bulur. (Âkil ve baliğ olan her erkek, kendi işinden kendisi mes’ûldür.)
Bizi yetiştiren büyüklerimize Allahü teâlâ çok iyi mükâfaat ihsân eylesin ki, bizim gibi câhilleri, bid’atlerden korudular. Karanlık tehlikelere, uçurumlara sürüklemediler. Sünnetten başka bir yol göstermediler. Muhammed aleyhisselâma uymaktan ve haramlarla beraber şüphelilerden bile kaçmaktan başka yol göstermediler. Bunun için. bu büyüklerin kazançları pek fazladır. Kavuşdukları dereceler çok yüksektir. Bunlar, tegannî ve raksa dönüp de bakmamış, vecd ve tevâcüde (kendinden geçmeğe) ehemmiyet vermemişlerdir. Başkalarının kalbleri ile buldukları, gördükleri, büyüklük dedikleri hâlleri, maksaddan uzak, matlûbdan başka bilmişler, onların kapıldıkları hayâlleri, def ve tard etmişlerdir. Bunların işleri, görmekle, bulmakla, bilinmekle anlaşılacak şeylerden değildir. Başkaları, bir şey bulmak, birşeye kavuşmak için uğraşıyor. Bu büyükler ise. Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi istemiyor, hepsini kovuyor. Başkalarının Kelime-i tevhîdi tekrar tekrar söylemesi. Allahü teâlâya yaklaşmak içindir. Kelime-i tevhîdi söylemekle, Allahü teâlânın âciz bir mahlûku olan ve O’nunla başka hiçbir münâsebeti bulunmayan bütün bu kâinatta, Hak teâlâyı bulmağa, görmeğe uğraşıyorlar. Bu büyükler ise; “Lâ ilahe illallah” kelimesini, herşeyi yok bilmek, bütün görüşleri, buluşları, bilişleri ve hayâlleri, “La” derken, red etmek, yok bilmek için tekrar eder ve varlıkta birşey duyarlarsa, hepsini nefy eder ve hatırlarına hiçbirşey getirmezler.” (2. cild 23. mektûp)
Hâce Muhammed Abdullah’ın, Hazret-i İmâm-ı Rabbânî’nin yüksek huzûrlarına gönderdikleri, aşk ve muhabbet dolu mektûplarından bir tanesi şöyledir:
Birinci mektûp:
“Kendi amelinden utanan, kusurlar içerisinde yüzen hizmetçilerinizden Muhammed Abdullah’ın yüksek makamınıza arzıdır. En kıymetli zamanlarını yüksek hazretlerinize duâ ile geçenlerdir. Huzûrunuzdaki hizmetlerden uzakta olmam sebebiyle öyle bir pişmanlık ve nedamet içinde bulunuyorum ki, ne yazı ile ne de söz ile anlatabilirim. Öyle bir kırgınlık ve hayranlık içerisindeyim ki, bir parçasını anlatmama imkân yok. Tepeden tırnağa kadar muhabbetin dert ve elemi içindeyim. Bununla beraber, kerîm olan Allahü teâlâya şükürler olsun ki, o fenâ ve yokluktan elde edilen nisbet ve rabıtada zatî ve sıfâti, aynî ve eseri bir gevşeme, bir soğuma olmuyor. Nasıl soğuma olur. Kendi memleketime geldikten sonra, gurbeti istemek aklımda kalmadı. Gurbet alışkanlığı ise devam ediyor. Acâib sırlar görünüyor. Kalbimin bunlardan hiç birisine iltifâtı yoktur. Yokluk denizinin suyu, başımdan aştı. Yokluk denizinin suyu, başımdan aştı. Bütün bunlar, yüksek hazretlerinize hizmetçi olmak sebebiyledir. Mübârek vücûdunuz, yüksek zâtınız kıyâmete kadar, istiyenlerin ve bu yolda olanların başlarının üzerinde daimî olsun. Âmin.”
Hindistan da yetişen evliyânın en büyüklerinden. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası olan Muhammed Bâkî-billah’ın büyük oğludur. Küçük yaşta iken babası vefât etti. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek teveccühleri ile yetişti ve önde gelen talebelerinden oldu. Onbirinci asrın sonlarında vefât etti.
Hâce Ubeydullah’ın doğumunu, Bâkî-billah hazretleri şu beytlerle bildirmektedir:
Rebî’ul-evvel ayı birinci günü idi,
Bu harabe dünyâya, işte bu nevzâd geldi.
İkindiden sonraydı ki, kıymetli cevher,
Bu zulmetli dünyâyı eyledi kendine yer.
Kalbimden çok güzel şiirler, gazeller geldi,
Ve gözlerim ansızın bahar gibi açıldı.
Talebelerinden biri, rü’yâsında, hocalarının evinde bir çocuğun dünyâya geleceğini ve isminin Hâce Ubeydullah Ahrâr’ın isminin aynı konulması lâzım geldiğini gördü. Bu ismi verdiler. Bâkî-billah, bunu Mesnevî’sinde şöyle terennüm eder:
En ednâ bir hizmetçinin evinde,
Bir hizmetçi doğdu, büyük isimde,
Bu isimden haya eder melekler,
İnşâallah bana şefaat eder.
Bu oğulları için yazdıkları gayet bediî ve çok ince ma’nâları ihtivâ eden manzûmeden yirmibir beyti aşağıdadır:
Görünmeyen gizli bir müezzinden,
Ezan dinlerim perde gerisinden.
Zavallı, hasta ve çok muhtacım,
Arzum dilinden “Eşhedü” duyaydım.
Eğer duyarsam dilinden Allah,
ölürüm bu sesle hemen vallah.
Bir şule nûr var mı diye bakarım,
Görürsem, mâsivâ evin yakarım.
Ve kendimi sana feda ederim,
Ölürüm, sana bir şule veririm.
Ben tutarım bu ömrümün yasını,
Sen yeter ki parlat kalb aynasını.
Seni verenin hakkı için yavrum.
Senin yolunda ben feda olurum.
Hicran, sana ebedî kavuşmaktır,
Yanında ölmek, belki yaşamaktır.
Eğer sen, “Hayye’alessalâh” der isen.
Benim namazımı hisseder isen,
Mezarda da olsam, gelse kalbime.
Bütün âlem gıbta eder hâlime.
Ben dostun öldürdüğüyüm namazda,
Sübhânellah kendimleyim niyazda.
İki âlem soframı medh ederler,
“Kad efleha etâ” nişanım derler.
Allah de, coşayım neş’eleneyim,
Kulağıma inci budur diyeyim.
Hemzesi kâfidir Allah sözünün,
Ekber sadâsına yok tahammülüm.
Gözümde O elif pek çok büyüktür,
Anladım sırat-ı müstekim budur.
Ba’zan alçak, ba’zan yüksek olurum,
Hayâtımda tek bir reşha bulurum.
İşte o reşha (damla) kâfi gelmektedir,
Ben gidince, az ve çok ne demektir.
Dikkat edin bunda tam bir arz vardır,
Reşhanın esâsı bu şerâbdadır.
Susamış olana derya getirsen,
Doyar yine, bir şişe de su versen.
Hayır, hayır, olmaz evliyâ hâli,
Az sözden, çok sözden, çok daha âli.
Bu ezelî derya çok, çok yüksektir,
Yârab tövbe ettim, bu nasıl sesdir.
Hâce Ubeydullah ve kıymetli kardeşleri, küçüklük zamanlarında, babalarının teveccühlerine kavuşmuşlardır. Yine babaları, sağlığında, İmâm-ı Rabbânî’ye bu iki yüksek oğullarına teveccüh ve duâ etmelerini buyurdu. Bunun te’sîrleri hemen görünüverdi.
Bu iki yüksek kardeş, hazret-i Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’in hüsn-ı şefkat ve ihtimâmı ile yetiştiler. Hâce Ubeydullah, Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’in işâretiyle, bu yolun ateşini Şeyh İlâhdâd’dan aldı. Bu iki zâtın sohbetleriyle, Allahü teâ’ânın sevdiği kullarının arasına girdi. Hâller sahibi, ahlâk ve huyları kemâlde ve dâima İmâm-ı Rabbânî’nin hizmet ve sohbetlerine kavuşmak arzusunda idi. Mektûplarında, büyük bir ihtiyâçla, onların teveccühlerini istirhâm ederdi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine Arabî olarak yazdığı bir mektûp şöyledir:
“Kölelerinizin en aşağısı, hakîr Ubeydullah’ın ihlâs ve ihtisasın menbâı olan yüksek makamınıza arzıdır. Taliblere yol gösterenlerin önderi şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi, uykuda olanların uyandıncısı, ameli kuvvetli, verâ’ı çok, kemâli üstün, nûr yüzü nûr kaynağı olan azîz efendim!
İslâm dîninin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid’at ve alçak şeylerden dînin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînimizin hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makâmlarının sahibi muhterem efendim!
Tasavvuf yolcularının ve hakîkat şehrinin kılavuzu, bu cihanın göz bebeği, Kur’ân-ı kerîm’in esrârına, gizli ma’nâlarına kavuşan, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vârisi, Hulefâ-i râşidîn’in “aleyhimürrıdvân” izinden gidenlerin başı, muhabbetle yananların reîsi, şerefliler cemâatinin çağırıcısı, yeni yeni zuhur eden müşkillerin çözücüsü, “Allahın indinde ondan iyisi yoktur” kelâmından büyük pay alan, kalbini nûrlandırmak isteyenlere feyz ve nûr saçan, zamanının âlimlerinin üstünü. İsmi cihâna yayılmış büyük âlimlerin, ona talebe olmak saâdetiyle övündükleri eşsiz âlim, hâlleri evliyâya huccet olan velî, nihâyete kavuşmuş olanların işlerine sırlarına kavuşan, hakîki yol gösterici kıymetli efendim!
Kendisine talebe olanları yüksek derecelere kavuşturan, ihlâsı, peşinde gidenleri emellerine ulaştıran, onlara bütün olgunluklarını sunan, anlatılamayan yüksekliklere, eşsiz makamlara kavuşan, bereketler menbâı, lütf ve teveccühü maksada ve aranılanlara kavuşmağa sebeb olan, tasarruf ve kerâmet denizi, yetişmiş ve herkesi yetiştirebilen efendimiz, sahibimiz, dînin kuvvetlendiricisi, nesebi (soyu) Fârûkî (ya’nî Hazret-i Ömer’in ( radıyallahü anh ) soyundan), hasebi (hâli, meşrebi) Muhammedî ( aleyhisselâm ), doğduğu yer azîz Serhend şehri, üstünlüğünü, geçmiş büyüklerin kabûl ettiği yüksek efendim!
Yâ Rabbî! Onun işlerini, emellerini kolaylaştır. Kemâlini arttır. Belâlardan, sıkıntılardan, elemlerden onu koru!
Yâ Rabbî! Bu duâmı, küfür ve şirk bulutlarını dağıtan, cihanın güneşi hazret-i Muhammed’in ( aleyhisselâm ) temiz âlinin, âdil Eshâbının (radıyallahü anhüm) ve kıyâmete kadar ona tâbi olanların hürmetine kabûl eyle! Âmin...
Azîz efendim! Ne fazla sermâyem var, ne de çok gayretim var. Neyim varsa, sizin ihsân, ikram ve merhametinizde vardır. Çeşitli günahlarla kalbim kararmış, kötü amellerimle, işlediğim cürümlerle rûhum bunalmıştır. Baştan başa zulmet içindeyim. Kalbime merhamet buyurunuz. Zulmetten, karanlıktan kurtarıp, saadet ve kemâlât derecelerine kavuşturunuz! Bugün sizden başka, beni terbiye edecek kimsem yok. Sizden başka şefkat ve merhamet edenim yok. Sizden başka sığınağım yok. Bütün ömrümün en kıymetli zamanları, günleri, ayları, seneleri yüksek huzûrunuzda ve hizmetinizde geçirdiğim zamanlardır. Başımızın üzerinde daimî olunuz. Başınızı daha ağrıtmayayım.
Yüksek efendim! Dilim söyleyemiyor, ifâdem kâfi gelmiyor, söylenmesi îcâbedeni Arabî dil ile anlatamıyorum. Bunun için, Allahü teâlâ nasîb ederse, Fârisî dil ile bildireceğim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Hâce Ubeydullah’a yazdığı mektûbun ba’zı kısımları:
“Allahü teâlâya hamd olsun. Bütün duâlar ve iyilikler, O’nun Peygamberi ve sevgilisi ve bütün insanların her bakımdan en güzeli ve en üstünü olan, Muhammed Mustafâ’ya ( aleyhisselâm ) ve onu sevenlerin ve izinde gidenlerin hepsine olsun! Allahü teâlâ, siz yüksek hocamın kıymetli yavrularını da, saâdet-i ebediyyeye kavuştursun!
Yüksek üstadımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşduran kıymetli hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtaç olan bu zavallı kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve ihsânları içinde yüzüyorum, insanlığın elifbasını ondan öğrendim. Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin senelerce çalışarak kazanabildiği dereceler onun huzûrunda, terbiyesi altında, az zamanda elime geçti, insanlara meziyyet, üstünlük veren bütün kıymetler, ona hizmetimin ikramiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramayan ve insanlıktan haberi olmayan bu zavallı, onun nurlu bakışları altında, iki buçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların Allahü teâlâya olan yakınlıklarına kavuştu. Böyle az bir zamanda, tasavvufu tatmış olanların, tecellîler, zuhurlar, nûrlar, hâller ve keyfiyyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak kalbindeki deryanın damlaları olarak, önüme saçıldı. Bunlardan hangi birini anlatayım. Onun, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakire çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), ma’iyyet (beraberlik), ihata (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’rifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların işlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı.
O çok yüksek babanızın, bu zavallıya olan ni’metlerine, ihsânlarına karşı, ölünceye kadar, başımı kapınız hizmetçilerinin ayaklarına sürsem, size karşı birşey yapmış olamam. Hangi kusurumu bildireyim? Mahcubiyetimden, yüzümün karasından hangisini meydana çıkarayım? Allahü teâlâ, Hüsâmeddîn Ahmed’den râzı olsun ki, sizlere karşı olan vazîfemizi, borcumuzu üzerine alarak, kapınıza kul olmakla, hizmetinizde çalışmakla şereflenmekte, böylece rahat nefes almamıza sebep olmaktadır. Fârisî beyt tercümesi:
Vücûdumun her zerresi dile gelse de,
Şükrünün binde birini yapamam yine!
(Asırların yetiştiremiyeceği, insan gücünün ölçemiyeceği) o kıymetler hazînesinin, sohbetlerinde bulunmakla üç defa şereflenmiştim. Üçüncüsünde buyurdu ki: “Za’îf düştüm. Yaşamak ümidim azaldı. Benden sonra, çocuklarımı gözet!” Sizleri getirdiler. O zaman daha küçük idiniz. Kucakta taşınıyordunuz. Size teveccüh etmemi emir buyurdular. Emîrlerine uyarak, yüksek huzûrlarında, üzerinize o kadar teveccüh olundu ki, te’sîri görünüverdi. Sonra; “Bunların annelerine de uzaktan teveccüh et!” buyurdular. Yanımızda olmadığı hâlde, onlara da teveccüh olunmuştu. Emîrleri ile ve huzûrlarında olduğu için, o teveccühlerin çok fâideler sağlıyacağını ümîd ediyorum.
Babanızın, herhalde yapılması lâzım gelen emirlerini ve her ne pahasına olursa olsun, yerine getirilmesi gereken vasıyyetlerini unutacağımı veya dalgınlığıma geleceğini sanmayınız! Buna imkân olur mu? Ufak bir işâretinizi bekliyorum. Şimdilik, birkaç satır nasihat yazıyorum. Can kulağı ile dinleyiniz! Cenâb-ı Hak, ikinizi de, saâdet-i ebediyyeye kavuştursun!
Her müslümanın, önce i’tikâdını düzeltmesi, ya’nî Ehl-i sünnet ve cemâat âlimlerinin bildirdikleri gibi, inanması lâzımdır. Durmadan, yılmadan çalışan o âlimlere, Allahü teâlâ bol bol mükâfat versin!
Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları, mahlûkların hâssa ve alâmetleri yoktur. Madde değildir. Cisim değildir. Mekânlı değildir. (Ya’nî, yer kaplayıcı değildir.) Zamanlı değildir. (Bir yerde bulunmadığı gibi, zamanı da yoktur). Kemâl sıfatları, kusursuzluklar yalnız O’ndadır. Sekiz kemâl sıfata olduğunu bildirmiştir ki şunlardır: “Hayât”, diri olmasıdır, “İlim”, bilmesidir. “Kudret”, gücü yetmesidir. “İrâde”, dilemesidir. “Sem”, işitmesidir. “Basar”, görmesidir. “Kelâm”, söyleyici olmasıdır. “Tekvin”, yaratmasıdır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır.
Allahü teâlâ, kullarına kuvvet, kudret, irâde vermiştir, istediklerini işlerler, insanlar, işlerini kendileri yapıyor. Allahü teâlâ da yaratıyor. Allahü teâlânın hikmeti, âdeti şöyledir ki; insan bir işi yapmak isteyince, O da isterse o işi yaratır. Bu iş, insanın kasdı ile, ihtiyârı ile meydana geldiği için, işin mes’ûliyyeti, sevâbı ve rızâsı, o insana oluyor, insanın ihtiyârı zayıftır, azdır diyenler, Allahü teâlânın irâdesinden az olduğunu demek istiyorlarsa, doğrudur. Yok eğer, emirleri yapacak kadar değildir diyorlarsa, yanlıştır. Allahü teâlâ, insanlara yapamıyacakları birşeyi emir etmemiştir. Hep kolayı emretmiş, güç şeyi istememiştir. Az zamandaki bir küfre, sonsuz azâb etmeği ve az zamandaki îmâna, sonsuz ni’metler vermeği, takdîr etmiştir. Bunun sebebini anlayamayız. Allahü teâlânın yardımı ile, şu kadar biliyoruz ki, insanlara, görünür görünmez bütün ni’metleri, iyilikleri veren, yerlerin, göklerin, zerrelerin yaratanı, noksansızlık ve kusursuzluklar yalnız O’na mahsûs olan bir Allaha inanmamak, elbette çok şiddetli, çok acı azâb ister ki, bu da Cehennemde sonsuz yanmaktır. Böyle bir ni’met sahibine, görmeden inanmak ve nefsin ve şeytanın ve din düşmanlarının aldatmalarına kanmıyarak. O’nun sözlerine güvenmek, büyük mükâfat ister ki bu da Cennet ni’metlerinde ve lezzetlerinde sonsuz kalmaktır. Meşâyıh-ı Kirâmdan çoğu dedi ki; “Cennete girmek yalnız Allah’ın fazlı ve ihsânı iledir, îmânı. Cennete girmeğe sebep göstermek, kazanılan ni’metin lezzeti, daha çok olduğu içindir.” Bu fakire göre Cennete girmek, îmâna bağlıdır. Fakat îmân, Allahü teâlânın fazlıdır, ihsânıdır. Cehenneme girmek de, küfürden dolayıdır. Küfür ise, nefs-i emmârenin arzularından doğmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde, Nisa sûresi yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen; “Her güzel, her iyi şey, sana Allahü teâlâdan geliyor. Her çirkin, her fenâ şeye de, nefsin sebep oluyor” buyuruluyor. Cennete girmeyi îmâna bağlamak, îmânın kıymetini bildirmek içindir. Bu da, îmân olunacak şeylerin kıymeti ve ehemmiyeti demektir. Bunun gibi, Cehenneme girmeyi de küfre bağlamak, küfrü tahkir içindir ki, inanılmayan şeylerin kıymetini bildiriyor ve onlara inamlmadığı için, böyle sonsuz azâb veriliyor. Ba’zı meşâyıhın, başka türlü söylemelerinde, bu incelik yoktur.
Dünyâdan âhırete îmânlı giden, Cennette Allahü teâlâyı cihetsiz, keyfiyetsiz, hiçbirşeye benzemiyerek ve misâli olmıyarak görecektir. Buna, müslümanların yetmişüç fırkasından, yalnız Ehl-i sünnet inanmıştır. Diğerleri inkâr etmiş ve cihetsiz ve keyfiyetsiz olarak görmek olamaz demişlerdir.
(İmânın dördüncü şartı, peygamberlere inanmaktır): Allahü teâlâ kullarına acıdığı için peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolu şaşırmış olan insanlara, O’nu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi. İnsan aklı, noksan olduğu için, o büyüklerin da’vet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramaz. Anlayışımız tam olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet akıl, doğruyu eğriden ayırmağa yarayan bir âlettir. Fakat, tam olmayan bir âlettir. O büyüklerin da’veti ile, haber vermeleri ile, tamam olmaktadır. Âhıretin azâbı, sevâbı, bu da’vet ve haberden sonra olur.
İyi bir kimse, talihli bir insan, kusûrları, günahları, lütuf ve ihsân ile af olunan ve yüzüne vurulmıyan kimsedir. Eğer günahı yüzüne vurulursa ve bunun için de, merhamet olunarak, yalnız dünyâ sıkıntıları çektirilip günahları, böylece temizlenen kimse de çok talihlidir. Bununla da temizlenmeyip, geri kalan günahları için kabir sıkması ve kabir azâbı çekerek günahları biten, kıyâmet gününe, mahşer meydanına günahsız olarak götürülen de, ne kadar çok talihlidir. Eğer böyle yapmayıp, âhırette de cezâlandırılırsa, yine insâfdır ve adâlettir. Fakat, o gün, günahlı olan ve mahcûb ve yüzleri kara olan, ne kadar güç durumdadır. Fakat bunlardan, müslüman olanlara yine acınacak, bunlar, sonunda yine merhamete kavuşacak, Cehennem azâbında, sonsuz kalmaktan kurtulacaklardır ki, bu da, ne kadar büyük ni’mettir. Yâ Rabbî! Bize ihsân ettiğin îmân ışığını söndürme, kusurlarımızı ört! Sen herşeyi yapabilirsin!
(İmânın beşinci şartı, âhıret gününe inanmaktır). Kıyâmet günü elbette vardır. O gün gökler, yıldızlar ve (şu üzerinde yaşadığımız) dünyâ, dağlar, denizler ve hayvanlar, nebatlar ve ma’denler, hâsılı herşey (madde ve kuvvet) yok olacaktır. Gökler parçalanacak, yıldızlar dağılacak, yeryüzü ve dağlar toz olup savrulacak. Bu yok oluş, Sûrun ilk işâreti ile olacaktır, ikinci üfürülüşünde, herşey tekrar yaratılıp, insanlar mezardan kalkacak, mahşer yerinde toplanacaktır. Eski Yunan filozofları (ve kendilerine müsbet ilim adamı diyenler), ya’nî herşeyi akılları ile çözmeğe kalkışanlar, gökler ve yıldızlar yok olmaz dedi. (Bunların yok olacağını fen kabûl etmiyor, böyle gelmiş böyle gidecektir diyerek müşâhede, tedkîk ve tecrübeye dayanan, fen bilgisine iftira ediyorlar). Ba’zısının aklı, hiç de işlemediği için, kendilerine müslüman diyor. Ahkâm-ı İslâmiyeden çoğunu da yapıyor. Şuna daha çok şaşılır ki, ba’zı müslümanlar, bunların sözüne kitaplarına inanıp, müslüman, hattâ İslâm âlimi, din büyüğü sanıyor. Bunların küfürlerini, kâfir olduklarını söyleyenlere kızıyor. Bu kâfirleri medh ve müdâfaa ediyorlar. Hâlbuki bunlar, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere inanmıyor. Bütün peygamberlerin sözbirliği ile, bildirdiklerini inkâr ediyor. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; “Güneşin ziyası kalmadığı, karardığı ve yıldızlar solduğu zaman” ve bir âyet-i kerîmede meâlen; “Gökler yarıldığı ve Rablerinin emirlerini işittikleri zaman” ve “Gökler, Allahü teâlânın emirlerini elbette yapar” ve bir âyet-i kerîmede de meâlen; “O gün gökler, elbette yarılır” buyuruyor. Bunlar gibi âyet-i kerîmeler çok vardır. Bu kimseler bilmiyor ki, müslüman olmak için, yalnız kelime-i şehâdeti söylemek yetişmez, inanmak lâzım olan şeylerin hepsine inanmak, tasdik etmek ve küfürden, ya’nî küfre sebep olan sözlerden ve işlerden uzaklaşmak ve kâfirleri sevmemek, müslüman olmak şarttır, insan, ancak bu sûretle müslüman olur. Bu şart bulunmadıkça, müslümanlık olmaz.
Âhırette, dünyâdaki işlerden, suâl ve hesap vardır. Âhırete mahsûs olan bir terazi ve Sırat köprüsü denilen bir geçit vardır. Bunları Muhbir-i sâdık ya’nî hep doğru söyleyici ( aleyhisselâm ) haber vermiştir. Peygamberlik ne demek olduğunu bilmiyen ba’zı câhillerin bunlara inanmaması, bunların yok olmasını göstermez. Var olan şeylere yok demek, kıymetsiz, boş söz olur. Peygamberlik makamı, aklın üstündedir. Peygamberlerin doğru sözlerini akla uydurmağa çalışmak, peygamberliğe inanmamak, güvenmemek olur. Âhıret işlerinde, peygamberlere (aleyhisselâm) akla danışmadan tâbi olmak, uymak lâzımdır. Peygamberlik makamı, aklın hududunun, çerçevesinin dışında, üstündedir. Akıl, eremediği şeyleri, kendine uymuyor sanır. Akıl, peygamberlere (aleyhimüssalevât) uymadıkça, yüksek derecelere çıkamaz, eremez. Uygun olmamak ya’nî muhalif olmak başkadır, erememek, anlıyamamak başkadır. Çünkü, uymamak, ancak anladıktan sonra olabilir.
Cennet ve Cehennem vardır. Kıyâmet günü, hesaptan sonra, birçokları Cennete gönderilecek, birçoğu da, Cehenneme sokulacaktır. Cennetin ni’metleri ve Cehennemin azâbı ebedîdir, sonsuzdur. Bunlar Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmektedir.
(Îmânın ikinci şartı, meleklere inanmaktır). Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Günah işlemez ve yanılmaz ve unutmazlar. Tahrîm sûresi altıncı âyet-i kerîmesinde meâlen; “Melekler, emr olundukları şeyde Allahü teâlâya karşı gelmezler ve emr olundukları şeyi yaparlar” buyuruldu. Yemezler ve içmezler. (Ya’nî, yemeye ve içmeye ihtiyâçları yoktur.) Erkek ve dişi değildirler.
Allahü teâlâ, insanlardan ba’zısını peygamber olarak seçtiği gibi, meleklerden de ba’zılarını, peygamber olarak ayırmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu buyurdu ki: “İnsanların büyükleri, meleklerin büyüklerinden daha üstündür” İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Mâlik ve Şeyh Muhyiddîn-i Arabî; “Meleklerin büyükleri, daha üstündür” dedi. Bu fakirin anladığına göre, meleklerin evliyâlık tarafı peygamberlerin evliyâlığından üstündür. Fakat, Nebilerin ve Resûllerin yetiştiği bir derece vardır ki, melek oraya yetişemez. Bu şerefli derece, peygamberlere (aleyhisselâm) toprak maddelerinden gelmiştir. Bu da, insana mahsûstur. Yine bu fakire gösterildi ki, peygamberliğin yüksekliği yanında, evliyâlığın yüksekliği, hiç kalmakta, büyük deniz yanında bir damla kadar da görünmemektedir. O hâlde peygamberlik yolundan gelen üstünlük, evliyâlık yolundan kavuşulan yükseklikten, kat kat daha üstündür. O hâlde, her bakımdan, toplu üstünlük peygamberlerde, bir bakımdan üstünlük, meleklerdedir. Sözün doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğunun dediğidir. Allahü teâlâ, onların çalışmalarının mükâfatını, bol bol ihsân eylesin! Demek oluyorki, evliyâdan hiçbiri, hiçbir peygamberin derecesine çıkamaz. Velînin başı, dâima bir peygamberin ayağı altındadır.
Kalbde îmân bulunduğuna alâmet, küfürden teberrî etmek, kaçınmaktır ve kâfirlikten, kâfirlere mahsûs olan şeylerden meselâ beline zünnâr bağlamak ve bunun gibi, kâfirlik alâmeti olan şeyleri kullanmaktan sakınmaktır. Küfürden teberrî demek, Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemektir. Kâfirler, kuvvetli, hâkim olup da, zararlarından korkulduğu zaman, kalbi ile sevmemek, korku olmadığı zaman, hem kalb, hem de her vâsıta ile karşı koymak lâzımdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde sevgili Peygamberine ( aleyhisselâm ) kâfirleri ve münâfıkları sevmemeyi, çalışıp, onlardan üstün olmağı emrediyor. Çünkü, Allahü teâlânın ve Peygamberinin ( aleyhisselâm ) düşmanlarından uzak olmadıkça, O ve Resûlü sevilmiş olmaz ve seviyorum demek doğru olmaz. Bir kimse, îmânım var dese, fakat küfürden teberrî etmese, hem müslümanlığa, hem de dinsizliğe inanmış, iki dinli olmuş olur ki, bunlara münâfık gözü ile bakmak lâzımdır. Kalbde îmân bulunması için, küfürden teberrî elbette lâzımdır. Bu teberrinin en aşağı derecesi kalb ile teberridir. En yüksek, en iyi derecesi de, hem kalb ile, hem kalıp ile olmaktır. Ya’nî kalbdeki ayrılığı söz ile, hareket ile belli etmektir. Fârisî mısra’tercümesi:
Düşmanlık etmedikçe, dostluk olamaz!
İbrâhim aleyhisselâmın bu kadar büyük olması ve bütün insanlar arasında, ikinciliği kazanması ve peygamberler babası olmakla şereflenmesi, hep Allahü teâlânın düşmanlarından teberrî etmesi sebebi ile idi. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde “Mümtehine” sûresinde meâlen; “Ey mü’minler! İbrâhim aleyhisselâmın gösterdiği güzel yolda yürüyünüz. Ya’nî siz de, onun gibi ve onunla beraber bulunan mü’minler gibi olunuz! Onlar, kâfirlere dedi ki: Bizden sevgi beklemeyiniz! Çünkü siz, Allahü teâlâyı dinlemeyip başkalarına tapıyorsunuz. O tapdıklarınızı da sevmiyoruz. Sizin, uydurma dînînize inanmıyoruz. Bu ayrılık aramızda düşmanlığa sebep oldu. Siz, Allahü teâlânın, bir olduğuna inanmadıkça ve emirlerini kabûl etmedikçe, bu ayrılık, kalbimizden silinmeyecek, her şekilde kendini gösterecektir” buyuruyor.
Bu fakire göre, Allahü teâlânın rızâsını ve sevgisini kazanmak için, küfürden teberrî gibi, hiçbir amel ve ibâdet yoktur. Kâfirlere ve küfre, Allahü teâlânın zâtı, kendisi düşmandır. İnsanların tapındıkları bütün ma’bûdlar ve bunlara tapanlar, Allahü teâlânın zâtının düşmanlandır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu alçak işin cezasıdır. Nefslerin arzusu ve her türlü günahlar ise, böyle değildir. Bunlara, Allahü teâlânın düşmanlığı, kendinden değil, sıfatlarındandır. Allahü teâlânın günahkârlara gazâb etmesi, kızması, gadap sıfatı iledir. Bunlara azâb etmesi, horlaması hep sıfatları ve fiilleri iledir. Günahkârlar, bunun için, Cehennemde sonsuz kalmıyacak, belki bunlardan çoğunu, isterse (Cehenneme sokmadan) af edecektir. Allahü teâlânın küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zâtından olduğu için, rahmet ve re’fet sıfatları, âhırette kâfirlere yetişemiyecek ve rahmet sıfatı, zâtın düşmanlığını, ortadan kaldıramayacaktır. Zâtın düşmanlığı, sıfatın acımasından, daha kuvvetlidir. Sıfat ile yapılan şey, zâtın yaptığını değiştiremez. Hadîs-i kudsîde buyuruluyor ki: “Rahmetim gadabımı aşmıştır.” Bunun ma’nâsı, rahmet sıfatım, gadap sıfatımı aşmıştır. Ya’nî, mü’minlerin günahkârlarına karşı olan gadap sıfatımı aşmıştır, demektir. Yoksa, rahmet sıfatı, kâfirlere, müşriklere karşı olan, zâtın gadabını aşar demek değildir.
Cevâb: Kâfirlere dünyâda merhamet edilmesi görünüştedir. Ya’nî merhamet şeklinde görünen, istidrâcdır, hiledir. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde, “Mü’minûn” sûresinde, meâlen; “Kâfirlere, çok mal ve evlâd vererek onlara yardım mı, iyilik mi ediyoruz? Küfürlerine karşılık olarak onlara, bol bol iyilikleri, çabuk çabuk gönderiyor muyuz zan ediyorlar? Hayır, öyle değildir. Bu yardım, onlara iyilik değil, belki istidrâcdır. Azmaları, kudurmaları ve Cehenneme gitmeleri içindir” buyuruyor. A’râf ve Nûn sûrelerinde ki; “Onları yavaş yavaş azâba yaklaştırıyorum. Haberleri olmuyor. Onlar azdıkça, dünyâ ni’metlerini arttırarak, fırsat veriyorum. Aldanıyorlar. Onlara hazırladığım azâb çok şiddetlidir” me’âlindeki âyet-i kerîmeler de öyle olduğunu açıkça göstermektedir.
Hülâsa, kâfirlerin âdet ve merasimlerine katılanda, zerre kadar îmân varsa, (Ya’nî kalbinden, Kelime-i tevhîdin ma’nâsına, kısaca inanmış ise ve îmânı gideren bir iş ve sözde bulunmadı ise) Cehennem azâbına girecek ise de, Cehennemde ebedî kalmıyacaktır. İmânı olanlardan büyük günah işleyen (ve tövbe etmeden ölen)lere gelince, Allahü teâlâ, bu günahları isterse af eder. İsterse günahı temizleninceye kadar, Cehennemde azâb eder. Bu fakirin anladığına göre, Cehennem azâbı ister sonsuz olsun, ister bir zaman olsun, küfür için ve küfür sıfatları ve bulaşıklıkları içindir. Küfürden teberrî eden, kaçınan îmân sahiplerinin yaptıkları büyük günahlar, ya îmânları hürmetine, cenâb-ı Hakkın merhameti ile, veya tövbe etmeleri ile veya şefaate kavuşmaları ile af olunur. Böyle af olmayanlar, dünyâ sıkıntıları ve derdleri ile veya son nefeste can verirken, çekecekleri zahmetler ile temizlenir. Bunlarla da temizlenmezse, ba’zıları kabir azâbı çekmekle affa kavuşur. Ba’zıları ise, kabir azâbı, sıkıntıları ve kıyâmet gününün şiddetleri ile af olunup, günahları biter ve Cehennem azâbı ile temizlenmeğe lüzum kalmaz. Nitekim, cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîmde En’âm sûresi, seksenikinci âyetinde meâlen; “Îmân edip de îmânlarını şirk ile bulaşdırmayanlar, Cehennemde ebedî kalmaktan emîndirler, onlar için bu korku yoktur” buyuruyor ki, sözümüzün doğru olduğunu göstermektedir. Çünkü burada “zulm” şirk demektir. Herşeyin doğrusunu, ancak Allahü teâlâ bilir.
Suâl: Allahü teâlâ, küfürden başka, ba’zı günahları işleyenlerin de Cehenneme gireceklerini bildiriyor. Meselâ, bir mü’mini, bile bile öldürenin cezası Cehennemde sonsuz kalmaktır, buyuruyor. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Bir namazı bile bile, vaktinde kılmayıp, kaza edene, Cehennemde bir Hukbe azâb edeceklerdir” buyuruyor. (Bir Hukbe, seksen âhıret senesi demektir). O hâlde, Cehennem azâbı, yalnız kâfirlere değildir, denilirse, cevap veririz ki; Cehennem azâbı, müslüman öldürmenin, haram olmasına aldırış etmeyen, helâl diyerek öldüren içindir. Nitekim Ehl-i sünnet âlimleri, tefsîrlerinde böyle ma’nâ vermişlerdir. Küfürden başka günahlara, Cehennemde azâb olunacağını bildiren haberler, hep bu günahlarda küfür bulaşıklığı olduğu içindir. Meselâ, günahı hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek işlemek, İslâm dîninin emirlerini aşağı görerek, namaz kılmamak ve günah yapmak gibi şekillerdedir. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ); “Ümmetimden, büyük günahları işleyenlere şefaat edeceğim” buyuruyor. Bir kerre de; “Allahü teâlânın rahmeti, benim ümmetim içindir. Bunlara âhırette azâb yoktur” buyurdu. Yukarda, ma’nâsı yazılan âyet-i kerîme de, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir, (intihar etmek, ya’nî kendini öldürmek, başkasını öldürmekten daha büyük günahtır.)
Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Allahü teâlâ, bu dünyâda, her işi, âdet-i ilâhiyesi, kânûn-i ilâhisi ile yaratmaktadır. (Ya’nî fen derslerinde öğrenilen kânun, nizâm ve düzgünlük ile yaratmaktadır, yapmaktadır). Evliyâsının (ya’nî çok sevdiği kullarının) elinden, âdet-i ilâhiyesi dışında, ba’zı şeyler yaratır, yapar ki, buna “Kerâmet” denir. Kerâmete inanmıyan, dünyânın her tarafında, her zaman, sık sık görülmüş ve ağızdan ağıza yayılmış olan, vak’alara inanmamış olur. Allahü teâlânın, peygamberlerin (aleyhisselâm) elinde ve onların sözleri ile, âdet-i ilâhiyesini bozarak, kimsenin yapamıyacağı şeyler yaratmasına, “Mu’cize” denir ki, mu’cize gösteren bir kimse peygamber olduğunu îlân eder. Kerâmet gösteren kimse ise Peygamber olmadığını ve bir peygamberin (aleyhisselâm) yolunda bulunduğunu söyler. (Mu’cize, peygamberlere mahsûstur (aleyhimüsselâm). Bu kelimeyi, onlardan başkası için söylemek, caiz değildir).
Hulefâ-i râşidînin, (ya’nî Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) sonra gelen dört halîfesinin) (r.anhüm) birbirinden üstünlükleri hilâfetleri sırası iledir. Ebû Bekr ile Ömer’in (r.anhümâ), mü’minlerin hepsinden üstün olduğunu, Sahâbîlerin hepsi ve Tabiînin hepsi söylemiştir.
İbâdetler:îmânı, i’tikâdı düzelttikten sonra, fıkıh ahkâmını, (ya’nî dînimizin emr ettiği ve yasak ettiği işleri) öğrenmek elbette lâzımdır. Farzları, vâcibleri, helâl ve haramları, sünnet ve mekrûhları ve şüphelileri lüzumu kadar öğrenmeli ve bu bilgi ile hareket etmelidir. Fıkıh kitaplarını öğrenmek, her müslümana lâzımdır (Bunları bilmeden müslümanlık olmaz). Allahü teâlânın emirlerini yapmağa, O’nun beğendiği gibi yaşamağa çalışmalıdır. O’nun en çok beğendiği ve emr ettiği şey, hergün beş vakit namaz kılmaktır. Namaz, dînin direğidir. Namazın, ehemmiyetinden ve nasıl kılınacağından birkaç şey bildireceğim. Can kulağı ile dinleyiniz! önce, sünnete (ya’nî fıkıh kitaplarında yazılana) tam uygun olarak, abdest almalıdır. Abdest alırken yıkanması lâzım olan yerleri üç defa ve her defasında, her taraflarını tamam yıkamağa çok dikkat etmelidir. Böylece, sünnete uygun abdest alınmış olur. Başa meshederken, başın her tarafını kaplıyarak sığamalıdır. Kulakları ve enseyi iyi mesh etmelidir. Ayak parmaklarını hilâllerken, (ya’nî parmak aralarını temizlerken) sol elin küçük parmağının, ayak parmaklarının alt tarafından aralarına sokulması bildirilmiştir. Buna ehemmiyet vermeli, müstehab deyip geçmemelidir. Müstehabları hafif görmemelidir. Bunlar, Allahü teâlânın sevdiği şeylerdir ve beğendikleridir. Eğer, bütün dünyâyı vermekle, beğendiği bir işin yapılabileceği bilinmiş olsa ve dünyâyı verip o iş yapılabilse, çok kâr edilmiş olur ve birkaç saksı parçası verip kıymetli bir elması ele geçirmek gibi olur. Yahut, birkaç çakıl parçasını verip, ölmüş bir sevgilinin rûhunu geriye getirerek, hayat kazandırmak gibidir.
Abdest, emirlere tam uygun olarak alındıktan sonra, sıra namaza gelir ki, namaz, mü’minlerin mi’râcıdır. Ya’nî mi’râc gecesinde Peygamberimize ( aleyhisselâm ) ihsân olunan ni’metler, bu dünyâda, O’nun ümmetine yalnız namazda tattırılmaktadır. Erkekler, farz namazları cemâatle kılmağa çok dikkat etmeli, hattâ birinci tekbîri İmâm ile beraber almağı kaçırmamalıdır.
Namazda Kur’ân-ı kerîmi sünnet olan miktarda okumalıdır. Rükû’da ve secdelerde hareketsiz durmak, herhalde lâzımdır. Çünkü, farz veya vâcibtir. Rükû’dan kalkınca, öyle dik durmalıdır ki, kemikler yerlerine yerleşsin. Bundan sonra, bir miktar, bu şekilde durmak farzdır veya vâcib veya sünnet demişlerdir. İki secde arasında oturmak da böyledir. Bunlara herhalde çok dikkat etmelidir. Rükû’da ve secdelerde tesbih en az üç kerredir. Çoğu yedi veya on birdir, İmâm için ise, cemâatin hâline göredir. Kuvvetli bir insanın, sıkıntısı olmadığı zamanlarda, yalnız kılarken, tesbihleri, en az miktarda söylemesi, ne kadar utanacak bir hâldir. Hiç olmazsa, beş kerre söylemelidir. Secdeye yatarken, yere daha yakın a’zâyı, yere daha evvel koymalıdır. O halde, önce dizler, sonra eller, daha sonra burun, en sonra da alın konur. Dizlerden ve ellerden, evvelâ sağlar yere konur, Secdeden kalkarken, yukarıda olan a’zâ evvel kaldırılır. O hâlde, evvelâ alın kaldırılmalıdır. Ayakta iken, secde yerine, rükû’da iken ayaklara, secdede burun ucuna ve otururken iki ellere veya kucağına bakılır. Bu söylediğimiz yerlere bakıp da, gözler etrâfa kaymaz ise, namaz, cem’iyyetle kılınabilir. Ya’nî kalb de, dünyâ düşüncelerinden kurtulabilir. Huşû’ hâsıl olur. Nitekim, Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) böyle buyurmuştur. El parmaklarını rükû’da açmak ve secdede birbirlerine yapıştırmak sünnettir Bunlara da dikkat etmelidir. Parmakları açık yâhud bitişik bulundurmak sebepsiz boş şeyler değildir. İslâmiyetin sahibi (ya’nî Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) fâidelerini düşünerek böyle yapmıştır. Bizler için, İslâmiyetin sahibine uymak kadar büyük bir fâide yoktur. Bu söylediklerimiz, fıkıh kitaplarında bildirilen şeyleri yapmağa teşviktir, heveslendirmektir. Allahü teâlâ, bize ve size İslâmiyetin gösterdiği, sâlih işleri yapmak nasîb etsin! Peygamberlerin seyyidi, efendisi, en iyisi, en üstünü hürmeti için ( aleyhisselâm ) bu duâmızı kabûl buyursun! Âmin...
Tasavvuf, Ehl-i sünet i’tikâdından ve İslâmiyetin emirlerinden başka şeylere kavuşmak için değildir. Tasavvuf, Ehl-i sünnet i’tikâdının yakînî ve vicdanî olması, ya’nî sağlamlaşması, şüphe getiren te’sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân, böyle sağlam olamaz. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi ancak ve yalnız zikr ile olur”. Tasavvufun ikinci gayesi, ibâdetlerde kolaylık, lezzet hâsıl olması, nefs-i emmâreden doğan tenbelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir. Şunu da iyi anlamalı ki tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrları, rûhları ve kıymetli rü’yâlar görmek için değildir. Bunların hepsi, boş ve faidesiz şeylerdir. Her zaman görülen ziyanın, çeşitli renklerin ve tabîatdaki güzelliklerin ne kusurları vardır ki, insan bunları bırakıp da, başka şeyler görmek için birçok sıkıntılara katlansın. Çünkü, bu ziyada, o nûrlar da, bu güzel şekiller de, o şeyler de hepsi, Allahü teâlânın yarattığı şeylerdir ve hepsi O’nun varlığını ve kudretinin sonsuzluğunu gösteren şâhidlerdir.” (1. cild, 266. Mektûp)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Zübdet-ül-makâmât sh. 61
2) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî cild-1, 266, Mektûp
.
xxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxx
İmâm-ı Rabbânî, İslâm dininde her sözü sened olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir âlim ve velidir. Kelâm ilminde de müctehiddir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha ilim deryasına yeni daldığı sıralarda Peygamberimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda görmüştü. Peygamber efendimiz kendisine buyurmuştu ki: “Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın.” Bu rü’yâsını hocasına anlatmıştı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes’elesinde ayrı ictihâdı ve görüşleri vardır. Fakat, mes’elelerin çoğunda (Mâtürîdiyye) imamımız ile beraberdir. Eski Yunan filozoflarının İslâmiyete uymayan sözlerini reddedip, yanıldıklarını isbât etti. Tasavvuf büyüklerini tanıyâmayarak, sözlerini anlamayarak, yoldan çıkan, sapıtan ve kendilerini din adamı sanıp, herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve ahmakların yüz karalarını meydana çıkardı, önceki birkaç asırda İslâmiyete çok sinsi bir şekilde, din düşmanları tarafından sokulmak istenen felsefî düşünceleri tamamen bertaraf etti. Yazdığı mektûplar ve kitaplarla, kıyâmete kadar bu yoldaki bütün suâllere cevap teşkil edecek izahlar ve açıklamalar yaptı. Daha 18 yaşında iken yazdığı İsbât-ün-nübüvve (Peygamberliğin İsbâtı) kitabı ile peygamberleri filozoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin Allahın dînini bildiren ve Allahü teâlânın seçtiği kimseler, filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açıkça ve kesin delîllerle isbât etmiştir. Böylece peygamberliğe inanmayanların, peygamherleri filozof zannedenlerin veya onlarla bir tutmaya kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek, İslâm dînine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dîni, zamanla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapatmıştır. Büyük Ehl-i sünnet âlimleri ve evliyânın da ancak Muhammed aleyhisselâmın tam yolunda yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara da filozof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir. Bundan sonradır ki, müslümanlar arasındaki sapık kimselerin te’sîriyle ortaya çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona ermiş, şüpheye ve tereddüde düşürülmüş olanlar itminana ve emniyete kavuşmuşlardır. Daha sonraki asırlarda ve zamânımızdaki filozofların her türlü sözlerine, onun eserlerinde cevaplar bol bol bulunmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek kemâllerine kavuşarak, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Cüneyd-i Bağdadî başta olmak üzere, kendisinden önce yaşamış velîlerin sekr hâlinde ya’nî tasavvufda kendinden geçme hâlinde iken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıklamış, bu büyüklerin yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmanlık yapılmasına ve îmânlarının ve i’tikâdlarının tehlikeye düşmesine mâni olmuştur.
Böylece o büyük velîleri kötülemek veya medhetmek şeklinde de olsa, iftiralar atılmasına son vermiştir. Tasavvuf deryasından bol bol saçtığı yüksek ma’rifetler, beliğ ifâdeler ve fasih sözleri ile, çok kimsenin anlamak ve anlatmaktan âciz kaldığı yüksek hakîkatleri, candan arzulayanlara sunarak, bu sonsuz deryadan susuzlarının hararetini teskin etmiştir. Yolunu şaşırmışlara doğru yolu göstermiş, aşağı derecelerde takılıp kalanları çok yükseklere çıkarmıştır. Sorulan bütün suâllere cevaplar vererek, tasavvufta iyi anlaşılmayan bir yer bırakmamıştır. Mürşidlik, müridlik, tarikat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma’rifet, kerâmet gibi kelimeleri çok mükemmel bir şeklide açıklamış, bu konulardaki karışık ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, müslümanları kandıran ve şaşırtan câhillerle, dünyâya düşkün bozuk tarikatçıların maskelerini indirmiştir. Bu husûsta esasları düstûrları açıklamış, bütün bu isim ve sıfatların, asıllarını ve hakîkatlerini gözler önüne sermiştir. Böylece bu yoldan, tasavvuf kelimesi perde edilerek, İslâm dînine bozuk inanç ve ibâdetlerin, uydurma merasim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurafelerin girip yerleşmesini önlemiştir. Vilâyetin ve veliliğin muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl vilâyetin Allahü teâlâyı unutmamak ve Allahü teâlânın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan ma’rifet, yakınlık olduğunu, tasavvufun, İslâm dîni dışında ayrı bir yol değil, bizzat dînimizin içinde, emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allahü teâlâya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde îzâh etmiştir. Böylece din bilgisi az olanların ve hakiki tasavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve istidrâclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma’rifet ve kerâmet sahibi hakiki velîlerle karıştırılmasına mâni olmuştur. Kısacası onun tasavvuf deryasında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmamıştır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kitaplarında, mektûplarında, sohbetlerinde ve günlük hayâtında, bütün bid’atlerle şiddetle mücâdele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak, unutulmuş olan nice sünnetleri, hattâ farzları yeniden meydana çıkarmıştır. Bid’atlerin en çirkinin i’tikâdda ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlara ve ibâdetlere sokulmak istenen bid’atlerle, ilim, amel ve ma’rifet ile mücâdele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pek çok titizlik göstermiştir.
Ayrıca zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yapağı açıklamalar, bu ilimlerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Meselâ, atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, hâlbuki elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı boş olduğunu ilk olarak bundan dörtyüz sene önce açıklamıştır. Bu husûs, fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrübeler sonucu anlaşılabilmiştir.
Onun tasarruflarının bereketi ile İslâm dîni, bilhassa Hindistan’da çok kuvvetlendi. Ekber Şah zamanında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi, inançsızlardan pek çok kimse onun elinde müslüman oldu. Binlerce fâsık tövbe etti. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm Hân, Nüvâb Ferid Mürtedâ Hân, Muhammed a’zam Hân gibi birçok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları, te’sîrli mektûpları ile İslâmiyeti kuvvetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını beyân etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi Bunlar da emr-i şerîflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dînin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Öyle oldu ki, bid’at ve küfr zulmeti kalkıp, îmân ve sünnet nûru yayıldı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufda kendi yolunu bildiren, yüksek ma’rifetlerle dolu bir mektûbun sonunda şöyle yazmıştır: “Allahü teâlânın bu fakire gösterdiği yol budur. Başlangıçtan sonuna kadar beni mümtaz eylediği yolun aslı, nihâyetin başlangıcına yerleştirilmesi olan Ahrâriyye yoludur. Bu asıl ve temel üzerine birçok binalar kurdurdular, köşkler yaptırdılar. Eğer bu asıl ve temel olmasaydı bu hâle gelmezdi. Buhârâ ve Semerkand’dan tohum getirip, aslı Medine ve Mekke toprağından olan Hindistan’a ektiler. Fazilet suyu ile terbiye eylediler. Bu faziletler ve ihsânlar kemâle gelince, bu ilim ve ma’rifet meyvelerini verdi. Allahü teâlâya bu ni’metlerinden dolayı hamd-ü-senâlar olsun.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvufda gösterdiği yola “Müceddidiyye” denilmiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir.
Tıb ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de, kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâsdan ibârettir, insanın ma’nen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saadetine kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi ya’nî benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir. Ya’nî îmân ve ibâdet kazanılır Harekete geçmek için de, kuvvet, ya’nî tasavvuf (ahlâk) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânileşmesi, ya’nî kalbe yerleşmesi ve şüphe getiren te’sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ve isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki: “Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.” Zikr; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun rızâsına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir, ibâdetlerin kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü’yâlar görmek için değildir. Tasavvuf ile elegeçen ma’rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için, önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin tasfiyesi kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir. Böyle olan âlimlerin belli usûllerle gösterdikleri, insanları saadete kavuşturmak için tasavvufta ta’kib ettiği bu yollara, tarikat denilmiştir.
Tarikatların çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı hocanın talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları ile tanınmak, öğünmek için, bulundukları yola mürşidlerinin ismini vermişlerdir. Tarikatlar, başlıca iki kısma ayrılırlar.
1- Sessiz zikr (Zikr-i hafi) yapan tarikatlar Bu yol Hazreti Ebû Bekr’den gelmiş olup, mürşidlerinin adına göre, (Tayfûriyye), (Yeseviyye), (Medâriyye), hakîki olan; (Bektâşiyye), (Nakşibendiyye), (Ahrâriyye), (Ahmediyye-i Müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi isimler almışlardır.
2- Yüksek sesle zikr (Zikr-i cehri) yapan tarikatlar: Bu yolda, Hazreti Ali’den oniki İmâm vasıtasıyla gelmiştir. Oniki İmâmın sekizincisi olan İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin çeşitli talebelerinin yolunda bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek, kollara ayrılmışlardır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan, (Kadirî”), (Şâzilî), (Sa dî) ve (Rıfâî), Ebû Ali Rodbârî yolundan; Ahmed Gazâlî ve Ziyâüddîn Ebû Necîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile (Kübrevî) meydana gelmiştir, İmâm-ı Ali’den Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve bundan (Çeştî) hâsıl olmuştur. (Bedeviyye), Rıfâiyyeden hâsıl olmuştur.
Tarikat, zikr ile Allahü teâlâya kavuşma yoludur. Zikr, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O’nun emirlerine ve yasaklarına sarılmaktır. Yaklaşık olarak, son yüz seneden beri tarikat diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîki İslâm âlimlerinin, Eshâb-ı Kirâmın, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) alıp bildirdikleri doğru yol unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyetin emirlerine açıkça uymayanlar, şeyh ve tarikatçı ünvanı alarak, zikr ve ibâdet adı altında, dînimizin yasak ettiği birçok günahları ve bid’atleri işlediler. Bugün sahte, yalancı mürşidlere, müslümanları sömüren tarikatçılara, dîni siyâsete âlet edenlere çok rastlanmaktadır. Şeyh-ül-İslâm Ahmed İbni Kemâl Efendi’nin Risâle-i Münîre adlı eserinde yer alan bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyete uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, “Mektûbât” adlı eserinin üçüncü cild 123. mektûbunda, bu husûsla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“İnsanı Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir. Birincisi, peygamberlerin yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaştırır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların sahâbîleri bu yoldan kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fakat bunlar pek azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yoktur. Ya’nî vâsıl olduktan sonra, doğrudan doğruya asıldan feyz alırlar. Hiçbiri ötekine vâsıta olmaz, perde olmaz, İkinci yol, (Vilâyet yolu)’dur. Kutblar, evtâd, büdelâ ve nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol (Sülûk) yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan kavuşanlar birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Ali Mürtedâ (kerremallahü teâlâ vechehü’l-kerîm)dir. Bu yoldan gelen feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) gelen feyzler, ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımat-üz-Zehrâ, hazret-i Hasen ve hazret-i Hüseyn (r.anhüm), bu makamda, hazret-i Ali ile ortaktırlar, öyle sanıyorum ki, hazret-i Ali, dünyâya gelmeden önce de, bu makamda idi. Vefât ettikten sonra da, bu yolda her velîye gelen feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünkü kendisi, bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makamın sahibi odur. Hazret-i Ali vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve sonra hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Daha sonra oniki İmâmdan, sağ olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu oniki İmâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan geldi.
Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh), dünyâya gelip, velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu vazîfeye kavuştu. Ondan sonraki kutblara, nücebâya ve bütün evliyâya oniki İmâmdan gelen feyzler ve bereketler bunun vâsıtası ile geldi. Başka hiçbir velî bu makama kavuşamadı. Bunun içindir ki; “Önceki velîlerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak, hiç batmıyacaktır” buyurmuştur. Hidâyet, irşâd feyzinin akmasını, güneş ışıklarının yayılmasına benzetmiştir. Feyzin kesilmesine, güneşin batması demiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki İmâmın vazîfeleri verilmiştir. Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuştur. Kıyâmete kadar, her velîye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir. (Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin bu vasfından dolayı, ona “Gavs-ül-a’zam” denilmiştir.)
Her asırda gelen müceddidler, onun vekîlleridir. (Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm), hazret-i Mehdî ve İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) “Nübüvvet yolu” ile vâsıl olduğundan, vâsıtaya ihtiyâçları yoktur. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) nübüvvet yolunda, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) vekîlidir:
Resûlullahın vârisi, müceddîd-i elf-i sânî,
İlm-i zâhirde müctehid, tasavvufda Veysel Karânî.
Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce İmâm-ı Rabbânî.
İyi bildi ilm-i hâli, dîne uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihanı, oldu Ebû Bekr misâli.
Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan hem de vâli,
Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.
Üstünlüğü ve medhi: Zamanının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine “Sıla” ismi ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl etmiş, birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer” buyurularak onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin “Cem’ül-Cevâmi’” kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir mektûbunda; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Allahü teâlâya hamd olsun” diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında “Sıla” ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen “Sıla” ismini ondan evvel kimse almamıştır.
Mevlânâ Abdürrahmân Câmî (kuddise sirruh) Nefehât kitabında diyor ki: Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmî buyurdu ki: “Evliyânın çektiği riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da çektim. Allahü teâlâ, evliyâya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük ihsânlar yapar ve bunu herkes görür.” Ahmed Câmî’den, İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) zamanına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, bu zaman içinde evliyâ arasında bu büyüklükte, Ahmed isminde biri bulunmadı. Ahmed Câmî’nin haberi, büyük bir zan ile İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise sirruh) âid olmaktadır. Şeyhülislâm Ahmed Câmî’nin; “Benden sonra benim ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin târihinden sonra olup, en büyüğü ve en yükseği odur” sözü de, bu husûsu kuvvetlendirmektedir.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, müceddîd-i elf-i sânîdir. Ya’nî hicrî ikinci binin müceddididir. Eski Ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi. Yeni din önceki dîni değiştirir, ba’zı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sahibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde; bu ümmete ise, her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı se’âdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.
Bütün İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk etmişlerdir. Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nûrları ile aydınlattı. Bid’atleri-temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Onun zamanında Hindistan’da ve hattâ bütün İslâm âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufda vahdet-i vücûdu anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhiller, büyüklerin sözlerinin ma’nâlarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin hükümleri arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan daha birçok mes’eleyi gayet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hak ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet i’tikâdını her yere yaydı. Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı. Kendisine ilk defa (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûti’dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu medhetmiş, övmüştür.
Talebelerinin meşhûrlarından Muhammed Hâşim-i Keşmî “Zübdet-ül-makâmât” adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Kalbimden geçti ki: “Eğer Allahü teâlâ, bu zamanın âlimlerinin en büyüklerinden birine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Müceddîd-i elf-i sânî olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu) bildirse, bu ma’nâ tamamen kuvvetlenirdi.” Birgün bu düşünce ile İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittim. Bu fakire hitâb edip buyurdular ki: “Birçok kıymetli kitaplar yazan aklî ve naklî ilimlerde Hindistan’da bir benzeri bulunmayan Abdülhakîm Siyalkûtî’den mektûp aldım.” Bunu söyleyip tebessüm etti. Sonra da; “Mektûbunun bir yerinde bu fakiri medhedip; “Müceddid-i elf-i sânî” yazıyor” dedi.
Abdülhakîm Siyalkûti; bir gece rü’yâda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördü, İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona şu âyet-i kerîmeyi okudu: “Allah de ve onları kendi oyunlarına bırak.” (En’âm-91) bu rü’yâyı gördükten hemen sonra İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna gelip, hakiki muhlislerinden oldu. Huzûruna gelmeden evvel: “Ben İmâm-ı Rabbânî’nin üveysiyim” (Ya’nî onun rûhâniyeti beni terbiye ediyor) dedi.
Halîl-ül-Bedahşî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: “Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden Hindistan’da bir kâmil gelir ki, asrında onun gibisi bulunmaz.” Hindistan’da bu silsileden İmâm-ı Rabbânî’den (kuddise sirruh) başkası meydana çıkmamış olduğundan, bu haberin İmâm-ı Rabbânî’ye âit olması zarurî lâzımdır.
Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr Muhammed Nu’mân diyor ki: “İmâm-ı Rabbânî’ye tâbi olmağı hocam bana söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; “Kalbimin aynası ancak sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor” dedim. Hocam sert bir sesle; “Sen, Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi binlerce yıldızı örtmektedir” buyurdu. Muhammed Bâkî-billah (kuddise sirruh) bir kerre de buyurdu ki: “Bu üç-dört sene içinde, herkese doğru yolu, kurtuluş yolunu göstereceğim diye uğraşdım. Elhamdülillah ki, bu gayretim boşa gitmedi. Çünkü, İmâm-ı Rabbânî gibi biri yetişti.”
Hâce Muhammed Bâkî-billah bir kerre de buyurdu ki: “Kalblere deva, rûhlara şifâ olan bu tohumu Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O, (Ya’nî İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) her dereceyi aşıp üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.”
Hâce Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’ye yazdığı bir mektûpta buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size, en yüksek dereceye yetişmek ve herkesi de yetiştirmek nasîb etsin!” Mısra’:
“Kerîmlerin sofrasından toprağa da nasîb vardır!”
Mübalağa değil, işin doğrusu şöyledir ki, Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Beni, Ebü’l-Hasen-i Harkânî yetiştirdi. Fakat Harkânî şimdi sağ olsaydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme diz çökerdi.
Bizim durmamız, ihtiyâcımız olmadığından veya ehemmiyet vermediğimizden değil, belki kabûl işâretini gözetmekteyim, işin doğrusu budur. Allahü teâlâ, bizlere hidâyet ihsân eylesin! Kendini beğenmekten ve aldanmaktan korusun! Bu mektûbumu size getiren Nişâpûrlu Seyyid Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi. Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vakitlerini yanımda ziyan etmemesi için size gönderiyorum. İnşâallah lütf ve yüksek teveccühünüze kavuşarak istidâdı kadar bir şeyler alır.
Allahü teâlâ, ilim ve irfan fukarasını, birşeyden nasîbi olmıyanları, sevip seçtiği evliyâsı hürmetine maksatlarına kavuştursun! Evliyâ kaynağı olan makamınıza ihlâs ve saygılarımı arzedemedim. Evet, hâlleri doğru olan bir huzûra ancak bu kelimeyi yazmak mümkündür. Size talebem demek, hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersiz konuşmamaktır. Duâlarınızı istirhâm ederim efendim.”
Üstadından başka, o zamanın büyük âlimlerinden, kâmillerinden birçoğu; ona lâyık olan medh-ü-senâlarda bulunmuşlar, ona karşı edebsizce söyliyenlere cevap vererek, hepsi onun ma’rifet ışığı etrâfına pervane gibi toplanmışlardır. Bunlardan parmakla gösterilen en büyükleri; Fadlullah-i Burhân-pûrî, Mevlânâ Hasen-ül-Gavsî, Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûti, Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî, Mevlânâ Ya’kûb Sırfi, Mevlânâ Hasen-ül-Kubâdânî, Mevlânâ Mîrekşâh, Mevlânâ Mîr Mü’min, Mevlânâ Can Muhammed Lâhorî ve Mevlânâ Abdüsselâm’dır.
Fadl Burhân-pûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güzel evsâfını, doğru hâllerini dinlemekten hoşlanır, kıymetli ma’rifetlerini işitmekle zevklenirdi. Onun, kutb-ül-aktâb olduğunu, hakîkat sırlarından verdiği haberlerin hep doğru olduğunu; sözlerinin doğruluğuna ve hâllerinin yüksekliğine alâmet ise, İslâm dîninin bütün inceliklerine tâbi olması ve herkesin onu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar Kalesi’nde habs olduğu zaman, kurtulması için beş vakit namazda çok duâ ederdi. Kendisine Serhend taraflarından talebe gelince: “Siz İmâm-ı Rabbânî’ye yakın olup da, ilmi, ma’rifeti başka yerlerde arıyorsunuz. Güneşi bırakıp, yıldızların ışığına koşuyorsunuz. Sizlere şaşıyorum” derdi.
Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûtî, İmâm-ı Rabbânî’ye ( radıyallahü anh ) çok ta’zîm ve hürmet ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. İnkâr edenlere karşı; “Büyüklerin sözlerine, maksatlarını anlamadan i’tirâz etmek cahilliktir. Böylelerin sonu felâkettir, ilim ve feyz kaynağı, irfan menba’ı üstâd Ahmed’in sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlamamazlıktandır” diye yazmıştır.
Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed Mü’min Kübrevî, talebesinden birini, inâbet, tövbe ve sülûk için, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna varınca; üstadından, Seyyid Mîrekşâh’dan, Hasen-i Kubâdâni ve Kâdı’l-kudât Tulek’den selâm getirdi ve; “Üstadım Mîr Muhammed Mü’min buyurdu ki: “İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip dersinden istifâde eder, ölünceye kadar ona hizmetçilik ederdim. Kimseye nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakiri, huzûrunda bulunan temiz talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!” dedi” deyip İmâm’ın (kuddise sirruh) bir daha elini öptü. Veda edip ayrılırken de dedi ki: “Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri bildiren mektûplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler.” Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî bir mektûp yazıp, diğer birkaç mektûpla beraber verdi. Bir müddet sonra, Belh’den Hindistan’a gelen ba’zı sâdıklar dedi ki: “İmâm’ın (kuddise sirruh) bu mektûbu, Mîr Muhammed Mü’min’e ulaşınca, okurken zevkinden yerinde duramıyordu. “Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd, Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) önünde diz çökerler, hizmetinden ayrılmazlardı” dedi.
O zamanın âriflerinden biri diyor ki: “Âlimlerin, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) yazılarından nasîbleri, câhillerin, hikmet sahiplerinden duyduklarını anlamaları gibidir.”
O zamanın, ilmi ile amel eden dindar âlimlerden biri buyuruyor ki: “Kalb ve rûh ilimlerinin mütehassısları, ya kitap tasnif ederler veya te’lîf ederler. Tasnif demek; bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri yazmasıdır. Te’lîf ise, başkalarının sözlerini kendine mahsûs bir sıra ile toplayıp yazmasıdır. Tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı. Yalnız te’lîf kaldı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) yazıları, doğrusu, tasniftir. Te’lîf değildir. Ben, onun talebesi değilim. Fakat insaf ile söylemek lâzım gelirse, onun yazılarına çok dikkat ediyorum. Başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi keşfleri, kalbine gelen ilimlerdir. Hepsi de, yüksek, makbûl, güzel ve İslâm dînine uygundur.”
O zamanın en büyük kadısına, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâlleri soruldukta, dedi ki: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Bundan evvel, geçmiş evliyânın acayip hâllerini, garîb ibâdetlerini okuyunca, talebenin bunları, büyülterek yazmış olmaları hatırıma gelirdi. Onun hâllerini, vaziyetlerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı.”
Hadîs âlimi Abdülhak-ı Dehlevî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hazretlerinin yazılarını beğenmez, i’tirâzlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî’nin icâzetli talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed’e, bu tövbesini şöyle yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî’ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakirin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl icâbı idi. Ne insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdanımda duyduğum mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur.” Abdülhak Dehlevî kendi çocuklarına da mektûp yazarak; “Ahmed-i Fârûkî’nin sözlerine karşı i’tirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiçbir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur” dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefâtından sonra da sevilmiş, asırlar boyu medhedilmiş, eserleri okunup istifâde edilmiştir. Büyük velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, ince rûhunun terennümleri ile dolu olan fârisî dîvânının doksandördüncü sahifesindeki beytlerinde buyuruyor ki:
“Yâ Rabbî! O nihâyetsiz yolun yolcusu, ilim sahiplerinin reîsi, bu göz ile görülmeyen, akıl ile varılmayan gizli sırların menba’ı, insanların anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sahibi, köpüren ve dalgalanan ma’nâlar deryası, maddesizlik ve mekânsızlık âleminin reîsi, nûrları ile Hindistan’ı aydınlatan, Sihrind şehrini, Mûsâ aleyhisselâma Allahü teâlânın kelâmı geldiği şerefli va’di yapan, Muhammed aleyhisselâmın dîninin büyüklüğünün vesîkası, keskin görüşlüler meclisinin ışığı, dîni bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemiyen yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Fârûkî’nin (kuddise sirruh) gözlerinin nûru hürmetine beni affet! Senin af ve merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek, rahat ediyorum. Allahım! Yalnız senin ihsânına güveniyorum. Çünkü, “Ben af ediciyim” buyuruyorsun!”
Evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, hocası Şah Abdullah-ı Dehlevî hazretleri yazdığı bir mektûpta şöyle buyuruyor:
“İmâm-ı Rabbânî’yi sevenler, mü’min ve takvâ sahipleridir. Sevmeyenler ise şâkî ve münâfıklardır. Bütün âlem-i İslama, İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü eda etmek vâcibtir.” Yine bu mektûpda; “İnsanlarda bulunabilecek her kemâli her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir...” buyurarak onun için farsça şu şiiri yazmıştır:
“Her letâfet ki, nihân bûd pes perde-i gayb
Heme der sûret-i hûb-ı tû ıyân sâhte end.
Herçi ber safha-i endîşe keşed kilk-i hiyâl
Şekl-i matbû’i tu zîbâter ezân sâhte end.”
Ma’nâsı:
Gayb perdesi ardında bulunan güzellikler,
Senin eşsiz simanda hepsi zuhur ettiler.
Hayal kalemi gönül sayfasına ne çizse,
Senin düzgün şeklini, ondan güzel ettiler.
Onu medh edenlerden birisi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (kuddise sirruh) yetiştirdiği ulemâ ve evliyânın en üstünü, âlim, fâdıl, velîyyi kâmil, sayısız kerâmetler sahibi, Seyyid Tâhâ-i Hakkâri (kuddise sirruh) hazretleridir.
İmâm-ı Rabbânî’yi (kuddise sirruh) medheden büyüklerden birisi de, ulemânın zîneti, evliyânın ekmeli, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Efendi’dir. “rahmetullahi aleyh”. Sâlihlerden birine yazdığı bir mektûpta buyuruyor ki: “Zikr ve zikrin te’sîri, derin bir denizdir. Onun derinliklerine kimse varamamıştır. Bir dalgalı deryadır ki, bütün dünyâ onun bir dalgasını bilmiyor. Dünyâyı kuşatan öyle bir bahr-i muhittir ki, (okyanustur) onu kavramağa bütün âlemin gücü yetmez. Zikr; zikr edenlerin kalblerinde hâsıl olan bir hâldir. Söylemesi, yazması, bildirmesi imkânsızdır.
Hak teâlâyı, bilen kimsenin dili söylemez olur. Kelime bulamaz ki, anlatabilsin. Şaşar kalır. Dünyâdan ve insanlardan haberi olmaz. Zikr olunan, Allahü teâlâ olduğu gibi, zikr eden de ancak O’dur. Kendisini yine ancak kendisi zikr edebilir. Mahlûkların, O’nu zikr etmek haddîne mi düşmüştür? Ancak Sıfat-ı ilâhiyesi ile sıfatlanması için, yaratmış olduğu insana kendisini zikr etmesini emr etmiştir. Herkes, yaradılışındaki kabiliyeti kadar, o nihâyetsiz ve dalgalı denizden birşey ile teselli bulur. Veysel Karânî o deryanın bir damlası ile teselli bulmuştur. Cüneyd-i Bağdadî, o denizden bir avuç miktarı ile doymuş, kanmıştır. Abdülkâdir-i Geylânî, ancak o denizin kenarına varmıştır. Muhyiddîn-i Arabî ise, bunun dibinden çıkarılmış bir cevher ile övünmektedir, İmâm-ı Rabbânî, ondan büyük pay almıştır.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah’ın (kuddise sirruh) büyük oğlu Hâce Ubeydullah, İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise sirruh) yazdığı bir mektûpta onu şöyle medh etmiştir:
“Kölelerinizin en aşağısı, hakîr Ubeydullah’ın, ihlâs ve ihtisasın menba’ı olan yüksek makamınıza arzıdır. Bu yolun bütün sarhoşluklarından kurtulup, ayıklıkta ve uyanıklıkta en ileri gitmiş olanların başı, taliblere yol gösterenlerin önderi, şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün insanların rehberi, uykuda olanların uyandırıcısı, ameli kuvvetli, vera’ı çok, kemâli üstün, nûr yüzü, nûr kaynağı olan azîz efendim!
İslâm dîninin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid’at ve alçak şeylerden dînin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînin sağlam hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makamlarının sahibi, aşağı mertebelerden saadet ufkuna yükselen muhterem efendim!..”
Hicri ikinci bin yılının müceddidi olan ve ahkâmı İslâmiye ile tasavvufu birleştirerek “Sıla” ismini alan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin husûsiyetlerinden ve üstünlüklerinden bir kısmı şunlardır:
1- Kutbluk istidâdı: Kutb olacağı daha hocası Muhammed Bâkî-billah’a talebe olmadan birkaç sene önce bu hocasına bildirilmiştir.
2- Tasavvufda yüksek hâllere kavuşmadan önce, hocası Muhammed Bâkî-billah onun cihanı aydınlatacak nûrlarını büyük, bir kandil gibi görüp, hakkında; “Onun, âlemi, nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum” buyurdu.
3- Hocası, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, tasavvufda yetişmek isteyen birini göndererek şöyle demiştir: “Bizi seven ve size gelen bu dostumuzu altı yedi günde nihâyete kavuşturmanızı rica ediyorum.” Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek derecesine işâret etmiştir.
4- İmâm-ı Rabbânî hazretlerine murâdlık ve mahbûbluk (çekilip götürülmek) mertebeleri verilip, çok yüksek hâllerle müjdelendi.
5- Hocası Muhammed Bâkî-billah’ın huzûrunda, iki-üç ay kadar kısa bir zaman içinde, tasavvufda yetişip tam bir olgunluğa ulaştı.
6- Çok yüksek derecelerde bulunan hocası Muhammed Bâkî-billah, daha hayatta iken, irşâd ve feyz verme makamına İmâm-ı Rabbânî hazretlerini geçirdi.
7- Yüksek hocası Muhammed Bâkî-billah bir “mektûbunda kendisinden feyz almak için, huzûruna gitmek üzere işâret beklediğini yazmıştır.
8- Hocası ondan istifâde etmek ve feyz almak için yanına gitmiş ve onun hakkında; “O bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir” buyurmuştur.
9- Yine hocası Muhammed Bâkî-billah birgün; “O, murâdların ve mahbûbların (çekilip götürülen) büyüklerindendir”, bir başka vakit; “Gök kubbe altında bugün, bu yüksek yolun velîlerinden onun gibisi yoktur”, bir başka vakit; “Eshâb-ı kirâm’dan, Tabiînin büyüklerinden ve müctehidlerden sonra seçilmişlerin seçilmişlerinden İmâm-ı Rabbânî gibi birkaç kimse görüyorum” buyurdu.
10-Bereketler ve faziletler sahibi Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın vefâtından sonra, çok gizli ve husûsî sırları açıklayan yazıları ele geçti. Burada dört dâire çizmişti. Birinci dâirede velâyet, ikinci dâirede vilâyet, üçüncü dâirede bâtın kemâlâtı, dördüncü dâirede mutlak kemâl kelimelerini yazıp, bu dört dâirede, Sahabe ve Tabiînden sonra gelen (radıyallahü anhüm) seçilmişlerin seçilmişlerini, bu dâirelerin etrâfına, mertebelerine uygun olarak, şüphesiz bir keşf yoluyla, gayb âleminden kendilerine bildirdiği şekilde yazdı. Bütün bunların arasında en büyüklerinden on-oniki büyüğü, her dâirede en olgun bir şekilde, dâhil edilmiş gördüler. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de bu on-oniki kişi arasında her dâireye girmiş buldular. Muhammed Bâkî-billah defalarca onun kutb olduğuna işâret etmiştir.
11-Muhammed Bâkî-billah kendi yüksek nisbetlerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdikten sonra, diğer yollardaki büyükler de kendi nisbetleri ve terbiye usûllerini kırmızı bir gül gibi ona sunup, daha yüksek makamlara götürdüler. Evliyâullahdan ba’zılarına verilen vilâyet nisbetini ve nübüvvet kemâlâtını tamamen İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdiler. Hepsinin ma’rifeti ile şereflendirdiler. Kendisi birçok defalar bunu söyleyip şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın, bu kullarının en aşağısına en büyük yardımı şudur Bu yolda hiçbir sokak, hiçbir makam kalmadı ki, bu fakiri oradan geçirmemiş olsunlar. Sereyânın, ma’iyyetin, ihatanın, vahdetin, tesbihin, tenzihin yüksek nisbetlerini, dünyânın ve âhıretin, varlığı lâzım olanın ve mahlûkâtın esrârını kerem ve ihsân ederek ayrı ayrı bildirdiler.”
12-Hızır ve İlyas aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu “Mektûbât’ın birinci cild, 282. mektûbunda bildirmiştir.
13-İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda ilerlemeye başladığı ilk sıralarda, Hızır aleyhisselâm ona ilm-i ledünnîyi öğretti.
14-Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve amellerindeki kusurları görme hâlinde iken; “Seni ve kıyâmete kadar vasıtalı veya vasıtasız seni tevessül, vesile edenleri, senin yolunda gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim” nidasını duydu. Ve; “Bunu herkese söyle” diye kendilerine emrettiler. Nitekim Mebde’ ve Me’âd risalelerinde bunu bildirmiştir.
15-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Elbette o, müttekîlerdendir” ilhamı geldi. Bunun sebebi şu idi: Birgün vefât eden oğullarından birinin rûhuna sadaka olarak bir yemek verdi. Bu arada inkisârlarının (kırıklıklarının) kendisini istilâ etmesinden dolayı buyurdu ki: “Bu sadakamızı nasıl kabûl ederler. Allahü teâlâ sadakayı kabûl hakkında; “Allah ancak müttekîlerinkini kabûl eder” buyuruyor. Bunu derken, şöyle bir nidâ geldi: “Elbette o müttekîlerdendir.
16-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine: “Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur” müjdesi ilham olundu.
17-Magfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azâbın kaldırıldığı ilham edilirdi.
18-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilham olundu ve müjde verildi ki: “Senin söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir.” Kendisine mahsûs olup, tereddüt ve şüphe ettiği ilimlerin doğrularını ve hakîkatlerini de kendisine bildirdiler.
19-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “İslâmiyeti gördüm. Kervanın, kervansaraya indiği gibi, bizim mahallemize, etrâfımıza indi.”
20-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîfin son on gününde idi. Teravih namazını kıldıktan sonra, kendimde bir gevşeklik hissedip yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvelâ sağ tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Bunu ilk defa terk ettiğimi düşündüm. O anda unutarak ve sehven olduğu bildirildi. Fakat, sünneti terketmek korkusu benden gitmedi. Hemen kalktım; sağ tarafa dönüp yattım. Bunu yaptıktan sonra Allahü teâlânın nihâyetsiz nûr ve feyzleri zâhir oldu ve şöyle bildirildi: “Sen bu kadar sünnete riâyet edince, âhırette hiçbir şekilde sana azâb etmem!”
21-Yine Ramazân-ı şerîfin son on gününde buyurdu ki: “Bu gün son derece güzel bir hâl zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım. Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne göreyim, evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimizdir ( aleyhisselâm ). Buyurdu ki: “Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım.” Gördüm ki, o icâzetnamenin metninde bu dünyâya âit büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyâya âit, çok inâyetler yazmışlardı.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu, “Mektûbât”ının üçüncü cild, 106’ncı mektûbunda uzun bildirmektedir.
22-Resûlullah ( aleyhisselâm ) İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, yârın kıyâmet günü binlerce insanı senin şefaatin ile affederler müjdesini verdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) bu müjdeyi alınca, bu ni’metin şükrünü eda etmek için, bir ziyâfet verdi. O ziyâfette kendilerinin; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Rabbime hamd ederim” sözlerine temasla şöyle arzettim: “Azîzlerden birisiyle bu husûsda münâkaşa ettik. Dedi ki, Allah aşkına! Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) Mehdî hakkında olduğu gibi, bunun hakkında da böyle bir müjde zâhir olmuş mudur? Ben dedim ki: “Hadîs-i şerîflerde ona âid bir işâret olmadığını nereden bileyim ki, biz bütün hadîsleri bilmiyoruz.” O azîz dedi ki: “İmâm-ı Süyûtî’nin “Cem’ul-Cevâmî”, kitabı bende var. Onda bulunmıyan çok az hadîs-i şerîf vardır. Gel, bu ümmetin faziletleri kısmında arayalım.” Bu arama esnasında bir hadîs-i şerîfe rastladık ki, aradığımıza tam uygun idi. Ve o hadîs-i şerîf şu idi: “Ümmetimden “Sıla” isminde biri gelir. Onun şefaatiyle, çok çok kimseler Cennete girerler.” Ben o azîze dedim ki, ne için bu hadîs-i şerîf İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâline bir işâret olmasın. “Olabilir” dedi ve sustu. Onların kalemi ile açık olarak yazılan “Sıla” kelimesini duydum ve gözümü hadîs-i şerîfin sonu olan şefaat kelimesine diktim. Elhamdülillah ki, o müjdeye de kavuştum. Hazret-i İmâm tebessüm ettiler ve bu fakîr hakkında iltifâtlar buyurdular.
23-Hazret-i İmâm Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) yedi derecesine mutâbe’at, ya’nî uymak nûrları ve bereketleri ile şereflendi.
24-Vesveseler veren Hannâsı (Şeytanı) İmâm-ı Rabbânî’nin sinesinden dışarı çıkardılar. Kendisi bunu şöyle anlatmıştır: “Duhâ (kuşluk) namazında idim. Aniden sinemden büyük bir belânın dışarı çıktığını gördüm. Ondan sonra, onun yuvasının da sinemden çıkarıldığını gösterdiler. Etrâfında bulunan büyük zulmetten de bir eser kalmadı. Kalbimde büyük bir inşirah (ferahlık) buldum. Göğsümden çıkanın, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ondan Allahü teâlâya sığınmakla emir olunduğu Hannâs olduğunu bildirdiler. Ve yine bildirdiler ki, usûl-i dinde zâhir olan düşünce ve tehlikelerin menşei bu Hannâsdır ki, göğüste yuvası vardır. Kalbi her zaman oradan iğneler.
25-Allahü teâlâ mutlak inâyet ederek, gizli şirki İmâm-ı Rabbânî’nin ibâdetlerinden kaldırdı. Buyurdular ki: “Birkaç gün amellerdeki kusurlarımı görme hâli, beni o kadar kapladı ki, namazda Fâtiha sûresini okurken; “Elbette sana ibâdet ederiz” kelâmına gelince, hayret edip; “Eğer bunu okursam, onun ma’nâsıyla hâllenmiş değilim” dedim. Ve; “Ey îmân edenler! Niçin yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?” (Saff-2) âyet-i kerîmesi ile amel etmiş olurum; aklıma geldi. Okumazsam, onsuz namaz tamam olmaz diye düşündüm. Bu hâlde iken, Allahü teâlâ, benim ibâdetlerimden şirki kaldırdığını bildirdi. “İyi bil ki, Allah için olan din, şirk ve riyadan uzak olarak ibâdet etmektir.” (Zümer-3) âyet-i kerîmesinin ma’nâsı zâhir oldu. Bunun için Allahü teâlâya hamd ederim.
26-İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) bağlılığının çokluğundan, İmâm-ı a’zamın ve İmâm-ı Şafiî’nin ( radıyallahü anh ) ve bütün talebelerinin ictihâdlarına ittibâlarının fazlalığından, hepsinde fenâ ve bekâya kavuştular. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: “Bir sabah zikr halkasında idim. Aniden bir fenâ hâli zâhir oldu. Kendimden geçtim. Bu hâl o günün ikindi namazından sonrasına kadar devam etti. Gördüm ki; ümmetin ışığı, İmâmların İmâmı, Ebû Hanîfe Kufi ( radıyallahü anh ) bütün talebeleri ile ve kendi mezheblerindeki bütün müctehidlerle etrâfımda toplandılar ve beni sardılar. Hocalarından İbrâhim Nehaî gibileri de orada gördüm. Sonra gördüm ki, İmâm-ı a’zâmın ve bu imamlardan hepsinin nûru bana geldi. Ben onların bu nûrlarından kendime geldim ve bekâya kavuştum. Tamamen o nûrlara gömüldüm. Her birinin nûrunu ayrı ayrı kendimin bir parçası gördüm, İki-üç gün sonra aynı huzûr ve bekâ, İmâm-ı Şafiî ve talebesi ve mezhebindeki müctehidleri ile zuhura geldi. Hanefî âlimlerinin benden ayrılıp çıktıklarını, İmâm-ı Şafiî’nin talebesinin ve müctehidlerinin bana geldiklerini, kalbime girdiklerini gördüm. Evvelkiler gibi, bunların da nûrları benim parçalarım oldu. Birkaç saat sonra, Hanefî mezhebinin nûrları, eskisi gibi tekrar bana geldiler. Şimdi kendimi bu iki mezhebin nûrlarına kavuşmuş buluyorum...”
27-İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve vasıtasız olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler. İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana bağışladılar.”
28-Yine buyurdu ki: “Hindistan’da peygamberler geldiğini bildirdiler (aleyhimüsselâm). Ba’zılarına üç, ba’zılarına iki, ba’zılarına bir kişi imân etti.” Bu memlekette bulunan, bu peygamberlerin ba’zılarının mübârek mezarlarını da İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gösterdiler ve onların nûrlarını müşâhede eylediler.
29-İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en büyük husûsiyetlerinden biri de şudur Vefâtına yakın buyurdu ki: “Bir insana verilmesi mümkün olan bütün kemâlleri, olgunlukları bana ihsân eylediler. Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mutabeat, tâbi olmak ve verasetle bu makama kavuşturdular.”
30-Buyurdu ki: “Birgün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken “Allahü teâlâ için tevâzu göstereni, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: “Seni ve kıyâmete kadar seninle vasıtalı ve vasıtasız olarak tevessül, vesile edenleri mağfiret eyledim.”
İbâdetleri ve âdetleri: İmâm-ı Rabbânî hazretleri yüksek hâller ve binlerce kerâmet sahibidir: Bu husûsta şöyle buyurmuştur: “Gerçi amel ve işlerden bize ne ihsân olunduysa bunları husûsi ihsân ve mücerret ikram ile bilirim. Bunun sebebi ise Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mutabeat, uymak sebebiyledir, işimin esâsını bunda bilirim. Bana verilenlerin hepsini, az olsun çok olsun Peygamberimize ( aleyhisselâm ) uymak, tâbi olmak sebebiyle verdiler. Vermediklerini de, insanlık icâbı olarak, bu tâbi olmaktaki noksanlıktan dolayı vermediler.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün Hazret-i İmâm’ın huzûrunda oturuyordum. Onlar ma’rifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen sür’atle dışarı çıktı. Böyle sür’atle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. “Acaba bunun sebebi nedir?” dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: “Bevl sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur’ân-ı kerîmin harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edebe riâyete uygun bulmadım. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı, bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az göründü. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”
“Bir başka zaman yine huzûrlarında idim. Mevlânâ Sâlih-i Haşlânî’ye emir buyurup; “Bahçeden birkaç karanfil alıp getir” dedi. O da altı tane karanfil alıp getirdi. Karanfilleri çift sayıda getirdiği için onu azarladı ve; “Bizim en aşağı bir talebemiz, hiç olmazsa şu kadarını duymuştur ki: “Allahü teâlâ tektir ve teki sever.” Tek’e riâyet ve dikkat müstehâbdır. İnsanlar müstehâbı ne zannediyorlar. Müstehâb, Allahü teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünyâyı ve âhıreti Allahü teâlânın sevdiği birşey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar” buyurdu. Sonra buyurdu ki: “Biz müstehâba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken önce suyu sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak müstehâbdır.”
Birgün sedir üzerinde yaslanmış oturuyordu. Aniden fırlayıp yere indi ve şöyle buyurdu: “Yatağın altında bir kâğıt gördüm. Bu kâğıt üzerinde birşey yazılı olup olmadığını, varsa ne yazılı olduğunu anlayamadım. Bir kimseye o kâğıdı alıp kaldırmasını söyleyecektim. Fakat bu kadar zaman bile oturmayı edebe aykırı gördüm.”
Bir başka vakit, hafızlardan biri kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kur’ân-ı kerîm okumağa başladı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiçbir zaman Kur’ân-ı kerîm okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı.”
Zamanının meşhûr âlimlerini ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de görmüş olan bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüp sohbetinde bulunduktan sonra, Burhânpûr şehrinde bulunan onu sevenlerden meşhûr Şeyh Muhammed bin Fadlullah’ın huzûruna gitmiştim. Bu zât benden İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sordu ve; “O büyüğün huzûrunda bulunmuşsun, hadi gördüklerini anlat da dinleyelim” dedi. Ben cevâbımda; “Benim gibi bir maksatsızın, onun kalb hâllerinden ne haberi olur? Ama zâhirde sünnet ve sünnetin inceliklerine riâyet ve dikkat husûsunda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini şöyle buldum ki, eğer bu zamanın bütün velîleri toplansa, onun yaptıklarının yüzde birini yapamazlar” dedim. Bunun üzerine Şeyh Muhammed bin Fadlullah çok sevindi ve şöyle buyurdu: “Madem ki böyledir, onun gibi bir din büyüğü, sırlardan ve hakîkatlerden ne söylerse ne yazarsa, hepsi sahih ve doğrudur. Bunların doğru olduğuna ve bunlara kavuştuğuna işâret, sözlerinin doğruluğu ve hâllerinin tamamen sünnete uygun olması yetişir.”
Zamanın devlet adamlarından biri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâlleri hakkında tereddütteydi. Birgün Hazret-i İmâm’ın komşusu ve kadıların reîsi olan zâtla, yalnız bir yerdeyken; “Siz âlim bir zâtsınız, doğru konuşursunuz ve çok dindarsınız, komşunuz olan azîzin hâlini bana anlatınız” dedi. Bunun üzerine o zât şöyle dedi: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat şu kadar söyleyeyim ki; “İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâllerini görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Çünkü bundan evvel, geçmiş büyük evliyânın acâib hâllerini, riyâzetlerini, garip ibâdetlerini kitaplarda okuyunca, onları sevenlerin bunları abartarak yazmış oldukları hatırıma gelirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâllerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı. Hattâ bu hâlleri yazanlara, az yazdıklarından dolayı kırılıyorum.”
Talebelerine zikre çok devam etmelerini, huzûr ve murâkabeyi çok istemelerini gösterir ve buyururdu ki: “Bu dünyâ; amel, çalışma, huzûr ve hâl elde etme yeridir. Bu kalb hâllerini, dîne uyarak yapılan zâhirî amellerin neticesi olduğunu biliniz.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin fıkıh mes’elelerinde ilmi çoktu ve her mes’eleye ânında cevap verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir maharet sahibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda ba’zı kıymetli fıkıh kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih, fıkıh âlimlerinin üzerinde ittifâk ettikleri fetvâlara, dâima uymaktı. Ba’zı fıkıh âlimlerinin caiz dediği, ba’zılarının mekrûh dediği bir işte, o kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. Buyururdu ki: “Bir mes’elenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün olduğu kadar elden kaçırmamalıdır.”
Yaz olsun, kış olsun, seferde ve hazarda; ekseriya gecenin yarısından sonra, ba’zan da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar, o vakitte okunması sünnet olan duâları okur, mükemmel bir abdest alırdı. Abdest alırken bir başkasının su dökmesini istemezdi. Abdest suyunda o kadar ihtiyâtlı davranırdı ki, bundan fazlası tasavvur olunamaz. Abdest alırken kıbleye dönmeye çok dikkat ederdi. Fakat ayaklarını yıkarken, kuzeye ve güneye dönerlerdi. Ya’nî, ayaklarını kıbleye karşı yıkamaz, kıbleye ayak uzatmazdı. Her abdestte misvak kullanmağa ve her namazda abdest almağa çok dikkat ederlerdi. Her uzvu üç defa yıkar, her defasında, elleriyle uzuvdan suyu silerdi, tâ ki yıkanan uzuvdan ve ellerinden damlama ihtimâli kalmasın. Bunun sebebi; abdestte kullanılmış suyun temiz ve necis olması hakkında ihtilâf vardır. Her ne kadar fetvâ, temiz olduğuna dâir ise de, ihtiyâtlı davranırdı. Her uzvu yıkarken, Kelime-i şehâdet ve “Tekmile-i Mişkât” gibi hadîs kitaplarında, ba’zı fıkıh kitaplarında ve “Avârif-ül-Meârif’de. bildirilen abdest duâlarını okurdu. Abdesti bitirdikten sonra, o vakitte okunması bildirilen duâyı okurlar ve teheccüd namazına başlardı. Tam bir itminan, huzûr ve cem’iyyetle, uzun sûreler okuyarak teheccüd namazı kılardı. Öyle ki, insan gücü buna zor takat getirirdi. İlk zamanlarında, teheccüd, kuşluk ve feyz-i zeval namazlarında, Yâsîn sûresini tekrar tekrar okurdu. Hattâ bu sûreyi, bir namazda seksen defa okuduğu olurdu. Ba’zan daha az, ba’zan daha çok okurdu. Son zamanlarda, daha çok, namazda Kur’ân-ı kerîmi hatm ile meşgûl oldu. Teheccüd namazını bitirdikten sonra tam bir huşû’ ve istiğrak ile sessizce murâkabeye otururdu. Sabahtan iki-üç saat önce, sünnete uyarak bir müddet yatardı, tâ ki teheccüd namazı, iki uyku arasında olsun. Sonra ortalık ağarmadan tekrar uyanır, sabah namazını kılardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar, sünnetle farz arasında sessiz olarak; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil azîm” duâsını devamlı okurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra işrâk vaktine kadar, mescidde talebeleri, eshâbı ile murâkabe halkasında oturur, sonra iki selâmla dört rek’at işrâk namazı kılardı. O vakitte okunması îcâb eden tesbihler ve duâlar ile meşgûl olurdu.
Sonra evine gider hanımının ve çocuklarının hâllerini sorar eve lâzım olan ve yapılması îcâb eden işleri söylerdi. Sonra husûsî odasına çekilir, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Bundan sonra da talebelerini çağırıp hâllerini sorardı. Yâhud da talebelerinin en yükseklerini çağırır, kendisine mahsûs sırlardan bahseder, bu sırları dinleyen talebeleri kendinden geçerdi. Çünkü bu marifetleri dinlerlerken kendi nisbetlerini ve kendisine verilen ni’metleri onların kalblerine akıtırdı. Ba’zan talebelerinden herbirine, hâline ve istidâdına göre bir vazîfe verirdi. Talebelerinde hâsıl olan bir hâli ve değişmeyi anlardı. Hepsine yüksek maksatlı olmayı, sünnete uymayı, dâima zikr, murâkabe, huzûr ve hâllerini gizlemek üzere olmalarını, tekrar tekrar söylerdi. Buyururdu ki: “Eğer bu dünyâyı ve içerisindekileri Allahü teâlânın beğendiği, râzı olduğu bir işe vermekle, onun rızâsına uygun bir iş yapılacağı bildirilse, bunu büyük bir ganîmet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı parçaları ile, dünyânın en kıymetli mücevheratını satın almasına benzer.” “La ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” mukaddes kelâmını tekrar tekrar söylemek husûsunda şöyle buyurdu: “Görüşün ve gidişin âciz kaldığı, arzu ve himmet kanatlarının düştüğü, her bilgi ve buluşun dışına çıkıldığı zaman, insanı; (La ilahe illallah Muhammedün Resûlullah) tevhîd kelimesinden başka, birşey ilerletemez. Bu kelimenin âgûşuna sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelimeyi bir kere söylemekle, o makama yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret ettiği hakîkat sayesinde, o makamdan yukarıya ilerliyor. Kendinden uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün bu gökler küresinden katkat çoktur. Bu kelimenin üstünlüğünü buradan anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelime yanında varlığı hiç kalır. Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu güzel kelimenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin büyüklüğü, o kadar çok meydana çıkar. Arabî şiir tercümesi:
Güzelliği o kadar çok görünür,
Ona bakış, ne kadar çok olursa,
Dünyâda bundan daha kıymetli, daha üstün bir arzu olmaz ki, insan, her bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelimeyi tekrar tekrar söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki, bütün arzular ele geçmiyor, insanlarla konuşmak ve gaflete düşmek çaresiz oluyor.”
Kendi talebelerine fıkıh kitaplarını mütâlâa etmelerini söylerdi ve şöyle buyururdu: “Din âlimlerinin kitaplarından, dînin sağlam hükümlerini araştırınız, çıkarınız. Hangileri müftâbihdir, hangileri ile amel edilmiştir ve hangileri bid’at ve merdûtturlar öğreniniz! Çünkü Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) zamanından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid’at ve günahların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmette sünnet-i seniyye nûrundan, ışığından başka kurtuluş yolu yoktur.” Yine buyururdu ki: “Keşf gözüyle görüyorum ki: Bid’atler karanlık bir girdap gibi, bütün dünyâyı sardılar. Sünnetin nûru her tarafta ateş böcekleri gibi görünüyor.”
Sohbetlerinin çoğu sükût ile geçerdi. Sohbetlerinde bir müslüman gıybet edilmez, kimsenin aybı zikr olunmazdı. Talebeleri onun olduğu yerde, gayet edeb ve huşû’ ile otururlardı. Temkin (dikkat) ve istikrarı (kararlılığı) o derece idi ki, bu kadar yüksek hâllere sâhib olduğu hâlde, onlarda bir değişme eseri görülmezdi. Coşma, bağırma, hattâ yüksek sesle “Ah!” bile söylediği görülmezdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle demiştir, “İki sene huzûrlarında bulunduğum hâlde, üç-dört defa gözyaşlarının temiz yüzlerine indiğini gördüm. Yine üç-dört defa yüksek ma’rifetleri beyân ederken gözlerinde ve yüzlerinde kırmızılık, iki mübârek yanaklarında hararet terleri ve kırmızılığı müşâhede eyledim. Birgün bir ma’rifeti beyân ederken, bir müddet sustular. Bu susma zamânındaki duraklamada, büyük hâller, yüksek muâmeleler zâhir oldu. O zaman gözlerinde kendinden geçme eserleri ve bir parça kırmızılık göründü.”
Dahve-i Kübrâ vaktinde, kuşluk namazını sekiz rek’at olarak, odalarında yalnız olarak kılar, sonra talebeleri ile yemek yerlerdi. Yemeğe önce kendisi başlardı. Bütün oğullarına ve talebelere pişen yemeklerden verirdi. Oğullarından, talebelerinden veya hizmetçilerinden biri orada bulunmasaydı, onun yemeğinin ayrılmasını emrederdi. Yemekten sonra bildirilen duâları okurdu. Son zamanlarında uzleti, yalnızlığı seçmişti. Çoğu zaman oruç tutardı. Ve aynı odada yemek yerdi, insanlar arasında meşhûr olan, yemeklerden sonra Fâtiha okumak, onlardan çok az görülmüştür. Çünkü, sahih hadîslerle gelmemiştir. Her gün öğleden önce, bir defa, bir şeyler yerlerdi ve bu yedikleri de çok az olurdu. Bununla beraber, şöyle buyururdu: “Ne yapayım ki, âhır zaman geldiği için yemeklerde de bereket kalmadı. Açlıkta, dünyânın ve dînin Serverine ( aleyhisselâm ) tamamen uymak ele geçmiyor.” Yine şöyle buyururdu: “Ârifi, meleklikten insanlığa yaklaştıran, yemekten başka bir şey değildir. Yemeği huşû’ ve huzûr ile yerdi Yemek yerken, sol dizi yatırır, sağ dizi dikerek otururdu. Ba’zan da, bağdaş kurarak yemek yerdi. Öğleden önce sünnet olduğu için bir müddet kaylûleye yatar uyurdu. Müezzini, öğlenin evvel vaktinde ezan okurdu. Ezanı duyar duymaz hemen abdest alır, öğlenin sünnetini kılardı ve buyururdu ki: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bi’setten vefât edinceye kadar, öğlenin sünnetini terketmedi.” Bu namazda ba’zan uzun, ba’zan kısa okurdu. Sonra dört rek’at farzı, sonra iki rek’at sünneti sonra da dört rek’at daha nafile kılardı, öğle namazı bittikten sonra, hafızdan bir cüz veya daha az, yâhud daha çok Kur’ân-ı kerîm dinlerdi. Eğer verilecek ders varsa, verirdi. Eğer hafız orada olmazsa kendi odasına gidip, Kur’ân-ı kerîm okurdu, ikindi namazını, her şeyin gölgesinin, iki mislini geçtikten sonra, evvel vaktinde kılardı, İkindi namazından evvelki dört rek’at sünneti terkettiği görülmemiştir, ikindiden sonra akşama kadar, talebeleriyle beraber, sessizce murâkabede otururlardı. Bu, sabah ve ikindi halkalarında, kalben talebelerin hâllerine teveccüh ederdi.
Akşam namazını, hava bulutlu değilse, vaktin evvelinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalbden; “La ilahe illallahü vahdehû lâ şerîke-leh, Lehü’l-mülkü ve Lehü’l-hamdü yuhyî ve yümît biyedihil-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir” kelimesini okurdu. Farzdan ve sünnetlerden sonra; “Allahümme entesselâm ve minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli vel-ikrâm” duâsından fazla bir şey okumazdı, iki rek’at sünneti kıldıktan sonra, evvâbîn namazını kılar, sonra o vakitte bildirilen duâları okurdu. Evvâbîn namazını altı rek’at kılardı. Ba’zan da dört rek’at kıldıkları da olurdu. Bu husûsta buyurdu ki: “Ba’zı hadîs şerhedicileri, hadîste bildirilen altı rek’ata, akşam namazının iki rek’at sünnetinin de dâhil olması muhtemeldir dediler.” Bu namazda ekseriya Vâkıa sûresini okurdu. Yatsı namazını İmâm-ı a’zamın bildirdiği vakte göre, ufuktaki beyazlık kaybolunca kılardı. Yatsının farzından evvel dört rek’at sünneti kılardı, İki rek’at yatsının sünnetinden sonra, dört rek’at nafile kılardı. Son dört rek’at sünnette, Elif lam mim, Secde, Tebâreke ve Kulyâ eyyühelkâfirûn ve Kulhüvallahü ehad sûrelerini okurdu. Ba’zan o dört rek’atta dört kul (ya’nî kulyâ eyyühel kâfirûn, kulhüvallahü ehad ve kul e’ûzüleri) ayrı ayrı okurdu. Eğer bu dört rek’atta, Elif lam mim, Secde sûresini ve Mülk sûresini okumazsa, vitir namazından sonra, bu iki sûreyi ve Duhân sûresini okur, bunların bu vakitlerde okunmasını talebelerine söylerdi. Vitir namazının birinci rek’ atında ekseriya “Âlâ” sûresini, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûresini, üçüncü rek’atta “İhlâs” sûresini okurdu. Hanefî’nin kunût duâsına Şafiî’nin kunût duâsını ilâve ederdi. Vitir namazını kıldıktan sonra oturarak iki rek’at nafile namaz kılardı. Birinci rek’atta “Zilzal”, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûrelerini okurdu. Son zamanlarında, bu iki rek’ati nâdir olarak eda eyledi ve buyurdu ki: “Fıkıh âlimlerinin bu husûsta çeşit çeşit sözleri vardır.” Vitir namazından sonra âdet hâline gelen iki secdeyi yapmazdı. Buyururdu ki “Âlimler bunun kerâhiyyetine fetvâ verdiler. Vitir namazını ba’zan yatsıdan, ba’zan da teheccüd namazını kıldıktan sonra kılardı. Ba’zılarının yaptığı gibi, gecenin evvelinde kılınan vitir namazını, gece kalkınca bir daha kılmazdı. Buyururdu ki: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir gecede iki vitir olmaz.” Yine buyurdu ki: “Bir gece bana gösterdiler ki: Vitir namazını kılmayıp yatan ve gecenin sonunda kılacağım diye niyet edene, sevâb meleği, vitir namazını kılıncaya kadar sevâb yazar. O hâlde, vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyi olur. Bununla beraber buyurdu ve hattâ yazdı ki: “Vitri acele kılmakta veya te’hir eylemekte Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) uymaktan başka hiçbir şey göremiyorum. Ve, hiçbir fazileti mutâbeat (tâbi olmak) ayarında bulamıyorum. Resûlullah ( aleyhisselâm ), vitri ba’zan gecenin evvelinde, ba’zan da gecenin sonunda kılardı. Şekilde ve sûrette de olsa, kendi se’âdetimi her işte, O servere ( aleyhisselâm ) benzemekte bilirim. Binlerce gecenin ihyasını, bir mutâbeatın, Resûlullaha bir işte uymanın, yarısına değişmem. Ramazân-ı şerîfin son on gününde i’tikâfta idim. Talebeleri toplayıp dedim ki: “Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi olmaktan başka hiçbir şeye niyet etmeyiniz ki, bizim insanlardan ayrılmamızdan ve uzletimizden ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı bir mutâbeati (uymayı) elde etmek için kabûl ederim. Ama tevessülsüz (vesilesiz), binlerce uzleti kabûl etmem. Beyt:
“Gözü sarayda olan, hiçbir şeyi göremez,
Bahçesindeki bostanı, lâleyi, gülü bilemez.”
Allahü teâlâ, Peygamberine ( aleyhisselâm ) tam uymağı nasîb eylesin.”
Yatsı namazını ve vitir namazını kıldıktan sonra, hemen yatmaya giderdi. Yatmadan evvel okunması bildirilen âyetleri ve duâları okurdu. Yatsıdan sonra hemen yatmak hakkında buyururdu ki: “Yatsı namazından sonraki uyanıklık, gecenin sonundaki uyanmayı geciktirir.” Eğer bir kimse bu vakitte yanlarında otursa, gayet resmî konuşurdu.
Son zamanlarda, Cum’a geceleri talebelerini toplarlar, bin adet salevât-ı şerîfe okuyup Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gönderirlerdi. Bunu bitirdikten sonra, bir müddet murâkabede oturur, tam bir inkisar (kırıklık) ile duâ ederdi. Tavırlarından bununla emr olunduğu anlaşılırdı. Ya kendisinin tertîb ettiği bir cüzden daha fazla olan salevât-ı şerîfe risalesini, veya Abdülkâdir-i Geylânî’nin ( radıyallahü anh ) tertîb eylediği, salevât-ı şerîfe risalesini okurdu.
Cum’a namazında câmiye ve bayram namazlarında bayram namazının kılındığı yere giderdi. Cum’a namazından sonra, ihtiyâten zuhru âhır namazını da kılardı. Cum’a namazını kıldıktan sonra, Fâtiha, İhlâs ve mu’avvizeteyn’in herbirini yedi kerre okurdu. Kurban Bayramı günü tekbirleri, yoldan giderken yüksek sesle söylerdi. Ba’zan da “Müdmerat” kitabındaki fetvâya uyarak alçak sesle söylerdi. Zilhiccenin ilk dokuz gününde, gündüzleri oruç tutardı, geceleri, sabahlara kadar ibâdet eder, uzlete çekilip ibâdet ile meşgûl olurdu. Hacca gidenlere müstehâb olduğu için, onlara benzemek niyetiyle o günlerde saç ve tırnak kesmezlerdi. Ama, arefe günü, Arafattakilere benzemek için, hacıların yaptıklarını yapmazdı. Bu on günde gece ve gündüz, “Velfecr” sûresini okurdu. Bunun gibi, bu ayın onundan sonra Küsûf namazı kılardı. Teravih namazlarını seferde ve hazarda tam bir cem’iyyet ve huzûr ile kılar, Kur’ân-ı kerîmi tekrar tekrar hatm ederdi. Bu günlerde iki veya üç defa hatm ederdi. Teravih namazı aralarında ba’zan salevât-ı şerîfe, ba’zan da bu zamanda okunması îcâbeden duâları okur, üç kerre “Sübhâne zil-mülki ve’l-melekût...” duâsını okurdu. Ramazânın hâricinde de dâima hatm okurdu. Buyururdu ki: “İnsanlar arasında meşhûr ve şevk ile mukarrer olan “Hatmi Ahzâb” bu yolun sohbetlerinde sünnet olarak söylenmiştir.” Buyurdu ki: “Azîzlerden biri, Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhî’nin (kuddise sirruh) yazdığı şu şiiri görmüş ve “Hatmi Ahzâb”ı şöyle bildirmiş: Beyt:
“Fâtiha, En’âm, Yûnus, Tâhâ’yı eyle tamam,
Ankebût’la, Zümer’le, Vâkıa’yla vesselâm.”
Kur’ân-ı kerîm okurken, dinliyenler, okumasından ve simasından, Kur’ân-ı kerîmin esrârının ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün tilâvet (Kur’ân-ı kerîm okuma) esnasında, bu fakire dönüp; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi”, Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ ile Habîbi arasında çok sırlar vardır ki, onları ancak Râsih ilimli âlimler anlar” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri namaza dururken, tekbir almak üzere iki elini kulaklarına kaldırır, avuç içlerini kıbleye çevirir, parmaklarının arasını hafif açık tutar, baş parmaklarını kulak yumuşaklarına değdirir ve; “Allahü ekber” diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol eli üzerine koyup, sağ elinin baş ve serçe parmağını halka yaparak sol elinin bileğini kavrardı. Namazda iki ayağı arasındaki mesafe, dört parmak genişliğinde idi. Namazda ayakta dururken, kıyâmda iken, her iki ayağı üzerine tam basardı. Tek ayağı üzerine meyl etmezdi. Kıyâmda iken, secde edeceği yere bakardı. Kırâati, okumayı, tecvid kaidelerine uygun ve tertil üzere tek tek okur, âyet-i kerîmelerin ma’nâlarını anlar, esrârına ererdi. Kıyâm ve kırâattan sonra tekbir alıp rükû’a eğilirdi. Rükû’da başını sırtıyla aynı hizada tutup, belini de düz tutardı. Rükû’da el parmakları ile diz kapaklarını kuvvetlice kavrar, ayaklarına bakardı. Rükû’dan doğrulunca kavme yapar, sübhanallah diyecek kadar, ya’nî bir tesbih miktarı ayakta dik dururdu, İmâm olunca, rükû’dan kalkarken; “Semiallahü limen hamideh” der sonra içinden; “Rabbena lekel hamd” söyler. Cemâat ile kılarken ise İmâm: “Semiallahü limen hamideh” dedikten sonra o: “Rabbena lekel hamd” derdi, iki secde arasında bir tesbih söyleyecek kadar durur “celse” yapardı. Secdede kucağına bakardı. Secdede karnını dizlerine ve uyluklarına bitiştirmez, açık tutardı. Secdede a’zâlarını yere tam koyardı. Rükû’da ve secdede öyle bir hâl ve yakınlık hâsıl olurdu ki, onu ancak kendisi bilirdi. Rükû’ ve secdede, el ve ayak parmaklarını kıbleye karşı uzatırdı. Talebeleri ve kendisine bağlı olan eshâbı namazı onun gibi kılmaya çalışırlardı.
Talebelerinin meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebesi olmadan önce, ba’zan Cum’a namazı kılmak için onun mescidine giderdim. Mescidde onun namaz kıldığını görenler “Sanki o, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nasıl namaz kıldığını görerek namaz kılıyor” derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin namaz kılışını gördüm, fakat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kılışı gibi hiç kimsede görmedim. Namazın âdabına ve erkânına öylesine uyardı ki, onun namaz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta’zim, temkin, huşû’, vekâr ve inkisar gösterirdi ki, böyle namaz kılmak, ancak Resûlullaha ittibâ tam tâbi olmak ve râsih âlim olmakla ve bâtını kuvvetin nihâyetine ulaşmakla mümkün idi. Benim ve pekçok kimsenin İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olması, onun namaz kılışına hayranlık sebebiyledir.”
Namazda ve namaz dışında Kur’ân-ı kerîm okurken, korku âyetlerini öyle bir şekilde okurdu ki, korku ifâdesi yüzünden belli olurdu. Recâ, (ümit) âyetlerini tebessüm ederek, suâl şeklinde olan âyetleri suâl şeklinde okurdu. Kur’ân-ı kerîm okurken asla tegannî yapmazdı. Yolculuk esnasında, hayvan üzerinde mahfilde oturur, bir yastık alıp üzerinde Kur’ân-ı kerîm okurdu. O vaziyette, ba’zan altı cüz, ba’zan da daha az okurdu. Secde âyeti gelince secde ederdi. Üzerinde Kur’ân-ı kerîm olan minderi gözlerine çok yakın tutar ve böylece gözlerinin uygun olmayan birşeyi görmemesini te’min ederdi. Yalnız namaz kıldığı zaman, rükû’daki ve secdedeki tesbihleri beş, yedi, dokuz veya onbir defa hâle ve vakte göre okurdu. Buyururdu ki: “Yalnız namaz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu hâlde, tesbihleri en az olarak söylemesi ne kadar ayıb olur.” Yine buyururdu ki: “Namazda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet etmek, kalbin huzûrda olmasına sebep olur. Çünkü bütün bu riâyetler zikrdir ve Allahü teâlâyı hatırlamak ve O’na teveccühtür.” Yine buyururdu ki “İnsanlar, riyâzet ve mücâhedelere heves ederler, hâlbuki namazın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyâzet ve mücâhedelerden çok daha üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet namazlarında, buyurulduğu gibi namaz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allahü teâlâ buyuruyor ki:. “Namaz (nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde huşû’ olanlara ağır gelmez.” (Bekâra-45)
Buyururdu ki: “Birçok vera’ ve riyâzet sahibi insan görüyorum ki, riâyet ve ihtiyâta gayret ediyorlar, ama namazın edeblerinde gevşeklik gösteriyorlar.” Abdest aldıktan sonraki, iki rek’at namazı ve câmiye girince, hürmeten kılınan iki rek’at tehiyyat-ül-mescid namazını terk etmezdi. Revâtib sünnetleri gibi, zevâid sünnetleri de hazarda ve seferde dâima kılardı.
İyi amellerde ve işlerde bir ilâve ve noksanlık yapmamak için çok ihtiyâtlı davranırdı. Teravih namazı hâriç, hiçbir nafile namazı cemâatle kılmazdı. Hattâ, nafile namazları cemâatle kılmak mekrûhtur buyururdu. Aşure günü, Berât ve Kadr geceleri, cemâatle nafile namaz kılanları men ederdi. Hattâ bu husûsta, fıkhın en kuvvetli rivâyetlerini bildiren bir mektûp yazmıştır, istihâre ederek iş yapardı. Ba’zan da kalbinin kanâati ile ve sünnet olan duâları okuyarak iş yapardı. Ba’zan birçok mühim mes’eleye bir istihâre yapar, istihâre yaptığı işleri ayrı ayrı sayardı. Eğer istihârenin evvelinde mühim olan bir şeyi unutsa, istihârenin arasında veyâhud sonunda onu da yerine getirirdi. Teşehhüdde “Ettehıyyâtü okurken” sağ elinin parmağını (işâret parmağını) kaldırmazdı. Buyururdu ki: “Her ne kadar ba’zı hadîslerin zâhiri, görünüşdeki ma’nâları, parmak kaldırmağı gösteriyorsa da, hattâ Hanefî âlimlerinden bunun caiz olduğuna dâir rivâyetler gelmişse de, iyi araştırılır, incelenirse, ihtiyâtlı olmak lâzım geldiği ve hakîki fetvâların bunu terketmeyi îcâb ettirdiği anlaşılır.”
Hastaları ziyârete gider, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) naklen gelmiş olan duâlar okurdu. Hattâ ba’zı hastaların şifâ bulması için, kalb ile de teveccüh ederdi. Birçok hasta, bu feyzler menba’ının teveccüh ve duâları ile iyileşirdi. Kabirleri ziyârete gider, ölüler için mağfiret ister ve duâ ederdi. Da’vetlere giderdi. Fakat, günah işlenen, oyun oynanan, semâ ve raks edilen yerlere ve da’vetlere gitmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine kıl ucu kadar uygunsuzluğu bulunan hâli kabûl etmezdi.
Ahrâriyye yolunun büyüklerini, diğer yollarınkilerden daha üstün bilirdi. Bu yola; “Eshâb-ı Kirâm yolunun aynısıdır” derdi. Çünkü buyururdu ki; “Sonda olanlar, başlangıca yerleştirilmiştir.” Yine şöyle buyururdu: “Bu yolumuzun büyükleri; “Bizim nisbetimiz, yolumuz, bütün nisbetlerden, yollardan üstündür” buyurdular. Bunun sebebi, onların bu yolunun sünnete uymakta ve azîmete riâyet ve dikkat etmekte, diğer yollardan daha ilerde olmasıdır. Böyle olunca, nisbetleri de diğerlerinin nisbetinden üstün olur. Bu yolda sonra gelenlerin, Hâce Behâeddîn Buhârî (Şâh-ı Nakşibend), Alâeddîn-i Attâr, Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr gibi büyüklerin yollarına uymayan ruhsat cinsinden hareketlerini beğenmezdi.
Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbih, Avârif-ül-Meârif, Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkaf gibi ba’zı din kitaplarını, ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu, ömrünün son günlerinde dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder, ilim tahsilini önde tutardı.
Bir yere gitse, sünnet olan günlerde yola çıkar. Buyururdu ki: “Günlerin uğursuzluğu Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) dünyâya teşrîflerinden sonra kalkmıştar. Buna; “Günler, Allahın günleri, kullar da Allahın kullarıdır” hadîs-i şerîfi delîldir derdi. Yolculuğa çakacağı zaman, istihâre eder ve yolculuğa çıkarken okunması îcâbeden duâları okurdu. Bunun gibi, konaklama ve duraklama yerlerinde sünnet olan duâları terketmezdi. Elbiselerini giyerken, su içerken yemek yerken ve aynaya bakarken, bu zamanlarda okunması bildirilen duâları okurdu.
Çok hamd ve istiğfar ederdi. Az bir ni’mete çok şükrederdi. Hattâ evlâ olan bir işi terketse çok fazla istiğfar ederdi. Eğer bir belâya mâruz kalsa; “Kötü amellerimiz ve hâllerimiz sebebiyledir” derdi. Fakat o belâyı, birçok kirleri temizleyen bir sabun gibi görürdü. Buna, yükselmenin sebebi derdi. Vaktin sultânının İmâm-ı Rabbânî hazretlerini bir kalede hepsettiği günlerde talebelerinden biri, ona bir mektûp yazıp, hâlinin kabzından (tutulmasından), daralmasından ve insanların eziyetlerinden şikâyet etmişti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu talebesine cevap olarak şu mektûbu yazdı:
“Allahü teâlâya hamd olsun, sevdiği seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gönderdiğiniz mektûp geldi. İnsanlardan eziyet ve cefâ gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu cefâ, bu yoldakilerin güzelliğinin kendisidir ve onların paslarını temizlemek ve cilalamaktır. Niçin kabz ve hâllerin daralmasına ve bulunmasına sebeb olsun! Bu fakîr, bu kaleye ilk geldiğim zamanlar, insanların eziyet ve cefâlarını, birbiri arkasından gelen nûr dalgaları, ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Bunların verdiği sıkıntılara katlanmak sebebiyle hâlim alçaklardan, yükseklere çıkarıldı. Birçok seneler, cemâl sıfatlarının terbiyesi ile, çok konaklar makamlar aşdırdılar. Şimdi celâl ile terbiye ediyorlar ve yüksek makamlara kavuşturuyorlar. Bu belâ ve cefâlara sabrediniz, hattâ râzı olunuz, cemâl ile celâli aynı biliniz. Yazıyorsunuz ki: “Bu fitnenin zuhurundan, ya’nî sizi kaleye hapsetmeleri sebebi ile, ne zevk kaldı ne de hâl.” “Hâlbuki zevk ve hâllerin artması lâzımdır. Çünkü Mahbubun (Sevgilinin, ya’nî Allahü teâlânın) cefâsı, vefasından daha çok lezzet verir. Niçin belâ olarak düşünülsün.”
Avvâm gibi konuşuyorsunuz ve kendinizi ni’metlerden uzak görüyorsunuz. Çünkü cemâlde ve ni’metlerde, mahbûbun arzusu vardır. Celâlde kendi arzusu yoktur. Buradaki vaktim ve hâlim, eski hâllerimden, çok daha gayrıdır, çok daha yüksektir. Aralarında büyük farklar vardır.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin onyedi sene sohbetinde ve hizmetinde bulunan ve talebelerinin meşhûrlarından olan Bedreddîn Serhendî, Hadarât-ül-Kuds kitabında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şeklini, sûretini, mübârek yüzünü şöyle ta’rîf etmiştir “Onun mübârek hilyesini şöyle beyân edelim ki, sevenleri ve yolunda bulunanlar, onun mübârek yüzünü ve sohbetlerini düşünerek feyz alsınlar. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi. Alnında ve mübârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, ona bakacak takat kalmazdı. (Bir talebesi de; “Ne zaman mübârek yüzüne baksam, alnında ve yanaklarında “Allah” yazılı görürdüm” demiştir.) Kaşlarının arası açık idi. Kaşları yay gibi olup, uzun, siyah ve ince idi. Gözleri irice olup, siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Mübârek burnunun ortası yüksekçe olup, ince idi. Dudakları kırmızı ve ince idi. Dişleri sık, birbirine bitişik olup, inci gibi parlar idi. Sakalları sık, heybetli ve yuvarlak olup, yanaklarına taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi. Ya’nî şişman değil idi. Sıcakta da olsa teri hep misk gibi kokardı. Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andırırdı. Vecâheti (heybeti), vakarı Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâmın heybetini andırırdı. Onu gören gayr-i ihtiyâri, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini bildiren; “Böyle insan olmaz, bu ancak üstün bir melektir” (Yûsuf-31) meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırlardı ve “Sübhânallah bu Allahü teâlânın velî kuludur” derdi ve; “Görüldüklerinde Allahü teâlâ hatırlanır” hadîs-i şerîfini hatırlardı. Ondan her an ve her saat hârikalar zuhur ederdi.
“Ey yükseklerden feyiz saçan rahmet bulutu,
Senden yağıyor bereketli nisan yağmuru.
Bekliyoruz senin feyizinle, kurtuluşu,
Zîrâ hâlimiz harab rûhumuz kan ağlıyor.”
Menkıbeleri ve kerâmetleri:
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayatını, menkıbe ve kerâmetlerini anlatmak üzere yetmişden ziyâde kitap yazılmıştır. Bunların en meşhûrlarından olan “Hadarât-ül-Kuds” kitabında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle demiştir: “Onyedi sene İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hizmette bulundum. Eğer huzûruna kavuştuğum ilk günden i’tibâren, vâki olan keşf ve kerâmetlerini, yüksek hâllerini, makam ve derecelerini yazsaydım, sâdece benim gördüklerim hesaba gelmezdi. Çünkü, her saat, her an o hazretten kerâmetler zuhur ediyordu. Kaldı ki, hergün sâdece bir kerâmetini kaydetseydim, huzûrunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerâmetini yazıp, kayda geçebilirdim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bize amel ve işlerden ihsân olunan şeylerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak, uymak sebebiyle ihsân olundu, işimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta bilirim.” Yine buyurdu ki: “Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân ve kereminden bana öyle büyük ihsânlarda bulundu ki, bir kuru dala teveccüh ve himmet etsem bütün dünyâ ondan aydınlanır. Fakat, Allahü teâlânın rızâsı bu gibi işlerin zuhurunda değildir. Ben de böyle şeyleri yapmak istemem.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüzlerce kerâmeti Zübdet-ül-makâmât, Menâkıb ve Makâmât-ı Ahmediyye-i Saîdiyye ve Hadarât-ül-Kuds gibi onun hakkında yazılan kıymetli kitaplarda kaydedilmiş olup, bir kısmı şöyledir:
Mevlânâ Muhammed Yûsuf, zamanının âlimlerinden bir zât idi. Muhammed Bâkî-billah onu tasavvufda yetişmesi, kemâle ermesi için İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetine göndermişti. Mevlânâ Yûsuf henüz kemâle ermeden hastalanmış ve ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî, onu ziyârete gitti. Mevlânâ Yûsuf teveccüh ve himmet istedi. İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh), murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ ve Bekâ makamlarına kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber verdi. Yolu tamam eyledi ve aynı anda vefât etti. Allaha kavuştu.
Çok uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin medhini duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde misâfir kaldı, İmâm-ı Rabbânî’den istifâde etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş’eli olduğunu söyleyince, ev sahibi İmâm-ı Rabbânî’yi kötülemeye başladı. O azîz çok üzüldü. Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî’ye sığınıp kalbinden; “Ben yalnız Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saadetten mahrûm etmek istiyor” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsı parça parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Gece olanı, gündüz anlatma” buyurup, kerâmetini gizledi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birâderi Sürûnç beldesinde idi. Ona bir mektûp yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Bu mektûbu götürmek için beni vazîfelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için duâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda “Kureyş sûresini” çok oku ki, tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile karşılaşırsan bizi hatırla!” Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi daha vardı. Sürûnç’a iki menzil yolumuz kalmıştı. Fakat önümüzde dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve abdest aldıktan sonra iki rek’at namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi hatırla” emri hatırıma geldi. Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!” dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi. Bana saldırmak üzere olan arslana benden uzaklaşması için eliyle işâret etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımda bulunan arkadaşlarım da gördü. Bana; “Böyle bir anda imdâdına yetişen bu büyük zât kimdir?” dediler. Ben de; “İmâm-ı Rabbânî hazretleridir” dedim. Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevenlerden oldular.”
“Hadarât-ül-Kuds” kitabının müellifi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, amcası Şeyh Muhammed’den naklen şöyle anlatmıştır: “İsfehan’dan dönmekte olduğumuz bir yolculukta atımdan heybem düşmüştü. Farkına varınca, atımı kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldım. Şuraya da bakayım, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti. Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldım. Çöl ve dağdan başka hiçbir şey göremiyordum. Yolumu kaybettim. Şaşkın, perişan bir hâlde, çaresizlik içinde ağlayarak her tarafa koşuyordum. Fakat kâfileden bir eser göremiyordum. Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım diye düşünüyordum. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldım. Tam bir yalvarışla duâ edip, hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin imdâdıma yetişmesini istedim. Ben böyle duâ ederken, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir at üzerinde karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp durdu ve; “Elini ver” buyurarak elimden tutup beni atın terkisine bindirdi. Sonra atı sür’atle sürüp aradığım kâfileye yaklaştı. Ben kâfileyi uzaktan görünce beni attan indirip! “Hadi git” buyurdu. Kâfileye ulaştım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedim.”
Serhend kadılarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde bulunanlardan ve sevenlerinden idi. Bu genç bir defasında çok ağır bir hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına bir ilâç bulamadılar. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûp yazıp, yalvararak, içinde bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için duâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna cevap yazıp; “Biz seni himâyemize aldık, bu hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut” buyurdu. O genç İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teveccühü ve duâsı bereketiyle, hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devam etmeye başladı. Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp, bağlılığını dile getirirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Küçüklüğümde Kur’ân-ı kerîmi ezberleyip hafız olmuştum. Daha sonra Serhend’den İlâhâbâd’a gittim. Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hafızlık kalmadı. Böylece aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim olan Serhend’e döndüm. Bu sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend’e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle görüşünce bana; “Hâfız! Teravih, namazını, hatim ile kıldır!” buyurdu. Kur’ân-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hafızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat; “Okuyacaksın!” buyurdu. Üç defa hâlimi arzedip; “Bende hafızlık kalmadı” dedimse de kabûl etmediler. Çaresiz emre uydum. Teravih namazını kıldırmak üzere İmâm oldum, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unutmuş olduğum hâlde ilk gün yirmibir cüz’ü ezberden okumak sûretiyle teravih kıldırdım. İmâm-ı Rabbânî hazretleri kıyâmda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyâmda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihde hatmi tamamladım. Bende hafızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bereketi ile idi.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Muhammed Türâb şöyle anlatmıştır: “Kardeşim ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı o derece şiddetli idi ki, artık kurtulma ümidi kalmamış gibiydi. Hattâ kefeni bile hazırlanmıştı. Bu hâlde iken birgün İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir sığır ve bir miktar da para hediye etmeye nezr etmişti. Ertesi gün birdenbire ayağa kalkıp; “Ben iyileştim” dedi. Bu hâlini görenler, bu delirdi mi? nasıl olur dediler. Sonra ona çorba içirdiler. Gerçekten ağır hastalıktan kurtulmuş sıhhate kavuşmuştu. Sonra bize o gece seher vaktinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda gördüğünü ve elinden tutup; “Sen sıhhate kavuşacaksın üzülme!” buyurduğunu ve böylece sıhhate kavuştuğunu söyledi.
Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden Şeyh Müzzemmil hakkında şöyle buyurdu: “Görünüyor ki, şeyh Müzzemmil şu anda korkunç hâlde! Bir kuyuya düşmüş durumdadır! Öyle bir hâlde ki çıkmak için elini ayağını oynatamıyor!” Şeyh Müzzemmil. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski ve meşhûr talebelerinden idi. Dağda dolaştığı bir sırada aniden ayağı kayıp derin bir kuyuya düşmüştü. Kuyunun derinliğinde elini ayağını oynatamadığı için çıkamıyordu. Çaresiz kuyunun içinde kalakalmıştı. O bu hâlde iken bir köylü hâlini farkedip hemen koşup on kişilik bir gruba haber verdi. Bunun üzerine hemen gelip Şeyh Müzzemmil’i düştüğü kuyudan çıkardılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd’ın hocası olan Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır: “Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, onun hakkında; “Kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor” diye bir iftira yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan’a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defa karşılaştığımda onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sahibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı. “Sen böyle değildin bu hâl nedir?” dedim. Dedi ki; “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu ni’mete kayuştum.” Bunun üzerine ben ona; “Senin bahsettiğin zât kendinin Hazreti Ebû Bekr’den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin te’sîr ve fâidesi nasıl olur?” dedim. O” arkadaşım ben böyle deyince; “Asla! Binlerce asla! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün kutbudur. Eğer sen onu görmüş ve sohbetine kavuşmuş olsaydın onun hakkında söylenilen bu iftiranın asılsız olduğunu anlardın” dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle; “Görmek istemiyorum” dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlaka görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; “Eğer şu üç şeyden bahsedip beni ikna ederse ben de onu sevenlerden olurum” dedim. Kendi kendime cevâbını almak hakkında kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor diye söylenilen iftiraya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu husûsta benim şüphelerimi giderip tam ikna etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd’dan bahsetmesi idi. Bu karardan sonra beni götürmek isteyen ve bu husûsda çok ısrar eden arkadaşımla beraber, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittik, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini daha uzaktan görür görmez bütün a’zâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaşbm. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektûp çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektûbu okuyup öyle bir izah yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor diyenlerin iftiralarına cevap verip açıkladı. Benim bu husûsta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci mes’eleye geçip; “Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdadının şerefi şöyledir” diyerek medhetti. Sonra ayrılmak üzere kalktığımızda veda ederken hatırıma, üçüncü suâlim olan mes’eleden, Hâce Hâvend Muhmûd’dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; “Hâce Hâvend bizim Pîr-zâdemizdir ve cezbe sahibidir” buyurdu. Bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri; herkese, önce kendisi selâm verirdi. Birgün hatırımdan; “Bu gün huzûruna gidip önce ben selâm vereyim” diye geçti. Bu niyetle gittim. Evlerine varınca kalabalık bir cemâat arasında yaklaştım, öyle oldu ki, birkaç adım daha atsam hocamla karşı karşıya gelecektim. Fakat henüz o beni, ben de onu görememiştim. Tam bu sırada cemâatin arasından ismimi söyleyerek; “Selâmün aleyküm yâ filân!” dedi. Çâresiz hemen huzûruna çıkıp “Ve aleykümüsselâm” dedim. Sonra; “Niyetim önce selâm vermek idi” diye arzettim. Tebessüm etti.”
Birgün talebesinden on kişi, aynı akşam, Îmân-ı Rabbanî’yi iftara da’vet ettiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı anda, hepsinin evinde hazır bulunup, iftar etti.
Birgün buyurdu ki: “Kâ’be-i muazzamayı tavaf arzum o kadar ziyâdeleşti ki, yerimde duramaz oldum. Allahü teâlânın lütfu ile, bu şevk ve iştiyâk cazibesinde, Kâ’be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavaf ile şereflendim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmiştir: “Acîn’de idim, bir grup tüccâr da yanımda idi. Bu tüccârlar arasında Can Muhammed adında Celender’den bir zât da bulunuyordu. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Birgün birisi bana, sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülü idim. Can Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, çok üzüntülü olduğumu söyledim. Can Muhammed bana; “Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim” dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı ya’nî öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rü’yâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; “İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat ba’zı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfati ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur” buyurduğunu söyledi.
Yine Can Muhammed Celenderî şöyle anlatmıştır: “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin çok hizmetinde bulundum. Her ne zaman mübârek yüzünü görsem alnında ve iki yanağında Allahü teâlânın ismini, “Allah” yazılı olduğunu açıkça görürdüm.”
Yine Can Muhammed Celenderî, Acîn’de görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yanında talebe iken, birgün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; “Sana bir iş söylesem yapar mısın?” buyurdu. “Canım feda olsun yapmaz olur muyum!” dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı bir kâğıt verdi ve buyurdu ki: “Hâfız Rahne’nin bahçesine git, orada bir grup derviş oturmaktadır. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü bir dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına git, ona bizim duâ ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya gelmesini söyle.” Emri üzerine derhâl söylediği yere gittim. Söylediği gibi dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz geride oturan güzel yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana; “Seni İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi gönderdi?” dedi. Evet deyip elimdeki kâğıdı ona verdim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin duâ ettiğini ve çağırdığım söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna girdiğimizde bir köşede oturuyordu. Çağırıp geldiğim zât da başka yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazreleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak dergâhtaki kahve pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine taktim ettim. “Ona götür” buyurarak gelen misâfire götürmemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yerinde oturuyordu! Huzûruna çağırıp geldiğim o derviş, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden beni sordu. O da; “Bu Celender’dendir. İsmi, Can Muhammed’dir” dedi. Bunun üzerine o derviş; “Babası bizim tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarikatta yetiştiriyorsunuz?” deyince; “Kâdiriyye silsilesinden” buyurdu. Bunun üzerine o zât; “Allahü teâlâya hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’ye kavuştururuz” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup yıldızını göstererek; “Can Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun? Bu mudur değil midir? Dikkatli bak!” buyurdu. Dikkatli baktım kutup yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zât çıktı ve ok gibi bir anda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana buyurdu ki: “Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânî’dir! Ona intisâb et, bağlan.” Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisabımı (talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip, yıldızında kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri, abdest aldıktan sonra mescide girdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni göndererek çağırdığı derviş de yanımda idi. Bana; “Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerini gördün mü?” dedi. Ben de “Evet” dedim.”
Bu hâdiseyi Can Muhammed Celenderî’den naklen anlatan seyyid zât şöyle anlatır. “Ben bunları Can Muhammed Celenderî’den dinledikten sonra ona dedim ki: “Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete dalıp da dergâhdan uzak kaldın?” O da bana; “Acâib bir hikâyedir. Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip, beni götürmek istediler. “Buna müsâade et, biz bunu kethüda (ticâret reîsi) yapacağız” diye ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana; “Git kethüda ol” buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar gelip, ısrarla beni istediler. “Git” buyurdu. Ben yine gidemedim. Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrar geldiler, beni götürmek için ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Birgün birşey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişdi. Dünyâ işlerini düşünür hâle dönmüştüm. Çâresiz beni götürmek için gelip ısrar eden akrabalarımla bu sefer gittim. Ticârete başlayıp, kethüda oldum. Bundan sonra ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret edip görüşürüm, sohbetinde bulunurum” dedi.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yüksek talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri namazlarda devamlı İmâm olur, namazı kıldırırdı. Ben bir defasında huzûrunda iken acaba devamlı İmâm olmalarının hikmeti nedir diye düşünüp merak ettim. Ben böyle düşündüğüm sırada, İmâm-ı Rabbânî hazretleri birdenbire bana buyurdu ki: “Şafiî ve Mâlikî mezheblerinde Fâtihasız namaz caiz değildir. Bunun için bu mezheblerde İmâma uyan cemâat Fâtiha okur. Bu husûsu gösteren sahih hadîs-i şerîfler de vardır. İmâm-ı a’zama göre ise, cemâatte İmâmın Fâtihayı okuması cemâat için de kâfidir, İmâma uyan cemâatin Fâtiha okumasını caiz görmemiştir. Hanefî mezhebi fukahâsının cumhuru, çoğu böyle buyurmuştur. Ancak Hanefî mezhebinde okumanın caiz olduğuna dâir ba’zı rivâyetler de vardır. Bunun için de namazlarda İmâm olmak sûretiyle, mezheplerin hepsinin hükmüne uymaktayım.”
Serhend şehrinin Cîtbûr kasabası kumandanlarından biri isyan edenlerin üzerine yürümeği, onlarla savaşmağı düşündü. O civarda bulunan âlimlerden bir zâta bu husûsta istihâre etmesini söyledi. O zât da; “Galip geleceksiniz, muhakkak gidiniz” dedi. Bu kumandan o zâtın işâreti gereğince savaşmak üzere yola çıktı. Fakat zafer kazanacaksın diyen zât, keşfinde tereddüt edip, ihtiyât olsun diye durumu bir de İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sormak için bir mektûp yazdı. Mektûbunda dedi ki: “Ben bu husûsda kendisine gâlib geleceksin diye müjde verdim. Acaba hazretiniz ne buyururlar?” İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında, “Keşfde hatânız oldu. Bize göre tamamen aksi olacak. Birşey güneş gibi meydanda açıkça görünmeyince, keşfedilmeyince hüküm vermemek lâzım” buyurdu. Fakat o kumandan çok uzağa gittiğinden, ona yeni bir haber ulaştırılamadı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Keşfde hatânız oldu” buyurmasından sonra, üç dört gün geçmeden, o kumandanın, baş kaldıranlar karşısında hezimete uğrayıp perişan olduğu ve geri döndüğü haberi geldi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Bir defasında şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuştum. Uzun müddet bu hastalıktan kurtulamadım. İyice bitkin ve zayıf düştüm. Artık hastalığım o dereceye gelmişti ki, yakınlarım hayâtımdan ümidi kesip, ölürken yanında bulunalım diye geceleri başımda duruyorlardı. Ben bu hâlde iken hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hatırlayıp, onun bereketi ile hastalıktan kurtulmam için duâ ettim. Hastalığımın şiddetlendiği bir sırada geceleyin, üzerinde boydan boya bembeyaz elbise olan ve yüzü kapalı bir zât karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp; “Bu ridâyı (örtüyü), Peygamberimiz server-i kâinat aleyhisselâtü vesselâm, İmâm-ı Rabbânî Şeyh Ahmed Fârûkî Nakşibendî hazretlerine gönderdi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri de sana gönderdi. Ben bunu sana giydirmek için geldim! Bunun bereketiyle sen hastalıktan kurtulup sıhhate kavuşacaksın!” dedi. Sonra o ridâyı başımdan ayağıma kadar örttü. Bu sırada ayaklarımdan bir soğuma başladı. Bu soğukluk başıma kadar ulaştı. Hastalıktan kurtuldum. Yanımda bulunan kız kardeşim, ayaklarımın soğuduğunu farkedince artık benim ölmek üzere olduğumu zannederek ağlayıp feryâd etmeye başladı. Ben onun feryadından rahatsız olup; “Üzülme, ben iyileştim” dedim. Sonra çorba isteyip içtim. Tam bir sıhhate kavuştum. Hattâ o gün kalkıp, sabah namazını ayakta kıldım.” Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Birgün bir arkadaşımın evinde, arkadaşımla birlikte, içinde afyon bulunan bir yiyecek hazırlamıştık. Bundan ikimizden başka bir kimsenin haberi yoktu. Yiyeceği hazırladıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kıldırdığı mescide gidip cemâatle namaz kıldık. Namazdan sonra dönüp, hazırladığımız içinde afyon bulunan o yiyeceği yiyecektik. Namaz bittikten sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, içeri girmek üzere iken kapının önünde durup her ikimizi de yanına çağırdı. Huzûruna varınca bize; Cennetten, hûrîlerden, Cennetteki köşklerden bahsedip, dünyânın lezzetlerinin geçici olduğunu, âhıret saadetini ve lezzetlerini kazanmak için uğraşmak lâzım olduğunu anlattı. Sözünü bitirirken de; “O hazırladığınız afyonlu yiyeceği yemeyiniz!” buyurdu. Bu sözü üzerine kerâmeti karşısında hayran, şaşkın kaldık. Eve gidip hazırladığımız afyonlu yiyeceği yemeyip bir havuza attık. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında ona bağlılığımız kat kat arttı.”
Yine bu talebesi anlatmıştır: “Annem hasta idi. Sevâbını Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle bir miktar para nezrettim, adadım. Bu parayı alıp hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürdüm. Dağıtması için takdim ettim. Fakat; “O senin yanında kalsın” buyurup, gayet nâzik ve güzel bir tavırla parayı kabûl etmediler. O gece rü’yâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Bana; “Ey falan! Uyan ve git annen can çekişmektedir. Vefât ederken başında bulun!” dedi. Uykudan uyandım, gece vakti hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gittim. Teheccüd namazını kılmıştı. Selâm verdim ve gördüğüm rü’yâyı anlattım. Bir müddet başını eğip murâkabeye daldı, uzaktan teveccüh etti. Sonra bana buyurdu ki: “Çabuk git’ Annen vefât etmek üzeredir!” Ağlayarak annemin yanına koştum. Yanına varınca nabzını yokladım. Durmak üzere idi. Biraz sonra da vefât edip Hakkın rahmetine kavuştu.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Din düşmanlarının ve hasetçilerinin iftirası üzerine Sultan Cihangir, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini Guwalyar kalesine hapsetmişti. Bu günlerde büyücülerden biri bana dedi ki: “Ben Hintçe ba’zı isimler biliyorum. Eğer bunları bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar okursan o gün düşman helak olur! Bu çok tecrübe edilmiştir.” Sonra o isimleri bir kâğıda yazdı ve bana verip; “Evinin tavanındaki bir ağacın altına koy” dedi. Alıp evimin tavanındaki bir ağacın altına koydum ve; “Yarın Salı günüdür. Yarın okurum” dedim. O gece rü’yâmda hocam İmâm-ı Rabbânî aniden karşıma çıktı. Hayret içinde parmağını ısırarak; “Bizim dostlarımızın böyle bir şey yapması çok hayret edilecek bir iştir. Sakın ha o işi yapma, sihirdir!” dedi. Bu rü’yâdan sonra büyücünün yazdığı o yazıları okumaktan vazgeçtim. Sonra, Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğine pişman olup, serbest bıraktı. Hapisten çıktıktan sonra huzûruna gittim. Ben evde gizlediğim o sihir yazılı kâğıdı saklıyordum. Bir defa da olsa düşmanın ciğerine bir ok saplamak istiyordum, işimi açmayıp, gizleyeyim diye düşündüm. Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri hapisten çıkınca üç gün Serhend’de kaldı. Her üç gün bu niyetle huzûruna gittim. Düşmana birşey yapayım diye düşünüyordum. Üçüncü gün gittiğimde beni kalabalık cemâat arasından çağırttı ve bana buyurdu ki:
“O Hintçe isimleri okuma, çünkü onlar sihirlidir!” öyle birşey olmadığını söyleyip, saklamak istedim. Bunun üzerine; “Bana niye böyle söylüyorsun? O isimleri falan sihirbazdan öğrendin!” diyerek o sihirbazın ismini söyledi. Sonra; “O öğrendiğin şeylerin yazılı olduğu kâğıt, evinin tavanındaki bir ağaç arasındadır. Her ne kadar sihir te’sîr ederse de sihir yapmak haramdır! Şimdi git o sihir yazılı kâğıdı yırt!” buyurdu. Ben başımı önüme eğdim. Sonra bana; “O işi yapmayacağına ve sihir yazılı kâğıdı yırtacağına dâir söz ver” buyurdu. Elimi tutup eliyle vurdu. Ben bu kerâmeti karşısında hayret ettim. Çünkü, yapacağım o işi hiç kimse bilmiyordu. Hemen eve gidip üzerinde sihir yazılı kâğıdı, tavandaki ağacın altından çıkardım ve yırtarak parça parça edip attım.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini seven bir vâli vardı. Birgün o vâliye bir haber gönderip, bulunduğu yerden uzaklaşmasını yoksa başına büyük bir belâ geleceğini bildirdi. Fakat o vâli bu tavsiyeye uymadı. Neticede pâdişâhın kızgınlığına uğrayıp cezalandırıldı. Başına başka belâlar da geldi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı bir tüccâr, birgün huzûruna gelip; “Gençliğim geçti, ihtiyârladım, ömrüm geçmek üzere, beni arkamdan anacak, bana duâ edecek bir evlâdım olmadı!” diyerek bu husûsta ısrarla teveccüh isteyip, bir evlâdı olması için duâ etmesini istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir müddet murâkabe yaptıktan sonra;.”Senin bu hanımından çocuğun olmayacak, başka bir hanım daha nikahlarsan ondan seni yâd edecek bir çocuğun olur” buyurdu. Bundan sonra o tüccârın ilk hanımı vefât etti. Tüccâr da başka bir hanımla daha evlendi. Bu hanımından bir oğlu, birde kızı oldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı. Bir gece karar verip, “Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri arasına kabûl etmesini isteyeyim” diye düşündüm. O gece rü’yâmda kendimi derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise karşı sahilde idi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; “Çabuk gel! Çabuk gel! Geç kaldın” buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim hemen zikretmeye başladı. Sonra uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?” dedim. Sabahleyin İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rü’yâyı bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzettim. Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana; “Yolumuz tam budur. Buna devam et” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı olanlardan Mevlânâ Murtaza Nâib şöyle anlatmıştır: “Askere gittiğimde ihtiyâçlarımı karşılama husûsunda sıkıntıya düştüm. O günlerde mühim ihtiyâçlar zor te’min ediliyordu. Oğullarım da askerde olduğundan sıkıntım artıyordu. Bu sebeble çok üzülüyordum. Bir gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yardımıma yetişmesini istiyerek, Allahü teâlâya duâ ettim. O gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Elime üzerinde birşeyler yazılı olan bir kâğıt verdi. Sabahleyin bu kâğıdı dîvâna götürüp, ihtiyâçlarımdan dolayı bana yardım etmeleri için verdim, İki-üç gün içinde işim görüldü. Arzu ettiğim şeye kavuşup rahatladım. Bu işimin hemen halledildiğini görenler hayret edip; “Biz senelerdir askeriz, bizim mühim işlerimiz daha hâlledilmedi, bu nasıl olur?” dediler. Bunun üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve bereketiyle olduğunu anlattım. Ona karşı sevgileri ve bağlılıkları iyice arttı.”
Yine bu zât şöyle anlatmıştır: “Babam bana vasıyyet etti ve dedi ki: “Vefât edince, cenâzemi İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürüp, beni de talebeleri arasına almasını iste. O öyle bir yolda ki, insanlar öldükten sonra da onun teveccühüne kavuşur” dedi. Babam vefât edince vasıyyeti üzerine cenâze namazının kılınması ve hâlini arzetmek için cenâzesini götürdüm. Durumu arzettim. Bunun üzerine; “Yarın meclisimizde hazır bulun” buyurdu. Ertesi gün gidip huzûruna oturdum. Bu sırada beni bir hâl kapladı. Kendimden geçip gaybet (kendimi kaybetme) hâline girdim. Bu hâlde iken bir de gördüm ki, babam da huzûrunda oturuyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile arasında bir kişi vardı. Babam da zikrediyordu. Babamın bu hâlini görünce Rabbime şükrettim.”
Bu talebesi yine şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar kalesinde hapis iken, birgün vefât ettiği haberi yayıldı. Çok üzülüp ağladım ve Fâtiha okudum. Üzüntüyle ağlayıp gözyaşı dökmekte olduğum gece rü’yâmda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Yanında birkaç dervişle içeri girdi. Bana hitâb ederek; “Vefât ettiğime dâir yayılan haber yalandır!” buyurdu. Bunun üzerine hemen uyanıp kalktım, yayılan haberin yanlış olduğunu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sıhhat ve afiyette olduğunu bildirdim.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Muhammed Emîn, birgün ona şöyle arzetti: “Nevâbşîr Hâce, asil ve şerefli bir aileye mensûp olup, babası ve dedeleri evliyâdan idi. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve haram olan işlerle meşgûl oluyor, bunun ıslâhı için bir teveccüh buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden olurlar.” Bunu arzedince İmâm-ı Rabbânî hazretleri sükût etti. Yine bir defa aynı şey arzedilince İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ey Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce’nin hâline teveccüh ettim. Onu haramlar ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize çekeceğiz” buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o kimse, içki içmeyi ve işlediği diğer haramları terkedip tövbe etti. Bundan sonra ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Bu zât bir defasında Serhend şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend’e dönüşünde hastalanıp vefât etti. Oğulları onu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir yere defnettiler. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Sonunda biz onu yanımıza çekeceğiz” buyurmasının hikmeti anlaşıldı.”
Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri odasında yalnız otururken, talebelerinden Abdülmü’min hizmetinde bulunuyordu. Abdülmü’min’e; “Ne istiyorsan iste?” buyurdu. Abdülmü’min yeni müslüman olmuş ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini tanıyıp hizmetinde bulunmakla şereflenmişti. Dedi ki: “Her ne kadar uğraşdımsa da annemle, birâderimin müslüman olmalarını sağlayamadım! Onların müslüman olmaları için teveccüh buyurmanızı arzu ediyorum.” Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok muhabbet, çabuk müslüman olmaya sebep olacak” buyurdu. Aradan üç gün geçti ki o talebesinin annesi ve kardeşi Serhend’e gelip müslüman olmakla şereflendiler.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri bana şöyle anlattı: “Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri hastalanmıştı. Bu hastalığı sırasında yemek için onbir tane üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırıp; “Çok garîb bir hâl gördüm.
Bu üzümleri önüme koydukları zaman, hepsinin Allahü telâlâya münâcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim. Allahü teâlâ üzümlerin münâcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı bunları yemeğe bağlı kıldı” buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tane yeyince hastalığı tamamen geçti. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o üzümleri yedirdiler ve onun da hastalığı iyileşti.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle nakleder: “Hâller sahibi Seyyid Rahmetullah’dan işittim. Şöyle anlattı: “Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla bir sahraya gittik. Orada bir puthâne gördüm. Birgün senin üstadından, “Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın, veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah yolunda, din için cihâd eden gaziler sevâbına kavuşur” diye duymuştum. Onların bu sözlerine güvenerek arkadaşlarıma bu sahrada, bu puthâneyi koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım dedim. Duvarlardan biraz yıkmıştık ki, bu civarda tarlalarında çalışan Hindulardan biri, bizim puthâneyi yıkmakta olduğumuzu görmüş. Koşup, o puthânede tapınan köylülere haber vermiş. Aniden ne görelim! Bin kişiye yakın bir kalabalık, taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla üzerimize doğru geliyorlar. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeğe başladım. Bu hâlde iken, senin üstadının kalbine müteveccih oldum ve; “Ey din büyüğü! Sizin nasihatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü teâlânın izniyle bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar” dedim. Bu yalvarma ve iltica esnasında İmâm-ı Rabbânî’nin ( radıyallahü anh ) sesi kulağıma geldi. Ve dedi ki: “Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum.” Ben arkadaşlarıma; “Bana bir hâl oldu. Hazret-i İmâm’ın sesini duydum, İmâm’ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı” dedim. Hindular çok yaklaşmışlardı ki, aniden otuz kırk kadar süvari göründü. Tam bir sür’atle geldiler, bir kısmını kamçıladılar ve bizi korudular. Hepsini sürüp götürdüler. Bu iş senin büyük üstadının tasarrufu ve kerâmeti ile oldu.
Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl, sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu, İmâma sığınıp, imdâd diledi, İmâm, elinde baston ile göründü ve o kükremiş arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kurtuldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden biri, cüzzam hastalığına yakalandı. Dostları, onunla oturmaktan, bir arada durmaktan, onunla sofraya oturup yemek yemekten kaçınıyorlardı. Hattâ birgün, bir toplantıda, çok sevdiği arkadaşlarından biri onunla aynı kabdan yemek yemekten açıkça çekindi. Bu zât, bundan çok kırıldı ve üzüldü. Hazret-i İmâm’ın dergâhına sığınıp, Allahü teâlânın izniyle teveccüh ve yardım etmesi için yalvardı. Hazret-i İmâm, şefkat ve merhametlerinin çokluğundan, kederlendi ve o hastalığın kalkması için duâ etti. O hastalığı kendine çekti. Şöyle ki, bu hastalık o kimsenin bedeninden onun mübârek ayaklarına intikâl eyledi. Dostları bu kimsenin vücûdunda hastalıktan eser kalmadığını gördüler. Gerçi muhlislerin ihlâsı ve akidesi daha çok kuvvetlendi. Ama, bu hastalığın hazret-i İmâm’a geçmesinden, hepsi rahatsız, huzûrsuz olup, eleme gark oldular. Bu hastalık sebebi ile, oğullarının ve talebesinin sabırsızlığını, feryâdlarını, ağlamalarını ve korkularını görünce, kendilerinden de kaldırılması için bir daha duâ edip, yalvardı. Allahü teâlânın yardımı ile, kendilerinden de kalktı. Oğullarına ve dostlarına bunun müjdesini ulaştırdılar. O hastalığın bulunduğu a’zâlarını gösterip eser kalmadığını bildirdiler. Hepsi şükrettiler.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile birlikte bir köye gitmek üzere yola çıkmışdı. Bir sahraya geldikleri sırada, hava çok sıcak ve tozlu idi. Talebeleri bunaltıcı havada susamışlar ve sıcaktan rahatsız olmuşlardı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözlerini semâya dikerek duâ edince, birkaç adım yürümeden bir parça bulut göründü ve hepsini gölgeledi. Toz kalkmayacak ve çamur olmayacak kadar yağmur yağdı. Yağmurun ardından havanın hararetini düşüren hafif bir rüzgâr esti.
Talebelerinden biri şöyle anlatır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri taleberiyle beraber bir yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada, talebelerine aniden şöyle buyurdu: “Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirayet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; (Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî’ul-alîm) ve Eûzü bi-kelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ halak) duâlarını tekrar tekrar okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur.” Bunu söyledikten sonra iki saat geçmeden kervansarayın ba’zı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü söndüremediler ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Abdülmü’min Lâhorî’nin de malları yandı. Ona; “Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?” buyurdu. Arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Birgün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: “Hazreti Ali’ye karşı savaşanları, hele Hazreti Muâviye’yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmâm-ı Rabbânî’nin “Mektûbât”ını okuyordum. Okuduğum yerde; “İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Hazret-i Muâviye’yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr’i ve hazret-i Ömer’i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezayı vermek lâzımdır” yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. “Mektûbât’ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rü’yâmda gördüm ki; senin o büyük üstadın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve; “Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit” buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bahçenin kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu gördüm. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona birşeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstadın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. “Bu oturan zât, hazret-i Ali ( radıyallahü anh )dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor” dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. “Sakın, sakın! Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O büyüklerden hiçbirini, hiç kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!” dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; “Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!” buyurdu. Bu nasihati dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu husûsdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; “Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!” dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime dedim ki: “Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!” Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rü’yânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allahtan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî’ye ve onun yazdıklarındaki ma’rifete inancım iyice arttı.” İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden mevki sahibi yüksek rütbeli bir subay, hazret-i İmâm’ın bir vezirin yanına gittiğini duyunca, üzüldü ve; “Dünyalık isteyenlerin huzûruna gitmek, onlara yakışmazdı” dedi. Bunu söylerken orada, hazret-i İmâm’ın muhlislerinden biri vardı. O subaya; “Elbette bir müslümanın işini görmek yahut hayırlı bir iş için gitmişlerdir, sizin bu i’tirâzınız hiç de iyi değildir” dedi. Öbürü susup, birşey söylemedi. O genç subay aynı gece rü’yâda gördü ki, gaybden bir grup insanlar geldi. Tamamen kızgın idiler. Büyük bir suç işlemiş gibi kendisini azarladılar. Birgün evvelki i’tirâzı ile işlemiş olduğu kabahati kendisine hatırlattılar. Sıkıca tutup dilini kesmek istediler. Çok yalvardı, özür diledi, sayısız tövbe ve istiğfar eyledi. Diğerleri de kabûl edip vaz geçtiler. Bundan sonra görünüşte ağır gelse de, hazret-i İmâm’ın hiçbir işine ve sözüne i’tirâz etmedi.
Muhammed Hâşim-i Keşmî nakleder “Vera’ ve faziletler sahibi, cenâb-ı Hakkın velî kulu, Hâce Abdülhak bu fakire şöyle anlattı: “Zamanımız âlimlerinden birinin meclisinde idim. Söz senin yüksek hocandan açılmıştı. O âlim, hazret-i İmâm’ı kötülemeğe başladı. Ben o âlime dedim ki: “Bu fakîr, bu azîzin sohbetinde bulundum. Aynı zamanda çok evliyâ da gördüm. Onlarda gördüğüm yüksek hâlleri, eşsiz ma’rifetleri ve dînimize bu derece bağlılığı, diğerlerinde göremedim. Biliyorum ki, bu büyükler Allah adamlarıdır.” O âlim, bir takım mes’eleler ortaya attı. Uzun müddet konuştuktan sonra, kendisine dedim ki “İşte Kur’ân-ı kerîm! Hadi, ikimiz de abdest tazeleyip, ikişer rek’at namaz kılalım. Tam bir niyet ve ihtiyâç ile Kur’ân-ı kerîmi açalım. Açtığımız sahifenin ilk kelâmını bu zâtın hâline işâret tutalım ve münâkaşaya böylece son verelim.” Sözümü kabûl etti. İkimiz de ikişer rek’at namaz kıldık. Kur’ân-ı kerîmi o âlim eline aldı. Tam bir arzu ve iştiyâkla sahifeyi açtı. Kur’ân-ı kerîmden açtığı sahifenin başında meâlen; “Öyle insanlar vardır ki, ticâret ve alış-veriş onlara Allahın zikrini (Allahı hatırlamağı) unutturmaz” (Nûr-37) buyurulan âyet-i kerîme çıktı. O âlim hayret etti ve söylediklerine pişman oldu. Ben de şükrettim. Onların bu kerâmetlerini gördüğüm için, onlara bağlılığım daha çok arttı.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle anlatmışlardır Bir tüccâr İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin komşularından birinin malını çaldı. Mal sahibi ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabasından bir genci hırsızlıkla itham etti. O genç, hakaret ve dayak korkusundan kaçıp gitti. Serhend nöbetçisi bunu duyunca hazret-i İmâm’ı çağırdı, işinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek îcâbetmediğini bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden birisi ile, yaya olarak oraya gitti. O edepsiz nöbetçi onların şânına yakışmayan çok alçak sözler söyledi Hazret-i İmâm ise gayet yumuşak cevaplar verdi. Bu esnada Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye; “Kimi ayağına çağırdığım biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar elbette kısa zamanda cezasını görür” dedi. Nöbetçi onları bıraktı. Aradan birgün geçmeden bu edebsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından ve akrabasından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve evin damına çıktı. O evde de harb için saklanan patlayıcı maddeler vardı. Oraya aniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi, bütün oğlu ve akrabası ile havaya uçtu. Cesedleri bile görülmedi. Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezasını canıyla ödedi. Beyt:
Yalnız kendine değil, edebsizin zarârı,
Onun ateşi sarar, hattâ bütün âfâkı.
Zamanın sultânı, haksızlık yapan kumandanlardan birinin oğlunu, tam bir kızgınlıkla Lâhor’a çağırdı. Sultânın kızgınlığının çokluğunu görenler, gelir gelmez, onu fillerin ayakları altına attırıp ezdirecek diye düşündüler. Kumandanın oğlu da böyle düşünmüştü ve çok korkmuştu. Serhend şehrine gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini o zamana kadar görmediği hâlde, ona inanması ve ma’nevî bağlılığı sebebi ile, huzûrlarına gelip kendisini koruması için yalvardı. Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Hiç korkma! Allahın izni ile sana hiçbir kötülük ve eziyet yapılmayacak, hattâ sultan sana lütfedip muhabbet ve hürmet gösterecek” buyurdu. Eleminin ve ızdırâbının çokluğundan onlara; “Size bağlı olan bu muhlisiniz hakkında buyurduklarınızı, kalem ile bir kâğıda yazsanız ve o yazıyı bu garîbe verseniz, hiç sıkıntım kalmazdı efendim” diye arzetti. Bu husûstaki ısrârının fazlalığı üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri tebessüm edip şöyle yazdı: “Filân kimse, sultânın gadabından, kızgınlığından kurtulmak için bu fakire sığındı. Bu fakîr onu himâye kanatlarımın altına aldım. Helak olmaktan kurtuldu.” Bu kâğıdı alıp huzûrundan ayrıldı. Epey bir zaman sonra, birisi haber getirip; bu şahsa sultânın eziyet ettiğini zindana attığını söyledi. Bu haber İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, tebessüm etti ve: “Sabah güneşi kadar açık olarak görüyorum ki, o şahıs sultandan şefkat ve inâyet görmektir. Söylenenler doğru değildir” buyurdu. İki üç gün sonra haber geldi ki, bu şahıs sultânın huzûruna çıkınca, sultan kendisini gülerek karşıladı ve birkaç nasihat edip, sonra iltifât göstererek ona hil’at verdi.
Sultan-zâdelerin birini, zamanın pâdişâhı zindana attırdı. Pâdişâh onun öldürülmesini istiyordu. O zavallı her tarafa baş vurdu. Evliyâdan da yardım istedi. O sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri Akra’ya gelmişlerdi. Zindanda üzgün bir hâlde bulunan bu zât, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden biri vâsıtası ile kendisinin kurtulması için, husûsî teveccüh ve duâ etmesini rica etti. Bu talebe gelip tam bir yalvarma ve ısrar ile, o zâtın isteğini arzetti. Hazret-i İmâm o gece teveccüh eyledi. Sabahleyin buyurdu ki: “Ona müjde ulaştır ki, ölümden kurtuldu. En kısa zamanda hapisten de çıkacak.” O talebe sevinçle bu haberi ona götürdü. Fakat Sultan-zâde, ızdırâbının ve eleminin çokluğundan bu habere tamamen inanamadı. Allahü teâlânın velî kullarından olan başka bir zâtdan da kurtulması için teveccüh etmesini, bir haberci ile rica etti. O velî de; “Üzülmesin! Gördüm ki; Nakşibendî büyüklerinden birinin çengeli geldi. Onun balığını, helak girdabından çıkardı” dedi. Sultan-zâde o günlerde hapisten çıktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden oldu. Bu işe vâsıta olan o zât anlatır: “Hazret-i İmâm onun kurtulacağını buyurduğu zaman; “Gününü söylemeyince, gönlü rahat etmiyor” dedim. Buyurdular ki: “Yarın çıkacak.” Söyledikleri gibi oldu, ertesi gün hapishâneden kurtuldu.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Annesi tarafından Sultan-zâdelerden olan, bu yüksek yolumuzun üstâdlarından birinin oğlu, kulunç hastalığına yakalandı. Günlerce devam etti. Doktorlara baş vurdu. Bir fâide göremedi. Çok eziyetler çekti. Çok üzüldü. Ne yapacağını, kime baş vuracağını bilemiyor, gece gündüz gözüne uyku girmiyordu. Bu hakîrin tanıdıklarından olan yakınlarından birini, bu fakire gönderip; “Yolumuzun azîzlerinin büyüklerinden yüksek üstadınıza, iyi bir zamanda, bu belânın kaldırılması için teveccüh etmelerini arzederseniz, biz ve büyüklerimizin rûhları sizden memnun olur” diye söyledi.
Bu haberi getiren fakir ikindiden sonra geldi. O gece yatsı namazından sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini odalarında yalnız bulup, hastanın durumunu anlatıp kendilerinden teveccüh istediğini arzettim. “İnşâallah elimizden geleni yaparız” buyurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra, bizzat kendisi bu fakiri çağırdı. Kulağıma yaklaşıp; “Teheccüd namazından sonra, akşam sizin söylediğiniz hastalığın kalkması için duâ ettim. Allahü teâlânın yardımı ile o belâ kalktı. Hemen git. Duâmızı o ümitsize ulaştır” buyurdu. Bu fakir emirlerine uyarak, o şahsın yanına gittim. Beni görür görmez, yerinden fırladı, boynuma sarıldı ve gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Hâlbuki, ben daha bir kelime konuşmamış idim. Dedi ki: “Seni ne için gönderdiklerini anladım. Biraz önce, burada olanlara; “Gecenin bitmesine birkaç saat kalmışdı ki; bu hastalık benden tamamen kalktı. Sanki hiç hasta olmamış gibi bir hâle geldim” demiştim. Yakînen anladım ki, ricamı onlara arzetmişsiniz. Onlar da bu anda teheccüd namazına kalkmışlar, bu hastalığın kalkmasına duâ ve teveccüh eylemişlerdir. Duâları kabûl edildi. Şimdi müjdesini bana gönderirler diye düşünüyordum.” Ben de; “İşin doğrusu tamamen anladığınız, düşündüğünüz gibidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni bu müjdeyi size ulaştırmak için gönderdiler. Elhamdülillah ki, yüksek yaratılışınız ve bağlılığınız sebebi ile yazıya ve habere lüzum göstermediniz” dedim. Bu hâdiseyi gördükten sonra şeyh-zâde, sultan evlâdından olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gelip, tövbe ve inâbetle, talebe olma saadetine kavuştu. Muhlislerinden ve sevdiklerinden oldu. Öyle ki, hocasına gelirken dâima yaya olarak huzûruna gelir, bu memlekette, bu zamanda, böyle büyük bir zâtın bulunduğuna dâima şükrederdi.”
Hâce Divâne Sûreti’nin talebesi olan Mevlânâ Muhammed Emîn ağır bir hastalığa tutulmuştu. Bu hastalığı epey bir zaman devam etti. Doktorların tedâvisinden bir fâide görmedi. Hazret-i İmâm’ın büyüklüğünü duyunca, tam bir yalvarma ile mektûp yazıp, şifâ ve deva olan duâlarını istirhâm edip, teberrüken bir elbise göndermelerini de yalvararak istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri onun arzusu üzerine merhamet edip, bir mektûbu ve teberrüken bir gömleklerini gönderdi.
Mektûp şöyledir:
“Kıymetli oğlum! Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zamana kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz, ne kadar devam edecek! Kendini ve herkesi ölü olarak düşünmek, hissiz ve hareketsiz şeyler gibi bilmek lâzımdır. “Elbette sen öleceksin, o kâfirler de ölecekler...” (Zümer-30) âyet-i kerîmedir. Bu birkaç günlük dünyâ hayâtında, çok zikr ederek, kalb hastalığından kurtulmak en mühim iştir. Bu kısa zamanda ma’nevî hastalıkların ilâcı, Allahü teâlâyı hatırlamaktır. Maksadların en büyüğü olan kalb, Allahtan başkasına tutulursa, ondan ne hayır gelir. Âhırette kalb selâmeti isterler. Rûhun, Allahtan başka şeylerden kurtulmasını ararlar. Bizim gibi dar düşünceliler, dâima kalb ve rûhumuzu başka şeylere bağlamak için sebepler aramağı düşünürüz. Heyhat’ Heyhat! Ne yapalım. Âyet-i kerîmede meâlen; “Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler” (Âl-i İmrân-117) buyuruldu. Zâhiren olan hastalığınızdan merak etmeyiniz, inşâallah sıhhate kavuşup tamâmiyle iyi olacaksınız. Bu fakirden elbise istemiştiniz. Bir gömlek gönderdim. Giyiniz ve çok bereketli olan netice ve semerelerini bekleyiniz. Allah yolunda gidenlere selâmlar olsun. Beyt:
“Efsâne gibi okuyanlara efsânedir
Kıymetini bilene, behâsız hazînedir.”
Mevlânâ Muhammed Emîn, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin gönderdiği gömleği giydi. Onun duâsı bereketiyle senelerce devam eden o hastalıktan kurtuldu. Gelip talebelerinden oldu.
Talebelerinden fazilet sahibi bir zât şöyle anlatmıştır: “Benim İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olmamın sebebi şudur: Çok sevdiğim bir akrabam vardı. Ağır hastalığa tutuldu. Çok doktorlara gitti, ilâç kullandı. Fakat bir fâide görmedi. Bir kimseden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ismini ve büyüklüğünü duydum. Huzûruna gidip, teveccühlerini istirhâm ettim. Fâtiha okudu ve husûsî odasına gitti. Biraz sonra çıkıp; “Hastası için bizden şifâ isteyen ilim talebesi nerededir” deyip, beni çağırdı. Hemen huzûruna gittim. “Gelin, af ve mağfiret olunması için Fâtiha okuyalım!” dedi. Sonra ben şaşkın ve üzgün olarak, Serhend’den birkaç kilometre uzakta bulunan köyüme döndüm. Yolda, kendi kendime dedim ki: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Fâtiha okuyalım buyurarak, Fâtiha okumasından bu akrabamın vefât ettiği anlaşılıyor. Eğer böyle ise, bu çok büyük bir hârikadır. Muhakkak gelip, talebesi olmalıyım.” Eve geldiğim zaman gördüm ki, akrabam vefât etmiş, yıkamış ve gömmüşlerdi. Hesâb ettim. Tam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni çağırıp; “Af ve mağfireti için Fâtiha okuyalım” buyurduğu sırada vefât etmişti. Ben bu sebeple, o büyük İmâm’ın talebelerinden oldum.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir azîzden işittim, şöyle buyurdu. “Mühim bir iş için Lahor şehrinden, Burhânpûr şehrine gitmiştim. Serhend’e gelip, hazret-i İmâm’ın ellerini öpmekle şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüt ediyorum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok mühim bir işin var, muhakkak gitmelisin, inşâallah hayırlısı olur” buyurdu. Emîrlerine uyarak yola çıktım. Henüz iki üç konak gitmiştim ki, hastalığım arttı. Bir gece böyle devam etti. Bu hastalığın şiddetli zamanında kendi kendime; “Onlar bana; “Gidin bunda hayır vardır” buyurdu dedim.” Hâlbuki hastalığım çok arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnasında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda gördüm. “Hiç üzülme, şifâ bulacaksın yola devam et” buyurdu. Sabah olunca, o hastalıktan hiçbir eser kalmadığını gördüm. Delhi’ye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir şehir) helvası ikram etti. Bunu yiyince, o hastalık daha şiddetli olarak tekrar bana geldi. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerem ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım, İki gün geçmeden, hazret-i İmâm’ın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri, aniden kapıdan içeri girdi. “Hayırdır, inşâallah” dedim. Dedi ki: “Beni İmâm-ı Rabbânî hazretleri gönderdi. “Git, filân dostunun yanında bulun, şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı olup, beraber bulunursunuz” buyurdu. “Senin yanına gelmek üzere yola çıkacağım sırada bir torba şifalı ot isteyip sana getirmem için bana verdi. İşte getirdim.” Ben dedim ki: “Bu otları İmâm-ı Rabbânî hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilâç olarak göndermiştir. Bu otları ezip, suyunu içmeliyim.” Doktorlar; “Sıtmanın şiddetli zamanında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez” deyip, beni bu işten men etmek istediler. Ben onlara; İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunları benim için gönderdi içeceğim” dedim, ister istemez o otları ezip şerbet yaptılar, içer içmez, hastalığımın yarısının geçtiğini anladım. Ertesi gün kalan otların da suyunu çıkarıp içtim. O hastalık ve sıtma tamamen geçti. Orada bulunanlar, bu hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlılıkları kuvvetlendi.” Dekken memleketinde bulunan bir zât vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini henüz görmemişti. Fakat uzaktan tanımış ve sohbetine kavuşmayı çok arzu ediyordu. Arzusunun çokluğundan; “Uzakta kalan ve o ni’metlerden mahrûm olan bu garîbe imdâd ediniz” şeklinde bir mektûp yazdı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mektûbu okuyup ona cevap olarak yazdığı mektûpda şöyle buyurdu:
“Mektûbunuzu okurken, o diyardaki nûrâniyetinizin fazlalığını gördüm ve ümidim arttı. Bunun için Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun.” O zât bu müjdelerle dolu mektûbun gelişinden bir sene sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbeti ile şereflendi. Bir müddet o kapıda hizmet etti ve çok iyi muâmele gördü. Sonra tekrar, Dekken’e gitti. Dekken’e döndükten sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin müjdesi zâhir oldu. Binlerce tâlib onun yardımı ile Ahrâriyye yoluna girdi. Bir çokları, hâl ve zevklere kavuştu. Birçok fâsık tövbe edip, doğru yola girdi. Onun bu hâlini, İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha önceden görmüş ve haber vermişdi. Mısra’:
“Kalbler, uzağı gören gözüne, esîr olsun.”
Dekken’de emrinde binlerce insan olan, bir vâli vardı. Bu vâli sâlihleri, âlimleri, ârifleri severdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de çok bağlılığı ve muhabbeti vardı. Aniden eyâlet başkanlığından azledildi. Zamanın sultânı, onun ve çocuklarının hakkında gayet kötü düşünüyor, hattâ öldürmek bile istiyordu. O vâlinin tanıdıklarından olan, Mir Muhammed Nu’mân onun hâlini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûp yazarak arzetti. Husûsî yardımlarını istirhâm edip, tekrar aynı makama gelmesini ve sultan tarafından gelecek belâlardan muhafaza edilmesi için duâ istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna şöyle cevap yazdı: “Mektûbunuzu okurken o hân (vâli) gözümde, pek yüksek göründü. Onun hakkında hiç merak etmeyiniz.” Bu mektûp, Mir Muhammed Nu’mân’a ulaşınca, mektûbu vâliye gönderdi. O da buna çok sevindi şükretti ve dedi ki: “Sultânın, yoktan yere beni bu kadar fenâ tanıması ve beni bu hâle düşürmesi bana çok ağır geliyor. Hasedçiler, sultâna benim hakkımda çok yalanlar söylemişler ve yazmışlar. Bununla beraber büyük velîlerin, eşsiz âriflerin teveccühlerine tamamen inanıyorum ve güveniyorum.” Bu mektûbun yazılmasından on-oniki gün sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Tekrar merhamet ve şefkat edip, o eyâlet ve memleketi vâlinin emrine verdi. Eskisinden daha çok ihsân ve iltifât eyledi.
İnsanları doğru yola getirmek için çok çalışan bir âlim, muhabbet ve tam bir aşk ile, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri yeni gelenlere, bilhassa şeyhlere ve âlimlere karşı gösterdiği neş’eyi, tevâzu ve muhabbeti bu kişiye göstermedi. Ba’zı üstün talebeleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Bu zât, meşhûr âlimlerdendir” diye arzedip; “Tam bir ihlâs ile, çok uzaktan huzûrunuza geldi. Ona, merhamet buyurun” dediler. Buyurdu ki: “Evet, öyle düşünüyorduk. Fakat, alnında açık bir yazı ile “münkir” kelimesinin yazılı olduğunu görüyorum. Ne yapalım!” Talebeleri bundan dolayı şaşırdılar. Bir müddet onların yanında kaldı. Zamanla İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin keşf ve firâsetlerinin tamamen doğru olduğu anlaşıldı. Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Mü’minin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allahın nûru ile bakar” buyurmaktadır.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden azîz bir zât şöyle anlatmıştır: “Daha hocamın huzûru ile şereflenmemiştim. Bir mektûp gönderip; “Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) eshâbının bir sohbetle, eshâbdan olmayan, en büyük evliyâdan daha üstün olmalarının sebebi nedir? Yoksa bir sohbette evliyâda hâsıl olan bütün hâllerden daha üstün bir hâl mi elde ediyorlardı” diye sordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunun cevâbında; “Bu suâlinizin cevâbı sohbete, hizmete ya’nî beraber bulunmaya ve görüşmeye bağlıdır” diye yazdılar. Bundan sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrları, hizmetleri ve sohbetleri ile şereflendim. Daha ilk sohbette öyle hâllere kavuştum ki, açıklamaya ve beyâna sığmaz. Aynı gün İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni çağırıp: “Bu gün senin mektûbuna cevap verdim, senin hâllerin başka şekil aldı. Anladın mı? Yoksa anlamadın mı?” buyurdu. Ayaklarına kapandım. O esrâr ve firâset nûrlarının bahçesindeki servinin ayaklarının toprağına, kalb gözlerimden gizli nehirler akıttım.”
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri şöyle anlatmıştır: “Gönül sahibi bir seyyid, birgün İmâm-ı Rabbânî’nin huzûrlarına geldi. Seyyidi, öyle bir hâl kaplamıştı ki, yanında oturan onun kalbinin; “Allah! Allah!” dediğini duyardı. Hele uyuduğu zaman kalbinin bu zikri iki kat fazla duyulurdu. Zamanın meşâyıhından, kemâle ve olgunluğa gelmeden icâzet almıştı. Bu icâzetin hakkıyla verilmemiş olduğu anlaşıldı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden de izin ve icâzet almak istiyordu. Onun kalbinin zikretmesi ve isteği üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Mübârek bir zât olduğu anlaşılıyor. Ama bu hadde varan kalb zikrinin istilâsından ve hakkıyla verilmemiş olan o icâzetlerden dolayı olan düşünceleri, onun ilerleme yolunu kesiyor. Ona yapılacak ilâç, bu hâllerini yok etmektir.” iki gün geçmeden, o kalbe âid zikr kendisinden öyle alındı ki, her ne kadar kendini zorlasa bile zikr edemedi. Şaştı kaldı. Ağlamağa, inlemeğe, feryâd etmeğe başlayıp, çok göz yaşları döktü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birkaç gün içinde, teveccühü ile onu eritti ve onun gurûrunu kökünden kazıdı. Sonra onu çağırıp, tasavvufda gizli hâller ile süsledi, hâllendirdi ve buyurdu ki: “Kalb hâlleri, kalbe âid ve kökleşmiş olmalıdır.” İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl ve keşf sahibi küçük kardeşleri ve kıymetli talebesi Şeyh Muhammed Mes’ûd, geçim için ihtiyâcını gidermek maksadıyla, Kandehâr şehrine ticârete gitmişti. O günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir sabah huzûrlarında bulunan hizmetçilerine şöyle buyurdu: “Ne garîb iştir. Kardeşim Muhammed Mes’ûd’un nerede olduğunu öğrenmek için teveccüh eyledim. Keşf gözü ile her ne kadar aradıysam, hiçbir yerde bulamadım. Bundan sonra daha dikkatli teveccüh eyledim, ölmüş ve henüz gömülmüş olan yeni mezarını gördüm.” Dinleyenler hayretler içerisinde kaldılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunu söylemesinden bir müddet sonra, kardeşinin beraber gittiği arkadaşları geldiler ve onun Kandehâr’da vefât ettiğini söylediler.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir defasında Ecmîr şehrine gitmişti. Bu sırada mübârek Ramazan ayı gelmişti. Âdeti üzere teravih namazlarında, Kur’ân-ı kerîmi hatm etmeğe başladı. Birinci gece yağmur yağdığı için küçük bir mescidde namazı kıldılar. Çok sıkışık oldu. Ba’zı kimselerden onlara sıkıntı ve eziyet geldi. Namazı bitirdikten sonra, buyurdu ki: “İnşâallah hatmlerimizi bitiririz. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ile geceleri yağmur yağmayıp, mescidin avlusunda teravih namazı kılarsak ne büyük bir ni’met olur.” Muhammed Hâşim-i Keşmî bundan sonrasını şöyle anlatmıştır: “Bu fakir, bir arkadaşıma; “Ne söylediklerini duydun mu? Ramazanın sonuna kadar bir daha yağmur görmeyeceğiz, inşâallah” dedim. Dördüncü hatmi bitirdikleri Ramazân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesine kadar, gece yağmur yağmadı. Bu da onların büyük bir kerâmeti idi.”
Yine Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Teravih namazı kıldığımız o mescidin, bir duvarı sağlam yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrâfında bulunanlar oradan geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: “Bu duvar, bu fakirler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde yıkılmayacak. Nitekim büyükler; “Bizim şakamız ciddîdir” buyurmuşlardır. Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra bir bahâne ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın yıkılmasını ta’kib ediyordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri mescid görünmez oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lahor şehrine gittikleri zaman bir gece, yatsı namazını kıldıktan sonra eski bir binanın yanında durup; “Sakın kimse bu binanın yanında bulunmasın!” dedi. O gece yağmur yağacak ve fırtına esecek bir durum gözükmüyordu. Tecrübeli bir şahıs bana; “Diğer eski binalar bundan kurtulacak da, bu binanın kabahati nedir ki, yıkılacak” dedi. Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, o bina aniden yıkıldı. Bu binada bir kadın yatıyordu. Ev onun başına çöktü. Yakın olan birisinin ayağına da bir tuğla düştü. Kadını görenler ezildi ve öldü zannederlerdi. Hazret-i İmâm; “Biz bu gece burada kimse kalmasın demedik mi?” buyurdular. O kadını oradan çıkardıkları zaman, üzerinde bir yara ve incinme görülmedi, bir zarar görmemişti.”
O zamanın sultânının üçüncü oğlu, diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin bir durumda idi. Babasına isyan etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücum ettiler. Şiddetli bir harb başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri deruhte eden büyük bir kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin sevgisini kazanmıştı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları himâye ediyordu. Zamanın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine mektûp yazıp; “Delhi’de bulunan velîler ve büyükler keşf ve vâkı’alarla galibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında olduğunu görüyorlar. Hazretiniz bu husûsda ne buyururlar” dediler: İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında; “Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamamen görüyorum” buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri devleti idâre edip, sonra Allahü teâlâ kardeşler arasında sultanlığı ona (Şah Cihan bin Cihângir’e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makamına geçti. Allahü teâlâ, bu sultâna Hindistan’ı adâlet ve ihsânla dolduran bir padişahlık nasîb eyledi. Bu pâdişâh sayesinde memleket başka nizâma girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler yapıldı.
Vefâtı:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri 1024 (m. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken, talebelerinden çok sevdiklerine; “Benim ömrüm ve hayâtım hakkındaki kazâ-yı mübremin altmışüç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler” buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı zamanda bu husûsta Hazreti Ebû Bekr’e, Hazreti Ömer’e ve Hazreti Ali’ye de uymuş oluyordu.
1032 (m. 1623) senesinde Ecmîr’de iken; “Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler görülmeğe başladı” buyurdu. Serhend’de bulunan kıymetli oğullarına mektûp yazıp; “Ömrümüzün sona ermesi yakındır” buyurdu. Babalarının hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli oğulları, bu mektûbu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler. Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı. Buyurdu ki: “Kıymetli oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve bağlılığım kalmadı, öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk alâmetleri görünmeğe başladı.” Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki: “Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu. Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını sordum. Babaları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, vefâtının yakın olduğunu açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki sıkıntı ve darlığı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve: “Bir takım işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler” buyurdu. Bu müjdeden, bu iki mes’ud kardeş çok sevindiler, mesrûr oldular. Bundan sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla beraber, bu fakirin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat, bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun yıllar yaşayacaklarını ümid ettik.”
Gaybî habercilerden biri de şudur “İmâm-ı Rabbânî hazretleri o günlerde, Hâce Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet o evliyânın kalblerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki: “Hazret-i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi husûsî bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı. Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: “Bu asker arasında bulunmaktan kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızâsına bırakınız.” Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler.
Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip eskisini evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zamanın pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherat gibi, bir sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezârın örtüsünü değiştirdiler ve eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna getirip, buna en çok lâyık olan sizsiniz diyerek takdim ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri tam bir edeble kabûl etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk bir ah çekdi ve; “Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü yoktur. Bunu, bana kefen etmek için saklayın” buyurdu.
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “O günlerde bir gece, teheccüd vaktinde bu fakir, husûsî odalarının yanına geldim. Kapılarının eşiğinin dibinde başımı dizlerimin üzerine koyarak, tefekkür etmeğe başladım. Aniden o odadan ağlamakla karışık acıklı, hüzünlü bir ses işittim. Kulağımı kapıya dayadım ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin içli olarak bir beyt okuduklarını ve Hakkı gören gözlerinden ihtiyâç ve muhabbet gözyaşları döktüklerini anladım. O beyt şu idi:
“İki günlük hayatla Câmî gamına doymadı,
Âh ne güzel olurdu, şu ömrüm uzun olsaydı.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ecmîr seferinden Serhend’e dönünce, artık evinde inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cum’a namazı hâriç, evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menba’ı olan husûsî odasına; Muhammed Hâşim-i Keşmî’den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir oluyordu. Bu halveti seçtiği günlerden birgün, soğuk bir nefes çekip; “Şeyhülislâm’ın (Ebû Ali Dekkâk’ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde insan kalmadı” sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki, talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.
O günlerde dostlarına yazdığı mektûplarda ekseriya istiğfar ve Kelime-i tevhîd’in çok okunmasını yazardı. Hattâ ba’zı mektûplarında; “Ömrümüzün sonu yaklaştı, bakalım ne olur?” diye açıkça yazdı. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Bu esnada, Dekken idâresinde karışıklıklar ve hercû merçler sebebiyle hatırıma, gidip çocuklarımı alıp, yüksek huzûrlarına getirip, Serhende, yerleşeyim diye geldi. Bu arzumu İmâm-ı Rabbânî hazretlerine arzettim. Nihâyet yüzlerce hasret ve gamla izin verdi. Gitmek için izin verdiği zaman, kendilerine; “Duâ buyurunuz da, bir an evvel dönüp Hakka kulluk edenlerin sığınağı olan kapınızla şerefleneyim” diye arzettim. Bir âh çekip; “Duâ edelim de, âhırette, hep beraber bir yerde olalım” buyurdu. Bu canları yakan son sözleri aklımı başımdan aldı. Fakat, bu talihsizin nasîbi mahrûmluk olunca, kazaya karşı gelemeyip, ister istemez, gözlerimden kanlı yaşlar akıta akıta, hasret ve gurbet şiirleri dize dize hazırlığa başladım ve ayrıldım.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şa’bân ayının onbeşinci gecesi olan “Berât kandili” gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: “Bu gece ecellerin ve amellerin takdîr edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; “Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?” buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin istedim. “Birkaç gün dur!” buyurdu. Sonra tekrar arzedip; “Hemen gidip, döneceğim” dedim. “Birkaç gün sabret!” buyurdu. Fakat; “Gidip en kısa zamanda huzûrunuza döneceğim” deyince, izin verdi ve: “Sen nerede, biz nerede, ilkbahar nerede?” mısra’ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra vefât etti.
Bunun gibi, husûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; bu günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; “Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?” diye sorunca, cevâbında: “Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum, İş böyle olunca, tamamen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâima istiğfar ediyorum, af diliyorum. Bunları zarurî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız” buyurdu.
Yine bugünlerde, birgün kendi evinin aralığında (holünde) istirahat ederken, aniden; “İki üç ay sonra biz bu evde olmayız” buyurdu. Orada bulunanlar; “Husûsî odanızda mı bulunacaksınız?” diye arzettiler. Buyurdu ki: “Orada da olmayacağım.” Ya nerede olacaksınız?” diye sordular. “Bu yerlerden hiçbirinde olacağım görülmüyor. Bakalım ne olur?” buyurup, yollarının îcâbı açık söylemedi.
Bu arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrâr mahremlerinden, yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; “Bütün bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?” diye sordu. Buyurdu ki: “Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:
“Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu ni’metin sevinçlerini saçayım.”
Muharrem-ül-harâm ayının onikinci günü buyurdu ki: “Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler.” Bu sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Sa’îd birgün, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında; “Allahü teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum” buyurdu. Yine oğlu; “Allahü teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki, siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz” diye arz etti. Bu sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: “Muhammed Sa’îd! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun.” Oğlu; “Kendi hâlime üzülüyorum” dedi ve gayet samimî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini dışarı vururcasına; “Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?” diye arz etti. Bunun üzerine; “Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve yardımlarımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok olacaktır. Çünkü bu dünyâda iken, insanlık îcâbı ba’zan ister istemez yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî sıfatlardan tamamen ayrılma vardır” buyurdu. Bunu söylediği günden i’tibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının yirmiikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına; “Bugün söylediğim günlerin kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder” buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: “Şu arada hâsıl olan birkaç günlük sıhhatte, Allahü teâlâ, Habîbine ( aleyhisselâm ) tâbi olan bir insanda bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi. Oğullarının bu sözlerden kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazreti Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) Sıddîk-i Ekber’in; “Bu gün dîninizi tamam eyledim.” âyet-i kerîmesi gelince kalblerine gelen, ya’nî Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edecektir, ilhamından bir işâret bulunduğunu anladılar. Mısra’:
Safer ayının yirmiüçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise bulunmadığı için, havanın soğukluğu te’sîr edip, tekrar sıtma hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu husûsta da ittibâ’ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden birine; “Mangal için şu kadar liralık kömür al!” buyurdu. Biraz sonra tekrar yanına çağırarak; “Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor” buyurdu. Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefât ettiği gün tamamen bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi yüksek oğullarına anlattı. Birgün ince hakîkatleri beyânda o kadar uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli değildir, bu ma’rifetlerin beyânını bir başka zamana bıraksanız nasıl olur babacığım?” diye arzetti. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ey oğlum! Daha zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım.”
Bu günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kılmağı terketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları, tesbihleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı. Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; “Bu bizim son teheccüdümüzdür” buyurdu.
Vefâtından biraz önce, kendinden geçme hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu, hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile midir, diye arzetti. Cevâbında; “İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, ba’zı çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla herşeyim tamam ve kâmil olsun” buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasıyyetlerini söylemeye başladı. Bu vasıyyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize ( aleyhisselâm ) tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikr ve murâkabeye devam etme hakkında idi.
Buyurdu ki: “Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır.” Bu sözleriyle de Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edecekleri zaman böyle nasihat eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye’den ( radıyallahü anh ). Tirmizî ve Ebû Dâvûd şöyle rivâyet eder “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bize va’z ediyordu. Bu va’zdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki: “Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz veda va’zına benziyor, bize vasıyyet ediniz.” Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki: “Size vasıyyetim olsun: Allahtan korkunuz, bir köle bile emr-i ilâhîyi bildirirse dinleyiniz ve yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalâlettir, sapıklıktır.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri vasıyyetine devamla şöyle buyurdu: “Dînimizin sahibi, Resûlullah ( aleyhisselâm ) nasihatlerin en incelerini bile; “Din nasihattir” hadîs-i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel ediniz. Benim techiz ve tekfin işlerimde sünnete uyunuz.” Bundan evvel daha önce mübârek hanımına buyurmuştu ki: “Eğer ben senden evvel, bu sıkıntılarla dolu dünyâdan âhırete gidersem, benim kefenimi, senin mehr parandan aldırırsın.”
Nasihatlerinden biri de; “Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız” idi. Yüksek oğulları arzettiler ki: “Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin gömüldüğü, şerefli ve bereketli yer hakkında; “Benim mezarım orada olacaktır. Aynı yerde gömüleceğim” buyurmuştunuz. Bu gün de böyle buyuruyorsunuz.” “Evet öyle idi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum” dedi.
Oğullarının, bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce; “Eğer böyle yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezarımı yapınız. Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişanı kalmasın” buyurdu.
Hazret-i İmâm kendi kabirleri için buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat, hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; “Serbestsiniz. Nereyi münâsip görürseniz, oraya defnediniz” buyurdu. Vefât ettiği Safer ayının yirmidokuzunda Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; “Çok zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir” buyurdu. Gecenin sonunda: “Bu gece de bitti, sabah oldu” buyurdu. O günün işrâk zamanında; “Bevl edeceğim, bir leğen getirin” buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum yoktu, “İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir” buyurdu. O en nâzik zamanda da, en ince husûslara dikkat edip, bevl etmedi ve; “Bu leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın” buyurdu. Dediği gibi yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit bulamayacaksın ilhamı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu Muhammed Sa’îd, babasının sık sık nefes aldığını görünce; “Hâl-i şerîfiniz nasıldır babacığım?” diye arzetti. “İyiyim ve kıldığım o iki rek’at namaz kâfidir” buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti. Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu husûsta da Peygamberlerin serverine ( aleyhisselâm ) tâbi oldu. Vefâtı binotuzdört senesi, Safer ayının yirmisekizi, güneş hesabı ile yirmidokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.
O ay yirmidokuz gün idi. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vefât ayı olan Rebî’ul-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) huzûruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler, yaşının sene adedi kadar olup, altmışüç gün idi. Hadîs-i şerîfde; “Bir günlük humma, bir senenin keffâretidir” buyuruldu. Çektikleri hastalık, bu hadîs-i şerîfin ma’nâsına uygun oldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine koyulup, elbiseleri soyulunca, orada olanların hepsi de gördüler ki, hazret-i İmâm, namazda olduğu gibi ellerini bağladı. Sağ elinin baş parmağı ve küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet böyle mütebessim olarak kaldı. Hattâ orada olanlar feryâd ettiler.
Yıkayıcı, mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı. Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar, velilik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zaîf bir hareketle ellerinin hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi îcâbederdi. Latif elleri mum ve taze gül yaprağı kadar taze idiler. Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin bağlandığı görüldü. Böylece iki-üç defa vâki oldu. Nihâyet oradakiler, bunda derin bir ma’nâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Madem ki, muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım” buyurdu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfde; “Yaşadıkları gibi ölürler” buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân eyler. O’nun ihsânı boldur.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Sa’îd kıldırdı. Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend’de evinin yanında defnedildi. Daha sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok san’atlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine çok şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Vefât ettiği günün akşamı şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayaliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk ahlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; “Sabretmek lâzım” buyurdu Binlerce kırıklık ve perişanlık içinde; “Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?” dedim, “İbrâhim aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır” buyurdu. Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divaneliği arttı, ızdırâbımı ve ona olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım.”
Büyük oğlu Muhammed Sa’îd buyurdu ki: “Yüksek babamı, vefâtından sonra rü’yâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük ni’metlerden tam neş’e ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine; “Canım babacığım, şükr makamından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?” diye arzettim. “Evet, beni de şükredenlerden eylediler” buyurdu. Arzettim ki, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şükreden kullar azdır” (Sebe’-13) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) gibi deyince; “Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler” buyurdu.
Hâce Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Babamı vefâtından sonra rü’yâda gördüm. Münker ve Nekîr’in suâli nasıl geçti? diye sordum.” Buyurdu ki: “Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilham edip; “Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek” buyurdu. Arzettim ki: “Ey Allahım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi.” Tekrar; “Kabir sıkması nasıl geçti?” diye sordum. “Oldu, fakat çok az oldu” buyurdu.
Çocukları:
1- Hâce Muhammed Sâdık: Büyük oğlu olup, daha küçük yaşta tasavvufda yüksek hâllere kavuştu. Onsekiz yaşında iken zâhirî ilimleri bitirip, ders vermeye başladı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaştı. Yirmidört yaşında iken 1025 (m. 1616) senesinde tâ’ûn, veba hastalığından vefât etti.
2- Hâce Muhammed Sa’îd: Babasının huzûrunda ilim öğrenip, onyedi yaşında aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tatlı sözlü ve alçak gönüllü olup, dünyâya hiç kıymet vermezdi. Hadîs ve fıkıh ilimlerinde, yüksek derecede âlim idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu oğluna icâzet ve hilâfet verip; “Muhammed Sa’îd, Ulemâ-i râsihîndendir (ilmini nübüvvet kaynağından alan âlimlerden)” buyurdu. Bu oğlu 1070 (m. 1660) senesinde vefât etti.
3- Muhammed Ma’sûm: Hindistan’da yetişen kelam âlimlerinin en meşhûrlarından olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek yüksek derecede idi. O doğunca, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Muhammed Ma’sûm’un dünyâya gelişi bizim için pek bereketli ve pek mübârek oldu” buyurmuştur. Babası onu aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecede yetiştirmiştir. Ona; “İlim tahsilini çabuk bitir ki, seninle işimiz vardır” buyurmuştur. Muhammed Ma’sûm (r.aleyh) daha ondört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur!” diyerek hâlini babasına arzetmiştir. Bunun üzerine babası İmâm-ı Rabbânî ona; “Sen zamanının kutbu olursun” buyurarak müjde vermiştir. Muhammed Ma’sûm, daha sonra bu husûsu şöyle belirtmiştir “Allahü teâlâya hamdü senalar olsun. Va’dedilen ele geçti. Müjdelere kavuştum!” Muhammed Ma’sûm ( radıyallahü anh ) 1079 (m. 1667) senesinin Rebî’ul-evvel ayının yedinci günü vefât etti.
4- Muhammed Ferrûh: Daha çok küçük iken feyz ve nûrlara kavuşmuş, küçük yaşta, tâ’ûn hastalığından 1024 (m. 1615) senesinde vefât etmiştir.
5- Muhammed Îsâ: ismi, Îsâ aleyhisselâmın ismine izafeten Îsâ konmuştur. Birgün İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Tâhâ” sûresini dinliyordu. Buyurdu ki: “Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Meclisimizde idi. Bana; “Senin bir çocuğun dünyâya gelecek. İsmini benim ismimden koyunuz” dedi. Doğunca ismini Muhammed Îsâ koydular. Dört yaşına gelince hârikaları, kerâmetleri görülmeye başladı. Bu oğlu da Muhammed Ferrûh ile aynı gün tâ’ûn hastalığından vefât etti.
Veba (tâ’ûn) hastalığının yaygın olduğu günlerde, iki oğlu Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ hastalandılar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu iki kardeşi birbirinden ayrı yerlerde yatırın dedi. Muhammed Ferrûh’u cemâathâne odasında, Muhammed Îsâ’yı ise, içerideki odada yatırdılar. Muhammed Îsâ vefât etti. “Muhammed Ferrûh’da ağırdır. Kardeşinin vefâtını ona haber vermeyelim” dediler. Bu sırada Muhammed Ferrûh; “Ey kardeşim, vefasızlık ettin, benden evvel gittin” dedi. Mevlânâ Abdülhay orada idi. “Baba, kime söylüyorsun?” dedi. “Muhammed Îsâ’ya söylüyorum. Ahırete gitmede benden evvel davrandı” cevâbını verdi. Mevlânâ Abdülhay, “Muhammed Îsâ içerideki odadadır. Onun vefât ettiğini nereden bildin?” deyince, Muhammed Ferrûh; “Meleklerin onu gasl ettiklerini görüyorum” dedi. Aynı gün akşam Muhammed Ferrûh da vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mevlânâ Sâlih’e gönderdiği bir mektûpda (Birinci cild, 306. mektûp), tâ’ûn hastalığından küçük yaşta vefât eden oğulları için kısaca şöyle yazıyor:
“Kardeşim Molla Sâlih! Serhend’de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum Muhammed Sâdık ( radıyallahü anh ), iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ birlikte âhırete gittiler. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn.” Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabr etmek gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra bu belâdan râzı olmayı nasîb eyledi. Beyt:
“Beni incitsen de, yüz dönmem yine,
Sabretmek tatlı olur sevgili elemine.”
Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâ’dan ne bildireyim! Her üçü de, nefis birer cevher idiler. Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sahibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hürmetine, bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra bizleri fitneye düşürme!”
6- Ümmü Gülsüm: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerîmesi, kızı olup, iffet hazînesi idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün çocukları ile evde oturuyorlardı. Kerîmeleri Ümmü Gülsüm o zaman yedi yaşında idi. Odaya girdi ve annesine; “Vah vah! Siz Allahdan gâfil hâlde oturuyorsunuz” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ona; “Bîbî! Sen Allahü teâlâyı unutmamak hâlini nereden aldın?” buyurdu. “Siz perde arkasından, filân hanıma zikr telkin ediyordunuz. Ben de perde arkasında olan o hanımefendinin yanında idim. O günden beri benim kalbim zikr ediyor. Dâima, Allah Allah diyor. Allahü teâlâyı bir an unutmuyorum. Aynı zamanda kalblerde olanları da biliyorum. Kimi görsem, kalbindekini bilirim” dedi. Kardeşlerinden birgün sonra, ya’nî Rebî’ul-evvelin sekizinci günü o da vefât etti. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kızından başka iki kızı daha vardı. Bunlardan biri, babasının sağlığında vefât etti. Diğeri de Kâdı Abdülkâdir’le evlendi.
7- Muhammed Eşref: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarından olup, babasının sağlığında, süt emmekte iken vefât etti.
8- Şah Muhammed Yahyâ: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en küçük oğludur. Bu oğullarına Şah lakabını vermesinin sebebi; Şah İskender-i Kâdirî’nin bu çocuğa, daha çok küçük yaşta teveccüh edip, inâyet nazarları ile hâlini süsleyip, kendi dedelerinin âdeti üzere, bu gözbebeğine Şah ismini vermiş olmasıdır. Yahyâ ismini vermelerine gelince; bu oğlu dünyâya gelmeden önce, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine şöyle ilham olundu: “Evinde bir çocuk dünyâya gelecek, senin ismini ihyâ edecek, yaşatacaktır.” Dünyâya gelince, o müjde sebebi ile ismini; ihyâ eden ma’nâsına Yahyâ koydu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dâima bu vilâyetin gözbebeğinin yaradılışının ve kabiliyetinin yüksekliğinden bahsederlerdi. Hattâ bu göz nûru, hazret-i İmâm’ın bereketli terbiyeleri ile sekiz dokuz yaşlarında iken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Daha çok küçük yaşta, kendisinde ilim tahsiline karşı öyle bir rağbet ve muhabbet görülüyordu ki, üstadına yaptığı rabıtalar ve bu esnadaki müşâhedeler, hiç bir çocukta görülmüş ve duyulmuş değildir. İmâm-ı Rabbânî, Ecmîr seferinden dönerken, hizmetçilerinden birkaçı, Şah Muhammed Yahyâ’yı, hazret-i İmâm’ı karşılamak için iki üç konak ileriye götürdüler. Hazret-i İmâm’ın huzûruna geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dört gün sonra Serhend’e geleceklerini söyledi. Oğlu Serhend’e dönmek için babasından izin istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Dönmek için niçin bu kadar acele ediyorsun. Yoksa bizi özlemedin mi?” buyurdu. “Burada kalırsam derslerim kalır ve filân arkadaşım beni geçer. Bunu istemem. Hocamı da özledim” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri çok memnun oldu ve; “Evet, ne için böyle olmasın ki, âlimler tabakasındandır, sâlihler ve hafızlar hânedânındandır” buyurdu ve izin verdi.
Şah Muhammed Yahyâ babasının vefâtından sonra, yüksek ağabeylerinin bereketli terbiyeleri ile, aklî ve naklî ilimleri tamamen öğrendi. Tam bir kuvvet ve kudretle ilim kürsüsüne oturup, en zor kitaplardan ders okutmaya başladı. Allahdan başka herşeyden vaz geçip, lüzumsuz hiçbir şey yapmayıp, vakitlerinin kıymetini bilip, sünnet-i seniyyeye uyup, bu büyükler yoluna tam riâyet edip, bu yolda devam etti. Öyle ki, temizliğin ve ma’nevî nisbetin varisliği, temiz alnından belli olurdu. Boyu, gözleri, kaşları, yürüyüşü, yüksek babasına çok benzerdi. Makbûl ve sevgili olmasının alâmetlerinden biri de, Hâce Bâkî-billah’ın büyük oğlu Hâce Muhammed Abdullah’ın kızının, bu vilâyet sedefinin nikâhı altına girmesidir. 1037 (m. 1627) senesinde onbeş yaşında idi ve “Mutavvel” okuyordu.
Zâhirî ilimlerden sonra, yüksek ağabeylerinin yanında tasavvuf yolunda ilerledi. Kemâl ve ikmâl derecelerine kavuşup, mürşid-i kâmil-i mükemmil oldu. Yüksek keşf ve ma’rifetler sahibi oldu. Bir kısmını kalem dili ile, hazret-i Urvet-ül-Vüskâ İmâm Ma’sûm’a arzetti, doğruluklarını sordu. Mektûbât-ı Ma’sûmî’de bunlar vardır.
Yüksek ağabeyleri, Haremeyni şerîfeyni ziyârete gidince, bu da onlarla beraberdi. O mübârek yerlerin feyz ve nûrlarından çok nasîb aldı. 1098 (m. 1687)’de vefât etti. Tegannînin haram olduğuna dâir bir risalesi vardır. (Tegannî; Kur’ân-ı kerîmi ve ezanı, hareke veya harf katacak veya harfleri değiştirecek şekilde, müzik perdelerine uyarak okumaktır.)
Şah Muhammed Yahyâ’nın iki oğlu kaldı. Biri Şeyh Ziyâeddîn, diğeri Şeyh Fakîrullah idi. Bunların ikisi de zâhir ve bâtın kemâllerine kavuşmuşlardı. Mektûplarından birkaçı Gülşen-i Vahdet’de vardır.
Talebeleri: İmâm-ı Rabbânî hazretleri irşâd makamına geçip, insanları irşâda, doğru yolu anlatmaya başlayınca, insanlar dünyâ kazançlarını bırakıp, yakın-uzak heryerden karınca ve çekirge sürüleri gibi huzûruna üşüştüler. Onun bereketiyle, dünyâda bir benzeri daha bulunmayan ve büyük bir ni’met olan ders halkaları ve sohbet meclisleri kuruldu. İslâmiyetin zayıf, kâfirlerin galip olduğu bir zamanda, binlerce gayr-i müslim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda müslüman oldu. Nice fâsık ve fâcir, haramlara dalmış felâket içinde olan günahkâr kimseler, onun sohbeti ile hidâyete kavuşmuş, hâllerini düzeltip, takvâ sahibi ve ibâdet eden kimseler olmuşlardır.
Dünyânın her yerinden, uzaktan-yakından pekçok insan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda ve uyanıkken görüp, aşk ve muhabbetle huzûruna koşmuşlardır. Âlimlerden, sâlihlerden, zengin ve fakirlerden pekçok kimse böylece huzûruna gelip, sohbetiyle şereflenmişler, ondan feyz almışlardır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, huzûruna gelip, sohbetinde toplanan herkese teveccüh eder, feyz verir ve tasavvufta üstün hâllere kavuştururdu. Elinde tövbe edip, ona talebe olanların sayısı yüzbinlerin üstündedir. Seçkin talebelerini insanlara doğru yolu anlatmak üzere çeşitli memleketlere göndermiş ve talebeleri vasıtasıyla oralara da feyz vermiştir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından bir kısmı şu zâtlardır:
Muhammed Sâdık: Yirmidört yaşında iken çok az insanın kavuşabileceği yüksek derecelere kavuşan büyük oğludur. Babasının sağlığında 1025 (m. 1616) senesinde vefât etmiştir. Muhammed Sa’îd: Yüksek hâller, güzel ahlâk ve temiz ameller sahibi ikinci oğludur. Aklî ve naklî ilimlerde âlim, tasavvuf bilgilerinde mütehassıs idi. Babasının husûsî sırlarına büyük derecelerine, eşsiz kemâlât ve hâllerine kavuşup, onun nûrunu bütün âleme yayan üçüncü oğlu Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî olup, dokuzyüzbin talebesi vardı. Bunlardan yüzkırkbini evliyâ, yedibini de mürşid-i kâmil idi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri arasında, en meşhûrlarından ve halîfelerinden olanları da şu zâtlardır 1- Mîr Muhammed Nu’mân, 2- Şeyh Tâhir-i Lâhori, 3- Bedî’uddîn Sehâren-pûri, 4- nûr Muhammed Pütnî, 5-Hamîd-i Bingâlî, 6- Şeyh Müzzemmil, 7-Şeyh Tâhir Bedahşî, 8- Mevlânâ Ahmed Berkî, 9- Mevlânâ Kâsım Ali, 10- Mevlânâ Yûsuf Semerkandî, 11-Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî, 12-Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî, 13- Şeyh Abdülhayy, 14- Mevlânâ Yâr Muhammed Telkânî, 15- Mevlânâ Hasen-i Berkî, 16- Şeyh Abdülhâdî, 17-Şeyh Hacı Hıdır Efgân, 18- Şeyh Yûsuf-i Berkî, 19- Şeyh Mühibbullah, 20- Mevlânâ Ahmed Deybenî, 21- Kerîmüddîn Baba Hasen Ebdâlî, 22- Şeyh İshâk Sindî, 23- Mevlânâ Abdülvâhid Lâhori, 24- Mevlânâ Emânullah Lâhorî, 25- Muhammed Sâdık Bedahşânî, 26- Yâr Muhammed Kadîm, 27-Mevlânâ Kâsım Ali, 28- Âdem Bennûrî 29- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını ve menkıbelerini anlatan “Zübdet-ül-makâmât” kitabını yazan ve Mektûbât’ın üçüncü cildini toplayan meşhûr talebesi, Muhammed Hâşim-i Keşmî, 30- Yine hayâtını ve menkıbelerini anlatan “Hadarât-ül-Kuds” kitabını yazan, meşhûr talebesi, Bedreddîn Serhendî en meşhûr talebelerindendir.
Yüksek talebelerini, insanlara zâhirî ilimleri ve bâtınî ma’rifetleri öğretmeleri için her tarafa gönderdi. Meselâ; Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ Muhammed Sıddîk-i Bedahşî, Şeyh Müzzemmil, Mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, Mevlânâ Ahmed-i Deybenî, Kerîmüddîn-i Baba Hasen-i Ebdâlî, Hasen-i Berkî, Mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, Mevlânâ Hâşim-i Keşmî, Mevlânâ Bedreddîn-i Serhendî, Yûsüf-i Berkî, Hacı Hıdır Efgân, Hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri..
Bu zâtlar İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Vilâyet makamına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebelerine çok yüksek müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvik eylemiştir. Talebesinden ba’zılarını vilâyet ve kutbluk makamı ile müjdelemiştir.
Nûr Muhammed Pütnî (kuddise sirruh): talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında; “O, ricâl-ül-gaybdendir. Ya Nükabâdan, yâhud Nücebâdandır” buyurdu.
Bedî’üddîn-i Sehârenpûri (kuddise sirruh): Rü’yâda Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) çok inâyet ve iltifâtlara kavuştu. Kendisine; “Sen Hindistan’ın sirâcısın kandilisin” buyuruldu. Zamanın kutbu olmak saadetine de kavuştu.
Mevlânâ Ahmed-i Berkî (kuddise sirruh): Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu da memleketinin kutbu olma şerefine nail olmuştur.
Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lâhori (r.aleyh): Kendi memleketinin kutbu olmakla şereflendi. Allahü teâlâ kendisine; “Senin teveccüh ettiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana talebe olanı bağışladım” diye ilham eyledi.
Seyyid Âdem-i Bennûrî (r.aleyh): Daha ilk teveccühde ve hattâ telkin ânında, talebeyi tasavvufda Fenâ-i kalbî makamına ve nisbet-i hâssaya ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola “Ahseniyye” denmiştir, işte bu yol ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu beşareti, müjdeyi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, şu sözleri ile kendisine verdiler “Size bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin yolunuza tevessül (vesile) eden, mağfiret olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolunuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar.” Dörtyüzbinden ziyâde kimse huzûrunda tövbe etti. Bin tane kâmil talebesi vardı. Seyyid Ahmed, Medîne-i münevvereye gidince, Resûlullah ( aleyhisselâm ) selâmını almış ve pek az kimseye bile nasîb olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada; “Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!” diyerek bir ses duyuldu ve hakîkaten, Medîne-i münevverede vefât etti.
Seyyid Muhammed Nu’mân-ı Bedahşî (kuddise sirruh): İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir mektûbunda, Seyyid Muhammed” Nu’mân-ı Bedahşî’ye: “Sizin kemâl hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aksetti” yazdı. Kutb olduğu kendisine müjdelendi, İrşâdları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allahü teâlâya yaklaştırdı. Zamanın pâdişâhı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu Dekken’den çağırıp yanında muhafaza eyledi. Buyurdu ki: “Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ), O serverin yanında idi. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu’mân’a söyle, Ahmed’in makbûlü, benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür. Ahmed’in merdûdünü, kabûl etmediğini ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz.” İmâm-ı Ahmed Rabbânî’nin (kuddise sirruh) makbûllerinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürura kapıldım. Bu huzûr içerisinde iken, tekrar şöyle buyurdular: “Oğlum Muhammed Nu’mân’a de ki: Senin makbûlün, Ahmed’in (İmâm-ı Rabbânî’nin) makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allahü teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, kabûl etmediğin Ahmed’in, benim ve Allahü teâlânın merdûdüdür.”
Eserleri: 1- Mektûbât: İslâm âleminde İmâm-ı Rabbânî’nin mektûbâtı kadar kıymetli bir kitap daba yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beşyüzyirmialtı mektûbunun toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun ma’rifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.
Mektûbât’ın birinci cildi 1025 (m. 1616) senesinde talebelerinin meşhûrarından Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânî tarafından toplanmıştır. Birinci cildde üçyüzonüç (313) mektûp vardır. Bu cildin son mektûbu, Muhammed Hâşim-i Keşmî’ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cildin son mektûbunu yazınca; “Muhammed Hâşim’e gönderilen bu mektûpla resûllerin, din sahibi peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr’in sayısına uygun olduğundan, üçyüzonüç mektûpla birinci cildi burada bitirelim” buyurmuştur.
İkinci cildi ise 1028 (m. 1619) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i hüsnâ ya’nî Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde geçen doksandokuz ismi sayısınca doksandokuz (99) mektûp vardır.
Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra 1040 (m. 1630) senesinde talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur’ân-ı kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüzondört (114) mektûp vardır. Her üç cildde toplam beşyüzyirmialtı (526) mektûp vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefâtından sonra on mektûbu daha üçüncü cilde ilâve edilmiştir. Böylece toplam mektûp adedi. (536) olmuştur.
Mektûbât’daki mektûpların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. 1392 (m. 1972) senesinde, Pakistan’da Karaşi’de (Edeb Menzil, Sa’îd Kompani) de Gulâm Mustafa Hân tarafından, üç cildi iki kitap hâlinde ve haşiyesinde açıklamalar olarak, gayet okunaklı ve nefis basılmıştır. Bu Fârisî baskının, 1397 (m. 1977) senesinde İstanbul’da, ofset baskısı yapılmıştır. Muhammed Murâd-i Kazanî Mekkî tarafından 1302 (m. 1884) yılında Arabîye tercüme edilerek, “Dürer-ül-meknûnât” adı verilmiş, 1316 (m. 1898)’da Mekke-i mükerremede Miriyye matbaasında basılmıştır. 1382 (m. 1963)’de, İstanbul’da da ofset yolu ile birinci hamur kâğıda gayet nefis basılmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) ve oğlu Muhammed Ma’sûm’un (kuddise sirruh) (Mektûbât) kitapları, Müstekîm-zâde Süleymân Efendi tarafından Farsçadan Türkçeye, Osmanlıcaya tercüme edilip, 1277 (m. 1860) senesinde taşbasması yapılmıştır. Daha sonra birinci cildi Türkçeye tercüme edilerek, “Müjdeci Mektûblar” adı ile İstanbul’da Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Mektûbât’ın ikinci ve üçüncü cildindeki mektûplardan da bir kısmı Türkçeye tercüme edilerek, “Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye” kitabı içinde 108 madde hâlinde yayınlanmıştır.
İmâm-ı Rabbânî’nin mübârek oğlu Muhammed Ma’sûm-i Serhendî’nin yetiştirdiği, yüzlerce evliyânın meşhûrlarından olan Muhammed Bâkır Lâhorî, 1080 (m. 1668)’de “Mektûbât’ı Fârisî olarak hülâsa edip, özetleyerek “Kenz-ül-hidâyât” ismini vermiştir. Bu eser yüzyirmi sahife olup, içinde yirmi başlık vardır. 1376 (m. 1957) senesinde Lâhor’da basılmıştır.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Hocamın zamanında yaşayan ve derin âlim olan bir zât bana: “Senin hocanın risaleleri ve mektûpları olduğunu duydum, fakat görmedim” dedi. Ben de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbunu, o dindar âlime okudum. Dinlerken zevkinden coşup, ellerini kaldırdı. Bir müddet duâ etti ve; “Yâ Rabbî! Bu muazzam şeyhe dâima selâmet ver!” dedi, sonra bana; “Bid’atlarla dolu olan bu bozuk zamanda kalb kararıyor, paslanıyor. Senin yüksek hocanın sözleri o pasları sildi, kalbimi cilâlandırdı” dedi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Bütün yazılarımızı, âhır zamanda gelecek olan Hazret-i Mehdî’nin okuyacağı ve hepsini makbûl bulacağı bize bildirildi.”
Son asrın zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük İslâm âlimi ve rûh bilgilerinin mütehassısı, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri defalarca şöyle buyurmuştur: “Ba’de kitâbillah ve ba’de kütüb-i sitte efdal-i kütüb, Mektûbâtest.” Ya’nî, Allahü teâlânın kitabı olan Kur’ân-ı kerîm’den sonra ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerinin toplanması ile meydana gelmiş olan Kütüb-i sitteden sonra, dîn-i İslâmda yazılmış kitapların en üstünü Mektûbât’tır. Yine Mektûbât’tan bahsederken; “Din ve dünyâya en ziyâde yarıyan ve dîn-i İslâmda misli yazılmamış Mektûbât kitabı...” buyurmuştur.
Evliyâ-yı Kirâmın vilâyetlerinin kemâlâtının ma’rifetlerini bildiren kitapların en kıymetlisi, Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”si olduğu gibi, hem vilâyet kemâlâtının ma’rifetlerini, hem de nübüvvet kemâlâtının ma’rifetlerini ve inceliklerini bildiren kitapların en kıymetlisi ve en üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât” kitabıdır.
Diğer eserleri de şunlardır: 2- Redd-i revâfıd: Fârisî olup, Râfizîleri reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak sözün Vesîkaları) kitabında, bir bölüm olarak, Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapcaya da tercüme edilmiştir. 3- İsbâtün-nübüvve: “Peygamberlik nedir?” adı ile Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak Sözün Vesîkalan kitabı içinde bir bölüm olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapcası, İngilizceye ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir. 4- Mebde’ ve Me’âd, 5-Âdâb-ül-mürîdîn, 6- Ta’lîkât-ül-Avârif, 7-Risâle-i tehlîliyye, 8- Şerh-i Rubâ’ıyyât-ı Abd-il-Bâkî, 9- Meârif-i ledünniye, 10- Mükâşefât-ı gaybiyye, 11- Cezbe ve sülûk risalesi.
Eserlerinden seçmeler:
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eşsiz eseri “Mektûbât”, hem yazıldığı asırda, hem de sonraki asırlarda, hakîki saadeti arayanlar tarafından aşk ve şevkle okunmuş, istifâde edilmiş ve pekçok insanın se’âdete kavuşmasına vesile olmuştur. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyenlere fâideli olmak için yazdığı bu eserinden seçmeler:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, büyük oğlu Muhammed Sâdık’a yazdığı birinci cilddeki 260. mektûbun son kısmında şöyle buyurdu:
“Ey oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili ma’rifetler, “Mebde’ ve Me’âd” risalesinde, “İfâde ve istifâde” babında yazılmışdı. Sırası gelmiş iken, fâideli olan bu ma’rifeti de, buraya yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd, kemâlât-i ferdiyyeye de mâlikdir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese; rüşd, hidâyet, îmân ve ma’rifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz (ya’nî şöhretten uzak olur, onu kimse tanımaz.) O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zât, bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zararını istemese bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. O zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. Fârisî beyt tercümesi:
Susdum artık, zekîlere bu yeter,
Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamdolsun. O, rahmândır ve rahimdir. O’nun resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbına sonsuz salât ve selâm olsun.”
Birinci cild, 23. mektûpda şöyle buyurdu:
“Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, İslâm düşmanları ve câhil kimseler tarafından şırınga edilen, yanlış bilgileri ve iftiraları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen rûhlarını tedâvi eder. Sonra, yaşlarına ve anlayışlarına göre, İslâmiyeti ve meziyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve yasaklarındaki hikmetlerini, inceliklerini ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onların kalbine yerleştirir. Böylece gençlerin rûh bahçelerinde, dertlere deva, rûhlara gıda olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazançtır. Onun bakışları, rûhlara işler. Sözleri, kalblere te’sîr eder. Dîn-i İslâmı hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkündür...”
Birinci cild, 193. mektûp:
Allahü teâlâ yardımcımız olsun! işlerinizi kolaşlaşdırsın! Ayıb ve çirkin olan şeylerden korusun!
Âkil ve baliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmakdır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin! Âmin. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. (Onların yolunda gidenlere “Sünnî” denir.) Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Eshâbının “rıdvânullahi aleyhim ecmaîn” yolunda gidenler yalnız bunlardır. Kitâbdan ve sünnetten (ya’nî Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden) çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan, yalnız bu büyük âlimlerin, kitâbdan ve sünnetden anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü, her bid’at sahibi, ya’nî her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, kitâbdan ve sünnetden çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini gölgelemeğe, küçültmeğe kalkışıyor. Demek ki, kitâbdan ve sünnetden çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır...
İ’tikâdı düzeltdikten sonra, helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb ve mekrûh olan şeyleri de fıkıh kitaplarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak da lâzımdır. Talebeden birkaçına emir buyurunuz da, Fârisî dilinde yazılmış fıkıh kitaplarından birini, toplandığınız zaman okusunlar. “Mecmû’a-i Hâni” ve “Umdet-ül-İslâm” adındaki kitapları okumak çok uygun olur.
Allah korusun, i’tikâd edilecek şeylerde bir sarsıntı olursa, kıyâmetde. Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İ’tikâd doğru olup da, işlerde gevşeklik olursa, tövbe ile ve belki tövbesiz de af olunabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. Görülüyor ki, işin aslı ve temeli, i’tikâdı düzeltmektir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr buyurdu ki: “Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harab; istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer, bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.” Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayırmasın! İnsanların efendisi hürmetine ( aleyhisselâm ) duâmızı kabûl buyursun! Âmîn.
Lâhor’dan gelen bir talebe, Şeyh Ciyûn’un eski Nahhâs Câmii’nde Cum’a namazı kıldığını söyledi. Meyan Refi’uddîn onun iltifâtına kavuşduktan sonra, Kâdı Şeyh Ciyûn’un kendi bahçesinde bir câmi yaptırdığını söyledi. Böyle haberleri işittiğimiz için, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ böyle iyi işleri arttırsın! Böyle haberleri işitince, çok, hem de pekçok sevinmekteyiz.
Muhterem Seyyid hazretleri! Bugün, müslümanlar kimsesiz kaldı, İslâmiyete yardım için, bugün az birşey vermek, binlerce altın vermiş gibi kıymetli olur. Hangi talihli kimseye bu büyük ni’meti ihsân ederlerse, ona müjdeler olsun! Dînin yayılmasına, İslâmiyetin kuvvetlendirilmesine çalışmak, her zaman iyidir ve kim olursa olsun böyle çalışan, cihâd sevâbına kavuşur. Fakat, İslâm düşmanlarının her yandan saldırdığı bu zamanda, Ehl-i beyt-i nebeviden olan siz kahramanların yardım etmesi, elbette daha iyi, daha güzel olur. Çünkü Allahü teâlâ, İslâmiyet gibi en büyük ni’metini, kullarına, sizin yüksek ceddîniz ile gönderdi. Sizin yardımınız, kendi yaptığı şeye yardım etmek olur. Başkalarının yardımı ise böyle olmaz, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tam vâris olabilmek, bu büyük işi yapmakla olur. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbına karşı buyurdu ki: “Siz, öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapmaz iseniz, helak olur, Cehenneme gidersiniz. Sizden sonra öyle müslümanlar gelecek ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda birini yapabilseler Cehennemden kurtulurlar.” işte bizim zamanımız, o zamandır ve müjdelenenler de, şimdiki müslümanlardır. Fârisî beyt tercümesi:
Se’âdet topu, ortaya kondu.
Topu kapan yok, erlere noldu?
Bu yakınlarda, mel’ûn Guvendval kâfirinin öldürülmesi çok güzel oldu. Onun ölümü, Hindûların burunlarının kırılmasına sebeb oldu. Ne niyetle olursa olsun, niçin öldürüldü ise öldürülsün. İslama saldıranların alçalması, müslümanlar için bir kazançdır. O kâfir öldürülmeden önce rü’yâda, devlet reîsimizin, kâfirlerin liderlerinin başını kesdiğini görmüşdüm. Doğrusu, o kâfir, düşmanların önderi ve kâfirlerin şefleri idi. Allahü teâlâ, o alçakları yardımsız bıraksın!
İslâmiyetin ve müslümanların yükselmesi, kâfirlerin ve kâfirliğin kıymetden düşmesine, aşağı olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, zımmîlerden cizye almağı emreyledi. Onlardan bu vergiyi almak, onları aşağı kılmak içindir. Kâfirler ne kadar yükselirse, müslümanlar da o kadar alçalır. Bu inceliği iyi anlamalıdır. Çok kimse, bu bağlılığı anlayamıyor. Bu yüzden dinlerini yıkıyorlar. Allahü teâlâ, Tövbe sûresinin, 73. âyetinde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim ( aleyhisselâm )! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” buyurdu. Kâfirlerle döğüşmek, onlara sert davranmak, dinde zarurî lâzımdır. Ya’nî îmânın şartıdır. (Fakat, cihâdı hükümet yapar. Devletin ordusu yapar. Müslümanların cihâdı, asker olarak hükümetin verdiği vazîfeyi yapmakdır.)
İslâmiyetin emirlerini bildirmek için, hârika işler yapmak, kerâmet sahibi olmak şart değildir. Bilenlerin, bilmeyenlere öğretmeleri lâzımdır. Elimde gücüm, kuvvetim yokdu da, İslâmiyetin yasak etdiği şeylerin kötülüklerini söyliyemedim diyerek, özür ve bahâne ileri sürmek, kıyâmetde insanı azâbdan kurtaramayacakdır. İnsanların en iyileri olan peygamberler (aleyhimüsselâm), İslâmiyetin emirlerini, yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mu’cize isteyince; “Mu’cizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazîfemiz O’nun emirlerini bildirmekdir” buyururlardı. Allahü teâlâ, dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saadete kavuşmaları için, o anda mu’cize yaratırdı. Her ne olursa olsun, İslâmiyeti bildirmek, gençlere öğretmek, fâidelerini açıklamak, düşmanların yalanlarını, iftirâlarını cevaplandırmak elbette lâzımdır. Bilenler, bildirmezlerse, cezadan, azâbdan kurtulamayacaklardır. Bu vazîfeyi yaparken, fitne çıkarmamağa dikkat etmelidir. Dikkatle çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu ni’met bilmelidir. Peygamberler (aleyhisselâm), Allahü teâlânın emirlerini bildirirken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmadı. Onların en üstünü Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Hiçbir peygambere, benim çekdiğim eziyet çektirilmedi.” Fârisî beyt tercümesi:
Ömür geçdi, derdimi anlatmak bitmedi,
Bitireyim artık, gece devam etmedi.
Vesselâm.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının birinci cildinden özet olarak seçmeler:
“Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen, hakka kavuşamaz.”
“Ehlin gönlü için (ailenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmaklıktır.”
“Eshâb-ı Kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı Kirâm, dîni bildirenlerdir.”
“Her sabah ve akşam yüz kerre; “Sübhânellahi ve bi-hamdihi” demelidir.”
“Her ne ki kalbin huzûruna yardım ede, mübârektir.”
“Her hatıra geleni yapmağa kalkışmamalıdır.”
“Herşeye kalbi bağlamaktan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz.”
“İbâdet-i gayrdan (başkasına tapınmaktan) kurtulmak için, Allahü teâlâdan başka birşey istememelidir.”
“İbâdetin hâlis olması için mâsivâya köle olmakdan kurtulmalıdır.”
“İhlâs ile yapılan bir iş, senelerce yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder.”
“İctihâd ve kıyas; âyetlerin ve hadîslerin ma’nâlarını açığa çıkarmaktır.”
“İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.”
“İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.”
“Kalbe gelen lekeleri temizlemek için; tövbe, istiğfar, pişmanlık ve iltica (sığınma, yalvarma) etmelidir.”
“Kalbin tasviyesi (temizlenmesi); İslâmiyete uymakla, sünnetlere yapışmakla, bid’atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur. Zikr ve rehberi (doğru yolu gösteren âlimi) sevmek bunu kolaylaştırır.”
“Kalbin birçok şeyleri sevmesinin sebebi, hep o birşey içindir. O da nefsdir.”
“Kâfirlere Kıymet vermek müslümanlığı aşağılamak olur.”
“Kelâm-ı ilâhi’nin tefsîri; nakil ile, işitmekle olur.”
“Kelime-i tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya ibâdet etmek demektir.”
“Nefs bir merkez bir santraldir. Duygu organları onun âletleridir.”
“Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.”
“Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevâbtır.”
“Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister.”
“Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dîne uymaktan başka çâre yoktur.”
“Namazda hâsıl olan lezzetlerde, nefsin nasîbi yoktur.”
“Namazın mi’râc olması bu ümmete mahsûstur.”
“Uyku zamanında yüz kere tesbih (sübhânellah demek), tahmîd (elhamdülillah demek) ve tekbîr (Allahü ekber demek) okumak, kendini hesaba çekmek sayılır.”
“Razzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.”
“İslâmiyete uygun olmayan sözler ve işler, insanı felâkete sürükler.”
“Şeytan, (Allahü teâlâ rahimdir af eder) diyerek insanı günah işlemeğe sürükler. Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır.” “Şeytan, kötülükleri iyilik şeklinde gösterip insanları aldatır.” “Şöhret, âfettir.”
“İstemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da kavuşmanın başlangıcıdır.”
“Taleb (istemek), büyük ni’mettir. Ni’meti elden kaçırmamak için, onun şükrünü yerine getirmek lâzımdır.”
“Tâlib olmayan kimse, tâlib olmayı istemelidir. Bu istek de büyük ni’mettir.”
“Talibin nefse uymaması lâzımdır. Bu da vera’ ve takvâ ile olur ki, haramlardan sakınmalıdır.”
“Cennet ile Cehennemden başka ebedî bir yer yoktur. Cennete girmek için îmân ve dînin emirlerine uymak lâzımdır.”
“Dünyâyı maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve âhıret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır. Dünyâya düşkün olanlar âhırette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın ilâcı, İslâmiyete uymaktır.”
“Bu zamanda dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhırette kurtulabilsin. Hükmen terk etmek de büyük ni’mettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende, dînin hududundan dışarıya taşmamakla olur.”
“Dünyâyı terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret miktarından fazlasını terktir. Bu çok iyidir, ikincisi, haramları ve şüphelileri terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.”
“Tesbih okumak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.”
“Tövbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük ni’metidir.”
“Ulemâ-i din (iyi din adamları, hakîki din âlimleri), dünyâ ni’metlerinden vazgeçmişlerdir. Dîni yaymaktan ve dîni kuvvetlendirmekten başka şey düşünmezler.”
“Ulemâ-i dünyâ (dünyâya düşkün olan kötü din adamları), dünyâ ve dünyâ ni’metleri arkasında koşarlar. Bunlarla arkadaşlık etmek zararlıdır. Kötülükleri herkese bulaşır.”
“Ulemâ-i sû’ (kötü din adamları) insanların doğru yoldan sapmalarına sebep olurlar.”
“Rü’yâlar güvenilecek şey değildir. Uyanık iken ele geçen kıymetlidir.”
“Vakit çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır, işlerin en kıymetlisi sahibine hizmet etmektir. (Ya’nî Allahü teâlâya ibâdet ve tâat etmektir.”
“Gençlik zamanında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en üstünüdür.
“Annenin yavrusuna fâidesi olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!”
“Âyet-i kerîmede; “Vallâhu basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir” buyuruldu. Allahü teâlâ herşeyi gördüğü hâlde (insanlar) çirkin işleri yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar, Yâhud onun görmesine kıymet vermiyorlar, îmânı olana her ikisi de yakışmaz.”
“Allahü teâlânın hayırlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun!”
“Her işi, dînini seven ve kayıran, doğru âlimlerin kitaplarından öğrenmelidir.”
“İyi kimselerle arkadaşlık kurmalı, kötü kimselerle arkadaşlıktan kaçınmalıdır.”
“Mâlâya’nî (boş şeyler) ile vakit geçirmek, Allahü teâlâdan uzaklaşmaya işârettir.”
“İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevâb) hâsıl eder.”
“Her ibâdeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.”
“Dünyânın vefasızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte (cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefasızın ve değersizin peşinde harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.”
“Gençlik çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun olarak yaşayınız! Kıymetli ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyunla ve eğlence ile geçirmemek için uyanık olunuz.”
“İnsanlar riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emr ettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nafile oruç tutmaktan daha fâidelidir.”
“Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emr ettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.”
“Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nafile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir.” Fârisî beyt tercümesi:
“Allahtan başka her neye tapınsan, hepsi hiçtir.
Yazıklar olsun ol kimseye ki, bir hiç iledir.”
“Ölüm gelmeden önce, yapacak işi bilmeli, yüzü ak olarak, Allahü teâlâyı özliyerek can vermelidir.”
“Sebeplere yapışmak Allahü teâlâya güvenmeğe mâni değildir. Sebepleri ve onlardaki te’sîrleri de o yaratıyor.” Fârisî beyt tercümesi:
“Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka.
Hepsi cana zehirdir, şeker dahî olsa.”
“Herşey, Allahü teâlânın varlığını ve sıfatlarını gösteren, birer işârettir.”
“Gönül dalgınlığının ilâcı: gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir.”
“Dünyâ hayatı pek kısadır. Bunu en lüzumlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzumlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır. Hiçbirşey sohbet gibi fâideli değildir.”