|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Devrim Kanunları yok sayıldı" mı?..
1 Temmuz 2022 02:00
Dinî önder Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenaze töreninde yaşananlar Atatürkçü Düşünce Derneği’nin dikkatini ve tepkisini çekti. Dernek adına yapılan açıklamada devrim kanunlarının ihlâl edildiği, hatta yok sayıldığı öne sürüldü. Devlet adamlarının bir ‘tarikat şeyhinin’ yerine yenisinin seçildiğinin açıklanmasına şahit olması ve bu olay karşısında sessiz kalması laikliğe aykırı bulundu. İddiaya bakılırsa çiğnenen kanunlar arasında Şapka Kanunu da bulunmaktaydı. Sarıklı ve cübbeli olarak törene katılan birçok kimse bu kanunu çiğnedi. Dernek durumu yargıya taşıyacağını açıkladı…
İsmailağa Cemaati veya Grubu belli görüşlere sahip. Bu görüşler arasında katıldıklarınız da olabilir katılmadıklarınız da. Nitekim ben şahsen bu yapılanmanın birçok görüşüne katılmıyorum. Aynı durum, ister dinî ister lâdinî olsun, başka gruplar için de geçerli. Büyük bir ihtimâlle, hemen her grubun, katıldığım ve katılmadığım görüşleri olacaktır. Katılmadığım görüşleri önemlerine göre eleştirir veya görmezden gelirim. Bu görüşleri savunan insanların yargıyla muhatap olmasını ise istemem. ADD’nin tutumu bu olağan insani duruşa aykırı…
Burada tartışılması gereken birkaç mesele var. En başta geleni, hayatın kanunları mı yoksa kanunların hayatı mı öncelediği. Bir başkası, kanun denen şeyin ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı. Meselâ bir Şapka Kanunu mu yoksa bir Ceza Kanunu mu kanun adını almayı hak etmekte ve toplumların yaşayışında etkili olmakta?
İnsan hayatında doğumlar ve ölümler en önemli vakalar. Her insan doğuyor, yaşıyor ve ölüyor. Ölümler toplumda değişik şekillerde karşılanıyor. Ölüler çeşitli âdetlerle, törenlerle defnediliyor. Bu âdetlerde ve ritüellerde dinler en önemi rolü oynuyor. Ölen kişinin statüsü de bu uygulamalarda önemli oluyor. Dünyanın neresinde dinî bir önder ölse çok sayıda insan onu kendi inançlarına göre yolcu etmek için bir araya geliyor.
Kuşku yok ki dinler aynı zamanda genel olarak insanların davranışlarına ve tarzlarına da etki ediyor. En mühimlerinden biri, teknik tabirle, grup oluşturma; dinî tabirle, dinî tarikatlar ve cemaatler teşkil etme. Bir inanan bir başka inananı bir inanç öncüsü ve açıklayıcısı olarak görüp hâl ve hareketlerini o kimsenin görüşlerine ve tavsiyelerine bakarak ayarlayabilir...
Bir başka mesele kılık kıyafet. İnananlar takip ettikleri kişinin kendilerine iyi bir inanan olmak ve inancını hakkıyla yaşamak için nasıl giyinmesi gerektiği konusunda yol gösterdiğine inanabilir ve ona göre giyinebilir.
Kitaplı dinler açısından düşünüldüğünde ölümle ve kılık kıyafetlerle ilgili ritüeller şu anda yaşayan tüm devletlerden çok daha eski; çünkü devletler doğmadan veya bugünkü şeklini almadan da insanlar doğuyor, yaşıyor ve ölüyordu. Ama modern devletin belirmesi ve zamanla üstün bir otoriteye sahip olması insanlarda devletlerin insanların tarihi çok eskilere giden davranışlarına müdahale edebileceği yolunda kanaatlerin doğmasına sebep oldu. Bu eğilim totaliter sistemlerde zirveye çıktı…
Devletlerin insanların hâl ve hareketlerine meşru ve haklı müdahale hakkı ancak ve yalnızca insan haklarıyla ilgili olarak düşünülebilir. İyi bir devlet bir vatandaşın bir başka vatandaşın hayatına keyfî karışmalarını engellemekle görevlidir. Kendisi de bunu yapabilmek için aynı tavrı benimsemek zorundadır. Bir insanın ölüsünü nasıl yolcu edeceği ve nasıl giyineceği veya bir grubun üyesi olup olmayacağı ancak kendisinin bileceği bir iştir. Buna ne devrim kanunları ne de başka bir şey adına haklı olarak müdahale edilebilir.
Bu yüzden, ADD üyelerinin, zaten hayat tarafından kadük hâle getirilen devrim kanunlarını bir yana bırakıp, hayatın kanunları ve kendi tercihleri, tarzları üzerinde odaklanmalarının ve totaliter tavırlardan uzak kalmalarının, en azından kendi akıl ve ruh sağlıkları açısından, çok faydalı olacağı kanaatindeyim...
.
Muhalefetin 15 Temmuz ile imtihanı
20 Temmuz 2022 02:00
Türkiye’de askerî müdahalelerin arkasında yatan en önemli faktörün siyasi kültürümüzde bu tür müdahaleleri haklı ve meşru gösteren unsurlar olduğu tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açık bir gerçek. Bundan dolayı, askerî müdahalelerin önlenmesinde en etkili faktör siyasetin müdahalelere karşı ortak tavır alması.
Türk siyasi tarihinin bu açıdan parlak olduğunu söyleyemeyiz. Askerî müdahalelere karşı ortak tavır almak yerine onlardan çeşitli şekillerde çıkar sağlamaya çalışan siyasetçi kişiler ve gruplar her zaman var oldu. Müdahaleler, özellikle darbeler, siyaseten baş edilemeyen, yenilemeyen aktörlerin önünü kesmek ve/veya onları imha etmek için bir araç olarak görüldü. İktidar umudu olmayan siyasi ekipler darbelerden iktidara tırmanmak, en azından iktidara ortak olmak için fırsatlar çıkarmaya çalıştı. Darbeler tarihimize kısa bir göz atış bu gerçeği tespit etmeye yeterli…
Cumhuriyet dönemi darbelerinin ilki olan ve bürokratik vesayet sistemini tesis eden 27 Mayıs darbesi siyaseten CHP adına yapılmıştı. Darbeciler CHP dışındaki partilerin önünü kesecek düzenlemeler yapmaya çalıştı. Nitekim CHP idarecileri 1960 darbesine açıkça karşı çıkamadı; Menderes ve arkadaşlarının idamını kınayamadı. Merhum Ecevit 12 Mart müdahalesine karşı cephe almaya çalıştı, ancak bunun parti içi iktidar mücadelesinde elini kuvvetlendirmek için mi yapıldığı yoksa gerçekten müdahalelere ve müdahalecilere karşı çıkış mı olduğu tartışmalı. 1971 askerî müdahalesi de neticede CHP ideolojisinin kuvvetlendirilmesi için kullanıldı. 12 Eylül darbesinin ardından CHP de diğer partiler gibi kapatıldı ama darbecilerin sahip çıktığı ve topluma egemen kılmaya çalıştığı şey zaten CHP ideolojisiydi. 28 Şubat postmodern askerî müdahalesi ve 27 Nisan bildirisi de öyle. Bütün bu müdahalelere, darbelere tüm siyasetçiler ve siyasi partiler, özellikle CHP, açıkça karşı çıkmadı; tam tersine, onları destekledi.
15 Temmuz darbe teşebbüsü karşısında alınan tavırlarda bir değişiklik vuku buldu mu?
Maalesef bu soruya evet cevabını vermek zor. 15 Temmuz teşebbüsü sırasında darbeye halk arasında direnenler ağırlıklı olarak AK Parti’li ve MHP’li toplum tabakalarıydı. Başlarda direnişçiler arasında yer alan az sayıdaki diğer partilerden kişiler bir süre sonra ayrı telden çalmaya başladı. CHP ve 15 Temmuz’dan sonra ortaya çıkan ve milliyetçi kanadın daha seküler ve CHP’ye yakın isimlerini bünyesinde toplayan İP de darbe teşebbüsüne karşı açık ve net bir tavır sergileyemedi. Parti idarecilerinin bazı beyanlarına bakılırsa, darbenin başarılı olmamasına üzüldü. En son altıncı yılını doldurması münasebetiyle 15 Temmuz hakkında bu iki partinin liderleri ve sözcüleri tarafından yapılan açıklamalarda da fail FETÖ’den, darbeden ve darbenin ana hedefinin siyasi rakipleri Erdoğan’dan kurtulmak olduğundan bahsedilmeden, tabiri caizse, ‘ortaya’ mesajlar verildi.
Oysa 15 Temmuz özünde demokrasiye, demokratik siyasete ve tüm siyasi partilere yapılan bir saldırıydı. Amacı, bürokratik vesayet sistemini aynı formatta fakat farklı bir muhteva ile yeniden tesis etmekti. Başarılı olsaydı ve darbeci FETÖ’nün istediği sistem kurulsaydı, görünüşte demokratik olan, aslında totaliter bir örgütün mutlak hâkimiyeti altına düşmüş bir ülke ortaya çıkacaktı. Böyle bir ülkede ne demokrasiye ne demokratik siyasete ne de gerçek siyasi partilere ihtiyaç duyulacaktı…
Muhalefetin bu gerçeği görememesi ve FETÖ’ye karşı tavrı ile vermekte olduğu demokratik siyasete sahip çıkma imtihanını kaybetme yolunda ilerlemesi çok üzücü...
.
Yeni ‘Şeytan İmparatorluğu’ mu?
22 Temmuz 2022 02:00
ABD’de 1980’de Başkan seçilen Ronald Reagan, önemli işlere imza attı. O zamanki dünyada Sovyetler Birliği ile olan mücadele çerçevesinde ‘Yıldız Savaşları’ adı verilen bir projeyi başlattı. İlkel ve fakir Sovyetler Birliği bu projeyle rekabet edemedi. Sovyet Rusya 1985’ten sonra Komünist Parti Genel Sekreteri Mikhail Gorbachev tarafından açıkça itiraf edilen bir kriz dönemine girdi. Daha doğrusu, daimî krizde olan sosyalist rejimlerin perişanlığı artık daha fazla gizlenemez hâle geldi. Nihayet 1989’da Doğu Avrupa ülkelerinde ve 1991’de Sovyet Rusya’da ‘Kadife Devrim’ adı verilen gelişmelerle sosyalist blok dağıldı…
Reagan, komünist blokun ana ülkesi Sovyetler Birliği’ne ‘Şeytan İmparatorluğu’ adını vermişti. Bu adlandırma tüm ‘hür dünya’da hararetle benimsendi. Hakikaten, Sovyetler Birliği bütün insan hak ve özgürlüklerinin rafa kaldırıldığı, insanların işbaşına gelecek siyasetçileri belirlemede hiçbir hak ve yetkiye sahip olmadığı, totaliter bir ülkeydi. Batı’ya karşı sadece silahlarıyla değil, mükemmelleştirmiş olduğu muazzam bir dezenformasyon mekanizması ve tüm Batı ülkelerindeki ideolojik ortakları vasıtasıyla da bir mücadele yürütmekteydi. Bütün bunlara bakarak Sovyetler Birliği’nin bir 'şeytan imparatorluğu' olduğuna hükmetmek kolaydı…
O yıllarda Batı dünyası, özellikle de ABD, Sovyetler Birliği ile kıyaslandığında âdeta kusursuz gibi görünmekteydi. Kıyas, iki blok arasındaki farkları çok bariz biçimde ortaya sermekteydi. Ne var ki uzun vadede Sovyetler Birliği’nin batışı Batı’nın da aleyhine oldu; çünkü negatif referans noktaları ortadan kaybolmuş ve gözler içeriye dönmüştü. Zamanla Batı blokunun zaaflarına, Sovyetler Birliği’nin yaptıklarıyla kıyaslanabilecek manevralarına ve akıl ve ahlâk dışı operasyonlarına ilişkin bilgi ve belgeler ortaya çıkmaya başladı...
Bugün geldiğimiz noktada artık ABD’nin Soğuk Savaş yıllarında sanıldığı kadar temiz ve ilkeli olmadığı biliniyor. ABD elbette Sovyetler Birliği gibi açık bir ilkesizlik ve işgalcilik politikası yürütmüyor; ama ilkeli ve tutarlı hareket ettiğini söylemek de güç. Amerikan yönetimi ulusal çıkar algılamasına göre ülkeler arasında ayrımlar yapıyor. Demokrasi ve insan hakları kavramlarını sevmediği idarecilere karşı silah olarak kullanırken; ittifak içinde olduğu ülkeler söz konusu olduğunda görmezden geliyor. Sisi örneğinde olduğu gibi sadece darbecilere destek vermekle kalmıyor, geçenlerde eski Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un da itiraf ettiği üzere, darbelerin düzenlenmesinde de rol alıyor. Kendisi Guantanamo Kampı’nda her türlü hak ve özgürlük ihlâlini gerçekleştiriyor ama dünyaya insan hakları vasisi gibi davranabiliyor. ABD’nin sözüm ona sivil toplum kuruluşlarının raporları aracılığı ile istemediği rejimlere karşı o ülkedeki sivil toplum unsurlarını manipüle etmeye çalışabiliyor…
ABD’nin Türkiye’ye karşı tavrı da açık, ilkeli ve tutarlı olmaktan uzak. Türkiye’de FETÖ’nün darbe teşebbüsü sırasında sanki eşit meşruiyete sahip iki aktör savaşıyormuş gibi taraflara itidal tavsiye etti. FETÖ elebaşını ülkesinde tutmakta ve ısrarlı ve belgeli taleplerine rağmen Türkiye’ye iadeden kaçınmakta. S-400 aldığı için Türkiye’ye yaptırım uygulamakta, F-16 satışında ayak sürümekte ama yine S-400 alan Hindistan’a karşı bir şey yapmamakta. Türkiye’nin çetin bir mücadele yürüttüğü PKK ile bir tür iş birliği içinde…
Bütün bu özelliklerine ve yaptıklarına dayanarak ABD’nin Sovyetler Birliği’nden çok da geride kalmayan yeni ‘Şeytan İmparatorluğu’ olduğu veya olma yolunda ilerlediği söylenebilir mi?
.
Mezuniyet törenleri ve siyasi şov
12 Ağustos 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Zaman zaman üniversitelerin mezuniyet törenlerinin âdeta siyasi bir gösteriye dönüştürüldüğü oluyor. ODTÜ, Boğaziçi gibi üniversitelerdeki mezuniyet törenleri bu tutumda başı çekiyor. Törenlerde genellikle sol-sosyalist fikirleri yansıtan, liberalizm ve kapitalizm aleyhtarı ve iktidara muhalif mesajların verildiği pankartlar taşınıyor. Muhalif medya da, verilen mesajları tüm mezunların görüşüymüş gibi yansıtarak, bu olayları geniş kitlelere taşıyor…
Bu siyasi gösterileri nasıl karşılamak gerekir? Bunlar olağan mıdır? Dünyanın her yerinde olan bir şey midir yoksa daha ziyade bize mahsus mudur? Bunu yapanları alkışlamak mı yahut eleştirmek ve kınamak mı doğru olur?
Siyaset yapmak her vatandaşın temel hakları arasında. Bu çerçevede insanlar çeşitli yol ve yöntemlerle, yerine göre sözle yerine göre afiş ve pankartlarla, siyasi görüş ve tutumlarını açıklayabilir. Verilen mesajlar temel kamu düzenini bozmadığı, hakarete yönelmediği, genel ahlak kurallarına açıkça aykırı olmadığı ve şiddeti övüp teşvik etmediği sürece bunun yapılması engellenemez. Ancak, mezuniyet törenlerinde vuku bulan şeyleri bu kapsamda görmek zor.
Üniversitelerin mezuniyet törenleri esas itibarıyla o okuldan mezun olanlara ait bir ortak faaliyet. Mezuniyet töreni her öğrencinin hayatında bir defa yaşayacağı, mezunların büyük heyecan duyduğu ve unutulmaz hatıraları arasında kaydettiği olaylar arasında yer alır. Aileler de törenlere katılarak evlatlarının bu mutlu gününe katkı sağlamaya çalışır.
İstisnasız her üniversitenin mezunları ve aileleri arasında muazzam bir sosyal ve siyasal çeşitlilik vardır. Aşağı yukarı her görüşten ve meşrepten insanlar törenlerde katılımcı veya izleyici olarak bulunur. Bu yüzden mezuniyet törenlerinin belli bir siyasi görüşün aracına çevrilmesi o görüşe mensup olmayanlara haksızlık yapmak, farklı görüşteki kimseleri istismar etmek anlamına gelir.
Ne yazık ki adı geçen üniversitelerde bu hususa dikkat edilmez. Sanki tüm mezunlar ve bütün aileler aynı görüşteymiş gibi mesajlar verilir. Böylece ahlaki tehlike dediğimiz ve genellikle meslek kuruluşlarında karşımıza çıkan durum gerçekleşir. Yani gayri siyasi olması gereken bir ortam dar bir kesimin siyasi mesajları için kullanılır.
Bu durum aynı zamanda Türkiye’nin aşırı siyasallaşmasının bir yansıması olarak da okunabilir. Ülkemizde siyaset o kadar yaygın ve baskın bir faaliyet türüdür ve insanlar öylesine yoğun siyasi duygularla doludur ki her yerde her zaman her vesileyle siyasi mesajlar verilir. Bunun da pek sağlıklı bir toplumsal durum olmadığı açık bir gerçektir. Üniversite törenlerinin siyasallaştırılmaması ne toplumu ne de siyasi gösterileri yapanları bir kayba uğratır. İnsanlar mesajlarını başka yerlerde ve başka şekillerde verebilir. Mesela akşam saatlerinde yapılabilecek ve sadece kendi görüşlerindeki kimselerin davet edildiği toplantılarda açığa vurabilir. Böylesi hem daha ahlaklı hem de daha nazik bir davranış olur.
Bu davranış onu gerçekleştirenlerin ahlaki tutumu ve değerleri hakkında da bir fikir verir: Kendileri gibi olmayanları yok saymak ve rızaları hilafına araçsallaştırmak. Diğer insanların sessizliğinden veya efendiliğinden yararlanarak herkese ait olan törenleri çalmak.
Her şey kendi sınırları içinde kalmalı. Mezuniyet törenleri de siyasi şov yeri ve aracı olarak değil mezuniyeti kutlamak için kullanılmalı.
.
DP, Demokrat Parti’ye ihanet mi ediyor?
26 Ağustos 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Türkiye siyaseti aşağı yukarı iki eksenli olageldi: Bir tarafta CHP diğer tarafta DP... Bu geleneğin de Osmanlı’daki İttihat Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası arasındaki ihtilafın bazı bakımlardan devamı olduğu söylenebilir. Şüphesiz, siyasette bugün daha renkli ve çok sayıda unsuru barındıran bir tablonun söz konusu olduğu öne sürülebilir. Bu görüş de belli ölçülerde doğru olmasına rağmen, ikili geleneğin devam ettiğinde ısrar etmek de mümkün.
Bu gelenekten ilki, yani CHP geleneği, toplum mühendisliği anlayışına dayalı. Toplumu kendi hâline bırakmanın yanlış olduğu, daha iyi bir toplum meydana getirme uğruna ona sistematik ve daimî olarak müdahale etmenin gerektiği inancı özünü oluşturmakta. Bu anlayışın benimsenmesinde elbette toplumun ne olduğuyla ilgili fikirler yatmakta. Kabaca söylersek, bu görüşe göre, toplum suni olarak teşkil edilebilecek, mekanik hesaplamalara ve romantik heveslere dayalı müdahalelerle yol, yön ve biçim verilebilecek bir entitedir. İster bir modernleşme projesinin hayata aktarılması isterse cumhuriyetin kurulması ve geliştirilmesi olarak anlaşılsın, bu zihniyet tek parti döneminin siyaset felsefesine tekabül eder. Bu yüzden, tek parti dönemi devletin ve siyasetin yeniden şekillendirilmesiyle yetinmeyip topluma hemen her alanında zora dayalı müdahalelerde bulunma eğilimi ile tescil edildi. Türkiye dar anlamda cumhuriyeti -yani egemenliğin fiilî olarak değilse de retorikte halka ait olduğu bir sistemi- bu yaklaşıma borçlu. Ancak bu, elbette, yoğun insan hakkı ihlâlleri ile gölgelenmiş bir kazanım oldu.
İkinci gelenek, yani DP, kurucu önderleri mecburen tek parti olan CHP içinden çıkmışsa da, toplumu daha ziyade kendi akışı içinde oluşan bir entite olarak görmeye meyilli. Bu yüzden kültür, inanç, müzik, dil, kıyafet gibi alanlarda keyfî ve zora dayanan müdahalelerde bulunmak yerine onu ne ise o olarak kabul etmek ve daha ziyade siyaset üzerinde odaklanmak durumunda. Türkiye gerçek -yani geniş anlamda- cumhuriyeti bu geleneğe borçlu. Bu gelenek aynı zamanda insan hakları alanında da tek parti cumhuriyetinin yoğun ihlâllerini önemli ölçüde ortadan kaldırdı.
Cumhuriyet dönemi siyaseti büyük ölçüde bu iki ana eksen arasındaki ‘kavga’ biçiminde cereyan etti. CHP geleneği demokrasinin kurallarına karşı çıkmakta bir beis görmedi; askerî müdahaleleri ve darbeleri haklı ve yararlı buldu. Türkiye’de yapılmış hemen hemen tüm darbelerin CHP ideolojisi ile bir probleminin olmaması ve her darbe ve müdahalenin CHP ideolojisi istikametinde taleplerle ortaya çıkması tesadüf olamaz. CHP 1960 darbesinden sonra kurduğu bürokratik vesayet sistemi marifetiyle devlet iktidarının önemli bölümlerini her zaman elinde bulundurdu. Hâlâ bu durumun belli ölçülerde devam ettiği de söylenebilir.
CHP Adnan Menderes’e yapılan darbenin siyasi ayağı olmayı üstlendi. Darbe sonunda Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın asılmasına ses çıkarmadı. Bugüne kadar bu konuda bir üzüntü izhar etmedi ve gerek darbelerin anasını gerekse siyasilerin idam edilmesini kınamadı. Dolayısıyla, CHP ile DP gelenekleri arasındaki çatışma devam etmekte. Buna karşılık, mevcut DP yönetimi ana rakipleri ve kurucu önderlerinin hayatına haksız şekilde son verenlerin bir anlamda sığınağı olan CHP ile sırf Erdoğan antipatisi yüzünden bir ortaklık masasında oturabilmekte. Böylece ait olduğu geleneği terk etmekte; ana rakibinin siyasetine katılmakta…
Bu durumda, mevcut DP’nin Demokrat Parti geleneğine, fikriyatına ve misyonuna ihanet etmekte olduğu söylenebilir mi?
.
Menderes’in katledilmesi
16 Eylül 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
17 Eylül 2022 Adnan Menderes’in alçakça katledilişinin 61’inci yıl dönümü. Menderes, Zorlu ve Polatkan’dan bir gün sonra, idam edildi. Menderes ve arkadaşları ölüm günlerinde rahmet ve hürmetle, darbeci zalimler ise öfke ve nefretle anılmakta…
Adnan Menderes hevesli bir genç olarak siyasete Serbest Fırka’da başladı. Fırka, Halk Fırkası’nı ilk genel ve serbest seçimde silip süpüreceği anlaşılınca, kapatıldı. M. Kemal’in bir Aydın gezisinde tanıştığı ve sevdiği bu genci Halk Fırkası’na yönlendirmesi üzerine Menderes bu partiye girdi. Daha sonra Aydın milletvekili olarak, seçilmekten ziyade atanmak yoluyla, Meclis’te yer aldı.
Meclis’te geçen ilk yıllarında Menderes fazla sesi çıkmayan bir insan olarak tanındı. Komisyonlarda çalıştı ve olgunlaştı. Menderes bilge bir insandı ve Demokrat Parti hareketinin gerçek lideriydi. Partide Kemalist kadrodan Celal Bayar da tarihî bir figür olan İsmet İnönü’yü dengelemek üzere yer bulmuştu. Ancak, sisteme demokratik açıdan asıl eleştirileri getirebilecek, diktatörlüğe diktatörlük diyecek cesarete sahip kişi Menderes’di.
Menderes, rahmetli Kazım Berzeg’in tatlı üslubuyla anlattığı üzere, 1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu üzerine Meclis’te yapacağı konuşmaya ne diyeceği merakla beklenen bir isim olarak çıktı. Konuşmasını tamamlayıp kürsüden indiğinde artık bir liderdi. Bu tarihî konuşmasında hiç çekinmeden sistemin diktatoryal yanlarına dikkat çekti.
İnönü’nün demokrasiye geçiş sözünde durması ve Demokrat Parti’nin 1946 seçim hilesine rağmen demokratik yollardan sapmaması sayesinde Türkiye 14 Mayıs 1950’de ilk demokratik seçimleri yaşadı. Bu seçimler, dönemin liberallerinin öncülüğünde gündeme gelen ve hem iktidarın hem de muhalefetin ortak kararıyla kabul edilen bir sistemle, yargı gözetim ve denetiminde yapıldı. CHP seçimden galip çıkmayı umuyordu, zira kendisini halkın velinimeti olarak görmekte ve uğruna bunca fedakârlık yaptığı halkın kendisini iktidarda tutacağına inanmaktaydı. Tersi vuku buldu; halk Demokrat Parti’ye büyük teveccüh gösterdi ve Halk Partisi’ni iktidardan indirdi...
Bu iktidar değişikliğinin önemi abartılamaz. Türkiye böylece bir tek parti diktatörlüğünden en medenî ve barışçıl usulle, seçimlerle kurtuldu. Kimsenin burnu kanamadı. Taraflar silaha sarılarak birbirini öldürmeye yönelmedi. Bu hâlâ özellikle İslam Dünyası’nda tekrarlanamamış bir zaferdir.
Menderes Türkiye’de insan hakları ihlâllerini ortadan kaldırma ve ekonomik açılım politikası izledi. Böylece Türkiye karanlık dönemleri geride bırakmaya başladı. Menderes 1954 ve 1957 seçimlerinde de halkın teveccühünü kazanarak üst üste üç seçimden zaferle çıktı. Ancak, CHP inanılmaz sert ve birçok bakımdan anti demokratik bir muhalefet yürütmekteydi. Bu çerçevede Demokrat Parti’nin hataları olduğu iddia edilebilecek bazı uygulamalara girme teşebbüsü de oldu. Ne var ki bunlar hiçbir şekilde bir darbeyi gerektirecek ve meşrulaştıracak olaylar değildi. Üç seçimi kaybetmiş olmanın öfkesiyle CHP darbecilerin önünü kesmeye çalışmak yerine yolunu açtı. Böylece darbenin siyasi ayağı oldu. O günden bugüne CHP tarafından ne 1960 darbesi ne de Menderes ve arkadaşlarının idamı açık ve net şekilde kınandı.
Ne var ki Menderes toplumun gönlüne taht kurar ve hatırası insanların hafızasına kazınırken ona darbe yapanlar, onu düzmece mahkemelerde yargılayanlar, uydurma suçlarla itham edenler, zevkle eziyet ve işkence edenler ya tamamen unutuldu ya da lanetle hatırlanır hâle geldi. Bu da gayet normal, çünkü, bu millet, Besim Tibuk’un haklı olarak söylediği gibi, Adnan Menderes’e manen borçlu…
Katledilme yıl dönümlerinde Menderes, Polatkan ve Zorlu’yu rahmet ve minnetle anıyorum.
.
Anayasal monarşi mi cumhuriyet mi?
21 Eylül 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Birleşik Krallık’ın Kraliçesi II. Elizabeth’in ölümü çağdaş siyasi sistemler ile demokrasi arasındaki ilişkilerin yeniden sorgulanmasına yol açtı. Soru şu: Anayasal monarşi mi yoksa cumhuriyet mi demokrasi ile daha iyi uyuşmakta? Başka bir deyişle, demokrasi anayasal monarşilerde mi yoksa cumhuriyetlerde mi daha kolay hayat bulmakta ve istikrarlı olmakta?
Dünyadaki örneklerine baktığımızda bazı demokrasilerin anayasal monarşi diğer bazılarının ise cumhuriyet olduğunu görüyoruz. Buna dayanarak demokrasinin zorunlu olarak anayasal monarşi veya cumhuriyet rejimi gerektirmediğini söyleyebiliriz. Her ülkenin sosyolojisine ve tarihine bağlı olarak bir sistem ortaya çıkıyor. Demokrasi, bunların yanında diğer bazı faktörlerin de tesiriyle doğuyor ve yaşamaya çalışıyor.
Bununla beraber özellikle cumhuriyet ile demokrasi arasındaki ilişkiler anayasal monarşi ile demokrasi arasındaki ilişkilere nispetle daha sıkıntılı görünüyor. Dünyadaki hemen hemen tüm anayasal monarşiler demokratik iken, cumhuriyetlerden bazılarının demokratik bazılarının ise anti demokratik özellikler sergilediği ortaya çıkıyor.
Buna dayanarak dar anlamda cumhuriyet ile geniş anlamda cumhuriyet arasında bir ayrım yapmak münasip olur. Dar anlamda cumhuriyet genellikle egemenliğe tam olarak sahip bir hanedanın -yani mutlak monarşinin- devrilmesi veya yıkılması sonucu ortaya çıkıyor. Böylece egemenlik teorisi açısından egemenliğin bir monarktan veya hanedandan halka geçtiği varsayılıyor. Zaten dar anlamda cumhuriyet ile demokrasi arasında bazen ikisini birbiriyle özdeşleştirmeye varan bir benzeştirme yapılmasına da bu sebep oluyor. Ancak, halkın egemenliğe nasıl sahip olduğuna ve onu nasıl kullanacağına ilişkin düzenlemeler yapılmadığı ve esasen çoğu zaman buna ihtiyaç da duyulmadığı için dar anlamda cumhuriyette egemenliğin halka ait olması sadece sözde kalıyor.
Cumhuriyet fikri ve tatbikatı açısından daha kötü durumlar da var. Bazen, cumhuriyet içinde bir tür hanedanın kurulması söz konusu olabiliyor. Suriye, Kuzey Kore ve Küba buna örnek olarak verilebilir... Bir diğer mesele, cumhuriyet fikrinin özünde totaliter çağrışımlar yapmaya elverişli nüveler barındırmasından kaynaklanıyor. Bir ‘erdem ve fazilet rejimi’ olduğu söylenen cumhuriyet rejimi, her ne iseler o olarak değil idealize edilmiş veya şekillendirilmesi gereken varlıklar olarak insan nosyonuna dayanıyor. Bu da onun adına topluma totaliter müdahalelerde bulunulmasına zemin hazırlıyor. Entelektüel kökleri yakın zamanlarda en iyi J.J. Rousseau’da ortaya çıkan bir bakış…
Nitekim, hanedan olmayan ve kendi içinde bir iktidarın belirlenmesi ve devredilmesi mekanizması kurmayı başaran dar anlamda cumhuriyetler genellikle totaliter özellikler taşıyor. Sovyetler Birliği bunun en iyi örmeği olarak gösterilebilir. 1918’de cumhuriyete geçen Almanya’nın on beş yıl içinde nasyonal sosyalist kapana sıkışması da bir örnektir. Buna karşılık faşizm İtalya’da krallık rejimi altında doğdu. İran’da ise otoriter bir monarşiden totaliter bir sisteme geçiş oldu…
Dolayısıyla, dar anlamda cumhuriyet fikrinin demokrasiye ters olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bütün bu dar anlamda cumhuriyetlerde ortak olan nokta çoğulcu ve yarışmacı seçimlerin bulunmaması. Seçimli olmayan bir cumhuriyetin anti demokratik olacağına neredeyse kesin gözüyle bakılabilir. Geniş anlamda, yani seçimli cumhuriyetin ise demokrasi ile bağdaşması daha kolaydır, hatta birçok durumda geniş anlamda cumhuriyet demokrasi ile özdeştir...
Bütün bunlara dayanarak, anayasal monarşilerin demokrasi ile özellikle dar anlamda cumhuriyete nispetle daha kolay ve daha iyi uyuştuğu sanırım söylenebilir.
.
İran’da kadın olmak!
23 Eylül 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Ahlak ile hukuk arasındaki ilişkiler ele alınırken genellikle hukuk kurallarının devlet tarafından uygulanma kabiliyetine sahip fiziksel zora dayanmasına karşılık ahlak kurallarının -toplumdan dışlanma, ayıplanma, kınanma gibi- sosyal müeyyidelere dayandığı ifade edilir. Ancak, hukuk ile ahlâk arasında böylesine kesin ve keskin bir ayrım yapmak her zaman kolay değil. Bazı kuralların aynı anda hem ahlâka hem hukuka ait olması mümkün. Özel mülkiyetin ihlâli -yani hırsızlık- buna örnek olarak verilebilir. Başkalarına ait olan bir şeyi o kişinin rızası dışında kullanmak hem ahlâken kınanacak hem de hukuken cezalandırılacak bir durumdur.
Genellikle insan hak ve özgürlüklerini şu veya bu ölçüde tanımayan ülkelerde, tarihî ve güncel örneklerden takip edilebileceği üzere, ahlak ile hukuk arasındaki ayrım daralmaya meyleder. Aşırı durumlarda ahlak kuralları ile hukuk kuralları aynılaştırılır ve polise bu kuralların ihlâlini takip etme ve hukuk sistemine de ihlâli yapanları cezalandırma görevi ve yetkisi verilir. Günümüzde bu tür bir ülkeye en yakın örneklerden biri, şüphesiz, otoriter bir monarşiden totaliter bir cumhuriyete geçmiş olan İran’dır...
Geçtiğimiz günlerde İran’da elem verici bir hadise cereyan etti. Rejimin kadınlara dayattığı başörtüsü kullanma mecburiyetine bir şekilde uymayan 22 yaşındaki Mehsa Emini İran 'ahlak polisi' tarafından gözaltına alındı ve kendisine şiddet uygulandı. Kadın hayatını kaybetti. Resmî iddiaya göre geçirdiği kalp krizi yaygın kanaate göre ise gördüğü şiddet ölümüne sebep oldu. İran polisi tarafından yapılan açıklamada olay kınanmak yerine kadının ölümünden “bir daha asla tekrarlanması gereken olay” diye bahsedildi…
İran’da kadınların başını örtmesi rejim tarafından uyulması gereken temel ahlâk kurallarından biri olarak görülüyor. Ahlâkçı bir tavır takınan İran resmî makamları kadınları bu kurala uymaya zorluyor. Bu amaçla İran’da bir ‘ahlâk polisi’ birimi de var. Bu yüzden İran’da kadınların başı açık olarak yaşaması, kamusal alana çıkması, tahsil yapması ve kariyer peşinde koşması çok zor.
İran’ın bu tutumunun insan hak ve özgürlüklerine aykırı olduğu açık bir gerçek. Kadınlar, kıyafet kodlarının ne olacağına, ne giyip ne giymeyeceklerine, başlarını örtüp örtmeyeceklerine kendileri karar vermeye muktedir varlıklar. İran’da olduğu gibi başörtüsü takmaya zorlanmaları onların iradesini ve tercihini hiçe saymak anlamına gelir. Böylece bu zorlamaya muhatap kılınan kadınların insan olma özelliklerinin bir kısmı ellerinden alınmış olur. Dayatma aynı zamanda kadınlar ile erkekler arasındaki eşitliğe de aykırı. Devletin maksimum ölçüde tarafsız olması gereken bir alanda bazı vatandaşları lehine diğer bazı vatandaşları aleyhine taraf olması anlamına gelir. Bu yüzden de zorlama yanlış ve zararlı bir tavır…
Bu noktada totaliter İran rejimi ile Türkiye’nin rejimi arasındaki -artık geçmişte kalmış olmasını umduğumuz- bir ortaklıktan bahsetmek gerek. Türkiye’de bir zamanlar kadınların başörtüsü kullanmaları yasaktı. Başörtüsü takan kadınlar eğitim hayatından ve kamuda çalışmaktan dışlanmıştı. Hatta seçilme hakları dahi yoktu. Türkiye bu sıkıntıları demokratikleşerek önemli ölçüde aşmayı başardı. Umulur ki İran’da bu vahim olayın sebep olduğu acı ve yaygın protestolar ülkenin demokratikleşme, insan hak ve özgürlüklerine saygı gösterme yolunda ilerlemesine yol açar ve rejim kadınları başörtüsü takmaya zorlamaktan vazgeçer.
.
İran’da totalitarizm
28 Eylül 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Siyaset teorisinde İran’daki rejimi değerlendirebilmek için başvurabileceğimiz bir yaklaşım mevcut: Totalitarizm. İran’a bu açıdan baktığımızda karşımıza çıkan manzara nedir?
Totalitarizm, genellikle sanıldığı gibi, demokrasinin değil, liberalizmin zıddıdır. Demokrasinin zıddı otoriteryenizmdir. Totalitarizm temel hak ve özgürlüklerden tam mahrumiyet anlamına gelir. Bunlar hayat, hürriyet ve mülkiyet hakları ve bunların birleşmiş hâli olarak karşımıza çıkan ve genellikle sivil hak ve özgürlükler adını verdiğimiz ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, seyahat ve yerleşme özgürlüğü, iş kurma ve işini seçme özgürlüğü gibi sivil hak ve özgürlüklerdir. Otoriterizm ise topluma ilişkin temel kararların doğrudan veya dolaylı olarak (seçilmiş temsilcileri aracılığıyla) halk tarafından değil tek veya az sayıdaki kişi tarafından alınması anlamına gelir. Bu çerçevede bakıldığında bir otoriterizm türü olarak her monarşinin totalitarizm derecesinde hak ve özgürlük mahrumiyeti oluşturması zayıf bir ihtimâldir. Bazı durumlarda monarşiler temel hak ve özgürlükler konusunda hayli iyidir. İngiliz monarşisi buna örnek olarak gösterilebilir. İngiltere’de demokrasi kurulmadan önce, monarşi döneminde, hemen hemen tüm hak ve özgürlükler vardı ve önemli ölçüde kurumsallaşmıştı...
Bir sistemin totaliter olarak vasıflandırılabilmesi için şu beş şartın var olması gerekir: Total ideoloji, tekelci bir siyasi parti, kitle iletişim araçlarında devlet tekeli, devletin tam kontrolü veya devlet güdümü altında bir ekonomik hayat ve yaygın yukardan terör... Bu şartlar açısından değerlendirildiğinde İran’ın totaliter bir rejime sahip olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir. İran’da Şii İslam yorumuna dayanan bir total ideoloji var. Tüm hayat bu ideolojinin sınırları içinde tutulmaya çalışılıyor. Keza, ülkede kelimenin gerçek anlamında bir siyasi çoğulculuk da yok. İran 20. yüzyılın totaliter rejimlerinin bazıları gibi çağımızın âdeta kutsallarından biri olan oy verme hakkını görünüşte halkına tanımış ama partilerin kurumsallaşmasına ve farklı ideolojileri takip etmesine izin vermemekte. Diğer totaliter rejimlerdeki gibi bazı ahlâki konuları bir siyasi mesele hâline getirmekte ve ahlâk kurallarına uymaları için insanları kamusal zora tâbi tutmakta.
İran’ın dinî kaynaklı bir totaliter rejime sahip olması dinlerle totalitarizm arasındaki ilişkiyi sorgulamaya yol açıyor. Tarihî tecrübe gösteriyor ki dinler farklı şekillerde yorumlanmaya açık. Bazen eşsiz bir barış ve dayanışmanın bazen de korkunç bir baskının ve zulmün kaynağı olabiliyorlar. Tarihte bunun örnekleri var. Hristiyanlığın bir yorumuna dayanan bir totaliter sistem, aslında modern totalitarizmin ilk örneklerinden biri, ‘Hristiyan komünizmi’ biçiminde, 1520’lerde Almanya’da Münster şehrinde yaşandı. Modern totalitarizmin bu sistemin sekülerleşmesi sonucu ortaya çıktığı yaygın şekilde kabul gören bir yaklaşım(*). Dolayısıyla, dindarlara düşen görev, bence, dinlerinin barışçıl ve dayanışmacı yorumlarını esas almak ve geliştirmeye çalışmak…
İran’da totaliter rejimin baskıları insanları bezdiriyor. Yirmi iki yaşındaki Amini’nin polis gözetimindeyken hayatını kaybetmesinin patlattığı öfke bu yüzden. Bununla beraber, rejimin şiddete dayanmayan, barışçıl yollarla totalitarizmden çıkması ve insan hak ve özgürlüklerini tanıyan bir sisteme doğru evrilmesi tercihe şayan.
.....
(*)Münster’de kurulan totaliter sistem hakkında daha fazla bilgi için bkz.: https://mises.org/library/karl-marx-religious-eschatologist
.
Tarımda sosyalizme mi gidiliyor?
4 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Korona salgını döneminde hemen hemen tüm hükûmetlerin vatandaşlarına destek sağlama amacıyla parasal genişleme politikası izlemesi enflasyonu tetikledi. Bu kötü duruma Rusya-Ukrayna Savaşı tarafından da katkıda bulunuldu. Böylece -enerji başta olmak üzere- emtia fiyatlarındaki ve deniz taşıma ücretlerindeki yükselmeler tüm dünyayı enflasyonist baskı altına aldı. Savaşın Ukrayna ve Rusya’nın tahıl ve ayçiçeği yağı ihracatını engellemesi çeşitli yerlerde fiyat dalgalanmasına ve geçici de olsa mal kıtlıkları yaşanmasına yol açtı.
Elbette Türkiye de bu durumdan etkilendi. Zaten enflasyonla başı dertte olan ülkemiz maliyet enflasyonu baskısını dünyada en ağır şekilde hisseden ve yaşayan ülkeler arasında. Bunun sebepleri arasında yukarıda sayılan sebepler ve bildiğimiz klasik problemlerimiz yanında hükûmetin ihracatı artırma gayesiyle döviz fiyatlarındaki yükselmeye -en azından bir süre- kayıtsız kalmasının da payı oldu. Bugün ise yükselen enflasyonun yol açtığı şikâyetler hükûmeti çeşitli tedbirler almaya itiyor. Bu tedbirlerin özellikle tarımdaki sonucunun tarımsal üretimde bir tür merkezî planlamaya doğru gidiş olduğu söylenebilir.
Ekonomiye devlet müdahalelerini savunanlar tarımın artan önemini vurguluyor, her karış toprağın kullanılması ve kıtlıkların yaşanmaması için nerede, neyin, ne kadar üretileceğinin planlanması gerektiğini söylüyor. Tarım Bakanlığı da bu çerçevede tüm toprakların kullanılması, ne ekileceğinin bakanlığa bildirilmesi, bakanlığın izni dışında üretim yapılmaması, kullanılmayan toprakların sahiplerinden kiralanarak alınması yolunda adımlar atmaya hazırlanıyor.
Hükûmetin çabalarının iyi niyetli olduğuna kuşku yok. Ancak, hükûmetlerin iyi niyeti hayatın gerçeklerini değiştirmiyor. Planlamanın iyi sonuç vereceğinin bir garantisi yok. Örneğin planlamayı çok daha aşırı biçimde kullanan Sovyetler Birliği birçok alanda kıtlık çekti. Üstelik kıtlığı çekilen şeyler arasında tüm ülkenin ihtiyacından daha fazla üretimi yapılan mallar ve mahsuller de bulunmaktaydı. Problem üretimin planlaması ama dağıtımın nasıl yapılacağının göz ardı edilmesiydi. Bir ekonomi üretim yanında üretilen şeylerin dağıtımından, nihai tüketiciye ulaştırılmasından da oluşur. Dolaysıyla planlamanın dağıtım ve tüketime de uzatılması gerekir. Bunun ise refah değil kıtlık getirmesi ihtimali çok kuvvetlidir.
Planlamanın işe yaramamasının çeşitli sebepleri var. Bir sebep alandaki bilgilerin mahallî ve şahıs-işletme bağımlı olması. Bu yüzden bir merkezî otorite ne kadar isterse istesin tüm ekonomik datayı toplayamaz. Bir diğer sebep insanların zevk ve tercihlerinin değişmesi. Çoğu malın talebi esnektir. Bir mala bir sene büyük talep olması ertesi sene aynı talebin olacağını göstermez. Hatta meşhur örümcek ağı teorisine göre bazı malların fiyatlarında bir seneden diğerine ciddî dalgalanmalar olması beklenir...
Ne yapılmalı? Bence hükûmetlerin genel olarak ekonomide özel olarak tarım sektöründe genel şartları sağlamakla ilgilenmesi, gerisini vatandaşlara bırakması lâzım. Meselâ kıtlığı çekilen tarım ürünleri tarımsal üretimi daha kârlı hâle getirecek ve insanlar daha fazla üretime yönelecektir. İnsanlar kendi bilgi ve becerilerine dayanarak arazilerini kullanacaktır. Hükûmetin her müdahalesi beklenmeyen sonuçlar verecek ve ortaya çıkan menfi durumların düzeltmesi çağrıları gelecektir. Böylece adım adım planlı ekonomiye, yani "sektörel sosyalizm"e doğru gidilecektir... Sosyalizmin çok kötü bir iktisadî model olduğu, sadece açlık ve kıtlık üretmekle kalmayıp aynı zamanda büyük bir adaletsizlik ürettiği ise hiçbir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açık bir teorik ve tarihî gerçektir.
CHP zihniyeti
11 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:45
Bir süre önce CHP İzmir İl Teşkilatı Gençlik Kolu Başkanı katıldığı bir mahallî televizyon programında AK Parti seçmenlerini aşağılayıcı ifadeler kullandı. “Araştırmayan, okumayan belki okuması bile olmayan” ve “çoğu yaşlı” kimselerin körü körüne AK Parti’ye bağlandığını iddia etti Bunların seçmen kitlelerinin yaklaşık yüzde otuzuna tekabül ettiğini söyledi. Bu sözler ortalama CHP seçmenini ne kadar bağlar? Her CHP’li böyle mi düşünmekte?
Hiç kimseye haksızlık etmek istemem, bu yüzden bu tavrı tüm CHP’lilerin ortak tavrı olarak yorumlamak yanlış olabilir. Tanıdığım ve bu görüşü paylaşmayan birkaç CHP’li seçmen de var. Bununla beraber bu tarzın CHP tabanında ağırlıklı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hemen belirteyim bu söz türünün ne ilk örneğiydi ne de -görebildiğim kadarıyla- son örneği olacak. CHP tabanı daha önce de sırasıyla Menderes’e, Demirel’e ve Özal’a oy veren kitlelere aynı gözle bakmıştı. Bu liderleri ‘sapkın’ ve ‘hain’, onlara oy veren kitleleri ise ‘cahil’, ‘bilgisiz’, ‘ön yargılı’ ve ‘irrasyonel’ olarak görmüş ve etiketlemişti. Hatta daha da ileri gidip, özellikle Özal’a, bugün Erdoğan’a yapıldığı gibi, yargılanacağı yolunda tehditler savurmuştu…
Bu yaklaşım iki meseleyi gündeme getirmekte. İlki söylenenlerin ne kadar gerçeğe tekabül ettiği. İkincisi ve daha önemlisi ise CHP’de bu bakış tarzının kendi kendini yeniden üretme gücünü nasıl kazandığı ve gelişen ve değişen Türkiye’ye rağmen neredeyse her CHP neslinin nasıl olup da bu görüşü savunabildiği.
Türkiye’de eğitimli olanların daha fazla CHP’ye yönelme eğilimi içinde olduğu belki otuz yıl öncesi için söylenebilirdi; ama bugün bir geçerliliği yok. Bürokratik vesayet odaklarının sivil ayaklarından biri olarak yapılandırılmış olan üniversitelerin temel görevi resmî ideolojiyi yeniden üretmek ve yeni nesillere zerk etmekti. Bu yüzden tahsil seviyesi yükseldikçe seçmenlerin CHP’ye meyilli olması olağandı.
Gelgelelim Türkiye sosyolojisi bunun değişmesinin yolunu açtı ve bu değişiklik büyük ölçüde AK Parti dönemine denk geldi. Artan nüfus ve sosyal çeşitlenme çeşitli baskılara rağmen sivil toplumun gelişmesinin önünü açtı ve üniversiteleri tek ve ana bilgi kaynağı olmaktan çıkardı. Sivil ortamlarda resmî ortamlarda konuşulanların çok dışında şeyler konuşulur oldu.
İlaveten Türkiye bir üniversitelerin demokratikleşmesi tecrübesi yaşadı. Önceden birkaç merkezde toplanan çok sınırlı sayıda üniversite varken yeni ve tüm Anadolu’ya yayılmış üniversitelerin doğması ve yaygınlaşmasıyla üniversite eğitimi halka taşındı. Bu sayede yüksek tahsil görmüş insanlar arasında siyasi görüş çoğulluğu ortaya çıktı. Bugün tahsil seviyesi ile oy verme davranışı arasında tüm siyasi partiler, özellikle CHP’nin temsil ettiği merkez sol ile AK Parti’nin temsil ettiği merkez sağ arasında hemen hemen hiçbir fark yok.İkinci mesele daha önemli ve anlaşılması ve açıklanması çok boyutlu bir yaklaşımı gerekli kılmakta. Üstünlük duygusu hemen hemen tüm CHP’lilerde zuhur eden bir durum. Tahsil seviyesi ve sosyoekonomik statüsü ne olursa olsun CHP tabanı kendisini diğerlerinden özellikle de merkez sağ seçmenden üstün görmekte. Bu fiilî durum değil, psikolojik bir algılama.
Sanırım bunun nedenlerinin açıklığa kavuşturulması için ciddî ampirik çalışmalara ihtiyaç var. Bir başka deyişle ülkede öteden beri -ve bazı kesimlerin nezdinde hâlâ- başörtüsü kullanmanın normal davranıştan bir sapma olarak görülüp başörtüsü kullananların inceleme konusu yapılmasına benzer bir yaklaşıma CHP tabanı açısından ihtiyaç var.
Bilimsel incelemelerle bu yersiz, köksüz ve temelsiz üstünlük duygularının sebepleri ve kaynakları araştırılmalı. Ancak bu şekilde CHP zihniyetinin kodlarının çözümü meselesinde mesafe alınabilir...
.
İran direnişi ve Gezi isyanları
30 Kasım 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
İran’daki direniş, elbette, tüm dünyada, özellikle Müslüman ülkelerde ve bu arada Türkiye’de ilgi çekiyor. Her çevre vakayı, hâliyle, kendi meşrebine göre değerlendiriyor. Sol Kemalist çevrelerce de olay takip ediliyor. Bu muhitlerde dolaşan kimseler genellikle İran direnişini bir özgürlük mücadelesi olarak görüyor ve Türkiye’de 2013’te gerçekleşmiş olan Gezi isyanlarıyla benzeştiriyor. Bu kimselere göre her iki olayda da “direnenler” demokrasi istiyor.
Bu bakış temelde ve kökten hatalı. İki olayda da direniş var. İran’da insanlar hak ve özgürlükleri için direniyor. Türkiye’de ise demokratik hak ve özgürlükler için direnen isyancılar değil kendisine isyan edilen demokratik hükûmetti.
İran’da totaliter bir İslamî yönetim var. Siyasal çoğulluk yok; iktidarın göreve geliş ve gidişinin kelimenin gerçek anlamında halk tarafından belirlenmesi söz konusu değil. Hemen her konuda resmî bir görüş ve pozisyon mevcut ve tüm vatandaşların buna göre tavır alması bir mecburiyet. Bu çerçevede belli bir kıyafet kodu dayatılıyor; kadınlar bir şekilde başını örtmeye zorlanıyor. Bu emre uymayanlar rejimin baskısı ile karşılaşıyor.
Olaylar da bir kadının -Mahsa Amini’nin- bu yüzden polis gözetimindeyken hayatını kaybetmesiyle başladı. Dolayısıyla İran’da insanlar rejimin insan haklarına aykırı baskısına karşı direniyor.
Türkiye’de ise Gezi isyanlarında insan haklarına ilişkin olmayan bir konuda çıkan ihtilafta demokratik usullerle işbaşına gelmiş hükûmetin karar alması ve uygulaması zorla önlenmek istendi. Günlerce Gezi Parkı ve Taksim Meydanı işgal edildi. Sokak şiddeti kullanıldı. Kamusal ve özel mülklere zarar verildi. İsyancılar halkın kendilerinden ibaret olduğundan emindi; nitekim hükûmetin demokratik meşruiyeti kuvvetlendirmek için mesele hakkında referanduma gidilmesi talebi reddedildi.
İsyancılar zaman zaman ağaçların korunması üzerinden çevreciliğe sığındı. Tipik sosyalist kafayla bilimin kendi dediklerinin yapılmasını emrettiğini ileri sürdü. Hükûmetin demokratik meşruiyete dayandığını ve arkasında büyük bir toplum desteği olduğunu unuttu…
Bu nitelikleriyle olaylar arasındaki benzerlik ortada. İran’da halk demokratik hak ve özgürlükler için baskıcı bir siyasi rejime karşı direniyor. Türkiye’de ise tam tersi söz konusuydu; meşru iktidara karşı gayrimeşru bir sokak savaşı açılmıştı.
İran ile Türkiye arasında bir paralellik kurmak kuşkusuz mümkün. Türkiye’de başörtüsü yasağı ile İran’da başörtüsü mecburiyeti birbirine denk düşüyor. Türkiye’de insan hak ve özgürlükleri, insanların başını zorla açmaya çalışmakla ihlâl ediliyordu. İkna odaları, disiplin soruşturmaları, derslere almama üniversitelere sokmama, polis zoruyla insanların başını açma, başını örtenleri ilkel ve geri olmakla suçlama gibi olaylar bu çerçevede görülebilir.
O günlerde hem alanda bu baskılara karşı direnenler hem de bu satırların yazarı gibi baskılara insan haklarına dayanan eleştiriler yapanlar İran’da direnenlerin yaptığının bir benzerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Bugün İran’da direnenlere M. Kemal, laiklik vs. adına sahip çıkanlar ise o zamanlar İran’daki rejimin yaptığı gibi insanlara baskı uygulamakla ve/veya avuçları patlarcasına alkışlayarak baskıcılara destek vermekle meşguldü…
Özetle, Türkiye’deki rejimin başörtüsü yasakçılığı ve başörtüsü kullananlara fiilî ve psikolojik baskısı ile İran’da insanlara zorla başını örttürme özgürlük teorisi açısından aynı kapıya çıkıyor: Özgürlük düşmanlığı. Kemalist solcuların el çabukluğuyla İran’daki direnişe sahip çıkmaları kendilerinin aslında ve özünde özgürlük karşıtı oldukları gerçeğini değiştirmez, değiştiremez.
.
CHP yüzyılı mı?
7 Aralık 2022 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
CHP 3 Aralık’ta “Türkiye’nin İkinci Yüzyılı” başlığı altında bir vizyon toplantısı gerçekleştirdi. Dört saati aşkın bir süre boyunca daha ziyade yabancı ve Türk asıllı bazı akademisyenler konuştu. CHP’nin -altılı masa ile birlikte- iktidara gelmesi hâlinde nasıl bir Türkiye ortaya çıkartmaya çalışacağına dair açıklamalar yapıldı ve parlak vaatlerde bulunuldu.
CHP’nin bu faaliyetinin bazı özellikleri dikkat çekti.
En başta söylenmesi gereken, bir süre önce AK Parti tarafından seçim sürecine giriş faaliyeti olarak yapılan açıklama ile isim benzerliği. AK Parti “Türkiye Yüzyılı” adını vermişti projesine, CHP ise “Türkiye’nin İkinci Yüzyılı” dedi. İlginçtir, iktidar ve muhalefet çevreleri kendilerinin projesini överken diğerinin projesine verdi veriştirdi. Bence bu gereksiz. Her ikisi de, adı üstünde, proje. Daha iyi bir Türkiye için bir arayış…
İkincisi, CHP’nin toplantısının ağırlıklı olarak siyasi değil akademik bir havada gerçekleşmesi. Bunun bir sebebi CHP’nin uzun süredir siyasi iktidardan uzak kalması ve tarihinin partinin gururla atıfta bulunabileceği ve örnek gösterebileceği projeleri hayata aktarmamış olması. Bu yüzden, toplumun büyük çoğunluğunun nazarında, CHP bir proje ve icraat partisi olmaktan ziyade bir konser ve heykel partisi… Toplantıda konuşan akademisyenler genellikle alanlarında başarılı isimlerdi. Bazılarının bir ölçüde liberal eğilimleri olduğu da söylenebilir. Ancak, sunuşları günlük siyasetle ilgili olmaktan uzak ve daha çok akademik muhtevalıydı.
Üçüncüsü, CHP toplantısında ortaya çıkan çelişkiler. En temel çelişki özel sektörcü kesim ile kamucu kesim arasındakiydi. Akademisyenlerin çoğu danışman sıfatıyla boy gösterdi. Bir iktidar durumunda icraat makamında oturmaktan ziyade akıl verme durumunda olacak bu isimler nispeten liberal şeyler söyledi. Oysa icracı olması hemen hemen kesin bir isim olarak Selin Sayek Böke yaptığı konuşmada kamucu bir çizgi izledi. Müphem bir “kamu yararı” kavramının kamu politikasına egemen olacağının işaretlerini verdi. Vergilerin artırılacağını ve zenginliğin peşine düşüleceğini söyledi. Yine siyasi bir figür olan Hacer Foggo da sosyal harcamaların üç kat artırılmasından bahsederek aynı çizgide ilerledi. Bu hatırı sayılır, hafife alınamayacak bir çelişki.
Dördüncüsü, elbette sadece muhalefette değil aynı zamanda CHP’den daha az olmakla beraber iktidarda da yansıyan bir özellik olarak devletin ekonomik kalkınmada başı çekeceği inancının yansıtılması. Tarihî örnekler gösteriyor ki ülkeleri ekonomik olarak ileri taşıyanlar akademisyenler, devletler ve hükûmetlerden ziyade toplumun kendisidir. Başarılı bir müteşebbis sınıfı bulunmayan, girişimcilik kültürünün zayıf, becerikli ve devamlı becerisini geliştirme peşinde koşan bir iş gücünün namevcut ve tasarruf oranının düşük olduğu ülkelerin ekonomik bakımdan mesafe alması çok zor. Oysa CHP’nin toplantıda çizdiği tablo devletin toplumu ekonomik bakımdan âdeta uçuracağıydı. Buna neden inanalım?
Bir diğer problem yaklaşan seçimlere altılı masa ile girmeye hazırlanan CHP’nin bu sunuş programından ve ekonomik projelerinden altılı masanın diğer aktörlerinin ne kadar haberdar olduğu. CHP ne yapacağı ve nasıl yapacağı hakkında onları önceden bilgilendirdi mi bilgilendirmedi mi? Son olarak, CHP’nin sunuşunun Mustafa Kemal’e atıfla yapılması çok anakronik bir tavır. “M. Kemal’in istediği gibi bir ülkenin” oluşturulacağının vurgulanması ne anlama geliyor? Bu samimi bir inanç mı yoksa belli ezberleri tekrarlama arzusunun bir sonucu mu? Bu tutum CHP’nin değiştiği, artık eski CHP olmadığı yolundaki iddialara da çok darbe indirdi. İdeolojisini değiştiremeyen CHP kendisini nasıl yenileyecek?
Bütün bu problemlere rağmen CHP’nin böyle bir arayış içine girmesi bence memnuniyet verici…
.
Türkiye’yi bekleyen tehlike
11 Ocak 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:44
Ahmet Davutoğlu, bir süre önce benzer laflar etmiş olan Temel Karamollaoğlu’nu takiben, altılı masanın adayı kim olursa olsun, seçimin kazanılması hâlinde, altı liderin her birinin yönetime ortak olacağını ve alınan kararlarda imzasının bulunacağını açıkladı. Anlıyoruz ki, cumhurbaşkanlığı seçimini muhalefet kazanırsa, siyasi yönetim işi, cumhurbaşkanı seçilen kişinin yerine, altı kişilik bir heyet tarafından gerçekleştirilecek.
Bunu nasıl yorumlamak gerekir? Bu karar tatbik edilme kabiliyetine sahip midir? Demokrasimizde bir ilerlemeye mi yoksa gerilemeye mi tekabül eder? Türkiye bundan kazançlı mı zararlı mı çıkar?
İlk bakışta bu uygulama vaadi farklı siyasi partiler arasında ciddi bir uzlaşmaya dayandığı şeklinde yorumlanarak ileri bir demokratik adım olarak gösterilebilir. Netice itibarıyla demokrasi aynı zamanda bir uzlaşma sanatıdır; gerektiğinde farklı siyasi ekipler ortak bir anlayışta buluşabilmeli ve beraber hareket edebilmelidir. Altılı masanın özellikle önemli aktörlerinin farklı siyasi geleneklerden gelmelerine rağmen uzun süredir bir masa etrafında oturmaları bile bir başarı sayılabilir.
Gelgelelim bu görüş çeşitli zaaflarla malul. Her şeyden önce mevcut anayasal düzenlemeler buna izin vermez. Cumhurbaşkanı, elbette, her konuda, Erdoğan hakkında iddia edildiği gibi, tek ve mutlak karar verici değil. Böyle olmasına bir insanın kapasitesi, gücü yetmez. Cumhurbaşkanı bakanlar, siyasi danışmanlar ve önemli bürokratlarla birlikte hareket etmek durumunda. Dolayısıyla, cumhurbaşkanı tarafından alınan ve topluma duyurulan her kararın muhtemelen uzun bir hazırlık ve tartışma süreci var. Ancak, kararlar, sistem gereği, cumhurbaşkanı tarafında alınır ve imzalanır. Cumhurbaşkanının imzasına ortak imzalar atılması anayasal olarak mümkün değil. Örneğin eskiden üçlü kararnameyle yapılan atamalar şimdiki sistemde tek imza ile yapılmakta. Bunu değiştirip altı imzalı kararlar almak anayasayı ihlâl anlamına gelir. Bunun doğru mu yanlış mı olduğu elbette tartışılabilir, ama bu başka bir konu…
Bu durumda siyasi liderler kendi aralarında yapacakları bir protokol ile konuyu çözüme kavuşturmaya çalışabilir. Yani resmî değil gayriresmî bir süreç işletilebilir. Ancak, bunun işleyeceğinin de bir garantisi yok. Kilitlenmeler olması ihtimâli kuvvetli. Liderlerden birinin zıt bir çizgi takip etmesi karar alınmasını engelleyebilir. Keza protokolün cumhurbaşkanı tarafından ihlâl edilmesinin de hukuki bir müeyyidesi olamaz.
Bir de siyasetin tabiatı ve işleyişi var. Siyasette elbette iş birlikleri yapılabilir. Bu iş birliklerinin altılı masada görüldüğü gibi karşıtlıklar üzerine inşa edilen kısmında iş nispeten basittir; çünkü aktörlerin neye veya kime karşı olduğu bellidir. İş neyin savunulduğuna gelince durumun değişmesi gayet muhtemel. Başka bir deyişle, altılı masanın durumunda, Erdoğan karşıtlığı kaybolacağı için, iş birliği zemini de ortadan kalkar.
Bütün bu tehlikelerden bir sistem değişikliği ile kurtulmak mümkün. Muhalefetin vadettiği gibi başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçilebilir ve her anayasal organ anayasada kendisine tanınan yetkileri kullanır. Ancak, muhalefetin bunu yapacak güce sahip olması çok zor. Ayrıca, bu güce sahip olsa bile anayasa değişikliği ciddi bir iş ve neresinden baksak yaklaşık iki yıl alacak bir süreç…Altılı Masada gezinen “eş güdüm kurulu, “ortak imza” gibi fikirler iyi niyetli olsa bile kötü sonuçlar verebilir. Bu yaklaşımın ülkemiz için tehlike oluşturma potansiyeli hayli yüksek.
.
Türkiye’de bir diktatörlük mü var? -1-
29 Mart 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Türkiye’de bir diktatörlük rejimi olduğu iddiası çok sık dile getiriliyor. Buna göre ülke bir diktatörlük rejimine sahip ve Erdoğan acımasız bir diktatör. Bazen aynı anlama gelmek üzere “saray rejimi”, “tek adam rejimi” gibi tabirler de kullanılıyor. Bunu söylemek, Türkiye’de, Erdoğan’ın merkezinde bulunduğu hatta kurucusu olduğu ve demokrasiyle uzaktan yakından bir ilişkisi olmayan bir rejimin hüküm sürdüğünü iddia etmek anlamına geliyor…
Türkiye’de bir diktatörlük bulunduğu iddiası -daha doğrusu suçlaması- gerçeğe ne kadar tekabül ediyor? Ülkemiz gerçekten bir diktatörlük rejimi ile mi yönetiliyor? Erdoğan bir diktatör mü? Bunun işaretleri, göstergeleri ve sonuçları neler?..
Konuyu hem teorik hem de ampirik olarak ele alalım. Önce diktatörlüklerin genel özellikleri üzerinde duralım. Daha sonra Türkiye’nin yaşadığı tek parti diktatörlüğünün temel özelliklerini tespit edelim. Ardından Türkiye’de mevcut durumu bu tespitler açısından değerlendirelim...
Diktatörlük, siyasi çoğulluğun ve açık ve meşru rekabetin olmadığı, tek partili rejimlerin adıdır. Bu tür rejimlerde yarışmacı seçimler olmaz. Yani halk kesimleri farklı partiler tarafından temsil edilmez, tek ve tekelci parti bütün toplumu temsil etme iddiasındadır. Hâliyle, parlamento millî iradeyi yansıtmaz. Seçim yapılsa bile iktidar değişmez. Gerçek anlamda muhalefet partilerinin oluşmasına ve yaşamasına izin verilmez. Parlamento kelimenin gerçek anlamında parlamento olmaktan uzaktır. Sıraları diktatörün adamlarıyla doludur ve hemen hemen hiçbir gerçek fonksiyonu yoktur. Buna paralel olarak, medyada da çoğulluk bulunmaz. İfade ve basın özgürlüğü tanınmaz ve muhalif medya organları ne var olabilir ne de yaşayabilir. Medya organları daha ziyade iktidarın uzantısıdır; resmî ve izin verilmiş olanlar dışında haber ve yorum yapamaz…
Bu teorik anlatımı Türkiye’de tecrübe edilmiş tek parti diktatörlüğü örneğiyle karşılaştırabiliriz. Türkiye’de 1925-1946 (hatta 1950) arasında bir tek parti diktatörlüğü yaşandı. Bu dönemde diktatörlüğün yukarıda sıralanan tüm özellikleri mevcuttu. Her şeyden önce siyasi çoğulluk ve rekabet eksikti. Siyasi temsil de yoktu. Alternatif ve muhalif siyasi partilerin kurulmasına izin verilmedi. Siyasi rekabet yapılamazdı. Siyasi iktidar kendi kendisini atamaktaydı; göreve geliş ve gidişinin halkla bir ilişkisi mevcut değildi. Temel hak ve özgürlükler bir tür tepeden inme modernleşme projesi hesabına ve bu proje gerekçe gösterilmek suretiyle rafa kaldırıldı. Bu çerçevede ifade ve basın özgürlüğü de yoktu. Basın önemli ölçüde iktidarın destekçisi olarak konumlandırılmıştı. Medyada siyasi iktidarın icraatlarını eleştirme imkânı bulunmazdı...
Diktatörlüğün bu teorik ve fiilî özelliklerini belirledikten sonra şimdi Türkiye’nin bugününe bakabiliriz. Türkiye’de diktatörlüğün yukarıda ele alınan temel özellikleri var mı?
Türkiye’de demokratik seçimler var. Seçimler hür ve âdil olarak yargı gözetim ve denetiminde yapılmakta. Türkiye bu bakımdan Türkiye’nin diktatörlük olduğunu iddia eden ülkelerin bazılarına ders verecek ve onlar tarafından örnek alınacak kadar başarılı. Seçimler sonuç oluşturuyor; yani iktidarın seçimlerle değişmesi mümkün. Muhalefetin aylarca seçimi erkene alma çağrısı yapması, sonunda seçime gidiyor olmamız ve muhalefetin kazanma ümidi besleyebilmesi bunun bir işareti. Diktatör denilen Erdoğan da başarılı siyasi hayatını tamamen halkın serbest seçimlerde onu tercih etmesine borçlu. Hatta Erdoğan büyük ölçüde bürokratik hâkimiyet odaklarına karşı ana silah olarak demokratik seçimleri gören ve kullanan bir lider. O kadar ki siyasi hayatında karşılaştığı bütün problemleri seçimlere ve referandumlara giderek aşmış...
.
Türkiye’de diktatörlük mü var? -2-
31 Mart 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
Türkiye’de değişik siyasi görüşlerden partiler TBMM içinde ve dışında varlıklarını sürdürmekte. Siyasi çeşitlilik ve çoğulluk ülkemizin çok alıştığı için olağan karşıladığı ve bu yüzden çoğu zaman farkına bile varmadığı bir gerçek. O kadar ki, terör ile arasına bir mesafe koymamakta direnen bir parti bile, AB demokrasilerinden farklı olarak, parlamentoda grup sahibi. Partiler iktidara yönelik en sert eleştirileri dile getirebiliyor.
Türkiye’de medya da çoğul. Tüm medyanın diktatörlüğe ve Erdoğan’a hizmet ettiği iddiaları temelsiz. Türkiye’nin en çok satan gazetesi Sözcü bir kategorik muhalif yayın organı. Aynı çizgide Cumhuriyet, Birgün, Karar, Korkusuz, Evrensel, Yurt, Yeniçağ, Yeni Mesaj, Yeni Asya, Millî Gazete, Yeni Yaşam gazeteleri de yer almakta. Kategorik muhalefet psikolojisiyle hareket ettikleri için bunların gazetecilikleri çoğu zaman mesleki ahlâk sınırlarının dışına taşmakta. Televizyon istasyonları arasında da muhalif olanlar eksik değil. Halk, KRT, Fox, Tele1, Flash, Başkent, Yol gibi her an ve her şeyde muhalif ve Haber Türk, TV100 gibi yerine göre muhalif televizyon kanalları yayında...
Türkiye’nin sapkın parlamenter sistemden bir tür sapkın başkanlık sistemine geçmesinin bir tek adam rejimi ortaya çıkardığı, yani bir diktatörlük doğurduğu eleştirileri temelsiz ve abartılı. Eskiden bir başbakan ve bakanlar kurulu vardı. Şimdi ise halk tarafından doğrudan seçilen bir başkan iş başında. Başkanın yetkilerinin çok olduğu elbette ileri sürülebilir. Ben de başkanın yasama, yürütme ve yargıya ilişkin yetkilerinin bir kısmının diğer seçilmiş demokratik organ olan TBMM ile paylaşılması gerektiğini düşünmekteyim. Cumhurbaşkanı seçilen kişinin parti üyeliğinin sona ermesi veya en azından gevşetilmesi taraftarıyım. Ama bunları söylemek başka sistemin bir tek adam sistemi, bir diktatörlük olduğunu öne sürmek başka...
Son olarak dikkat çekmek istediğim nokta, Erdoğan’a yönelik diktatör ithamlarının nasıl yorumlanacağı. Bu hemen her gün çeşitli yol ve vasıtalarla dile getirilmekte. Ancak, diktatörlük suçlaması ne kadar çok yapılırsa bu iddianın altı o kadar çok oyulmakta. Zira, gerçek bir diktatörlük olsaydı diktatöre diktatör denemezdi. Bunu söylemeye cesaret edenler ya hayatta kalamaz ya da zindanlarda süründürülürdü…
Dolayısıyla gerek teorisi gerek pratiği açısından bakıldığında Türkiye’de bir diktatörlük ve bir diktatör yok. Diktatörlüğün temel özellikleri eksik ve diktatör denilen kişi, tipik diktatörlüklerde olduğundan farklı olarak, kendisine diktatör denmesini önleyecek yetkilerle ve güçle donatılmamış durumda.
Bana göre Türkiye’nin ana problemi yürütmenin tek kişi mi olduğu yoksa bir cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar kurulundan mı oluştuğundan çok, siyasetin alanının sivil toplum aleyhine çok geniş olması. Ülkede her şey bir şekilde siyasetle ilişkili. Kredi almaktan üniversite rektörü olmaya, işe girmekten görevde terfi almaya kadar neredeyse her şey siyaset yoluyla yapılmakta. Bunun, rahmetli Kazım Berzeg’in işaret ettiği gibi, bürokratik tahakküm geleneğine sahip olan ülkemizde siyaset tarafından bu tahakkümün kırılması gibi müspet tarafları elbette var. Ancak, kuralların oluşmaması, ilişkilerin güç ilişkilerine dönüşmesi ve o şekilde yürütülmesi gibi zararları da mevcut. Maalesef siyasi kültürümüz de hem bu durumun sonuçlarından etkilenmekte hem de bu durumu desteklemekte. İktidarı eleştiren ve iktidara talip olan siyasi partiler sivil alanı siyasal alana karşı genişletmek vaadiyle değil, iktidarın alanını genişletmek, ama onu daha iyiye kullanmak vaadiyle seçimlere giriyor. Bu problem çözülmedikçe sistemin parlamenter sistem mi yoksa başkanlık sistemi mi olduğu ikinci derecede önemli.
Türkiye’nin daha iyi bir ülke olmasını isteyenlerin kafayı diktatörlük rejimi ve Erdoğan’ın diktatör olup olmadığı tartışmalarına takmak yerine bu temel problemi görmesi, üzerinde düşünmesi ve çözülmesi için çaba sarf etmesi ülkemiz için her bakımdan daha doğru ve yararlı olur.
.
CHP niçin kendi kendisini kapatmalı!
7 Haziran 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
CHP’nin kendi kendisini kapatmasının demokrasimizin sıhhati için gerekli olduğu kanaatindeyim. Bir yanlış anlamaya mahal vermemek için, kastettiğim şeyin CHP’nin mesela AYM tarafından kapatılması suretiyle varlığına son verilmesi olmadığının altını çizmeliyim. Elbette bu da yapılabilir; ancak çok tartışmaya yol açar. Daha iyisi ve doğrusu partinin kendisini feshetmesi...
CHP iddia ettiğinin tersine devleti kurmamış, tek parti yönetimine gidiş sürecinde devlet tarafından kurulmuş ve uzun süre tek parti olarak yaşamış bir parti. Her ne kadar ‘parti’ adını almışsa da asıl görevi tüm topluma nüfuz eden bir yapılanma olmak ve toplumu tepeden tırnağa eğitmekti. Başka bir deyişle halkı ‘adam etmek’ti. Bu yüzden Osmanlı’dan kalma bütün sivil toplum unsurları bilinçli ve hatta vahşi şekilde yok edilirken, Halk Evleri, Köy Enstitüleri gibi kuruluşlar CHP’nin yan kolları olarak düşünüldü ve kuruldu. Tek parti döneminde parti tekelci konumunu iyice benimsedi. Demokrasiye geçme tartışmalarında demokrasiye geçilmesine veya ‘erken’ geçilmesine yönelik itirazlara göz atarak bu zihniyeti anlayabiliriz.
Çok partili hayata geçilmesine rağmen CHP kafası pek değişmedi. Bürokratik vesayet sisteminin kuruluşunda da CHP’nin bu özelliği etkili oldu. Kendi hâline bırakılan halkın yanlış -yani CHP ideolojisi karşıtı- partilere gittiği kanaatini edinen CHP, serde demokrat görünme mecburiyeti de olunca, diğer partileri tasfiye etmek yerine, vesayet sistemini kurdu ve demokratik iktidara karşı konumlandı. Bu sayede hemen hiçbir zaman seçim kazanamamasına rağmen kilit alanlarda çoğu zaman devlet iktidarına sahip oldu...
Türkiye’nin değişen sosyolojisi bu işi gitgide zorlaştırdı ve sistem AK Parti iktidarları zamanında ciddî ölçüde geriletildi. Ancak, CHP eski alışkanlıklarından vazgeçmedi; iktidarını bürokratik vesayet yoluyla sürdürmeye çalıştı. Merkez sağda birçok partinin gelip geçmesine karşılık klasik CHP yerinde kaldı.
CHP zihniyeti hayli anti demokratik. Ülkenin sahibi olduğu inanışı ve propagandası CHP’yi diğer partilerle eşitsiz hâle getiriyor. Böyle bir partinin var olması demokratik siyasetin doğasına da işleyişine de aykırı…
CHP bazı kanun ihlâlleri de yapmakta. M. Kemal’in vasiyetine uygun olarak İş Bankası’nda hisse sahibi. Banka üst yönetimine atama yapıyor. Oysa siyasi partilerin iktisadi ve ticari işlerle uğraşması kanunen yasak. Bu durumda bir tarafta bir tarihî şahsiyetin vakfiyesi diğer tarafta bir kanun var. Hemen altını çizelim vakfiyeye saygı bekleyen CHP’nin kendisi birçok vakfiyeyi geçersiz saymış ve vakıf mallarını yağmalamış bir parti. Buradaki çelişki ise M. Kemal’e bakışından kaynaklanıyor. İşine geldiğinde onu -bana göre olması gerektiği gibi- kamusal bir figür olarak görüyor, işine geldiğinde de özel bir vatandaş olduğuna hükmediyor.
CHP kendi kendisini kapatmalı ve bir vakfa dönüşmeli; "Cumhuriyet Halk Partisi Vakfı" olmalı. Bu, kanunî ihlâllerin ortadan kalkmasına da yardımcı olur. Vakıf kendi tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi üzerine çalışmalar yapabilir. Müze açabilir; kültürel faaliyetler yürütebilir.
Böyle yapması CHP ideolojisinin resmî ideoloji olmasını da zayıflatır; belki de Kemalizmin sistem içindeki yerinin normalleşmesine ve yarışan ideolojilerden biri olmasına katkıda bulunur. Türk demokrasisi böyle bir gelişmeden çok kazançlı çıkar.
CHP demokrasimizin iyiliği için kendi kendisini kapatmalı!
.
CHP’nin problemi şahıslar mı zihniyet mi?
16 Haziran 2023 02:00 | Güncelleme :2 Ekim 2023 19:40
CHP’de 14-28 Mayıs seçimleri sonrasında problemler artıyor ve yoğunlaşıyor. Taraflar daha ziyade genel başkanlık üzerinde odaklanmış vaziyette. Parti içi muhalif yaklaşıma göre partinin değişmesi lazım ve bunun yolu da genel başkanın değişmesinden geçiyor. Bu bakış ne kadar doğru? CHP’de genel başkan ve yönetim kadrosunda değişikliğe ihtiyaç var mı? Yoksa CHP’nin problemi başka yerlerde ve daha derinlerde mi yatıyor?
CHP parti adını almasına rağmen tipik bir demokratik parti olmaktan uzak. Tek parti diktatörlüğü zamanında edindiği formasyonu ve özellikleri hâlâ bünyesinde taşıyor. CHP diğer partilerle eşit şartlar altında yarışan demokratik bir parti olarak kurulmadı. O, "tek parti" diktatörlüğünün kurucuları ve iktidar sahipleri tarafından oluşturuldu. Onların anladığı ve altı okta ifade ettiği ilkeye göre halk tüm değerlerde ve tavırlarda aynılaşan insanlardan oluşan bir bütündü.
Bu yüzden CHP kendine misyon olarak halkın bir kesimini temsil etmeyi almadı; tüm halkı kuşattığına, kapsadığına inandı. Halkı totaliter bir şekilde kavradı. Parti olarak toplumsal talepleri siyasi sisteme taşımak yerine bireyleri ve toplumu yeniden oluşturmayı amaçladı. Nitekim, Onuncu Yıl Marşında bu hedefin başarıldığına olan inancı dile getiren ifadeler kullanıldı.
CHP bu amaca ulaşmak için Osmanlı’dan kalan tüm sivil toplum kuruluşlarını dağıttı. Onların önderlerini öldürdü, hapsetti, ülkeden kaçmaya zorladı. Sivil toplumda doğan boşluğu CHP’nin uzantısı biçiminde düşünülen ve faaliyet yürüten Halk Evleri, Köy Enstitüleri gibi kuruluşlarla doldurdu.
CHP’ye göre makbul, iyi vatandaş CHP çizgisini kabul eden vatandaştı. Bu çizgiye tüm çabalara rağmen gelmeyenler çeşitli şekillerde damgalandı ve dışlandı. Fransız Devrimiyle doğan ve zamanla yaygınlaşan bir hastalıkla muhalifler “halk düşmanı”, “devlet düşmanı”, “cumhuriyet düşmanı” ilan edildi. Nüfusun artması kaçınılmaz olarak bir toplumsal çoğulluğa yol açtı. CHP bu sefer kendi çizgisinde olmayanları aydınlanmadan nasiplenmemiş, tahsilsiz, bilgisizlik içinde yüzen kimseler olarak gördü. Okumuş yazmış kimselerin ona oy vereceğine inandı. Ona oy vermeyenleri cehaletten hainliğe kadar uzanan bir yelpazede suçladı.
Tarihsel olarak CHP idarecileri ve ileri gelenleri kendilerini toplumdan üstün ve topluma bahşedilmiş bir lütuf gibi gördü. CHP olmasa toplum asla doğruyu bulamaz; “modern” hayatı yaşayamaz; fakirlik ve sefaletten kurtulamazdı. CHP toplumun doğal ve değişmez öncüsü ve rehberiydi. Bunu reddedenler ise ya cahil ya da haindi!..
İşte bundan dolayı CHP’nin temel problemi kişilerden çok zihniyet...
CHP zihniyetinin değişmesi ve demokratikleşmesi şart. Ne var ki bu zihniyet bir toplumsal tabana sahip; kendi kendisini yeniden üretiyor ve yeni nesillere belli ölçülerde benimsettiriyor. Bugün CHP tabanında ülkenin gerçek sahipleri olduğu ve ülkenin selametinin ancak onların yolunda gidilmesiyle sağlanacağı kanaati hâkim. Bir akrabamın dediği gibi, CHP seçmenleri büyük ölçüde 1950’den -yani demokrasiye geçilmesinden- beridir ülkenin gerilemekte olduğuna inanmakta. Çok daha kötüsü CHP’lilerin çoğunun bu hastalıklarının farkında olmaması. Onlar kendilerinin değil onlar dışında kalan tüm toplumun hasta olduğu kanaatinde…
CHP’nin ana problemi bu jakoben, anti demokratik ve gayri insani zihniyet. Bir kadro değişikliği bu garip zihniyetin değişmesine hizmet ettiği ölçüde iyi. Ancak, CHP’de yapılan tartışmalar zihniyete ilişkin olmaktan uzak. İç kavgada taraflar bir zihniyet değişikliği çabası sergilemekten ziyade bir iç iktidar mücadelesi vermekte. Bu yüzden, kim genel başkanlık makamında oturuyor olursa olsun, CHP hakkında iyimser olmak için fazla bir umut göremiyorum.
.
Batı’nın hazin iflası!
20 Ekim 2023 01:13 | Güncelleme :20 Ekim 2023 01:13
Aslında yazının başlığı bir ölçüde yanlış ve yanıltıcı. Sebebi, sanki Batı bir bütünmüş izlenimini vermesi. Biliyoruz ki fikir ve felsefe, icraat ve tatbikat bakımından mutlak anlamda bütünleşmiş bir Batı yok. Standart bir Batı’dan ziyade çeşitli 'Batılar'dan söz etmek mümkün ve çok daha doğru.
Bugün Batı’dan bir bütünmüş gibi bahsetme ve tüm insan haklarını Batı’nın bir ürünü olarak görme eğilimi hayli baskın. Ne var ki Batı insan hak ve özgürlüklerini sadece tanımada ve geliştirmede değil, tahrip etmede de dünyada başı çekmiş bir coğrafya. Faşizm, nasyonal sosyalizm ve komünizm gibi insan haklarına temelden ve her bakımdan aykırı fikirler ve onların hayat bulmuş şekilleri Batı’nın mahsulü. Yahudi soykırımı -holokost- Avrupa’nın bağrında vuku buldu. Öjenik ve ırkçılık Batı ürünü. İki dünya savaşı Batı güçleri arasındaki bir hesaplaşmandan doğdu. Dolayısıyla, Batı dendiğinde karşılaşacağımız soru bu kavramla neyi kastettiğimiz olacaktır.
Popüler lisanda Batı kavramıyla işaret edilen şey Batı’daki bütün ideolojik gelenekler ve siyasi uygulamalar değil daha ziyade liberal Batı uygarlığıdır. Bu uygarlık insan hakları düşüncesinin gelişmesine büyük katkıda bulundu ve kalabalık insan gruplarının farklılıklara rağmen barış içinde yaşamasının temellerini hazırladı. Bu yüzden, Batı iflas etti derken söylediğimiz liberal Batı’nın iflas etmesi ve maalesef bu çok hazin bir iflas.
Bu iflasın vuku bulmasında Batı’da işlenmiş holokost suçunun yol açtığı utanç ve suçluluk duygusu da rol oynamakta. İsrailli Siyonist Yahudilerin Filistin halkına karşı giriştiği ve açıkça bir tür soykırıma ulaşan muameleye Avrupa ülkelerinin ve hassaten ABD’nin yaklaşımı bu iflasın en belirgin işaretleri.
Bu ülkeler savaşlarda sivillere saldırılmamasını, şiddetin mukabil olarak ve orantılı kullanılmasını devamlı vazeden ve uygulama iddiasında bulunan bir geleneğe bağlı olduklarını iddia ediyorlar. Bir diğer bağlılıkları da başta hayat, hürriyet ve mülkiyet tabiî hakları ve onların bileşimi ve kullanımı olarak ortaya çıkan sivil hak ve özgürlükler; meselâ ifade ve basın hürriyeti. Ne yazık ki İsrail’in bütün bu hakları hem de tüm dünyanın gözleri önünde ihlâl etmesi işte bu güya liberal Batı tarafından destekleniyor ve İsrail saldırganlığı teşvik ediliyor. Böylece bir zamanlar Batı’da holokosta maruz kalmış ailelerin çocukları ve torunları atalarına yapılmış muameleyi bile bazı bakımlardan aratacak bir vahşete imza atıyor.
Bu Batı ülkeleri kendi topraklarında ifade özgürlüğüne saygı göstermiyor. Savaşın Filistin ile İsrail arasında olduğu gerçeğini, Gazze’de İsrail şiddetinin insanlar arasında bir ayrım yapmadığını ve orantısız olarak kullanıldığını gözlerden gizlemeye çalışıyor. İsrail’in suçlarına ilişkin yayınlar yapmıyor, hasbelkader bunu yapan yayınları kesiyor. Bu ülkelerde Filistin lehine düzenlenen gösterilere izin verilmiyor. Polis bu gösterilere katılanlara şiddet kullanarak müdahale ediyor. Bu ülkelerde örneğin on yılların solcusu The Guardian gazetesi kırk yıllık karikatüristini Netanyahu’yu eleştiren bir karikatür çizdiği için işten atıyor. Bir hukuk fakültesi profesörü büyük şirketlere Filistin’e destek veren öğrencilerinin işe alınmaması çağrısı yapıyor. Medya, kafası kesilen bebek ve festivalde öldürülen sivil insanlar yalanını yayıyor…
Kısaca, liberal Batı bir iflas sürecinde ilerliyor. Bu mesele mutlaka daha geniş ve teferruatlı çalışmalarda ele alınmayı bekliyor. Merak etmeye değer bir konu da iflasın Türkiye liberalleri arasında nasıl yankılandığı...
.
Batı’nın çifte standartları
18 Ekim 2023 02:16 | Güncelleme :19 Ekim 2023 10:51
İsrail’in Gazze’ye vahşi saldırısı ve kolektif cezalandırma amacıyla ayrım yapmadan bomba yağdırması Batı’nın çifte standartlılığının ve çifte standartlarının gözlerden gizlenemeyecek şekilde açığa çıkmasına sebep oldu. Sanırım İsrail saldırısı bittikten sonra bile bu mevzu gündemde kalmaya devam edecek.
Aslında Batı’nın çifte standartlılığı yeni olmaktan uzak. Şimdi olan ise çok kısa sürede ve herkesin gözleri önünde bu özelliğin sergilenmesi. Batı'nın hemen hemen tüm kurumları bu süreçte yer almakta. Basın yanında politikacılar da çifte standart uygulamakta âdeta birbirleriyle yarışmakta.
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen bir süre önce Ukrayna-Rusya savaşı hakkında konuşurken Rusya’nın Ukrayna’da su ve enerji altyapısını bombalamasının bir savaş suçu olacağını söylemişti. Leyen’in İsrail’in Gazze’nin yakıtının, suyunun, gıdasının girişine engel olmasını da savaş suçu olarak görmesi ve adlandırması beklenirdi. Ama o bu konuda sessiz kaldı ve İsrail’e şehvetli destek açıklamaları yapmayı sürdürdü.
AB Azerbaycan’ın zaten kendi toprağı olan Karabağ’ı kontrol altına almasından sonra Ermenilerin kendi istekleriyle Ermenistan’a göç etmesini soykırım olarak nitelendirmişti. Aynı Batı medyası, soykırıma çok daha yakın olan, İsrail’in Kuzey Gazze halkını zorla ve tehditle Güneye sürmesi olayını ise soykırım olarak adlandırmadı.
İsrail HAMAS’a cevap olarak Gazze halkını kolektif olarak cezalandırma yoluna gitti. Suçlu suçsuz ayrımı yapmıyor. Kimin zarar göreceğine bakmadan Gazze’yi acımasız şekilde bombalıyor. İsrail’in bir haftada Gazze’ye attığı bomba miktarı ABD’nin Afganistan’da Taliban ile savaşta bir yıl içinde attığı bomba miktarına eşit. İsrail ayrıca savaşta kullanılması yasaklanmış olan fosfor bombaları kullanmaktan çekinmiyor. Batı medyası ise buna dair haberleri perdeliyor, görmezden geliyor.
Batı ifade özgürlüğün savunucusu olmakla övünmeyi sever. Ülkeleri bu açıdan değerlendirmekten de geri kalmaz. Buna karşılık Batı dünyası çeşitli şehirlerinde Filistin’e destek çıkan, İsrail’in saldırısını kınayıp durdurulması isteyen ve Gazze halkına destek veren açıklamaları ve gösterileri engellemeye çalışıyor. Bunu yapan kişileri hapisle tehdit ediyor; sınır dışı etmeyi düşünüyor. Almanya insanların astığı Filistin bayraklarını topluyor. Sosyal medyada da durum aynı. Facebook, YouTube, Twitter gibi mecralar Filistin’e destek veren, olayların gerçek yüzünü aktarmaya çalışan hesapları kapatıyor.
Batı medyası aynı zamanda haber uyduruyor, haber çarpıtıyor. Örneğin HAMAS savaşçılarının öldürdüğü söylenen sınırdaki festival katılımcılarının gerçekten öldürüldüğüne ilişkin bir belge ortaya çıkarılamadı. Keza, başının HAMAS tarafından kesildiği iddia edilen kırk bebekten de bir delil yok. Malûm, ABD Başkanı Biden İsrail’e destek açıklamalarından birinde acıklı bir şekilde bu gerçekleşmemiş olaydan bahsetmiş ve HAMAS’ı cinayet işlemekle suçlamıştı. Daha sonra Beyaz Saray bu konuda düzeltme yapmak zorunda kaldı ve haberin doğrulanamadığını söyledi. Keza, BBC İsrail’in savaş suçu işlediğini gizlemek için muhabirinin vermekte olduğu İsrail’in fosfor bombası kullandığına ilişkin haberi yarıda kesti…
İsrail’in propaganda mekanizması vahşi ve haksız Gazze saldırısına mazeret üretmek için uluslararası iş birlikçileriyle birlikte çabalıyor. Ancak, İsrail’in ve Batı’nın dezenformasyon çabaları ne kadar yoğun olursa olsun, bana öyle geliyor ki, gerçekler eninde sonunda ortaya çıkacak. Batı ve İsrail bu süreçte büyük itibar kaybına uğrayacak. Batı’nın çifte standartlılığı asla silinmeyecek şekilde akıllara kazınacak.
.
CHP’nin yolu
10 Kasım 2023 02:00 | Güncelleme :10 Kasım 2023 01:26
CHP’de geçen hafta sonu yapılan kurultayda bir genel başkan değişikliği gerçekleşti. Özgür Özel-Ekrem İmamoğlu ikilisi Kemal Kılıçdaroğlu’nu muhtemelen beklemediği bir yenilgiye uğrattı. Genel Başkanlık koltuğuna Özel oturdu.
Her değişiklik yeni bir hikâyenin başlangıcıdır. Dışarıdan gözlemcilere düşen de hayırlı olsun demek ve iyi şeyler temenni etmektir. Konu CHP olunca bir iyileşme beklemenin hayli zor olmasına rağmen, partinin yeni yönetimine başarılar dilemekte fayda var. Partinin problemleriyle ve gitmesi gereken yolla ilgili bazı tespitler yapmakta da...
CHP’nin problemleri adından başlıyor; zira adı Türkçeye uymuyor. Cumhuriyet Halk Partisi adı hem yanlış hem de, cumhuriyetin çoğu zaman devletle aynı anlamda kullanıldığı hatırlanırsa, bir devlet partisi çağrışımı yapmakta. İsim bu hâliyle demokrasiye değil tek parti yönetimi dönemine ait. Bu yüzden partinin adının "Cumhuriyetçi Halk Partisi"ne çevrilmesinde fayda var. Bu yapılırsa partinin kısa adı da (CHP) korunmuş olur.
CHP’nin ikinci problemi ideolojik tutumunda, daha doğrusu Kemalizmi parti ideolojisi olarak konumlandırmasında. Kılıçdaroğlu zamanında büyük bir değişiklik olduğunu ve partinin ideolojik bakımdan tamamen yenilendiğini iddia edenler oldu. Bence parti ideolojisi hâlâ Kemalizm. M. Kemal elbette tarihe mal olmuş, anılması ve hatırlanması gereken bir isim. Ancak, klasik CHP çizgisi M. Kemal’i insanüstü niteliklere taşımakta bir beis görmemekte. Tarihimizi, öncesini yok sayarak, M. Kemal ile başlatmakta. Ülkedeki bütün iyi şeylerin onun tarafından istendiğini ve getirildiğini öne sürmekte. Bunun tarihî realitelere aykırı olduğunu biliyoruz. M. Kemal’in tarihimizdeki yerinin normalleştirilmesi de, aynen abartılması gibi, CHP’ye düşmekte. CHP bu meseleyi çözmeden mesafe alamaz. Bu olmadıkça da kendisine "M. Kemal’in partisi" diyen bir parti vatandaşların nispeten küçük bir yüzdesinin oyunu almaya devam eder. Bunun M. Kemal ismine de zarar verdiği tartışılmaz…
CHP’nin bir diğer problemi Siyasi Partiler Kanunu’na aykırı biçimde ticarî işlerle ilgilenmesi. Parti M. Kemal’in mirası sayesinde İş Bankası’nda hisse sahibi. Banka yönetimine şeklen de olsa atama yapmakta. Bu, kanunun çiğnenmesi. M. Kemal mirasını o zamanki CHP’ye, yani devlete bıraktı. Mirasın asıl sahibi bugünkü CHP değil, devlet. Bu yüzden, CHP banka hisselerini devlete ya da -daha iyisi- Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’na devretmeli. Böylece memleketimizin en önemli ve başarıyla işletilen bankalarından birini de tartışma konusu yapılmaktan kurtarmalı.
Bir diğer sorun partinin kendisi dışındaki tüm siyasî aktörleri gayrimeşru görme eğilimi. Kimse yanılmasın, siyasette bir ittifaklar döneminde yaşamamız CHP’nin bu inanışın dışındaymış gibi bir görünüm vermesi sonucuna yol açtı, ama özünde partinin siyasete ve siyasî aktörlere bakışı böyle. Demokraside hiçbir parti kolayca meşruiyet alanı dışına atılamaz. Bu daha ziyade teröre bulaşan veya kriminal faaliyetler yürüten partiler için söz konusu olabilir; ama demokratik standartlara uygun olarak kurulan ve çalışan her parti meşrudur...
Son olarak CHP’nin ağır bir problemi iktidarlara kategorik biçimde muhalefet etme alışkanlığıdır. Elbette demokraside partiler arasında bir rekabet vardır ve her parti rakibini iktidardan indirmeye kendisini iktidara taşımaya çalışır. Ama bu iktidarın her dediğine ve her yaptığına karşı çıkmayı gerektirmez. Aksi takdirde iktidara yapılan muhalefet kolayca ülkeye muhalefete dönüşebilir. CHP ne yazık ki bu bakımdan başarısız. Oysa, bozuk saat bile günde iki defa doğruyu gösterir. İktidarın yanlışlıkla da olsa doğru şeyler yapması mümkündür. Doğruya doğru, faydalıya faydalı demek bunu yapanları alçaltmaz. CHP bu tavrını da düzeltmeye çalışmalı...
Bu söyleneler bazılarınca dışarıdan masal okumak olarak görülebilir. Ancak, biliyoruz ki, birçok durumda, dışarıdan okunan masalları dinlemek bir yapının içine gömülerek görme kabiliyetini yitirenlerin gerçeklerin farkına varmasına yardımcı olabilir.
.
Liberal Batı nasıl çöktü?
17 Kasım 2023 01:19 | Güncelleme :17 Kasım 2023 01:20
Daha önce vurguladığım önemli bir noktanın altını bir kere daha çizerek yazıya başlamak istiyorum. Bugün ağız alışkanlığı ile kestirmeden ve kısaca Batı diye tarif ettiğimiz ‘uygarlık’ aslında liberal Batı uygarlığıdır. Bu hâliyle Batı, bazı özellikleriyle tanınır. Hayat, hürriyet ve mülkiyet hakları ve bunların bir bileşimi olarak tezahür eden din ve vicdan özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, yerleşme özgürlüğü gibi özgürlükler tüm Batı’nın değil daha ziyade liberal Batı’nın mahsulleri olarak hayat buldu. Tüm bu değerlerin gelişmesinde elbette dünyada Çin ve Hint’ten İslam âlemine kadar değişik coğrafyalardan katkıda bulunuldu. Ama bu değerler en kesin ve keskin felsefî açıklamalarını ve siyasî ve hukukî yansımalarını bugünkü şekliyle ilk defa Batı’da buldu.
Bundan dolayı Batı adlandırması fazla genel ve de bir bakıma yanlış. Ian Morris’in Neden Dünyayı Batı Yönetiyor adlı kitabını okuyunca bugünkü Batı ve Doğu adlandırmasının nasıl yanlış olduğunu görüyoruz. Ancak, Batı adlandırmasının yanlışlığı Batı’nın yukarıda sayılan değerlere taban tabana zıt bazı değerlerin ve onlara dayanan uygulamaların esas itibarıyla tezahür ettiği yer olmasından da anlaşılıyor. Mesela birey fikrini reddeden ve siyasi otoritenin öncülüğünde ve rehberliğinde tek biçim bir hayat yaşanmasını öngören komünizm, nasyonal sosyalizm ve faşizm en büyük felsefî açıklamalarını ve uygulamalarını Batı coğrafyasında buldu. İnsan cinsinin ıslah edilmesi ve biyolojik olarak geliştirilmesi projesi olarak öjenik ilk defa Batı’da ortaya çıktı, şekillendi ve uygulandı. Bir etnisitenin diğer tüm etnisitelere üstünlüğünü öngören ve saf ırkların mevcudiyetine inanan ırkçılık da Batı ürünü olarak tezahür etti. Bütün bunlardan dolayı bu yazıda eleştirdiğimiz, bir bütün olarak Batı değil liberal Batı’dır.
Liberal Batı liberal değerlere dayanan ve bu değerleri uygulayan, onlara saygı gösteren bir blok olarak bilinmekteydi. Bu değerlerin bugün hemen herkes tarafından kabul edilen bir tür meta-etik değerler durumuna gelmiş olması bu hakikati gözden kaçırmamıza sebep olmamalı. Batı bu hususta sadece uygulayıcı değil uygulattırıcı olarak da bir rol üstlenmeye çalıştı. Dünyanın diğer yerlerini bu kıstaslar açısından takip eden kuruluşlar kurdu. Ülkeleri belli kriterlere göre sıraladı. Bu değerlendirmelere dayanan raporlar yayınladı. Tüm dünyada yayılan sivil toplum örgütü ağları oluşturdu. Bu ağlarda yer alan kuruluşlara maddî destek sağladı ve onları yedeğine aldı, dış politikasında kullandı. Bu hususta dünyada tekel olarak hareket etti. Dünyanın diğer yerleri de bir bakıma bu hususu kabullendi; liberal Batı’nın üstünlüğünü kabul etti.
Gelgelelim, İsrail’in HAMAS saldırısı bahanesiyle Filistinlilere ölüm yağdırması bu değerlerin liberal Batı’da zannedildiği kadar derinlemesine saygı görmediğini ve uygulanmadığını görmemizi sağladı. İsrail’in yukarıda sayılan tüm liberal değerleri zaten on yıllardır yok saymasına ve sistematik olarak ihlâl etmesine ilaveten Batı ülkeleri kendi topraklarında ifade ve gösteri hürriyetini çiğneyen, bireysel özgürlüğe keyfî zararlar veren uygulamalara imza atmaktan çekinmemekte... İşte bütün bunlara dayanarak liberal Batı’nın çöktüğü söylenebilir. Bu elbette liberal değerlerin çökmesi anlamına gelmiyor. Uzun süreli bir beşerî gelişmenin sonucu olan liberal değerler hâlâ ayakta ve insanın tabiatı, iktidarın mahiyeti ve toplumların içinde yaşadığı ekosistem değişmedikçe daima ayakta kalacak. Nitekim, sadece Batı’yı değil her yeri değerlendirmekte bu değerler temel ölçü olarak kullanılmakta. Bu yüzden, çöken liberal değerler dünyası değil sözüm ona liberal Batı’nın bu değerlere bağlılığı.
.
CHP ve siyasette M. Kemal
15 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :15 Mart 2024 01:01
CHP Genel Başkanı Özgür Özel önceki hafta partisinin Meclis grubuna yaptığı bir hitapta aynen şunları söyledi:
Atatürk sizden partisini iktidar yapmanızı bekliyor. Atatürk Sinop’a gidin diyor, Erzurum’da çalışın, Tekirdağ’ı kazanın, İstanbul’u kaybetmeyin, İzmir’de rekor kırın diyor...
Özel’in bu sözlerine MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli cevap verdi. Özel’in “Atatürk ile nasıl temas kurduğunu” ve “mesajlarını ne şekilde aldığını” sorguladı. Ancak, bu sözler, sadece bu tür hoş esprilerle cevap verilebilecek boş bir konuşma olmanın çok ötesinde, bir CHP ve bir Türkiye gerçeğini yansıtıyor.
Her şeyden önce bir hakikatin altını çizmekte fayda var. M. Kemal bir CHP’liydi; CHP’nin ilk genel başkanıydı. Bir CHP’li olarak da vefat etti. Ölümünden sonra bir millî figür hâline gelmesi CHP’liliğinin unutulmasını gerektirmekteydi. Özellikle 1950’de geçilen demokrasi bunu zorunlu kılmaktaydı. Madem M. Kemal bir millî figür hâline gelmişti, o hâlde bir partisi olamazdı ve herhangi bir partiye ait-bağlı bir kişi olarak görülemezdi. Çünkü, tek parti döneminden farklı olarak, demokrasiye geçmek siyasal tekillikten siyasal çoğulluğa geçmek ve bu çoğulluğun unsurları arasında siyasal rekabeti kabul etmek anlamına geliyordu. M. Kemal’in bir partiye ait bir figür olarak görülmesi ya onun bir millî figür hâline gelememesine yol açacak ya da tüm partilerin bir şekilde CHP çizgisine bağlı kalmasını gerektirecekti. Nitekim 1961 ve 1982 Anayasaları bütün partileri Kemalist yapmaya çalıştı. Siyasi partilere öyle veya böyle Kemalist olmak mecburiyetini getirdi. Keza, Siyasi Partiler Kanunu gibi mevzuat parçaları da her partiye Kemalist olmayı dayattı.
Ancak, bu, demokrasinin çoğulluk ve rekabet anlayışına aykırı. Demokraside farklı ideolojik çizgiler yarış hâlinde olur. Tek ideolojinin hâkim olduğu yerde demokrasi değil bir tür otoriteryenizm veya daha ziyade totalitarizm bulunabilir. Bu yüzden, Türkiye 1950’den beridir bir tür karma rejimle yaşayageldi. Bu rejimin anti demokratik ve baskıcı yüzünü genel olarak Kemalizm temsil etti.
Diğer taraftan, hayatın çeşitliliği ve insan tabiatının özellikleri M. Kemal’in ister istemez unutulmasına ve karikatürleştirilmesine yol açmakta. Bugün “M. Kemal’in partisine” ve de bu gerekçeyle oy veren seçmenlerin sayısı seçmen kitlelerinin yüzde yirmisi civarında. Türkiye demokrasi olmakta, evet, ısrar etti, ama M. Kemal’i günlük siyasetten uzaklaştıracak adımları atmadı veya atamadı. Oluşturulan kişi kültü ve Kemalizmin eğitim sistemi aracılığıyla mütemadiyen yeni nesillere benimsetilmek istenmesi büyük bir problem hâline geldi. CHP ise ülkenin bu tekelci ideolojisinin tek sahibi olduğu kanaatinde. Bu yüzden M. Kemal’i CHP’li olarak görme eğiliminde. Bundan vazgeçmeye hiç niyeti yok. Ancak, CHP’nin siyasal meşruiyeti demokratik ilkeler yerine kendi ideolojisinde araması vahim bir hata. Başkalarını devamlı bu ideoloji ile yargılamaya ve mahkûm etmeye çalışması da. Bu durum ortadan kalkmadığı sürece Türkiye’nin istikrarlı bir demokrasi olma ihtimâli yok.
Tekrar edeyim, Türkiye’nin daha iyi bir demokrasiye sahip olmasının yolu Kemalizmin resmî ideoloji olmaktan çıkartılmasından geçiyor. Bu, CHP’nin varlığının sona ermesini gerektiriyor. CHP kapatılmalı, daha iyisi kendi kendisini kapatmalı ve bir vakfa dönüşmeli. Zaten yanlış olan adı bir daha bir siyasi parti tarafından kullanılmamalı. Benzer bir değişiklikle, Kemalizm eğitim sisteminde herkese aşılanan bir resmî ideoloji olmaktan çıkartılmalı ve toplumda yarışan ideolojilerden birine dönüşmeli…
Özgür Özel’in sözleri bu gerçeklerin bir defa daha görülmesi ve hatırlanması açısından anlamlı ve önemli.
.
28 Şubat darbecilerini affetmek niçin yanlış?
22 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :22 Mayıs 2024 00:18
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 28 Şubat darbecilerinden yargılanarak mahkûm edilmiş ve cezasını çekmekte olan bazılarını affetti. Yaşlılık, hastalık ve bunama gibi şeyler af gerekçesi olarak gösterildi. Bu karar toplumun özellikle CHP ve Zafer Partisi gibi bazı bakımlardan faşizme teşne çevrelerinde büyük bir sevinçle karşılandı. Sanki darbe hiç olmamış veya darbeciler yaptıklarında haklıymış ve cezaevinde yatmaları yanlışmış türünden yorumlar yapıldı.
Anayasanın Cumhurbaşkanı’nın “Görev ve Yetkilerini” düzenleyen 104 Maddesinde, Cumhurbaşkanı “Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebiyle kişilerin cezalarını hafifletir veya kaldırır” deniyor. Bu üç soruyu gündeme getiriyor. İlki bunu bir mecburiyet olarak mı yoksa bir tercih olarak mı okumak gerektiğine; ikincisi, affedilecek suçun niteliklerine; üçüncüsü ise affın darbeciler-potansiyel darbeciler tarafından nasıl karşılanacağı ve suç işleyen şahısların bir pişmanlık içinde olmasının ve özür dilemesinin gerekip gerekmediğine ilişkin.
Bu açılardan 28 Şubatçıların durumuna bakarsak karşımıza nasıl bir manzara çıkar?
Her ne kadar ilgili hükümde Cumhurbaşkanı için “hafifletebilir veya kaldırabilir” değil “hafifletir veya kaldırır” deniyorsa da bu bir mecburiyetten çok bir tercih olarak okunmalı. Bunun yapılabilmesi için de mahkûmların cezalarının önemli bir bölümünü çekmesi şartı aranmalı. Aksi takdirde bazı suçlar cezalandırılamayabilir; bu da toplumdaki adalet duygusunu ve düzeni sarsar. 28 Şubatçılar fazla hapis kalmadı ve cezalarının yalnızca çok küçük bir bölümünü çekti. Ayrıca, darbeciler affın bir lütuftan ziyade bir hukukî mecburiyet olduğu düşüncesinde. Mesela Çetin Doğan çıkar çıkmaz Cumhurbaşkanının kendilerine bir lütufta bulunmadığı, anayasanın verdiği görevi yerine getirdiği yolunda bir demeç verdi. Bu da gösteriyor ki darbeciler bir anayasal mecburiyetten dolayı serbest bırakıldıkları kanaatindeler.
Şahıslara karşı işlenen suçlar ile devlete karşı işlenen suçlar arasında bir ayrım yapmak lazım. 28 Şubat darbesine baktığımızda darbecilerin hem devlete hem de şahsılara karşı ağır suçlar işlediklerini görüyoruz. Halkın kendilerine belli amaçlarla kullanılmak üzere verdiği silahları yine halkın seçtiği siyasi temsilcilerinin bir kısmına karşı -fiilen veya bir tehdit olarak- kullandılar. Ayrıca, çok sayıda insana zulmettiler ve onlara karşı artık giderilmesi imkânsız zararlar vermiş suçlar işlediler. Devletin şahıslara karşı işlenmiş suçları affetmeye hakkı olmamalı. Ne yazık ki bu afta bu temel ilkeye de uyulmamış...
Pişmanlık açısından da 28 Şubat darbecilerinde bir hareket yok. Yaptıklarının yanlış olduğunu ve yaşananlardan pişmanlık duyduklarını ifade eden bir açıklamaları, takip edebildiğim kadarıyla, hiç olmadı. Hayatlarını kararttıkları yüz binlerce insandan kamuya açık bir şekilde özür dilemediler. Tam da tersine, ellerinde imkân olsa aynı şeyleri yapacaklarından veya aynı şeyi yapanlara alkış tutacaklarından emin olabiliriz. Nitekim, darbecilere destek vermek için yazılan çizilenler de bu tespitin doğru ve darbeci ruhun ayakta olduğunu ispatlıyor. Bunun da gösterdiği üzere afla hem darbeciler hak ettikleri gibi cezalandırılmamış hem de muhtemelen müstakbel darbecilere bir bakıma cesaret verilmiş oldu...
Bütün bu sebeplerle, Cumhurbaşkanı ne kadar iyi niyetle hareket etmiş olursa olsun, 28 Şubat darbecilerinin affedilmesi yanlıştı. Darbeciler, hakkaniyet ve adalet adına, ömürlerini cezaevinde tamamlamalı veya -en azından- çok daha uzun bir süre cezaevinde tutulmalıydı.
.
.
|
Bugün 201 ziyaretçi (243 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|