|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Bozkurt Efsanesi ve Türk’ün atası Oğuz Kağan
3 Ocak 2021 02:00
Prof. Dr. Osman Kemal Kayra
17. asır Çağatay Türkçesinde kendisi “Tanrı taâlâ” diyen Ebülgâzî Bahâdır Han, Oğuz’un “Allah Allah” dediğini nakletmiştir. Çünkü Allahü teâlânın adı vahyî dinlerde Tevrat’ta ve İncil’de hep Allah’tı. Arş’ın iki ayağından birinde Allah, diğerinde Muhammed (aleyhisselâm) yazılı idi.
Bozkurt belki çok eski zamanlarda Türklerde bir totemdi. Türkler, ana yurtlarında kurda önce “tanrı” diye tapmışlar, sonra kendilerinin bozkurt soyundan geldiklerine inanmışlardır.
Moğollara Türk demek, ırk bilimiyle bağdaşmaz.
Bir kavim coğrafi mekânda ne kadar yer değiştirirse, sosyal hayatı da o kadar değişken olur. Bunların başında dinî unsurlar, nüfus değişkenliği, savaşlar gelir ve bunlar yeni bir kültür coğrafyası doğurur. Çin, Yunan, Fars, Arap milletlerine baktığımızda bunu daha iyi anlarız. Bu kavimler sabit-mekân ve savaşları nispeten dar alanda olduğu için destanları az, kültürleri homojen ve dinleri sosyal vahiy dışı dinlerin seyri dâhilinde olmuştur. Makedonyalı Filip’in Türkistan’a gidişi belki o devrin en büyük hadisesidir. Aristo’dan dersler alıp Diyojen’le tanışan bu Genç Kral, dünyanın yarısına hükmetmiş ve Türklerin “Şu” destanına bile konu olmuştur.
Türkler dünyanın en fazla yer değiştiren, farklı kültür ve dinlerle temas eden nadir milletlerdendir. Nerede yerleşip, nereden ve nasıl çoğaldılar, türlü kaynaklardan edindiğimiz bilgilerle konuya açıklık getirmeye çalışalım…
İLK “TÜRK”…
Hazret-i Nûh alehisselâm, kavmi isyankâr olunca vukû bulan “tufan”dan sonra gemisiyle Musul yakınlarında Cûdi denilen dağa çıktı. Gemiden çıkan insanların hepsi öldüler. Hazret-i Nûh, üç oğlu ve üç gelini iyileştiler. Nûh aleyhisselâm üç oğlunu başka yerlere gönderdi. Hâm adlı oğlunu Hindistân’a, Sâm’ı Îrân’a, Yâfes’i de Kuzey Kutbu tarafına gönderdi. Yâfes’e bâzıları peygamberdi demişler, bâzıları buna katılmamışlardır. Sonra babasının emri ile Cûdi dağından İtil Yayık suyunun yakasına geldi. Sekiz oğlu vardı. Çocukları daha da çoğaldı. Onların adları Türk, Hazar, Saklap, Rus, Ming, Çin, Kimeri ve Târih’ti… Yâfes ölümünden önce Türk’ü yerine oturtup çocuklarına dedi ki: Türk’ü kendinize pâdişâh bilin ve onun sözünden çıkmayın…
Türk çok akıllı ve çok edepli idi. Çok yerler gezdikten sonra bir yeri beğenip orada durdu. Burası Isıg Köl’dü. İlk çadırı (otağ) o kurdu. Türk, ölümünden evvel dört oğlundan “Tütek”i yerine vekil bıraktı. Yemeğe tuz koymak ondan kaldı.
Alınca Han’ın ikiz oğlu oldu. Onların adları “Tatar ve Moğol” idi. Alınca Han’ın büyük oğlu Kara Han’ın büyük hatunundan bir oğlu oldu. Üç gece gündüz anasını emmedi. Her gece o oğlan anasının rüyâsına girip;
-Ey ana Müslümân ol! Eğer Müslümân olmazsan ölürsen ölürüm, senin memeni emmem, demişti. Anası oğluna kıyamadı ve Tanrı’nın birliğine îmân etti. Sonra oğlu memesini emdi. Anası bu hâdiseyi sakladı. Dolayısıyla Türk halkı Yâfes’ten Alınca Han zamanına kadar Müslümân idi. Alınca Han zamanında zenginleşen halk yaratıcıyı unuttu ve kâfir oldu. Kara Han zamanında kâfirler öyle azgınlaştılar ki babasının Müslüman olduğunu öğrense oğlu babasını; babası oğlunun Müslüman olduğunu öğrense oğlunu öldürürdü.
Kara Han oğlu bir yaşına gelince ona ad vermek için meclis topladı, fakat oğlan bir yaşında, “Benim adım Oğuz’dur” dedi. Toydakilerin hepsi şaşırdılar. “Bu çocuk bu yaşta konuştuğuna göre bu ulu devletli bir ve uzun ömürlü olacaktır” dediler.
Oğuz’un dili açılıp konuştuğunda “Allah, Allah” der gezinirdi. Onu işitenler dediler ki: Çocuktur, dili dönmediğinden ne dediğini bilmiyor. Allah kelimesi Arapça olup Moğol’un hiçbir atası Arap dilini işitmiş değildir. Oğuz’u Tanrı taâlâ anadan doğma velî yaratmıştı; onun için gönlüne ve diline kendisinin adını getiriyordu. (Ebü’l-gâzî Bahâdır Han, Şecere-i Terâkime-Türklerin Soy Kütüğü, Hazırlayan Muharrem Ergin, ss. 22-26 Tercüman 1001 Temel Eser, 33 İstanbul.)
Dikkat edilirse 17. yy. Çağatay Türkçesinde “Tanrı taâlâ” diyen Ebülgâzî Bahâdır Han, Oğuz’un “Allah, Allah” dediğini nakletmiştir. Çünkü Allahü teâlânın adı vahyî dinlerde Tevrat’ta ve İncil’de hep Allah’tı. Arş’ın iki ayağından birinde Allah diğerinde Muhammed “aleyhisselâm” yazılı idi.
“Yâfes, Nûh aleyhisselâmın üç oğlundan biridir. Çin, Rus, Slav ve Türkler bunun soyundandır. Yâfes, beş yüz yaşında suda boğuldu. Binlerce torunu Asya’ya ve o zaman mevcut olan kara yolları ile Okyanus Adalarına yayıldılar. Sonra gelenler Nûh aleyhisselâmın ve Yâfes’in dînini unutarak yıldızlara, güneşe ve putlara tapınmaya başladılar.” (Tam İlmihâl, Seâdet-i Ebediyye”, Hazırlayan Hüseyn Hilmi Işık, S. 1189, İstanbul, 2009) Adı geçen Seâdeti Ebediyye eserinde Oğuz Han “rahmetullâhi teâlâ aleyh” şeklinde yazılmıştır.
“Tevrât’ın muhtelif yerlerinde Yâfes’in adı geçer.” (Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1985, s.4689.)
“Yâfet (Yâfes) İbrânî Peygamberi, Nûh’un oğlu Hâm ve Sâm’ın kardeşi.” (Meydan Laorusse, Meydan Gazetecilik Şti, s.686, İstanbul, 1973)
Hazret-i Nûh nice yıllar kavmini tevhîde (Allah’ın birliği inancına) davet eyledi. Yalnız oğulları Sâm, Hâm ve Yâfes ile zevceleri ve diğer pek az kimseler îmân edip, sâiri kulak asmadı… Kabâil-i Türk’ün babası Yâfes’ti. (Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, ve Tevârih-i Hulefâ c I . ss. 18-19, İstanbul, 1969.)
Burada iki noktayı belirtmekte fayda var: Birincisi, Yâfes Meydan Laurusse’da İbrânî Peygamberi olarak gösterilmiş. Başka bir yerde böyle bir kayda rastlayamadım. Kaldı ki Yâfes, babası Nûh aleyhisselâm tarafından Kuzey Kutbu tarafına gönderilmiştir. Kısas-ı Enbiyâ’da da “Türk kabîlelerinin babası” diye geçer. Ayrıca Yâfes’in Tevhid dînine inanmasına rağmen, peygamberliğine dâir bir kayıt yoktur. İkinci önemli nokta Oğuz Kağan için bir ilmihâl kitabında “rahmetullâhi teâlâ aleyh” ifadesine ilk defa rastladım. Seâdet-i Ebediyye’de Türk’ün atasına bu şerefli ifadeyi bırakan muhterem Hüseyin Hilmi Efendi’ye rahmetler diliyorum.
MOĞOL VE TÜRK FARKI
En Eski Altay Devri’nde Türk-Moğol, Mançu-Tunguz akrabalığı ve dil birliği vardı. Mîlâttan önceki dönemlerde Moğollar Türklerle temasa geçmişlerdir. Bir kısmı Türkleşmiş ve Türklerde Mongoloidlik başlamıştır. Çok az olmakla birlikte Türklerden de Moğollaşanlar olmuştur.
Cengiz Han, Göktürk Hanedanından inmiş, Moğollaşmış bir Türk prensi olup, bir Moğol kabilesinin beyi idi. Müslüman olmayan Türkleri etrafında toplayarak eski Türk hakanlarının teşkilâtlanmasını örnek almış ve Çin’i fethetmeye kalkmıştır. 1215’te Pekin’i (Hanbalık) alarak Müslüman Türk illerine saldırdı. Asya’dan Doğu Avrupa’ya atlayarak dünyanın büyük bir kısmına hâkim oldu. Gaddar, zalim ve tedhişçi ama mükemmel bir teşkilâtçı idi. Moğollara artık Türk demek ırk bilimiyle bağdaşmaz. Aralarındaki bazı kültür farklarına göz attığımızda bunu daha iyi anlarız:
Moğollar domuz besleyip yedikleri hâlde Türkler İslamiyetten evvel de domuz yemediler. Türklerde bakirelik çok önemli olduğu hâlde Moğollar bu konuya pek değer vermezlerdi. Moğollar misafirlerine gece kendi kadınlarını ikram ederlerdi. Bu çirkin âdete hiçbir eski Türk kavimlerinde rastlanmamıştır. (Jean Le Roux, “Türklerin Tarihi”) Moğollar zevk için kan dökerler, Türkler ise düşmanlarına bile asla zulmetmemişlerdir. Moğollar Şamanist iken, Türkler “Kök Tengri” dinine inanıyorlardı.
Bugünkü Moğolistan ise tamamen bir Türk yurdu idi. Göktürk Âbideleri’nin Moğolistan’ın Orhun Vadisi’nde olması bunun en büyük delilidir. 940 yılında doğudan gelen Moğollar, zaten Moğolistan’ı terk etmeye başlayan Türklerin hepsini Türkistân’a sürerek ülkeyi tamamen Moğollaştırdılar. (Age.Türk Ans. S, 4690)
BOZKURT EFSÂNESİ
Eski devirlerde tevhîd dininin dışında kalan topluluklar dalâlet içinde tabiata, hayvanlara ve bitkilere tapıyorlardı. Bunlar, zamanında tapılan bir totem, sonra bir mit veya rehber olarak kabul edilmişlerdir. Bu meyanda Almanya kara kartalı; Çin pandayı; Rusya ayıyı; İngiltere aslanı; Fransa horozu; Avustralya kanguruyu; Yeni Zelânda kivi kuşunu; Hindistan kaplanı; Türkler ise bozkurtu totem veya sembol olarak kabul etmişlerdir. Toteme tapılır fakat ilâh olarak kabul edilmez; eti yenmez, bitkisi koparılmazdı. (Prof. Dr Hikmet Tanyu, Totem, Totemizm, ve Tabu Üzerinde Yeni Araştırmalar, ss, 1-18)
Böri Tigin / Bor Çigin, Cengiz Han’ın oğlu Börü’dür. Bozkurt belki çok eski zamanlarda Türklerde bir totemdi. Hunlar zamanında bir töz (kök, asıl, temel), Göktürkler zamanında bir semboldü. Türeme, soyu yok olmaktan kurtarma ve kılavuzluk etme hususunda, Türk efsaneleri ve destanlarında kurdun ortak noktası “tanrısallığı”dır. Türkler ana yurtlarında kurda önce “tanrı” diye tapmışlar, sonra kendilerinin bozkurt soyundan geldiklerine inanmışlardır. Bozkurt başlarda Türklerin totemidir. Göktürkler ve Uygurlarda kurt ata iken, Oğuzlarda erkek bozkurt bir millî kılavuz olarak görülmüştür. Eski Türklerde kutsal olduğuna inanılan kök (gök) Tanrı’nın isimlerinden biri olarak düşünülmüştür. Dolayısıyla “böri”nin “kök” ile beraber kullanılması, ona kutsiyet verildiğinin işaretidir. (Zekiye Tunç, Yıldız Akbulut Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, c.3, s. 1ss, 81-83/ Zeki Velîdi Togan, Bozkurt Efsânesi, Türkler Ansiklopedisi, III, s. 981)
Oğuz Kağan Destânı’nda Oğuz’un beylere ve halka yaptığı konuşmasında “Kök böri bolsungıl uran” (bozkurt sesi bize savaş narası olsun) der. Türkler bu sesle düşmanı korkutmuşlardır. Yine Oğuz Kağan Destanında, Oğuz’un çadırına güneş gibi bir ışık girdi. Işıktan gök tüylü gök yeleli bir bozkurt çıktı ve Oğuz’a “Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun. Ey Oğuz, senin önünde ben yürümek istiyorum” der. Burada bozkurtun, Oğuz Kağan’ın karşısına kutsal bir ışık içerisinde gönderildiği ve ona kılavuzluk ettiği anlatılmaktadır. Yani burada bozkurt tanrı değil, Yaratıcı tarafından gönderilen bir kılavuz olarak tasvir edilir. Hemen bütün Türk boylarında bozkurt motifi vardır.
OSMANLILARDA BOZKURT MOTİFİ KULLANILDI MI?
Akıncılar, başlarına Orta Asya’daki ataları gibi kızıl börk giyiyorlardı. (Kemalpaşazâde, Tevârîh-i Osmân, Ali Emîrî No. 31, v.95 b.) Kızıl (al, kırmızı) Osmanoğullarının hânedân rengi olup oradan Türk Bayrağı’nın rengi olmuştur. Muhtemelen I. Kosova Savaşı’ndan beri böyledir. Sultan denen Osmanlı prensesleri de gelinliklerini kırmızı giyerlerdi. Bizzat akıncı subaylığından yetişme, sonradan maliyeye geçen ve Sokollu-zâdelerden Peçevî İbrâhîm Efendi (Paşa), dayısı Ferhâd Paşa’yı anlatırken akıncıların börklerinin üzerine “kurt başı” koyduklarını yazar. Artık bu büsbütün Orta Asya’dan getirilmiş bir millî semboldür. Bu sembol İslâm öncesinden kalmış iki bin küsur yıllık geçmişe sahiptir. Akıncılar kartal kanadı takınır ve subaylar çok değerli olan kaplan ve leopar postu giyerlerdi. (Yılmaz Öztuna, Târih ve Medeniyet Dergisi, sayı 21, S. 16)
Bozkurt başlarda belki totem olarak kullanılsa bile Oğuz Kağan ve Göktürklerde sadece bir rehber, kılavuz olarak görülmüştür. Asya bozkırlarının hürriyet âşığı olan bozkurt, Türklerin karakteri ile birebir örtüşür.
Ayrıca her hayvan -totem veya rehber olsun- coğrafî mekânlarla doğrudan ilişkilidir. Aslan ve kaplanın çok olmadığı Asya bozkırlarının kralı bozkurttur. Gerçi Türklerde Bars Beg (pars) da vardır ama nadirdir.
Bugün sınır boylarında ve şehirlerde savaşan ve şehâdete susayan kolluk kuvveti yiğitlerimiz, elleriyle bozkurt işareti yaparken yüreklerden gelen sesle, bozkurt ulumaları gibi naralar atmak yerine “Allah Allah” tesbih nidalarıyla düşmana saldırıyorlar. Onların dillerinde Allah, alınlarında secde, kalplerinde cezbe varken bozkurdu sadece bir itici güç olarak hatırlıyorlar. Bütün hücrelerinde Resûl-i zîşân Efendimizin sevgisi, şâh-ı şehîd Hazret-i Hamza ve Ebâ Eyyûb el Ensârînin şehâdet rüyaları peşinden koşarlarken, kendilerine Anadolu kapılarını canı pahasına açan Sultan Alpaslan ve Kosova şehidi Sultan Murâd-ı Hüdendigâr’ın halefleri olduklarını bütün cihana ilân ediyorlar. Bu yiğitler hiçbir eski kayıtta bulunmayan “Tanrı Türk’ü korusun” yerine “Allah Müslüman Türk’ü korusun” ifadesini baş tacı ediyorlar. Cûdi ve Gabar dağlarında kar üzerine serdikleri seccadeleriyle Altay Dağları ile Cebel-i Rahme arasına manevi köprü kuruyorlar. Bu yiğitlere “kurtçu”, “kurda tapıyorlar” demek vebaldir.
Bir dahaki yazımızda buluşmak üzere esen kalınız efendim...
.
Büyük Orta Doğu Birliği’nin başı Irak mı?
10 Ocak 2021 02:00
Doç. Dr. Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU
Gaziantep Üniversitesi Öğretim Üyesi
hseyhanliogluQgmail.com
Irak, yönünü hep Türkiye’ye dönmüş ve hatta Bağdat Paktı üzerinden Türkiye’yle birleşme sürecine girerken, ilk İngiliz ve ABD destekli askerî darbeyle tanışmış ve günümüze kadar süren kaosun kapıları açılmıştır.
CIA ajanı, Paris kedisi ve Rus mankurdu Hafter, geçtiğimiz haftalarda Sisi’den önce gidip kırmızı halılar üzerinde ödüllerle döndüğü Paris’ten, Türkiye’yi tehdit etmişti. Ancak daha Hafter’in salyaları yere düşmeden, Hulûsi Akar komuta kademesiyle soluğu Libya’da aldı ve onun payını, “somut ve net olarak” bir SİHA’lık mesafede verdi. Ancak Başbakan Mustafa El-Kazımi, Türkiye dönüşü İran tarafından tehdit edilince yine Hulûsi Akar Irak Savunma Bakanıyla doğrudan görüştü ve Irak’ta da savaş tamtamları kısa sürede sustu. Çünkü Türkiye, Orta Doğu’nun ve dahi Irak’ın ana direğidir.
1979 yılında İran’la savaşa tutuşturulan, sekiz yıllık savaşın hemen ardından Kuveyt’e yönlendirilen, 1991 yılında “ağır yaralanan” ve 2003 yılında ABD tarafından “öldürülen” Irak’ın siyasal sistemi tamamen çöktü. Sonra Irak, kasıtlı olarak İran’ın önüne atıldı. İran, şu anda bile ambargoyu, Irak üzerinden petrolünü çalarak delmekte, bölgeyi Şiileştirmekte ve Haşti Şabi gibi paralel örgütleri, Akdeniz’e uzanan, “Şii hilali”nin bağlantı köprüsü olarak kullanmaktadır.
Irak, yönünü hep Türkiye’ye dönmüş ve hatta Bağdat Paktı üzerinden Türkiye’yle birleşme sürecine girerken, ilk İngiliz ve ABD destekli askerî darbeyle tanışmış ve günümüze kadar süren kaosun kapıları açılmıştır. Bizde de iki yıl sonra aynı şekilde darbe yapılmış ve Başbakan Adnan Menderes aynı akıbete uğramıştı. İktidara gelen Saddam’ın ilk versiyonu olan General Kasım da, Osmanlının son evlatlarını sokakta parçalamıştır. Türkiye’deki CHP ve HDP’nin Irak versiyonu gibi aslında kan ve gözyaşı demek olan Baas zihniyetine heba olan Irak’ın bu facialarla dolu 108 yılından sonra, tıpkı Kerbela faciasından bir asır sonra olduğu gibi Bağdat’ta yeniden “1001 Gece Masalları” yaşanabilir mi? Tarih, ne de olsa ibretlerle dolu bir tekrardır.
IRAK’TA SON BİR AY’DA NE OLDU?
İran destekli Haşti Şabi’nin bazı komutanlarının Bağdat’taki saldırılardan dolayı tutuklanması ve Yeşil Bölge’yi vurup Bağdat’ta silahlı yürüyüş alayı yapması üzerine, Irak Silahlı Kuvvetleri Başkomutan Sözcüsü Yahya Resul, 1.800.000 kişilik ordu ve emniyet mensubunun, Başbakan ve Silahlı Kuvvetler Başkomutanı Mustafa Kazimi’nin emrinde olduğunu söyledi. Yahya Resul’un bu açıklamasından sonra, ekonomik ve güvenlik konuları için Ankara’da bulunan Başbakan Mustafa el Kazımi’yle aynı anda, Irak’tan üst düzey bir heyet de İran’ı ziyaret etti ve ziyaretin ardından, Irak Hizbullahı da, Irak Başbakanı Mustafa El Kazimi’yi doğrudan tehdit etti. Buna karşın Kazimi, cuma gecesi Bağdat’ta sokağa çıkarak, Kerh ve Resafe bölgelerinde, iş yerlerini ziyaret etti ve camide en arka safta namaz kılarak âdeta bunlara meydan okudu. Bunun üzerine tansiyon düştü ve Irak Parlamento Başkan Yardımcısı Beşir Haddad, sorunun şimdilik ortadan kalktığını açıkladı.
Ancak birkaç gün sonra Kasım Süleymani ve yardımcısı Mühendis'in ölümünün yıl dönümü geldi. İran yine sokaklarda, Geldik Ya Hüseyin deyip tefler çaldı. Çünkü İran’ın Orta Doğu komutanı, en az 200 örgüt komutanı Kasım Süleymani ve yardımcılarının suikastla öldürülmesinden sonra, İran boş alanlara atılan birkaç borulu füze saldırısı dışında sadece Farsça kafiyeli şiirler okudu. Bundan sonra bir ay önce de Tahran’ın merkezinde nükleer çalışmaların da beyni öldürüldü. Tel Aviv’de bir üst düzey bir MOSSAD ajanı vurulduysa da bunlar devede kulak kalır. Çünkü Suriye’de bila kayd-u şart İsrail tarafından vurulmaktadır. Ancak aynı İran, Türkiye’nin Bakü zaferini gölgelemek için bir şiire, destanlarla cevap vermeye çalıştıysa da Zarifi, Çavuşoğlu ile sahili selamete gitti.
Türkiye’nin ekim ayında Ezidilerin tarihi bölgesi Şengal’den (Sincar), PKK’yı ve onu maaşa bağlayan Haşti Şabi’yi, Bağdat ve Erbil’le beraber çıkarması, en son PKK Xanasor Gümrük Müdürünün öldürülmesi sadece SİHA’larla kazanılan bir zafer değil, aynı zamanda Libya ve Karabağ gibi diplomatik bir zaferdir.
“1001 GECE MASALLARI”NIN RAYLARI DÖŞENİYOR
2015 yılında tamamladığım üç yıllık Habur Sınır Kapısı’nın ekonomik ve sosyal boyutu konulu çalışmaya göre, kapıda yıllık en az 10 milyar resmî bir o kadar da gayriresmî ticaret yapılmaktadır ki, bu rakam Almanya’dan fazladır. Ancak aşırı yığılmadan dolayı zaman ve para kaybına sebep olan Habur sınır kapısının yanında, Ovaköy-Tel Affer üzerinden Musul’a bağlanıp, Bağdat demir yollarının Basra Körfezi’ne kadar uzatılması, ilk defa Sultan II. Abdülhamid devrinin ötesine geçilen bir adım olarak görülmektedir. Bu, Mezopotamya’ya uzanan demir ve su yolları anlamına gelmektedir ki, Türkiye’nin petrol, Irak’ın ise su krizi çözülecektir. Osmanlının bir Vali ve birkaç bin askerle 400 yıl huzur içinde yönetmesine rağmen, İngilizler ve ABD’nin milyonlarca ölü ve felaketlerle İran’la beraber yönetemediği Irak’ta, tarih, Türkiye’nin önüne zafer halılarını sermektedir…
Irak Savunma Bakanıyla doğrudan Ankara’da görüşen Hulûsi Akar’ı tebrik ederim. Zira Irak’ı şeytan üçgeninden kurtarmalıyız. Orada Musul, Erbil, Basra, Bağdat ve Süleymaniye merkezli dostlarımızın torunları var. İngilizlere Irak’ı dar eden ve 1918 yılında onları, Süleymaniye ve Musul’dan çıkaran ve Berd-u Kahraman’da sıkışınca -Kavis Axa’nın dediği gibi- “Türk kardaşından” yardım isteyen Şeyh Mahmud Berzenci ve Cebeci’de yatan Kût'ül-Amâre Zaferinin baş kahramanlarından, şeyhlerin şeyhi Basralı Uceymi Sadun Paşa’nın evlatlarına vefa borcumuz olduğu gibi kaderimiz olan bu coğrafya, bizim hem hayat kaynağımız hem de felaket sebebimizdir. Irak bize ırak değildir… Yeni Zelanda’yı soran yok ama sora sora Bağdat bulunur.
Bunun için mal, hizmet, sermaye, insan ve teknolojinin AB gibi serbestçe hareket edebileceği ama sınırların sabit kalacağı, su/petrol ve bölgesel güvenlik sorunlarının, Türkiye, İran, Pakistan, Irak ve Mısır esaslı çözüleceği bir iş birliği topluluğu elzemdir. Irak ve Türkiye için su ve petrol, AB’nin özü olan kömür ve çelik (AKÇT) gibi bölgesel yakınlaşmanın ilk temel harcıdır. Vizeler kaldırılmalı ve Basra körfezine uzanacak demir yolu dâhil yeni bir sınır kapısı daha açılmalıdır. Hatta Harran Ovası’na fazla gelen GAP suları da Suriye’ye doğru, uzatılmalıdır. Çünkü kısa bir süre sonra, ABD desteğiyle uluslararası uçuşlara açılacak olan Kamışlı Havaalanı bölgenin dengelerini değiştirecektir
.
Yılın raporu ve bir Muhibbî şiiri
10 Ocak 2021 02:01
Prof. Dr. Kemal Yavuz
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi
kyavuz@fsm.edu.tr
İşte korona, çok canlar götürdü; canlar götürmek şöyle dursun yaşamayı, nefes almayı bile zehir etti. Hatta ömrümüzde hiç görmediğimiz karantina denen hapis durumunu getirdi. İnsanları, yurtlara ve otellere kapattı; anneyi yavrudan, babayı evlattan, dostu dosttan ayırdı…
Kanuni Sultan Süleyman Han, 22 yaşında kaybettiği oğlu Mehmed’in ölümü ile acıklı durumu bizzat nefsinde yaşamış, onun için mersiye yazmıştır.
Koronavirüsün gelip bütün dünyayı esir alışının birinci yılını bitirmek üzereyiz. Önceleri sessiz bir şekilde ve kendini nezle durumunda gösteren bu hastalık, gitgide genişleyip dünyayı sardı. İnsanlar birbirlerinden korkar duruma geldi. Yakın akrabalar bile birbirleriyle olan ilgilerinde tedirgin olmaya başladılar. İnsanlar sairfilmenam, uykuda gezer gibi bir hâle düştüler; yaşayıp yaşamama arasında gelir gider oldular. Şehirler arası gidip gelmeler durduğu veya belgelere bağlandığı gibi, ülkeler arası yolculuklar da sekteye uğradı. Hatta bazı zamanlar tamamen durdu. Okullar, iş yerleri, yiyecek ve içecek yerleri kapandı veya iş yapmaları belirli ölçülere bağlandı, yeni yeni şartlar getirildi. Uzaktan eğitim, öğretim yerlerine bağdaş kurdu. Eğitim ve öğretimin yüzyüzeliği kalktığı gibi öğrenmenin ve öğretmenin sıcaklığı da gitti. Hocalar, öğretmen ve öğrenciler bulundukları öğrenim mekânlarını terk ederek dünyanın belirli yerlerinden seslenir duruma düştüler.
TOPLUMUN NEFESİ KISITLANDI
Maskeler insanların görüntüsünü bozduğu gibi nefes almalarını da zorlaştırdı. Toplumun nefes alması da kısıtlandı. İnsanların bir araya gelmeleri ürküntü getirdi. Caddeler, sokaklar ve meydanlar ıssız kaldı. Sokak hayvanları bu sessiz yerlerde gezip dolaşırken yiyecek aramaya başladılar. Onların da imdadına yetişenler oldu. Parkların durumu daha da acınacak hâle geldi. Ağaçlar, çiçekler, yeşil sahalar öksüz gibi. Tiyatroların sahnelerindeki canlılık, sinemaların perdelerindeki görüntüler başka zamanlara çekildi. Ya düğünler… Yeni baştan sonsuz bir sevgi ile birbirine bağlananlar, yüzüklerini takmış günlerini almış gelin ve damat adayları, kurdukları hayallerin yıkıntıları altında kaldılar. Hepsinin ulaşılmaz hayalleri, ertelendikleri günlerin hasret perdeleriyle örtüldü. Onların sevinçlerini paylaşmak isteyen anne baba, eş dost özledikleri mürüvvet günlerini istedikleri gibi görüp yaşayamadılar.
Camiler ve ibadet yerleri de sessizliğe büründü. Hatta cemaatle namaza ve camiye gelip gitmeye bile izin gerekti. Camide müezzin ve imamdan başka kimse görünmez oldu. Bizi bize bildiren, bizi kendimize getiren ezan sesini duymamış olsaydık yaşadığımızın farkına bile varamazdık. Evet, ezan sesi, o bizi dünyaya ve ahirete çağıran ses... Manevi gücümüzü ondan ve onun geldiği atmosferden aldığımız, yaşama gücümüzü kuvvetlendiren ve ümit olmaya devam eden ezan sesi... Bu ses hastalarımız ve bizler için hep böyle olacaktır…
Bir de hac için hazırlık yapanların durumu var. Bu da bir talihsizlik oldu. Ayrıca kura için sırada bekleyenler var. Hepsinin gönlü Kâbe’de ve Mescid-i Nebevî’de uçar; fakat vücut ve varlık olarak oraya gidemediler. Şairin, “Küşâd-ı gonca-i dil kaldı bir bahâra dahi” mısraında dile getirdiği gibi, bu arzular da bir başka bahara kaldı. Ya o mukaddes yerlerin tenhalığı; oralar da öksüz gibi. Elimizden bir şey gelmiyor. Kul ne kadar kuvvetli görünürse görünsün, hep acizlik içindedir. İnsanlığın aklını başına alıp, kendine gelmesi lazım.
Hastaneler, şifa kaynağı olan eczaneler... Özellikle hastaneler ile sağlık kuruluşları sıkıntı içine düştü. Belki de açılan kapıların, geçilen koridorların bir ucu ahirete açıldı. Doktorlar, hemşireler ve diğer sağlık görevlileri canları pahasına çalıştıkları gibi hasret ateşi ile de yandılar. Çocuklar anne ve baba özlemi ve onlara kavuşmanın hayaliyle sayıkladılar, avundular. Sağlık görevlilerinin çoğu canından oldu. Bahar geldi geçti ama insanlar çiçeklerin açılışını göremediler. Zaman sessizce geçiverdi, bir de baktık baharın sonunda yazın başındayız.
Bahar diyorum, yaz diyorum; bahar insanoğlunun hayatındaki ilk sınır, birinci basamak... Çocukluk ve ilk gençlik zamanı, yirmiye yaklaşan ve yirmi-yirmi beş yılla sınırlanan zaman dilimi... Sonrasında yaz gelir. Bir yirmi yıl da oraya verelim. Sonra güz mevsimi gelir ve altmışında sona erer. Onun ardından kış gelir ve biz kışın sonunda yaşayabildiğimiz, Hakk’ın verdiği sayılı nefesler kadar yolumuza devam eder, nihayet bir yerde toprağa düşeriz. Yılları bir yorgan gibi üzerimize çekeriz. Kim, nerede, nasıl düşmüş; nasıl yitmiş ancak onun yakınları bilir.
İşte korona, çok canlar götürdü; canlar götürmek şöyle dursun yaşamayı, nefes almayı bile zehir etti. Hatta ömrümüzde hiç görmediğimiz karantina denen hapis durumunu getirdi. İnsanları, yurtlara ve otellere kapattı, anneyi yavrudan, babayı evlattan hatta dostu dosttan ayırdı. Ölümler getirdi; çok kimse bizim gibi yakınlarını, dostlarını yitirdi. Hele yirminci bahara yol alırken, daha aşağılarda on beşlerde, on yedilerde gözümüzden kaybolanlar, yakınlarımız, öğrencilerimiz, öğrencilerimizin kardeşleri için üzüntülerimiz, hiç eksilmedi. Sevgili Sağlık Bakanımızın gayretleri bir tarafa, hiç kulaklarımızdan gitmeyen sesi çınladı durdu. O da kaybedilen her hasta için “hastamız hastamız” diyerek üzüntülerini dile getirdi ve vatandaşlarımızdan kurallara uyulmasını diledi.
Ya büyüklerimizin kaybı, aynı yolda aynı yaşta yürürken hayattan birdenbire çekiliveren dostlarımız, ağabeylerimiz, kardeşlerimiz. Cenazeleri ile ilgilenmek bir tarafa, namazlarını bile kılamadıklarımız var. Son vazife de elimizden alındı. Ne diyelim şartlar böyle gerektirdi. Daha da acıklısı, nikâh masasından ayrıldıktan sonra birkaç gün içinde, bir hafta bile geçmeden ömrünü tamamlayanların durumu insanların içini yaktı. Gönlümüz onların cennette birlikte olmalarını arzu eder. Koca Yunus bir şiirinde;
“Şu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm/Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi” diyerek, yanıp yakıldığını söyler ve üzüntüsünü dile getirir. Ölüm padişahtan kula, dilenciye kadar nicelerini ağlattı. İşte on altıncı yüzyılın büyük padişahı Kanuni Sultan Süleyman Han da yirmi iki yaşlarında kaybettiği ve çok sevdiği oğlu Mehmed’in ölümü ile bu acıklı durumu bizzat nefsinde yaşamış, onun için yanıp yakılmış ve aşağıdaki mersiyeyi yazmıştır. Mersiye yazdığı gibi onun adına türbe ile Şehzadebaşı Camii’ni de yaptırmıştır. Bu ağlayan şiirini insanlığa armağan bırakmasının yanında Mimar Sinan’a, Şehzadebaşı Camii’nin minarelerinde gözyaşını damlalar şeklinde işletmiştir. Şimdi büyük padişahın “Şehzâdeler güzîdesi Sultân Muhammed’üm” nakarat mısraının dillerde dolaştığı ve tamamının pek duyulmadığı şiirine bakalım:
İyka‘be-i bekâya giden mîr-i erşedüm
İy saltanat sipihrine mehtâb-ı es’adum
İytahtgâh-ı huldeemîr-i muhalledüm
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm.
Begler görün ki n’itdi bana tâli’-i siyâh
Ebr-i sefîd içinde nihânoldı mihr ü mâh
Cân gülşeninde gonca iken hâke düşdi âh
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
Cân u gönül visâli-y-ile şâdkâm idi
Tursa otursa serv gibi hôşhırâm idi
Gelse makâle bülbül-i şîrîn-kelâm idi
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
Nâgâhçekdi perdeye rûy-ı visâlini
Sem’airişmez eyledi şîrînmakâlini
Eğlence kodı dünyedecâna hayâlini
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
Gülberg-i bûsitân-ı zemîn ü zamân iken
Gün gibi nûr-ı dîde-i cân u cihân iken
Terk itditâc u tahtını henüz nev-civân iken
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
Nice yanup yakılmayalar mâder ü peder
Olmışdıhüsn-i hulk-ılacân gibi mu‘teber
Didi Muhibbî rihleti târîhinâhider
Şehzâdeler güzîdesi sultân Muhammed’üm
Yüce padişah bu şiirinde “Ey ahiret ka’besine giden kâmil ve ehliyet sahibi padişah, ey sultanlık göğünün en kutlu ışığı, seçilmiş şehzadem, padişah Mehmed’im! Ey insanlar, bana kara bahtın ne yaptığına bakınız, ay ve güneşim olan şehzadem, canımın gül bahçesindeki goncam toprağa düştü. Onunla beraber olunca, canım ve gönlüm sevinçle dolardı. Oturup kalkması serviyi andırır, konuşunca da bülbül gibi tatlılık ve huzur verirdi. Sonunda kavuşmanın, birlikte olmanın yüzüne ansızın, birdenbire perde çekti ve tatlı sözleri işitilmez oldu; yalnız, bize eğlence olarak hayâlini bırakıp gitti. O yeryüzünün ve zamanın gül bahçesinin gül yaprağı, cihan ve can gözünün ışığı, daha gençlik hâlinde iken tahta ve taca bakmadığı gibi sultanlığı da bırakıp gitti. Anne ve babası nasıl ağlayıp sızlayıp yanıp yakılmasınlar. O, güzel yaratılışı ve iyi huyu ile candan kıymetli olmuştu… İşte Muhibbi ah vah ederek, şehzadeler içinde üstün ve seçilmiş Muhammed’im diyerek, onun ölüm tarihini söyledi” şeklinde yas hâlini âleme ilan eder ve her zaman gamlı kederli insanların yaralarına merhem olur. Teselli arar ve teselli verir…
Biz günümüz insanlarına bu şiiri sunarken hüzünlü ve yaslı insanlarımıza baş sağlığı ve sabır diler, hastalarımızın sağlıklarına kavuşmaları ve toplum olarak bu beladan çabuk kurtulmamız için dualar ederiz...
.
Kur'ân-ı kerîmdeki bazı ilmî hakîkatler
17 Ocak 2021 02:00
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fak. Em. Öğr. Üyesi
Kur'ân-ı kerîmin bahsettiği esâsların, modern ilimler tarafından tasdik edilmesi, onun icâzının bir yönüdür. Kur'ân-ı kerîmin icâzından yani insanları âciz bıraktığı hususlardan biri de kevnî icâzı yani, nüzûlü sırasındaki insanlar için meçhûl olan, fakat sonraki çağlardaki insanlar için meçhûl olmayan birçok ilmî hakîkatleri ihtivâ etmesidir.
Gazetemizin “Geniş Açı” sayfasında neşredilen, “Kur'ân-ı kerîm, Allahü teâlânın hak kelâmıdır” başlıklı makalemizden sonra, bugün de, Kur’ân-ı kerimdeki ilmî hakikatleri inkâr eden bazı felsefecilere cevap vermek istiyoruz.
Günümüzde, maalesef bazı insanların ilimleri olmadığı gibi irfanları, edepleri, insafları da kalmamış. Kur'ân-ı kerîmi, belki yüzünden okumaktan bile aciz bazı kimseler çıkıp, o yüce kitap hakkında, ileri geri konuşabilmektedirler. Şu kadarını belirtelim ki, bir zamanlar bir kişinin, ''1.400 yıl öncesinin köhnemiş fikirleri'' diyerek, İslâm dînine, Kur'ân-ı kerîme hakârette bulunduğu ve Müslümân halkı rencîde ederek infiâle sebep olduğu bilinmektedir. Hattâ o zaman, bu sözlerin sâhibi hakkında soruşturma başlatılması ve davâ açılması da istenmişti.
KUR'ÂN-I KERÎM VE FEN İLİMLERİ
Hemen belirtelim ki, asırlar geçtikçe, Kur'ân-ı kerîmin bahsettiği esâsların, modern ilimler tarafından tasdîk edilmesi, onun icâzının bir yönüdür.
Kur'ân-ı kerîmin icâzından yanî insanları âciz bıraktığı husûslardan biri de kevnî icâzı yanî, nüzûlü sırasındaki insanlar için meçhûl olan, fakat sonraki çağlardaki insanlar için meçhûl olmayan birçok ilmî hakîkatleri ihtivâ etmesidir.
İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerîm'de bazı fen ilimlerinin mevcûdiyetinden bahsetmektedirler. Şimdi, Kur'ân-ı kerîmde işâret edilen ve bugünkü ilim adamları tarafından tasdîk edilen bazı meselelerden bahsedelim:
Önce, dünyâmızın nasıl meydâna geldiğine bakalım. Bu konuda, fen adamları 50-60 seneden beri diyorlar ki:
“Milyarlarca sene evvel, bütün kâinât [evren] bir tek parçadan ibâretti. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilâk oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir cihete doğru gidiyordu. Nihâyet, bu parçaların bazıları birbirleriyle birleşerek muhtelif gezegenler ve ayrı ayrı galaksiler [saman yolları], güneşler ve peykler [aylar] meydâna getirdiler. Artık fezâda [uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukâvemet kalmadığı için, bu gezegenler, uydular ve bunların içinde bulundukları galaksiler, fezâda, kendi yörüngelerinde dönmeye ve yüzmeye devâm ettiler. Dünyâ, içinde Güneş'in de bulunduğu bir galaksidedir. Kâinâtta sayılamıyacak kadar çok galaksi vardır. Kâinât, gittikçe genişleyen bir sistemdir. Galaksiler yavaş yavaş dünyâdan uzaklaşıyor. Çünkü kâinât genişliyor. Eğer, süratleri ışık hızına varırsa, artık öteki galaksileri görmemize imkân kalmayacaktır. Şimdiden, daha kuvvetli teleskoplar yapmaya mecbûruz. Çünkü, bir müddet sonra, onları göremiyeceğimizden korkuyoruz...”
Şimdi ise, mukaddes kitâbımıza kulak verelim. Kur'ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: “İnkâr edenler, gökler ve arz küresi birbirlerine yapışık iken, onları ayırdığımızı bilmezler mi?” [Enbiyâ, 30]
“İnkâr edenlere bir delîl de, gecedir. Biz, ondan gündüzü ayırırız, sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de, kendi mahrekinde [yörüngesinde] yürür.” [Yasîn, 37- 38]
Demek ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene önce meydâna çıkarabildikleri dünyânın yaratılışını, bundan 1.400 sene evvel insanlara bildirmiştir.
Şimdi de, hayatın başlangıcından bahsedelim; biyologlar bunu şöyle anlatıyorlar:
“Dünyanın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların etkileri ile bunlardan amino-asitler meydâna geldi. Milyarlarca sene önce, ilk defa su içinde protoplazma husûle geldi. Bunlardan ilk amipler meydâna çıktı. Hayât suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydâna getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir…”
Bu hususta, Kur'ân-ı kerîmde, meâlen buyuruluyor ki: “İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?” [Enbiyâ, 30]
“İnsanı sudan yaratarak erkek ve kadın akrabâlar yapan Allah’dır.” [Furkân, 54]
“Yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve bilmedikleri birçok şeyden çift çift yaratan Allahü teâlâ, her türlü ayıp ve noksândan münezzehtir.” [Yasîn, 36]
Burada, bitkileri ve hayvânları inceleyenlere ve bunların yanında, “Bilmedikleri şeyler” buyurarak, insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına îmâlar vardır. Nitekim Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki:
“Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisânlarınızın ayrı olması, onun varlığının âyetlerinden [işâretlerinden]dir. Doğrusu burada âlemler [insanlar, melekler ve cinler] için ibret vardır.” [Rum, 22]
Demek ki, “lisânların ve renklerin farklı olmasında”, henüz bizim bugün daha tam manâsıyla bilemediğimiz bazı incelikler vardır. Bunlar belki zamanla net bir şekilde meydâna çıkacaktır.
Kur'ân-ı kerîmdeki fen ile anlaşılabilen bilgileri anlatan âyetlere, fen bilgilerine, fenne uygun manâ vermek câiz ve lâzımdır. Bunu da ancak, hem dîn, hem de fen ilimlerinde mütehassıs olanlar yapabilirler.
Hakîkatte, fenni iyi bilen bir fen adamı, Allahü teâlânın varlığını inkâr edemez. Bazı fen adamlarının dînsiz olmalarına ise, Hıristiyân papazlarının ve câhil halkın bâtıl inanışları ve yanlış anlayışları sebep olmuştur. Hıristiyânlığın akla ve ilme aykırı hükümlerini okuyan bazı ilim adamları şüpheye düşmüşlerdir.
İnsaflı fen adamları, eğer İslâm âlimlerinin, Kur'ân-ı kerîmden çıkardıkları, fenle ilgili bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalar, hepsi de hakîkati görüp, seve seve Müslümân olurlar.
Mü'min sûresinin 13. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Size, [varlığına ve birliğine delâlet eden] âyetlerini, mucizelerini gösteren, size gökten rızık indiren O'dur. Bu âyetlerden, işâretlerden Allaha inananlardan başkası ibret almaz” buyurulmuştur.
Fakat tefsîr kitaplarında, âyet-i kerîmenin, “Size gökten rızık indiren” kısmı, “Size gökten rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutûbet] indiren Allahü teâlâdır” şeklinde tefsîr buyurulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakîkaten semâdan indirmektedir.
Bugün en büyük fen adamları, dünyâda albüminlerin, proteinlerin nasıl meydâna geldiğini şöyle îzâh etmektedirler:
“Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin tesîrleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydâna getirmekte, bu gaz tekrâr oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksit, diğer taraftan yine yıldırım ve şimşeklerin tesîri ile havadaki rutûbet ve azottan, amonyak meydâna gelmektedir.
Azot dioksit ise, rutûbetin tesîriyle nitrik aside dönüşmekte, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hâsıl olmakta, meydâna gelen bu tuzlar da, yağmurla yeryüzüne inmektedir.
Yeryüzünde bu tuzlar, toprakta bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydâna getirmekte, bu tuz da, bitkiler tarafından emilerek onların yetişmesine sebep olmaktadır. Bu nebâtâtı yiyen insanlarda ve hayvânlarda, o maddeler muhtelif proteinlere [ki bunların arasında albüminler de vardır] dönüşmekte ve bu hayvânların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemektedir.
O hâlde, insanların rızkı, Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiş olduğu gibi, semâdan gelmektedir.”
Ünlü deniz araştırmacısı Fransız Kaptan Custo şöyle anlatıyor: “1962 senesinde, Alman ilim adamları, Aden Körfezi ile Kızıldeniz'in birleştiği Mendeb Boğazı’nda, Kızıldeniz'in suyu ile Hint Okyanusu'nun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi.
Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz'in sularının birbirine karışıp, karışmadığını tetkîk etmeye başladık. Önce Akdeniz'in kendine hâs sıcaklığı, tuzluluğu ve yoğunluğu ile ihtivâ ettiği canlıları tespit ettik. Aynı çalışmayı Atlas Okyanusu'nda tekrârladık. İki su kütlesi, binlerce seneden beri, Cebel-i Târık Boğazı'nda birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet [yoğunluk] gibi unsurların birbirine eşit, hiç olmazsa yakın olması îcâp ediyordu. Hâlbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile, deniz suyu, kendi özelliğini koruyordu. Ya'nî, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi, iki deniz suyunun birbirine karışmasına mâni' oluyordu.
Bu hâli anlattığım Prof. Dr. Maurice Bucaille; bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslâmın kudsî kitâbı Kur'ân-ı kerîmin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakîkaten bu hâl, Kur'ân-ı kerîmde dosdoğru açıklanıyordu. Rahmân sûresinin 19. ve 20. âyetlerinde meâlen buyuruluyor ki:
“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.”
Âyet-i kerîmenin, tespit ettiğim engeli, on beş asır önce beyân etmesi karşısında; "Bu âyetin ilmî bir mucize ve Kur'ân-ı kerîmin mutlaka Allahü teâlânın kelâmı" olduğuna inandım. Hak dîn olan İslâmiyeti seçtim. İslâm dîni, ma'nevî gücü ile bana kaybettiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi.”
Biz, burada, “zikr-i cüz irâde-i kül” kabîlinden yanî parçayı zikredip bütünü kastetme kâidesine göre, 1-2 misâl verdik. Kâinatın yaratılışını tesâdüflerde arayanlar, bunları öğrenince, insâfa gelmelidirler.
YABANCILAR NİÇİN MÜSLÜMÂN OLUYORLAR?
Hem târihte, hem de günümüzde, İslâmiyetle şereflenen birçok insanın olduğunu biliyoruz. Târihte, İslâmiyetle şereflenen sayılamayacak kadar çok insan vardır. Günümüzde de yabancılardan, gayri müslimlerden pek çok kimse, zamân zamân İslâmiyetle şerefleniyor. Birçok diplomat, devlet, ilim ve fen adamı, hattâ dîn adamlarının Müslümân oluşları, İslâmiyetin büyüklüğüne hayrân kaldıklarındandır.
Misyonerler, milyarlar harcayarak Hıristiyânlık propagandası yapıyorlar. Ama İslâmiyet propagandasız olarak yayılmaktadır. Bilindiği üzere birçok yabancı, İslâm’ı seçmektedir. Bunların Müslümân olmalarına sebep olan şeylerin neler olduğu merâk konusu olabilir. Bazı mühtedilerin tek tek bazı cümlelerini nakledelim.
“İslâm, çağları ardında sürükleyen bir dîndir. Müslümân olmakla, çağlarüstü dîni seçmiş oldum.” (Prof. Dr. Roger Garaudy - Fransız)
“‘İlim Çin’de de olsa alın’ hadisini okudum. İslâm’ın ilme verdiği önemi görünce Müslümân oldum.” (Mr. Board - Amerikalı)
“İslâm, isrâf ve cimriliği yasaklayan, maddî-manevî her husûsta en güzel kâideleri olan dîndir.” (Albay Ronald Rockwell - Amerikalı)
“İslâm’da, ırk, renk ve dil farkı gözetilmediğini, herkesin eşit olduğunu, namâz kılarken de rütbe ayırımı yapılmadığını gördüm; işte bunun için Müslümân oldum.” (Thomas Clayton - Amerikalı)
“Kur'ân-ı kerîm, Allâh’ın adı ile başlıyor, Allâh’ın birliğini bildiriyordu. Hayretim arttı. Tevhîd dîni olan Müslümânlığı seçtim.” (Cat Stevens - İngiliz)
“Anarşinin, ancak İslâm ahlâkına sâhip olmakla önleneceğine inandım. İçkiyi bıraktım, tesettüre girdim ve namâza başladım.” (Tına Gfanzıl - Alman)
“İslâm, sevgi, doğruluk, temizlik ve güzel ahlâkı emrettiği için Müslümân oldum.” (A. Uemura - Japon)
“İslâm, en iyi şeyleri ihtivâ etmektedir. Hiç bir dîndeki kardeşlik, İslâm’daki gibi değildir.” (Dr. Rolf Freiherr - Avusturyalı)
“İslâmı, akla da uygun bulup Müslümân oldum.” (Cecilla Cannolly - Avusturyalı)
“İslâm, dünyâ ve âhiret mutluluğunu gösterdiği için Müslümân oldum.” (B. Karai - Zengibar)
.
KİŞİ HAKLARI BAĞLAMINDA AŞI Covid-19 aşısı, hukuken mecbur tutulabilir mi?
24 Ocak 2021 02:00
Cihangir Yıldız
cihangir.yildiz@hotmail.com
Covid-19 aşısı hakkında “genetik yapımızı bozacaklar” şeklinde komplo teorilerinin dillendirildiği bir ortamda yapılan anket çalışmalarında, Covid-19 aşısını yaptırmak istemeyenlerin oranının yüzde 50’den fazla olduğu bilgisi yer aldı. Buna mukabil “aşı olmayan vatan hainidir” söylemleri gelişince “Covid-19 aşısı mecburi tutulabilir mi?” sorusu da tartışmaya açılmış oldu.
Acil müdahale gibi birkaç istisna dışında herhangi bir tıbbi müdahale veya tedavi için hasta rızasının şart olduğuna ilişkin birçok milletlerarası ve iç hukuk düzenlemesi mevcuttur. Tıbbi müdahalenin hukuka uygun olabilmesi için hastanın buna rıza göstermesi şarttır.
Hasta hakları, şahsa sıkı sıkıya bağlı haklardandır.
Dünya Sağlık Örgütü, (DSÖ) Covid-19’u geçen sene 11 Mart’ta global salgın (pandemi) olarak tanımlayınca, o tarihten günümüze aşı çalışmaları büyük bir önem arz etmiştir. İlk olarak 2020 Ağustos ayında Rusya tarafından açıklanan Sputnik V isimli aşı, eylül ayında Çin merkezli Sinovac şirketinin duyurduğu aşı ve son olarak kasım ayında Pfizer firmasının duyurduğu aşı, bütün dünyaya umut verdi. Millî aşı çalışmaları devam etse de ülkemiz, Sinovac’ın aşısı (CoronaVac) için sözleşme imzalayarak, aşıyı yüksek risk gruplarına uygulanmaya başladı.
Bu aşı haberleri üzerine bir kısım çevrelerin “Genetik yapımızı bozacaklar” şeklinde dillendirdiği komplo teorilerinin konuşulduğu bir ortamda yapılan anket çalışmalarında, Covid-19 aşısını yaptırmak istemeyenlerin oranının %50’den fazla olduğu bilgisi yer aldı. Buna mukabil “Aşı olmayan vatan hainidir” şeklinde söylemler gelişince “Covid-19 aşısı mecburi tutulabilir mi?” sorusu tartışmaya açıldı.
AŞI OLMAYAN VATAN HAİNİ MİDİR?
Gerçi, şu an için yeterli doz bulunmadığından aşının zorunlu tutulması fiilen mümkün olmasa da ilerleyen safhada yeterli doz mevcut hâle geldiğinde aşının mecburi tutulması ya da bir başka deyişle aşı olmak istemeyenlere hukuki veya sosyal müeyyide uygulanması mümkün olabilir mi? Biz bu makalemizde bu sualin cevabını hukuki bir perspektifle vermeye çalışacağız.
Evvela ifade edelim ki, kişi dokunulmazlığı hakkı, mutlak karakter taşır ve bu sebeple herkese karşı ileri sürülebilir. Vazgeçilmesi veya devredilmesi mümkün değildir. Bu hakkın en önemli unsuru şüphesiz kişinin vücut bütünlüğü hakkıdır. Hasta hakları da kişi haklarından olup şahsa sıkı sıkıya bağlı haklardandır.
Sağlık hizmetlerinden faydalanma hakkı, saygı ve itibar görme hakkı, mahremiyet hakkı, bilgi isteme hakkı, sağlık kuruluşunu seçme ve değiştirme hakkı, kayıtları inceleme ve bilgilerin gizli tutulma hakkı, tedaviyi reddetme, durdurma ve rıza hakkı, dinî hizmetlerden faydalanma hakkı, ziyaret ve refakatçi bulundurma hakkı belli başlı hasta haklarıdır.
Milletlerarası hukuka paralel olarak iç hukukumuzda da vücut bütünlüğüne yönelen her türlü müdahale, kişilik haklarının hukuka aykırı olarak ihlâli olarak kabul edilmiştir. Anayasanın “Kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı” başlıklı 17/1. maddesine göre: “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 3. maddesi de bu hakkı koruma altına almıştır.
Yine, Anayasamızın 17/2. maddesine göre: “Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı hâller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz.”
MİLLETLERARASI HUKUKTA DURUM NEDİR?
Milletlerarası hukuk anlamında “hasta hakkı” mefhumu ile alakalı ilk metin, 1972 tarihli Amerika Hastaneler Birliği Hasta Hakları Bildirgesidir. Bu bildirgede hastanın bilgi almaya ve akla uygun bir karar verebilmesine imkân sağlanmasını beklemeye hakkı olduğu belirtilmiştir.
HASTANIN RIZASI ŞART
Sonrasında, 1981 tarihinde yayınlanan Lizbon Bildirgesindeki “Hasta, yeterli ölçüde bilgilendirildikten sonra tedaviyi kabul ya da reddetme hakkına sahiptir”,1994 tarihli Amsterdam Bildirgesindeki “hastanın bilgilendirilmiş onayı herhangi bir tıbbi girişimin ön şartıdır”, 1995 tarihli Bali Bildirgesindeki “hastanın kendi adına karar verme hakkı vardır” şeklindeki düzenlemeler “hasta rızası”nın bir hasta hakkı yani dolayısıyla kişilik hakkı olduğunu göstermektedir.
1997 tarihli İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi (-ki Ülkemizde 2004 yılında yürürlüğe girmiştir) ile 2002 tarihli Hasta Haklarına İlişkin Avrupa Statüsü (Ana Sözleşmesinde), tedavi için hasta rızasının bir hak olduğu vurgulanmıştır.
İÇ HUKUKUMUZDA DURUM NEDİR?
Ülkemizde ise “hasta hakkı” kavramı ile ilgili en temel hukuk normu yukarıda da zikrettiğimiz Anayasanın 17. (ve 56.) maddesidir.
Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun’un 70. maddesinde; “Tabipler, yapacakları her nevi ameliye için hastanın, hasta küçük veya tahtı hacirde ise veli veya vasisinin evvelemirde muvafakatını alırlar” şeklindeki düzenleme ile “hasta rızasının” tedavi için genel bir şart olduğu vurgulanmıştır.
Tıbbi Deontoloji Nizamnamesi ise hasta-hekim ilişkisini düzenleyen ilk yazılı belge olması açısından mühim olmakla birlikte, bu nizamname daha sonra 1999 yılında “Hekimlik ve Meslek Etiği Kuralları” adı altında yeniden düzenlenerek kabul edilmiştir. Hekimlik ve Meslek Etiği Kuralları’nın “Hasta Haklarına Saygı” başlıklı 21. maddesinde; “Hekim hastasının sağlığı ile ilgili kararlar alırken; bilgilenme hakkı, aydınlatılmış onam hakkı, tedaviyi kabul ya da ret hakkı vb. hasta haklarına saygı göstermek zorundadır” denilmektedir.
Ülkemizde hasta haklarına ilişkin olarak atılan en önemli adım ise, yukarıda zikrettiğimiz milletlerarası sözleşme ve bildirilerin tesiriyle, 1998 yılında kabul edilen Hasta Hakları Yönetmeliği’dir. Bu Yönetmelik, iç mevzuatımızda dağınık hâlde bulunan hasta haklarına ilişkin düzenlemeleri tek çatı altında toplamış, 24. maddesi ile “tıbbi müdahale için hastanın rızasının aranmasını” bir ilke olarak benimsemiştir.
Görüldüğü gibi, (acil müdahale gibi birkaç istisna dışında) herhangi bir tıbbi müdahale veya tedavi için hasta rızasının şart olduğuna ilişkin birçok milletlerarası ve iç hukuk düzenlemesi mevcuttur. Tıbbi müdahalenin hukuka uygun olabilmesi için hastanın buna rıza göstermesi şarttır.
HASTA RIZASI VE COVID-19 AŞISI
Peki, “hasta rızası” hakkı olarak tanımlanabilecek bu hak, Covid-19 aşısı ile alakalı olarak uygulama alanı bulabilir mi? Bu sualin cevabını doğru şekilde verebilmek için ülkemizde aşı ile alakalı olarak hususi düzenleme içeren Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’na göz atmak gerekecektir.
Bu kanunun 57. maddesine göre; kolera, veba, lekeli humma, karahumma, çiçek, difteri vs. hastalıklarından biri zuhur ederse bunların ihbarı mecburidir. Kanunun 72. maddesinde ise zikredilen hastalıklardan biri zuhur ettiğinde cebren yani rıza aranmaksızın aşı tatbik edileceği belirtilmektedir. Ancak, dikkat edilirse, hastalığın ihbarının dahi zorunlu tutulduğu ve dolayısıyla aşı tatbikinin rızaya dayanmadığına ilişkin bu düzenleme, sadece sınırlı şekilde sayılan birtakım hastalıklar için geçerlidir.
ANAYASA MAHKEMESİ NE DİYOR?
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bu mevzu ile ilgili çok önemli bir kararı da bulunmaktadır. Karara konu olan hadisede bir çocuğun bebeklik dönemi aşıları, anne ve babası tarafından yaptırılmayınca Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğü, mahkemeden çocuk hakkında sağlık tedbiri uygulanmasına karar verilmesini talep etmiş, mahkeme de talebi kabul ederek çocuk hakkında sağlık tedbiri uygulanmasına karar vermiştir. Aile, konuyu AYM’ye taşımış, yüksek mahkeme de yaptığı değerlendirmede, “Başvurucu çocuğa tatbikine hükmedilen HepB, DaBT, İPA, Hib ve KPA türündeki aşıların Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 57. maddesinde tahdidi olarak sayılan hastalıkları tam olarak karşılamadığı, bu kapsamda serum veya aşı uygulanması hususunu düzenleyen 72. madde hükmünün, başvuruya konu uygulamanın kanuni dayanağı olarak kabul edilemeyeceği, genel ve zorunlu aşı uygulamasına dayanak oluşturacak başka bir kanun hükmünün de mevcut olmadığı, bu nedenlerle Anayasa’nın 17. maddesinin ihlal edildiği” sonucuna varmıştır (AYM, 11/11/2015, 2013/1789).Yani, AYM, sınırlı sayıda sayılan hastalıklar dışında mecburi aşı uygulamasının hukuki olmadığını vurgulamıştır.
HASTA HAKLARI ŞAHSA
SIKI SIKIYA BAĞLI HAKLARDANDIR
Netice itibarıyla, kişiye sıkı sıkıya bağlı haklardan biri olan vücut bütünlüğü üzerinde tasarruf anlamına gelen tıbbi müdahale için hasta rızasının bulunması şarttır. Covid-19 virüsü ile ilgili olarak, DSÖ tarafından açıklanan tedavi yöntemleri ve kullanılan ilaçlar hakkında henüz fikir birliğinin bulunmadığı düşünüldüğünde, üretilen aşıların koruyuculuk etkileri ve yan tesirleri ilmi olarak henüz netleşmemişken, aşının 7’de 70’e herkese mecburi tutulması hukuken mümkün görünmemektedir. Hatta ilmî düzeydeki bu belirsizlikler sebebiyle, Covid-19 aşısının toplum sağlığını koruma ve kamu yararı gerekçeleriyle kanuni bir düzenlemeyle mecburi tutulması da Anayasa’ya ve milletlerarası hukuka aykırı olacaktır diye düşünüyorum. Dolayısıyla, aşı olmak istemeyenlere yönelik toplu taşımayı kullanma yasağı, seyahat kısıtlaması, işten çıkarma ve benzeri hukuki veya sosyal müeyyidelerin uygulanması, milletlerarası düzenlemeler ve iç mevzuat hükümleri nazara alındığında insan hakkı ihlali olacaktır kanaatindeyiz. Zaten, koruyuculuk etkisi kati ve yan tesiri bulunmayan bir aşı bulunduğunda, bu tartışmaların konusuz kalacağı da aşikârdır.
.....
Kaynaklar:
Esra Saatçı, Türkiye Aile Hekimliği Dergisi, C.24 Sayı 3, s.153-166
İbrahim Şahbaz, TBB Dergisi, Sayı:86, s.405-423
Eda Demirsoy Aşıkoğlu, TAAD, Sayı:34, s.319-343
Nizamettin Aydın, Dumlupınar Ün. Sosyal Bil. Dergisi, Sayı 22
İsmail Atak, TOTBİD Dergisi, 2020/04, s.19-26
.
OSMANLI DEVLETİ VE TEDRÎSÂT -I- Mazideki talim terbiye
31 Ocak 2021 02:00
PROF. DR.OSMAN KEMAL KAYRA
Osmanlı’da çocuk 4-5 yaşlarına gelince “Besmele” ve “Âmin Alayı” ile eğitimine ilk adımını atardı. Pedagojik olarak çocuk için yapılan bu merasim, onda büyük bir sevinç ve iç huzuru meydana getirir ve mektep korkusunu yenerdi. “Âmin Alayları” mektebe yeni başlayan çocuklar için teberrüken yapılan bir merasimdir ve bugünkü okul öncesi eğitime tekabül eder.
İnsanoğlu akil olmadan evvel, yani sabi iken, taklitçi ve kendi seviyesinde gözlemcidir. Merak ve yeni şeyler görmek, sabâvet (çocukluk) dönemi için çok önemlidir. Tefekkür olmadığı için tecessüs, objelerle ilgili ve sathîdir. Merak, görünen şeyleredir. Muâkale (akıl yürütme) yoktur. Seçicilik akla göre değil, göze göredir. Kavramlar çok muğlaktır. Sayı ve renkler obje olmadıkları için genelde 2-2,5 yaştan evvel idrak edilemez. Göz ve obje bağlantısı çocuklarda çok kuvvetlidir.
Çocuk etrafındaki eşya ile bağ kurmaya başlayınca benzetmeler yoluyla eğitime de adım atmış olur. Bebek, bir maddeyi diğer maddelere benzeterek bağ kurmaya çalışır. Tasarım gücü olmadığı için, hayal yolu ile çevreyi yorumlamaya gayret eder. Çocuklar belli dönemde resim çizerlerken en çok gördüğü insan figürü olduğu için, bunu resmetmeye çalışır. Boyut ve hareket olmayan bu resimler hep aynı basit görünümdedir.
BEBEKLERDE BENLİK ŞUURU YOKTUR
Bebeklerde 22-24 aylık oluncaya kadar benlik şuuru yoktur. Sâhip olmak istedikleri şeyi, sevdikleri için elde etmek isterler. 2-2,5 yaş dolmadan cümleler kurulamaz. Cümleler ilk kurulmaya başladığında da isimleri ile benlikleri arasında bağ kurmakta zorlanırlar. Aynaya baktıklarında karşıdaki bebeğin kendileri olduğunu anlayamazlar. “Ben geldim” yerine “Ayşe geldi” derler. Çocuk bu yaş sınırına gelinceye kadar devamlı bilgi birikimi yapar. Bu yüzden onlarla çok konuşulmalı ve faydalı şeyler çokça tekrar edilmelidir.
Çocuk, bebekken konuşamaz ve bağlantılı düşünemez. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) bebekken “Ben Allah’ın seçilmiş bir kuluyum; o bana kitap verdi ve beni Peygamber yaptı” dedi. (Meryem/30) Bu hâdise şüphesiz normal bir şey değildir ve bir mucizedir. Hem konuşma hem de tebliğ, çocukla, bebekle ilgili şeyler değildir. Bebek ana rahminde iken İslâm âlimlerine göre 121. gün insan olma vasfını kazanır. İlk sekiz haftalık dönem embriyo dönemidir. Bu dönemde “Âlem-i halk”ın anâsır-ı erba’asıyla mahmûl olunca (yüklenince) nefis de varlığını ilan eder.
ANNE KARNINDA RUH VERİLMESİ
Kütüb-i Sitte’de insan anne karnında “nutfe” olarak kırk, “alaka” olarak kırk, “et parçası” olarak kırk gün kalır. Bundan sonra rûh verilir. Muhammedübnü Abdullâhibni Numayr ve Zuhayrübnü Harb ve’l-lafzu ibni Numayr ve ilh.deki Hadîs-i şerîfte meâlen: “Melek kırk- kırk beş gün geçince gelir ve bu sayılanları yazar, artık sayfa dürülür” (Müslim Kitâbı 3. Hadîstir) Burada da ruhun 40-45 gün içinde verildiği bildirilmektedir. Vallâhü a’lem bi’s-savâb. “Nefis ve rûh bu ikisi ölüm hâlinde ayrılır” Zümer- 42… (Envârü’t-tenzîl, Kâdî Beydâvî, s. 485, İstanbul 2013)
Tefsîrdeki bilgiye göre Beydâvî hazretleri, nefis ve ruhun aynı anda kabzedildiğini bildiriyor. Çocuk ana rahminde ruhu üflendikten sonra, nefsin de verildiği anlaşılıyor. Yalnız ilk hayatiyet nefis ve ruhla ilgili değildir.
Nefsin tegaddi ve şehevî istekleri önemlidir; yani yemek ve şehvet. Çocukta yemek isteği insiyakidir, fakat şehvet arzusu baliğ olunca başlar. Çocukken de nefis emredicidir; ister, beğenir, beğenmez, yemek seçer, tatlı sever… Bunlar hep nefsi isteklerdir. Tabii ki çocuğun aklı ve ruhu organize olamadığı için tefekkür edemez ve imani mevzularda ilahi adalet ihsanıyla mesul olmaz. Yâni bedenî arzularda çocuğa hükmeden ve zarar verebilen nefis, dinî meselelerde devre dışıdır. Çocuk ana rahminde iken eğitimi başlar; çünkü artık dış duyumları alıyordur. Yaşadığı ortamın İslâmî olması çocuk için doğru bir hayatın başlangıcı olurken, haramla beslenen bebek, annenin göbek bağıyla da ilk haram lokmalarıyla tanışır. O hâlde anne ve baba olmaya hazırlanan ebeveyn, ateşten bir gömlek veya cennet libası giymeye hazırlanıyor demektir.
Çocuklarımızın bebeklik döneminde ebeveynler, çocukta zekâ eserleri görerek veya böyle vehmederek mutlu olmak isterler. Çocuklarına birtakım testler yaptırarak sayısal kavramlara meyli veya güzel sanatlara kabiliyeti cihetiyle onları teşvik ederler. Amaç çocuğu istikbâle hazırlamak… İstikbâli olmayan bu dünya için bu kadar çabalayan birçok ana baba, çocuğun ebedi hayatı için hiç kaygı duymazlar. Birkaç yabancı dil öğrenip dış ülkelerde ihtisas yapan evlatlarımızın “Dilimiz dönmüyor, sureleri Türkçe okusak olmaz mı yâni” demeleri -o da şayet ibadet ederlerse- vebali bu çocuğa mı, ebeveyne mi aittir. Bu yüzden çocuklarımız dilleri dönmeye başlayınca, bırakın dedelerinin, büyükannelerinin veya anne ve babalarının adlarını öğrenmesinler; ilk öğrenecekleri isimler Allahü teâlânın ve sevgili Peygamberimizin (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek isimleri olsun. Yoksa göz nurlarımız, çocuklarımız bizim ebedî felâketimiz olur.
“Ey îmân edenler, kendinizi ve âilenizi yakıtı insan ve taş olan cehennem azâbından koruyun.”(Tahrîm- 6)
“O gün ne mal ne de çocuklar size bir fayda sağlayacaktır. Oraya götüreceğin bir temiz kalp olacaktır.” (Şu’arâ- 88)
Bağdatlı Rûhî’nin şu harika beyti her şeyi ne güzel açıklıyor:
“Sanma ey hâce senden zer ü sîm isterler/Yevme lâ yenfa’ûda kalb-i selîm isterler.”
SIBYÂN MEKTEBLERİ VE ÂMİN ALAYLARI
Talim ve terbiye çok önemli iki kavramdır. Eğitim, terbiye kelimesini karşılığı olamaz. Terbiye kelimesi “Rabb” kelimesiyle ilgilidir. Dolayısıyla terbiye “Rabbânî” yüceliklere ulaşmaktır. Talim ise Rabbimizi sonsuz ilim sıfatıyla mevsuf olmak için çaba sarf etmektir.
İlmin yelpazesi içinde kelâm-ı ilâhî, ehâdîs-i nebeviyye başta olmak üzere Allahü teâlânın kullarının tedrisine sunduğu semavi ve arzi bilmecelere, elektronlardan embriyoya, anatomiden astronomiye, kimyevî reaksiyonlara, jeofizik hâdiselere, klimatolojik bilgilere kadar çok geniş bir saha vardır. Gerek naklî (ulûm-ı diniyye) ve gerekse akli (ulûm-i fenniyye) iki muazzam bahr-i bi- kerandır. (Uçsuz bucaksız umman) O hâlde bu muazzam ilim deryasına bir yerden başlamak gerekir.
BED-İ BESMELE VE İLME ATILAN İLK ADIMLAR
Osmanlı’da çocuk 4-5 yaşlarına gelince “Besmele” ve “Âmin Alayı” ile eğitimine ilk adımını atardı. Pedagojik olarak çocuk için yapılan bu merasim, onda büyük bir sevinç ve iç huzuru meydana getirir ve mektep korkusunu yenerdi. “Âmin Alayları” mektebe yeni başlayan çocuklar için teberrüken yapılan bir merasimdir ve bugünkü okul öncesi eğitime tekabül eder. Âmin kelimesi “Rabbim kabul etsin, öyle olsun” anlamına gelir. Bu tören genelde kandillere-hassaten de Mevlid Kandili’ne tesadüf ettirilirdi. Kandillerin cumalara rastlaması ise aliyyül-ala kabul edilirdi. Mevsimde kandil yoksa cuma günleri tercih edilirdi. O gün çocukların bünyelerine göre talim için oruç tutturulurdu. Merasimden iki gün evvel evler dip-köşe temizlenir, ev halkı hamamlara gider, natırlar, ustalar, kınacılar çocuğu eğlendirmeye akşama kadar devam ederlerdi. Büyükanne, anne, kalfa, varsa dadı, sütanne, cumhur cemaat Kapalıçarşı’ya gidilerek çocuğa öteberi alınırdı. Evdeki ecdat yadigârı rahle cilaya verilir, yoksa ya ödünç alınır veya yenisi getirilirdi
O gün herkes erkenden kalkar, evin erkekleri ve çocuk, mahalle mescidine sabah namazına giderler ve mescit imamından dua alırlardı.
Kahvaltıdan sonra çocuğa hilâlli bir mintan ve beyaz çoraplar giydirilirdi. Sonra çocuğa hafif yana yatık mavi püsküllü fes takılırdı. Bilâhare çocuğun boynuna lahuri bir şal atılır, fiyonk yerine pırlanta bir ay iliştirilir ve arabalara binilip Eyüp Sultan’ın (Ebâ Eyyûb el- Ensâri radıyallâhü anh) kabr-i şerifine gidilirdi. Çocuk burada bir çini cümbüşü içindeki kabrin penceresine başını dayar, garip duygular içinde bu büyük Sahâbî’ye iltica ederdi.
Çocuğun bu alayda üç menzili vardı: 1) Destur menzili, 2) İlim menzili, 3 ) Vefa menzili.
İstanbul’da ilk durak Eba Eyyub türbesiydi. İstanbul dışında ilk durak eğer varsa bir Sahabi kabri olurdu. Zaten “Âmin Alayları” ağırlıklı olarak İstanbul ve Bursa’da yapılırdı. Diğer Anadolu illerinde kısmen sönük olur veya hiç olmazdı. Konya’da da benzer alayların yapıldığı vakidir.
Sahâbe-i kirâm hazretlerinin kabirleri, Risaletpenah Efendimizin arkadaşları oldukları için ve İslâmiyet’in bize kadar ulaşmasını sağladıklarından, destur almak amacıyla ilk menzil seçilirdi. İkinci menzilde, o şehrin ilim irfan sâhibi, Ehl-i sünnet tarik-ı sufiyye meşayıhına uğranıp, Fatiha-i şerifeler ikram edilirdi. İstanbul’da bu menzil Fatih Sultan Muhammed Han’ın hocası büyük âlim Molla Gürani Efendi’nin kabridir. Bu menzil, Fatih Haseki’dedir. Üçüncü menzil ise Ebü’l-feth Hazret-i Fatih Sultan Muhammed Hân hazretlerinin kabr-i şerifidir.
Çocuk Bursa’da bu merasim için ilk olarak Evlad-ı Resul olan Emir Sultan hazretlerinin kabr-i şerifine uğrardı. Sonraki durakta Fâtih hazretlerini hocası büyük âlim Molla Hüsrev hazretlerinin kabri ile ilk şeyhülislam, Molla Fenari hazretlerinin kabirlerine gidilirdi. İstisnai olarak Göynük’te Akşemseddîn hazretlerinin kabrine uğranılırdı. Son duraklar ise, Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi ile Bursa fatihi Orhan Gazi’nin kabirleri olurdu.
Eve dönüldüğünde mektep çocukları ve ilâhîciler gelir, sokak mahalle halkıyla dolardı. Ailenin hâli vakti iyi ise kapının önünde kırmızı kolanlı ve siyah eyerli bir Midilli, olmazsa bir at, aynı şekilde süslenir ve bu hayvanların dizginlerini çocuğun babası tutardı. Çocuk evin kapısında gözükünce:
“Tevbe edelim zenbimize // Tevbe ilâllâh yâ Allâh // Lûtfunla bize merhamet eyle //Aman Allâh yâ Allâh” nidâlarına âmincilerin “Âmiiiin, Âmiiiin” sesleri refakat ederdi.
Sonra okuyucu yine “Sînen içre nûr-ı zikrile uyandır bir çerâğ // Ol çerâğın şükrüyle görünür dîdar-ı Hak” derdi. (Kalbindeki nûru, zikrile uyandır, o nurla dîdâr-ı Hakk’a yönel.)
Sonra kollarının yenleri geniş bir hoca efendi gür sesiyle bir duaya başlardı. Herkes çökerek bu duâyı huşû içinde dinlerdi.
Sonra duâcılar hep bir ağızdan “ Allâh Allâh uludur // Emrin tutan kuludur // Mü’minlerin yoludur // Allâh Allâh Rahîm Allâh // Kerîm Allâh diyelim hû! // Şefîk Allâh aman Allâh // Yüce Allâh diyelim hû!”
Mektebe yaklaşınca mahalle bekçisi çocuğu Midilli’den indirir, sonra çocuğun iki tarafına mektep kalfası ve müzakerecisi geçerlerdi.
Teşrîfatta kurallar kesindi: En öndeki kişi atlas bir yastık üzerinde sırmalı bir cüz kesesiyle “Elifbâ”yı götürürdü. Onun arkasında uzun boylu biri, başının üstünde çocuğun mektepte oturacağı mavi atlaslı pufla minderle, sedef ve bağa kakmalı rahleyi taşırdı. Sonra tarîkat mürîdânının ağızlarından sûfiyâne şu beyitler dökülürdü: “Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin // Tenlerde ve cânlarda nihân hep sen imişsin.// Senden bu cihân içre bir nişân isterdim ben // Sonra bunu bildim ki cihân hep sen imişsin.” Sonra Risâletpenâh Efendimiz’e tasliyelerde bulunulur, Ehl-i beyte ve sultana dualar edilirdi.
Müteakiben, mektep kalfası ve bevvâb, çocuğu yukarıya hoca efendinin yanına götürürlerdi. Sabî, hocasının önünde edeple diz çökerek onun ellerini öperdi.
Kız çocukları için de mescide ve hoca efendiye gidilir, fakat esas merâsim evlerde hanımefendiler, dadılar, kalfalar ve komşu hanımların refakatiyle zerde-pilav ve gül şerbetleriyle üç gün devam ederdi.
Bendeniz de 1952 yılında ilkokula başlarken Paşabahçe İncirköy Camii İmâmı merhûm Şevket İnler Hocaefendi’nin dizi dibinde “Besmele” ve “Rabbî yessir”le eğitimime ilk adımımı atmıştım. Tabii ki bu, eski “Alay”ın gölgesi bile değildi ama, maksat bu merasime sâhip çıkmaktı.
Kısmen faydalanılan kaynak: Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri sözlüğü I. Mehmet Zeki Pakalın, MEB yayınları, S. 58-59, İstanbul, 1993.
Naklen dinlediğim bilgiler ise Ebe’m Hâfıza Merhûme Cemîle Hanımefendi, Mesnevihân Bıcakçı Osman Efendi, Nakşî şeyhlerinden Alî Timur Efendi’nin oğlu Ahmed Nûri Efendi ve İbrâhim Hakkı Konyalı’ya aittir. Tekrar buluşmak ümidiyle
.
KARABAĞ ZAFERİ SONRASINDA BÖLGEDE DENGELER DEĞİŞTİ Güney Kafkasya satrancı
7 Şubat 2021 02:00
Dr. Telman Nusretoğlu
Türk İslam Araştırmaları Merkezi Başkanı
Hazar Üniversitesi Öğretim Üyesi
Dünyanın yeni ekonomik merkezinin Asya’ya kaydığı, Çin’in yükseldiği fakat Amerika’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra inşa ettiği NATO gibi askerî-güvenlik yapısının olmadığı bir paradigma içinde -tarihî hakikatleri de göz önünde bulundurursak- İpekyolu ülkelerinde güvenlik ve istikrarın sağlanması Rus-Türk iş birliği olmadan imkânsız gibi gözüküyor.
Yeni dünya nizamında güçler dağılımı açısından stratejik ehemmiyeti artan coğrafyaların başında kuşkusuz Hazar ve Karadeniz havzası geliyor. Pakistan- Afganistan-Türkmenistan-Azerbaycan-Türkiye hattında engeller büyük ölçüde ortadan kaldırılıp tarihî yakınlaşma sağlanırken, Karabağ zaferiyle birlikte güç dengesinin değiştiği Güney Kafkasya; ittifaklar, iş birlikleri ve jeopolitik mücadeleler açısından da kritik hâle geliyor. Müşterek Türk tarihinin derinliklerinden beslenen Türkiye-Azerbaycan kardeşliğinin enerji hatlarından askerî ortaklığa güç ve imkân dengesi içinde aşama aşama seviyesini yükselterek devam ettirdiği hamlelerle, bölgede yeni jeopolitik güç dengesi şekillenmiş, ister Türk dünyasının birliğinin derinleştirilmesi isterse de Rusya- Türkiye uzlaşması Karabağ zaferi sonrası keyfiyet itibarıyla farklı bir aşamaya geçmiştir. İşgal altındaki toprakların büyük bir bölümünün kurtarıldığı Karabağ operasyonu gibi, Rus barış gücünün konuşlandığı Ermenilerin yaşadığı bölgelerde Rusya’nın ne tür bir strateji izleyeceği, Hankendi’deki ayrılıkçı rejimin bertaraf edilerek Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün tamamen sağlanması noktasında Rusya’nın destek mi yoksa engel mi olacağı, mağlup Ermenistan’ın Azerbaycan ve Türkiye’yle münasebetlerini normalleştirerek rövanşist yaklaşımlardan kurtulması meselesinde Moskova’nın nasıl tavır takınacağı ve Türk-Rus münasebetlerinin seyri, İpek Yolundaki satranç oyununun hangi istikametlere yöneleceği ile ilgili bizlere ipuçları sunacaktır. Bu muğlak ve komplike satranç oyununun detaylarına değinmeye çalışacağız. Fakat bilmemiz gerekiyor ki 30 yıldır işgal altında tutulan Azerbaycan topraklarının büyük bir kısmının kurtarılması ve savunma stratejileri açısından kolay, saldırı hamleleri yönünden oldukça zor dağlık sahaya sahip olan Karabağ’ın kalbi Şuşa şehrinin dünya harp tarihine geçecek büyük bir kahramanlıkla alınması, Türkiye-Azerbaycan ittifakının her anlamda zirve noktasında olan güç ortaklığı sayesinde mümkün olmuştur. Elbette 44 günlük savaşta görüldüğü gibi kahraman Azerbaycan ordusunun Ermenistan’ı çok kısa zamanda dize getirmek imkânı vardı. Ancak tarihten günümüze Türk dünyasına karşı kullanılan Ermeni projesi, Moskova başta olmak üzere emperyal merkezlerin bölge siyasetinden soyutlanarak analiz edilemez. Ankara’nın kati tavrı, işte bu noktada Bakü aleyhindeki dış güçleri dengeleyici faktör olarak belirleyici olmuştur.
ZAFERİN GETİRDİĞİ VİZYON
Ermenistan’ın yenilgiyi kabul ederek 10 Kasım Antlaşmasına imza atmasında, Paşinyan da dâhil bütün askerî ve sivil güvenlik bürokrasisinin itiraf ettiği gibi, Azerbaycan ordusunun Karabağ’daki ayrılıkçı rejimin sözde başkenti Hankendi’nin kapısına dayanması, muhasara altındaki Ermeni silahlı birliklerinin geri kalanının da esir götürülmesinin an meselesi olması esasen tesirli olmuştur. İki bin yıllık ordu geleneğinin birikimi üzerinde intişar eden Türk kurmay aklının derin bir hesap ve bilgiyle planladığı, siyasi aklın mükemmel uluslararası siyaseti okumasıyla yönettiği, Azerbaycan ordusunun büyük bir şecaatle gerçekleştiği Karabağ operasyonu, sonuçları itibarıyla yeni Kafkasya vizyonunu etkilemiştir.
ERMENİSTAN DURUMU DOĞRU OKUMALI
Kafkasya’da güvenlik ve iş birliğiyle ilgili olarak, yenilgi sonrası Ermenistan siyasetinde devam eden iktidar kavgasının nereye evrileceği, Türk düşmanlığından Ermeni toplumunun nasıl temizleneceği gibi sorulara verilecek cevaplar önemlidir. Ancak artık Ermenistan için kendi iç süreçlerinin çok üzerinde, ya Türkiye ve Azerbaycan’la normalleşerek var olmak, ya da düşmanlığa devam ederek yok olmak dilemmasıyla karşılaştıracak kadar büyük bir süreç işliyor. Tarih boyu Türk varlığına karşı emperyal güçlerin kullanışlı aparatı olmaktan başka bir hüviyet kazanamayan Ermenistan, merkezinde Türk dünyasının yer aldığı büyük güç sıçrayışını, Rusya-Türkiye işbirliğinin global kodlarını, “Tek Kuşak Tek Yol” projesi çerçevesinde tarihî İpek Yolunun yeniden canlandırılmasında kilit coğrafi konumlarıyla Türkiye ve Azerbaycan’ın oynadığı rolü doğru okuyarak ona göre pozisyon almak durumunda. Bölgedeki askerî-stratejik manzara ile ters olan Ermeni rövanşizminin öldürücü tehlikesine, eski cumhurbaşkanları ve tecrübeli uzmanlar dâhil pek çok Ermeni akademisyen dikkat çekmekte, şovenizm marazından ayılmak istemeyen Ermeni toplumunu ikaz etmektedirler. Türkiye- Azerbaycan iş birliği, coğrafyanın kader oluşunu, tarih boyu sergilediği hoşgörü kültürünü ve paylaşımdan yana yaklaşımları esas alarak, jeopolitik denge sürecini ve Rusya’yla münasebetlerin perspektifini dikkate alarak Ermenilerin yaşadığı Hankendi ve Hocavend’e şimdilik bir askerî müdahalede bulunmuyor. Bu şekilde onlara terör gruplarından arınarak Azerbaycan vatandaşları gibi hayatlarını sürdürmeleri için şans sunulmuş, Ermenistan’a topraklarından geçen koridorları açarak, geçtiği bütün güzergâhları ihya edecek İpek Yolu trenini kaçırmayarak ekonomik sorunlarını halletmek fırsatı verilmiştir.
KREMLİN DURUMUN FARKINDA
Ermenistan, tarihî hamisi Rusya’nın da büyük problemlerle boğuştuğunu, stratejik planda Çin’in etkisi altında erimek veya Batı’nın bir parçası hâline gelerek Ortodoksluktan Slavlığa varlık iddialarını kaybetmektense Türk gücüyle ittifak içinde yeni bir Avrasya inşa etmekten başka yolunun olmadığını görmelidir. Bu kontekste Güney Kafkasya’da yaşananlar bir samimiyet testi mahiyetindedir. Azerbaycan’ın kaybedilmesinin Rusya açısından bütün Kafkasya’nın kaybedilmesi anlamına geleceğini Kremlin’de görmeyen var mıdır? Karabağ’da ateşkesi izleme sürecinde Türkiye’yle oluşturulan ortaklık, yeni paradigmaları ortaya koymak ve Rusya’nın tarih boyu Azerbaycan’a, Türk dünyasına karşı gerçekleştirdiği müstemlekeci siyasetin telafisi bakımından da önemlidir. Özellikle Türk-Rus iş birliği, bütün İpek Yolu coğrafyasının güzergâh ülkelerinde istikrarın korunması, yolların, koridorların güvenliğinin sağlanması, diğer uluslararası aktörlerin sürece müdahalesinin minimuma indirilmesi, ortak ekonomik layihalar icra edilerek "kazan kazan" anlayışıyla ekonomik kalkınma ve refahın sağlanması açısından da her iki ülkeye bambaşka bir gelecek vadediyor. Dünyanın yeni ekonomik merkezinin Asya’ya kaydığı, Çin’in yükseldiği, fakat Amerika’nın II. Dünya Savaşı’ndan sonra inşa ettiği NATO gibi askerî-güvenlik yapısının olmadığı bir paradigma içinde -tarihî hakikatleri de göz önünde bulundurursak- İpek Yolu ülkelerinde güvenlik ve istikrarın sağlanması Rus-Türk iş birliği olmadan imkânsız gibi gözüküyor.
10 Kasım Antlaşması sonrasında ilk defa üç ülke liderinin bir araya geldiği Moskova toplantısının esas gündemini de antlaşmanın 9’uncu maddesinin (Azerbaycan’ın diğer bölgeleriyle Nahçıvan’ı, Türkiye ile Kafkasya’yı birleştirecek Zengezur koridorunun açılması) icra edilmesinin oluşturması, süreci hızlandırmak için başbakan yardımcıları düzeyinde çalışma komisyonu kurulması, Moskova’nın da Ankara’yla birlikte Güney Kafkasya’daki bütün nakliyat koridorları ve yolların açılarak, ekonomik bağların kurulmasında kararlı olduğunu ortaya koyuyor. Rusya’nın Gürcistan üzerinden Ermenistan’la tek kara bağlantısının temin edildiği, üslerinin lojistik desteğinin sağlanması açısından da kritik önemde olan dağ yolunun kış şartlarında geçilmez olduğu, Tiflis’in NATO üyeliğinin Biden döneminde hızlanabileceğini, İran-Amerika ilişkilerinin de yeni dönemde normalleşme sinyalleri verdiği dikkate alınırsa, Azerbaycan ve Türkiye Cumhurbaşkanlarının 3+3 modeliyle Gürcistan ve İran'ı da içine alan iş birliği platformu önerisine Moskova’nın da destek vereceği açıktır. Biden Amerika’sının Rusya stratejisi ve Karadeniz hâkimiyeti uğrunda mücadelesinde Gürcistan ve Ukrayna’nın daha da önem kazanacağını da düşünürsek, Karabağ’da Moskova’nın yapıcı tavırlarına karşılık Türkiye’nin teşebbüsüyle Moskova-Kiev, Moskova-Tiflis temasları da yoğunlaşıp, sorunlar çözülebilir. Bu şekilde Karadeniz’den Hazar’a Türk-Rus garantörlüğünde güvenlik havzası oluşturulabilir. Aksi hâlde Rusya’nın güvenlik sıkıntıları, kuşatılmışlık durumu derinleşerek devam edecektir.
ABD TESİRİ AZALDI
Ankara’yla ilişkilerin güçlendirilmesinin kritik önemde olduğunu, Suriye meselesinin yeni dönemde her iki ülke için esas problemlerden birini teşkil edeceğini düşünürsek, Zengezur yoluyla Rusya-Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye hattının açılması Moskova’nın Orta Doğu ve Suriye siyaseti açısından da önemlidir. Suriye ve Libya’da olduğu gibi Güney Kafkasya’da da bir Türk- Rus mutabakatının ortaya çıkmasıyla, 30 yıllık Karabağ sorununun büyük ölçüde çözüldüğü, Türkiye karşıtı politikalara ağırlık veren ABD’nin bu coğrafyalarda giderek etkisini kaybettiği açıktır. ABD’nin, Birleşmiş Milletler’deki Büyükelçisi Richard Mills’in “Türkiye ve Rusya Libya’dan askerî güçlerini çıkarmalıdır” açıklamasını ve Karabağ meselesinde Minsk Grubu’nun tekrar aktivitesini artırmaya çalışmasını da göz ardı etmemek lazım. Azerbaycan, topraklarının büyük bölümünü işgalden kurtarmışken, işlevsiz olan Minsk Grubu’nun tekrar faaliyete geçmesi, bölgede kalan, Azerbaycan vatandaşı olarak normal hayatına dönecek Ermeniler için çözümsüzlük ve yeni maceralar üretmek manasına geliyor. Hâlbuki Azerbaycan-Türkiye-Rusya iş birliğiyle Ermenistan ile Azerbaycan arasında normalleşme sağlanabilir…
Güney Kafkasya’da yeni jeopolitik şartlar oluşmuştur. ABD, bu saatten sonra ancak söz konusu ülkelerin iç siyaseti üzerinden kargaşa ve ayaklanmalar çıkararak, iktidar değişimi sağlayarak süreci kendi lehine değiştirebilir. Ağdam’da kurulan Ortak Rus-Türk Gözlem Merkezi modeli Güney Kafkasya’daki diğer sorunların çözümü, güvenlik ve istikrarın sağlanmasında da uygulanırsa Batı bu bölgede etkisini bütünüyle kaybeder.
YENİ “ÇATIŞMA” İHTİMALLERİ VAR
İran ve Ermenistan dâhil bütün yollar ve koridorların açılmasıyla ortaya çıkacak iş birliği ikliminden tüm bölgenin fayda sağlayacağı, Çin-Avrupa ticaretinin ivme kazanacağı ortadadır. Ancak gelişen bu durum iş birliği ve kalkınma için fırsatlar barındırdığı gibi Çin-Amerika rekabeti, Biden yönetiminin Rusya ve Türkiye’ye yönelik siyaseti bakımından belirli çatışma riskleri barındırmaktadır. YPG-PKK, DEAŞ gibi terör örgütlerine desteğini kesmeyen, Suriye ve Irak’ta “müttefiki” Türkiye’nin çıkarlarının aleyhinde kaos üreterek Kürt devleti kurma projesi peşinde olan, Doğu Akdeniz’de de Yunanistan yanlısı siyaset izleyen ABD’nin; Güney Kafkasya’da güçlenen Türkiye-Rusya iş birliğini zayıflatmak, Çin’in desteklediği İpek Yolunun yeniden canlandırılması meselesinde tavrını görmek, Paşinyan ve İran yönetimiyle ne tür bir ilişki geliştireceğini anlamak, Rusya içindeki Batıcı kanadın neleri yapabileceğini izlemek lazımdır. Ermenistan basınına yansıyan açıklamalarda, Türk düşmanlığından beslenen bazı Ermeni siyasetçi ve uzmanlarının Zengezur koridorunun açılmasının yalnız Türkiye-Azerbaycan ittifakının işine yarayacağını öne sürerek Zengilan- Mehri-Nahçıvan hattı yerine Kazah-İcevan-Erivan-Nahçıvan demiryolu hattını önermeleri, Ermenistan’da rövanşist söylemlerin azalmaması jeopolitik satrançtaki bilinmeyenlerle ilgilidir. Rusya yönetiminin içinde de Türkiye’yle ittifaktan yana olan Avrasyacılar gibi geleneksel rakip siyasetine geri dönülmesini isteyen grupların olduğu da unutulmamalıdır.
Türk Dünyası bütün konjonktürel ve stratejik işbirliklerine açık olmakla birlikte dünya nizamında öteden beri var olan “Güçlü her zaman haklıdır” ilkesinden hareketle, hakkını herhangi bir güç odağına yedirmemek, kurtlar sofrasında yem olmamak için ortak güç inşa etmek istikametinde yürüyüşüne devam etmelidir. Rusya veya ABD’yle ittifak şartları değişebilir ancak Karabağ örneğinde olduğu gibi güç ortaya konulduğu zaman diğer büyük ve küçük aktörler ona göre hesaplarını yapmak zorunda kalacaklardır.
.
Bir İttihatçının kaleminden Abdülhamid Han’ın dinî hassasiyeti
15 Şubat 2021 02:03
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Sultan Abdülhamid, Kur’ân-ı kerim tercümesiyle alakalı şöyle diyordu: “Bu kadar tefsirler varken, tercümeye ne hacet? Hem tercüme edilirse, âyetlerdeki mânâlar kaybolur. Meselâ, ‘Elif Lâm Mim’ âyeti, nasıl tercüme olunur? Sonra, her âyet, kendinden evvel gelen bir âyeti izah eder. Bence böyle şeylere teşebbüs iyi değildir.”
Sultan Abdülhamid Han, 1909’da 31 Mart Vakası ile İttihat ve Terakki ileri gelenleri tarafından tahttan indirildikten sonra, Selanik’e götürüldü. Burada Alatini Köşkü’nde üç buçuk yıl kadar nezarette tutuldu. 1912’de Balkan Savaşı’nın başlaması sebebiyle, İstanbul’daki Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. 1918’de vefat edinceye kadar burada kaldı.
Selanik’e götürüldüğü andan Beylerbeyi Sarayı’nda vefat ettiği güne kadar, Sermuhafız Rasim Bey; diğer muhafızlar Yüzbaşı Salih Bey, Mülazım Naci Bey, Mülazım Mahmut Esat Bey ve hizmetkârlardan Musahip Nuri Ağa, Şöhrettin Ağa ve Kahvecibaşı Ali Bey kendisine refakat ettiler.
Eski bir İttihat Terakki mensubu, tarihçi, gazeteci-yazar Ziya Şakir’in, 1930’lu yılların gazetelerinde tefrika edilen makaleleri, daha sonra “Abdülhamid Han’ın Son Günleri” ismiyle neşredildi. Bu kitap, yukarıda adı geçen şahısların bazılarının gündelik olarak tutup kendisine hediye ettikleri notlardan, bazılarının da gördükleri ve işittiklerinden, ayrıca Abdülhamid Han’ın hususi doktoru Âtıf Hüseyin Bey’in on dört defterlik hatıralarından faydalanılarak hazırlanmış. Adı geçen kitaptan bazı hususları, kısmen sadeleştirerek sunuyoruz:
İCTİHAD MESELESİ
Sultan Abdülhamid Han Selanik’te Alatini Köşkü’nde, muhafız subaya bir sohbette, İslam’da ictihad konusunda şunları söylüyor:
“Bizim dinimizde hiç müşkilat yoktur. Her şeyin kolayı bulunmuştur. Kıyasa tatbik olunarak her müşkil mesele hal olunur. Evvelce ictihad ile de şeriat meselelerinin halli mümkün olurmuş. Fakat şimdi bu kapı kapandığı için yalnız kıyas kalmıştır.
İranlılar, hâlâ ictihad ile hareket ederler. Bizde de Sultan Selâhattin zamanına kadar vardı. O zaman, istismar edildiği için kapandı. Bununla birlikte, bugün tekrar açılmasına lüzum yoktur. Çünkü kıyas tatbik edilerek her şeyin halli mümkündür. Kıyasta hiçbir şey noksan bırakılmamıştır.
Hind ulemasında, ismi iyice aklımda kalmadı; galiba Rahmetullah Efendi olabilir. Onunla Hoca İshak Efendi’nin bu hususta çok güzel eserleri vardır. Bu Hindli zât, Hindistan’da, bütün Hıristiyan papazlarından müteşekkil bir mecliste, bunların hepsini susturmuş. Mesele, İncil üzerine imiş. İncil’in içindekilerinin, akla aykırı şeylerden ibaret olduğunu birer birer ispat edince; papazlar cevaptan âciz kalarak “sehv-i kâtip, sehv-i kâtip” (kâtip hatası) demekle yetinmiş ve cevap verememişler. İshak Hoca, bu hususta meşhurdur.”
Muhafız subay: “Evet efendim… Fakat bu eserlerin maalesef bugün mevcudu kalmamıştır.” deyince; “Hayır, hayır, vardır. Sahaflarda bulunur. Ben tarif edip aldırayım da size vereyim. Bakınız, okuyunuz” dedim.
[Sultan Abdülhamid Han’ın bahsettiği Harputlu Hoca İshak Efendi’nin “Diyâ-ül-kulûb” adlı bu eseri Hakikat Kitabevi tarafından “Cevap Veremedi” adıyla basılmıştır.]
BUHARÎ-İ ŞERİF İFTİRASI
Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek için ittihatçıların zorla hazırlattığı fetvada, Sultan’ın dinî kitapları yasak ettiği, yaktırdığı gibi aleyhine çirkin iftiralar da vardı. Abdülhamid Han Selanik’teyken muhafız subay kendisine: “İstanbul’da basılan bir gazetede, Buharî-i şerif kitabını toplattırarak bunun yerine Mısır matbaalarında basılan nüshaları medreselere dağıttığınızdan bahsediliyor” deyince: “Allah Allah! Bunu söylüyorlar ha… Pekâlâ, bunun sebebini araştırıp da bilenlerden hiç sormamışlar mı?..”
“Bakınız bu meseleyi ben size anlatayım: Malum ya, Buharî-i şerif tamamen Peygamberimizin hadisleri ile bunların tefsirlerinden ibarettir. İstanbul’da basılan nüshalar, âdi Acem matbaalarında, fena kâğıtlar üzerine basılmış ve tamamen yanlıştır. Hâlbuki hadis-i şerif çocuk oyuncağı değildir, bir tek ‘vav’ harfi koca bir hadisin manasını değiştirir. Okuyanların, dinleyenlerin fikrini ve muhakemesini altüst ederek yanlış anlaşılmalara sebep olabilir. Ben buna bir çare bulmayı düşünürken Şeyh Said Efendi Mısır’da hatasız, doğru Buharî-i şerif olduğunu söyledi. Hemen haber gönderdim, bir sûretini istinsah (kopya) ettirerek getirttim. Burada tetkik ettirdim. Sahih olduğuna kanaat hâsıl olunca bütün masrafını kendim karşılayarak Mısır matbaalarında bastırdım.
Basılan bu nüshaları getirttim. Saray kütüphanesinde muhafaza ettirdim. Arzu edenlere hayrat olmak üzere verdim. Zannediyorum ki bununla İslamiyet’e büyük bir iyilik ettim. Demek, bunu parmaklarına dolamışlar ha!”
[“Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye” kitabının 1083. sayfasında diyor ki: “Sahih-i Buharî'nin 1894 senesinde, Sultan Abdülhamid Han tarafından Mısır'da yaptırılan iki cilt baskısı, pek nefis ciltlenmiş, altın tuğra ve nukûş ile tezyin edilmiştir.”]
KUR’ÂN-I KERİM TERCÜMESİ VE SİNSİ İNGİLİZ OYUNU
Sultan Abdülhamid Han, Tercüman gazetesinde çıkan, Kur’ân-ı kerim tercümesiyle alakalı yazıya çok üzüldüğünü de şöyle anlatıyor:
“Bu kadar tefsirler varken, tercümeye ne hâcet? Hem tercüme edilirse, âyetlerdeki manalar kaybolur. Meselâ, “Elif Lâm Mim” âyeti, nasıl tercüme olunur? Sonra, her âyet, kendinden evvel gelen bir âyeti izah eder. Bence, böyle şeylere teşebbüs, iyi değildir.”
“Hâfız Paşa’nın Zaptiye Nâzırlığı zamanında idi. Beşiktaş’ta oturan hocanın biri, bir İngiliz Protestan rahibi ile kafa kafaya vermiş. Kur’ân-ı kerimi istedikleri gibi tercümeye koyulmuş. Bunu, Hâfız Paşa duymuş. Derhâl evi basmış, rahip ile hocayı tercüme yaparken yakalamış. Hocayı alıp götürmüş, hapse tıkmış. Bu vakadan, mühim bir mesele çıktı. O zaman İngiltere Sefiri Oytel idi. Benim ahbabım olmakla beraber, titiz, geçimsiz bir adamdı. Aksi gibi o esnada Ankara ve Erzincan konsolosları da, Türk kumandanlardan hakaret gördüklerinden şikâyette bulunuyorlarmış.”
ELÇİDEN SERT NOTA!
Oytel, bu üç meseleyi zihninde büyütmüş. Eğer bu meseleler hakkında yirmi dört saat içinde izahat verilip özür dilenmezse ülkesine döneceğine dair Bâbıâli’ye (hükûmete) sert bir nota vermiş. Bâbıâli, büyük bir telaş ile bana bunu bildirince, hemen sefire haber gönderdim. Yanında baş tercümanıyla gelerek Münir Paşa ile huzura çıktılar. Daha kapıdan girerken: “Gayrı resmî geliyorum” dedi.
Ben de, güya hiçbir şeyden malûmatım yokmuş gibi: “Buyurun, oturun. Sizi biraz dalgın görüyorum. Yoksa mühim bir şey mi var?” diye işi anlamamazlığa vurdum. Sefir, hemen şikâyete başladı: “Evet! Üç mühim mesele var. Eğer, Babıâli, bunları yirmi dört saate kadar arzumuza uygun surette halletmezse, İngiltere’nin şerefini muhafaza için pasaportumu alıp gideceğim ve münasebeti keseceğim, başka çare yoktur” dedi.
Ben gülerek cevap verdim: “Haa... Hatırlıyorum, Babıâli’den bana bir kâğıt gelmişti. Bir iki şeyden bahsediyorlardı. Fakat bunların içinde, mühim bir şey görmedim. Galiba, kâğıt da şurada olacak” dedim. Kalktım, masanın üstünden kâğıdı aldım ve izah etmeğe başladım: “Birincisi; bizim tebaamızdan olan bir hoca, bize şimdilik doğru görünmeyen bir harekette bulunmuş. Zaptiye Nazırı da bunu suçüstü yakalamış. Hocayı Şeyhülislam makamına teslim etmiş. Tabii, muhakemesi olur. Bu suçu sabit olmazsa, kurtulur. Aksi takdirde, ilgili kanuna göre cezasını bulur. Siz diyorsunuz ki, o ev basıldığı zaman, orada bir İngiliz bulunuyormuş. Pekâlâ, amma, o ev bir İngiliz evi değildir. Ve yapılan hareket de kapitülasyonlara aykırı değildir. Nitekim orada bulunan İngiliz, beş dakika bile tevkif edilmemiş, derhâl serbest bırakılmıştır.
ELÇİ KIPKIRMIZI OLDU
Gelelim diğerlerine; gerek Ankara vakaları ve gerek Erzincan kumandanı hakkında ciddî soruşturma yapılıyor. Eğer İngiliz konsoloslarının hakaret gördükleri sabit olursa, derhâl cezalarını göreceklerinden emin olabilirsiniz. Sizin çok önemsediğiniz işler, görüyorsunuz ki çok basit şeylerdir. Ve şu andan itibaren de hallolmuş demektir.
Sefirin, pek büyük bir mesele gibi gözünde büyüttüğü şeyleri ben böyle ehemmiyetsiz bir tavırla ve çok kolaylıkla halledince sefir, kıpkırmızı oldu. Hem kendi baş tercümanı, hem de Münir Paşa gülmeye başladı. Hele, sefirin gönlünü okşamak için: “Zaptiye Nâzırı Hâfız Paşa vazifesini yapmış. Emin olunuz ki, İngiltere hükûmetine ve tebaasına karşı katiyen hakaret yoktur. Böyle olmakla beraber, mademki arzu ediyorsunuz, ben Hâfız Paşa’yı size göndereyim de bir ‘pardon’ desin” dedim. Öfkeyle gelen sefir, memnuniyetle gitti. İşte böyle nazik meseleleri, ben bizzat idare eder ve Babıâli’yi (hükûmeti) müşkil vaziyetlerden kurtarırdım.
DUA İLE GELEN ŞİFA
Sultan Abdülhamid Han bir vesileyle, muhafız subayına diyor ki:
“Ben şimdi, beş vakit namazdan sonra “Kazâ-i hâcet” duasını okuyorum. Bu duanın vaktiyle de çok faydasını gördüm. Bu bana Süleymaniyeli Şeyh Ahmed Efendi isminde bir zatın yadigârıdır. Ne vakit başım sıkışsa okurum. Bakınız, size bu duanın menkıbesini anlatayım da, şaşınız. Bir tarihte sırtımda bir çıban çıktı. Bunu bütün doktorlar muayene ettiler, nihayet: ‘Şîr-i pençedir. Yarmak icap ediyor’ dediler. Ben, yardırmak taraftarı değildim. Tedavi ile geçiştirmek istiyordum. O esnada Doktor İsmet Paşa’yı tanıdım. İsmet Paşa da baktı. ‘Bir lapa tertip edeceğim, eğer onunla delinirse, ne âlâ, delinmezse ameliyat zaruridir’ dedi. Fena hâlde müteessir oldum, ‘Hele şu lapayı da koyalım da, Allah kerimdir’ dedim. Gece lapayı yaptılar, sırtıma koydular. Doktorlar da yanımdaki odada toplandılar. Neticeyi beklemeye başladılar. Eğer çıban sabaha kadar delinmezse ertesi günü mecburi ameliyat olacağım.
MEKTUP GELDİ
Bir taraftan can acısı, diğer taraftan da ameliyat endişesiyle neticeyi düşünürken, o esnada bir mektup geldi. “Açınız bakalım, nedir?” dedim. Mektubu açtılar. Süleymaniyeli Şeyh Ahmed imzalı Arapça bir mektup. Mektubu Esad Efendi’ye verdim. “Okuyacak hâlim yok, siz okuyunuz” dedim. Esad Efendi mektubu okumaya başladı. Mektup ‘evlâd’ diye başlıyor. Mektupla gönderdiği ‘Kaza-i Hâcet’ duasını her gün ve bilhassa başım sıkıldıkça okumamı tavsiye ediyor. ‘Efendi! Siz okuyunuz da, ben de okuduklarınızı tekrar edeyim’ dedim. Esad Efendi okumaya başladı. Ben de ona refakat ettim. Daha dua bitmeden uykuya dalmışım. Bir müddet sonra, sırtımdan sıcak sıcak bir şeyin aktığını hissederek uyandım. Bir de, ne bakayım? Hey Kâdir-i Hüdâ... O müthiş çıban delinmiş akıyor. Hemen ‘Doktorlara haber verin’ dedim.
Doktorlar geldiler, yarayı muayene ettiler. “Geçmiş olsun efendim. Çıban açılmış. Artık ameliyata hâcet kalmadı.” dediler. O günden beri, ne zaman bir şeye sıkılsam, bu duayı okurum…
.
DEAŞ’ın Sincar’ı işgali ve Ezidiler
15 Şubat 2021 02:03
Doç. Dr. Hüseyin Şeyhanlıoğlu
Gaziantep Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kandil, Mahmur ve Sincar hattı, Kürtlerin en büyük düşmanı İran-PKK ikilisinin, Türkiye’yi Irak’tan kestiği hattır. Habur’un yanından ikinci sınır kapısı ve Basra Körfezi’ne uzanacak demir yolu hattı da buradan geçiyor. Buraların mutlaka kontrol altına alınması gerekmektedir. Türkiye, bölgedeki yerel güçlerle iş birliği yapmalıdır.
2012 yılının temmuz ayında Musul-Erbil yol ayrımındaki Sincar’da tam yolumu kaybettim derken, güneyi Erbil, kuzeyi Şeyhan’ı gösteren yol tabelasını görmüştüm. Yaklaşık 50 bin kişinin bulunduğu bölge, Müslümanların ve Ezidilerin yaşadığı önemli bir yerdir… Biraz ileride güneşten korunmak için köprünün altında, araç bekleyen bir gence yöneldim. “Ezı çı to herım Hewler’e?” (Erbil’e nasıl gidebilirim?) diye, yol sorduğum genç, Erbil’e gidip iş arayacağını ve benimle gelebileceğini söyleyip, müsaadeyle arabaya bindi. Sıcakta susuz, aralıksız üç saat konuşan Ezidi genç, sohbet sırasında, bir yakınının PKK’nın sözde Yunanistan Lavriyon kamp sorumlusu olduğunu, babasının da Molla Mustafa Barzani’nin yakın adamlarından olduğunu, o zamanlar Saddam’ın zulmünden kaçıp dağlara sığınan Barzanilerin, şu anda çok zenginleştiğini ve kendisine iş vermek zorunda olduklarını tekrarlayıp durdu. Kıymetli dostum Dr. Aziz Barzani’yi aradım ve durumu anlattım. Ertesi gün bana teşekküre gelen Ezidi yol arkadaşıma, maaş bağlanmasına sebep olmuştum. Tüm samimiyetiyle, teşekkür edip beni Laleş’e davet eden bu Ezidi İbrahim’le işim bitmesine rağmen, Ezidilerle işlerimin daha yeni başlayacağını nereden bilebilirdim?
DEAŞ’IN SALDIRISI
Aradan tam iki yıl dört ay 21 gün geçtikten sonra, Dicle Üniversitesindeki odamın kapısı ürkekçe çalındı. Gelenler iki kişiydi ancak saçı sakalı karışmış olmasına rağmen ben, Ezidi yol arkadaşımı hemen tanımıştım. Elime sarıldı, kucaklaştık. Haberim olmamasına rağmen niçin ve nasıl burada olduğunu tahmin ettim. Durumunu başını eğerek, ağlayarak aralıksız beş saat anlattı. Anlattıkça o ağladı, ben ağladım... Tam da düşündüğüm gibi başlarına felaketler gelmişti. 2014 yılı haziran ayında DEAŞ’ın Musul’u, Obama’nın DEAŞ sorumlusu Bred McGurk’un desteğiyle tek kurşun atmadan işgal etmesi üzerine, ilerleyen günlerde DEAŞ, yönünü Ezidilerin yaşadığı 400 bin nüfuslu Şengal Bölgesi’ne çevirmiş ve gece dörtte insanlar yataklarından fırlayarak Şengal (Sincar) dağına doğru kaçmaya başlamışlardı. Yaz sıcağında, elinde bir matara suyla canını kurtarabilenler şanslıydılar. Büyüklerinin kucağında, en az 60 çocuk susuzluktan öldü. On binlerce kişi Kuzey Irak’a sığınırken, 20 bin kişi de Türkiye’ye kaçtı. İbrahim de bunlardan biriydi. Yaklaşık 5 bin kişiyi kaçıran DEAŞ, bölgeyi âdeta talan etti.
2014 ve 2015 yılında yaptığım saha çalışmalarında, Şengal’deki en büyük yerlerden olan 35 bin nüfuslu Xanasor köyünün muhtarı İbrahim Süleyman, Xuda Mahmud ve Saddam dönemindeki üst düzey bir polis yetkilisi şöyle dedi: PKK için Ezidilerden ziyade Şengal Dağı önemlidir. Eğer PKK, Şengal ile Kandil arasındaki iki noktayı kontrol ederse, Türkiye’nin Irak’a girişini de kontrol altına almış olur. Şengal, açıkçası Suriye’ye de giriş için önemli bir kapı. PKK’nın, bölgeyi ikinci Kandil yapma hedefi var. Burada ortalama 400 bin insan yaşamakta ve PKK, askerî, jeo-stratejik, ekonomik ve sosyal olarak bu bölgeye yerleşmek istiyor. Çünkü bölge Musul’a da yakın bir yer. Oradan geçecek petrol hattından, tankerlerden de pay almayı düşünüyordu ki, PKK’nın sözde Şengal Gümrük Müdürü ancak geçen ay bir MİT operasyonuyla öldürülmüştü, PKK, Kandil ile Şengal arasında bir hat çizip Suriye’ye atlamak istiyor. Bir başka sebep ise kuzey-güney hattını kontrol altına almak...
Biden, III. Bush olarak, Obama döneminin adamlarıyla (Blinken, McGurk ve Austin gibi) sahaya son şeklini verecek gibi görülüyor. Örneğin, PKK’dan PYD’yi, PYD’den de DSG‘yi çıkaran McGurk buradan PYD devletini çıkarabilir. Arapça ve Farsça bilen istihbaratçı McGurk, aynı zamanda Irak paralel çeteleri olan İran milisleri Haşdi Şabi ve DEAŞ uzmanıdır. Ninova’daki Hristiyanların tarihî yerlerini Haşdi Şabi’ye veren ve tüm skandallarına rağmen yükseltilen Bred McGurk, Ezidilerin bölgesini de PKK’ya vermiştir. PKK, Şengal askerî birimi olan YBŞ’nin maaşını Haşdi Şabi’ye ödetiyor. Çünkü Irak petrolünü İran’a vermekte ve o da buradan maktul Kasım Süleymani’nin artıklarını finanse edip devam ettirmektedir. Belli ki Biden’la, İran yeniden Türkiye ve Rusya’ya karşı palazlanacak. Nice hizmetlerine karşılık McGurk, Kobani’de 4 milyon ödüllü kırmızı listede aranan PKK’lı Polat Can’dan ödül aldığı gibi Mazlum Kobani (Öcalan’ın manevi oğlu Şahin Cilo), Adar Halil ve Enver Muslim’le de gayet samimi pozları bulunmaktadır.
Tüm bu yapılanmayı yakından takip ettiği görülen Millî Savunma Bakanı Hulûsi Akar’ın Bağdat ve Erbil ziyareti tarihî önemdedir. Ancak Erbil, PKK’ya; Bağdat da Haşdi Şabi’ye karşı zayıftır. Barzani yönetimindeki bölgelerde 600 köy ve 1 milyon insan boşaltan, can damarı boru hattını vuran PKK’ya karşı IKBY çaresizdir. Kaldı ki Biden gelmeden DEAŞ da harekete geçirildi.
Kandil, Mahmur ve Sincar hattı, Kürtlerin en büyük düşmanı İran-PKK ikilisinin, Türkiye’yi Irak’tan kestiği hattır. Buraların mutlaka kontrol altına alınması gerekir. Habur’un yanından ikinci sınır kapısı ve Basra körfezine uzanacak demir yolu hattı da buradan geçiyor. Türkiye, bölgedeki yerel güçlerle iş birliği yapmalıdır ve buna Ezidileri de dâhil etmeliyiz. Çünkü aradan geçen altı yıla ve ekim ayındaki Sincar anlaşmasına rağmen, PKK bölgeden çekilmemiş ve yumurta yine Türkiye’nin kapısına dayanmış görülmektedir.
Ezidi İbrahim’le yolda başlayan ahbaplığımız hâlâ sürüyor ve bana son sözleri şöyle oldu: Geçmişte Saddam adına polislik yaptık. ABD’ye ajanlık yaptık ancak vardığımız yer felaket oldu. Şengal’den PKK’yı çıkarsalar da bari orda ölsek. Bunun da tek yolu Türkiye’dir. Hocam, Türkiye cennettir ve bölgenin kalesidir. Emrinizdeyiz. Yeter ki bize imkân verin. PKK’nın üç kampı ve 2 bin adamı var orada... Onları bir haftada kovabiliriz…
.
Sağlık çalışanlarının oda ve birlik problemi
21 Şubat 2021 02:00
Prof. Dr. H. Fehim Üçışık
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
Türkiye’de toplam sağlık çalışanı sayısı 1 milyon 61 bin 635’tir. Ancak sağlık meslek mensuplarından yalnızca hekim, diş hekimi ve eczacılar için odalar ve birlikler kurulmuştur. Sağlık çalışanlarının büyük çoğunluğunun, bu arada en kalabalık sağlık meslek mensupları olan hemşirelerin odaları ve birliği bulunmamaktadır.
1982 Anayasasına göre, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, meslek mensuplarının ortak ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleriyle ve halkla ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hâkim kılmak üzere meslek disiplinini ve ahlakını koruma amacını güden, kanunla kurulan tüzel kişilerdir.
Sağlık alanında çok sayıda meslek ve çalışan bulunmaktadır. 11.04.1928 tarih ve 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun ek hükmünde yetki ve sorumlulukları düzenlenen acil tıp teknikeri, fizyoterapi teknikeri, odyolog, diyetisyen, anestezi teknikeri, tıbbi laboratuvar teknisyeni, tıbbi görüntüleme teknikeri, diş protez teknikeri, adli tıp teknikeri, diyaliz teknikeri, radyoterapi teknikeri, eczane teknikeri gibi sağlık meslek mensuplarının sayısı 30’un üzerindedir (Ek m. 13).
Sayın Sağlık Bakanının 15.12.2020 tarihinde yaptığı açıklamaya göre, ülkemizdeki hekim sayısı 165 bin 363, hemşire sayısı 204 bin 969 ve toplam sağlık çalışanı sayısı ise 1 milyon 61 bin 635’tir. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 2018 yılı itibarıyla diş hekimlerinin sayısı 30 bin 615, eczacıların sayısı 32 bin 32’dir. Sağlık meslek mensuplarından yalnızca hekim, diş hekimi ve eczacılar için odalar ve birlikler kurulmuştur. Sağlık çalışanlarının büyük çoğunluğunun, bu arada en kalabalık sağlık meslek mensupları olan hemşirelerin odaları ve birliği bulunmamaktadır.
Bizce, tüm sağlık çalışanlarının odalarının ve birliklerinin olması eşitliğin gereğidir. Sağlık alanındaki mesleki örgütlenme, her meslek için ayrı odalar ve ayrı bir birlik şeklinde veya belirli meslekler için ayrı odalar ve birer birlik, diğer meslekler için ayrı odalar ve ortak bir üst kuruluş şeklinde olabilir. (H. Fehim Üçışık, Sağlık Hukuku, 4.baskı, İstanbul 2017, s. 117-118 )
TEK KANUN OLMALI
Bize göre, sağlık alanındaki meslek sayısının bir hayli artmış ve daha da artabilecek olmasından dolayı, her bir meslek için ayrı bir kanun çıkarılması uygun sayılamaz; bir tek “Sağlık Meslekleri Mensupları Oda ve Birlikleri Kanunu” olmalıdır. Bu kanunda, her bir meslek veya meslek grubu mensuplarının oda ve birlikleri için gerekli düzenlemeler bulunmalı ve bir mesleğin mensupları bir ilde belirli sayıya ulaştıklarında idari işlemle oda kurulabilmeli, yeterli sayı bulunmadığında esnaf ve sanatkârlar için olduğu gibi karma odalar kurulmalıdır.
İKİNCİ ODA OLABİLİR
Bizce, oda olan bir ilde, bir oda için yeterli sayıdan çok daha fazla meslek mensubu varsa avukatların ikinci baroları gibi ikinci bir oda da kurulabilmelidir.
Yürürlükteki Türk Tabipleri Birliği Kanunu, Türk Diş Hekimleri Birliği Kanunu ve Türk Eczacıları Birliği Kanunu, birçok konuda birbirinden farklı düzenlemeler içermekte, organ adlarında dahi uyumsuzluklar bulunmaktadır. Mesela aynı veya benzer görevleri olan kurula Türk Tabipleri Birliğinde Merkez Konseyi, Türk Diş Hekimleri Birliğinde Merkez Yönetim Kurulu, Türk Eczacıları Birliğinde Merkez Heyeti denilmektedir.
Tabip Odası ve Diş Hekimi Odası en az 100 kişiyle, Eczacı Odası ise en az 150 kişiyle kurulmaktadır.
Odaların olağan genel kurulları, Tabip Odaları ve Eczacı Odalarında her yıl, Diş Hekimi Odalarında iki yılda bir toplanmaktadır.
Oda Yönetim Kurulları, Tabip Odalarında 500 üyeye kadar 5, 500’den fazla üye varsa 7 kişiden, Eczacı Odalarında 250 üyeye kadar 5, daha fazla üye varsa 7 kişiden, Diş Hekimi Odalarında 300 üyeye kadar 5, daha fazla üye varsa 9 kişiden oluşmaktadır.
Tabip Odası Yönetim Kurulu ve Eczacı Odası Yönetim Kurulu 15 günde bir, Diş Hekimi Odası Yönetim Kurulu ise ayda bir olağan olarak toplanmaktadır.
Türk Tabipleri Birliğinin Büyük Kongresi her yıl, Türk Diş Hekimleri Birliğinin Genel Kurulu ve Türk Eczacıları Birliğinin Büyük Kongresi iki yılda bir toplanmaktadır.
Türk Tabipleri Birliğinin Büyük Kongresi, Oda Genel Kurullarınızı seçtiği delegelerden ve tabii üye olan Oda Başkanlarından oluşmakta; üye sayısı 200’e kadar olan Tabip Odaları için 3 delege, 500’e kadar olanlar için 5 delege, 1.000’e kadar olanlar için 7 delege, sonraki her 1.000 üye için 1’er delege seçilmektedir.
Türk Diş Hekimleri Birliği Genel Kurulu da delegeler ve tabii delege olan Oda Başkanlarından oluşmakta; üye sayısı 200’e kadar olan Diş Hekimi Odaları 5 delege, 500’e kadar olanlar 7 delege, 1.000’e kadar olanlar 7 delege, 1.000’den sonraki her 500 üye için 1’er delege seçmektedir.
Türk Eczacıları Birliğinin Büyük Kongresi ise yalnızca temsilcilerden oluşmakta; üye sayısı 200’e kadar olan Eczacı Odaları 5 temsilci, 500’e kadar olanlar ilave olarak her 150 üye için 1’er temsilci, 500’den fazla olanlar her 500 üye için 1’er temsilci seçmektedir.
Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi 11 üyeden oluşmaktadır; görev süresi 2 yıldır ve haftada bir toplanmaktadır.
Türk Diş Hekimleri Birliği Merkez Yönetim Kurulu meslekte 10 yıl bilfiil çalışmış 11 üyeden oluşmaktadır; görev süresi 2 yıldır ve ayda bir olağan olarak toplanmaktadır.
Türk Eczacıları Birliği Merkez Heyeti meslekte 5 yılı tamamlamış 11 üyeden oluşmaktadır; görev süresi 2 yıldır ve 15 günde bir olağan olarak toplanmaktadır.
Bizce, tüm sağlık meslek mensuplarının odalarının ve birliklerinin bir tek kanunda düzenlenmesi, mükerrer hükümler ve aynı konularda gereksiz farklılıklar bulunmaması yönünden de isabetli olacaktır
.
Eğitimde göz ardı ettiğimiz hakikatler
21 Şubat 2021 02:01
Doç. Dr. Mustafa Şeker
Yıldız Teknik Üniversitesi
Bugün din eğitiminden fen eğitimine kadar bütün alanlarda başarısızlığımızın en büyük sebeplerinin başında, akıl ile vicdan arasında denge kuramayan bir eğitim anlayışına sahip olmamız geliyor.
Her ülkenin' kültürel ve ictimâi gerçekleri vardır. Bir eğitim modeli, bir toplum için mükemmel kabul edilebilirken diğeri için işe yaramayabilir.
Eğitimde dertler, serzenişler, şikâyetler ve bahaneler bitmez. Kimi devlete, kimi de sisteme kabahat bulur. Bazıları ise öğretmeni, velileri ve öğrencileri suçlar. Fakat hiç kimse sorumlunun kim olduğunu bir türlü bulamaz. Aslında bulmaya pek de hevesli değildir. İşler yıkıla döküle de olsa eh, bir şekilde ilerliyor işte! “Ucu bana dokunmasın da aman nasıl olursa olsun” anlayışı yine de bilinçaltında bir yerlerde saklı durmaktadır. Aslında herkesin bu konuda yaptığı tek gerçek şey var ki bu da suçu karşısındakine atmak… Bunda da çok başarılı bir toplum olduğumuz bir hakikat! Gerçekten suçlu kim?
100 YIL ÖNCE YAZILAN KURAMLAR GEÇERLİ
Binlerce yıllık tarihî geçmişi olan, devletler kurup imparatorluklar yıkan, tarihinde ve kültüründe her alanda binlerce büyük insan yetiştirmiş Türk milleti nasıl oluyor da nesillerini kurtaracak; bilimi, sanatı, estetiği, kültürel hassasiyetleri referans edinmiş millî bir eğitim modeli oluşturamıyor! Kuramsal çerçevesi 100 yıl önce yazılmış eğitimden sosyolojiye kadar birçok alandaki anlayışlar maalesef okullarda genel geçer kurallar diye okutuluyor. Eğitimin bir bilim olduğunu iddia ediyorsak, bu kuramsal çerçeveler niçin tek geçer akçe olarak kabul ediliyor? İnsanlık değişiyor ve gelişiyor fakat eğitim ve sosyolojik kuramlar hâlâ yerinde sayıyor. Burada bir tuhaflık yok mu gerçekten? Mesela 1960’lı yılların bilişsel süreçleriyle ilgili Piaget’in soyut ve somut işlemler dönemi niçin yaş kategorisi noktasında hep aynı şeyleri ifade ediyor? 12-13’lü yaşlarda soyut işlemler dönemine geçtiği söylenen çocuklar, bu kuramların yazıldığı çocuklar değil ki! Artık bilgiye daha kısa sürede ve kolaylıkla ulaştıkları için bu dönemlerin de değişkenlik göstermesi beklenmez mi? Bu belirtilenler tabii ki misallerden sadece birisi… Sosyolojide de aynı… Hatta diğer mantık ilimlerinde de bu kuramlar hâlâ genel kabuller olarak dikte edilmeye devam ediliyor. Mesela bir öğrenci bu kuramları ezberlemediği için dersten kalabiliyor. Bu geçerliliğini yitirmiş bilgiler hangi eğitim ve bilim gerçeklerine hizmet edecek?
HER ÜLKENİN KÜLTÜREL REALİTESİ FARKLIDIR
Her ülkenin' kültürel ve ictimâi gerçekleri vardır. Bir eğitim modeli, bir toplum için mükemmel kabul edilebilirken diğeri için işe yaramayabilir. Dokusu ve hücresiyle millî ve manevi karakterli bir eğitim anlayışını bu toprakların çocukları hak etmiyor mu? Bugün vazgeçilmez olarak lanse edilen, birilerinin ısrarla “tapındığı” yapıların kurduğu düzenler artık teker teker çöküyor. Çerçevesini çizdiği eğitimden sosyolojiye kadar birçok hassasiyetler yerle bir oluyor. O, okullarında mükemmel eğitim anlayışlarına sahip dediğimiz teknoloji dehası güçler gözle görülemeyen küçücük bir virüse karşı aciz kalmış, yaşlılarına “size bakmayacağız” mesajları göndererek, onları moral yönüyle ve fizikî olarak tamamen çaresizliğe terk etmektedirler. Her yönüyle yıllardır sorgusuz sualsiz biat edilerek tek referans kabul edilen Batı dünyası! Ne oldu o insan odaklı olduğunu iddia ettiğiniz eğitim anlayışlarınıza? Nerede o mükemmel diye dilinizden düşürmediğiniz vazgeçilmez eğitim modellemeleri? Şu an hepsi çöktü… Bundan sonra bize ve bizim gibi olanlara da ders çıkarmak kalmıştır.
AKIL İLE VİCDAN BİRLİKTE OLMALI
Bugün din eğitiminden fen eğitimine kadar bütün alanlarda başarısızlığımızın en büyük sebeplerinin başında, akıl ile vicdan arasında denge kuramayan bir eğitim anlayışına sahip olmamız geliyor. Başarının tanımını sadece elde ettiği öğretme faaliyetleri ve bunlar sonunda yapılan sınavlar ile belirleyen bir anlayışın nesillerinin, hakiki bir değerler sistemini kurması nasıl mümkün olabilir? Okul ve sınav başarısı sebebiyle parmakla gösterilen fakat değer yargıları gelişmemiş, kültürel ve ahlak algısı yerlerde sürünen bir çocuk, dedesinin ve nenesinin başında yumurta kırıp üzerine kahkahalar atarken, diğeri başlarından döktüğü suyla onlarla dalga geçiyor.
Bundan sorumlu olan, sağlam bir altyapı verilememiş, kültürünün değer yargılarını ve bu değer yargılarının beslendiği ana kaynağı öğrenmeyen nesillerin sorumlusu kim acaba? Ahlak, edep, terbiye ve insan olmanın şerefini taşıma hassasiyeti kazandırılamamış, bunu yük olarak gören nesilleri bu hâle getirenler arasında okul kadar ebeveynlerin de vebali ve sorumluluğu yok mu? Atalarımız “her kaptan içindeki sızar” demiştir. Bal kabından bal, zehir kabından zehir sızar. Evde ve okulda ne verilirse çocuk onu alacaktır. Çevrenin zehrine karşı panzehir verilmemiş bir bünye bunun bedelini en ağır biçimde ödeyecektir.
EŞSİZ MEDENİYETİN ŞİFRESİ
Üzerine hızlı bir şekilde gelen kamyona karşı kendini koruma refleksi gösteren bir kişi gibi değerlerinin kaybolması hâlinde kendi karakterinin de ortadan kalkacağını algılayamayan nesiller, gelecek adına büyük tehlike arz ediyor. Bugünün gençleri geleceğin ebeveynleridir. Kendilerini kültür ve değerler hassasiyeti noktasında olması gerektiği gibi yetiştiremeyen nesiller ve bunlardan sonra gelenler, geçmişe kapılarını kapattıkları zaman hak, hukuk, adalet, hoşgörü, insan odaklı anlayışları da reddetmiş olacaklarından başka anlayışların suni değer yargılarını taklide yeltenecekler ve hakiki mutluluğu ve atalarının yudum yudum tattığı hakikatlerden mahrum kalacaklardır. Zira yolda kalmışa karşılıksız yardım etmeyi, bir hastayı ziyaret etmeyi, misafire yemek yedirmeyi veya ihtiyaç sahibi birinin üzüntüsünü gidermeyi büyük mutluluk gören nesiller için ecdadın beslendiği hassasiyetlerin kazandırılması elzemdir. Müslüman Türk milletinin kurduğu eşsiz medeniyetin şifresi, onların hakiki manada teslim olduğu güçtür. Bu güç, önce haddini ve hududunu bilmek daha sonra da bıkmadan, yorulmadan hedefine ve yaratılış gayesine uygun yaşamak demektir.
.
“Kenârın dilberi nâzenîn olmaz”: Kültür, devamlılık ister
28 Şubat 2021 02:00
Prof. Dr. Suat Ungan
Trabzon Üniversitesi
ungan@trabzon.edu.tr
Kültürlü ortam oluşturma ve kültürlü nesil yetiştirme uzun soluklu bir mücadeleyi gerekli kıldığı için bazı toplumlar doğrudan taklit yolunu tercih etmekte, sonuç amaçlı yol izlemeye başlamaktadırlar. Böyle bir durum, toplumlarda uyuşmazlıkları ve çekişmeleri beraberinde getirmektedir.
Kültür unsurları kara gün dostudur. Kendi kültürünü yaşayan milletler, bir gün hürriyetlerini kaybetseler bile, hâkim unsurun kültürel kodları altında kaybolmaktan kurtulurlar.
Kültür için “genetik veraset” tanımı kullanmaya başlanmıştır.
Şair Nâbî, “Bilen hâk-i Sitanbuldurrüsûm-ı şîve-i nâzı/Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz” beytinde nazı ve edayı usulünce bilenlerin, İstanbul toprağında yetişenler olduğunu, İstanbul dışında yetişen güzellerin, nazik görünseler bile nazenin (nazlı yetiştirilmiş) olamayacaklarını dile getirirken kültürün sürekliliği hakkında çok güzel temsilî ifade kullanmıştır. İstanbul’un sanatın ve edebiyatın merkezi olması, her alanda bütün sanatlara öncülük etmesi şairi bu düşünceye itmiştir. Bu durum, kültürü coğrafyadan bağımsız düşünemeyeceğimizi, kültürü oluşturan unsurun onun ortamı olduğu gerçeğini dile getirmektedir.
Üretilen unsurların aynı zamanda öğretilmesi, kültürün devamlılığını kaçınılmaz kılmıştır. Zihinsel çaba ürünlerini, soyundan gelenlere biyolojik olarak aktarma şansı olmayan fertler, bu dünyadan göçtüklerinde bilgi ve becerileri de gitmektedir. Bu durumda her çocuk, içinde doğduğu toplumun eğitime verdiği önem oranında kendisini eğitim öğretim ve kültür ortamlarında bulmakta, hayat boyu öğrenme sorumluluğunu almaya başlamaktadır.
Öğretilen bilgilerin kültüre dönüşmesi için ferdin bilgiyi içselleştirmesi ve yaşantısı ile uyumlu hâle getirmesi gerekir. Bilginin hayata intikal etmesine ve davranışa dönüşmesine kültürlenme denilmektedir. Bilgi, beceri, tutum ve davranış uyumuna eğitim denilmektedir.
KÜLTÜRDE BASAMAK ATLAMA OLMAZ
Kültürden hemen sonuç almayı beklemek insanoğlunun en büyük yanılgısını oluşturmuştur. Kültürün geçmişle olan bağlantısı, onun en önemli özelliğini oluşturmaktadır. Kültürde basamak atlama olmaz; her safhanın doya doya yaşanması, her nefesin sindirilerek alınması gerekmektedir. İnsanlar kendilerinin üretmediği ya da kendilerine benzeştirmeden aldığı her kültürün sahibi değil kiracısı gibidirler. İnsanların yeni bir kültüre geçme çabalarına karşılık olarak bir bedel ödeme mecburiyetleri vardır.
Kültürün damıtılarak yavaş yavaş bir toplumun hücrelerine sinmesi ve orada hayat tarzına dönüşmesi onun en önemli özelliklerinden birini oluşturmaktadır. Aytunç Altındal, kültürü hiç kimsenin arşınla, kiloyla satın alamayacağını, dünyanın en zengin adamı olsa bile insanın kültürü sabırla, ağır ve yorucu fikir ve beden işçiliği yaparak ve kesinlikle karşılık beklenmeksizin elde edebileceğini dile getirmiş, kültürün bir toplum veya bireyle iç içe geçmesi gerektiğini, aniden elde edilen unsurların insanlarda emaneten durduğunu işaret etmiştir. Sonradan müdahale ile yamalandırılmış arızi güzellikler, doğuştan gelen zati güzellikler gibi kişide tam durmamakta, bu arızi güzellikler her an sorun çıkartabilecek bir tehlikeyi de bünyesinde barındırmaktadır.
Bir topluma dışarıdan getirilen tüm yenilikler arızi yenilikler olup toplumların onu kendilerinden bir parçaya dönüştürmesi için birkaç neslin bunlarla bir arada yaşayıp içselleştirmesi gerekmektedir. Atalarımızın “ata da soy gerek ite de” dedikleri fikir, bu durumu karşılamaktadır. Bir kişide iyi ya da kötü bir alışkanlık hemen oluşmamakta, bunun karaktere sirayet etmesi için birçok yaşanmışlıkların olması gerekmektedir.
GENETİK VERASET: KÜLTÜR
Mendel’in genetik ile ilgili çalışmalarından sonra insanlar aynı kavramı kültür üzerinde de düşünmeye başlamış, irsî özelliklerin genler vasıtasıyla nesillere aktarıldığı gibi, bazı kültürel ve fikrî unsurların da genler gibi nesilden nesle aktarıldığını iddia etmeye başlamışlardır. Bu nedenle kültür için “genetik veraset” tanımı kullanmaya başlanmıştır. Ziya Selçuk, “Memler ve Eğitimdeki Yeri” adlı makalesinde “mem” kavramının “mimik” kelimesinden türediğini ve “mem”lerin taklit yoluyla kuşaktan kuşağa aktarıldığını belirtmektedir. Nesilden nesle aktarılan davranış ve düşünceler yeni nesilde gelişip genişleyerek kültür ortamına dönüşmekte, bu da o toplumda belirli davranış ve düşüncelerin bir mirasa, geleneğe tekamülüne zemin oluşturmaktadır.
Kişilerin bazı hastalıkları atasından soy olarak değil huy olarak da alabileceği gerçeğini ihmal etmememiz gerekmektedir. Böbrek yetmezliği hastalığı yaşayan bir babanın çocuklarında da aynı sıkıntının görülmesinde soy genlerinin etkisi kadar, babanın tuzlu yemek, az su içmek gibi damak zevkine de aileyi alıştırma ihtimali, aynı hastalığın çocuklarında görülme ihtimalini yükseltmektedir. Bu durum yaşanmışlıkların insan hayatında ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Victor Hugo’nun “Bir kız çocuğunu eğitmek istiyorsanız önce o kızın anneannesini eğitmeniz gerekmektedir” sözü de kültürün sürekliliğini ve önemini belirtmektedir.
DİKEY DEĞİŞİMLERİN NETİCESİ
Gücünü geçmişin yaşanmışlıklarından almayan her dikey değişim fertlerin davranışlarında anormallikler oluşturmaktadır. Bir kişinin makamı, parayı kullanma şekli, onun geçmişini ele vermekte, bu durumda kişinin soyu (yaşanmışlıkları) huyunu (davranışını) belirlemektedir. “Abdal ata binince bey oldum sanır, şalgam aşa girince yağ oldum sanır” atasözü de ani statü değişiklerinin kişilerde meydana getirmiş olduğu tecrübelerden hareketle söylenmiştir. Hazreti Mevlâna’nın hamdım, piştim, yandım, dediği manevi süreci yaşamadan, ilmin kapısında kul olmadan, bir iki ezber bilgi ile kendini otorite sanan kişiler aynı travmanın örneğini oluşturmaktadırlar. Bağdatlı Rûhî, “Gör zâhidi kim sâhib-i irşâd olayım der/Dün mektebe vardı bugün üstâd olayım der” beytini hayatta hazıra konmak, basamakları çabuk atlamak isteyen kişiler için söylemiştir.
Birçok kesimde modernleşme ile çağdaşlaşma kavramları karıştırılmaktadır. İnsanlar ya da devletler Batı’dan bir yenilik aldıklarında kendilerini çağdaş hissetmektedirler. Hâlbuki getirilen her yeniliğin toplumun genlerine işlemesi yüz yılları aşan bir süreci gerekli kılmaktadır. Hilmi Yavuz, “Alafrangalığın Tarihi” adlı kitabında modernleşme ile çağdaşlaşmanın birçok kez karıştırıldığını ve bu durumun kavram karmaşasına sebep olduğunu dile getirmiş, modernizmin formel, biçimsel olduğunu; çağdaşlaşmanın özel hayatta yer etmesi, bir tür zihinsel somuta dönüşmesi, bilinçte temellük etmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Hayatında hiç spor yapmamış bir kişinin judoculara özenerek siyah kuşak giyip kendisini judocu sanması ile hiçbir emek vermeden, çalışmadan, düşünmeden dışarıdan alınan her yeniliğe sahip çıkarak kendini modern sanan kişiler arasında hiçbir fark bulunmamaktadır.
Kültürlü ortam oluşturma ve kültürlü nesil yetiştirme, uzun soluklu bir mücadeleyi gerekli kıldığı için bazı toplumlar doğrudan taklit yolunu tercih etmekte, sonuç amaçlı yol izlemeye başlamaktadırlar. Böyle bir durum, toplumlarda uyuşmazlıkları ve çekişmeleri beraberinde getirmektedir. Toplumda uyuşmazlıkların asgariye indirilmesi, toplumların geçmişte biriktirmiş oldukları değerlere ters düşmeyen ama çağın ihtiyaçlarına uygun eğitim imkânları oluşturmasını gerekli kılmaktadır.
Bilgiyi alma ile bilgiyi kabullenme arasında bir zaman farkı vardır. Zaman farkı, bilgi ile kültür arasındaki uzantıdır. Bilgi kısa süreli ve geçici bir durumu; kültür ise uzun soluklu ve kalıcı özelliği ile yaşantıyı işaret eder. Bu nedenle eğitimden hemen netice alınması beklenilmemekle birlikte, kişide davranış değişikliklerinin olması da eğitimin ana hedefleri arasında bulunmaktadır.
Milletlerin itibarını, üretmiş oldukları kültürleri belirlemektedir. Burada asıl olan, milletlerin geçmişte ürettiklerine takılıp kalmaları ve yarını şekillendirecek, millet ufkunu açacak yeniliklerin peşinden koşmalarını sağlamak olacaktır. Toplumun ürettiği bilgi ile bilincinin aynı hamur mayası ile yoğrulması ve yeni bir ruha bürünmesi gerekmektedir. Bilgi bilinç uyumu, bilginin öneminin anlaşılmasını ve onun sahiplenmesini kolaylaştırır.
KÜLTÜR KARA GÜN DOSTUDUR
Milletler eğitimde, sanatta, şiirde, teknolojide, mimaride, kendi ülkülerini yansıtacak eserler ortaya koymak zorundadırlar. Kültürlerin en üst aşaması medeniyettir. Toplumlar şu veya bu şekilde dünyadaki bu medeniyet dairesinde iz bırakacak eserleri ortaya çıkarmak ve oradan bir hisse kapmak zorundadırlar. Bu, devam eden bir sürece dönüştüğü zaman üreten bir nesil olma vasfını elde ederler, dünyadaki döngünün nesnesi değil öznesi olurlar. Bu alışkanlık, onların millî bilinçlerinde geçmişte atalarının yaptıkları ile öğünen nesli değil, mevcut zamanda kendi ürettikleri ile diğer milletlerin hâldeki durumlarına meydan okumayı doğurur, o zaman âleme nizam verme düşüncesi, fikirde değil fiilde gerçekleşme zeminini yakalar.
Kültür unsurları kara gün dostudur. Milletler esarete düştüğü zaman, halk kendi öz kültürüne tutunur, duygularını türkülerine, ninnilerine, masallarına yansıtır. Genç nesiller bunlarla beslenir, bunlarla büyürler. Kendi kültürünü yaşayan milletler, bir gün özgürlüklerini kaybetseler bile, yönetimde hâkim olan milletin kültürel kodları altında kaybolmaktan kurtulurlar. Dil ve kültür, esaret altındaki milletlerin yok olmasına, tarihten silinmesine karşı refleks geliştirerek o milleti diri tutar. Ordu bir milleti sadece savaş zamanında korur fakat dil ve kültür bir milleti hem barış hem de esaret zamanında korur ve onun tarihten silinmesine engel olur. Bu nedenle bir millet, dil ve kültürünü canlı tutmak, onun genç nesillere sağlam şekilde aktarmakla sorumludur. Bunda da o ülke yönetiminin yürütmüş olduğu dil, kültür ve eğitim politikaları belirleyici olmaktadır…
.
İLK MEDRESELER VE TEDRÎS (EĞİTİM) SİSTEMİ -I- İlimde tahrifler ve medreseler
7 Mart 2021 02:00
İslâm âleminde ilk medreselerin “Beytü’l- Hikme”ler olduğunu söyleyenler vardır. Bu medreselerin başına ilk getirilen de Arapça ve Süryanice eserler veren Yahyâ b. Mâsiveyh’tir. Beytü’l-Hikmeler Abbasîler döneminde Halife Memun tarafından 832’de Bağdat’ta kuruldu.
İmam Muhammed Gazali “Tehâfütü’l-felâsife” ve “El-Munkızu mine’d-dalâl” adlı eserleriyle felsefeyi ferdî vesveselerle inkâr yerine, geliştirdiği aklî ve naklî delillerle nakzetmiş ve bu konuda asla müsamahalı davranmamıştır.
Tedrîs denen sistem, özelde ferdî, genelde şahısların katılımıyla yapılan bir faaliyettir. Ferdî dersler çok özel kişiler için olup, “rahle-i tedrîs” dediğimiz bire bir eğitimdir. Osmanlıda şehzadeler bu yolla en meşhur âlimlerin dizi dibinde eğitilmişlerdir. Bire bir eğitimde murâkabe (gözetme) ve takip daha tesirli olduğu için, bu yolla çok büyük devlet ve ilim adamları yetişmiştir. Katılımcı eğitimde takip daha zor, fakat kişi mesuliyeti daha fazladır. Medrese tedrîs sisteminde talebe, şahsî hücrelerinde branşlarına göre sıkı takip altında ders görürdü.
Büyük devletler kendilerine ait kültürlerine dayalı bir medeniyet geliştirmişlerdir. Askerî zaferler, fetihler, devlet kurup devlet yıkmalarla büyük devlet olunamaz.
Tarihin kaydettiği kıtalar fetheden, istilacı, emperyalist bir sürü devlet yok olup gitmiş ve tarih bunları “barbar” diye nitelemiştir. Bugünkü Batı Medeniyeti; Sokrat, Eflâtun ve Aristo felsefî doktrinlerinin içinden imbikten süzerek feodal kapitalist sisteme endeksli olarak ya nihilist, ya pozitivist veya Marksist olmuş ama gerçek anlamda asla medeni olamamıştır. Tahkir ettikleri Vandallardan, Vikinglerden ve diğer barbar kavimlerden çok daha zalim, çağdaş gaddarlardır. SEA (Sokrat, Eflâtun, Aristo) ekolünden eğer müspet yönde yani, insani tefekkür sisteminden biraz istifade etselerdi, belki biraz medenî olabilirlerdi.
Babürîler, Selçûkîler ve Osmanlılar Latin ve Yunan felsefesini derinlemesine incelemişler ve hatta bazı müspet yönlerinden faydalanmışlardır. Felsefenin yorumunda İslâmiyet’e taalluk eden batıl fikirleri cımbızla ayıklamışlar ve bu bozuk akideleri şiddetle reddetmişlerdir. Bu fikirleri reddederken son derece ikna edici delillerle asla mugalataya (yanıltıcı söz söyleme, ağız kalabalığı) sapmamışlar ve hep ilmî zeminde kalmışlardır
Ön-Asya ve Mezopotamya kültürlerinde Aristo tesiri çok net görülür. Atina’da Eflâtun, Academia denen yüksek eğitim sistemini ihdas ederken, Aristo da Liceum’u (lise) tedrisatını başlattı. Bu zamanlarda ayrıca, Stoacı Zenon’un faaliyetleri ve Sofist ekolün tesiriyle matematik, tarih, coğrafya ve devrin önemli alanı hitabet ve tıp dersleri önem kazanmıştır.
Sasani devri Îran’ında da Kral Erdeşir; Mezopotamya, Îran ve Hindistan’a göndererek yetiştirdiği elemanlarıyla, yüksek ve kaliteli eğitim yaptırmaya gayret etmiştir. Fakat bu kaliteli eğitim herkese açık değildi. İmtiyaz sahibi Magiler bu derslere katılabiliyorlardı. (Magiler, Matta İncili’ne göre Îsâ aleyhisselâm doğduğunda, onu ziyaret eden üç İranlıdır ve bu yüzden bu ziyaretten beri İranlılar Hristiyanlık hakkında bilgi sahibi oldular. (Ulaş Töre Sivrioğlu, Sâsânî Döneminde Îran, Mezopotamya ve Kafkasya’da Hristiyanlık ve Hristiyanlar, Akademi Târih ve Düşünce Dergisi 2016, 3 (10) s.7)
Mobedanlar sosyal sıralamasında 3. sırada olup seçkin ruhban sınıfıydılar. Azerbaycan tarafında yaşarlar ateşe ve yıldızlara taparlardı. Bunlar imtiyazlı İran sınıfından olup eğitimden yaralanırlardı. (Şehriyâr Bahâdorî, İÜSBE Doktora Tezi, İran’da İslâmiyet’in Doğuşunda Arap Egemenliğinin Sonuna Kadar Halk Hareketleri, İstanbul, s.10 )
İSLÂM ÂLEMİNDE İLK MEDRESELER
İslâm âleminde ise ilk medreselerin “Beytü’l- Hikme”ler olduğunu söyleyenler vardır. Bu medreselerin başına ilk getirilen de Arapça ve Süryanice eserler veren Yahyâ b. Mâsiveyh’tir. Beytü’l-Hikmeler Abbasîler döneminde Halife Memun tarafından 832’de Bağdat’ta kuruldu. Beytü’l-Hikmelerde Arap, Yahûdî ve Hristiyan âlimleri beraber çalışıyorlardı. Bu medreselerde Sokrat, Eflâtun, Aristo, Pisagor, Hipokrat, Öklid, Galen gibi filozoflar ile Greko-Lâtin (Yunan-Lâtin) düşünce ürünleri ve İslâm dışı kültür verileri Arapçaya çevriliyordu. Abbâsîlerin 7, 8 ve 9. halifeleri yani Memûn, Mutasım ve Vasık Mûtezile inancında oldukları için, Beytü’l-Hikmelere özel bir önem atfettiler. Beytü’l-Hikmeler 1258’de Hülâgu tarafından tahrip edilmiştir.
Farabi ve İbni Sina Kazakistan ve Özbekistan taraflarından olmalarına rağmen bilhassa Fârâbî, rıhle denen hac veya ilim tahsili için Bağdat taraflarına geldi. Etkileri 500 yıl devam eden Beytü’l-Hikme teorilerinin de tesiri altında kalan bu iki filozof, o devrin icabıyla felsefeye çok önem verdiler. Farabi’nin kendi verdiği bilgiye göre hocası Yuhanna b. Haylan adlı bir Hristiyan bilim adamıydı. Bu hocasından Bağdat’ta Aristo mantığı üzerine dersler aldı. İbni Sina’nın babası Abdullah, saygın bir bilim adamıydı. Samanilerin önemli şehri Belh’ten gelmiş olan Abdullah, rivayetlere göre aslen Şiî-İsmâilî mezhebindendi.
İbni Sina 10 yaşında hafız oldu ve Hanefî fıkıh âlimlerinden dersler aldı. Fakat devrinde Yunan, Hint ve Fars felsefelerine ait eserlerinin etkisi altında temel İslâm akaidine ters düşen fikirlere kapıldı. Eldeki makalelerinin 150 tanesi felsefeye kırkı ise tıbba aittir. Hem Farabi hem de İbni Sina bir din âlimi değildirler. Kendileri felsefeyle uğraşan bir tıp ve astronomi bilim adamlarıdır. İslâmî tezleri Ehl-i Sünnet inancına çok yerde ters düşmüş, özellikle de sıfât-ı ilâhiyyede çok büyük hatalar yapmışlardır.
DÖRT TAHRİP, DÖRT TAMİR
Dört devre Ehl-i sünnet itikadı için tahrip ve tamir dönemidir. Birinci tahrip dönemi Müseylemetü’l-kezzâb hareketidir. Müseyleme, Kur’ân-ı kerîmi yalanladığı, ona benzer şiirler yazmaya çalıştığı ve kendisini de peygamber ilân ettiği için kendisine “kezzâb” (yalancı) dendi. Hazreti Ebûbekir, Hâlid bin Velid komutasında bir orduyu Kezzâb’ın üzerine gönderdi. Hazret-i Vahşî bin Harb, Hazret-i Hamza’yı şehîd ettiği mızrağıyla Müseyleme’yi öldürdü. (Taberî, 3, 162; Sîre, Taberî, 3, 162Ü; Tabakât, 4, 551, Taberî 3, 254) Hazret-i Ebubekri’s- sıddîk (radıyallâhü anh) birinci bin yılın müceddididir.
İkinci tahrip dönemi felsefenin tahribat dönemi olan 10-11. asırdır. Farabi ve İbni Sina’nın müspet ilimlerdeki nazariyeleri takdire şayandır ama dinî dalâletleri sebebiyle başta İmam Muhammed Gazâlî hazretleri olmak üzere nice İslâm âlimleri özellikle filozoflarla aynı paralelde oldukları, tekvîn, kıdem, nefs, ruh ve akıl gibi İslâm’a ters düşen teorilerine kesin tavır koymuşlardır. Özellikle bu alanda en mühim İslâmî ilim dalları arasında olan kelâm, felsefenin bir antitezi değil, bağımsız bir ilimdir. Bu bilim dalı, derin bir tefekkürle, Allahü tealanın zatından ve sıfatlarından, nübüvvet bahislerinden, evvel ve ahiriyle kâinatın hâllerinden, İslâmî esaslar dâhilinde bahseden bir ilimdir. Kelâm ilmi, kesin deliler getirmek ve muhalif fikirleri çürütmek suretiyle, dinî inançları kanıtlamak gücü kazandırır. Aslında iman gaybîdir ve aklî delillere ihtiyaç duymaz. Aklın mertebeleri çok çeşitli olduğu için akl-ı sakîm ve âkl-ı meaşa bu delilleri sunmakla iknâ etmek mümkün değildir. Akl-ı selîm ise îmânî konularda zâten delîl istemez. Peki, kelâm ilmi aklî delilleri neden kullandı? Ta’lîmde havâssın (seçkinlerin) aklı, avama göre çok farklı ve üstündür. İslâm, muakaleyi (akıl yürütme) emretmiş, adaleti ve mükellefiyeti de akla dayamıştır.
Özellikle Sofizm denen felsefî akımda “Hakikat varsa bu kadar çeşitli değildir, ya da hakikat diye bir şey yoktur. Ancak insanın kabul edebileceği bir hakikat vardır; bunun dışında üniversal bir hakikatten bahsedilemez” tezi ileri sürülmüştü. Bu fikirlerin sahibi Protogoras (MÖ 481-420), ilâhları da reddettiği için idama mahkûm edilmiştir. Protogoras, bu düşünceleriyle henüz bir meslek hâline gelmemiş olan “Septisizm”in de (şüphecilik) ilk savunucusu durumundadır. (Lutfi Öztabağ, Felsefe Dersleri III, Remzi Kitabevi, 1965 s.45-46)
Âlem-i hakîkat (âhıret âlemi) varken ve felsefe bunları reddederken, kelâm ilmi, bu tezlere nakzedici deliller sürmek ihtiyacını hissetmiştir. Başlangıçta felsefe için “bilginin alanına giren her şey” söyleyişi geçerli idi. İmam-ı Gazali hazretleri de felsefeyi derinlemesine inceleyip ve mantık bilimini İslâmî ilimler alanına alınca, bütün ilimler İslâm çerçevesinde “kelâm”ın konusu içine girdi. Bu durumda “bilginin alanına giren her şey “mâlûm” diye belirlenmiş bu dönemden sonra kullanılan bütün ilimler mantıkla irtibatlı olup hükümlerde bu konuya dikkat edilmiştir. (Tehânevî I. 3031;Taşköprüzâde II. 597-598.)
Kelâm ilminden evvel itikadi konularda ilme verilen isimler şunlardı: El fıkhu’l- ekber, akâid, ilm-i tevhîd ve’s-sıfât, usûlü’d-dîn, nazar ve istidlâl ilmi... Sünnî itikad mezhebi imamlarından Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, kelâm ilminin kurucularından sayılır. Kendisi akıl ve nakli beraber kullanmıştır. Ebû Mûsâ el Eş’arî’nin soyundan olup üvey babası Mutezile âlimlerinden Cübbâî’dir.
İmam Muhammed Gazali “Tehâfütü’l-felâsife” ve “El-Munkızu mine’d-dalâl” adlı eserleriyle felsefeyi ferdî vesveselerle inkâr yerine, geliştirdiği aklî ve naklî delillerle nakzetmiş ve bu konuda asla müsamahalı davranmamıştır. İmam-ı Gazali, felsefenin yanında Mutezile ve Bâtıniyye ile de uğraşmıştır. İ’tizâl, Hasen-i Basrî hazretlerinin dersini terk eden Vâsıl b. Atâ (ö, 110 / 728) ile başlamıştır. Hasen-i Basrî hazretlerinin Vâsıl bin Atâ’ya “i’tezele annâ” (Bizden ayrıldı) ifadesiyle ortaya çıkmıştır. Bazıları kelâm ilminin Mutezile ile ortaya çıktığını söylerse de doğru değildir. Mutezile kendi tezini savunan önemli âlimler de yetiştirmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır; Tefsirci Ebu’l-Huzayl bin Allâf, Nazzâm, Câhiz, Cübbâî, Zemahşerî gibi. Ehl-i sünnet âlimleri özellikle Zemahşerî’nin Keşşâf’ının belâgat sahasındaki üstünlüğünü kabul ederler ama yine de ona mesafeli yaklaşırlar.
Mutezile’nin egemenliği 4. asrın başında yetişen El-Eş’arî hazretlerine kadar etkili devam etti. Onun mahalli Basra ve Bağdat olurken, Maveraünnehir’de İmam Matüridi (ö. 333/ 944 ) hazretleri tarafından ikinci Sünnî kelâm okulu kuruldu. İmam-ı Gazali ile Müteahhırin (ikinci, sonraki) âlimleri, kelâm ilmi vasıtasıyla felsefeye tam bir cephe oluşturdular.
Üçüncü tahrip dönemi Ekber Şah ile başlar. Sind’de (949 / 1542 ) de doğan Ekber Şah 1595-1601 yılları arasında Hindistan’ı tek bir merkez altında topladı. Ekber Şah; İslâmiyet, Hristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm ve Budizm gibi çeşitli din veya inanışları birleştirerek bir “Dîn-i ilâhî” tesis etmeye çalıştı. “Allahü Ekber” yerine hâşâ “Ekber tanrıdır” sözünü benimsetti. Bugünlerde sapık bir akım olan “dinde diyalog” fikrinin ilk kurucusu Ekber Şah’tır. Bir rivâyete göre dizanteriye yakalanıp ölmeden evvel tevbe ettiği ve İslâmî kurallar uygun şekilde defnedildiği söylenir.
Zamanın sultanı Selim Cihangir Han’ın devlet adamları, büyük veziri ve baş müftîsi ve etrafındakiler Şiî idiler. Oranın Şiî halkı İmam-ı Rabbani hazretlerini Rafızilere karşı mücadelesinden dolayı onu sultana şikâyet ettiler. Mübarek İmam, hapislere düşmesine rağmen Ehl-i sünnet itikadını bu güç zamanda ayakta tutarak, bu ümmeti azim bir belaya karşı korudu. Kelam ilminde müctehid olan bu mübarek zat sayesinde Müslümanların zayıf düştüğü bir zamanda, yüz binlerce kâfir, Müslüman oldu. Kendisi de ikinci binin müceddididir.
Dördüncü tahrip dönemi ise reformist din adamı kisvesindeki din tahripçileri eliyle başlatılan “tecdîd” hareketi olup “Kur’ân İslâmı” adıyla aklın esas alındığı nakillerin ve Ehâdis-i Nebeviyyenin yok sayıldığı veya hafife alındığı dönemdir. Osmanlı mülkü üzerinde Reşid Rıza’nın, Cemaleddin Efgani’nin, Muhammed Abduh’un, tâ İbni Teymiyye dönemine kadar uzanan Sünnî akaide ters düşen fikirleri ile mücadele, devlet eliyle II. Abdülhmid Han tarafından başlatılmış, birçok ulemanın maalesef tesirinde kaldığı bu bozuk itikada ilmî delillerle cevap veren, Ezher hocalarından ve Abdülhamîd Han’ın kitapçılığını yapan 27. Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabrî Efendi olmuştur. Mustafa Sabri Efendi, Sünnî itikadın El Ezher’deki tahripçisi Muhammed Abduh’un ve benzeri ulemanın batıl fikirlerini çürütmüştür. Sonra dört hak mezhebin müctehidi ve beş hak tarikatın mürşidi, kâmil-ü mükemmil Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsi hazretleri, manevî feyiz ve bereketiyle, dördüncü dönem tahrip hareketinin karşısına kale gibi dikilmiş ve en kritik dönemde Ehl-i Sünnet’e ışık olmuştur. Tekrar görüşebilmek ümidiyle…
.
Ahilik ruhu, bütün sahalara yayılmalı
15 Mart 2021 02:00
Doç. Dr. Mustafa Şeker
Yıldız Teknik Üniversitesi
Eğitim Fakültesi
Bugün en fazla ihtiyacımız olan ruhu ve vicdanı tok nesiller için Ahiliğin o eşsiz hazinesinde yudumlamaktan başka çare kalmamıştır. Ahilik ruhunu sadece eğitimde değil toplumu ilgilendiren bütün sahalarda entegre etmek zorundayız. Bu konuda AR-GE üniversitelerine de büyük işler düşmektedir.
Ahî Evran hazretlerinin attığı bu kritik adım, Anadolu’nun vatan olmasını sağlarken ülkemizin de bundan sonra atacağı adımlar, 2071 hedeflerine ulaşmada önem arz etmektedir.
Kalbi ile ruhu sinerji içinde çalışan fertlerin; milleti için yapamayacağı hizmet yoktur.
Muhteviyatında millî ve manevi hassasiyetlerin saklı olduğu köklü müesseselerimizin başında sekiz asra damgasını vuran, insanların ruhunun ve vicdanının hassas noktalarına dokunan Ahilik gelir. Ahilik; Müslüman Türk milletini bir arada tutan, içtimaı hayatı düzenleyen, barış, huzur, sevgi, saygı ve dayanışmayı hayat prensibi hâline getirerek bir arada yaşama kültürü sağlayan ve Müslüman Türk milletinin asırlarına damgasını vuran bir anlayıştır. Bugün maalesef, eğitimden sosyal hayata, iş dünyasından aileye kadar hemen hemen her sahada bu güzide kurumdan mahrum kalmış olmanın bedelini çok ağır ödüyoruz.
Ahilik; cömertlik, mürüvvet ve asalet gibi faziletleri ihtiva etmesi bakımından ahlâkî; bu faziletlerin icabını yerine getirmeyi vazife edinmiş kimselerin meydana getirdiği birliklere âlem olması itibarıyla içtimaîdir. Bugün en fazla ihtiyacımız olan ruhu ve vicdanı tok nesiller için Ahiliğin o eşsiz hazinesinde yudumlamaktan başka çare kalmamıştır.
Ahilik fütüvvetnamesinde (yönetmeliğinde) belirtilen gibi şu prensipleri gerçekleştirmiş bir toplumda hangi huzursuzluklar yaşanabilir: “Ahînin üç şeyi açık olmalıdır; eli açık, yâni cömert olmalı; kapısı açık, yâni misafirperver olmalı; sofrası açık, yâni aç geleni tok göndermeli... Üç şeyi de kapalı olmalıdır; gözü kapalı olmalı, yâni kimseye kötü nazarla bakmamalı; kimsenin ayıbını görmemeli, dili bağlı olmalı, yâni kimseye kötü söz söylememeli; beli bağlı olmalı, yâni kimsenin namusuna ve şerefine göz dikmemeli…” Acaba bunlardan hangisi için “Bize yakışmaz, biz buna layık değiliz, bizim bunlara ihtiyacımız yok!” diyebiliriz? Her milletin kendi içinde zenginlikler barındırdığı bir hakikattir. Bu toprakların kökü derinlerde olan nesilleri de kendi değerleri istikametinde, kendi dokusuna ve ruhuna uygun bir hayat tarzını hak etmiyor mu?
TARİHTEN BUGÜNE HİTAP EDEN AHİLİK
Ahî Evran hazretleri, Malazgirt Savaşı sonrası Anadolu’ya gelen göçebe Türkleri ve bir mesleği olmayan Müslüman Türk gençlerini yerleşik düzen kültürüne geçirerek onları hem meslek sahibi olmaya teşvik etmiş hem de bu topraklarda kalıcı oldukları mesajını net olarak göstermiştir.
Yakında 100. yılına girecek olan Türkiye Cumhuriyeti de Anadolu’yu vatan yapan Ahî Evran hazretleri gibi gerçek dönüşümü sağlamak zorundadır. Ahî Evran hazretlerinin attığı bu kritik adım, Anadolu’nun vatan olmasını sağlarken ülkemizin de bundan sonra atacağı adımlar, 2071 hedeflerine ulaşmada ve Müslüman Türk birliğinin sağlanmasında önem arz etmektedir. Ayrıca bu topraklarda gözü olanlara, “Biz 1000 yıldır buradayız, inşallah kıyamete kadar da burada kalmaya devam edeceğiz” mesajını net olarak verecektir. Zira “Tarih tekerrürden ibarettir” sözü boşa söylenmiş bir söz değildir.
Asya’yı yakıp yıkan ve binlerce insanı katleden Moğolların zulüm ve baskılarına boyun eğmemek için göç eden Asyalı Müslüman Türkler, Anadolu’ya sığınmak mecburiyetinde kalmışlardı. Ahîler, onlara kucak açarak yurt verdi ve onlara meslek öğreterek aş ve iş sahibi olmalarını sağladı. O insanlar da bu topraklara gelerek Anadolu’nun vatan olmasına hizmet ettiler. Şu an ise aynı şekilde başta Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinden gelen soydaş ve dindaşlarımız da ülkemizi güvenli liman olarak görmektedirler. Hatta komünist Çin devletinin baskıları sebebiyle ülkemize yerleşerek hayatlarına ve eğitimlerine burada devam etmek mecburiyetinde kalan mazlum Doğu Türkistanlı soydaşlarımız, bu acıları en ağır biçimde yaşayanların başında gelmektedir. Aileleriyle birlikte zulme uğrayan Doğu Türkistanlı gençler, kültürel manada büyük baskılara maruz kaldıkları için inançlarını ve geleneklerini layıkıyla yaşayamadılar. Dolayısıyla ülkemize gelen bu gençlere millî ve manevi hassasiyetler noktasında iyi bir eğitim vererek meslek sahibi olmalarını sağlama sorumluluğu Türkiye’ye düşmektedir. Zira şu an bu insanların sığınacağı başka bir liman da yoktur. İşte Ahilik de geçmişte bunu yapmış, bu topraklara gelenlere kucak açarak buraları vatan yapmıştır. Eğer 2071 hedeflerini gerçekleştireceksek biz de ecdadımız gibi mazluma kucak açarak ve onlara hak ettikleri değeri vererek bu topraklarda kalıcı olduğumuzu bütün cihana göstermek mecburiyetindeyiz ki devletimiz bu konuda şu an gerekeni yapmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla Ahilik ruhu, millî ve manevi sorumlulukları da hepimize hatırlatmaktadır.
Bütün bunların yanında geçmişte Ahîler; işsiz, başıboş gençlerin bir sanat ve meslek sahibi olmasını temin ederek, onların başkasına muhtaç olmaktan kurtulmalarına çalışmışlardır. Ecdadımızın bu konuda vizyonu o kadar geniş ki; Rumlar ile Ermenilerin elinde olan sanat ve ticaret hayatına zamanla Türkler de katılıp, söz sahibi olmaya başladılar. Bütün bunların yanında Ahîler, yaptıkları zaviyelerde Müslüman tüccar ve esnafın ahlâkî terbiyesi ile de uğraştılar. Ahî zaviyeleri zamanla memleketin her tarafına yayıldı.
TİCARİ ROLÜ OLMALI
Ahîlerin geçmişte, Anadolu’yu ticaret merkezi hâline getirmesi gibi bugün de ülkemizin, dünya ticaretinin kavşak noktasında olması hasebiyle aynı rolü üstlenmeye başladığı görülmektedir. Türkiye, açılan havaalanlarıyla ve kıtaları bağlayan yollarıyla; kültür, medeniyet, ticaret ve teknoloji alanlarında son 20 yılda en hızlı gelişim sergileyen ülkelerden biridir. Bu ilerlemelerin kalıcı hâle getirilebilmesi için ruhunu ecdadından alan bir neslin yetişmesi zaruridir. Bunu da ancak Ahî anlayışıyla gerçekleştirebiliriz.
Ülkemizin dünya üzerindeki konumu kadar tarihten aldığı güçle mazluma sığınak olmak gibi de bir misyonu vardır. Türkiye, bu konuda sırtını geriye dayayıp olanları uzaktan izleyecek pozisyonda bir ülke değildir. Tarih boyunca her mazluma ve zorda kalana yetişmiştir. Şu an ki konumuyla da yine bunu gerçekleştirecek bir güce sahiptir. Maddi refahı gerçekleştirirken senkronize olarak manevi kalkınmada sürekliliği sağlamak için de Ahilik ruhu ve fütüvvetini tam manasıyla anlamamız ve gerekli adımları atmamız lazımdır.
KÖKLÜ BİR AĞAÇ GİBİ
Teknolojik üstünlük noktasında ise bugün Batı’ya kafa tutan hatta birçok sahada Batı’nın da önüne geçen ülkemiz, beceri ve donanımı yüksek gençleri manevi olgunlukla yetiştirecek güce ve imkâna sahiptir. Bu beceri ve donanımın gelenek hâline gelebilmesi için manevi bir rüzgârın varlığı şarttır. Zira; “Bilmek beyne, inanmak kalbe güç verir” sözünde de vurgulandığı gibi kalbi ile ruhu sinerji içinde çalışan fertlerin; vatanı ve milleti için yapamayacağı hizmet yoktur. Ahilik ruhuyla istikameti belli kökü sağlam nesiller yetiştirmek, geleceğe yapılmış en sağlam yatırımdır. Zira kökü derinlerde bir ağaç, 100 köksüz ağacı yüklenen freni boşalmış bir kamyonu durdurabilir.
AHİLİK ADINA BUGÜN NELER YAPILABİLİR?
Özetle, 2021 yılı Ahî Evran’ın doğumunun 850. yıl dönümüdür. Ülkemiz de UNESCO ile senkronize biçimde bu seneyi “Ahî Evran Yılı” olarak ilan etmiştir. Bu çabalar, sadece törenler yapmak, mesajlar vermekle sınırlı kalmamalıdır. Bu konuda atılacak çok ciddi adımlar vardır. Sayın Cumhurbaşkanının geçen haftalarda büyük ses getiren; “Aile, eğitim ve kültür konularında arzu ettiğimiz inkişafı sağlayamadık; demek ki bir yerlerde bir şeyler eksik!” sözü aslında anlayana bir işaret fişeğidir.
Üniversitelerimiz bu mesajı en net biçimde almalıdır. Ahilik ruhunu sadece eğitimde değil toplumu ilgilendiren bütün sahalarda entegre etmek zorundayız. Bu konuda AR-GE üniversitelerine büyük işler düşmektedir. Üniversitelerimizin bu konularda atacağı adımlar geleceğe altın harflerle yazılacaktır. Özellikle ülkemizde büyük düşünen; değişim, gelişim ve inovasyonu hayat prensibi hâline getirmiş üniversiteler vardır. Misal vermek gerekirse; bunlardan biri, tarihî ve kültürel kökleri derin olan Yıldız Teknik Üniversitesi’dir. Eğitimden iktisada, çalışma hayatından sosyal hayata çok geniş bir yelpazede başarılı işlere imza atan ve ülkemizin en başarılı ilk teknoparklarından birini yıllar önce kuran Yıldız Teknik Üniversitesi, Ahilik ruhunun merkezi olabilecek bütün donanıma da sahiptir. Bu konuda Sayın Rektör Prof. Dr. Tamer Yılmaz Bey’in şu sözü Yıldız Teknik Üniversitesinin Ahilik gibi büyük işlere imza atabilecek bir kararlılığa sahip olduğunu göstermektedir;
“Bir kuşağın diktiği ağacın gölgesinde gelecek kuşaklar serinler, der eski bir Çin atasözü… İnsanlar ‘başarılı olmak ve rakiplerin arasından öne çıkmak’ için ne yapılması gerektiği ile ilgili net hedefler koymak isterler. Ancak, geleceği öngörebilmenin en iyi yolu aslında onu oluşturmaktır. Dünyada küresel rekabet düzeyinin her geçen gün artmasıyla birlikte rekabetin temeli de giderek bilginin üretilmesine doğru kaymıştır. İtici güç ise, bilgi temelli üretimin ve fikrin sahibi olmanın parolası konumundaki inovasyon’dur…”
Burada da işaret edildiği gibi; araştırma-geliştirme ruhunu her an diri tutması gereken üniversitelerimizin sahip oldukları misyonlarıyla geçmişin birikimini bir araya getirme vizyonu ve kararlılığı, bugün toplumumuzun en fazla ihtiyaç duyduğu konuların başında yer almaktır. Bu sebeple baş döndürücü hızla yol almaya devam eden modernizmi, onun kölesi olmadan elinde tutacak ve kullanacak nesiller yetiştirmek için geçmişle bugün arasındaki bağı çok kuvvetli kurmak mecburiyetindeyiz. Ahilik ruhu, “bilmek beyne, inanmak kalbe güç verir” sözünün tezahür etmiş hâli olarak nesillerimizin kurtuluş reçetesidir…
.
Batılıların gözünden mazideki hayvan sevgisi
20 Mart 2021 02:00
Numan Aydoğan Ünal
İhlas Vakfı Türk Dünyası Koordinatörü
Osmanlıyı ziyaret eden Avrupalılar, Türklerin hayvanlara gösterdikleri sevgiden hatıratlarında sık sık bahsetmektedirler. Mesela Fransa Elçisi olarak Türkiye’ye gelen Busbeck “Onların atlara nerede ise evlerine sokacak, hatta sofralarına alacak kadar şefkatli davrandıklarını gördüm” diye yazar.
Osmanlılar, kuşlar için câmi, türbe, han, hamam, medrese, çeşme ve bedesten gibi binaların özellikle güney cephelerine, âdeta dantel gibi işlenen zarif, estetik bakımdan mükemmel barınak, yuva yaparlardı.
Hayvan hakkı, kul hakkından daha önemlidir. Çünkü hayvanlarla nasıl helalleşeceksin?!.
Türk milletinin üstün vasıfları vardır; cömerttir, cesurdur, merttir, en mühimi de müşfik ve merhametlidir. Meşhur tarihçilerimizden Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç diyor ki: “Türk’ün eşkıyası dahi merhametlidir.” Üstad Necip Fazıl da “Türk’ün sarhoşu dahi Allah! diye nâra atar” sözüyle Türk milletinin şuuraltında, sarhoşken bile, Allah korkusuna işaret eder. Türk milletinin merhameti fıtrîdir. Yani Allah vergisidir. Savaşta da gösterdiği asâletini, merhametini tarihçiler yazmaktadır.
İslamiyet tam bir merhamet dinidir. Kul ve hayvan haklarına riayet etmemek en büyük günahtır. Bu günahlar tövbe etmekle, pişman olmakla af edilmez. Hak sahiplerinin haklarını yerine getirmek ve helalleşmek lazımdır. Hayvan hakkı, kul hakkından daha önemlidir. Çünkü hayvanlarla nasıl helalleşeceksin?!.
Peygamberimiz Hazreti Muhammed (aleyhisselam): “Merhamet etki merhamet olunasın. Yeryüzündeki mahlûklara acımayana göktekiler acımaz. Her canlı hayvana yapılan iyiliklere de sevap vardır” buyurmaktadır. Deve, boğa, koç, horoz dövüştürmeyi İslamiyet yasak etmiştir. Bu dövüşler kumar olarak yapılırsa haram ve daha büyük günahtır.
Biz bu makalemizde Türk milletinin hayvan sevgisinden, merhametinden misalleri, özellikle Avrupalı seyyahların kitaplarından ve hâtıralarından vereceğiz. Osmanlı Devleti’ni ziyaret eden Avrupalılar, hâtıralarında Türklerin kuşlara, sokak kedi-köpeklerine, atlara, yük hayvanlarına gösterdikleri sevgiden, bakımları için kurdukları vakıflar ve tedavi merkezlerinden, hayvanları korumak için çıkartılan kanun ve vakfiyelerden sık sık bahsetmektedirler.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Fransa Elçisi olarak Türkiye’ye gelen Busbeck “Türkiye Mektupları” isimli eserinde Türklerin atlara davranışları hakkında şöyle diyor: “Türklerin at uşakları(bakıcıları), atları çocuk gibi okşar ve asla dövmezler. Oysa bizimkiler bu hayvanları ancak, bağırarak ve sopayla vurarak terbiye edeceklerini sanırlar. Türklerde yirmi yaşına gelmiş atları, benim sekiz yaşındaki atlarımla aynı zekâ ve fizikî kuvvette görmek mümkündür.
“NEREDEYSE ATLARI EVLERİNE SOKACAKLAR”
Türkler atlarını olabilecek bütün yumuşaklıkla terbiye ettiklerinden, Türk atları kadar yumuşak başlı, sahiplerini veya bakıcılarını daha iyi tanıyan başka hayvan yoktur. Kapadokya’ya giderken köylülerin taylara gösterdikleri ihtimamı, onları nasıl okşadıklarını, nerede ise evlerine sokacak ve hatta sofralarına alacak kadar şefkatli davrandıklarını gördüm. Bunun için atlar insanlara karşı derin bir sevgi gösterirler. Bu sebeple, çifte atan, ısıran veya inatçı ata pek rastlanmaz. Ama bizim usulümüz ne kadar farklı Tanrım! Bizdeki alışkanlığa göre at uşakları durmadan tehdit edici bir sesle bağırarak ve böğürlerine vurmaya hazır bir sopa bulundurmaktan başka uygulanacak bir şey yok sanıyorlar.”
“MÜSLÜMAN KEDİSİ”
Türk dostu Fransız yazar Claude Farrere, İstanbul’a ilk geldiğinde, bir kedi gemilerine girer, insanlardan hiç kaçmaz. Daha önce İstanbul’a gelmiş olan gemicilerden biri,“Bu Müslüman kedisidir” der. C. Farrere başlangıçta bu sözü yadırgar. Ancak şehri gezerken kendisi de durumu yakinen anlar. Hâtıralarında, İstanbul sokaklarında Müslümanların kedi ve köpeklerinin yanlarına yaklaşıldığında insanlardan hiç kaçmadıklarını; oysaki Müslüman olmayanların kedi ve köpeklerine yaklaşılınca, hayvanların selameti kaçmakta bulduklarını söyler.
17. asır ortalarında İstanbul’da bulunan Fransız şarkiyatçı ve arkeolog Antoine Galland da Türklerin kuşlarla, leyleklerle iç içe yaşadıklarını, onlara çok iyi davrandıklarını, bunların da insanlardan kaçmadıklarını, yuvalarını her yere; yollar üzerindeki ağaçlara, evlerin çatılarına ve direkler üzerine yaptıklarını kaydetmektedir.
Fransız yazarı Georges Castellan, 1811’de kaleme aldığı yazılarında “Bir Türk binası inşa edilirken güvercinlerin ve diğer kuşların susuz kalmamaları için münasip yerlere yalaklar yapmak, Türk sivil mimarisinin vazgeçilmez özelliğidir” ifadesini kullanmaktadır.
KUŞ AZADI ÂDETİ
Fransız seyyah Jean Thevenot, 1650 senesinde Türkiye’de gördüklerini şöyle anlatıyor: “Osmanlılar kuşlara ve hayvanlara çok şefkatlidir. İnsanlar kuş pazarlarına giderek kuşları satın alır, sonra da hemen azat eder, yani uçururlardı. Böylece bu kuşların mahşer günü kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlardı.” II. Bayezid Han, kendi ismiyle anılan caminin inşası esnasında hazırlanan “Bayezid Vakfiyesi”nde kuşlar için her yıl harcanmak üzere 36 altın lira yem parası tahsis etmişti.
Osmanlılar, kuşlar için câmi, türbe, han, hamam, medrese, çeşme ve bedesten gibi binaların özellikle güney cephelerine, âdeta dantel gibi işlenen zarif, estetik bakımdan mükemmel barınak, yuva yaparlardı. Bunlara “kuş evi” veya “âşiyan” denir.
Avrupa’da daha hayvan hakları yok iken Bursa’da “Gurabâhâne-i laklakan” ismiyle leylekler ve diğer kuşlar için hastane yapıldı. Bu hastanede sakat, yaralı, uçamayan, göç sürüleriyle gidememiş leylek ve diğer kuşların tedavi ve bakımları yapılırdı. Tarihçi ve edebiyatçıların eserlerinde sık sık konu edilen bu bina, yakın zamanda Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edildi.
Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye camisinin inşasında yük taşıyan hayvanların bakımları, taşıyacakları yüklerin ağırlıkları ile ilgili pekçok ferman çıkarmıştır. Osmanlı’da top çeken büyükbaş hayvanlar yaşlanınca kasaplara satılmaz; ölene kadar iyi bakılmaları için maaşa bağlanırdı.
Tarihçi Reşat Ekrem Koçu da şunları kaydediyor: “Osmanlı döneminde gemiler bakım için tersane havuzlarına alındığında, havuzun suyu bostan dolaplarıyla boşaltılırdı. Bu iş için dolap mandaları koşulurdu. Askerlik vazifesi tersaneye çıkanlardan nakdî bedel kabul edilmez, bir manda alınırdı. Bu şekilde askerlik süresini dolduran mandalara ‘terhis tezkeresi’ verilerek tören yapılırdı. Bu terhis tezkeresi, mandanın boynuzları arasına sırmalı bir kordon ile takılırdı. Köyüne gönderilen mandalar merasimle karşılanır, bir daha koşulmazdı.”
Sultan II. Mahmut zamanında, 18 Temmuz 1824’de (Sicil 154, Varak 23) verilen emirnâmede de şöyle denilmektedir: “İstanbul iskelelerinde kömür, kereste, kireç, zahire ve diğer malzemelerin taşınması için at ve eşeklerin her gün güneşin doğuşundan ikindi vakitlerine kadar çalıştırılmalarını ve cuma günlerinde bütün gün tatil yaptırılmalarını, yüklerini gerekli yerlerine götürdükten sonra geri dönerken onların üzerine binilmesini engellemek için semerlerin üzerine çakılan vukiyyeleri (demirden çiviler) çıkarmamalarını tembih ve sıkı bir şekilde kontrol edin.’’
İsveçli Ermeni diplomat D’ohsson diyor ki: “Türklerde hayırseverlik o derecedir ki, hayvanları bile içine alır. Hiçbir kimse hayvanlara kötü muamele etmez ve ettirmez. Bir kimse devesine, atına veya katırına fazla yük yüklese, hayvanı fazla yorsa, polis derhal buna müdahale eder, eziyeti önler ve hayvanı dinlenmeye sevk eder; buna salahiyeti vardır. Her gün bu gibi hareketlerin misalini görmek mümkündür ki, bütün bunlar, hiç şüphesiz, Türk milletini şereflendirmektedir.”
KÖPEKLER EVE SOKULMAZDI AMA...
D’ohsson daha sonra şöyle devam ediyor: “Temizlik kaideleri bakımından Türkiye’de köpekler eve sokulmaz ama millet bunları da beslemeye ve alıştıkları mahallerinde muhafazaya dikkat eder. Birçok vatandaş, Allah’ın günü onlara yiyecek götürür. Kedilere karşı hassastırlar. Bunda Peygamberin verdiği örneğinde tesiri vardır. Bütün muâsır (çağdaş) müelliflerin ittifak ettiğine göre, Hazreti Muhammed kedileri sever, okşar, hatta kendi eliyle onlara yiyecek verirmiş. Bu bakımdan müminlerin çoğu, evlerinde severek bir veya birkaç kedi beslermiş.
Müslümanların ava pek düşkün olmamasıda onların itikadı ile ilgilidir. Hatta sadece hayvanları öldürmek değil, onları hürriyetlerinden etmek de -hele etinin yenmesi yasak olunanlar için- insanlığa sığmayan bir şeydir. İçlerinden çoğu, bu gibi hayvanları avcılardan satın alır ve hemen âzâd ederler. Birçok şehirde, kafesler dolusu kuş satanlara rastlanır, bunlara ‘Âzâd Kuşu’ denir.”
HAYVANLARA “DİNLENME İZNİ”
Fransız tarihçi, yazar Elisee Reclus diyor ki: “Türkler fıtraten hayvanlara da çok merhametlidirler; mesela birçok bölgelerde eşeklere haftada iki gün dinlenme izni verilmektedir. Bir çınar dalına yahut evin damına tünemiş leyleğin yuvası da mesut bir aile manzarası arz etmektedir. Türklerle Rumların karışık olarak bulundukları köylerde bir evin hangi tarafa ait olduğunu anlamak için eve girmeye lüzum yoktur. Leyleğin damına yuva yaptığı ev Türk evidir.”
Osmanlılar, insan ve hayvan haklarına o kadar çok ehemmiyet verirlerdi ki bunlar için kanunlar çıkartmışlardı. Mesela Yavuz Sultan Selim’in kanunnamesinin bir maddesinde şöyle deniliyor: “Değirmencilerin tavuk beslemesi yasaktır. Ancak vakti bilmek için bir horoz besleyebilirler.”
İTTİHATÇILARIN KÖPEK İTLAFI
Ancak Abdülhamid Han tahttan indirildikten sonra Osmanlıda idareyi ele alan İttihatçılar, sadece insanlara değil hayvanlara da büyük zulüm yaptılar. Talat Paşa’nın Dâhiliye Nâzırı olduğu 1910 yılında, İstanbul’da tarihin en büyük köpek itlaf kampanyası başladı. Köpek toplama ekipleri, topladıkları hayvanları hayırsız adaya gönderdiler. Adada aç susuz kalan hayvanların havlamaları İstanbul sahilinden duyulurdu. O yıllarda İstanbul halkı bundan çok müteessirdi, sürgün köpeklere her gün sandallarla yiyecek götürürlerdi. Hayvanların hepsi ölünce sesleri de kesilmiş oldu. Münevver Ayaşlı diyor ki:
“İstanbul halkı, bu köpeklerin ahından dolayı başımıza büyük bir belâ gelir diye korkuyordu. Nitekim 1912’de Balkan Savaşı faciası olunca halk, başımıza bu felaket İttihatçıların bu zulmünden dolayı geldi diyorlardı..
MEZOPOTAMYA NELERE GEBE? Papa’nın Irak seferinin jeopolitik mesajları
21 Mart 2021 02:00
Doç. Dr. Hüseyin ŞEYHANLIOĞLU
Gaziantep Üniversitesi
hseyhanlioglu@gmail.com
84 yaşındaki Papa, 76 kişilik ekibiyle parçalanmış, acı ve ölümle yıkılan, tarihin en önemli merkezlerinden olan Mezopotamya’ya çok anlamlı ve derin mesajlarla dolu bir çıkarma yaptı. Irak’ın fay hatlarında gezen Papa, giderayak basılması önerilen bir pul ile de siyasi hedefini açıkça ifşa etti.
Papa’nın Haşdi Şabi çatısı altında İran’ın direktiflerini yerine getiren, Babil Hareketi'nin Hıristiyan olan Genel Sekreteri Riyan el-Keldani'ye kendi tespihini, resmî yetkililere ise şifreli madalyonları ve onların arkasındaki haritaları, hediye etmesi manidardır!
Şam ve Bağdat, Türkiye’nin ayağa kalktığı bir dönemde diz kapaklarıdır.
Dünyanın en küçük coğrafya ve nüfuslu devletinin başı olmasına rağmen; derin ve güçlü bir arşive sahip, iki bin yıldır kesintisiz devam eden, 1 milyar 200 milyon Katolik Hristiyan’ın ve bir o kadar da Hristiyan’ın değer verdiği lider, Roma İmparatorluğu'nun vârisi, 2013 yılından beri Vatikan Devlet Başkanı Papa II. Francis, pandemi döneminde 15 aydan sonra ilk yurt dışı seferini, büyük riskler altında, tarihte ilk kez geçen haftalarda Irak’a yaptı.
FRANCİS ASSİSİ MİSALİ
Arjantinli Cizvit bir kardinal olan Jorge Mario Bergoglio, 2013 yılında Papa seçildikten sonra Haçlı Seferleri döneminde “Savaşla değil, birlikte yaşayarak” Müslümanların Hristiyanlaştırılabileceğini savunan Francis Assisi’nin adından mülhem “Francis” ismini almıştı. Papa, Hristiyan kaynaklarında Hazreti İbrahim’in doğum yeri olarak görülen Sümerlerin tarihî Ur kentinde, “hacı” olmak isteği gösterilmişti. Oysa daha güvenli ve Hazreti İbrahim’in doğum yeri olduğu daha sahih olan Ur yerine Urfa’ya gelseydi, kendi dinine göre “hacı” olurdu! Ama o, 30 yıldır Haçlı seferleri altından can çekişen kanlı toprakları seçti. Bu, bilinçli, stratejik ve tarihi bir tercihti.
NEDEN IRAK VE KİMLERLE GÖRÜŞTÜ?
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin İkiz Kulelerinde en gerçekçi filmlerden birinin çekilip, ABD Başkanı George W. Bush’un, Vatikan’a bakarak, “Afganistan ve Irak’a Haçlı Seferi (Crusader) başlattığını” ifade etmesinden yirmi yıl sonra; Afganistan, Suriye, Libya, Yemen ve daha nice İslam ülkeleri, birbirine düşürülmüştü. Devamında kadim şehirlerin altı üstüne getirilmiş ve milyonlarca insan öldürülmüştü. Suriye ve Irak’ta ise soykırım uygulanmıştı. ABD Başkanı Bush aynı zamanda, Siyon Tapınağının intikamını, üç bin yıl sonra Babillerin torunlarından alırken Papa da aynı yerde, Ninova-Babil Hıristiyan Devletini kurmak istemektedir.
Evet, 76 Örgütü bünyesinde barındıran Haşdi Şabi örgütleri ve onun liderleriyle görüşen Papa’nın esas amacı, Babil-Ninova Hıristiyan Devleti, PKK kontrolünde birkaç Kürt Devleti, iki Şii Devleti, çöl bölgesinde DEAŞ liderliğinde harabelerden oluşan Sünni bir Arap Devleti ve 3İ (İsrail, İngiltere ve İran) kontrolünde, Irak ve Suriye’de yeni kent devletleri kurmaktır.
Pragmatist Trump yerine Katolik Biden’ı bekleyen Papa, Bağdat’ı hızla geçtikten sonra ikinci gününde, Necef’e geçerek Şiilerin önde gelen dinî lideri ve aynı zamanda Irak siyasetinin en etkin şahsiyeti Ali Sistani’yi kendi evinde; maske, mesafe ve pandemi kurallarını hiçe sayarak kalabalık bir heyetle, göz göze-diz dize, ziyaret ederek, orada Ali Hamaney’i de aradı.
“SİZ BİZDEN, BİZ SİZDEN BİR PARÇAYIZ”
Necef sokaklarında Katolik Papa ile Sistani’nin resimlerinin bulunduğu sokaklara “Siz bizden, biz de sizden bir parçayız!” pankartları asıldı. Ancak “barış güvercini” Papa, Iraklı bir Kürt olan, Türkiye ve Erdoğan hayranı Dünya İslam Âlimleri Genel Sekreteri Prof. Dr. Ali Karadaği’yi muhatap bile almadı. Çünkü Papa, İslam âleminin bayrağı olarak Sünni Selçukiler, Eyyubiler, Osmanlılar veya Abbasiler’i muhatap almıyor. Bu nedenle Bağdat, Musul ve Halep’in yıkılmasından rahatsızlık duymuyor. Musul Ulu Camii, Halep Hazreti Zekeriya Camii ve Bağdat Ebu Hanife Camii’den yükselen çığlıklar veya Rakka’nın yıkılması, umurunda bile olmuyor.
Musul-Ninova’da sadece kiliseleri gündeme getirip dua eden Papa, Nureddin Zengi'den günümüze ulaşan son miras olan ve 2017 yılında ABD tarafından bombalanan Musul Ulu Camii’nin harabelerine ve Hazreti Yunus Türbesine de uğrayabilirdi!
“Hacı” olmak için barış elçisi olarak geldiğini iddia eden Papa, 300 bin kişiyi bile bulamayan ve dağınık Hıristiyanları görüp, ev sahibi milyonlarca Sünni Müslümanı saf dışı etmesi bir din adamına, hele Irak’a “hacı” olmaya gelen bir kişiye asla yakışmaz.
MCGURK: PAPA’NIN ERBİL’DEKİ
GÜZEL SAHNESİNDEN ETKİLENDİM
ABD Ulusal Güvenlik Konseyi'nin Orta Doğu ve Afrika Direktörü ve PKK’nın Suriye kolunun DSG (PYD) kurucusu Brett McGurk Twitter hesabından yaptığı paylaşımında, “Papa Franciscus’un 2014 yazında tüm inançlardan pek çok kişinin IŞİD'den kaçarak sığındığı Erbil’deki güzel sahnesinden etkilendim. Paskalya bayramı yaklaşırken, Erbil ve Musul umut, yenilenme ve ilerisi için sıkı çalışmanın sembolleridir” ifadelerine yer verdi.
Papa’nın Haşdi Şabi çatısı altında (50. Tugay) İran’ın direktiflerini yerine getiren, Babil Hareketi'nin Hıristiyan olan Genel Sekreteri Riyan el-Keldani'ye kendi tespihini, resmî yetkililere ise şifreli madalyonları ve onların arkasındaki haritaları, hediye etmesi manidardır! Çünkü ABD, İsrail ve İran, Musul, Kerkük ve Lazkiye limanı üzerinden Akdeniz'e ulaşacak kara, demir, petrol yolu ve terör koridorunu istemektedir. Bölgenin ABD destekli Iraklı Şii milislerin, PKK/SDG terör örgütünün ve Esad rejiminin kontrolünde olmasını arzu etmektedir. Amaç Türkiye’ye, bölgede Berlin Duvarı’nın örülmesidir. Oysa Irak ve Suriye, hattından uzak tutulan bir Türkiye rahat uyuyamaz. Sincar Operasyonuna karşı Haşdi Şabi’nin hava savunma sistemi istemesinin sebebi de budur. Şam ve Bağdat, Türkiye’nin ayağa kalktığı bir dönemde diz kapaklarıdır.
SEFERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Sora sora Bağdat’ın, Roma’dan bile bulunduğu bir dönemde, İsevi ve Musevilere kol kanat geren Geylani’nin hiç olmasa kabrini ziyaret etmesi gereken Papa, bir din adamından çok I. ve II. Elizabeth, I. ve II. Bush ve Biden’ın yumuşak gücü olarak program yapmıştır.
Türkiye üzerinde geri dönerken, seni de unutmadım der gibi havada mesajlar verdi Papa... Ve Iraklı yöneticilere verdiği hatıra paralarda, Vatikan-İsrail ittifakını, Arz-ı Mev’ud ve Anadolu’yu Vatikan toprağı gösteren harita ekledi. Bütün bunların, yakın zaman önce aralarındaki husumeti sona erdirme kararı alan İsrail-Vatikan ittifakını göstermektedir.
84 yaşındaki Papa, 76 kişilik ekibiyle parçalanmış, acı ve ölümle yıkılan, tarihin en önemli merkezlerinden olan Mezopotamya’ya, çok anlamlı ve derin mesajlarla dolu bir çıkarma yaptı. Irak’ın fay hatlarında gezen Papa, giderayak IKBY’ye basılması önerilen bir pul ile de siyasi hedefini açıkça ifşa etmiştir. Pulu tasarlayan, Papa’nın elini öpen Anu Cehver Keldani bir Katolik’tir. Halepçe’deki kimyasala değinmeyen Papa, onlara en zor zamanda kucak açan Türkiye’yi bölen harita çizdirmektedir. Orta Doğu’nun kadim halkları hakem olarak Papa’yı değil, kadim kültürümüzü esas alalım. Çünkü burada her mahallede, din, dil ve ırk zaten rahatça yaşamaktadır. Bunun için “beyazlaştırılmış” Brezilyalı mankurtlara ihtiyacımız yoktur.
Eğer Papa’nın sadece dinî yüzü ve barış elçiliği varsa neden elindeki yüzlerce medya kuruluşundan canlı yayınla bölgeye bağlanmadı ve kan gözyaşı içindeki Irak’ta görüşmelerine herkesi davet edip açıktan yapmadı? Çünkü Papalık sadece bir dinî kurum değil ve yapılan seyahat bir “hac” ziyareti olmayıp, yumuşak Haçlı Seferidir. Çünkü adını aldığı Haçlı Papa’sı Fransuva ve hemşehrisi Makyavel ona demişti: “Müslümanları fethetmek zordur ama kale yıkılınca yönetmek kolaydır. Çünkü bizim gibi domuzları değil koyun eti yerler.” Unutulmasın ki; Papa’nın iki kılıç kuramı vardır: Biri Vatikan, diğeri gizli dünya devleti... Biri Papa diğeri Biden... İkisinin de ilk hedefi İslam’ın temsilciliğini Sünni Türkiye’den alıp Şii İran’a vermektir. Oysa bu da bir kumpastır. Çünkü bir asır önce aynısını Araplara yaptılar. İslam medeniyeti, Osmanlı, Selçuklu ve Bağdat merkezli Abbasilere bakılınca Sünni’dir. Şam, Kahire, Bağdat ve İstanbul iki el iki ayaktır.
Altı İmparatorunu Fırat’ın doğusuna gömen, Roma İmparatorluk senatosunda, “Fırat’ın Doğu’suna sakın gitmeyin” tavsiyesine, yedinci İmparator ayağa kalkarak şöyle cevap verir: “Gideceğiz… Eğer biz gitmezsek onlar gelir” der ve o da aynı yolda ölür. Tarih, maalesef ibret alınmadığı için tekrar edip durmaktadır. Uçağına iki kurşun isabet ettiği iddialarına rağmen yarım saat havada turlayan Papa’yı, cesaretinden dolayı tebrik ederim! O da galiba Mısırlıları Hıristiyan yapmak için Haçlı Seferlerinde gelen Francis gibi ölmeyi olmayı “hacı” olmaya tercih ediyor. Kısaca, dileriz eylül ayında genel seçimlere hazırlanan Irak’ta, Kerbela tekrar yaşanmasın
.
Dünden bugüne kokularla imtihanımız
28 Mart 2021 02:00
Prof. Dr. Suat UNGAN
Trabzon Üniversitesi
Doğulular çiçeğin rengine, kokusuna, dokusuna farklı gözlerle bakmaya, en güzel bahçeleri inşa etmeye, hatta onlara manevi bir anlam yüklemeye çalışırken, Batılılar metaya dönüştürerek pazarın parçası hâline getirmişlerdir.
Milattan önce Güney Arabistan (şimdiki Yemen), tütsünün üretim merkezi olduğu için Romalılar oraya “Arabia Felix” (Arabistan Mutluluğu) adını vermişlerdi. Umman’ın güneyinde dikenli ağacın gövdesinden elde edilen, gözyaşına benzeyen su damlacıklarına “çöl incisi” veya “tütsü” denilmekteydi. Bu damlacıklar tütsünün ana maddesini oluşturmaktaydı. Uzun uğraşlarla çıkarılıp, kurutulduktan sonra başta Romalılar olmak üzere birçok yere kervanlarla götürülürdü.
Tütsü Hazreti İsa’nın yaşadığı devirde petrol konumundaydı. Bugün petrolün nimetinden faydalanan Araplar, o dönemde de tütsü ticaretinden çok büyük gelirler elde etmekteydiler.
Tütsüyü özellikle Hristiyanlar, tapınaklarında yakar, gökyüzünün beyaz bir dumanla kaplanmasını sağlar, böylece güzel kokular vasıtasıyla kendilerince tanrıları ile iletişim kurduklarını düşünürlerdi.
Güzel kokan, kokusu günlerce çıkmayan tütsüye o dönemde çok büyük rağbet edilir, onu elde etmek için büyük paralar verilirdi. Güzel kokması için zengin kişiler, bazen evlerin yapımında harcın içine tütsü katar, kadınlar parfüm niyetine; hekimler ise şifa olarak tütsüyü kullanırlardı.
EN MEŞHUR GÜZEL KOKU: MİSK
Güzel koku araçlarının en meşhurlarından birisi de misktir. Sanskritçe “muşg”, “musk”, kelimesi Farsça vasıtasıyla Arapçaya geçmiş, Arapçadan da Türkçeye “misk” şeklinde şiire, “mis” şeklinde ise halk diline yerleşmiştir. Halk “Mis gibi kokuyor” derken misk kokusunu işaret etmeye çalışmaktadır.
Misk, ceylan göbeğinden elde edilmektedir. Fakat her ceylan göbeğinde misk bulunmamaktadır. Tibet ve Moğol taraflarında bulunan, boynuzsuz, keçiye benzeyen, çenesinin iki yanında aşağıya dişleri olan erkek ceylanın göbeğinde misk yer almaktadır. Erkek ceylan, karşı cinsini cezbetmek (bugün parfüm kullanmanın kısmî amacı da budur), hâkimiyet bölgesini belirlemek için bu salgıyı dökmekte bu da çok keskin kokular yaymaktadır.
Çin taraflarındaki ovaların sümbüllerini, güllerini otlayan ceylanın göbeğinde nafe (küçük kese) oluşmaktadır. Bu nafe, ceylanın kanının orada birikmesiyle meydana gelmektedir. Nafeler yılda bir defa oluşmakta ve zamanla düşmekteydi. Eskiden avcılar yerlere kazıklar diker, göbeği kaşınan hayvanın bu kazıklara sürtünerek nafe’sini o kazıklara bırakmasına sebep olur, sonra onları toplayarak attarlara (o dönemin eczacılarına) satarlardı. Ele geçirilmesi çok zor olan misk, tatlı bir rayiha yayar, insanları adeta mest ederdi. Kadınlar için çok değerli bir madde olan bu miske ancak belirli bir zenginliği ve statüsü olan kişiler erişebilirdi.
MİSK VE AMBER İRTİBATI
Amberin miskle bir bağlantısı olmamakla birlikte genelde güzel kokmaları nedeni ile insanlar, “misk ü amber” şeklinde ikisini bir arada kullanmaktadır. Amber, Hindistan, Çin, Japonya, Bahama Adaları gibi bölgelerde denizin yüzeyinde bulunan bir maddeden elde edilmektedir.
Amberin ham maddesinin neden meydana geldiği noktasında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Bazıları, arıların yüksek yerlerde yapmış oldukları balların şiddetli yağmur neticesinde denize akıp orada erimesiyle kalan tortunun ambere dönüştüğünü söylerken; bazıları da dişli balina denen büyük balinanın bağırsakları vasıtasıyla bunu denize bıraktığını iddia etmektedir. Bölgesini belirlemek isteyen ceylanın miski oluşturması gibi, dişli erkek balinanın da karşı cinsi etkilemek ve bölgesini belirlemek için bu dışkıyı saldığı ihtimali ikinci teoriyi güçlendirmektedir.
Amber de tütsü gibi tıpta çok kullanılmıştır. Amber zamanla misk ile kullanılmış, kadınlar her dönem onu arar olmuşlardır. Misk ve amber günümüzde hâlâ kullanılmakta, insanlar bir kere bile kokusunu hissetmemiş oldukları misk ve amberi dillerinden düşürmemektedirler.
PARFÜME GEÇİŞ
Parfüm, Latince “füme” (duman) kelimesine, ile anlamındaki “per-ön” eki eklenip “parfüme” şekline dönüştürülmüş bir kelimedir. Güzel koku, şişelenmiş koku anlamında kullanılmıştır. Misk ve amberin yerini on sekizinci yüzyıldan sonra çiçeklerden elde edilen kokular almaya başlamıştır. Çok uzun zamandan beri Hint bölgesinde elde edilen kokular, Batı’da yavaş yavaş tanınmaya başlamıştır. Batılılar, Araplardan öğrendikleri damıtma işini geliştirmiş ve çiçekleri damıtmayı, öz yağını almayı, konsantre etmeyi, farklı ve yoğun çiçek kokuları elde etmeyi başarmışlardır.
BATI KOKUYU METALAŞTIRDI
Doğulular çiçeğin rengine, kokusuna, dokusuna farklı gözlerle bakmaya, en güzel bahçeleri inşa etmeye, hatta onlara manevi bir anlam yüklemeye çalışırken, Batılılar onu metaya dönüştürerek pazarın parçası hâline getirmişlerdir. Pazarın en önemli parçası hâline gelen çiçekler bu nedenle Avrupa’da binlerce dönümlük alanların çiçek tarlalarına dönüşmesinin hatta çiçeğin sanayinin bir parçası olmasının önünü açmıştır.
İnsanlar çiçekler üzerinde yoğunlaşarak onlarının koku oranını, dayanıklılığını, uçuculuğunu, konsantre oranını, kalitesini, birbirleri ile karışımını ve yeni oluşumlarını araştırarak yabani bitkilerin evcilleştirilmesine kadar her türlü yolu denemişlerdir.
İnsanoğlu her şeye alışkanlık gösterdiği gibi güzel veya çirkin kokuya da alışmış, o kokunun haricinde başka bir koku ile karşılaştığında bayılacak kadar rahatsız olmuştur. Bu sebeple güzel kokmak, güzel olanı koklamak için insanlar büyük çabalar harcamıştır. Bugün kokuların kimyasal bileşimini, çiçeklerin, ağaçların kokusunu araştıran, onları sınıflandıran bilme Osmoloji denilmektedir.
İnsanlar alışkın oldukları kokunun haricinde bir durumla karşılaştıklarında bayılacak seviyeye gelmekte, “az daha bayılacaktım” sözünü daha ziyade pis koku için kullanmaktadırlar.
KİR KÜLTÜR OLDU
Fransız doktorlar veba, kolera gibi salgın hastalıkların hava vasıtası ile vücut üzerinden insanlara geçtiğini söylemiş, yıkanarak derilerindeki gözenekleri açmamalarını insanlara tavsiye etmişlerdi. Bu nedenle hastalıktan korkan Fransızlar günlerce yıkanmamış, pislik içinde yaşamayı kültürlerinin bir parçası hâline getirmişlerdir. Kir ve pislik o dönemin önemli kültürü olmuştur.
İdrarın iyileştirici gücüne inanan Avrupalılar çocuk bezlerini yıkamadan kurutup tekrar onunla çocuğu bezlemişlerdir. Romalılardan kalma bir alışkanlıkla, insanlar idrarlarını torbalarda biriktirip onunla amonyak elde etmiş, onu deterjan gibi kullanmış, çamaşırlarını onunla yıkamış, deri imalatında ondan faydalanmışlardır.
Lağım suları ve çöplerin bir arada olduğu, idrar ve dışkı kokusunun kol gezdiği 1700’lerde XIV. Louis’in yaptırmış olduğu Versailles Sarayı’nın ilk hâlinde tuvalet bile bulunmadığı bilinmektedir.
FLORANSALI PRENSESİN DRAMI
Vedat Ozan’ın “Kokular Kitabı III: Kültürler” eserinde de anlattığı gibi Fransa Kralı I. Français’in oğlu Henry ile evlenen Caterina de’ Medici, Fransa’ya gelin olarak geldiğinde büyük şok yaşar. Floransa’nın binbir çeşit çiçekleri içinde, kır havasında yetişen Caterina de’ Medici, yıkanma kültürü olmayan, pis kokan bu ortama fazla dayanamaz, I. Français’in önüne geldiğinde baygınlık geçirir. Gelinin kötü kokuya dayanamayarak bayıldığını anlamayan Français, bu baygınlığı gelinin heyecanına verir, onu daha bir samimiyetle kucaklayarak bağrına basar, gelinini iyice mahveder. Fransa, İtalyan gelin Caterina de’ Medici sayesinde güzel koku ve parfümle tanışmış, bu zamandan sonra Fransa’da parfüm sanayi gelişim göstermeye başlamıştır. Fransızlar kötü kokularını kamufle etmek için parfümlere fazla ihtiyaç duymuşlardır.
MESNEVİ’DEN BİR MENKIBE
Mesnevinin dördüncü cildinde attar çarşısına (güzel koku satanların çarşısı) gelen bir debbağın (deri işleri ile uğraşan) bünyesinin güzel kokuyu kaldıramadığı, debbağın başının döndüğü ve bayıldığı, halkın bunun sebebini anlamadan o kişiyi iyileştirmeye çalıştığı anlatılmaktadır. Hikâyenin devamında kardeşinin bayıldığını duyan bir kişinin elinde köpek pisliği ile gelerek insanların göremeyeceği bir şekilde bayılan kardeşine o pisliği koklatınca debbağın ayıldığı ifade edilmektedir.
Mevlâna hikâyenin devamında oradaki kişilerin bayılan kişiyi gülsuyu ve amberle tedavi etmeye çalıştığını, fakat burnu pis kokulara alışmış kişilere temiz ve güzel şeylerin iyi gelmeyeceğini, Calinus’un da hasta neye alışkınsa onunla tedbirde bulunun dediğini dile getirmiştir.
İnsanın kendinde olan kötü alışkanlıklarını, yanlış davranışlarını görmemesinin en güzel örneği, kokular üzerinde tecelli etmektedir. Bir insan kendi kokusuna alıştığında ondan rahatsız olmamakta ve zamanla bunu tabii karşılamaktadır. Bu durum en basit şekilde sigara içen kişilerde gözlenmektedir. Binlerce lira harcayarak güzel koku süren kişiler de zamanla kendi kokularına alışmakta ve onu fazla hissetmemekte fakat karşı tarafa çok büyük iyilikler yapmış olmaktadırlar. Abartmadan, yeteri miktarda güzel koku sürünmek, insanın inceliğinin, nezaketinin, karşı tarafı düşünmesinin en güzel ölçütü olmuştur. Koku duyusu Allah’ın insanlara vermiş olduğu en güzel hasletlerden birisidir. Dinimizde erkeklerin güzel koku sürmesi sünnettir. Peygamber Efendimiz de dünyada sevdiği üç şeyden birinin koku olduğunu, insanlar güzel kokular sürünerek camiye gitmelerini, camiye giden kişilerin soğan, sarımsak gibi ağır kokan yiyecekleri yiyerek vatandaşları rahatsız etmemelerini tavsiye etmiştir.
Bizim kültürümüzde bütün çiçek isimlerinin kadınlara verilmesi, tüm güzel kokuların kadınlarla birlikte anılması, eski kültürümüzün kadına vermiş olduğu değerin en önemli ispatı olmuştur.
PARANIN KOKUSU
Çok eskiden özellikle Avrupa’da kölelerin, fakirlerin para ile tanışmaları imkânsızdı. Ellerine birkaç madeni para geçenler bu parayı çaldırmamak için onu dillerinin altında saklardı. Bu da metalik para kokusunun ağızlarına sinmesine ve oradan pis kokunun gelmesine neden olurdu. Bu sebeple bazı hırsız tipli kişiler paranın kokusunu böyle alır o kişinin etrafında dönmeye başlarlardı. “Paranın kokusunu almak” tabiri de bu kültürden meydana gelmiş, farklı kültürlerden geçerek dilimize yerleşmiştir…
.
.
DİPLOMATİK MÜNASEBETLERİN 30. YILINA DOĞRU… Türkiye Tacikistan ilişkileri umut vadediyor
4 Nisan 2021 02:00
Mahmadali Rajabiyon
Tacikistan Türkiye Büyükelçisi
tajembankara@mfa.tj
Yapılan analizler gösteriyor ki Türkiye ve Tacikistan iş birliğinin gelişmesi yüksek potansiyele sahip olup, iki ülke arasındaki ticaret artışı umut vermektedir. İki ülkenin liderleri ticaret hacmini 1 milyar dolara çıkarmayı hedef olarak kabul etmiş ve ülkemiz bunu en önemli ticari hedeflerinden biri olarak görmektedir.
Tacikistan Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti arasında 29 Ocak 1992 tarihinde diplomatik ilişkiler kurulmuştur. Bu yıl, Tacikistan ile Türkiye arasında diplomatik ilişkilerin kuruluşunun 29. yıl dönümüdür.
Bu yıllar içerisinde iki ülke arasındaki diplomatik münasebetler sayesinde farklı alanlardaki gelişmelerle olumlu sonuçlara ulaşılmıştır. Bugüne kadar ilişkilerimiz güven ortam içinde, gerekli siyasi ve hukuki alt yapı ile karşılıklı iş birliğinin temini için vesilelerle hazır hâle getirilmiştir. Türkiye ile ilişkilerimizin ekonomik, ticari ve yatırım boyutlarının yanı sıra, siyasi ve güvenlik ilişkilerimize uygun bir seviye getirilmesine yönelik çalışmalarımız da bir diğer önemli önceliğimizdir.
65 ANLAŞMA İMZALADIK
Tacikistan’ın bağımsızlığından günümüze kadar iki ülke arasında 65 anlaşma ve diğer iş birliğimizi pekiştirici belgeler imzalanmıştır. Bu antlaşmaların siyasi, ekonomik, ticari, sanayi, yatırım, eğitim, sağlık, kültür, sosyal ve beşeri alanlarda iki ülkenin iş birliğine ciddi katkısı olmuştur. Hâlihazırda Türkiye ile Tacikistan arasında yaklaşık 30’a yakın anlaşma müzakereleri devam etmektedir.
1992’den bu yana kadar ülke liderlerinin, üst düzeyde karşılıklı ziyaretleri ve onların yapıcı görüşmeleri, iki ülke arasındaki iş birliklerinin gelişmesi ve güçlenmesi için önemli rol oynamaktadır.
MÜNASEBETLER İVME KAZANDI
Bu safhada, Tacikistan Barış ve Ulusal Birlik Kurucusu-Millet Lideri, Tacikistan Cumhurbaşkanı, Sayın Emomali Rahmon’un 2012 yılında, Türkiye’ye yaptığı resmî ziyaret ve Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın 2019 Tacikistan’a çalışma ziyareti, ikili ilişkilerimize önemli ivme kazandırmıştır. İki ülke yetkilileri, karşılıklı ziyaretler çerçevesinde imzalanan ikili anlaşmaların tamamının hayata geçirilmesi adına üzerine düşen görevi yapmaya gayretli olduğunu ve gerekli hassasiyeti gösterdiklerini önemle ifade etmişlerdir.
İki ülke, Tacikistan Cumhurbaşkanı’nın 2012 tarihinde Türkiye’ye gerçekleştirdiği ziyaret sırasında ilişkilerin kurumsal zemine kavuşturulması amacıyla “Türkiye Cumhuriyeti ile Tacikistan Cumhuriyeti arasında İşbirliği Konseyi Kurulmasına İlişkin Ortak Açıklama” imzalamıştı. Bugün iki taraf, üst düzeyde yapılması kararlaştırılan İşbirliği Konseyi için hazırlıkların devam ettiğini ifade etmişlerdir. İşbirliği Konseyi çerçevesinde daha fazla konunun değerlendirmeye alınacağını ve iş birliklerinin hayata geçirileceği kanaatini taşıyoruz. Bu dönemde, geçtiğimiz yıl özellikle iki ülke cumhurbaşkanlarının telefon görüşmeleri de çok önemliydi.
Buna ilaveten, 2016 yılın sonunda, Türkiye Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu, Tacikistan’a resmî bir ziyaret gerçekleştirmiştir. Tacikistan Dışişleri Bakanı Sayın Sirojiddin Muhriddin ise 2019 yılında resmî ziyareti kapsamında Türkiye’ye gelmiştir. Bakanlarımızın bu ziyaretleri, iki ülke arasındaki temasların ve iş birliğinin geliştirilmesi adına olumlu bir zemin oluşturmuştur.
İki ülke ilişkileri parlamenterler seviyesinde de gelişerek güçlenmekte olup, bu bağlamda Parlamentolar Arası Dostluk Grubunun katkısı da çok önemlidir.
Kapsamlı iş birliği konuları ve iki ülkenin gelecek ilişkileri sürekli olarak Karma Ekonomik Komisyonu (KEK) Toplantısı, Siyasi İstişareler, Konsolosluk İstişareleri, Hukuk İşler Komisyonu ve İşadamları Forumu çerçevesinde Duşanbe ve Ankara’da ele alınmaktadır.
TEMELDE EKONOMİ VAR
Ekonomik iş birliği, ikili ilişkilerimizin en temel alanlarından birini teşkil etmektedir. İki ülke arasındaki karşılıklı olumlu münasebetlerin ekonomik ve ticari iş birliğine katkısı oldukça büyüktü ve mevcut durum Türkiye açısından da memnuniyetle karşılanmaktadır. Son yıllarda, her iki taraf da sahip olduğu ticari ilişkileri ve kapasitelerini artırmak adına çabalamakta ve dost Türkiye bu hususta Tacikistan’ın beşinci ticaret ortağı olmaya devam etmektedir.
Yapılan analizler gösteriyor ki; iki ülke iş birliğinin gelişmesi yüksek potansiyele sahip olup, iki ülke arasındaki ticaret artışı yeterince umut vermektedir. İki ülkenin liderleri ticaret hacmini 1 milyar dolara çıkarmayı hedef olarak kabul etmiş ve ülkemiz bunu en önemli ticari hedeflerinden biri olarak kabul etmektedir. Bu amaca ulaşmak için tüm imkânlar mevcut olup yetkililerin pratik çözüm önerileri konusunda çalışmalarına devam etmektedirler.
Türkiye, önemli ortağı olduğu Tacikistan’dan alüminyum yarı mamulü ve pamuk ithal etmekte olup, Türkiye’den de Tacikistan’a inşaat ve taahhüt, inşaat malzemeleri, halıcılık, mobilya üretimi, kozmetik, gıda ürünleri, tekstil ürünleri, hazır giyim ve kimyevi mamuller ihraç edilmektedir.
DİREKT YATIRIMIN TESİRİ
Tacikistan Devleti, Türkiye’den direkt yatırımın ülke ekonomisine çok olumlu etkisi olduğunu kabul etmiş, bu anlamda gerekli tüm imkânları ve altyapıyı yatırımcılar için sağlamıştır. Yatırım analizleri göstermektedir ki, son yıllarda Tacikistan’daki Türk yatırımlarının artışı devam etmektedir. 2007-2020 yılları arasında, ülkeye Türkiye’den yapılan yatırım, yaklaşık 200 milyon dolar olup, bu iş birliğinin geliştirilerek devam etmesi için uygun şartlar günümüzde her zamankinden daha fazladır.
Tacikistan’da ticari alanlara yatırım yapılması ve yerel ham maddelere dayalı müşterek sanayi kuruluşlarının kurulması, Tacikistan ve Türkiye’nin iş birliğinin önceliğidir. Günümüzde, Tacikistan topraklarında yaklaşık 90 müşterek veya sadece Türk sermayeli şirketleri farklı sektörlerde faaliyet göstermektedir.
Buna ilaveten, Tacikistan kardeş ülke Türkiye ile müşterek fabrikalar tesis ederek, altın, mineraller, pamuk işleme, alüminyum ve diğer alanlarda üretim yapmayı hedeflemiştir. Tacikistan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığı sırasında, Türk şirketleri ülkede 500 milyon dolarlık çeşitli projelerin ihalelerinde katılmışlardır. Diğer taraftan, iki ülke arasında ekonomik, sosyal ve kültürel bağların güçlendirilmesi amacıyla TİKA Duşanbe Koordinatörlüğü çalışmalarını başarıyla yürütmektedir. TİKA aracılığıyla Tacikistan’da onlarca proje yaklaşık 50 milyon dolar destekle hayata geçirilmiştir.
ULAŞIM VE İLETİŞİMDE İŞ BİRLİĞİ GEREKİYOR
Ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesi konusunda, ulaşım ve iletişim ağlarında uygun ortaklık ortamının kurulmasının, ilişkilere daha fazla katkı sunacağına inanıyoruz. Karşılıklı iş birliği belgeleri çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti ile ikili kargo taşımacılığı ve transit taşımacılık alanı oldukça iyi durumdadır. Bugün, diğer ülkelerden gelen kargo taşımacılığı ile Türkiye’nin topraklarından Tacikistan’a ve Tacikistan’dan diğer ülkelere uzanan taşımacılık ve iş birlikleri olumlu bir seviyeye gelmiştir.
Bugün, Tacikistan hava yolu ulaşımında kapasitesi ve iş birliğinin düzeyinden çok memnundur. Türk Hava Yolları ve Somon Air, İstanbul-Duşanbe hattında tarifeli sefer düzenlemektedirler. Bu alandaki ilişkilerin geliştirilmesi, ticari imkânları vatandaşlar için uygun hâle getirmektedir. Bu bağlamda, Tacikistan vatandaşları için dünyaya açılan kapı olan Türkiye, en önemli transit ülke hâline gelmiştir.
Ayrıca Tacikistan’ın en çok önem verdiği ve hükûmetimizin 4 stratejik ana hedefinden olan enerji bağımsızlığını elde etmek, uluslararası ticaret yollarına ulaşım sorununu ortadan kaldırmak, gıda sağlığı temin etmek ve sanayileşme gibi alanlarda Türkiye’nin tecrübelerini ve yatırımlarını değerli bulmaktadır.
Aynı prosedür, karşılıklı ve faydalı ortaklık içinde yeni teknolojileri kullanarak, Türkiye’de olduğu gibi tarım ürünleri, inşaat, hafif sanayi ve gıda işletmelerinin oluşturulmasında, serbest ekonomik bölgeler için ortak yatırım projelerinin uygulanması yönünde ekonomik kurumlar ve aynı şekilde tarım açısından da yürütülmektedir.
Tacikistan Devleti bağımsızlığı döneminde yatırım ortamını uygun hâle getirmek amacıyla iş birliği yapılan ilgili sektörlerin kanuni mevzuatlarını basitleştirerek kolaylaştırmış ve en uygun şekle getirmiştir. İlgili kanunlar yabancı yatırımcıya en geniş imkânları, özellikle vergi ve gümrük ayrıcalıkları sunmaktadır.
Bütün dünyada olduğu gibi COVID-19 salgınının yayılması, bazı tedbirlerin uygulanmasını ve iki ülke arasındaki diğer ortaklık planlarının ertelemesine sebep oldu. Buna rağmen, DEİK Türkiye-Tacikistan İş Konseyi ile iş birliği içinde, bu dönemde 5 video-konferans ile iki ülkenin sektör yetkilileri ve iş adamlarıyla, salgın sırasında ve sonrasında iş birliği konularını değerlendirmeye devam ettiler.
Buna ilaveten, iki ülkenin kültürel, eğitim, sağlık, turistik ve diğer alanlarındaki ortaklıkların geliştirilmesinden yanayız. Bugüne kadar kültür, eğitim ve turizm alanlarında kapsamlı iş birliğinin geliştirilmesine katkı sağlayacak uygun kanuni çerçeveler oluşturularak hazır hâle getirilmiştir.
ORTAK TARİHÎ DEĞERLERİMİZ VAR
Halklarımız ve ülkelerimiz arasında iş birliğinin daha da geliştirilmesi için ortak tarihî ve kültürel değerlerin olduğunu düşünüyoruz. Başta Mevlana Celalettin-i Rumi olmak üzere değerli şahsiyetlerden güç alan bir kültürün mirasını paylaştığımız Türkiye ile özel yakınlığımız ve ortak değerlerimiz bulunmaktadır. İki ülke halkları arasındaki kültürel yakınlıklar ve karşılıklı samimi hislerimiz, ilişkilerimizin temelini oluşturmaktadır. Bu mirastan çeşitli alanlarda iş birliğinin daha da geliştirilmesi için etkili bir şekilde kullanılması gerektiğine inanıyoruz.
Hazreti Mevlâna’nın doğum günü olan 30 Eylül, çeşitli faaliyetlerle Tacikistan’da da kutlanıyor. Bu kontekste iki ülkenin desteği ile 2018 yılında Tacikistan’da “Mevlâna, halkları ve medeniyetleri birbirine bağlar” sloganıyla uluslararası bir konferans düzenlenmiştir. İki ülke tarafları, kültür günleri ve diğer kültürel programlarını birbirlerinin topraklarında yapmaya devam etmektedirler. Ayrıca bugün Tacikistan’da, Türk sineması, müziği ve geleneksel mutfağı epey meşhurdur ve yakın zamanda iki ülke arasında imzalanan programlar mutabakatıyla ülkede daha fazla tanıtım yapılmasını sağlayacaktır.
Ülkelerimiz eğitim alanında da iş birliklerini sürdürmektedirler. Bugün Tacikistan’dan 600’den fazla öğrenci Türkiye’nin farklı üniversitelerinde eğitim görmekte olup, yakın gelecekte iki ülke arasındaki bağların daha da güçlenmesine vesile olacaklarına inanıyoruz. “TÖMER” Eğitim kurumu Tacikistan Cumhuriyeti’nde de faaliyet göstermektedir. Bununla birlikte ülkemiz Türkiye Maarif Vakfı’yla iş birliğini daha da genişletmek amacıyla, görüşmelerini sürdürmektedir.
Kardeş şehirler olarak uzak bölgelerde bulunan ülkeler arasında kültürel ve ticari bağların teşvik edilmesini amaçlayan hukuki ve sosyal anlaşmalardır. Bu vesile ile Ankara-Duşanbe (Tacikistan) ve Konya-Kulob (Tacikistan) şehirlerimizin kardeş şehir ilişkiler ile iki ülke sırasında geniş ilişkilerin artmasına uygun bir zemin oluşturmakta ve katkı sunmaktadır.
Türkiye, uluslararası arenada Tacikistan’ın önemli dost ve müttefikidir. Tacikistan ve Türkiye bölgesel ve uluslararası kuruluşlar bazında, örneğin Birleşmiş Milletler ve alt kuruluşları, İslam İşbirliği Teşkilatı, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve diğer uluslararası kurum ve kuruluşlarda başarılı bir şekilde iş birliklerini yürütmektedirler. Tacikistan ve Türkiye önemli meselelerin çözümünde bölgesel ve uluslararası arenada genel olarak aynı fikir ve aynı hedefi paylaşarak birbirlerini desteklemektedirler. Bu çerçevede, uluslararası platformda iki taraftan ortaya atılan teşebbüs ve yapıcı pozisyonlara gerekli destek karşılıklı olarak her zaman verilmiştir.
Bizler Türkiye ile kardeş ve dostane ilişkilerimizi ve verimli iş birliğimizin parlak geleceğine inanıyor ve bu yönde çalışmalarımızı gururla geliştirmeye devam edeceğiz.
.
Donbas krizinin şifreleri
11 Nisan 2021 02:00
Dr. Telman Nusretoğlu
Türk İslam Araştırmaları Merkezi Başkanı
Hazar Üniversitesi Öğretim Üyesi
ABD’nin Ukrayna’yı Rusya karşısında yalnız bırakmayacağı ifade edilse de NATO ile nükleer güç sahibi Rusya’nın karşı karşıya gelme ihtimalinin vahim sonuçlar doğuracağı da iyi analiz edilmektedir. Moskova tarafında ise Ukrayna’nın NATO üyeliği kırmızı çizgidir ve kendilerini daha agresif tedbirler almaya itebilir.
Milliyetçi-muhafazakâr görüşleri ve silahlanma yatırımlarıyla bilinen Rus çarı III. Aleksandr’ın Rusya’nın tarihî siyasetini yansıtan, Batı’nın da Doğu’nun da milletlerini tedirgin etmeye devam eden güce dayalı paradigmasıyla ilgili manidar bir cümlesi bulunmaktadır: “Rusya’nın sadece iki müttefiki vardır: Ordu ve donanması.”
Tarihî safahat içerisinde işgal ettiği çok geniş topraklarla coğrafi süper güç hâline gelen Rusya, ciddi demografik eksiklik (Rus İstatistik Kurumunun rakamlarına göre sadece 2020 yılında Rusya’nın nüfusu 510 bin azaldı) ve ekonomik problemlerle karşı karşıya kalsa da, tecrit ve yaptırımları da göze alarak strateji yürütüyor. Hem de çağın enstrümanı olan yumuşak güç unsurlarıyla değil eski Sovyet hinterlandını kendi hâkimiyeti altında tutmak uğruna Moldova, Gürcistan ve Ukrayna gibi ülkelerde ayrılıkçı rejimleri destekleyerek, orada yaşayan insanlara Rusya pasaportları dağıtarak, Kırım misalinde olduğu gibi uluslararası hukuka aykırı ilhak siyaseti izleyerek siyasi-askerî etkisini muhafaza etmeye devam ediyor.
MİLLETLER HAPİSHANESİ
Ancak adalete dayalı tarihî-kültürel cazibesi olmayan, medeniyet anlayışına, ekonomik üstünlüğe, mutabakat kültürü ve eşit iş birliklerine dayanmayan hiçbir birliktelik projesi, başarılı olamaz. Bu yüzden Bolşeviklerin lideri Lenin, Çarlık Rusya’sını milletler hapishanesine benzetmiş, er veya geç yıkılmaya mahkûm olacağını ifade etmişti. Nitekim Rusya’da sosyo-ekonomik sıkıntılar artınca, söz sahibi güvenlik bürokrasisi elitleri arasında da paylaşım mücadelesi şiddetlenmiş, büyü bozularak Çarlık Rusya’sının gücünün sınırları ortaya çıkarak hapishanedeki milletler azat olmak için harekete geçmiştir. Böylece art arda zaferler kazanmış büyük bir imparatorluk, kısa bir dönem içinde türbülans yaşayarak ömrünü tamamlamıştır.
Özellikle Rusya’ya en yakın Slav ülkeleri olan Belarus ve Ukrayna etrafında yaşanan hadiseler, yükselen Moskova karşıtlığı XX. asırda Çarlık ve Sovyetler gibi iki büyük imparatorluğu tarihe gömmüş, devamlı kataklizmler üreten güvenlikçi mekanizma ve anlayışın, hayati yetmezlikleri görmezlikten gelmeye devam ettiğini gösteriyor. Gelinen noktada refaha ulaşmak için Avrupa’nın bir parçası hâline gelmek isteyen Belarus ve NATO üyesi olmaya can atan Ukrayna gerçeği; siyasi, askerî ve coğrafi açıdan Rusya için bir millî güvenlik sıkıntısına dönüşüyor. Bu kontekste birazdan detaylarına temas edeceğimiz Donbas krizindeki Ukrayna- Rusya cepheleşmesinin neticeleri, yalnız iki ülkenin geleceğinin açısından değil, global güç dengelerinin nasıl şekilleneceği, ABD ile Avrupa’nın Çin ve Rusya karşısındaki gerilemesinin durup durmayacağını anlamak açısından da kritik önemdedir. Kuşkusuz ABD- Rusya mücadelesinin neticelerinin belirlenmesinde, tarihî- askeri- coğrafi yönden dünya dengelerini etkileyecek stratejik konuma sahip olan Türkiye’nin yaklaşımları önemli olacaktır. Özellikle yeni dönemin şartları içinde Astana süreci, Karabağ zaferi ve Orta Asya Türk devletleriyle gelişen ilişkiler bağlamında bakarsak; Rusya’nın zor da olsa Suriye, Güney Kafkasya ve Orta Asya başta olmak üzere, geniş coğrafyalarda Türkiye’nin oynadığı kritik rolü ve çıkarlarını dikkate almaya başladığı, bazı alanlarda mutabakat sağlama eğilimi içinde olduğu görülüyor. Yeni dünyanın çok merkezli güç yükselişlerini, Türkiye’nin potansiyel imkânı itibarıyla global etki üretme kabiliyetinin her geçen gün geliştiğini, Türk İslam dünyasıyla birlikte yeni bir güç merkezi hâline geldiğini Amerika ve Avrupa’nın da kabullenme süreci başlamıştır. Gezi Parkı Hadiselerinden 15 Temmuz’a kadar muhtelif iç ve dış operasyonlarla, kendi limanlarına demirletmek istedikleri Türkiye gemisi artık denizlere, okyanuslara açılmaya başlamıştır. ABD ve Batı’nın etki üretemediği Rusya’nın hedef coğrafyalarında Türkiye’nin giderek güçlendiği ortadadır. Ukrayna meselesinde de Almanya ve Türkiye’nin desteğini alamayan ABD, Rusya yayılmacılığını durdurmayacağını bilmektedir.
KARABAĞ İLHAM OLDU
Ukrayna yönetiminin, Minsk çözüm sürecinin hiçbir netice vermediğini görerek Donbas ve Lugansk’ta Rusya tarafından desteklenen ayrılıkçı rejimin faaliyetlerine son verip, toprak bütünlüğünü sağlamak için askerî operasyon hazırlığı içine girmesinde, hiç kuşkusuz Azerbaycan-Türkiye ittifakının 44 günlük savaş sonucunda elde ettiği Karabağ zaferi, etkili olmuştur. İki bin yıllık Türk kurmay aklıyla birlikte Bayraktarlar başta olmakla İHA ve SİHA’lar XXI asrın savaş paradigmasının istikametlerini de çizmiş, Ukrayna generalleri bunu görerek Türkiye’den Bayraktar alımını hızlandırmıştır. Ukrayna ordusunun NATO’yla entegrasyon çerçevesinde dizayn edildiğini, yine burada Türkiye’nin bir NATO ülkesi olarak ilham verici olduğunu unutmamak lazımdır.
Ancak Karabağ zaferi farklı bir güç dengesi, jeopolitik konjonktür, coğrafi ve askerî şartlar içinde elde edilmiştir. Rusya’nın Ermenistan’la kara bağlantısı sadece Gürcistan üzerinden ve dağlık arazilerden geçerek sağlanmaktadır. Bu ülke karşısında Moskova’nın Kolektif Güvenlik Teşkilatı üyeliği çerçevesinde yükümlülüğü ise yalnız Ermenistan topraklarına herhangi bir dış saldırıyla ilgilidir. Türkiye ve Pakistan’ın açık desteği bu meselede Rusya ve İran’ı dengeleyici mahiyette olmuştur. TBMM Başkanı Sayın Mustafa Şentop’un Azerbaycan ve Ermenistan Dış İşleri Bakanları’nın ilk ateşkes görüşmesi için Moskova’ya çağrıldıkları sırada sarf ettiği “Azerbaycan’a herhangi bir dış müdahale olursa Karabağ’a ordu göndermekten çekinmeyiz” sözleri ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in “Azerbaycan’a herhangi bir dış saldırı olursa o zaman ülkemizdeki Türk F-16’larının niçin beklediklerini görürler” beyanı, Türkiye’nin net bir şekilde Azerbaycan’ın yanında olduğu gerçeğini göstermektedir. Yeni dünya nizamı arayışları ve jeopolitik konjonktür içinde Rusya ve Türkiye’nin birbirlerinin çıkarlarını gözeterek mümkün olan bütün iş birliği ve uzlaşmaya eğilimli olması da Karabağ zaferinin elde edilmesinde önemli olmuştur.
Putin’in de ifade ettiği gibi güya stratejik güç dengenin sağlanması adına Rusya, müttefiki Ermenistan’a savaş boyunca gerekli olan bütün desteği vermiş fakat Ermeni ordusu Azerbaycan karşısında bozguna uğramıştır. Karabağ’la Donbas etrafında gelişen süreçler bu anlamda ciddi farklılıklar arz etmektedir. Ukrayna'nın Rusya’nın güvenliği açısından stratejik önemi bir tarafa, siyasi-askerî-istihbari yönden desteklediği sınırındaki Donbas ayrılıkçı rejiminin Ukrayna ordusu karşısında yenilgi yaşaması, Rusya’nın çözülme safhasının da başlaması anlamına gelecektir. Bu yüzden Moskova, sınırda gerçekleştirdiği mart tatbikatı sonrasında birliklerini çekmemiş, bölgeye takviye güç göndermeye devam etmiş, diğer taraftan DHC ve LHC (Donbas ve Lugansk Halk Cumhuriyetleri) adı altındaki tanınmamış rejimlerin gönüllü savunma ordusunu güçlendirmek için çalışmalarını hızlandırmıştır.
RUSYA’NIN TOPRAK ALGISI
Rusya, Kırım’dan Donbas’a uzanan Ukrayna topraklarını, kendi tarihî ve coğrafi alanı içinde görmektedir. Orada yaşayan insanlara Rus pasaportlarının verildiği de bilinmektedir. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin son açıklamasına bakarsak; NATO üyeliğini bu krizi çözmenin, toprak bütünlüğünü sağlamanın tek anahtarı olarak gördüğü anlaşılıyor. Biden ve Zelenski görüşmesinde ABD’nin Ukrayna’yı Rusya karşısında yalnız bırakmayacağı ifade edilse de NATO‘yla nükleer güç sahibi Rusya’nın karşı karşıya gelme ihtimalinin vahim sonuçlar doğuracağı da iyi analiz edilmektedir. Moskova için de Ukrayna’nın NATO üyeliği kırmızı çizgidir ve kendilerini daha agresif tedbirler almaya itebilir. Donbas Ukrayna’nın sanayi bölgesi olsa da çatışmalardan sonra fabrikalarının büyük bir kısmı kapanmış, üretim yarı yarıya azalmıştır. Kömür madenlerini hesaba katmazsak ekonomik kriz yaşayan Rusya için ciddi bir getirisi de yoktur. Üstelik Kırım’dan Donbas’a işgal edilmiş bölgeler Ukrayna ablukasıyla ciddi su sıkıntısı yaşamaktadır. Fakat yukarıda da zikrettiğimiz gibi Donbas meselesi Rusya’nın prestij ve güvenliği, Ukrayna’nın geleceğinde söz sahibi olmak, Kırım’ın ilhakını Avrupa ve ABD’ye kabul ettirmek sürecinde koz olarak kullanmak bakımından mühimdir. Su problemleriyle birlikte Moskova’nın Kiev’e karşı artan askerî baskısının sebeplerinden biri de Ukrayna’da Rus dili ve Rus şirketleriyle ilgili alınan bazı olumsuz kararlar ve ülkenin Kırım’la ilgili artan faaliyetleri olabilir. Kuşkusuz bu gerginliğin ardında Rusya’nın Batı’ya gücünü göstermek yönünde bir mesajı da vardır. Ancak Ukrayna ordusu da eski ordu değildir. Herhangi bir saldırı büyük bir savaşa dönüşebilir, aylarca sürer ve on binlerle insanın hayatını kaybetmesi Putin için de kötü sonuçlar doğurur. Diğer bir mesele ABD’nin bu cepheleşme ortamından faydalanarak Almanya üzerinde baskı kurup Kuzey Akım Boru Hattı projesini durdurmak, isteğidir. ABD’nin Berlin Büyükelçisi Robin Quinville’in neredeyse tamamlanmak üzere olan projenin durdurulmasını talep etmesi, bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Pakistan medyasına vermiş olduğu son röportajında “Avrupa Birliği’nin de büyük Avrasya işbirliği projesinin bir parçası hâline gelmesini istiyoruz” sözleri, Almanya ve Fransa’yla sürdürülen özel ilişkiler, her iki ülkenin ister Ukrayna isterse de Gürcistan’ın NATO’ya alınmasına ihtiyatlı yaklaşımları, bu kontekste değerlendirilebilir. Bu süreçte Zelenski’nin 2008 Rusya-Gürcistan savaşında Amerikalıların methetmekten yorulmadığı, Batı yanlısı Mihail Saakaşvili’nin nasıl yalnız bırakıldığını da iyi analiz ettiğini düşünüyorum.
KANAL İSTANBUL ENDİŞESİ
Karadeniz hâkimiyeti, Ukrayna ve Gürcistan meselesi söz konusu olduğu için Rus basınında artan Kanal İstanbul projesinin Rusya’nın güvenliğini tehdit edeceği yönündeki makalelere de dikkate çekmek gerekiyor. Özellikle 2008 yılındaki Rus-Gürcü Savaşı sırasında 68 grostonluk Amerikan gemisinin Karadeniz’e geçişinin Montrö Antlaşması gereği Türkiye tarafından engellendiği, Kanal İstanbul’la birlikte Çanakkale’ye açılacak ikinci bir kanalla Karadeniz’e büyük askerî yığınak yapılması ihtimali, Rusya’nın en büyük korkusu olarak gözüküyor. Ukrayna da gerginliği tırmandırarak Avrupa ve ABD’nin net tutumunu görmek istemekte, özellikle Biden yönetiminden ve İngiltere’den gerekli desteği alarak toprak bütünlüğünü sağlamak istemektedir. Diğer bir amaç Rusya’nın agresif tutumuna karşı dünyanın karar alıcı merkezlerinin reflekslerini uyanık tutmak, ülkeye olan yaptırımların genişlemesini sağlamak ve parlamento seçimleri öncesinde ekonomik zorluklar yaşayan Rus halkının hoşnutsuzluğunu artırarak sistemin içeriden sarsılmasını temin etmektir..
.
Mecburi eğitim revize edilmeli
18 Nisan 2021 02:00
Prof. Dr. Fazıl Kırkbir
Karadeniz Teknik Üniversitesi
fazil41@ktu.edu.tr
Hem eğitim kalitesinin artması hem de usta eğitimi probleminin çözülmesi için tedbir çok basit. Zorunlu eğitim 12 yıl kalsa bile tek bir madde ile bu iki sıkıntının sebep olduğu sonucu engelleyebiliriz. O da bir an önce zorunlu örgün eğitimin 4 yıla indirilmesidir.
Şu anda ABD’de devlet lisesi mezunu olanların büyük çoğunluğunun, iyi derecede okuma yazma bilmeyen kişiler yığını olduğu söyleniyor.
Zorunlu eğitimin ücretsiz verilmesi, kitapların bedava olması ve üniversiteye hazırlık için bedava kursların verilmesi çok iyi uygulamalar. Ancak sonuçlara baktığımızda acaba önce 8 yıllık zorunlu eğitim ve sonrasında getirilen 12 yıllık zorunlu eğitimin sonuçları tahmin edildiği gibi oldu mu?
Üç yılı aşkın bir süredir bazı lisans ve yüksek lisans öğrencilerime, eğitim sistemi ile ilgili çalışmalar yaptırıyorum. Özellikle 12 yıllık zorunlu eğitim sisteminin mevcut sonuç ve problemlerinin yanında öğrenci-öğretmen performansına ve çalışma hayatına tesirlerini de araştırmaya çalışıyoruz. Bahsettiğimiz hem nicel hem nitel araştırmalar. Sonuçta yüzlerce sayfa çalışma sonuçları var. Özellikle mecburi eğitimle ilgili bazı özet sonuçları paylaşmak istiyorum.
İşim gereği her yıl batıdan doğuya, üniversitelerde binlerce öğrenciye ders anlatma fırsatım oluyor. Genel tespitim, hemen her yıl öğrenci seviyelerinde belirgin bir düşüş olduğu yönünde. Diğer akademisyenler ve konuştuğum hemen herkesin benzer tespitlerde bulunduğunu söyleyebilirim. Bunun en önemli sebebi, maalesef ilköğretim eğitim sisteminden kaynaklanıyor.
Aslında bunu sizin de test etmeniz çok kolay: Çevrenizde ilk ya da orta öğretim öğretmeni varsa, sorun bakalım okulunda üçüncü hatta beşinci sınıfa gelip de hâlâ doğru düzgün okuma yazma bilmeyen öğrenciler var mı? Emin olun o sınıflara kadar gelmesine rağmen doğru dürüst okuma yazma bilmeyenlerin sayısı değişmekle birlikte, cevap hep “evet” olacaktır.
ZORUNLU VE SORUNLU
8 yıllık zorunlu eğitime geçilmeden önce, yani 5 yıllık zorunlu eğitim döneminde bir öğrencinin okuma yazma bilmeden ilkokul ikinci sınıfa geçme oranı neredeyse yüzde sıfırdı. Bunun en önemli sebebi, ilkokulda kalma oranıydı. Şimdi ise neredeyse sınıfta kalma sıfırlanmıştır. Ancak öğrenciyi sınıfta bırakamazsanız, onu çalışmaya yönlendirmeniz de çok zor olur. Diğer taraftan zorunlu eğitim süresi arttıkça bir öğrenciyi sınıfta bırakmanın sebep olduğu maliyetler katlanılabilir olmadığından ötürü, herkesi bir üst sınıfa geçirmek durumunda kalınmaktadır. Bu ortamda çalışarak sınıf geçen öğrenciler, çalışmadan geçen öğrencileri görünce “Demek ki çalışmaya gerek yok” diye düşünmeye başlamaktadır. Diğer taraftan akademik çalışmalar için sanayide görüştüğümüz hemen her usta, çırak bulamamaktan şikâyet etmektedir. Kaporta ustası, motor ustası, boya ustası, berberi, sıvacısı, kaynakçısı… Bugüne kadar görüştüğüm bütün ustalardan bu şikâyeti almaktayız.
Biz de ustalara şunu soruyoruz: “Çıraklık okullarından gelen olmuyor mu?”
El cevap: “Geliyorlar ama burayı kalıcı görmedikleri için işi sahiplenmiyorlar. Sonuçta da usta yetiştiremiyoruz. Zaten gelenlerin yaşı belli. Zorunlu eğitim 5 sene iken bir çocuk ilkokulu bitirip çırak olurdu. Ama artık 11-13 yaş aralığında birini eğitmek ile 15 yaşındakileri eğitmek bir değil.”
Peki, eğer zorunlu eğitim bu şekilde devam ederse, bir sonraki kuşak değişiminde her alanda yeterince usta bulabilecek miyiz? Cevabı tahmin etmek zor değil. İşin ilginç tarafı bu zorunlu eğitim süresi uygulamasının pek çok ülkede popüler olması. İran, Afganistan, Madagaskar, Suriye, Kazakistan, Fas ve Tacikistan gibi az gelişmiş ülkelerde son dönemlerde zorunlu eğitim süresi uzadı. Bunu daha önce yapan İran gibi birkaç ülkede ise yukarda tahmin ettiğimiz problemler büyük oranda yaşandığı için çözüm arayışları başladı.
UZAKTAN EĞİTİM ORTAOKULDA BAŞLAMALI
Hem eğitim kalitesinin artması hem de usta eğitimi meselesinin çözülmesi için ilk tedbir çok basit. Zorunlu eğitim 12 yıl kalsa bile tek bir madde ile bu iki sıkıntının sebep olduğu sonucu engelleyebiliriz. O da bir an önce zorunlu örgün eğitimin 4 yıla indirilmesidir. Yani çocuklar ilk 4 yılı zorunlu olarak örgün okuyacaklar ama 4 yıldan sonra, isteyenler bir taraftan okuyup diğer taraftan çalışabilecekleri uzaktan eğitim hakkına sahip olacaklar. Hâlihazırda zaten bu sistem liselerde mevcuttur. Tek yapmamız gereken bu sistemi ve hakkı, orta öğretimdeki çocuklarımıza vermektir. Bu noktada sanayi içine açılacak orta öğretim seviyesinden başlayacak okullara (yani meslek liselerinin daha altı olan meslek ortaokulları) meslek sahibi olmayı düşünen ya da okumaya çok eğilimi olmayan öğrenciler yerleştirilerek daha küçük yaştan itibaren bir meslek sahibi olmaya başlayacaklar. Böylece hem orta öğretimden itibaren eğitim kalitesi daha kolay yükseltilebilecek hem de daha verimli hâle gelebilecek.
Eğitimdeki zorunlu eğitim süresine bağlı olarak ortaya çıkan en önemli sorunlardan biri de yukarıda değindiğimiz gibi sınıfta kalma olayının neredeyse tarihe karışmasıdır. Bu sonuç normaldir. Çünkü 12 yıl zorunlu eğitimde, eğitim kaliteli verilir ve okuyamayan sınıfta bırakılırsa okuma niyeti olmayan öğrencilerden, 23-25 yaş arasındaki büyük bir kitle hâlâ orta eğitimde yer alırdı. Bu ise olması istenilen bir durum değildir.
ABD’DE DURUM NASIL?
Şu anda ABD’de devlet lisesi mezunu olanların büyük çoğunluğunun, iyi derecede okuma yazma bilmeyen kişiler yığını olduğu söyleniyor. Eğer sistem böyle giderse ülkemizde de 10-15 sene sonra durum aynı olabilir. Şu an ilkokul 1. sınıfta okuma yazma öğretiliyor. Ama sınıfta kalma, fiilî olarak pek uygulanmadığı için birçok çocuğumuz, doğru düzgün okuma yazma öğrenmeden bir üst sınıfa geçiyor. Maalesef şu anda 5. sınıfa gelmiş ama çok iyi okuma yazma bilmeyen çok sayıda öğrencimizin olduğu söyleniyor.
Yukarıda bahsettiğimiz çözüm önerisi, aslında bu probleme de çare olur. Şöyle ki: Eğer meslek ortaokulları devreye girerse, artık ilkokullarda eğitim zorlaştırılıp eski 5 yıllık zorunlu eğitimdeki seviyeye çıkarılabilir. En azından ilk 4 yılda en fazla 2 kere sınıfta kalma bile getirilirse, verimliliğe sebep olur. Böylece ilk 4 yıldan sonra isteyen ve bir yıldan fazla ilköğretimde kalanlar meslek ortaokullarına yönlendirilir. Böylece hem 5-8 ve 9-12 araları eğitim kalitesi çok daha rahat yükseltilebilir. Hem de daha ortaokul seviyesinden sanayi içine açılacak meslek ortaokulları ile pek çok çocuğumuz gençlik çağına geldiğinde bir meslek sahibi olmuş olurlar.
Söz konusu bu meslek ortaokullarında teorik dersler pratik derslerden daha az olup o sanayideki işletme sahibi ustaların o okullarda derse girmesi sağlanarak ve belki haftanın bir günü işletmede staj yapması sağlanarak çok daha rahat eğitim yapılabilir. Söz konusu öğrenci yıl sonuna kadar birden fazla ustalık alanında staj yapar ve yıl sonunda hangi mesleği seçmek isterse o mesleğe yönelerek orta okul 2’den itibaren tamamen o mesleğin uygulamalı ve teorik derslerine devam eder.
Böylece yakın bir gelecekte hemen her alanda ustasız kalmaktan kurtulmanın yanında (ki işsizlik gibi pek çok sosyal problemin sebebi olan önemli bir meselenin çözümünden bahsediyoruz) sanırım daha kaliteli bir eğitim sisteminin adımlarının atılmasına sebep oluruz
.
Ünlü Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç’in ardından
18 Nisan 2021 02:00
Prof. Dr. Mustafa Çetin Varlık
mustafa.varlik@ihlasvakfi.org.tr
Mehmet Genç, Osmanlının sistemi, ekonomisi, maliyesi ve bürokrasisiyle ilgili bilinen yanlış algıyı ve bakış açısını değiştirerek ilim âlemine çok büyük bir hizmette bulunmuştur.
Mehmet Genç Hocamızı 1968 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde doktoraya başladığımda tanıdım. Tabii olarak kendisini ilk gördüğüm yer Osmanlı Arşivi oldu. Devamlı surette arşive gelir ve çalışırdı. Bilmediklerimizi, okuyamadıklarımızı sorar öğrenirdik. Yakın bir alaka ile yardımcı olurdu. Yıllar içerisinde çalıştığı iktisat tarihi konularının derinliği bakımından neticeye ulaşamamış, tatmin olmamış ve bütün ömrü boyunca çalışmalarını sürdürmüştür.
BÜYÜK SIKINTILAR YAŞADI
Mehmet Genç Hoca 1934 yılında Artvin’de doğmuş, çocukluk yılları, belki de o dönemin şartları dolayısıyla, büyük sıkıntı ve zorluklar içerisinde geçmiştir. Çocukluğunda ayakkabılarının dahi olmadığını, kışın bile soğukta ayakkabı bulamadıklarını, o bölgenin çocuklarının çoğunun da bu durumda olduğunu anlatırdı.
Bu satırların yazarı, 1949 yılında Balıkesir’in Bigadiç ilçesinde, 6 yaşında iken, halkın kışın dahi çarık giydiğine şahit olmuşumdur. Güzel Türkiye’mizin o günlerden bu günlere nasıl geldiğini iyi anlamak ve gelinen mesafeyi iyi anlamak lazımdır. Fakat dünya son sürat ilerlerken bizim de kutuplaşmadan, birlik ve bütünlük içinde, yerli ve millî bütün temel değerleri esas alarak çalışmamız gerektiği göz ardı edilmemelidir.
Mehmet Genç, eğitim hayatına Haydarpaşa Lisesi’nde devam etmiştir. Daha sonra girdiği Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini, geçirdiği bir rahatsızlık neticesinde, bir sene gecikme ile 1958 yılında bitirmiştir.
İstanbul İktisat Fakültesi İktisat Tarihi Enstitüsünde, büyük Osmanlı iktisat tarihçisi Ömer Lütfi Barkan’ın yanında, 1960 yılında doktora çalışmalarına başlamıştır. Doktora konusu “Sanayi Devriminin Osmanlı Sanayiine Etkileri”dir. Osmanlı Arşivi’ne girmeden önce incelediği Batılı kaynaklar, kronikler ve seyahatnamelerden yaptığı çalışmalar neticesinde istediği sonuca varamamıştır. Osmanlı arşivindeki belgeleri inceleyerek tekrar çalışmaya girişmiş ve ilk nazarda 40 yılı aşkın bir süreden sonra önemli bir eser ortaya koymuştur.
Dönemin İstanbul Üniversitesindeki önemli arkadaşlarından biri rahmetli Prof. Erol Güngör’dür. Birbirlerini yakından tanırlar ve Türkiye’nin geleceği konusunda fikir teatisinde bulunurlardı. Arkadaşlıkları, Güngör’ün genç yaştaki vefatına kadar devam etmiştir. O dönemde yine değerli bir Osmanlı iktisat ve maliye tarihçisi Prof. Halil Sahillioğlu ile Osmanlı Arşivi’nde devamlı çalışanların başında gelmekte idiler.
Ömer Lütfi Barkan Fransa’da doktora yapmış, Osmanlı iktisat tarihinin önemli konularında akademik anlamda ilk akademik çalışmaları yapan ve çığır açan bir bilim adamıdır. O dönemde, belki de Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlar dolayısıyla, İslam’a bakış açısı mesafelidir. Kendisi tarihî maddeci olarak tanınmıştır. Ancak Osmanlı iktisat tarihi üzerine yaptığı çalışmalar neticesinde her şeye rağmen bir Osmanlı hayranı olmuştur. Yine de İslamî bilimlere tam olarak vâkıf olamaması sebebiyle Osmanlı hukukundaki “örfi hukuk” konusunu yeteri kadar değerlendirememiştir.
HER GÖRÜŞE SAYGILIYDI
Onun talebesi olan Mehmet Genç ilk nazarda liberal bir görünüşe sahip olarak tanınmaktadır. Ancak her görüşten insana büyük bir saygı ile yaklaşan özellikli bir şahıstır. Hatta bir adım ileri giderek yerli ve millî olduğu dahi rahatlıkla söylenebilir. Bunu ben bizzat kendim müşahede ettim. Mehmet Genç, Osmanlı iktisat tarihini bilen bir iktisatçı olarak, Türkiye’de ve yurt dışında haklı bir şöhrete sahiptir. Osmanlının karşılaştığı her konu ile ilgili olarak devrin şartlarına göre pratik bir çözüm bulduğunu anlatırdı. Örfi hukuku da bu şekilde değerlendirir, İslam’a aykırı hiçbir şey bulunmadığını bildirirdi.
Ömer Lütfi Barkan da 1976 yılında Hacettepe Üniversitesinde, benim de bir tebliğ ile katıldığım Uluslararası İktisat Tarihi Kongresinde, tebliğler arasında verilen çay sohbetinde yanında bulunduğum sırada konu ile ilgilenen bazı gazetecilerin sorularını açık ve net olarak cevaplamıştır. Gazeteciler Barkan’ın ağzından Osmanlı toprak ve zirai ekonomi sisteminin Asya tipi üretim tarzına benzediği konusunda olumlu bir cevap almak istemişlerdir. Ancak Barkan Hocamız yaptığı uzun araştırmalar neticesinde Osmanlı sisteminin bununla ilgisi olmadığını ve Osmanlı sisteminin tamamen o zamanki şartlar içerisinde kendine mahsus bir sistem olduğunu belirtmiştir.
Mehmet Genç tarihî maddeci değildir. Uzun yıllar iktisat fakültesinde çalıştıktan sonra erkenden emekli olmuştur. Hemen sonra, benim de çalıştığım ve bir süre dekanlık yaptığım, Marmara Üniversitesi Tarih Bölümünde beraber görev yaptık. Üst seviyede bir akademik seviyesi olmasına rağmen, konuları ele alış tarzı bakımından öğrencilerinin büyük ilgisini çekmiş ve onlarda Osmanlı hayranlığı intibaını bırakmıştır. Kırk yıl sonra hazırladığı en önemli kitabı “Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi” eseri 2000 yılında basılmıştır. Bu eseri Osmanlı iktisat tarihi ve maliyesi için bir çığır açmıştır. 2015 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülü’nü almıştır. Yaptığı çalışmalar, verdiği konferanslar ve son zamanlarda televizyon programlarında Osmanlının sistemi, teşkilatı, ekonomisi, maliyesi ve bürokrasisi ile ilgili bilinen yanlış algıyı ve bakış açısını değiştirerek ilim âlemine çok büyük bir hizmette bulunmuştur. Yurt içinde ve yurt dışında çok önemli akademisyenler yetiştirmiştir. Bunlardan bir tanesi de Marmara Üniversitesinde şimdi Prof. olan Fehmi Yılmaz’dır. Şu anda Marmara Üniversitesi rektörü olan Prof. Dr. Erol Özvar da onun yetiştirdiği önemli akademisyenlerdendir. Erol Özvar ile “Osmanlı Maliyesi, Kurumları ve Bütçeleri” (2 cilt) isimli eseri, 2006 yılında neşretmişlerdir. Bir cuma gecesi vefat etmiş ve 19.03.2021 Cuma günü toprağa verilmiştir. Çok sevdiği Osmanlı tarihinin özelliklerini taşıyan Fatih Camii Haziresi’ne defnedilmiştir.
.
Kripto paralar fırsat mı yoksa global tehdit mi?
25 Nisan 2021 02:00
Doç. Dr. Ali Murat Kırık
Bugün, piyasada 252,5 trilyon dolardan fazla işlem değerinde yaklaşık 2 bin 500 kripto para birimi mevcuttur. Ancak kişilerin anonim olarak işlem yapmasına izin veren kripto paralar, bir yandan mahremiyeti korumakta, diğer yandan da yasa dışı faaliyetler ve kara para aklama noktasında çok etken bir araç olmaktadır.
Online gizlilik ve mahremiyet, e-Ticaret müşterileri için çok önemlidir. Büyük şirketler tarafından yapılan güvenlik ihlalleri ve uygunsuz veri kullanımı, tüketicileri gizlilik korumaları konusunda her zamankinden daha dikkatli hâle getirmektedir. Avrupa Birliği'nin Genel Veri Koruma Yönetmeliği (GDPR) ve California Tüketici Gizliliği Yasası (CCPA) gibi tedbirler, tüketicilerin verilerinin toplanmasını istememesini kolaylaştırıyor. Ancak yine de online dünyada şahsi verilerinizi paylaşmadan bir işlemi tamamlamak neredeyse imkânsızdır. Bu sebeple veri gizliliği artık e-Ticaret’te en önemli ve acil endişelerden biri hâline gelmiştir. Şirketlerin de bu kadar karmaşık bir konuya nasıl yaklaşacaklarını, bir gizlilik politikası belirleyerek düşünmeleri gerekir.
DİJİTAL TİCARETİN ORTAYA ÇIKIŞI
Dijital ticaret, 1960'larda ilkel elektronik veri işlemlerinden ve 1994'teki ilk çevrimiçi perakende işleminden başlayarak Amazon ve eBay gibi e-Ticaret devlerinin günümüzdeki popülerliğine uzanan bir geçmişe sahiptir. Amazon ve eBay, e-Ticaret’te dönüşüm oluşturan iki önemli şirkettir. Özellikle Amazon, online perakende için ilk tam ölçekli iş modellerinden birini oluşturmuştur. Amazon'un kurucusu ve CEO'su Jim Bezos, şirketin ilk kitabını Temmuz 1995'te satmıştır. Büyük ölçüde bu iki şirket sayesinde bugünün e-Ticaret tüccarları oldukça gelişmiş ve uzmanlaşmış bir pazardan yararlanmakta ve kullanıcılar çevrimiçi olarak neredeyse her şeyi satın alabilmektedir. E-Ticaret aynı zamanda girişimciler için akıllı bir seçimdir, özellikle de çevrimiçi bir mağaza açmak artık ek yük ve kapsamlı teknik uzmanlık gerektirmediğinden giderek yaygınlaşmaktadır.
E-TİCARET'TE KRİPTO PARA DÖNEMİ
Artık dijital ticarette, kredi kartından sonra kripto para döneminin başladığını söyleyebiliriz. Kriptograf David Chaum, 1983'te eCash adında bir kriptografik sistem geliştirdi. On iki yıl sonra ekonomik işlemleri gizli yapmak için kriptografi kullanan başka bir sistem olan DigiCash ortaya çıktı. Ancak, "kripto para birimi" fikri ilk defa 1998'de ortaya çıktı. 2009 yılında, kimliği hâlâ gizli olan sözde Satoshi Nakamoto, ilk kripto para birimi olan Bitcoin'i oluşturdu.
Kripto paralardaki bir blok zinciri, eşler arası bir ağdaki bütün işlemlerin merkezî olmayan bir defteridir. Bu teknolojiyi kullanan katılımcılar, merkezî bir takas kurumuna ihtiyaç duymadan işlemleri onaylayabilirler. Potansiyel uygulamalar arasında fon transferleri, işlemlerin tamamlanması, oylama ve diğer birçok konu yer alabilir. İş açısından bakıldığında, blockchain teknolojisini bir tür yeni nesil iş süreci iyileştirme yazılımı olarak düşünmek faydalıdır.
Bitcoin'in durumunda blok zinciri; merkezi olmayan bir şekilde kullanılmakta, böylece tek bir kişi veya grubun kontrolü ortadan kalkmakta, bütün kullanıcılar toplu olarak hâkimiyeti elinde tutmaktadır. Merkezi olmayan blok zincirleri asla değişmez, bu da girilen verilerin geri döndürülemez olduğu anlamına gelmektedir. Bitcoin için bu durum, bütün işlemlerin kalıcı olarak kaydedildiği ve herkes tarafından görüntülenebileceği anlamını taşımaktadır.
2 BİN 500 KRİPTO PARA BİRİMİ VAR
Bugün, piyasada 252,5 trilyon dolardan fazla işlem değerine sahip yaklaşık 2 bin 500 kripto para birimi mevcuttur. Kripto para birimlerinin fiyatı yaklaşık dörtte bir ila binlerce dolar arasında değişmektedir. Bitcoin de Aralık 2017'de tüm zamanların en yüksek seviyesi olan yaklaşık 20.000 $'a ulaştıktan sonra, son birkaç yılda herkesin bildiği gibi dalgalı bir seyir izledi ve birçok yatırımcıyı şüpheli bıraktı. Rakamlar tam da bunu söylüyor. TokenInsight, kripto ve dijital dünyada meydana gelen en son trendler ve gelişmeler hakkında toplumu bilgilendirmek için “2019 Q2 Cryptocurrency Exchange Industry Araştırma Raporu”nu yayınlamıştır. Genel kripto para birimi piyasasının işlem hacmi, bu senenin 2. çeyreğinde 4.0801 trilyon ABD dolarına ulaşarak, 1. çeyreğe göre %165 büyüme kaydetmiştir. CryptoCompare ise 2021 yılının Şubat ayında ticaret hacminin 2,7 trilyon ABD dolarına sıçradığını ve büyük borsalardaki hacmin yüzde 35'in üzerine çıkarak 2,4 trilyon ABD dolarına ulaştığını belirtmiştir. Genel olarak ifade edecek olursak, kripto para piyasası hâlâ perakende tüccarların ticaret hacimlerinin çoğunu kullandığı bir aşamadadır.
KONTROL EDECEK MEKANİZMA YOK
Ancak kara para aklama ve uyuşturucu kaçakçılığı dâhil olmak üzere, kanun dışı işlemlerde kullanıldığı bilinen bazı kripto para birimlerinin tehlike saçtığını da söyleyebilmek mümkündür. Bazı suçlular kripto para kullanmakta; çünkü bir isim veya kimlik vermeden coin gönderip almak için bir cüzdan açabilmektedirler. Bu bilgiyi kontrol edecek hükûmet, banka veya merkezî otorite yoktur. Bitcoin ayrıca bir bilgisayar sistemi fidye yazılımı tarafından ele geçirildiğinde, ödeme yapmak için popüler bir yöntem hâline gelmiştir.
Kripto para teknolojisi sadece birkaç yıl önce büyük ölçekte uygulamaya konuldu. Bugün, kripto para birimi ve blok zincirindeki en iyi uzmanlar parmaklarda sayılabilmekte ve bu teknolojiler gelişmeye devam etmektedir. Fakat içsel değer eksikliğiyle ilişkili fiyat dengesizliği ciddi bir sorundur. Bu nedenle, Nouriel Roubini ve Buffett Warren gibi ekonomistler, kripto para ekosistemini bir balon olarak nitelendirmektedirler. Bu önemli problem ancak kripto para biriminin değerini maddi ve manevi varlıklara doğrudan bağlayarak aşılabilir. Bunun yanında kripto para, başka şekillerde kullanıcıları mağdur edebilmektedir. Bir kullanıcı cüzdandaki kripto para biriminin şifresini unutursa, şifrelenmiş blok zincirinin sıkı entegrasyonu nedeniyle kayıp verileri kurtarmak neredeyse imkânsızdır.
Dünyanın farklı yerlerinde kripto para birimlerinin düzenlenmesi ve güvenlik endişeleri dâhil olmak üzere aşılması gereken engeller var. Kişilerin anonim olarak işlem yapmasına izin veren kripto paralar, bir yandan mahremiyeti korumakta, diğer yandan da yasa dışı faaliyetler ve kara para aklama noktasında çok etken bir araç olmaktadır. Kripto para piyasası ise hâlâ herhangi bir şekilde düzenlenmiyor, risk değerlendirme mekanizmaları yok ve yatırımların geri dönüş garantisi her zaman mevcut değil. Bu sebeple kripto yatırımının çok riskli olduğu asla unutulmamalı.
7 Mayıs 2019'da bilgisayar korsanları Binance Cryptocurrency Exchange'den 40 milyon ABD doları değerinde 7000'den fazla Bitcoin çaldı. Yani güvenlik açısından da ciddi problemlerin yaşandığını söyleyebilmek mümkün. Bazı kötü amaçlı yazılımlar, kripto para cüzdanlarının özel anahtarlarını çalabilir. Bunların çoğu, şifreleri kaydetmek için tuş vuruşlarını da kaydeder ve genellikle anahtarları kırma ihtiyacını ortadan kaldırır.
ŞİFRELENMİŞ PARALAR
Öte yandan blockchain teknolojilerinin ve kripto paraların müspet tarafları da vardır. Kredi kartı ödemelerinin aksine, kripto para birimleri şifrelenmiştir. Eski ödeme sistemlerindeki gibi bir işlemde dolandırılamazsınız ve kripto para birimini çalmak çok daha zordur. Global olarak iş yapıyorsanız veya sık seyahat ediyorsanız, genellikle döviz kuru riskine maruz kalırsınız. Ayrıca, bir para birimini başka bir para birimiyle değiştirmek ücretlere tabi olabilir veya para birimini tamamen değiştirirken zorluklarla karşılaşabilirsiniz. Ancak kripto para birimleri evrensel olduğu için bu problemler minimum düzeye indirgenmektedir. Daha fazla insan, finansal işlemleri gerçekleştirmek için internete bağlı mobil cihazları giderek daha fazla kullandıkça, kripto para birimi vazgeçilmez hâle gelecektir.
Blockchain teknolojisi, çift harcama, veri güvenliği, sınır ötesi işlemler, ters ibrazlar, dolandırıcılıklar ve para birimi reprodüksiyonları gibi dijital işlemlerle ilişkili birçok zorluğu ele almayı umuyor. Blok zinciri kullanmak, çevrimiçi işlemlerle ilgili maliyetleri azaltırken aynı zamanda meşruiyeti ve güvenliği de artırıyor. Veri manipülasyonu, bankaların asimetrik şifreleme ve açık anahtarlarda önbelleğe almanın ötesine geçmesini sağlayan blockchain teknolojisi yardımıyla tespit edilebilir. Blok zincirinin konuşlandırılması, kullanıcıların ve cihazların parola koruması olmadan kimlik doğrulamasını sağlar. Ağın ademimerkeziyetçiliği, blok zinciri tabanlı SSL sertifikaları aracılığıyla doğrulama için farklı taraflar arasında fikir birliği oluşturulmasına yardımcı olur. Bu noktada blockchain, en yıkıcı teknolojilerden biri olarak ortaya çıktı ve finansal işlemler etrafında dönen hâkim güvenlik sorunlarını azalttı. Teknolojiye yönelik diğer pratik uygulamalar keşfedilirken, blok zincirler, bir dizi siber güvenlik sorununu çözmek için ortaya çıkıyor.
Siber güvenlik, blockchain teknolojisi için öngörülen büyümenin en umut verici alanlarından biridir. Her büyüklükteki işletme için süregelen en büyük zorluk verilerin oynanmasıdır. Blockchain teknolojisi, kurcalanmayı önlemek, verileri güvende tutmak ve katılımcıların bir dosyanın gerçekliğini doğrulamasına izin vermek için kullanılabilir. Blockchain teknolojisi, geleneksel sınır ötesi ödeme yöntemlerine göre çok daha hızlı ve daha ucuz bir alternatif sağlama potansiyeline sahiptir.
Blockchain destekli iş modelleri de, gelecekte işlerin nasıl yürütüleceğine sismik bir değişim sunacak. Ticaret üzerindeki etkisi, özellikle artan dijital küresel ekonomi ve blok zinciri tarafından sağlanan iş modellerinin ve paydaşların ademimerkeziyetçiliği göz önüne alındığında oyunun kurallarını değiştirecek. Doğru uygulandığında, blok zinciri yüksek derecede güven sağlar. Bununla birlikte, blok zinciri ile birlikte, özellikle ana akım finansmanın içinde giderek daha fazla yerleşik hâle geldikçe, bir dizi ek talep de gelebilmektedir. Blockchain'in geleceği seçim yönetimi ve ödemelerle doğrudan bağlantılı olduğundan, gelecekteki ihtimaller sonsuzdur. Bakalım zaman neler gösterecek?
.
1983'TEN 2018'E POLİTİKANIN SEYRİ Partilerin sosyal vaatleri seçimleri nasıl etkiledi?
2 Mayıs 2021 02:00
Prof. Dr. Hasan Fehim Üçışık
Türkiye’de 1983 yılından 2018 seçimlerine kadarki gelişim, partilerin oylarının sosyal tedbir vaatleriyle önemli oranda artabildiğini ve iktidara gelinip bu vaatler gerçekleşmediği veya sosyal tedbir uygulamaları sürdürülmediği takdirde ise oyların azaldığını göstermektedir.
Geniş seçmen kitlelerine yönelik sosyal tedbirler ve vaatler, özellikle 1982 Anayasası dönemindeki seçimlerde önemli bir belirleyici olmuştur ve bu nedenle partiler, çok büyük çoğunlukla, vatandaşların geçim şartları ile sağlık, konut edinme ve eğitim konularında kolaylıklar ve olumlu gelişmeler sağlanacağı şeklinde vaatlerde bulunmuşlardır. 1983 yılındaki seçimde Anavatan Partisi (ANAP), “orta direği” güçlendirmeyi vadetti, tek başına iktidar oldu. Bu vaadine uygun olarak, Toplu Konut İdaresini, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonunu ve Vakıflarını kurdu, Gelir Ortaklığı Senetlerini çıkardı, vatandaşların harcamalarında vergi iadesi uygulamasını başlattı. Yüz binlerce aile ferdi konut kredisiyle ev sahibi oldu. Ancak, önerdiğimiz götürü masraf karşılığı ve oynak merdiven sistemi yerine faiz uygulanması ve para değerindeki düşüş nedeniyle fon giderek eridi veya eritildi. Gelir Ortaklığı uygulaması, ilgili kanuna aykırı bir yönetmelik düzenlemesiyle 3 yılda nominal değer üzerinden itfa öngörülerek sona erdirildi.
1986 yılında, yaşlılık aylığı alanların sosyal güvenlik destek primi ödemeleri şartıyla çalışabilmeleri, memurların kadın ise 50 yaşını ve 20 hizmet yılını, erkek ise 55 yaşını ve 25 hizmet yılını tamamlamaları hâlinde emekli olabilmeleri öngörüldü. 1987 yılında, sağlık sosyal güvencesi olmayanların Genel Sağlık Sigortası yürürlüğe girinceye kadar, Sağlık Kütüğüne kaydedilmeleri ve her yıl prim ödemeleri, durumu müsait olmayanların primlerinin sosyal yardım fonları tarafından yatırılması öngörüldü, ancak bu düzenleme uygulanamadı. 1987 seçiminde ANAP, 4 yılda yaptıklarını anlattı ve “Her köye yol, su, elektrik” sloganını kullandı, SHP sıkılmış limon resmi ile “Beş yıl daha limon gibi sıkılmaya gücünüz var mı?” sloganını kullandı. Sonuçta, ANAP %36,3 oyla tek başına iktidarını sürdürdü.
İSTİKRARSIZ DEVİR
1991 seçiminde DYP, “Çift anahtar”, “Yeşil Kart”, “Her köylüye traktör” sloganları ve üreticilere “Kim ne verdiyse şu kadar fazlası” şeklindeki hesapsız vaatleriyle %27 oranında oy alarak birinci parti oldu, ANAP %24, SHP %20,8, Refah Partisi %16,9, Demokratik Sol Parti (DSP) %10,8 oranında oy aldı ve 11 yıl süren, istenilmez olaylarla dolu, istikrarsız koalisyon hükûmetleri dönemi başladı.
1992 yılında, kadınlara 20, erkeklere 25 yıl sigortalılık süresini doldurarak emekli olma imkânı tanındı ve Yeşil Kart Kanunu çıkarıldı. 1995 seçiminde oylar, Refah Partisi %21,1, ANAP %19,6, DYP %19,2, DSP %14,6, CHP %10,7 şeklinde dağıldı. 1999 yılında, emeklilik yaşı, kadınlar için 58, erkekler için 60 olarak belirlendi. 1999 seçiminde DSP %22,2, MHP %18, Fazilet Partisi %15,4, ANAP %13,2, DYP %12 oranında oy aldı. 2000 yılı başında iki yıllık Ekonomik İstikrar Programı yürürlüğe konuldu, ücret, maaş ve kiralarda 2000 yılında %25, 2001 yılında %10 oranında artış öngörüldü. 2000 yılında enflasyon oranı, programdaki %25 hedefinin hayli üzerinde, %39 olarak gerçekleşti. Buna rağmen 2001 yılında ücret, maaş ve kiralarda %10 oranı uygulandı; asgari ücret, Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından hesaplanandan düşük miktarda belirlendi. Sonuçta, 2000 yılında 5.254.125 olan sigortalı işçi sayısı 400.000 kadar azalarak 4.886.881 oldu, pek çok iş yeri kapandı, yurdun hemen her yerinde esnaf yürüyüşleri ve ilginç protesto gösterileri yapıldı. 2002 yılında, kamuoyunda "İstanbul Yaklaşımı" adıyla bilinen kanunla, bankalar ve diğer mali kurumlar ile kredi ilişkisi içinde olup finansal darboğaz yaşayan borçlular için çeşitli kolaylıklar sağlandı.
2002 seçiminden önceki koalisyon hükûmetleri döneminde, kur garantisi olmayan krediler kullandırılarak çıkmaza sürüklenen yüzlerce işçi şirketi için Meclis'te komisyon kuruldu, yüz binlerce vatandaşın mağduriyetinin giderilmesini sağlamak üzere yapılacak hukuki değişikliklere ilişkin önerilerin yer aldığı bir rapor hazırlandı ancak beklenen kanun çıkarılmadı.
AK PARTİ’NİN GELİŞİ
2002 seçiminde AK Parti , %34,3 oy oranıyla tek başına iktidar oldu, CHP %19,4 oranında oy aldı, diğer partiler barajı aşamadı. AK Parti, bu dönemde, yaşlılık aylıklarına seyyanen zam yapılması, emek gelirlerinin enflasyon oranının üzerinde artırılması, hastanelerin ortak kullanımı, Sosyal Sigortalıların istedikleri eczaneden ilaç alabilmeleri gibi geniş kitlelerin lehine uygulamalar yaptı ve bunların bir kısmını 2007 seçiminde afişlere şöyle yansıttı: “İstediğim hastanede tedavi oluyorum”, “Ders kitaplarımı ücretsiz alıyorum”, “Kira öder gibi ev sahibi oldum”, “KOBİ’lere daha fazla kredi, tam destek”, “Gençlere her alanda tam destek”,“4,5 yıldır elektrik faturamı zamsız ödüyorum.” 2007 seçiminde AK Parti'nin oyları %46,6’ya yükseldi, CHP %20,9, MHP %14,3 oranında oy aldı.
2011 seçiminde AK Parti, o dönemdeki ve daha önceki icraatını afişlere şöylece yansıttı: “1 milyon ücretsiz ders kitabı dağıtıldı”, “İstediğim şehirde üniversiteye gidiyorum”, “İstediğim hastanede tedavi oluyorum”. “Aile Hekimliği hizmetine başladık”, “%80 ucuza istediğim eczaneden ilacımı alıyorum”, “Ektiğim biçtiğim güven altında, Tarım Sigortasını başlattık”, “Mazot, gübre ve ürün desteği alıyorum.” “Enflasyonu %30’dan %4’e düşürdük”, “285.000 engelli yakınına her ay asgari ücret ödüyoruz”, “Kira öder gibi ev sahibi oldum”, “490.000 konut yaptık.”
2011 seçiminde AK Parti %49,8, CHP % 26, MHP %13 oranında oy aldı, diğer partiler yine barajı aşamadı. 2014 yılında öğretim üyeleri ile yardımcılarının brüt aylıklarının %100 ve %115 oranında yükseköğretim tazminatı ödenmesi öngörüldü. 2015 yılında yapılan bir düzenlemeyle, mevduat ve katılım bankalarında çeyiz hesabı açıp evlenenlere devlet katkısı ödenmesi, konutu olmayanlara da aynı şartlarla katkıda bulunulması öngörüldü. Çeyiz hesabı düzenlemesi, evlenmek için maddi desteğe ihtiyacı olanların 3 yıl bankaya para yatırma şartı ve 25 ve üzeri yaştakiler ile 27 yaşından sonra evlenenlere destek verilmemesi dolayısıyla isabetsizdi. Konut hesabı düzenlemesinde, konutu olmayanların kira dışında 3 yıl boyunca bankaya da para yatırmalarının beklenmesi ilginçtir.
2015 yılında, vatandaşlara çocuk yardımı yapılması öngörüldü. Bu dönemde, dar gelirlilere Genel Sağlık Sigortası prim desteği için 19 bin 700 kişiye gelir testi yaptırıldı. AK Parti, 7 Haziran 2015 seçiminde, çoğunluğu 2007 ve 2011’den gelen sloganları kullandı. 7 Haziran 2015 seçiminde AK Partinin oyları %40,9’a düştü, CHP %25, MHP %16,3, HDP %13,1 oranında oy aldı ve koalisyon hükûmeti de kurulamadı. 2015 yılı temmuz ayında, emekli aylıklarına zam yapıldı.
AK Parti, 1 Kasım 2015 seçiminde şu vaatlerde bulundu: “Çalışan anneler, ilk çocukta 2 ay, ikincide 4 ay, üçüncüde 6 ay süreyle yarım gün çalışacak, tam ücret alacaklardır.” “Kadın girişimcilerin 100.000 liraya kadar kullanacakları krediler için kredi kefalet fonu sağlanacaktır”. “Ev almak için peşinat biriktirenler yüzde 15 devlet desteği alacaklardır.” “Yurt için müracaat eden tüm gençlerin barınması sağlanacaktır”. “Lise ve üniversite öğrencisi gençlere ücretsiz sağlık hizmeti sağlanacaktır". “İlk kez iş bulan gençlerin 1 yıl maaşı devlet tarafından karşılanacaktır”. “Kendi işlerini kurmak isteyen gençlere karşılıksız 50.000 lira destek verilecek, yetmezse 100.000 lira faizsiz kredi verilecektir”. “Yeni iş kuran gençler 3 yıl Gelir Vergisi ödemeyecektir.” “Gençlere ücretsiz internet erişimi sağlanacaktır”. “Esnafa 30.000 lira faizsiz kredi verilecektir”. “Genç çiftçilere 30.000 lira karşılıksız destek verilecektir.” “Gübrede ve yemde Katma Değer Vergisi kaldırılacaktır.” “Emeklilere yılda 1.200 lira ek ödeme yapılacaktır.” CHP ise çalışanlara ücret, asgari ücretin altında geliri olan çiftçilere maddi destek, Aile Sigortası Programı, Genel Sağlık Sigortası prim desteği gibi vaatlerde bulundu.
1 Kasım 2015 seçiminde AK Parti %49,5, CHP %25,3, MHP %11,9, HDP %10,8 oranında oy aldı. Böylece tekrar tek başına iktidar olan AK Parti, vaatlerini gerçekleştirdi ve 2018 seçimine 2023 yılı için bir aile hekimine kayıtlı kişi sayısının yarı yarıya düşürülmesi gibi hedefler belirleyerek girdi. 2018 seçiminde CHP 1.000 lira aile maaşı, fatura desteği, öğretmenlere bir maaş ikramiye, "Asgari ücret net 2.200 lira olacaktır” gibi vaatler sıraladı. 2018 seçiminde, AK Parti %42,6, MHP %11,1, CHP %22,6, İyi Parti %10, HDP %11,7 oranında oy aldı.
OYLAR SOSYAL VAATLERLE ARTTI
1983 yılından 2018 seçimlerine kadarki gelişim, partilerin oylarının sosyal tedbir vaatleriyle önemli oranda artabildiğini ve iktidara gelinip bu vaatler gerçekleşmediği veya sosyal tedbir uygulamaları sürdürülmediği takdirde ise oyların azaldığını göstermektedir. 1983’te orta direği güçlendirme vaadiyle tek başına iktidar olan ANAP, dört yılda yüz binlerce aileye konut edindirmiş, yoksullara Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarından destek sağlamış, emekli aylığı bağlanması şartlarını kolaylaştırmış ve emeklilere aylıkları kesilmeksizin çalışma imkânı sağlamış ve 1987 seçimini de kazanmış, ancak, bu ikinci dönemde bu tür sosyal tedbir uygulamaları yeterince yapılamamış, "Sağlık Kütüğü" düzenlemesine işlerlik kazandırılamamış, Toplu Konut Fonu erimiş veya eritilmiş ve 1991 seçimi kaybedilmiştir.
SEÇMEN HAYAT ŞARTLARI GÖZETİLMELİ
1991’den sonra, Yeşil Kart uygulamasının başlatılmasına ve emeklilik şartları defalarca değiştirilmesine rağmen, ilginç seçim vaatlerinin yerine getirilememesi partiler arasında oy dağılımında sürekli ve çok önemli değişikliklere neden olmuştur. Büyük şirketlere kolaylıklar sağlanırken işçi şirketlerine ve diğer orta ve küçük ölçekli işletmelere destek verilmemiş, fevkalade ilginç bir Ekonomik İstikrar Programı uygulanmış, yaygın esnaf yürüyüşlerinin ardından hükûmetteki birinci partinin oyları 2002 seçiminde %2’lere düşmüş, hükûmet ortağı olan partiler ile ana muhalefet partisi ülke barajının altında kalmış, milletvekillikleri, yeni kurulan AK Parti ile Meclis dışındaki CHP arasında bölüşülmüştür. Tek başına iktidara gelen AK Partinin oyları ilk dönemlerde isabetli sosyal tedbir düzenlemeleri ve uygulamalarıyla sürekli artmış, 2011-2015 Haziran döneminde tutum değişikliğiyle gerilemiş, 2015 Kasım seçiminde ise yeni ve tutarlı bir dizi vaadin de etkisiyle tekrar yükselmiştir. Gerek 1991 seçiminde, gerekse 2015 Haziran seçiminde tek başına iktidarda olan partinin daha önce artış gösteren oylarının önemli oranda düşmesi, geniş seçmen kitlelerinin hayat şartlarının sürekli olarak gözetilmesi gerektiğini çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır.
.
Dünden bugüne isim ve soyadlarımızın hikâyesi
9 Mayıs 2021 02:00
Numan Aydoğan Ünal
Türk milletinin soylarının isimleri ekseriya “Hocazadeler”, “Hafızgiller”, “Hacıoğulları” gibi millî ve manevi hüviyete sahipti. Soyadı Kanunu çıkınca bunlar yasak edildi. Nüfus müdürlükleri, vatandaşların birçoğuna ellerindeki hazır listelerinden kendileri seçip soyadları verirlerdi. Böylece “böcek”, “geyik”, “dana”, “tosun” gibi garip soyadları konuldu.
Çocuklarımıza millî ve manevi kültürümüze uygun adlar koymak çok önemlidir. Zira konulan isimlerin çocukların şahsiyetinin gelişmesinde mühim rolü vardır. İslam büyükleri ve millî kahramanlarımızın ismi verilen çocuklar, onları hatırlar ve onlar gibi olmaya özenirler. Tabii ki bir kimsenin Türk mü Müslüman mı olduğu da evvela isminden anlaşılır.
Peygamberimiz, “Kötü ismi olan bunu güzel isme çevirsin” buyurdular. Kendileri de çirkin isimleri değiştirirlerdi. Nitekim Hazreti Ömer’in bir kızının ismi Asıye idi Cemile yaptılar. Bir başka hadis-i şerifte de “Çocuğa güzel isim koymak evladın baba üzerindeki haklarındandır” buyurmuşlardır.
İmam-ı Rabbani hazretleri de kıymetli bir seyyidin kâfir soy ismini aldığını işitince çok müteessir olduğunu dile getirerek “Böyle isimleri almaktan, korkunç aslandan daha fazla kaçmak lazımdır. Böyle isimleri her çirkinden daha çirkin görmek lazımdır” buyurmuştur. (1. Cilt, 23. Mektup)
Dinimizin usullerine göre, yeni doğan çocuğun sağ kulağına ezan, sol kulağına kâmet okunarak ismi verilir.
HANGİ İSİMLERİ KOYMALI?
Çocuklara “Abdullah, Abdurrahman, Muhammed, Ahmed…” gibi isimleri koyanı Allahü teâlâ sever. (Tam İlmihal)
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri “Ahmed” ismini çok severlerdi. Üç oğlunun ismi de “Ahmed” idi: Ahmed Mekkî, Ahmed Enver ve Ahmed Münir... “Yüz oğlum dahi olsa her birinin ismini Ahmed koyardım” derlerdi.
Bu mübarek isimleri alay ederek bozmak, mesela Mehmed’e “Memo”, Hasan’a “Hasso”, İbrahim’e “İbo” demek büyük günahtır. (Tam İlmihal)
Türkler asırlardan beri Peygamberimize olan muhabbet ve bağlılıklarından dolayı çocuklarına en çok Muhammed ismini veriyor. Ancak edep ve hürmetten dolayı Muhammed, “Mehmed” olarak telaffuz ediliyor. İslam âleminde böyle bir nezaket ve zarafet sadece Türklere mahsustur.
Bu isimlerden başka, çocuklara, Peygamberimizin sahabelerinin isimleri; Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan, Hüseyin ve diğer sahabelerin, evliyaların isimleri konulabilir. Türk devlet adamları ve kahramanları Tuğrul, Çağrı, Selçuk, Timur, Alparslan, Orhan gibi isimler de verilebilir.
Ancak; çocuklara Müslüman olmayan hiçbir kimsenin ismi verilemez: Mesela Atilla, Cengiz, gibi…
Atilla; Orta Çağda Avrupa’yı ele geçiren Hunların reisi idi. Çok zalim ve kan dökücü idi. Allah’ın gazabı denirdi. (Kâmus)
Cengiz; Türk değil Moğol’dur. Kitapsız kâfirdir. İslam’a büyük zarar verdi. Milyonlarca Müslüman öldürdü. (Kâmus ve Kısâs-ı Enbiyâ)
VAHİDEDDİN HAN’IN HASSASİYETİ
Birinci Dünya Savaşının çok sıkıntılı günlerinde, Enver Paşa’nın amcası İttihatçı Halil (Kut) Paşa, cepheden İstanbul’a gelir. Devrin Osmanlı padişahı Sultan Vahideddin Han’ı ziyaret eder. Sultan, kendisine pek çok sualler sorduktan sonra “Oğluna Cengiz ismini koymuşsun. Cengiz’in Müslümanlara yaptığı zulmü bilmiyor musun?” deyince İttihatçı Halil Paşa bu sualin mahiyet ve ehemmiyetini idrak edemediğinden “Bu Cengiz Müslümandır” diyerek kaçamak bir cevap verir. Buradan Sultan Vahideddin Han’ın dinî konularda ne kadar hassas olduğu anlaşılmaktadır. (Yüzbaşı Selahattin’in Hatıraları)
TÜRK DÜNYASINDAKİ İSİMLER
Osmanlıda olduğu gibi Türkistan coğrafyasında da kullanılan isimler hemen hemen aynıdır. Mesela Türkistan’da o kadar çok Murat ismi var ki; birbirine karışmasın diye bu isme bir kelime daha ilave etmişlerdir: “Bayrammurat”, “Begmurat”, “Nurmurat”, “Şahmurat”, “Cumamurat”, “Sefermurat”, “Babamurat”, “Ağamurat…”
Türkmenistan’dan bir profesör İstanbul’a gelmişti. Kendisine “Biz tek millet, iki devletiz. Ceddimiz Osmanlının Kayı Boyu-Karakeçili Aşireti, ülkenizin Mahan bölgesinden Anadolu’ya geldiler. Sizde en çok kullanılan isim hangisidir?” deyince; o da “Murat; hatta Cumhurbaşkanımızın ismi de Sefermurat’tır” dedi. Bunun üzerine “Bizim de 36 Padişahımız var, beşinin adı Murat’tır. İşte bu da aynı millet iki devlet olduğumuzu teyid ediyor” dedim.
TÜRKİSTAN’DA GÜL SEVGİSİ
Yavuz Bülent Bâkiler, Sovyetlerin dağılmasından sonra Kırgızistan’a gittiğinde orada ilk dikkatini çeken, kız çocuklarına verilen “Gül”lü isimlerdir. Adını sorduğu pek çok kadın ve kızın isminin ya gülle başladığını veya gülle bittiğini işitince sevinçle şöyle der: “Gül, bizim kültürümüzde; tasavvuf edebiyatımızda Peygamberimizin sembolüdür.”
Bâkiler’in tespit ettiği yüze yakın güllü isimlerden bazıları şunlardır: “Gülay”, “Gülayşe”, “Gülzade”, “Gülmira”… “Lalegül”, “Nurgül”, “Meralgül”, “Nazlıgül”
ANADOLU’DA BAZI İSİMLERİN VERİLİŞ SEBEPLERİ
Anadolu’da bazı isimlerin çocuklara verilmesinin çeşitli sebepleri vardır. Mesela çocukları yaşamayanlar, erkek çocuklarına “Dursun”, “Durmuş”, “Durdu”, “Yaşar”; kızlara ise “Dursune”, “Yaşare” ismi verir.
Arka arkaya kızı olan bazı anne-babalar, bir sonraki çocuklarının erkek olması için kızlarına “Döne” ismini verirler. Ayrıca çok çocukları olan bazı aileler, bir daha çocuklarının olmaması için son çocuklarına “Yeter”, “Soner”, “Songül” gibi isimler koyarlar.
Bazı yerlerde de çocukları yaşamayanlar, yeni doğan çocuğu bir evliya türbesine götürüp dua eder ve çocuğu bu evliyaya sattık derler. Böylece çocuğun ismi “Satılmış” olur. Tabii ki bu gibi isimlerin manevi bir değeri olmamakla beraber, haram ve günah da değildir.
Bazı kimseler de memleketlerindeki evliyaların isimlerini koyuyorlar. Bu da güzel bir âdettir. Mesela Sahabelerden “Ukâşe” hazretlerinin türbesi Gaziantep ile Kahramanmaraş arasında bulunmaktadır. Bundan dolayı buralarda Ukâşe ismi çok yaygındır. Ancak Ökkeş diye telaffuz edilmektedir ki böyle söylemek uygun değildir. “Ukâşe” denilmelidir.
“Tâhâ” ve “Fehim” isimleri, Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri ve Seyyid Fehim Arvasî hazretlerinden dolayı Van ve Hakkâri’de çoktur.
Son asır Harput evliyasından Osman Bedreddin hazretlerinden dolayı Elâzığ ili ve civarında “Bedreddin”, “Bedri”, “Bedriye” isimleri fazladır.
Bir de çocuklara doğdukları zamana göre isim verilmektedir. Şaban ayında doğana Şaban, ramazan ayında doğana Ramazan, bayramda doğana Bayram, Berat Gecesi'nde doğana Berat, Kadir Gecesi'nde doğana ise Abdülkadir ismi çok konulmaktadır.
“D” HARFİ DÜŞMANLIĞI!
Edebî, zengin lisanımızı uyduruk dile çevirenler, isimlerimizde de tahribat yaptı. Mesela, sonu “d” harfi ile biten isimler, “t” sesi ile yazılıp okunmaya başlandı. Böylece başta Peygamberimizin “Muhammed” ismi olmak üzere “Ahmed”, “Mehmed”, “Nihad”, “Bülend” gibi pek çok isim maalesef “Muhammet”, “Ahmet”, “Mehmet”, “Nihat”, “Bülent” şeklinde yazılır oldu.
Meşhur edebiyatçılarımızdan Nihad Sami Banarlı Bey bu hususta diyor ki: “D, yumuşak, ‘t’ sert harflerdir. ‘D’ler ‘t’ye çevrilince dilde sertleşme meydana geldi. Bilmem psikologlarımız ne derler ama biz, son zamanlarda sokaklara dökülen terbiye dışı, kaba, sert hareket ve sözlerde bu yanlış ve zevksiz dil sertleşmesinin büyük rolü olduğu inancındayız.”
Nihad Sami Banarlı Bey bu mevzuda, Abdülhak Hamid ile Müderris Ferid Bey arasında geçen şu nükteyi kaydediyor: Abdülhak Hamid ile Müderris Ferid Bey, isimlerinin son harflerinin “d”den “t”ye çevrilmesine dair emir geldiğinde; ismi Hamit kılığına sokulan şair, adı Ferit sertliğine bürünen müderris Ferid Bey’e; “Nihayet senin de kuyruğuna bir ‘it’ taktılar” deyince; Ferid Bey de “Benim hiç olmazsa ‘fer’imi bıraktılar. Senin adın hem ‘ham’ hem ‘it’e döndü” cevabını verir. (Nihad Sâmi Banarlı- Türkçenin Sırları)
“DİN”, “TİN” OLUNCA...
Milletimizin asırlardan beri çocuklarına verdiği “Seyfeddin”, “Nureddin” gibi pek çok ismin sonundaki “din” “tin”e çevrilince, kelimelerin sertleşmesinden başka, manaları da bozuldu. “Tin”in Türkçede bir karşılığı yoktur. Arapçada ise “incir” manasına gelir. “Seyf” ise Arapçada “kılıç” demektir, “Seyfeddin”; “dinin kılıcı” iken; “Seyfettin” yazılınca “incirin kılıcı”; “Nureddin” ise “dinin nuru” iken “incirin nuru” oldu. İsimlerin böyle bozulmasında mutlaka bir gizli maksat ve gaye olmalı!..
SOYADI
“Soy”u denilince; bir kimsenin sülalesi, ailesi, kavmi, ceddi, nesli anlaşılır. “Soyadı” ise bunları ifade eden kelimedir.
İsviçre’den alınarak 1934’te Meclis’te kabul edilen kanuna göre her Türk vatandaşına, bir soyadı alma mecburiyeti getirildi. Yine 1934 yılında çıkarılan kanunla da “Hacı”, “Hoca”, “Hafız”, “Zâde”, “Molla”, “Ağa”, “Paşa”, “Efendi”, “Bey”, “Beyefendi”, “Hanım” gibi unvanların kullanılması yasaklandı.
Türk milletinin soylarının adı ekseriya millî ve manevi hüviyete sahipti: “Hocazadeler”, “Hafızgiller”, “Hacıoğulları” gibi... Soyadı Kanunu çıkınca bunları almaları ve kullanmaları yasak edildi.
Nüfus müdürlükleri, soyadı almak için gelen vatandaşlara çeşitli zorluklar çıkarırlardı. Birçoklarına da ellerindeki hazır listelerinden kendileri seçip soyadları verirlerdi. Mesela: “Böcek”, “geyik”, “dana”, “tosun”, “koç”, “koyun”, “sülük”, “tavşan”, “tilki”, “ördek”, “taş”, “toprak”, “çamur”, “kavak” gibi çirkin ve garip soyadları zaman zaman medyada da haber olur. Mesela üniversitedeki hocalarımdan birinin soy ismi tosun, diğeri de karacaydı. Yine eski Meteoroloji Genel Müdürlerinden birinin soyadı geyikti.
Soyadı Kanunu çıktıktan sonra daha da çok Batılılaşmak için insanlara isimleri ile değil soyadlarıyla hitap edilmeye başlanıldı. Mesela, “Sayın Genel Müdür Geyik!” gibi…
Genç muhabir, spiker ve sunucular; babası yaşındaki kimselere sadece soyadları veya isim ile soyadlarını birlikte söyleyerek hitap ediyor. Yani “bey” demekten kaçınıyorlar. Bu da Türk örf ve âdetine hiç uygun olmuyor.
HAYIRLI BİR HİZMET
Şimdiye kadar bir kimsenin Nüfus Müdürlüğüne giderek soyadını değiştirmesi mümkün değildi. Mahkemeye gitmesi, dava açması, şahitler göstermesi gerekirdi.
Ancak; hükûmetimizin 2017 yılında çıkardığı kanunla isteyenlere, soyadlarını değiştirebilme imkânı verildi. Bugüne kadar 260 bin kişi soyadını değiştirdi. Bu kanun Türk milletinin çok hayrına olmuştur.
2019 TÜİK verilerine göre ülkemizde çocuklara en çok verilen isimlerin “Yusuf” ve “Zeynep” olduğu tespit edilmiştir. Bilindiği gibi Yusuf, peygamber ismi, Zeynep de Peygamberimizin kızının ismidir. Halkımızın çocuklarına böyle mübarek isimler vermesi de memnuniyet vericidir
.
TURGUT ÖZAL’IN TÜRKİYE’YE KAZANDIRDIĞI FİNANSMAN MODELİ: “Yap İşlet Devret”le Türkiye’nin çehresi değişti
16 Mayıs 2021 02:00
Dr. Hayrettin Tüleykan
Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi
İİBF Maliye Bölümü Öğretim Üyesi
Merhum Turgut Özal döneminde insanımız dış dünyayı tanıdı, farklı ülkelerle iktisadi irtibatlar kurdu. Bugün gerçekleştirilen iktisadi başarıların önemli bir kısmının altında onun başlatmış olduğu ekonomik değişim ve reformlar yatmaktadır. “Yap İşlet Devret” modeli de onlardan biridir...
1990-2019 yılları arasında dünya genelinde gerçekleştirilen kamu özel iş birliği işlem adedi 5 bin 238 ve yaklaşık yatırım tutarı 1,8 katrilyon dolar gibi muazzam bir rakama tekabül etmektedir.
Türkiye’de son 33 yılda toplam 142,2 milyar dolarlık proje “Yap İşlet Devret”le meydana geldi.
II. Dünya Harbi’nde Almanya her yönüyle tam bir harabeye döndü, şehirler enkaz yığını hâline geldi. 1949 yılında ise Almanya Ekonomi Bakanlığı’na Ludwing Erhard getirildi. 1963 yılında Kondrad Adenauer’in istifası üzerine Erhard, Şansölye seçildi ve 1966 yılına kadar görevini yürüttü. Erhard, bu 17 yıllık kesintisiz siyasi istikrar döneminde, yaptığı ekonomik reformlar ve takip ettiği politikalarla Almanya’nın bugünkü seviyeye gelmesinin temelini attı. Bu dönemde Almanya’da harika ekonomik başarılar gerçekleştirdi.
ÖZAL, ERHARD’A BENZETİLDİ
Turgut Özal da, iktidara geldiğinde o günün Batı medyasında, Alman ekonomisini zirveye taşıyan Ludwing Erhard’a benzetildi. Gerçekten de Özal’ın 1979 yılında ekonominin başına geçmesiyle çok zor günler geçiren ve her anlamda kötüye giden Türk ekonomisi bir anda istikamet değiştirdi. Bu değişimde ekonomide bir milat olan ve onun öncülüğünde hazırlanan 24 Ocak 1980 iktisadi kararları yatmaktadır. Bu kararlar ile artık Türk ekonomisinde ithal ikameci politikalar terk edilerek serbest piyasa ekonomisine dayalı ihracat öncelikli büyüme modeline geçildi.
BİR ZİHNİYET DEĞİŞİMİ
Turgut Özal, 1983 yılında iktidara geldiğinde Türkiye’de devrim niteliğinde siyasi, sosyal ve iktisadi reformlar gerçekleştirdi. İnanç, düşünce ve teşebbüs hürriyetini getiren icraatları ile bir zihniyet değişimini tetikledi. Artık ekonomide transformasyon, iç ve dış finansal serbestleşme, özelleştirme ve kamu finansmanında kamu özel ortaklıları ön plana çıkmaya başladı. İnsanımız dış dünyayı tanıdı, dünyanın birçok noktası ile iktisadi bağlantılar kurdu. Bugün gerçekleştirilen iktisadi başarıların önemli bir kısmının altında onun başlatmış olduğu ekonomik değişim ve reformlar yatmaktadır. Hâlihazırda ekonomide onun yaptığı icraatın meyveleri alınmaya devam etmektedir.
Bu yazımızda Türk ekonomisinde büyük bir çığır açan ve Turgut Özal’la birlikte iktisadi hayatımıza giren kamu özel iş birliği ve “Yap İşlet Devret” modelinden bahsedeceğiz. Bu model iktisadi hayatımıza girdikten sonra “Yap Kirala Devret”, “İşletme Hakkının Devri” ve “Yap İşlet” şeklinde kamu özel iş birliği modelleri de uygulanmaya başlanmıştır.
KAMU ÖZEL İŞ BİRLİĞİ
20. asrın son çeyreğinden itibaren altyapı hizmetlerinde devletin rolünü azaltan ve kamu hizmetlerinin sunumunda özel sektör payını artıran kamu özel iş birliği arayışlarına gidildi. Bunlardan ilki ve en yaygın kullanımı olan “Yap İşlet Devret” modelidir.
Dünya Bankası verilerine göre 1990-2019 yılları arasında dünya genelinde gerçekleştirilen kamu özel iş birliği işlem adedi 5 bin 238 ve yaklaşık yatırım tutarı 1,8 katrilyon dolar gibi muazzam bir rakama tekabül etmektedir. Bunun büyük çoğunluğu da sadece yüzde yüz özel sektör yatırımı şeklinde gerçekleşmektedir.
“YAP İŞLET DEVRET” NEDİR?
“Yap İşlet Devret” kaynak kullanımında aktiflik ve verimliliğe yönelik kamu-özel sektör iş birliğine dayalı bir finansman modelidir. Kısa bir tarifle ileri teknoloji ve büyük sermaye gerektiren yüksek yararlı kamu projelerinin, önceden belirlenmiş idari sözleşme çerçevesinde yerli veya yabancı özel sektör firması ya da firma konsorsiyumu tarafından gerçekleştirilmesidir. Yani kamu yararı yüksek, bayındırlık ve altyapı projelerinin özel sektör tarafından gerçekleştirilmesi ve bunun karşılığında bu projelerin işletiminin belirli bir müddet zarfınca bu firmalar tarafından üstlenilmesi, süre tamamlandığında işletmenin bedelsiz olarak işler bir vaziyette kamuya devredilmesidir. Model; köprü, yol, tünel, liman yapımından tabiat parkı, toptancı hali yapımına kadar birçok farklı alanda uygulanabilmektedir.
Burada kamu tarafından gerçekleştirilmesi hâlinde büyük bütçe (vergi gelirleri) gerektiren ve yapılması -herkes tarafından sorgulanan kamunun verimsiz çalışması yüzünden- uzun zaman alacak kamu yararı yüksek projelerin devlete yüksek maliyete sebep olmaksızın ve hızlı bir şekilde yapılması söz konusudur. Yine bu modelle kaynakların aktif ve verimli kullanılması, özel sektör tecrübesinden kamu hizmetleri sunumunda yararlanılması ve projenin yapımında en verimli teknolojilerin kullanılması hedefleri gözetilmektedir.
PROJELER KISA ZAMANDA TAMAMLANDI
Ekonomi de “kamu mu özel sektör mü” problemini geride bırakan ve geleneksel kamu finansman anlayışını değiştiren bu model, birçok kamu yatırım projelerinin yapılabilirliğini ortaya çıkarmıştır. Bu finansman anlayışıyla birlikte artık projeler daha kısa sürede ve vatandaşların vergi gelirlerine başvurulmaksızın gerçekleştirilmiştir. Bu sayede çok hızlı refah artışları yaşanmış, ileri teknoloji kazanımda ve ülke yatırım stokunda ciddi artışlar görülmüştür. Bu finansman tekniği ile Türkiye, Avrupa Birliği (AB) Kriterlerini yakalama hususunda önemli bir ivme kazanmıştır.
“Yap Kirala Devret” modelinde yukarıda belirttiğimiz gibi özel sektör tesisi yapmakta, sözleşmede belirlenen süre zarfınca işletmekte ve sonunda tesisi kamuya devretmektedir. Buna mukabil idareler her yıl şirkete kira ödemesi yapmaktadır. “İşletme Hakkı Devri” modelinde devletin mevcut bir tesisinin işletme hakkı belirli bir müddetliğine özel sektöre devredilmektedir. Tesis sadece belli bir süreliğine devredilmekte, mülkiyet kamuda kalmaktadır. “Yap-İşlet” modeli ülkemizde elektrik enerjisi üretiminde de kullanılmıştır. Bu modelde, özel sektöre termik santral kurma hakkı ve işletme izni verilmekte, üretilen elektriği devlet satın almaktadır. Sözleşme bitiminde ise tesis özel sektörde kalmaktadır.
Türkiye’de liberal iktisadi sistemin yerleşmesinde ve kurumsallaşmasında unutulmaz hizmetleri olan Turgut Özal’ın liderliğinde kazandırılan model hakkında ilk kanuni düzenleme 1984 yılında yapıldı. Bu düzenleme ile enerji üretimine yönelik tesislerin yapılmasının ve belirli bir süreliğine (bugün itibarıyla 49 yılı geçemez) işletim hakkının özel sektöre verilmesinin yolu açılmış oldu. Türk ekonomisinde kamu yatırım finansmanı açısından bir milat olan bu düzenlemeden sonra büyük sermaye gerektiren yüzlerce mega yatırım projesi, bu modelle gerçekleştirildi. Gerçekten iktisadi sahada bir dehaya sahip olan Özal’ın açtığı bu çığır kendinden sonra her gelen iktidarlar tarafından uygulanarak günümüze kadar geldi.
Özal sonrası birçok sarsıntı ve kriz yaşayan Türk ekonomisi, 2001 yılında tarihinin en büyük krizini yaşadı. Kriz sonrası dönemde meydana gelen siyasi istikrar döneminde ise Türkiye yeniden büyüme fırsatını yakaladı. 2000 sonrası yapılan yol, köprü, tünel, demir yolu ve havalimanı yatırımları hep bu “Yap İşlet Devret” modeli ile gerçekleştirildi. Bunların içinde kamuoyu tarafından en çok bilinenlerini saymak istersek ilk akla gelenler şunlardır:
1- Marmaray, (5,5 milyar $)
2- Avrasya Tüneli, (1,2 milyar $)
3- Yavuz Sultan Selim köprüsü, (3,5 milyar $)
4- Osman Gazi köprüsü, (10,3 milyar $)
5- 1915 Çanakkale Köprüsü, (10,3 Milyar $)
6- Kuzey Marmara Otoyolu, (250 km), (2,7 milyar $)
7- İstanbul-Gebze-Orhan Gazi-İzmir Otoyolu, (421 km) (7,4 milyar $)
8- İstanbul Havalimanı, (28,5 milyar $)
Kanal İstanbul Projesi de Temmuz 2018 tarihinde “Yap İşlet Devret” modeli çerçevesine alınmıştır. Şehir hastaneleri ise “Yap Kirala Devret” ile yapılmaktadır.
Sadece bu projelerin yapım maliyetleri yaklaşık 70 milyar doları bulmaktadır. “Yap İşlet Devret” finansman tekniği sayesinde bu miktar kamu giderlerinden tasarruf edilerek projeler özel sektör aracılığı ile hızlı bir şekilde gerçekleştirilmiş olmaktadır. Burada hem devlet tasarruf etmekte, hem de vatandaş refah seviyesini ciddi anlamda yükselten bu tür hizmetlere bir an önce kavuşmaktadır. Aynı zamanda özel sektör firmaları da kaynaklarını ülke yararına verimli sahalarda kullanarak kâr elde etmektedir. Bu finansman modeli ülkeye yabancı sermaye girişini artırırken yerli firmaların tecrübe ve teknoloji transferi elde etmelerini sağlamaktadır.
MARMARAY’IN ÖNEMİ
Marmaray ve Avrasya tünelinin sosyal ve ekonomik getirilerine baktığımızda yıllık 45 milyon yolcuyu 1 saat yerine 4 dakikada taşıyan Marmaray’ın 10 yıllık projeksiyonda zaman, enerji tasarrufu ve kazalarda azalma yönünden sağladığı faydanın yaklaşık ekonomik değeri: 4 milyar TL olarak hesaplanmıştır. Buna ilave araç amortisman giderinde tasarruf, bilet getirileri gibi mali faydaları ve yıllık 115 bin ton karbon gazı salınımındaki azalma, daha az stresli ve sağlıklı yolculuk, zamanında erişim gibi çeşitli diğer faktörler de hesaba katıldığında ne derece önemli sosyal ekonomik getirisinin olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Avrasya Tüneli’nden geçenler kadar geçmeyenler de yararlanmış olmaktadır. Çünkü tünelin hizmete açılmasıyla 15 Temmuz Şehitler Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nde trafikte gözle görülür bir rahatlama yaşanmaktadır. Avrasya Tüneli’nin, birinci yılında zaman, yakıt, emisyon ve kaza maliyetleri açısından sürücülere ve ekonomiye toplam 1,2 milyar lira tasarruf sağladığı hesaplanmıştır.
2019 yılı itibarıyla kamu özel iş birliği şeklinde sözleşme değeri yaklaşık 142,2 milyar dolarlık 243 proje yürütülmektedir. 102 proje ile ulaştırma sektörü birinci sırada yer almaktadır. 92 proje ile enerji sektörü ikinci sıradadır. Projelerin modellere göre dağılımında 109’ar proje ile “Yap İşlet Devret” ve “Yap Kirala Devret” en çok model olarak karşımıza çıkmaktadır.
SON YILLARDA PROJELER ARTTI
Kalkınma Bakanlığı verilerine göre 1986-2001 döneminde 12,3 milyar dolarlık 67 proje “Yap İşlet Devret” modeli ile gerçekleştirilirken 2003-2019 döneminde 129,8 milyar dolarlık 176 proje gerçekleştirildi. 33 yılda toplam 142,2 milyar dolarlık proje kamu-özel sektör iş birliği ile yapıldı.
Gerçekten 2000 sonrası dönemde Türk ekonomisi büyük atılımlar gerçekleştirdi. Ülkenin her tarafı bölünmüş yollarla örüldü, hava limanları yapıldı, büyük bayındırlık ve altyapı yatırımları hayata geçirildi. Refah seviyesi arttı, kişi başına gelir 3.200 dolardan 10.000 dolar seviyelerine yükseldi. Bunda devletin kasasına doğrudan başvurulmayarak gerçekleştirilen bu mega kamu projelerinin payı çok yüksektir. Yap İşlet Devret modeli bu projelerin gerçekleşmesinde siyasi istikrar ortamının sağlanmasından sonra ikinci ana belirleyici unsur olmuştur.
.
Ahlak mı, kültür mü?
23 Mayıs 2021 02:00
Prof. Dr. Ekrem Cengiz
Gümüşhane Üniversitesi, İİBF İşletme Bölümü
Bir toplumda fertlerin tahmin edilebilir davranışlarını şekillendiren ana unsur çoğunlukla felsefi ekoller değil kültürdür. İlkeli, kurallı, sağlam değerlere sahip, düşünceyi önceleyen bir kültürel ortam, içinde bulunduğu ülkeyi zirveye taşır.
Ahlaki değerlerin kültürel değerlerin arkasından geldiği ve göz ardı edilebilir bir yapıya sahip olduğu toplumlarda bozulma ve çözülme dönemi başlar.
Ahlak, insan davranışlarının farklı dinî, kültürel ve felsefi gruplar tarafından doğru ya da yanlış olarak tespit edilebilmesine imkân veren ilkeler veya inançlar bütünüdür. İnsan topluluklarında kültür, dinî ve felsefi gruplar tarafından belirlenen referansları önceler ve şekillendirir. İnsanlar; nesneleri, olguları ve kişileri tanımlayan ilk kavramsal çerçevelerini, davranışlarına yön verecek ilkelerini ve değerlerini ailelerinden ve yakın çevrelerinden modelleme yöntemiyle elde ederler. Okul çağına gelince eğitim sistemi ve arkadaş grupları bireyin dünya görüşünü şekillendirecek diğer unsurları temin eder. Gençlik çağında ise medya, farklı ideolojik, felsefi ya da çıkar grupları bireyin iç dünyasını değiştirir. Kişinin olgunlaşması kırklı yaşlarına kadar azalan bir hızla devam eder.
DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN ZENGİNLEŞMESİ
Bir fert, yaşadığı hayatta ne kadar farklı kişiliğe, fikirlere ve değerlere sahip insanları ve grupları tanırsa, dünya görüşü de o oranda zenginleşebilir. Burada temel faktör bireyin yaşadığı hayatın bilincinde olması ve çevresine eleştirel bir gözle bakabilme kapasitesidir. Kişilerin farkındalık seviyelerinin artması, yüksek bir eğitim (öğretim değil) çabası ve yoğun bir gözlem faaliyeti içerir ki toplumda çoğu insan bireysel farkındalık seviyesine gelemez. Genellikle insanlar, çevrelerinde hazır olarak buldukları toplu fikri, davranışsal, ilkesel ve değersel formları yansıtırlar ki bu fazla bir çaba gerektirmez. Bu toplu kalıplar, gençlik çağında aykırı formlar topluluğu olsa da hayatın ilerleyen yıllarında toplum tarafından genel kabul gören formlara dönüşür. “Bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının tümü” tanımından yola çıkacak olursak, yukarıda bahsettiğimiz toplu formları bir açıdan kültür olarak adlandırabiliriz.
ANA FAKTÖR KÜLTÜR
Kısacası bir toplumda fertlerin tahmin edilebilir davranışlarını şekillendiren ana unsur çoğunlukla felsefi ekoller değil kültürdür. İlkeli, kurallı, sağlam değerlere sahip, düşünceyi önceleyen bir kültürel ortam, içinde bulunduğu ülkeyi zirveye taşır. Aksi hâlde III. dünya ülkesi manzarası ortaya çıkar. Mesela, bir işin yapılması için o işin asıl ve usulünü takip etmek yerine, kısa yoldan o işe etki edecek yan unsurları kullanmanın kabul edilebilir ve övülür bir yöntem olduğu (kültürel bir öge) yerlerde, birey ister istemez bu yöntemi takip eder. Çünkü kişinin ailesi, çevresi ve diğer referans grupları, kendi işlerini bu metoda göre yapmakta ve başarılı olmaktadırlar. Bireye etki eden toplumsal birimlerin hepsinin kişiden istediği davranış kalıplarını terk etmek, bu toplumda başarısızlık nedenidir. Eğer kişi, toplum tarafından kabul edilen davranış formunun yanlış olduğu kanaatine varır ve uygulamazsa toplum tarafından dışlanır ve hayatta başarısız olur. Herhangi bir işe girebilmek için gerekli olan ölçülebilir objektif kriterlerin olmadığı bir sistemde işe eleman alımlarında bireysel referans (torpil, iltimas, kayırmacılık) sisteminin kullanılması kaçınılmazdır.
“Torpil” Fransızcadan geçen bir kelime olup, “Bir projeyi batırmak amacıyla gerçek niyetini belli etmeden müdahale etme” anlamında olup Arapça eş anlamlısı iltimastır. İltimas ise “Birinin elini veya eteğini tutarak rica etme” manasına gelmektedir. İşe alımlarda objektif ölçülebilir kriterler bile olsa kültür gerektiriyorsa yardım için bu kurallar esnetilebilir. Kültürün aile ve akraba çevrelerine yardımcı olma ilkesi, ahlaki bir ilke olan hak ve adalet ilkesine göre uyarlanmazsa sonuç rezalet olur.
KÜLTÜREL DEĞERLER YOZLAŞABİLİR
Kültürel değerler bazen yozlaşabilir. İnsanlığın geneli tarafından kabul edilmiş ahlak ilkelerine üst değerler sistemi olarak bakıp, toplum tarafından empoze edilen davranış kalıpları bu üst değerlere göre ayarlanmazsa toplumsal yozlaşma gerçekleşir. Kültürel değerler, üst ahlaki değerlere göre belirlenir ve elimine edilirse bireyin kendisini adapte ettiği toplu formaları takip etmekte herhangi bir vicdan karışıklığı oluşmaz. Ahlaki ilkeler fıtri ve akli ilkelerdir ve ana hatları insanlık tarihi boyunca değişmez olarak kalır. En iyi örnek Musa aleyhisselamın on emridir.
Genel ahlak ilkelerinin, bazı toplumların bazı dönemlerinde neden uygulanmadığı ise kültür tarafından açıklanabilir. Kültürel değerlerin ana unsuru ‘toplumun duyuş ve düşünüş birliği’ olup bunun doğruluğu konusu sonra gelen ikincil bir mevzudur. Dolayısıyla ahlaki değerlerin kültürel değerlerin arkasından geldiği ve göz ardı edilebilir bir yapıya sahip olduğu toplumlarda bozulma ve çözülme dönemi başlar. İşe eleman alımlarının adaletli olması gerektiği konusunda herkes hemfikirdir, ama neden kimse inandığı bu kuralı uygulamaz? Burada otomatik olarak devreye giren öğrenilmiş kültürel toplu formlar karşımıza çıkar. Ahlaki olarak yanlış olduğu kesin olan iltimas, nasıl oluyor da toplumda yaygın ve kabul edilebilir bir uygulama haline geldiği sorusunun temelinde ahlaki kurallara göre oluşmamış kültürel yapı bulunmaktadır. Bunun çözümü bütün kültürel davranış, duyuş ve düşünüş biçimlerinin ahlaki kural ve ilkelere göre yeniden yapılandırılmasıdır.
DAYATILAN BATI KANUNLARI
Batı toplumlarına bakıldığında görülecektir ki uzun süren kargaşa, adaletsizlik ve ahlaksızlık sonucu öğrenilmiş olan zorunlu bir gidişatın gerekliliği, Batı vicdanında ve aklında, kanun ve nizam olarak belirmiştir. Batı toplumlarının ahlaki üstünlüğünden ziyade kanun, kural ve ilkelere göre düzenlenmiş bir toplumsal yapının varlığı takdire şayandır. Batı toplumu bu seviyeye, kötü tecrübenin kazandırdığı ferasetle gelmiştir. Bizim Batı’nın yaşadığı 250 yıllık düzen gerekliliği tecrübesini edinmemiz için fazla zamanımız yoktur. Kanunlarımızın Batı’dan alınmasına rağmen toplumsal yapımızın keşmekeşliğinin sebebi uygulama isteğimizin yokluğudur. Batı’nın kanunları halkın tecrübesiyle birlikte olgunlaşmış ve halk tarafından içselleştirilerek kültürel davranış formları hâline gelmiştir. Bizim Batı’dan aldığımız kanunlar ise aynen kurumlarımız gibi içi bize göre anlam ifade etmeyecek şekilde dayatılmıştır. Yani sorun kanun, kural eksikliği değil, kültürel olarak sebebi içselleştirilmemiş ve bir değer atfedilmemiş uygulama isteksizliğidir. Bundan dolayı her kanun bizim kültürümüzde, şahsi işimize yaramıyorsa göz ardı edilebilir. Kültürel değerlerimizin ahlaki ilkelere göre gözden geçirilip anaokulundan başlamak üzere toplumun her kesiminde gönüllü olarak uygulanabilir davranış formlarına dönüştürülmesi gerekmektedir. Toplu bir seferberliğe ihtiyacımız vardır: Ahlak seferberliği..
.
Yeni Özbekistan
23 Mayıs 2021 02:00
İrfan Hattatoğlu
irfanhattatoglu@gmail.com
Yeniden bir uyanış dönemi yaşayan Özbekistan’da, Cumhurbaşkanı Mirziyoyev’in ülkenin gelişmesi ve iktisadi büyümesi adına attığı tohumlar meyve vermeye başlamaktadır.
Bütün Türk halklarının ata yurt coğrafyasında yer alan Özbekistan ile bugün bütün Türk ve Müslüman topluluklara ana yurt olan Türkiye arasındaki dostluk ve stratejik birliktelik her geçen gün gelişmekte, yeni iş birliklerinin temelleri atılmaktadır. Türk halklarının merkezi olan ve bugün Özbekistan sınırları içinde yer alan “Maveraünnehir” olarak bildiğimiz bölge, geçmişte bilim ve medeniyetin merkezi olmuş, İmam-ı Buhari, İmam-ı Tirmizi önderliğinde hadis kitapları ile İslamiyetin sağlam temellere oturmasına vesile olmuştur. Bu coğrafyada yaşayan El Harezmi matematiğin öncüsü olmuş, tıp ilminde ölmez eserler bırakılmıştır. Bölgede yetişen Nakşibendi tarikatının önderlerinden Muhammed Bahaeddin Nakşibend, Emir Külal (Gilal), Ubeydullah-ı Ahrar, Abdullah-ı Goncdevani gibi âlimler ise İslamiyetin kaidelerini nakış nakış işlemişler ve talebeleriyle dünyaya taşımışlardır. Dini sağlam akait kaidelerine oturtan Seyyid Şerif Cüryani, Taftazani ve İmam-ı Maturidi gibi âlimler de yine dönemi aydınlatan simalardan olmuşlardır.
EMÎR TİMUR RÖNESANSI
Sonraki dönemde ise Maveraünnehir bölgesi Semerkant’ı başkent yapan Emîr Timur önderliğinde “Timur Rönesansı” dediğimiz 1. Aydınlanma dönemine şahitlik etmiştir. Bölgede ölmez eserler bırakan sanatkârlar, Turkuaz mavisi kubbeli eserleri ile yeryüzünü mimari eserlerle süslemişlerdir. Tarih ve edebiyat sahasında Timurlular devri Türk tarihinin en parlak devirlerinden biridir. Tarih, matematik ve astronomi kitapları Farsça yazılmışsa da, edebî eserler "Çağatay Lehçesi" de denilen Orta Asya Türkçesiyle kaleme alınmıştır. Büyük edib ve şairler Türkçe yazmakla kalmamış, Türkçenin Farsçadan üstün olduğunu hem ilmî araştırmalarıyla, hem de verdikleri edebî eserlerle ispat etmişlerdir. Asıl rönesans bu alanda olmuş ve Çağatay edebiyatını en yüksek derecesine ulaştıran Ali Şîr Nevâî gibi edibler bu devirde yetişmiştir.
Emir Timur’un torunu “Ulugbek”, astronomi ilminde kurduğu rasathane ve 1018 yıldızın hesap hareketini yaparak gelecek kuşaklara benzersiz miraslar bırakmıştır. Uluğbey’in talebesi Ali Kuşçu ise İstanbul’a gelerek Fatih Sultan Mehmed döneminde yüzlerce talebe yetiştirmiştir. Aydınlanma çağından bugüne bu özel insanların eserleri hâlâ yeni nesilleri aydınlatmaya devam etmektedir.
Aynı zamanda İpek Yolu güzergâhı olan Semerkant ve Buhara, Çin’den İstanbul’a, Avrupa’ya giden tüccarların merkezi olmuştur. Bugün bir açık hava müzesi görünümünde olan bu şehirler, nasıl bir uygarlığa ev sahipliği yapıldığının göstergesidir. Türk halkının bu ülke şehirlerine hissettiği hasretin etkisini birçok sokağa, caddeye, mahalleye, parka, şirketlerine, koydukları Buhara, Semerkant isimlerinden hissedebilmek mümkündür. Aydınlanma çağının beşiği olan Özbekistan, 1991 yılında bağımsızlığına kavuşmuş olmasına rağmen ortak bağlarımız bugüne kadar ülkemizde yeterince bilinmemekteydi.
Şevket Miramanoviç Mirziyoyev’in 2016 yılının aralık ayında Özbekistan Cumhurbaşkanı seçilmesi ile birlikte ülke yeni bir döneme gireceğinin sinyallerini vermiştir.
ÖZBEKİSTAN ŞANTİYE GİBİ
Ülkenin bağımsızlığa kavuşmasının 30. yılına gelindiğinde Özbekistan âdeta bir şantiye hâline geldi. Bilim, teknoloji, hayvancılık, madencilik ve tekstil sahalarına yapılan yatırımlar, ihracata önem verilmesi, uluslararası iş birliği teşkilatlarına üye olunması, komşu ülkelerle iş birlikleri ile birlikte Özbekistan yeni bir kimliğe büründü. 34 milyonluk nüfusu ile Orta Asya cumhuriyetleri içinde en büyük nüfusa sahip olan ülke, son beş yıllık büyüme hızı incelendiğinde %7 oranına ulaşmıştır.
Refah seviyesi her geçen gün artan ve zengin tabii kaynaklara sahip olan Özbekistan’da Cumhurbaşkanı Mirziyoyev, ülkenin temel sorunlarına hızlı çözümler üreterek devrim niteliğinde işlere imza atmıştır. Yatırıma dayalı büyüme ile birlikte ekonomik reformlar yapılmış, yabancı yatırımcıya açık güçlü yönetimin kararları uygulanmıştır.
Cumhurbaşkanı Mirziyoyev, ülkede şehir şehir gezerek yeni yatırımların temellerini atmakta ve şehrin mülki amirlerinin çalışmalarını yakinen takip etmektedir. Cumhurbaşkanı Mirziyoyev, şubat ve mart 2021 aylarında Buhara, Namangan, Fergana, gibi şehirleri gezerek burada yapılan yatırımlar hakkında bilgi almış ve görevini layığı ile yapamayan şehir yöneticilerini derhal görevden almıştır.
Cumhurbaşkanı Mirziyoyev’in yabancı yatırımcıları destekleyen kararlar alması, yeni iş yerlerinin açılmasında bürokrasinin azaltılması, döviz transferlerinin kolaylaştırılması, yabancı yatırımcıların ülkeye gelmesine olumlu tesir etmektedir. Özbekistan yeni bir dönemin temellerini atmakta ve uluslararası arenada “Yeni Özbekistan” algısı oluşmaktadır. 2021’in mart ayında ülkeyi ziyarete giden Kırgızistan Cumhurbaşkanı Sadır Caparov, Özbekistan’ın kendilerinden 40-50 yıl öne geçtiğini ifade etmiştir.
Yapılan yatırımlar ve projelerle işsizlik olarak %11.1’e düşen Özbekistan’da birçok sahada yatırımlar hızlı bir şekilde devam ettirilmektedir. Cumhurbaşkanı Mirziyoyev’in bütün gayreti Özbek gençlerinin iş sahibi olması, ailelerine daha iyi bakabilmeleri ve refah seviyelerinin arttırılması yönündedir. Hukuk devleti, özgürlük, demokratikleşme, kadın hakları, yolsuzlukla mücadele, yoksulluğu yenme, sürdürülebilir kalkınma, genç nüfus, ayrılıkçı, aşırılıkçı akımlar ve terörizmle mücadele, Özbekistan liderinin öncelikleri arasındadır.
Cumhurbaşkanı Mirziyoyev, kültürel mirasa, tarihî dokuya, tabiatın korunmasına da özel önem vermektedir. BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında sıraladığı 12 öneriye, bu duyarlılığı da yansıdı. Bu kapsamda Aral Denizi ve çevresindeki kirliliğe karşı mücadelede, BM çatısı altında iş birliği çağrısı yapmıştır…
Yeniden bir uyanış dönemi yaşayan Özbekistan’da, Cumhurbaşkanı Mirziyoyev’in ülkenin gelişmesi ve iktisadi büyümesi adına attığı tohumlar meyve vermeye başlamaktadır. Birçok yeni iş birlikleri ve yabancı yatırımcıların bölgede yatırım yapmasına sebep olmakta ve doğrudan yatırımların ülkeye gelmesi ile ‘Yeni Özbekistan’ dünyanın dikkatini çekmektedir
.
HOCAZADE MUSLİHİDDİN MUSTAFA: Sultan Fatih’in hocası
30 Mayıs 2021 02:00
Prof. Dr. Mustafa Çetin Varlık
Hocazade Muslihiddin Mustafa Anadolu topraklarında başta Fatih Sultan Mehmed Han olmak üzere pek çok büyük şahsiyete hocalık yapmış ve büyük bir ilim adamıdır. Ama son 200 seneden beri bu âlimler okul kitaplarında gençliğe öğretilmemektedir.
Hocazade kelam ilmi ile yakından ilgilenmiş, bu alanda eserler kaleme almıştır. İmam-ı Gazali’nin “Tehafütü-l Felasife” (Felsefenin Tutarsızlığı) adlı eserine benzer bir “Tehafüt” eseri kaleme almıştır.
Hocazade’nin günümüze kadar ulaşan on üç eseri mevcuttur.
İstanbul’un Fethi’nin yıl dönümü dolayısıyla Sultan Fatih’in ilim muhiti ve hocası; müderris, Kazasker Hocazade Muslihidin Mustafa Efendi’ye temas etmek iyi olacaktır… Hocazade Muslihiddin Mustafa (1434-1488) Anadolu topraklarında başta Fatih Sultan Mehmed Han olmak üzere pek çok büyük şahsiyete hocalık yapmış ve Kadızade-i Rumi, Kutbeddinzade İznikî, Kafiyeci, Emir Sultan, Molla Yegan gibi âlimlerin en büyükleri ile aynı çağda yaşamış biraz da onlardan sonraya kalmış büyük bir değerli ilim adamıdır.
Bursa’da yaşamış ve başta itikat, kelam, fıkıh, tefsir ve hadis olmak üzere çağının vazgeçilmez bütün İslamî ilimlerini tahsil etmiştir. Eserlerinin incelenmesinden onun din âlimliği yanında özellikle kelam ilmi ile yakından ilgilendiği, astronomi ve fen bilgilerinde derinliğinin olduğu bilinmektedir. Aynı zamanda meteorolojik olaylarla da ilgilenmesi onun “Gökkuşağı” kitabını yazmasının bir neticesidir. Osmanlı ilim geleneğinin, o çağda bilinmesi gereken heyet ilmi, kıble tayini ve namaz vakitlerinin tespiti için gereken trigonometri, yer enlem ve boylamlarının tespiti için lazım topografya bilgileri ile ilgilendiği bir gerçektir. İlm-i nücum (gök bilimleri) gibi sahalarda toplumu aydınlatmış ve bizzat müftülük de yapmıştır. O devirde Bursa’da aklî ilimlerde olduğu kadar naklî ilimlerde de önemli şahsiyetler yetişmiştir. En önemlileri de Molla Fenari, Emir Sultan, Hocazade ve Molla Hüsrev gibi ilim adamlarıdır.
HOCASI İSTANBUL’UN İLK KADISI
Hocazade’nin hocası 1407’de Eskişehir’in Sivrihisar kazasında doğan Molla Yegan diye bilinen Hızır Bey’dir. Bu zat İstanbul’un fethinden sonra bu şehrin ilk kadısı (aynı zamanda belediye başkanı) olan şahıstır. Hocazade, babası tüccar olduğu için oğlunun da yanında tüccar olarak yetişmesini istemiştir. Ancak o ilim yolunu seçmiş ve başlangıçta çok geçim sıkıntısı çekmiştir. Hocazade üç padişah devrini görmüştür. Sultan II. Murad, Hocazade’nin kendisine arz edildiği sırada sefer hazırlığı yaptığından geçim sıkıntısı çekmemesi için onu geçici olarak seferden dönünceye kadar Kestel kadılığına tayin etti. Seferden döndüğünde de Bursa’daki Esediye Medresesine müderris tayin etmiştir.
SULTAN FATİH’İN HUZURUNDA MÜNAZARA
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul kadısı olan Hızır Bey’in tavsiyesiyle ilim adamlarını etrafına topladığını duyan Hocazade, Padişah ile görüşmek üzere İstanbul yolunu tutmuştur. Fatih’in Edirne’ye gitmek üzere olduğu bir sırada saraya ulaşmıştır. İlim adamı olan Vezir-i azam Mahmut Paşa (ö.1474) tarafından padişaha takdim edildi. Vezir-i azamın önceden onun faziletlerinden bahsetmesinden dolayı Hükümdar onu gıyaben tanıyordu. O esnada Fatih’in huzurunda Molla Zeyrek ve Molla Seyyid Ali arasında münazara yapılıyordu. Hocazade de münazaraya katıldı ve bu iki önemli âlime verdiği cevaplarla dikkati çekti. Bunun üzerine Padişah onu kendisine hoca tayin etmiş ve kendisinden dersler almıştır.
KELAMLA ALAKADAR OLDU
Hocazade kelam ilmi ile yakından ilgilenmiş, bu alanda eserler kaleme almıştır. İmam-ı Gazali’nin “Tehafütü-l Felasife” (Felsefenin Tutarsızlığı) adlı eserine benzer bir “Tehafüt” eseri kaleme almıştır. Muhatapları felsefeci Farabi ve İbn-i Sina onların da arkasında Yunan felsefesinin başlıca temsilcisi olarak gördüğü Aristotales’tir.
Tartışmalı konularda araştırmayı seven Fatih’in Ali et-Tusi ile Hocazade’ye İmam-ı Gazali hazretleri ile filozofların görüşleri arasında muhakeme yapmaları için bir kitap hazırlamalarını istemiştir. Tusi bu hususu, “Sultan bana İmam-ı Gazali’nin Tehafüt adlı eserine bakmamı ve mümkün olduğunca İmam-ı Gazali’nin üslubunda her iki grubun sözlerinde yani klasik kelamcılar ile felsefecilerin iki yolun temellerinde gördüğüm tashih, iptal, tercih ve zayıflık bakımından gözüme çarpanları yazmamı istedi” ifadesiyle anlatır. Hocazade 4 ayda, Tusi ise 6 ayda kitaplarını tamamlar ve teslim ederler. Değerlendirme sonucu Hocazade’nin kitabı diğerine üstün bulunur. Fatih her ikisine de on bin akçe verir. Hocazade’ye fazladan hediyeler de verilir. Tusi bunun üzerine memleketi olan Acem diyarına gider. Muhakemeyi seven Fatih’in bir başka konuda da isteği olmuştur. Fatih Kazasker (İslami konularda yetkili Divan Üyesi) olan Alaeddin Ali el-Fenari’ye; hakikat ilmini araştıran kelamcılar, sufiler ile filozoflar arasında bir muhakeme gerekir deyince Molla Fenari bu işin üstesinden ancak Molla Abdurrahman Camii (ö: 1492) gelir der. Fatih de Molla Camii’ye birçok hediyenin yanı sıra bir elçi gönderir ve bu işi yapmasını ister. O da bu üç zümre arasında altı meselede muhakemede bulunduğu bir kitap yazar. Bu meselelerden biri de varlık meselesidir. Bu konuyu anlatan kitabını Fatih’e gönderir ve şayet bu kitap makbul olursa diğer konuları da eklerim der. Fakat göndermiş olduğu kitap Fatih’in vefatından sonra İstanbul’a ulaşır.
FATİH SULTAN MEHMED’İN İHSANI
İlmî kariyerini beğendiği ulemaya karşı Fatih’in ihsanını anlatan en güzel olay Ali et-Tusi’ye ait olanıdır. Bir gün Fatih Tusi’nin bulunduğu medreseye gelir ve Tursi’den huzurunda ders yapmasını ister. O da mutat üzerine yerine geçer; Fatih de Vezir-i azam Mahmut Paşa ile birlikte sağ tarafına oturur. Öğrenciler de gelir ve Cürcani tarafından Şerh ül-Adud’a yapılan haşiyeyi okurlar. Ders esnasında Tusi, şimdiye kadar duymadığı incelikleri, bilgileri ve meselelerin çözüm şekillerini gösterir. Fatih, Tusi’nin bu hâlinden çok memnun kalır. Anlatıldığına göre çok heyecanlanır, çok sevinir Tusi’ye on bin akçe ve bir hil’at verilmesini öğrencilere de beş yüz akçe verilmesini emreder.
Fatih’in Zembilli Ali Efendi’ye yaptığı bir icraat da şudur: Edirne Haceriye Medresesi’ne günlük otuz akçe ile tayin edilen Ali Efendi’nin fakir olduğunu öğrenen Fatih, ilaveten beş bin akçe ve birçok elbise daha verir. (Taşköprizade, Şekayıku’n-Nu’maniyye)
FETİHLE İLİMLER GELİŞTİ
Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethetmesi üzerine Osmanlıda bütün İslami ilimler ve fen ilimleri çok gelişmiştir. Bu dönemde kelam ilmine dair eserler veren Fatih’in hocası müderris ve kazasker Bursalı Hocazade’nin “Tehafütü’l- Felasife”si önemli bir yer tutmaktadır.
FELÇLİ OLARAK VAZİFE
Sultan II. Bayezid, Hocazade’yi yüz akçe ile önce Bursa Sultaniye Medresesine, ardından Bursa Müftülüğüne tayin etti. Bu görevde iken ayaklarına ve sağ koluna felç geldi. Fetvalarını sol eliyle güçlükle yazmaya başladı. Padişah ondan “Şerh-ül Mevakıf”a şerh yazmasını istedi. O da daha önce bu kitapla ilgili olarak hazırladığı notlarını Fenari Hasan Çelebi’ye (ö.1486) verdiğini artık yeni bir haşiye yazacak güce sahip olmadığını söyledi. Buna rağmen Padişah ısrar edince haşiyeyi yazmağa başladı ama temize çekmeden 25 Şubat 1498 tarihinde Bursa’da vefat etti ve Emir Sultan mezarlığına defin edildi. Bu haşiyeyi talebesinden Molla Bahaeddin temize çekip ortaya çıkardı. Daha sonraki dönemde Şeyhül-İslam İbn-i Kemal (Kemal Paşazade) yazdığı eserlerle bu ekolü devam ettirmiştir.
Türk ve Osmanlı dönemlerinde de Müslüman olan ve olmayan ve devlete isyan etmeyen tebaanın (vatandaşların) istediği hak mezhebi seçmesi ve ona göre yaşaması serbesttir. Devlet kanunnamelerinde ise Hanefi-Maturidi hukuku esas alınmıştır. Sultan Fatih’in hocalarından âlim, mutasavvıf, tabip ve şair olan Akşemseddin hakkında meşhur hocamız Halil İnalcık, kırlarda ot-kökten ilaç yaptığı için tabipliğini bir kenara bırakıp, akıl almayacak şekilde onun hakkında maalesef “Şamanist bir Müslüman” diye televizyonlarda bilgi vermiştir. On dokuz ve yirminci yüzyılda yaşamış Osmanlı şeyhülislamlarından cumhuriyet döneminde Mısır Kahire’de yaşayan Mustafa Sabri Efendi’nin (ö.1954) de kelam üzerine Ehl-i sünnet Osmanlı geleneğini devam ettiren çok önemli bir eseri mevcuttur ve üzerinde doktora tezi yapılmıştır. Özellikle 1965 yılında Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan beri medreselerde okutulan derslerin içinde fen derslerinin de bulunduğu yazılmaktadır.
DİN ADAMLARI FENNE HÂKİMDİ
Son devir Osmanlı medreselerinden dahi yetişen din adamlarının fen bilgilerine hâkim olduğuna dair önemli bir hatıram mevcuttur. 1967 yılında Kadıköy Müftüsü Ahmet Mekki Üçışık, beni Kadıköy’de yemekli bir sohbet toplantısına götürdü. Göztepe’de emekli subay Cevat Yücemen’in köşkünde bir bahar günü uzun bir sohbet ve ilmî toplantı yapılmıştı. Bu sırada güneşin doğuşu-batışı, ayın hareketleri ve namaz vakitleri üzerinde uzun müzakereler yapıldı. Toplantıda o sırada İstanbul müftüsü bulunan Hamdi Elmalı da bulunuyordu. Fen bilgilerini de yakından ilgilendiren namaz vakitlerinin tespitinden güneşin doğuş ve batış vakitleri üzerinde derin konuşmalar yapıldı. Fen lisesi statüsünde bir liseden mezun olmam ve o sırada İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü fen bölümünde okuyup kurslarda matematik ve fizik dersleri vermeme rağmen konuları anlamakta çok büyük güçlük çektim. Son Osmanlı medreselerinde ve mekteplerinde ve özel hocalarda okuyan bu zatların fen bilgilerine hayran kalmıştım.
İMAM-I GAZALİ’NİN İZİNDE...
Hocazade, İmam-ı Gazali’nin “Astronomi ve geometri gibi bilimlerde doğru yol izleyen filozoflar, iş ilahiyat sahasına gelince yanlışa düşmüşlerdir” bilgisini aynen tekrarlar. Filozoflar peygamberlerin getirdikleri şeriatlara muhaliftirler ve filozoflara karşı İslam akidesini savunan İmam-ı Gazali gibi büyük âlimler övgüyü hak etmektedir.
Hocazade’nin yazdıklarına göre âlem yok iken Allahü tealanın irade sıfatının taallukuyla var edilmiştir. Bu ilke İmam-ı Gazali ve önceki geleneksel kelamcıların da savunduğu hadis (hudus-sonradan yaratılış) bilgisidir. Ve Hocazade bunu delillendirmektedir. İmam-ı Gazali gibi Hocazade de âlemi dilediği vakitte yaratan yaratıcının mutlak bir iradeye sahip olduğuna ve bu irade karşısında filozofların âlemin yaratılış vaktine ilişkin eleştirilerin anlamsızlığını dile getirir. Cenab-ı Hak dilediği zaman dilediğini yapar, fiili için bir gaye yaratması için bir illet tasavvur edilemez.
Hazret i Peygamberden de rivayet edilen bir hadis-i şerifte geçtiği gibi, “Allah var iken âlem yoktu.” (Buharii şerif). Âlemin varlığından önce tasavvur edilebilecek ve kendisine adem (yokluk) denen bir çeşit zamanın bulunmasını gerektirmez. Âlemin yaratılışı meselesindeki bu tahsis (sonradan yaratılma) meselesi İbn-i Sina ve İmam-ı Gazali sonrası kelam ve felsefe literatürünü uzunca bir süre meşgul etmiştir. Hocazade ve Alaaddin et-Tusi’nin “Tehafüt”lerinde de konunun çeşitli yön ve incelikleriyle uzun uzadıya ele aldığı görülmektedir.
“TEHAFÜT” ESERİ ALAKA GÖRDÜ
Kelamın ana konularından biri olan sıfatlar meselesinde de İmam-ı Gazali çok temel esaslara dayanarak filozoflara ağır ve kesin eleştiriler yöneltmektedir. Özellikle “Tehafüt” yazarı, İbn-i Rüşd’ün üzerinde önemle duracağı ve İmam-ı Gazali’nin “Tehafütü”nün on yedinci başlığı altında incelenen tabiattaki illiyet meselesi de sonraki literatürün önemli konularından biri olmuştur. Hocazede’nin “Tehafüt”ü ulema arasında çok büyük bir kabul görmüştür. Kâtip Çelebi’nin naklettiğine göre: İbnü-l Müeyyed ünlü kelamcı Celaleddin Devvani’nin (ö: 1502) halkasına katılmak için izin istediğinde Devvani kendisine bize ne hediye getirdin diye sorar. Kendisine takdim edilen Hocazade’nin “Tehafüt”ünü inceledikten sonra Devvani, “Allahü teala bu kitabı yazan şahıstan razı olsun. Beni büyük bir güçlükten kurtardı, eğer ben de bu konuda bir şey yazsaydım aynı sonuca ulaşırdım” demiştir.
GENÇLERE ÖĞRETİLMEDİ
Hocazade’nin günümüze kadar ulaşan on üç eseri mevcuttur. Bunların bazıları geniş kapsamlı bazıları da küçük risale (kitapçık) şeklinde ancak derin muhtevalıdır. Bunlardan bazıları üzerinde önemli çalışmalar yapılmıştır. Son 200 seneden beri bu büyük âlimler okul kitaplarında gençliğe öğretilmemektedir. Ancak son zamanlarda yapılan ilmî araştırmalar ve 10 sene kadar önce Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ile Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin ortaklaşa düzenlediği Uluslararası Hocazade Sempozyumu ile ilgili tebliğler, Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlanmış olup takdir ve teşekküre layıktır.
.....
Seçilmiş Bibliyografya:
Halil İnalcık, Mehmed II, Diyanet İslam Ansiklopedisi.
Saffet Köse, Hocazade Muslühüddin Efendi, Diyanet İslam Ansiklopedisi,
Uluslararası Hocazade Sempozyumu, 2010 Bursa
************************
RESİM ALTLARI:
Hocazade’nin Fatih’le Tanışması ve Molla Zeyrek ile Münazarası ( resim)
Hocazade’nin Bursa Emir Sultan Mezarlığındaki Kabri ( resim)
.
Filistin’in denizel alanı İsrail işgali altında
6 Haziran 2021 02:00
İRFAN HATTATOĞLU
İsrail, 2004 yılında, aslında Filistin’in münhasır ekonomik bölgesi (MEB) içinde yer alan sahayı kendi MEB’i ilan ederek, Noa ve Mari-B olarak adlandırılan sahalarda “Yam Tethys” projesiyle doğalgaz çıkarma çalışmalarına başlamıştır.
Ramazan ayının son günlerinde gözler yine Filistin’e çevrilmişti. İsrail, yaptığı saldırılarda 63’ü çocuk olmak üzere 219 Filistinliyi şehit ettiği gibi, yüzlerce Filistinliyi gözaltına almıştı. Gazze’ye atılan bombalarla yüzlerce bina kullanılamaz hâle gelmişti. Ancak İsrail’in işgal ettiği topraklar sadece kara sınırlarını içine almıyordu. İsrail Filistin’in deniz alanlarını da işgal etmiş durumda. Ve Filistin’in uluslararası arenada haklarını aramaması için zaman zaman Gazze’yi vurarak, yönetimleri çaresiz hâlde bırakmak niyetindedir. Şu bir gerçek ki, Doğu Akdeniz’de tartışmalı denizel alanlardan biri de Filistin ve İsrail arasındaki denizel sınırdır. İsrail ve Filistin arasında Gazze kıyılarının bulunduğu denizel alanın sınırlandırılmasına dair bir anlaşma bulunmamaktadır. Filistin ve İsrail arasında cereyan eden kronik gerilimlerin bir sebebi de iki ülkenin paylaştığı veya daha doğru bir ifade ile paylaşamadığı kıta sahanlığıdır. Kıta sahanlıkları bitişik olan İsrail ve Filistin, kara ülkesi üzerinde yürüttükleri gerilimli siyaseti deniz alanlarına taşımıştır. İsrail ve Filistin arasında gelişen denizel alan uyuşmazlığa özellikle İsrail’in uluslararası anlaşmaları görmezden gelerek gerçekleştirdiği faaliyetler sebep olmaktadır.
İsrail, 2004 yılında, Filistin Yönetimi Gazze’deki denizel alanların sınırlandırılması anlaşması yapılmamış olmasına rağmen, aslında Filistin’in münhasır ekonomik bölgesi (MEB) içinde yer alan bölgeyi kendi MEB’i ilan ederek, Noa ve Mari-B olarak adlandırılan sahalarda “Yam Tethys” projesini başlatmıştır. Esasen Noa ve Mari-B rezervleri Filistin’in Gazze bölgesinin münhasır ekonomik bölgesi içerisinde yer almaktadır. Ancak İsrail, Filistin yönetimi ile herhangi bir iş birliğine başvurmadan doğal gaz çıkarma çalışmalarına başlamıştır. Yapılan tahminlere göre Mari-B rezervuarında 42 milyar metreküp doğalgaz bulunmaktadır. Bu miktar Filistin’in 15-20 yıllık gaz ihtiyacını karşılamaya yetecek seviyededir. İsrail’in bu tavrı Filistin’in kara ülkesine karşı yürüttüğü işgal politikalarını, ülkenin denizel alanına ve enerji kaynaklarına kadar genişlettiğini ortaya koymaktadır.
Aslında Filistin’in Münhasır Ekonomik Bölgesi içerisinde yer alan ve İsrail’in de facto yaparak kendi MEB alanında gösterdiği bölgede İsrail, rezerv çalışmaları yapmış ve güney kıyılarına 20 km mesafede bulunan Noa rezervuarını, 2000 yılında da Noa’nın 10 km uzaklıkta bulunan Mari-B rezervuarlarını keşfetmiştir. Araştırmalara dayalı tahminlere göre Mari-B rezervuarında 42 milyar metreküp; Noa rezervuarında 1,1 milyar metreküp hidrokarbon rezervi bulunmaktadır. Keşifler sonrasında İsrail çalışmalara başlanmış ve 2004 yılında birbirine yakın iki rezervden gaz üretilmesi için Yam Tethis projesi faaliyete geçmiştir.
FİLİSTİN’DEN GELEN MİLYONLARCA DOLAR…
İsrail aslında Yam Tethis projesinin 2004 yılında faaliyete geçmesi ile aslında Filistin’in olan bölgeden milyonlarca dolar parayı ülkesinin ekonomisine sokmaktadır. Yam Tethys projesinin ortaklarından Delek Drilling firmasının verdiği bilgiye göre; proje ile 2004 yılından itibaren on yıl içerisinde 25 milyar metreküp gaz üretilmiştir. Bu da İsrail’in 2014 yılındaki doğal gaz tüketiminin üç katına tekabül etmektedir. Bu bölgeden gelen gelirlerle yeni sahalarda araştırmalar yapmaktadır. İlk bu bölge keşfi ve işletmesinden gelen gelirlerle İsrail kendi MEB alanında bulunan Tamar ve Leviathan sahalarında büyük hidrokarbon rezervleri keşfetmiştir. Sonra İsrail, kömüre dayalı elektrik üretiminden daha temiz ve ucuz olan doğal gaza dayalı elektrik üretimine geçmiştir.
ÇÖZÜLMESİ GEREKEN PROBLEMLER
Denizel alanına ilişkin hakların gasp edilmesine rağmen şimdiye kadar Filistin’den hak talebine yönelik bir adım gelmemiştir. Zira Filistin’in kıta sahanlığı-MEB çözülmesi gereken Kudüs’ün statüsü, mülteciler, yasa dışı yerleşimciler, sınırlar gibi birçok uluslararası problemleri olduğu gibi yıllardır savaş içinde yaşanmasından kaynaklanan psikolojik problemleri ve yatırım yapamaz hâle getirilen ekonomik problemi vardır.
Orta Doğu konusunda çalışmalar yapan Washington Üniversitesi’nden Dr. James Stocker’a göre Filistin’in münhasır ekonomik bölgesi, İsrail-GKRY denizel sınırına kadar uzanmakta olup bu sınırın bir kısmı da Gazze’ye aittir. Filistin’in bu bölgeye dair haklarını kullanabilmesi için BM Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca hakkını araması gerekmektedir.
YATIRIMCILAR UZAK TUTULUYOR
Uyuşmazlığa konu alanlarda bulunan rezervler özellikle söz konusu alanda arama-çıkarma-taşıma faaliyetleri yapmaya talip şirketler açısından önemli sonuçlar doğurmaktadır. Doğu Akdeniz rezervlerine ilişkin projeler geniş kapsamlıdır ve bu sebeple dünyanın birçok yerinde yatırımları olan büyük enerji şirketlerinin de ilgisini çekmektedir. Kimi zaman bu şirketler, ülkelerde yatırımlar yapabilmektedir. Bu hâllerde enerji şirketleri, uyuşmazlığa taraf ülkelerin muhtemel bir olumsuz tutumundan çekinmekte ve uyuşmazlık konusu alanlara yatırım yapmaktan vazgeçmektedir. Münhasır ekonomik bölge uyuşmazlıkları, uyuşmazlığa konu bölgeleri yatırım yapma niyetinde olan şirketler için bir mayın tarlası hâline getirmektedir. İsrail de bunu bildiği için çok sık bir şekilde Filistin bölgesini karıştırmakta, Gazze’ye bombalar yağdırarak güvenli bölge olmadığı algısı ile yatırımcıları bölgeden uzak tutmaktadır.
Doğu Akdeniz rezervlerinin verimli bir şekilde kullanılabilmesi için sadece rezerv bulunan bölgelerin uyuşmazlıktan azade olması yeterli değildir. Çıkarılan rezervlerin boru hatlarıyla taşınması hâlinde, rezervlerin ulaştırılacağı pazara giden güzergâhın da uyuşmazlıklardan uzak olması gerekmektedir.
Filistin, enerji ihtiyacını gidermede büyük problemlerle karşılaşan bir ülkedir. Özellikle Gazze bölgesinde uzun süren elektrik kesintileri yaşanmakta, günlük hayat düzeni, üretim faaliyetleri ve dolayısıyla ekonomi kesintilerden ciddi şekilde etkilenmektedir. Filistin enerjide büyük oranda İsrail’e bağımlı hâldedir. İsrail zaten yaptığı saldırılarla bunu amaçlamaktadır. Filistin kendisine bağımlı kalsın istemektedir. Dünya Bankası’nın 2015 verilerine göre; Batı Şeria bölgesinin elektrik ihtiyacının %99’u, Gazze bölgesinin ise %64’ü; toplamda ise yaklaşık %90’ı İsrail’e ait kamu şirketi olan Israeli Electric Corporation(IEC) tarafından tedarik edilmektedir.
GAZA MARİNE SAHASI
Filistin’in önemli bir doğal gaz sahası ise Gaza Marine sahasıdır. Filistin’in münhasır ekonomik bölgesinde yer alan Gaza Marine sahası, Doğu Akdeniz baseninde keşfedilen ilk enerji rezervlerinden biridir. Filistin, 1999 yılında British Gas’a (BG) 25 yıllığına Gazze’nin denizel alanında arama, geliştirme ve gerekli altyapıları kurma imtiyazlarını içeren ruhsat vermiş ve Gaza Marine rezervleri British Gas’ın yaptığı çalışmalar sonucunda 2000 yılında keşfedilmiştir. Gaza Marine sahasında yaklaşık 28 milyar metreküp doğalgaz bulunduğu tahmin edilmektedir. Söz konusu gaz sahaları Gazze kıyısına 30 km mesafede olup yaklaşık 600 metre derinlikte yer almaktadır. Dolayısıyla Gaza Marine, Tamar ve Leviathan sahalarına nazaran kıyıya daha yakın ve işletime daha uygun derinliktedir.
Uluslararası hukuk kuralları uyarınca Gaza Marine rezervleri, Filistin’e ait olmasına rağmen İsrail hükûmeti baştan itibaren Gazze kıyılarını de facto olarak kontrol altına almış ve British Gas’ın faaliyetlerini engellemiştir. British Gas birçok kere İsrail hükûmeti ile anlaşmaya çalışmış ancak Filistin’de iktidara gelen Hamas hükûmetinin işletme payı almasını istemeyen İsrail, hiçbir zaman anlaşmaya yanaşmamıştır. Dönemin İsrail hükûmeti, anlaşmayı kabul etmenin terörün finanse edilmesi anlamına geleceğini gerekçe olarak sunmuş ve rezervlerin kullanılmasını engellemiştir. Özellikle İsrail’in Gazze’nin denizel alanında sergilediği agresif tavır Gaza Marine sahasındaki çalışmaların ilerlemesinin önüne geçmiştir. İsrail’in Filistin’e karşı yürüttüğü agresif politika ve Filistin topraklarına yaptığı saldırılar, Filistin’in altyapısına da zarar vermektedir. İsrail, Filistin topraklarını işgal etmenin yanında Filistin ekonomisini de çember içine almaya çalışmakta ve Filistin’in ekonomik olarak İsrail’e bağımlı kalmasına yönelik çaba sarf etmektedir.
Gaza Marine’nin faaliyete geçmesi ve geliştirilmesi dolaylı olarak Filistin’in diğer sektörlerine de olumlu yansıyacaktır. Enerji sektörünün gelişmesi ile deniz suyunun arındırılması mümkün hâle gelebilecek ve tarımda da ilerlemeler yaşanacaktır. Ayrıca beklenen ekonomik gelişmenin işsizliği azaltacağı, turizme ve inşaat sektörüne de olumlu yansıyacağı düşünülmektedir.
1,25 MİLYAR DOLARLIK YATIRIM GEREKİYOR
Gaza Marine sahasının değerlendirilmesi hâlinde Filistin’in projeden yaklaşık 2,4 milyar dolar gelir elde etmesi beklenmektedir. Bunun dışında Filistin, İsrail’den aldığı yıllık 560 milyon dolar değerindeki gazı kendi kaynaklarından karşılayabilecektir. Fakat bütün bu gelişmelerin sağlanabilmesi için enerjiye yönelik projelere yaklaşık 1,25 milyar dolarlık bir yatırım yapılması gerekmektedir.
Ayrıca Filistin, dizel yakıt ile elektrik üreten Gazze Elektrik Santrali için gereken yakıtı da yüksek bir fiyata İsrail’den temin etmektedir. Bunun dışında Filistin enerji ihtiyacını Mısır ve Ürdün’den ithal ettiği düşük miktarda enerji ile karşılamaya çalışmaktadır.
Rezervlerin kullanılması Filistin’e ayrıca elektrik üretiminde katkı sağlayacaktır. 2016 yılında elektrik üretimini artırmak ve sanayiyi geliştirmek amacıyla Batı Şeria’da yer alan Cenin Organize Sanayi Bölgesinde yeni bir elektrik santralinin inşasına başlanmıştır. Elektrik santralinin yapımının dört yıl sürmesi beklenmektedir. Ancak projenin tamamlanması hâlinde Batı Şeria bölgesinde doğalgaza olan talep uzun vadede artacaktık. Gaza Marine rezervlerinin yeni elektrik santraline entegre edilmesi hâlinde Filistin, elektrik ihtiyacını kendi kaynaklarıyla karşılayabilir duruma gelecektir. Ancak bu inşaat, İsrail saldırıları ile bombalanmıştır. Bu da Filistin’in kendi kendine yeterliliğinin önüne geçmektedir.
TÜRKİYE İLE ANLAŞMA OLABİLİR Mİ?
Son günlerde gündeme gelen Türkiye-Filistin arasında MEB anlaşması yapılmasına ilişkin konuları yeni problemleri beraberinde getirmektedir. Zira Türkiye ile Filistin arasında yapılacak bir anlaşmaya kim imza atacaktır. Filistin’in Hamas ve El Fetih bölünmüşlüğünün çözümü önemlidir. Eğer böyle bir anlaşma yapılırsa bu defa çizilen hat, İsrail’in hâlen doğalgaz üretimi yaptığı Noa ve Mari-B rezervlerini de içine alacaktır. Bu bölgede İsrail 2004 yılından bugüne üretim yapmaktadır. Bu ise yeni bir uluslararası anlaşmazlığı sebep olacaktır.
GAZZE’DE TÜRK ŞİRKETLERİNE GAZ ARAMA İZNİ
Türkiye’nin öncelikli olarak şunu yapabileceğini düşünüyoruz: Filistin’in kendi MEB alanında olduğunu kabul ettiği Gaza Marina bölgesinde Türk şirketlerinin gaz aramaya ilişkin faaliyetine izin verilebilir. Bu ise İsrail ordusunun izin vermediği bir alanda iki ülkenin karşı karşıya gelmesi manası da taşıyabilecektir. Diğer taraftan, İsrail-Filistin denizel alanında yüksek miktarda hidrokarbon rezervinin keşfedilmesi ihtimali de bulunmakta olup, yeni bir gaz kaynağının keşfi de yeni problemlerin ve çatışmaların ortaya çıkmasına sebep olacaktır...
.
.
Yeni Dünya’nın yeni kadını
13 Haziran 2021 02:00
Mehmet Hasan Bulut
Araştırmacı Yazar
Bâtınîlerin aileyi tasfiye projesi, bu müessesenin en kritik cüzü olan kadın üzerine kuruludur. Bu yüzden olsa gerek, “feminizm” tabirini ilk kullanan kişi de bir sosyalist olan Fransız Charles Fourier’dir. Çekirdek ailenin ortadan kalkmasını ve çocukların anne-baba tarafından değil, kolektif olarak yetiştirilmesini isteyen Fourier’ye göre, dünyada feminizm ve sosyalizm diktatörlüğü kurulacaktır.
İngiliz yazar H. G. Wells’in “Efendi Uyanıyor” adlı distopyasında, bir Viktorya devri adamı olan Graham uykuya dalar. Tekrar gözlerini açtığında tam iki yüz yıl geçmiştir aradan… Her yerde kreşler görür; “Ne çok yetim var” diye düşünür kendi kendine... Sonra anlar ki, bu çocuklar aslında yetim değil, anneleri çalıştığı için buradalar… Ve hasretle eski dünyayı hatırlar: “Bir zamanlar bir aile ideali vardı. Ağırbaşlı, sabırlı bir kadın; evinin hanımı; anne ve aynı zamanda erkeğin en büyük destekçisi.”
HERMETİZMİN KÖKENİ
Hermetizmin, yani Bâtınîliğin, binlerce yıl evvel Mısır’da ortaya çıktığı söylenir. Bu inanç, Hermes adında efsanevi bir kişiye atfedilen ve “Hermetica” olarak bilinen muhtelif risalelere dayanmaktadır. Hermes’in kim ve anlattıklarının aslında ne olduğu, insanlara öğrettiklerinin sonradan tahrif edilip edilmediği tam olarak bilinmez. Fakat “Hermetica” risalelerinin, merkezleri, İskenderiye şehrinin olduğu yerde bulunan Serapis mezhebinin mensuplarınca yazıldığı düşünülmektedir.
Güneş kültü temelli Serapis mezhebi, ilâhî dinlerin zahirî kısmını, yani şeriat ahkâmını reddediyordu. İnsanın bu emir ve yasaklar olmadan, sadece bâtınî yolla aydınlanabileceğini iddia ediyorlardı. Bu inanış, Hazreti Musa ile birlikte Mısır’dan ayrılan İsrailoğullarına (ki Hazreti Musa, boynuzları arasında güneşin yer aldığı altın bir buzağı heykeli yapan Sâmirî’yi kovmuştur), eski Yunan’a ve Roma’ya, sonra da Hristiyanlığa tesir etti. Öyle ki kiliselerin kıblesi, güneşin doğduğu şarka çevrildi ve Dies Solis (Güneş Günü/Sun-day), yani pazar günü tatil ilan edildi. İslam coğrafyasında Hasan Sabbah gibi adamların tarih sahnesine çıkmasına sebep olan Bâtınîlik, Rönesans ile beraber İtalya’da yeniden canlandı. Güneş, kâinatın merkezi kabul edildi. Mısır sembolleri ile dolu gizli tarikatlar kuruldu. Ve nihayet, kralları deviren ihtilallerle birlikte Hermetikler global bir güç hâline geldi.
SOSYALİZMDEKİ “YENİ DÜNYA”
Hermetiklerin ütopyası; “Yeni Dünya Nizamı”dır. Bu, mülkiyet sahipliğinin, cinsiyet farklılıklarının ve aile müessesinin olmadığı sosyalist bir dünya devleti tasavvurudur. Bâtınîler, insanın ilk yaratıldığında “ölümsüz” ve “biseksüel”, yani çift cinsiyetli olduğuna inanırlar. Onlara göre insan, erkek ve kadın olarak iki ayrı cinsiyete ayrılınca ölümlü olmuştur. Binaenaleyh; tekrar ölümsüz olabilmek için, cinsiyet farklılığının ortadan kalkması gerekiyordur! 1945’te Mısır’da bulunan, Bâtınî üsluba sahip Tomas İncilinde ve İskenderiyeli Klement’in risalesinde, güya Hazreti İsa’ya, “Krallık ne zaman gelecek?” diye sorulur. O da der ki: “İki, bir olduğunda. Dışarısı içerisi gibi olduğunda. Erkek kadın olduğunda ve artık erkek ve kadın olmadığında.”
LÜZUMSUZ AİLE!
Bâtınîlerin idaresindeki bu “Yeni Dünya”da cinsiyet eşitliği olacağına göre aile de lüzumsuzdu. Nitekim Bâtınî Mısır felsefesinin tesirinde kalan Yunan filozoflardan Eflatun, hayalindeki devleti anlattığı “Cumhuriyet” adlı eserinde, çekirdek ailenin ortadan kaldırılmasını arzular. Böylece fertler, yani vatandaşlar, cemiyet hâlinde birliğe ulaşacaktır. Bu idealde, cemiyetin ihtiyacı olan çocuklar en iyi erkeklerle kadınların bir araya gelmesiyle elde ediliyordur. Yani kadın; âşık olunacak, sevilecek karşı bir cins değil, sadece bir çoğalma vasıtasıdır.
Bâtınîlerin aileyi ortadan kaldırma projesi, bu müessesenin en kritik cüzü olan kadın üzerine kuruldur. Bu yüzden olsa gerek, “feminizm” tabirini ilk kullanan kişi de bir sosyalist olur: Fransız Charles Fourier (ö. 1837). Çekirdek ailenin ortadan kalkmasını ve çocukların anne-baba tarafından değil, kolektif olarak yetiştirilmesini isteyen bu Fransız’a göre, dünyada feminizm ve sosyalizm diktatörlüğü kurulacak ve diktatör İstanbul’da oturacaktı.
TEZ+ANTİTEZ=SENTEZ
Diyalektik, Kabala’da Hesed ve Gevura ile izah edilir. Heykeltıraşın sağ eli, yani Hesed, taşı yontarken, sol eli, yani Gevura, taşı sabit tutar. Sağ ve sol el, zıt cihetlere güç tatbik ederken aslında aynı maksada hizmet eder. Bâtınîler de “Sosyalist Yeni Dünya Nizamı” hedefine bu usulle ilerlemektedir. Mesela radikal dincilerin faaliyetleri nasıl dinler arası diyalogcuları besliyorsa, tez-antitez olarak görülen kapitalizm ve komünizm de sosyalizm sentezi için aslında birbirini böyle destekler. Bu yüzden hem komünizm hem kapitalizm, kadını evden ve aileden kopartarak iş hayatına çekmeye çalışmıştır.
“Komünist Manifesto”nun yazarlarından Engels, “Ailenin Başlangıcı” adlı eserinde, “Kadının kurtuluşu için ilk şart, kadınların bütünüyle tekrar kamu iş hayatına sokulmasıdır; bu ise sosyoekonomik bir ünite olarak münferit ailenin ortadan kaldırılmasını gerektirecektir” der ve şöyle devam eder: “İmalat vasıtalarının müşterek mülkiyete geçmesi ile münferit aile cemiyetin ekonomik birliği oluncaya kadar erir. Hususi ev idaresi bu suretle cemiyetin ekonomik birliği olarak son bulur ve sosyal endüstri mahiyetini alır. Çocukların bakım ve eğitimi kamuya ait bir iş olur ve cemiyet bütün çocuklara, meşru olsun, gayrimeşru olsun, aynı şekilde ihtimam gösterir.”
WE CAN DO IT!
Bugün tüm dünyada kutlanan 8 Mart Milletlerarası Kadınlar Günü, 1922’de, Alman feminist Clara Zetkin’in yardımıyla Lenin tarafından bir komünist bayramı olarak başlatılmıştır. Fakat kapitalistler de kadınların hislerine hitap etmekte onlardan geri kalmaz. Hatta komünizmde olduğu gibi, kadınları fabrikalarda, kolhozlarda cebren çalıştırmazlar. Bunun yerine, "güçlü kadın", “We Can Do It!” gibi tatlı propaganda yollarına müracaat ederler. Fransız filozof Frédéric Lordon’ın kapitalizmi tenkit ettiği “Kapitalizm, Arzu ve Kölelik” adlı kitabında da söylediği gibi; işletme sistemleri, çalışanı “Kendi kendini gerçekleştirme” ve “güçlendirme” gibi tutkulu ifadelerle yakalar. Böylece kadınlar, çocuklarını kreşe kendi elleriyle teslim etmekte ve güçlü bir kadın oldukları için seve seve çalışmaktadırlar.
İHTİLAL VE KADIN
Hermetikler, “Yeni Dünya”daki “Yeni Hayat” ve “Yeni Kadın” mefkûresine ulaşmak için, her yerde ihtilalleri müteakip çalışmalar başlattı. Neticede nasyonalizm hareketi çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı imparatorlukları uluslara ayrılabiliyorsa, feminizm de aileyi fertlere ayrılabilirdi. Halkın babası kabul edilen krallar indirilebiliyor ve idaresindeki milletler ‘hürriyete’ kavuşturulabiliyorsa, ailenin babası da indirilebilir ve kadınlar ‘hürriyete’ kavuşturulabilirdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun başına gelenler de bunun misallerinden biriydi. Bâtınî localarda organize olan Genç (Jön) Türkler, 1909’da Sultan Abdülhamid’i indirerek Osmanlı İmparatorluğuna son verdi ve yerine İttihat Terakki idaresinde bir ülke kurdular. Fakat insanları değiştirmek, rejimi değiştirmekten çok daha zordu. Genç Türklerin ideologlarından Ziya Gökalp, bununla alakalı, “Biz siyasî inkılâbı yaptıktan sonra ikinci bir vazifenin önünde kaldık: İctimaî [sosyal] inkılâbı hazırlamak!” diye yazıyordu. Yine de İttihat Terakki’nin kadın kolları çalışmalara hemen başladı. Kadın kongreleri tertipleniyor, basının üzerindeki kontrolün kalkmasıyla feminizm propagandası yapılıyordu.
“MEŞRUTİYET ÇARŞAFI”
“Hürriyet”, “müsavat” sloganlarının havada uçuştuğu Meşrutiyet devrinde, kadın hürriyetinin temel göstergesi kıyafet oldu. Geniş etekli çarşafların yerini, vücut hatlarını belli eden “meşrutiyet çarşafı” almaya başladı. Fakat bu bile Genç Türklere kâfi gelmedi; İttihat Terakki’nin yayın organı Yeni Mecmua ve Abdullah Cevdet’in İctihad mecmuası, tesettüre karşı savaş açtı. İslam’da tesettürün olmadığını, bu “âdet”in Rumlardan geçtiğini iddia ediyorlardı.
1917 tarihli bir İngiliz raporunda, “Türk kadınının oy kullanma hakkını müdafaa eden bir Yahudi” diye tarif edilen Halide Edip, Yeni Türkiye’nin en meşhur feministiydi. Kadınların cemiyetteki rolünü değiştirmek için romanlar yazıyor, konuşmalar yapıyordu. Cihan Harbi esnasında erkekler cephede olduğu için, kadınlar iş hayatına atılmak mecburiyetinde kalmışlardı. Bir yazısında Halide Edip bu hususta şöyle diyordu: “Türk kadınları peçelerini atmakla kalmayıp erkeklerin yerini de tutmuşlardır. Ailelerini doyurmak için çalışmışlar ve boş yerleri işgal etmişlerdir. Türk kadınları bankalara, mağazalara, nezaretlere girdiler. Bu suretle Türk kadınları öyle bir hürriyet kazanmışlardı ki harpten avdet eden kocaları buna nihayet verememişlerdir.”
Bütün romanlarında feminist mesajlar veren Halide Edip, “Yeni Turan” adlı romanında da, cinsiyet eşitliğini işlemişti. Romanın başkarakteri Oğuz, kendisine, “Siz bize kadın olduğumuzu hissettireceksiniz” diyen bir kadına şöyle cevap veriyordu: “Kadın mı? Tanrım esirgesin, sırf sizi kadınlık kılığından çıkarmak için yeni bir politika buldum.”
“YENİ KADIN” MUTLU MU?
Günümüzde istatistikler, kadın istihdamının arttığı ülkelerde, boşanmaların da arttığını gösteriyor. Evlenmek ve aile kurmak her geçen gün biraz daha zorlaşırken, evlilik dışı münasebetler küçük yaşlardan itibaren teşvik ediliyor. Üstelik eskinden olduğu gibi kadın ve erkek birbirlerini tamamlayan ve birbirlerine ihtiyaç duyan iki farklı parça olarak görülmüyor. Kadınlar, Halide Edip’in ifadesiyle, ‘kadınlık kılığından’ çıktığı için, erkeklerle aynı ve eşit bir parça kabul ediliyor. Peki, Hermetiklerin bu “Yeni Dünyası” kadınlara saadet getirdi mi? Kadınlar artık daha mı mutlu? Bunu iddia etmek ne yazık ki çok zor. Yapılan araştırmalar, tahsil ve gelir gibi hususlarda cinsiyet eşitliğinin en yüksek olduğu Danimarka, Finlandiya, İsveç ve Norveç gibi ülkelerde tecavüz ve şiddet nispetlerinin çok daha yüksek olduğunu gösteriyor.
“All About Eve” (1950) filminde Broadway yıldızı Margo şöyle der: “Komik iş, bir kadının kariyeri. Merdivenin basamaklarını çıkarken daha hızlı hareket edebilmek için bıraktığın şeyler… Kadın olmaya geri döndüğünde onlara tekrar ihtiyacın olacağını unutuyorsun. Son tahlilde, akşam yemeğinden az evvel ya da yatakta döndüğünde bakınıp da bir erkeği görmedikçe hiçbir şeyin tadı yok... Bunsuz bir kadın değilsin...”
Kim bilir, belki de ‘güçlü kadın’ aslında, eski dünyadadır
.
Dinî eğitim niçin ve nasıl verilmeli?
20 Haziran 2021 02:00
Doç Dr. Mustafa Şeker
Yıldız Teknik Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Din eğitim konusunun mutlak bir ihtiyaç olduğunun altı çizilirken nasıl ve hangi kriterlere göre verileceği de en az bunun kadar ehemmiyetli bir mevzudur. Dinî eğitimde öncelikle edep öğretilmelidir. Çocukların önüne model şahsiyetler konmalıdır ve ödül-mükâfat mekanizmalarının işletilmesinde denge faktörüne dikkat edilmelidir.
Ülkemizde din eğitimi konusunda çeşitli faaliyetler yürütülmektedir. Fakat din öğretiminde alınan tedbirler, “problem çıkarmayan insan yetiştirme” refleksinden kaynaklansa gerek, çoğunlukla yüzeysel kalmıştır.
İnsan ruhuna hitap eden bir eğitim, cemiyet için de elzemdir.
Yaz aylarına doğru girerken ebeveynlerin arayış içerisinde girdiği en önemli konuların başında “Çocuğuma nasıl bir dinî eğitim aldırsam?” sorusu gelmektedir. Bu konuda aileler kadar nesli koruma sorumluluğu bulunan devletimiz de gerekli tedbirlere kafa yormaktadır.
İnsan olmanın erdemi ve haysiyeti, yaratılış maksadına uygun bir hayat tarzını seçmesine bağlıdır. Kalp kırmayan, vatanına, milletine ve Rabbine karşı sorumluluklarının idrakinde bir insan hiçbir kavganın ve huzursuzluğun kaynağı olamayacağı gibi kendi içinde de vicdani huzur ve mutluluğu ile çevresine pozitif enerji yayacaktır. Pozitif enerji yayan insanlar da “kırık cam teorisinde” olduğu gibi bu defa olumlu manada başka mutlulukların kaynağı olacaktır. Bu sebeple ruhî doyum, insanın en fazla ihtiyaç duyduğu bir husustur. Ruhunu ve vicdanını doyuramayan insan kadar tehlikelisi yoktur. Aklının ve kalbinin yerine nefsinin, geçici zevklerinin peşinden koşan bir insan, atom bombası kadar tehlikeli olabilir. Çünkü sadece kendine değil çevresine de tesirini uzun yıllar gösterecek büyük zayiatlar verebilir. Bu sebeple insan ruhuna hitap eden bir eğitim vermek sadece kişinin kendi huzuru için değil, toplumun da mutluluğu için elzemdir.
“İNANSIN AMA DİNDAR OLMASIN!”
Yeryüzündeki bütün idareler ve sistemler, önce insan eğitimine yönelir. Bunu da kaliteli bir hayat tarzını hedef alarak yaparlar. Çünkü insanı eğitmek toplumun mutluluğu demektir. Dolayısıyla inanmak, insan için en önemli ihtiyaçların başında gelir. Büyük devletler de zayıf yönetimler de bu konuda her türlü tedbiri alırlar. Bu hususta, Afrika’daki kabileler de Batı dünyasının büyük güçleri de aynı refleksi sergilerler. Ülkemizde din eğitimi konusunda çeşitli faaliyetler yürütülmektedir. Fakat din öğretiminde alınan tedbirler, “problem çıkarmayan insan yetiştirme” refleksinden kaynaklansa gerek, çoğunlukla yüzeysel kalmıştır. “İnansın ama dindar olmasın, dinî bilgilere sahip olsun fakat derinliğine dalmasın, yaşasın ama telkin etmesin” anlayışıyla güdülen bir yaklaşım, şu an deizm gibi oluşumlara da yol açmaya başlamıştır. Çünkü deizm, sadece yüzeysel bir dinî hayatın beklentilerini karşılamayı hedef edindiği için muvaffakiyetin şifrelerinin saklı olduğu 1400 yıllık “Edille-i Şeriyye Formülü”nü yok saymayı kendine şiar edinmiştir. Bu anlayışın amacı da maalesef, yeni bir “GDO’lu Müslüman” kimliği ve nesli oluşturmaktır. Deizm ayrıca, “ana kaynaktan beslen ve kendi dininin kriterini kendin belirle!” manasına da gelir. Dolayısıyla büyük İslam devletleri kuran yüce insanların bıraktığı eşsiz mirası bırakıp sahte bir din algısı meydana getirmek ve bilerek/bilmeyerek nesillerin kimyasını bununla bozmaya çalışmak, davası olmayanların tahayyül edemediği silinip gitmenin ilk adımıdır.
DEİZMİN TANIMLARI
Deizmi çeşitli kaynaklar farklı şekillerde tanımlamıştır. Gerard Legrand; “Hiçbir dine tabi olmadan Tanrı’nın varoluşunu kabul eden bir doktrin”, Fransız Jacques-Bénigne Bossuet; “gizlenmiş ateizme açılan bir yol”, Paul Foulquié “vahyin tanrı’sını tamamen reddederek sadece tabii kabiliyetler verisine dayanan kriterler…” olarak tanımlar. Dikkat edilirse deizmde bir ölçü, kriter ve itaat edilmesi gerek kurallar yoktur. Herkes istediği şekilde kendine göre bir din ortaya koyabilir. İşte bu durum, maalesef bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi ülkemizde de hızla yayılmaya başlamıştır. Dolayısıyla bir otorite tanımayan, her şeyin merkezine sadece özgürlüğünü koyan bir neslin kendine çekidüzen vermek için bir kontrol mekanizmasının varlığını tanıması da mümkün değildir.
DİN ÖĞRETİMİ İHTİYACI
İnsanın tabiatında bir gerçek vardır. Mutluluk ve başarıyı beraber yakalamış, insan odaklı medeniyetler kurmuş toplumları taklit etmek, akıllı insanların meziyetidir. “En akıllı insan kendinden daha akıllı olana danışandır” sözünde olduğu gibi başarılı misalleri taklit etmek varken kötülüğü ve huzursuzluğu hayat prensibi hâline getirmiş oluşumları referans edinmek çok mantıklı bir hareket olmasa gerektir.
Çocuk yetiştirme noktasında yüzyıllara damgasını vuran ve insanı öncelikle ruhuyla kabul eden kültürümüz, eğitim süreçlerinin strateji, yöntem ve teknik cihetlerine de insan odaklı en nitelikli yaklaşımları kazandırmıştır. Bu sebeple çocuğun erken yaşlardan itibaren yetiştirmesine yönelik stratejilerin çerçevesini çizerek ona yönelik tedbirleri de zamanın şartlarına göre devamlı canlı tutmayı bilmiştir. Onun için “Ağaç yaşken eğilir” özlü yaklaşımı ile çocuğun erken yaşlardan itibaren neye meylettirilirse, oraya yöneleceğinin önemini ortaya koymuştur. Bu sebeple din eğitiminde de bu hassasiyet göz önünde bulundurulmalıdır.
Çocuk eğitiminde erken yaşlardan itibaren din eğitimi vermenin ehemmiyetine vurgu yapan çeşitli araştırmalar da mevcuttur. Julie Grove, bir çalışmasında; çocukla alakalı kişilerin, onların eğitimleri sırasında dine ulaşmalarına engel olmak yerine dinin zenginlikleri ile tanışmalarına fırsat vermelerinin huzurlu ve mutlu toplumlar için daha akılcı bir davranış olacağını vurgulamıştır. (A gift to the child: Religious education in the primary school-teachers’ sourcebook)
MUTLULUK DİN EĞİTİMİNDE
Amerikalı yazar William James de, din ile mutluluk arasında önemli ilişkiler olduğunu ifade eder. Din sayesinde, kurulan ilişkilerle beraber çocuklar, mutluluğu kabul etmeye başlarlar. Eğer öğrenilen ve hayat prensibi hâline getirilen inanç ile çocuk mutluluğu yakaladığında, bu inancı benimseyerek çevresine de pozitif enerji yayar ve hem kendi hem de etrafındakiler huzurlu bir hayat tarzını benimserler. (The Varieties of Religious Experience)
Bunun gibi çeşitli araştırmalarda; bebeklik döneminden itibaren dinî altyapının kuvvetlendirilmesinin çocukların düşünce gelişim sistemlerini, diğer insanlarla münasebetlerini ve dünyayı algılamalarını etkilediği vurgulanmış, insanın manevi dünyasında gerçek bir ihtiyaç olarak bulunması gereken dinin eksik bırakılması hâlinde bazı problemleri beraberinde getireceği ifade edilmiştir.
Din eğitim konusunun mutlak bir ihtiyaç olduğunun altı çizilirken nasıl ve hangi kriterlere göre verileceği de en az bunun kadar ehemmiyetli bir mevzudur. Kohlberg gibi ahlak eğitimine vurgu yapan teorisyenlerden ilham alarak din eğitiminin nasıl verilmesi gerektiğine vurgu yapan Ronald Goldman, bu konunun sınırlarını çizmiştir. Bu konuda özellikle; çocukların altyapı oluşturulmadan sorgulamaya ve tartışmaya yönlendirilmesinin ileri yaşlarda onları inanç yönüyle büyük sıkıntılara maruz bırakacağını vurgulamıştır. Aynı vurgulamaları James Fowler, David Elkind, Fritz Oser de yapmıştır. Bu noktada büyük İslam âlimi İbni Abidin hazretleri de “Allahü tealanın emirlerinin ve yasaklarının hepsini kabul ettim, beğendim” demenin küçük yaşlardan itibaren yerleştirilmesinin ehemmiyetine vurgu yapar. Dolayısıyla din mefhumunun manasının “emredilene uymak” olduğunu, herkesin bu konuda kendi felsefesini yapmasının din değil kişinin kendi yargıları olacağının altını çizer. Bu sebeple din mevzuunda çerçevenin erken yaşlardan itibaren öğretilmesinin önemi buradan da ortaya çıkmaktadır.
DİNÎ EĞİTİMDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER
- Dinî eğitimde öncelikle edep öğretilmelidir. Edep, haddini, sınırını bilmek demektir. İslam âlimleri; “İnsanın bu dünyada üstünlüğü, haysiyeti, şerefi, ilim ve edebi iledir” buyurmuşlardır. Edep olmayan yerde ilim de olmaz…
- Öğrenmenin ve öğrendikleri ile insanlara faydalı olmanın ehemmiyeti öğretilmelidir. Zira Harvard Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmada, insanı en mutlu eden şeyin başkalarına hizmet etmek olduğu belirtilmiştir. Bu sayede, öğrendikleri ile başkalarının mutluluğuna çaba sarf eden insanların, iç huzuru da toplum huzuru olarak geri dönecektir.
- Din öğretiminde büyük zatlar ile İslam âlimleri tanıtılmalı ve sevdirilmelidir. Yani çocukların önüne model şahsiyetler konmalıdır.
- Tarihten ve ecdadımızdan model insanların hayatı iyi anlatılmalı, kıssalar, menkıbeler ve hikâyeler anlatılarak çocukların vicdanına hitap edilmelidir.
- Dinî eğitimde metodoloji yani veriliş biçimi artık güncel olmalı, ferdi farklılıklar ve öğrenme stillerine yönelik bir dinî eğitim verilmelidir. Bu şekilde verilecek eğitim, daha kalıcı ve nitelikli olacaktır. Hazırlanacak materyaller de çocukların gelişim seviyelerine ve nitelikli öğrenme süreçlerine göre geliştirilmelidir.
- Okumanın ve kendini geliştirmenin faydaları iyi anlatılmalı, her kitabın değil okunması gereken kitapların çok okunmasının ehemmiyeti çok iyi işlenmelidir.
- Çocukların oynamasına ve eğlenmesine fırsat verilerek, sadece bilgi yükleme odaklı değil eğitim odaklı yaklaşımlar takip edilmelidir. Eğitim ve öğretimde ölçü iyi verilmelidir.
- Ödül ve ceza mekanizmalarının işletilmesinde denge faktörüne dikkat edilmelidir. “Bunu yaparsan, şunu vermeyiz, sokağa çıkarmayız” gibi bazı cezalar uygun ise de, kesinlikle dayak bir terbiye unsuru olarak düşünülmemelidir. Ceza kalp kırıcı olmamalı, kimsenin önünde de yapılmamalıdır. Bir dostumun “Okulda saçımı makine ile kesip tek çizgiyle gün boyu okulda gezdiren ve herkesin önünde rencide eden öğretmenimi hiç unutamıyorum. Keşke o gün bana daha ağır başka ceza verseydi de vicdanımda o yarayı açmasaydı” sözünde vurguladığı hataları yapmamak için öğretmenlerin sevgide de cezada da ifrat ve tefritten sakınmaları gerekir. Çocuğa yaptığı güzel işleri sebebiyle yerine, durumuna ve yaşına göre oyuncak veya bisiklet almak gibi mükâfatlar verilebilir. Çocuk, “Bu bisikleti Kur’ân-ı kerimi hatmettiğim için babam bana aldı” diyebilmelidir.
- Çocuğun beden bakımı ve eğitimine de dikkat etmesinin ölçüleri iyi anlatılmalı, yüzme gibi sporlarda dinin kriterleri çok iyi verilmeli, bu ölçülerin zamana ve döneme göre değişemeyeceğinin mesajı net olarak sunulmalıdır.
- Eğitim yöneticileri ve planlayıcıları; “lisan-ı hâl, lisan-ı kal’den entaktır” yani “Yaptıklarımız, sözlerimizden daha tesirlidir” sözünü hayat prensibi hâline getirmiş öğretmenlere daha fazla fırsat vermeli ve öğretmen seçiminde daha hassas davranmalıdır.
- Gerek yaz kurslarında gerekse örgün eğitim kurumlarında yaş kategorileri de göz önünde bulundurularak temel aklî yani fen ilimleri, dinî ölçülerle birlikte verilmelidir. Zira okullarda temel sayısal dersler erken yaşlardan itibaren zaten verilmektedir. Coğrafya dersinden esinlenerek namaz vakitleri, kimyadan yararlanarak alkolleşen yiyecek/içecekler, biyolojiden hareketle temel anatomi, fen bilimlerinden istifade edilerek temel elektromanyetik dalgalar vb. konularda eğlenceli ve anlaşılır metotlarla temel bilgiler verilmelidir. Tabii bunu verecek insanları da öncelikle iyi yetiştirmek gerekir. Mesela; cami kursları ve örgün eğitim kurumlarında görev yapacak din dersi öğretmenlerine yönelik ilahiyat okullarında bu eğitimler profesyonel biçimde verilmeli ve ecdadın din eğitiminde takip ettiği yöntemler irdelenmeli, başarılı eğitim-öğretim modelleri güncellenerek uygulanmalıdır. Zira fen ilimlerini bilmeden sağlıklı ve eksiksiz bir din eğitimi mümkün değildir.
.
GLOBAL SALGIN NASIL BİR DÜNYA DOĞURUYOR? Covid-19 pandemisinin dijitalleşme cephesi
27 Haziran 2021 02:00
Doç. Dr. Ali Murat Kırık
Pandemi döneminde dijitalleşme arttığı için mahremiyet neredeyse ortadan kalkmış ve tüm veriler sanal ortam üzerinden toplanmaya başlamıştır. Ayrıca otoriter devletler açısından pandeminin dijital ortama kayması gözetim konusunda büyük kolaylıklar sağlamış, vatandaşların denetim altında tutulabilmesi "hiç zor olmamıştır."
Çin, COVID-19'un yayılmasını izlemek için vatandaşlarını insansız hava araçları, akıllı telefonlar ve CCTV kameraları kullanarak izlemiştir. Benzer şekilde Güney Kore, İsrail ve Singapur, COVID-19'un yayılmasını önlemeyi sebep göstererek kamera görüntülerini ve kredi kartı bilgilerini kullanmıştır.
Pandemi 2020'de her işletmeye meydan okudu!
Çin’de başlayıp bütün dünyaya yayılan COVID-19 salgınıyla birlikte birçok alanda köklü değişimler meydana gelmeye devam ediyor. Bu hastalığa yönelik geliştirilen aşılar üzerine de çok farklı spekülasyonlar yapılıyor. Pandeminin izlenebilir mikroçipler yerleştirme planının bir kılıfı olduğunu ve bunun arkasında Microsoft'un kurucu ortağı Bill Gates'in yer aldığı iddia ediliyor. Aşıların gelecekte insan soyunu tüketeceğine yönelik varsayımlar bile hâlihazırda mevcut. Küreselcilerin COVID-19’a karşı zorunlu aşılama bahanesiyle zamanla başvurabilecekleri gizli bir kitle çip implantasyonunun varlığı bir kısım çevrelerce tartışılıyor. Bu konular tartışıladursun, aslında unutulan çok önemli bir nokta var ki, o da bütün dünyayı etkisi altına alan dijitalleşme…
COVID-19 döneminde neredeyse bir gecede, devletler toplantılarını sınırlayan, yüz yüze iş operasyonlarını kısıtlayan ve insanları mümkün olduğunca evden çalışmaya teşvik eden emirler yayınlamıştır. Buna karşılık, işletmeler ve okullar, internet sayesinde faaliyetlerini uzaktan devam ettirmenin yollarını aramaya başlamıştır. Keza pandemiden önce bile teknoloji, iş gücünün giderek daha önemli bir parçası hâline gelmişti. Ancak bu dönemde şirketlerde dijitalleşmeye yapılan yatırımlar artmıştır. Şirketlerin %75'i, pandemi sebebiyle 2020 boyunca dijital ekipman, teknoloji ve uygulamalara yatırımlarını artırdıklarını belirtmiştir. Bunun elbette online video kullanımı üzerinde bir etkisi vardır. Dolayısıyla kriz, şirketler tarafından yapısal değişiklikler yapmak için kullanılmış, dijitalleşme etkisini giderek arttırmıştır. COVID-19 pandemisinden önce, ABD çalışanlarının yüzde 17'si haftada 5 gün veya daha fazla evden çalışmış, bu oran pandemi sırasında yüzde 44'e yükselmiştir. Yani pandemi mahremiyeti etkilediği gibi evden çalışma adı verilen sistemin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Dijitalleşmenin COVID-19’la bütünleşmesi, dijital devrimin varlığını açık bir şekilde sorgulamamıza sebep olmuştur. Dijital devrim; ekonomi, inovasyon, bilim ve eğitimden sağlık, sürdürülebilirlik, yönetişim ve hayat tarzlarına kadar her şeyi etkilemektedir. Dijital teknolojiler, yeni ekosistemler ortaya çıktıkça iş modellerini, kurumları ve bir bütün olarak toplumu temelden değiştirecek potansiyele sahiptir. COVID-19’un bize bunun olabileceğini ispatlar niteliktedir. Otomasyon ve robotizasyon, üretkenliği önemli ölçüde arttırmış; bununla birlikte, artan kâr, çalışanların gelirlerine ve hatta şirketlerin topluma yaptıkları katkılara yansır duruma gelmiştir. Günümüzde yapay zekâ ve arttırılmış gerçeklik, iş yerlerini değiştirecek; daha iyi iş akışı yönetimine, üretkenlik artışına ve liyakate dayalı terfiye izin verecek, aynı zamanda yöneticilere çalışanları üzerinde olağanüstü kontrol sağlayacaktır. Yani toplumsal hayatta dijital devrimin tesirleri açık bir şekilde görülecektir. Böylelikle çalışan sayıları azalacak, otomasyon ve insansız işletmeler çoğalacaktır.
“EVRİM” Mİ YOKSA “DEVRİM” Mİ?
COVID-19 pandemisi eğitimde de dijital bir değişim başlattı. Ekonomik kapanma, sosyal mesafe, aylarca süren karantina, akademi ve yükseköğrenimde çalışan insanların çoğunluğunun yalnızca tamamen işlevsel ve çevrimiçi eğitime kişisel geçişlerini tamamlamalarına değil, aynı zamanda online savunma, çevrimiçi sınavlar ve çevrimiçi akademik işler noktasında yenilik oluşturdu. Bundan sonraki süreçte de melez yapıların baş göstereceği bilim insanları tarafından vurgulanıyor. Ancak bunun dijital bir “devrim” mi yoksa “evrim” mi olduğunu net bir şekilde ifade edebilmek için henüz erken…
Dijitalleşmenin iş hayatındaki etkisini de vurgulamakta fayda var. Pandemi, pazar parçalanmasını keskin bir şekilde hızlandırdı. Bu, pazar mikro-segmentasyonlarından beslenen dijital devlerin hızla bir biçimde büyümesini sağladı, ancak çoğu şirket bu yeni şartları karşılamak için iş modellerini değiştirmedi. Önceki çağda yükselen birçok yönetici, asırlık, denenmiş, gerçek, geniş pazar iş modellerinin hâlâ etkili olduğunu varsayıyordu. Finansal analistler, şirketleri satış büyümesi ve gider minimizasyonu temelinde değerlendirmeye devam ederek problemi pekiştirdi. 2020 baharında pandemi dünyayı kargaşaya sürüklediğinde, çoğu kuruluş buna zaman zaman dayanarak cevap verdi. Yöneticiler, operasyonlar üzerindeki etkiyi değerlendirdi ve acil durumla ilgilendi. Pandemi 2020'de her işletmeye meydan okudu. Kuruluşların iş akışlarının her öğesini test etti ve planlama süreçlerini tamamen değiştirdi. Ancak sonbaharda, çoğu yönetici duruma hâkim oldu.
MIT Technology Review Insight Raporu dikkatle incelendiğinde önemli veriler göze çarpıyor. Genel olarak, işletmelerinin %47'si 2021 yılının sonuna dek yeni iş modellerinin gelişmesini bekliyor, %36'sı kuruluşlarının dönüşmesini bekliyor ve yalnızca %12'si hayatta kalmak için çaba sarf ediyor. 2021'de ankete katılan işletmelerin %80'i satın almalar, elden çıkarmalar, yeni iş modelleri ve yaygın otomasyon gibi stratejik büyük hamleler planlıyor. Aslında, %39'u 2020'de zaten "büyük bir hamle" yaptı. İşletmelerin dörtte birinden biraz fazlası (%27'si) 2021'de bu tür planlar düşünüyor. Büyük dönüşümlerin büyük kuruluşlar tarafından üstlenilmesi daha olasıdır; 1 milyar dolardan fazla geliri olan işletmelerin %87'si ise küçük işletmelerin %76'sına kıyasla farklı planlara sahiptir.
E-TİCARET’TE 4,2 TRİLYON DOLAR
Pandemi işletmeleri olduğu kadar e-Ticaret alanını da derinden etkiledi. Böylelikle e-Ticaret sektörü global perakende çerçevesinin vazgeçilmez bir parçası hâline geldi. Diğer pek çok endüstri gibi, perakende sektörü de internetin ortaya çıkışının ardından önemli bir dönüşüm geçirdi ve modern hayatın süregelen dijitalleşmesi sayesinde, hemen hemen her ülkeden tüketiciler artık online işlemlerin avantajlarından yararlanıyor. İnternet erişimi ve benimsenmesi dünya çapında hızla arttığından, dijital alıcıların sayısı her yıl artmaya devam ediyor. 2020'de iki milyardan fazla insan çevrimiçi olarak mal veya hizmet satın aldı ve aynı yıl içinde e-Perakende satışları dünya çapında 4,2 trilyon ABD dolarını aştı.
MOBİL CİHAZ TRENDİ
Bu dönemde e-Ticaret dünyasındaki en görünür trendlerden biri, mobil cihazların benzeri görülmemiş kullanımıdır. 2019'da akıllı telefonlar, dünya çapındaki tüm perakende web sitesi ziyaretlerinin yüzde 60'ından fazlasını oluşturmuştur. Mobil cihazların benimsenmesi, özellikle diğer dijital altyapıya sahip olmayan bölgelerde hızla ilerlerken, mobil entegrasyon geleceğin alışveriş deneyimini şekillendirmeye devam edecek. Haziran 2020'de, küresel perakende e-Ticaret trafiği; bakkaliye, giyim ve aynı zamanda perakende teknoloji ürünleri gibi günlük ürünlere son derece yüksek taleple birlikte 22 milyarlık aylık rekor ziyaret gerçekleşti. Çevrimiçi kullanım, satın alma alışkanlıkları ve e-Ticaret’in ve küresel perakende sektörünün genel geleceğinin 2021 ve sonrasında nasıl görüneceği, büyük ölçüde COVID-19'un daha da ilerlemesine bağlı olacaktır. Şunu da eklemekte yarar var: 2020 itibarıyla, çevrimiçi pazar yerleri dünya çapındaki çevrimiçi satın almaların en büyük payını oluşturmaktadır.
Açıkça dijitalleşme, hem arkadaşlar ve aile arasında mikro düzeyde hem de devletin farklı siyasi ve ekonomik paydaşları arasında makro düzeyde etkileşim kurma şeklimizi dönüştürmüştür. Siyasi dijital pazarlamanın altın çağı devam ederken, virüsün yayılmasını engelleme ve ekonomiyi yeniden açmaya yönelik dengeleme fiili, son aylarda politika yapıcılar için özellikle yüksek profilli bir zorluk olmuştur.
MAHREMİYET, NEREDEYSE ORTADAN KALKTI
Ticari işletmeler, siyasi kampanyalar ve hükûmetler, kişilerin verilerini toplamakta, geçmiş ve gelecekteki tutumlarını, ilgi alanlarını belirlemek için açıklayıcı, tanımlayıcı, tahmine dayalı ve kuralcı analitiği kullanmaktadırlar. Pandemi dönemi dijitalleşme arttığı için mahremiyet neredeyse ortadan kalkmış ve tüm verileri sanal ortam üzerinden toplanmaya başlamıştır. Dijitalleştirme, bilgiyi hep keşfedilebilir hâle getirir. Dijital dünyaya bir giriş yapıldığında yani bir sorgulama veya bir web sitesine tıklama neticesinde dijital bir parmak izi kalır. İnternetteki “Şartları kabul ediyorum” ibaresinden önce sıklıkla karşılaşılan dil ile bireyler sınırlı mahremiyet hakları elde edebilirken, bu haklar, gizli bilgilerin siber saldırılar tarafından tehlikeye atılması durumunda kişilerin sahip olduğu sınırlı başvuru sebebiyle aşınmaktadır. Bu durumlarda bilgilerin ve mahremiyetin kurtarılması genellikle minimum düzeydedir. Ayrıca otoriter devletler açısından pandeminin dijital ortama kayması gözetim konusunda büyük kolaylıklar sağlamış, vatandaşların denetim altında tutulabilmesi kolaylaşmıştır.
OTORİTER EĞİLİMLER
Birkaç Asya ülkesinde kullanılan kişi izleme teknolojileri, kişilerden son derece hassas veriler toplar. Ancak, özellikle tıbbi verilerle ilgili olarak veri koruma ve gizlilik düzenlemeleri ülkeden ülkeye önemli ölçüde farklılık gösterebilir. Örneğin, birkaç Avrupa ülkesinde veya ABD'de daha kısıtlayıcı düzenlemeler vardır. Avrupa ve ABD'deki araştırmacılar ve devlet kurumları şu anda uygun düzeyde güvenlik, mahremiyet ve şeffaflık sağlayan dijital teknolojiler geliştirmek için çaba harcamaktadırlar. İsrail, nüfusu izlemek, kontrol etmek ve düzenlemek için hem gönüllü hem de zorunlu olarak dijital teknolojileri kullanmıştır. Hemen hemen herkeste bulunan akıllı telefonlar, hükûmetlere insanların hareketi hakkında değerli bilgiler sağlamıştır. Özellikle Çin teknolojik olarak önemli adımlar atarak otoriter bir yapıya sahip olduğunu ortaya koymuştur. Karantina tedbirlerinin uygulanmasını kolaylaştırmanın yanı sıra COVID-19 virüsünden mevcut ve muhtemel enfeksiyonların haritasını çıkarmak için araçlar sağlamıştır. Haritalama, güçlü bir kontrol aracıdır. İnsan davranışının haritalanması, mevcut sağlık krizlerinin ötesine geçen keşif ve sömürü için yeni bir sınır sağlamıştır.
Çin, COVID-19'un yayılmasını izlemek için vatandaşlarını insansız hava araçları (İHA), akıllı telefonlar ve CCTV kameraları kullanarak izlemiştir. Benzer şekilde Güney Kore, İsrail ve Singapur, insan davranış kalıplarını izleyerek COVID-19'un yayılmasını önlemek için konum verilerini, video kamera görüntülerini ve kredi kartı bilgilerini kullanmıştır. Google, sosyal sorumluluk sahibi olmanın bir yolu olarak “Topluluk Hareketlilik Raporları” kisvesi altında karantina sırasında hareketi izlemek için konum verilerini yayınlamıştır. COVID-19'un yayılmasını azaltmaya yönelik bu ve benzeri eylemlerde mahremiyet, millî tartışmalarda önemini yitirmiştir.
TESİRLERİ DEVAM EDECEK
Pandemi bitse de etkileri kolay bir şekilde geçecek gibi gözükmüyor. COVID-19, hibrit iş modellerinin üretkenliğe bir engel olmadığını göstermiştir. Bu sebeple, farklı uzaktan çalışma modellerinin COVID-19 sonrasında da devam edeceği konusunda genel bir fikir birliği vardır. Birçok işveren, çalışanların sağlık anketlerinde olumlu sonuçlar ve potansiyel olarak ofis alanını azaltma dâhil olmak üzere esnek çalışma düzenlemelerinin faydalarını görmeye devam etmektedir. Yakın zamanda yapılan bir ankete katılanların yüzde 25'i, uzaktan çalışmayı istihdamın bir faydası olarak gördüğünü belirtmiştir. Netice olarak, hibrit bir iş gücünü güçlendirmek ve daha esnek çalışma modellerine sorunsuz bir geçiş sağlamak için bu bağlamda ortaya çıkabilecek sorunları kabul etmek son derece önemlidir mühimdir. Ayrıca aşırı dijitalleşmenin negatif etkilerinin de kısa vadede görüleceğini tahmin etmek hiç de zor değildir. Pandemi sonrası bireylerin yeni hobiler ve mesleklerle tanışacağını ifade edebilmek mümkün. Kısacası hiçbir şey eskisi gibi olmamakla birlikte insanlar tabiata, köylerine dönerek kendilerine organik bir hayat sürmek için farklı yollar deneyeceklerdir
.
SEÇMEN KİTLELERİNİN EKONOMİK BEKLENTİLERİ: Asgari ücret yerleşim yerine göre tespit edilmeli
4 Temmuz 2021 02:00
Prof. Dr. Hasan Fehim Üçışık
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi Öğretim Üyesi
Asgari ücret kırsal kesimdeki geçim şartlarına göre belirlenmişse büyük şehirler için fevkalade yetersiz, büyük şehirler için belirlenmişse kırsal kesim için asgarinin üzerinde olabilmektedir. Bizce bu ücret, her il ve ilçede, merkezî yönetimin, yerel yönetimlerin, sendikalar ile meslek örgütlerinin temsilcileri tarafından tespit edilmelidir.
Mevcut asgari ücret uygulaması, maalesef kalkınmada öncelikli yörelerde özel sektör yatırımlarını güçleştirmekte veya pek çok yerleşim yerinde eş ve çocukları da iş arayan aile reislerinin işsiz kalması bahasına çalışmasına sebep olmaktadır.
Asgari ücret belirlenirken işçinin, aile yakınlarını geçindirdiği kabul edilmemektedir.
Türkiye’deki geniş seçmen kitleleri, başta geçim şartları, konut ve iş desteği olmak üzere, çeşitli konularda beklenti içinde bulunmaktadır. Geçim şartları hususunda, özellikle asgari ücret düzenlemesinde değişiklik yapılarak insan haklarına uygunluk sağlanmasıyla on milyonlarca seçmenin ve çocuklarının hayat şartları olumlu yönde değişecektir.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre, herkesin, ailesiyle birlikte, yiyecek, giyecek, konut, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dâhil olmak üzere, sağlığını ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik, hastalık, engellilik, yaşlılık gibi nedenlerle geçim imkânlarından yoksun kaldığında, toplumun bir üyesi olarak sosyal güvenlik yardımına hakkı vardır. 1982 Anayasası bu hükümleri alıntılamamış ve eş değer bir düzenleme de yapmamıştır.
“65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun”a göre, sosyal güvenlik kuruluşlarından aylık almayan, sigortalı olarak çalışmayan, nafaka alamayan ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarınca muhtaç olduğuna karar verilen, 65 yaşını doldurmuş vatandaşlara aylık bağlanır. 18 yaşını doldurmuş ve işe yerleştirilememiş veya başkasının yardımı olmadan hayatını devam ettiremeyen engelli, muhtaç vatandaşlara da aylık bağlanır. Kendisi ile eşinin ortalama aylık gelirleri net asgari ücretin üçte birinden fazla olanlar muhtaç sayılamaz.
“Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu”na göre, fakr-u zaruret içinde bulunan veya küçük bir destekle üretken olabilecek veya Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına tabi ya da bu kuruşlardan aylık bağlanmış olmakla birlikte hane içindeki kişi başına geliri net asgari ücretin üçte birinden az olan kişilere, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarınca, takdire bağlı olarak yardım yapılmaktadır.
YARDIMLAR TAKDİRE BAĞLI OLMAMALI
Bizce, gelirlere eklenen bu gibi yardımlar takdire bağlı olmamalı, her bir yerleşim yeri için, ailedeki kişi sayısına, kira ödenip ödenmediğine, çocukların eğitim durumuna göre belirlenen ölçütler uygulanmalıdır.
Genel Sağlık Sigortası primlerini ödeyemeyecek durumdaki vatandaşlara prim desteği de verilmektedir. Bizce, bu sigortada primler yalnızca çalışanlardan alınmalı ve prim borcu, sağlık hizmetleri için engel sayılmamalıdır.
Evlenecek dar gelirli vatandaşlara, zorunlu ev eşyası için uzun süreli ödünç verilmeli, bu yardımın miktarı ve geri ödenmesinde o dönemlerdeki en düşük memur maaşı esas alınmalıdır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesindeki sosyal yardım hükümlerini alıntılayan bir “Sosyal Yardımlaşma Kanunu” çıkarılarak bu konudaki çeşitli kanun düzenlemeleri toparlanmalıdır.
1982 ANAYASASI BAKIŞI
Yukarıda belirttiğimiz gibi İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre, her çalışanın, kendisine ve ailesine insanlık haysiyetine uygun bir yaşayış sağlayan ücrete hakkı vardır ve 1982 Anayasası, bu hükmü alıntılanmamış, eş değer bir düzenleme de yapmamıştır. 1982 Anayasasına göre; devlet, çalışanların adaletli ücret elde etmeleri için gerekli tedbirleri alır, asgari ücretin tespitinde ülkenin ekonomik durumu da göz önünde tutulur. Danışmanlık Meclisinin kabul ettiği Anayasa Taslağındaki madde gerekçesine göre; “bütün ülke için ... asgari ücretin... her ilin kaldırabileceği miktar esas alınarak tespit edilmesi genelde işçilerin aleyhine işleyecek bir çözümdür.”
ASGARİ ÜCRET TESPİTİNDEKİ PROBLEM
İş Kanununda “her türlü işçinin ekonomik ve sosyal durumlarının düzenlenmesi için” ücretlerin asgari sınırlarının en geç iki yılda bir belirlenmesi öngörülmektedir. Yönetmelikte, tekil olarak, yalnızca “işçinin” gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret şeklinde bir tanım yapılmakta ve işçinin, ailesiyle birlikte insanca yaşamasını sağlaması gereken asgari ücret, hangi yerleşim yerlerinin geçim şartları göz önünde tutularak hesaplandığı açıklanmaksızın işçinin şahsı esas alınarak belirlenmekte ve yurt genelinde uygulanmaktadır. Bu ücret, kırsal kesimdeki geçim şartlarına göre belirlenmişse büyük şehirler için fevkalade yetersiz, büyük şehirler için belirlenmişse kırsal kesim için asgarinin çok üzerindedir. Bu ilginç uygulama, kalkınmada öncelikli yörelerde özel sektör yatırımlarını güçleştirmekte veya pek çok yerleşim yerinde eş ve çocukları da iş arayan aile reislerinin işsiz kalması bahasına çalışmasına sebep olmaktadır. Asgari ücret belirlenirken işçinin, aile yakınlarını geçindirdiği kabul edilmemekte, fakat ölümü hâlinde ailesine, destekten yoksun kaldıkları için aylık bağlanmaktadır.
HER İL VE İLÇEDE TESPİT
Bizce, asgari ücret, her il ve ilçede, merkezi yönetimin, yerel yönetimlerin, sendikalar ile meslek örgütlerinin temsilcileri tarafından, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde öngörüldüğü üzere, aile geçindirecek düzeyde belirlenmelidir.
Gelir getirici projelere Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarınca faizsiz ödünç olarak kişi başı 15 bin lira destek sağlamakta, grup bazlı projelerdeki destek 150 bin lirayı bulmaktadır.
KOSGEB, yurt dışından getirtilen ürünleri Türkiye’de yerli ve millî imkânlarla üretecek olan KOBİ’lere, çalışan sayısına ve iş yerindeki düzenli giderler ve malzeme giderlerine göre, teminatsız ve faizsiz ödünç şeklinde destek vermektedir.
Hazinenin mülkiyetindeki taşınmazlar ile devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerler, tarımsal üretim yapılmak üzere, o il sınırları içerisinde kendisinin ve eşinin 60 dönüm toprağı olmayan çiftçilere pazarlık usulüyle kiraya verilmektedir. Kiralanan taşınmaz en fazla 60 dönüm, sözleşme süresi 10 yıldır; süre, yeniden bedel belirlenerek 10 yıl uzatılabilir.
Bizce, iş kurma destekleri, olabildiğince yaygınlaştırılmalı, halı dokuma gibi hane içinde yapılabilen çok çeşitli işler için hem araç, gereç, ham madde temini, hem de pazarlama ve satış konularında yeterli destek sağlanmalıdır.
Yurt dışındaki işçi vatandaşlarımız, pek çok il ve ilçemizde kurdukları şirketler dolayısıyla uğradıkları mağduriyet için uzun yıllardır çözüm beklentisi içinde bulunmaktadırlar. 2002 öncesinde sıkıntılı duruma düşen büyük firmalar, yüzde 144 faiz hayaliyle bankerlere para yatıranlar için özel kanun düzenlemeleri yapılırken 300’den fazla işçi şirketine hiçbir destek sağlanmaması fevkalade ilginç bir çelişkidir. Kurulduklarında 350 bin dolayında ortağı olan bu şirketler için özel düzenleme bekleyen vatandaşlarımızın sayısı hâlen milyonları aşmıştır. Bu kitlenin mağduriyetinin giderilmesi ana vatanla bağlarını güçlendirecek ve ülke ekonomisine katkılarının önemli oranda artmasını sağlayacaktır.
TOKİ NE YAPMALI?
TOKİ tarafından 2003 yılından bu yana 985.000 kadar konut yapılmıştır. Hedef, 2030 yılına kadar, herkesin, yeterli, güvenli ve ekonomik olarak karşılanabilir konuta erişiminin sağlanmasıdır. Ülkemizde 2,5 milyon yoksul hane, yaklaşık 10 milyon yoksul hane halkı bulunmakta, bu kişilerin konut edindirme sisteminden yararlandırılması gerekmektedir.
Bizce, yoksul ve dar gelirli ailelerin tümüne TOKİ, olabildiğince süratle konut yaptırıp vermeli ve bedelleri, birim inşaat maliyeti olarak hesaplanıp 15 yılda, güncel maliyetler üzerinden, aylık kira gibi ödenmelidir. Mesela, arsa payıyla birlikte 90 birim metrekare olan borç, her yıl 90:15=6 metrekare, böylece her ay 6:12=0,5 metrekare bedeli şeklinde ödenmelidir.
Orta gelir grubundaki vatandaşlar için TOKİ, belirli kamu arazilerini toplu konut firmalarına geçici olarak tahsis etmeli, vatandaşlar yalnızca yapı bedelini ödeyip konut sahibi olduklarında arsa payını TOKİ’ye, konutun büyüklüğüne göre belirlenecek sürede ödemelidirler.
YURTKUR tarafından 2020 yılından itibaren ön lisans ve lisans öğrencilerine 550 lira, yüksek lisans öğrencilerine 1.100 lira, doktora öğrencilerine 1.650 lira aylık öğrenim kredisi verilmektedir. 2019 yılında 402 bin 812 öğrenci burs, 1 milyon 190 bin 200 öğrenci kredi almıştır. Öğrenim kredisi borcu, verilen kredi miktarına Yurtiçi Üretici Fiyat Endeksindeki artışlar uygulanarak belirlenmekte ve normal öğrenim süresinden 2 yıl sonra başlamak üzere, kredi alınan sürede aylık taksitler hâlinde ödenmektedir. İki yıl sonra ödenmeyen borçlara aylık yüzde 1,40 gecikme zammı uygulanmaktadır. Hâlen 5 milyon dolayında vatandaşımızın kredi borcu bulunmaktadır.
ÖĞRENİM KREDİSİNDE ASGARİ ÜCRET FAKTÖRÜ
Bizce, öğrenim kredilerinin verilmesinde de geri ödenmesinde de o tarihlerde yürürlükte olan asgari ücretin veya en düşük memur maaşının onda üçü gibi bir oran esas alınmalı ve bir aylık kredi 3 ayda geri ödenmelidir.
YURTKUR’un bir yılda yurt imkânı sağladığı öğrenci sayısı 600.000 dolayındadır. Bizce, yurt ihtiyacı olan üniversite öğrencilerinin tümüne barınma imkânı sağlanmalı, YURTKUR’un yurtları yeterli oluncaya kadar, hizmet sunulamayan öğrencilere mali destek sağlanmalıdır.
İlkokul, ortaokul ve lise öğrencilerine, eğitim dönemlerinde ders dışı saatlerde spor tesislerinde, gerekli malzeme ve giysilerle eğitici nezaretinde spor yapma imkânı sağlanmalı, ihtiyacı olanlara kademeli olarak 30, 50, 70 lira gibi belirli bir miktarda antrenman gideri ve beslenme desteği verilmelidir.
.
Sinsi İngiliz siyaseti Mısır’ı ne hâle getirdi?
11 Temmuz 2021 02:00
Numan A. Ünal
Türk tarihinde çok önemli bir yeri olan Mısır, 1882 yılında İngiltere tarafından işgal edilince, sinsi bir siyaset neticesinde kimyası bozulmaya başladı. Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra da Mısır’ın başına geçen sosyalist ve reformist devlet ve din adamları, ülkeyi ihtilallere, savaşlara sokarak Müslüman halkı mağdur ettiler.
Mehmed Arif Bey, kaleme aldığı eserlerde Mısır’da din ve devlet adamlarının mason olmaları hakkında enteresan bilgiler veriyor.
Yavuz Sultan Selim Han Mısır’ı 1517’de fethetti.
Mısır’a İslamiyet’in ulaşması için ilk teşebbüs Asr-ı Saadet’te yapıldı. Peygamberimiz, sahabeden Hatip Bin Ebî Beltea vasıtasıyla zamanın Mısır hükümdarı Mukavkıs’a bir mektup göndererek İslam’a davet etti. Ülke daha sonra Hazreti Ömer’in halifeliği devrinde, 641 yılında Amr Bin As tarafından fethedilerek İslam ülkesi oldu.
Mısır zamanla büyük bir İslamî ilim ve medeniyet merkezi hâline geldi. İmam-ı Şafiî, Ahmed-i Bedevi, Abdûlvehhab-ı Şa’rânî, Ahmet Rıfaî ve Seyyidet Nefise gibi yüzlerce âlim ve evliya yetişti. Pek çok kıymetli kitaplar bu topraklarda yazıldı, basıldı.
Mısır’ın Türk tarihinde de çok önemli bir yeri vardır. Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı fethetti. Bu fethin neticesinde hilafet Abbasîlerden Osmanlılara geçti.
SİNSİ İNGİLİZ SİYASETİ
Ancak İngiltere’nin 1882 yılında Mısır’ı işgal etmesiyle, sinsi bir siyaset neticesinde Mısır’ın millî, manevi yapısı, kimyası bozulmaya başladı. Muhammed Abduh, Cemaleddin Efganî, Reşid Rıza gibi reformist ve mason din adamları, dergi ve kitaplarıyla Ehl-i sünnet itikadına büyük zararlar verdiler. Mısır’da İngiliz hayranlığı, Osmanlı Devleti ve milletine düşmanlık başladı. Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra da Mısır’ın başına geçen sosyalist ve reformist devlet ve din adamları, ülkeyi ihtilallere, savaşlara sokarak Müslüman halkı mağdur ettiler.
Abdülhamid Han, Mısır’ı İngiliz işgalinden kurtarmak için siyasi görüşmelerde bulunmak üzere Gazi Ahmed Muhtar Paşa’yı “Fevkalâde Komiser” olarak Mısır’a gönderdi. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nde ordu komutanı olan Ahmed Muhtar Paşa’nın mühimme başkatibi ve bu savaşla alakalı “Başımıza Gelenler” isimli kıymetli hâtıratın yazarı Mehmed Arif Bey de, yine Paşa’nın yanında vazifeliydi.
Mehmed Arif Bey, Mısır’da kaldığı vakit “1001 Hadis” kitabını hazırladı. Bu eserde hadis-i şerifleri açıklarken İngilizlerin sinsi siyasetlerini, din ve devlet adamlarının nasıl mason olduklarını, halkın İslamiyetten nasıl uzaklaştırılarak Osmanlı düşmanı, İngiliz hayranı yapıldığını dile getirmektedir. Mehmed Arif Bey’in bu kitapta bahsettiği bazı önemli hususları özetleyerek aşağıda takdim ediyoruz.
DİN ADAMLARI FARMASON OLDU
Mehmed Arif Bey, Mısır’da farmasonluk faaliyetlerinin çok ileri bir safhada olduğunu özellikle de din ve devlet adamlarının mason olmaları hakkında şunları kaydediyor:
“Avrupalıların daha doğrusu dinsizlik âleminin İslam âlemine hücum vasıtası olan farmasonluk meselesi Mısır’da bulunduğum müddetçe tasavvurun üzerinde yerleşmişti. Mısır’ın meşhur âlimlerinden birisi ‘Bevvab-ı Azamlık’ masonluk rütbesini almıştı. (Bu Cemaleddin Efganî idi. Bir diğeri de Muhammed Abduh’dur. Kaynak: Les Franco Maçons ve Ed-dürer)
Mısır’ın bir kısım ileri gelenleri, manevi yönden bir hile olmak üzere mason localara girmeyi kurtuluş çaresi olarak düşünüyor ve bu hareketlerinde de İslamî bir mahzur görmüyorlar. Bu âlimlerden bazıları da ‘farmasonluk dine zarar veren bir şey değil; insanî kardeşlik kurmaktan ibarettir’ gibi sözlerle kendi kanaatlerini açıklıyorlar. Düşünmüyorlar ki kökü Avrupa’da, dalları memleketimizde bu nebat bize göre yıkılış, zehirli kavundan başka ne meyve verir? Hiç düşünmüyorlar ki Avrupalı Hristiyanlıkta; İsrail Yahudilikte ve bir Müslüman da İslamiyet’te kaldıkça; tabiat, yaradılış, milliyet itibarıyla kardeş olamazlar. Zira onların birlik ve beraberlikleriyle bizimkiler arasında çok fark vardır. Onların birleşme yönleri milliyet ve kavmiyet; bizim birleşmemizin esası ise sırf dindir. Biz İslamiyet’i kaybedersek zaten birleşme yönümüz olmadığından veya mahvolmuş olacağımızdan yakınlık duyduğumuz başka milletlerin kölesi ve mahkûmu oluruz.
Eğer masonluk, cemiyet içinde sırf eşitliğin meydana gelmesine hizmet etmekten ve kardeşlik bağı kurmaktan ibaret olsaydı; Mısır’da “Loca” cemiyetleri ayrı ayrı olmazdı. İngiliz Masonlarınınki başka, Fransızlarınki ise büsbütün başka taraftadır. Öyle bilmelidir ki, bu korkunç tarikat farmasonluk, dinler bilhassa İslam âlemi için kurulmuş siyasi bir teşkilattır. Hatta İngilizlerin meşhur hatibi Başvekil Gladiston; ‘Kur’ân var oldukça Müslümanların kökü kesilmez, dünyayı altüst etmek için yalnız bu kitap yeter’ demişti.
OSMANLI DÜŞMANLIĞI
İngilizler Mısır’ı işgal ettikten sonra, Osmanlı Devleti ve hilafet makamı ile halkın manevi ve dinî bağlarını koparmak için çok sert tedbirlere başvurmuşlardır. Mısır Müslümanlarıyla Türklerin görüşmemesi için büyük gayret sarf etmişlerdir. Bir Türk ile görüşen Mısırlı çok kötü akıbete uğratılmıştır. Türklerle görüşenler Rusya’nın Sibirya’sı sayılan Sudan ve Ekvator bölgesine sürülmüştür. Hatta Mısırlı bir Türk yabancı, yabancı bir Hristiyan Avrupalı ise Mısırlı sayılmıştır. Anadolu, Rumeli halkının perişanlık ve sefalet içinde bulunduğu propagandası köylülere, çiftçilere kadar yerleştirilmiştir.
İNGİLİZ HAYRANLIĞI
Mısır’ın ileri gelen din ve devlet adamlarınca Mısır’ı işgal eden İngiliz’in rızasını kazanmak için, başvurmadık aşağılık kalmıyor. Hatta İslam halkının arzusuna aykırı olarak, İngiltere Kraliçesinin büyük oğlu Veliaht Prens Digal Mısır’daki askerleri teftiş etmek ve otorite kurmak için Kahire’ye geldi. Hükûmet memurları, ileri gelen bütün eşraf; tüccar, Başkadı, El-Ezher Üniversitesi Başşeyhi (rektör), müftüler, cicili bicili büyük üniformalarını giymiş olarak prensi karşılamaya çıktılar. Bununla da yetinmeyerek prense tahsis edilen, Kahire’ye bir saat mesafedeki Tire Kasrı’na giderek prensin gelişini tebrik için koşuştular. Prensin huzuruna kabul olmak imtiyazına sahip olmadıklarından, yalnız teşrifat defterine isimlerini kaydederek döndüler.”
İNGİLİZ KORKUSU!...
Mehmed Arif Bey, Mısır devlet ve hükûmet adamlarının İngilizlerden ne kadar korktuklarına dair aşağıdaki bilgiyi kaydediyor:
“Mısır Matbaa Nazırı Cevdet Bey, Tacü’l-Arus’un (Ansiklopedik Arapça Lügat) yeniden basılmasına maddi ve manevi yardımda bulunuyor ve kitabın sonuna da ‘İngilizlerin Mısır’ı boşaltması için Osmanlı Devleti tarafından vazifelendirilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa Mısır’a geldi’ ibaresinin yazılmasını istiyor. Ancak; El-Ezher Üniversitesi’nin büyük âlimleri, Ahmed Muhtar Paşa’nın İngilizlerin Mısır’dan tahliye edilmesi görüşmelerini yapmak üzere hilafet makamı tarafından gönderilmiş olduğunu yazamıyorlar. Bu ifadeyi yazmaktan çekinmelerinin sebebi ise şayet İngilizlerin Mısır’dan çıkması Mısır hükûmetinin arzusuna uygun değilse istenilmeyen bir şeyi yazmakla belki başlarına bela gelme korkusudur ki, Mısır’dan İngilizleri çıkarmayı istemek nerede?! Daha sonra bu ibareyi basılması için o zamanki Mısır’ın Başvekili Riyad Paşa’ya götürürler. Riyad Paşa da telaşla Cevdet Bey’i çağırarak, Ahmed Muhtar Paşa hazretlerinin İngilizlerin Mısır’dan çıkmaları görüşmesine gelmiş olduğu sözünün yazıdan çıkarılmasını rica eder. Cevdet Bey de artık mecburen bundan vazgeçer.
Mısır’daki hükûmet memurlarının ekserisi bir Avrupalının gözüne girsin de yüz bin Müslümanın ayakları altında ezilsin orasını hiç düşünmez. İleri gelen âmirler de bu durumdadır.”
HRİSTİYANLAŞTIRMA POLİTİKASI
Mehmed Arif Bey, İngilizlerin Mısır’da çocukları Hristiyan yapma çalışmalarını söyle dile getiriyor:
“Mısır’da Rakik (köle) teşkilatı ve bunun çeşitli yerlerde şubeleri var. Sudan’dan kaçırılan erkek ve kız çocuklar Cizvit, Firer gibi çeşitli okullara konur. Hükûmetin gözü önünde bu günahsız çocuklar cayır cayır Hristiyanlık dinine sokulur. Yine bunların bir kısmı da Hristiyan ailelere hizmetçi olarak verilir. Daha sonra Hristiyan edilerek, Avrupa’ya götürülenler iyice yetiştirildikten sonra misyoner olarak Sudan’a geri gönderilirler. Böylece Sudan içten fethedilecek.”
Mehmed Arif Bey, şöyle devam ediyor: “Evladını Firerler mektebinde okutmak isteyen fakat Hristiyanlık tehdidinden korkan ileri gelenlerden biri bir gün Firer mektebinin müdürüne dinle ilgili bir söz söylememek şartıyla oğullarımı Firer mektebine vereceğim teklifinde bulunduğunda; mösyö müdür birçok görüşmelerden sonra şunu söyler:
Mektebin kuruluş gayesine aykırı hareket mümkün değildir. Biz mutlak Hristiyanlığın yayılması uğrunda bu kadar külfeti göze almış bulunmaktayız. Çocukları hangi şekilde olursa olsun Hristiyanlık aşılamak esas vazifemiz gereğidir. Ona aykırı hareket elimizden gelmez. Ancak sizinle olan eski hukukumuzdan dolay mektepteki hocalardan dinle alakası olmayan filozof meşrepli birisi vardır. Onu tayin edeyim de belirli zamanlarda evinize gelip çocuklarınıza ders versin.’
Mısır ne hâle geldi? Avrupa’da tahsil görmüş o kadar gençlere, ihtiyarlara rastladık ki, babasından gördüğü âdetlerini terk etmiş, dînî ve millî duygularını kaybetmiş. Bu kimseler, toplantı yerlerinde vakit geçirmesinden dolayı farz olan namazlarını eda için kalkan ve abdest hazırlığında bulunan bir Müslümanı küçümseyerek, alay ederek rahatsız eder. ‘Riyakâr adam, cemiyet içinde namaz kılınır mı?’ diye tenkit ediliyor. Hâlbuki farz namazlarında riya olmaz.”
İNGİLİZLERİN DÎNÎ HAYATI
Mehmed Arif Bey, Müslüman olanlar dinden uzaklaştırılırken; İngilizlerin dinlerini ve ibadetlerini nasıl yaşadıklarından da şöyle bahsediyor:
“Bir kere de şu İngilizlerin hâline ibretle bakarım. Bunların Mısır’da ne kadar askeri varsa her pazar günü Abidin ve Nil Kasrı meydanına çıkarıyorlar. Haçı yere dikerek, binlerce Müslümanın gözleri önünde ayin yapıyorlar. Bu hususta kimseden sakınılmıyor. Acaba bu hâl bizim Müslüman efendi, bey ve paşaların dikkatle nazarını çekmiyor mu? Haftada bir kere de olsa cuma namazı için camiye gitmeyi kendilerine yakıştırmıyorlar. Mısır’da köy ve kasabaların hemen hepsinde Cizvit ve Firerlerin, hâsılı bütün Avrupa misyonerlerinin mektep adı altında yüksekokulları ve kiliselerini görürüz. Yukarı Mısır’da yazın sıcaklığı 40-45 dereceye çıkan yerlerde binlerce lira sarfıyla yapılan büyük mektepler, kubbeli kubbeli kiliseler acaba ne maksatla yapılıyor?”
Mehmed Arif Bey son olarak önemle şunları da ifade ediyor:
“İngilizler şark milletleri üzerinde otorite kurmak, hükümleri altına almak için, ceplerinde bir kuruş ve üzerlerinde bir gömlek şartıyla soyup soğana çevirmek niyetindedirler. Bunu bilsinler ki taklit etmek istedikleri garp milletleri, dinimizin, cemiyetimizin, servetimizin, istiklalimizin, hürriyetimizin aleyhindedirler. Dost ile düşmanı ayıramamak akılsızlıktan, ahlak bozukluğundan, rüşde erememekten, pis cahillikten doğar.
Mısır’da sekiz bin öğrenci El-Ezher’de, dokuz milyon Mısır Müslümanı İngiliz esareti altında bulunur. Tuhafı şurası ki, esaret altında olduklarının farkında bile olamazlar. Yalnız esir olduklarını bilseler, hakaret içerisinde yaşadıklarını bilseler, belki kurtulma ümidi olur. Ancak şimdi bunlarda böyle bir duygu yoktur.”
Mehmed Arif Bey şu önemli hususu da kaydediyor:
“Osmanlı Devleti’nin padişahları asrı, İslam’ın selamet ve emniyetiyle süslenmiş bir asrıdır. Osmanlı hükümdarlarının hepsinin Ehl-i sünnet itikadı sebebiyle, bozuk inanç sahiplerine karşı Muhammed ümmeti açıkça sıkıntı çekmez idi. Kısaca şu kadar denilebilir ki bu yüce devlet, İslam âlemi için Cenab-ı Hakk’ın ümmet-i Muhammed için bir ihsanı ve imdadıdır. Tarih incelensin, geçmişlerin eserleri gözden geçirilsin, iddiamızın doğruluğu ortaya çıkar.” (Kaynak: 1001 Hadis-Mehmed Arif, Tercüman 1001 Temel Eser).
.
ASYA SİYASETİNİN İSTİKAMETİ Afganistan’a istikrarı Türkiye getirebilir
18 Temmuz 2021 02:00
Dr. Telman Nusretoğlu
Türk İslam Araştırmaları Merkezi başkanı
Hazar Üniversitesi Öğretim üyesi
Ankara’nın Rusya’yla geliştirdiği mutabakat iklimi ve Çin’le diyaloğu göz önünde bulundurulduğunda; Libya, Suriye, Güney Kafkasya’da olduğu gibi Türkiye, Afganistan’da denge kurucu, istikrar sağlayıcı bir güç olarak varlık gösterebilir.
ABD’nin, ülkeyi mücadele ettiği Taliban’a bırakarak süratle Afganistan’ı terk etmesi, nereden bakarsak bakalım iflasın ilanından başka bir şey değildir.
Orta Asya’da Türk-Rus mutabakatı, elzem görünmektedir.
ABD’nin uzun süren görüşmelerden sonra Taliban’la mutabakata vararak Afganistan’dan çekilmeye başlaması ve sonrasında Afganistan’ın hızlı bir şekilde Orta Asya devletleri ve İran’la sınırının Taliban güçleri tarafından ele geçirilmesi, “Afgan meselesini” bir defa daha dünyanın siyasi gündemine taşımıştır. Şimdi farklı başkentlerde üzerinde en çok kafa yorulan sorular arasında; koalisyon güçlerinin ülkeyi terk etmesinden sonra Afgan hükûmetinin geleceğinin ne olacağı, ülkede bulunan diplomatik temsilcilikleri, olağanüstü durumlarda tahliyelerin gerçekleştirilebilmesi ve her türlü mal sevkiyatı açısından kritik önemdeki Kabil Havalimanı’nı kimin koruyacağı, Taliban’ın bu çıkışıyla hangi jeopolitik konfigürasyonun kurulmasına hizmet ettiği, Sovyet ve ABD tecrübesinden farklı olarak Afgan halkıyla din-tarih-kültür yakınlığı bulunan Türkiye-Pakistan ittifakının Afganistan’da yeni bir mutabakat ve değişim dönemini gerçekleştirmede başarılı olup olmayacağı yer almaktadır. Ayrıca Çin’in yükselişiyle Asya, dünyanın siyasi ve ekonomik cazibe merkezi hâline gelmişken, Afganistan hadiseleri bu safahatı nasıl etkileyecek merak edilmektedir. ABD alelacele ülkeden çekilirken Afganistan’ın geleceği konusunda Türkiye’yle görüşmeleri uzatmasının arkasında yatan strateji acaba nedir? Rus yasalarına göre gayrimeşru kabul edilen Taliban’la Moskova’da görüşmeler başlatan, Afganistan’la komşu olan eski Sovyet cumhuriyetlerine tehlike karşısında ortak güvenlik şemsiyesi tavsiye eden Rusya’nın, Afgan meselesinde ne gibi tutum içinde olacağı da uzmanların cevaplamaya çalıştığı sorular arasındadır.
DAYATMALAR NETİCE VERMEDİ
İki farklı jeopolitik denklem içerisinde olsa da, Afgan halkına silahla dayatılan Sovyet rejimi gibi ABD demokrasisi de bütün uzantıları, temsilcileriyle birlikte yenilmiş gibi gözüküyor. ABD’nin Afganistan operasyonu ülkeye 1 trilyon dolardan fazla paraya mal olmuş, Irak’ta olduğu gibi orada da sivil ve asker tüm taraflardan binlerce insan hayatını kaybetmiştir. ABD’nin “dünya uyuşturucu trafiğinin laboratuvarı” konumundaki Afganistan’dan elde ettiği kazanç, Pentagon generallerinin burada kurguladıkları terörle mücadele oyunu ve sonuçları ise ayrı bir araştırma konusudur. Fakat Afganistan’ı mücadele ettikleri Taliban’a bırakarak, süratle ülkeyi terk etmeleri, nereden bakarsak bakalım iflasın, ABD ufuksuzluğunun ve gerilemesinin ilanından başka bir şey değildir.
AFGANİSTAN’DA TELAŞ VAR
Şimdi Afgan topraklarında, 1989 yılında Sovyet Ordusu ayrılışı öncesinde yaşanan telaşın bir benzeri yaşanmaktadır. Taliban’ın hızlı ilerleyişi karşısında ülkeler diplomatik misyonlarında vazife yapan vatandaşlarının tahliyesi hakkında zihin yormakta, koalisyon güçlerinin güdümünde olan, onların Afganistan’da hâkimiyet kurmasından sonra açılan çeşitli kurum ve kuruluşlarda çalışan, yeni rejimi ve Batılı değerleri savunan Afganları gelecek endişesi sarmakta ve Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesi durumunda ülkeyi terk etmenin yolları aranmaktadır.
SINIRLAR HAREKETLİ
Tacikistan resmî haber ajansı “Xovar”ın Sınır Kuvvetleri Komutanlığı’na istinaden verdiği bilgilere göre Taliban’la çatışmalardan kaçan binin üzerinde Afgan askeri, sınırdan geçerek Tacikistan’a sığınmış, Cumhurbaşkanı İ. Rahman, sınırların korunması amacıyla ülkede seferberlik ilan etmiştir. Yer yer el değiştiren ülke sınırları dışında, Taliban’ın ele geçirdiği bölgeler şimdilik stratejik önemde olmasa da, Özbek nüfusun yoğunlukta olduğu Mezar-ı Şerif etrafında çatışmaların şiddetlenmesiyle birlikte Türkiye ve Rusya da orada bulunan konsolosluklarını geçici olarak kapatmak zorunda kalmıştır. Kandahar, Kunduz gibi vilayetlerin Taliban’ın kontrolüne geçmesi Afganistan hükûmet güçlerinin Taliban karşısında ciddi bir direniş gösteremediğini de ortaya koyuyor. Taliban’ın çatışma hâlindeki ordu güçlerine yönelik psikolojik operasyonun, dinî-ideolojik propagandasının başarılı olduğu, askerî araç ve gereçlerini, silahlarını Taliban’a teslim eden askerlerin serbest bırakıldığı yönündeki haberler de artmaktadır. Bu defa Taliban geçmişe nazaran daha kapsayıcı ve ılımlı bir siyaset izlemekte, ister Afgan hükûmeti isterse de bölgede çıkarları bulunan ülkelerle görüşmelerine devam ederek sivil misyon temsilcileri, çeşitli görevler dolayısıyla Afganistan’da bulunan yabancı ülke vatandaşlarıyla işinin olmadığını, yalnız ülkedeki yabancı askerî güçlere karşı tahammülsüz olacağını ifade etmektedir.
TALİBAN’IN TÜRKİYE TAVRI
Taliban temsilcisi S. Şahin’in BBC’ye yaptığı açıklamada İslam dünyasının büyük devletlerinden biri olarak Türkiye’yle iyi ilişkilerden yana olduklarını bildirse de, Türk askeri de dâhil ülkelerinde hiçbir yabancı askerin kalmasını arzu etmediklerini beyan etmesi -Ankara’yla ABD arasında görüşmeler devam ederken- farklı açılardan değerlendirilebilir. Uzmanlar, haklı olarak Taliban’la görüşmeler yapılmadan ve Afganistan’ın geleceği hususunda Pakistan’la bir mutabakat modeli geliştirilmeden Ankara’nın böyle bir kritik misyona istekli olmayacağını ifade etmekteler. Kaldı ki Taliban güçleri yeknesak değildir ve Pakistan-Türkiye ittifakının bu yapılanmaya yönelik ciddi hamleler gerçekleştirme imkânı vardır.
İNGİLTERE’NİN ENTERESAN KARARI
Taliban, ticaret yollarının kontrolü açısından kritik önemi haiz Pakistan sınırındaki bazı noktaları ele geçirdiğini duyururken İngiltere’nin koalisyon hükûmetinin kurulması, Afgan iktidarının parçası olması hâlinde Taliban’la görüşmelere başlayabileceğini beyan etmesi de enteresan gelişmedir. İç savaşın önlenerek mevcut Afganistan hükûmetiyle Taliban mutabakatının sağlanması, ülkede sosyolojik, etnik-dinî açıdan bir uzlaşma ve sükûnetin oluşması, Afganistan barışının Asya’daki iş birliği ve istikrar iklimine katkıları açısından da önemlidir. Tam da burada Türkiye çok kritik bir rol üstlenebilir. Tarihî ve kültürel açıdan Afgan halkının Türkiye’yle derin bağlarının olması, Türk ordusunun koalisyon gücünün parçasıyken Taliban’a karşı askerî operasyonlarda yer almayarak birleştirici tutumu sürdürmesi ve Pakistan’la stratejik ortaklık, coğrafyada yeni bir dönemin başlaması umutlarını artırıyor. Türkiye’nin medeniyet coğrafyalarıyla kucaklaşma stratejisi doğrultusunda yeni oyun kurucu güç olarak Katar’a yönelik Körfez tecridinin etkisizleştirilmesinde; Libya, Suriye, Doğu Akdeniz ve Güney Kafkasya’daki problemlerin çözümünde sergilediği başarılı hamleler de unutulmamalıdır. NATO liderler zirvesinin son toplantısında verilen resimde, bu askerî blokun Rusya ve Çin’in dengelenmesi amilinin lüzumunu da dikkate alarak kritik coğrafyalarda Türkiyesiz hareket etmenin imkânsız oluşu anlaşılmıştır.
Ankara’nın Rusya’yla geliştirdiği mutabakat iklimi ve iş birliği, Çin’le diyaloğu göz önünde bulundurulduğunda; Libya, Suriye, Güney Kafkasya’da olduğu gibi Afganistan’da da denge kurucu, istikrar sağlayıcı bir güç olarak varlık gösterebilir. Türkiye’nin sadece Afganistan’la değil Pakistan ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleriyle de bağları dikkate alındığında, yeni süreçte Ankara’nın daha etkili pozisyon üstlenmesi, Türk Ordusunun orada belirleyici konumunu devam ettirmesi kaçınılmazdır. Türkiye’ye İran üzerinden yoğun bir Afgan göçünün geldiği, Avrupa’nın mülteciler konusundaki duyarlılığı da göz ardı edilmemelidir. Bahsettiğimiz bu faktörler bütünü, Türkiye’nin Afganistan’ın istikrarına önem verdiğini gösteriyor. Özbek Türkleri, Afşarlar başta olmak üzere Afganistan’da yoğun bir Türk nüfusu bulunmakta, güvenlik bürokrasisi ve orduda etkileri devam etmektedir. Cumhuriyetin kurulduğu ilk dönemlerden Afgan subayların Türkiye’de eğitiminden bölgesel güvenlik paktı kurulmasına kadar Türkiye’nin Afganistan’la ilişkileri geliştirmeye özel önem verdiği de bellidir.
ÇİN VE RUSYA’NIN TAVRI NE OLACAK?
Güney Kafkasya’dan sonra Orta Asya’da da Türkiye’nin artan tesiri konusunda Rusya ve Çin’in nasıl tavır sergileyeceği de önemlidir. Moskova’dan yapılan açıklamalarda nükleer güç olan Pakistan’ın gözlemci üye sıfatıyla “Rus NATO’su”nda yer almasına yönelik arzu ifade edilmesi, Türkiye’yle iş birliğine verilen önem bu alanda da yeni bir jeopolitik uzlaşma modelinin ortaya konulabileceğini gösteriyor. Rusya’nın sınırlarına yığılan Taliban tehdidini kullanarak Orta Asya Türk cumhuriyetlerini kendi güvenlik şemsiyesi altına almak istemesi, Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun Orta Asya ziyareti sırasında bu yönde bazı önerilerde bulunması da, meselenin başka bir boyutudur. Lakin Türkiye’nin de bir müddettir Türk Devletleri Konseyini genişletmek hedefiyle paralel şekilde Türk dünyasının askerî entegrasyonunu da derinleştirme yönünde bir siyaset izlediği görülmektedir. Bu durum Orta Asya’da da Türk-Rus mutabakatını elzem kılmaktadır. Çetrefilli çıkarlar manzarası Avrasya dışı bir aktör olan ABD’nin bölgeden çekilerek geleneksel bölge güçlerini çatıştırmak istediği gibi bir fikri de akla getirebilir. Lakin Türkiye’nin hem Rusya hem de Çin’le karşılıklı menfaatlere dayalı iş birliğinin olduğu, tek yol tek kuşak projesinin gelişiminde tarafların çok istekli davrandığı da unutulmamalıdır. Afgan konusu Çin’in de ticaret yolları ve koridorların güvenliği için destek verebileceği Pakistan-Afganistan-Türkmenistan-Azerbaycan-Türkiye hattında bir güç yükselişini ortaya koyabilir.
YENİ BİR DENKLEM ORTAYA ÇIKACAK
Merkezî Asya, Güney Kafkasya ve Anadolu arasında entegrasyonun derinleşmesi global ve bölgesel güç denkleminde yeni bir durum ortaya çıkaracaktır. Azerbaycan’ın Karabağ Zaferi’nden sonra bütün Avrasya’daki hadiselerin muhtevasını etkileyecek yeni siyasi durum oluşmuş, Şuşa Beyannamesiyle ilan edilen Azerbaycan-Türkiye askerî-güvenlik ittifakı diğer Türk devletlerini de etkilemiştir. Bu stratejik konteks ve bütünlük içinde değerlendirdiğimiz zaman, Türkiye ile Azerbaycan arasında bağlantı sağlayacak Zengezur koridorunun önemi daha iyi anlaşılıyor. Ermenistan’ın reaksiyonuna sebep olsa da, Çin yetkilileri söz konusu koridorun açılmasına destek vermektedir. Geçen ay Azerbaycan’a resmî seferi sırasında Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’le görüşen Pakistan Kara Kuvvetleri Komutanı Bacvani’nin verdiği mesaj da dikkat çekiciydi: “Sayın Cumhurbaşkanı sizin ‘tek millet iki devlet’ dediğiniz Türkiye bizim de yüreğimize çok yakındır. Dünyada en güçlü ilişkilerimizin olduğu ülke Türkiye’dir. Üçlü ittifak bölgemiz için büyük imkânlar sunacaktır.”
ABD’nin Çin’le ilgili planlarıyla örtüşmese de, bölge dışı aktörlerin taşeronu konumunda olan DEAŞ, FETÖ gibi örgütlere de Asya coğrafyasında hareket imkânı verilmeyeceğini düşünüyorum. FETÖ’nün Orta Asya imamı Orhan İnandı’nın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi yeni dönemin karakteriyle ilgili ipuçları vermektedir
.
Güneşten sıçrayan ateş: Hermetizm
25 Temmuz 2021 02:00
M. Hasan Bulut
Mısır’ın güneş kültü, İran’daki Zerdüştîlerin ateşinden Hindistan’da ineğe gösterilen hürmet ve Budistlerin güneş rengi kıyafetlerine kadar dünyanın her yerine yayıldı. Mısır’ın müttefik ve sınırdaşı olan Hititler de bu inancın tesirinde kaldı.
Hazreti İdris, birçok ilmin kurucusudur. Bu yüzden, “İdris”, yani “ders verdi” manasında anıldığı söylenir. İlk defa kalemle yazan, yani yazıyı bulan oydu. İslam tarihi kaynaklarında, Nuh Tufanı’ndan önce Bâbil’de yaşadığı yazılıdır. Halkın düşmanlığı üzerine, az sayıda müminle beraber Mısır’a hicret etti. Burada sultanlık yaptı. Hem nübüvvet hem hikmet hem de hilafete sahip olduğu için, yani kendisine üç büyük nimet verildiğinden “Müselles bin Ni’me” olarak bilindi.
İslam âlimlerinin rivayetine göre; Hazreti İdris, hayatta iken göğe yükseltildi. Otuz yıl yedinci semada kaldı ve yeryüzüne döndü. Göklerde müşahede ettiklerini, ilm-i nücûmu insanlara öğretti. Kendisinden sonra meydana gelecek tufanı bütün tafsilatı ile anlattı. Bazı ilimleri, iki taş sütuna hiyerogliflerle işlediği ve böylece bu bilgileri tufandan koruduğuna inanılır. Bir piramit inşa ettirip, onun içine işlettirdiğini söyleyenler de vardır.
Hazreti İdris’in, müminlerin mümtazlarına, tasavvufî ve ledünnî ilimleri de anlattığı İslâmî kaynaklarda ifade edilir. Ruhun güzel ve nurlu bir varlık olduğunu, göklerden geçerek karanlık bedene girdiğini, eğer insan bedenî ve dünyevî zevklere dalarsa hayvanlardan bile aşağı olacağını; fakat aklını kullanıp bedende bulunan nefsini kontrol ederse, ruhunun tekrar göklere yükseleceğini ve insân-ı kâmil olacağını öğretti.
Hazreti İdris, yeryüzünün meskûn yerlerini dört kısma ayırdı. Her birine vekil tayin ettikten sonra Mısır’dan ayrıldı. Aşure gününde dördüncü semaya; yani Güneş feleğine alındı. Bazı âlimlere göre, Hazreti İsa gibi ölmeden göğe kaldırılmıştı. İslam öncesi kaynaklarda, göğe alınırken bir aleve dönüştüğü ve bu esnada gök gürültüsü gibi bir ses çıktığı yazılıdır.
Meşhur İslam âlimi İmam-ı Rabbani, Allah’ın feyizlerinin, iyi ya da kötü, herkese geldiğini yazar. Fakat kötü insanlar bundan istifade edememektedir. Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama hem de çamaşırlara aynı şekilde parlamakta olduğu hâlde, adamın yüzünü karartmakta fakat çamaşırları beyazlatmaktadır. Hazreti İdris’in mirası bâtınî ilimler de ehli olmayan kişiler eline geçince yanlış tabir ve tahrif edildi. Tarih boyunca, heterodoks mezhepler böylece ortaya çıktı.
ALTIN BUZAĞI’NIN DOĞUŞU
İdris Peygamberin göğe alınmasından sonra Mısırlılar, Güneş feleğinde bulunan Hazreti İdris’e “Thoth” dediler ve ilahlaştırdılar. Yunanların “Heliopolis” (Güneş Şehri) dedikleri, Mısır’daki eski bir şehirde bulunan bazı tarikatların mensupları, “Ra” adını verdikleri Güneş tanrısına tapmaya başladı. Doğarken ve batarken güneşe doğru dönüyorlar ve kollarını göğüslerinde çapraz tutarak ona ibadet ediyorlardı. Mısır’ın sultanları firavunlar da, Ra’nın soyundan geldiklerini iddia ederek kendilerini ilah ilan ettiler.
Güneş Şehri’ndeki tarikatlar boğayı güneşin yeryüzündeki temsilcisi olarak gördüler. Onun hareketlerine göre kehanetlerde bulundular. Boynuzları arasında güneş diski taşıyan boğa heykellerine tapmaya başladılar. Bu putlara “Apis” dediler. Son peygamber Hazreti Muhammed aleyhisselam da bununla alakalı “Güneş şeytanın boynuzları arasından doğar [ve batar] ve o vakitte kâfirler ona secde ederler” buyurmuş ve güneş doğarken ve batarken namaz kılmayı yasaklamıştır.
Mısır’ın güneş kültü, İran’daki Zerdüştîlerin ateşinden Hindistan’da ineğe gösterilen hürmet ve Budistlerin güneş rengi kıyafetlerine kadar dünyanın her yerine yayıldı. Mısır’ın müttefik ve sınırdaşı olan Hititler de bu inancın tesirinde kaldı. Eskiden Ankara Belediyesinin amblemi olan ve hâlâ bu şehirde heykeli bulunan boynuzlu Hitit Güneşi de Apis’i temsil eder.
Hazreti Yakub’un çocukları, yani İsrailoğulları, Hazreti Yusuf ile beraber Mısır’a yerleşti. Yahudiler, Hazreti İdris’i “Ahnûh” (Hanûh) adıyla bildiler. Güneşe kulluk edenin taşlanarak öldürüleceği bildirilmesine rağmen, güneş kültü Yahudiler arasında da revaç buldu. Hazreti Musa, Yahudileri Mısır’dan Filistin’e götürürken Tur Dağı’na çıktığında, Sâmirî adında bir Yahudi, altın takıları eritip bir Apis yaptı. Yahudilerin bir kısmını ona taptırdı. Hazreti Musa dönünce Sâmirî’yi kovdu.
YUNAN FELSEFESİNDEKİ HERMETİZM
Yunanlar Hazreti İdris’e, âlim manasında “Hermes” dediler. Lakabı olan “Müselles bin Ni’me” de “Trismegistos” yani “Üç Kere Büyük” (Hermes) olarak tercüme edildi. Ona atfedilen, tahrif edilmiş ilimlere “Hermetizm” denildi. Pisagor ve Eflatun gibi filozoflar uzun yıllar Mısır’da kalarak buradaki tarikatlardan dersler aldı. Böylece Yunan felsefesi doğdu. Pisagorcuların matematikleri, Eflatun’un etik ve teolojisi, Aristo’nun fizik anlayışı hep Hermetizme dayalıdır.
Roma’dan evvel dünyanın en büyük şehirlerinden olan İskenderiye, Büyük İskender tarafından kuruldu. Memfis’ten sonra Mısır’ın yeni merkezi oldu. Şehirde bir Serapis Mabedi inşa edildi. Serapis tarikatı, Apis tarikatının Yunan versiyonuydu. Tarikatın mensupları tarafından, Hermetizmi anlatan ve adına Hermetica denilen risaleler yazıldı.
Hazreti İsa yeryüzünde kısa bir zaman kaldığından ve kendisine inananlar çok az olduğundan, tebliğ ettiği din tam olarak bilinemedi. Hazreti İsa’nın göğe alınmasından sonra İsevilik Hermetizmle karıştı. Ortaya Hristiyanlık adında bambaşka bir din çıktı. Mesela her feleğin bir günü vardır. Güneş feleğinin günü de pazardır. Bu yüzden, Hristiyanlıkta pazar (Dies Solis/Güneş Günü/Sun-day) mukaddes gün kabul edildi. Hermetizmdeki teslis, baba-oğul-kutsal ruh olarak Hristiyanlığa geçti. Günün geceyi geçtiği 25 Aralık, Hazreti İsa’nın doğduğu tarih kabul edildi.
KADİM FELSEFE
İslam devrinde Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbni Rüşd gibi filozoflar Hermetizmin tesirinde kaldılar. Her gün Güneşe karşı durup, Melek Tâvus adındaki Şeytana dua eden Yezidiler de bu inanca mensuptur. Hermetizm, İslam topraklarında İsmâiliyye gibi bâtınî fırkaların doğmasına yol açtı. Bâtınîler, Hermetizmde yer alan hikmete, “Ezelî Hikmet” yani “Kadim Felsefe” dediler. Fakat bunu vahye dayalı ilâhî bir hikmet olarak değil, tarih öncesine uzanan eski bir felsefe olarak gördüler. Peygamberlerin, dinlerini bu felsefe üzerine kurduğuna inandılar. Yani dinlerin bâtınî kısmı esastı; şeriatler ise zamana göre tatbik edilen kaidelerden ibaretti.
Haşhaşiler gibi Hermetikler ile, Son Peygamberin şeriâtine tâbi olan Sünni tasavvuf tarikatları arasında mücadeleler yaşandı. Fakat Hermetikler zamanla bu tarikat ve tekkelerin bazılarına sızarak onları da tahrif etti.
VAFTİZCİ YAHYA
İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden Hazreti İlyâs, bugün Lübnan hudutları içinde yer alan Balbek’te tebliğde bulundu. Yunanlar buraya da Heliopolis derdi. Çünkü halkı, “Ba’l” dedikleri Apis putuna tapıyordu. İslam öncesi kaynaklarda, Hazreti İlyâs’ın ateşten bir ata binerek, Hazreti İdris gibi göğe alındığı yazılıdır.
Yahudi ve Hristiyan Hermetikler, “İlyâ” (Elijah) dedikleri İlyâs Peygamberin Hazreti Yahya, yani Vaftizci Yahya olduğuna inanırlar. Onlara göre; Hazreti Yahya da aslında Hazreti İdris’di. Yani Hazreti İdris, İlyâ olarak da bilinen Vaftizci Yahya suretinde yeryüzüne inmişti. Vaftiz de yeniden doğuşu sembolize ediyordu!
Hazreti Yahya, Irak ve İran civarında yaşayan Sâbiîler tarafından da son peygamber olarak görüldü. Vaftiz olmak, en büyük ibadet sayıldı. Güneşe tazim ettiler. Bunların Filistin’den kaçan heteredoks Yahudiler, yani Sâmirî’nin takipçileri olduğu rivayet edilir.
Haçlı seferleri ile İslam topraklarına yerleşen Tapınak Şövalyeleri de Hermetikti. Vaftizci Yahya adına çok sayıda kilise kurdular. Tarikatları yasaklanınca mülkleri, Kudüs'teki Sen Jan (Aziz Yahya) Şövalyelerine geçti. Aziz Yahya tarikatı, Vaftizci Yahya adına Kudüs'te kurulmuştu. Tapınakçıların inancını devam ettiren ve Osmanlı İmparatorluğu ile mücadele eden bu şövalyeler, daha sonra Kıbrıs'a, oradan Rodos'a ve nihayet Malta'ya kaçtılar. Tarikat günümüzde hâlen Malta Şövalyeleri olarak devam etmektedir.
Evliya Çelebi, Haçlıların Hazreti Yahya'nın cesedini Nablus yakınındaki bir köyden alıp Rodos'a, oradan da Malta'ya götürdüklerini söyler. Fakat mübarek başının altın bir kâse içinde Şam'da Ümeyye Camii’nin altında olduğunu yazar. Bazı Batılı kaynaklar ise, Tapınakçıların, “Baphomet” dedikleri bu başı ele geçirdiğini ve ona taptıklarını iddia eder.
KANATLI ASLAN
Güneş hiyerogliflerde, merkezinde nokta olan bir daire şeklinde tasvir edilir. Çünkü Güneş, yedi kat göklerin kutbudur. Bu şekil bir pergel vasıtasıyla çizilebildiği için, pergel, Avrupalı Hermetiklerin sembolü oldu. Güneş piramitlerde bazen de aslan olarak tasvir edilir. Çünkü aslan burcunun unsuru ateş, feleği ise güneştir.
Kudüs, Müslümanlar tarafından geri alınınca, Tapınakçıların yeni merkezi Venedik oldu. Ülkenin bayrağı olarak kanatlı aslan seçildi. Venedik piskoposunun evi olan San Pietro'nun kulesi de İskenderiye feneri şeklinde inşa edildi.
1460’da Floransa’ya gelen bir keşiş yanında Hermetica külliyatını getirdi. Cosimo de Medici’nin Eflatun tercümesi ile beraber 1463’te Venedik’te basıldı. Böylece İtalya’da Rönesans (Yeniden Doğuş) devri ve Hümanizm cereyanı başladı. Antik Mısır’da Güneş tanrısına adanan dikilitaşlar, Rönesans devrinde Hermetizm sembolleri olarak kullanıldı.
Bu devirde, Hermetizm ile Katolik Kilisesi arasında mücadele başladı. Avrupalı Hermetikler, İspanya’da Alumbrados (Illuminati) ve İtalya’da Spirituali gibi tarikatlar kurdular. Kilise’ye sızmaya, hatta Papa çıkarmaya muvaffak oldular. Vatikan’da Papa Alessandro’ya ait Appartamento Borgia’da, Borgia ailesinin sembolü olan boğa, Apis olarak resmedilmiştir ve bugün dahi durmaktadır.
AYDINLANMA
Avrupa'da o zamanlar dünya merkezli bir kâinat anlayışı vardı. Venedik’e bağlı Padova Üniversitesinde okuyan ve bir Hermetik olan Kopernik buna karşı çıktı. Merkezde Güneş’in olduğunu iddia etti. Rönesans tarihçisi Frances Yates, bununla alakalı “Kopernik’in keşfi, Hermes Trismegistos’un o meşhur eserinden yapılan, Hermes’in Mısırlıların kendi sihirli dinlerinde Güneş’e tapmalarını izah eden bir iktibasla birlikte gün yüzüne çıkmıştır” diye yazar. Hermetik Newton'ın büyük kütleli Güneşi merkeze alan yer çekimi nazariyesi de, Kopernik'in iddiasını kuvvetlendirdi. Böylece modern ‘bilim’ doğdu.
Hermetikler 16. asırda Venedikli aristokrat Morosini’lerin evinde Giovani (Genç/Civan) adında gizli bir cemiyet kurdular. (Yahya da İtalyanca Giovanni olarak yazılır. Genç [Jön] Türklerin menşei de bu cemiyete dayanır.) Cemiyetin sözcüsü, Paolo Sarpi adında ateist bir rahipti. Ekipte, Kopernik’in izinden giden Galileo'nun yanı sıra, filozof Giordano Bruno da vardı. Kilise tarafından öldürüldüğü için, Bruno bugün bir ‘bilim şehidi’ olarak lanse edilir. Fakat aslında, taraftarları Calabria’da Güneş Şehri adında bir cumhuriyet kurmak için ihtilal hazırlığı yaparken yakalanmış ve Bruno bu yüzden idam edilmişti.
Katolik Kilisesini içeriden reforme etmek isteyen Venedik, Katolik görünüşlü Hermetik Cizvit tarikatını kurdurdu. Diğer yandan da, farmasonluk gibi Kilise muhalifi ‘Aydınlanmacı’ tarikatlar meydana getirdi. Mısır sembolleri ile dolu farmasonlukta, Vaftizci Yahya, kurucu aziz kabul edildi. Masonlar kendilerine, ‘Yahya’nın adamları’ dediler. Onun doğduğu tarih kabul edilen 24 Haziran’ı da festival olarak kutladılar.
Monarşileri deviren ihtilallerle beraber Hermetikler tüm dünyaya hâkim oldu. Londra ve New York’da bulunan dikilitaşlar Mısır’daki Güneş Şehri’nden getirtildi. İskenderiye Fenerini bugün Washington’ın masonik abidelerinden New York’taki iş kulelerine, her yerde görmek mümkündür. Günümüzde Hermetikler, Yeni Dünya Nizamı ve “Kadim Felsefe”ye dayalı tek bir dünya dini için çaba sarf etmektedir
.
Adalet denilince: Ömer bin Abdülaziz
1 Ağustos 2021 02:00
Dr. Mustafa Gülcan
m_gulcan@hotmail.com
Büyük âlim, ilk müceddid Ömer bin Abdülaziz hazretleri İdlib’e bağlı Maar’ed Numan kasabasında Deyr şarkî (Es-siman) köyünde medfundur. Geçtiğimiz yıl Rus desteği ile havaliye girebilen Esad Rejimi o şirin türbeyi viraneye çevirdi. Havaliye musallat olan İranlı milisler toprağı kazıp büyük velinin naaşını çıkarttılar. Ne yaptıkları, nereye götürdükleri muamma!..
Halife'nin vefatına rahipler bile üzülür, "güneşimiz battı" diye ağlaşırlar. Mübarek sadece iki yıl iktidarda kalmıştır, onu takip eden yirmi beş yıl boyunca zenginler zekât verecek fakir bulamaz
Ömer bin Abdülaziz âdeta başkaları için yaşar.
“Halîfeler beştir; Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali... Ve Ömer bin Abdülazîz hazretleri” (Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı Şâfiî)
“Dili dönen, zâhidim deyip duruyor. Zâhid, Ömer bin Abdülazîz gibi olur. O, dünya ayağına gelmişken ilgilenmedi.” (Mâlik bin Dinâr)
Emevi Halîfesi Abdülmelik vefat etmiştir. Daha merhumun toprağı kurumadan vezîr Recâ emirleri toplar. Elinde mühürlü ahidnâme, tek tek yüzlerine bakar. Halifenin iki oğlu vardır, yerini hangisine bırakmıştır acaba? Hazirun dikkat kesilir, hani derler ya sinek uçsa... Güngörmüş vezir müteveffa sultanın bıraktığı zarfı ağır ağır açar ve üstüne basa basa okur: “Yeğenim Ömer bin Abdülazîz'in halife olmasına...”
Ömer de oradadır, bu emre çok şaşar. “Yapamam, edemem” dese de onu dinlemez, biat ederler oracıkta. Salon bir anda yaver, seyis dolar, onu hilâfet kasrına götürecek alay atları hazırlanır, komutlar verilir, muhafızlar hiza alırlar. Mübarek, bu seremoniden ziyadesiyle sıkılır, atları ahıra, askerleri kışlasına yollar. Gider eskisi gibi mütevazı hanesinde yatar. O gece uzun uzun düşünür: “Ne yapsam acaba?”
Ertesi sabah ilk işi kölelerini azat etmek olur (bazıları efendisinden ayrılmaz.). Servetini son kuruşuna kadar dağıtır, sırtında bir elbisesi kalır. Hanımına “Bak Fâtıma” der ve şöyle devam eder: “Allahü teâlâ razı olsun senden hoşnudum. Güzel günlerimiz geçti ama bundan böyle yükümüz ağır olacak. Bana katlanmak zorunda değilsin, dilersen ayrılabilirsin."
Fatıma ise "ölünceye kadar seninleyim" der,
- Peki ziynetlerini beytülmâle bağışla desem!
- Ne zaman itiraz ettim sana?
Fatıma, Hazreti Fâtıma gibi manevî süslere taliptir, mücevherlerini derler toplar, önüne koyar.
HAREMEYNE HADEME
Şimdi biraz gerilere gidelim… Ömer bin Abdülaziz âdeta başkaları için yaşar. Temiz bir siması vardır; bakan ferahlar. Hani “insan iyisi” derler ya…
Hicri 60 doğumludur, Sahabe-i kirama ulaşmış, Enes bin Mâlik, Abdullah bin Câfer (Tayyar), Saîd bin Müseyyib'den (radıyallahu anhüm) ders almıştır. Devlet idaresine de aşinadır. Babasının (Mısır Valisi Abdülazîz bin Mervân) yanında hayli tecrübe kazanmıştır. Amcası (Halife Abdülmelik) onun hayranlarından biridir. Bir baba (hele hele bir halife) için “Kızımı alır mısın?” demek kolay değildir ama bunu yapar. Yetmez kızını gurbete yollamayı da göze alır, damadını sevdiği şehirden (Medine'den) koparmaz. İlerleyen yıllarda onu Haremeyn'e (Mekke ve Medîne) vâli yapar. Ömer bin Abdülaziz o günlerde rüştünü ispatlar. Huzur ve emniyeti sağlar, hacıları fevkalade ağırlar. Suyolları, hanlar hamamlar yaptırır Mescid-i Nebi'ye yeni bir çehre kazandırır. Hücre-i Saadeti yontma taşlarla sil baştan inşa ettirir, etrafını kapısı olmayan ikinci bir duvarla sarar. Nurlu camiye yeni bir mihrâb ve dört minâre daha katar... Lakin halifelik valiliğe benzemez, uzak ülkeler ve değişik kavimler olacaktır emri altında... Ömer bin Abdülaziz önce talepleri dinler, sonra icraata başlar. İlk işi maliyeyi ıslah etmek olur, arazileri ölçtürür, biçtirir, tescil edip geçirir kayda. Herkesle hesaplaşır devletten alacağı olan tek kişi kalmaz. Nüfusu saydırır, orduyu düzene koyar.
Tebaaya ailesinden biri gibi davranır, dedesi (Hazreti Ömer) gibi olmaya bakar. Ehl-i Beyt'e fevkalade hürmet eder. Onları tek tek arar, sorar. Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) vakfettiği Fedek Bahçesini on iki imamdan Muhammed Bâkır'ın emrine sunar.
KITALAR ÖTESİNE...
Bu arada mücahitler deryaları aşar, Berberîler topyekûn Müslüman olurlar. Düşünebiliyor musunuz, Mayorka, Sicilya, Balaer Adaları ezan sesiyle tanışır, Narbonne'da (Fransa'da) üs kurar. O günlerde Pireneler'den ötesi bataklıktır. İslam komutanları Avrupa'yı fethe değer bulmaz. Hâlbuki bir Malatya için yüz bin Rum esiri iade eder; pişman da olmaz. Bir ara ıssız yerlerde koyun otlatan bir çoban Mâlik bin Dinâr hazretlerine sorar: “Halife değişmiş olmalı, kimdir bu temiz insan?”
-Sen onun iyi biri olduğunu nereden biliyorsun?
-Baştakiler adaletle hükmedince hayvanlar hakkına razı olur. Kurtlar bütün sürüyü kırmaz, yemeyecekleri kuzuyu boğmaz.
ASRIN MÜCEDDİDİ
Biliyorsunuz Hazreti Ebu Bekir Kur'ân-ı kerimi ezbere bilen sahabeleri bir araya getirmiş ve Mushaf-ı şerifi yazdırmıştır. Hazreti Osman nüshaları çoğaltır, uzak ülkelere yollar. Ömer bin Abdülaziz ise henüz rivayet edenler hayattayken hadisi şerifleri toplar. Bu iş için vazifelendirdiği âlimlerin başına İmam-ı Zühri (rahmetullahi aleyh) gelir ki Mekke ve Medine'de çalmadık kapı bırakmaz. Hacca gelen âlimleri de takip eder, aktarılan hadisi şerifleri itina ile yazar.
Ömer bin Abdülaziz Bizans ile takışmaz, hatta kalbi İslam'a ısınsın diye tekfura hediyeler yollar. İmparator da mukabelede bulunur ki görülmemiş şeylerdir bunlar. Özellikle hanımı Fatıma için gönderdiği gerdanlık göz kamaştırır. Kadıncağız sadece denemek için boynuna yaklaştırmıştır ki mâni olur.
AH BİR DİRHEMİ OLSA...
Halife beytülmalden maaş almaz, bir katırı vardır, pazarda çalıştırır, ihtiyaçlarını karşılar. Katırcı o gün her zamankinden fazla para getirir "bugün iş çoktu" der, "durmadık akşama kadar."
Mübarek "olmadı ama" der, "öyle bile olsa hayvanı yorma. Şimdi üç gün istirahat ver ona!"
Bir gün evlerinin önünden üzümcü geçer ama ne onda, ne de hanımında bir dirhem para yoktur. Satıcı uzaklaşır gider, ardından bakakalırlar. Güya halife olacaktır, üç beş salkım üzüm alamaz çocuklarına.
Ömer bin Abdülazîz boylu boslu, geniş omuzludur. Halîfe olduktan sonra süzülüverir, iki yıl içinde kaburgaları çıkar. Tek gömleği vardır, akşamdan yıkar, sabah giyer sırtına... Vâlileri tayin ederken “Ellerinizi milletin kanından, midenizi malından, dilinizi ırzından uzak tutun” buyurur, âdeta kılı kırk yarar. Bir ara oğlunun bin dirheme yüzük taşı aldığını duyar. Ona iki dirhemlik bir yüzük yollar, üzerinde “Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin” yazmaktadır. Mesaj alınmıştır, gereğini yapılır. Yüzüğü satar, yedirir fukaraya.
KÜLLİ YEVMİN ADAS
Biliyorsunuz Ümmü Süleym, Efendimize verecek bir hediye bulamayınca götürür oğlu Enes bin Malik’i bağışlar. O Enes (radıyallahü anh) evin oğlu olacak yürüyecektir manevi makamlara.
Ömer bin Abdülaziz de sırf Resulullah Efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ittiba için aşçılarını işçilerini seyislerini yollar sadece küçük bir çocuk (ihtimal yetim) tutar yanında. Getir götür işlerini yapsın yeter, yetişsin bu arada. O dahi dayanamayacak çıkışacaktır Fatıma’ya “Külli yevmin adas! Külli yevmin adas!” (Her gün mercimek, her gün mercimek yeter ya!)
-Ya büneyye haza taamü emirül müminin. (Oğulcuğum müminlerin emirinin yemeğinden veriyorum sana!)
GİT HELALLEŞ YOKSA!
Bir gün adamın biri gelir; “Efendim filan kimse, sizin için şöyle, şöyle söylüyor.” Ömer bin Abdülazîz; “Bak buna laf taşımak derler, şimdi seni derhal yollamam lâzım kadıya.
-Cezası mı var?
-Eğer yalancı isen, Hucurât suresinin altıncı âyet-i kerîmesine göre; yok yanıldınsa, Kalem suresi on birinci âyet-i kerîmesine göre mahkûm olursun. İstersen üçüncü bir hâli tercih edelim, git helallik iste, gönlünü al, seni evine gönderelim başın ağrımadan.
Bir daha birilerinin aleyhinde konuşmak mı? Asla!
YARI YARIYA
Şairin biri Haremeyn valisi olduğu yıllarda Ömer bin Abdülaziz'e bir şiir sunar. Çıkarır on bin dinar verir. Aradan yıllar geçer, artık koca Emevi Devletinin halifesidir. Şair çok daha sanatlı beyitlerle gelip kapısını çalar. En az 100 bin vermelidir bu defa...
Ömer bin Abdülaziz, methedilmekten hoşlanmaz ama adamı savmak da yakışık almaz... Şaire döner “Hepi topu 500 dirhemim var” der “Kabul edersen yarısı sana, yarısı bana!” Şair 250 dirhemi alır kesesine koyar. Yıllar sonra “Ben böyle bereketli para görmedim” diyecektir; “harcadım harcadım bitmedi ne zaman elimi atsam bir şey çıkardı mutlaka...”
KABRİN DİLİNDEN
Ömer bin Abdülâziz bir cenaze olsa mutlaka koşar, ibret almaya bakar. O gün de bir dostunun defnine katılmıştır. Millet dağılır, o bir kuytuya oturur, başı ellerinin arasında... Gençler gelir yanına çöker, "hayrola?”
- Hiç... Kabirle konuşuyordum da...
- Kabir ne diyebilir ki insana?
- Onların kefenlerini yırttım, kanlarını emdim, vücutlarını parçaladım, azalarını dağıttım. Ellerini kollarından, kollarını omuzlarından ayırdım. Ben makam mevki sâhibi ayırmam, genç yaşlı tanımam. Hani, sizden önce yaşayanlar? Onlar da büyük beldeler kurdular, derin kanallar kazdılar. Sıhhatlerine, paralarına, kuvvetlerine aldandılar, günaha daldılar. Herkesin imrendiği sultanlar göz açıp kapayıncaya kadar yaşadı. Kurtlar, böcekler kemiklerini sıyırdı, şimdi toprak oldular. Onların da köşkleri konakları, oğulları uşakları vardı, ne zenginlere zenginliği yaradı, ne de fukaranın fakirliği kaldı. O hatiplere sor, dilleri neden oynamıyor? O zeytin gözlüler, niçin bakmıyorlar? Nerede o nâzik tenliler, keman kaşlılar. Dostları çoktan unuttu, terk edip kuytuya bıraktılar. Söyleyin bana ölümden kim kaçmış, Ömer nasıl kaçar?
SÜT MESELESİ
Meşhur menkıbedir bilirsiniz. Hilafet yükünü omuzlayınca Hazreti Ömer'in (radıyallahu anh) uykuları kaçar, çıkıp sokakları arşınlar. İşte münevver beldede kol gezdiği o gece kulağına bir ses gelir: "Şu suyu süte katsana!"
- Ama anne Emîr-ül-Müminîn süte su katmayı yasakladı."
- Amaaan boşveer. Nereden görecek?
- Allahü teâlâ görüyor anne! O her şeyi biliyor.
Hazreti Ömer ihlaslı sesin sahibini merak eder, araştırır soruşturur, karşısına hanım hanımcık bir kız çıkar. Onu oğlu Asım'a nikâhlar. İşte bu kızcağız Ömer bin Abdülaziz’in ninesi olur. Farkında mısınız? Mesele geliyor dolaşıyor süte düğümleniyor.
Temiz süt, helal lokma!
KATİLİYLE YAN YANA
Ömer bin Abdülaziz hazretleri "Ahiretini dünyalık için satan ahmaktır" buyurur "âhiretini başkasının dünyalığı için satan ise ahmak kere ahmak!"
Hasılı ne yer, ne yedirir, gayrı meşru iş kovalayanlara nefes aldırmaz. Onlar da hizmetçisini ayartır, yemeğine zehir kattırırlar. (Hicri 101)
Mübarek, bir lokma almıştır ki vaziyeti anlar. Derhal çağırıp sorar: "Sana bir fenalığım dokunmadı, bunu neden yaptın bana?"
- Yâ Emir-el-müminîn! Çok para verdiler.
-Ne kadar?
-Bin altın.
- Nerede onlar?
- Evimde sakladım.
- Getir o altınları, hazineye bırak!
Altınlar yerini bulur, köleyi bağışlar.
NİYET HAYIR AKIBET HAYIR
Ömer bin Abdülaziz Silsile-i âliyyenin 4. Halkası Kasım bin Muhammed’e hayrandır. “Elimde olsa hilafeti ona bırakırdım” der hatta.
Gücü kuvveti azalıp da, benzi solunca eşi dostu, "ailene beytülmâlden bir şeyler ayır" derler, "düşmesinler dara."
-Eğer çocuklarım sâlih olurlarsa, A'raf sûresinin 196'ıncı âyet-i kerîmesi yeter. Yok kötü olacaklarsa niye destek vereyim onlara?
Halife'nin vefatına (40 yaşındadır daha) rahipler bile üzülür, "güneşimiz battı" diye ağlaşırlar. Mübarek sadece iki yıl iktidarda kalmıştır, onu takip eden yirmi beş yıl boyunca zenginler zekât verecek fakir bulamaz. Vazifeyi devralan Halîfe Zeyd ibni Abdülmelik, kız kardeşi Fâtıma'yı çağırır, beytülmale bıraktığı mücevherleri önüne koyar, iâde etmek ister kibarca.
"Vallahi kabul etmem" der, "ben Ömer'e sağlığında itaat etmişim, isyankâr mı olayım vefatından sonra!"
BU İRAN'IN KAÇINCI VUKUATI?
Büyük âlim, ilk müceddid Ömer bin Abdülaziz hazretleri İdlib’e bağlı Maar’ed Numan kasabasında Deyr şarkî (Es-siman) köyünde medfundur.
Geçtiğimiz yıl Rus desteği ile havaliye girebilen Esad Rejimi o şirin türbeyi viraneye çevirdi. Havaliye musallat olan İranlı milisler toprağı kazıp büyük velinin naaşını çıkarttılar. Ne yaptıkları, nereye götürdükleri muamma?
İran, Pers imparatorluğu hayali ile İslâm coğrafyasında fitne çıkarmaya devam ediyor. Eğer bir kavim kandan kinden arınamadıysa, mukaddes değerlere saygı göstermiyorsa büyük devlet olamaz asla.
Yurdumuzda ne yazık ki Tahran yönetimine sempati besleyen kardeşlerimiz var. Müslüman aynı delikten iki kere sokulmaz. Bu fotoğraflara iyi baksınlar
.
Doğru bilgiye ulaşmak artık çok mu ütopik?
8 Ağustos 2021 02:00
Doç. Dr. Ali Murat Kırık
Artık insanlar sanal ortamda tamamen bir ikilem altındadırlar. Zira internet doğru ve yanlış bilginin birlikte olduğu bir çöplük durumuna gelmiştir. Oxford Üniversitesi Reuters Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırma, sahte haberlerin yalnızca %20'sinin ünlü kişiler tarafından üretilmesine veya paylaşılmasına rağmen, bu gönderilerin sosyal medyadaki toplam etkileşimin %70 olduğunu ortaya koymuştur.
Çevrimiçi olarak mevcut olan çok miktarda bilgi ve sahte haberlerdeki artış, eleştirel düşünme ihtiyacını öne çıkarmaktadır.
Her teknoloji, fertlerin düşünme biçimlerini değiştirmiştir.
Özellikle son günlerde yaşadığımız tabii afetler ve pandemi sebebiyle gördük ki, doğru bilgi, insanoğlunun en temel hazinesidir. Bilginin tanımına yönelik olarak ise farklı bakış açıları mevcuttur. Oxford Sözlüğü’ne göre bilgi "Tecrübe veya eğitim yoluyla kazanılan gerçekler, bilgiler ve beceriler; bir konunun teorik veya pratik olarak anlaşılması”dır. Webster's Sözlüğü ise bu kavramı, "Tecrübe ya da çağrışım yoluyla kazanılan aşinalıkla bir şeyi bilme gerçeği ya da şartı" şeklinde tanımlamaktadır. Bu tanımlardan da anlaşılacağı üzere bilgi edinmek, bilgiye ulaşmak büyük çaba ve emek gerektirmektedir.
Bilginin bir felsefî boyutu da vardır. Bilgi felsefesindeki en eski ve en saygıdeğer geleneklerden biri, bilgiyi "haklı doğru inanç" olarak nitelendirir. Bilgiyi oluşturmak için ne tür bir gerekçelendirmenin lazım olduğu sorusu, düşünürler arasında pek çok fikir ve tartışmanın odak noktasıdır. Bir şeyi bilmek, onu gerçekten olduğu gibi, sağlam bir delil, tecrübe, sezgi vs. temelinde düşünmek veya deneyimlemektir. Neyin “yeterli gerekçe” sayıldığı hakkında genel olarak çok az şey söylenebilmektedir. Bilginin dört temel dayanak noktası ve kaynağı mevcuttur. Bunlar; algı, hafıza, bilinç ve akıldır. Bellek, temel bir gerekçelendirme kaynağı iken, bilgide üretici bir rolden çok koruyucu bir rol oynar.
BİLGİNİN “YOLLARI”
Bilginin çerçevesi kadar aktarım yolları da önemlidir. İlk olarak Antik Çin'de askerî bir teknoloji olarak kullanılan duman sinyali, daha sonraları Yunan Tarihçisi Polybius tarafından harfleri iletmek için kullanılmıştır. Bundan sonraki süreçte posta güvercinleri ile de bilgi aktarımı sağlanmış, telgraf ise bu alanda çığır açmıştır. Telgraf; “iletiyi taşıyan bir nesnenin fiziksel alışverişi yerine, gönderenin alıcı tarafından bilinen bir koda sahip semafor sistemi kullandığı metinsel iletilerin uzun mesafeli aktarımıdır.” Telgraf bilgi aktarımı daha da hızlandırmış, matbaanın keşfiyle birlikte büyük bir dönüşüm yaşanmıştır. Böylelikle bilgi akışı yaygın bir hâle gelmiştir.
SÖZLÜ KÜLTÜRÜN ÖNEMİ
Yazılı kültürden önce var olan sözlü kültür de oldukça büyük tartışmalara sahne olmuştur. Zira bilgi aktarımı noktasında sözlü kültürün de ayrı bir önemi mevcuttur. Sözlü kültür, tabiatı gereği mahallî olmakla birlikte şiir, efsane, dinî ritüeller ve çok daha fazlasını içeren zengin kültürel ve sanatsal uygulamalardan oluşmuştur. Yazılı olmayan, ağızdan ağıza aktarılan bilgileri içeren sözlü kültüre gelenekler, edebiyat ve hukuk da dâhildir. Bu kültürde dil önemli bir aktarım aracı olmuş, dolayısıyla insanlar bilgiye bire bir ağızdan ulaşabilmiştir. Sözlü kültür geleneğine sahip toplumlar da kendi sistemlerini oluşturarak mevcut yazı sistemlerine paralel olarak sözlü bir gelenek kullanmışlardır.
BİLGİNİN MERKEZİ: İNTERNET
Günümüzde ise internet bilgi aktarımının merkezi durumuna gelmiş; sosyal ağ bağlantılı video, karmaşık metin veri tabanları ve online öğrenme platformları dâhil olmak üzere çeşitli şekillerde anlık global iletişim ve bilgi aktarımı mümkün kılınmıştır. Ancak bu bilgi doğru, yanlış veya öznel olabilir. Unutulmaması gereken nokta, internet ortamında doğru bilgileri tespit etmenin zor olduğudur. İnternet geleneksel kaynaklardan elde edilemeyen bilgilere ulaşmanın faydalı bir yoludur. İnternette bilgi çoktur, ancak güvenilecek bilgiyi bulmak bir o kadar zordur. Web sitelerinden her gün milyonlarca bilgi akışı sağlanmakta, böylelikle doğru bilgiye ulaşmak âdeta imkânsız bir hâl almaktadır. İnternetin bilgi yayma sistematiği ön plana alındığında kaynağın teyidi son derece önemlidir.
PANDEMİ TESİRİ
COVID-19 pandemisinin de internet teknolojilerine pozitif bir etki ettiği yapılan araştırmalarda ortaya çıkmıştır. Ancak dezenformasyon ve misenformasyon da bizi bekleyen tehditler olarak görünmektedir. Yanlış yönlendirme niyeti olup olmadığına bakılmaksızın yayılan yanlış bilgiye “misenformasyon”, bilinçli bir şekilde yanlış ve yalan bilginin yayılmasına ise “dezenformasyon” adı verilmektedir.
YÜKSEK KALİTELİ BİLGİ
İnternetle birlikte “bilgi toplumu” adı verilen kavram oluşmuştur. Bilgi, ekonomik bir kaynak olarak da kullanılabilmektedir. Yüksek kaliteli bilginin ise beş temel özelliği bulunmaktadır. Bunlar; doğruluk, eksiksizlik, tutarlılık, benzersizlik ve zamanlılıktır. Bilginin faydalı ve doğru olması için yüksek kalitede olması gerekmektedir. Sanal ortamda erişilen bilgilerin kaynağı var ise güvenilir kabul edilebilir. Toplumda ve özellikle mevcut bilgisayar ve iletişim ağları aracılığıyla yayılan farklı bilgi türleri mevcuttur. Fakat bilginin hızlı bir şekilde internet ortamında yayılması da birtakım olumsuzlukların yaşanmasına da sebebiyet vermiştir.
İNTERNET İLE KİTAP FARKI
Bilgiye ulaşım yollarında sayılacak unsurlar arasında şüphesiz kitaplar, ansiklopediler de mevcuttur. Kitap genellikle daha iyi araştırılır ve belirli bir süre boyunca, genellikle konuyla ilgili alanında uzman biri tarafından kaleme alınır. Ansiklopedilerin ise bilim kurulu vardır. Kısacası yayınlanan içerikler bir denetimden geçer. İnternet makaleleri ise zaman zaman kaynaksız olabilir ve okuduğunuz konuyu ele alma noktasında doğru veya gerçekçi olmayabilir. Ancak internetin en büyük artısı ise güncel bilgiye hızlı bir şekilde ulaşılabilmesidir. Fakat bilgiye hızlı ulaşmak ayrı, doğru bilgiyi elde etmek ayrıdır.
Google'da basit bir arama veya sosyal medyada gezinme, akla gelebilecek herhangi bir konuyla alakalı yüzlerce zıt yazı ve makaleyi ortaya çıkaracaktır. İnternet, çok fazla fikir ve aşırı bilgi ile darmadağın bir hâl almıştır. İnsanlar, kendileri için en önemli olan konularda, sahte haberlere, yanlış bilgilere ve zıt fikirlere maruz kalmaktadırlar. Artık insanlar sanal ortamda tamamen bir ikilem altındadırlar. Zira internet doğru ve yanlış bilginin birlikte olduğu bir çöplük durumuna gelmiştir. Oxford Üniversitesi Reuters Enstitüsü tarafından 2018 yılında yapılan bir araştırma, sahte haberlerin yalnızca %20'sinin ünlü kişiler tarafından üretilmesine veya paylaşılmasına rağmen, bu gönderilerin sosyal medyadaki toplam etkileşimin yaklaşık %70 olduğunu ortaya koymuştur.
YANLIŞ BİLGİNİN KAYNAĞINDA NE VAR?
Yanlış bilgi türlerinin belirlenmesi söz konusu olduğunda farklı görüşler vardır. Bununla birlikte, online içeriği değerlendirmek söz konusu olduğunda, farkında olmamız gereken çeşitli yanlış veya yanıltıcı haber türleri vardır. Tıklanma tuzağı, daha fazla ziyaretçi kazanmak ve reklam gelirini artırmak için kasıtlı olarak üretilmiş hikâyelerdir. Tık tuzağı hikâyeleri, dikkati çekmek ve tıklamaları yayıncının web sitesine yönlendirmek için sansasyonel başlıklar kullanır. Kara propaganda ise izleyicileri kasten yanlış yönlendirmek, ön yargılı bir bakış açısını veya belirli bir siyasi gündemi teşvik etmek için oluşturulan muhtevalardır. Ayrıca birçok web sitesi ve sosyal medya hesabı, eğlence ve parodi amacıyla sahte haberler yayınlamaktadır. Tamamen yanlış olmayan haber ve bilgiler yanıltıcı veya sansasyonel başlıklar kullanılarak çarpıtılabilir.
BİRİNCİL KAYNAK
Türkiye’de Halise Şerefoğlu Henkoğlu, Ahmet Mahiroğlu ve Hafize Keser’in 2015 yılında ortaklaşa yaptığı araştırma, gençlerin interneti birincil bilgi kaynağı olarak gördüğünü açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ortaokul beşinci ve altıncı sınıfta öğrenim gören 165 öğrenciye açık uçlu sorulardan oluşan bir formun uygulanması neticesinde elde edilen datalara göre ortaokul öğrencileri bilgiye erişimde interneti birincil kaynak olarak görmektedirler. Zira internet bu kuşak için erişimi kolay bir yapıya sahiptir. Bilgiye hızlı ve kolay ulaşacaklarını düşünmeleri sebebiyle ilk tercihleri internet olmuştur. 2004 yılında yayınlanan “Dijital Gelecek Raporu”nda ise çevrimiçi kullanıcıların, farklı türdeki web siteleri arasında net ayrımlar yaptıkları görülmüştür. Buna göre insanlar haber sitelerine çok daha fazla güvenmekte ve kişisel web günlüklerinin doğruluğu konusunda çok daha şüpheci olmaktadırlar.
WIKIPEDIA REFERANS KABUL EDİLMİYOR
Wikipedia gibi internet ansiklopedileriyle birlikte sözlükler katılımcı bir kültür oluşmasını sağlamıştır. İnternet kullanıcılarının ortak katkılarıyla oluşan bilgilerin geçerliliği ve güvenilirliği ise tartışma konusudur. Bu alanda farklı araştırma sonuçları ortaya çıkmıştır. Nature dergisinde 2005 yılında yapılan bir araştırmada, Wikipedia'da sağlanan bilgilerin neredeyse en az Britannica Ansiklopedisi'ninki kadar güvenilir olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. McGraw-Hill Education Dijital Çalışma Eğilimleri Anketi, öğrencilerin kurs çalışmalarına yardımcı olmak için basılı materyaller yerine çevrimiçi araştırmaya daha sık yöneldiğini tespit etmiştir. Bu durum internet kaynaklarını daha da cazip kılmaktadır. Ancak The Independent, en yaygın 10 tıbbi durumla ilgili 10 makaleden 9'unda olgusal hatalar bulan bir anketin ardından Wikipedia’yı “tıbbi tavsiye için kullanmayın” ikazında bulunmuştur. ABD'li bilim insanlarından oluşan bir ekip 2014 yılında en maliyetli 10 tıbbi durumla ilgili Wikipedia makalelerinde "birçok hata" bulduklarını söyledi. Wikipedia ve sözlükler herkesin katkıda bulunabileceği ve düzenleyebileceği, kitle kaynaklı bilgi siteleridir. Bu siteler online olarak en yaygın kullanılan kaynaklardan biri olsa da, kötüye kullanım ve yanlışlıklara karşı savunmasızdırlar. Dolayısıyla bilim insanları bu tip siteleri gerekmediği müddetçe referans almamaktadırlar.
ELEŞTİREL DÜŞÜNME İHTİYACI
Çevrimiçi olarak mevcut olan çok miktarda bilgi ve sahte haberlerdeki artış, eleştirel düşünme ihtiyacını öne çıkarmaktadır. Özellikle çocukluktan itibaren eleştirel düşünmeyi geliştirmeleri gerekmektedir. Bu, gençlerin üçüncü seviye eğitime girerken ve kendilerini iş yerine hazırlarken geliştirmeleri için kilit bir beceridir. Doğru bilgiyi ayıklamak zor olsa da yolları mevcuttur: Haberin kaynağını mutlaka kontrol edin. Siteye aşina değilseniz, hakkında bölümüne bakın veya künye hakkında daha fazla bilgi edinin. Tüm makaleyi kontrol edin, birçok sahte bilgi dikkat çekmek için sansasyonel veya şok edici başlıklar kullanır. Sahte haber ve bilgilerin başlıkları genellikle büyük harflerle yazılır ve ünlem işaretleri kullanılır. Yanlış bilgi içeren hikâyeler genellikle yanlış tarihler veya değiştirilmiş zaman çizelgeleri içerir. Yazının ne zaman yayınlandığını, güncel mi yoksa eski bir haber mi olduğunu kontrol etmek doğru olacaktır.
Her teknoloji, fertlerin düşünme biçimlerini, bilginin doğasını ve toplumu değiştirmiştir. Yazı, bilgiyi görsel algılara güvenmeye kaydırmıştır. Matbaanın nihai gelişimi, bilgiyi daha standart ve kalıcı hâle getirmiş ve bu da bilginin nasıl depolanabileceğini, erişilebileceğini ve değerlendirilebileceğini ortaya koymuştur. Elbette internet tanımından çok daha fazlasıdır. İnsanlığın gelmiş geçmiş en büyük ve en önemli gelişmesidir. Ancak internet giderek daha yaygın hâle geldikçe ve daha da önemlisi günlük hayatlarımızla bütünleştikçe, dijital dünyadaki yanlış bilginin tehlikesi büyümektedir. Yanlış veya yanıltıcı bilgiler, güçlü bir tepki uyandırmak için tasarlanabilir ve bu nedenle, insanların onu 'paylaşmaya' yönlendirilme ihtimalini artırır. Sosyal medya ve mesajlaşma platformları, bilgilerin birçok kişiyle hızlı bir şekilde paylaşılmasını son derece kolaylaştırır.
BÜYÜK VERİ KİMİN ELİNDE?
Gelecek ise büyük veri üzerine kurulu… Büyük veri, daha fazla çeşitlilik içeren ve artan hacim ve daha yüksek hız ile karakterize edilen daha büyük ve karmaşık veri kümelerini ifade eden bir terimdir. Bu devasa miktardaki veri, artık geleneksel veri tabanı yönetim araçları kullanılarak kaydedilemez, işlenemez ve analiz edilemez. Büyük verinin artık sosyal medya şirketlerinin elinde olduğu aşikâr… Bugün, sosyal medya şirketlerinin milyarlarca kullanıcısı var ve bunların çoğu bilgiyi de ellerinde tutuyorlar. Sosyal medya şirketlerinin dünya genelindeki birçok devletle hukuki problemler yaşadığı da biliniyor. Bugün sosyal medya adının çok ötesine geçmiş ve dünyayı dizayn edebilecek kadar büyük bir güç durumuna gelmiştir. İşte kontrol ve denetim sorunu, kirli bilginin âdeta bir virüs gibi sosyal medyada yayılmasına imkân tanımaktadır. Bu problemin tek çaresi dijital okuryazarlıktır. Dijital okuryazarlık, internet platformları, sosyal medya ve mobil cihazlar gibi dijital teknolojiler aracılığıyla iletişimin ve bilgiye erişimin giderek arttığı bir toplumda yaşamak, öğrenmek ve çalışmak için ihtiyaç duyduğunuz becerilere sahip olmak anlamına gelmektedir. Doğruyu yanlıştan ayırmak için teyit ve mukayese yoluna gidilmeli, bilgilerin kaynağı ve zamanı araştırılmalı, her paylaşılan içeriğe inanılmamalıdır
.
“TÜRKLER DÜNYANIN EN MİSAFİRPERVER MİLLETİDİR” Türk-İslam kültüründe misafirlik
15 Ağustos 2021 02:00
Numan Aydoğan Ünal
A. Wambery hatıralarında diyor ki: “Dünyada Türkler kadar misafirperver, misafir özleyen bir millet daha yoktur. Özellikle Türklüğün öz vatanı olan Türkistan’da bu misafirperverlik kalem ve dille anlatılamaz.”
Osmanlı coğrafyasında yola, seyahate çıkan kimseye “seferî-misafir”, Türkistan’da “konak-mihman”, eski Türklerde de “konuk” denirdi. Seferîliğin İslam hukukunda hususi hükümleri olduğu gibi; örf ve âdetlerimizde de önemli bir yeri vardır.
Peygamberimiz Muhammed (aleyhisselam) hadis-i şeriflerinde “Üç dua vardır ki muhakkak kabul olur: Babanın-annenin evladına duası, misafirin duası, mazlumun duası.” “Misafir istemeyende hayır yoktur.”, “Evin zekâtı, onun içerisinde bir misafir odası bulundurmaktır” buyurdular.
Feridüddin Attar hazretleri “Cevahirname” isimli eserinde diyor ki: “Kardeş, misafiri hoş tut. Misafir Allah vergilerinden bir nimettir. Misafir rızkını beraberinde getirir. Sonra ev sahibinin günahını götürür.”
Şakîk-i Belhî hazretleri de, “Bana misafirden daha sevimli bir şey yoktur. Çünkü onun rızkını Allah verir; ecri, sevabı ise bana kalır” demiştir. Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretleri sohbetlerinde nadiren “ben” derdi; “Misafir bulunan sofraya dokuz rızkın indiğini ben görüyorum” buyururlardı. Misafir on rızkı ile gelir, birini yer dokuzunu eve bırakır, meşhur atasözümüzdür.
Gazetemizin kurucusu, merhum Enver Ören Ağabey, çok misafirperverdi, evinden hiç misafir eksik olmazdı. Mümkün mertebe her davete icabet ederdi. “Şimdi evlere eskisi gibi pek misafir gelmediğinden, sıhhat, afiyet ve bereketi kalmadı” derlerdi.
İbni Fadlan, eski Oğuz Türklerinin Müslüman tüccarlara gösterdikleri misafirperverlik ve dürüstlük hakkında çok önemli bilgiler vererek; bir Müslüman, bir Türk’e konuk olacağını söyleyince O da hemen kendisine “Türk çadırı” kurar ve koyun keser.
İbni Battuta, Anadolu Türkleri ve Ahilerin misafir severliği ve cömertliği hakkında çok güzel tasvirler yapar ve Türkiye’yi bir “şefkat diyarı” olarak tanıdığını yazar.
Kaşgarlı Mahmud; “Konuk gelen eve kut (uğur) gelir. Konuk gelmeyen kara evler yıkılsa gerek” demektedir. Ayrıca, K. Mahmud Türkçe “Akı” kelimesi de cömert manasında kullanıyordu. Bu sebeple de Fransız Türkolog Jean Deny, “Ahi”lerin misafirperverliği gibi ismini de bu Türk ananesine bağlamaktadır
Yusuf Has Hacip de; “Beyler cömert olursa adları dünyaya yayılır; dünyada bu şöhret sayesinde korunurlar” der.
TÜRKLER DÜNYANIN EN MİSAFİRPERVERLERİ
Meşhur Macar Seyyah Arminius Wambery, Reşid Efendi sahte ismi ile Osmanlı pasaportu alır. İran’da hacdan ülkelerine dönmekte olan bir hacı kafilesine katılarak Türkistan halkının yaşayışlarını yakinen inceler. A. Wambery hatıralarında diyor ki: “Dünyada Türkler kadar misafirperver, misafir özleyen bir millet daha yoktur. Özellikle Türklüğün öz vatanı olan Türkistan’da bu misafirperverlik kalem ve dille anlatılamaz. Türkler, yeryüzünün neresinde olurlarsa olsunlar veya hangi hâl ve şartlar altında bulunurlarsa bulunsunlar, dünyanın en misafirperver milletidirler.”
Kırgızların bulunduğu obaları ziyaret ettiğinde de Kırgız kadınları için şöyle diyor: “Çadırların yanına yaklaşınca kadınlar çevreme toplanıp ellerindeki keçi tulumlarıyla bana su vermek için âdeta birbirleriyle yarışıyor; bu hakkı, hiçbiri diğerine bırakmaya razı olmuyordu. Bunun için de birbirleriyle kavga ediyorlardı. Bunlara göre bu sıcak mevsimde yolcunun susuzluğunu gidermeye hizmet etmek misafirperverliğin ilk şartıdır ve bir Kırgız’dan su istemek, onun için en büyük minnettarlıktır.”
Wambery, Türkistan seyahati esnasında Türk kabilelerinin, misafirleri evlerine götürmek için mücadele ettiklerini, herkesin misafiri kendi tarafına çekmek isterken, misafirin kolunun çıktığını ve hatta neredeyse aralarında kan dökülebileceğini ifade ediyor. Nihayet son çare olarak kura çekilmek suretiyle, misafirlerin obalara dağıtıldığını, böylece kavganın bittiğini kaydetmektedir. Wambery, ayrıca bu Türk kabilelerinde hiç masraf yapmadan bir yıl misafir kalınabileceğini ifade ederek, Avrupalıların misafirperver olmadıklarını, Fransızların “Misafir ve balık üç günden sonra zehirdir” atasözüyle dile getiriyor.
MİSAFİRE İKRAM VE HİZMET
Misafire izzet, ikram ve hizmet etmenin, Türk kültüründe önemli bir yeri var. Türkistan’ın büyük İslam âlimlerinden Ahmet Yesevî hazretleri “Divan-ı Hikmet” kitabında misafire hizmet hakkında şunlar kayıt edilmektedir: “Misafir sevinç ve güler yüz ile karşılanmalı. Herkes kendi hâlince misafir kabul etmeli. Misafir ne kadar fazla kalırsa ganimet bilmeli. Misafirliği uzatmalı. Misafir ne isterse yapmaya çalışmalı.”
“Süleyman bin Ceza hazretleri Ey Oğul İlmihalinde diyor ki: “Tanıdığın bir Müslüman sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikram eyle. Kapıya çık, kendisini karşıla. Selam verince, selamını al ve kendisine güzelce iltifatta bulunup: ‘Efendim safa geldiniz, hoş geldiniz’ diyerek odanın baş tarafına oturmasını teklif eyle. Sen aşağı tarafta otur. Dinden, ibadetten, haramların zararlarından, evliyaların hayatlarından anlat. Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla da oturma. Belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helayı, seccadeyi ona göster. Abdest suyunu, abdest havlusunu ve diğer ihtiyaçlarını temin eyle. Sabah olunca namaza kaldır, cemaatle namazı kılınız.”
İslamiyet’te, birkaç yerde hariç acele etmek caiz değildir. Ancak misafir gelince yemeğini acele vermek gerekir.
Sofrada yenilen yemekte şüpheli yiyecek varsa, misafirin hürmetine hepsi helal olur. Onun için İslam büyükleri misafirsiz sofraya oturmazlardı. Misafirle sofrada zaman durur, ömür uzun olur.
MİSAFİR VE YOLCULAR İÇİN SOSYAL TESİSLER
Türkistan’da ribatlar: Türkistan’da, yolcu ve misafirler için mükemmel sosyal tesisler kurulmuştur. Bu tesislere “Ribat” denilmektedir. İstahrî diyor ki: “Türkistan’da hiçbir şehir, kasaba, su kaynağı, sebil, önemli geçitler, hatta hiçbir köy yoktur ki, orada yolcu ve misafirlerin istirahatlerini temin etmek için bir ribat olmasın. Aşağı Türkistan’da, bu şekilde hizmet gören ribatların sayısı on bin kadardır. Yolcular bu ribatlarda dilediği kadar kalırlar. Buralarda onların yiyecek ve barınmaları temin edildiği gibi hayvanlarının bakımı da yapılmaktadır.”
Selçuklu ve Osmanlı’da kervansaraylar: Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde de kervansaraylarda yolculara zengin-fakir, hür-köle, Müslüman-kâfir farkı gözetilmeden aynı muamele yapılıyor; tüccar, yolcu ve devlet adamlarının kendilerine ve hayvanlarına bedava bakılıyor; hasta olanların tedavisi ve başka ihtiyaçları da görülüyordu. Kervansaraylar bugün de bütün ihtişamlarıyla insanları hayran bırakan büyük medeniyet ve sanat abideleridir.
Kanuni Sultan Süleyman devrinde Avusturya imparatorunun elçisi olarak Türkiye’ye gelen O. G. Busbecq’in, hükümdarına yazdığı bir mektupta belirttiği müşahedeler, İstahrî’nin Türkistan’da ifade ettiklerine tam bir benzerlik göstermektedir. Busbecq hatıralarında, bu hanlar ve kervansaraylar hakkında takdirlerini şöyle ifade etmektedir: “Kervansaraylar; bunlar cidden büyük binalar. Hancılar; Hıristiyan, Yahudi, zengin, fakir herkesi misafir eder, hiç kimseyi reddetmezler. Kapıları aynı şekilde herkese açıktır. Paşalar, sancak beyleri, seyahatlerinde bu hanlara inerler, sanki kral saraylarında imiş gibi ben de bu hanlarda birçok resmî kabuller yaptım.
Büyük bir itina ile hana inen herkese istinasız yemek verirler. Yemek zamanı gelir gelmez, bir hizmetçi kocaman bir tahta tabla ile ortada görünür. Tablanın ortasında bir sahan, sahanın içinde etli bulgur pilavı bulunur. Ekmekler sahanın etrafına dizilmiştir. Bazen de bir parça bal gömeci vardır. Yemekleri hakikaten lezzetli idi. Çok hoşuma gitti. İşte hanlarda yolcular, bu surette bedava besleniyorlar. Fakat çok ciddi bir sebep olmayınca yolcular üç günden sonra gitmelidirler. Zira devamlı yolcular gelmektedirler.” (Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı)
.
İşsizlik sigortasının ilginç maliyeti
15 Ağustos 2021 02:00
Prof. Dr. Hasan Fehim Üçışık
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi Öğretim Üyesi
İşsizlik ödeneği verilmesinde kişinin ihtiyacı olup olmadığına bakılmamakta, başka yeterli geliri olan, dolayısıyla yardıma ihtiyacı olmayanlara da çalışma ve prim şartları mevcutsa ödeme yapılmaktadır.
İşsizlik Sigortasında her sigortalı için brüt kazancı üzerinden işveren yüzde 2, işçi yüzde 1 prim ödemekte, devlet de yüzde 1 katkıda bulunmaktadır. Bu sigortadan yapılan başlıca yardım, işsizlik ödeneğidir. İşsiz kalan sigortalıya, prim ödeme gün sayısına göre 180 gün, 240 gün veya 300 gün süreyle asgari ücretin yüzde 80’ine kadar işsizlik ödeneği verilmekte, bu müddet sonunda ihtiyaç duyan işsizlere Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarınca yardım yapılmaktadır.
İşsizlik ödeneğinden yararlanma süresi, 600 gün çalışıp prim ödemiş olanlar için 180 gün, 900 gün prim ödemiş olanlar için 240 gün, 1080 gün prim ödemiş olanlar için 300 gündür. Sigortalı işsize verilen işsizlik ödeneğinin miktarı, son 4 aylık kazancı üzerinden hesaplanan günlük ortalama brüt kazancının yüzde 40’ı kadardır; ancak ödenek brüt asgari ücretin yüzde 80’ini geçemez. Ödeneğe, Damga Vergisi hariç vergi ve kesinti uygulanamaz.
2021 yılında, son dört ay asgari ücretle çalışmış olan sigortalı işçiye, Damga Vergisi düşülerek 1.420,14 lira aylık işsizlik ödeneği verilmektedir. Son 4 ay 7.500 lira ücretle çalışmış olan sigortalının alacağı ödenek ise brüt asgari ücretin yüzde 80’i üzerinden 2.840,28 liradır.
2014 yılında 510 bin 943 kişiye işsizlik ödeneği verilmiştir. 2015 yılı Ocak ayında 57 bin 47 sigortalı işsiz kalarak ödenek almaya başlamış, işsizlik ödeneği almakta olan kişi sayısı 321.547 olmuştur. 2015 Şubat ayında 37 bin 223 sigortalı işsiz kalmış, toplam sayı 323 bin 684 olmuştur. 2015 Mart ayında, 38 bin 506 sigortalı işsiz kalmış, ödenek almakta olan kişi sayısı 320 bin 220 olmuştur. 2019 yılı Ocak ayında işsizlik ödeneği almakta olan kişi sayısı 653 bin 925 olmuştur. Ödenek almakta olan kişi sayısı 2019 Aralık’ta 595 bin 782, 2020 yılı Ocak ayında 610 bin 287, Aralık ayında 207 bin 263, 2021 yılı Ocak ayında 216 bin 14, Şubat’ta 204 bin 14, Mart’ta 200 bin 15, Nisan ayında 201 bin 247’dir.
20 YILDA 8,3 MİLYON KİŞİ…
2002 yılı Mart ayından 30 Nisan 2021’e kadarki yaklaşık 20 yılda 8 milyon 334 bin 449 kişi işsizlik ödeneğinden yararlanmıştır. Bu sürede ödenek almış olanların yıllık ortalaması 410 bin, aylık ortalaması 34 bin, son yıllardaki aylık ortalama yaklaşık 50 bindir.
Ülkemizde 2021 Şubat itibarıyla toplam sigortalı sayısı 22 milyon 444 bin 3, Nisan 2021 itibarıyla kayıtlı işsiz sayısı Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) verilerine göre 2 milyon 910 bin 290’dır. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 15 ve yukarı yaştaki işsiz sayısı 4 milyon 511 bindir. Böylece, milyonlarca sigortalı işçi için brüt kazançları üzerinden işverenler ve işçiler tarafından yüzde 3 prim ödenmekte, yüzde 1 devlet katkısı sağlamakta, dolayısıyla işçilik maliyeti artmakta, buna karşılık milyonlarca kayıtlı işsizin her ay 50 bin kadarına bir süre asgari ücretin en fazla yüzde 80’i kadar işsizlik ödeneği verilmektedir.
İşsiz kalan sigortalılara verilen ödeneklerin toplamı 2019 yılında 10.006.403.000 lira, salgın dolayısıyla işten çıkarma yasağı uygulanan 2020 yılında 8.384.775.000 liradır. İşsizlik Sigortasından kısa çalışma ödeneği, Ücret Garanti Fonu desteği, son yıllarda yarım çalışma ödeneği ve nakdî ücret desteği de verilmektedir.
2019 yılında toplam olarak 192 milyon 432 bin lira kısa çalışma ödeneği verilmiş iken 2020 yılında salgın dolayısıyla 27.395.624.000 lira kısa çalışma ödeneği verilmiştir. 2021 yılında Ocak’ta 1.401.567 kişi, Şubat’ta 1.329.490, Mart’ta 1.158.123 kişi, Nisan’da 1.010.401 kişi kısa çalışma ödeneği almıştır.
Ücret Garanti Fonundan 2019 yılında 156.954.000 lira, 2020 yılında 48.665.000 lira ödeme yapılmıştır. 2019 yılında toplam 30.724.000 lira, 2020 yılında 27.448.000 lira yarım çalışma ödeneği verilmiştir. Salgın olan 2020 yılında 2.216.622 kişiye 6.536.049.000 lira nakdî ücret desteği verilmiştir. İşsizlik Sigortası Fonunun gelirleri 2019 yılında 40,4 milyar lira, salgın olan 2020 yılında 38,3 lira olmuştur.
2020 yılında 34 milyar liralık salgın desteği fondan karşılanmış, toplam gider 66,6 milyar lira olmuştur. Önceki yıllarda İşsizlik Sigortası Fonundan GAP’a (Güneydoğu Anadolu Projesi) 11 milyar lira aktarılmıştır.
34 milyar liralık salgın giderine rağmen 2020 yılı sonu itibarıyla İşsizlik Sigortası Fonu varlıkları 103,2 milyar liradır. Salgın desteği ve GAP’a aktarılan miktar olmasaydı İşsizlik Sigortası Fon varlıkları 180 milyar lirayı aşacaktı.
Salgın öncesi 2019 yılında 10 milyar lira dolayında işsizlik sigortası yardımı yapılmasına karşılık bunun 20 katı kadar varlık olması, ayda 50 bin kadar kişiye ödenek verilmesi için milyonlarca işçiden ve işverenlerinden prim ve devletten katkı alınması bizce fevkalade isabetsizdir.
İHTİYACA BAKILMIYOR
İşsizlik ödeneği verilmesinde kişinin ihtiyacı olup olmadığına bakılmamakta, başka yeterli geliri olan, dolayısıyla yardıma ihtiyacı olmayanlara da çalışma ve prim şartları mevcutsa ödeme yapılmaktadır. Oysa İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre, geçim imkânlarından yoksun kalındığında sosyal güvenlik yardımı yapılması gerekir.
Yardım ihtiyacı olmayan kişilere de işçi, işveren primlerinin yanı sıra devlet katkısıyla ortaya çıkan fondan ödeme yapılması ilginçtir ve insan hakkı olarak öngörülen sosyal güvenliğin kapsamı dışında bir uygulamadır. Devletin, işsizlik sigortasına tabi olmayan, bu sigortaya tabi olup da ödenekten yararlanamayan ve ödenek alma süresinde iş bulamayan muhtaç durumdaki milyonlarca vatandaşa primsiz sistem çerçevesinde destek olma yükümlülüğünün dışında, geçim ihtiyacı olmayanlara yapılan ödemelere katkıda bulunması kesinlikle uygun sayılamaz.
İŞSİZLİK SİGORTASI YERİNE DESTEK
Bizce, milyonlarca işçinin ürettiği tüm mal ve hizmetlerin maliyetini yükselten, buna karşılık, her ay sadece 50 bin kadar işsize bir süre ödeme sağlayan İşsizlik Sigortası kaldırılmalı, milyonlarca işsize sürekli yardım yapan devlet, bu 50 bin kişiden ihtiyacı olanlara da gerekli desteği sağlamalıdır.
.
AFGANİSTAN KRİZİNE TÜRKİSTAN MERKEZLİ BİR BAKIŞ ABD Orta Asya’da yeni ‘satranç tahtası’ mı kuruyor?
22 Ağustos 2021 02:00
Türkiye’de gündeme hiç gelmese de Afganistan’dan çekilen ABD’nin hedefi, Orta Asya ülkelerinden birinde/birkaçında üsler elde etmektir. Görünüşte Afganistan’daki El-Kaide ve DEAŞ örgütlerinin faaliyetlerini izlemek, gerektiğinde askerî müdahalelerde bulunmak amacıyla kurulacak bu üslerin asıl amacı Çin, Rusya ve İran’a yönelik gözetleme, keşif ve istihbarat çalışmaları yürütmektir.
Afganistan’daki istikrarsızlık ortamı ve Taliban güçlerinin, liderlerini bile şaşırtacak bir hızla neredeyse bütün Afganistan’ı ele geçirmesi, Orta Asya ülkeleri için ciddi güvenlik riskleri arz etmekte. Örgütün siyasi büro temsilcileri, Moskova’daki görüşmelerde “komşu ülkelerin toprak bütünlüğüne saygılı olacakları, yabancı misyon temsilciliklerine saldırmayacakları, uyuşturucu üretimine engel olacakları hatta DEAŞ militanlarının Afganistan topraklarında barınmasına izin vermeyecekleri” yönünde güvenceler vermişlerdi. Ancak Taliban, homojen bir örgüt olmayıp bünyesinde farklı fraksiyonları barındırdığından, verilen sözlerin sahada karşılığı olmayabilir. Taliban, uluslararası güçler ve bölge ülkeleri nezdinde radikal Selefi/Vehhabi örgütlere nispetle daha ılımlı ve makbul bir örgüt olarak lanse edildiğinin farkında ve bunu uluslararası tanınırlık yolunda akıllıca kullanıyor.
TALİBAN ÇOK ETNİKLİ
Taliban her ne kadar Afganistan ve Pakistan’la sınırlı, Peştucu bir hareket olsa da çok etnikli bir yapıya sahip. Özellikle 2010’lardan itibaren Uygur, Çeçen, Özbek, Tacik, Kazak, Kırgız ve Türkmen kökenli çok sayıda militan, örgüt saflarına katıldı. Köktenci anlayışın Fergana Vadisi dışında, Orta Asya ülkelerinde sosyolojik taban bulması pek mümkün değil ama bu grupların propaganda çalışmaları ve şiddet içeren faaliyetleri Orta Asya ülkelerinde kaçınılmaz olarak bir güvenlik tehdidi oluşturacaktır. Aynı durum, Rusya Federasyonu’nun güneyi için de geçerlidir.
Afganistan’da başka aşırılık yanlısı örgütlerin de bulunduğunu göz ardı etmemek gerekir. El-Kaide, DEAŞ, Horasan İslam Emirliği, Hizbu’t-Tahrir, Özbekistan İslam Hareketi, İslami Cihad İttifakı, Ketibet İmam el-Buhari, Ketibetü’t- Tevhid ve’l-Cihad, Cundullah, Cundu’l-Halife, Cemaat-Ensarullah, Türkistan İslam Partisi gibi radikal örgütler en kalabalık olanları… Sürekli hareket hâlinde olduklarından bu gruplara mensup militanların, özellikle Horasan İslam Emirliği mensuplarının sayısı bilinmiyor. Rus, Tacik istihbarat servislerinin verdiği sayılar 3 bin ile 20 bin arasında değişiyor. Bu sayının Taliban Afganistan’ında daha da yükseleceği söylenebilir. El-Kaide ve DEAŞ bağlantılı grupların bölgedeki etkinliğinin artması, Afganistan’ı bir iç savaşa sürükleyebilir. Taliban’la çatışacak Horasan Emirliği militanları, Afganistan’a komşu ülkelere dönük planlarını ertelemek zorunda kalacağından bunun, bölge ülkelerinin yararına olacağı düşünülebilir. Fakat iç savaş hâlindeki bir Afganistan bölge ülkeleri için güvenlik riski olmaya devam edecektir. Örgütün DEAŞ’la savaşma vaadinin, Taliban’ın sahadaki komutanları Siracüddin Hakkani ile Molla Yakub tarafından hangi ölçüde kabul göreceği müphem.
ABD’NİN ÜS TALEBİ
Afganistan’daki istikrarsızlık ortamını ulusal güvenlikleri bakımından tehdit olarak algılayan Orta Asya liderlerinin Çin, Hindistan, Pakistan, İran ve Rusya gibi ülkelerin yetkilileriyle yaptığı görüşmelere Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ) ve Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) temsilcileri de katıldı. Liderler arasındaki diplomasi trafiğini hızlandıran gelişmelerden biri de ABD’nin Afganistan Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad’ın 2021 Haziran’ı ortalarında Kazakistan’a yaptığı resmî ziyaretti. Halilzad, başkent Nur Sultan’da katıldığı online basın toplantısında, Orta Asya liderleri ile yapacağı görüşmelerde ABD’nin üs talebinin de ele alınacağını açıklamıştı. ABD, Rus ve Kazak basınında sürekli tartışılan bu konu, Türkiye’de gündeme hiç gelmese de Afganistan’dan çekilen ABD’nin hedefi, Orta Asya ülkelerinden birinde/birkaçında üsler elde etmekti. Görünüşte Afganistan’daki El-Kaide ve DEAŞ örgütlerinin faaliyetlerini izlemek, gerektiğinde askerî müdahalelerde bulunmak amacıyla kurulacak bu üslerin asıl amacı Çin, Rusya ve İran’a yönelik gözetleme, keşif ve istihbarat çalışmaları yürütmektir. Halilzad’ın “ABD askeri Afganistan’dan ayrılıyor ama ABD bir yere gitmiyor” cümlesinin izahı buydu. Halilzad, ABD Dışişleri Bakanı ve güvenlik bürokrasisinin üst düzey görevlileri, üs konusunda bölge ülkeleri ile yoğun görüşmeler gerçekleştirdiler. Ancak ABD taleplerinin karşılık bulmadığını en azından şimdilik kaydıyla söylemek mümkün. Taliban sonrası bu ihtimal daha da düşmüştür. Çin ve Rusya hegemonyasını ABD ile dengelemeyi bugüne kadar başaran Türkistan devletleri, “terör gözetleme merkezi, barış izleme merkezi” gibi farklı isimler altında ABD’nin üs taleplerini karşılamak isteyebilirler.
ORTA ASYA’DAKİ FARKLI MİLLÎ POLİTİKALAR
Türk cumhuriyetlerinin kendine özgü millî çıkarları ve dış politika yönelimleri söz konusu. Bu sebeple Orta Asya ülkelerinin Afganistan’daki gelişmelere yaklaşımı farklı olmuştur. Özbekistan, Afganistan’la komşudur. Nüfusu 4-5 milyon civarında Afganistan Özbekleri, kültürlerine son derece bağlı olup sosyal hayat bakımından Özbekistan’ın bir parçası gibidirler. 90’lı yıllardaki Taliban işgalinde Özbeklere sahip çıkan, Raşid Dostum’u ve Kuzey İttifakı’nı açıkça destekleyen Özbekistan’ın bugünkü politikası farklıdır. Özbekistan’ın bugünkü Afganistan politikasını; büyük ölçüde, maliyeti 5 milyar doları bulan, 573 km’lik “Tirmiz, Mezar-ı-Şerif, Kâbil, Peşaver Demiryolu Projesi” belirlemektedir. Dünyadaki iki “çift kara ülkesi”nden biri olan Özbekistan’ın bu rota üzerinden Peşaver’e, oradan Karaçi Limanı’na ve nihayet Bir Kuşak Bir Yol’un en önemli koridoru olan CPEC’e yani Gwadar Limanı’na bağlanabilecek olması ülke için hayati önemdedir. Özbekistan’ın Afganistan’a ilgisinin sebeplerinden biri de 260 km uzunluğundaki Surhan-Puli-Humri Elektrik İletim Hattı’dır. Her iki projenin de önemli bir bölümü Afganistan topraklarından geçtiğinden bu ülkede barış ve istikrar ortamının tesisi için Özbek yönetimi çok çalışmıştır. Cumhurbaşkanı Mirziyoyev, 2018’den itibaren Taliban’la yakın ilişkiler kurmayı ihmal etmemiştir. Özbekistan, meselenin güvenlik boyutuyla da ilgilidir. Zira radikal Özbekistan İslami Hareketi, ABD güçlerinin ayrılmasından sonra Özbekistan için ciddi güvenlik tehdidi olabilecektir. Taliban liderleri, Afganistan toprakları üzerinde bu örgütün faaliyetlerine izin vermeyeceklerine dair Özbekistan yönetimine güvence vermiştir. Afganistan Özbeklerinin lideri Mareşal Dostum’un Taliban karşısında verdiği mücadelede Özbekistan hükûmetinden beklediği desteği alamamış olmasını bu çerçevede anlamak gerekir.
Kazakistan, Afganistan’la sınırı bulunmadığından doğrudan bir tehdit algılaması içinde değildir. Afganistan’da yaşayan Kazak sayısı da son derece azdır. Afganistan Kazaklarının neredeyse tamamı (100 bin) “Oralmanlar” siyaseti doğrultusunda Kazakistan vatandaşlığına alınmıştır. Kazakistan, 2008 yılından itibaren Afganistan’a NATO faaliyetleri kapsamında eğitim, ticaret, gıda, sağlık vb. alanlarda ciddi yardımlarda bulunmuştur. Kazakistan, Afganistan’la ilişkilerinde hep Kâbil’deki hükûmeti muhatap almış, Taliban’la görüşmemiştir. Kazakistan’ın, Afgan krizinde Batılı ülkelerle birlikte pozisyon aldığı söylenebilir. Hatta 2021 Mayıs’ında Afganistan hükûmetiyle bir askerî iş birliği anlaşması dahi imzalamıştır. El-Kaide ve DEAŞ’ın Horasan Emirliği’ne bağlı Selefi/Vehhabi örgütlerin Afganistan’da etkinliğini yeniden artırma riski Kazak yöneticilerini de tedirgin etmektedir. Ancak diğer bölge ülkelerine nispetle daha Batılı ve seküler sosyolojiye sahip Kazakistan’ın tehdit algısı yüksek değildir. Kazakistan, Tacikistan’ın resmî başvurusu üzerine, KGAÖ bünyesinde Tacikistan-Afganistan sınırına asker gönderebileceğini deklare etmiştir.
Kırgızistan’ın da Afganistan’la sınırı bulunmamaktadır. Afganistan’da yaşayan Kırgız sayısı az olsa da Doğu Türkistan’a açılan Wahan Koridoru’nun doğu ucunda yaşıyor olmaları önemlidir. 2021 Nisan’ında Tacikistan’la sınır çatışması yaşamasına rağmen Tacikistan’ın KGAÖ’ne başvurusuna Kırgız hükûmeti de olumlu cevap vermiştir. Kırgızistan’da Afganistan meselesi gündemin alt sıralarındadır.
Türkmenistan tarafsızlık statüsüne sahip olduğundan Afganistan’daki çatışmanın uzağında kalmaya özen göstermiştir. 3 milyon Türkmen soydaşının yaşadığı bu ülkeye Türkmen devletinin ilgisi zayıftır. Türkmenlerin maruz kaldığı haksızlıklara ve asimilasyon politikalarına statüsü gereği sessiz kaldığı söylenebilir. Türkmen devleti, sınırlarını korumaya büyük önem göstermektedir. Taliban saldırılarından kaçıp Türkmen topraklarına geçen Afgan askerlerini derhal geri göndermiştir. Türkmenistan, Taliban’la görüşmeler yürütmeyi tercih eden devletlerden biridir. Bu görüşmelerin en önemli gündem maddesi hiç kuşkusuz Türkmenistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan’ı kapsayan TAPI doğal gaz boru hattı ile TAP elektrik ve fiber optik iletişim hattı projelerinin güvenliğidir. Dolayısıyla Afganistan’daki kriz Türkmenistan’ı zor durumda bırakmıştır. Afganistan’ın istikrarı Türkmenistan için elzemdir.
Tacikistan, Afganistan’daki şiddet ve istikrarsızlık ortamını en yakından hisseden ülkedir. Çünkü Afganistan’la en uzun sınıra sahip ülkedir (1334 km). Afganistan’da yaşayan Tacik sayısı (10 milyonun üzerinde), Tacikistan’dakinden (yaklaşık 8,5 milyon) daha fazladır. 90’lı yıllardaki iç savaşta Taliban karşısında Kuzey İttifakı’nı destekleyen Tacikistan bu defa olayları takip etmekle yetinmiştir. Ancak Taliban’la müzakere masasına oturmayı reddetmiştir. Afganistan’la çok önemli ticari bağlantıları olmasa da ülkenin barış ve istikrarına önem vermektedir. Taliban saldırısından kaçan Afgan hükûmet güçlerine iyi davranmış, ihtiyaçlarını giderdikten sonra askerleri Kâbil’e göndermiştir. Ancak Tacikler aynı müşfik tavrı Tacikistan’a sığınan Kırgız sivillere göstermemiş, bu insanları Afganistan topraklarına geri itmiştir. Tacikistan, ortaya çıkan güvenlik riskleri nedeniyle KGAÖ’nü sınırlarını korumak üzere resmen davet etmiştir. Özbekistan gibi Tacikistan da Afganistan krizinde Çin, Rusya, İran ekseninde durmayı tercih ediyor.
ÜLKENİN İSTİKRARININ ÖNEMİ
Netice olarak Afganistan, Orta ve Güney Asya’nın ekonomik entegrasyonu bakımından önemli bir konumdadır. Afganistan’ın istikrarı, bölgeye barış ve huzur getirecektir. Ancak ABD, Orta Asya ülkelerinde elde etmeye çalıştığı üslerle bu istikrarı bozmayı hedeflemektedir. Orta Asya, ABD’li devlet adamı ve siyaset bilimci Zbigniew Brezinski’nin meşhur kitabında bahsettiği ‘Büyük Satranç Tahtası’dır. “Türk Keneşi”, bu satranç tahtasında yerini almalıdır.
.
TÜRKİYE’DE YÜKSEKÖĞRETİMİN GELECEĞİ VE BEKLENTİLER ‘Sınavsız üniversite’ ne kadar mümkün?
29 Ağustos 2021 02:00
DOÇ. DR. MUSTAFA ŞEKER
Eğitim, kabiliyet ve becerilere göre verilmeli, mesleki beceriye yatkın olanlar mesleki eğitime; akademik eğitime eğilimli olanlar da akademik eğitime devam etmeli. Fakat bunların hepsi belli ölçek ve testlerle yapılmalıdır. Altyapı çok iyi oluşturulursa kabiliyetler ortaya çıkacak ve üniversitelere sınavsız olarak girilebilecektir.
Üniversiteye gerçek manada kendini geliştirmek için gitmeli, boşta kalmamak için yükseköğretimi bir seçenek olarak görmemelidir.
Eğitimin esas problemi, koordineli bir süreç yönetimi eksikliğidir.
Eğitim, insan hayatının en fazla önemli alanların başında gelir. Günümüzde iyi bir eğitim almak, iyi bir insan olmakla eşdeğer düşünülürken bunun kalite ve niteliğinin belirlenmesinde de zamanın ve toplumun payı olduğu söylenebilir. Nitelikli ve başarılı bir hayat için de birçok insan, kaliteli bir yükseköğretimin vazgeçilmez olduğuna inanır. Doğrudur veya yanlışlığı tartışılır fakat toplumun genelinin bakışı bu şekildedir.
OSMANLININ ŞİFRESİ: NİTELİKLİ EĞİTİM
Nitelikli eğitim kavramı, Osmanlının her alandaki başarısının altında yatan en önemli şifrelerden biridir. Mesela Sultan II. Abdülhamid zamanında topyekûn bir kalkınma safhasına girilmesiyle eğitim, kendine düşen payı almış ve Osmanlının eski heybetli zamanlarına dönmesi için her türlü adımlar atılmıştır. İktisattan tıpa, hukuktan endüstriye kadar hemen her sahada insan kaynaklarının yükseköğretimde yetiştirildiği görülmektedir. Fakat daha sonra çıkan Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve arkasından gelen savaşlarda, II. Abdülhamid Han devrinde yetiştirilen bütün nitelikli insan kaynaklarını tüketilmiştir. Hatta devlete hizmet edecek insan kaynakları önceden tükendiği için Cumhuriyet kurulduğunda ihtiyaç duyulan insan kaynakları için mübadele ile gelen göçmenlere ve Nazi katliamından kaçan Yahudi akademisyenlere sarılmak zorunda kalınmıştır.
EĞİTİMDE YENİ HESAPLAR
Sanayi İnkılabı, Fransız Devrimi, I. Dünya Savaşı, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, II. Dünya Savaşı, ardından Soğuk Savaş Dönemi ve uzayda başlayan rekabet ortamı, günümüzde pandemi ile başlayan yeniden revizyon süreci, içtimaî ve ilmî bütün müesseslerin kendini yeniden tanımlamasını mecburi kılmıştır. Seri, mantıklı ve tedbirli hareket edenin kazandığı bir dönemi yaşadığımız kesindir. Özellikle pratik çözümler geliştirebilen kurum, kuruluş ve iyi eğitim almış fertlerin yoğun bir rekabet ortamına girdiği günümüzde hesapların da değiştiği bir hakikattir. Bu merhalede üniversitelerin sosyal hayatın ve reel ekonominin ihtiyaçlarına göre yeni stratejiler ve hesaplar yapması, bunda da seri, pratik ve mantıklı çözümler geliştirebilmesi üniversitelerin geleceğini tayin edecektir.
ÜLKEMİZDE YÜKSEKÖĞRETİMDE BAŞARILAR
Her türlü ilmi ve fenni çalışmaların merkezi olan üniversitelerin bilişsel beceriler kadar duyuşsal becerilere de gereken alakayı göstermesi elzemdir. Zira üniversitelerimizin şuan global ölçekte önemli buluşlara ve çalışmalara imza atmakta olduğu memnuniyetle müşahede edilmektedir. Hatta önceki YÖK Başkanı sayın Prof. Dr. Yekta Saraç döneminde bu alanlarda önemli gelişmelere imza atılmıştır. Ayrıca YÖK denilince hep istek, şikâyet, serzeniş ve temenniler akla gelmektedir ki biraz da yapılan ve yapılmaya gayret gösterilen icraatlar dile getirilmeli, yiğidin hakkı yiğide verilmelidir. Bu çerçevede yapılanları ve çok önemli denilebilecek işleri de şu şekilde özetlemek mümkündür:
Yükseköğretimde Kalite Kurulu’nun kurulması ve üniversite siteminde çeşitliliğin sağlanması ve bu alanda araştırma ve aday araştırma üniversiteleri, bölgesel kalkınma odaklı üniversiteler, tematik üniversiteler ve mesleki uygulama ağırlıklı üniversitelerin kurulması önemlidir. Temel Bilimler Programları Üstün Başarı Sınıflarının oluşturulması Türkiye’de ve dünyada ilk defa atılan bir adımdır. Hedef Odaklı Uluslararasılaşma ile büyük başarılara imza atılmış, ilk defa YÖK, dijitalleşme noktasında öğrencilere ve öğretim üyelerine yönelik eğitimlere hız vermiştir. Pandemi döneminde uygulama derslerinin akamete uğramaması için YÖK-Sanal Laboratuvar Projesi’ni hayata geçmiş, meslek yüksekokullarının şehirlerin organize sanayi bölgelerinde kurulması desteklenmiştir. YÖK Akademi ile yapılan yayınlar mobil uygulama erişimine açılmış, başarı ve liyakatin ödüllendirildiği bir sistemin kurulması gibi daha onlarca önemli çalışmalara imza atıldığı görülmüştür.
YÖK’TEN TALEPLER
Burada belirtilenlerin yanında yeni YÖK yönetiminden de beklentiler vardır. Bu beklentiler özellikle üniversitede fiili olarak görev yapan idari ve akademik personele aittir. Bu beklentiler bizzat not alınarak aktarılmaktadır. Mesela, 50D’ye yönelik beklentiler, YÖK-MEB işbirliğinin istenilen seviyede olmaması, her konuda kalite meselesi, pandemi sürecinde müsait alanların uzaktan eğitime devam edebilmesi (uzaktan eğitime meyilli alanlara fırsat verilmelidir), mobbing sorunu, üniversitelerde ve YÖK’te bürokratik işlemler yoğunluğu, toplam kalitenin gerçek manada uygulanamaması, iktisat, idare ve kamu yönetimi gibi alanlarda yönetim tecrübesi olmayan idarecilerin bu kademelere atanmaması vb… Sayın Prof. Dr. Erol Özvar yönetimindeki YÖK’ün, bu konulara en uygun ve münasip çözümler üreteceğine gönülden inanıyoruz. Zira sayın başkanın Marmara Üniversitesi’nde ortaya koyduğu başarılar, ülkemizin Yükseköğretimine de aynı kaliteyi getireceği beklentisini sunmaktadır.
DÜNYADA ÜNİVERSİTEYE GİRİŞ
Ülkemizde üniversiteye girişler hususunda da bir tartışma vardır. Türkiye ile birlikte dünyaya baktığımızda üniversiteye girişte farklı usuller tatbik edilmektedir. Türkiye, Çin, Rusya, Japonya ve İspanya gibi merkezi sınavlarla üniversiteye öğrenci alan ülkelerdir. Bunlara karşılık ABD, İsveç gibi yetenek ve geçmiş başarılara göre öğrenci alan ülkeler de bulunmaktadır (Geiser, 2008). Mesela ABD’de merkezi sınavlarla öğrenci alan bir yükseköğretim sistemi bulunmamaktadır. İngiltere’de üniversiteler öğrencileri kendileri belirlerken Almanya’da lise bitirmede alınan “Abitur” adı verilen olgunluk sertifikasıyla üniversiteye alınırlar. Almanya, öğrencilerine bu sertifikayı lisedeki bütün başarılarını da göz önünde bulundurularak verir. Liseye geçişte ise tutulan envanterler ve çocuğun eğitim paydaşlarının (öğretmenleri ve ebeveyn) görüşleri mesleki veya akademik eğitim almasında belirleyici faktördür. Finlandiya da Almanya modeline benzer özellikler taşır.
SINAVSIZ ÜNİVERSİTE MÜMKÜN MÜDÜR?
Eğitim öğretim sistemimizin esas problemi planlı, programlı ve koordineli bir süreç yönetimi sağlanamamasıdır. Bu süreç yönetimi okul öncesinden itibaren başlamalı, ilkokula giden öğrenciler insan sevgisi ve temel değerlerle tam ve eksiksiz yoğrulmalı, mesleki ruh ortaokuldan itibaren verilmeye başlanmalı, lise seviyesine maharetli ve beceri temelli geçmeli, daha usta eller için üniversiteye bu becerilerle sınavsız geçebilmelidir. Sınav, insan elemek için değil daha ehil öğrenciler bulmak için yapılmalı, başarısız olan gençlerin başarabilecekleri alanlara yönelmeleri sağlanmalıdır.
Üniversiteye gerçek manada kendini geliştirmek için gitmeli, boşta kalmamak için yükseköğretimi bir seçenek olarak görmemelidir. Bunun için de bir önceki eğitim seviyesinden bir sonraki eğitim seviyesi haberdar olmalıdır. Bu seviyede çocuğun eğitim paydaşları çocuk için planlı ve koordineli hareket etmeli, çocuk okumanın, öğrenmenin ve başarılı olmanın hazzını içinde hissetmelidir. Bunun için de mutlaka öncelikle çocukların bireysel farklılıkları ve öğrenme sitilleri tespit edilmeli, her çocuğun meziyetleri ve donanımı belirlenerek farklılıkları ortaya konmalıdır. Okul öncesinde çocuğun yakından gözlenmesi ve meziyetlerinin anlaşılmaya çalışılması önemlidir. İlkokulda çocuğun öğretmenleri ellerinde bir önceki seviyeden gelen bir envanterle çocuğa yaklaşmalı, onun farklılıklarını ve yeterliliklerini görerek hareket etmelidir. Öğrenci ilkokul sonrasında artık sorumluluk almaya yönlendirilmeli, meziyet ve becerilerine göre eğitim paydaşları tarafından tasnif edilmelidir. Bu tasnif süreci geçerli ve güvenilir ölçek ve testlerle yapılmalı, hiçbir şey tesadüflere terkedilmeden azami bir ihtimamla yapılmalıdır.
YABANCI MODELLERE GÖZ ATILMALI
Liseye de sınavla değil geçerli testler ve ölçeklerle geçilmelidir. Bu konularda gurur, kibir, boş lakırdı ve sloganlara takılmadan gerekiyorsa bilimde başarılı modeller de yerinde incelenmeli, mesleki eğitimde Alman; akademik eğitimde Amerikan; pedagojide ise Finlandiya ve Singapur modellerine yeniden göz atılmalıdır. Beceriler konusunda Montessori; sayısal, analitik ve duyuşsal zekâ konusunda Harezmî modelleri güncel yeniliklere göre yeniden dizayn edilmeli alınması gereken yerler alınmalı, atılması gereken yer de hiç tereddüt edilmeden atılmalıdır. İşe yarar eğitim süreçleri ve modellerinden profesyonel olarak istifade edilmelidir.
“EV OKUL” TARTIŞILMALI
Hatta en uç fikirler bile gündeme alınmalı ev okul ve okulsuz eğitim yaklaşımları bile tartışılmalı, herkes eğitimden istediği şekilde istifadeye yönlendirilmelidir.
Liseye geçen çocuklar mesleki ve akademik olmak üzere ayrılmalı fakat bu da testler ve ölçeklerle yapılmalı, çocuklarımız ile ilgili hiçbir şey tesadüfe bırakılmamalı, lisede okuyan bir çocuk bireysel farklılıkları ve öğrenme stillerine göre geleceği belirlenmiş bir esasla hayata bağlanmalıdır. Lisede mesleki ve akademik yeterlilikleri tespit edilmiş gençler, üniversiteye geçişte birkaç saatlik sınavlarla değil yıllarca kendileri için tutulmuş envanterler kullanılarak geçerli/güvenilir ölçek ve testlerle geçmelidir.
Sayın Devlet Bahçeli’nin geçtiğimiz haftalarda “Üniversite sınavları kaldırılmalı” sözü, sadece “Sınavlar kaldırılsın gençler sınav stresi çekmesin” diye algılandı. Ancak aslında bu söz ne eğitimciler ne de ebeveynler tarafından tam olarak anlaşılamadı. Burada verilmek istenen mesajla “Eğitim, kabiliyet ve becerilere göre verilsin, mesleki beceriye yatkın olanlar mesleki eğitime; akademik eğitime eğilimli olanlar da akademik eğitime devam etsin fakat bunların hepsi belli ölçek ve testlerle yapılsın, alt yapı çok iyi oluşturulursa ardından kabiliyetler zaten ortaya çıkacak üniversitelerin mesleki veya akademik alanlarına çocuklar sınavsız olarak ayrışarak gidebilecektir” denilmek istenmiştir. Maalesef bu söz, siyasi bir mesaj olarak algılanmanın ötesine geçememiştir ki bu konunun eğitimciler tarafından ideolojik farklılık fark etmeksizin irdelenmesi memleket meselesidir.
2023 Vizyon Belgesi’nde de vurgulandığı gibi bireysel farklılıklar temelli bir eğitim reformu sadece ilköğretim ile lise seviyeleri arasında olmamalı, üniversitelerde de kapsamlı bir reforma ihtiyaç olduğu aşikârdır.
Kaynak
Geiser, Saul. (2008). Back to basics: In defense of achievement in college admissions. Center for Studies in Higher Education. (Research and Occasional Paper Series, CSHE, 12, 08)
.
Dijital istihbaratın yükselişi ve mahremiyet çağının sonu
5 Eylül 2021 02:00
Doç. Dr. Ali Murat Kırık
Devletler, vatandaşlarını kontrol edebilmek adına sosyal medyayı kullanırken, pazarlamacılar ise ürün ve hizmetlerini sunabilmek için sosyal medya istihbaratından faydalanmakta, kişisel verileri toplamaktadır. Böylece fertler algoritmaların geliştirilmesi adına işlev görev bir nesne hâlini almaktadır.
İngilizce ve Fransızcada "intelligence" kelimesiyle belirtilen ve manası “akıl, zekâ” olan istihbaratın Türkçedeki karşılığı ise haber edinme, bilgi almadır. Diğer bir ifadeyle istihbarat “devlet tarafından belirlenen ihtiyaçlara karşılık olarak çeşitli kaynaklardan derlenen haber, bilgi ve dokümanların işlenmesi sonucu elde edilen ürün” anlamına gelmektedir. İstihbarat bir ülkenin milletine, mülküne veya çıkarlarına yönelik tehditler içeren ülke içinden ya da dışından toplanan bilgilerdir. İstihbarat, potansiyel tehditler ve fırsatlar konusunda uyarıda bulunan, önerilen politika seçeneklerinin muhtemel sonuçlarını değerlendiren, yabancı yetkililer hakkında bilgi sunan, güvenlik tehditleri hakkında bilgilendiren, başka yerde bulunmayan iç görüler sağlayabilmektedir.
İSTİHBARATIN KÖKLÜ MAZİSİ
İstihbaratın tarihçesi irdelendiğinde çok köklü bir geçmişinin var olduğu görülmektedir. İstihbaratın doğuşunda askerî maksatlar ön plana çıkar. Kaynaklar detaylı bir şekilde incelendiğinde en eski istihbarat servisinin İtalya tarafından kurulduğu göze çarpmaktadır. İtalya ile birlikte İngiltere de bu alanda öncü ülkeler arasında yer almaktadır. Zira İngiliz istihbarat servislerinin kökeni 650 yıl geriye dayanmaktadır.
Türkiye Cumhuriyetinde ise Millî Emniyet Hizmeti (MAH) istihbarî amaçlarla kurulmuştur. 1965 yılında Millî Emniyet Hizmeti yerine Başbakanlık bünyesine bağlı olarak Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) kurulmuş ve her türlü güvenlik tehdidine karşı önlem almak ve ilgilileri ikaz etmek amacıyla faaliyet göstermeye başlamıştır.
GÜNÜMÜZDE İSTİHBARAT
İstihbaratın günümüzde siber âleme kaydığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zira ülkeler, devletler millî sınırlarını korumak ve kendilerini geliştirmek adına sanal ortamı da aktif bir şekilde kullanmakta ve izleme faaliyetlerini gerçekleştirmektedir.
“Siber istihbarat” kavramına değinecek olursak; “dijital güvenlik tehditlerinin izlenmesi, analiz edilmesi ve karşı konulması” şeklinde tanımlanabilmektedir. Bu tür istihbarat, modern bilgi teknolojisi ile fiziki casusluk ve savunmanın âdeta bir karışımıdır. Siber istihbarat topluluğu, internet üzerinden hassas bilgileri çalmayı amaçlayan virüsler, bilgisayar korsanları ve teröristler gibi dijital tehditlere karşı güvenlik sağlamayı amaçlamaktadır.
İNTERNETİN DOĞUŞUNDA İSTİHBARATIN ROLÜ
Nitekim internet teknolojisinin temeli askerî istihbarata dayalıdır. ARPANET, tam anlamıyla İleri Araştırma Projeleri Ajans Ağı, internetin öncüsü olan deneysel bilgisayar ağıdır. İlk amacı, Pentagon tarafından finanse edilen araştırma kurumlarındaki bilgisayarları telefon hatları üzerinden birbirine bağlamaktı. Soğuk Savaş'ın zirvesinde, askerî komutanlar, merkezi bir çekirdeği olmayan, düşmanlar tarafından saldırıya uğrayabilecek ve yok edilebilecek hiçbir karargâhı veya üssü olmayan bir bilgisayar iletişim sistemi arıyorlardı. İşte bu problem ARPANET aracılığıyla çözülmüştür. ARPANET, savunma ve istihbarat toplulukları içinde ana akım hâline gelmiş ve internetin temellerinin atılmasına katkıda bulunmuştur.
İnternetin gelişim göstermesi ile birlikte siber istihbarata atfedilen değer her geçen gün artmaktadır. Sanal ortamdaki siber tehditler aynı anda ulusal ve iç güvenlik tehdidi ve bir karşı istihbarat sorunudur. Devlet ve devlet dışı aktörler, ekonomik ve askerî avantaj elde etmek, istikrarsızlığı körüklemek, siber uzaydaki içerik üzerindeki kontrolü artırmak ve diğer stratejik hedeflere ulaşmak için dijital teknolojileri kullanmaktadır.
NSA İLK SIRADA
Dijital dünyada istihbarat toplayan kurumların başında Amerikan “Ulusal Güvenlik Dairesi” gelmektedir. Kısaca NSA olarak bilinen bu kurumun ABD’de en çok istihbarat toplayan teşkilat olduğu tahmin edilmektedir. 1952 yılında kurulan NSA, kriptoloji üzerine uzman bir teşkilattır. Yabancı ülkelerin iletişim faaliyetlerini dinlemekte, izlemekte ve takip etmektedir. Bunun için interneti aktif bir şekilde kullanmaktadır. NSA, eski analist Edward Snowden'ın ifşaatlarıyla sıkça gündemde yer almıştır. Hatırlanacağı üzere, İngiliz The Guardian gazetesi, Amerika’nın sanal casusluk programı X-Keyscore ile ilgi çekici belgeler yayınlamıştı. Bu belgeler ışığında NSA’in internet kullanıcılarının her türlü faaliyetlerini anlık bir şekilde takip edebildikleri tespit edilmişti. Günümüzde ise PRISM bu misyonu üstlenmektedir.
İNTERNET İSTİHBARATININ KALBİ
NSA tarafından faaliyetleri yürütülen ve internet üzerinde veri toplama ve keşif programı olarak bilinen PRISM, internet istihbaratının kalbi durumundadır. The Guardian tarafından elde edilen gizli bir belgeye göre NSA’in, Google, Facebook, Apple ve diğer internet devlerinin sistemlerine PRISM aracılığıyla doğrudan erişim sağladığı iddia edilmektedir. Belgeye göre NSA, kullanıcıların arama geçmişi, e-Posta’ların içeriği, dosya aktarımları ve canlı sohbetler dâhil olmak üzere hemen hemen her veriyi toplayabilmektedir. Teknoloji devlerinin üst düzey yöneticilerinin çoğunluğu, PRISM konusunda hiçbir bilgilerinin olmadığı konusunda ısrar etmiş, böyle bir programa asla dâhil olmayacaklarının altını çizerek, yapılacak her türlü izlemenin bilgilerinin dışında olduğunu belirtmişlerdir.
BEŞ GÖZLER İTTİFAKI
Tam bu noktada UKUSA olarak da bilinen siber istihbarat ittifakı olan “Beş Gözler”e (Five Eyes) de değinmek yerinde olacaktır. “Beş Gözler” dünyanın en önemli istihbarat ittifakı olarak kabul görmektedir. İttifakta ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda yer almaktadır. “Beş Gözler” esasen soğuk savaş sırasında Sovyetler Birliği'ni izlemek ve gizli istihbaratı paylaşmak için bir mekanizma olarak geliştirilmiştir. Bu ittifakta yer alan ülkeler bütün istihbarat bilgilerini diğerleriyle paylaşarak; dinleme, toplama, edinme, analiz ve şifre çözme faaliyetlerini yürütmektedir. 70 yıldan fazla bir süredir, İngilizce konuşan beş ülkenin bir zamanlar gizli olan savaş sonrası ittifakı, global erişime sahip bir gözetim altyapısı hâlini almıştır. Hatırlanacağı üzere; NSA, ABD’nin Avrupa’daki müttefiklerini dinlemek için Danimarka’nın elektronik izleme sistemlerinden yararlandığı ortaya çıkmış ve bu olay bütün dünya genelinde büyük ses getirmişti. NSA’nın dinlediği isimler arasında Almanya Başbakanı Angela Merkel olduğu da iddia edilmişti. Amerika’nın dijital dünyayı dinleyebilmek ve bütün kullanıcıları gözetlemek adına CIA’den çok daha büyük bir ajansı gizliden gizliye kurduğu da iddia ediliyor. Elbette bu iddiaları şu an kanıtlamak son derece güç, lakin geçmişte gerçekleştirilen faaliyet bize bu iddianın gerçek olduğu noktasında çok ciddi ipuçları sunuyor.
NASIL DATA TOPLUYORLAR?
Ülkelerin siber istihbarat faaliyetleri sonrasında bu verilerin nasıl toplandığı sorusu da akıllara gelmektedir. Zira ülkeler istihbarat toplamak, casusluk yapmak için siber savaş tekniklerini kullanmaktadır. Sanal ortamda veri toplama faaliyetleri, hassas bilgileri taramak, toplamak ve sızdırmak için tipik olarak hedeflenen bir ağa veya bilgisayara kötü amaçlı yazılımın yüklenmesine dayanmaktadır. Dijital veri toplama araçları, hemen hemen her bilgisayar ve akıllı telefon işletim sistemi için hükûmetler ve özel girişimciler tarafından geliştirilmiştir. Bu araçların Microsoft, Apple ve Linux bilgisayarlar ile iPhone, Android, Blackberry ve Windows telefonları için mevcut olduğu bilinmektedir. Bu noktada Pegasus isimli casus yazılımını hatırlamak doğru olacaktır. Pegasus, İsrailli siber teknoloji firması NSO Group tarafından geliştirilen; iOS ve Android cep telefonlarına ve diğer cihazlara gizlice yüklenebilen casus yazılımdır. Pegasus, SMS okuma, aramaları takip etme, şifre toplama, konum takibi yapma, hedef cihazın mikrofonuna ve kamerasına erişme ve uygulamalardan bilgi toplama gibi yeteneklere sahiptir. Le Monde gazetesi, Fas hükûmetinin Pegasus casus yazılımını kullanarak Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'a ait akıllı telefonu gözetlediğini ileri sürmüş, öldürülen gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın nişanlısı Hatice Cengiz'in de bu sayede dinlendiği iddia edilmişti…
SOSYAL MEDYA NEREDE DURUYOR?
İstihbarat açısından sosyal medya da son derece önemlidir. Sosyal medya, bilindiği üzere web’in ayrılmaz bir parçasıdır. Çoğunlukla, kullanıcı tarafından oluşturulan içeriğin bulunduğu yerdir. Sosyal medya istihbaratı veya SOCMINT, sosyal medya sitelerinden toplanan istihbarata verilen genel isimdir. Bunlardan bazıları açık olabilir, herhangi bir kimlik doğrulama gerektirmeden erişilebilir ve bazıları herhangi bir bilgi alınmadan önce bir tür kimlik doğrulama gerektirebilir. İstihbarat toplama ve analizin taktik uygulamaları SOCMINT tarafından zenginleştirilmiştir ve terör saldırılarını önleme, bireyleri araştırma ve daha fazlasıyla ilgili olduğu bilinmektedir. Ama “Arap Baharı” ve esas olarak Mısır'daki ayaklanmalar, SOCMINT'in istihbarat teşkilatları için stratejik düzeyde önemini ve geleneksel istihbarat kaynaklarının ve metodolojilerinin etkisizliğini ortaya koymuştur. Bir noktada sosyal medya istihbaratının kullanımı insanların mahremiyetine bir müdahaledir ve bu sebeple uluslararası yasallık, gereklilik ve orantılılık ilkelerine uygun olmalıdır.
MAHREMİYETİN ORTADAN KALKIŞI
Sosyal medya istihbaratında gözetim yetenekleri oluşturan iki sektör vardır. Birisi gözetim endüstrisi, diğeri de pazarlama endüstrisidir. Her iki endüstri de hem kamu hem de özel sektör kullanıcıları için hizmetler ve yetenekler oluşturmaktadır. Devletler, vatandaşları kontrol edebilmek adına sosyal medyayı kullanırken, pazarlamacılar ise ürün ve hizmetlerini sunabilmek için sosyal medya istihbaratından faydalanmakta, böylelikle kişisel verileri toplamaktadır. Bu durum başlarda masumane gözükebilir. Ancak bu şekilde özel hayatın gizliliği de zedelenmekte, mahremiyet ortadan kalkmaktadır.
Fertler günümüzde algoritmaların geliştirilmesi adına işlev görev bir nesne hâlini almaktadır. Çerezlere verdiğimiz erişim izinleri de gizlilik ve güvenlik tehditleri oluşturabilmektedir. Ek olarak uygulamalara verdiğimiz erişim izinleri bu noktada son derece önemlidir. Birinin suç işleme ihtimalini tahmin etmek için verileri kullanan tahmine dayalı casusluk yazılımları da, sosyal medya ve mobil uygulamalardan gelen verileri kullanmaktadır. Örnek vermek gerekirse; Çin hükûmeti, sosyal medyada yayınları ve internet aktiviteleri de dâhil olmak üzere kişisel verilere dayalı olarak Çin vatandaşlarına kredi puanları atayacak bir “sosyal kredi” sistemi geliştirmektedir. Bu da denetimin had safhada olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte; TikTok ile ilgili birtakım spekülasyonlar da mevcuttur. Uygulamanın akıllı telefonların tüm donanımı hakkında bilgiler topladığı ve geçmişte indirilen, hatta mevcutta kullanılan uygulamaları da kayıt altında tuttuğu iddia edilmektedir. Hemen hemen her ülkede buna benzer iddialar bulunmaktadır.
BÜYÜK BİRADER SİZİ GÖZETLİYOR
Netice itibarıyla büyük veri çağı içerisinde olduğumuzdan ötürü elde edilen her öge son derece önemli... Özellikle yabancı devletlerin topladığı istihbarî bilgilerin yarın ne amaçla, hangi şekilde kullanılacağını bilebilmek son derece güç… Toplumun hassasiyetleri istihbarat toplarken asla unutulmaması gerekmektedir. Aksi hâlde toplumun temel hak ve özgürlüklerinin ihlali söz konusu olabilecektir. Ünlü tarihçi Noah Harari geçtiğimiz yıl konuştuğu Davos Zirvesi’nde dikkat çekici açıklamalar yapmış, “İnsanı hacklemek için güçlü sistemlere ve bol miktarda veriye ihtiyacımız var” cümlesini kullanmıştır. Bu noktada istihbarat aracılığıyla elde edilen bilginin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. George Orwell’in 1984 romanında ifade ettiği ve âdeta günümüze ışık tutan “büyük birader sizi gözetliyor” olgusu sanal ortamda kendini açık bir şekilde göstermektedir. Gelecek yapay zekâ ve makine öğrenmesi üzerine kurulu olacak gibi gözüküyor. Bilgi ve veriye dayalı sonuçların üretilebilmesi adına dijital ortamın ülkeler adına son derece önemli olduğu bir gerçektir. Sanal ortamdaki istihbarat savaşlarında hangi ülke galip gelir bilinmez ama tek bir gerçek var ki bu da mahremiyet çağının sonuna geldiğimizdir.
.
Tunus’ta yaşananlar Türkiye’yi hatırlatıyor
12 Eylül 2021 02:00
Ziya Burcuoğlu
Tunus’taki son gelişmeler, Türkiye’deki 28 Şubat ve 15 Temmuz’a benzer yeni bir darbe modelini çağrıştırıyor. Ülke içindeki özellikle laik ve muhafazakârların arasındaki mücadeleyi doğru olarak değerlendirmek gerekir.
Tarihte çeşitli istila hareketlerine sahne olan Tunus’a, Kartacalılar 5. asırda gelmişlerdir. Altıncı asırda Romalılar, Kartacalılardan Tunus’u almışlardır. Bu sebeple Tunus’ta hâlen Kartaca ve Roma devirlerinden kalma pek çok eser bulunmaktadır.
Türkler 16. asırda, Barbaros Hayrettin Paşa’nın 1530’da Tunus’un La Gullet (Halkul vaad) limanına üs kurmasıyla ülkeye ayak basmış, İspanya Kralı Şarlken ile yaptığı muharebeyi kazanarak Tunus’a girmiştir. 1556–1558 yıllarında Barbaros ve Turgut Reisler, Tunus’un güneyindeki Gafsa ve Kayrevan şehirlerini ele geçirmişlerdir.
OSMANLI ÜÇ DEFA FETHETTİ
Barbaros Hayrettin Paşa’nın, kendisine ihanet eden ve İspanyollar ile iş birliği yapan Tunus Beyi Mevlay Hasan’ı takip ederken toplarına yelken takıp, Kayrevan civarında yakalayarak cezalandırdığı tarih kitaplarında yazılıdır. Bu ihanetler sebebiyle Kuzey Afrika ülkeleri, 16. yüzyılda haçlı işgalinden kurtulurken Osmanlının en çok mücadele ettiği yer Tunus olmuştu. Osmanlılar, İspanyollar karşısında Tunus’u 3 defa fethetmek zorunda kalmıştır.
Tunusun 3. fethi 1574’te Sinan Paşa ve Uluç Ali Paşa tarafından gerçekleşmiş ve ülke, Osmanlı Devleti’nin bir eyaleti hâline gelmiştir. Sinan Paşa, fetihten sonra Tunus’taki Osmanlı eyalet sistemini tanzim ederek Tunus kalesini tamir, tahkim ve gerekli silahlarla takviye etmiştir. (Yılmaz Öztuna Türkiye tarihi 5. cilt)
Tunus’un fethi ile ilgili olarak Tunuslular şu olayı nakletmektedirler:
Hâlen türbesi başkent Tunus şehrinde “Sıdi Mahrez” ismiyle anılan ve herkesin akın akın ziyaret ettiği Tunûsî hazretleri var. İşte bu Tunûsî hazretleri bir gece rüyada Osmanlı Sultanı İkinci Selim’e görünüyor. Tunûsî hazretleri buyuruyor ki: “Ey Sultan Selim! Bizi bu İspanyol kâfirlerinin ayakları altından ne zaman kurtaracaksın!” Bu ikaz üzerine Sultan II. Selim, komutanlarına Tunus’un fethedilerek Müslümanların İspanyol kâfirlerinin zulmünden kurtulmasını emretmiştir. Kısa bir müddet içinde emir yerine getirilerek şehir fethedilmiş, İspanyollardan temizlenmiştir.
Bir de Tunus’un en meşhur âlimlerinden Abdullâh-i Tercümân hazretleri vardır. Önceden bir Hristiyan papazı iken hakikati görerek Müslüman olmuş ve Hristiyanlığın bozukluğunu anlatan “Tuhfet-ül Erib fî ehl-i Sâlib: Hristiyanlığı Reddiye” isminde bir kitap yazmıştır. Bu mübârek zâtın da kabri ziyâret edilmektedir.
Tunus, Osmanlıların elinde 4 asır adaletle idare edilmiştir. Fakat ülke, İspanyolların işgali altında iken, camiler ve İslam eserleri yakılıp yıkılmış ve camilerin bir kısmı ahır olarak kullanılmıştır.
1881’de Fransızların idaresine geçen Tunus’ta, Fransızlar da aynı şekilde Türk ve İslam eserlerini yok etmiş, sadece büyük şehirlerin kalelerini ve birkaç Türk eserini bırakmıştır.
Osmanlıların 4 asırda Tunus’a yapmış olduğu hizmetler o kadar çok olmasına rağmen, şimdi Tunus’u ziyarete gelen turistlere rehberlik edenler, sanki Fransızların Tunus’ta dört asır kaldığını ve kültürlerini yerleştirdiğini, Osmanlının ise 70 yıl kaldığı ve hiçbir eser yapmadığını anlatmaktadırlar.
İSLAMİYET AFRİKA’YA TUNUS’TAN YAYILDI
İslam tarihi açısından da Tunus’un önemli bir yeri bulunmaktadır. İslamiyet, Afrika’ya ilk olarak Müslümanlar tarafından Tunus’tan yayılmıştır. Müslümanların kurduğu Kayrevan şehri ve bu şehirde inşa edilen Ukbe Bin Nafi Câmii, Afrika’nın ilk ve en büyük camiidir. Bu câminin mimari tarzı ve su sarnıçlarının yapımında kullanılan teknik, Müslümanların o tarihlerde (670) ne kadar ileri bir seviyede bulunduğunu gösteren en müşahhas örneklerden birini teşkil etmektedir.
Nüfusu 10 milyonu geçen Tunus halkının %98’i Müslüman olup pek çok Türk asıllı aile Tunus’ta yaşamaktadır. Türk soyundan olmak, onlar için bir övünme vesilesi olarak görülmektedir.
Yetmiş sene Fransız idaresi altında kalan Tunus’ta Fransızlar kendi kültürlerini, başta Fransızca olmak üzere, bütün ülkeye yaymışlar, özellikle yönetici kadrolar Fransa’da eğitim görmüşlerdir.
TÜRKİYE MODELİ TEK PARTİ
Tunus, 1956’da bağımsızlığını kazandıktan sonra 30 yıl Habip Burgiba tarafından tek parti sistemi ile yönetilmiş, Türkiye model ülke olarak alınmıştır. 1987’de İçişleri Bakanı Zeynel Abidin, Fransa destekli bir darbe ile ülkeyi ele geçirmiş ve 2011 yılına kadar Tunus’u dikta rejimi ile yönetmiştir. Bu dönemde dinî baskılar ön plana çıkmış, din kitapları yasaklanmış ve camiler namaz vakti dışında kapanmıştır.
Tunus, bağımsızlığını kazandıktan sonra Türkiye ile hiçbir zaman siyasi bir problem yaşamamıştır. Tarihî, kültürel ve dinî bağlarla bağlı olduğu Türkiye ile ekonomik, kültürel ve askerî alanlarda iş birliğini geliştirmeye çalışmıştır.
Tunuslu öğrenciler, askerî eğitim alanında Türkiye’de eğitim görmüşlerdir. Türkiye’den gönderilen askerî öğretmenler, 1969 yılına kadar Tunus Harp Okulu’nda Türkçe öğretmiş ve askerlik dersleri vermişlerdir. Ayrıca 1965-1969 yıllarında Türkiye’de atış okullarında 350 kadar Tunuslu subay temel eğitim görmüştür. Daha sonra Fransızların etkisiyle Türkiye-Tunus ilişkilerinde bir duraklama olmuştur.
Tunus’ta, 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’nin Orta Doğu ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirme kararı ile yeni büyükelçilik ve ataşelikler açılmaya başlamıştır. Bu çerçevede 1983 yılında Tunus’ta ilk askerî ataşelik ofisi açılmış ve askerî, siyasi ve ticari iş birliği alanında gelişmeler başlamıştır. Birçok üst düzey ziyaretler gerçekleşmiş, ilk defa Tunus’ta Türk ürünleri fuarı açılmıştır. Askerî ve sivil öğrencilerin karşılıklı olarak eğitim programları uygulanmıştır. Ancak Türkiye ile olan bu münasebetler, Fransa’yı çok rahatsız etmiştir.
2011 ARAP BAHARI (YASEMİN DEVRİMİ)
Tunus, Arap Baharı’nın ardından çok partili demokrasiye geçen ilk ve tek Arap ülkesidir. 2011’de yapılan seçimleri muhafazakâr En-Nahda Partisi kazanmış, ancak iktidar olamamıştır. Laik muhalefet sokak gösterileri ile tepki vermiş, solcu ve muhalif iki liderin bir suikast ile öldürülmesinden sonra En-Nahda, iktidarı teknokrat hükûmete devretmek zorunda kalmıştır. Yasemin Devrimi yapıldığında gazeteler, “Tunus rota değiştirdi, Fransızlar dışarı, Türkler içeri!” manşetleri atmışlardı.
2014 yılında yapılan seçimlerde En-Nahda 2. parti durumuna düşmüş, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday çıkaramamıştır. Nida Partisi adayı El-Bacı Kaid El-Sebs kazanmıştır.
2019’da halk, büyük partileri ve parlamentoyu protesto ederek bağımsız aday Kays Said’i Cumhurbaşkanı seçmiştir.
2021’de Yasemin Devrimi’nden on yıl sonra şiddet olayları, ekonomik sıkıntı ve pahalılık had safhaya varmış, Covid–19 pandemisinin tesiri ile protestolar yapılmıştır. Her on senede bir karışıklıklar, protestolar ve gösterilerin yayılması, Tunus’un bir özelliği hâline gelmiştir. 1984’teki ekmek isyanı da buna bir örnektir. O dönemde tüketimi arttırıyor diye gazete ve televizyonda reklam yasağı bile olmuştur.
SON OLAYLAR
Tunus’ta yaşanan son büyük olaylarda meclisin en büyük partisi En-Nahda’nın ofisine saldırılar düzenlenmiş, Cumhurbaşkanı Kays Said, 25 Temmuz’da meclisin çalışmalarını 30 gün süreyle durdurduğunu, bütün milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırıldığını, başbakanı görevden aldığını, yeni bir başbakan atayacağını ve yolsuzluk dosyaları için kendisini başsavcı olarak görevlendirdiğini açıklamıştır. Yapılan son açıklamalarda, alınan olağanüstü kararların bir sonraki duyuruya kadar uzatıldığı bildirilmiştir.
FRANSA BASKISI
Tunus’taki bu son gelişmeler, yeni bir darbe girişimi olarak nitelendirilebilir. Bu hâl, Türkiye’deki 28 Şubat ve 15 Temmuz’un karışımı gibi yeni bir darbe modelini çağrıştırıyor. Ülke içindeki iktidar/güç mücadelesini, özellikle laik ve muhafazakârların arasındaki mücadeleyi doğru olarak değerlendirmek gerekir. Ayrıca Fransa’nın Tunus üzerindeki ekonomik ve siyasi baskısı çok önemli bir unsurdur. Zira Tunus’un Türkiye ile siyasi ve ekonomik yakınlaşması, bilhassa savunma sanayi konusunda Türkiye’yi tercih etmesi, Fransa’nın asla kabul edemeyeceği bir faktördür. Diğer taraftan Libya’da Hafter yerine meşru hükûmeti desteklemesi de çok önemli bir husustur.
Fransızlar öteden beri Tunus’a kredi açar, buna mukabil bütün ihtiyaç maddelerini Fransa’dan teminini şart koşarlar. Böylece ekonomik bakımdan devamlı baskı altında tutmaya çalışırlar.
Ayrıca Fransa’nın kültürel tesiri eskiye nazaran azalmakla beraber, Fransızca yarı resmî dil olarak kullanılmaktadır. 1985 yılında Türk kökenli Başbakan M. Mzali’nin, Türkiye ile ilişkileri geliştirmesi ve ilkokullarda birinci sınıftan itibaren okutulan Fransızcayı üçüncü sınıftan başlatması, Fransızların siyasi bir komplosu ile M. Mzali’nin başbakanlıktan ayrılmasına sebep olmuştur.
Diğer taraftan Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri, Tunus’taki demokrasi hareketlerini, kendi rejimleri için bir tehdit olarak değerlendirmektedirler. Zira serbest seçimlerin yapıldığı tek Arap ülkesi Tunus’tur.
Arap dünyasındaki halk hareketleri ve serbest seçimler sonucu İhvan örneğinde olduğu gibi, istemedikleri siyasi yapılar ön plana çıkmaya başlayınca Arap rejimleri tedirgin olmaktadır.
İç yapısı Türkiye’ye benzeyen ancak ekonomik sıkıntısı had safhada olan Tunus’taki son olayları, üstü örtülü bir postmodern darbe olarak nitelemek mümkündür. Bu hareketin arkasında, Fransa başta olmak üzere, BAE ve Suudileri görmek mümkündür. Bu yönüyle Tunus’taki gelişmeler Türkiye’yi yakından ilgilendirmektedir.
Cumhurbaşkanı Kays Said tarafsız görülmekte ise de, “Arap Baharı” olarak adlandırılan Arap halk hareketlerinin doğduğu yer olan Tunus’ta çok partili demokratik sisteme son mu veriliyor sorusu akıllara gelmektedir.
****************
Emekli Kurmay Albay Ziya Burcuoğlu, Tunus’ta ilk askerî ataşe olarak vazife yapmıştır. Burcuoğlu’nun İhlas Vakfı Yayınları tarafından yayınlamış eserleri şöyledir: “Bilinmeyen Yönleriyle Çanakkale Zaferi”, “Unutturulan Balkan Bozgunu”, “II. Abdülhamid Han ve Yıldız Sarayı” ve “Boğaziçi’nden Hatıralar”
.
Türkiye, mevcut eğitim sistemiyle hedeflerine ulaşabilir mi?
19 Eylül 2021 02:00
Prof. Dr. İbrahim Aydın
Balıkesir Üniversitesi NEF Öğretim Üyesi
iaydin@balikesir.edu.tr
Bu eğitim sisteminde eğitilen insanlar, ya vasıfsız kalmakta ya da sevmediği işi yapmak durumundadır. İlerleyen yaşlara rağmen meslek sahibi olamamak, evlilik yaşını ötelemekte, evlilik oranını düşürmekte ve sosyal problemlere sebep olmaktadır.
Hedefi olmayan gençlerin sınıflarda tutulmaya çalışılması hem öğretmenlerin, hem de okul yönetiminin işlerini zorlaştırmaktadır.
Fakülteler âdeta yüksek lise durumuna düşmüştür.
Eğitim, en yalın ifade ile istenen yönde davranış değişikliğidir. Biraz daha açmak gerekirse eğitim, insanın duygusal, bedensel, zihinsel olarak sahip olduğu kabiliyetlerine göre belirlenen amaç doğrultusunda geliştirilmesidir. Yani sadece bilgi sahibi olmak yetmez, bildiklerini yaşantıya dönüştürmektir eğitim... Bilmek öğretimin, bildiklerini yaşamak ise eğitimin sonucudur.
Dünya üzerindeki bütün devletler, vatandaşlarını eğitmekle yükümlüdür. Ülkeler, vatandaşlarını bilimsel olarak donanımlı yetiştirip onları meslek sahibi yapmanın yanı sıra, ülkelerini seven kişiler olarak yetiştirmeyi de amaçlamaktadırlar.
Türk Millî Eğitim sisteminin genel amaçları “1739 Sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu”nda belirtilmiştir. Bu kanunun 3. fıkrasında “İlgi, yeti ve yetenekleri doğrultusunda geliştirmek gerekli bilgi, beceri, davranış ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırma yoluyla hayata hazırlamak, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamaktır” ifadesi yer almaktadır. Yani fertler, eğitim yoluyla kazandırılan meslekle hayata hazırlanırken toplumun da mutluluğu amaçlanmaktadır.
Ülkemizde, eğitim sisteminin ve Millî Eğitim Bakanlarının, sık sık değişmesi hep eleştiri konusu olmuştur. Zorunlu eğitim süresi genellikle gelişmişlikle doğru orantılı olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple Türk Millî Eğitim Sistemi’nde 30.03.2012 tarihinde yapılan değişiklikle, 1997’ye kadar 5+3+3, 1998’den sonra 8+3 ve ardından da 8+4 biçiminde uygulanmakta olan örgün eğitime 4+4+4 olarak son şekli verilmiştir. Bu değişiklikle imam hatip ortaokullarının önünü kesme amaçlı 28 Şubat ürünü sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim, ilk dört yıl ilkokul, ikinci dört yıl ortaokul, üçüncü dört yıl lise olarak düzenlenmiştir. Bu şekilde lise eğitimi de zorunlu eğitime dâhil edilmiştir.
OKUL ÖNCESİ EĞİTİM UZAMAMALI
Günümüz eğitim sisteminde okul öncesi eğitim hızlı bir şekilde yaygınlaştırılmaktadır. Bu kademede amaç öğrencileri daha çok ilkokula hazırlamanın dışında, bazı temel kuralları öğretmek ve uygulatmaktır. Bu kademedeki eğitim bence bir yılı geçmemeli ve daha alt yaşlara inmemelidir. Daha alt yaşlardaki çocukların sabah uykularını alamamaları, okuldan sıkılmalarına yol açabilmektedir. Okul öncesi eğitim, süresinin uzaması öğrencilerde bıkkınlığa sebep olmanın dışında, ilkokul müfredatına kaymaları da ayrı bir tehlikedir.
İlkokul en yaygın olan eğitim aşamasıdır. Özellikle 1980’li yıllardan sonra başlayan taşradan şehre göç, kırsal yerleşmelerin boşalmasına, kentsel alanlarda ise nüfus yığılmasına yol açmıştır. Nüfus yapısı ve dağılışındaki bu değişim, ilkokul eğitimini derinden etkilemiştir.
Taşradaki köy okullarının birçoğu kapanmış, taşımalı sisteme geçilmiştir. Taşımalı sistem, muhtemel trafik kazalarının yanında, bu yaştaki çocukların psikolojilerini de olumsuz yönde etkilemiştir. Bazı köy okullarında birleştirilmiş sınıflar, hâlâ vardır. Aynı sınıfta, aynı anda birden fazla sınıf öğrencilerinin tek öğretmenden ders almaları ise eğitimin kalitesini aşağı çekmektedir.
KALABALIK SINIFLAR ÇOĞALDI
Kent yerleşmelerindeki okullarda öğrenci yığılması meydana geldiğinden, günümüzde artık pek çok okulda tek sınıfta 60-70 öğrenci öğrenim görmektedir. Okullar ikili eğitime geçmek zorunda kalmıştır. Özellikle okuma yazma öğrenme aşamasında olup bire bir ilgi bekleyen 1. sınıflardaki kalabalık öğrenci varlığı, öğretmenlerin işini oldukça zorlaştırmaktadır. İkili eğitim, dersler arasındaki teneffüs sürelerini kısaltmış, öğrencilerin oyun oynama, tuvalet ve yemek ihtiyaçlarını karşılamalarını neredeyse imkânsız hâle getirmiştir. Gündüz sürelerinin kısaldığı kış mevsiminde, sabahçı öğrenciler gün ağarmadan yollara dökülmekte, öğlenci öğretim öğrencilerinin eve gelmeleri ise yatsı ezanından bile geç olmaktadır.
Velilerin okul seçmeleri, adrese dayalı kayıt sistemini aşmaları için geçici ev kiralama, hedef okul adresindeki tanıdıkların elektrik, su, telefon, doğalgaz aboneliğini geçici olarak üzerine almalar yaşanmaktadır. Velilerin öğretmen seçmeleri ve okul yönetimlerine müdahale eder hâle gelmeleri ise ayrı bir garabettir.
Sınıf tekrarının olmaması, bir alt müfredatı kaldıramayan öğrencinin üst sınıfa geçmesi anlamına gelmektedir. Alt sınıf derslerinden başarısız olan öğrencilerden, üst sınıf derslerinden başarılı olmalarını beklemek ne kadar mantıklıdır? Ayrıca bu çağdaki öğrenciler, sınıfın en tembel, en çalışkan öğrencilerini açıkça ifade ederler. Bir sonraki yılda en tembel öğrencinin bile üst sınıfa geçtiğini görmek çalışkan öğrencilerin şevkini kırmakta, çalışmanın ve başarılı olmanın bir anlamı olmadığı duygusuna sebep olabilmektedir.
KAYIP YILLAR
Son düzenleme ile 4 yıla çıkarılan ortaokul eğitimi, aslında eğitimin en önemli aşamalarından birisidir. Bu dönem, çocukların kabiliyetlerine göre yönlendirilmesi gerektiği safha olmanın dışında, ergenlik yaşlarına geçiş aşamaları olması hasebiyle oldukça önemlidir. Fakat ortaokul eğitimi sadece kültür dersleri ile doldurulmuştur. Son iki yılında da daha iyi bir lise kazanma amaçlı özel ders ve kurslara yoğunlaşma söz konusudur. Bu yıllar bence özellikle akademik yeteneği olmayan ve mutlaka uygun bir mesleğe yönelmesi gereken gençler için kayıp yıllardır!
Hedefi olmayan bu gençlerin sınıflarda, dört duvar arasında tutulmaya çalışılması hem öğretmenlerin, hem de okul yönetiminin işlerini zorlaştırmaktadır. Eğitim müfredatı sınıftaki öğrencilerin eşit seviyede olmamasından dolayı uygulanamamakta, başarılı öğrenciler de bu sınıflarda eziyet çekmektedir.
ZARARLI ALIŞKANLIKLARA YÖNELME
Liseye geçiş sınavlarından sonra en başarılı öğrenciler Robert Koleji, Galatasaray Lisesi, Fransız ve Alman liseleri gibi kurumlara gitmekte, kalanlar da fen ve Anadolu liselerinden başlayarak aşağıya doğru, mahalle liselerine paylaştırılmaktadır. Başarı oranı düşük liselerdeki öğrenciler “Ağaç yaşken eğilir” prensibinin tersi yapılarak eğitilmektedir. Ergenlik çağına gelmiş, hedefi olmayan, ancak yaş itibarıyla enerjilerinden yerinde duramayan bu gençler, sosyal medya, internet, çevredekilerin etkisiyle bazı zararlı alışkanlıklara yönelmektedirler.
Alkol, uyuşturucu, sigara kullanımı ve benzeri zararlı alışkanlıklar, bu dönemde daha yaygınlaşmakta, okulda disiplin problemlerine sebep olmaktadır. Aynı gençler aileleriyle de sorunlar yaşamakta, bazen basına düşen, kültürümüze, inancımıza, en nihayetinde insanlığa uymayan adli vakaların yaşanmasına neden olmaktadır.
Öğrenciler üniversiteye geçiş sınavlarından sonra başarı durumuna göre fakülte ve yüksekokullara kayıt olmaktadır. Önemli bir kısmı 2. hatta 3. sefer tekrar sınava hazırlık yapmak için tercih yapmamaktadır. Tekrar imtihana hazırlanıp hedefine ulaşamayan öğrenciler, aldıkları puanlara göre açık öğretim dâhil okul tercihi yaparak kayıt olmakta veya yükseköğretimden vazgeçmektedir. Ancak bu sefer kişi 25-27’li yaşlara gelmekte ve bu aşamadan sonra elinde bir mesleği olmayan, yaşları itibarıyla mesleki eğitim çağı da geçmiş çok ciddi bir genç nüfus karşımıza çıkmaktadır.
Tıp fakülteleri hariç, lisans eğitiminin bütün bölümlerinden mezun olanlar mesleğe atanmak için tekrar sınava girmek zorunda. Geçmişte üniversiteyi kazanmak amaçken, artık araç olmuştur. Eğitim fakültelerinden mezun olan ve öğretmen belgeleri alan gençlerin, mesleğe atanabilmeleri için hâlâ dershanelerdeki öğretmenlerden ücret ödeyerek ders almaları çok onur kırıcı olmaktadır.
YÜKSEK LİSE GİBİ FAKÜLTELER
Fakülteler âdeta yüksek lise, yüksekokullar ise yüksek ortaokul durumuna düşmüştür. Atanma ve piyasada iş bulma ihtimali fazla olan bölümlerdeki öğrencilerin motivasyonu ile olmayan bölümlerdeki öğrencilerin motivasyonları aynı değildir. Ülkemizde yılda sadece 50-100 arası atamanın yapıldığı coğrafya öğretmenliği için fen edebiyat fakültelerinin sadece birine, 180 öğrenci kontenjanı vermenin izahı nedir?
Öğretmen ihtiyacı az olduğu gerekçesiyle eğitim fakültelerindeki bölümler kapatılırken, misyonu bilim insanı yetiştirmek olan fen edebiyat fakültelerinin aynı bölümlerine öğrenci yığmak mantıklı mıdır? Aynı fakültede bile İngilizce, matematik, sınıf öğretmenliği gibi atanma ihtimali daha fazla olan alanlardaki ders işleyişi ile fizik, kimya, biyoloji, sosyal bilgiler öğretmenliği sınıflarındaki ders işleyişi farklı oluyor. Çünkü bir tarafta atanma imkânı yüksek ve güdülenmiş ciddi öğrenci grubu var, diğer tarafta ise ne yaparsa yapsın atanma ihtimali çok düşük umutsuz bir öğrenci grubu bulunmaktadır. Bu örneği tüm fakülte, yüksekokul, bölüm ve anabilim dalları için verebiliriz.
TAYİN PROBLEMİ
Fakültelerini bitirip atanan kişiler için sıkıntı yoktur. Mesleklerini icra edip, evlenip hayatlarına devam etmekteler. Ancak atanamayanlar için son derece zor günler başlamaktadır. Ailelerinden uzakta, kendilerine eğitim için ayrılan bütçe, aldıkları eğitim burs ve kredileriyle lisans eğitimini bitiren fertler, ailelerinin yanına dönmektedir. Aileden ayrı kısmen bağımsız ve ayrı bütçeli bir dört yıldan sonra aile yanına gelmek onları zor durumda bırakmaktadır. Gençler çıkış yolu bulamamakta, diğer taraftan işi olmadığı için evlilik için adım da atamamaktadır.
Üniversite mezunu kişiler; garson, bulaşıkçı vs. işleri gururuna yedirememekte, mesleği olmadığı için başka bir şey de elinden gelmemektedir. Bu durum da sosyal problemlere, aile içi çatışmalara sebep olmaktadır.
Yüksek lisans, doktora eğitimine devam edenler ise bir işe sahipse veya asistan kadrosu almışsa işler yolunda demektir; aksi takdirde ekonomik olarak ailesine bağımlılık devam etmektedir. Okulda hocaların ideolojik ve psikolojik baskıları ise hakeza... Doktora eğitimini tamamladığı hâlde boşta gezen gençlerimiz var. Akademik çalışanlar doçent olana kadar, genelde özgürce fikrini beyan edemeyen, pısırık bireyler olmaktadır.
Velhasıl eğitimi sistemimiz, maalesef toplumdan ve gerçek hayattan kopuk vasıfsız insanlar yetiştirmektedir. İnsanlar 30-35’li yaşlara gelmiş oldukları hâlde kendi ayakları üzerinde duramamakta, emekli aile büyüklerinin maaş katlarına mahkûm olmaktadırlar. Bu durumda mutsuz, gelecekten umutsuz, işsiz veya sevmediği işi yapmak zorunda olan bir kesim ortaya çıkıyor. Evlenme yaşı ötelenmekte, evlilik oranları düşmekte, boşanmalar artmakta, nüfus artış oranımız düşmektedir. Bu da ilerleyen yıllarda daha farklı sorunlara yol açacaktır. Öz güveni olmayan bir nesille 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine ulaşmak mümkün mü? Oysa işi, aşı, eşi olanların yolda yürümeleri bile farklı olmuyor mu
.
2001 krizi nasıl fırsata çevrildi?
26 Eylül 2021 02:00
Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Öğretim Üyesi
2000 öncesi ülkemizde yaşanan yüksek kronik enflasyonun temelinde, iktisadi gerçeklerin çok ötesinde belirlenen veya ortaya çıkan bütçe açıkları yer almaktaydı. Bu açıklar sonucu hükûmetler ya para basmak ya da borç bulmak zorunda kalıyordu.
Mali disiplin mali sistemimizin anahtar unsurlarından biridir. 2001 Ekonomik Krizi, ülkemizde yıkıcı olmakla birlikte, daha önceki dönemlerde halı altına süpürülen çok sayıda problemin gün yüzüne çıkmasını da beraberinde getirdi. Kriz aslında mali sistemimizde kronik hâle gelmiş aksaklıkların giderilmesi için etkili reform fırsatlarını da sundu. 2001 Krizi sonrası “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nda mali disiplini merkeze alan ve iktisadi-mali sistemimizi sağlam temeller üzerine oturtan bir dizi reform hayata geçirilmeye başlandı. Ülkemizin kriz sonrası dönemde ortaya koyduğu iktisadi başarısında bu mali disiplin merkezli reformların payı büyüktür.
MALİ DİSİPLİN NEDİR?
Mali disiplin en genel tanımı ile bütçe gelirleri ile bütçe giderlerinin birbirine denk olmasını ifade eder. Bütçe açığının çok küçük ve finanse edilebilir miktarlarda az olması anlamına gelir. Burada hedef kamu harcamalarının kontrol altına alınmasıdır. Bununla birlikte, kaynakların stratejik önceliklere göre tahsis edilmesi, harcama prosedürlerinin ve bütçe süreçlerinin etkin düzenlenmesi, idareler arası yetki ve kaynak paylaşımı konularını da içine alan geniş bir mali sahayı ilgilendirmektedir. Finansal denge, kamu açığı, kamu harcamaları gibi mali performansın bütün anahtar unsurlarını içine alır.
2000 öncesi ülkemizde yaşanan yüksek kronik enflasyonun temelinde, iktisadi gerçeklerin çok ötesinde belirlenen veya ortaya çıkan bütçe açıkları yer almaktaydı. Bu açıklar sonucu hükûmetler ya para basmak ya da borç bulmak zorunda kalıyordu. Öyle ki, siyasi istikrarsızlıklarla birlikte bu iki kalemde bu dönemde rekorlar kırıldı. Yüksek miktarlarda karşılıksız paralar basıldı ve yüksek miktarlarda iç ve dış borçlanmalara gidildi. Karşılıksız basılan paralar enflasyona sebep olurken, yüksek borçlanma oranları faizlerin yükselmesini besledi. Yüksek enflasyon ve yüksek faiz sarmalına giren ekonomi sık sık iktisadi krizler yaşamaya başladı. Ekonomi yönetilebilir olmaktan çıkarak günü kurtaran politikalar ile idare edilir hâle geldi.
90’LI YILLAR: DERİN KRİZLER DÖNEMİ
Türkiye ekonomisi 90’lı yıllar boyunca derin ekonomik krizlere (1991, 1994, 1996, 1998) maruz kalmıştır. Krizlerin sebepleri olarak bütçe açıklarına bağlı kronik yüksek enflasyon, mali sistemde var olan yapısal sorunlar, tasarruf yetersizliği ve dengesiz büyüme performansı, siyasal istikrarsızlık ve bunların sonucunda sürdürülemez boyutlara ulaşmış iç borç dinamikleri gösterilmektedir.
Maastricht Kriterlerine göre kamu kesimi borçlanma gereğinin GSYİH’ya (Gayri safi yurt içi hasıla) oranı yüzde 3’ü ve kamu borç stokunun GSYİH’ya oranının yüzde 60’ı geçmemesi, mali disiplin açısından önemli bir gösterge olarak kabul edilmektedir. “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” çerçevesinde GSYİH’nin %6,5’i oranında faiz dışı fazla verilmesi mali disiplinin bir göstergesi olarak görülmüştür.
2001 KRİZİ ÖNCESİ MALİ SİSTEMİN GENEL GÖRÜNÜMÜ
Kamu sektörü gelirlerini ve harcamalarını bütçe aracığıyla gerçekleştirmektedir. Bütçeler kamu otoritesinin bir yıllık zaman diliminde gelir ve harcama projeksiyonlarını gösteren, siyasi, hukuki ve mali metinlerdir. Bu dönemde bütçe kamu sektörünün hepsini içine almadığı için şeffaflık ve hesap verebilirlik yönünden kendisinden bekleneni yerine getirmemiştir. Kriz öncesinde kamu sektörü verimsiz çalışan, müflis ve parçalı bir görünüm arz etmekteydi.
1050 Sayılı Muhasebe-i Umumiye kanunu kamu sektörünün tamamını içine alamamakta, kamu harcamalarının önemli bir kısmı meclis denetiminin dışında gerçekleşmekteydi. 2000 yılında Devlet Planlama Teşkilatının hazırladığı “Kamu Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması Mali Saydamlık Özel İhtisas Komisyonu” raporuna göre bütçe dışı gerçekleşen harcamalar (dolaylı dolaysız toplam) yeni bir bütçe büyüklüğüne ulaşmıştı. Dolayısıyla bu dönemde harcamaların yeterince şeffaf yapılamadığını, yönetimin kamuoyu tarafından yeterince denetlenmediğini kaynak tahsisinin etkin bir şekilde gerçekleştirilemediğini ifade edebiliriz.
Mali sistemin merkezinde bulunan bütçenin, hazırlanması uygulanması, muhasebeleştirilmesi, kod yapısı, raporlanması ve denetlenmesinde var olan temel problemler, kamu maliyesini ve bütçe sistemini etkinlik, verimlilik ve hesap verebilirlik ve saydamlıktan uzaklaştıran sadece gündelik politikalara yoğunlaştıran bir yapıya büründürmüştür (DPT, 2000).
Bu zaman diliminde kamu harcamalarında aşırı artışlar olmuştur. Kamu harcamalarında artışın birinci belirleyeni faiz ödemeleri olmuştur. Transfer harcamaları içindeki payı her geçen yıl katlanarak artan faiz harcamalarının bütçe içindeki payının artış hızı personel dâhil cari harcamalarının ve yatırım harcamalarının artış hızından daha fazla gerçekleşmiştir. Bütçenin bu dönemde artan sosyal harcamalar sebebiyle değil borç faizleri sebebiyle açık verdiği bilinmektedir. Bu yüzden vergi yoluyla veya borçlanma ile kamuda toplanan kaynakların verimli yatırımlara aktarılamadığı görülmektedir.
2001 KRİZ SONRASINDA MALİ DİSİPLİNE YÖNELİK YAPILAN REFORMLAR
Kriz sonrası dönemde mali sistemde reform yapılması ve mali disiplinin güçlendirilmesine yönelik borçlanma ve ihale kanunları çıkartılmıştır. Artık belli bir miktarın üzerinde borçlanmalara sınır getirilmiştir.
2004 yılında mali sistemin anayasası niteliğinde 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu çıkarılmıştır. Bu son derece önemli bir reform uygulamasıdır. Bu kanunla birlikte bütçenin kapsamı genişletilmiş, bütçelemede birlik sağlanarak, kara delikler kapatılmıştır. Öte yandan bütçeleme süreci orta vadeli plan, orta vadeli mali plan ve stratejik planlarla yeniden düzenlenmiştir. Bütçe kodlama yapısına yönelik analitik bütçe sınıflandırmasına, muhasebe sistemine yönelik tahakkuk esaslı muhasebe sistemine geçilmiştir. Bu kod yapısı ve muhasebe sistemi, reformları da başlı başına reform konularıdır.
5018 sayılı kanun bütçe kanunu, denetim, muhasebe, planlama, borç yönetimi, ihale hukuku alanlarında düzenlemeler getirmiş, kamu hizmetlerinin hukuki ve idari yapısını mali hukuk, gelir, harcama ve bütçe yönünde yeniden düzenlemiştir. Bütçe dışı fonlar bütçe içine alınmış kamu yatırım programına yeni projelerin dâhil edilmesi konusunda sınırlamalar getirilmiştir. Hükûmet garantileri için bir kayıt sisteminin kurulması ve yeni garanti ihdasında sınırlamalar belirlenmiştir.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı güçlendirilmiş ve önemli bir mali disiplinsizlik kaynağı olan ve hükûmetlere karşılıksız para basma imkânı veren hazineye kısa vadeli avans uygulamasına 4651 sayılı kanunun 56. maddesi ile son verilmiştir. Böylelikle karşılıksız para basma devri sona ermiştir. Bütçenin 3 yıllık perspektifte hazırlanmasını öngören çok yıllı bütçe uygulamasına geçilmiştir. Mali saydamlık ve hesap verebilirlik güçlendirilmiştir.
REFORMLARIN EKONOMİYE YANSIMALARI
Gerçekten bu reformlar meyvesini vermiş gerek kamu açığı gerekse borç stoku oranlarında Maastricht Kriterleri sağlanmıştır. Para politikası açısından fiyat istikrarı için ilk önce örtülü enflasyon hedeflemesi (2002) uygulanmış, daha sonra açık enflasyon hedeflemesine (2006) geçilmiştir. Türkiye güçlendirilmiş sermaye yeterlilik rasyosuna sahip bankacılık sistemi, dengeli kamu maliyesi, düşük kamu net dış borcu ve özen gösterdiği mali disiplinle önemli ilerlemeler kaydetmiştir.
Kriz hemen ertesinde uygulanan reformlar ile makroekonomik istikrarsızlık ekonomi için sıkıntı olmaktan çıkmıştır. Mali disiplinin güçlendirilmesi, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının sağlanması ve sıkı para politikası, kamu yönetiminde ve mali yönetimde gerçekleştirilen yapısal reformlar iktisadi göstergelerdeki iyileşmelerin temelini teşkil etmektedir.
KALKINMA İKLİMİ
Türkiye ekonomisi 2001-2008 döneminde, 2001 sonrası yapılan bu reformlar ve istikrarlı siyasi atmosferle birlikte Turgut Özal’ın vefatı ile hasret kaldığı kalkınma iklimini yeniden yakaladı. 90’lı yıllarda yüzde %70’ler seviyesinde gerçekleşen faizler ve enflasyon ilk defa tek haneli rakamlara geriledi. 2003-2008 arasında ortalama %7 ekonomik büyümeyi gerçekleştirdi. Bir taraftan ekonomi büyürken bir taraftan devlet borçlarında ciddi iyileşmeler yaşandı. Artık Türkiye, Maastricht Kriterlerine göre “çok borçlu ülke” statüsünden “az borçlu ülke” konumuna gelmişti.
2008’e gelindiğinde IMF ile borç ilişkisinin sonlandırılması kararı alındı. Dış ticarette ihracat patlamaları yaşandı. 25 milyar dolar olan ihracatımız 70 milyar doları geçerek, 100 milyar dolar hedefleri belirlenmeye başladı (şimdi 200 milyar doları geçti). TOKİ 500 bin evi teslim ederken, yap-işlet-devret modelleri ile binlerce km kara yolları yapıldı. Sosyal güvenlik sistemi reforme edilerek kamu ve özel hastanelere çeki düzen verildi. İşsizlik rakamları %9 sevilerine geriledi. Bu dönemde Merkez Bankası rezervleri de 25 milyar dolardan 100 milyar dolara çıktı. Ülkeye yabancı sermaye girişi de rekor seviyelerde gerçekleşti. Reformun ilk on yılında 90 milyar dolar yabancı sermaye yatırımı gerçekleşti.
Kamu maliyesine baktığımızda bütçe açıkları %11 seviyesinden %3’ün altına geriledi. Bütçeden faize giden pay 2001 yılında %50,4 idi. Yani bütçenin yarısı faize gidiyordu. Bu rakam 2007’e gelindiğinde yüzde 20’nin altına düştü ve ilk defa o yıl eğitim bütçemiz faiz giderinin üzerinde belirlenebildi.
Bütün bu iktisadi iyileşmeler, Türkiye’deki kronik vesayet girişimleri ve 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları altında gerçekleşti. Vesayet teşebbüslerinin ekonomiyi nasıl zehirlediği bilinen bir gerçektir. Buna rağmen, ekonomik başarıların gerçekleşmesi, 2001 Krizi sonrası yapılan mali disiplin merkezli reformların ve siyasi istikrarın ekonomi için ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir.
Türkiye ekonomisi, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasında iktidar partisine açılan kapatma davası gerginliği ile girdiği 2008/9 ekonomik krizini de teğet atlatmayı başarmıştır. Bu da mali reformlar sonucu sağlanan avantajlara bağlanmaktadır. 17-25 Aralık ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gibi ekonomi açısından facia olabilecek olaylarda dâhil birçok iktisadi badirenin tasavvur edilen zararlara yol açmadan atlatılması mali disiplinden taviz vermeden yürütülen bütçe uygulamaları ile bire bir ilişkilidir. Mali otoriteler tarafından pandemi ile mücadelede sürecinde buna özen gösterilmesi ve gelecek yıllarda da özen gösterileceğinin altının çizilmesi iktisadi ve mali geleceğimiz açısından son derece değerlidir...
.
Kuantum bilgisayarlar dünyayı nasıl değiştirecek?
3 Ekim 2021 02:00
Doç. Dr. Ali Murat Kırık
Kuantum bilgisayarların ana akım hâline gelmesinin, beşinci sanayi devrimini başlatması muhtemeldir. Bir kuantum bilgisayar; anda ilaçlar bulabilir, yeni malzemeleri simüle edebilir, lojistik problemleri çözebilir veya bize hâlâ bir sır gibi görünen kimyasal reaksiyonların doğru simülasyonlarını geliştirebilir.
Büyük ihtimalle kuantum bilgisayarlar, 2030'lara kadar hükûmetler ve şirketler tarafından toplu olarak kullanılmayacaklar.
Güvenlik açısından bakıldığında, oyunun kuralları değişiyor.
Kuantum fiziği, kuantum mekaniği veya kuantum teorisi olarak da bilinen bir fizik dalıdır. Kuantum mekaniği fotonlar ve elektronlar gibi moleküler, atomik ve atom altı seviyelerde nesnelerin hareketlerini tanımlayan fiziğin bir parçasıdır. Aslında çoğu insan, düz ekran televizyonların bile kuantum mekaniği prensipleri kullanılarak ortaya çıkarıldığının farkında değildir. Bilgisayarların bazı parçaları ve dijital kameralardaki sensörler de kuantum mekaniğinin bir mahsulüdür. Kuantum mekaniğinde, bir parçacığın kesin bir konumu yoktur, ancak aynı anda birden çok yerde olduğu düşünülebilir. Bir parçacığı tanımlamak için konum, kütle ve hız gibi şeyler yerine, bir dizi dalga fonksiyonu vardır.
KUANTUM TEKNOLOJİSİNİN KULLANIM ALANLARI
20. yüzyılın başlarında doğan kuantum mekaniğinde, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra lazer ve transistörün keşfiyle büyük ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu da, lazer ışınları da dâhil olmak üzere, BluRay oynatıcılarda ve tıbbi ekipmanlarda, barkod okuyucularda, mikro elektronikte ve arabaların kalbinde yer alan atomik saatler de dâhil olmak üzere günlük hayatımızın her alanında hâlâ kullandığımız uygulamalara yol açmıştır.
Kuantum teknolojisi, bilgisayarlarda büyük bir devrim meydana getirdi. Unutmamak gerekir ki, özünde, dijital bilgisayar bir aritmetik makinedir. Matematiksel hesaplamalarla hayatımıza giren bilgisayarların toplum üzerindeki etkisi çok büyük oldu. Hem donanım hem de yazılımdaki gelişmeler, her türlü bilgi işlemin ürün ve hizmetlere uygulanmasını mümkün kılmıştır. Günümüzün arabaları, bulaşık makineleri ve aklınıza gelen her tür yerleşik teknolojide bir tür bilgisayar var.
TAMAMEN FARKLI BİR MODEL
Ama “kuantum bilgisayarlar” ise dünyanın nasıl çalıştığına dair tamamen farklı bir modele dayanmaktadır. Klasik fizikte, bir nesne iyi tanımlanmış bir durumda bulunur. Kuantum mekaniği dünyasında ise nesneler ancak biz onları gözlemledikten sonra iyi tanımlanmış bir durumda ortaya çıkar. Gözlemimizden önce, iki nesnenin durumları ve nasıl ilişkili oldukları olasılık (ihtimal) meseleleridir. Bilgi işlem açısından bakıldığında, bu, verilerin farklı bir şekilde kaydedildiği ve depolandığı anlamına gelir.
SÜPER BİLGİSAYARLARDAN DA ÖTE
Kuantum, ticari bilgi işlem dünyasında, prensipte klasik dijital bilgisayarların yapabildiği birçok şeyi yapabilen ve ayrıca klasik bilgisayarların yapamadığı büyük bir şeyi yapabilen makineler ve yazılımlara dönüşür. Kısacası kuantum bilgisayarlar, verileri depolamak ve hesaplamalar yapmak için kuantum fiziğinin özelliklerini kullanan makinelerdir. Bu, en iyi süper bilgisayarlarımızdan bile çok daha iyi performans gösterebilecekleri belirli görevler için son derece avantajlı olabilir. Bir kuantum bilgisayar, aynı zamanda ilaçlar bulabilir, yeni malzemeleri simüle edebilir, lojistik problemleri çözebilir veya bize hâlâ bir gizem gibi görünen kimyasal reaksiyonların doğru simülasyonlarını geliştirebilir.
KUANTUM BİLGİSAYAR YARIŞI GELECEKTE KIZIŞACAK
Kuantum bilgisayar üzerine birçok teknoloji şirketi yoğun AR-GE çalışmaları gerçekleştiriyor. Google kuantum bilgisayarı adına önemli adımlar atıyor. Şirket, Sycamore kuantum bilgisayarının, büyük ölçekli kuantum hesaplama için önemli bir adım olan hesaplama hatalarını tespit edip düzeltebildiğini gösterdi, ancak mevcut sistem, çözdüğünden daha fazla hata üretiyor. Google, 2029 yılına kadar geniş çapta kullanışlı bir kuantum bilgisayarı tasarlamak ve inşa etmek için yüzlerce kişiyi istihdam edecek yeni ve daha büyük bir kuantum hesaplama araştırma merkezi kurmaya başladı. Şirketin arama, reklamcılık gibi en önemli teknolojilerinden bazılarının oluşturulmasına yardımcı olan Google Araştırma ve Sağlık'ın kıdemli başkan yardımcısı Jeff Dean, Google'ın yeni kuantum bilgi işlem merkezindeki en önemli işlerden birinin, “qubit” adı verilen temel veri işleme ögelerini daha güvenilir hâle getirmek olduğunu söyledi.
Kuantum hesaplama, klasik makinelerin çıkmaza girmesine sebep olan yeni karmaşık sorunlara büyük güç katabilecek umut verici bir alandır. Ancak kuantum bilgisayarlar, ultra küçük parçacıkları yöneten ve tamamen yeni işleme algoritmaları açan garip fiziki yasalara güveniyor. Birkaç teknoloji devi ve yeni kurulan şirket, kuantum bilgisayarları takip etse de, çabaları şimdilik potansiyellerini kanıtlamamış pahalı araştırma projeleri olmaya devam ediyor.
NSA VE KUANTUM BİLGİSAYARLAR
Amerika Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) ise, kuantum kriptografisi hakkında bir SSS yayınladı. “Kuantum Hesaplama ve Kuantum Sonrası Kriptografi” başlıklı belgede “Gelecekte onlarca yıl kullanılacak sistemler için bugünden ihtiyaçlar üretmesi gerektiği” ifadesi yer aldı. Milletlerin ve laboratuvarların kripto para bozan kuantum bilgisayarları oluşturmak için çalıştıkları göz önüne alındığında, NSA, o zamandan beri “Kuantum Sonrası Standardizasyon Çabasını” yürüten özel tedarikçilerin ABD hükûmetine kullanması için "kuantuma dayanıklı açık anahtar" algoritmaları üzerinde çalıştığını söyledi.
KUANTUM TEKNOLOJİSİ NE ZAMAN YAYGINLAŞACAK?
İnsanlar, kuantum hesaplamayı öğrenmenin ve denemenin kolay olduğu bir çağa doğru giriyor. İlk ev bilgisayarlarında olduğu gibi, kuantum bilgisayarlarda çözülmesi gereken problemler olduğu bir gerçek, ancak kullanım arttıkça bu sıkıntıların tespitinin oldukça kolay bir şekilde çözüleceği tahmin ediliyor. Bu şekilde henüz hayal edemediğimiz yeni uygulamaların önü de bir şekilde açılacak. Kuantum bilgisayarların hayatımıza tam anlamıyla ne zaman dâhil olacağını önceden kestirmek güç olsa da buna yönelik birtakım tahminler de söz konusu. 2020’li yılların ortalarına doğru önemli ölçüde daha iyi olan kuantum bilgisayarlara sahip olacağız gibi görünüyor. Fakat büyük ihtimalle 2030'lara kadar hükûmetler ve şirketler tarafından toplu olarak kullanılmayacaklardır. 2030'ların sonuna ve 2040'ların başına doğru, tüketici kullanımı için uygun bir hâl ve maliyete geleceği tahmin edilmektedir.
BEŞİNCİ SANAYİ DEVRİMİ
Kuantum bilgisayarların ana akım hâline gelmesinin, beşinci sanayi devrimini başlatması muhtemeldir. Bu iddia, teknoloji alanındaki sayısız akademisyen, uzman ve profesyonel tarafından da desteklenmektedir. Ancak kuantumun yükselişinin bir sonucu olarak benzeri görülmemiş bir bozulma garanti edilirken, ortaya çıkan bu teknolojinin zaman çerçevesi ise belirsizdir. Tamamen gerçekleştirilmiş kuantum teknolojisi, işletmelerin çalışma şeklini değiştirecek ve verilerin işlenme biçimlerinin yanı sıra güvenliğini de sağlayacaktır. Çok uluslu şirketler, tedarik zincirlerini ve üretimlerini optimize etmek için kuantum özellikli filo lojistiği ile deneyler yapıyor. Kuantum algoritmaları, diğer şeylerin yanı sıra üretim süreçlerini tasarlama, nakliye konteynırlarını doldurma ve teslimat kamyonlarını veya yolcu jetlerini yönlendirme gibi gerçek dünyadaki optimizasyon zorluklarını çözebilir.
Bazı bilim adamlarına göre; klasik bilgisayarlarda hassas moleküler modelleme yapılamamaktadır. Kuantum bilgisayarlar, kişiselleştirilmiş tıp alanını genişletmek için hassasiyette bir sıçrama sağlayarak, ilaç keşif sürecinin zamanını ve maliyetini önemli ölçüde azaltırken, üstün ilaç tedavilerinin oluşturulmasını mümkün kılacaktır. Zira Ocak 2021'de Roche, erken aşamada ilaç keşfi için algoritmalar geliştirmek üzere Cambridge Quantum ile bir ortaklık kurduğunu duyurmuştu. Bu ortaklık, kuantum teknolojisi olgunlaştıkça ilaç keşfi ve tıbbi araştırma alanında olacakların tipik bir örneğidir.
TOZPEMBE BİR DÜNYA MI?
Kuantum bilgisayarlar hiçbir zaman tozpembe bir dünya sunmayacak. Neden mi? Dünyanın verileri şu anda internette dolaşırken RSA, EllipticCurve ve ElGamal gibi açık anahtar şifreleme algoritmaları tarafından korunmaktadır. Bu algoritmalar bilgi güvenliğinde devrim meydana getirdi ve dünyaya iyi hizmet etti; dijital ticaret, güvenli iletişim ve finansal hizmetlere uzaktan erişim sağladı. Ancak kuantum bilgisayarlar mevcut ortak anahtar şifrelemesini kırabilir. Bu durum çok büyük bir riski de beraberinde getirmektedir. Acı gerçek şu ki: Hiç kimse kuantum tehdidine karşı günümüzde bağışık değildir. İster bir güvenlik servisi, ister ilaç şirketi, isterse de nükleer santral olsun, uzun vadede korunması gereken hassas bilgilere veya fikri mülkiyete sahip herhangi bir kuruluş bu konuyu ciddiye almalıdır.
KUANTUM TEKNOLOJİSİNİN
DİJİTAL DÜNYAYA ETKİSİ
Kuantum teorisinin ihtimalli doğasının bir sonucu, kuantum bilgisinin tam olarak kopyalanamamasıdır. Güvenlik açısından bakıldığında, bu oyunun kurallarını değiştiriyor. İletileri şifrelemek ve iletmek için kullanılan kuantum anahtarlarını kopyalamaya çalışan bilgisayar korsanları, bir kuantum bilgisayara veya diğer güçlü kaynaklara erişimleri olsa bile engellenir. Bu temelde kırılamaz şifreleme, bugün kullanılan karmaşık matematiksel algoritmalara değil, fizik yasalarına dayanmaktadır. Matematiksel şifreleme teknikleri yeterince güçlü bilgisayarlar tarafından kırılmaya karşı savunmasız olsa da, kuantum şifrelemeyi kırmak fizik yasalarını ihlal etmeyi gerektirir.
Kuantum teknolojisi sektöründe son beş yıldaki hızlı büyüme heyecan verici olmuştur. Ama gelecek tahmin edilemez olmaya devam ediyor. Dış dünyadan gelen en ufak bir rahatsızlık bile kuantum bilgiyi yok etmeye yeter. Bu sebeple, mevcut makinelerin çoğunun, dış uzaydan çok daha soğuk sıcaklıklarda çalışan yalıtılmış ortamlarda dikkatli bir şekilde korunması gerekir. Büyük miktarda veriyi analiz etmek çok karmaşıktır. Aslında, insanların büyük miktarda veriyi elemesi ve eyleme geçirilebilir değeri olan ilişkili bilgileri bulması neredeyse imkânsız olabilir. Kuantum bilgi işlem, büyük veri kümelerini çok daha hızlı yönetme yeteneğine sahiptir. Modelleri ve anormallikleri belirlemek için verileri daha ayrıntılı bir düzeyde analiz etmek için yapay zekâ teknolojilerine veri sağlayabilir. Gartner, 2025 yılına kadar büyük şirketlerin yaklaşık yüzde 40'ının kuantum hesaplamayı aktif olarak benimsemeye hazır olacağını tahmin ediyor. Başka bir araştırma firması olan ResearchandMarkets'a göre, küresel kuantum bilgisay
.
Sosyal sigortalarda primler sıfırlanmalı
10 Ekim 2021 02:00
Prof. Dr. Hasan Fehim Üçışık
Bize göre, sosyal güvenlikte primler sıfırlanmalıdır. Sosyal güvenlik yardımlarının ihtiyacı olan herkese prim şartı olmaksızın yapılması hâlinde, asgari ücretin neti %40 kadar artacak; kayıt dışı istihdam, emeklilikte yaşa takılma, prim borçlanması, görünürdeki boşanmaları araştırma ve dava etme gibi olgular olmayacaktır.
Genel sağlık sigortasından yararlanmada prim şartının bulunması, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine ve 1982 Anayasasına aykırıdır
Primlerin yüksek miktarda olması kayıt dışı istihdamı artırmaktadır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre, her şahsın, kendisi ve ailesi için, yiyecek, giyim, konut, tıbbi bakım ve gerekli sosyal hizmetler dâhil olmak üzere, sağlığını ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve geçim imkânlarından, işsizlik, hastalık, engellilik, dulluk, yaşlılık gibi nedenlerle mahrum kaldığında toplumun bir üyesi olmak itibarıyla sosyal güvenliğe hakkı vardır.
Ülkemizde de, ihtiyacı olanlara destek sağlamak amacıyla, primsiz sosyal güvenlik, sosyal sigorta ve bireysel emeklilik kuruluşları faaliyette bulunmaktadır. Primsiz sosyal güvenlik kuruluşları, muhtaç, engelli yahut fakr-ü zaruret içinde bulunan vatandaşlara ve ailelerine destek sağlamaktadır.
Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının 2020 Yılı Faaliyet Raporuna göre, hane halklarına primsiz sosyal güvenlik yardımı olarak 2019 yılında 20.712.605.762 lira, geçen sene ise 23.661.135.173 lira transfer yapılmıştır. Sosyal yardımlardan yararlanan hane sayısı salgın hastalık olan 2020 yılında tahmini olarak 6 milyon 630 bin 682’dir. Sosyal yardım harcamalarının toplamı, 2020 yılında 69 milyar lira olmuştur. Emeklilik sigortasının finansman açığı, 2018 yılında 17.697.509.199 lira, 2019 yılında 39.968.498.502 lira, 2020 yılında ise 71.979.764.000 lira olmuştur.
Sosyal Güvenlik Kurumu 2020 Yılı Faaliyet Raporuna göre, aktif sigortalıların sayısı 23.344.547, kurumdan aylık bağlanmış olanların sayısı 13.264.220’dir. 2020 yılı itibarıyla, 9.133.884 kişi yaşlılık aylığı, 124.602 kişi malullük aylığı, 14.381 kişi vazife malullüğü aylığı, 80.891 kişi sürekli iş göremezlik geliri almaktadır. Haziran 2021 itibarıyla, ölüm sigortasından aylık bağlanmış olanların sayısı da 2.783.835’tir. Sosyal Güvenlik Kurumunun 2020 yılındaki toplam geliri ise 472,626 milyar liradır. 1992 yılından beri kurumun açıkları devlet tarafından kapatılmaya çalışılmıştır. 2014 yılında Sosyal Güvenlik Kurumunun prim gelirleri emekli aylıklarını dahi karşılamamıştır.
Yürürlükteki kanun döneminde ilk defa sigortalı olanlara, kural olarak, kadın ise 58, erkek ise 60 yaşını doldurmaları ve en az 9.000 gün primleri olması hâlinde yaşlılık aylığı bağlanır; işçiler için prim gün sayısı 7 bin 200 olarak uygulanır. Anılan kanundan önce sigortalı olanlar için yaş şartı kademeli olarak düzenlenmiştir. Bu durumda, çok sayıda sigortalı, prim şartını yerine getirmekte ve fakat yaş şartına takılmaktadır.
Prim ödeme gün sayısı en az 1.800 olanların ve en az 5 yıldan beri sigortalı olup prim ödeme gün sayısı 900 olanların ölümü hâlinde, hak sahibi yakınlarına ölüm sigortasından aylık bağlanır.
Çocuklardan, sigortalı olarak çalışmayan ve kendi çalışmaları nedeniyle aylık veya gelir bağlanmamış olanlara, 18 yaşını, ortaöğretimde 20, yükseköğretimde 25 yaşını dolduruncaya kadar, çalışma gücünün en az %60’ını kaybetmiş olanlara ve evli olmayan, evli olmakla beraber sonradan boşanan veya dul kalan kız çocuklarına, yaşları ne olursa olsun, kural olarak %25 oranında aylık bağlanır. Belirtilen yaşları doldurmayan çocukların sigortalı işçi olarak çalışmaları aylık bağlanmasını engellemez.
KIZ VE ERKEK ÇOCUKLAR ARASINDA AYRIM
Bu düzenlemede kız ve erkek çocuklar arasında ayırım yapılmaktadır. En az 5 yıl sigortalı ve sadece 2,5 yıl prim ödemiş olan bir kişinin, evli olmayan kızlarına, yeterli gelirleri olup olmadığına bakılmaksızın, ömür boyu aylık verilmektedir. Çok kişi, sırf aylık bağlanması için, çocuklarına dahi fark ettirmeksizin, hukuken boşanmış görünmekte, kurum tespit edebildiklerine karşı dava açmaktadır.
İşsizlik sigortasında, her sigortalı işçi için brüt kazancı üzerinden işveren %2, işçi %1 prim ödemekte, devlet de %1 katkıda bulunmaktadır. İşsiz kalan sigortalıya, prim ödeme gün sayısına göre, asgari ücretin %80’ini aşmamak üzere, işsizlik ödeneği verilmekte, bu süre sonunda ihtiyacı varsa Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları tarafından yardım yapılmaktadır. İşsizlik ödeneği verilen kişi sayısının son yıllardaki aylık ortalaması 50.000 dolayındadır.
Toplam işsiz sayısı ise İŞKUR verilerine göre Haziran 2021 itibarıyla 2.950.761, TÜİK verilerine göre Nisan 2021 itibarıyla 4.511.000’dir. 2020 yılı Aralık sonu itibarıyla İşsizlik Sigortası Fonu varlıkları, 34 milyar lirayı bulan salgın hastalık desteğine rağmen 103,2 milyar liradır.
Sosyal güvenlik kuruluşlarından aylık alan, fakat hane içindeki kişi başı gelir payı net asgari ücretin 1/3’ünden az olanlara Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları tarafından takdire bağlı olarak ek yardım yapılmaktadır.
Genel sağlık sigortası, ise başka bir ülkede sağlık sigortasından yararlanma hakkı bulunmayan vatandaşların tümünü kapsamaktadır. Genel sağlık sigortasından yararlanmak için, sağlık hizmeti almak üzere başvuruda bulunulan tarihten önceki son bir yıl içinde toplam 30 gün genel sağlık sigortası primi ödemiş olmak şarttır.
Bağımsız çalışanların ve bakmakla yükümlü oldukları yakınlarının, kural olarak, acil hâller dışında sağlık yardımlarından yararlanabilmesi için Sosyal Güvenlik Kurumuna prim borcu bulunmaması şarttır. Bu durumda, prim borcu olup da derhal ödeyemeyen bağımsız çalışanların borçlarını ödeyene kadar geçen sürede hastalık ilerlemekte ve kurum bu hastalık için daha fazla harcama yapmak durumunda kalmaktadır. Prim borcu dolayısıyla, bazen acil sayılmayan durumlarda da acil hâl başvurusu yapılmaktadır.
SOSYAL SİGORTA KURULUŞ VE DÜZENLEMELERİNİ DEĞERLENDİRME
Bizce, ülkemizdeki sosyal sigorta kuruluş ve düzenlemeleri, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin, kişilerin, sağlıklarını ve refahlarını temin edecek geçim imkânlarından yoksun kaldıklarında, toplumun birer üyesi olarak sosyal güvenliğe hakkı olduğunu belirten hükmü esas alınarak şöylece değerlendirilebilir:
1- Sosyal Güvenlik Kurumu, aylık ve gelir bağlanmasında, geçim imkânlarından yoksunluk yerine özel sigortalar gibi, ödenen primler esas alındığından, salt sosyal güvenlik kuruluşu sayılamaz; olsa olsa, sosyal sigorta ve özel sigorta karışımı, nevi şahsına münhasır bir kuruluş olarak nitelendirilebilir.
2- Bir primli sosyal güvenlik esasları uygulamak üzere kurulan Sosyal Güvenlik Kurumu, yardımlarını 1992 yılından beri devlet desteği ile yapabilmektedir. 2020 yılında yapılan devlet desteği 85 milyar liradır. Kurumun 2014 yılındaki prim gelirleri emekli aylıklarını karşılamamış, emeklilik sigortasının finansman açığı giderek artmış, 2020 yılında yaklaşık 72 milyar lira olmuştur.
3- Ülkemizde uygulanan malullük yaşlılık ölüm, iş kazası meslek hastalığı, analık, hastalık, işsizlik sigortaları ve genel sağlık sigortasının toplam prim oranı (%20 + %2 + %3 + %12,5) genel olarak sigortalıların brüt kazançlarının %37,5’u kadardır; bazı iş kollarında daha fazladır. Devlet de toplanan malullük yaşlılık ölüm sigortaları ve genel sağlık sigortası primlerinin %25’i kadar katkıda bulunmakta, işsizlik sigortasında da prime esas kazançlar üzerinden %1 ödeme yapmaktadır.
Böylece sosyal sigorta kuruluşları, finansman açıklarının kapatılması için devletçe yapılan ödemeler dışında, sürekli olarak, çalışanların brüt kazançlarının %47’si kadar para kullanmakta, buna rağmen sosyal sigorta yardımları ihtiyaçları tamamen karşılamamakta, hane içi gelir payları yetersiz kaldığında ve işsizlik ödeneği verilen sürede iş bulunamadığında kişilere Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarınca ek ödeme yapılmaktadır.
4- Primlerin yüksek miktarda olması kayıt dışı istihdamı ve ücretlerin düşük gösterilmesi eğilimini artırmaktadır.
5- Bazı hallerde sigortalıların ve yakınlarının ihtiyacını karşılayamayan Sosyal Güvenlik Kurumu, ihtiyacı olmayanlara, mesela vergi rekortmenlerine, banka sahiplerine de primlerinin karşılığı olarak aylık bağlamaktadır. İlginçtir ki bu aylıklar, primlerin yanı sıra, devletin de katkıda bulunduğu gelirlerle ödenmektedir.
6- Ölüm sigortasından 2,5 yıllık prim karşılığında, muhtaçlık şartı aranmaksızın uzun süre aylık ödenmesi şeklindeki uygulama primli sistem esaslarıyla bağdaşmamaktadır.
7- Sosyal Güvenlik Kurumunun ölüm sigortasından aylık bağlama uygulamasında kız çocuk, erkek çocuk ayrımı da yapılmaktadır.
8- Kız çocuklarına ölüm sigortasından aylık ödenmesinde yaş sınırı olmayıp evli olmama şartı aranması, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde ve 1982 Anayasasında da belirtildiği üzere, toplumun temelini teşkil eden ve korunması gereken aile kurumu açısından fevkalade sakıncalıdır. Bu uygulama ile sigortalıların kız çocukları, aylık almak için evlenmemeye ya da evli görünmemeye yönlendirilmektedir.
9- Ölüm sigortasından kız çocuklarına aylık bağlanmasında yaş sınırı olmaması ve ihtiyaç şartının bulunmamasının sonucu olarak ileri yaşlardaki, babaanne, anneanne olmuş, hatta 80 yaşını aşmış hanımlar kız çocuk sayılmakta ve bu kız çocuklarına aylık verilmesinde, ihtiyacı olan sigortasız vatandaşlara yardım yapması gereken devletin katkısından yararlanılmaktadır. 2020 yılında Sosyal Sigortalar Kurumundan aylık alan 80 yaşını geçmiş kız çocuk sayısı 544’tür.
10- Ülkemizde TÜİK verilerine göre 4,5 milyon işsiz varken, her ay 50 bin kadar işsize, iş bulununcaya kadar ve en fazla 300 gün işsizlik ödeneği vermek üzere İşsizlik Sigortası Fonuna milyonlarca işçiden ve işverenlerinden %3 prim toplanması ve devletin %25 katkıda bulunması son derece gereksizdir. Milyonlarca işsize yardım yapan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları 50 bin işsize de gereken desteği verebilir; anılan fonda 100 milyar liradan fazla para biriktirilmesi uygun sayılamaz.
11- Genel sağlık sigortasından yararlanmada prim şartının bulunması, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine ve 1982 Anayasasına aykırıdır. Anılan Bildirge kişilere sosyal güvenlik yardımlarının toplumun birer üyesi olmaları itibarıyla yapılmasını, 1982 Anayasası da sağlık hizmetlerinden herkesin yararlanabilmesini öngörmektedir. Bağımsız çalışanların prim borçları ödeninceye kadar, acil hâller dışında, sağlık hizmetlerinden yararlandırılmaması sağlıklı yaşama hakkına aykırı olmasının yanı sıra, hastalıkların ilerlemesi dolayısıyla, kurumca yapılacak harcamalarda artışa sebep olmaktadır.
“MEMUR” MEFHUMU DEĞİŞTİRİLMELİ
Bizce, yaşlılık aylığı ve ölüm sigortası aylığı verilmesi, yalnızca devlet memurları ve yakınlarının toplumda kendilerine yaraşır hayat seviyelerinin sürdürülebilmesi için kabul edilebilir. Bu aylıklara hak kazanılması için maaşlarda kesinti yapılması şeklinde bir uygulama gerekmez.
Şu var ki memur kavramı değiştirilmeli, yalnızca mülki amirler, kamu yöneticileri, emniyet ve yargı mensupları gibi, özel kesimde olmayan, kamuya özgü hizmetleri yürütenler memur sayılmalıdır. Özel kesimde öğretmenler, hekimler, hemşireler ve diğer çeşitli meslek mensupları İş Kanununa tabi olarak çalışırlarken, kamu kurum ve kuruluşlarında aynı mesleki yetkiyle aynı hizmeti gören kişilerin devlet memuru sayılmaları isabetsizdir.
Bize göre, sosyal güvenlikte primler sıfırlanmalıdır. Böylece sosyal güvenlik yardımlarının ihtiyacı olan herkese prim şartı olmaksızın yapılması hâlinde, asgari ücretin neti %40 kadar artacak, Sosyal Güvenlik Kurumuna ve İşsizlik Sigortası Fonuna yapılan %25 devlet katkısı ve Kurumun açıklarını kapatmaya ayrılan miktarlar destek gereken kişiler için kullanılacak, kayıt dışı istihdam, kazançları düşük gösterme, emeklilikte yaşa takılma, prim borçlanması, görünürdeki boşanmaları araştırma ve dava etme gibi olgular olmayacaktır.
Devletin tüm harcamaları için mali durumu uygun olanlar ödeme yapmasına mukabil mali durumu uygun olmayanlara devletin ödeme yapması dolayısıyla menfi gelir vergisi de denen bir sistem uygulanacak, devletin varlıklılardan alıp yoksul ve dar gelirlilere vermesiyle her vatandaş, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde de belirtildiği üzere, sağlığını ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine sahip olacaktır.
.
Domatesi ucuza yemek! Kooperatifler bu derdimize deva olur mu?
17 Ekim 2021 02:00
Prof. Dr. Resul İZMİRLİ
Yeni Yüzyıl Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Fakültesi
Sağlık Yönetimi Bölüm Başkanı
Cumhurbaşkanımız dâhil herkes özellikle sebze ve meyve fiyatlarını irdelemeye ve çözüm üretmeye çalışmakta. En sonunda Tarım Kredi Kooperatiflerinin mağazalar açarak bu derde derman olması konuşulur oldu.
Aslında domates şimdi çok pahalı değil. Evlendiğimizin ertesi günü (25 Mayıs 1971)İzmir-Bornova’da hanım bir elime fileyi bir elime listeyi verdi. Manavdan alınacaklar arasında domates de vardı. O zamanlar sera üretimi yok denecek kadardı azdı ve domatesin kilosunun 7 (yedi) lira olduğunu görünce bende şafak atmıştı! Üniversite asistanı olarak maaşım bin lira civarındaydı. Şimdi asistan maaşları 7-8 bin lira kadar olduğuna ve domates yine ortalama 7 lira civarında kabul etsek o güne nazaran domatesin 7 kat daha ucuz olduğu söylenebilir. Ancak daha düşük gelir grupları için düşünüldüğünde domates 10-15, çeri 20-25 TL olunca bu iş gerçekten can sıkıcı oldu. Üstelik domates tarlada 1-2 TL olunca hepimizin tepesi attı. Cumhurbaşkanımız dâhil herkes özellikle sebze ve meyve fiyatlarını irdelemeye ve çözüm üretmeye çalışmakta. En sonunda Tarım Kredi Kooperatiflerinin mağazalar açarak bu derde derman olması konuşulur oldu.
Tarımsal Kooperatifçilik konusunda Almanya'da doktora yaptığım yıllardan beri bu konuda biraz kafa yormuşluğum var. Bu yüzden derde bir nebze deva olabilir düşüncesiyle bu önemli organizasyonlar konusunda birkaç kelam etmeyi düşündüm…
Üreticisi ve tüketicisi örgütlenmiş demokratik ülkelerde üretici, örgütlü gücü sayesinde üretim girdilerini makul fiyatla temin edebilmekte; tüketici de tarımsal ürünleri direkt üreticiden temin edip aracıları büyük ölçüde aradan kaldırarak tarımsal ürünleri daha ucuza temin edebilmektedir.
“ZARURETİN ÇOCUKLARI…”
Kooperatifçilik biliminin babalarından biri sayılan Prof. Dr. George Draheim “Genossenschaften sind Kinder der Not!” diyerek kooperatif organizasyonun varoluş sebebini vazetmiştir… Tercümesi “Kooperatifler zaruretin çocuklarıdır!” Cümlenin Almancasını bilerek yazdım nedenini arz edeceğim. Nitekim 1800’lü yıllarda Avrupa'da gerek bitmez tükenmez savaşlar, korkunç veba benzeri salgın hastalıklar, acımasız feodal yönetimler vb. felaketler insanları bir lokma ekmeğe muhtaç hâle getirdiği zamanlarda Alman köylüleri mesela patates tohumluğu temin edebilmek için bir araya gelmişler ya da diğer bazı ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli birliktelikler (kooperasyonlar) kurmuşlar. Zaman içinde bu minik birliktelikler gönüllülük ve fedakârlık temelinde büyümüş ve Reifeizen (Rayfayzen) Kooperatifleri adıyla daha üst seviyede birlikler ve üst birlikler hâlinde örgütlenmişler, sonunda kendilerine ait Reifeissenbank'larını kurmuş en sonunda da aynı şekilde zaruretten doğan Esnaf Kooperatiflerinin Bankasıyla (Volksbank) 1970 ortalarında birleşip Almanya'nın üçüncü büyük bankasına sahip olmuşlardır. Halen de kooperatif organizasyonları, kamu ve özel sektörün yanında üçüncü sektör olma gücüne sahip kuruluşlar olarak ekonomik hayatın düzenlenmesinde etkin rol oynamaya devam ediyorlar. Bütün Avrupa’da Tüketim Kooperatifleri de aynı şekilde zarurete binaen kurulmuş ve gelişmişlerdir.
Kooperatiflerin çok çok özet gelişimi böyle…
GÖNÜLLÜLÜK VE FEDAKÂRLIK…
Şimdi gelelim neden yukarıdaki Almanca cümleyi kullandığıma. Almanlar iş birliği anlamında Kooperasyon kelimesini kullanırlar, fakat kooperatif kelimesi yerine ‘Genossenschaft’ı tercih ederler. ‘Ge’ eki Almancada birlikteliği ifade ediyor. ‘Noz’ hayvan otlatmak demek. ‘Genoz’ dağda bayırda beraberce hayvan otlatan çobanların birlikteliğini anlatan bir kelime… İşte o gerçekten güçlü ve samimi birlikteliği ifade eden bu kelimenin ruhunu kurdukları iş birliklerine teşmil ediyorlar. Yani kurulması ve devamı üyelerin gönüllü katılımına ve fedakârlığına dayanan bu örgütleri kültürel köklerinden beslemeyi de esas almışlar. Toplumların kültür köklerinden güç almayan hiçbir örgüt hayatiyetini uzun süreli ve etkin şekilde sürdüremez. Mesela Alman komünistleri de birbirlerine yoldaş anlamında “Genosse” derler.
DEMOKRATİK YÖNETİMİN GELİŞMESİNE KATKI…
Kooperatif kuruluşlarını diğer şirketlerden ayıran en önemli özelliklerden biri de ortaklıktaki hissesi ne kadar olursa olsun her ortağın ‘bir’ oy hakkı vardır. Yani kararlar herkesin katılımıyla alınır. Bu yönüyle kooperatiflerin demokratik yönetimin gelişmesinde katkısı olduğu da söylenir…
Yukarıda örnek olarak anlatmaya çalıştığım Almanya gibi üreticisi ve tüketicisi örgütlenmiş demokratik ülkelerde üretici örgütlü gücü sayesinde üretim girdilerini makul fiyatla temin edebilmekte; tüketici de tarımsal ürünleri direkt üreticiden temin edip aracıları büyük ölçüde aradan kaldırarak tarımsal ürünleri daha ucuza temin edebilmektedir…
KÖTÜ BİR KOPYALAMA YAPMIŞIZ!
Şimdi bizde ne olup bittiğine bakalım. Her konuda olduğu gibi bu konuda da kötü bir kopyalama yapmışız. Gerek Tarım Kredi gerekse Tarım Satış Kooperatiflerini devlet olarak emirle kurmuşuz. İnsanları biraz da zorlayarak mesela Ziraat Bankasından kredi alabilmek için kooperatif üyesi yapmışız. Ürününü destekleme alımlarıyla yüksek fiyatla alma vaadiyle Tarım Satış Kooperatifine üye yapmışız. Sonra yine devlet eliyle Kooperatif Birliklerini (Tarım Kredi Birlikleri, Tariş, Çukobirlik, Fiskobirlik vd.) kurmuş başına da devlet olarak Genel Müdürünü tayin edip; bir yanda bir ölçüde seçilmiş başkan diğer yanda bürokrat olan iki başlı ucube bir sistem oluşturmuşuz. Bu örgütleri de yıllarca popülist politikalarımız için elverişli araçlar olarak tepe tepe kullanmışız. Alman kooperatif literatüründe ‘pseudoGenossenschaften’ (Alaşehir tabiriyle ‘engastan kopretif’ yani yalancıktan kooperatif) olarak anılan bu sistemin getirdiği zararları da ‘görev zararı’ gibi masum bir kılıfa sokup ekonomik hayatımızı berbat eden diğer devlet iktisadi kuruluşları gibi senelerce sırtımızda taşımışız.
Aslında 'imece', 'keşik', 'değişik' gibi kırsal kesimde asırlar boyu ve hâlen canlılığını sürdüren iş birliği modelleri yanında esnaf kesiminde de yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayan 'esnaf loncaları', 'Ahilik' gibi sistemleri temel alıp muhteşem iş birliği modelleri geliştirmeye kafa ve gönül koymamışız.
Gençlik yıllarımda kooperatifçilik konusunda bir araştırma projesi esnasında bu durumumuzu özetleyen bir hatıramı paylaşayım…
YAŞLI KÖYLÜNÜN KOOPERATİF TARİFİ!
Manisa Gediz ovasında bir köy kahvesinde anket çalışması yapıyorum. Mevzuyu duyan yaşlı bir amca söze karıştı aniden ve “Evlat kopretifi ben sana annadıverem soona ne deceesen de ne sorceesen sor. Kopretif demek bi kantarın başında dokuz memur demektir. Hadi bana müsaade” dedi gitti…
Şimdi memlekette hiç mi güzel örnek yok denirse arz edeyim. Olmaz mı mesela Yapı Kooperatifleri var. Her ne kadar bir Tüketim Kooperatifi olarak kuruluş safhasında ordunun gerek bina gerek araç ve insan gücü imkânlarını kullanarak gelişen OYAK var. Bir de gerçekten bir Kooperatif hareketi olan Pancar Üreticileri Kooperatifleri var. Ve son günlerde bir dünya markası olma yolunda ilerleyen TORKU’nun gerisindeki güç ‘Konya Pancar Üreticileri Kooperatifi’ var. Bir gerçek kooperatif kuruluşu…
YETER Kİ VİZYONUMUZU BELİRLEYELİM…
Sonuç olarak uzun vadeli bir anlayışla, sabırla ve bilime dayanarak, zor kavuştuğumuz serbest piyasa kültürümüzü zedelemeden; çiftçimizi, esnafımızı, tüketicimizi daha verimli üretmek, daha uygun şartlarda ihtiyacını karşılamak için gerekli iş birliği modellerine kavuşturmak için işi temelden ele almalıyız. Bunun için muazzam bir eğitim altyapımız var. Üstelik güzel ve başarılı örneklerimiz de var. Yeter ki vizyonumuzu belirleyelim ve kaynaklarımızı etkin kullanmanın 'zaruretine' inanalım!
.
Osmanlının enkazında Chicagolu bir milyoner
24 Ekim 2021 02:00
Mehmet Hasan Bulut
Kendini imparatorlukları dağıtarak milletleri ‘hürriyet’e kavuşturmaya adayan Amerikan iş adamı Charles R. Crane, İstanbul’a doğru yola çıkarken karısına yazdığı mektubunda “Türkiye’yi yontmaya gidiyoruz” ifadesini kullanır.
İngiliz istihbaratçı ve devlet adamı John Buchan’ın, “Greenmantle” adında meşhur bir romanı vardır. Eser, Birinci Cihan Harbi’nde, Almanların ve Genç Türklerin İslam dünyasında İngilizlere karşı ayaklanma organize etmesini ele alır. Romanın kahramanı, Richard Hannay ve arkadaşlarıdır. Kahramanlarımız bu iddiayı tahkik etmek için Türkiye’ye giderler ve macera başlar. Hannay’ın arkadaşlarından biri de John S. Blenkiron adlı Amerikalı bir casustur. Üstelik ABD başkanlık seçimlerinde parmağı olan, zengin biridir. İşte bu karakter aslında Chicagolu milyoner Charles R. Crane’den başkası değildir!
CRANE ŞİRKETİ
Charles R. Crane, Chicagolu zengin bir iş adamının en büyük oğlu olarak 1858’de hayata gözlerini açar. Babası ölünce, soyadlarını taşıyan şirket, Charles ve kardeşlerine kalır. İki yıl sonra Charles, hisselerini en büyük kardeşine satarak şirketten elini eteğini çeker. Zira kendini imparatorlukları dağıtarak milletleri ‘hürriyet’e kavuşturmaya adamıştır!
Bir Amerikalı savaş muhabiri, Crane’ı şöyle tarif eder: “Dünyanın ezilen halklarını hürriyete kavuşturmak fikrine kafayı takmış eksantrik bir Amerikalı kapitalist… Bu kahraman, katı iş prensiplerine bağlı kalarak dünyanın her yerinde ihtilaller organize etmek için sadece devasa servetini değil, parlak Amerikan usulü iş yapma kabiliyetini de kullanan biri olarak tarif ediliyor. Bu işi biraz heyecan, biraz da kendisine verilen paranın dünya çapında insanları hürriyete kavuşturan kişi rolünü oynamak için verildiğine inandığı için yapıyor.”
YOLCULUK BALKANLARDAN BAŞLADI
Crane, Osmanlı İmparatorluğu idaresindeki milletleri “hürriyete” kavuşturma çalışmalarına Balkanlardan başlar. Zira Avrupa’nın “Hasta Adam” olarak gördüğü Osmanlı İmparatorluğu hakkında, “hasta adam erken bir tabii ölüm ile ölmeli” diye düşünmektedir. 1903 yılında Bulgaristan’a varır ve dağıttığı paralarla Bulgar ihtilalini gerçekleştirmeye çalışır.
Crane, bir yandan Arnavutluk’ta da faaliyetlerde bulunur. İngiliz casus Aubrey Herbert ile birlikte Arnavut isyanı başlatmak için çaba gösterirler. Crane, burada çalışan kadın casus Edith Durham’ı finanse eder. Ayrıca Arnavut milliyetçisi Kristo Dako’yu 1911’de Arnavutluk İsyanının patladığı sırada Amerika’dan İstanbul’a getirir.
Charles R. Crane, Time dergisinin kapağında (1931)
KING-CRANE KOMİSYONU
Crane İstanbul’a geldiğinde ise Robert Koleji’nin misafirhanesinde kalır. 1910’dan itibaren de Robert Koleji’nin ve Amerikan Kız Koleji’nin mütevellisi olur. Fırsat oldukça her sene gelip mezuniyet merasimlerine katılır. Bu sayede, mektepte ders veren, Amerikan Kız Koleji mezunu Halide Edib’i yakından tanıma imkânı bulur. Fakat Halide ile asıl yakınlaşması, 1919’da King-Crane Komisyonu ile gelişinde olur.
Cihan Harbi sonrası Paris’teki konferansta, mağlup devletler Almanya, Avusturya ve Türkiye’nin istikbali konuşulmaktadır. ABD Başkanı Wilson’un talebi üzerine Türkiye’ye bir komisyon gönderilmesine karar verilir. Komisyonun vazifesi, İtilaf Devletlerinin işgali altındaki Türkiye topraklarının geleceği hakkında bir rapor hazırlamaktır.
“TÜRKİYE’Yİ YONTMAYA GİDİYORUZ”
Crane, 1912 yazında kendi evinde tanıştığı New Jersey Valisi Wilson’un seçim kampanyasına en büyük desteği vermiş ve 1913’te ABD başkanı olmasını sağlamıştır. Belki de bu yüzden, Wilson’ın gönderdiği Komisyonun başına, Oberlin Koleji’nin rektörü Henry King ile birlikte Crane de seçilir. Crane, Paris’ten İstanbul’a doğru yola çıkarken seyahatlerinin maksadını karısına şöyle yazar: “Türkiye’yi yontmaya gidiyoruz…”
Komisyon, Barış Konferansı devam ederken mayıs ayı sonunda yola çıkar. Türkiye’den ayırmayı düşündükleri Suriye, Filistin, Mezopotamya, Kilikya ve Ermenistan asıl hedefleridir. 1919 Temmuz’unda İstanbul’da toplanırlar. Bu arada; Yunan ordusu İzmir’e çıkmış ve Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya gönderilmiştir. İttihatçı Genç Türkler ise Anadolu’nun her yerinde müdafaa dernekleri kurmuştur. Komisyon, bu derneklerin temsilcileri ile görüşür. Halide Edip de dernek temsilcileri ile Komisyon arasında tercümanlık yapar.
MANDA SESLERİ
Crane ve Halide Edip, komisyon daha İstanbul’a gelmeden mektuplaşmaya başlar. Halide, Anadolu’da şekillenmeye başlayan müdafaa hareketinin liderinin M. Kemal Paşa olduğunu ona yazar. Ağustos ayının başında da ona Crane’den bahseder; Millî Hareket için Amerikan yardımının çok faydası olacağını söyler.
Halide, İstanbul’daki Sultan’ın hükûmetine karşı olanları tek tek anlattığı 10 Ağustos tarihli mektubunda, Crane’e, Paşa’yı şu ifadelerle tarif eder: “Eğitimli bir adam ve çok cesur bir subay; Çanakkale’nin kahramanlarından biri. Enver’in şahsi ve siyasi düşmanı. Son beş yıldır, öyle ya da böyle, hareketin ileri gelenlerini siyasi faaliyetlerin dışında tutmaya kararlıydı. Beyanatları makul, vatanseverce ve tüm fırkaların münevverleri üzerinde iyi bir intiba bırakıyor… Liderlerin diğerleri, üç aşağı beş yukarı, ondan sonra geliyor...”
İttihatçıların müdafaa dernekleri Sivas’ta bir kongre organize etmişlerdir. Kongre reisi de M. Kemal’dir. Paşa’nın kendisi ile görüşmek istemesi üzerine Crane, Chicago Daily News gazetesinin muhabiri Louis Edgar Browne’yi Sivas’a gönderir.
Türkiye’yi idare etmenin mali yükünü ABD’ye yıkmak isteyen Britanya, Wilson’a manda teklifinde bulunur. Bunu öğrenen Sivas Kongresi azaları, bir dilekçeyi Browne’ye verirler. Milletler Cemiyeti adına ABD’nin Türkiye’yi idare etmesini isterler ve tetkiklerde bulunmak üzere bir heyet talep ederler.
Wilson, Eylül 1919’da Paris’ten döner. ABD Senatosunun manda himayesine sıcak bakmadığını bilmektedir. King-Crane Komisyonu da Türkiye’nin parçalanmasına karşıdır. Sadece Ermenistan içinse manda masraflarına değmez. Böylece manda fikri rafa kaldırılır. Bunu haber alan M. Kemal Paşa da hâlâ mandayı savunanları sert bir dille tenkit eder.
Böylece Amerikan politikası, yıllardır himaye ettiği Ermenileri kendi başlarına bırakır ve eski İttihatçılardan müteşekkil ‘Ankara’yı destekler. Komisyon, Ermeni nüfusunun azlığından dolayı Doğu Anadolu’da bir Ermenistan devletinin uygun olmayacağına karar verir. Crane’nin Ermenilere tek faydası, 1915 yılında İttihatçılar tarafından sürüldüklerinde, Near East Relief adında bir yardım cemiyeti vasıtasıyla yetim Ermeni çocuklarını Amerika’ya getirmek olur. Halide Edip de bu cemiyet için çalışmıştır.
HALİDE EDİP’LE BİTMEYEN DOSTLUK
Şubat 1920’de Crane tekrar İstanbul’a gelir. Bir sonraki ay, Halide Edip, Hilal-i Ahmer’de çalışan kocası Dr. Adnan ile birlikte, yeni bir hükûmetin kurulmaya başladığı Ankara’ya geçer. Mayıs ayında Başkan Wilson, Crane’i elçi olarak Çin’e gönderir. Fakat Crane ve Halide Edip, İstanbul’daki Amerikan Elçiliği ve burada vazife yapan Amerikalı Amiral Bristol vasıtasıyla mektuplaşmaya devam ederler.
Halide’nin iki oğlu İstanbul’da kalmıştır. Crane’den onlarla alakadar olmasını rica eder. Bunun üzerine, Crane’in New York’taki ofisi, çocukları Amerika’ya getirtir ve Illinois Üniversitesine yerleştirir. Böylece Halide’nin gözü arkada kalmaz ve Ankara Hareketinin basın sözcüsü olur.
Yunan Ordusunun yenilip, İzmir’i aldıktan sonra Crane, Kasım 1922’de tekrar İstanbul’a gelir. Ankara Ordusu İstanbul’a girdiğinde de oradadır. Bu arada, “İslamcılık” hareketinin kurucusu farmason Cemaleddin Efgani’nin şehirdeki kabrini araştırıp bulur ve şık bir mezar yaptırır üstüne.
Halide Edip ile dostlukları Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam eder. Crane, hanım dostunun yazdığı kitapları finanse eder, yurt dışına gittiğinde de dersler vererek para kazanmasını sağlar.
AYASOFYA’NIN MÜZE YAPILIŞI
1924'te yeni cumhuriyetin ricası üzerine Crane, eğitimci John Dewey'i Türk maarif sistemini dizayn etmesi için Ankara’ya gönderir. Fakat Crane’nin hükûmete yaptığı en büyük “yardım”(!) Ayasofya’yı müzeye çevirmek olur! Arkeolog Thomas Whittemore, 12 Haziran 1929’da İstanbul’da Tokatlıyan Otel’de bir akşam yemeği verir. Mevzu; Türkler için fethin sembolü olan Ayasofya’yı müze yapmaktır. Yemeğe katılanlar arasında Charles R. Crane’in oğlu Richard T. Crane de vardır.
Whittemore, Rockefeller ve Crane gibi zengin aileler için tarihî nadide parçaları Amerika’ya kaçıran bir profesördür.
Whittemore, Rockefeller Ailesine ait Standard Oil’in hissedarlarından birinin oğlu olan George Pratt ile yakın dosttur. Pratt, meşhur ressam Osman Hamdi Beyin kardeşi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Halil Edhem Bey ile Ayasofya meselesini görüşür. Halil Bey de, J. P. Morgan’ın kuzeni ve Amerikan sefiri olan Joseph C. Grew ile konuşur ve Ankara’dan Ayasofya’nın restorasyonu için izin almasını ister. İznin alınmasının ardından 1930’da Bizans Enstitüsü kurulur. Crane, dostu Rockefeller ile birlikte, bu enstitünün finansörlerinden olur.
Bizans Enstitüsü’nün Müdürü Whittemore, 1931 yılında Ayasofya’da restorasyon çalışmalarına başlar. Ertesi sene, Amerikan Koleji mezunu Zehra Kemal ile birlikte Ankara’ya gider ve Ayasofya’daki çalışmalarını hükûmete anlatır. 1934 yılında da Ayasofya müzeye çevrilir.
ARAP PETROLÜ
Bolşeviklerin dışında Libya’da İdris Es-Senusi, Yemen’de İmam Yahya, Arabistan’da Şerif Hüseyin, Irak’ta Faysal, kısacası neredeyse bütün modern liderleri yakından tanıyan Crane, bu modern devletlerdeki kalkınma projeleri ile de yakından alakadar olur. 1925’te New York’ta Institute of Current World Affairs (Güncel Dünya İşleri Enstitüsü) vakfını kurar.
1931’de Kral Abdülaziz ile ekonomik iş birliklerini görüşmek için Suudi Arabistan’a gider. Kendisini İbn-i Suud’a, krala danışmanlık yapan İngiliz casusu John Philby tavsiye etmiştir.
Crane, Kral Abdülaziz ile dört uzun görüşme yapar. İbn-i Suud, Amerikalının kendi memleketi hakkında ne kadar çok şey bildiğine şaşırır. Crane ise İbn-i Suud’un bir Hristiyan’dan daha çok Hristiyan olduğunu düşünür.
İbn-i Suud, Crane’nin Arabistan’da su ve maden arama teklifini kabul eder. Fakat ne kadar şaşırtıcı ki Amerikalılar burada su bulamazlar. Onun yerine petrolü keşfederler. Bunun üzerine İbn-i Suud, Rusya’da Bolşeviklerin yaptığı gibi, Standard Oil ile anlaşma imzalar.
ARAP İHTİLALİ
Crane, Kudüs Müftüsü Muhammed Emin el-Hüseyni ile de tanışır. El-Hüseyni, harpten sonra Filistin’in Yahudi müfettişi Herbert Samuel tarafından Kudüs Müftüsü tayin edilmiştir. El-Hüseyni’nin başını çektiği 1936-39’daki Arap İsyanını Crane finanse eder. Hatta Crane, Almanya’ya gider ve El-Hüseyni’nin çok sevdiği Hitler ile görüşür
.
Global güç olmak için eğitim sistemi değişmeli
31 Ekim 2021 02:00
Prof. Dr. İbrahim Aydın
Balıkesir Üniversitesi Öğretim Üyesi
iaydin@balikesir.edu.tr
Bu toplumun valiye, kaymakama, bilim insanına ihtiyacı olduğu kadar, berbere, kuaföre, çiftçiye, sıvacıya, tesisatçıya da ihtiyacı var. Türkiye’nin sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürmesi için, akademik ağırlıklı eğitimden, mesleki ve halk eğitim ağırlıklı eğitime geçilmesi gerekiyor.
Eğitim, ürünleri 20-25 yıl sonra alınabilen oldukça uzun vadeli bir yatırımdır. Ülkelerin gelişmişlik seviyelerini belirleyen en önemli verilerden biri de eğitimdir. Eğitim, oldukça farklı kişiliklere, yeteneklere sahip olan fertleri, hem toplumun ve çağın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yetiştirmek, hem de bireyleri mutlu edecek meslekler kazandıracak bir fonksiyona sahip olmak durumundadır.
Türkiye, tarihinden ve kadim medeniyetinden aldığı güçle tekrar global güç olma yoluna girmiş olup, bu yolculuğu destekleyecek eğitimli ve kalifiye insan kaynaklarına ihtiyaç duymaktadır. Bu sebeple eğitim; toplumdan, hayatın gerçeklerinden kopuk olmamalı, bizzat hayatın kendisi olmalıdır. Aksi takdirde, günümüzdeki gibi, bir yanda milyonlarca insanın işsiz olması, diğer yandan da, piyasada kalifiye eleman bulunamaması gibi tezatlıklar yaşamaya devam ederiz.
Bu yüzden, küresel güç olma iddiasına uygun bir eğitim sisteminin nasıl olması gerektiği üzerinde durmakta fayda vardır.
ÖNEMLİ OLAN, BAŞARILI VE MUTLU OLMAKTIR
Öncelikle toplumdaki, “başarılı, mutlu olma ve toplumda yüksek bir sosyal statü kazanma” ile “beyaz yakalı olma”nın eş değer olduğu fikrini değiştirmemiz gerekiyor. Eğer öyle olsaydı, sadece zenginler ve yüksek mevkilerdeki devlet memurları mutlu olur, toplumun geriye kalan kısmı da mutsuz olurdu. Hâlbuki nice ilkokul, ortaokul ve lise mezunu insanlar, kendi işlerini kurup başarılı olmakta, iyi paralar kazanmakta ve mutlu olabilmektedirler.
Toplumları bir insan vücudu gibi düşünmeliyiz. Vücudumuz farklı unsurlardan oluşur. Bunların her birinin görevi farklı ve hepsi de vücudumuz için değerlidir. Bütün aileler de için çocukları değerlidir. İnsanlar, çocuklarını toplumun beyin, kalp gibi önemli mevkilerinde olmasını istiyor. Ancak, çocuğun becerisi ve yeteneği farklı olabilmektedir. Çocuğunu “beyin” olmaya zorlayan aile, gerçeği kabullenmemekte, sonuçta evladının başarısızlığına ve mutsuzluğuna yol açmaktadır.
Toplumun valiye, kaymakama, bilim insanına ihtiyacı olduğu kadar, berbere, kuaföre, çiftçiye, tesisatçıya da ihtiyacı vardır. Bir tarafta akademik eğitimini tamamlamış milyonlarca işsiz insanımız varken, diğer taraftan çırak, kalfa, usta, işçi ve tekniker açığımız mevcuttur. Çevremizde eğitim seviyesi düşük, ancak meslek sahibi olup, kendi işini kuran, memura göre çok iyi geliri olan insanlar hiç de az değildir. Toplumdaki bu yanlışta ısrar sürerse, çok kısa bir süre sonra, söküğümüzü dikecek terzi, musluk contasını değiştirecek tesisatçı bulamayacağız.
İşte bu sebeple, kişilerin ilgi ve yetenekleri ile toplumun ihtiyaçlarını örtüştürecek meslekleri kazandıran eğitim sistemine geçmemiz gerekiyor. Eğitimdeki büyük değişim için toplumdaki fertler, aile ve veliler ikna edilmeli. Bunun için de, basın-yayın, TV ve sosyal medya ile güçlü bir kamuoyu oluşturmalıdır.
İLKÖĞRETİM VE ORTAÖĞRETİMDE DEĞİŞİM
Öncelikle okul öncesi eğitim yaygınlaşmalı ve süresi bir yılı geçmemelidir. Bu çağdaki çocuklar sabahları mutlaka uykularını almalı, varsa dede ve nine gibi aile büyüklerinin şefkat sağanağında büyümeli, atalarından anne ve babalarının çocukluk hikâyelerini dinleyerek bu yıllarını huzur ve güven içinde geçirmelidir.
İlkokulun ilk yıllarında oyun ağırlıklı eğitim olmalıdır. Onlara öz güven bu yaşlardan itibaren verilmeli, birleştirilmiş sınıflar kaldırılmalı veya mümkün olduğunca azaltılmalıdır. Başarısız öğrenciler için sınıf tekrarı mutlaka olmalı ve bu husus ailelerin inisiyatifine bırakılmamalıdır. Aksi hâlde, başarısız öğrenciler âdeta “ödüllendirilerek”, başarılı öğrenciler ise “cezalandırılarak” eğitimsiz kalmış olur.
İlkokulda eğitimin ana gayelerinden biri, çocukların kabiliyet ve ilgi alanlarının mutlaka doğru bir şekilde belirlenmesi olmalıdır. Bu safhada, öğrencilerin fiziksel (mesleğe) veya zihinsel (akademik) becerilerden hangisine çok daha yatkın olduklarına karar verilmelidir. Mezuniyette, diploma ile birlikte velilere, çocukları ile ilgili bu yol gösterici raporlar da takdim edilmeli ve kayıtlarında da bu belgeler dikkate alınmalıdır.
Ortaokuldan itibaren el becerisine ve teknik mesleklere yatkınlığı olan öğrenciler, bu yönde gelişebilecekleri farklı müfredatla eğitim yapılan ortaokullarda eğitilmelidirler.
Ortaokuldan sonra ise, öğrenciler, mezun oldukları okul türüne göre mesleki ya da akademik liselere yönlendirilmeli, buradan da, kendi mesleki branşlarındaki yükseköğretim kurumlarına tercihli olarak, farklı programlara ise sınavla kabul edilmelidirler.
LİSE SEVİYESİ, YOL AYRIMI DEMEKTİR
Bir köy okulunu denetlemek için yola çıkan müfettişin otomobili köyde arızalanır. Ne kadar uğraşsa da otomobili çalıştıramaz. Onu dikkatlice seyreden 11-12 yaşlarındaki bir çocuk, yanına yanaşarak yardım edebileceğini söyler. Müfettişin gözü çocuğu tutmasa da, başka seçeneği yoktur. Ancak, çocuk otomobili tamir eder ve araç çalışır. Şaşkın müfettiş önce teşekkür eder sonra “Sen okul çağındasın. Neden okulda değil de buralardasın?” diye sorar. Öğrenci, “Sınıfın en tembeli benmişim. Bugün okula denetim için müfettiş gelecekmiş. Onun için, öğretmenim bana bugün okula gelmememi söyledi” der!
Evet… Allah herkese, rızkını temin edebilecek bir yeteneği mutlaka vermiştir. Eğitimciler de bu yeteneği keşfetmeli ve öğrencileri de buna göre yönlendirmelidir. Öğrenciler anaokulundan ortaokul sonuna kadar, öğretmenleri tarafından ciddi bir şekilde takip edilmeli, 9 yıl boyunca tutulan kişisel gelişim dosyaları ile çocukların öncelikli ilgi alanları, becerileri ve kabiliyetleri, pedagojik değerlendirmelerle birlikte kayıt altına alınmalıdır. Bu aşamadan sonra, öğrenciler ilgilerine göre %25 akademik, %25 mesleki ve %50 halk eğitime yönlendirilmelidir. Malum ağaç yaşken eğilir. Öte yandan seçilecek pilot illerde, pilot üniversite kampüslerinde üniversitelerin akademik ve laboratuvar imkânlarından istifade edildiği seçilmiş en zeki öğrencilerin eğitim gördükleri “Türk Liseleri” kurulmalıdır. Burada bütün imkânların sağlandığı, özel müfredatın uygulandığı, millî ve manevi değerlerle bezenmiş, ülkemizin beyni olacak gençler yetiştirilmelidir. Zeki öğrenciler yabancı kökenli liselere kaptırılmamalıdır.
Böylece; liselerdeki kalabalık sınıflar azalacak, burada akademik başarısı olan öğrenciler kalacak, eğitimin kalitesi artacak ve disiplin problemleri azalacaktır. Akademik başarısı düşük ancak, mesleki yetenekleri olan öğrenciler, dört duvar arasında hapis olmaktan, devamlı uyarılmaktan ve baskıdan kurtulacaktır. Piyasadaki çırak ve kalfa bulma sıkıntısı da azalacaktır.
HAYATIN İÇİNDE EĞİTİM
Lise eğitimi aşamasında akademik liseye seçilen öğrenciler de, haftanın bir günü ilgilerine göre piyasadaki esnafın yanında çalıştırılmalı, muhtemel başarısızlıkta hayatlarını idame ettirebilecekleri bir meslek sahibi olmalarının yolu açık tutulmalıdır. Mesleki ve halk eğitime ayrılan öğrenciler de, tam tersi, haftanın bir günü okula devam etmelidirler. Okulda temel genel kültür ve toplumsal dersler verilmeli. Her sene dışarıdan sınavlara girip, akranları gibi lise mezunu olabilmeli. Dileyenler alanları ile ilgili üniversite eğitimine devam edebilmeli.
ÜNİVERSİTELİ SAYISI ÇOK FAZLA
Üniversiteler, ülkelerin beyin gücü, adeta motorudur. Kişilere meslek kazandırmanın dışında, onların entelektüel hâline gelmelerine yardımcı olur. Bugün ülkemizde 131’i devlet olmak üzere, toplam 209 üniversite bulunmaktadır. 2021 yılında üniversiteye yerleşenlerle beraber, günümüzde 8 milyon üniversite öğrencimiz var. Bu rakam, toplam nüfusumuzun %9,6’sına tekabül etmektedir. Nüfusu Türkiye kadar olan Almanya’nın sadece 3 milyon üniversite öğrencisi var. Aşağıdaki tabloda, Türkiye ile kıyaslanabilecek bazı ülkelerdeki üniversite öğrenci sayılarının, nüfuslarına oranları verilmiştir. Görüldüğü üzere, Türkiye’deki üniversite öğrenci sayısı, bu ülkelere kıyasla 2 ila 3 misli fazladır.
Her ilde üniversitenin bulunması, belki yükseköğretime ulaşma ve fırsat eşitliği noktasında olumlu olarak görülebilir. Ancak, üniversitelerimiz miktar bakımından doyuma ulaşmış olup, artık sıra kalitenin arttırılmasına gelmiştir. Yeni üniversitelerin, mevcut üniversitelerde yeni fakülte ve bölümlerin açılması artık durdurulmalıdır. Ülkemizde bugün (tıp fakülteleri hariç) hiçbir bölüm mezunu, herhangi ek bir sınava gerek duyulmadan, sadece diploması baz alınarak atanamıyor. Serbest piyasaya eleman yetiştiren inşaat, jeoloji, çevre, makine vb. gibi, mühendislik, mimarlık, hukuk, işletme, iktisat, fen edebiyat gibi birçok fakülte mezunu gençlerimiz ya işsiz, ya da insan onuruna yakışmayan ücretlerle çalışmak zorunda kalmaktadırlar. Asıl kurulma amaçları “bilim insanları yetiştirmek” olan fen edebiyat fakültelerinden mezun olanlarının çoğu bugün polis, asker vs. gibi eğitimleri ile alakasız işlerde çalışmaktadırlar. Toplumun ihtiyaçları ile eğitim sisteminde yetiştirilen insan kaynakları arasındaki makasın artması, “üniversite eğitimli işsiz” sayısını katlamaktadır.
Almanya’nın en önemli yükseköğretim kurumları, ara eleman yetiştiren “Meslek Yüksek Okulları”dır (MYO). Ancak İlgili-ilgisiz birtakım sebeplerle, her ilçeye MYO açmaktan vazgeçilmeli. MYO’larda, toplumda karşılığı olan, küçük, orta ve ağır sanayiye nitelikli eleman yetiştiren bölümlere ağırlık verilmelidir. İki yıllık MYO’lara genelde fakir ailelerin çocukları kayıt yaptırmakta olup, okula devam oranı %10’lara düşen bölümler bulunmaktadır. Ön muhasebe, büro yönetimi, pazarlama vb. gibi, piyasada iş bulma imkânı olmayan bölümlerin yerine, elektrik, iklimlendirme, ısıtma ve soğutma sistemleri, alternatif enerji kaynakları, 112 acil tıp teknisyenliği gibi bölümler açılmalı. Aksi takdirde öğrenciler bu okulları tercih etmemektedir. Mesela, 2021 yılında üniversitelerimizdeki 166 programa tek bir tercih yapılmadı.
Üniversitedeki akademisyenlik cazip hâle getirilmeli. Aksi takdirde okulu derece ile bitiren öğrenciler, akademisyenliği tercih etmemektedir. Üniversite öğrencilerinin yabancı dil sorunu olmamalı, gelişmiş ülke üniversitelerle hoca-öğrenci değişimi yoğunlaştırılmalı ve evrensel düzeyde bilim insanları yetiştirmeliyiz.
Üniversiteler ile serbest piyasadaki meslek odaları, fabrikalar ve işletmelerle sıkı iş birliği yapılmalı.
Günümüzdeki hâkim medeniyetin temsilcileri olan ülkeleri yakalamak ve aramızdaki mesafenin daha da artmaması, aksine kapanması için acele etmemiz gerekiyor. 2023 hedefini ıskalasak bile, 2053 ve 2071 hedeflerini tam isabetle vurmalı, bu aziz millete, hak ettiği “lider devletin müreffeh vatandaşları olma” onurunu yaşatmalıyız.
Mevcut Millî Eğitim Bakanımız sayın Prof. Dr. Mahmut Özer’in teknik eğitim uzmanı olmasını, akademik eğitimden halk eğitim ve mesleki eğitim ağırlıklı bir sisteme geçiş için önemli bir avantaj olduğu şeklinde değerlendiriyorum. Değişim ve dönüşüm için zaman kaybına tahammülümüz yok. Öyleyse hemen değişim...
.
Metaverse sanal hapishane mi olacak?
7 Kasım 2021 02:00
Doç. Dr. Ali Murat Kırık
Fütürist Ray Kurzweil'in 2003'te geleceğe yönelik çıkarımları oldukça korkutucu ve düşündürücüdür… Ona göre; 2030'lara gelindiğinde sanal gerçeklik tamamen zorlayıcı olacak ve zamanımızın çoğunu sanal ortamlarda geçirmek durumunda kalacağız. Yani bir noktada hepimiz sanal insanlar olacağız.
2026 yılına kadar yaklaşık 184,66 milyar dolar değerinde olması planlanan sanal gerçeklik sektörü, dünyanın en hızlı büyüyen teknolojilerinden biri ve birçok tüketici için de heyecan kaynağı hâlini almaya başlamıştır.
Sanal gerçekliğin güvenlik tehditleri de mevcuttur.
Yeni yeni duymaya başladığımız ve gelecekte adını sıkça zikredeceğimiz geniş çerçeveli bir terim olan “metaverse”, genellikle kullanıcıların internet üzerinden erişebilecekleri, paylaşılan sanal dünya ortamlarını ifade etmek için kullanılmakta. Yani artık sanal gerçeklik aracılığıyla entegre olabileceğimiz dijital bir evrenden bahsedilmekte. Aslında bu kavram Neal Stephenson'ın bilim kurgu romanı olan “Snow Crash” aracılığıyla popüler oldu; paralel evren kavramları ise “Matrix” serisi ve “Ready Player One” gibi birçok bilimkurgu filmlerde tasvir edildi. Şimdi artık kurgular gerçek olmaya başladı. Fakat bunun tesirlerinin olumlu mu, yoksa olumsuz mu olacağını ilerleyen yıllarda daha iyi göreceğiz...
Aslına bakılırsa metaverse, dijital çağda gerçek dünyaya benzeyen, fakat bilgisayar tarafından oluşturulan tamamen sürükleyici bir online alan şeklinde tasvir edilmektedir. İnsanlar, VR kulaklıklar, gözlükler aracılığıyla reel insanların hologramlarıyla etkileşime girebileceği özel odalarda fiziksel ve sanal dünya arasında gidip gelebilmektedirler.
Sanal gerçeklik veya VR, 360 derece keşfedilebilen simüle edilmiş bir ortam oluşturmak için bilgisayar teknolojisinin kullanılmasıdır. Geleneksel ara yüzlerden farklı olarak VR, kullanıcıyı sanal ortamın içine yerleştirip sürükleyici bir tecrübe sunmaktadır. Sanal gerçekliğin ekonomiden sanata, bilimden teknolojiye katkıları oldukça fazladır.
İLK KIVILCIM 1930’LARDA ÇIKTI
Aslına bakılırsa sanal gerçekliğin 1930'lara kadar uzanan kapsamlı bir tarihi mevcuttur. Bu yıllarda Stanley G. Weinbaum, fertlerin dokunma ve koku da dâhil olmak üzere, sanal hikâyelerin holografik kaydını izleyebilecekleri gözlük tabanlı bir oyunu açıklamıştır. Geleceğe yönelik bu şaşırtıcı fikir, günümüzdeki metaverse teknolojisinin oluşumunu sağlayan kıvılcımdır. Yıllar öncesinden insanların teknolojiyi kullanarak simülasyon deneyimleri oluşturmayı düşünmeleri ise oldukça şaşırtıcıdır. VR kulaklıklarını geliştirme fikri ise 1960'lı yıllarda inkişaf etmeye başlamıştır. Bu düşünceden yalnızca 30 yıl sonra, Ivann Sutherland askerî uygulamalarda kullanılmak üzere ilk VR kulaklığını oluşturmuştur.
SANAL GERÇEKLİK HIZINI, WWW DÜŞÜRDÜ
Sanal gerçeklik, 1980'lerin sonunda ve 1990'ların başında en sıcak, en hızlı büyüyen teknolojilerden biri olmuştur. Ancak World Wide Web'in (WWW) hızlı yükselişi, bundan sonra ilgiyi büyük ölçüde öldürmüştür. Bilgisayar bilimcileri webde sanal dünyalar inşa etmenin bir yolunu geliştirmiş olsalar da, sosyal medya aracılığıyla bilgi bulma ve yayınlama, alışveriş yapma düşünceleri tekrardan ilgiyi arttırmayı başarmıştır. VR kulaklıklar, simülasyonlar için birkaç arcade oyununun kapsama alanına girmeye başlamış ve öncelikle Nintendo, ilk ev VR sistemi olan Virtual Boy’u duyurmuş, arından Sega, 1993 yılında Sega Genesis konsolu için bir Sega VR kulaklığını geliştirmiştir. Oculus VR ise sanal gerçeklik teknolojisindeki en son büyük devrimi temsil etmektedir. Facebook, Oculus VR sistemini resmî olarak satın aldığında günümüzdeki dönüşümün temelleri atılmıştır.
İKNA EDİCİ BİR YAPISI VAR
Sanal gerçeklik ikna edici bir yapıya sahiptir. Bu uygulamalar, grafiklerden fazlasını sunmaktadır. Hem işitme hem görme, hem de bir kişinin boşluk duygusunun merkezinde yer almaktadır. Aslında, insanlar görsel ipuçlarından çok işitsel ipuçlarına daha hızlı tepki vermektedirler. Gerçekten sürükleyici sanal gerçeklik tecrübeleri meydana getirmek içinse doğru çevresel sesler ve uzamsal özellikler bir mecburiyettir. Sanal gerçeklik genellikle ilgi çekici, etkileşimli video oyunları ve hatta 3D filmler ve televizyon programları için bir pazarlama terimi olarak kullanılmıştır. Tanımlardan da anlaşılacağı üzere, bunların hiçbiri gerçekten VR sayılmaz; çünkü sizi tamamen veya kısmen sanal bir dünyaya sokmamaktadırlar. Tam olarak sanal gerçekliği deneyimleyebilmek için üç temel unsura ihtiyaç vardır: Birincisi, keşfedilecek makul ve zengin ayrıntılara sahip bir sanal dünya; diğer bir ifadeyle bir bilgisayar modeli veya simülasyonu şarttır. İkincisi deneyimimizi gerçek zamanlı olarak ayarlayabilen güçlü bir bilgisayar, üçüncüsü ise etrafta dolaşırken bizi tamamen sanal dünyaya çeken bilgisayara bağlı bir donanımdır. Gözlük ve kulaklık bu çerçevede yer almaktadır.
EN HIZLI BÜYÜYEN TEKNOLOJİLERDEN
Sanal gerçeklik teknolojisinin birçok alanda kullanıma başlamasıyla birlikte dijitalleştirilmiş ortamın ortak bir parçası hâlini almaya başlamaktadır. Bu alanda çalışan uzmanlar ve araştırmacılar, bu yılın sonuna kadar yaklaşık 60 milyona yakın insanın VR teknolojisini ayda en az bir defa kullanacağına tahmin etmektedir. 2026 yılına kadar yaklaşık 184,66 milyar dolar değerinde olması planlanan sanal gerçeklik sektörü, dünyanın en hızlı büyüyen teknolojilerinden biri ve birçok tüketici için de heyecan kaynağı hâlini almaya başlamıştır. VR oyun endüstrisinin gelişiminin, tahmin edilen büyümeden çok daha yoğun kâr etmesi bekleniyor.
Fertler olarak, dünyayı algılayışımızı deneyimlerimizle geliştirilen kurallara dayandırırız. Etrafımızda gördüğümüz, duyduğumuz ve hissettiğimiz şeylere daha kolay inanırız. VR tasarımcıları, çevremizdeki dünya kadar otantik hissettiren ortamlar oluşturmak için temel algı kurallarını ve dünyayla nasıl etkileşime girdiğimize dair fikirleri kullanmaktadırlar. Sanal ve reelin iç içe geçtiği çağımızda bu ortamları oluşturmak görece daha kolaydır.
EĞİTİMDE VR TESİRİ
Eğitimde de sanal gerçekliğin yaygınlaştığını söyleyebilmek mümkündür. Sanal gerçeklik, içeriği hissetmek için bir konunun öğretimini tamamlamak adına kullanılan bir teknolojidir. VR, etkileşimin ötesinde, öğrencilerin sanal ortamları keşfetmelerine imkân tanımaktadır.
Eğitimde sanal gerçekliğin etkisini araştırmalar da kanıtlamış durumdadır. Warwick Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, öğrencilerin çalışma materyallerini VR biçiminde daha iyi hatırlayabildiklerini gösterdi. Bu çalışmadaki öğrenciler, ders kitapları ve videoların aksine VR başlıklarını kullandıktan sonra daha güçlü olumlu duygulara ve daha az olumsuz duygulara sahip olduklarını iddia ettiler. Albert Einstein'ın bir zamanlar dediği gibi: "Bilginin tek kaynağı tecrübedir." Bilgileri öğrenmenin ve elde tutmanın en iyi yolu onu gerçekten tecrübe etmektir ve VR öğrenimi tam da bunu yapmanızı sağlamaktadır.
SANAL GERÇEKLİĞİN TEHDİTLERİ
Sanal gerçekliğin tehditleri de mevcuttur. Sanal dünyayı keşfetmeye başlamak ve uzun süreler boyunca bu mecrada çok kolaydır. Bu durum reel hayattaki insanlarla etkileşim için harcanan zamanın azalmasına yol açabilmekte ve asosyallik problemini ortaya çıkarabilmektedir. Anlaşılacağı üzere sanal gerçekliğin oluşturduğu negatif etkiler ve sonuçlara yol açan bazı sağlık riskleri bulunmaktadır. İlk etki, sanal gerçekliğin beyni karıştırdığı gerçeğine odaklanmaktadır. Bu durum görsel organların (gözler) bir nesneyi veya çevredeki bir alanı gördüğü, ancak beyin hücrelerinin bunu farklı algıladığı ve tepki verdiği anlamına gelmektedir. Bilinç karışır ve bu durum birkaç saat devam edebilir. Ayrıca halüsinasyonlar ve illüzyonlar gibi hasarlara ve etkilere sebep olabilmektedir. Sanal gerçeklik tecrübesi esnasında hafıza oluşumundan sorumlu olan nöronlar sürekli olarak düzensizdir. Bu, bellek oluşturma prosedüründe bazı sorunlara neden olabilmektedir. Modern yüksek teknolojinin ilk kurbanı ise daha çok çocuklar ve genç nesildir. Sanal gerçeklik, çocuk/genç doğal beyin gelişiminin bazı yönlerini değiştirebilmektedir. VR deneyimi sırasında ortaya çıkan baş dönmesi, depresyon ve çöküş gibi bazı belirtiler de unutulmamalıdır.
KURZWEIL'İN KORKUNÇ TAHMİNLERİ
Fütürist Ray Kurzweil'in 2003'te geleceğe yönelik çıkarımları ise oldukça korkutucu ve düşündürücüdür… Ona göre; 2030'lara gelindiğinde sanal gerçeklik tamamen gerçekçi ve zorlayıcı olacak ve zamanımızın çoğunu sanal ortamlarda geçireceğiz... Yani bir noktada hepimiz sanal insanlar olacağız. Psikoloji profesörü olan Jim Blascovich, 2011 tarihli “Sonsuz Gerçeklik” kitabında VR merkezli bir geleceğin sonuçlarını incelemiş ve sanal gerçeklik platformları ana akım ve uygun fiyatlı hâle geldikçe, sanal gerçeklikte daha fazla zaman harcamanın çekiciliğine direnmenin zor olabileceğini belirtmiştir. Ayrıca “sanal bir ikinci hayat, bazı bireylerin 'gerçek hayatının' yerini alabilir, ancak bu iyi ya da kötü olabilir” sözlerini dile getirmiştir. Nitekim kişilerin âdeta sanal bir hapishanede mahkûm kalmasına sebebiyet verme ihtimali vardır.
FACEBOOK’UN HAMLESİ
Sanal gerçeklik ve metaverse alanında en büyük olay ise Mark Zuckerberg’in şirketi olan Facebook’un adını Meta olarak değiştirmesidir. Dünyanın sayılı zenginlerinden olan Zuckerberg, insanların sanal ortamda oyun oynayabileceği, çalışabileceği ve genellikle VR kulaklıklar kullanarak iletişim kurabileceği online bir dünya olan bir "metaverse" oluşturma planlarını açıklarken yeni adı da duyurmuş oldu. Sanal bir konferansta verdiği demeçte, "Zamanla, bir metaverse şirketi olarak görülmemizi umuyorum ve çalışmalarımızı ve kimliğimizi inşa ettiğimiz şeye bağlamak istiyorum" dedi. Yine Facebook, hisselerini 1 Aralık'tan itibaren yeni hisse senedi kodu MVRS altında alım satıma başlamayı planladığını duyurdu.
Metaverse teknolojisinin geleceği ise oldukça baş döndürücü olacağa benziyor. Anne ve babalar çocuklarının videolarını aile üyeleriyle paylaşabilecek ve kendilerini aynı odadaymış gibi hissedebileceklerdir. Ayrıca farklı ülkelerdeki meslektaşlarla birlikte yapılan toplantılar da muazzam bir etki oluşturacaktır. Bir arkadaşımızla meta evrende konsere gitmek, maç yapmak, oyun oynamak da gelecekte göreceklerimiz arasında yer alıyor…
İNTERNETİN BİR SONRAKİ SAFHASI MI?
Pandemi sonrası için önemli bir soru, Facebook Metaverse'in internetin bir sonraki aşaması olup olmadığıdır. Genel olarak metaverseler dünya çapında hız kazanıyor. Analistler ise “Birkaç teknoloji meraklısı, kullanıcıların meta veri aktarımlarını geçmesine izin verecek açık bir meta veri deposu platformunu onaylarken, bu farklı güvenlik sorunları ortaya çıkaracaktır" diyor. Metaverse kullanıcıları ve sağlayıcıları, üçüncü taraf kodlayıcılara ve buna bağlı olarak bilgisayar korsanlarına karşı savunmasız kalabilecek gibi görünüyor. Fırsatlar ve tehditler açısından bakıldığında metaverse ve sanal gerçeklik geleceğe büyük etki edecektir. Ancak bu durumun nasıl bir tehdit oluşturacağını önümüzdeki yıllar bize gösterecek
.
Türk dünyasında alfabe birliği nasıl bozuldu?
14 Kasım 2021 02:00
Dr. Mehmet Can
SOVYET RUSYA’NIN TÜRKİSTAN’DAKİ KÜLTÜREL ASİMİLASYON POLİTİKASI
Sovyet rejimi, hâkimiyeti altındaki Türk topluluklarının kullandığı Arap alfabesinin kaldırılmasını çok önemli görüyordu. Bu Komünist Parti’nin Türklere karşı uyguladığı asimilasyon politikanın esasını teşkil ediyordu. Lenin ve Stalin bizzat bu hususa çok ehemmiyet veriyordu. Komünizmin yayılmasına engel olan en önemli meselenin alfabe siyaseti olacağı düşünülüyordu.
Rus hâkimiyeti altında bulunan Hristiyan milletlerin de zaman zaman alfabelerinden şikâyet ettikleri bilinmekte idi. Ancak Moskova bu hususta hiçbir çalışma yapmadı. Ermeni, Gürcü, Grek alfabesine hiç dokunulmadı.
Karahanlılar, Türkçeyi Arap harfleri ile yazan ilk Türk halkı oldu.
Yirminci yüzyıl, Türk Dünyası açısından çok sıkıntılı bir dönem oldu. Bu devirde Lenin ve Stalin, Çarlık Rusya’sını çökerterek ülkelerine Marksist-komünist bir düzen getirdiler (1917). Yeni rejim de hâkimiyeti altındaki Türkleri bölüp parçalamak için ‘Çarlık’ın asimilasyon siyasetini aynen devam ettirdi. Yüz binlerce insan katledildi, on binlercesi sürgüne gönderildi. Türkistan; sosyal, kültürel ve fiziki yönden büyük bir tahribata uğratıldı.
Ruslar, kendi “Milliyetler Politikası”na göre Türk topluluklarının yaşadığı coğrafyayı parçaladı, Sovyet Cumhuriyetleri’ne dönüştürdü. Türk halkları, aralarına konulan fiziki sınırlar dolayısıyla birbirleri ile görüşmez-konuşmaz hâle geldi. Rejim tarafından verilen bilgiler dışında dünyadaki gelişmelerden hiç haberdar olamadılar. O dönemde Türkiye’den herhangi bir kimsenin Türk yurtlarına gitmesi ve oralardan da bir kimsenin Türkiye’ye gelmesi imkânsız gibiydi. Zira komünist rejim müsaade etmiyordu. İşte bu sebeplerden dolayı geçen asırda Türkistan coğrafyasında yaşayan Türkler hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olunamadı, araştırma-inceleme, neşriyat yapılamadı.
Türkler tarih sahnesine çıktıkları ilk devirlerden başlayarak günümüze kadar siyasi ve sosyal hayatlarında çeşitli alfabeler kullandılar. Ancak bunlardan uzun süreli olanları Orhun, Uygur, Arap, Latin ve Kiril alfabeleridir.
10. yüzyılın ortalarında İslamiyet ile tanışan Karahanlılar, Türkçeyi Arap harfleri ile yazan ilk Türk halkı oldu. Meşhur “Divan-ı Lügati’-t-Türk” ve “Kutadgu Bilig” bu harflerle neşredildi. İki temel yazı dili, Çağatay ve Oğuz lehçeleri neredeyse 20. yüzyıla kadar devam etti. Bu alfabe vasıtasıyla kültür ve medeniyet tarihimize ait binlerce eser meydana getirildi.
ALFABE DEĞİŞTİRME TEŞEBBÜSLERİ
Sovyet rejimi, hâkimiyeti altındaki Türk topluluklarının kullandığı Arap alfabesinin kaldırılmasını çok önemli görüyordu. Bu Komünist Parti’nin Türklere karşı uyguladığı asimilasyon politikasının esasını teşkil ediyordu. Lenin ve Stalin bizzat bu hususa çok ehemmiyet veriyordu. Komünizmin yayılmasına engel olan en önemli meselenin alfabe siyaseti olacağı düşünülüyordu. Sovyetler, daha ilk yıllarında iktisadi durumları bozuk olmasına rağmen alfabe değiştirme projesine bolca para desteği sağlıyordu.
TÜRK MÜNEVVERLER KARŞI ÇIKTI
Rejim, hâkimiyeti altındaki Türk toplulukları için Latin alfabesini tartışmaya açtığında, Türkistan münevverlerinin çoğu bu teşebbüse karşı çıktılar. Böyle bir değişikliğin çok zararlı sonuçlara yol açacağını ileri sürdüler. Ne var ki, yeni alfabe muhalifleri rejimin düşmanı olarak görülüyor, devrim karşıtı damgası yiyordu.
Ruslar, ilk alfabe değiştirme işine nüfusunun büyük çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu Yakutlar’dan başladı. İkinci icraatları ise, Azerbaycan’da oldu. Burada “yeni Türk alfabesi” 1922 yılında yani Türkiye’den altı yıl önce hazırlandı. Bunun 22 harfi günümüzde kullandığımız harflerin aynısıydı. Alfabe 33 harfliydi.
YENİ TÜRK ELİFBA KOMİTESİ
Yeni alfabeyi halka kabul ettirtmek için bir komite oluşturdular. Bu komite kurulmasından itibaren hızlı bir çalışma içerisine girerek, faaliyetlerini her tarafa duyurmaya başladı. Öncelikle Latin harflerine dayalı ‘Yeni Türk Elifbası’ kitapçıkları bastırılarak dağıtıldı. Daha sonra Arap alfabesi ile yazılan bazı kitaplar, yeni alfabe ile yayımlandı. Ayrıca komite, yeni alfabenin öğretilmesi maksadıyla çeşitli kurslar açtı ve çıkarmış olduğu “Yeni Yol”, “Işık Yol” gazeteleri ile de bu çalışmaları halka duyurdu. Maksatları Arap alfabesini kötülemek, yeni alfabeyi tanıtmaktı. Gazetenin ne adresi ne de kadrosu biliniyordu. Zira o dönemde gazetenin düşmanı çoktu. Azerbaycan’ın hemen hemen bütün illerinde, ayrıca; Nahcivan, Erivan ve Tiflis’te de şubeler açıldı. Ne yazık ki yeni alfabe kısa zamanda halka empoze edildi.
HEYET GÖNDERDİLER
Sovyetler kurultay yolu ile Azerbaycan’da hazırlanan Latin alfabesini Türkistan Türklerine de kabul ettirmek için Türk topluluklarının yaşadıkları coğrafyaya bir heyet gönderdi. Bunlar Türkistan’da yetkili kişilerle görüşecek, yeni alfabenin propagandasını yapacaktı. Heyet, Samed Ağa Ağamalıoğlu başkanlığında, Mirza Celil, Veli Huluflu ve Halid Said’den teşekkül ediyordu. Ayrıca bir doktor, mali işlerle ilgili bir memur, bir de kâtip vardı.
Başkan Samed Ağa Ağamalıoğlu Türkistan’da yetkililere şunları söyledi: “Yoldaşlar! Arap alfabesi ile yazılan edebiyatın yok olacağından korkmayın. Eğer eski edebiyata ait değerli eserler varsa gösterin. Milyarlara mâl olsa dahi hepsini bastıralım.”
“KARŞINIZDAKİNİN KİM OLDUĞUNU BİLMİYORSUNUZ!”
Bu konuşmaya Türkistan Cumhuriyeti Merkez İlmî Şûrası karşı çıktı. Bunun üzerine Samed Ağa Ağamalıoğlu sözlerine şöyle devam etti: “Görülüyor ki karşınızdakinin kim olduğunu bilmiyorsunuz. Ben Sovyetler Birliği hükûmeti adına konuşuyorum. Her cumhuriyet, kültürel işlerinde bağımsızdır. Bugüne kadar eski medreseleri, eski okulları, Kur’an kurslarını devam ettirmişsiniz. Bunda bütün suç sizindir. Merkez (Moskova) katiyen bundan sorumlu değildir. En büyük inkılap olan yeni alfabeye Moskova büyük destek verecektir. Buna emin olunuz. Bu inkılaba karşı çıkmak istiyorsanız çok büyük hata yapıyorsunuz...”
1926 BAKÜ TÜRKİYAT KONGRESİ
1924 yılının Ekim ayının 10’unda Samed Ağa Ağamalıoğlu ve diğer arkadaşları Bakü’ye geri döndüler. Tataristan ve Kazakistan’dan hoşnut kalmamışlardı. Oralarda yeni alfabeyi anlatmalarına, geniş görüşme yapmalarına imkân verilmemişti. Heyet, davetsiz bir misafir gibi karşılanmıştı. 1924’ün sonlarında Sovyetler Birliği’ne dâhil cumhuriyetlerden; Azerbaycan, Başkurdistan, Kırım, Dağıstan, sürekli rejimin siyasi baskılarına maruz kaldıkları için, yeni alfabeyi kabul etmeye hazır olduklarını, kurultayda destekleyeceklerini söylemişlerdi. Türkistanlılar ise endişe ve tereddüt içindeydiler. Acaba Arap alfabesi ile basılan neşriyat bundan sonra ne olacaktı? Bu hisle doluydular. Bunlardan Kazakistan ile Tataristan kabul etmeyeceklerini kesin bir şekilde ifade etmişlerdi.
TÜRKİYE CEPHESİ
Sovyetler kongrede herhangi bir sürprizle karşılaşmamak için son derece titiz davranıyorlardı. Türkiye’nin de kurultaydaki tavrı çok önem arz ediyordu. Bu maksatla Alman Türkolog’u Prof. Dr. Theodor Menzel’i Atatürk’ün itimadını kazanmış, Rus ve Avrupalı Türkologları onunla görüştürmüş, Türkoloji Kongresi ile ilgili onun tavsiyelerini de dinlemişti. Ayrıca Menzel, birkaç defa Rus Türkologlarını İstanbul'a davet ettirip onları yetkililerle görüştürdü. “Alfabe Reformu” ile alakalı araştırmalar yaptı, muhalif grupları tespit etti, bunları gereken yerlere bildirdi.
Menzel’den sonra Rus Türkolog Aleksandr Samoyloviç Ankara’ya gelerek o dönemin Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’i ziyaret etti. Yakın dostu meşhur Türkistan tarihçisi Prof. Dr. Zeki Velidi Togan ile de görüştü. Kongre için çalışma yapmasını istedi.
KAFKASLARDAN ORTA ASYA İÇLERİNE…
1926 senesinde Azerbaycan’ın başşehri Bakü’de Birinci Türkiyat Kongresi’nde alınan kararla Arap alfabesinin Rusya’daki Türk topluluklarından kaldırılmasına, Latin alfabesine geçilmesine karar verildi. Hiç vakit kaybetmeden alfabe değişikliği Kafkaslardan Orta Asya içlerine doğru genişletildi. Yeni Türk Alfabesi Merkez Komitesi, ikinci kurultayını Ocak 1928'de Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te topladı. O güne kadar yeni yazı hareketinin ağırlık merkezi Bakü idi, ondan sonra Türkistan oldu.
Ruslar, Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan gibi Türk devletleri başta olmak üzere, bütün Türk yurtlarında yayımlanan tarihî, kültürel ve edebî eserlerin pek çoğunu milliyetçilik fikri taşıyor mantığı ile yasaklama yoluna gitti. Bunların yerine Sovyet, sosyalist, komünist fikrini empoze etti. Türk kabilelerin lehçelerinde ne kadar Arapça, Farsça kelime ve terim varsa yerine Rusça karşılıkları konuldu.
ERMENİ VE GÜRCÜ ALFABELERİNE DOKUNULMADI
Rus hâkimiyeti altında bulunan Hristiyan milletlerin de zaman zaman alfabelerinden şikâyet ettikleri bilinmekte idi. Ancak Moskova bu hususta hiçbir çalışma yapmadı. Ermeni, Gürcü, Grek alfabesine hiç dokunulmadı.
LATİN ALFABESİNE OLAN TAVIRLAR DEĞİŞTİ
Türkistan Türkleri yavaş yavaş yeni alfabeye geçerken, 1928 yılında Türkiye'de de harf devrimi yapılarak, Arap alfabesinden, Latin alfabesine geçildi. Bunun üzerine Rusların Latin alfabesine olan tavrı değişti. Zira bununla da Türkler arasında yeniden bir alfabe birliği meydana gelmiş oluyordu. Sovyetler Birliği Merkez Yürütme Kurulu, hâkimiyeti altındaki Türklerin Latin alfabesinde kalmasının büyük bir hata olacağını düşündü. 1939 yılında hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Türk toplulukları için birbirlerinden farklı Kiril alfabesi getirildi. Ruslar, Türklerin hafızasını tamamen silmek için, bu son değişikliğe karşı çıkan münevverleri çeşitli bahanelerle ortadan kaldırıldı. Çünkü münevverler Türklüğün gelişmesine hizmet edecekti. Onları yok etmek Türk milletinin yolunu aydınlatacak ışıktan mahrum etme anlamı taşıyordu
.
1982 Anayasasının insan haklarına aykırı düzenlemeleri
21 Kasım 2021 02:00
1982 Anayasası, çalışanların korunmasını ve hayat seviyelerinin yükseltilmesini öngörmüş; fakat İnsan Hakları Evrensel Bildirgesindeki, hükmü alıntılamamış ve eş değer bir düzenleme de yapmamıştır. Böylece, asgari ücret, çeşitli yerleşim yerlerindeki geçim şartlarının çok farklı olduğu dikkate alınmaksızın ülke geneli için sadece işçinin zati ihtiyaçları üzerinden tek bir miktar olarak belirlenmiştir.
1982 Anayasasının bazı hükümleri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine aykırıdır, bazı hükümleri de bu bildirgede öngörülenlerden farklı neticelere yol açacak mahiyettedir.
Asgari ücrette, yerleşim yerlerindeki farklı geçim şartları dikkate alınmıyor.
1982 Anayasası, Türkiye Cumhuriyetinin insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti olduğunu belirtmiş ve toplumun refah ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmayı devletin temel amaç ve görevi olarak belirlemiş, fakat çeşitli konularda İnsan Hakları Evrensel Bildirgesiyle uyumsuz düzenlemeler yapmıştır.
1982 Anayasasının bazı hükümleri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine aykırıdır, bazı hükümleri de bu bildirgede öngörülenlerden farklı sonuçlara yol açacak niteliktedir.
ÇALIŞMA HÜRRİYETİ YERİNE ÇALIŞMA MECBURİYETİ
Söz konusu anayasa, kişilerin ve ailelerin refahının sağlanması gerektiğini belirtmiş ama İnsan Hakları Evrensel Bildirgesindeki, “Herkesin, kendisi ve ailesi için, yiyecek, giyim, konut, tıbbi bakım ve gerekli sosyal hizmetler dâhil olmak üzere, sağlığını ve refahını temin edecek bir hayat seviyesine hakkı olduğu” şeklindeki hükmünü alıntılamamış ve eş değer bir düzenleme de yapmamıştır. Bu durumda emek gelirleri aile geçindirecek miktarda belirlenmemiş; çocuklar, emekliler, küçük çocuklu ev kadınları da isteksiz olarak çalışmak zorunda kalmışlar, çalışma özgürlüğü çalışma zorunluluğuna dönüşmüştür.
ASGARİ ÜCRETTE ADALET
1982 Anayasası, çalışanların korunmasını ve hayat seviyelerinin yükseltilmesini öngörmüş, fakat, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesindeki, “Çalışanların, kendilerine ve ailelerine insanlık haysiyetine uygun bir yaşayış sağlayan, elverişli ücrete hakkı olduğu” şeklindeki hükmü alıntılamamış ve eş değer bir düzenleme de yapmamıştır. Böylece, asgari ücret, çeşitli yerleşim yerlerindeki geçim şartlarının çok farklı olduğu dikkate alınmaksızın ülke geneli için sadece işçinin zati ihtiyaçları üzerinden tek bir miktar olarak belirlenmiştir. Bazen hesaplama dahi yapılmadan, hedeflenen enflasyon oranı esas alınmıştır. Mesela, 2000 yılında asgari ücret, uygulamaya konulan Ekonomik İstikrar Tedbirleri çerçevesinde hedeflenen enflasyon oranı kadar, %25 oranında artırılmış, gerçekleşen enflasyon oranı %39 olmasına rağmen ikinci yıl %10 oranında artırılmıştır. Böylece kitlelerin alım gücünün düşürülmesi, esnaf yürüyüşlerine, çeşitli bireysel protestolara yol açmış, 2000 yılında 5 milyon 254 bin 125 olan sigortalı işçi sayısı 2001 yılında 4 milyon 886 bin 881’e düşmüştür.
1982 Anayasası, herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğunu belirtmiş ama İnsan Hakları Evrensel Bildirgesindeki, “Herkesin, işsizlik, hastalık, engellilik, dulluk ve yaşlılık gibi nedenlerle geçim imkânlarından yoksunluk hâlinde, toplumun bir üyesi olarak sosyal güvenlik yardımlarından yararlanmasını” öngören hükmü alıntılamamış ve eş değer bir düzenleme de yapmamış. Böylece, sosyal güvenlik yardımlarının, bu arada sağlık yardımlarının belirli süre prim ödemiş olma ve prim borcu bulunmama gibi şartlara bağlanmasına imkân tanımıştır.
KONUT HAKKI
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde konut hakkının tanınmasına karşılık 1982 Anayasası, devlete, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alma ve toplu konut teşebbüslerini destekleme görevi vermekle yetinmiştir. Bu durumda, geceleri parklarda geçiren vatandaşlar için köklü çözümler üretilmemekte, bazı mahallî idareler kışın karlı günlerde bu vatandaşları spor salonlarında misafir etmekte, kar kalktığında tabiata salıvermektedir. Maalesef bu geçici yardımdan övgüyle bahsedenler de olmaktadır.
Oysa yapılması gereken, insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti vatandaşlarının neden evsiz yaşadıklarının sorgulanması, bu kişilerin barınma ihtiyaçlarının sürekli olarak karşılanmasıdır.
TANIMSIZ LAİKLİK KARMAŞASI
1982 Anayasası, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde olduğu gibi, herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip olduğunu belirtmiştir. Fakat anılan bildirgede bu konuda devletler için yalnızca kişilerin ve toplulukların bu özgürlükten tam olarak yararlanması sağlamaktan öteye, rejimleri, nitelikleri ile ilgili herhangi bir yükümlülük öngörülmediği hâlde, daha önce çok çeşitli tartışmalara neden olan laiklik kavramına, tanımlama yapmaksızın yer vermiş, böylece, din ve vicdan hürriyeti konusunda farklı dönemlerde farklı algılamalar ve çelişkili uygulamalar ortaya çıkmış, hatta hükûmet devrilmiştir. Oysa, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin önsözünde, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulmasının en yüksek amaç olduğu belirtilmekle din ve vicdan hürriyetinin önemi ve önceliği ortaya konmuştur. Bu durumda laiklik, din ve vicdan hürriyetinin kısıtlayıcısı olarak kabul edilemez. Anılan bildirgeye göre, devletler, temel nitelikleri ne olursa olsun, her şahsın din ve vicdan hürriyetini bildirgede öngörülen kapsamda tanımalıdırlar.
1982 Anayasasına göre, bu anayasadaki hiçbir hüküm, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik niteliğini koruma amacını güden şu inkılap kanunlarının, anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz:
a) 1340 tarihli Tevhidi Tedrisat Kanunu
b) 1341 tarihli Şapka İktisası Hakkında Kanun
c) 1341 tarihli Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun
ç) 1926 tarihli Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası ile aynı kanunun 110’uncu maddesi hükmü
d) 1928 tarihli, Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun
e) 1928 tarihli, Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun
f) 1934 tarihli, Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun
g) 1934 tarihli, Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun.
İSABETSİZ DÜZENLEMELER
Bizce, bu düzenlemedeki, “Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkarma amacı güdüldüğü” şeklindeki ifade, 1982 yılında toplumun uygarlık seviyesinin yeterli olmadığı anlamına da gelmesi dolayısıyla isabetsizdir.
Bu düzenlemede belirtilen “1926 tarihli Türk Kanunu Medenisi” yerine “2001 tarihli “Türk Medeni Kanunu” çıkarılmış, 2017 yılında Evlendirme Yönetmeliğinde değişiklik yapılarak İçişleri Bakanlığının İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürlüklerine, Müftülüklere ve ilgili dış temsilciliklere evlendirme görev ve yetkisi verebilmesi kabul edilmiştir.
ŞAPKA MECBURİYETİ
Şapka İktisası Hakkında Kanuna göre, milletvekilleri, memurlar ve müstahdemler, Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna aykırı bir itiyadın devamını hükûmet meneder. Bizce, 1982 Anayasası hazırlanırken dahi uygulanmamakta olan bu 1925 tarihli kanunun anayasa düzenlemesine konu olmaması gerekirdi ve gerekir.
1934 tarihli, Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanuna göre; ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi ve hazretleri gibi lakap ve unvanlar kaldırılmıştır. Bize göre, antrenör, teknik direktör ve hakemlere dahi “hoca” denmekteyken, “paşa” kelimesi medyada da kullanılırken, hemen herkes herkese hanım, bey, hanımefendi, beyefendi şeklinde hitap ederken bu kanunun anayasa koruması altındaymış gibi izlenim verilmesi fevkalade isabetsizdir.
DİN HÜRRİYETİNE SINIRLAMA
1925 tarihli, Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanuna göre, bilumum tekkeler ve zaviyeler, sahiplerinin diğer şekilde mülkiyet ve tasarrufları bâki kalmak üzere, tamamen kapatılmıştır. Oysa İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre, din hürriyeti, kişilerin, dinlerini, tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmelerini kapsar.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre de din hürriyeti, tek başına veya topluca, kamuya açık veya kapalı ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini açıklama özgürlüğünü de içerir. 1982 Anayasasının milletlerarası antlaşmalar konusundaki düzenlemesine göre, taraf olunan, temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.
Bizce, her ülkede geçerli olması gereken insan haklarıyla ilgili milletlerarası anlaşma ve bildirge hükümleri, hangi metinde en uygun şekilde yer almış ise o metinden olduğu gibi aktarılmalı, insan haklarına saygılı olunduğu ilke olarak kabul edilmiş ve bu konuda milletlerarası antlaşmalara üstünlük tanınmış iken farklı düzenlemeler yapılmamalı, yapılmış olanlar ivedilikle düzeltilmelidir.
.
Asgari ücretle imtihanımız
28 Kasım 2021 02:00
Prof. Dr. Hasan Fehim Üçışık
İstanbul Yeni Yüzyıl Üniversitesi Öğretim Üyesi
Büyük şehirlerde ve köylerde aynı asgari ücretin uygulanması, kalkınmada öncelikli yörelerde çok çeşitli teşvik tedbirlerine rağmen, istenilen ölçüde yatırım yapılmasını ve istihdamın artmasını engellemektedir.
Asgari ücret, yöresel olarak ve çeşitli kuruluşların katılımıyla belirlenmelidir.
Önümüzdeki haftalarda Asgari Ücret Tespit Komisyonu’nun 2022 yılında uygulanacak olan asgari ücreti açıklaması beklenmektedir. Ancak ülkemizde asgari ücret tespiti nedense bir açık artırma gibi algılanmakta ve yalnızca çeşitli miktarlar önerilmektedir. İYİ Parti 4 bin lira, BBP en az 4 bin lira, HDP 5 bin lira, DİSK 5 bin 200 lira, CHP 5 bin 500-6 bin lira şeklinde görüş belirtmiştir. Oysa asgari ücret konusunda miktar önerilmesinden önce tartışılıp çözümlenmesi gereken temel iki sorun bulunmaktadır. Bunlar, asgari ücret tespit kararlarında, ülkenin her yöresinde geçim şartlarının aynı olduğunun varsayılması ve işçinin geçindirmekle yükümlü olduğu aile fertlerinin hesaba katılmamasıdır.
Çeşitli partilerin ve kitle örgütlerinin önerdiği 4 bin-6 bin aralığındaki herhangi bir ücret, çeşitli yerleşim yerlerinde, mesela Tatvan ya da Doğubeyazıt’ın belde ve köylerinde işçi ailelerini ferah fahur yaşatır; şayet oralarda bu miktarı verecek yatırımcılar varsa!
Asgari ücretin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine aykırı olarak yalnızca işçinin kişisel ihtiyaçları göz önünde tutularak ve ülke geneli için belirlenmesi, 20. yüzyılın ortalarından beri çok sayıda eş ve çocuğun zorunlu olarak çalışmasına, işsiz aile reisi sayısının artmasına, pek çok işsiz gencin bunalıma sürüklenmesine ve kötü alışkanlıkların yaygınlaşmasına neden olmuştur.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre, insanların dehşetten ve yoksulluktan kurtulup söz ve inanç özgürlüğüne sahip olacakları bir dünyanın kurulması en yüksek amaçtır. Anılan bildirgeye göre, çalışan herkesin, kendisine ve ailesine insanlık haysiyetine uygun yaşayış sağlayan adil bir ücrete hakkı vardır. Çalışanların en düşük ücretinin anılan bildirgeye uygun olması için ülkelerin asgari ücret ilanı gerekmemektedir; bu bildirge ve Avrupa Sosyal Haklar Sözleşmesi açısından önemli olan, her bir çalışanın, ailesiyle birlikte, insan haysiyetiyle bağdaşır şekilde yaşamasıdır. Asgari ücret ilan edilmeyen ülkelerde bu seviye, memur maaşları, toplu sözleşmeler ve emek piyasasının bunlara göre şekillenmesiyle gerçekleşmektedir.
1982 Anayasasına göre; devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır; asgari ücretin tespitinde, çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu da göz önünde bulundurulur. Bu hükmün gerekçesi, kamu kesiminde çalışanlar ile özel kesimde çalışanlar arasında ister işçi, ister memur olsunlar, ücret, aylık, ikramiye ve sosyal yardım bakımından hakkaniyet ve denge sağlanmasının esas olduğu şeklindedir.
Ülkemizde işçi ücretlerinin en düşük miktarı, 5 üyesi devlet memuru olan, 5 üyesi Türk-İş, 5 üyesi TİSK tarafından seçilen bir komisyon tarafından belirlenmektedir. Asıl uğraş alanı, üyesi kamu kesimi işçilerinin toplu iş sözleşmeleri olan Türk-İş’in genellikle asgari ücretle çalışan sendikasız işçileri temsil ettiğinin kabul edilmesi bizce isabetsizdir.
TİSK’in, toplu iş sözleşmeleri yapan işverenlerin menfaatlerini korumanın yanı sıra üyesi olmayan genellikle sendikasız işçilerin çalıştığı küçük ve orta ölçekli işletmeleri temsil ettiğinin varsayılması da ilginçtir.
YÖRESEL OLARAK TESPİT EDİLMELİ
Bizce, asgari ücret, yöresel olarak ve çeşitli kuruluşların katılımıyla belirlenmelidir. Bir şehrin çeşitli ilçelerinde, mesela İstanbul’un Şile ile Şişli ilçelerinde, başta kira olmak üzere, geçim şartları çok farklı iken ülkenin her yerinde, mesela Alanya, Bafra, Çine, Gerede, Soma, Yüksekova ve beldelerinde uygulanmak üzere ilan edilen tek bir miktarın, hangi yöre ve yörelerde asgari geçimi sağladığı sorgulanmalıdır. Bizce, sayıları 1.000 kadar olan ilçelerimizin büyük çoğunluğunda geçim şartları birbirinden farklıdır; bundan dolayı hekimlerin devlet hizmetlerinin süreleri, ilçe ve beldelerin 7 adet sosyoekonomik gelişmişlik düzeyi olduğu göz önünde tutularak belirlenmektedir.
Asgari ücretin düşük tutulması, ekonomiyi olumsuz etkilemektedir. Ekonomik İstikrar Tedbirleri çerçevesinde asgari ücretin enflasyon hedefi kadar artırılmasının öngörüldüğü 2000 yılında 5.254.125 olan sigortalı işçi sayısı, 2001 yılında 4.886.881’e düşmüş, çeşitli protesto eylemleri ve yürüyüşlerinin ardından 2002 seçimlerinde hükûmet ortağı partiler barajı aşamamıştır.
Asgari ücret, 2000 yılına kadar, genellikle, bir üniversitede yapılan bir araştırmaya dayalı olarak, besin içi ve besin dışı harcamalar oranına göre sadece bir kişi için hesaplanmakta ve kararda hesaplama yöntemi belirtilmekteydi. 2000 yılından itibaren Komisyon Kararlarında, hesaplamanın nasıl yapıldığı belirtilmemekte ve gerekçe bölümünde, ülkenin ekonomik durumu ve hedeflenen enflasyon gibi hususlara değinen birkaç cümlelik genel ifadelerle yetinilmektedir. Mesela 2001 yılı için alınan kararın gerekçe bölümünde alt ayırım yapılmaksızın çok kısa olarak bazı yönetmelik hükümlerine yer verilmiş ve 2000 yılındaki reel asgari ücret değişiminin göz önünde tutulduğu belirtilmiştir.
Büyük şehirlerde ve köylerde aynı asgari ücretin uygulanması, kalkınmada öncelikli yörelerde çok çeşitli teşvik tedbirlerine rağmen, istenilen ölçüde yatırım yapılmasını ve istihdamın artmasını engellemektedir.
İŞÇİ AİLELERİ GÖZ ARDI EDİLİYOR
Asgari ücretin tespitinde işçinin ailesinin göz ardı edilmesi, sosyal güvenlik düzenlemeleriyle de bağdaşmamaktadır. Asgari ücretten, işçinin aile fertlerine de yardım yapılmak üzere, genel sağlık sigortası ve malullük yaşlılık ölüm sigortasına prim kesilmekte, işçinin ölümü hâlinde yakınlarına, işçinin desteğinden yoksun kaldıkları gerekçesiyle aylık bağlanmaktadır. İşçinin hayattayken aile fertlerine baktığı, sosyal güvenlik hukukunda olduğu gibi asgari ücret tespitinde de kabul edilmelidir.
SEÇİMLERDE BELİRLEYİCİ
Asgari ücret, seçimlerde önemli bir belirleyicidir. Ülke geneli için ilan edilen tek bir miktar, olabildiğince yüksek tutulsa da özellikle büyük şehirlerin bir kısmında, batı bölgelerindeki il ve ilçelerde geçim sıkıntısına sebep olmakta, kalkınmada öncelikli yörelerde de özel kesimin yatırım yapmasını zorlaştırdığından işsizliği artırmaktadır. Bu etkiler, seçim sonuçlarına göre ortaya konan haritalarda açık seçik görülmektedir. Bizce, seçimlerin öncesinde patates, soğan stoklanması gibi uygulamalarla seçmen kitlelerine asgari ücretin ve asgari ücrete göre şekillenen tüm emek gelirlerinin yetersizliğini kabul ettirmek üzere yiyecek harcamalarında artışa yol açılması da asgari ücretin oy dağılımında etkili olmasındandır.
Bizce, her ilçede, merkezi idarenin ilgili birimlerinin temsilcileri ile yerel sendika temsilcileri, Ziraat Odası, Ticaret Odası, Sanayi Odası, Esnaf ve Sanatkâr Odaları gibi kuruluşların temsilcilerinin katılımıyla o ilçe merkezi ile belde, köy ve mahallelerinde uygulanacak asgari ücret tek miktar ya da ayrı miktarlar şeklinde belirlenmelidir.
Asgari ücretin, önerdiğimiz şekilde tespit edilmeyip uzun yıllar boyunca geniş kitlelerin aile hayatını, anne ve çocuk ilişkilerini, ülke ekonomisini, özellikle istihdamı ve kalkınmayı olumsuz etkileyen tek kişi için ve ülke genelinde geçerli olmak üzere bir miktar belirlenmesi şeklindeki uygulamanın sürdürülmesinin yanlış olacağını ve pek çok alanda 5-10 sene önce dahi tahayyül edilemeyen fevkalade gelişme gösteren ülkemizden rahatsızlıkları bilinen dış odakları memnun edeceğini düşünmekteyiz.
.
Türk dünyasının yükselişi ve İran’ın endişeleri
28 Kasım 2021 02:00
Dr. Telman Nusretoğlu
Türk İslam Araştırmaları Merkezi Başkanı
Hazar Üniversitesi Öğretim Üyesi
Nüfusunun hemen hemen yarısından fazlası Türklerden ibaret olan İran, uzun yıllar boyu kendi etno-demografik gerçekliklerini de göz ardı ederek uyguladığı anti-Türk mahiyetindeki iç ve dış politikalarının rehini olmuştur.
İran’ın stratejik korkularla hareket ederek bir yere varması, tarihin akışını değiştirmesi mümkün gözükmüyor.
Jeopolitik güç dağılımı ve imkân dengesi dikkate alınarak tedricilik metodolojisiyle Türkiye-Azerbaycan ittifakının zamana yayarak inşa ettiği ortak güç, yalnız 30 yıldır işgal altında olan Karabağ’ın esaretten kurtulmasını temin etmedi. Aynı zamanda Türk dünyasının birliği istikametindeki faaliyetleri de hızlandırmış oldu. Elbette bu safha, Gezi Olayları ve 15 Temmuz hain darbe girişimi gibi emperyal kuşatmayı yararak; Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı gibi karşı operasyonlar gerçekleştirmek suretiyle terör devleti projesini büyük ölçüde sekteye uğratabilen, bütün Türk İslam coğrafyalarının millî tarihî hafızasının yeniden dirilmesi için elinden geleni yapan bir Türkiye realitesiyle mümkün olmuştur.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın timsalinde Ankara, Karabağ sorununu kendi millî meselesi olarak gördü. 44 günlük savaş zamanı, Azerbaycan’ın herhangi dış müdahale olmaksızın Ermenistan’la meydanda baş başa kalarak hakkı olanı alması için net bir tavır sergiledi. Bu millî duruşun neticesinde Azerbaycan’ın büyük şehirlerinden ücra köylerine kadar her tarafta Türkiye ve Azerbaycan’ın ay yıldızlı bayrakları sokaklarda, evlerde yan yana dalgalandı.
TARİH KENDİ MECRASINA DÖNDÜ
Aslında 19. ve 20. asırlar Anadolu gibi Kafkasya ve Türkistan Türkleri için de çok sancılı geçti. Avrasya’nın en kadim ve uzun ömürlü devletlerini kurmuş, İpekyolu’nda farklı dil, din ve mezhepten olan insanları barış ve hoşgörü içinde yönetmiş Türk milleti, millî varlığını hedef alan pek çok emperyal saldırıyla karşı karşıya kaldı. Ancak Türk dünyasının bağımsızlığıyla birlikte yapay bir şekilde mecrasından koparılan, “parçala hükmet” yöntemiyle aralarında ayrılık tohumları ekilmek istenen Türk boyları, birbirilerine doğru adımlar atmaya başladı; tarih kendi mecrasına döndü. Türk halklarının tarihte mümkün olan en adil nizamı tesis etmelerine, farklılıkları zenginlik olarak gören bir yönetim felsefesine sahip olmalarına rağmen bu birliği kendi yayılmacı siyasetlerinin önünde engel olarak görenlerin varlığı da unutulmamalıdır.
Tarih felsefesi, milletlerin tarihinde gerileme ve yükseliş dönemlerinin tabii bir gidişat olduğunu ortaya koymaktadır. Bu anlamda dünyanın ekonomik cazibe merkezi Avrupa’dan Asya’ya kayıp, Çin’in “Orta Kuşak” projesiyle İpekyolu yeniden canlanırken Türklerin yaşadığı kilit güzergâh coğrafyaları da tarihî hafızasıyla birlikte uyanmakta; yollar, koridorlar, nakliyat projeleri, boru hatları, kara ve deniz altıyla ülkeleri birbirine birleştiren fiber kablo ağları daha da önemli hâle gelmektedir. Bu kontekste şu ana kadar tarafsız bir dış politika benimsemiş Türkmenistan da jeopolitik gidişatı, yeni tehlike ve imkânları görerek Türk Devletleri Teşkilatı’na üye olmuştur. Böylece uzun zamandır Azerbaycan’la aralarında problem olan Hazar’daki Kepez isimli petrol sahasını kardeşliğin gereği ortak işletilecek dostluk yatağına dönüştürmeye razı olması, Türkmen gazının TANAP üzerinden Türkiye ve Avrupa’ya naklinin önünü açtığı gibi Nazarbayev’in “Turan Koridoru” olarak adlandırdığı Trans-Hazar geçidinin Zengezur koridoruyla birlikte daha da kritik konuma yükseltmiştir. Afganistan ve Pakistan’ın da coğrafi avantajlarını, Türkiye ve Türk devletleriyle yakınlığını göz önünde bulundurduğumuz zaman Türkiye’nin lokomotifliğinde gerçekleşmeye başlayan bu güç yükselişinin şifrelerini, etkisinin yayılacağı sahayı görmek mümkündür. Bu jeopolitik gerçeklik ışığında giderek globalleşen dünyanın yöneldiği istikamet de Türk dünyasının daha sıkı bir şekilde saflarını sıklaştırmasını gerekli kılıyor.
ESKİ ANLAYIŞLAR DEĞİŞMELİ
Bütün anlamlarda dünya yeni bir nizam ve güç paylaşımının sancısını çekip, çok kutuplu dünya gerçeklik hâline gelirken, eski düşmanlık ve müttefiklik anlayışlarının da değişmesi gerekir. Avrasya’da güvenlik ve barışın kalıcı hâle gelmesi, bölge dışı aktörlerin süreçlere müdahalesinin önlenmesi açısından tarihî Türk-Rus rekabeti yerine geniş coğrafyalarda uzlaşma ve ortak çıkarlar alanının tesis edilmesi daha da kritik oluyor. Karabağ Zaferi sonrasında Güney Kafkasya’da yaşanan gelişmeler Türk-Rus münasebetleri çerçevesinde umut verici mahiyette olsa da bölgenin bir diğer aktörü olan İran’ın gerek Asya siyasetinin problemleri, gerekse Azerbaycan’la münasebetler kontekstinde durum farklılaşıyor. İşgal dönemi Ermenistan ve Karabağ’daki ayrılıkçı rejimle ilişkilerini geliştirerek işgalciler için âdeta oksijen rolü oynayan Tahran’ın bu ülkeyle yegâne sınırının da geçtiği (XX. asrın evvelinde Bolşevikler tarafından Azerbaycan’dan alınarak Ermenistan’a hediye edildi) Zengezur’dan geçecek Türkiye ve Azerbaycan’ı birleştiren koridorunun açılmasını istememesinin arkasında yatan sebepleri anlamak mümkündür.
YENİ REALİTEYİ KABUL ETMİYORLAR
Nüfusunun hemen hemen yarısından fazlası Türklerden ibaret olan İran, uzun yıllar boyu kendi etno-demografik gerçekliklerini de göz ardı ederek uyguladığı anti-Türk mahiyetindeki iç ve dış politikalarının rehini olmuştur. Tahran’ın Karabağ Zaferinin bölgede meydana getirdiği yeni gerçeklikleri kabullenmekte zorlandığı da savaş sonrası yaşanan gelişmelerden, Azerbaycan’la yaşanan gerginliklerin nedenlerinden ortaya çıkmaktadır. 30 yıl boyunca beş altı kilometre ötede Aras Nehri’nin öbür tarafında işgalciler bütün Azerbaycan şehir, kasaba ve köylerini yerle yeksan edip, camileri hayvan ahırlarına dönüştürürken susan İran’ın, zafer sonrası gücünü Azerbaycan’a gösterircesine sınıra ordu toplayarak “Hayber Fatihleri” adlı tatbikat yapması, bazı devlet yetkililerinin açıktan açığa Azerbaycan’ı hedef alan beyanatlar vermesi Tahran’ın şuur altındaki korkularını da ortaya koymuştur. Ciddi bir devlet geleneğine sahip olan bu ülkenin, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İ. Aliyev’in ülkesinin millî çıkarlarını dikkate almayarak Hankendi’ndeki ayrılıkçı çetelere destek vermeye devam edenlere haddini bildirmesinden sonra geri adım atması, stratejik korkularına yenilerek dış politikada rasyonel davranamadığını da ortaya koymuştur. Bu süreçte Tahran’ın Azerbaycan’dan geçecek Kuzey-Güney nakliyat hattı çerçevesindeki Astara Demiryolunun inşaatını geciktirerek Ermenistan ve Gürcistan üzerinden Basra Körfezi’ni Karadeniz’e bağlayacak yeni bir hat oluşturma çabası içinde olması da dikkatlerden kaçmamıştır. Yaklaşık bin yıl boyunca Türk hanedanları tarafından yönetilen, etno-demografik durumu itibarıyla da tabii olarak Türk Devletleri Teşkilatına üye olmak için müracaat etmesi gereken İran’ın stratejik korkularla hareket ederek bir yere varması, tarihin akışını değiştirmesi mümkün gözükmüyor. Ancak dış siyasetinde paradigma değişikliğine gidemeyen İran’ın yükselen Türk gücünü durdurmak, kendi ülkesinde kaçınılmaz olan dönüşümü engellemek için muhtelif ittifak ve faaliyetler arayışında olduğu da bilinmelidir
.
İktisadi kalkınma yolunda özelleştirme ve önemi
5 Aralık 2021 02:00
Dr. Hayrettin TÜLEYKAN
TOGÜ İİBF Maliye Bölümü Öğretim Üyesi
hayrettin.tuleykan@gop.edu.tr
Artık üreten, yöneten ve denetleyen devlet anlayışı yerini üretim araçlarının özel sektöre devredildiği, daha küçük ama güçlü devlet anlayışına bırakmıştır. Dünya genelinde değişen ihtiyaçlar, hem kamu hem de özel sektörde büyük bir dinamizmi zaruri kılmaktadır.
Ekonomide kamunun payının azalmasıyla birlikte faiz oranları da düşer.
Özelleşen devlet kuruluşları, daha verimli çalışmaya başladı.
“Ortak atın beli eğri olur.”
“Bir şeyin sahibi herkes ise o şeyin sahibi hiç kimsedir.”
Yirminci asrın ikinci çeyreğinden itibaren klasik anlamda devletin görevleri sorgulanmaya başlanmış; artan ihtiyaçlar, siyasi ve sosyal gelişmelere bağlı olarak devletin ekonomide görevleri ve müdahale alanları artmıştır. 1930 ekonomik buhranı sonrası Keynezyen iktisadın doğuşuyla beraber bu müdahaleci yaklaşım iktisadi anlamda meşruiyet kazanmış, kamu ağırlığı her sahada hissedilmeye başlanmıştır. Öyle ki günümüzde dahi, soyut bir kavram olan devlet, vatandaş nezdinde, ağırlıklı olarak kamu hizmetleri aracılığıyla görünür hâle gelmektedir.
Ancak bu durum yüksek kamu harcamalarını ve vergi gelirlerinde artışı beraberinde getirmiştir. Bir taraftan kamu hizmetleri ve talebi artarken diğer taraftan bütçe açıkları ve kamu borçlarında artış yaşanmaya başlamıştır. Ortaya çıkan bütçe zorlukları, kamu yöneticilerini çeşitli arayışlara yöneltmiştir. Bu arayışlar neticesinde 1970’li yıllarda devletin ekonomide rolünü azaltan ve kamu hizmetlerinin sunumunda özel sektör payını artıran akımlar gelişmeye başlamıştır. Artık üreten, yöneten ve denetleyen devlet anlayışı yerini üretim araçlarının özel sektöre devredildiği, daha küçük ama güçlü, piyasayı düzenleyen ve denetleyen devlet anlayışına bırakmaya başlamıştır.
Bu değişimde yukarıda bahsedilen iktisadi sebeplerle birlikte nüfus artışı, dünya genelinde ortaya çıkan refah seviyesi ve baş döndürücü hızla ilerleyen teknoloji karşısında çok değişen ve çeşitlenen ihtiyaçlar da yer almaktadır. Bu durum hem kamu hem de özel sektörde büyük bir dinamizmi zaruri kılmaktadır.
TEKNOLOJİK GELİŞMELER VE DEĞİŞİM İHTİYACI
Serbestleşme ve teknik gelişmelere paralel olarak artan rekabet, verimlik ve etkinlik yarışında sadece özel sektör değil kamu sektörü de büyük bir değişim ve gelişim baskısı altında kalmaktadır. Kamunun geleneksel üretici-müdahaleci yönetim ve büyük bütçe anlayışıyla bu değişim ve gelişime cevap vermesi imkânsız hâle gelmektedir.
1980 sonrası dünya ekonomisinde liberalleşme hareketleriyle birlikte özellikle gelişmekte olan ülkelerde radikal değişimler yaşandı. Hem borç kısır döngülerinden kurtulmak hem de uluslararası ekonomik sisteme entegre olmak adına köklü reformlara yöneldiler. Dünya ekonomisi daha çok liberalleşirken, sosyalist ülkelerde serbestleşme yönünde atılımlar gerçekleştirmeye başladı.
1990’lara gelindiğinde sosyalist blok çöktü, liberal ekonomik düzen global manada daha fazla alanda geçerlilik kazanmaya başladı. Bu olağan üstü gelişmeler ve dönüşümler, kamu yönetim, hizmet ve finansmanında hükûmetlerin etkinlik ve verimlik arayışlarını da artırdı.
KAMU YÖNETİMİNDE REFORM
Kamuda var olan hantallık ve etkinsizliğin önüne geçmek için bir takım yenilikçi bakış açıları geliştirilmeye başlandı. Bu yenilikçi bakış açılarının iki temel ayağı vardı. Bunlar yönetimde reform ve ekonomide kamunun rolünün yeniden belirlenmesi ve payının azaltılmasıdır.
Liberalleşme politikaları ile ekonomide kamunun payının azaltılması çalışmalarının dört stratejik hedefinin olduğu söylenebilir:
İlki kamunun kaynak ihtiyacının azaltılması ve kamunun çekildiği alanları özel sektörün almasıyla kaynak kullanımında etkinliğin sağlanmasıdır.
İkinci olarak küçülerek kaynak ihtiyacı azalan kamunun borcunun azalması bunun sonucu faiz oranlarının düşmesi, özel sektör üzerinde vergi yükünün azalması, yatırım maliyetlerinin düşmesi, kamu ve özel sektörün daha verimli çalışması.
Üçüncü olarak hacmi daralarak yönetimi görece daha kolaylaşan kamu sektörünün yeni yönetim prensipleri ile reforma edilerek daha etkin işleyişinin sağlanması.
Dördüncü olarak da büyük bütçe gerektiren kamu hizmetlerinin kamu özel işbirliği (KOİ) modelleri ile özel sektör tarafından yapılmasının önünün açılmasıdır.
KAMU SEKTÖRÜ NEDEN VERİMSİZ ÇALIŞIR
Kamu tercihi teorisine göre kamu ekonomisi kaynak israfına yol açmakta dolayısıyla verimsiz çalışmaktadır. Teoriye göre, nasıl insanlar özel sektörde kendi menfaatleri peşinde koşuyorlar ise (homo economicus) kamu sektöründe çalışmaya başlayınca da aynı şekilde özel çıkarlarını takip etmektedirler. Hâlbuki kamu sektörü mülkiyetin devlete ait olduğu (ortak), özel menfaatlerin geri planda olduğu, erdemli çalışma disiplini gerektiren sektördür. Fakat maalesef dünya geneli uygulamalara bakıldığında bunun böyle olmadığı görülmektedir.
Kamu sektörünün aktif işleyişine tesir eden üç büyük gruptan söz edilebilir: Politikacılar, bürokratlar ve idarecileri seçen halk… Bu üç grup kendi menfaati peşinde koştuğunda kamu kaynakları israf oluyor. Şöyle ki; bütün dünyada politikacılar oylarını artırmak için rasyonel olmayan kararlar alabiliyorlar. Buna popülizm deniyor. Bürokratlar etki alanlarını genişletmek için devamlı yüksek bütçe talep ederek israfa sebep oluyor. İdarecileri seçen halk ise memnun edilmeye, oyları alınmaya çalışılan kesim olduğu için, iktisadi gereklerle örtüşmeyen popülist vaadlere oy vererek israfın meşrulaştırılmasına alet oluyorlar. Burada görüldüğü üzere kamu sektöründe verimsizlik ortak mülkiyet sahası olmasına bağlı olarak sektörün özünde (tabîaten) var olan bir verimsizliktir.
VERİMSİZLİĞİN KAYNAKLARI
Teoride kamu sektöründe olup özel sektörde olmayan ve verimsizliğe ve kaynak israfına sebep olan başka unsurlar şu şekilde özetlenmektedir:
İflas müessesesinin olmaması: Gerçekten özel sektörde işlerin verimli olmasının sebeplerinden biri de iflas korkusudur. Mülkün sahibi olan şahıs, iflas durumunda başına gelecekleri bildiği için bir kuruşu israf etmeden, iyi hesap ve muhasebe ile hareket etmeye özen gösterir. Kamu sektöründe iflas durumu söz konusu olmadığı için kaynakların israfı daha kolay olmaktadır.
Siyasal bağlantıların olması: Ahbap çavuş ilişkisi de denilen bu durum kamuda önü alınamayan bir problemdir. Nepotizm (akraba kayırmacılığı) liyakatsiz personel istihdamının önünü açmaktadır. Bu da etkinsizliğe sebep olmaktadır.
Rekabetin yokluğu: Rekabet kaynakların etkin kullanımını, ucuzluğu ve kaliteyi getirir. Özel sektörün başarılı çalışmasının en temel sebebidir. Kamunun teknoloji takibinde geri kalması ve kalitesiz üretim yapması bu sektörde rekabet olmamasından kaynaklanmaktadır.
Maaş ve ücretlerin performansa bağlı olmaması: Kamu sektöründe ister çok çalışsın ister az çalışsın aynı gelir söz konusudur. Özel sektörde ne kadar performans artarsa o kadar gelir artırma imkanı vardır. Bu, özel sektörde verimliliğin, kamu sektöründe verimsizliğin önemli sebeplerindendir.
Aşırı derecede riskten kaçınma: Risk almak, alabilmek yüksek kazancın önemli bir unsurudur ve kamu sektöründe buna çalışanları teşvik eden bir mekanizma yoktur. Kamuda sorumlulukların birbiri üzerine atılması suretiyle ortaya çıkabilecek zarar korkusu, risk almayı değil risk almamayı teşvik etmektedir.
Kamu sektöründe olmayıp özel sektörde var olan ve verimliliği artıran unsurlar ise şunlardır: Ortak misyon, sahiplik duygusu, kâr güdüsü, inovasyon, rekabet, esnek çalışma prensipleri, performans odaklı esnek gelir imkanı.
ÖZELLEŞTİRMENİN ÖNEMİ
Tarih boyunca özel mülkiyet altında bulunan yani bir sahibi olan koyun, inek, at vs. hayvan türleri korunarak ve geliştirilerek günümüze kadar geldiği görülmektedir. Buna mukabil ortak (kamu) mülkiyet altında bulunan pandalar vs. çok sayıda canlı, soyunun tükenmesi ile karşı karşıyadır. Bundan dolayı ortak kullanım sahalarının özelleştirilmesi tavsiye edilmektedir.
Yukarıda sayılan sebepler göz önüne alındığında kaynakların faal kullanımı için devletin ekonomide payının küçültülerek, özel sektörün sahasının genişletilmesi gerekmektedir. Bunun için özelleştirme bir araç olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de iktisadi liberalleşmeyi tek parti iktidarı sonrasında Adnan Menderes hükûmeti başlatmıştır. Nitekim Türkiye ekonomisi, on yıllık iktidarı süresinde (1950-59) yakaladığı ortalama yüzde 7 büyüme performansını (tarım yüzde 6.2; sanayi % 9.1; hizmetler % 6.7; inşaat % 8.2) 2000 yılı sonrası dahil hiçbir on yıllık periyodda yakalayamamıştır (bknz: Haftalık Ekonomik Gelişmeler, Kalkınma Bakanlığı). Daha sonra yaşanan siyasi olaylarla inkıtaya uğrayan serbest pazar ekonomisine yönelik açılımlar 1980 yıllardan itibaren ekonomi yönetiminde görev alan Turgut Özal’la birlikte yeniden hayat bulmuştur. Günden güne uçuruma doğru giden Türkiye ekonomisi Özal iktidarı ve onun liberal iktisada yönelik gerçekleştirdiği reformlar ile yeniden sürdürülebilir kalkınma iklimine girmiştir.
Özal ilk özelleştirme adımını 1986 yılında atmıştır. Bu yıldan sonra devletin sırtında kambur niteliğindeki çok sayıda kamu iktisadı teşebbüsü özelleştirilmiştir. Günümüze kadar 70 milyar dolar tutarında özelleştirme yapılmıştır. Gerek o zaman gerek gümünüzde özelleştirmelerin karşısında yer alan veya bir takım çekinceler dile getirenler vardır. Aşağıda özelleştirme idaresi başkanlığı tarafından yayınlanan Türkiye’de Özelleştirilen Şirketlerin Performans Analizleri yayınından bazı özelleştirilen kuruluşların özelleştirme öncesi sonrası performans değerleri vardır.
|
|
Üretim (ton)
|
Kapasite Kullanım Oranı (%)
|
ERDEMİR
|
Özelleştirme öncesi
|
3.535.000
|
98.2
|
Özelleştirme sonrası
|
3.831.000
|
104
|
PETLAS
|
Özelleştirme öncesi
|
691.666
|
34.8
|
Özelleştirme sonrası
|
778.222
|
37
|
KÜMAŞ
|
Özelleştirme öncesi
|
146.194
|
68
|
Özelleştirme sonrası
|
178.179
|
87
|
ÇİNKUR
|
Özelleştirme öncesi
|
20.896
|
78
|
Özelleştirme sonrası
|
29.202
|
144
|
GERKONSAN
|
Özelleştirme öncesi
|
1.423
|
28
|
Özelleştirme sonrası
|
6.562
|
131
|
Tablodaki şirketlere bakıldığında özelleştirme sonrası daha verimli çalışmaya başladıkları görülmektedir.
Özelleştirme uygulamalarında en iyi örnek ülke Yeni Zelanda. En başarılı ülkeler Anglo-Sakson şirket yapısına sahip ülkelerdir. Özelleştirilmeden önce British Airways ve Türk Hava Yolları dünyanın en kötü havayolu şirketlerindendi. Şu anda dünyanın en iyilerindendir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür
.
DİJİTAL DÜNYADA İDEOLOJİK SAVAŞLAR ‘Oyunu’ kimler kurguluyor?
12 Aralık 2021 02:00
Doç. Dr. Ali Murat Kırık
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Anabilim Dalı Başkanı
murat.kirik@marmara.edu.tr
ABD ve Çin gibi büyük ülkelerin oyun sektöründe daha fazla söz sahibi olma çabaları asla boşuna değildir. Zira oyunlarda birçok ideolojik kod yer almaktadır. Bu şekilde ideolojiler, geniş kitlelerin zihinlerine ekilmektedir.
Bazı oyunların İslamofobiyi yaymak için bir vasıta olarak kullanıldığı ve İslam hakkında negatif algı oluşturduğu göze çarpmaktadır.
Global oyun pazarı, 2023’te 200 milyar dolara ulaşabilir.
Koronavirüs pandemisinin tesiriyle dijital oyunlara olan rağbet giderek artmış ve mobil iletişim teknolojilerinin varlığı da oyun sektörünü popüler bir hâle getirmiştir. Oyun sektörü, 1970'lerde ilk oyunların ortaya çıkmasından bu yana çok büyük aşama katetmiştir. Günümüzün video oyunları, başarılı grafikler sunmakta ve gerçekliği şaşırtıcı derecede simüle etmektedir. Statista’nın verilerine göre; 2020 yılında, dünya çapındaki PC oyun pazarından elde edilen gelirin yaklaşık 37 milyar ABD doları olduğu tahmin edilirken, mobil oyun pazarının tahmini geliri ise 77 milyar ABD dolarının üzerindedir. Çocuklar arasında günlük ortalama oyun oynama müddeti oldukça yüksek olmasına rağmen, her yaştan her kesimden kişinin bu sektöre ilgisi göze çarpmaktadır. Global video oyunları pazarı, 2023 yılına kadar 200 milyar dolarlık sınırı geçme yolunda emin adımlarla ilerliyor. Mobil oyunların ise 2021 yılının sonunda %4,4 büyüyerek 90,7 milyar dolar kazanacağı tahmin edilmektedir. Bununla birlikte her yıl ortalama 4000-5000 aralığında oyun üretimi gerçekleştirilmektedir. Her geçen yıl bu sayı artmaktadır. Tabii, bu sayılar artarken dünyanın dev oyun şirketleri de büyük atılımlar gerçekleştirmektedir.
OYUN DEVLERİ UZAK DOĞU’DA
Dünya genelinde oyun endüstrisinin lokomotifi Sony’dir. Japon teknoloji devi, geçen yıl toplam 25 milyar dolar olan oyun gelirinin çoğunu, 2020'de çıkan ve dünyanın en popüler yeni nesil videosu hâline gelen PlayStation 5'ten elde etti. Çin merkezli Tencent ise öncelikle şirketin mobil amiral gemisi oyunu “Honor of Kings” gibi online ve mobil akıllı telefon oyunlarına odaklanmış durumdadır. Tencent, bütün dünyada milyonlarca oyuncunun, profesyonel olarak bile keyif aldığı popüler çok oyunculu savaş arenası oyunu “League of Legends”ı meydana getiren Amerikan video oyun stüdyosu Riot Games'in de sahibidir. En büyük 10 video oyunu şirketi 2021 sıralamasında üçüncü sıraya düşmesine rağmen, Nintendo'nun geçen yılki 12,1 milyar dolarlık gelir başarısı da dikkate değerdir. Dünyanın en büyük yazılım şirketi aynı zamanda dünyanın en büyük dördüncü video oyun şirketi Microsoft, Xbox Game Studios ile yaklaşık 11,6 milyar dolar gelir elde etti. Microsoft'un sahibi olduğu İsveçli video oyun stüdyosu, son zamanlarda tarihin en popüler video oyunu hâline gelen Minecraft'ı oluşturmasıyla tanınıyor. Activision Blizzard, en büyük 10 video şirketi sıralamasında beşinci sırada yer alıyor. 2008 yılında Amerikan video oyun şirketleri Activision ve Blizzard Entertainment'ın birleşmesiyle kurulan Activision Blizzard, geçen yıl 8,1 milyar dolar hasılat elde etmiştir.
Z KUŞAĞINDA OYUNLARIN YERİ
Yapılan araştırmalar da özellikle çocuklar ve gençlerin dijital oyunlara olan ilgisinin her geçen gün arttığını gösteriyor. Deloitte’nin Amerika’da yapmış olduğu araştırma bunun ne kadar güçlü olduğunu gözler önüne seriyor. Kullanıcılar, eğlence, bilgi ve sosyal bağlantı için medyaya her zamankinden daha fazla bağımlı hâle gelmiştir. Koronavirüs pandemisi önceden var olan endüstri eğilimlerini gittikçe hızlandırdı ve eğlenceyle ilgili davranışları değiştirerek dijital oyunlara olan rağbeti artırdı. Araştırmaya göre gelecekte, TV veya film izlemek yerine video oyunları oynamayı, müzik dinlemeyi ve sosyal medyada etkileşim kurmayı tercih eden Z Kuşağı meydana gelebilir. Araştırmaya katılanların çoğu, sosyal medya kullandıklarını, en az bir ücretli video akışı hizmetine sahip olduklarını ve sık sık video oyunları oynadıklarını söylemiştir. Z kuşağına bakıldığında ise oyunlara olan ilgilileri açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 2000 ve sonrası doğan neslin en sevdiği aktivite video oyunları oynamaktır. Bu oran %26 civarındadır. Bunu müzik dinlemek (%14), internette gezinmek (%12) ve sosyal platformlarda etkileşim kurmak (%11) izlemiştir.
DİJİTAL OYUNLARIN DOĞDUĞU YER
İstatistiklerin yanı sıra bugün Amerika Birleşik Devletleri, gelir açısından önde gelen oyun pazarlarından biridir. Geçmişten günümüze bildiğimiz şekliyle birçok kişi tarafından oyun sektörünün doğduğu yer olarak kabul görmektedir. 2021'de, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki video oyunu pazar büyüklüğü, 2020'deki tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 76,15 milyar ABD dolarından 85,86 milyar ABD dolarına çıkmıştır. Eğlence Yazılımları Derneği (ESA) tarafından yayınlanan bir araştırmaya göre, ABD oyun endüstrisi 2019'da yıllık 90,3 milyar dolarlık ekonomik çıktı üreterek yaklaşık 429.000 işi destekledi. 429.000 işten 143.000'i doğrudan endüstri tarafından istihdam ediliyor ve çalışma başına yıllık 121.000 dolar tazminat alıyor.
NİÇİN OYUNDA SÖZ SAHİBİLER
ABD gibi büyük ülkelerin bu noktada söz sahibi olması asla boşa değildir. Zira oyunlarda birçok ideolojik kod görebilmek mümkündür. Bu şekilde ideolojiler daha çocuk yaşlarda zihinlere ekilmektedir. Basitçe ifade etmek gerekirse oyunlar gerçek dünya hayali bir tahmin bir dizi ve semboldür. Siyasi, ekonomik, dinî ve küçük uygulamalarda tasvirler gösterebilmektedir. Misalen; Amerikan askerî video oyunları, şiddet içeren aktörlerin medya stratejilerinde önemli bir rol oynamaktadır. Özdeşleşme aracılığıyla çocuklarda ve gençlerde aidiyet hissini ortaya çıkarmaktadır. Bu sayede çocuk tek dünya devleti idealini derinden hissetmektedir. Bu oyunların çoğu, bir ideolojinin, bir problemin veya bir meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine dair savaşları içerir. Oyun ve eğlence aracılığıyla çocukların bilinçaltına doğrudan etki edilir ve George Gerbner’in televizyon için idealize ettiği “ekme kuramı” oyunlar aracılığıyla hayat bulur. Gerbner’e göre; “televizyon kurulu endüstriyel düzenin bir kültürel koludur.” Son yapılan araştırmalar ve elde ettiğimiz istatistikler artık televizyonun yerini dijital oyunların aldığını bizlere göstermektedir. Dolayısıyla bu misyon artık oyunlara kaymıştır. Askerî video oyunları dinamiktir; sonsuz çekişme ve yeniden yapılandırmaya açıktır. Oyunlar, lineer veya açık uçlu olma dereceleri bakımından önemli ölçüde farklılık gösterir. Oyun geliştiricileri yalnızca gerçek siyasi kurumlar ve hadiseler hakkında bilgi sunmakla kalmaz, aynı zamanda bunların çalışan sanal modellerini de oluşturur. Örneğin, bir askere alma videosu izleyicilere bir ordunun değerleri ve hedefleri hakkında bilgi verebilirken, bir video oyunu bu değerlerin ve hedeflerin pratikte hayata geçirildiğinde nasıl göründüğünü gösterebilir.
İSLAMOFOBİ OYUNU
Bazı oyunların İslamofobiyi yaymak için bir araç olarak kullanıldığı ve İslam hakkında olumsuz algı oluşturduğu da göze çarpmaktadır. Dijital oyunlarda, cami minarelerinin havaya uçurulması, ezan okunmasına, Kâbe kapısına, Kur’ân-ı kerim âyetlerine ve Allah'ın isimlerine olumsuz atıflara rastlanmaktadır. Örnek vermek gerekirse dünyanın en büyük oyun firmaları arasında sayılan Activision, oyuncuların Kur’ân sayfalarının üzerinden geçmesine izin veren bir sahneye sahip olan ve bazı ekran görüntülerinde bu sayfaların kana bulanmış olduğunu gösteren “Call of Duty” oyunu için özür dilemek zorunda kalmıştır. Ancak özür dilemenin yeterli olup olmadığı derin bir tartışma konusudur. Oyunlarda LGBTİ’nin de var olduğu görülmektedir. 1988 yılında piyasaya sürülen “Super Mario Bros. 2”de Birdo adındaki bir karakterin erkek olduğu ancak kendisini kadın olarak hissettiği ifade edilmiştir. Dolayısıyla Birdo, Nintendo’nun ilk transseksüel karakteridir. Bu tip örneklere dijital oyunlarda sıklıkla rastlamak mümkündür. “GTA: Vice City Stories” isimli oyunda ise Reni Wassulmaier adında bir transseksüel film yönetmeni bulunmaktaydı.
ÇİN’İN YÜKSELİŞİ
1990'ların sonlarında Çin'deki oyun endüstrisi neredeyse yok gibiydi. Ama artık ABD’den sonra Çin de oyun sektöründe önemli bir konuma sahiptir. Oyun endüstrisinin Dijital Kültür Medya ve Spor Bakanlığı'na bağlı olduğu İngiltere'de olduğu gibi, Çin'de de oyunlar kültürel bir ihracat olarak kabul ediliyor. İlk defa bir Çinli takımın kazandığı 2019 “League of Legends” dünya şampiyonası tahmini 21,8 milyon kişi tarafından canlı olarak izlenmiştir. Kısacası Çin’de de oyunlara ilgi yüksektir. Çin oyun pazarının da 2021-2026 döneminde %14'lük bir büyüme kaydetmesi beklenmektedir. Çin Yayıncılar Birliği Oyun Komitesi'ne göre, Çin'de oyun endüstrisindeki mobil oyunların satış gelirlerinin payı 2018 mali yılında %62,5'ten 2019 mali yılında %68,5'e ulaştı. Uygun fiyatlı akıllı telefonların mevcudiyeti, cep telefonu kullanıcılarının mevcut özelliğinden akıllı telefonlara geçişe neden olabilir. Çin hükûmeti, en büyük teknoloji devlerinden bazılarına zarar verme pahasına olsa bile, çocukların video oyunları takıntısını ortadan kaldırmaya kararlı olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Pekin, 18 yaşından küçüklerin her hafta belirlenen saatlerde en fazla üç saat oyun oynayabileceğini şart koşan bir duyuru yapmıştı. Çin dijital oyunlardaki Amerikan ideolojisi ve tek merkezli yapıyı bertaraf etmek adına bu adımları atıyor olabilir.
GÖZETİM ARTIYOR
Sonuç olarak oyun teknolojisi artık bir endüstri durumuna gelmiş durumdadır. Ancak dijital oyunların giderek sanal gerçeklik eksenine kayacağı da dikkate değer bir husustur. New York Üniversitesi Oyun Merkezi'nde çalışan Profesör Mitu Khandaker, sanal gerçekliğin oyundaki rolü konusunda umutlu olduğunu iddia etmiştir. Oyun teknolojisindeki en büyük gelişme bulut oyunlarda etkisini hissedecektir. Sanal gerçeklik kulaklıkların hafif, kullanıcı dostu ve uygun fiyatlı olması gerekmektedir. Yeni kontrol imkânları, bağımsız olarak kullanılabilen ücretsiz kamera ve diğer avantajlar oyun sektörünün geleceği adına son derece önemli olacaktır. Fakat dijital oyunlardaki gözetim ve kullanıcıların sanal ortamda iz bırakması büyük bir tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Mahremiyet çağının bittiği günümüzde kişisel verileri korumak oldukça zordur. Oyunlar aracılığıyla toplanan verilerin gelecekte ne amaçla kullanılacağını tahmin etmek de neredeyse imkânsızdır. Dijital oyun sektörü büyüdükçe denetim ve gözetimin artacağını ifade etmek ve bireylerin tek bir kalıba sokulacağını iddia etmek mümkündür.
.
İklim değişikliği, gıda sıkıntısı ve Türkiye’de tarım
19 Aralık 2021 02:00
Prof. Dr. İbrahim Aydın
Balıkesir Üniversitesi NEF Öğretim Üyesi
iaydin@balikesir.edu.tr
Türkiye’de tarım hususunda yapılması gereken en önemli uygulama; mevcut ziraat topraklarını korumak, yani tarım dışı faaliyetlere kurban etmemektir. Ayrıca, modern tarım yöntemleriyle, birim alandan daha fazla ürün almaktır.
İnsanoğlunun ilk faaliyeti tarım, gelişmiş ülkelerin sanayi fonksiyonu temelli kalkınması ve katma değerinin diğer sektörlere göre düşük kalması sebebiyle hak ettiği itibarı görememiştir. Günümüzde aktif nüfusun tarım dışı alandaki istihdam miktarı ve ülkelerin kentsel nüfus oranları, kalkınmışlık emaresi sayılmaktadır. Bütün bu gerekçelerle, ülkemiz dâhil dünyadaki bütün ülkeler, kalkınma planlarında sanayi ve hizmet sektörüne özel önem verirken, tarım sektörünü ikinci, hatta üçüncü plana itmiştir.
Oysa, kadim ekonomik faaliyet olan tarım, insanların gıda ihtiyacını, hayvanların da yem ihtiyacını karşılar. Önemli oranda istihdam sağlamanın dışında, tarımsal ürünleri kullanan birçok sanayi koluna ham madde temin eder. Ülkelerin dışa bağımlılığını azalttığı gibi, ihtiyaç fazlası tarım ürünlerinin ihracıyla döviz girdisi sağlar. İnsanoğlu ister antik devirlerde, isterse uzay çağında yaşasın, gıda ihtiyacını tarım mamullerinden sağlamak zorunda olduğu için, tarımın kıymeti hiçbir dönemde azalmaz.
DÜNYADA KITLIK ENDİŞESİ
Son iki yıldır devam eden COVID-19 salgınında koca koca ülkelerin gıda tedarikinde yaşadıkları problemler de, tarımın önemini bir defa daha hatırlatmıştır. Önümüzdeki yıllarda beklenen iklim değişikliği, enerji darboğazı, dünya nüfusunun katlanarak artması ve ziraat ürünlerini işleyen sanayinin hızla gelişmesi, bütün ülkeleri tarım ve tarım ürünleri ile alakalı “kıtlık” endişesine sevk etmiştir. Hatta Batılı ve gelişmiş ülkeler, birçok Afrika ülkesinden tarım arazisi kiralama yoluna gitmektedir. Bununla ilgili olarak, Bill Gates dâhil birçok girişimci ve firmanın, Türkiye’den de tarım arazisi topladığı iddia edilmektedir. Bazı ekonomistler, tarım arazisine yapılan yatırımın altın ve dövizden daha kârlı olacağını savunmaktadır.
Global ısınma, bilim adamlarının beklediğinden çok daha kısa sürede ve hızla artarken, deniz seviyesi de süratle yükselmektedir. Şöyle ki; deniz seviyesi 1993-2002 arasında 2,1mm, 2013-2021 arasında ise 4,4mm yükselmiştir. Bu da, birçok tarım alanının kuraklıktan tarım dışı kalması, en verimli delta ovalarının da suların altında kaybolması anlamına gelmektedir.
TARIM ÜRÜNLERİNE İHTİYACIMIZ KATLANARAK ARTMAKTA
Türkiye, yıllardır tarım ülkesi olarak bilinir. Sahip olduğu iklim şartları, nüfusun geçmiş dönemde kırsal sahada ikamet etmesi, aktif nüfusun önemli bir kısmının tarımda istihdam olması ve GSMH’da tarımın mühim bir oran tutması, bu kanaati desteklemekteydi. Kısa bir süre öncesine kadar, tarım ürünleri açısından dünyada kendi kendine yeten yedi ülkeden biri olmakla övünürdük. Karadeniz bölgesi hariç, ülkemiz genelinde, bitkilerin suya ihtiyaç duyduğu gelişme dönemleri olan yaz aylarının sıcak ve kurak geçtiği, karasal ve Akdeniz iklimi hâkimdir. Bu sebeple, yaz kuraklığında su ihtiyacı duymayan tahıl ürünleri tarımı yaygın olarak yapılmaktaydı.
Ancak ülkemizin nüfusu, 1927 yılında yapılan ilk sayımda 13,6 milyon çıkmıştır. Çoğu kadın ve çocuktan oluşan, kanaatkâr bu nüfus, hem miktar ve hem çeşit olarak az gıda tüketen bir topluluktu. Günümüzde ise, nüfusumuz 85 milyona dayanmıştır. Üstelik, hem miktar olarak, hem de çeşit olarak daha fazla gıda tüketen bir nüfus mevcuttur! Türkiye nüfusu, 94 yılda yaklaşık 71,5 milyon, yani %525 oranında artmıştır. Ayrıca, ülkemize yılda 40-50 milyon turist gelmektedir. Bunlara, 5-6 milyon sığınmacı da eklendiğinde, tarımın beslemek zorunda olduğu nüfusun büyüklüğü ortaya çıkar. Bütün bunların ilaveten, tarım ürünlerini işleyen sanayinin de gelişmesi, tarım ürünlerine olan talebi âdeta patlatmıştır. Bu durumda yapılması gereken en önemli uygulama; mevcut tarım topraklarını korumak, yani tarım dışı faaliyetlere kurban etmemektir. Ayrıca, modern tarım yöntemleriyle, birim alandan daha fazla ürün almak, yani verimliliği arttırmaktır.
TARIMDA 2-3 YILDA BİR ÜRÜNDEN, YILDA 4 ÜRÜNE
Ülkemiz tarımında en önemli problemlerden biri sulamadır. Oysa Türkiye, Avrupa’da Rusya ve Norveç’ten sonra, en fazla hidroelektrik enerji potansiyeli olan ülkedir. Akarsu varlığı açısından Orta Doğu ve komşuları içerisinde en zenginidir. Barajların kurulması için; akarsuyun varlığı, suyun debisi, rejimi, dar bir vadi içerisinde akması, su toplama havzasının var olması ve geçirgen olmayan bir tabanın bulunması gibi fiziki şartlar gerekiyor. Ayrıca, iş gücü, teknik eleman, teknoloji ve sermaye gibi beşerî şartlar da, olmazsa olmaz bileşenlerdir. Türkiye’de geçmişte, sermaye, teknoloji ve teknik eleman yetersizliği sebebiyle, onlarca tatlı sularımız tuzlu denizlere akmaktaydı. Hatta bu durum, “Su akar Türk bakar” şeklinde, istihza konusuydu. Son yıllarda bu durum değişmiş, aynı akarsuyun üzerinde, farklı mesafelerde birden fazla barajlar tespih taneleri gibi dizilmeye başlanmıştır.
Ülkemizde yapılan baraj ve göletlerden sulama sayesinde tarım alanlarından geçmişte 2-3 yılda bir ürün alınabilirken, günümüzde aynı tarım alanından, yılda 3-4 defa mahsul alınır hâle gelinmiştir. Verimliliğin ve rekoltenin artması dışında, sulama sayesinde, üretilen tarım ürünleri de hem çeşitlenmiş, hem de kaliteleri artmıştır. Endüstriye ham madde sağlayan ve katma değeri fazla olan sanayi ürünlerinin tarımı da bir hayli yaygınlaşmıştır.
SOFRA ÜZERİNE BİNA YAPMAK!
Bilim adamları, toprakları, verimliliklerine göre 8 sınıfa ayırmakta, sonra da nasıl kullanılması gerektiğini açıklamaktadır. Buna göre, 1. ve 2. sınıf topraklar sulama için gerekli tatlı bir meyle sahip olup, hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan tarım yapılabilir. Üçüncü ve 4. sınıf topraklar ise, taşlılık, tuzluluk ve taşkınlık gibi birkaç sorun olduğu için, “kontrollü ve tedbirli tarım” yapılacak alanlardır. Eğimin arttığı 5. sınıf topraklar ise, artık toprağın yüzeyini tüm yıl kaplayan ve erozyona karşı toprağı tutan meyvecilik faaliyetleri için uygundur. 6. sınıf topraklarda, eğim iyice artmış olup, hiçbir şekilde toprak sürülüp gevşetilmemeli ve bu tür topraklar mera alanı olarak kullanılmalıdır. 7. sınıf topraklar ise ormanlar için ayrılmalı ve 8. sınıf topraklar da, ana kayanın yüzeye çıktığı tarımsal faaliyetler anlamında, ekonomik değeri olmayan alanlardır.
Ülkemizde, âdeta nüfus patlamasının yaşandığı günümüzde, başka ülke ve kıtalardan tarım arazisi satın alma veya kiralama çabalarına rağmen ülkemizde tarım alanları ısrarla tarım dışı faaliyetlere ayrılarak âdeta katliam yapılmaktadır. Verimli alüvyal ovalar; yol, otogar, sanayi tesisleri ve imarlaşmaya kurban ediliyor. Yılda dört defa ürün alınabilen mümbit topraklar, maalesef tarım dışı amaçlara kurban ediliyor.
İstanbul yedi tepe üzerine, Bursa Uludağ, Manisa Spil Dağı eteklerine, İzmir Kadifekale yamaçlarına kurulmuşken, günümüzde tüm şehirlerin alüvyal ovalara doğru yayılması kolaycılığın en belirgin örneğidir. Tarım alanlarının imara açılması ile ülkemizin geleceği çalınırken, gevşek zeminli ve yer altı su seviyesinin yüksekliği sebebiyle birinci derece deprem sahalarına nüfusun yığılması, felakete yaldızlı davetiye çıkarmaktan farksızdır. İstisnasız tüm şehirlerde durum budur. Ülkemizin sofraları Çukurova, Çarşamba, Bafra, Bursa, Balıkesir, Adapazarı, Muş, Ege Bölgesi’ndeki depresyonik ovalar gibi, ülkemizdeki tüm ovalar yok oluyor.
Bu imar uygulaması şuna benziyor: Bir oda Türkiye olsun. Odanın ortasında sevdiğimiz tüm yemek çeşitlerinin yer aldığı ve üzerinden buram buram kokularının ve dumanlarının tüttüğü yer sofrası! Odanın kenarlarında da çok kaliteli mobilya takımı. Bizler odaya girdiğimizde, mobilyalara değil de, âdeta yer sofrasının üzerine oturuyoruz. Şehirlerdeki imar uygulamalarımız bu durumdan farklı değil!
Bunun üzerine, tarımsal faaliyetler de, eğimin arttığı meyvecilik, mera ve orman alanı olması gereken alanlara kaydırılıyor. Bunun bedeli ise daha ağır oluyor. Bu alanlardaki verimliliği arttırmak için daha fazla gübre kullanmak zorunda kalınıyor. Mera hayvancılığı ve meyvecilikse olumsuz yönde etkileniyor. Arazinin eğime paralel sürülmesi ve toprağın gevşetilmesiyle erozyon süreci başlıyor. Erozyonla taşınan topraklar daha düz alanlardaki tarım topraklarında millenmeye, baraj gövdelerinin dolmasına, göl ve denizlerdeki tabii ortamın bozulmasına sebep olmaktadır. Kıt imkânlarda yapılan barajların gövdelerinin dolması, daha az enerji üretimi, daha az içme, kullanma ve sulama suyu depolanması dolayısıyla, daha az tarım alanlarının sulanması demektir. Bu olumsuzluklar zinciri uzar gider.
TARIMDA YAŞANAN PROBLEMLER
Ülkemizdeki tarımsal faaliyetlerde, sulama, tohum ıslahı, zirai mücadele, makineleşme ile birim alandan alınan verimlilik artmıştır. Verimliğin Avrupa ülkeleri kadar artmamış olması, aslında bizim için umuttur. Ancak Türkiye’de tarımsal faaliyetlerde genel bazı problemler mevcuttur.
Mesela milyonlarca hektar tarım sahası, ziraat dışı faaliyetlere ayrılmıştır. Türkiye’de 2000’de 26.4 milyon hektar işlenen tarım alanı, %7,9 oranında azalarak, 2009’da 24,3 milyon hektara düşmüştür. Yine ülkemizde 1989-2018 döneminde, toplam 2.604.517 hektar tarım arazisinin, tarım dışı kullanımına izin verilmiştir. Bunun yanında gübre, iş gücü, zirai ilaçlar, tohum, fide, sulama, yakıt vb. gibi üretim girdileri, üretim maliyetlerini oldukça arttırmaktadır.
Tarım ortamında yetişen gençlerin geleceklerini tarımda görmemeleri ve başka iş kollarına kaymaları, tarımda iş gücü temininde sıkıntılara sebep olmaktadır. Köylerde birçok alan çeşitli gerekçelerle ekilmeyip boş kalmakta, İstanbul ve Bursa merkezli olduğu söylenen ve gerçekte kim oldukları bilinemeyen bazı kişiler adına tarım alanları toplanmaktadır.
Miras yoluyla parçalanma nedeniyle sürekli küçülmekte olan tarım alanları ise, giderek bir çiftçi ailesini geçindirmekten uzaklaşmaktadır. Hasat dönemlerinde tarım ürünleri fiyatlarının düşük olması da, çiftçinin borçları yüzünden, ürününü hemen satmak zorunda olması, tarımsal kazancın gerçek üreticiye değil, aracılara gitmesine yol açmaktadır.
Tarım politikalarının yetersiz olması da bir hakikattir. Bu sebeple üretilen mahsullerin rekolteleri yıllara göre değişmekte, fiyat istikrarsızlığına yol açmaktadır.
ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Bu sıkıntılara çare olacak bazı adımlar atılabilir. Tarıma uygun ve 1. derece deprem bölgesi olan ilk dört sınıf topraklar, asla tarım dışı faaliyetler için kullanılmamalıdır. Tarım topraklarında “toplulaştırma” çalışmaları yapılmalı, bir aile işletmesinin elinde olan arazi, tarımsal üretimle en azından o ailenin geçimini sağlamalıdır. Küçük çaplı “Tarım Araçları Kooperatifleri” kurularak, sermaye israfının önüne geçilmelidir. Ülke genelinde makro düzeyde ürün planlamaları yapılarak, üretici ve tüketici mağduriyetleri ortadan kaldırılmalıdır. Üretim maliyetlerini düşürmek için, tarımsal girdilerle ilgili olarak, çiftçilerin mutlaka desteklenmesi gerekmektedir. Üretici ve tüketici arasındaki aracılar mümkün olduğu kadar aradan çıkarılmalı, kazanç, gerçek hak sahiplerine, yani çiftçilere gitmelidir. Tarım sigortası daha da yaygınlaştırılmalıdır.
Öte yandan birim alandan ve birim hayvandan verimin arttırılması için akademik çalışmalara ağırlık verilmelidir. Tohum ve fide, zirai ilaç ve gübre üretiminde dışa bağımlılık azaltılmalıdır. Ziraat Odaları, çiftçiden para tahsil eden kurum olmaktan çıkarılıp, çiftçiyi eğiten, yönlendiren, öncülük eden kurumlar hâline getirilmelidir. Su israfı dışında, toprakta millenmeye ve yıkanmaya sebep olan vahşi sulamadan vazgeçilip, damlama-sulama yöntemine geçilmeli. Genç girişimciler tarım sektörüne teşvik edilmelidir. Son yıllarda, köylerde arazi toplayanlarla alakalı iddialar ciddiye alınıp araştırmalıdır. Dövizde yaşanan son artışlar sonucu yabancılar için oldukça ucuz kalan tarım arazilerinin yabancılara satışı yasaklanmalı.
Çiftçi üretmezse dağdaki kuşlar da, şehirde gökdelenlerde yaşayan kibirli insanlar da aç kalırlar. "Dağlara buğday serpin, Müslüman ülkede kuşlar aç kaldı demesinler!" diyen bir kültürün mirasçısı ve bugün global güç olma iddiasındaki Türkiye, sanayisine tarımsal ham madde sağlayamayan bir ülke durumuna düşmemelidir.
.
İmam hatipler niçin çok tartışılıyor?
26 Aralık 2021 02:00
Doç. Dr. Mustafa Şeker
Türkiye’de resmî din eğitimi ve öğretiminin, aslından çok uzaklaştığına dair eleştiriler mevcuttur. Zira din öğretiminde en hassas nokta doğru bir din algısıyla nesilleri korumaktır. Bu ruh da Anadolu’da vardır.
Osmanlının güçlü eğitim kurumları içinde kabul edilen medreselerdeki akli ilimlerin imparatorluğun son döneminde kaldırılmış olması sebebiyle 30-40 yıl boyunca bu milletin çocukları, Amerikan, İngiliz, Fransız ve İtalyan okullarına mahkûm edilmişti. Buna sebep olan masonik zihniyet, semerelerini; II. Abdülhamid Han’ı tahttan indiren anlayışları üreterek ve koca imparatorluğun yıkımına sebep olan savaşlara sokarak almışlardı. Medreselerde verilen dinî eğitim de hakiki misyonunu kaybedip, cahil din adamları topluma hakkıyla faydalı olamamışlardı...
DİN EĞİTİMİ ALANINDA BAŞLAYAN MODERN UYGULAMALAR
1913 yılında ilk defa imam-hatip yetiştirmek için “Islâh-ı Medâris” planı çerçevesinde “Medresetü’l-eimme ve’l-hutabâ” ismiyle bir din öğretim okulunun açıldığı görülmüştür fakat daha sonra 3 Mart 1924 tarihinde 430 sayılı Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’yla ve Maarif Vekâleti’nin aldığı kararla bütün medreseler kapatılmıştır. Aslında bu kapanma Tanzimat’la başlayan bozulmaların bir neticesidir ki aslında medreseler bir nevi kendi kendilerini kapatmıştır.
1924 Tevhîd-i Tedrîsat Kanunu’nun 4. maddesine dayandırılarak 29 yerde imam hatip okulları açılmış ama buralarda Kur’ân-ı kerim, tefsir ve hadis-i şerif gibi derslerle birlikte musiki (gına) dersleri de programa girmiştir. Daha sonra bu okullar, 1930’da kapatılmıştır. 1929-1931 arası dönemde öğretmen okulları programından din dersinin ve 1933 İstanbul Darülfünunu’ndan İlahiyat Fakültesi’nin kaldırılmasıyla ülkemizde örgün eğitim-öğretim programı dâhilinde din öğretim kurumları kalmamıştır. Sadece Diyanet İşleri Başkanlığı riyasetinde Kur’ân-ı kerim ve hafızlık öğretimi devam etmiştir.
CHP’NİN DİN EĞİTİMİ HAMLESİ
1947 yılında toplanan CHP 7. Kurultayı ve meclis görüşmelerinde Hamdullah Suphi Tanrıöver, ülkede din görevlisi sıkıntısına dikkat çekmiş, ölülerin yıkanması, namazının kılınması ve gömülmesi için din görevlisi bulunamadığını söylemiştir. Bundan sonra 1949-1958 arasında imam-hatip kurslarının açıldığı ve askerliğini tamamlamış ortaokul mezunu kişilerin imam hatip kurslarına alındığı görülmüştür. 1959 yılında ise Yüksek İslam Enstitüsü açılmıştır (1982 yılında bu enstitüler, ilahiyat fakültelerine dönüşmüştür). 1960 İhtilali sonrasında dört şehir (Ankara, İstanbul, İzmir ve Erzurum) dışında imam hatiplerin kapatılması yönünde girişimler olmuşsa da, İsmet İnönü zamanında Bursa’da bir imam hatip okulu açılmış ve aynı yıllarda Millî Eğitim Bakanlığı teşkilat yapısı içerisinde Din Eğitimi Genel Müdürlüğü kurulmuştur.
HEP TARTIŞMALARIN MERKEZİNDE
1970, 1980 ve 1990’lı yıllarda da imam hatipler gerek içtimai gerekse siyasi alanda hep seçim vaatlerinin ve uygulamalarının birer parçası olarak tartışmaların merkezine çekilmiş, 1990’lı yılların sonlarında ise artık kökünün kazınması gereken eğitim kurumları gibi gösterilmiş, onca terör hareketi ve iç/dış problem varken bir millî güvenlik meselesiymiş gibi topluma lanse edilmiştir. 28 Şubat sürecinde imam hatiplere cephe alınarak din eğitimine büyük bir darbe vurulurken FETÖ ve benzeri yapıların el altından ellerini ovuşturdukları da bir hakikattir.
Din öğretimi Müslüman Türk toplumunun en hassas olduğu meselelerin başında gelir. Bu hassasiyeti bilen siyasi iradeler de beklentiler sebebiyle öncelikle ilk adımı hep din eğitimi ve öğretimi noktasında atmışlardır. Fakat önemli bir hakikat de şudur ki, Türkiye’de resmî din eğitimi ve öğretiminin, aslından çok uzaklaştığına dair eleştiriler mevcuttur. Zira din öğretiminde en hassas nokta aslından sapmadan, doğru bir din algısıyla nesilleri korumaktır. Bu ruh da Anadolu insanının bilinçaltında hep vardır.
NAKLİ ESAS ALMANIN EHEMMİYETİ
Âlimini, evliyasını ve kendi kültürünün rol model şahsiyetlerini referans edinen Anadolu insanı, bu terbiyeyi topraklarını mayalayan Türk-İslam coğrafyasında yetişmiş Yusuf-i Hemedani, Ubeydullah-i Ahrâr, Mevlâna Halid-i Bağdâdi, Seyyid Fehim-i Arvâsi ve Seyyid Abdülhakim-i Arvâsi hazretleri gibi kıymetlerden almıştır. Öyle ki Anadolu coğrafyasının hinterlandı nice büyük zatların ışık yaydığı Türkistan coğrafyasıdır. Ne zaman ki Türkistan coğrafyasında yetişmiş ve Anadolu’yu mayalayan âlim zatlar ile araya mesafe konmuş, Anadolu’nun dinî hayatında zayıflama görülmüştür.
Hamdullah Suphi Tanrıöver
DİNÎ HAYATTA MISIR TESİRİ
Dinî, kültürel ve tarihî süreçte Mısır, büyük ve kıymetli âlim zatlarla bezenmiş, İslam tarihinin en müstesna mekânlarından biri olmuştur. Fakat bu coğrafyaya Batı hâkim olup, içtimai ve siyasî üstünlüğü ellerine geçirdiklerinde, ilk odaklandıkları nokta, dinî hayat ve din eğitim-öğretimi olmuştur. Özellikle buralardaki din okullarında yetiştirdikleri din adamları, modernizmin ve reformist oryantalizmin merkezi olarak ülkeyi bir nevi üs olarak kullanmışlardır.
Özellikle 1830’lu yıllar; âdeta “İslam’ı içeriden nasıl bozarız” projelerinin fizibilitesinin yapıldığı, sonrasında da somut adımların atıldığı senelerdir. İngilizler, buraya attıkları tohumların meyveye durduğunu, casuslarının da ifade ettiği gibi 100 yıl sonra bile olsa görebileceklerine inanmışlardır. Attıkları tohumlar sayesinde Osmanlı coğrafyasına fitne maksatlı saldıkları sahte din adamları ile somut neticeler aldıklarını gördükçe daha da hırs ve kararlılıkla hedeflerine doğru yürümüşlerdir.
“ZEHİRLİ SARMAŞIĞA TAŞINAN SU”
Cahil ve sahte din adamlarının varlığı mukaddesatımıza ve devletin güvenliğine mal olacak kadar ileri seviyelere gitmiştir ki İttihat Terakki döneminde şeyhülislamlık yapan mason din adamları bile vardır. Özellikle 1970’li yıllarda dinî eğitim maksatlı Mısır’a giden bazı ilahiyatçılar, bünyelerine aldıkları reformist ve modernist muhteviyatlı zehir sayesinde İngiliz’in 100 yıl önce ektiği zehirli sarmaşığa bilerek/bilmeyerek su taşımışlar; Anadolu insanını zehirlemek için de bu vebayı bu topraklara bulaştırmışlardır. Bu vebanın muhteviyatında ise “Dininizi Kur’ân’dan öğrenin başka kaynağa gerek yok” virüsü bulunuyor, “Edille-i Şeriyye” bir çırpıda yok sayılıyor, her ne hikmetse mübarek kitabımız Kur’ân-ı kerimi tecvitle okumayı bile beceremeyen bir kısım zevatta hadis-i şerif, Eshab-ı kiram ve mezhep imamları düşmanlığı zirve yapıyordu.
Türkiye’de bir kesim devlet imkânlarını arkasına alıp dinin hayatımızdan çıkarılması için bir bardak suda fırtına koparırken, mağduriyet karinesi arkasına saklanan ve kendilerini dinin tek yılmaz savunucusu gibi kabul eden bu reformist zümre, arkalarına aldıkları saf, temiz Anadolu irfanı ile de reformist/modernist bir din imparatorluğu kurmaya çalışıyorlardı. Maalesef bazı ilahiyat fakültelerinde Hristiyanlıktaki gibi reformist bir din algısı ile yetiştirdikleri binlerce temiz Anadolu gencini öğretmen olarak okullara gönderdikleri gün, gömleğin düğmesi yanlış iliklenmeye başlanmıştır. Bugünkü imam hatiplere yönelik olumsuz algının membaı işte burasıdır. Maalesef Osmanlı ve diğer Müslüman Türk devletlerinin tatbik ettiği din eğitim ve öğretim metotları bazı eğitimcilerce yok sayılmıştır.
GELENEKSEL METOTLARLA DİZAYN EDİLMELİ
Çok sayıda, sesi yeteri kadar çıkmayan gayretli ilahiyatçı hocalar olduğunu biliyoruz. Ancak bugün bilimsel alanda önemli başarılara imza atan imam hatip okullarının aynı başarıyı niye dinî ve kültürel alanda gösteremediğinin ilahiyatçılar tarafından sorgulanması gerekmez mi? İmam hatiplerin ecdadın tatbik ettiği metotlar çerçevesinde yeniden dizayn edilmesi artık zaruri hâle gelmiştir. Şu da bilinmelidir ki modern pedagoji yanında geçmiş başarılı pedagojik metotların din öğretimi özelinde kullanılmasının gerekliliği de asla göz ardı edilmemelidir. Zira modernizmi hayatımızın her merhalesinde tatbik ederken din eğitimine yönelik sağlam, geçerli, geleneksel metotların da hitap edeceği noktalar olduğu unutulmamalıdır. (Öyle ki vücudun diğer organları için geçmiş insanların kullandığı ve “organik” diye tabir edilen beslenme metotlarına dönmenin zaruret olduğu tartışılırken yine insan için hayati ehemmiyeti haiz beynimiz, kalbimiz ve ruhumuzun da bazı zamanlar benzer tatbikatlara ihtiyacının olabileceği niçin göz ardı edilir, bunu da anlamak gerçekten zor…)
MESELE İLAHİYATLARDA BAŞLIYOR
Türkiye'de güvenlikte ve teknolojide tatbik edilen atılımların aynısını eğitimde de yapamadığımız sürece hiçbir nesil projesi tutmayacaktır. Çünkü imam hatiplerden ilahiyatlara kadar bütün süreç pozitivist müfredatın eseridir. Zira imam hatiplerdeki dinî eğitim yetersizlikleri ilahiyatlarda başlamaktadır. "Çocuklarınızı imam hatiplere göndermeyin" demek tek başına çözüm değildir. Bu da başka olumsuzları peşinden getirir ki FETÖ hainlerinin ve onunla bilerek/bilmeyerek aynı cephede yer alanların zaten bu okulların kapatılması için kimlerle iş birliği yaptığı bugün ortaya çıkmıştır.
MÜFREDAT DÜZENLENMELİ
Çare, acil olarak imam hatiplerin ıslah edilmesi ve ecdadın metotlarıyla yeniden düzenlenmesidir. Müfredat, Edille-i Şeriyye esasları yani İslam’ın 4 temel kaynağı (Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i şerife, İcmaa ve Kıyas-ı Fukaha) esas alınarak hazırlanmalıdır. Dinde emredilene uymak ve dini, orijinaline sadık kalarak yaşamak esastır. Yoksa din adına olduğu iddia edilen ve kişilerin bakış açılarına göre dizayn edilen anlayışlar, dini yok etme gayretlerinin safında yer almak demek olacaktır ki bu çabalar, insan buluşu, tahrif edilmiş bir ucubeden başka şeye hizmet etmeyecektir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz şartlar son çıkıştır ve bunu iyi değerlendirmemiz lazımdır. Yapılan tahrif hareketleri sebebiyle daha önce bir defa “Gayretullah”a dokunmuş ve 28 Şubat’ta çok acılar çekilmiştir
Bir talebesinin gözünden Seyyid Ahmet Arvasi: GERÇEK KURTULUŞ ECDADIN YOLUNDA
1 Ocak 2022 02:00
Hüseyin Yavaş
Emekli öğretmen
Ahmet Arvasi Bey’in inandığı gibi yaşama düsturu vardı. Kimseden çekinmezdi. Hep anlattıkları ecdat-ı ızamın ölçüleri idi. Bu yoldan çıkanlar için ise “Onlar yel değirmenleri ile savaşan Don Kişot'lardır” benzetmesini yapardı. Gerçek kurtuluşun onların ecdadın yolundan gitmek ve ayrılmamak olduğunu sevenlerine bıkmadan, usanmadan tekrar tekrar anlatırdı…
Hayatımın ilk yıllarında tanıdığım birkaç zat; ufkumu, idealimi ve hadiselere bakışımı çok değiştirdi. Eğer bu tanışmalar olmasaydı, basit bir hayat içinde, zevklerinin peşinde koşan bir kimse olurdum. Vefatının üzerinden dün tam 33 sene geçen Seyyid Ahmet Arvasi ile tanışmam da hayatımın dönüm noktalarındandır. Arvasi Bey’i ikiz kardeşim Hasan Yavaş’la beraber tanıdık. İlk görüşmemizde, benzerliğimizi görüp “Allahü teala, kudret sıfatıyla insanları ayrı ayrı yarattı. Sizin gibi bazılarını da benzer yarattı. Herkes benzer olsaydı, insanların işi çok zor olurdu” ifadelerini kullanmışlardı. Hayatımız boyunca bizim benzerliğimizle alakalı böyle şeyler söyleyen çıkmadı. Mütefekkir insanların bakışı ve görüşü bir başkaydı.
Bu tanışmamızdan sonra, Arvasi Hocamızla birçok kimsenin tanışmasına ve sohbetlerine gitmesine vesile olduk... İstanbul Eğitim Enstitüsü yıllarında da birçok talebenin hocamızın ev sohbetlerine katılmasına Mehmet Akıllıoğlu ile önderlik etmiştik. Hatta Arvasi Bey, bazen gelenler hakkında önceden ön bilgi isterlerdi. Onların hâline göre anlatım yapmak istediklerini anlamıştım. Vefatına kadar, ev sohbetlerine ve bayram ziyaretlerinde bulundum. Kardeşim Hasan Hoca’ya cenazesini yıkamak nasip oldu. Vefatının sene-i devriyelerinde yapılan seminer ve konferanslarda da konuşmacılar arasında bulundum. Hatta Arvasi Bey’in kardeşi bana; “Abimi en iyi siz anlattınız” demişti.
Ahmet Arvasi’nin inandığı gibi yaşama düsturu vardı. Kimseden çekinmez ve korkmazdı. Hep anlattıkları Ehl-i sünnetin ana caddesi ve bu yolun büyükleri olan ecdat-ı ızamın ölçüleri idi. Bu yoldan çıkanlar için ise “Onlar yel değirmenleri ile savaşan Don Kişot'lardır” benzetmesini yapardı. Gerçek kurtuluşun onların yolundan gitmek ve ayrılmamak olduğunu dinleyenlere ve sevenlerine bıkmadan, usanmadan tekrar tekrar anlatırdı. Bu anlattıkları bende iz bıraktı ve çok şeyler öğrendim. Hocam gibi olmaya, anlattıklarını her yerde anlatmaya çalıştım. Hâlâ da çalışıyorum ve anlatıyorum.
YAŞADIĞI ZORLUKLAR
Ahmet Arvasi Hoca’mızın yaşadığı ve vazife yaptığı yıllar, çok sıkıntı çekilen zor zamanlardı. Maddi ve manevi bütün değerlerimiz, inançlarımız yasaklanmış ve inananlar takibe alınmıştı. Ahmet Bey de daha vazifeye başlayıp çalıştığı 1940’lardan 80’li yıllara kadar bu çilelerin çoğunu çekti. Kendisini yakinen tanıyanlar bu günlerin şahididir. Ben de bunlardan birisiyim. Osmanlı yıkılmış, yeni rejimin ilkeleri, ülkenin her yerinde zorla tatbik edilmek isteniyordu. Karşı durmaya kalkışanlar, ağır suçlarla mahkemelik oluyordu. Yeni rejim potansiyel suçlular arıyordu. İlk görev yıllarında dahi Ahmet Bey, bu suçlananlardan birisi olmuştu. Sürgün, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askerî darbelerinin sonuçları hocamızı ve aile hayatını olumsuz etkilemişti. 12 Mart’tan önce ve sonra yine sıkı takibe alınmıştı. Bütün şüphelerden uzak durması için yaptığı ev sohbetlerini terk edip, daha şeffaf olsun diye Balıkesir Belediye Bahçesinde sohbetlerine devam etti. Evinin etrafında ve bulunduğu her yerde, istihbaratçılar tarafından sıkı takip edildiği ayyuka çıkmıştı. Zaten 12 Mart 1971 askerî darbesi ile bu takip neticesinde Balıkesir’den sürgüne gönderildi.
Konya Selçuk Eğitim Enstitüsü matematik öğretmeni Nedim Köker o yıllarda yaşadığı bir hadiseyi şöyle anlatmıştı: “Arvasi Hocamıza bir mektup kaleme almıştım. Mektubun ifade ve hitap cümlelerini, İmam-ı Rabbani hazretlerinin 'Mektubat' isimli eserindeki ifadeleri gibi yazmıştım. Arvasi Bey, 12 Mart öncesi çeşitli şikâyet konuları için, Millî Eğitim Bakanlığı müfettişleri tarafından teftiş edilmiş, bu mektuptan da sorgulanmış. Sıra bu mektuba ve gelince, 'Sen nasıl, böyle bir mektup alıyorsun ve bunları okuyorsun; nasıl bir Türk aydınısın, ülkenin kurucuları kalkıp gelse seni hemen görevinden uzaklaştırır' diye tehditlerde bulunmuşlar…"
KENDİSİNİN ANLATTIĞI BAZI İPUÇLARI
12 Eylül döneminin kudretli paşalarından biri, Ahmet Arvasi Bey ile görüşüp, Doğu ve Güneydoğu olaylarının önlenmesi için bir enstitü kurma ve kendisini de başına sorumlu yapma teklifinde bulunmuş. Arvasi Hoca tarafından da teklif olumlu karşılanmış. Ancak Ahmet Bey araştırılmış, incelemiş, neticede menfi cevap verilmiş. Niçin? Çünkü o yıllarda hâlâ potansiyel suçlu olarak görülüyormuş! Fakat daha sonra Ankara’ya çağrılıp, Şark meselesi için, kendisinden çare olabilecek bir eser istenmiş. Bu konuda “Doğu Anadolu Gerçeği” adlı küçük bir eseri ortaya çıkarmıştı. Fakat eski zihniyet sahipleri; yine de Arvasi Bey'i "ırkçılık-bölgecilik" yaftası ile değerlendirerek, enstitü tekliflerini geri çektiler.
EVLÂD-I RESULE YAPILAN DÜŞMANLIKLAR
Yeni rejim ve devrimlerin oturtulması, “Meş’um Yıl 1970’e” göre planlanmıştı. Ayrıca bu devrin düşmanlıkları en çok; Evlad-ı resul olan kimselere, dinine, tarihine bağlı, ulema ve ümera kimselere olmuştu. Neden? Çünkü bunlar milletin öncüleri ve rehberleriydi. Doğru ve eğriyi biliyorlardı. Onlar yok olursa işleri kolaylaşacak ve maksatlarına çabuk ulaşacaklardı. Bilhassa doğu bölgesinde; Evlad-ı resul olan rehber kimseler sürgün edilmiş, köyleri topa tutulmuş, birçokları, sorgulamadan yargısız infaz ile idam edilmişlerdi. Ülkenin her yerinde de aynı usuller geçerliliğini koruyordu. Bu çilelere kim karşı koyabilirdi. Ancak, Arvas ailesinden iki mühim şahsiyeti gösterebiliriz. Herkesin bildiği, bu yolun çilesini çekmiş ve o da suçlanarak, sürgün edilmiş ve bugün Ankara-Bağlum’da kabri bulunan; Mürşid-i kâmil, ilim ve tasavvufta öncü Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri ile diğeri de Türk-İslam ülküsünün mimarı ve öncüsü Seyyid Ahmet Arvasi hocamız olmuştur. Bugün bunların etkilediği ve yetiştirdiği kişiler, Türkiye’nin her yerinde iz bırakan hizmetler yapmaktadır.
S. Ahmet Arvasi, Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsünde bir konferanstayken...
ARVASÎ HOCAMIZIN GÖRDÜKLERİ VE YAŞADIKLARI
Arvasi Hoca’mızın okul hayatı ile görev yerlerini sizlerle birlikte öğrenelim… 15 Şubat 1932 tarihinde Ağrı Doğubayazıt’ta dünyaya geldi. Ailece Van’ın bugünkü adı Bahçesaray olan Müküs ilçesine bağlı Arvas köyündendir. Babası gümrük memurluğundan emekli Abdülhakim Efendi’dir. İlkokula Van’da başlamış, Doğubayazıt’ta devam etmiştir. Bugünkü Ağrı ili, Karaköse’de başladığı ortaokulu Erzurum’da bitirmiş, ardından Erzurum İlköğretmen Okuluna girerek 1952 yılında mezun olmuş ve aynı yıl, Konya-Doğanbeyli nahiyesinde ilkokul öğretmeni olarak vazife yapmıştır. Ardından Ağrı’nın Molla Şemdin köyüne tayini yapılan Arvasi Bey, üç yıllık ilkokul öğretmenlik görevinden sonra askere gitmiş ve askerliğini de yedek subay olarak tamamlamıştır. Askerlik sonrası, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümüne kaydolmuş ve 1958’de buradan mezun olmuştur. Okul sonrası hemen Van-Erciş Alparslan İlköğretmen Okulu’na pedagoji öğretmeni olarak tayin olmuştur. O yıllarda tayinler çok kolay yapılabiliyordu. Hele öğretmenlik, sayısı az bulunan bir meslek, ihtiyaçta çoktu.
18 Kasım 1959’da, benim kanaatimce bir nev’i sürgün olarak Balıkesir-Savaştepe İlköğretmen Okulu’na meslek dersleri öğretmeni olarak tayin edildi. Ülkenin en doğusundan, en batısına geliş herhâlde istenilecek bir durum değildir. Ahmet Bey, doğup büyüdüğü şehrinden, “Kürtçülük yapıyor”, “İrticai faaliyetlerde bulunuyor” gibi suçlamalarla uzaklaştırılmıştı sanki... Savaştepe’de birçok öğretmenden ve tanıyanlardan duyduğum şey, bu suçlamalardı. Fakat buna rağmen orada çok sevenleri oldu. Her zaman sitayişle anılır ve hatırlanırdı. Muarız olan gruba ise haset ederlerdi.
Evet, o yıllarda Demokrat Parti ve diğer sağ partiler iktidar olmuştu fakat bir türlü ülkenin geleceğinde söz sahibi olamadılar. O eski karanlık günlerin kokusu devam ediyordu. Ahmet Bey’in kıymetini sezen ve anlayan bir devlet adamı ise, 4 Kasım 1965’te Balıkesir Necati Eğitim Enstitüsü’ne naklinin yapılmasına yardım etmişti. Yedi yıl bu okulda görev yapıp birçok talebeleri ve sevenleri olmuştu.
Seyyid Ahmet Arvasi Bey, 22 Ocak 1972’ye kadar Balıkesir’de vazife yapmıştır. 12 Mart 1971 Muhtırası sırasında yine suçlanarak -muhtıra hükûmet reisi ve hemşehrisi olan, Van milletvekili Ferit Melen araya girmesine rağmen- sürgün edildi. Bursa Eğitim Enstitüsü’ne isteksiz bir tayin ile gitti. Burada 3 yıllık bir görevi olmuştur. İstanbul-Fikirtepe Eğitim Enstitüsüne ise tayinini kendisi istemiştir. Bu tayin durumunu bir sohbetinde kendisi anlatmıştı… 1975-76 yıllarında kurulan Milliyetçi Cephe hükûmeti döneminde, Balıkesir’de Millî Eğitim Bakanlığında görevli birisinden İstanbul’a tayininin yapılmasını istiyor, onların cevabı önce “Hocam, İstanbul memur için geçimi zor olan bir şehir” oluyor. Arvasi Hoca, “Davamızın kazanılması için istiyorum. İstanbul’da kazanan Türkiye’de de kazanır, kaybeden Türkiye’de de kaybeder” diye ısrar edince, 1974-75 öğretim yılında tayini yapılıyor. Bu yıldan, emekli olduğu 1979’a kadar, İstanbul-Fikirtepe Eğitim Enstitüsü’nde meslek dersleri pedagoji öğretmeni olarak vazife yapmıştır.
Enstitüde daha ziyade sosyoloji derslerine giriyordu. Burada da başına gelmedik olaylar kalmadı. Okul, 1980 öncesi solculuğun sanki kalesiydi. Derslerinde öğrenciler, hocayı protesto etmek maksadıyla sırt dönmek, sıralara ters oturmak, kulaklarını tıkayarak derste bulunmak, öğretmen kürsüsü üzerine çöpler dökmek gibi nice kötülükler yaptılar... Çünkü bu talebeler üst akıllardan talimat almışlardı. Hocamız bu direnişleri de kırıp, etkileyici konuşmalarına ve hizmetlerine devam etti. Böylece yüzlerce seveni oldu.
Bugünlerde ben de bu okulda; Sosyal Bilgiler bölümünde okuyordum. Kayıt öncesi imtihan jüri heyetinde, mülakat sorularını bana Ahmet Bey sormuştu. Kardeşim Hasan da bir gün ziyaretime geldi. Hocamız bizi görünce, okul idaresinde bulunan milliyetçi öğretmenlere bizi takdim etti; “Bunlar benim Balıkesir hatıralarımdır. Bunlar has Türk’tür. Gelecek iktidarımızda, (ilahiyat mezunu olan kardeşim için, iltifat olarak) Diyanet Reisi adayımız olur” demişlerdi.
1978 yılında, Milliyetçi Cephe Hükûmeti yıkılıp yerine solcu Bülent Ecevit Hükûmeti kurulunca, Ahmet Bey’in tayini yine sürgün şeklinde Anadolu’da oldu. Buradan tekrar zar zor, İstanbul’a tayin yaptırıldı. Ama bu sefer görev yeri, Ümraniye-1 Mayıs Mahallesinde anarşinin yoğun olduğu bir mektebe verildi. Yine bu günlerde kendisine bile haber verilmeden, görevli olduğu hâlde, MHP Genel İdare Kurulu üyeliğine seçildi. Suç olan bu işlemden kurtulmak için hemen emekliliğini isteyip, çok sevdiği öğretmenlik görevinden ayrıldı.
MAMAK ZİNDANLARINDA YATTI
Arvasi, 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra da, parti üyeliği sebebiyle tutuklanarak, Mamak Cezaevi zindanlarında yattı. Ama 4. Kolordu Komutanlığı Bir Numaralı Askerî Mahkemesi’nde yargılanıp beraat etti. Bundan sonra, siyasi faaliyet teklifinde bulunanlara ret cevabı ile hizmetin kültür yoluyla yapılabileceğini söyledi. Daha sonra Türkiye gazetesindeki “Hasbihâl” adlı köşesinde makalelerini yazmaya başladı. Bu hizmeti, vefatı olan 31 Aralık 1988’e kadar devam etti. Hatta son yazısını yazarken daktilosunun başında, kalp krizi ile son nefesini verdi. Bir anma programında, damadı Hüseyin Yamankaradeniz “Ahmet Arvasî hocamız en etkili ve olgun yazılarını bu köşesinde kaleme alıp yayınlamıştır” ifadesini kullanmıştı…
Ruhu şâd olsun. Cenab-ı Hak bizleri de şefaatine kavuştursun..
.
.
.
.
.
|
Bugün 754 ziyaretçi (1024 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|