|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
07 Ocak 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Fransa 500 yıl önce Osmanlı’nın desteği ile ayakta kaldı
Fransa, 16. yüzyılda Habsburg İmparatorluğu karşısında var olabilmek için Osmanlı’yla ittifak yaptı. Fransa her zor duruma düştüğünde Osmanlı, asker, donanma ve para desteğinde bulunarak Fransa’yı ayakta tuttu. Kanunî Sultan Süleyman döneminde başlayan ittifak bir asırdan fazla devam etmişti
Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki yakın temaslar Kanunî Sultan Süleyman'ın saltanatının ilk yıllarında başladı.
Fransa Kralı Birinci Fransuva, Avrupa'daki en büyük rakibi Şarlken karşısında 1519'daki imparatorluk seçimlerinde Kutsal Roma-Cermen tacını, 1525'teki Pavia Savaşı'nda ise esir düşerek özgürlüğünü kaybetti. Hristiyan âlemine 1519'da imparator seçilebilmek amacıyla üç yıl içinde Haçlı ordularının başına geçip bütün Avrupa'yı ve İstanbul'u Türkler'den kurtaracağını vaateden Kral Fransuva, bu defa kendisini esaretten kurtarmaları için Türkler'den yardım istemek zorunda kaldı. Bu durum Osmanlı-Fransız ilişkileri ile Batı Avrupa ile ilişkilerde önemli bir dönüm noktası oldu.
Fransuva, bir süre sonra İmparator Şarlken'le bir anlaşma imzalayarak esaretten kurtuldu. Ancak 1528'de Şarlken karşısında bir kez daha kötü duruma düşüp Kanunî Sultan Süleyman'dan yardım istedi.
Avusturyalılar'ın da Budin'e saldırmaları üzerine Osmanlılar 1529'da yeniden harekete geçti. Kanunî'nin hedefi bu sefer Viyana'ydı. Kanunî'nin Viyana kuşatması büyük bir korkuya yol açtı.
OSMANLI SAYESİNDE GÜVENDEYİZ
Fransa, 16. yüzyılda hem Habsburg İmparatorluğu'nun baskısını, hem de yaşadığı iç karışıklıklar ve din savaşlarının yıkıcı etkisini Osmanlı'dan aldığı destekle savuşturdu. 16. yüzyıl boyunca Osmanlı donanması, Fransa'ya yardım ederek, devletlerinin varlığının devamına yardım etti. Osmanlılar, Fransa'yı asker göndererek, para vererek veya ticari ilişkilerle Habsburglar'a karşı kuvvetlendirdiler.
Fransa, 16. yüzyılda Osmanlılar'ın, Habsburglar'a karşı mücadeleye girmesiyle hayat hakkı buldu. Nitekim 1532'de Fransa Kralı Fransuva, Venedik elçisine Şarlken'e karşı Osmanlılar sayesinde güvence altında olduğunu söylüyordu.
Kanunî 1533'te Fransa Kralı'na, Şarlken'e karşı İngiltere ve Alman prensleri ile bir ittifak yapması için 100 bin altın göndermişti.
Fransa Kralı Fransuva ile Habsburg hükümdarı Şarlken arasında 1542'de başlayan savaş sırasında Fransa Osmanlı yönetiminde denizden yardım edilmesini istedi. 1543'te Osmanlı donanması Barbaros Hayreddin Paşa komutasında Fransa'ya yardıma gitti.
Kanunî, bu hadiseden 12 yıl sonra 1555'te yine Osmanlı donanmasına Fransız donanmasına yardım etmesini emretti. Fransa Kralı İkinci Henri, bu durumdan çok memnun kaldı. 3 Temmuz 1555 tarihli teşekkür mektubunda padişaha "Pek yüksek, pek muazzam, pek muhteşem, namağlup hükümdar, Müslümanlar'ın büyük padişahı, bizim pek aziz ve muhterem dostumuz" diye hitap etmişti.
Fransa ile Osmanlı devletleri arasında 16. yüzyıl boyunca ve 17. yüzyılın ilk yarısında kurulan bu ittifak iki taraflı olmaktan ziyade Osmanlı hükümdarlarının Fransa'ya bir inayetiydi.
TÜRK İTTİFAKINI GİZLEDİ
Fransa, Osmanlı'dan aldığı destekle ayakta kalmasına karşın Türkler'le ilişkiye girmesi Avrupa'da "Kâfirlerle işbirliği yapıyor" suçlamaları yüzünden aradaki ittifakı hep reddetti. Çağrıldığı Haçlı seferlerine katılacağını söyledi ama zamanla muhataplarını oyalayarak, Türkler'e karşı bir oluşuma girmedi.
Osmanlılar'ın Hristiyanlar'a karşı kazandığı zaferler için Fransız elçileri padişahları kutlarken, Fransız yönetimi Avrupa'daki muhataplarına Osmanlılar'ı Hristiyanlar'a ait toprakları almaktan vazgeçirmek için çok uğraştıklarını ama başaramadıklarını anlattı. Fakat iki devlet arasındaki ilişki o kadar aleniydi ki Fransızlar'ın inkârı ittifakın üstünü örtemedi.
Habsburglar, Fransızlar'ı her yerde Hristiyanlığın düşmanıyla işbirliği yapmakla suçladı. Şarlken ve Papa, Fransa'yı kâfirlerle işbirliği yaptığı için suçlayıp, Fransa Kralı'nın üzerine Haçlı seferi düzenlemekle tehdit bile etti.
HABERLER FRANSA'DAN GELDİ
İki devlet arasındaki ilişki İstanbul'daki daimi elçiler ve zaman zaman gönderilen fevkalade elçilerle devam etti. Fransa kralları İstanbul'daki elçilerine ve padişaha mektuplar gönderdi.
Ancak mektupların ele geçmesi ihtimali yüzünden siyasi ittifak genelde gönderilen adamların sözlü ifadeleriyle sürdü. Fransa yönetiminin İstanbul'a gönderdiği elçi ve haberciler Osmanlı yönetimini Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu üzerine donanma ve ordu göndermek için kışkırttı. Fransa'dan gelen haberciler ayrıca Avrupa'nın durumu ile ilgili her türlü haberi Osmanlı yönetimine verdi. Osmanlı padişahları ise kendi devletlerinin çıkarları olduğunu gördükleri zaman Fransa'ya yardım için Habsburglar'ın üzerine asker gönderdi.
***
SULTAN EN GÜVENİLİR DOSTUMDUR
Fransız Kralı Dokuzuncu Charles, 1572'de boşalan Polonya Krallığı'na kardeşi Henri'yi seçtirmek için Osmanlı yönetiminden destek istemişti. Fransa Kralı, 30 Kasım 1572'de İstanbul'daki Fransız elçisine gönderdiği mektupta "Sultanı en güvenilir dostlarımdan biri kabul ettiğimden, bu meselede bana dostluğunun meyvelerini hissettirmesine sevinirim; zira çok değer verdiğim ve kendisine minnettar kalacağım bir meseledir bu. Sizden tüm yeteneğinizi gösterip, sultanı, ülkenin beylerini kardeşimi seçmeleri için uyarmak ve kendisine her yerde öncelik tanımalarını talep etmek üzere Lehistan'a resmî bir heyet göndermeye ikna etmeye çalışarak zanaatınızın bir ustalık eserini meydana getirmenizi rica ediyorum; başka birini seçtikleri takdirde, bu mesaj onlara sultanın ebediyen düşmanları olacağını göstersin. Sanırım kardeşim bu şekilde hiçbir zorluk çıkmadan seçilecek ve Polonya kralı tayin edilirken, kayser bu seçimden hariç tutulacaktır."
.14 Ocak 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Osmanlı’da sistemin temeli: Adalet
Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında Adalet Şûrası, tarihinde ilk kez Külliye’de toplandı. Bu toplantı adaletin medeniyetimizin temeli olduğunu gösteren birçok örnek olayı akıllara getirdi. Osmanlı’da devleti yönetenlerin ilk vazifesi, her zaman adaleti tesis etmek oldu
Osmanlı Beyliği'nin kurucusu Osman Gazi, 1288'de Karacahisar'ı fethettikten sonra burayı kendisine merkez edinmiş ve Dursun Fakih'i buraya kadı olarak tayin etmişti. Böylece Dursun Fakih Osmanlı tarihinin ilk kadısı, yani hakimi olmuştu. Kadı, hukuku ve idari örgütlenmeyi temsil ederdi.
SİSTEMİN TEMELİ ADALET
Osmanlı Devleti zamanında adalete fazla önem verilir ve sistemin temelinin adalet olduğuna inanılırdı. Bu yüzden kadılar, bağımsız olarak görev yaparlardı. Kadının hükmü olmadan kimse cezalandırılamadığı gibi, vergi toplanması, tahrir yapılması gibi idari tasarruflar da kadının bilgisi olmadan gerçekleştirilemezdi. Padişahlar bile mahkemelere ve kadılara karışamazlardı. Mahkemeler gerektiğinde padişah karşısında halkın haklarını korurdu. Kanunlar padişahın da üstündeydi. Nitekim Şeyhülislam Ebussuud Efendi, padişahın emirlerinin kanuna aykırı olması durumunda bunlara "Nâ-meşru nesneye emri sultanî olmaz" diyerek karşı çıkmıştı.
MAHKEMELERDE AYRIM YOK
Osmanlı mahkemeleri davalarda zenginfakir, güçlü-zayıf, Müslüman-Gayrimüslim ayrımı yapmazdı. Kişinin statüsüne ve itibarına bakılmazdı. Bir Gayrimüslim Müslüman'a karşı rahatça dava açabildiği gibi, haklı olması durumunda da dinine bakılmaksızın mahkeme kararıyla hakkını alırdı. Nitekim 16. yüzyılda esir olarak Türkiye'de bir süre kalan Bartholomaeus Georgieviç hatıralarında, "Türkler ve Hristiyanların hakimleri aynıdır. Müslüman hakimler ayrım gözetmezler, herkese aynı adaleti uygularlar. Öldüren öldürülür, hırsızlık yapan veya zorla bir şeyi alan asılır. Pazarda ineğinin sütünü satan bir kadının sütünü içen ve parasını ödemeyen bir yeniçeriye de aynı kural uygulandı. Ben buna Şam'da şahit oldum" der. 17. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye'ye gelen Adam Werner, Türkler'in, kurduğu en büyük devletin güç aldığı kaynakları sayarken adaleti şöyle anlatır: "Bu konuda bilgi ve deneyim sahibi olan kişiler, eğer azimli ve dürüst davranırlarsa, ister köle olsunlar, ister en alt katmandan olan bir aileden gelsinler, hak ettikleri itibarı görürler ve ödüllendirilirler, en yüksek siyasi veya askeri konumlara getirilirler, krallar, dükler gibi zengin olabilirler, hatta evlilik yoluyla padişahın aile çevresine girebilirler. Buna karşılık -hangi toplum kesiminden olurlarsa olsunlar- suç işleyenlere ve kamuya zarar verecek davranışlarda bulunanlara uygulanan cezalar çok ağırdır ve idama kadar yolu vardır. Çok katı hukuk kuralları uygularlar".
***
KADIYA BASKI YAPAN VALİYE ÖLÜM CEZASI
Meşhur akıncı ailelerinden Turhanoğulları'ndan Faik Bey, devlete yaptığı hizmetler sadrazam tarafından takdir edilerek Rumeli Beylerbeyi yapılmıştı. Ancak beylerbeyliği esnasında Sofya'da geçen altı ayı adaletten uzaktı. Birkaç kişiyi mahkeme yapmadan astıktan sonra Sofya Kadısı Sencarî Muizüddin Mehmed Efendi'den idamlarla ilgili bir mahkeme hükmü vermesini ısrarla isteyip, kadıya baskı yaptı. Kadı bu baskı üzerine yola çıkarak, İstanbul'a geldi. Divân-ı Hümayun'da olup bitenleri anlatıp, beylerbeyinin yaptığı zulümleri yazılı olarak sundu. Kadının bu ifadesi üzerine Mirahur Osman Paşa Rumeli Beylerbeyliği'ne tayin edilip, Faik Paşa azledildi. Sofya Kadısı da vazifesinden istifa etti. Kapıcıbaşı Şehbaz Ağa kapıcılar ile varıp Faik Paşa'yı yakalayarak, İstanbul'a getirdiler. Faik Paşa, zengin olmasına rağmen, elindekilerle kanaat etmeyip halka zulmetmişti. Tarihçiler bu yüzden ecdadının şerefini yok ettiğini söylerler. Daha önce yine zulüm suçu yüzünden değnek cezasına çarptırılmıştı. Beylerbeyi olduktan sonra, kibri iyice artmış ve yaşı yetmişe varıp, aksakallı bir ihtiyar olmasına rağmen dini emirlere kulak asmayıp, halka zulüm ve âlimlere eziyet etmeye devam etmişti. Dönemin padişahı Sultan İbrahim, beylerbeyi İstanbul'a getirilince 1644 yılının başlarında Topkapı Sarayı'nda Yalı Köşkü'ne inip Faik Paşa'yı Sofya kadısıyla yüzleştirip, ne olup bittiğini anladı. Faik Paşa, kadının zulüm ettiğini söyleyip, kendi yaptıklarını inkâr etti. Veziriazam beylerbeyini kurtarmak istedi, ancak Silahdar Paşa ile Cinci Hoca beylerbeyinin aleyhine çalıştılar. Faik Paşa, kendisinden önceki Beylerbeyi Dilaver Paşa'nın şahitliğine başvurulmasını istedi. Dilaver Paşa, kadının şeriata bağlı biri olduğunu, beylerbeyinin kadıya eziyet edip, halka zulmettiğini söyledi. Şeyhülislam Yahya Efendi'ye durum danışıldı. Şeyhülislam bunun katli vacip olalı otuz yıldır diye cevap verince padişahın emriyle Faik Paşa bostancıbaşı tarafından boğduruldu.
***
MERKEZİ DOÇENTLİK SİSTEMİ DEĞİŞMELİ
YÖK doçentlik ve yardımcı doçentlikle ilgili yeni düzenlemeler yapıyor. Ancak bana göre asıl yapılması gereken iş Kemal Gürüz zamanında kurulan doçentlik sisteminin tamamen ortadan kaldırılması. Eskiden doçentliğe mart-nisan ayları gibi doçentliğe müracaat edilir, kısa bir süre sonra adayın jürisi belli olur ve doçent adayının üniversitesi jüri üyelerine dosyaları gönderirdi. Kasım ayı gibi sözlü doçentlik sınavı yapılır ve 6-7 ay gibi kısa bir sürede iş sona ererdi. Fakat Kemal Gürüz zamanında herşeyi kontrol altına almak için adayların eser dosyalarını incelenmek üzere Üniversiteler Arası Kurul'a göndermeleri şartı getirildi. Bu durum, fazla personeli olmayan kurula büyük bir yük oldu ve birkaç memur binlerce dosya ile uğraştığından bir doçent adayının daha önce 6 ayda biten işi 1,5-2 senede biter hale geldi. Bu sistemin mutlaka değişmesi gerekiyor. Boşu boşuna adaylara zaman kaybettiriliyor. Herşeyi merkeze toplamaya ve Kemal Gürüz'ün sistemini devam ettirmeye mecbur muyuz? Dosyalar ÜAK'a gitmese ne olur? Jüri üyelerine güvenmiyor muyuz? Sırf bürokratik mekanizma yüzünden adaylar bir seneden fazla zaman kaybediyor. Yeni sistemde dil puanının üniversitelere bırakılması gündemde ki, bu durum birçok üniversitede yeni mağdurlar yaratacaktır. Kraldan çok kralcı olanlar, sanki herkes devlet bursuyla yurtdışında yüksek lisans ve doktora yapmış gibi dil notunu çok yükseklere çekip, yurtdışına çıkma imkânı bulamamış akademisyenleri mağdur edeceklerdir. Yapılacak iş doçentlik yabancı dil notu olarak 65'in muhafaza edilip, ancak uzun süredir yardımcı doçent olarak görev yapanlara bir defaya mahsus not barajının 50'ye indirilmesidir. Bu iş daha uygun bir hale getirilmek isteniyorsa o zaman yabancı dil notunda 65-70 gibi bir not tavan olarak belirlenip, bu tavanı aşmamak şartıyla üniversiteler kendi yabancı dil notlarını belirleyip, yazılı ve sözlü doçentlik sınavlarını profesörlük gibi kendileri yaparlar. Ünvan sadece o üniversitede geçerli olur. Adaylar da doçent olmak için senelerce beklemezler.
.21 Ocak 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Dostumuzla rakip rakibimizle dost olduk
Suriye’de yaşananlar müttefik, dost bildiğimiz ABD ile aramızda gerilimi artırırken, Rusya’dan ise büyük destek görüyoruz. Bundan tam 61 yıl önce yani 1957’de Suriye ile aramızda gerginlik çıkmış, Rusya bizi tehdit ederken ABD Türkiye’nin yanında olduğunu ilan etmişti
Türkiye, İngiltere, Irak, İran ve Pakistan arasında Sovyet nüfuzunun bölgede yayılmasını önlemek için 1955'te Bağdat Paktı (Cento) kuruldu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ise Mısır'a yardım ederek, sempati kazanıp bölgede nüfuzunu yaydı.
SURİYE RUS NÜFUZU ALTINA GİRİYOR
1956'da Sovyetler Birliği'yle Suriye arasında yakınlaşma başladı. Bu durum Türkiye'nin güneyinin komünizm hakimiyetine girmesi demekti. Bu yüzden Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler gerildi. ABD Başkanı Eisenhower, komşularının harekete geçmemesi durumunda Suriye'de kontrolün kaybedileceğini söyledi. Türkiye ve Irak, Suriye sınırına asker yığmaya teşvik edilirken, ABD bölgeye asker ve uçak filoları gönderdi.
Türkiye'nin Suriye'ye karşı tavrı da sertleşmeye başladı. Bölge ülkeleri arasında toplantılar yapıldı. ABD'nin tavrı da 1957 Eylül'ünden itibaren sertleşmeye başladı. ABD sertleştikçe Türkiye de Suriye'ye karşı siyasetini iyice sertleştirdi. Türkiye'nin Suriye sınırındaki askeri manevraları hız kazanırken, sınıra zırhlı ve motorize birlikler yerleştirildi.
Ekim ayı geldiğinde ortalık iyice karıştı. Türk basınında Sovyetler Birliği'nin Lazkiye limanının kuzeyinde Aynel Vadisi'nde deniz üssü kuracağına dair haberler çıktı. Moskova radyosu da Türkiye'yi sınırda hadise çıkarmakla ve sınırda asker yığmakla suçladı. Sovyetler'in lideri Kruşçev, 8 Ekim 1957'de Türkiye ve ABD'yi "Ortadoğu'da çıkacak bir savaş mevzii kalmaz" diyerek tehdit etti.
SINIRDA ÇATIŞMA
8 Ekim'de sınırda bir çatışma yaşandı. Nizip ilçesi yakınlarında demiryolu yapımında çalışan işçiler, her zaman olduğu gibi Fırat'tan kum almak için Suriye sınırını geçince, Suriye askerleri ateş ettiler. Bir işçi kendisini bir hendeğe atarak zor kurtardı. Durumu gören jandarma kuvvetlerimiz de Suriyeli askerlerin üzerine ateş açtılar. İki devlet askerleri arasındaki çatışma bir saate yakın sürdü. İşçimiz çeşitli yerlerinden yaralanmıştı. Durumla ilgili açıklama yapan Suriye Dışişleri Bakanlığı "Müşterek hudutları olan devletler arasında böyle bir durumun vukuunun normal olduğu" yönünde bir açıklama yaptı.
Suriye, temsilcisi Salah el-Bitar aracılığıyla da 8 Ekim 1957'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'na Türkiye'nin sınırda asker yığmasıyla ilgili konuyu gündeme taşıma kararı verdi. Aynı gün ABD elçisi Başbakan Adnan Menderes'i ziyaret ederek 1,5 saat gidişatla ilgili konuştu.
Suriye, bu arada Türkiye'ye sınıra asker yığmakla suçlayan bir nota verdi. Biz de iddiaları reddeden cevabi nota verdik. Suriye de bu arada boş durmuyordu. Suriye Dışişleri Bakanı Hindistan, Yugoslavya, Çin, Irak, Ürdün, Endonezya, Mısır, Yunanistan, ABD ve Sovyet Rusya elçilerini makamında kabul ederek Türkiye'nin sınıra asker yığması ile ilgili birer muhtıra verdi. Muhtırada Türkiye'nin sınıra asker yığmasıyla Ortadoğu'da barışı tehdit edildiği ifade edilmişti.
15 Ekim'de Birleşmiş Milletler'deki temsilcimiz Seyfullah Esin, genel sekreterliğe "Suriye'yi Sovyetler politikasına paralel tahrik edici bir kampanya yürütmekle itham eden, Suriye'nin iddialarının doğru olmadığını belirten ve Türk sınırları dahilinde Türk ordusunun harekâtının kimseyi alakadar etmeyeceğini bildiren" cevabi bir nota verdi.
MISIR'DAN SURİYE'YE DESTEK
Sovyet Savunma Bakanı Zukov 25 Ekim 1957'de "Türkiye şayet Suriye'ye karşı askeri harekâta başlarsa, sonu meçhul bir akıbete doğru gidecektir. Sovyet Rusya Suriye'nin vaziyetini elleri cebinde seyretmeyecektir" diye Türkiye'yi tehdit etti.
Rusya'nın tehditleri üzerine ABD ve İngiltere devlet başkanları durumu görüştüler. ABD ve İngiltere, görüşmeden sonra "Türkiye'ye yapılacak bir saldırının bütün NATO devletlerine yapılmış bir tecavüz sayılacağını" bir bildiriyle ilan ettiler.
Sovyetler, Avrupa'daki Sosyalistler'e müracaat ederek, meseleyi gündemlerine taşırken Mısır'da ise ilginç gelişmeler oluyordu. Mısır'ın Suriye'ye yardım için gönderdiği askerler Halep'e ulaşmıştı. Ayrıca Mısır'ın değişik şehirlerinde bürolar kurularak Suriye'ye asker olarak gidecek gönüllüler kaydedilmeye başlanmıştı. Yunanistan da Suriye'yi destekliyordu.
Bu sırada Suriye'den ilginç haberler geliyordu. Akşam Gazetesi'nin 26 Ekim tarihli haberine göre, Suriyeliler Halep şehrinin etrafında siperler kazmaya başlamışlardı. Halep Valisi İsmail Kulli "Tahkimat haftası" isimli bir kampanya açmış ve siper kazmaya 20 bin kişi katılmıştı. Suriye bir taraftan sınıra asker yığarken, diğer taraftan sınırdaki yollara da tel örgü çekerek savunma hazırlıkları yapmıştı. Sovyetler de Suriye'ye silah taşımaktaydı.
Türkiye tarafında ise 31 Ekim-2 Kasım tarihleri arasında Türk ordusunun Suriye'nin deniz ve kara sınırları çevresinde tatbikat yapması kararı da alındı. 27 Ekim'de Suriye yönetimi 30 Türk askerinin sınırdan içeri girdiğini ve çatışma çıktığını iddia etti. Bir kıvılcımla savaş çıkmak üzereydi. Ancak ABD'nin Sovyetler'in Sputnik'i uzaya gönderip, üstünlük sağlamasıyla kendi başının derdine düşmesi ve arabulucuların çalışmalarıyla Suriye-Türkiye ilişkileri yumuşamaya başladı. Suriye Birleşmiş Milletler'e yaptığı şikâyeti geri çekerken, Türkiye de 1957 Kasım'ından itibaren sınırdaki askerlerini azalttı. Zamanla savaş durumu ortadan kalktı.
SURİYE SİLAH DEPOSU OLDU
Suriye, 1957 Ekim'inde Şam'daki maslahatgüzarımız aracılığıyla Türkiye'ye "Türklerin Suriye sınırında tahrik maksadıyla hadiseler çıkardıkları, Türk uçaklarının defalarca Suriye semalarını hava sahasını ihlal ettiği ve Türk ordularının bahar manevraları yaptığına dair iddialarının hilafına Suriye sınırı boyunca asker yığmakla" şeklinde suçlamaları ihtiva eden bir nota verdi. Notada Suriye'nin Türkiye ile iyi komşuluk ilişkilerini idame ettirmek istediğini fakat Türklerin başbakanı Adnan Menderes'in Suriye ile ilgili son nutkunda bu memleketin Sovyetler'in silah deposu haline geldiğine dair sözlerinin Suriye'nin içişlerine karışmak olduğu" iddia edilmişti. Türkiye cevabi notasında "bu iddiaları reddederken, Ortadoğu'daki karışıklığa Suriye hükümetinin son zamanlardaki durumunun sebep olduğunu belirtmişti. Ayrıca herhangi bir çatışma halinde de Türkiye'nin bundan mesul olmayacağını" bildirmişti.
SURİYE'NİN BAĞIMSIZLIĞI
1918'de Suriye'de Osmanlı yönetiminin sona ermesinin ardından Araplar'ın kısa bir bağımsızlık dönemi oldu. Ancak Fransa ve İngiltere Suriye'nin bağımsızlığını tanımadılar. 1920'de Fransız kuvvetleri Şam'a girdi. 1922'de Milletler Cemiyeti'nin de onayıyla Suriye'de resmen Fransız manda yönetimi başladı.
Müttefiklerin 1941 Haziran'ında Suriye'ye girmesinden sonra De Gaulle bağımsızlık için söz vermişti, ancak daha sonra bölgeye bağımsızlık vermemek için direndi. Suriyeliler'in bağımsızlık yönündeki faaliyetleri sonucu Fransızlar Suriye'yi terk ettiler. Manda döneminin sona erdiği 17 Nisan 1946'da Suriye'de milli tatil oldu.
.28 Ocak 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Osmanlı, sefere Eyüp Sultan’da dua ederek çıkardı
Osmanlı döneminde sefere Eyüp Sultan’da dua edilerek çıkılır, ordunun muzaffer olması için imparatorluğun her tarafında Fetih Suresi okunur ve dua edilirdi. Osmanlı padişahları türbelerde fakirlere sadaka dağıtırdı. Osmanlı ordusunun sefere çıkışı haşmetli olurdu
Diyanet İşleri Başkanlığı'nın kararıyla, camilerimizde yatsı ve sabah namazı öncesi veya sonrası Fetih Suresi okunup, ordumuza dua edilmeye başlandı. Ordumuz sefere çıktığında camilerde dua etmek eskiden beri süregelen bir geleneğimiz. Osmanlı döneminde sefere dua edilerek çıkılır, daha sonra da ordumuzun muzaffer olması için imparatorluğun her tarafında Kuran-ı Kerim okunarak, dualar edilirdi.
Osmanlı ordusu sefer yolunda.
TUĞLAR DİKİLİYOR
Osmanlı İmparatorluğu'nda herhangi bir ülke ile savaşmaya karar verileceği zaman padişahın huzurunda bir meclis toplanırdı. Divân-ı Hümayun üyelerinin yanı sıra kaptan paşa, şeyhülislâm, yeniçeri ağası ve bazı beylerbeyi ve komutanlar da katılırdı. Herkese söz hakkı verilerek fikri alınırdı. İlgililerden ordunun, donanmanın ve hazinenin durumu hakkında bilgi alınırdı. Bir yere savaş açmadan önce devrin şeyhülislâmı veya önde gelen din adamlarından savaşın meşruluğuna dair fetva alınırdı. Fetva alınıp, savaş kararında ittifak edilince padişahın tuğları dualarla Cebehâne'nin önüne dikilirdi.
Kanuni, Eyüp Sultan'da dua ediyor
SEFERE TÖRENLE ÇIKILIRDI
İstanbul alındıktan sonra Osmanlı orduları sefere çıkmadan önce padişahlar, ilk olarak Eyüp Sultan'ı, ardından da atalarının türbelerini ziyaret ederlerdi. Osmanlı padişahları gittikleri türbelerde fakirlere büyük miktarlarda sadaka dağıtırlardı. Sefere padişah gitmiyorsa o zaman ordu komutanlığına atanan serdarlar Eyüp Sultan Türbesi'ne giderlerdi. Ardından büyük bir merasimle padişah ve devlet ileri gelenleri İstanbul'dan yola çıkarlardı. Padişahın yakın maiyetini teşkil eden peykler, solaklar, müteferrikalar bu merasim esnasında göz alıcı kıyafetler giyerlerdi. İstanbullular da bu töreni seyre çıkarlardı. Osmanlı ordusunun sefere çıkışı çok haşmetli olurdu. Rengârenk kıyafetler içinde, bayrakları ve silahları ile çeşitli askeri kıtaların geçişi töreni seyreden herkesi hayran bırakırdı.
Ayasofya Camii.
ZAFER İÇİN DUA
Osmanlı ordusu sefere çıktığı zaman imparatorluğun dört bir tarafındaki kadı ve valilere emirler gönderilerek zafer için dua edilmesi emredilirdi. Bazen ordu sefere çıkarken, bazen de ordu düşman topraklarına girdiği zaman bu emir gönderilmiştir. Kastamonu'dan Kerkük'e, Mısır'dan Bağdat'a kadar Osmanlı Devleti'ndeki bütün şehir, kasaba ve köylerdeki cami, mescit, tekke ve mübarek mekânlarda dua edilirdi. Bazen hangi surelerin okunup, dua edileceği yazılan emirlerde zikredilirdi. Çoğunlukla Fetih Suresi, bazen de Enam suresi okunurdu.
Sefer zamanlarında İstanbul'da bulunan âlim ve hâfızlar Eyüp Sultan Camii'nde toplanıp Kuran-ı Kerim'den birer cüz okurlar, hatim tamamlandıktan sonra ordunun muzaffer olması için dua ederlerdi. Sonraki günlerde ise İstanbullular pazartesi ve perşembe günleri kendi semtlerinde, müderris, âlim, talebe ve hafızlar ise selâtin camilerinde toplanarak zafer için duaya devam ederlerdi. Ulema ve devlet adamları akşam namazından sonra Fetih Suresi ve bin bir kere Salat-ı Münciye duası okurlardı. Topkapı Sarayı'ndaki Hırka-ı Şerif Dairesi'nde ise Ayetelkürsi okutulurdu.
Ordu sefere çıktığında camilerde sabah namazından sonra haftada iki gün Kuran-ı Kerim okunur ve askerin zafer kazanması için dua edilirdi. Veziriazam Merzifonlu Mustafa Paşa 1678'de Çehrin Seferi'ne çıktığında seferden dönene kadar pazartesi ve perşembe günleri seher vaktinde dua edilmişti. Donanma sefere çıktığı zaman da muzaffer ve galip olarak avdet etmesi için ulema, suleha ve fukara ile camilerde dua edilirdi. Devletin zor durumda olduğu dönemlerde beş vakit namazda dua edilir, ordunun muzaffer olması için Allah'a niyazda bulunulurdu.
Sultanahmet Camii'nde mevlit.
SEFER DUASI
Hezarfen Hüseyin Efendi, "Telhisül-Beyan fî Kavânin-i Âl-i Osman" isimli kanun mecmuasında sefer duasının yapılışını şöyle anlatır:
"Sefere giderken ve düşman vilâyetine girildikde, her gün ikindi namazı kılındıktan sonra kethüda bey çadırından çıkıp iskemle üzerinde oturur. Yeniçeri ağasının iç ağaları ve adamları ve dairede olan ocak ağaları ayak üzere dizilip bir büyük daire olur. Ve her odanın adamları da çadırları önünde dizilip ve ordu-yı hümayunda İslam askerler dahi ayak üzere kalkıp orada ocak yazıcısı kethüda bey yanına gelip dua eder ve orada bulunanlar bir nefesten, Allah Allah sadasıyla yarım saat miktarı dağlar ve sahralar yankılanır. Üç defa Allah Allah sadasından sonra padişah hazretlerine, vezirlere ve ağalara ve bütün İslam askerine zafer duası edilip "hû" denildikten sonra herkes yerli yerine oturur. Bu kanun yeniçeri ocağı sefere çıkınca icra olunur."
.04 Şubat 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Osmanlı’da 30 yılda bir nüfus sayılırdı
Nüfus sayımında çok eski bir geleneğe sahibiz. Osmanlı dönemine ait 1431’den itibaren vergi nüfusu sayım defterlerine sahibiz. Sayım memurları bugün katırların zor çıktığı yerlere gidip vergi nüfusunu kayıt altına alırdı
Geçen hafta nüfus sayımı sonuçları açıklandı. Türkiye 80 milyonu, İstanbul ise 15 milyonu geçti. Yakın zamana kadar hem sayım şekli hem de sonuçları hep tartışılırdı. Teknolojinin düzgün kullanılmasıyla birlikte TÜİK tartışmaları bitirdi. Bizim nüfus sayımı konusunda aslında önemli bir geçmişimiz ve tecrübemiz var. Osmanlı döneminde doğru dürüst yolun ve haberleşmenin olmadığı bir zamanda sayım memurları bugün katırların zor çıktıkları yerlere kadar gidip, vergi nüfusunu kayıt altına alırlardı.
TAHRİR SİSTEMİ
Osmanlı Devleti, yeni fethettiği memleketler ile kendi arazisini, toprağın mülkiyet ve tasarruf biçimi ile vergi miktarını tayin ve tespit etmek gayesiyle belirli zamanlarda istatistikî bilgiler edinirdi ki buna "tahrir" denirdi. Yapılan bu tahrirlerin, Osmanlı Devleti'nin teşkilatlanmasında ve bu teşkilâtın bir düzen içerisinde işlemesinde büyük rolü vardı.
Bu sistemin kurulmasında ve uzun müddet başarı ile uygulanmasında idarî, malî ve askerî zaruretler mevcuttu. Devrin şartları icabı vergilerin toplanması ve nakli güç olduğundan, askerlerin önemli bir kısmı ile bir kısım memur maaşları ve devletin yapacağı bir kısım harcamaların merkezî hazineden nakden ödenmesi zordu. Askerî veya idarî görevliler hizmetlerinin karşılığı olan maaşları bulundukları yerlerdeki vergileri kendi nam ve hesaplarına toplamaları imkânını sağlayan dirlik beratları ile temin ederlerdi. Bu sisteme timar adı verilirdi.
Bu sistemin işleyebilmesi için devletin ülkenin her yerindeki her türlü vergi geliri kaynaklarını sıhhatli ve ayrıntılı olarak bilmesi ve bunlarda meydana gelecek değişiklikleri takip edebilmesi için de sık sık yeni tahrirler, yani sayımlar yaptırması gerekiyordu. Devletin en büyük askerî gücünü teşkil eden timar sisteminin ayakta kalması tahrirlerin sıhhatli ve düzenli olarak yapılmasına bağlı idi.
30 YILDA BİR SAYIM
Osmanlı Devleti'nden önceki Selçuklular, İlhanlılar, Memlükler bu türlü tahrirler yapmışlardı. Tahrir sistemine Roma İmparatorluğu'ndan İngiltere'ye, eski Mısır'a kadar dünyanın her tarafında rastlanılır. Ancak Osmanlı sistemi eskilere göre çok gelişmiş ve ileri bir örnekti. Osmanlılar'da tahrir sistemi Birinci Murad (1362-1389) devrine kadar inmektedir. Fakat elimizdeki ilk mevcut defter, İkinci Murad (1421-1451) devrine ait 1431 tarihli Arvanid, yani Arnavutluk defteridir. Bu defter Osmanlı tarihçiliğinin en önemli ismi rahmetli Halil İnalcık hocamız tarafından yayınlanmıştır.
Tahrirlerin 30-40 yılda bir yapılması kanundu. Fakat bu genel sayımların yanısıra daha kısa süreler içinde, çeşitli sebeplerle tahrir yapılırdı. Saltanat değişiklikleri ve vergi gelirlerinin herhangi bir surette artma veya azalma göstermesi yeni sayım yapılmasının sebeplerindendi.
Yeni fethedilen memleketlerin de tahriri yapılırdı. Böylece yeni fethedilen bölgenin devlete dahil edilmesi resmen ve hukuk bakımından tespit edilerek, bölgenin bir envanteri çıkarılmış olurdu.
Yeni fethedilen toprakların tahriri yapılıp, defterleri hazırlanınca orada Osmanlı hâkimiyetinin yerleşmesi tamamlanırdı.
VERGİ NÜFUSU TAM SAYILIRDI
Tahrir yapılmasına karar verildiğinde bu işten anlayan güvenilir bir tahrir emini tayin edilirdi. Arazi tahriri için gönderilen memurlar bir emin ile bir kâtipten mürekkepti. Tahrir eminliği son derece önemli bir görev olduğu için sancakbeyleri, kadılar, müderrisler, timar defterdarları, kazaskerler ve merkez bürokrasisi kâtipleri gibi üst düzey devlet memurları görevlendirilirlerdi. Tahrir eminine ilyazıcı, muharrir-i memleket, defter emini de denilirdi. Tahrir emini ve kâtibe tahrir esnasında bölgedeki bütün devlet görevlileri yardım ederdi.
Tahrir emini bölgeden gerekli vesikaları toplandıktan sonra, bunları merkezden getirdiği eski sayım defteriyle karşılaştırıp, herşeyi yerli yerinde teftiş ederek uygun bulduklarını ve meydana çıkan fazlalıkları yeni deftere kaydederdi.
Vergi nüfusuyla gelirlerin tamamının deftere geçmesine dikkat edilirdi. Bir keçinin bile sayım harici kalması devletin vergi gelir kaybına uğramasına sebep olacağı için sayım memurları çok dikkatli hareket ederlerdi. Aşiretler, yaylaklara çıkarken ırmak geçitlerinde durdurulup, bütün koyun ve keçileri teker teker sayılırdı. Böylece Yörükler'in vergi kaçırmaları önlenirdi.
Tahrir işlemi bölgenin büyüklüğüne göre değişmekle birlikte yaklaşık iki yıl sürerdi. Emin, tahriri yapıp, gerekli vesikaları topladıktan sonra hazırladığı defter müsveddesini merkeze getirirdi. Merkezde hazırlanan müsveddeler iki nüsha hâlinde temize çekilerek icmal, yani özet ve mufassal, yani teferruatlı defterler hazırlanırdı. Daha sonra padişah tuğrasını taşıyan bir defter, ait olduğu beylerbeyliğe gönderilir diğeri İstanbul'da Defterhâne-i Âmire, yani defter-i hakanîde saklanırdı.
1831 NÜFUS SAYIMI
II. Mahmud 1826'da yeniçeri ocağını kaldırınca askere alınacak nüfusu ve vergi mükelleflerini tespit için 1831'de ülkedeki erkek nüfusu saydırdı. Nüfus sayımları zaman içerisinde geliştirilerek devam etti. 19. yüzyılın sonlarına doğru yapılan sayımlardan itibaren kadınlar ve çocuklar da nüfus defterlerine kaydedilmeye başlandı.
İSTANBUL'UN NÜFUSU 1430'DA 50 BİNDİ...
Türkiye'nin ve İstanbul'un nüfusu hakkında Devlet İstatistik Enstitüsü'nün çıkardığı "Osmanlı İmparatorluğu'nun ve Türkiye'nin Nüfusu" isimli kitapta ve TDV İslam Ansiklopedisi'nin "İstanbul" maddesinde bilgi bulunabilir. Fetihten önce İstanbul ölü bir şehirdi. Şehir, 1204'te Latinler tarafından işgalinden sonra uzun bir gerileme dönemine girmişti. İşgal süresince şehir adeta köye dönmüş, bağlar ve tarlalarla dolmuştu. İstanbul 1430'larda 40-50 bin civarında bir nüfusa sahipti. Fatih, fetihten sonra ilk iş olarak, şehri mükemmel bir şekilde imar ve iskân etmek için harekete geçti. Şehrin yeniden imar ve iskânı için derhal Anadolu'dan ve Rumeli'den insan getirtti. İstanbul 1477'de 97.956 kişilik bir nüfusa sahipti. Şehrin nüfusu 1520'lerde 400, 17. yüzyılın sonlarında 700 bine ulaştı. İstanbul 1885'te 873.575, 1914'te 909.978 kişi oldu. 1914'teki nüfusun yüzde 62'si Müslüman yüzde 38'i gayrimüslimdi. Cumhuriyet döneminde İstanbul başkent olma vasfını kaybedince nüfusu azaldı. 1927'de 690.857, 1935'te 741.118 nüfusa sahipti. İstanbul'un nüfusu 1950'de 1 milyonu, 1970'te 2 milyonu, 1985'te 5 milyonu, 2018'de ise 15 milyonu geçti.
.11 Şubat 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Müslümanız diye Avrupa bize düşman
İkinci Abdülhamid’le ilgili birçok sahte hatırat vardır. Ancak doktoru Atıf Hüseyin Bey’in günlüğünden Sultan 2. Abdülhamid’in devlet yönetimi ve siyasetle ilgili görüşlerini öğrenebiliyoruz: İslam dini kadar serbest din yoktur. Batıl inanışlar Avrupalılar’da pek çoktur. Hep mesele Müslümanlık. Bize karşı bütün devletler bundan düşmandır
İkinci Abdülhamid 31 Ağustos 1876 ile 26 Nisan 1909 arasında 33 yıl tahtta kaldı. Saltanatı boyunca devleti ayakta tutmak için mücadele etti. Hükümdarlığı imparatorluğun içten ve dıştan saldırılara uğradığı çok zor bir dönemdi. Sultan Abdülhamid dış politikada ustaca bir siyaset güderek Osmanlı Devleti'ni ayakta tutmaya çalışmıştı. Bunun için Avrupalı büyük güçlere karşı, sonradan büyük devletler arasına katılan Almanya'yı kullanmaya çalışmış, bu arada, çok sayıda Müslüman sömürgeye sahip olan Fransa, İngiltere ve Rusya gibi devletlere karşı da İslâmcılık siyasetini bir tehdit unsuru olarak öne çıkarmıştır. İkinci Abdülhamid, büyük devletler arasındaki rekabeti sürekli körükleyen, tarafsız, bağımsız, çoğu zaman barışçı, bazen tavizkâr fakat yeri geldiğinde de tehditkâr bir dış politika anlayışı izlemişti.
DOKTORUNUN GÜNLÜĞÜ
Sultan Abdülhamid tahttan indirildikten sonra ölümüne kadar yanında doktorluğunu yapan Atıf Hüseyin Bey, önemli bir günlük tutmuştur. İkinci Abdülhamid tahttan indirildikten sonra ölümüne kadar geçen 9 yıl boyunca doktoruyla görüştüğü zamanlarda sohbet etmiş ve çeşitli meseleler hakkındaki görüşlerini anlatmıştır. Doktoru da sultanla görüşmelerini günlüğüne kaydetmiştir. Bu günlük ilk olarak sadeleştirilerek Ziya Şakir tarafından "Sultan Hamid'in Son Günleri" ismiyle daha sonra da Metin Hülagü tarafından "Sultan II. Abdülhamid'in Sürgün Günleri (1909-1918): Hususi Doktoru Atıf Hüseyin Bey'in Hatıratı" adıyla yayınlanmıştır. Bu eserden İkinci Abdülhamid'in değişik konulardaki düşüncelerini naklediyoruz.
MÜSLÜMANIZ DİYE DÜŞMANLAR
"İslamlara mutaassıptır derler ama! Avrupa'da da dahi pek çok mutaassıplar vardır. İslam Dini hiçbir zaman ilerlemeye mani değildir. Terakkiye mani derler ama yalandır. İslam dini kadar serbest din yoktur. Batıl inanışlar Avrupalılar'da pek çoktur. Bizden kat kat çoktur. Hem de oldukça tahsil görmüşlerinde vardır."
"Zaten bizim kabahatimiz Müslüman olmaktır. Bundan Avrupa bize düşmandır. Bunu çocuk bile bilir. Fakat yazılmaz."
"Hep mesele Müslümanlık. Bize karşı bütün devletler bundan düşmandır."
GAZETELER ÖLÇÜLÜ YAZSIN
"Lakin bugünkü başmakale de hiç iyi değil. Moskoflar şöyle Moskoflar böyle diye ağzına geleni yazmış. Bunda fayda yerine mazarrat hasıl olur. Bana öyle geliyor ki bu sözleri er geç Rusya sefiri bir gün Babıali'yi protesto edecektir. Moskof muharebesine ilk Meşrutiyet zamanında bir gazete meselesi sebep oldu. Karagöz gazetesi Devlet-i Aliyye'yi aslana, Rusya'yı ayıya teşbih etmiş idi. O zaman sefir gazeteyi eline alınca Babıali'ye gelmiş. Sadrazamı protesto etmiş. Muharebe zuhuruna sebep vermiş idi."
"Ruslar pek kindardırlar. Hele Moskof tabirine çok kızarlar. 93 Muharebesi'nin yine böyle bir gazete meselesinden çıktığını pek iyi hatır ederim. O vakit Karagöz Gazetesi vardı. Osmanlı hükümetini aslan resmiyle, Rusya'yı ayı resmiyle teşbih edip aslanı ayı üzerine bindirmiş bir resim neşretmiş idi. Sefir gazeteyi alıp Babıali'ye gitmiş. Gazeteyi sadrazamın masasına bırakarak ve şiddetle protesto ederek vapura binip memleketine gitti. Muharebe bu yüzden zuhura geldi. Bunlar iyi şeyler değildir."
"Bizde gazeteler işi berbat ediyor. Daha bizim dretnotlar meydanda yok iken biz şöyle yapacağız böyle edeceğiz gibi Rumların hissiyatını galeyana getirecek makaleler yazdılar."
"Bizim gazeteler pek ileri varıyorlar. İngilizlere, Fransızlara, Ruslara atıp tutuyorlar. Hain alçak, namussuz gibi tabirler kullanıyorlar. Bu gibi sözler yakışmaz. Hem muzır hem de edebe mugayir. Kin ve garazı teşvikten ne çıkar. Yarın yüzyüze bakılacak. Harbin bir sonu elbet vardır. Onun için galiz tabirler yerine biz İngiliz, Fransızlar'dan yardım beklerdik. Onlar bize Kırım'da yardım ettiler. Bunu yapmaları menfaatleri icabıdır. Sanırız gibi yazılmak başkadır; hain, korkak, namussuz İngilizler gibi yazmak yine başkadır. Edep, terbiye dairesinde yazılırsa elbet fayda vardır. 3 Mart 1915."
HERKES ALEYHİMİZDE
Doktorunun hangi tarafın siyasetine temayül daha iyidir sorusu üzerine "Ona şimdi cevap veremem. Çünkü siyaset bulut gibidir. Halin gidişine göre hareket edilir."
"Vaziyet pek korkunç. Bütün devletler aleyhimizde. Gazetelerden bunu anlıyorum. Almanya'dan gelen askeri heyete bir takım manalar veriyorlar. Bunlara sebep hep bizim ifratkârane hareketimiz. Birden bire herşeyi yapmak istiyoruz. Lakin bir şey yapamıyoruz. Bizde aransa tecrübeli, dirayetli birçok adam bulunur. 22 Aralık 1913."
"Gazetelerde Harb-i Umumi'yi pek iyi görmüyorum. Allah İslam milletine acısın 11 Ocak 1914."
"Bütün düvel-i muazzama aleyhimizde. Hele Ruslar, İngilizler. Ben hepsinden ziyade İngilizler'den korkarım. Ah İngilizler. Bir kere bir şeye kanca attılar mı mutlaka vazgeçmezler. İcra ettirirler.7 Şubat 1913."
"Durum çok karışık. Neticesi bizim başımıza bir felaket getirmese. Ondan çok korkuyorum. Biz tarafsız kalabilirsek. Kalabilecek miyiz? Görünüşe nazaran kalamayacağız. Fakat bence tarafsız kalsak hislerimize kapılmasak iyi olur. Ben size her vakit İngiltere'den korkarım demez miydim? İşte bakınız ne yaptı. Sultan Osman'ı, Reşadiye'yi zapt etti. Ben bunu Navarin hadisesinde İngiltere'nin bizim aleyhimizde Rus ve Fransızlar'la birleşmesine benzetiyorum. 11 Ağustos 1914."
"Hafazanallah İstanbul'un sükutu Paris'in Bordeaux'a nakline benzemez. Bizimkiler düşünmeden, ne olur? Konya'ya çekiliriz, müdafaa ederiz diyorlar ama yanlış. İstanbul elden çıkınca artık bu devlette hayır kalmaz. 5 Mart 1915."
"Ben durumu pek fena görüyorum. Ben sabahlara kadar uğraşırdım. Muharebe olmamasına gayret ederdim. Dünya karıştı. Biz İngiliz ve Fransız ile hiç harp etmedik. Şimdi onlarla da muharibiz. Artık bizim hakkımızda mevcut olan kin ve garazları iki misli oldu. Harpten sonra kim bilir ne kadar meseleler çıkararak bizi hiç rahat bırakmayacaklar. 1 Temmuz 915."
YUNANLILAR SIRTINI AVRUPA'YA DAYAR
"Karadağ, Sırp, Bulgar, Yunan. Herbiri büyük hükümete arkasını dayamışlar. Bulgarlar Rusya'ya, Yunanlılar Fransa ve Hatta İngiltere'ye. Fransızlar Yunanperesttir. Onların her vakit hamisi Fransa'dır. Yunan deyip geçmeyelim. İngiltere'de ve Hind'de dünyanın her yerinde ticaretle meşgul birçok zengin Yunanlı vardır. Bizim Rumlar da onların ırkındandır."
"Rumlarla durum iyi gitmiyor. Bir şey çıkartacaklar. Ben olsam ne yapardım? Patrik ile iyi geçinirdim. Patriği ele alırdım. Patrikhane demek Yunanistan demektir. Yunanistan'a da bütün Rumlar'a da patrikhane hükmeder. Bilmem bizim hükümet neden bunu böyle düşünmüyor? Rumların Patrik'ten başka bazı ileri gelen nüfuzlu adamları var. Onları da okşamalı. Hasılı Patrikhane'yi okşamakla işler sükûnet bulur itikadındayım. Ben Rumları hep okşardım. Benim içtihadım haricinde bir kere Babıali'nin Patrikhane ile arası açılır. O vakit Yunanistan ile muharebe zuhur etti. Ne vakit Patrikhane ile aramız bozulursa arkadan Yunanistan ile mutlaka harp olur. Bu da pek tabiidir."
.18 Şubat 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Soyunu bilmek isteyenlere rehber
E-devlet üzerinden alt-üst soy sorgulama sisteminin açılması Türkiye için önemli bir dönüm noktasıdır. Bu bilgilere ulaştıktan sonra ailenin köklerini daha eskiye indirmek arşivlerde profesyonel ve uzun soluklu bir araştırma ister
Son yıllarda insanlar kendilerinin nereden geldiklerini, soylarının nereye dayandığını daha fazla merak etmeye başladılar.
Türkiye'de soy tarihi araştırmaları Avrupa'da olduğu gibi gelişmiş değildir.
Soyunu araştırmak isteyen kişi ilk önce nüfus ve vatandaşlık hizmetleri genel müdürlüğünün alt-üst soy sorgulama sistemine müracaat ederek dedeleriyle ilgili ilk bilgilere ulaşabilir. Bazı nüfus müdürlüklerindeki kayıtlar 1800'lere kadar inmektedir. Ancak bu her nüfus müdürlüğü için geçerli değildir. Bu yüzden benim soyum eskilere gitmiyor diye vesveseye kapılmamak gerekir.
Aile büyüklerinden ailenin geçmişiyle ilgili bilgilerin toplanması da büyük önem arzetmektedir.
Çünkü ailenin geçmişini bilenler azalmaktadır ve bu bilgiler kayıt altına da alınmamıştır.
Aileden gerekli malumat öğrenildikten ve alt-üst soy sorgulamadan bilgiler alındıktan sonra arşivlere müracaat ederek daha gerilere gidilebilir. Ancak bu profesyonel bir araştırma gerekir. Eski yazı ve arşivlerin sistemini bilmeyenler bu araştırmayı yapamaz.
NÜFUS DEFTERLERİ
Soy tarihi araştırmaları için ilk olarak nüfus defterlerine bakmak gerekir. II. Mahmud'un emriyle 1831'de tutulmaya başlayan nüfus defterlerinin ilk sayımları Osmanlı Arşivi'ndedir. 1880'den sonraki defterler ve arada tutulan vukuat kayıtları ise Nüfus Genel Müdürlüğü Arşivi'ndedir. Bu defterleri destekleyecek diğer kayıtlar ise Osmanlı Arşivi'nde bulunan ve 19. yüzyılın ortalarına ait olan Temettuat defterleridir.
Ailemizin 1800'lerde yaşadığı yer belli ise nüfus defterlerinden hareket etmeliyiz. Son yıllarda Osmanlı döneminde yapılmış nüfus sayımları özellikle belediyelerin ve valiliklerin destekleriyle yayınlanmaya başlandı.
Afyonkarahisar, Aksaray, Amasya, Balıkesir, Bayburt, Bursa, Çorum, Düzce, Kayseri, Kırıkkale, Kırşehir, Mardin, Rize, Samsun, Trabzon, Van, Görele, Tirebolu, Yusufeli, Ünye, Harşit, Şebinkarahisar, Yakacık-Akşehir-i Abad-Suşehri, Giresun, Besni, Gölköy, Payas, Siverek, Pazar, Ardeşen, Sürmene, Zara, Keşap, Körfez, Kavak, Pötürge, Arhavi- Hopa, İspir, Sincanlı, Çamardı, Maçka, Talas, Beyşehir, Yalvaç, Of, Çardak, Çıldır, Bayat, Bozdoğan- Nazilli, Köyceğiz, Bucak-Kızılkaya, Türkeli, Beykoz, Kartal ve Safranbolu'nun nüfus sayımları yayınlandı veya tez olarak hazırlandı.
Birçok il ve ilçenin nüfus defterleri de hazırlanıyor.
TAHRİR DEFTERLERİ
Nüfus defterlerinde bilgi bulunduktan sonra geriye doğru kayıt takip etmek ailenin belirgin bir vasfı yoksa oldukça zordur. 17. ve 18. yüzyıllar için şahıs vergisini ihtiva eden Avarız defterlerinin incelenmesi gerekir.
15-17. yüzyıllar için ise tahrir defterlerine bakmak gerekir. Tahrir defterleri bir bölgede yaşayan hane reisi erkeklerinden, bekâr erkeklere, dul kadınlardan, vergiden muaf olanlar ile yaşlı olup vergi veremeyecek durumda olanlara kadar o bölgede yaşayanları tek tek verir.
Müslüman ve Müslüman olmayanlar ayrı ayrı kaydedilmiştir. Bazı bölgelerde etnik köken de verilmiştir.
Bir bölgede yaylak kışlak hayatı yaşayan Türkmen (Yörük) aşiretleri de tek tek defterlere kaydedilmiştir.
Tahrir defterleri İstanbul'da Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde ve Ankara'da Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü Arşivi'nde bulunmaktadır.
Ancak bu defterlerde aile lakapları yazılmadığı, şahıslar sadece baba isimleriyle kaydedildiği için bağlantıyı kurmak oldukça zordur.
Göçmen ailelerin soyu nasıl araştırılır?
Osmanlı'nın küçülmesiyle birlikte Balkanlar'dan Kafkaslar'dan, Kırım'dan, Arap ülkelerinden, Adalar'dan birçok kişi Türkiye'ye göçetti. Özellikle, 1878, 1912 ve 1923'ten sonra çok yoğun göçler oldu.
Bu yüzden nüfus genel müdürlüğünün arşivinde bulunan kayıtlar muhacirlerin geldiği yere kaydolmasıyla başlamaktadır. Bu kayıtlarda gelen kişinin doğduğu yer olduğu için muhacir kökenli olanlarımız dedelerinin nereden geldiğini öğrenebilmektedir.
Bu konuda ilk olarak Bilal Şimşir, Nedim İpek, Ahmet Halaçoğlu, Muammer Demirel, Faruk Kocacık, Ferhat Berber, Abdullah Saydam, Süleyman Erkan, Hayati Bice, Mehmet Demirtaş, Derya Serin Paşaoğlu, Hakan Kırımlı, Sedat Kanat ve Tufan Gündüz gibi araştırmacıların eserlerini incelemek gerekir. Daha sonra Osmanlı ve cumhuriyet arşivlerindeki kayıtlarla bağlantı kurulabilirse daha geriye gidebilir. Örneğin mübadele ile gelenler Cumhuriyet Arşivi'ndeki tasfiye talepnamelerine bakarlarsa ailelerinin Yunanistan'dan hangi köyden geldiğini öğrenebilirler. Köyü öğrendikten sonra da Osmanlı arşivindeki nüfus defterlerinden ailenin 1830'lardaki durumunu tespit edebilirler.
Nüfus ve Vatandaşlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün büyük hizmeti
Yıllardır hem ders verirken, hem televizyonda, hem de konferanslarda en sık karşılaştığım soru "dedelerimi nasıl bulurum"du. Bu işin ilk adımı herkesin kendi kayıtlı bulunduğu yerlerdeki nüfus müdürlüklerinden üst soylarını istemeleriydi. Ancak bazı istisnalar dışında genelde nüfus müdürlükleri bu bilgiyi vermiyorlardı. Bu yüzden de insanlar kulaktan dolma dedikodularla hareket ediyor ve bilgilenemiyorlardı.
Ancak İçişleri Bakanlığı çok doğru bir karar vererek alt-üst soy sorgulama hizmetini başlattı. Aşırı talep yüzünden sistem kilitlendi. Ancak bakanlık meydana gelen teknik sıkıntıları kısa sürede halledilip, sorgulamayı tekrar işler hale getirdi. Ardından da birkaç gün içerisinde 11 milyondan fazla kişi ailesiyle ilgili bilgi aldı. Bu yüzden İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu'ya, İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Muhterem İnce'ye ve Nüfus ve Vatandaşlık Hizmetleri Genel Müdürü Sinan Güner'e bir tarihçi olarak teşekkür ediyorum. Bu bilgilendirme İçişleri Bakanlığı'nın çok önemli bir hizmetidir. Yalan, yanlış ve maksatlı olarak insanlarımızın ataları konusunda kafasını karıştıranların verdiği kasıtlı bilgilerin önüne bu suretle geçilecektir.
Bundan sonra yapılacak iş sistemdeki bilgilerin eski defterler kullanılarak genişletilmesi (lakapların sisteme yüklenmesi) ve aksaklık görülenlerin (yer isimleri, ölüm tarihleri) düzeltilmesidir.
Bu çok önemli sistemi Türk milletinin kullanımına sunan Nüfus ve Vatandaşlık Hizmetleri Genel Müdürlüğümüzün bu işi de yapacağına inanıyoruz.
.25 Şubat 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Tarihimizden ilginç fetvalar
Osmanlı döneminde halk her türlü konuyu şeyhülislama veya müftülere sorardı. Şeyhülislamlar bir sanat sahibi olmanın önemi, defalarca hacca gitmektense, fakir ve yetimlere yardım edilmesi gibi birçok konuda fetva vermişlerdir
Fetva denince, aklımıza padişahların savaş için aldıkları fetvalar gelir. Ancak yalnız padişah değil herkes fetva makamına başvururdu. "Pırasa yenilir mi?", "Sakala kına sürülebilir mi?", "Bayıldım, orucum bozuldu mu?" gibi binlerce konu müftülere sorulmuştur.
HÜKÜM YERİNE GEÇMEZ
Fetva bir meselenin dini-hukuki durumuna açıklık getirirdi. Dini bir konudaki görüş olan, fetva hüküm yerine geçmez. Bir konuda hükmü kadı, yani hakim verirdi. Fetva yetkili bir müftüden alınabileceği gibi Osmanlı İmparatorluğu'nda en büyük dini yetkili olan şeyhülislamdan da alınabilirdi. Fetva almak için soru soran kişi durumu "mesele" adı altında müstear isimle yazılı olarak fetva makamına arzederdi. Fetvalarda erkekler için Zeyd, Amr, kadınlar için ise Hind, Zeynep gibi temsili isimler kullanılırdı. Fetvalarda genellikle soru kısmı teferruatlı olur, cevap ise "olur, olmaz, caizdir, değildir" gibi birkaç kelimeden oluşurdu. Fetvanın sonunda, müftünün adı bulunurdu.
1413 FETVA
Yavuz Sultan döneminin meşhur şeyhülislamı Şeyhülislâm Ali Efendi, fetva isteyenlerin sorularını yazdıkları kâğıtları koyabilmeleri için evinin penceresinden devamlı olarak zenbil denilen bir sepet sarkıtırdı. Soru sahipleri cevaplarını da zenbille alırlardı. Şeyhülislam bu yüzden "Zenbilli Müftü" olarak adlandırılmıştı. Şeyhülislamların bir günde verdiği fetva sayısı bini geçebilirdi. Kanunî Sultan Süleyman'ın meşhur şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, bir gün sabah namazından ikindi namazına kadar, adamlarıyla birlikte ne kadar fetva yazdıklarını hesapladığında, o gün 1413 fetva verdiği çıkmıştı.
ŞEYHÜLİSLAM FETVALARI
Tarihimizde önemli bir yeri olan şeyhülislam fetvalarının bir kısmı yeni harflerle yayınlanmıştır. Ertuğrul Düzdağ, Pehlul Düzenli, Necati Demirtaş Ebussuud Efendi'nin fetvalarını; Ahmed İnanır İbn Kemal'in fetvalarını; İbrahim Ural ve Necati Demirtaş Çatalcalı Ali Efendi'nin fetvalarını; Süleyman Kaya- Betül Algın-Zeynep Trabzonlu-Asuman Erkan Feyzullah Efendi'nin fetvalarını, Süleyman Kaya vd. ile Cahit Kayra Yenişehirli Abdullah Efendi'nin fetvalarını; Süleyman Kaya-Betül Algın-Ayşe Nagehan Çelikçi-Emine Kaval Neticetü'l-Fetavâ'yı, İsmail Cebeci ise Ceride-i İlmiye fetvalarını, Pehlul Düzenli "Gayrimüslimlere Dair Fetvaları" yayınlamışlardır. Ayrıca Necati Demirtaş'ın iki ciltlik "Açıklamalı Osmanlı Fetvaları" isimli önemli bir eseri de vardır.
HER KONUDA FETVA
Kanuni Sultan Süleyman ve oğlu İkinci Selim dönemlerinde şeyhülislâmlık yapan Ebussuud Efendi ile 17. yüzyılın ikinci yarısında şeyhülislâmlık makamında bulunan Çatalcalı Ali Efendi'nin fetvalarından bazı ilginç örnekler aşağıdadır:
Soru: Zengin birisi olan Zeyd bir defa hac görevini yerine getirdikten sonra, bir defa daha hacca gitmek isterse, tekrar hac etmek mi iyidir, yoksa gitmemesi mi daha iyidir?
Cevap: Gayet muzdarip fakirlere ve çok zor durumda olan yetim analarına yardım etmek daha iyidir.
Soru: Bir camiye imam olmakla, marangozluk yapmaktan hangisi makbuldür?
Cevap: Namazı terk etmeden bir sanat sahibi olmak Allah katında daha makbuldür.
Soru: İlim sahibi olan Zeyd, Amr'ın kızı Hind'e talip olup, evlenmek için iki taraf arasında anlaşma olsa, nikâhtan önce Amr kızını Zeyd'e vermeyip zengin Bekir'e verebilir mi?
Cevap: İlim sahibi birisinin yerine başkasını tercih etme, Müslüman'a yakışmaz.
Soru: Zeyd, eşi Hind'i haksız yere döverse, ne lazım olur?
Cevap: Zeyd'e 80 değnek vurulur.
Soru: Tekkelerde inzivaya çekilip, işi Allah'a bırakıp kaderine razı olanların durumları dinen makbul müdür?
Cevap: Değildir.
Soru: Zeyd, Hind'in evine girip, zorla ona sahip olmak istediğinde Hind, Zeyd'i başka yolla başından def edemeyip, balta ile vurup yaralasa ve Zeyd yaradan dolayı ölse, Hind'e bir şey yapmak lazım olur mu?
Cevap: Gazâ etmiş olur.
Soru: Dilenci Zeyd, Amr'a gelip "Allah aşkına, peygamber aşkına, Allah'ı seversen peygamberi seversen, bana para ver" dese, Amr da aldırış etmese veya "Allah vere" dese, günahkâr olur mu?
Cevap: Sevmek vermeyi gerektirmez. Sevmediği için vermemiş olacak hata yoktur.
Soru: Pırasa diye bilinen sebzeyi yemek helal olur mu?
Cevap: Olur. Ancak pırasa yemişken, kokusu geçmeden camiye gelmemelidir.
Soru: Tuz ve sirke ile karıştırılmış sebzeler çiğ iken yenilse, helal olur mu?
Cevap: Olur. Çünkü bu adettir.
Soru: Bir çok ilaç kullanmasına rağmen hastalığı iyileşmeyen Hind'in şifa bulması için doktorlar 6 gram şarabı bitkilerle karıştırması gerekir. Eğer bunu yapmazsa hastalıktan ölecek deseler, bu ilacı kullanması caiz olur mu?
Cevap: Asla caiz değildir. Doktorların bu konuda dedikleri yanlıştır. Şarapla deva bulunmaz. Bunun yerine üzüm suyu ile bitkileri karıştırmalıdır.
Soru: Keyif için içilen esrarın azı da, çoğu da haram mıdır?
Cevap: Haramdır.
Soru: Sünnet olurken normalden az kesilmiş olan Zeyd'in tekrar sünnet olması dinen caiz olur mu?
Cevap: Olmaz.
Soru: Zeyd'in eşi Hind, anası Zeyneb'in küçük oğlu Amr'ı emzirse, nikâhlarına zararı olur mu?
Cevap: Yoktur.
Soru: İki eşi olan Zeyd'in hanımları aynı evde oturmak istemezlerse, her birine müstakil ev lazım olur mu?
Cevap: Lazımdır. Avluları bile ayrı olmaz lazımdır.
Soru: Eşi Hind ve kayınvalidesi Zeynep'le aynı odada yatarken, gece kalkıp dışarı çıkarken kasıt ve şehvet olmadan ayağı Zeyneb'in ayağına dokunan Zeyd'e eşi Hind haram olur mu?
Cevap: Olmaz.
Soru: Zeyd, eşi Hind'e "Annem ve kızkardeşim ol" dese dinen Hind, Zeyd'den boş olur mu?
Cevap: Haram olmak niyeti ile dediyse boş olur, "Onlar gibi sevgili ol maksadıyla" dediyse olmaz.
Soru: Bazı Müslümanlar, "çıbanım var, yaram var" diye durumlarından şikâyet edip, namaz kılmasalar, bu dinen özür olur mu?
Cevap: Namaza özür olmaz, kan akarken bile kılmak lazımdır.
Soru: "Bismillah, Allahu Ekber" diyerek domuz kesen kimsenin durumu nedir?
Cevap: İman tazelemesi gerekir.
Soru: Ramazanda oruçluyken üç defa bayılan Zeyd'in orucu bozulur mu?
Cevap: Bozulmaz.
Soru: Kına ile sakalını boyayan Zeyd'e şeriata göre ne lazım olur?
Cevap: Kendi bilir.
.04 Mart 2018, Pazar
ERHAN AFYONCU
Bilmeyenlere Kanunî dersleri: Yenilmez Türk
Kanunî dönemi o kadar ihtişamlıydı ki 17. yüzyıl Osmanlı yazarları Kanunî dönemini dönülmesi gereken “Altın Çağ” olarak göstermişlerdir. Avrupalılar ise Kanuni’yi “Yenilmez Türk” olarak görmüşlerdi
Kanunî'den itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa için gerçek bir tehlike oldu. 1522'de Rodos'un fethedilmesi Batı ve Orta Avrupa'daki devletlerin gözlerini Türkler'e çevirmelerine sebep oldu.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki Fransuva-Şarlken çekişmesinden dolayı yönünü iyice Avrupa'ya dönmesi ve Mohaç Muharebesi ile Macaristan'ı fethi üzerine herkes Türkler'le ilgilenmeye başladı.
Kanunî'nin 1529'daki Birinci Viyana Kuşatması ile tehlikenin nefesini iyice enselerinde hisseden Avrupalılar'ın, Osmanlı İmparatorluğu'na karşı ilgisi daha da arttı.
TÜRK KORKUSU
16. yüzyılda özellikle İtalya, Almanya ve Avusturya'da Türkler'le ilgili imaj, bitip tükenmek bilmeyen savaşlar ve Osmanlılar'ın durdurulamaz ilerleyişinin verdiği dehşetle oluştu. Türk ilerleyişinin bir türlü durdurulamaması ve savaşlarda ardı ardına başarısız olunması Avrupa'da "Türkler'in yenilmez" olduğu anlayışını doğurdu. Din adamları Türkler'in, işlenilen günahlar sebebiyle Allah tarafından gönderilmiş bir ceza, Tanrı'nın gazabı veya Tanrı'nın laneti olduğunu söylüyorlardı.
Osmanlılar, Tanrı'nın kırbacıydı. Bu yüzden Avrupa'da "Türkler'e karşı savaşmak Tanrı'yla savaşmaktır" diyenler çıkmıştı. Avrupalılar üzerinde öyle bir yılgınlık havası doğmuştu ki, bu dünyanın Türkler'in, ahiretin ise Hristiyanlar'ın olduğu söyleniliyordu. Türk korkusu tam bir kâbusa dönüşmüştü. Osmanlılar'ın ilerlemesi yaklaşan kıyametin habercisiydi.
Avrupalı yazarlar Türk korkusunu yenmek için kitaplar kaleme aldılar.
Aydınlar, Osmanlı İmparatorluğu'nu nasıl yıkmak gerektiğine dair eserler yazdılar.
Avrupalı aydınlar yazdıkları eserlerde Türk korkusunu azaltmak için uğraştılar. Erasmus bu konuda "Osmanlı İmparatorluğu'nun büyüklüğü insanları korkutmamalıdır. Roma ve Büyük İskender'in imparatorlukları da çok büyüktü ve yenilmez oldukları sanılırdı.
Hâlbuki bugün yoklar. Yıkılıp gittiler" demektedir.
Fatih Sultan Mehmet ile Kanuni Sultan Süleyman'ı kıyaslayan Celal Şengör'den ağır hakaret!
Erasmus, bir eserinde karanlık kökenli barbarlar olarak nitelediği Türkler'in, Hristiyanlar arasındaki görüş farklılıkları sebebiyle Avrupa'nın önemli bir bölümünü fethetmiş olduklarını söyledikten sonra, artık esaret altında bulunan din kardeşlerinin kurtarılması gerektiğini belirtir. Erasmus, dini savaşı haklı bulmamakla birlikte, Hristiyanlığın varlığını sürdürebilmesi için Türkler'in yok edilmesi gerektiğini söyler.
Osmanlılar yaydıkları korku yanında bazı Hristiyanlar içinse "ümit" anlamı taşıyorlardı. Vergi yükünden ezilen veya dini anlayışını tam olarak yaşayamayan bazı Hristiyanlar ise krallık ve prenslik idaresi altında olmaktansa Türk idaresinde yaşamayı tercih ediyorlardı.
Türkler Avrupa'da kitapların dışında bale, tiyatro, opera eserlerine, halk şarkılarına, şiirlere, hikâyelere de konu olmuşlardır. Bunun sebeplerinden biri, Osmanlı tehlikesine karşı halkı canlı tutmak ve Hristiyanlığa karşı olan tehdidi bertaraf edebilmek için siyasi bir kalkan yaratmak iken, diğeri Türkler'in gündemden hiç düşmeyen ve merak uyandıran bir konu olmasından dolayıdır.
2 BİN 643 YAYIN
Hristiyan dünyasının sembol yerlerinden ve öncü üslerinden Rodos'un Osmanlı hakimiyetine geçmesi ile ilgili 1522- 1523'te 80 tane kitap ve broşür yayınlandı.
1526-1532 arasında Mohaç Muharebesi, Birinci Viyana Kuşatması ve Kanunî'nin 1532'deki Alman seferi üzerine 259 kitap ve broşür türü yayın yapıldı. Kanunî'nin 1541'deki Budin seferi 134 yayına sebep oldu. 1565'deki başarısız kalan Malta kuşatması ve Kanunî'nin son seferi olan Zigetvar ile ilgili olarak da Avrupa'da 148 kitap ve broşür yayınlandı.
Romanyalı tarihçi Carl Göllner'in araştırmaları neticesinde vardığı sonuç, 16. yüzyılda Türkler'le ilgili Avrupa'da 2 bin 463 kitap, broşür ve el ilânı basıldığıdır.
Bu ilgi sadece belirli ülkelere mahsus değildi, Avrupa'nın hemen hemen her şehrinde Türkler'le ilgili yayın yapılıyordu.
Frankfurt'tan Paris'e, Londra'dan Lyon'a, Roma'dan Prag'a, Venedik'ten Viyana'ya her yerde bu tür kitaplar basılmıştı.
Osmanlılar'la ilgili en çok yayın Ausburg'da yapılmıştı. Bu şehirdeki 29 matbaada basılan kitap ve broşür sayısı 134'tü.
Almanca, Latince, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca başta olmak üzere hemen hemen her Avrupa dilinde Osmanlılar üzerine basılmış eserlere rastlanmaktadır. 2 bin 463 yayının bini Almanca, 455'i ise Latince'dir.
***
KANUNî'DEN NE KALDI?
Kanunî döneminde doğu sınırlarının fazla tehdit almaması ve Avrupa'da gelişen şartlardan dolayı asıl hedef Batı olmuştur. Osmanlılar'ın Avrupa'daki iç mücadeleye karışmaları siyasi dengenin yeniden kurulmasını sağladı. Fransa, Osmanlılar'ın, Habsburglar'a karşı mücadeleye girmesiyle hayat hakkı bulabildi. Osmanlılar'ın, Habsburglar'ın Alman kanadını yıpratmaları sayesinde Protestanlık Almanya'da yayılabildi.
Habsburglar'ın Afrika'yı ele geçirmeleri de, bu bölgelerdeki Türk korsanlarıyla Osmanlılar'ın işbirliği yapması sayesinde önlendi. Bu dönemde Barbaros'un kaptanıderya yapılması ve izlenen sistemli deniz siyaseti sayesinde Osmanlılar, "Akdeniz'de biz de varız" diyerek Habsburglar'ın İspanyol kanadını Kuzey Afrika'dan uzaklaştırdılar.
Kuzey Afrika'nın Hristiyan olma tehlikesi bu bölgelerin (Cezayir, Trablusgarb, daha sonraki tarihlerde Tunus ve Fas) Osmanlılar tarafından fethi veya nüfuz altına alınmasıyla ortadan kalktı.
Akdeniz'de ve Kuzey Afrika'da hakimiyet kuramayan Habsburglar bütün dikkat ve güçlerini Atlantik ötesindeki yeni sömürgelerine kaydırdılar.
Kanunî döneminde mecbur kalınmadıkça veya önemli bir fırsat çıkmadıkça İran üzerine sefere çıkılmadı. Bu dönemde esas hedef Batı ile olan münasebetlerdi.
İlk İran seferine 1533'te çıkıldı. Ancak iki ordu ile çıkılan Irakeyn Seferi Makbul/Maktul İbrahim Paşa'nın hatalarından dolayı istenilen neticeyi vermedi. Daha sonra 1548 ve 1553'te çıkılan iki İran seferi Özbeklere ve bölgedeki diğer Sünni Müslümanlar'a yardım etme ve Osmanlı topraklarına saldıran Safevîler'e cevap verme amacıyla yapılmıştı.
Kanunî döneminde 1555'te imzalanan Amasya Antlaşması iki devlet arasında imzalanan ilk resmi antlaşmadır.
İran seferlerinin en önemli sonucu Irak'ın ve Doğu Anadolu'nun Osmanlılar'ın eline geçmesidir. İran tamamıyla alınamasa da, Irak'ın fethi ile Hint ticaret yollarının kontrolü önemli ölçüde Osmanlılar'ın eline geçti.
.
|
Bugün 343 ziyaretçi (430 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|