ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
İbni Kayyım
Sual: İbni Kayyım-ı Cezviyye kimdir? CEVAP Hanbelî fıkhına göre yetişmişse de, 15 sene kadar İbni Teymiyye’den çeşitli ilimleri tahsil etti. Çok kitap yazdı. Felsefeciler, Hıristiyan ve Yahudilerle mücadele etti. Edebî tarzını benimsediği hocasının, her yönüyle, sadık bir talebesi oldu. İbni Teymiyye’nin Ehl-i sünnete uymayan bozuk düşüncelerine kapıldı. Onun fetvalarını ve eserlerindeki sapık fikirleri savunmaya başladı. Kendi düşüncelerini beğenip, aklın eremediği bilgileri ve tasavvuf büyüklerinin keşfettikleri sırları, akılla çözmeye kalktı ve Ehl-i sünnetten ayrıldı.
Başta El-Kasidet-ün-Nuniyye kitabı olmak üzere, yazdığı yazılarda Allahü teâlânın başka varlıklara bazı yönlerden benzediğini ve cisim olduğunu yazdı. Hatta Bedai-ul-Fevaid ve El-Cevab-ül-Kafikitaplarında, Allahü teâlâya mekân isnat etti. İbni Teymiyye de, Kitab-ül Arş kitabında, hâşâ, İstivakelimesini yanlış yorumlayarak, (Allah Arş’ın üzerinde oturur) demiştir. Hâlbuki Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, yönleri O yaratmıştır. Cahiller, Onu Arş’ın üstünde veya yukarıda gökte sanır. Arşı da, yukarısını da, aşağısını da O yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadim [ezeli] olana yer olamaz. (2/67)
İbni Kayyım, hocası İbni Teymiyye gibi, (Kâfirlere Cehennemde azap sonsuz değildir) demiştir. Kabir ziyaretinde bulunan Müslümanlara da müşrik deyip, İbni Teymiyye gibi, türbelerin yıkılmasını istedi. Hatta Resûlullah efendimize dil uzatarak, vefatından sonra, bir meziyetinin kalmayıp, diğer insanlardan bir farkının bulunmadığını iddia etti. Bu konuda bildirilen hâdis-i şerif ve haberleri, âlimlerin sözlerini tevil ederek, Ehl-i sünnete uymayan birçok fikirler ileri sürdü. Bunun için, Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından şiddetle tenkit edildi. Hocası İbni Teymiyye ile birlikte Şam kalesine hapsedildi. Hocasının ölümünden sonra hapisten çıkarıldı. (Y. Rehber Ans.)
İbni Hazm
Sual: Mezhepsizlerin övdüğü İbni Hazm kimdir? CEVAP Endülüs felsefecilerinden ve âlimlerindendi. Vezir [bakan] idi. Miladi 994 yılında Kurtuba’da doğru, 1064’de vefat etti. Felsefeye dalarak, âyet-i kerime ve hadis-i şeriflere, kendi aklına göre mana vermiş, Ehl-i sünnetten ayrılmıştır. Selef-i salihinin, üstünlüğünü kavrayamamış, din büyüklerine saygısızlık göstermiştir. Bu sebeple, memleketinden sürülerek, çölde vefat etmiştir. (E. Kiram) İbni Hazm, Selef-i salihini beğenmeyip, doğru yoldan ayrılmıştır,(Keşf-üz-zünun)
İbn-ül Arif diyor ki: İbni Hazm’ın dili ve Haccac’ın kılıncı, aynı şeyi yapmışlardır. İbni Hazm’ın, hadis-i şeriflere uymayan habis, sapık çok sözleri vardır. Haccac-ı zalim, 120 bin masumu sebepsiz ve suçsuz öldürdü. İbni Hazm’ın dili de, hadis-i şerifle bildirilen hayırlı zamanlardan sonra, 100 binlerce Müslümanı doğru yoldan saptırdı.(K. ve Ahiret) İbni Hazm, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerin zahir yani görünen manalarından başka hiçbir delil ve kıyası kabul etmeyen, [Davud-i Zahiri’nin kurduğu] Zahiriyye mezhebindeydi. Bu mezhep tutunamamış, kalmamıştır. (Eşeddül-cihad)
İbn-ül-Ehed, Zehebi ve İbni Hilligan diyor ki: İbni Hazm’a selam verenler, ondan nefret ederlerdi. Sözlerini beğenmezlerdi. Onun sapık olduğunda sözbirliğine vardılar. Onu kötülediler. Sultanlara ondan sakınmalarını bildirdiler. Müslümanlara ona yaklaşmamalarını söylediler. (M. Nasihat)
İbni Hazm, herkese ictihad yapmayı emredip, başkasına uymak haramdır diyordu. Hanefi âlimlerinden, Muhammed bin Abdülazim Mekki, buna cevap verirken buyuruyor ki:
Elhamdülillah biz, büyük islam âlimi imam-ı a’zam Ebu Hanife’ye uymak derecesinden dışarıda kalmıyoruz. O yüce imama, onun büyük talebelerine, daha sonra gelen, Şems-ül-eimme gibi dünyaya nur saçan derin âlimlere ve on asırdan beri yetişen böyle hakiki âlimlere uymakla şerefleniyoruz. (El-Kavl-üs-Sedid)
Üstad İbrahim Muhammed Neşat diyor ki:
Namazı bilerek terk etmenin büyük günah olduğunu ve farzları hemen kaza etmek farz olduğunu, cumhur-ı ulema bildirmektedir. İbni Teymiyye, (Namazı kasten terk edenin kaza etmesi lazım değildir. Kaza kılması sahih olmaz. Çok nafile kılması, çok hayrat, hasenat yapması ve istiğfar etmesi lazım olur) dedi. Daha önce İbni Hazm da, uzun yazılarıyla böyle uygunsuz fikirler ortaya atmıştı. (İslam kültürü 6/25)
İbni Teymiyye ve İbni Hazm, hükmü şüpheli olan âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri tevil ettiler. Yani yanlış manalar vererek, Ehl-i sünnetten ayrıldılar. Böylece, hayırlı işlerin, namaz yerine geçeceği sapıklığını da körüklemişlerdir. İslamiyet’te açtıkları yaraların en zararlı olanlarından biri de, bu olmuştur. (S. Ebediyye)
Cemalettin Efgani
Sual: Abduhcuların pek methettiği Cemalettin Efgani kimdir? CEVAP 1838 senesinde Afganistan’da doğup, 1897 de İstanbul'da vefat etti. Din bilgisi azdı. Zındıkların kitaplarını okuyarak dinden çıkmıştır. Bir aralık Ruslar tarafından satın alınarak, ana vatanı olan Afganistan’a karşı casusluk yaptı. Dinine ve vatanına hıyanet etmekten çekinmedi. İngiliz masonları ile de işbirliği yaparak zengin oldu ise de, Osmanlı Şeyh-ül-İslamı Hasan Fehmi efendi, onun cahilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. 1944 de, kemikleri, İstanbul’dan, Kabil’e nakil edildi.
Mason idi. Mısırlı Edib İshak, Ed-dürer kitabında, bunun Kahire mason locası reisi olduğunu yazmaktadır. Bütün masonlar gibi, çeşitli kılıklara girerek, İslamiyet'i içerden yıkmaya çalışmıştır.
Dr. Muhammed Reşad, dört yüzün üstünde önemli kaynaktan hazırladığı Efgani Etrafında Makaleler isimli kitabında özetle diyor ki:
Çok önemli bir kaynak olan Sicilli Osmanide Efgani’nin İranlı bir Şii olduğu belirtilmektedir. Manastırlı Naibi efendi ve o devrin Şeyh-ül-İslamı, büyük âlim Hasan Fehmi efendi tarafından kâfir olduğuna fetva verildi. Afganistan hakkında Ruslara casusluk da yapan, dinine ve vatanına hıyanet etmekten çekinmeyen Efgani, mason olmadan önce de, hiç bir zaman masonluğu kötülememiştir. Hatta dehrilere [dinsizlere] yazdığı reddiyede masonluktan hiç bahsetmemesi manidârdır. Gittiği her yerde, sicilli masonlar tarafından himaye görmüş, İngiliz masonları ile de işbirliği yapmıştır. Birden fazla mason locasına kayıtlı olan Efgani, Mısır’daki İskoç locasından kovulmuşsa da, kendisi bizzat mason locası kurmuş, çömezleri bu locaya girmiştir.Edward Brown, Efgani’nin özel mason eldiveni ile bir resmini neşretmiştir.
Efgani, hem Türkçü, hem İslamcı görünmeyi başarmıştır. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, A. Agayef hep Efgani’den destek görmüştür. Mesela M. Emin Yurdakul’un, "Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur" şiirini Efgani çok beğenmişti. O zamanki İslamcıSebilürreşad dergisi, ırkçılığı tenkit eden makaleler neşrederken, ırkçılar da, Efgani’nin ırkçılığı öven makalesini tercüme edip yayınlayınca İslamcıların sesleri, solukları kesilmişti. Efgani, makalesinde diyordu ki: “Irkçılık dışında saadet yoktur. İnsanları birbirine bağlıyan iki bağ vardır: Biri dil, biri de din birliğidir. Dil birliği, ırk ve milliyet birliği demektir. şüphesiz, bu birliğin dünyadaki beka ve sebatı dinden daha devamlıdır.”
Efgani, Mısırda da Arap ırkçısıdır. (Arap ırkının sınırını belirleyecek ölçü din ve mezhep değil, Araplık ölçüsüdür) demiştir.
İstanbul yüksek İslam enstitüsü eski müdürü ve öğretim üyesi Ahmet Davudoğlu hoca da diyor ki:
1355 numara ile Şarkın Yıldızı Locasına kayıtlı bir mason olan, İslam’a duyduğu güvensizliği açığa vurmaktan çekinmeyen ve Peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen Efgani, bir ilim adamı değil, siyasetle uğraşan bir nankördür. Fesatçılığı sezilince ulema tarafından İstanbul’dan kovulmuş, Mısır’a kaçmıştır. (Din Tahripçileri)
Prof. M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa isimli kitabında, (Efgani, her mason gibi İslamiyet’i içerden yıkmaya çalışmıştır) diyor.
Bir konferansın ardından
İlim Yayma Cemiyetinde Efgani Efsanesi üzerine bir konferans verildi. Konuşmacı, Dr. M. Reşad, medya önüne çıkmayı sevmeyen, mütevazı genç bir araştırmacı idi. Resim çekip konuşmasını gazetede neşredemedik. Efgani Etrafında Makaleler adıyla bir kitap da neşretmişti.
Konferansı da bu kitabının açıklaması mahiyetinde idi. Bu kitap, 400’ün üzerinde kaynak taranarak hazırlanmış, ciddi bir eserdir. Aşağıdaki konuşmaların kaynağı için kitaba bakılabilir. Dr. Muhammed Reşad özetle dedi ki:
Abduh, Efgani’ye diyor ki: "Azametli mevlâm, siz nefsimizde olanların cümlesini bilirsiniz. Bizi en güzel bir şekilde yarattın ve resminiz ki yeri, kıble-i salâtımızdır."
Reşid Rıza da Efgani’yi övmekte, Abduh’tan aşağı kalmaz:
"İrfan ağacı, iyilikler ve lütuf Cennetinin efendisi, her alınan nefeste ecri bulunan büyük İmam, Kendisinde en mükemmel bir biçimde güzellik sırrı tecelli eden.." diyor.
Renan; (İslamiyet ilme ve felsefeye daima eza etmiş ve nihayet onları boğmuştur. İnsan zekası için İslamiyet çok zararlı olmuştur) diyor.Efgani, bunca hezeyan karşısında bir misli hezeyan da kendi ilave edip şunları yazdı: "İlmin tekamülünde İslam’ın bir mani teşkil ettiği doğru ise de, bu maninin bir gün ortadan kalkmayacağını söylemek mümkün müdür? Ben Renana karşı Müslümanlığı değil, cehalette yaşamaya mecbur kalacak yüz milyonlarca insanı savunuyorum. Müslümanlığın, ilmi ve ilmi tekamülü yok etmek istediği bir gerçektir." (10 Ekim 1996, Türkiye)
Mason Efgani
Sual: Bir mason Efgani yandaşı, (Mücahit Efgani’yi eleştirenler, düşmanlarıdır. Bir de bu mücahidi, bizim gibi dostlarından dinlemek gerekir. Geçmiş değerlerimizden olan bu yiğit mücahid, II. Abdülhamid’e, “Uyuyan Müslümanları uyandırman şartıyla sana biat ederim” demiştir, ama “İslam birliği” ismini verdiği planını kabul ettirememiştir. Mücahid Efgani’nin Masonluğa girdiği doğrudur, ama daha sonra “Ben masonları adam sandım” demiştir. Efgani, Abduh gibi müstesna âlimler yetiştiren bir mücahiddir) dediği halde, Efgani’den geçmiş değerimiz diye bahsedip de, neden gerçek geçmiş değerimiz olan mezhep imamlarımız ve diğer Ehl-i Sünnet âlimleri hakkında övücü tek kelime etmiyor? CEVAP Dinde reformcuları ve masonları övmenin bu kadarı görülmüş değildir. Efgani, nasıl bir yiğit mücahid ki, masonların adam olduğunu sanarak masonluğa giriyor? Müslüman olup da, masonluğun sadece Müslümanlığa değil, bütün dinlere düşman olduğunu bilmeyen insan olur mu hiç? Bu, büyük bir gaflet değil midir? Bir kimse, komünistleri adam sandım diyerek komünist olur mu? Siyonistleri adam sandım diyerek, Siyonist olunur mu hiç? Bunları hangi Müslüman yapar?
Ayrıca Efgani, masonluğa girip de çıkmıyor. Güvenilir bir mason olduğu için masonluğun başına geçiriliyor. Masonlar güvenmediği adamı hiç başkan yaparlar mı? Ondan çok memnun olmuşlar ki, yerine çömezi Abduh’u da başkan yapıyorlar.
Aslında (Masonları adam sandım) dediği de, gerçek değildir. Mezhepsiz yandaşının uçurduğu balonlardan biridir. Masonluğu bıraktığına dair, uydurma da olsa bir belge yoktur. Yani Efganici mezhepsizlerin, (Efgani masonluğu bırakmıştır) demeleri tamamen yalandır. Masonluğa girip çıkan kimseyi hemen mason locasına başkan yaparlar mı? Başkan olması için yıllarca masonlukta kalması lazım.
Zamanın İstanbul Üniversitesi rektörü Sadrazam Reşit Paşatarafından Paris’te yetiştirilmiş olan ve aşırı derecede İttihat ve Terakki taraftarı olan mason Hasan Tahsin tarafından, hain Efgani’ye konferanslar verdirildi, fakat dine aykırı sözleri yüzünden, o zamanın Şeyhülislamı olan, büyük âlim Hasan Fehmi efendihazretleri tarafından kâfir olduğuna fetva verildi. Hasan Fehmi efendi hazretleri, zamanın derin âlimlerindendi. Osmanlı devletinin 110. şeyhülislamı idi.
Mısırlı Edip İshak, Ed-Dürer kitabında, Efgani’nin Kahire mason locası başkanı olduğunu yazmaktadır. 1960’da Fransa’da basılan,Les franco-maçons kitabının 127. sayfasında da, (Mısır’da kurulan mason localarının başına Cemaleddin Efgani ve ondan sonra Muhammed Abduh getirildi. Bunlar, Müslümanlar arasında masonluğun yayılmasına çok yardım ettiler) deniyor. Kitabın bu sayfasında, İslam ülkelerinden, hoca görünümlü, sarıklı birinin mason locası başkanlık elbisesiyle büyük bir resmi de vardır.
Görüldüğü gibi Efgani, sıradan bir mason olmayıp, masonların övgü ve takdirlerini kazanmış bir mason locası başkanıydı. Dr. Muhammed Reşat da, dört yüzün üstünde önemli kaynaktan hazırladığı kitabında diyor ki:
İngiliz belgelerine göre, bir tanrıya inanmayı şart koşan İskoç Mason Locası’na üyeyken, buradan ateistlik ithamıyla kovulmuş, o da ateistliğin makbul sayıldığı Fransız Grand Orient Locası’na başkan olmuştur. (Dr. M. Reşad, Efgani Etrafında Makaleler)
Cennetmekân Abdülhamid han, keskin görüşüyle, Efgani’nin hain maksatlarının farkına varıp, kirli emellerine fırsat vermediği için, Efgani’nin yandaşları Ulu Hakana diş biliyorlar.
Cennetmekân Ulu Hakan, hatıratında diyor ki:
(Hilafetin elimde olması İngilizleri hep tedirgin etti. Blund adlı bir İngiliz ile Efgani adlı bir maskaranın el birliğiyle İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti. Efgani’yi yakından tanırdım. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara, Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Derhal reddettim. Bu sefer Blund ile işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul’a çağırttım. Bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim.)
Efgani’nin çömezi Abduh da, hocasının yolundan ayrılmamış, o da mason locası başkanı olarak, reformlara devam etmiştir. Efgani, masonluğun yanlış olduğunu anlayıp buradan ayrılsaydı, çok sevdiği öğrencisi Abduh’u da masonluğa sokar mıydı, hattâ yıllarca olgunlaştırıp loca başkanlığına kadar yükseltir miydi? Bu sadık talebesi Abduh, İslamiyet ve Hıristiyanlık kitabında, (Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir) demekte, İslambirliği adı altında, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanların, birbirlerini desteklemelerini istemektedir. Yani “İslam birliği” çığlıkları atan Efgani, Abduh ve bugünkü çömezlerinin asıl maksadı, Müslümanların birliği değil, bâtıl dinleri hak gibi göstermektir. Abduh, Londra’da, bir papaza yazdığı mektupta da, bâtıl olan Yahudilik ve Hıristiyanlığı büyük bir hak din gibi göstererek, (İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür) demiştir.
Mason Abduh’un açtığı bu kötü çığır bugün de son hızla devam ediyor, ektiği kötü tohumlar dal budak salıyor. Dört İncil’i ve Tevrat’ı okuyorlar. Yahudiler ve Hıristiyanlar da Cennete gidecek diye, bas bas bağırıyorlar.
Muhammed Abduh
Sual: Günümüzdeki mezhepsizlerin, mutlak müctehid diyerek övdükleri Abduh, nasıl birisidir? CEVAP (Mutlak müctehid), mezhep sahibi büyük imam, büyük âlim demektir. Halbuki M. Abduh, İslam âlimlerinin büyüklüğünü, üstünlüklerini bile anlayamayan bir zattır. Kahire mason locası reisi olan Cemaleddin-i Efgani’nin din adamı perdesi altında İslam’ı içerden yıkmak propagandalarına aldanmıştır. Müctehidlik bir yana avam müslüman olarak bile kalamamıştır. 1849 yılında Mısır’da doğup, 1905 de vefat etti.
Abduh hakkında kitaplardaki bilgiler özetle şöyledir:
Beyrut mason locası başkanı diyor ki: (Mısır’da Efgani’den sonra mason locası başkanı olan imam Abduh, masonluk ruhunu yayarak çok hizmet etti.) [Daire-tül-mearif-ül-masoniyye s. 197]
Efgani’den sonra, Abduh da, masonluğa çok yardım etti. (Les franco-maçons s. 127)
“Salih amel işleyen kâfir de olsa, Cennete girer” diyor. Hayranı Seyyit Kutup bile, “Üstad Abduh, düşünüşünü nakzeden âyetleri hatırlamıyor” diyerek tenkit ediyor. [Nisa 124. âyetinin tefsirinde]
Fil suresindeki kuşlara, sivrisinek; attıkları taşlara da mikrop diyor.Elmalılı Hamdi, tefsirinde buna gerekli cevabı vermiştir. (s. 84, 87)
İslamiyet ve nasraniyyet kitabında, “Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir” diyor. Londra’daki papaza yazdığı mektupta, (İslamiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat ve İncil ve Kur'an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur) diyor. [Yoksa diyalogcular Abduh'un tavsiyesini mi uyguluyorlar?]
Yine İslamiyet ve nasraniyet kitabında, “Bir kimseden, yüz bakımdan kâfirliği, bir bakımdan imanı bildiren bir söz işitilse, o kimse imanlı kabul edilir. Herhangi bir filozofun, fikir adamının yüz bakımdan kâfirliği gösterdiği halde, bir bakımdan imanı göstermeyen söz söylemiyeceğini düşünmek, ahmaklıktır. O halde, herkes imanlı bilinmelidir. İslamiyet'te zındık kelimesi yoktur. Sonradan meydana çıkmıştır” demektedir. Küfrü açıkça görülmeyen bir Müslümanın sözündeki bir iman, onu küfürden kurtarır, kaidesini yanlış anlatarak, bütün kâfirlere, filozoflara mümin demektedir. Kendi de zındık olduğu için, bu kelimenin söylenmesini istememektedir.
C. Zeydan, “Abduh, eski âlimlerin koyduğu kuralları beğenmezdi” diyor. (Medeniyet-i İslamiyye)
Mehmet Sofuoğlu, “Abduh faize helal der, Kur’anı mahluk kabul eder” diyor. (Tefsir kitabı s.41)
İstanbul yüksek İslam enstitüsü eski müdürü ve öğretim üyesi Ahmed Davudoğlu Hoca, Din Tahripçileri kitabında diyor ki: 1) Şeyh-ül-islam Mustafa Sabri efendinin Mevkıful akl kitabında dediği gibi, Abduh, Efgani vasıtasıyla Ezhere masonluğu sokup kadınların açılmasını destekledi. (s. 81)
2) Ezher Mecellesinde, “Mısır’da ilk mason locasını kuran Abduh’tur” diyor. (s. 81)
3) Şeytan, Cin gibi şeyleri kabul etmez. Mucizeler, ona göre İslam için birer kara lekedir. Mesela Hazret-i Musa’nın denizi yarma mucizesine med-cezir olayı der. (s. 82, 83)
4) Kur'anda bulunan her şeye doğru demek gerekmediğini söyler. (s. 82)
5) Teselsülün bâtıllığına inanmaz. (s. 82)
Büyük İslam âlimi, 14. asrın müceddidi olan seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
(Abduh, İslam âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış, İslam düşmanlarına satılmış, sonunda mason olarak İslamiyet’i içerden yıkan azılı mülhidlerden olmuştur.)
İngilizler, yüzyıllardır İslam ülkelerini binlerce müslümanı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, insanlığa yardım, kardeşlik gibi laflarla, dinden çıkmalarına, dinsiz olmalarına sebep olmuştur. İslamiyet’i büsbütün yok etmek için, bir çok paşa, maşa olarak kullanılmıştır. Mesela, Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa ve Mithat Paşa, Talat Paşa gibi masonlar, İslam devletlerini yıkmakta kullanıldıkları gibi, Efgani ve Abduh gibi masonlar ve yetiştirdikleri [Reşit Rıza gibi] çömezler de, İslam bilgilerini bozmaya, yok etmeye alet olmuşlardır. (Faideli Bilgiler)
Abduh da, üstadı Efgani gibi mason olmuş, mucizeleri inkâr etmiş, sahih hadislere uydurma damgası vurmuş, Kadir gecesi gibi mübarek gecelerin hiçbir kıymeti olmadığını söylemiştir. Abduh yabancılar tarafından destek görmüştür.
Mısır sömürge valisi Lord Cromer diyor ki:
(Elbette İslami reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh'un çizdiği yolda ümit vaad ediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa'nın her türlü yardım ve teşviklerine layıktır.) [M. Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslam Dünyasına Girişi, Tercüme Sezai Özel]
Reşit Rıza
Sual: Reşit Rıza kimdir? CEVAP Reşit Rıza, 1865 yılında Lübnan’da doğdu. 1935’de öldü. Abduh’un talebesidir. (Müncid) Hocasının dinde reformcu fikirlerini yaymak için Mısır’da El-Menar dergisi çıkardı. (Eldavetü velirşad) medresesinde hocalık yaptı. El-muhaverat kitabında, Ehl-i sünnet mezhebine ve fıkıh kitaplarına saldırdı.
Mezhepsizler kitabında Dr. Hasib Es-Samirai [Ali Nar tercümesinde] diyor ki:
(Reşit Rıza, ne aldıysa, M. Abduh’tan aldı. O da bütün sermayesini, Efgani diye meşhur olan şarkın filozofu Cemaleddinden devşirdi. Yani bu iki zatın özü ve fikri hüviyeti üstadlarına bağlıdır. (s. 45)
Reşit Rıza, Efgani ile karşılaşma imkanı bulamadıysa da, onun fikir mirasçısı ve çömezi Abduhla beraber olmak imkanını elde etmişti. Abduhla buluşma onun fikri hüviyetinin oluşmasının temel unsurlarından biridir. (s. 80)
Reşit Rızanın bariz vasfı veya tavrı ıslahatçılıktır. Mısır’a varınca da Abduh ile tanışmış; yapmayı tasarladığı ıslahatın programını neşr için Menar dergisini çıkarma fikrini ona açarken, peşin olarak bunları açıklamıştı. (s. 85)
Mısır’a göçmesinin esas sebebi de, Efgani’nin halifesi durumundaki Abduhla buluşmak ve din ıslahatı yolunda çalışmaktı. (s. 93)
El-Menar dergisinde Vehhabiler hakkında çeşitli makaleler yayımlayan Reşid Rıza, Vehhabi hareketini yerinde ve lüzumlu görerek şunları söylüyor:
(Bu dönemde toplum cahiliyet devrinden daha kötü bir cehalet içinde idi; ağaca, taşa, hayvana, ölüye, diriye tapar, namaz kılmaz, zekat vermez, başkasının malını gaspeder, adamı öldürmüş olmak için adam öldürürdü. Cenab-ı Allah bu topluma Şeyh Muhammed İbn Abdülvehhab'ı ve hafidini gönderdi, bunlar oralarda selefin akidelerini, esere dayanan tefsiri, hadis kitaplarını ve imam Ahmed b. Hanbel'in fıkhını neşretmek suretiyle İslam’ı yenilediler. Bu hareketin tesiri ile halk dine öyle sarıldı ki memleketlerinde namazı terk eden, zekatı vermeyen, kötülüğü irtikap eden bir kimse kalmadı.) [Prof. Yusuf Ziya Yörükan, "Vahhabilik", A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1953. Sayı 6]
Mucizeyi inkâr Reşit Rıza, mucizeleri hissi ve akli olmak üzere ikiye ayırır. "Hissi mucize, geçmiş peygamberlerin mucizeleri, akli mucize de Kur'an-ı kerimdir" der. Bu suretle, diğer mucizeleri inkâr eder. Böyle bir taksimle Kur'an-ı kerime, sahih hadislere iftirada bulunur. Çünkü bunu destekleyen herhangi bir sahih haber yoktur. Bu, hakikatten aklın isteğine, meşhur olma hevesine ve işraki felsefeyi körü körüne taklide yönelmektir. (s. 97)
Reşit Rıza hakiki İslam âlimlerinin bildirdiği doğru yoldan ayrılarak, kendi başına bir yol tutmuş ve asrın ihtiyaçlarını karşılamayı, dinde hurafeler yapmakta arayacak kadar ileri gitmiştir. Bu hâli, yazdığı makalelerde ve kitaplarda açıkça görülmekte hatta kendisi bu vasfından öğünerek bahsetmektedir.
Eserleri incelendiğinde bozuk mutezile fırkasının fikirlerinin hakim olduğu görülür. Reşit Rıza’nın yazdığı eserlerde, yaymaya çalıştığı düşüncelerinden bir kısmı şunlardır: 1- Mucizeleri kendi düşüncesine göre tevil etmekte ve birçoğunu inkâr etmektedir. 2- Musa ve İsa aleyhimesselamın peygamberliklerine dil uzatmaktadır. İsa aleyhisselamın diri olarak göğe kaldırıldığı Kur’an-ı kerimde bildirildiği ve Ehl-i sünnet âlimleri bunu açıklayıp izah ettikleri halde, o; “İsa aleyhisselam öldü” demektedir. 3- Cinlerin varlığını kabul etmeyip, onları bir takım zararlı mikroplar olarak göstermektedir. (Tefsir-i Menar: c.3, s.95, 96) Halbuki cinlerin varlığı ve ateşten yaratıldığı Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmektedir. 4- Ehl-i sünnetin dört hak mezhebini kabul etmeyip, teyemmüm, vasiyet, talak gibi daha birçok meselede doğru yoldan ayrılmıştır.
Reşit Rıza’nın yazdığı kitaplar, okuyanları ve uyanları felakete sürüklemiştir.
Bu eserlerinden biri Muhaverat kitabıdır. Bu kitabında, üstadı Abduh gibi, dört mezhebi tenkit etmiş, mezhepleri şahsi münakaşalar şeklinde göstererek, “İslam birliğini bozmuşlardır” diyecek kadar ileri gitmiştir. Dört mezhepten birine uyan ve bin seneden beri gelmiş milyonlarca halis Müslümanla adeta alay etmiştir.
Muhaverat kitabında, dört mezhebe çatılmakta, İslam bilgilerinin dört kaynağından biri olan “İcma-ı Ümmet” inkâr edilmekte, herkes; kitaptan, sünnetten kendi anladığına göre amel etmeli denilmektedir. Böylece, İslam bilgilerini kökünden yıkmaktadır.
Abdülaziz bin Baz
Sual: Suudlu Abdülaziz bin Baz kimdir? CEVAP Vehhabidir. Yazdığı "Akidet-üs-sahiha" adlı kitap "Doğru İnanç" ismi verilerek Türkçeye tercüme edilmiş ve Türkiye’nin her yerinde dağıtılmaktadır. Allah arşta oturuyor diyor.
Abdülaziz bin Baz, ehl-i sünnet itikadındaki müslümanlara Müşrik damgasını vuruyor, her müslümanın "Necdi" yani vehhabi olmasını istiyor. İstiva, Yed, Vech gibi müteşabih kelimelere, oturmak, el, yüzgibi manalar vererek -hâşâ- Allahü teâlâyı cisim olarak bildiriyor. Müşebbihe fırkası gibi inanıyor.
(Üstadımız İbni Teymiye de böyle söyledi) diyerek onun da Müşebbiheden olduğunu gizlemiyor. Kitapta imam-ı Malik hazretlerinin hocasının (İstivanın keyfiyeti bilinemez) dediğini yazıyor. Doğrusu da budur. Fakat Necdi hemen birkaç satır sonra, (Allah göklerin üstünde bulunan Arş üzerinde oturuyor) diyor. Keyfiyeti bilinmeyen şey üzerinde nasıl böyle kesin konuşuyor.
Selef-i salihin denilen önceki âlimler, İstiva, Yed gibi kelimeleri tevile lüzum görmezlerdi. Çünkü bu kelimelerin mahiyeti bilinirdi. Mesela (İstanbul, valinin elindedir) denilince, bunun açıklanması istenmez, herkes buradaki el kelimesinin hakiki el ile ilgisi olmadığını bilirdi. (Allah Arşı istiva etti) denince de, Allah’ın Arşa hükümran olduğunu anlarlardı.
Fakat Müşebbihe denilen bozuk fırka, (Allah’ın bizim gibi eli var. Allah Arşın üstünde oturur) gibi manalar verince sonraki âlimler bu kelimeleri açıklamak zorunda kalmışlardır. Kur'an-ı kerimde böyle tevil edilmesi gereken çok âyet-i kerime vardır. Hakiki manası ile alınırsa acayip manalar ortaya çıkar. Mesela Kur'an-ı kerimde (Köye sor)buyuruluyor. Köyden maksat, köydeki insanlardır.
Yine Kur'an-ı kerimde kâfirlerin sağır, dilsiz ve kör olduğu bildiriliyor. (Bekara 18) Kâfirler sağır, dilsiz ve kör değildir. Bunlara, hakikati duymadıkları için sağır, hakkı söylemedikleri için dilsiz, doğru yolu, gerçekleri göremedikleri için kör denilmiştir. Bilen için bunları izaha lüzum yoktur.
Eskiden de istiva, yed, vech gibi kelimeler tevil edilmeden bilinirdi. Müşebbihe fırkası ve sonra necdiler, bu kelimeleri hakiki manası ile alınca, hâşâ Allah’a mekan ittihaz etmiş oldular. Onu cisim zannettiler. Necdi Abdülaziz Baz da, (Allah gökte Arşın üstünde oturuyor) diyerek küfre giriyor. (S.8-10)
Abdülaziz Baz, (İman, dil ile ikrar ve inanılanı yapmaktır. İman itaat ile artar, isyan ile azalır) diyor. (s.18) Bu tarifin içinde kalb ile tasdik yoktur. Halbuki bir kâfir de dil ile Kelime-i şehadeti söyleyebilir. Kalb ile tasdik etmedikçe kıymeti olmaz. İnanılanı yapmak ameldir. Mesela orucun farz olduğuna inanan kimse bunu yapmazsa günaha girer, imanı gitmez. Necdi, inanılanı yapmak iman diyerek amelin, imanın bir parçası olduğunu söylüyor. Halbuki amel imandan parça değildir. Mesela oruç tutmayana kâfir denmez. (İman artar, eksilir) demekle, gerçekte imanın artıp eksildiğini zannediyorlar. Halbuki iman, "Amentü..." de bildirilen altı esasa inanmak demektir. Bunun birine inanmamak küfür olur. Bu bakımdan iman zamanla azalıp çoğalmaz. Bazı âlimler, imanın azalıp çoğalacağını söylemişlerse de bunlar, imanın kendisinin değil, parlaklığının artıp eksileceğini bildirmişlerdir.
Necdilerde tevil yoktur. Tevilsiz (iman artar, eksilir) demeleri küfür olur. Yani Necdiler gibi böyle tevilsiz söylemek, inanmak küfür olur. Necdiler, (İmanın parlaklığı artar, eksilir) deselerdi mahzuru olmazdı.
Necdi yine aynı sayfada (Zina, hırsızlık ve içki içmek küfür değildir) diyor. Halbuki az önce, (İnandığını yapmak imandır) diyordu. Böylece apaçık bir tenakuz [çelişki] içine girmektedir. Zaten yazıları hep böyle tenakuzlarla doludur.
Necdi, müslümanların peygambere ve evliyaya taptığını söylüyor. (S.21) Vefat eden peygamber ve evliyadan yardım istemenin şirk olduğunu söylüyor. (Bunlar "La ilahe illallah" kelimesinin manasını Arap kâfirleri kadar bile bilemediler) diyor. (s.20)
İlaca şifa özelliğini veren, dirinin yardım etmesine kuvvet veren Allahü teâlâ değil midir? Allahü teâlâ bunlara bu kuvveti verir de vefat eden bir peygambere veya evliyaya yardım etme kuvvetini vermekten aciz midir? Aslında, Allah’ın kudreti olmadan, dirinin yardım edeceğine inanıp da, ölünün yardım edemeyeceğine inanmak şirk olur. Allah’ın kudreti ile dirinin yardım edeceğine inanıp da, Allah’ın kudreti ile ölünün, yardım edeceğine inanmamak da, Allah’ı aciz kabul etmek olacağı için küfür olur. Halbuki Allahü teâlâ her şeye kadirdir. Ölüden diri, diriden ölü yaratır. (A.İmran 27) Diriye, ölüye ve her şeye yardım ancak Allah’tan olur. Kur'an-ı kerimde (Yardım ancak ve yalnız Allah’tandır) buyuruluyor. (A. İmran 126)
Kur'an-ı kerimde, şehidlerin diri olduğu, yiyip içtiği bildiriliyor. (Bekara 154; A.İmran 169)
Bu âyetleri inkâr edemiyeceklerine göre, Necdiler hâlâ (Evliyadan yardım istemek şirk) demeye devam edecekler mi? [Vehhabilikmaddesine bakınız.]
Abdülhak-i Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevi olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olmaktadır. (Miskat)
Ölünün feyz vermesi (İrşad-üt-talibin) de, (Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, hatta artar) buyuruluyor. Allahü teâlâ, sevdiklerinin ruhlarına işittirir, onların hatırı için istenileni yaratır. Ölülerin dirilere yardım etmesi yine Allahü teâlânın dilemesi ile olmaktadır. (Künuz-üd-dekaik) deki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) [Deylemi]
Ali Süavi
Sual: Bazı kimseler, Efgani gibi Ali Süavi’yi de rehber ediniyorlar. Ali Süavi kimdir? CEVAP Osmanlı Devletinin son zamanlarında yetişen yazar ve ihtilalci idi. Rüşdiyede bir kaç sene okuyan Süavi, medrese tahsili görmemişti. Sami Paşanın maarif nazırlığı sırasında Bursa Rüşdiyesine muallim-i evvel tayin edildi. Ancak ahlaki düşüklüğü dolayısıyla hakkında yapılan şikayetler artınca, bir sene sonra Bursa’dan ayrılmak mecburiyetinde kaldı. Sofya’da ticaret mahkemesi reisliği, Filibe’de tahrirat müdürlüğü de yaptı.
1867 senesinde İstanbul’a dönen Süavi, bir taraftan Şehzade Camiinde vaazlar veriyor, diğer taraftan Filip Efendinin Muhbir adlı gazetesinde yazarlık yapıyordu. Bir süre sonra devlet aleyhinde şiirler yazmaya başladı. Bu durum, gazetenin kapatılmasına ve Ali Süavi’nin Kastamonu’da ikamete mecbur edilmesine yol açtı. Kastamonu’da iken Mustafa Fazıl Paşanın daveti üzerine kaçıp Paris’e gitti. Paris’te Mustafa Fazıl Paşa ve arkadaşlarıyla yapılan toplantıdan sonra, burada alınan karar üzerine Muhbir Gazetesini çıkarmak için Londra’ya gitti. Gazetenin daha ilk nüshalarından itibaren kararlaştırılmış hedeflerin dışına çıktığı görüldü. Çok geçmeden gazete kapandı. Londra’da bir İngiliz kızı ile evlenen Ali Süavi, sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra İstanbul’a geri döndü. Sultan İkinci Abdülhamid Hanın mabeyn feriki olan Said Paşanın yardımı ile Galatasaray Sultanisine müdür tayin edildi. Kötü idaresi ile mektebi karıştırması, perişan tavırları ve Türk halkının örf ve âdetlerine uymayan davranışları yüzünden kısa zaman sonra bu görevden azledildi.
Bu olaydan sonra Abdülhamid Hana ve idaresine düşman kesilen Ali Süavi, İngilizlerin arzusu üzerine Sultanı tahttan indirmeye ve yerine 5.Muradı padişah yapmaya karar verdi. İngilizler de gerekli desteği verdi. Gizli olarak çalışmaya başladı.
Etrafına topladığı 500 kişi ile 20 Mayısta Çırağan Sarayını basarak, 5. Muradı dışarı çıkardı. Bu sırada yetişen Beşiktaş muhafızı Hasan Paşanın vurduğu bir sopa darbesiyle Ali Süavi olay yerinde öldü (1878).
İngiliz olan karısı Mary, olay gecesi yalıda bulunan belgeleri yaktıktan sonra, derhal kendisini bekleyen gemi ile Londra’ya kaçtı.
Ali Süavi daima ön safta bulunmak isteyen, övülmeyi seven, yalan söylemekten çekinmeyen ve dostluğuna güvenilmeyen bir kişiliğe sahipti. Onun bu şahsiyetini iyi değerlendiren İngilizler, kendisini istedikleri biçimde yetiştirmişler ve kullanmışlardır. Nitekim o, rejim meselesinde İngiliz parlamenterizmine benzeyen bir meşrutiyet arzusunu daimi olarak dile getiriyordu.
Diğer taraftan klasik medrese tahsili bile görmeyen Süavi, belli çevrelerce muhaddis ve hatta müctehid gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Süavi, dinde reform yapmak gerektiğini, hutbenin her milletin kendi dilinde okunmasını ısrarla savunmuştur. Süavi’nin bu fikirleri daha sonra Efgani adlı başka bir İngiliz ajanı tarafından geliştirilmiştir.(Y.Rehber Ansiklopedisi)
Hasan Sabbah ve Şeyh Bedrettin
Sual: Abduhcu bir yazar, "Aslında bizim olan Hasan Sabbah ve Şeyh Bedrettine yabancılar sahip çıkmıştır" diyor. Yabancılar niçin sahip çıkıyor? CEVAP Şeyh Bedrettin, Samavne kadısının oğludur. Mısır’da okudu. Bir müddet sonra sapıtıp, müridleri halkın imanlarını bozmaya başladı. Üzerlerine Bayezid paşa gönderilip dağıtıldı. Kendisi Bosna’ya kaçtı. Müridler topladı. Yine sapık yol tuttular. Üzerlerine yine asker gönderildi. Tevbe eden müridleri tarafından yakalanıp teslim edildi. Mevlana Haydar Hirevi’nin başkanlığındaki ilim heyeti tarafından muhakeme olunarak, ölümüne fetva verildi. 1415 senesinde idam edildi. Görüldüğü gibi, ölümüne fetva verilecek kadar küfründe zararlı olan bir mülhid idi.
Hasan Sabbah, İsmailiye Devletinin kurucusu ve Bâtıniliğin bir kolu olan Haşşaşin fırkasının başkanı idi. Hasan Sabbah’ın fikirleri, Asr-ı saadetten önce, Sasaniler zamanında Mejdek’in sapık fikirlerine çok benziyordu. Pek çok haramları mubah sayıp, ahireti, Cenneti ve Cehennemi inkâr ediyordu. Kandırdığı cahilleri afyonkeş yaparak, cinayetler işletiyor, kurduğu terör teşkilatıyla pek çok İslam âlimini, devlet adamlarını ve Ehl-i sünnet müslümanları şehid ettiriyordu. Hind, Türkistan ve Horasan hacılarının, Rey şehri yakınında, yollarını kestirip öldürttü. Hasan Sabbah’ın 1124 senesinde ölümü üzerine eski güçlerini kaybeden Alamut Bâtınileri de 1256 yılında Moğollar tarafından imha edilerek büyük bir fitne önlenmiş ve Bâtıni sapıklarından temizlenmiş oldu.
Yabancıların neden sahip çıktığı şimdi anlaşılmıştır inşallah.
Şevkani kimdir?
Sual: Mezhepsizlerce çok övülen Şevkani kimdir? CEVAP Adı Muhammed bin Ali Şevkani’dir. 1759’da doğdu, 1834’de vefat etti.(Ezhar-ül-fıdda) ve (Bahr-ül-zehhar) Şii kitaplarının şerhlerini okuyarak, Zeydî mezhebinde yetişti. (Feth-ul-kadir, Cevab-üs-sail) Şevkani, Şiiliğin takıye ilkesine uyarak Zeydî olduğunu saklar, hanefi gibi görünür; fakat Zeydî mezhebine göre fetva verirdi. Böylece de Zeydîliği yaymaya çalışırdı. Hindistan’ın büyük âlimlerinden Abdülhay Lüknevi de diyor ki:
Şevkani’nin kötü hallerini ve bozuk kitaplarını öğrenmek isteyen,(Ferhat-ül-müderrisin) kitabımı okusun! Şevkani, İbni Teymiyye gibi ilmi çok ve aklı az, hatta ondan da aşağıdır. (Vehhabi mezhebinin iç yüzü)
Muhammed İkbal kimdir?
Sual: Yamuk kişiler, Muhammed İkbal’i çok övüyor. Acaba İkbal de mi reformcudur? CEVAP İkbal, Pakistan’ın millî şairidir. 1905’te öğrenim için gittiği Avrupa’da üç yıl kaldı ve düşüncelerinde büyük değişiklikler oldu. 1908’de Lahor’a dönerek Felsefe ve İngiliz Edebiyatı öğretmenliği yaptı.
1923’te İngilizler kendisine “Sir” ünvanı verdi. Bu arada, meşhur şarkiyatçı İngiliz Sir Thomas Arnold ile tanıştı, kurduğu yakın dostluk İkbal’in düşüncesini etkiledi. Onun tavsiyesi üzerine Avrupa’ya gidip, burada felsefecilerden ders gördü. Bütün bunlar İkbal’in üzerinde büyük tesir yaptı. Ehl-i sünnet âlimlerinin tuttuğu doğru yolu bırakıp, Batılı müsteşriklerin metotlarına kaymasına sebep oldu.
İslâmiyet karşısında felsefe ve aklı ön planda tutan bu metotlar, İkbal’in düşünce ve fikirlerini de şekillendirerek, din konusunda kendine mahsus ve İslâm âlimleri tarafından reddedilen görüşler öne sürmesi neticesini de beraberinde getirdi.
İkbal’in İslâmda dinî düşüncenin yeniden kuruluşu adıyla tanınan, 1928’de Madras İslâm Derneğinin kurslarındaki konuşmaları, reformcu görüşlerle doludur. Onun bu reformcu görüşleri, İslamiyet’in nakil yoluna ters oluşu sebebiyle, âlimlerce kabul görmedi.
Eserlerinde, Abduh ve Efgani gibi mason reformcuların fikirlerine genişçe yer verdi. İkbal’in şahsiyetinin en önemli taraflarından biri de, İngilizlerin arzusuna uygun olarak, bağımsız Pakistan’ın kuruluşu için yaptığı çalışmalarıdır.
İngilizler, Pakistan’ı Hindistan’dan ayırıp küçük lokma hâlinde yutmak istiyorlardı. İkbal, 1931 ve 1932’de Londra’da yapılan toplantılara delege olarak çağrıldı ve burada da aynı fikri destekler konuşmalar yaptı. Yazdığı makale ve mektuplarda da ısrarla aynı fikri işledi.
İkbal, Cinnah’a yazdığı mektuplarda; İngiliz hükümetinin, Hindistan Müslümanlarının Pakistan adı altında ayrı bir devlet kurmalarını istediğini belirtti. İkbal’in bu çalışmaları, takdirle karşılanıp bağımsızlığın sembol şahsiyeti sayıldı.
Ölümünden 9 yıl sonra 1947’de Pakistan bağımsızlığına kavuştu. Bu bağımsızlık, Hindistan’da bir türlü tam hâkimiyet kuramayan İngilizlerin, Müslümanları parçalayarak hem Pakistan’a, hem de Hindistan’a daha kolay hâkim olmak için takip ettikleri bir siyasetin neticesidir. (Y. Rehber Ans.)
Taberi Ehl-i sünnet midir?
Sual: Taberi ismindeki zat, Ehl-i sünnet midir? CEVAP
Birkaç Taberi vardır. Bid’at ehli olanlarını, Ehl-i sünnet olan İmam-ıTaberi ile karıştırmamalıdır. Ehl-i sünnet olan İbni Cerir Taberi’nin tam ismi, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir Taberi’dir. Tefsir, hadis ve Şafii fıkıh âlimidir. Miladi 839 yılında Taberistan’da doğru ve 923’de Bağdat’ta vefat etti.23 cilt Cami’ul-beyan tefsiri ve Tarih-ul-ümemkitabı çok kıymetlidir. Ali bin Muhammed Şimşati adında bir Şii, bu tarihi kısaltmış; bu Şii kitabı, Taberi tarihi adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Okuyanlar, Ehl-i sünnet olan İmam-ı Taberi’nin kitabı sanarak aldanmaktadır. Kısaltırken kendi görüşlerini de ilave etmiştir. Bilmeyen de, İmam-ı Taberi böyle söylüyor zannediyor.
Muhammed bin Cerir bin Rüstem Taberi’nin ise Şii olduğu, Alusi’ninTuhfe-i isna-aşeriyye muhtasarı kitabının 68. sayfasında yazılıdır.
Muhammed bin Ebil-Kasım Taberi’nin de Şii olduğu, Esma-ül-müellifin kitabında yazılıdır. Bunları, İbni Cerir hazretleri ile karıştırmamalıdır.
1153’te vefat eden İmamiyye fırkasından Şii Fadl bin Hasen Taberi’ninMecma’ul-beyan adındaki Taberi Şii tefsiri de, İbni Cerirhazretlerinin Taberi tefsiriyle çok karıştırılmaktadır. (S. Ebediyye)
Hasan el-Benna
Sual: Hasan el-Benna kimdir? CEVAP Hasan el-Benna, Seyyid Kutbun da üye olduğu, Mısır’daki İhvan-ül-müslimin yani Müslüman kardeşler örgütünün kurucusudur. Mevdudi, 1927’de yazdığı İslam’da Cihad kitabında, ihtilal yani devlete isyan fikirlerini yayıyordu. Arapçaya tercüme edilince, Hasan el-Benna’nın düşüncelerine tesir ederek Mısır’da devlete karşı gelmesine ve öldürülmesine sebep oldu. Mevdudi’nin ilmi yetersizliği, [siyaset ilminin noksan olması, fitne çıkmasına sebep olmuş ve] böyle sayısız müslümanları, maddi ve manevi ölüme sürüklemiştir. (F. Bilgiler)
Din ve toplum üzerinde araştırmalar yapan Fransız Prof. Jacques Rollet diyor ki:
İslamiyet’te şiddet yoktur. Teröristler, İbni Teymiyye’nin fikirlerini referans alıp, yörüngelerini buna göre çizen Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdudi gibilerin fikirlerini pratiğe dökmüşler ve bugünkü radikal gruplar oluşmuştur. (28.9.2001 tarihli gazeteler)
Kadıyanilik (Ahmedilik)
Sual: Kadıyanilik nedir? CEVAP Hindistan’ın Pencap eyaletinde 1880’de Mirza Gulam Ahmed Kadıyani tarafından kurulmuştur. Ahmediye de denir. İngilizlerin Hindistan’ı sömürge yaptıktan bir yıl sonra ortaya çıkan bu fırka, onlar tarafından beslenmiştir. İslâmiyet’i içerden yıkmak için çalışan İngiliz casuslarının yardımıyla Pencap ve Bombay’da cahil halk arasında süratle yayıldı. Sonra Avrupa ve Amerika’da gayrimüslimlerden ve dinini bilmeyen cahillerden taraftarlar buldu.
Daha önce İsmailiye fırkasında olan Mirza Gulam Ahmed, önce müceddid, daha sonra da Mehdi olduğunu iddia etti. İsmailî ve Behaîlerden taraftar buldu. En sonunda kendisinin, gökten ineceği bildirilen İsa Mesih olduğunu, yeni bir din getirdiğini söyledi. Kadıyan’da yaptırdığı mescide, Mescid-i Aksa dedi. Kendisinin Kur’an-ı kerimde övüldüğünü iddia etti. Hazret-i İsa’ya iftiralarda bulundu. İslam âlimleri, Kadıyanilerin Müslüman olmadıklarını ittifakla bildirmiştir. İslâm âlimlerinin bunlara verdiği cevapları dikkate alan Pakistan Parlamentosu da, 7 Eylül 1974 tarihli kararıyla Kadıyanileri, İslâm dışı azınlık olarak ilân etti. Buna rağmen, Müslüman süsü verebilmek için, kendilerinden Müslüman Ahmediye cemaati diye bahsediyorlar. Kadıyanilerin İslamiyet’e uymayan görüşleri çoktur. Birkaçı şöyledir:
1- (İsa’yı Yahudiler asmak istemişlerdi; fakat kendiliğinden öldü ve toprağa kondu. Sonra kabirden çıkıp Keşmir’e gitti. Orada İncil’i öğretip tekrar öldü) diyorlar. Hâlbuki Ehl-i sünnet âlimleri, İsa aleyhisselamın ölmediğini, diri olarak göğe kaldırıldığını bildirmişlerdir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Allah’ın resulü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük dedikleri için Yahudileri lanetledik. Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler, asmadılar da. Öldürülen kimse kendilerine İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler tam bir kararsızlık içindedir. Bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı kendi nezdine kaldırmıştır.)[Nisa 157–158]
2- (İsa ve Muhammed aleyhisselâmın ruhları insan şeklinde görünecektir. Bu da Mirza Ahmed’dir. Başka Mehdi yoktur. İsa Mesih ve Mehdi, aynı kişiye verilen iki isimdir) diyorlar. Halbuki İsa aleyhisselamla hazret-i Mehdi aynı kişi değildir. İkisinin de gelmesi kıyametin büyük alametlerindendir. Birkaç hadis-i şerif meali: (İsa, âdil bir hakem olarak gökten inecek, haçı kıracak,[Hıristiyanlığı kaldıracak] domuzu öldürecek, [domuz etini yasaklayacak] İslam’dan başka şeyi yasaklayacaktır.) [Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Ebi Şeybe]
(Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adaletle dolar.) [Tirmizi]
(İsa, Mehdi’nin arkasında namaz kılacaktır.) [İbni Hacer-i Mekki]
3- İslâmiyet’le bildirilen cihadı, yanlış yorumlayarak, Kur’an-ı kerimin mânâsını değiştiriyorlar. Cihad sadece sözle olur diyorlar. İslam âlimleri ise, cihadı üçe ayırıyorlar: Savaşla yapılan cihadı, devlet yapar. Sözle ve her türlü yayın vasıtasıyla olan cihadı İslam âlimleri yapar. Bu iki cihadı yapamayan da, mal, can ve duayla yardım eder. Bu da her Müslümanın vazifesidir. Bir âyet-i kerime meali: (Ey iman edenler! Din düşmanlarının eziyetlerine sabredin. Onlarla olan cihadda üstün gelmek için, sabır yarışı yapın. Sınır boylarında kâfirlere karşı cihad için nöbet bekleyin ve Allah’tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz) [Al-i İmran 200]
4- Mirza Gulam Ahmed, Hakikat-ul-Vahy kitabında, (Allah bu ümmet arasında, İsa’dan daha üstün bir Mesih yarattı. O da benim. İsa şimdi sağ olsaydı, benim yaptıklarımı yapamazdı. Bende görülen mucizeler, onda görülmezdi. Allah beni peygamber olarak gönderdi. Bana üç yüz bin mucize verdi)diyerek küfrünü açıkça ortaya koymuştur. Üç hadis-i şerif meali: (Nübüvvet ve risalet sona erdi. Benden sonra nebi de, resul de yoktur.) [Tirmizi]
(Benden sonra peygamber gelmez; ama peygamberim diyen yalancılar çıkar.) [Mişkat]
(Allah’ın resulüyüm diyen yalancılar çıkmadıkça, kıyamet kopmaz.) [Buhari]
5-(Talimatlarımıza gönülden bağlı olana da, Allah mucizeler ihsan eder) diyorlar. Hâlbuki mucize, sadece Peygamberlerde görülür.
6-(Herkesi sev, kimseden nefret etme!)diyorlar. Dinimiz ise, Müslümanları sevip, Allah düşmanlarını sevmememizi emrediyor. Üç âyet-i kerime meali: (Allah’a ve kıyamet gününe iman edenler; babaları, kardeşleri ve akrabası olsa da, Allah’ın ve Resulünün düşmanlarını sevmez.) [Mücadele 22]
(Kâfirleri dost edinen, Allah’ın dostluğunu bırakmış olur.) [Âl-i İmran 28]
(Ey iman edenler, Yahudileri de, Hıristiyanları da dost edinmeyin! Onlar, [İslam’a olan düşmanlıklarında] birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan [kâfir] olur. Allahü teâlâ, [kâfirleri dost edinip, kendine] zulmedenlere hidâyet etmez.)[Maide 51]
7-(Mümin olsun, kâfir olsun, hiç kimse, ebediyen azap içinde kalmaz; çünkü Kur’anda “Benim rahmetim her şeyi kaplar” denmektedir) diyorlar. Hâlbuki Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği ve herkesin çalışmasına, iyiliklerine dünyada karşılığını verdiği halde, ahirette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur. Kâfirler, cehennemde ebedi kalacaklardır, cehennemden çıkmalarına, kesinlikle imkân ve ihtimal yoktur. İşte üç âyet-i kerime meali: (Elbette, ehl-i kitabdan [Yahudi ve Hıristiyan] olsun, müşriklerden olsun bütün kâfirler Cehennem ateşindedir, orada ebedi kalırlar. Onlar yaratıkların en kötüsüdür.) [Beyyine 6]
(Âyetlerimizi yalanlayan kâfirler, cehennemliktir, orada ebedi kalırlar.) [Bekara 39]
Kur’anı kerimin tamamına inanmadıkça, Müslümanız demekle Müslüman olunmaz.
İzmirli İsmail Hakkı
Sual: İzmirli İsmail Hakkı kimdir? CEVAP Son devirde yetişen felsefeci ve dinler tarihi araştırmacısıdır. Masonluğa da girmiş olan İsmail Hakkı, felsefe ve dinler tarihi dallarında çalışıp bu konularda kitaplar yazdı. İttihatçıların gözlerine girerek medreselerde hoca olmuş, derslerinde ve kitaplarında, Abduh’un reformcu fikirlerini yaymaya çalışmıştır. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de, (İzmirli İsmail Hakkı ve daha nice din adamları, mason Abduh’un kitaplarını okuyarak, onun tesiri altında kalmışlar, çeşitli yollar tutmuşlardır) buyurmuştur.
20 Haziran 1928 tarihli Vakit gazetesinde, (Dinimizde yeni hayata, ilerlemeye uygun olarak, yapılacak yenilikleri, İstanbul ilahiyat fakültesi profesörleri rapor halinde hazırlamışlardır) diye bildirilen rapor aşağıdadır. Bu raporda İzmirli İsmail Hakkının da imzası vardı:
(Din de, diğer sosyal teşekküller gibi, hayatın akışına uymalıdır. Din, eski şekillere bağlı kalamaz. Türk demokrasisinde, din de, muhtaç olduğu inkişafı göstermelidir. Camilerimiz kullanılır hale getirilmeli, sıralar [koltuklar, sandalyeler], elbise askıları konmalı, içeriye ayakkabıyla girilmelidir. İbadet lisanı Türkçe olmalı, camilere müzik aletleri konmalıdır.)
Bu rapor da, İzmirlinin dinde reformcu olduğunu göstermektedir.(Dolgulu diş gusle mani olmaz) diyen de bu reformcudur.
Kardavi’nin çağdaş fetvaları
Sual: Kardavi, Katar TV’deki konuşmalarını kitap halinde neşretmiş. Adına da Fetava-i Muasire [Çağdaş, Asrî Fetvalar] demiş. Bu kitap uygun mudur? CEVAP Kesinlikle uygun değildir. Kardavi, (Kimseyi taklid etmiyorum) diyor, yani (Dört mezhepten birine uymam) diyor. Bu, ben mezhepsizim demenin başka şeklidir. Kimseyi taklit etmediğini söylese de, İbni Teymiyye’ye İmam ve Şeyhülislam diyerek, küçük kitapçığına, ondan 21, talebesi İbni Kayyım’dan ise 8 tane nakil almıştır. Ebu Hanife ismi iki defa geçiyorsa da, kaynak olarak değildir.
El-Halal-vel-Haram kitabının önsüzünde, (Kendimi herhangi bir mezhebe bağlamayı uygun bulmadım. Yalnız bir mezhebin esiri olunmaz) diyor, mezhepleri esaret kamplarına benzetiyor. El-Halal-vel-Haram kitabı, daha önce çok tenkide uğramıştır. O. Hacı Ömeroğlu, mezhepleri yıkmaya çalışan Kardavi için (İki işçi, koca Süleymaniye’yi yıkar; fakat onu yapmak için bir Süleyman ve bir de Sinan gerekir) diyor.
(Din, kolaylık üzerine kurulmuştur) diyerek verdiği çağdaş, asrî fetvalardan birkaçı şöyle: 1- (İnce çorap üstüne mesh caizdir) diyor. Hâlbuki dört hak mezhebin hiç birisinde ince çoraba mesh caiz değildir. Kolaylık olsun diye, her kolayına geleni yapmak caiz olmaz. Mesela kolaylık olsun diye, vakit girmeden beş vakit namazı bir vakitte kılmak, dini değiştirmek olur.
2- Mukim olanın, bir özürle iki namazı cem etmesine, (Hanbelî’de caiz olduğu için, ben de caizdir derim) diyor. Hâlbuki Hanbelî’nin bu hükmünü herkese şamil etmek, asla caiz değildir. Bir zaruret veya ihtiyaç sebebiyle bir mezhebi bir hususta taklit edebilmek için, o mezhebin o husustaki mümkün olan bütün şartlarına da riayet etmek gerekir. Şartlarına riayet etmeden bir mezhebin bir hükmünü almak veya mezheplerin kolaylıklarını toplamak, telfik olup haramdır.(Hadika)
4- (Midye, ıstakoz gibi deniz haşaratı ve denizde kendiliğinden ölmüş balık yenir) diyor. Hâlbuki kendiliğinden ölmüş balık yenmez. Hanefi’de midye, ıstakoz gibi deniz haşaratı da yenmez. (Dürer) Balık, hastalık gibi bir sebeple kendiliğinden ölünce leş olur, insanı da zehirleyebilir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Kendiliğinden ölüp, su yüzüne çıkan balık yenmez.) [Dare Kutni]
5- (Demir ve diğer madenlerden yapılan yüzükler erkeklere caizdir) diyor. Mütercim, dipnotuna, haram olduğunu ilave etmiş. Demek ki, mütercim bile, Kardavi’nin dine aykırı sözleri olduğunu biliyor. Peki harama helal diyenin kitabı, niye tercüme edilir ki?
6- (Haşhaş, kenevir ve tütün ekmek haramdır, çünkü bunlar kötü yerlerde kullanılıyor) diyor. Kötü yerde kullanılınca haram mı olur? Afyon, tıpta çok kullanılır. İlaç olarak az miktarda kullanmak caizdir.(Redd-ül-muhtar) Kötü yerlerde de kullananlar var diye, haşhaş ekmeye haram denmez. Bu yanlış görüş, şarap yapılıyor diye üzüm yetiştirmeyi yasaklamaya benzer.
7- (Şâfiî mezhebinde olan halka kolaylık sağlamak için, eti yenen deve, sığır gibi hayvanların necasetlerinin temiz olduğuna fetva verdim. Kadına dokununca abdestleri bozuluyordu. Kadına dokunmakla abdestin bozulmayacağını söyledim. Buna da Kur’an ve sünnetten delil getirdim) diyor. Bu ne demek oluyor? Açıkça, bin küsur yıldan beri Şafiîlerin yanlış yolda olduğunu, Şafiî âlimlerinin Kur’an-ı kerime ve hadis-i şeriflere aykırı fetva verdiklerini söylenmiş olmuyor mu? Mezhepsiz Kardavi, İmam-ı a’zam veya İmam-ı Şafiî gibi büyük bir âlim olsa bile, ancak (Benim görüşüm bu) diyebilir, fakat yine dört hak mezhepten birinin hükmüne yanlış diyemez. Hele dinin sahibi gibi,(Şâfiîlere şunu helal ettim) diyerek mezhepleri bozmaya hakkı yoktur. Şafiî’deki birçok hüküm Hanefi’ye aykırıdır, bu ayrılık da ümmet için rahmettir, fakat Şafiî âlimleri hiçbir zaman, (Hanefilerin ictihadı yanlıştır) demediler. Sadece kendi mezheplerinin hükümlerini bildirdiler.
8- (İbni Teymiyye’nin, “Bir anda verilen üç talak, bir talaktır. Evlat, fakir ana babasına zekât verir. Bir kadın, yol eminse tek başına hacca gider” görüşlerini tercih ettim) diyor. İcma-ı ümmete karşı geliyor.
9- (Hastaya Kur’an okumak, âyetleri muska şeklinde üstte taşımak haramdır) diyor. Hâlbuki bunlar sünnettir. Sitemizde bu konularda teferruatlı bilgi vardır.
10- Hak ve bâtıl mezhep ona göre aynı olduğu için, Zeydiyyemezhebinden olan Şevkani’den de nakiller yapıyor, Zahiriyyemezhebinden İbni Hazm’ın, enfiye çekmenin, kulağa, burna ve makattan ilaç vermenin orucu bozmayacağı görüşünü savunuyor. Mezhepsiz Reşit Rıza’ya müceddid diyor, onu övüyor.
11- (Bu asırda dindar Müslümana 50 sahabi ecri vardır) diyor. Hâlbuki evliya bile, sahabenin en alt derecesine bile kavuşamaz.
Görüldüğü gibi Kardavi’nin kırdığı yumurta, kırkı çoktan geçmiştir. Günümüzdeki yerli mezhepsizler gibi, kendisini bütün mezheplerin üstünde bir hakem gibi görüyor. Rehber edindiği İbni Cevzi, İbni Teymiyye ve İbni Kayyım’a Hanbelî imamı diyor, fakat kendisi bir mezhebe uymuyor, mezhepsiz olmayı tercih ediyor. (Şu mezhebin şu hükmü yanlış. Şu hüküm, Kur’ana ve sünnete aykırıdır. Şu mezhebin şu hükmü doğrudur. Bunu tercih ederim) diyor. Dört hak mezhebi bile karıştırıp birleştirmek, mezhepsizlik olup caiz değilken, dört hak mezheple bâtıl mezhepleri birleştirip bir Kardavi mezhebi kurmak istiyor. Kendini mezheplerin üstünde hakem gibi gören böyle kimselere dikkat etmek gerekir. Bunlar genelde, açıkça mezhepleri reddetmiyorlar, fakat (Bu mezhebin şu görüşünü, şu mezhebin de bu görüşünü tercih ederim) diyerek, dini içten yıkmaya çalışıyorlar.
İNKİŞAF DERGİİSİ KARDAVİNİNİ FETVALARI
Talha Hakan ALP
Son yıllarda İslam alimlerinin öncülüğünde sivil İslamî organizasyonların artış göstermesi kuşkusuz memnuniyet verici bir gelişme. Bu organizasyonlar İslam alimlerini bir araya getirerek ulema sınıfının birbirlerini tanımalarına ve görüş alışverişinde bulunmalarına sağladığı katkıyla özellikle takdir edilmelidir. Yakın bir tarihte İstanbul böyle bir organizasyona ev sahipliği yaptı. 29 Haziran Perşembe günü akşam Grand Cevahir Otel’in kongre salonunda Avrupa Fıkıh ve Araştırma Konseyi’nin (AFAK) 3 gün sürecek 15. dönem toplantısının açılışı vardı.Adı geçen Konsey, gayr-i müslim toplumlarda yaşayan Müslümanların fıkhî problemlerini çözümlemek üzere 1997 yılında Yusuf el-Karadâvî başkanlığında İngiltere’de kurulmuş bir ilim ve davet müessesesi. Konsey, aralarında Faysal Mevlevî, Muhammet Taki el-Osmanî, Ali el-Karadâğî ve Hüseyin Hamid Hassan gibi tanınmış İslam alimlerinin de bulunduğu otuz sekiz kişiden oluşuyor.
Açılışta Konsey’in kuruluş gayesi, misyonu ve felsefesi ile ilgili fikir verici mahiyette konuşmalar yapıldı. Açılış toplantısında konsey üyelerinden, önce başkan yardımcı Faysal Mevlevî böyle bir konseye duyulan ihtiyaç ve konseyin amacı istikametinde kısa bir konuşma yaptı. Daha sonra Konsey başkanı Yusuf el-Karadâvî’ye söz hakkı verildi. el-Karadâvî’nin konuşması, ağırlıklı olarak kendisinin ve Konsey’in fıkıh anlayışını resmedici nitelikte, yer yer ders üslubunu yer yer vaaz tarzını andıran, ama her haliyle samimi bir konuşmaydı. Şunu da belirtmeliyiz ki, el-Karadâvî’nin zaman zaman örneklere boğulan konuşması, her geçen gün ilmî muhitlere hakim hale gelen “kolaylıkçı fıkıh söylemi”nin adeta manifestosu niteliğindeydi.
Yusuf el-Karadâvî, birçok kitabında yazıya döktüğü bu konuşmasında, bol bol İslam fıkhı’nın değişiminden, ruhsatların daha sık ve rahat kullanılması gerektiğinden, özellikle gayr-i müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların şartlarının zorluğundan hareketle yerleşik fıkhın içtihadî hükümlerinin yerine Şâri’in maksadını ve Müslümanların maslahatını önceleyen yeni bir fıkıh anlayışına ihtiyaç duyulduğunu ve bunun bir an evvel tesis edilmesi gerektiğini vurguladı. Yer yer fikirlerini “Abdullah bin Ömer’in şedâidindense, İbn-i Abbas’ın ruhasını alırım” şeklindeki söylemlerle somutlaştıran Yusuf el-Karadâvî, İslam fıkhının değişebileceği konusunda bir orantıda bulunmaktan da geri kalmadı. el-Karadâvî’ye göre İslam fıkhının çok az bir kısmı değişmez (sabite)leri temsil ederken, yüzde doksan ve hatta doksan üç oranında büyük bir çoğunluğu ise değişebilenler kategorisine girmekteydi.
Avrupa Fetva ve Araştırma Konseyi’nin üyeleri arasında her ne kadar meşhur İslam alimleri yer alıyorsa da çoğunluğu oluşturan üyeler Yusuf el-Karadâvî’nin karizmasının etkisinde kalabilecek genç araştırmacılardan oluşmaktaydı. Zaten Konsey’in ağır toplarından Muhammet Taki ol-Osmanî toplantıya iştirak edemedi. Konsey’in birinci günkü toplantısını izleyen yakın dostlarımın intibalarına göre, konsey üyeleri konuyu bir yere kadar tartışıyor ve sonuçta söz Yusuf el-Karadâvî’ye bırakılıyor. el-Karadâvî’nin sonuç olarak ortaya koyduğu tercih fiilî olarak neticeyi belirliyor. Bu yönüyle Konsey’de sağlıklı ve objektif bir müzakere ve tartışma ortamının sağlanabildiğini savunmak zor görünüyor. Bu da Konsey’in kararlarının güvenilirliği konusunda ciddi şüpheler uyandırıyor. Usul-i fıkıhtaki icma konseptinin, günümüz fıkıh komisyonlarıyla pratize edilip edilemeyeceğine dair tartışmalar açısından burası ayrıca düşünülmelidir.
el-Karadâvî’nin fıkıh anlayışının eleştirisine geçmeden önce, günümüzde uygulanan fetva yöntemleri bağlamında el-Karadâvî’nin yerini tespit etmemiz onun fıkıh perspektifini doğru anlamamız açısından önemlidir. Çağımızda fakihlerin güncel meselelere yaklaşımda takip ettiği iki yöntem göze çarpmaktadır. Tahriç ve ictihad yöntemi. Tahriç yöntemi, tespit edilen ortak noktalardan hareketle imamların benzer konularda verdiği fetvaların güncel meselelere uyarlanmasıdır. İçtihat yöntemi ise, genel fıkıh kaidelerinin ışığında Kuran ve hadis naslarından istinbat edilecek hükümlerle güncel meselelerin çözüme bağlanmasıdır. Muasırlardan el-Karadâvî daha çok içtihat yöntemini benimserken, Muhammet Taki el-Osmanî tahriç yöntemini kullanmaktadır. İçtihat yöntemi neticeye ulaşma açısından daha zahmetsiz olmakla beraber, sonuçları tahriç yöntemine göre pek güvenilir değildir. Zira bu yöntemde, yüzyılların fıkıh birikimi göz ardı edilmekle hem konunun yanlış bir zeminde değerlendirilmesi hem de nas ve kaidelerin hadiseye tatbikinde tetabuk sorununun doğması gibi ciddi riskler bulunmaktadır. Üstelik nasların anlaşılması konusunda ilk İslam nesillerine göre daha az avantajlı olduğumuz ve onların yorum ve açıklamaları olmadan önümüzü bile göremeyeceğimiz işin cabası.
el-Karadâvî’nin fıkıh anlayışı; “eşyada asl olan ibahadır”, “iş daraldığında genişletilir”, “zaruretler mahzurları mubah kılar”, “zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez”, “meşakkat kolaylığı celb eder” gibi genelde kolaylığı, haramdan çok ibahayı telkin eden fıkıh ilkelerine dayanır. el-Karadâvî bu ilkeleri kayıtlayan alt prensiplerin olabileceğini ya da detaylarda bunların yerine başka kaidelerin uygulanması gerektiği gibi aksi ihtimalleri göz önünde bulundurmaz. Bu nedenledir ki o fetvalarında genelde modern iktisadî ya da sosyal problemleri olumlayıcı bir yaklaşım sergiler. Onun fetvalarında, modern çağın Müslüman ferde dayattığı her sorun ama şöyle ama böyle; fakat çoğunlukla meşrulaştırılarak çözümlenmektedir. Sözgelimi üniversiteye alınmayan başörtülü kızların başlarını açabileceği yönündeki fetvası bunun en son ve çarpıcı örneğidir.*
el-Karadâvî’nin fıkıh söylemi; kolaylık, zaruret, makasıdü’ş-şeria, maslahat, zamanın ve şartların değişmesi gibi sınırları belirsiz, soyut ve yer yer yanıltıcı söylemlere istinad eder. Vakıa, modern çağda henüz Müslümanlar bu söylemlerin bedelini de ödemiş değildir. Bu söylemlerin detaylara tatbikinde bugün ya da yarın karşılaşılacak ciddi sıkıntılar nedense pek hesap edilmiyor. Halbuki el-Karadâvî gibi ümmetin fikrî ve siyasî problemleriyle de yakından ilgilenen bir alimin, konunun bu boyutunu ihmal etmesi hayli düşündürücüdür. Ümmetin siyasî geleceği adına Filistin ya da başka bir İslam coğrafyasında yaşanan katliamın seyrini Müslümanlardan yana etkilemek için İsrail ve Amerikan mallarını boykot fetvasını verebilme feraset ve yürekliliğini gösterebilen el-Karadâvî’nin, zamanla Müslüman ferdi modern topluma entegre edecek, kültürel ve sosyal alanda İslamî kimliğin eriyip yok olmasını sağlayacak iktisadî ve sosyal fetvaların altına imza atması onun zihin dünyasında ciddi bir parçalanmanın olduğunu gösteriyor.
el-Karadâvî açılış toplantısındaki konuşmasında, fıkıh kitaplarındaki hükümlerin değişmez sabit hükümler olmadığını ifade meyanında, bunların ekseriyetinde ittifak bulunmadığını, sahabenin tahmin edemeyeceğimiz ölçülerde ihtilaf ettiğini belirterek sahabenin üzerinde ihtilaf etmediği çok az bir hüküm bulunduğunun altını çizdi. el-Karadâvî’nin bu değerlendirmesine de son derece ihtiyatla yaklaşmalı ve tarihî gerçeklerin mutlak idealler gibi algılanmasına fırsat vermemelidir. Henüz İslam fıkhının oluşum dönemini teşkil eden sahabe devrindeki esnekliği, sonraki yüzyıllarda hem muhteva hem de sistem olarak tekamül ve tekasüf etmiş fıkıh müktesebatını gölgeleyecek biçimde ileri sürmek çok yanıltıcı olur. Sonra sahabenin fıkhî hükümlerde yaşadığı ihtilaf her zaman mezkur hükümlerin katî ve sabit olmadığını göstermez. Bazı sahabilerden fıkhî konularda taklidi tecviz edilmeyen şaz görüşler sadır olduğunu tam da burada hatırlamakta yarar var. Muasır fıkıh araştırmaları için, sistematiği ve arka planı hakkında elde ayrıntılı ve somut veriler bulunmayan ve çoğu zaman modern spekülasyonlara malzeme olarak kullanılan sahabeden tevarüs ettiğimiz fıkıh birikimi temel referans teşkil etmemelidir. Bunun yerine fıkıh araştırmaları, tarih içindeki sürekliliğini ve detaylanmış sistematiğini göz önünde bulundurarak furuuyla usulüyle, kavaidiyle furûkuyla tekamül etmiş mezheplerin fıkıh birikimini referans almalıdır. Aksi takdirde sahabenin ihtilaflarını fırsat bilerek ruhsatların derlenmesiyle oluşacak fıkhî yapının çarpıklığı bir yana, tek tek sahabenin görüş ve fıkıh anlayışını temsil ettiği de söylenemez. Üstelik sağlıklı bir fıkhî yapılanma ihtilaf ve kaostan çok ittifak ve insicam arz eden kaynaklardan beslenmelidir.
el-Karadâvî örneğinde olduğu gibi bugün bir çok fıkıh araştırmacısı, modern dünyada yaşanan gelişmeleri mutlak veri saymaya teşne bir ruh haline sahiptir. Bu gibi fakihlerin elinde fıkıh, egemen kültürün Müslüman ferde dayattığı hayat biçiminin sindirilmesi için adeta bir hazım aracı olarak kullanılmaktadır. Sistem tıkanmalarının cüzi ölçülerde ve yüzyıl gibi uzun aralıklarla yaşandığı doğal zamanlarda formüle edilen “İş daraldığında genişletilir”, “zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar edilemez” şeklindeki fıkıh kaidelerinin, küresel hegemonik güçler tarafından kökten değişime zorlandığımız, mevcut fıkıh sisteminin tıkandığı yönündeki modernist söylemin baskısını acıyla hissettiğimiz bir dönemde gelenekçi fakihler tarafından dillendirilmesi yaşadığımız tefekkür ve iletişim krizinin ciddi boyutlara vardığını gösterir. Oysa işin daraldığında genişletilmesi gerektiği yönündeki kaide prosedürle alakalı ve tatbik alanı gayet sınırlıdır. Bugün el-Karadâvî farkında mıdır bilinmez ama, anılan kaidelerin modernleşme talebinin tavana vurduğu Türkiye’de ne tür makes bulacağı hususunda ciddi endişeler var.
Bir de maymuncuk misali her kilide sokulmaya çalışılan “gelişim” gibi kökleri ve etkisi üzerinde yeterince düşünülmediği zahir söylemlerin fakihlerin diline dolanışına şahit oluyoruz. Müslümanların gelişmesi, ekonomik, siyasî, bürokratik ve diplomatik alanda güçlenmesi, Müslümanların çağdaş toplumda söz sahibi olması gibi modern zamanlara ait ve çoğunluk Müslümanların geri kalmışlığı psikolojisinin belirgin izlerini taşıyan söylemlerin fıkıh faaliyetlerini bu denli yönlendirmesinin yol açtığı tahribatın bilânçosunu kimse görmek istemiyor. Bir fakihin sıkı bir aktivist duygusuyla hareket etmesi ne kadar doğrudur, bunu tartışmak lazım. Acaba güncel ekonomik ve sosyal sorunların çözümü, şu veya bu şekilde ama mutlaka bunları olumlayıcı fetvalarla mı olmalıdır? Müslümanlar modern hayatın her alanında illa bulunmalı ve hatta söz sahibi mi olmalıdır? Zaruret prensibine istinaden cevaz verilen onlarca modern meselenin bir gün ardı kesileceğini kim garanti edebilir? Bu durumda tepeden tırnağa zaruret fetvalarıyla dolu bir fıkıh yapısı ne kadar sağlıklı ve ne kadar özgündür. İmamların ruhsatlarından derleme eklektik bir fıkıh yapısı ne kadar bütüncül ve tutarlıdır. Böyle omurgasız fıkıh sisteminin Müslüman kimliği gelecek yüzyıla kadar muhafaza edebileceğini hangi safdil ümit edebilir. “Müslümanların gelişmesi” ne demektir? Hollywood’la boy ölçüşecek projeksüyonlar mı yapabilmektir. Yoksa eurovizyon yarışmalarında her sene birinci çıkarmak mıdır? Dünya ağır siklet boks şampiyonları yetiştirmek veya ne bileyim Avrupa ve dünya futbol şampiyonu Müslüman ülkeler mi çıkarmaktır. Newyork borsasında dünya devleriyle kapışacak holdingler mi kurmaktır. Allah aşkına biri söylesin, daha çok ekonomik ve behimî duyguları çağrıştıran şu “gelişme” kelimesi zihin dünyamıza ne zaman ve nasıl girebilmiştir? Bana ayet veya hadis metinlerinde ya da geleneksel İslami metinlerde gelişmenin Arapça karşılığı olan “tetavvur”, ilerlemenin karşılığı olan “tekaddüm” kelimesini kim gösterebilir. Bu kelimelerin birer amaç olarak ileri sürüldüğü ve fetvaların seyrinde rol oynadığına gelenekte şahit olan var mıdır? Tetavvur ve tekaddüm sözcükleri gibi; takva, huşu, zühd, kurbiyet, fıkıh, hikmet, marifet, fütüvvet misali İslami değerler zinciri içinde yeri olmayan, modern zamanlara ait seküler çağrışımları yoğun söylemlerin fakihin zihin dünyasına sızabilmesinin oluşturduğu korkunç tehdidi ne zaman konuşmalıyız?
Günümüz fıkıh faaliyetlerinde bir diğer problem içtihadın tecezzi kabul edebileceği görüşüne müstenid fıkıhta ihtisaslaşma handikabıdır. Günümüzde çalışmalarını muamelata inhisar ettiren, adeta ekonomi danışmanlığı gibi tekmil iş adamlarına servis yapan “burjuva fakihleri” diyebileceğimiz fukaha sınıfını kimse görmezden gelemez. Temelde talilî karakter arz ettiğinin altı ısrarla çizilen “muâmelât” alanına munhasır fıkıh araştırmalarının, taabbudî karakter arz eden “ibâdât” alanından kopuk, bağımsız bir tefakkuh faaliyeti izlenimi vermekle, fıkhın, seküler beşerî hukuka dönüşümündeki etkisi de ayrıca ele alınmalıdır.
Son olarak şunu da belirtmeliyiz. Yusuf el-Karadâvî’nin değişimi esas alan fıkıh söylemiyle Türkiye’deki modernistlerin değişim talebi arasında uzaktan ya da yakından bir irtibat bulunmamaktadır. el-Karadâvî her ne kadar fıkıh ve davet alanında kolaylıkçı, gelişim ve değişim taraftarı olsa da akide ve usul (fıkıh, tefsir ve hadis usulü) alanlarında son derece gelenek yanlısıdır. Bu alanlarda mevcut müktesebatın yeterli ve mütekamil bir yapıya sahip olduğunu düşünür. Onun değişimci söylemi sadece furu-i fıkıhla sınırlıdır.
Dipnot: • el-Karadâvî’nin bu son fetvası, açılış toplantısında kendisiyle yaptığımız söyleşi sırasında bizzat kendi ağzından duyulmuş ve söyleşi içinde kayda alınmıştır.
Zahiri mezhebi
Sual: Zahiri mezhebi nedir? CEVAP Zahiri sapık mezhebini miladi 883’te vefat eden Davud-i İsfehani kurmuştur. Daha önce Şafiî iken, sonra taklide ve kıyasa karşı çıktı. Bâtıl Zahiri mezhebine göre, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerin zahir yani görünen mânâlarından başka hiçbir delil ve kıyas geçerli değildir, fakat bu mezhepte olanlar, kendi görüşlerini âyet ve hadis gibi göstermeye çalışmışlardır.
Herkese ictihad yapmayı emredip, (Başkasına uymak haramdır) diyen mezhepsiz İbni Hazm da Zahiri mezhebindeydi. İbni Hazm, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerin zahir yani görünen mânâlarından başka hiçbir delili ve kıyası kabul etmezdi. (Eşeddül-cihad)
İbni Hazm, Selef-i salihin’i beğenmeyip hak yoldan, Ehl-i sünnetten ayrılarak, Zahiriye fırkasına giren bir felsefecidir. (Keşf-üz-zünun)
Zahiri mezhebini 1184–1198 yıllarında iktidarda olan Muvahhidî hükümdarı Yakub bin Yusuf, Kuzey Afrika ve Endülüs’te yaymaya çalışmıştır. Bu hükümdar, halkın Zahiri mezhebine uymasını ve Ehl-i sünnet olan Maliki mezhebini bırakmasını istemiş, hatta Maliki mezhebine göre yazılan fıkıh kitaplarını toplatıp yaktırmıştır. Bu hükümdarın ölümünden sonra, Zahiri mezhebi, yavaş yavaş sönerek yok olmuştur. Ancak günümüzdeki bazı mezhepsizler, her sapık mezhebin olduğu gibi bunun da fikrini körüklemeye çalışıyorlar.
İbni Kesir tefsiri
Sual: İbni Kesir’in tefsiri uygun mudur? CEVAP Tefsirini hadislerle açıklamış ve kendi görüşlerini de karıştırmış olduğu Keşfüz-zunun’dayazılıdır. Şam âlimlerinden üstad Abdülgani hazretleri buyuruyor ki:
İbni Kesir tefsirini okumamalıdır, çünkü içinde dalalat-i kesire vardır. İnsanların itikadlarının bozulmasından korkup endişe ettiğim için, İbni Kesirin tefsirini, İbni Teymiyye ve İbni Kayyım’ın kitaplarının okunmasını hiç tavsiye etmem, çünkü bunların kitaplarında o kadar çok sapık ve bozuk sözler var ki, herkes bunları ayırt edemez. Bunları ancak rasih ilimli âlimler anlayabilir. (Fadl-üz-zakirin s. 24)
Bir kitapta, itikadı zedeleyen, insanı küfre düşürücü bir ifade bulunursa, elbette o kitap çok zararlıdır. Bazı mezhepsizler, (Kitaptaki faydalı yerlerini alır, zararlılarını atarım) diyor. Halbuki kitap bilgi öğrenmek için okunur. Faydalısını zararlısından ayırabilen kimsenin o kitabı okumasına ne lüzum var? Bildiği şeyleri niçin okusun? Bilmediklerini öğrenmek için okuyorsa, bilmediği bir şey onu küfre düşürebilir, ebedi felaketine sebep olabilir. Bunun için mezhepsizlerin kitaplarını okumak çok zararlıdır.
Fıkh-üs-sünne kitabı
Sual: Fıkh-üs-sünne kitabının yazarı Seyyid Sâbık, sapık mıdır? CEVAP Evet. Seyyid Sâbık, süper sapıktır, yani itikadı bozuktur. Fıkh-üs-sünne kitabında diyor ki:
Taklide bağlanıp Kitap ve Sünnet’in rehberliğini kaybettikten sonra, (İctihad kapısı kapalıdır) sözüyle ümmet-i Muhammed, en büyük belâlara uğradı, Resulullah’ın sakındırmış olduğu keler yuvasına girdi. (s. 22)
Açıklamasında ise, keler yuvasına girenlerin Yahudi ve Hıristiyanlar olduğu bildirilmektedir. Bildirdiği hadis-i şerifte, (Sizden öncekilerin yolunu takip ederseniz) buyuruluyor. (Sizden öncekiler) ifadesinden murat, cahiliye devrinde putlara tapan kimselerdir. S. Sâbık ise, bu hadis-i şerifteki (Sizden öncekiler) ifadesini, mezheb imamlarına tâbi olmak diye gösteriyor. Yani bir müctehide, bir mezhebe tâbi olan Müslümanı putlara tapanlara benzeterek, gayrimüslim olmakla suçluyor.
Kitaptaki görüşleri, mason Abduh ve çömezi Reşid Rıza da aynen savunmaktadır. Müctehid imamlara uyanları gayrimüslimlikle suçlarken, İbni Teymiyye’ye dört elle sarılıyor. Buradan da anlaşılıyor ki, mezhepsizlere göre Ehl-i sünnet imamlara uymak suç, İbni Teymiyye ve Abduhçu sapıklara uymak ise büyük fazilettir. Yani (İmam-ı a’zam hazretlerinin yolunu takip ederseniz keler deliğine girersiniz, Mason Abduh’un yoluna girerseniz hidayete kavuşursunuz) demek istiyorlar. Bütün mezhepsizler hep aynı şeyi savunuyorlar.
İctihad kapısı açıktır. Kapatan olmamıştır. (İslâm âlimleri ictihad kapısını kapattı) sözü iftiradır. İctihad ehliyeti bulunmadığı için kapı kendiliğinden kapanmıştır. Kapalı kapıya kapalı demek, suç mudur? İctihad ehliyeti olan, kapıyı açıp içeri girebilir. Ama her önüne gelen giremez.
S. Sâbık, mezhepler üstü ictihadlar yapıyor. Hiçbir şart aramadan herkesin ictihad etmesini savunuyor. Bu cahillik değilse, hainliktir. Çünkü İbni Teymiyye’nin talebesi İbni Kayyım bile diyor ki:
İctihad şartı bulunmayanın, Kur’andan ve hadisten ahkâm çıkarması caiz olmaz. Mezheplerden birisine uyması şarttır. Dört mezhebden başkasına uymak da caiz değildir. Çünkü diğerlerinin hükümleri, tedvin edilmiş, yani toplanmış değildir. (İ’lâm-ül-mûkı’în)
Giriş kısmında, Müslümanların gerileyiş sebeplerini mezheplere bağlanmakta bulan S. Sâbık’ın, Fıkh-üs-sünne’yi yazmakla, dine ne hizmeti olmuştur? Birkaç örnek verelim. S. Sâbık diyor ki:
Alkolü içkiler necis değildir, yani alkol bulaşmış elbiseyle namaz kılmak caizdir. (s. 35)
S. Sâbık, İbni Teymiyye ile Şevkani’nin bir sözünü alarak ve bir hadis-i şerife kıyas ederek, (Eti yenen bütün hayvanların pislikleri temizdir, hatta bunların idrarını içmek caizdir) diyor. (s. 34)
Fıkh-üs-sünne kitabı, dört hak mezhebden hiç birisine uygun değildir. Mesela mezhepsiz Kardavi gibi, ince çorap üstüne meshi caiz görmektedir. (s. 66)
(İbni Teymiyye, fetvalarında...)diyerek, onu kendisine İmam yani müctehidkabul etmektedir. (s. 67)
Kitaba, (Âyet ve hadislerle fıkıh) dendiği hâlde, çok yerde, tevil edeceği âyet ve hadis bulamadığı için, kendi görüşünü bildirmiş, ayrıca Mason Abduh’tan da nakil yapmayı ihmal etmemiştir. (s. 309)
Namaz kılmayan hakkında âlimlerin çoğunun (Kâfir olmaz) dediklerini naklettikten sonra, Zeydî mezhebinde olan Şevkani’ye İmam diyor ve onun (Namaz kılmayan kâfirdir) görüşünü senet olarak alıyor. (s.101)
[Şevkani, Zeydî fırkasındandır. (Cevab-üs-sail s. 69)]
Vitir namazının sünnet olduğunu bildirdikten sonra, (Vitir namazına vacib diyen Ebu Hanife’nin görüşü zayıftır) diyerek, âlimlerin en büyüğü olan İmam-ı a'zam hazretlerine dil uzatmaktadır. (s. 201)
Kendisi İmam-ı a’zam ayarında müctehid olsa bile, başka müctehidin ictihadına yanlış diyemez. Çünkü fıkıh kaidesidir: İctihad ictihadla nakzedilemez. Ama bir kimse mezhepsizse önüne gelen müctehide dil uzatır. Onlara göre sadece, mason Abduh gibilerin hatası olmaz.
İmam-ı Şafiî hazretlerinin, İmam-ı a’zam hazretlerinin ictihadlarına aykırı çok ictihadı vardır, fakat hiç birisi için, zayıftır, yanlıştır gibi bir şey söylememiştir. Aksine (Fıkh bilgisinde herkes Ebu Hanife’nin çocuklarıdır) buyurmaktadır. (Hayrat-ül-hisan, Mizan-ül-kübra)
Kılınmayan namazları kaza etmek farz iken, İbni Teymiyye’nin (Sahih olmaz) dediğini hüccet kabul ediyor. Az sonra da Zahiriyyemezhebinden olan İbni Hazm’dan nakil yapıyor. (İbni Hazm, bu mesele hakkında gerçek görüşü belirtmiştir) demekte ve bu görüşün de İbni Teymiyye’nin görüşü gibi olduğunu bildirmektedir. (s. 283)
Kitapta, mason Abduh’tan da nakiller yapılıyor, hüccet olarak gösteriyor ve Şeyh Abduh ifadesi kullanılıyor. (s. 309 ve 387)
Görüldüğü gibi, nerede mezhepsiz varsa, hepsinin sözlerini senet gibi kitabında toplamıştır. Her fırsatta Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatmaktan da geri durmamıştır.
Mahmasani
Sual: İslâmi Düşünceler isimli kitapta Müslümanlığa aykırı yerler var mıdır? CEVAP
Kitaptaki makalelerden biri, Prof. Mahmasani denilen birine aittir. İlim ehli tarafından daha önce aynı makalenin alındığı kitaba reddiye yazılmıştır. Makale bir felakettir. Birkaç örnek verelim:
Yabancı yazar, Geri kalış sebepleri bölümünde, Müslümanların geri kalışını ictihad kapısının kapatılmasına bağladıktan sonra diyor ki: (Sünnî fukaha, ictihad kapısının kapatılmasında ve bundan böyle dört mezheble iktifa edilmesinde ittifak etmişler. Bunun neticesinde İslâm düşüncesi duraklamış, bu durum hukukta ve diğer İslâmi ilimlerde taklid ve saplantının yayılmasına sebep olmuştur.) Sünnî fukaha diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerini hedef alıyor. Buradan kendisinin Sünnî olmadığı anlaşılabilir.
Mahmasani, aynı sayfada, dalalet fırkalarının ictihad kapısının kapatılmasına karşı çıkışlarına alkış tutarak, onları övdükten, yağlayıp ballandırdıktan sonra diyor ki: (Son asırlarda bunlara Abdülvehhab, Efgani, Abduh gibi müceddid âlimler de katılmışlardır. Bütün bu fakihler ile Şevkani, ictihad kapısının açık olduğunu ispat etmiştir.)
Kendisinin Sünnî olmadığı, bu yamukların yolunda olduğunu böylece belli oldu.
Reformist Mahmasani, dört mezheb üzerinde ittifak hâsıl olduğunu söylüyor. Sonra da bu ittifakı ayıplıyor. Hâlbuki Berika’da nakledilen hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Ümmetimin âlimleri, dalalet üzerinde birleşmez.) [İbni Mace]
(Müminlerin [müctehidlerin] güzel gördüğü, Allah indinde de güzeldir) [İ. Ahmed]
Bu hadis-i şerifler, müctehidlerin sözbirliğinin yani ittifaklarınınmuhakkak doğru olduğunu göstermektedir. Müctehidlerin sözbirliğineİcma denir. İcma’ı inkâr etmenin küfür olduğu bildirilmiştir.
Reformcu Mahmasani, İslâm düşüncesi tâbirini de kullanmaktadır. İslâm, Allahü teâlânın dinidir. Düşünce ürünü değildir. İslâm düşüncesi tabirini kasıtlı olarak kullanıyorlarsa hain, bilmeden kullanıyorlarsa cahil oldukları meydandadır. Hainlerin veya cahillerin kitaplarından din öğrenilmez.
Mahmasani’nin Müceddid âlim dediği Efgani ve Abduh birer masondur. Abdülvehhab ile Şevkani ise, kendi ifadesine göre de Sünnî değildir. Sünnî olmayan kimselerin, Sünnîlik hakkında karar vermeleri çok yanlış olur.
(İlim Çin’de de olsa alın!) hadis-i şerifi için mütercim dipnotta, (Bu hadis uydurmadır)diyor. Aynı kitapta başka bir yazar, aynı hadis-i şerifi sahih olarak naklediyor. Halbuki hadis âlimlerinden imam-ıDeylemi, imam-ı Taberani, imam-ı Beyheki, imam-ı ibni Adiy,imam-ı ibni Abdilber gibi hadis âlimleri ve Hüccet-ül İslam unvanı ile meşhur olan imam-ı Gazali hazretleri sahih olduğunu bildirmektedir. Bu büyük imamların naklettiği bu hadis-i şerife uydurma diyenin dili kurur. Dipnotlarla da, sapık yazarların fikirleriyle de, okuyucunun zihni karıştırılmaktadır.
Mahmasani, Buhari’den nakledilen Acve hurması ile alakalı bir hadis-i şerifi, uydurma olarak bildiriliyor. (Çünkü ilme ve realiteye aykırıdır)diyor. Mahmasani, Buhari’deki hadis-i şerifi naklettikten sonra, (İhmal ve hata veya uydurma ve iftira yolu ile sünnete katılan binlerce benzerinden bu bir örnektir) diyor. Buhari’deki bu hadis uydurma ise, aynı kitaptaki diğer hadislere nasıl güveneceğiz? Maksadı Buhari’ye olan itimadı sarsmaktır.
İmam-ı Buharî hazretlerine, ihmallik, hata, uydurmak ve iftira etmek gibi suçlar isnat eden Mahmasani gibi reformcuların kitaplarını okumak büyük gaflettir.
Mevdudi’nin hezeyanı
Sual: Resulullah’ın intihara teşebbüs ettiği niye kabul edilmez ki? Mevdudi’nin (Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi) ve (Hazret-i Peygamberin Hayatı) adlı kitaplarında, vahiylerin arası uzadıkça Efendimizin üzüntüsünün ve sıkıntısının arttığını, bazen Sebir, bazen Hira tepesine gidip oradan kendini atmak istediği yazılıdır. Mevdudi’nin yazısı, dinde senet değil mi? CEVAP Evet değildir. Mevdudi’nin sapıklığı hakkında çok eser yazılmıştır. Resulullah’a ancak onun gibi mezhepsizler iftira eder. İntihara teşebbüs etti demek ne kadar büyük yanlıştır. Böyle söylemek ya intiharı meşrulaştırmak olur, öyle ya Peygamber efendimiz yaptığına göre herkes yapabilir yahut hâşâ Resulullah efendimiz intihar edecek kadar büyük günahtan çekinmiyordu anlamına gelir. Her ikisi de büyük felakettir.
İlk vahiyden sonra Peygamber efendimizin ne yaptığına Mearicün-nübüvve isimli Peygamberler tarihinden bakalım:
Peygamber aleyhisselam, (Cebrail aleyhisselam gözümden kaybolduysa da, onun heybet, şiddet ve korkusu üzerimde sabit kaldı. Bana mecnun diyeceklerinden ve bana dil uzatıp kötüleyeceklerinden korktum. Hatice’nin yanına geldim. Vücudum titriyordu. Kendimden geçmiştim. Hatice’nin dizine yaslandım. Gördüğüm şeyleri ona anlattım ve bana kâhinlik arız olacağından korkuyorum dedim) buyurunca, Hazret-i Hatice, (Allah korusun. Hak teâlâ sana hayır ihsan eder. Hayrından başka şey dilemez. Allah hakkı için benim ümidim şöyledir ki, sen bu ümmetin peygamberi olacaksın. Sen misafiri seversin. Doğru söylersin ve emin kimsesin. Âcizlere yardım eder, yetimleri korur, gariplere iyilik edersin. İyi huylusun. Bu hasletlerin sahibi olanın korkulacak hâli olmaz) dedi.
Zuhayli
Sual: Suriyeli yazarlardan Vehbe Zuhayli’nin, Delilleri ile İslâm Fıkhıisimli kitabında, Ehl-i sünnete ve dört mezhebe aykırı görüşleri var mıdır? CEVAP Zuhayli de, Kardavi ve Mahmasani gibi mezhepsizdir. Kitabının önsüzünde, mezhepleri birleştirmek için (Toplumu saplandığı uçurumdan kurtarmak için ıslah [reform] hareketinden başka çıkar yol yoktur) diyor.
Bid’at veya hak mezheb ayrımı yapmadan, her mezhebin karıştırılmasını isteyerek, (Muayyen bir mezhebin hükmüne bağlı kalınmamalıdır) diyor. Bunlar mezhepsizlik değilse nedir?
Dört hak mezhebin kitapları, sanki Kur’an ve sünnete uymuyormuş gibi, dört mezhebin dışında da hak varmış gibi, (Benim bu kitabım, Kur’an ve sünnete dayanır. Bu, dört mezhebden birinin kitabı değildir. Başka mezheplerin hükümleri de alınmıştır. Öyle ki okuyan, bunlardan sahih olana uysun) diyor. Herkesin mutlak müctehid olmasını ve mezhepler üstü ictihad yapmasını istiyor. Çünkü bir kimse mutlak müctehid bile olsa, ancak kendi ictihadını bildirir. Diğer ictihadlara yanlış demez. Çünkü ictihad, ictihadla nakzolunamaz, yani geçersiz hâle getirilemez.
Telfik yapmanın haram olduğu, Hadika’da bildirilmektedir. Zuhayli,(Telfike götürse de, her mezhebi taklid caizdir) diyor. Buradaki her mezhep ifadesinin içinde dört hak mezhebin dışındakiler de vardır. Mesela Haricilerin İbaziyye kolunu da hak mezhep olarak bildiriyor.
Kendini bütün mezheplerin üstünde bir hakem gibi görüp, (Belli bir mezhebin görüşüne taassubum yoktur), (Delil ve mezheb olarak tercih edilmesi gerekeni gösterdim) ve (Benim tercih ettiğim görüş şudur) diyor. Dört mezhebden başka hak mezheplerin bulunduğunu bildiriyor.
Mezheplerin hükümlerini de yanlış naklediyor. Mesela (Hanefî’de müstamel su ile abdest alınır, gusledilir) diyor. Hâlbuki müstamel yani abdest alınmış veya gusledilmiş su ile tekrar abdest alınmaz ve gusledilmez. Şafiî mezhebinde de, abdest alınmış veya gusledilmiş su ile tekrar abdest alınmaz.
Allahü teâlâ, (Âdetli iken hanımınıza yaklaşmayın) buyuruyor. (Bekara 222), Peygamber efendimiz de, (Âdetli iken [önem vermeyerek] hanımına yaklaşan, Kur’anı kerimi inkâr etmiş olur)buyuruyor. (Nesai)
Daha birçok hadis-i şerifle bu işin haram olduğu bildiriliyor.Mevkufat’ta, (Hayzlı kadına yaklaşmayı helal sayan kâfir olur, çünkü haram olduğu kesin delille sabittir) buyuruluyor.
Şafiî mezhebinde de haram olduğu Zevacir’de, 75. Kebire’de bildirilmektedir, fakat hiç bir mezhebe uymayan Zuhayli, (Âdetli iken kadınla beraber olmak büyük günah değildir) diyerek, Allah’ın yasakladığı işi hafife almaktadır.
Eğer Zuhayli, sadecehak olan dört mezhebi ayrı ayrı bildirip, kendisinin ve bid’at ehli kimselerin görüşlerini araya sokmasaydı, kitabı bir değer taşırdı. Kendi görüşünü ve dört mezheb harici sapıkların fikirlerini, din gibi bildiren böyle kimselerin kitaplarını okumak elbette çok zararlıdır.
Suriyeli Seykavi
Sual: Zuhayli ve Kardavi gibi, Seykavi de mezhepsiz midir? CEVAP Seykavi, İslam’ın iktisat sistemini sosyalizme göre açıklamış, mason Abduh’un dinde reform yolunu tutmuş ve çıkardığı fitneler yüzünden birçok Müslümanı sıkıntıya sokmuştur. Hadis-i şerifte, (Uyuyan fitneyi uyandırana Allah lânet etsin) buyuruluyor. (İ. Rafiî)
Dürr-ül-muhtar’da, (Şahsi mal, sahibinin rızası olmadan alınmaz, kullanılmaz) buyurulurken Seykavi diyor ki:
Devlet, şahsi mülkiyetten ihtiyacını, gerektiği kadar iade etmemek üzere alır ve toplumun umumi ihtiyaçlarına sarf eder.(C. S. 149)
Devlet, lüzumu halinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.(İ. E. 92)
Şahsi malı almak, komünizmde vardır. Dinimizde, meşru yoldan kazanılan mal, mübarektir. Şahsi mülkiyete devletin el koymasını isteyerek diyor ki:
Şayet bu işler için zekât kâfi gelmezse, hükümet, zenginlerin ellerindeki fazla malları alıp, fakirlere iade eder.(İ. E. 98)
Seykavi, hep İslâm düşüncesi diyor. Hâlbuki düşünce de, akıl gibi mahlûktur. Bunları Allah yaratmıştır. Allah düşüncesi, Allah aklıdiyen kâfir olur. İslâm şeriatına İslâm düşüncesi denmez.
Seykavi, Mezhepleri İslam’ın bir cüzü kabul ediyor. Bu cüzleri, yani mezhepleri birleştirmek isteyerek diyor ki:
İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleştirmeli, ihtilaflar ortadan kalkmalıdır.(İ. S. 35)
Dört hak mezhebi ihtilaf olarak kabul etmektedir. İhtilaflardan maksat, sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hak ile bâtılın birleşmesine zaten imkân yoktur. Hak mezhepleri birleştirmek de telfik olur ki, bu da icma ile bâtıldır. Hadis-i şerifte, (Âlimlerin ihtilafı [Mezheplere ayrılması] rahmettir) buyurulurken, mezhepleri birleştirmek suretiyle kaldırmak istiyor. Bid’at ehlinden İbni Teymiyeve İbni Hazm’ı da İmam yani müctehid diye övüyor. (İ. İ. 94)
Mezhepsiz Seykavi, Hazret-i Osman’a ve diğer Eshab-ı kirama alçakça dil uzatarak diyor ki:
Çok yaşlı olan Osmanın hilafete geçmesi, kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrifti. Muaviye’nin mülkünü genişletip, Filistini de ona verdi. Bu, İslam’ın ruhuna aykırıydı.(İ. S.186)
Bunların iftira olduğu bütün muteber kitaplarda yazılıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bugünden sonra Osman’a günah yazılmaz. [Yani Osman günah işlemez]) [Tirmizî]
(Ya Rabbi, Osman’ın geçmiş, gelecek, Kıyamete kadar bütün günahlarını affet!) [Ebu Nuaym]
(Osman, "Ya Rabbi, yer ile göğün yerini değiştir" diye dua etse, duası kabul olur.) [Mesabih]
(Osman bendendir, ben de Osman’danım.) [Taberani]
(Meleklerin bile hayâ ettiği zattan [Osman’dan] ben hayâ etmez miyim?) [Beyhekî]
(Osman’ın şefaati ile Cehennemlik 70 bin kişi, hesap görmeden Cennete girer.) [İ. Asakir]
Hazret-i İsa’nın ölmediği Kur’an-ı kerimde bildirilirken, (Hazret-i İsa vefat etti)diyor. Bu ifade, başka bir tercümeden çıkarılmıştır. Böyle fahiş hatalar kasten çıkarılmaktadır.
Prof. Seykavi, (İslâm toplumunu inşa ederken, İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerekir. Fıkıhla meşgul olmak ömrü ve sevabı zayi etmektir)diyor. Hâlbuki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Her şeyin direği vardır. Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]
Ancak mezhepsiz olan, bazen Hanefî’nin hükmüne, bazen Şafiî’ninkine uygun der. Maide suresinin 33. ayetinin tefsirinde 4 mezhebin hükmünü bildirdikten sonra, (Biz bu hususta, İmam-ı Malik’in fikrini tercihe şayan görürüz) diyor. Mezhepler arasında hakemlik yapıyor. Kendisini her mezhebin üstünde görüyor.
Zümer suresinin 3. âyetinin tefsirinde, (Bugün İslam ülkelerinde Evliyaya ibadet ediliyor, onlardan şefaat isteniyor) diyerek Vehhabi olduğunu gizlemiyor. Tasavvufu da inkâr ediyor, İbni Arabi hazretlerine gayrimüslim diyor. Böyle mezhepsiz kimselerin kitaplarını okumak çok tehlikelidir.
Cemıyyet-ül-meşari tarafından neşredilen Nehc-üs-Seviy...kitabında deniyor ki:
Hakiki ilim kitap okumakla elde edilemez. Taberani ‘deki hadis-i şerifte(İlim ancak üstaddan öğrenilir) buyuruldu. Hiçbir âlimden ilim okumamış olan Seykavi, Allaha, mucize kalem, Yaratıcı kalem,diyor. Nebe suresini tefsir ederken de Allah’a Akl-i müdebbir diyor. [Akıl ve şuur mahluktur. Mahluka ait bir sıfatı Allah için söylemek küfürdür.] Böyle söylemek ilhaddır. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (En güzel isimler Allah’ındır. Ona onlarla dua edin. Onun isimleri hakkında sapanları bırakın.) [Araf 180]
(Küçük meselelerde de olsa idareciler Allahın hükmü ile hükmetmedikleri müddetçe yeryüzünde Müslüman yoktur) diyor. Hâlbuki İmam-ı Kurtubi hazretleri buyuruyor ki:
Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler hakkındaki ayet-i kerimenin manası şöyledir: Kur’an-ı kerimi reddederek ve Resulullahın sözünü inkâr ederek Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen kâfirdir. (Cami-ul-ahkâm)
Hazret-i İkrime de bu âyet-i kerimenin tefsirinde, (İnkâr ederek, Allahü teâlânın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir. İnanıp da hükmetmeyen zalimdir, fâsıktır) buyurdu. [Ehl-i sünnette amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. Seykavi, günah işleyene kâfir demekle de Ehl-i sünnetten ayrılıyor.]
Seykavi, herkesi mürtedlikle itham ederek diyor ki:
(Bütün beşer mürted olmuştur. İslâm, bütün hayatı içine alır. Bir meselede de ona uymayan, imandan ayrılmış, dinden çıkmıştır. Küçük bir meselede beşer kanununa uyan La İlahe illallah dese de müşrik olur, dinden çıkar. Bugün İslamiyet yoktur. Biz müşrik bir toplumda yaşıyoruz. Bütün beşeriyet mürteddir, cahiliyet devrine dönmüştür. Bugün Müslüman hükümdar ve Müslüman tebaa yoktur. Müslümanlar asırlar önce yok olmuştur.)
[Bu sözlere kendi yolunda olanlar da dâhil midir? Dâhil değildir denemez. Çünkü kâfir sultana sadece uyan değil, uymayan da kâfirdir diyor. Dünyadaki herkese kâfir diyor. Ne hayrettir ki, kendilerine kâfir denilen kimseler onu savunuyorlar.]
Seykavi’nin izinden gidenlerin bir kısmı avukat, bir kısmı da, pasaport çıkarmak gibi işlerde beşeri kanunlarla hareket ediyorlar. Onların başka bir kısmı da, bu beşeri kanunlar çerçevesinde eserlerini izinsiz basmıyorlar. Yani beşeri kanunlara tabi oluyorlar. Hani beşeri kanuna uyan kâfir idi?
Seykavi, (O [Allah], nerede olursanız olun, sizinledir) mealindeki âyet-i kerimenin manasında da bütün İslam âlimlerine muhalefet ederek (Allah herkesle, her şeyle beraberdir ve her yerdedir) diyor. Böyle söylemek küfürdür. Hâlbuki bütün İslam âlimleri, bu âyet-i kerimenin (Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûkatı kuşattığı)manasında olduğunu bildirmişlerdir.
Hazret-i Yusuf’tan sonra, Hazret-i Musa’yı kötüleyerek diyor ki:
(Hazret-i Musa, asabi mizaçlı, atak bir liderdir. On sene sonra hayatının ikinci devresinde onunla buluşmak üzere onu şimdi burada bırakalım. Belki sükûnete kavuşmuş, sakin tabiatlı ve halim selim olmuştur. Ama hayır, olmamıştır.)
Seykavi’nin bu sözleri, Peygamberlerin, büyük küçük günahlardan masum olması gerektiğini kesin olarak ifade eden İslâm akidesine tamamen zıttır. Hazret-i İbrahim’in yıldızı, Ay’ı, sonra da Güneş’i görünce, (Bu benim Rabbim) sözü, istifham-ı inkarı takdiri üzerinedir. (Bu mu benim Rabbim) demek istemiştir. Yani mealen, (Sizin zannettiğiniz gibi bu benim Rabbim mi? Yani bu benim Rabbim değil, bu Rab olmaya layık değildir. O hâlde siz onun Rab olduğuna nasıl inanıyorsunuz) buyurmuştur. Hazret-i İbrahim, bunları söylemeden önce de yegâne ilahın Allah olduğunu, Ondan başka ilah olmadığını kesin olarak biliyordu. Çünkü Allahü teâlâ, (Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü verdik) buyuruyor. (Enbiya 51)
Seykavi, Enam suresinin (Hüküm ancak Allah’ındır) mealindeki 57. ayet-i kerimeyi, murad olan manasının tam aksine anladığından, Hazret-i Ali’yi ve onu sevenleri de tekfir etti. Âl-i İmran suresinin (Sana tâbi olanları Kıyamete kadar küfredenlerin üstünde tutacaktır)mealindeki 55. ayet-i kerimesi, bu ümmetin Kıyamete kadar, kendi dinleri üzerine kalacaklarını bildirmektedir. Bu ümmetin ilk asırda İslâmiyet üzere, ondan sonra cahiliyet üzere yaşadığını nasıl söyleyebiliyor? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, her asırda dini tecdid eden bir zat gönderir.) [Ebu Davud]
(Kıyamete kadar hak üzere olan bir cemaat mutlaka bulunur.)[Buharî ]
[Nehc-üs-Seviy... kitabının Arabi aslı, İstanbul’daki Hakikat Kitabevitarafından Fitnet-ül-Vehhabiyye kitabının içinde neşredilmiştir. Bu linkten indirilebilir veya bilgi@hakikatkitabevi.com adresinden kitap olarak da istenebilir.]
Ramazan el-Buti
Sual:(Mezhepsizlik en tehlikeli bid’attır) kitabının yazarı Ramazan el-Buti de, başka bir kitabında, mezhebsiz Mevdudi gibi, Resulullah'ın intihara teşebbüs ettiğini yazıyor. Bu yazarların maksadı intiharı meşrulaştırmak mıdır? (İntihara teşebbüs gerçekleşseydi intihar olurdu) diye düşünen kimse, sünnet diyerek intihar etmez mi? CEVAP
Ramazan el-Buti, mezhepsizlere karşı olan bir kimse ise de, sapıkların kitaplarından etkilenerek böyle bir şey yazabiliyor. Şuurlu Müslüman, her eline geçen kitaba inanmaz. Muteber kitapları araştırır. Güvendiği salih kimselere de sorar. Böylece intihar etmenin başkalarını öldürmekten daha büyük günah olduğunu öğrenir. Küfre yakın büyük günahtır. Peygamberler masumdur, günah işlemez. Hele bütün peygamberlerin en üstünü, âlemlere rahmet olan Resulullah efendimizin böyle bir şey yaptığını söylemek çok çirkindir.
Son yıllarda ülkemizde din algısında ciddi değişimler oldu. Bir tarafta modernist denilen ilahiyatçılarla diğer tarafta gelenekçi olarak isimlendirilen din adamları arasında ciddi tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalarda modernistlerin neredeyse tamamının az veya çok Cemaleddin Afgani’nin fikirlerinin tesirinde olduğunu gördük. Hepsinin yorumları Cemaleddin Afgani’nin açtığı çığır etrafında buluşuyordu.
Biz de bunun üzerine “Osmanlı ve İran’ın İngiliz Paraleli Cemaleddin Esedâbadi (Afgani)” kitabının yazarı olan ve bu meselede ülkemizde en donanımlı birkaç hocadan birisi olan Doç. Dr. Yılmaz Karadeniz Bey ile bir röportaj yaptık. İlk baskısında 270 sayfa olan kitabı, yaptığı ilavelerle birlikte 2. baskısında 428 sayfa olarak basıldı. Yılmaz Hocamız bu ikmal ettiği yeni bilgiler çerçevesinde Cemaleddin Afganihakkındaki suallerimizi cevapladı.
Efendim evvela bize bu mülakatı verdiğiniz için teşekkür ederiz. Suallerimize Cemaleddin Esedabadi’nin İngiliz Siyonizmi ile olan gizli ilişkilerinden başlayalım isterseniz. Kitabınızda sıkça bahsetmişsiniz.
Cemaleddin Esedabadi (nam-ı diğer Afgani), İngiliz dostu ve yakın arkadaşı Wilfrid Scawen Blunt vasıtasıyla 1885’te İngiliz hükümetine, Panislâmizmin İslâm coğrafyasında ve özellikle Osmanlı Devleti’nde desteklenmesini teklif ederken, aslında II. Abdülhamid’in İngiliz siyasetine karşı ümmeti muhafaza etme gayreti olan İttihad-ı İslâm’a karşı harekete geçilmesini istemişti. İran’da keşfedildikten sonra Afganistan ve Hindistan’da elde edilen Esedabadi, Mısır, İstanbul, Sudan, Hicaz’da İngiliz işgaline zemin hazırlamada aktif rol almıştır. Urabi (Arabi) Paşa ve Mutemehdi (Mehdi) isyanlarını tahrik ederek buraların Osmanlı hakimiyetinden çıkmasına yardımcı olmakla kalmamış, Afganistan’da Dost Muhammed Han’ın çocukları arasındaki taht kavgasını tahrik etmiş ve Afganistan’ın iç karışıklığa sürüklenmesinde pay sahibi olmuştur. Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid’i elim bir darbe ile tahttan indiren Jön Türk, İttihat ve Terakki çetesinin de fikir babası olmuştur. Böylece İngiliz siyasetinin önündeki en büyük engel olan II. Abdülhamid’in idaresi de ortadan kalktıktan sonra sıra I. Dünya Savaşı’nı organize etmeye gelmiştir.
İngiltere, Osmanlı ve İran topraklarını işgal için sahnelediği savaşın öncesinde dünyanın ambarı sayılan Hindistan’a musallat olduktan sonra bu güzergâhın önemli kapılarından sayılan ve Osmanlı toprağı olan Mısır Eyaleti’ni 1882’de resmen işgal etti. Akabinde Nil Vadisi üzerinde bulunan ve 1841’de Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya tevdi edilen Sudan’ı, Osmanlı’dan ayırmak için Mutemehdi’nin isyan etmesini gizlice teşvik etti. İsyan sırasında Mutemehdi’ye halifelik teklifini Esedabadi aracılığıyla yapan İngiltere, mehdilik hevesi verilen bu şahsın isyanını büyütüp Sudan’ın 1885’te Osmanlı hâkimiyetinden çıkmasını sağladı. O dönemde Mutemehdi’nin etrafında olup Esedabadi’ye mürit olan birçok kişi, İngilizlerin oyununa kurban gittiklerini daha sonra anlamışlardır. Nil Vadisi’ndeki Sudan ve Mısır elden çıktıktan sonra Afrika ve güneybatı Asya’da yayılan İngiliz sömürgeciliği, Müslümanları bir arada tutan unsurlarla oynamaya, kabile, din, mezhep, kavmiyet gibi farklılıkları isyanlara dönüştürüp kendi sinsi hedeflerine hizmet ettirmeye başlamıştır.
Esedabadi, İngilizlerin 1875-1925 yılları arasında Osmanlı Devleti’nin şahsında bütün İslâm coğrafyasında kavmiyetçilik üzerine devreye soktuğu ve amacı II. Abdülhamid’in ümmeti birleştirme gayretini engellemek olan projenin bir parçası olmuştur. Esedabadi, bu hususta İngilizlerin meşhur şarkiyatçısı ve misyoneri Browne’den her türlü yardımı almıştır. Mısır’daki müridi Muhammed Abduh ise İngiliz konsolosluğu ve Mısır Yüksek Komiseri Cromer’in yardımlarıyla ayrılıkçı ve ifratçı “Selefiye” hareketini başlatmıştır. Esedabadi, hayalperest ve gevşek iradeli biri olarak sadece İngiliz emperyalizmine hizmet etmemiş, diğer batılı güçlere de alet olmuştur. İslâm’da ıslahat, beşeri kanun, meşruti rejim ve modernizim gibi görüşleri, bu güçlere iç karışıklık çıkarma malzemesi olmuştur.
Mısır’daki vefakâr talebesi Abduh, burayı işgal etmiş olan İngilizlerin sinsi siyasetine alet olmaya devam ederek karışıklık çıkarma zemini hazırlamada üstüne düşeni yapmıştır. Abduh, şeyhi Afgani’ye yazdığı bir mektupta şu cümleleri sarf etmiştir; “Biz senin sağlam yolundayız. Din’in başını, yine dinin kılıcından başka bir şey ile kesemezsin. Bizi görsen abid, zahid, rükû ve secdeden başını kaldırmayan kimseler zannedersin.”
Esedabadi’nin İslâm coğrafyasında dolaştırıldığı dönem, sinsi İngiliz siyasetinin İslâm coğrafyasındaki Müslüman halkın dini yaşantılarının gevşemesi için faiz, içki, şans oyunları gibi nefislere hitap eden araçları kullandığı ve mezhebi farklılıkları düşmanlıklara tebdil etmeye çalıştığı bir dönemdir. İslâm’ın idari, hukuki, iktisadi, içtimai ve harsi(kültürel) yaşantılarına, Müslümanların içerisinden çıkarttığı kişilerle saldırıların yapıldığı, asırlar öncesinde ortaya çıkan bu dinin artık ihtiyaçları karşılamadığı ve ıslah edilmesi gerektiği fitnesinin beyinlere yerleştirilmeye, şüphe oluşturulmaya çalışıldığı bir dönemdir. Bunun için bizzat ilmi kesimden insanların kullanıldığı bir dönemdir. Esedabadi, o dönemde Müslümanların iktisadi ve teknik geri kalmışlığı üzerinden dinde ıslahata doğru gitmek gerektiğini söylemiş. İçtimai hayatın ve devlet kurumlarının İslâmileşmesi, Kur’an ahkâmına göre bir yönetim şekli olmamıştır.
İran’da Arap alfabesini kaldırıp yerine Latin alfabesini getirmeye çalışan Feth Ali Ahundzade ile Melkum Han arasında yapılan yazışma ve ifadelerde, Esedabadi’nin takip ettiği yöntemden, yani aşamalı olarak batılı değerlere geçiş ile yapılması gerektiğinden bahsetmiştir. Esedabadi, İslâm Birliği derken, samimi olmamış, İslâmî kuralların devlet ve toplum hayatında ikame edilerek daha sağlamlaştırma derdine düşmemiş, Müslüman halkı slogan tarzı vaazlarla oyalamış ve İngilizlerin kendisine tevdi edecekleri halifeliğin derdine düşmüştür.
Cemaleddin Esedabadi’nin milliyeti hakkında bilgi verebilir misiniz?
Esedabadi, Afganistan’da iken milliyeti ile ilgili olarak kendisine sorulan suallere karşı şu cümleyi kullanmıştır; “Ben Kabil’de iken Afgan ahalisinden idim.” İkinci kez Afganistan’a gittiğinde ise kendisini “İstanbuli” olarak tanıtmış ve yazılarının altına böyle imza atmıştır. Mısır ve İstanbul’a geldiğinde ise kendisini “Afgani” ve “el-Hüseyni” olarak göstermiştir. Mısır’da yaklaşık 8 yıl kaldığı süre içerisinde doğum yeri olan Esedabad’ı hiç gündeme getirmemiş, talebe ve müritlerinden Şiiliğini gizlemiş, nesebini ise vaktiyle Kabil’de meşhur hadisçi Seyyid Ali Tirmizi’ye nispet ettirerek meşrulaştırmaya çalışmıştır.
İngiliz gazeteci Arthur Arnold ile Pall Mall Gazette’ye verdiği ve “Islah-ı Dini der İslâm” başlığını taşıyan mülakatta, kendisi ile alakalı olarak, “Ben bir Afganlı olarak en halis İran ırkındanım” demiştir. Kabil’de iken Kasım 1868’de yaptığı bir konuşmada, milliyetini bu defa daha bilinmeze götürerek vatanından tard edilmiş olarak tanıtmıştır. Doğum yeri Afganistan olunca, Sünni ve Hanefiliği de kabul görmüştür. Muhammed Ali Hüseyni Şehristani (Seyyid Hübbeddin Şehristani), Esedabadi’nin İstanbul’da da hüviyetini ve mezhebini gizlemeye devam ettiğini, kendi fikirlerinin İslâm dünyasında kabul görmesi için bunu lüzumlu gördüğünü kaydetmiştir. Şehristani, Esedabadi’nin İran’da ehl-i sünnet ile amel ettiğine dair hiç kimsenin tanıklığı olmadığını, belki Bahreyn’de bir iki rekât namazı ehl-i sünnete göre kılmış olabileceğini, ancak kaldığı evdeki ev sahibinin de bu namazın takiye içerisinde kılındığına tanık olduğunu söylemiştir.
Muğlak bir hayat hikâyesi
Esedabadi’nin Mısır’da iken yakın müritleri arasında Müslüman kimseler az olmuş, Muhammed Abduh ve Sad Zağlul Müslüman iken, bunların haricinde Edip İshak, Selim Nakkaş, Said Bostani Helbavi, Lui Sabuncu ve Şibli Şemil Hristiyan dinine mensup kişiler olarak yanında durmuşlardır. Yine en yakın müritlerinden Yakub Sanu, Yahudi dinine mensup bir kişi olarak faaliyette bulunmuştur.
Muhammed Mahzumi Paşa, Esedabadi ile İstanbul’da geçirdiği son beş senesini havi yazdığı hatırata, “Cemaleddin Afgani’nin Hatıraları” ismini vererek, şeyhin kendisine anlattıklarını yazmış, yazarken de bazı yerlerde Esedabadi ile olan konuşmalarının arasına kaynak göstermeden gazete ve dergilerden çıkan haberleri iktibas yoluyla aktarmıştır. Bu yüzden, Esedabadi ile olan sözlü anlatımlar ile iktibasları birbirine karıştırmıştır. Diğer önemli bir husus ise Esedabadi’nin doğum yeri olarak iddia edilen Kabil’in Kuner kasabasında vaktiyle yönetimde önemli bir aile olarak söylediği aşiretten bahsetmekte, ancak ismini zikretmemekte, eğer muradı Kabil’e bağlı Kuner ise böyle bir kabile yönetimine kaynaklarda rastlanılmamıştır.
Esedabadi’nin Sünni İslâm coğrafyasında itibar görmesi için İngilizlerin ve bizzat kendisinin muğlakta bıraktığı hayat hikâyesi, Azerbaycanlı Ahmed Ağoğlu tarafından İran Azerbaycanı’na ait Merağa’ya kadar götürülmüş, buranın ahalisinin Türk olması sebebiyle bu defa Azeri Türk’ü yapılmıştır. Hindistan’da 1936’da “The Musselman” isimli dergide yayınlanan ve Esedabadi’ye istinad edilen bir röportajda ise Hindistanlı olduğu söylenmiştir. Esedabadi, İran’dan Bağdat’a sürüldüğü yıllarda Bahailikle ilgili yazdığı bir risalenenin önsözünde ise “Cemaleddin el-Hüseyni el-İstanbuli” tabirini kullanarak kendisini Osmanlı ehlinden göstermiştir. Bağdat, bu sırada Osmanlı Devleti’nin toprakları arasında yer alıyordu. Afganistan’da bulunduğu sırada ise kendisini “Rumi (Anadolulu)” olarak tanıtmıştır. İngilizler bunu, “Hajee Syud Rumi, Syad Rumi” şeklinde kaydetmişlerdir.
Fransız misyoner şarkiyatçı Louis Massignon, İngiliz misyoner ve edebiyatçı Browne’nin 1910’da neşrettiği “Tarih-i İnkılab-ı İran” isimli kitapta söylediklerini belgelere göre yazmadığını, burada zikredilen “Redd-i Nietzsche” isimli eserin aslında Farsça yazıldığını ve Muhammed Abduh tarafından Arapçaya çevrildiğini söylemiştir. Esedabadi’nin yazmış olduğu “Tarihi-i Afgan” isimli eserin 45 sayfa olduğunu ve hiçbir tarihi değerinin olmadığını kaydetmiştir. Paris’te üç yıl neşredilen “Urvetü’l Vuska” dergisinini onsekizinci sayısında hayat hikâyesinin Abduh tarafından yazıldığını, Esedabadi’nin kaleminden çıkmadığını kaydetmiştir. Alman Goldziher, “Dairetü’l Maarif-i İslâmi”ye yazdığı maddede, Browne’nin Esedabadi’yi filozof, yazar ve hatip olarak tanıttığını, kendisinin ise bu görüşte olmadığını, Esedabadi’nin bu vasıflardan ziyade siyasi bir kişilik olduğunu söylemiştir.
Cemaleddin Esedabadi ve ceddinin Hemedan’ın Esedabad kasabasından olduklarına dair Temmuz 1896’da yazılan birkaç mektup, İran Hariceyesi tarafından yayımlanmıştır. Mektuplarda, Esedabad’ın büyüklerinin söyledikleri kaydedilmiştir. Bunların dediklerine göre Cemaleddin, Safder’in oğlu olarak Esedabad’da dünyaya gelmiş ve sülalesinin yüz yıldan beri burada ikamet ettikleri kaydedilmiştir. Ulemadan Murteza, Cemaleddin ve babası Safder’in doğumunun Esedabad’da olduğunu ve dört nesillerini tanıdığını söylemiştir. Esedabadi’nin bir erkek ve iki kız kardeşinin olduğu, mektupların yazıldığı Temmuz 1896’da bir kızkardeşinin hayatta olduğu, akrabalarının çok olduğu ve aile mezarlarının da Esedabad’da olduğu kaydedilmiştir.
Cemaleddin Esedabadi’nin Arap halifeliği ve devletini gündeme getirmek suretiyle Osmanlı Devleti’ni parçalama ve ehl-i sünnet arasında tefrika oluşturmak için İngilizlerin değirmenine sürekli su taşıdığından bahsediyorsunuz. Bunu biraz açıklayabilir misiniz?
Bu husus ile alakalı Zabtiye Nezareti’nden II. Abdülhamid’e gönderilen yazı dikkat çekicidir. 1 Aralık 1891’de padişaha gönderilen yazıda, Cemaleddin Esedabadi (Afgani)’nin İngiliz himayesinde bir Arap hükümeti teşkili için teşebbüste bulunduğu, Londra’da Ziyaü’l-hafikin namında gazete çıkaran Yahudi Salamoni, İstanbul’daki Şeyh Ebul Hüda ve Münif Paşa ile muhaberatta bulunduğu padişaha arz olunmuştur;
“Londra’da bulunan Afganlı Seyyid Cemaleddin’in İngiliz himâyesi tahtında bir Arab hükümeti teşkili teşebbüsünde bulunduğuna ve mumaileyh Şeyh Ebul Hüda Efendi dâilerine münâsebet ve muhabbet-i kâmilesi olduğı gibi yine Londra’da bulunan (ve Ziyaü’l-hâfikin) nâmıyla bir gazete neşrine teşebbüs iden Mösyo Salamoni nâmında bir Yahudinin Şeyh Ebul Hüda Efendi ve Münif Paşa kullarıyla muhâberâtına dâir Encümen-i Maarif a‘zâsından Mısırlı İbrahim el Müveyhili’nin zabt olunan evrâkı meyânında zuhur iden mektublar ile Seyyid Cemaleddin’in sadr-ı esbâk Kamil Paşa kullarına olan münâsebetle müteallık varaka ve bir ay evvel Londra’da tab‘ olunub merkûm Mösyo Salamoni tarafından Münif Paşa kullarına virilmek üzere İbrahim el Müveyhili Efendi’ye gönderilmiş olan İngilizce gazete parçaları câlib-i nazar ve dikkat olmalarıyla aynen ve leffen arz ve takdim kılındı. Ol babda ve kâtebe-i ahvâlde emr ve ferman velinimet-i bi-imtinân padişah-ı hakâik-i agâh efendimizindir.” (Y.PRK. ZB.00009.00044.001.001).
Yine Yıldız Sarayı Tahrirat-ı Ecnebiye ve Mabeyn Mütarcimliği evrakı içerisinde çıkan bir belgede, Cemaleddin Esedabadi’nin fesat ehlinden olduğuna dair bir makalenin tercümesi şu şekilde verilmiştir;
“İnsan libâsında şeytân ünvanıyla Ahter gazetesine derç olunmak istenildiği halde tard ve ihraç olunan makalenin hülasa-i tercümesidir: Mukaddemâ Basra’da bulunduğı halde geçenlerde Londra’ya âzimetle ba‘zı Ermeni müfsedeleriyle bi’l-iştirâk ahbâr ve erâcif-i kâzibe ihtira‘ ve neşrine cüretyâb olmakda bulunan Şeyh Cemaleddin nâm-ı kimesnenin İran küberası hakkında bazı evrak ihtira‘ıyla ne yolda icra-yı müfsedet ve ilka-yı mel‘anet itmekde olduğı beyân olundıktan sonra tercüme-i haline nakl-ı kelâm ile diyorki: Şeyh Cemal vaktiyle İran’da salâh-ı hal ve takva ile meşheretyâb olduğı cihetle herkes zahir haline aldanmakda iken ilkâ itdiği fesad hasebiyle kendusunın ne mertebe fitne engiz olduğı ve tarikat-ı zındıkaya müsâlemet olduğı anlaşılarak İran’dan Bağdat cihetlerine tebyid olunıb orada duramadığı için Basra’ya âzimet itmiş ise de orada da kabail-i Urban ile muhabereye koyularak ağva ve tahrikden hali kalmadığı hükümetçe haber alınmağla derdest olunacağı sırada hareket üzere bulunan bir vapura atlayarak Londra’ya kaçmış ve o suretle orada neşriyata başlamışdır…” (Y.PRK. TKM.00049.00033.001.001).
Cemaleddin Esedabadi üzerinden devreye soktukları proje ile o günkü Mısır’ın gücünü test eden Gladstone ve Edward Grey, Mısır’daki bu faaliyeti ve İngilizlere karşı oluşan tepkiyi azaltmak için Esedabadi’yi Fafiani vasıtasıyla Mısır’dan çıkartmayı kararlaştırdılar. Mısır’da İskenderiye ve Tel El-Kebir’in bombalanmasıyla çıkan iç karışıklıkta istifade eden İngiltere, Esedabadi’nin Paris’e gitmesini sağlamıştır. Mısır’daki İngiliz konsolosu Fafiani tavassutuyla Paris’e geçen Esedabadi, burada Abduh ile “Urvetü’l Vuska” gazetesini neşretmeye başlamıştır. İngilizler, Mısır’da Wilfrid Blunt vasıtasıyla sürekli Esedabadi’yi kontrol altında tutarak onun terakki ve İslâm’da ıslahat fikrine karşı çıkan fukaha ile çatışmasını körüklemişlerdir. Arkasından Urabi Paşa’ya baskı yaparak Esedabadi ve kendisine meczup derecesinde bağlı olan müridi Arifi Efendi (Ebu Turab)’ın 1879’da Mısır’dan çıkmasını sağlamışlardır. Hindistan’ın Haydarabad şehrine yerleşen Esedabadi, daha sonra İngilizler tarafından Kalküta’ya nakledilmiştir. Burada, Ernest Renan’a cevap olarak yazdığı, aslında tamamıyla Renan’ı öven cümlelerle dolu “Erreddiye-i Alâdehriyin” isimli risaleyi 1881’de neşretmiştir.Yıldız Sarayı Perakende Evrakı Arzuhal ve Jurnaller içerisinde bulunan Cemaziyelevvel 1883 tarihli bir jurnalde, Esedabadi’nin Paris’te Abduh ile birlikte neşrettiği Urvetü’l-vuska ile alakalı olarak şu bilgiler kaydedilmiştir;
“Öteden berû efkâr-ı muzıra üzerine mübteni olarak neşr idilmekde olan barideler fitr-i bedhahlarını ilk nüshalarında inzâr-ı umumiyeye çarbdırdıkları cihetle dakika endiş ve hakaikşinasâne nerelerinde menzûr ve mekdûm binâberin mezkûr ceridelerin i‘tibârdan sâkıt olageldikleri müşahede kılınmakda bulunduğına mübeyyindir ki, el Urvetü’l-vuska denilen ceride bu mesleği ictinâb iderek makasıd ve efkârının birden bire âdem-i izharıyla alâtarikü’t-tedric izhan-ı âleme idhalini tercih eylediğinden nâşi nüsha-yı evvelisinde münderiç bulunan fıkarât-ı ekseriya suret-i mülayemede görülüyorsa da ceride-i muhki-i âhnânın neşrinden makasıd ne iduğunu işrâb iden birtakım ibarelerin mütâlaâsı mütehassıs-ı siyâsât müdiri Afganlı Cemaleddin nam-ı kimesne ile muharriri Şeyh Muhammed Abduh’un Türk cinsine ve ale’l-husûs devlet-i âliye nâmına olan adâvetleri isbata kâfidir.
Çünki mezkûr Cemaleddin bundan birkaç sene mukaddemleri Mısır’a gelub birtâkım sadedilâni melûfi sıfat ile bi’l-iğfâl güya mantık ve ba‘zı ulum-ı akliye tedrisinden lâbüdden leh biçâre talebelerinin izhânlarını kendi merâm-ı sekâmet encâmına tabi‘ itdirerek Cemiyet-i Vatani-i Mısıriye reisi deyû kendusune bir nâm-ı gayr-ı meşru‘ virdikten sonra Arapları Türklerden tenfir ve hukuk-ı hilâfet-i mukaddese aleyhine âlemi başka bir fikir taşımağa sevk ve nihayetü’l-emirde hududının haricinde olarak umur-ı politikaya müdahelâta başlayub nübüvvetin kesbi olduğını ve haşr-ı ecsâdın inkârı maddelerini neşr ve işâ‘iyeye kıyâm eylediğinden Mısır’dan nefyi ve teb‘yid idilûb birçok mahalleri dolaştıktan sonra Londra’dan Paris’e giderek devlet aleyhinde El Basir nam-ı cerideye ba‘zı makâlat-ı muzzırası yazûb neşr itmeğe başladıkda mezkûrun def‘-i ekâzib ve muzzırratatını şâmil ve tercüme-i halinin tafsilâtını mübeyyin ba‘zı zevât tarafından zehirü’ş-şark ünvanı tahtında gayet mestûl bir makale kaleme alınub Ez-zaman nam ceride vasıtasıyla mevki‘-i intişâra konularak merkumun o vakitden şimdiye kadar Meydan-ı Tahrir’den çekilmesine bâ‘is olmuş idi. (Y.PRK.AZJ.00009. 00106.001.001).
Cemaleddin Esedabadi’nin Rusya’ya gitmesi veyahut sizin deyiminizle İngilizler tarafından buraya gönderilmesinin sebebi nedir?
Esedabadi’nin 3 Mayıs 1887’de Rusya’ya gitmesinin sebebi yine siyasi bir hedef içeriyordu. İngiltere, Esedabadi üzerinden yaptığı diplomatik hamleler ile Rusya’nın bu dönemde Hindistan, Afganistan siyasetini ve Orta Asya’daki Müslümanları kendisine karşı kullanmaya niyetli olup olmadığını öğrenmek istemiştir. Esedabadi’nin Petersburg’da Rus subay ve devlet görevlileriyle yaptığı görüşmelerin konusunun Türkistan’daki Müslümanların İngiltere’ye karşı kullanılmasının olması, bunu açıkça ortaya koymaktadır. Londra, Hindistan, Mısır ve Paris’te İngilizlerin himayesinde yaşayan bir kişinin İngiltere aleyhinde Rusya’dan yana tekliflerle gitmesi, diplomasinin küçük bir kısmını bilenler tarafından kolayca anlaşılabilecek bir durumdur. Nitekim Rus görevliler bunun farkına varmış, bu yüzden Esedabadi’nin söylediklerini dikkate almamışlar ve hazırlanan tuzağa düşmemişlerdir.
Cemaleddin Esedabadi’nin kendi ülkesi İran aleyhinde yaptığı faaliyetler ve yeni bir Kur’an’ın çıkarılacağını söylemesi hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
Cemaleddin Esedabadi, kendi ülkesi aleyhindeki faaliyetlerinde sınırları zorlamış ve İngiltere’yi İran’a müdahaleye davet etmiştir. Osmanlı Devleti’nin Londra elçisi Abdülhak Hamid, 19 Aralık 1891’de Yıldız Sarayı’na gönderdiği yazıda, Esedabadi’nin Londra’da İran aleyhindeki faaliyetleri, halkın zulüm ve işkence altında olduğu iddiasını ortaya atarak İngiltere’yi İran’a müdahaleye çağırması, Bağdat’a sürgün edilirken hiçbir kaynakta kaydedilmediği halde kendisinin zincirlere vurulduğunu söylemesi ile alakalı bilgiler verilmiştir. Yazıda, Melkum Han’ın Esedabadi ile alakalı söylediklerine de yer verilmiş, Esedabadi’nin dinde ıslahat yapmaya ve kadınların tesettür kullanmamaya alıştırılmasına çalıştığı kaydedilmiştir;
“…Londra’da bulunduğu akdemce arz olunan Afganlı Şeyh Cemaleddin dün ağşâm muhalifin kulübünde Arapça bir nutuk irâd itmiş ve tercümanlık vazifesini de Ziyaü’l-hâfikin namıyla bir gazete çıkarmak sadedinde olan Suriyeli Salamoni nam-ı şahıs ifâ eylemişdir. Nutkun hülâsası İran devleti ve bir dereceye kadar Nasırüddin Şah hazretleri aleyhinde birtakım olub İran’da mazlûmen ve masumen düçâr-ı işkence idilmiş ve idilmekde olan eşhasın tahliyeleri ve tesis-i kavanin-i adâlet zımnında İngiltere devletinin cidden tavassut ve müdahale itmesi istenilerek olmadığı halde İranlıların Rusya’ya müraca‘ât ve iltica idecekleri tebliğ idilmiş ve Daily News’in rivayetine nazâren Şeyh Cemaleddin bu nutku esnâsında kendusunın İran’dan hin-i ta‘zibinde zincir ile bağlı olduğı halde Bağdad’a götürülüb hükümete teslim idilmiş olduğunı tezekkür eylemişdir… Gazete bugünkü nüshasında Melkum Han’ın resmi ile İran ahvâline dâir şeyh-i mumâileyhin nutku zemininde bir de mektubunı neşr ve tab‘ itmiş olub Melkum Han iş bu mektubunda Şeyh Cemaleddin’in ba‘zı ıslâhat-ı diniyye vücuda getirmek iktidar ve teşebbüsünde bulunduğı ve binâenâleyh kârîben bir Mekki Kur‘an çıkarılacağını ve bununla ta‘did zevâtın din-i İslâmca bir emr-i zaruri olduğı anlaşılacağı gibi gâlibâ tesettürün ref‘ine imâ olmak üzere nisvanın suret-i ülfet ve ihtilâtlarınca dahi ba‘zı ta‘dilât meydana geleceğini zikr ediyor. Hemân cenâb-ı hak ömr ve şevket ve iclâl-ı hazret-i hilâfetpenâhiyi müzdâd buyursun. Âmin. Bi-hürmet-i seyidü’l-mürselin. Londra. 7 Kanun-ı Evvel 1307.” (Y.PRK.EŞA.00014.00110.001.001).
Cemaleddin Esedabadi ile İran’da Masonluğunu müessisi Melkum Han arasındaki ilişkilerden bahsediyorsunuz. Bunu kısaca anlatabilir misiniz?
Cemaleddin Esedabadi ile Melkum Han arasındaki fikir birliği, Esedabadi’nin tesiri üzerine şekillenmiştir. Melkum Han, hükümete nispet edilen Şia nazariyesi ile alakalı olarak Esedabadi’nin söylediklerini tekrar etmiştir. Şii İran halkını Sünni Osmanlı halkına karşı kışkırtmak ve halifenin temsil gücünü sorgulatmak için Ruzname-i Kanun’un 26. sayısında şunları söylemiştir;
“İran’da diğer bir mesele, gerçekte bu mülkün meselelerinin toplamıdır ki, bu da Şia’nın temeli olan imamet meselesidir. İran’ın dışındakiler bundan habersizdirler. Şia ve imamet, Sünni Osmanlı halkı ve mutlak padişah ve aynı zamanda halife arasında arızalı olarak görülmektedir. İran Devleti’nin durumu bunun karşısındadır. İran’ın Şii mezhebinin muvaffaklığı, bugünkü İran idaresinin, gasıp şahın ve İslâmi usullerin hilafınadır. Bu yüzden mezhebi akide, bugün İran’da iki farklı şekilde bulunmaktadır. Birincisi, meşru ve dini ulemaya müteallık olan, ikincisi ise zulmü elinde tutan gasıbdır…”
Melkum Han’ın bu fikirlerini Esedabadi de benimsemiş, “Pal Mall Gazette”si müdürü Arthur Arnold’a verdiği mülakatta, Şii mezhebi mensuplarının Sünnilere göre daha çok istibdat ile mücadele ettiklerini söylemiştir. Mülâkatın devamında ise şunları söylemiştir;
“İlerlemeye en büyük engel istibdattır. Bu çeşit hükümet, ne yazıktır ki, Sünni mezhebin bir cüz’ü ve içerisindedir. Şii mezhep böyle değildir. Şia’nın esas usullerinden biri şudur gasıp hükümeti ortadan kaldırmak ve ıslahat yapmaktır.”
İran’ın siyasî ve malî olarak İngiliz nüfuz ve işgaline maruz kaldığı bir dönemde, böyle bir imtiyazın verilmesi sıradan bir hadise değildir. Aynı dönemde Osmanlı Devleti’nin de benzer teşebbüslere maruz kaldığını söylemek mümkündür. II. Abdülhamid’i tahttan indirme sürecinin bir aşaması olan 31 Mart Vakıası, İngilizler tarafından sinsi bir şekilde çıkartılmış ve akabinde meşrutiyetin ilanı sağlanmıştır. Aynı sürecin İran kısmında ise tütün imtiyazı ve akabinde çıkartılan isyanlar ile siyasi iktidar yıpratılmış, Nasırüddin Şah katledilmiş ve yerine gelen Muzafferüddin Şah’a meşrutiyetin ilanı kabul ettirilmiştir. Bu iş İngiltere’de tezgâhlandıktan sonra Esedabadi ve Melkum Han’ın kullanılması sağlanmıştır. Halayın başına geçirilen Esedabadi, halkı önüne katıp meydanlarda sömürgeciliğe karşı sözde nutuklar atarak ortamı hazırlamıştır. Bu işi daha önce Mısır’da yapmış, İngilizlerin burayı işgaline zemin hazırlamıştı.
Cemaleddin Esedabadi’nin İngilizler tarafından Sudan’da kullanılması ve isyanın çıkartılmasından sonra bu beldenin Osmanlı’dan koparılması hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Osmanlı Devleti, Sudan’ın İngilizler tarafından kurulan tuzağa kurban olmaması için Sudan valisi Mehmed Rauf Paşa’yı buraya gönderdi. Akabinde Mısır’dan Abdülkadir Hilmi Paşa’yı görevlendirdi. Mutemehdi, her seferinde üzerine gönderilen Osmanlı ordularını yenilgiye uğrattığı gibi silah ve mühimmata el koymuştur. (Y.PRK.UM.00007.00068.004.001). Mısır’ın İngilizler tarafından işgal edilmesinden sonra buraya bağlı Sudan kaybedildi.
22 Mayıs 1885’de Beyrut’dan II. Abdülhamid’e arz edilen bir yazı ile Sudan’daki durumun şifahen anlatılacağı ve kalem ile çizilen resmin ise takdim edileceği söylenmiştir. Yazıda şöyle denilmektedir;
“İngiliz ve Mısır idaresi aleyhine bi’l-kıyâm harb iden Şeyh Muhammed Ahmed Hemdani’nin ahvâliyle İngilizlerin ahvâline dâir hususât-ı hülâsa olarak bi’t-tahrir ve şeyhin resmi dahi münâsib ise menzûr-ı şâhane buyurulmak üzere leffen arz ve takdim kılınmışdır. Ol bâbda emr ve fermân hazret-i min lehü’l-emrindir.” (Y.PRK.UM.00007.00068.005.001).
İngiltere, Sudan’da isyanın başlamasından önce 1878’de Lord Kitchener aracılığıyla Esedabadi’yi Mutemehdi ile görüştürmüş, fakat nerede görüştükleri hakkında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Kaveh Dergisi, bu görüşme ilgili olarak Avrupa neşriyatında makalelerin çıktığından bahsetmiştir. Wilfrid Blunt’a göre Mutemehdi, Mısır’da bulunduğu sırada Esedabadi’nin sadık bir öğrencisi olmuştur. Ancak Esedabadi’nin El Ezher’de öğrenci yetiştirecek bir durumu olmamış, peşinde olduğu mehdilik ve halifeliği de şimdilik Sudan mehdisine kaptırmıştı. Bundan dolayı İngilizlerin gözüne girmek için Sudan’daki karışıklıklara müdahil olmuş, Mutemehdi tarafından yenilgiye uğratılan ve esir alınan İngiliz General Gordon’u kurtarmanın peşine düşmüşse de muvaffak olamamış ve İngiliz komutan öldürülmüştür. Goldziher, Esedabadi’nin de zihninde mehdiliğin hiçbir zaman gitmediğini söyledikten sonra şunları kaydetmiştir; “Ben fayton ile Kâğıthane’ye gezmek için gitmiştim. Dönüşte Esedabadi’yi gördüm. Benimle sohbet etmeye gelmişti ve yarım saat sohbet ettik. Bana, gel seni bütün Müslümanlara halife yapalım önerisinde bulununca, ben de buna şaşırarak layık olmadığımı söyledim.”
Cemaleddin Esedabadi, küçüklüğünden itibaren olağanüstü vasıflar yükletilen ve gençliğinde yapılan tartışmalarda sürekli rakip âlimleri yendiği söylenen bir şahsiyet ve İngilizler tarafından siyasi bir proje olarak ortaya çıkarılmıştı. Bu siyasete karşı hamle yapan padişah, öncelikle Esedabadi’yi Londra’da Melkum Han (padişahın deyimiyle Melûn Han)’dan ayırıp İstanbul’da kontrol altında tutmak istiyordu. Bunun için Londra’da Melkum Han ile birlikte İslâm coğrafyasını zehirlemeye devam eden Esedabadi’yi 1892’de Rüstem Paşa ve Rifaiyye Tarikatı’nın büyüklerinden Ebul Hüda es-Sayyadi aracılığıyla İstanbul’a davet etti. Padişah, Esedabadi’yi kuşkulandırmamak için vaatlerde bulunarak İstanbul’a kadar gelmesini sağlamıştı. İstanbul’a geldikten sonra ona iyi davranmış, Ma‘arif Nazırı Zahidi Paşa’nın biraderi Cemil Bey’in Nişantaşı’nda saraya yakın evinin 2.000 liraya tahsisini sağlamıştı. (Y.MTV.00080.00120.001.001; İ.HUS.00013.00004.001) Ayrıca geçimini sağlaması için Maliye Nezareti’ne 26 Mart 1893’te gönderilen yazı ile aylık 7.500 guruş tahsisat bağlamıştı.(BEO.00176.13184.001). Evlenmesi için ikna etmeye çalışmışsa da kabul ettirememiştir.
Cemaleddin Esedabadi’nin II. Abdülhamid tarafından İstanbul’a getirtilmesi ve burada tutulması hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Esedabadi, 1892’de İstanbul’a getirildikten sonra İngilizler tarafından yalnız bırakılmayarak himaye edilmiş, Wilfrid Blunt vasıtasıyla kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. İngilizlerle olan gizli ilişkilerin ve kendisine verilen rolün ortaya çıkmaması için takiyye yapan Esedabadi, etrafında toplanan kalabalıklara sürekli rüyalarını ve gelecek ile alakalı yapacaklarını slogan şeklinde anlatarak onları cezbetmiştir. Aynı şeyi Mısır’da da yapmış ve muvaffak olmuştu. (Y.PRK.MYD.00010.00062.001). Ancak padişahın en yakınında bulunan Rufai şeyhi Halepli Şeyh Muhammed Ebul Hüda Sayyadi, bunun siyaset peşinde koşan bir şarlatan olduğunu fark etmişti. Ebul Hüda, daha önce Esedabadi ve onun Londra’daki dostu Suriyeli Yahudi Salamoni ile muhaberatta bulunmuş ve onların neyin peşinde olduklarını iyi anlamıştı. Salamoni, Londra’da çıkarmayı düşündüğü Ziyaü’l-hafikin gazetesi ile ilgili nabız yoklamak için 11 Ağustos 1891’de Dersaadet’e başvurup padişah ile görüşmek istemiştir. (Y.PRK.ZB.00009.00004.001). Bununla alakalı olarak Zabtiye Nezareti’nin 1 Aralık 1891 tarihli cevabi yazısında şöyle denilmiştir;
“Londra’da bulunan Afganlı Seyyid Cemaleddin’in İngiliz himayesi tahtında bir Arab hükümeti teşkili teşebbüsünde bulunduğuna ve mumaileyhin Şeyh Ebul Hüda Efendi dailerine münasebet ve muhabbet-i kâmilesi oldığı gibi yine Londra’da bulunan ve (Ziyaü’l-hâfikin) namıyla bir gazete neşrine teşebbüs iden Mösyö Salamoni namında bir Yahudi’nin Şeyh Ebul Hüda Efefndi ve Münif Paşa kullarıyla muhaberatına dair Encümen-i Maarif a’zâsından Mısırlı İbrahim El Müveylihi’nin zabt olınan evrakı meyanında zuhur iden mektublar ile Seyyid Cemaleddin’in sadr-ı sâbık Kamil Paşa kullarına olan münasebatına müteallık varaka bir ay evvel Londra’da tab‘olunıb merkum Mösyö Salamoni tarafından Münif Paşa kullarına virilmek üzere İbrahim El Müveylihi Efendi’ye gönderilmiş olan İngilizce gazete parçaları calib-i nâzâr-ı dikkat olmalarıyla aynen ve leffen arz ve takdim kılındı. Ol babda vekâtebe-i ahvâlde emr olınan…” (Y.PRK.ZB.00009.00044.001.001).
İngiliz Siyonist Wilfrid Blunt, Esedabadi ile birlikte II. Abdülhamid’e karşı yaptığı mücadeleye Suriyeli Yahudi Salamoni’yi de katmıştır. İngilizlerin Osmanlı halifeliğine karşı ürettikleri Arap halifeliğinin bir figüranı olarak ortaya çıkartılan Salamoni, Londra’da Arapça muallimi olarak görülmüş, ancak Hindistan ve Osmanlı hâkimiyetindeki yerlerde çokça seyahat yapmıştır. (Y.EE.00051.000133.001.001). Londra’da çıkardığı Ziyaü’l-hafikin gazetesinin ilk zamanlarında Osmanlı lehinde yazılar yayınlatmış, II. Abdülhamid’i sarayda ziyaret etmek istemiş, devlet lehinde yazılar yayınlattığı için padişahdan para koparmaya çalışmış, bu şekilde kendisini padişaha taltif ettirmek istemiştir. (Y.PRK.ZB.00009.00044.002.001). İstekleri yerine getirilmeyen Salamoni, bu defa şantajlara başvurarak aleyte yazılar yayınlatacağını beyan etmiştir. Cemaleddin Esedabadi, İngilizlerin kullandığı bu sinsi ve hilebazın arkadaşı olmuş, onun ortağı olduğu gazetede sürekli yazılar yazmıştır. Osmanlı Devleti’nin Londra elçisi Abdülhak Hamid, bu durumu 20 Aralık 1892’de saraya bildirerek Salamoni’nin maksadına nail olamayacağını söylemiştir. (Y.PRK.EŞA.00016.00069.001.001).
Cemaleddin Esedabadi’nin Muhammed Abduh üzerindeki tesirinden bahsedebilir misiniz?
Esedabadi, 1871’de Mısır’a geldiği sırada El Ezher’de ders veren Muhammed Abduh, kendisiyle tanışmış ve dinde ıslahatı havi vaazların sürekli takipçisi olmuştur. Esedabadi’nin geleneksel İslâm’da cedid, ıslahat, felsefe ve tasavvuf gibi fikirlerinden etkilenmiş, İslâm ulemasının dünyadan haberdar olmadığı, bu yüzden yeni İslâmî anlayışların İslâm dünyasına getirilmesi yönündeki düşünceleri Abduh’a tesir etmiş ve sadık müridi yapmıştır. Esedabadi’nin tasavvufu bilen, Kur’ân’ı bu açılardan yorumlayabilen, dünyada ve özellikle İslam ülkelerinden haberdar olan bir ilim adamı tavrı, Abduh’un aradığı şeyler olmuştur. Abduh’un bu dönemde Mısır’daki İngilizlerle sürekli temas halinde olması, siyaset ve toplumsal olaylara yoğunlaşmasını sağlamış, batının göz kamaştıran beşeri vitrini karşısında büyülenmiştir. Mısır’da İngilizlerin işgal için kurduğu tuzağın farkında olmayan Abduh, büyük bir iştahla siyasi ve sosyal yenilikler peşinden koşmaya başlamıştır. Müridi olduğu Esedabadi de gittiği her yerde aynı siyasi sloganlarla ortaya çıkınca, heyecanı artmıştır. Abduh, Esedabadi’nin Paris’teki tecrübesinden sonra Mısır’a dönüşünde işlerin böyle gitmeyeceğini anlamıştır. Hocası Esedabadi’nin ifrata varan ve felsefe içerikli söylemlerine karşı zamanın gerekliliği üzerinde yoğunlaşacaktır. Kalabalıklar karşısında atılan sloganların Müslümanlara faydalı olmadığını, batı medeniyeti karşısında ilerlemenin zamana ihtiyaç duyduğunu savunacaktır.
Esedabadi, siyasi olan tavrını fark ettirmeden Abduh’a aktardıktan sonra İslam dünyasının gerileme sebebini Osmanlı ve İran idarelerine bağlaması, Avrupa’nın müdahalesini, istibdat ve meşruti rejimleri, birlik ve beraberlik gibi konuları öne çıkarması, Mısır’daki gençleri de heyecanlandırmış ve etrafında birçok insanın toplanmasını sağlamıştır. Abduh, Esedabadi’nin siyasi misyonunu bilmediği için onun felsefe, kelam, ahlak ve siyaset ilimleriyle ilgili düşüncelerini aynen benimsemiş, kendisini bu alanlarda çalışmaya vermiş, İslam’a, hayata, ilme ve tarihe yeni bir açıdan bakmaya başlamıştır.
Abduh, Esedabadi’nin her söylediğine düşünmeden, adeta bir meczub derecesinde bağlandığı için onun Mısır’da kurmuş olduğu mason teşkilatına tereddütsüz üye olmuştur. Daha sonra İngilizlerin Esedabadi ile birlikte Mısır’da kurduğu “Kevkebü’ş-şark (Şark Yıldızı)” Mason Locası’na da yine aynı şekilde üye olmuştur. Abduh, fikrini Esedabadi’ye kiraladığı için onun Mısır’da kurduğu mason localarını benimsemiş, bu localarda özgürlük, eşitlik, adalet gibi kavramlarla örülmüş bir ihtilal söylemi, istibdada karşı çıkışla oluşturulan imaj, özellikle gençlerin kafasında birtakım çağrışımlara sebep oluyordu. O dönemde Siyonizmin gizli tutulması ve Osmanlı toprağı olan Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması fikrinin esas amaç olarak söylenmemesi, halktan bir kısmının bu localara ilgi duymasına sebep olmuştur. Esedabadi’nin gerek siyasi ikbal ve gerekse İngilizlerin verdiği görev icabı kurduğu bu teşkilata üye olanlar, gelecekteki siyasi ikballeri için burayı bir basamak olarak düşünmüşlerdir. Abduh da dâhil birçok kişi bu teşkilatı kullanarak çeşitli çevrelerde nüfuz sahibi olmayı hayal etmişlerse de daha sonra ümitleri boşa çıkmıştır. Mısır’daki mason teşkilatının İngiliz Siyonistleriyle ve başka ülkelerdeki şubelerle ilişkileri, makam ve rütbeler için beslenen hevesleri bir müddet sonra hayal kırıklığına çevirmiştir.
Cemaleddin Esedabadi-Reşid Rıza ilişkisi hakkında nelere söyleyebilirsiniz?
Reşid Rıza, Mısır’da Urabi Paşa önderliğinde Osmanlı Devleti’ne karşı girişilen isyanın sebeplerini açıklarken şunları kaydetmiştir; “Cemaleddin Afgani, Mısır’ın sosyal ve siyasal uyanışının fikir babasıdır. Afgani, gerçek uygulamayı ancak Mısır’da yapmıştır.” Reşid Rıza, Mısır’ın uyanışı derken, Esedabadi ile adım adım İngiliz işgaline giren Mısır’ı hatırlamak istememiştir. Ayrıca Esedabadi ile Abduh arasındaki yazışmaları içeren gizli mektupları tespit ettiğini, mektuplarda Paris’te Urvetü’l-vuska Cemiyeti’nin kuruluşu, bunun gizli siyaseti ve gazetenin yayımlanmasının arkasındaki bilgilere ulaştığını söylemiştir. Reşid Rıza, gazetenin kapanmadan önceki dönemde çıkan yazılarda, Esedabadi’nin siyasi çalışmaları ile Abduh’un toplumun eğitim ile değişebileceği fikirlerinin çatıştığını görmüş ve Esedabadi’nin Abduh’u davanın önünde bir engel olarak görmeye başladığını kaydetmiştir.
Reşid Rıza’nın Şam’da Vehhabiler lehinde konuşması üzerine Dâhiliye Nezâreti’nden 1 Kasım 1908’de Huzur-ı Âli Hazret-i Sadaretpenâhi’ye gönderilen yazıda şöyle denilmiştir;
“Mısır’ın El Menâr gazetesi muharrirlerinden olub Şam’da bulunan Trablusşamlı Şeyh Reşid Rıza Efendi Cami‘-i Emeviye’de va‘iz iderken Vehhabi mezhebini imâ ider sûretde idâre-i kelâm eylemesi üzerine Şam’da mukim ûlemâdan Tunuslu Şeyh Salih Şerif Efendi’nin mumâileyhe mukâbil i‘ta-yı cevâb itmesi neticesi olarak beynel ûlemâ bir münâkaşa-ı lisâniye vuku‘bulmuş olduğına ve bu münâsebetle icrâ idilmiş olan nümâyişin tafsilâtına dâir Suriye vilâyet-i celilesince vârid olan telgrafnâmenin sureti berâ-yı ma‘lûmat leffen pişgâh-ı sâmi-i cenâb-ı fehimânelerine takdim kılındı olbâbda.” (DH.MKT.02653.00038.003.001).
Cemaleddin Esedabadi’nin İttihat ve Terakki mensuplarıyla ilişkileri hakkında bilgi verebilir misiniz?
Cemaleddin Esedabadi, gerek Avrupa’da bulunduğu 1880-1890 yılları arasında ve gerekse 1892’de geldiği İstanbul’da padişaha muhalif olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ve diğer muhalif gruplarla sıkça görüşmüştür. Esedabadi, bunların zihniyet teşekkülünde son derece etkili olmuştur. Bu zihniyetin içerisinde milliyetçi ve dini unsurlar birarada bulunmuş, ferdi hürriyet, kanun-ı esasi, ıslahat, meşrutiyet ve İslâmî hükümlerin yeniden yorumlanması ağırlık kazanmıştır. Jön Türk ve daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde kavmiyetçilik bilincinin gelişmesi ve bunun etkin bir şekilde işlenmesi oldukça önemli olmuş, bu hususta Esedabadi’nin etkisi Mehmet Emin Yurdakul’un üzerinde son derece keskin bir şekilde verilmiştir. Esedabadi, Mehmet Emin’in Türkçülük şuurunu işleyen şiirler yazmasını teşvik etmiştir. Ziya Gökalp’in iddiasına göre Mehmet Emin’e milliyetçiliği aşılayan kişi Esedabadi’dir. İstanbul’da padişah tarafından kendisine tahsis edilen evde Jön Türklerle sıkça görüşerek onların kavmiyetçiliğe dayanan milliyetçi hislerle hareket etmelerini, hareket esnasında biraz da dini motiflerin işlenmesini sağlamıştır.
Esedabadi’nin öğrencisi olduğunu söyleyen Şemseddin Günaltay, onunla ilgili olarak şunları söylemiştir;
“… İslâm ufuklarını kaplayan hurafe bulutlarını dağıtacak, hakiki dini, bütün şaşasıyla meydana çıkaracak nurlu dimağları İstanbul’da bulabileceğini zannediyordu… İstanbul’a geldi, fakat mateessüf umduğunu bulamadı. Aksine tahkire, tezyife, hatta tekfire maruz kaldı. Dinden habersiz kara cahiller, şeytanın Âdem’i tezyife kalkışması gibi, İslâm dünyasının bu büyük dâhisini tekfir etmek cesaretini gösterdiler… Hilafet merkezi bu halde olunca İslâm dünyası için kurtulmak ümidi beslemek muhal bir şeyi istemek demekti.”
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Günaltay’ın maksadı, dini yaşantının ikame edilmesi değil, yalan da olsa dinden yana görünmektir. Bu dönemde halkın en büyük sıkıntısı dini vecibelerini yerine getirirken zulme maruz kalmasıdır. Müslüman Anadolu halkının dinini rahatça yaşaması, İngilizlerin Lozan’da cumhuriyet kadrolarına yüklediği vazifeye aykırı sayılmıştır. Günaltay, Müslüman halkın bunu fark etmemesi için geçmişe ve geçmişteki şeyhülislâmlara iftira atmaya, onları karalamaya, Esedabadi’yi ve Abduh’u övmeye başlamıştır.
Cemaleddin Afgani’nin din ve mezhepler ile alakalı düşüncelerinden ve Mısır’daki mason localarıyla ilişkisinden kısaca bahsedebilir misiniz?
Cemaleddin Afgani, mezhepler de dahil her şeyin bir sebep olduğunu iddia etmiştir. Mektuplarında ve diğer belgelerde geçtiği kadarıyla kendisi mezhepsizliği savunmuştur. Esedabadi üzerine araştırmalar yapmış olan Kedouri ve Keddie, Esedabadi’nin dini vecibeleri düzenli bir şekilde yerine getirmediğini ve bu konuda gevşek davrandığını, dini ise kendi siyasi çıkarları için kullandığını ittifakla söylemişlerdir. Din ile alakası olmadığı gibi, İslâm Birliği söylemini de siyaset için kullanmıştır. Ulema ve halkın kendi aleyhinde bir şey söylememesi için birçok meşrutiyetçinin yaptığı gibi, kendi akidesini İslâm ile sarmalayıp gizlemiştir. Dönemin ulemasından Şeyh Hadi Necmabadi’ye yaptığı nasihatte, batının özgürlük yöntemini, ayetlerden yola çıkarak halka telkin etmesini söylemiştir.
Hamid Algar, Cemaleddin Afgani ’nin din ile alakasını şu şekilde açıklamıştır; “Esedabadi’nin İslâm ile alakası, onun siyasi ve içtimai yöndeki düşüncesi ile ilgili idi. İslâm’ın muhtevasının bunlardan ayrı olmadığını hayal ediyordu. Melkum Han gibi dini, bir içtimai tarz, gelenek ve esas olarak görüyordu. Onu da tamamıyla beşeri kök ve temelden sayıyordu.”
Esedabadi, sadece Mısır’da mason locası kurup buraya üye kaydetmemiş, birden fazla locaya da üye olmuştur. Bu hususta çalışma yapmış olan Malatyalı Muhammed Reşad şunları kaydetmiştir; “Cemaleddin Afgani’nin intisab ettiği locaların kat’i adedi meçhul, Fransız Grand Orient ve İngiliz Star of The East locaları haricinde Nil, Kahire, Yunan, İtalyan Luce d’Oriente, Nilo, Mazzini ve Paris’teki mahalli localara intisabı sabittir. Mısır’daki Fransız Grand Orient locasına reis olduğu ve diğer bazı mason localarına müracaat evrakı, el yazılarıyla neşrolundu.”
Cemaleddin Afgani , 1876’da Mısır’daki Şark Yıldızı Mason Locası’nı kurmuştur.İsmail Rain, bununla ilgili olarak şunları yazmıştır; “Seyyid Cemaleddin Esedabadi İran’ın ilk masonlarındandır. Dokuzuncu mason olarak locaya kaydolmuştur. Melkum Han da bu locanın üyesi idi.” Hasan Takizade, 1882’de Kaveh Dergisi’ne yazdığı yazıda bunu teyit etmiştir. Esedabadi’nin evinde kaldığı Hacı Eminüddarb’ın torunu Ali Asgar Mohdevi, İrec Afşar’ın yardımıyla dedesinin evinde toprağa gömülü bir sandık dolusu mektup ve yazışmaları çıkartıp neşretmiştir. Bu neşriyattan sonra İsmail Rain, Mahmud Ketirayi ve Veliyullah Yusufi, Esedabadi’nin masonluğunu ifşa etmeye başlamışlardır. Bu yazışmalarda, Esedabadi’nin 1875’te mason teşkilatı ile irtibata geçtiği ve yardım aldığı görülmüştür.
Cemaleddin Afgani ’nin Mısır’da 300 kişilik İskoç Mason Locası’na, Kahire-Mısır 7. 1878/5878 kaydı ile üye olarak girdiğini, 1882’de Kaveh Dergisi’ne yazdığı makalede söyleyen Takizade, bu meseleyi ilk gündeme getiren kişi olmuştur. Takizade, dergiye yazdığı bir makalede şunları söylemiştir; “Esedabadi’nin Mısır’da Farmason mahfiline girdiği duyuldu ve orada İngilizler aleyhine konuştu. Avrupa’da neşrolunan gazetelerin bazılarında onun Farmason locasının banisi olduğu ve 300 üyesinin olduğu yazıldı.” Ali Asgar Mohdevi ve İrec Afşar, Tehran Üniversitesi’nin 1924’te Esedabadi’nin yazışmalarını havi neşrettiği, “Mecmua-yı İsnad ve Medarik Çapneşode Derbare-i Seyyid Cemaleddin Meşhur Be Afgani” isimli eserde, Esedabadi’nin mason olduğunu senetleriyle ortaya koymuşlardır. Mohdevi’nin kullandığı kaynaklar önemli olup Esedabadi’nin Paris Locası’na üye olmak için de 1884’te Langggassege’ye yazdığı mektupta ricada bulunduğu görülmektedir. Fransızca olan mektupta, locanın ismi İngilizce olarak yazılmıştır.
Efendim bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.